BEYKENT ÜNİVERSİTESİ STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ SAHİBİ / PROPRIETOR: Prof. Dr. Cuma BAYAT (Beykent Üniversitesi adına/ On The Behalf of Beykent University) GENEL YAYIN YÖNETMENİ EDITOR -IN-CHIEF: Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ YAYIN SEKRETERİ PUBLISHING SECRETARY Özlem SAĞAT BEYKENT UNIVERSITY JOURNAL OF STRATEGIC STUDIES YAYIN KURULU PUBLISHING BOARD: Prof. Dr. Erol EREN Prof. Dr. Mithat BAYDUR Prof. Dr. Haydar ÇAKMAK Prof. Dr. Ünsal OSKAY Prof. Dr. Mümin ERTÜRK Prof. Dr. İ. Yaşar HACISALİHOĞLU Prof. Dr. Ahmet YÜKSEL Yrd.Doç.Dr. Sait YILMAZ Yrd.Doç.Dr. Muzaffer ÜREKLİ E.Tümg. Armağan KULOĞLU DANIŞMA KURULU ADVISOR COMITTEE: Prof. Dr. Tuncer ÇELİK E.Org. Şener ERUYGUR Prof. Dr. Şükrü Sina GÜREL Prof. Dr. Hasan KÖNİ Prof. Dr. Erol MANİSALI Prof. Dr. Cemalettin TAŞKIRAN Prof. Dr. Selahattin SARI Prof. Dr. Tayyar ARI Prof. Dr. Muhittin KARABULUT E.Tuğa. İlker GÜVEN Her hakkı saklıdır. Stratejik Araştırmalar Dergisi yılda iki kez yayımlanan, bilimsel hakem kurulu olan bir yayındır. Stratejik Araştırmalar Dergisinde yayımlanan makalelerdeki görüş ve düşünceler yazarların kişisel görüşleri olup, hiçbir şekilde Stratejik Araştırmalar Dergisinin veya Beykent Üniversitesi’nin görüşlerini ifade etmez. Stratejik Araştırmalar Dergisine gönderilen makaleler iade edilmez. ISSN: 1307- 6108 Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Sıraselviler Cad. No: 65 PK:34437 Taksim/ İSTANBUL Tel: 0212 867 55 82- 71 Faks: 0212 867 55 77 www.beykent.edu.tr ISSN: 1307- 6108 BEYKENT ÜNİVERSİTESİ STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ BEYKENT UNIVERSITY JOURNAL OF STRATEGIC STUDIES Sertifika No: 11374 Beykent Üniversitesi Yayınları, No.55 Cilt Volume: 1 Numara Number: 2 I Yıl Year: 2008 Güz Autumn Ulusal ve uluslararası bilimsel literatüre katkı sağlamak üzere yayın hayatına başlayan Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Dergisi ikinci sayısı ile karşınızdadır. İlk sayımıza çeşitli kesimlerden gösterilen yoğun ilgi ve beğeni bizi müteakip sayılar için teşvik etti, onurlandırdı. İkinci sayımızda da hepsi birbirinden ilginç ve akademik seviyesi yüksek yeni çalışmalara yer vermekteyiz. Bu kapsamda, katkılarını esirgemeyen üniversitemizin hepsi birbirinden değerli yeni profesörlerine özellikle şükranlarımı sunmak istiyorum. Bu sayımızda gerek olgusal gerekse coğrafi olarak uluslararası ilişkiler alanında ancak disiplinler arası nitelikte dergimizde yer verilen orijinal çalışmaların akademik hayatımıza önemli birer referans teşkil edeceğini umuyoruz. Sudi Apak tarafından yazılan ilk makale küresel finans kriz ve Türkiye konusunu işlemektedir. Apak’a göre ABD’den başlayan ve tüm dünyayı etkileyen malî kriz mortgage kredileri ve türev ürünlerden kaynaklanmıştır. Mithat Baydur ise insan hakları, Batı ve Türkiye pratikleri konulu makalesinde uluslararası ilişkilerin az işlenen bir alanında tarihsel süreç çerçevesi içinde insan hakları meselesini irdelemektedir. Yaşar Hacısalihoğlu; mekan, güç ve jeopolitik kavramlarının içerdiği anlamı sorgulamakta, ardından karşılıklı etkileşim ve ilişki dinamiği üzerinde durmaktadır. Armağan Kuloğlu, Irak ve PKK Terör Örgütü bağlamında ele aldığı Türkiye-ABD ilişkileri kapsamında son dönemde Türkiye, Kuzey Irak ve ABD üçgeninde meydana gelen gelişmelerin doyurucu bir analizi ile birlikte ilk defa rastlayacağınız önemli detaylara yer vermektedir. Çin güvenlik politika ve stratejilerine odaklanan Sait Yılmaz ise Çin’in ‘barışçı yükselme’ stratejisi ile gücünü artırma sürecinde olduğunu söylemektedir. Yılmaz, bu aşamada Çin’in stratejisini ABD’ye karşı savunmada kalma ve uluslararası hukuka yaslanma şeklinde öngörmektedir. Davut Ateş, 2002-2008 döneminde Türk Dış Politikası’nın saygınlık arayışına analitik bir yaklaşım getirmektedir. Bu kapsamda, Türkiye’nin saygınlığını etkilediği kabul edilen belli başlı dış politika alanlarındaki gelişmelerle dış politikadaki değişimlere yer vermektedir. Soyalp Tamçelik, Kıbrıs’taki Türk ve Rum toplumları içinde farklı görüşleri analiz ettiği çalışması ile görüş farklılıklarının temel nedenleri hakkında kavramsal bir alt yapı sunmaktadır bize. Mehmet Akif Özer dünden bugüne Avrupa Birliği düşüncesinin izlerini sürerken Avrupa Birliği'nin kuruluşu ve Avrupa birliği'nin genişlemesi ile ilgili gelişmelere özellikle düşünsel temelde geniş bir şekilde yer vermektedir. Ümit Hacıoğlu ise Kosova’nın bağımsızlığını takiben Sırp tarafında canlanacak tarihi kinin Bosna’da etnik gruplar arasında sağlanan yapay barış ortamını istikrarsızlığa sürükleme ihtimali üzerinde durmaktadır. Özlem Diken ve Hande Selimoğlu ise Türkiye’nin lojistik sektöründe gelişimini engelleyen unsurları ele almakta ve sorunlar hakkında çözüm önerileri getirmektedir. Elinizdeki sayımızın sizi her yönden doyuracak, akademik yönden değerli bir dergi olduğuna tüm yüreğimle inanıyorum. Göndereceğiniz Türkçe veya İngilizce makalelerin mutlaka tarafımızdan dikkate alınacağını ve hakem heyeti tarafından uygun görülenlerin bekletilmeden yayınlanacağını tüm akademisyen arkadaşlarıma bir kez hatırlatmak isterim. Yrd.Doç.Dr.Sait Yılmaz Genel Yayın Yönetmeni Beykent University Journal of Strategic Studies, published aiming at contributing to both national and international literature of the field, reaches its second volume now. The great interest and admiration came from different institutions and individuals towards the first volume encouraged and honoured us for succeeding new volumes. We have given place to some highly interesting and highly academic articles each is more prestigious one from the other. Within this scope, I would like to present acknowledgements to our new estimable professors who have made valuable contributions to this volume. In this new volume, we hope that the original works of international relations on the ground of both factual and geographic aspects will constitute a point of reference one each for the field of research. The first article written by Sudi Apak scrutinizes the issue of global financial crisis and Turkey. According to Apak, the economic recession which has first begun in the USA and influenced all around the world derives from mortgage credits and derivative products. Mithat Baydur, in his article based on human rights and the practices of the West and Turkey, investigates thoroughly the issue of human rights in a historical framework which has been studied quite less in terms of international relations. Yaşar Hacısalihoğlu first questions the meanings of the concepts of spatial, power and geopolitics and then, the dynamics of reciprocal relations and interactions between these concepts are deliberated. Armağan Kuloğlu makes a convincing analysis in detail which you might probably hear for the first time on the issue of the recent developments within the triangle of Turkey, Northern Iraq and the USA in terms of the relations between Turkey and the USA in the context of Iraq and PKK terrorist organization. By focusing on the security policies and strategies of China, Sait Yılmaz points out that China is in a process of becoming more powerful by using a strategy of “peaceable progress”. Yılmaz, at this stage, envisages the strategy of China as keeping it’s position in defence and relying on the protection of international law. Davut Ateş brings an analytical approach to the quest of gaining respectability of Turkey’s Foreign Affairs Policy during the term 2002-2008. In this context, he studies the changes in foreign affairs policy and the developments in some fundamental areas of foreign policy which are considered as having effects on the respectability of Turkey. Soyalp Tamçelik builds up a theoretical infrastructure about the basic motives of the different approaches in his article by analyzing the different point of views of both Turkish and Cypriot Greek communities in Cyprus. Mehmet Akif Özer traces the concept of European Union historically. He studies the beginning and the expansion of the European Union in a wide spectrum especially on an intellectual basis. Ümit Hacıoğlu stresses that the interethnic peace within Bosnia is also vulnerable to instability via a possible revival of age-old hatred by Serbs following the Independence of Kosovo. Özlem Diken and Hande Selimoğlu investigate the factors affecting the evoluation of Turkey’s Logistics sector and suggest the solutions over the problems. I strongly believe that this volume will be a rewarding one in every aspect of the field, and will take it’s place as a prestigious academic publishing among the others. I would kindly remind our colleagues that our publishing policy is to take into account all the articles being sent us, and to publish as soon as possible in case they are found suitable for our academic criterion of the board of referees. Asst. Prof. Sait Yılmaz Editor in Chief III BU SAYININ HAKEMLERİ (REFREES OF THIS ISSUE) , Prof. Dr. Şükrü Sina GÜREL……….. Beykent Üniv. (Uluslararası İlişkiler) Prof. Dr. Cemalettin TAŞKIRAN ........Kırıkkale Üniv. (Uluslararası İlişkiler) Prof. Dr. Hasan ÜNAL ........................Gazi Üniv. (Uluslararası İlişk.) Prof. Dr. Cafer Tayyar ARI..................Uludağ Üniv. (Uluslararası İlişkiler) Prof. Dr. Hasan KÖNİ………………..Bahçeşehir Üniversitesi (Hukuk) Prof. Dr. Muhittin KARABULUT .......Beykent Üniv. IIBF Prof. Dr. Haydar ÇAKMAK ................Gazi Üniv. (Uluslararası İlişk.) Prof. Dr. Mithat BAYDUR………….. Beykent Üniv. (Uluslararası İlişkiler) Prof. Dr. İlter TURAN .........................Bilgi Üniv. (Uluslararası İlişk) Prof. Dr. Ahmet Güner SAYAR……... Beykent Üniv. IIBF Prof. Dr. Yaşar HACISALİHOĞLU… Beykent Üniv. (Uluslararası İlişkiler) Prof. Dr. Ünsal OSKAY ......................Beykent Üniv. (ileşitim) Sinema-TV Doç. Dr. Veysel KILIÇ ........................Beykent Üniv. (İngiliz Dili Edebiyatı) Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ................Beykent Üniv. (Uluslararası İlişkiler) Yrd. Doç. Dr. Neziha MUSAOĞLU....Trakya Üniv. (Uluslararası İlişkiler) Yrd. Doç. Dr. Haluk ÖZDEMİR…….. Kırıkkale Üniv. (Uluslararası İlişkiler) Yrd. Doç. Dr. Ruhet GENÇ…………..Beykent Üniv. IIBF Yrd. Doç. Dr. Kazım SARI………….. Beykent Üniv. IIBF IV İÇİNDEKİLER/ CONTENTS Sayfa No Küresel Finansal Kriz, G-20 Konferansı Ve Türkiye Sudi APAK……………..………………………………………………………......1 - 11 Uluslararası Sistem Bağlamında, İnsan Hakları Meselesi; Batı Ve Türkiye Pratikleri Mithat BAYDUR………………………………………………………………...…12-21 Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik İ. Yaşar HACISALİHOĞLU……………………………………………..…...........22-44 Irak Ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri Armağan KULOĞLU………………………..……………………….………..…...45-76 Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika Ve Stratejileri Sait YILMAZ…………………………………………………………...……..…...77-98 2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı Davut ATEŞ…………………………………………………..…………………..99-136 Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve Bunların Mukayesesi Soyalp TAMÇELİK…………………………………………………....………..137-159 Dünden Bugüne Avrupa Birliği Mehmet Akif ÖZER ………………………………………………………….....160-188 Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni Ümit HACIOĞLU…………………………………………………………….....189-212 Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları Ve Çözüm Önerileri Özlem DİKEN, Hande SELİMOĞLU….……………………………….……...213 - 241 V KAPSAM/ SUBJECTS Uluslararası İlişkiler/International Relations ● Ulusal Güvenlik / National Security ● Uluslararası Güvenlik / International Security ● Güvenlik Bilimleri / Security Sciencies ● Terör / Terror ● İstihbarat / Intelligence ● Uluslararası Kuruluşlar / International Institutions ● Teknoloji / Technology ● Uluslararası İlişkiler Teorileri / Int. Relations Theories ● Orta Doğu / Middle East ● A.B.D. / U.S.A. ● AB ve Avrupa / EU and Europe ● Afrika / Africa ● Avrasya / Euroasia - Kafkasya / Caucasus - Orta Asya / Central Asia - Rusya / Russia ● Asya- Pasifik / Asia-Pasific ● Latin Amerika / Latin America ● Kıbrıs / Cyprus ● Diaspora / Diaspora ● Teoloji ve Sosyo-Kültürel Konular / Teology and Socio-Cultural Issues ● Lojistik / Logistics Ekonomi Politik/Political Economy ● Ekonomi Politik /Political Economy ● Küreselleşme / Globalization ● Lojistik / Logistics ● Enerji ve Su Konuları / Energy and Water matters ● Kurumlar ve Bölgesel Çalışmalar / Instutions and Regional Studies Uluslararası Hukuk/International Law ● Uluslararası Çatışma Konuları / Int. Conflict Issues ● Uluslararası Adalet / International Justice ● Uluslararası Sorun Çözme / Int. Dispute Settlement Uygulamalı Araştırmalar/Applied Research ● Strateji ve Karar Vermede Matematiksel Yaklaşım / Math Approach to Staretgy and Decision Making ● Uluslararası Sorunların Analizi / Analysis of International Affairs ● Harekat Araştırması / Operational Resarch Vak’a Analizleri/Case Analysis VI Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 1-11 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY KÜRESEL FİNANSAL KRİZ, G-20 KONFERANSI VE TÜRKİYE Sudi Apak∗ Özet: ABD’den başlayan ve tüm dünyayı etkileyen malî kriz mortgage kredileri ve türev ürünlerden kaynaklanmıştır. Piyasalara yeterince düzenleme yapılmaması ise riski arttırmış ve piyasaların çöküşüne yol açmıştır. Gelişmiş ülkelerin Merkez Bankaları ortak politikalar ile faiz indirimi, mevduat garantisi, zarar eden bankalara finansman kolaylığı ve hisse senedi piyasalarına müdahaleler yapmıştır. Uluslararası işbirliği çerçevesinde bu konular G-20 Toplantısında ele alınmıştır. Bu uluslararası işbirliğini geliştirirken, krizin derinleşmesinin önlenmesi de hedeflenmiştir. G-20 Toplantısında temsil edilen Türkiye dünya sıralamasında 16. büyüklükte ulusal ekonomi olma konumundadır. Konferansta krizin etkileri tartışılırken kararların kriterleri ve ülkelerin izleyecekleri politikalar da belirlenmiştir. IMF, Dünya Bankası, FED ve Avrupa Merkez Bankası’nın yeni rolleri üzerinde durulmuştur. Türkiye’nin konumunu ise etkin ekonomik politikalar oluşturacaktır. Anahtar Kelimeler: G-20 Konferansı, Küresel Finansal Kriz, IMF, FED, Avrupa Merkez Bankası, Çin, Türkiye. Abstract: The global financial crisis started in U.S.A. emanated from from the mortgage loans and derivative products. The regulations are not introduced effectively which increased the financial risk and caused the market crash. All of the central banks of the developed countries intervened into the markets through the decrease of interest rates, saving guarantees, the financial easiness of the bank losses and securities’ markets. These subjects are discussed at G-20 Summit under the international cooperation framework. When these policies are developing the international cooperation, the solutions of deepening of the crise are aimed. Turkey is represented in G-20 summit as 16th national economy of the world. When the impacts of the crise are discussed at the Summit, the critics of the decisions and the country’s policies are also defined. The new roles of the IMF, World Bank, FED and European Central Bank are also covered. The position of Turkey in the crise will be shaped by the active economic policies. Key Words: G-20 Summit,Global Financial Crise, IMF, FED, European Central Bank, China, Turkey. Prof.Dr., Beykent Üniversitesi İİBF, Uluslararası Ticaret Bölüm Başkanı, [email protected] ∗ Sudi Apak GİRİŞ 2008 Eylül ayından itibaren gelişen küresel finans kriz iki ay sonra reel sektörü de etkilemeye başlamıştır. Sanal piyasaların gelişmesi ve bunların beklentileri karşılayamaması ise krizin başlangıcı olmuştur. Eylül ayında ise uluslararası işbirliği, IMF ve Dünya Bankası’nın rolü daha çok tartışılmıştır. ABD’nin tedbir paketini açıklaması daha sonra AB ülkelerinin de buna katılımı ile uluslararası işbirliğinin önemini arttırmıştır. Piyasalarda güvenin oluşması, zarar eden bankaların hisselerinin devlet tarafından geçici bir süre ile satın alınması, faiz indirimi, muhasebe denetimi gibi konuların topluca ele alınması gerekmiştir. 15 Kasım 2008’de G-20 ülkeleri de finansal krize çözüm bularak reel sektörün resesyon’a (durgunluk) girmemesi için Washington’da toplanmışlardır. G-20 ülkeleri dünya üretiminin %79’unu ve dış ticaretin %80’ini yapmaktadırlar. 60 Trilyon dolarlık dünya üretim ekonomisinin 54 Trilyon dolarını, 18 Trilyon dolarlık dünya dış ticaretinin de 15 Trilyon dolarını karşılamaktadırlar. G-20 ülkeleri 1999’da tescil edilen ve dünyadaki ekonomik büyüklüğün temelini oluşturan bir gruptur. Bu ülkelerin 6’sı Avrupa’dan (Türkiye, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya), 6’sı Asya’dan (Japonya, Kore Cumhuriyeti, Çin, Hindistan, Endonezya ve Suudi Arabistan), 5’i Amerika Kıtasından (ABD, Kanada, Meksika, Brezilya, Arjantin), 1’i Afrika’dan (Güney Afrika) ve Avustralya olmak üzere 19 ülkeden oluşup AB de grupta temsil edilmiştir. Bu ülkelere ek olarak İspanya ve Hollanda da Sarkozy tarafından davet edilmiştir. İsviçre büyük finansal sektörüne rağmen toplantıya davet edilmemiştir. G-20 ülkeleri, sanayileşmiş 7 ülkeye ek olarak, gelirinin çoğunu petrolden sağlayan Rusya ve Suudi Arabistan; gelişmekte olan Asya ve Latin Amerika ülkelerinden oluşmaktadır. Bu ülkelerde Çin 2 Trilyon dolara ulaşan rezervleri ve en büyük insan topluluğunu (1,3 milyar kişi) barındırması açısından 2 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,1-11 Küresel Finansal Kriz, G-20 Konferansı Ve Türkiye önemlidir. IMF ve Dünya Bankası grubunda tek veto hakkı bulunan ABD, bu oluşum ile finansal sektörde işbirliğini desteklemektedir. Çalışmanın ikinci kısmında konferans’ın konuları yer almaktadır. Konferans ile ilgili kriterler, konferans’ın amacı ve alınan kararlar tartışıldıktan sonra, bankacılık düzenlemeleri ve G-20’nin makroekonomik etkileri belirlenmektedir. Üçüncü bölüm G-20 toplantıları ve bunları oluşturan ülkelerin düşüncelerini oluşturmaktadır. Dördüncü bölüm G-20 Konferansı’nın Türkiye açısından değerlendirilmesini yapmaktadır. Son bölüm ise sonuçlardır. KONFERANSIN KONULARI Konferans ile ilgili kritikler şu şekilde oluşmaktadır (Economist, 16.11.2008): - Toplantı yeni bir küresel ekonomik yönetişim ile pasif bir piyasa yaratacaktır. - G-20 ülkelerinin egemenlik hakları ve rekabet konularında çekinceleri vardır. Çünkü finansal pazarlarda gizli çekişmeler ve karışıklık bulunmaktadır. - Fransa içsel reformları devletçilik anlayışı ile çözerken bunu uluslararası bir fon kurulmasına taşımak istemektedir. Bu ise, Anglo- Sakson serbest piyasa ekonomisi kurallarına ters düşmektedir. - İngiltere Başbakanı Brown uluslararası bir konferans toplayıp İngiliz Bankacılık Sistemini etik olarak sağlama almak istemektedir. Bu şekilde Londra uluslararası bankacılık anlayışının Fransa’nın devletçilik yaklaşımından korumasını sağlayacaktır. Konferansın düzenlenmesi üç belirgin amaca hizmet etmektedir: 1. Krize sınır koyup gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere yayılması önlenmek istenmektedir. 2. Finansal regülasyonlar (düzenlemeler) üzerinde anlaşma sağlanacaktır. 3 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 1-11 Sudi Apak 3. Ülkeler makroekonomik dengesizlikleri düzeltmek için işbirliği yapacaktır. Balonun nedeni olan Asya’nın tasarrufları ile Batı’nın harcamaları dengelenmeye çalışılacaktır. Konferansın düzenlenmesindeki neden ise finansal krizin reel sektör krizine dönmesidir. Çünkü IMF büyüme hedefini dünya için %0,8 düşürerek 2009’da %2,2’ye çekmiştir. Gelişmiş ülkeler resesyon (durgunluğa)’a girerken, gelişmekte olan ülkelerin büyüme hızı %1 azalarak %5,1’e gerileyecektir. İşsizlik, şirket kapanmaları ve batmalarında ise artmakta olacaktır. Aktif değerlerinin düşmesi ile servet ve gelirlerde azalma ekonominin en güncel konusu haline gelecektir. Konferansın tartışacağı önemli konulardan biri de faiz oranı düşüşleri ve hükümet harcamalarının artışı olacaktır. Bazı ülkeler özel-sektör ürünlerine talebin azalması durumunda malî politikaları uygulamaya geçirmek istemektedir. Çin, 9 Kasım’da 600 Milyar dolarlık (GSMH’larının %15’i) harcama plânını kabul etmiştir. Çin’in önemli ölçüde olan rezervleri (2 Trilyon dolar) bu plânın uygulamasını rahatlatırken Amerika ve İngiltere de bu politikaları desteklemektedir. Almanya da 12 Milyar Euro’luk bir plân ile devlet harcamalarını arttırmayı plânlamaktadır. IMF’nin yardım hacminin arttırılması ise gelişmekte olan ülkelerin fazla talepte bulunması durumunda ek kaynak yaratılmasını gerektirecektir. Bunun için özel çekme haklarına (SDR) ek olarak yeni kaynak yaratılması gerekmektedir. Avrupalılar bu görüşü desteklerken, fazla yardımı en büyük IMF ortağı olan ABD onaylamamaktadır. Bunu nedeni ise, vergi ödeyen grubun yaptığı baskılardır. Finansal düzenlemeler daha kolay anlaşma sağlayan konudur. Sorunlu kredileri bankalar bilançolarından çıkaracaklar ve sermaye artırımlarına gideceklerdir. Bu şekilde daha fazla aktifin zarar görmesi önlenecektir. Kredi batma takasını (CDS) elde tutan bankalar bunu gizlemek yerine belirli bir fiyatın oluşmasını sağlayacak, bu ürünler 120 gün içinde takas görevi yapan 4 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,1-11 Küresel Finansal Kriz, G-20 Konferansı Ve Türkiye kuruluşlarca ticarete konu olacaktır. Mevcut durumda ise yatırımcılar bunları elinde tutmakta ve gerçek değeri oluşmamaktadır. CDS piyasasının 122 Trilyon dolar olduğu göz önüne alındığında bu reformun önemli bir açığı gidereceği açıktır. BANKALARIN DÜZENLEMELERİ G-20 toplantılarından sonra ortaya çıkacak gelişmeler şunlar olacaktır (Eichengreen and Baldwin: 2008): 1. Küresel malî kriz ABD’deki mortgage piyasalarından başlamış, yetersiz denetim yüzünden bankalarda kredi batmasına ve riskten kaçınmalara yol açmıştır. Bunun neticesi sadece ABD ve Avrupa’nın sorunlu bankalarını değil, tüm gelişmekte olan piyasaların bankalarını da bu konuların içine taşıyacaktır. 2. Ülkeler düzenlemelerin kendi ülke bankaları için yeterli olacağını düşünmektedirler. Onlar için önemli olan kendi bankalarını kurtarmaktır. Çünkü burada analiz edilen kendi ülkelerinin düzenlemeleri ve finansal yapılarıdır. Diğer gelişmekte olan ülke piyasaları gözardı edilmektedir. Doğu Avrupa ve Türkiye’de önemli ölçüde bulunan yabancı sermaye bankacılığının kaynak ihtiyaçları da bu ülkelerin üzerine yönlendirecektir. 3. Ulusal ve uluslar üstü düzenlemeler uluslararası bankacılık sistemini yeniden yapılandırmaktadır. 1980’li yılların sonunda Japon bankalarının büyüklüğünden ABD ve İngiltere endişelenmiş idi. Çünkü Japon düzenleyiciler hisse senedi ortaklığını özsermaye olarak kabul ederek ucuz sermaye ile büyüdüler. Bu daha sonra Japon borsasının düşüşüne de neden oldu. 4. Basel II kuralları küresel olarak bankaların yapılarının sağlamlığı için gerekli sermaye miktarını göstermektedir. Burada amaç küresel malî sistemin güvenilirliğini sağlamaktır. Bir ticarî anlaşmazlıkla, batı ülkeleri bunu Japon bankalarına mal ederek malî çıkarları ön plana çıkarıyorlardı. Bu G-20 toplantısından sonra da ortaya çıkabilecek bir durumdur. 5 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 1-11 Sudi Apak 5. Sistematik risk durumunda her bir bankanın yapısal sorunu bulunmaz ise sistem güvenlidir. Fakat bankaların pek çok ülkede olması veya aynı ülkede iştirakleri bulunması durumunda düzenlemeler para kıtlığı düşüncesi ile denetim eksikliğine yol açmaktadır. 6. Bankaların aynı tür aktiflere sahip olması dolayısı ile sermaye krizinde tüm bankacılık sektörünün zayıflaması diğer bankaları da olumsuz etkilemektedir. Böylece, tek tek bankaların sağlamlığı yerine tüm sektörün sağlığı göz önüne alınmaktadır. 7. Bankalar Basel I standartları ile sadece kredi riskini algıladılar ve risk alarak kârlılığını arttırdılar. 1990’larda ortaya çıkan Basel II standartları ile piyasa riskini de hesapladılar, ellerindeki aktiflere göre gerekli sermaye miktarını belirlemeye çalıştılar. Hükümetler kendi ulusal bankalarına avantaj sağlayarak bankaların yeterli sermaye bulundurmalarını önemsediler. Basel II’ye göre hata, derecelendirme kuruluşları (rating agencies) ile bankaların kendi risk modellerinin likidite eksikliğini belirleyememesidir. Bu durumda, Basel II’ye göre minimum gerekli sermaye gerçek durumda çok daha fazla olmaktadır. Banka sermaye standartları G-20 toplantıları için çok önemlidir. Toplantılarda hedeflerin net olmaması, konuların karmaşıklığı ve müzakerecilerin gerçek piyasa şartlarını bilmemesi; üzerinde anlaşılan maddelerin uygulanmasını zorlaştıracaktır. Bunların hepsi olarak kurgulansa bile, planın çalışması genişletilmelidir. Denetim ve düzenleme sadece bankalar ile sınırlı kalmamalı finans sistemini tehdit eden hedge-fon ve banka-dışı kuruluşları da içine almalıdır. Sermaye standartları rejimi daha çok makroekonomik ölçüleri desteklemelidir. Düzenleyiciler bankaların risk modellerini daha güvenilir yapmalı ve derecelendirme Bankaların kuruluşları sundukları yeni basit borçlanma menkul değerler kuralları oluşturmalıdır. yatırımcıların güvenini sağlamalıdır. Bunun için iki zorluk vardır: 6 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,1-11 Küresel Finansal Kriz, G-20 Konferansı Ve Türkiye 1. Acil durumlarda, düzenleyiciler, karmaşık yapılanmalar ve ulusal çıkarlar yüzünden küresel emniyet göz ardı edilmektedir. 2. Uluslararası kurallar zorlama gerektirir fakat ulusal kurallar egemenliğin üstünlüğünü ön plana çıkarır. Bu konuda da görüş ayrılığı vardır. IMF teftişin üstünlüğünü, ABD disiplin gerekliliğini, AB ise her ülkenin ulusal düzenleyicilerini atamalarını ve IMF’nin krizi ön uyarılar ile algılamasını istemektedir. G-20 ülkelerinin bu kararlarda başarılı olabilmesi için ülkelerin dış uyarılara duyarlı olması gerekmektedir. G-20’NİN MAKROEKONOMİK ETKİLERİ: G-20’nin ülkelere makroekonomik etkilerini tartışmak için kriz öncesi oluşan ekonomik büyümenin kaynaklarının araştırılması gerekmektedir: 1997 Doğu Asya krizinin giderilmesi için bu ülkelerin cari fazla yarattığı ve döviz rezervlerinin biriktiği gözlenmiştir (ABD ve İngiltere ise cari açıklarını büyütmüştür). Doğu Asya’daki bu birikim istikrarsızlığa yol açmıştır. Çünkü Asya’daki ucuz tasarruflar batının aktiflerine ve konut sektörüne gitmiştir. Çünkü krizden korumak için IMF bu ülkelere döviz rezervi biriktirmelerini önermiştir. IMF’nin tek başına ülkelerin sermaye kaçışından kaynaklanan bir krizi önleyemeyeceği varsayımı ile bu politika desteklenmiştir. Ayrıca IMF, üç kuruluşa takas (swap) kredi limiti tesis ederek kaynak sağlamayı ön plana almıştır. Bu kuruluşlar, FED, Avrupa Merkez Bankası ve Çin Halk Cumhuriyeti Merkez Bankaları’dır. G-20 toplantılarında bu konuların tartışılması ile alınan önlemler dünyadaki makroekonomik yapıyı değiştirmeyecektir. G-20 TOPLANTILARI VE ÜLKE DÜŞÜNCELERİ Planın ülkelere göre ortaya çıkardığı görüşler şunlardır (Hürriyet, Vatan, Cumhuriyet:16.11.2008): 7 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 1-11 Sudi Apak Fransa; 100 gün içinde reform programları oluşturulmasını, kredi derecelendirme kuruluşlarının daha sıkı denetlenmesini, muhasebe standartları yeniden düzenlenmesini savunmaktadır. Ayrıca, bankaların fazla risk almalarını engelleyecek tedbirler alınmasını, bankalar için “bırakınız yapsınlar” döneminin sona ermesini ve uluslararası fonlar ile müdahale yapılmasını istemektedir. İngiltere ise dünya ülkeleri teşvik paketlerinin koordineli olarak uygulasın (Fransa’nın uluslararası fonuna karşı!), IMF’nin izleme görevinin geliştirilmesini, bankaların faiz indiriminin müşterilere yansıtılmasını, dünya ticaretini hareketlendirecek yeni önlemler alınmasını önermektedir. Almanya; uluslararası piyasalardaki denetimsizliklerin giderilmesini, IMF’ye tüm dünyada aktif olan finans kuruluşlarını denetleme yetkisi verilmesini, kredi derecelendirme kuruluşlarının yeni kurallara göre denetlenmesini istemektedir. İtalya, bankaların kredi vermeye devamının sağlanmasını, şirketlerin borsada aşırı değer kaybetmesinin önüne geçecek önlemler alınmasını ve finans sektörü üzerindeki denetimlerin arttırılmasını savunmaktadır. Rusya, küresel finans sektörü üzerindeki denetimlerin sıkılaştırılması, kriz yönetimi konusunda ekonomilere, IMF IMF’nin dışında yeniden kredi yapılandırılması, verecek kurumlar zorda olan oluşturulması düşüncesindedir. Brezilya, IMF ve Dünya Bankası tarafından gelişmekte olan ülkelere daha fazla söz hakkı verilmesini istemektedir. Arjantin, Brezilyanın görüşüne ilave olarak IMF ve Dünya Bankası’nın yapısının değiştirilmesini savunmaktadır. ABD tarafından krizin çözümü; serbest piyasa kuralları, serbest ticaret ile etkin düzenleme ve denetimde görülmektedir. Krizi aşmanın yolu büyümedir ve en iyi yol serbest piyasa kapitalizmidir. CDS’lerle ilgili yeni düzenlemeler yapılmalı, hedge-fonlara ve özel yatırım 8 fonlarına yeni kontroller Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,1-11 Küresel Finansal Kriz, G-20 Konferansı Ve Türkiye getirilmelidir. Herkes aldığı aktifin değerinin ne olduğunu bilmelidir. Muhasebe standartları sıkılaştırılmalıdır. CDS’ler için “market maker” oluşmalıdır. “Daha çok devlet değil, akıllı devlet” stratejisi uygulanmalıdır. Plan’ın ortaya çıkardığı başlıca neticeler şunlardır: - Her ülke 31 Mart’a kadar öneri ve taahhütlerini ortaya koyacaktır. - Her ülke krizin ortaya çıkmasına yol açan delikleri kapatmadaki türev piyasalarda şeffaflık sağlamak ve denetimi sıkılaştırmak gibi reformlara karşılık ayıracağı kaynağı belirleyecektir. - Ülkeler, batmaları halinde dünya ekonomik sistemini etkileyecek kuruluşların listesini hazırlayacaktır. - Ekonomik büyümenin devamı için Brezilya, Çin, Hindistan gibi ülkelere destek verilmesi konusunda anlaşma sağlanmıştır. - IMF ve Dünya Bankası’nın gelişmekte olan ülkelere yardım edebilmesi için kurumlar yeniden yapılandırılacaktır. - IMF sıkıntıdaki ülkelere kısa vadeli likidite sağlayacaktır. - G-20 ülkeleri ev ödevlerini tamamladıktan sonra 30 Nisan 2009’da yeniden toplanacaktır. G-20 KONFERANSI VE TÜRKİYE Krizle ilgili olarak alınan kararların uygulanması ve Türkiye’ye etkileri araştırıldığında şu sonuçlar ortaya çıkmaktadır: 1. Türkiye’de reel faiz yükselirken, konferansa katılan ABD, AB, İngiltere, Çin ve Japonya’da nominal faiz düşmüş, ABD’de negatif reel faiz oluşmuştur. (Euro dışındaki Danimarka ile Macaristan ve Ukrayna’da nominal faizler yükselmiştir.) 2. Türkiye’ye sıcak para çıkışları kriz zamanında artmaktadır. Bu da ödemeler dengesi açıklarını daha fazla yükseltmektedir. Türkiye iç ve dış kaynaklara %2, yurt içindeki kaynaklara ise %5 vergi koyarak bunlara ‘nereden buldun’ sorgulaması yapmayacaktır. 9 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 1-11 Sudi Apak Sıcak paranın olumsuz etkisini azaltmak için, uygun malî politikalar ile Merkez Bankası’nın munzam karşılıklar yolu ile para politikasını aktif şekilde uygulaması gerekmektedir. Merkez Bankası istikrar ve enflasyon hedeflerinin yanı sıra döviz kuru için de uygun politikalar geliştirerek piyasayı düzenlemelidir. 3. Merkez Bankası bankalar arası piyasanın sağlıklı işlemesine yardımcı olmalı ve bankaların kredileri çağırmasını önlemek amacı ile reeskont politikası ile piyasa yapıcı rolünü üstlenmelidir. 4. Bankalar döviz getirici işlemler için ihracat ve yurtdışı inşaat hizmetleri sektörlerini teşvik etmelidirler. 5. Mevduat sigorta kapsamı AB standartlarına getirilerek 100 bin YTL’ye çıkarılmalıdır. 6. Türkiye Bankacılık Kanun’unda yer alan sanal düzenlemeler uluslararası normlara getirilmelidir (Konferans metninin 9. maddesi). Bu konuda Bankalar Kanunu’nda yer alan geçmişe yönelik olarak ibraların kaldırılması, 10 yıl sonra ödenmiş krediler ile bankacılara sorumluluk çıkarılması (160. madde) alınan kararların uygulanmasını zorlaştırmaktadır. 7. Ayrıca, banka aktiflerinin yüzlerce katı oranda çalışanlara sorumluluk çıkarılması da uluslararası denetim zorluklarını getirmektedir. SONUÇ: G-20 Toplantıları uluslararası işbirliğinin finansal sektörde ortaya çıkması ile yeni bir çalışma grubu yaratmıştır. Finansal olarak alınan kararlar piyasaların düzenlemesi, muhasebe standartlarının geliştirilmesi, IMF’nin yeni rolü, kurtarma operasyonları ve egemenlik hakları gibi konuları içermektedir. Ortaya çıkan konular ve ekonomik gelişmeler 30 Nisan 2009’da tekrar değerlendirilecek ve Türkiye’nin beklentileri ve IMF ilişkileri de yerel seçim sonrası tekrar şekillenecektir. 10 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,1-11 Küresel Finansal Kriz, G-20 Konferansı Ve Türkiye KAYNAKÇA Declaration of the Summit on Financial Markets and the World Economy, (15.11.2008). Economics: (16.11.2008). EİCHENGREEN BARRY VE BALDWIN RICHARD: “What G20 leaders must do to stabilize our Economy and Fix The Financial System”, www.voxeu.org/index.php?=node/2543. Hürriyet, Vatan, Cumhuriyet: (16.11.2008). TARULLO DANIEL: “Banking on Basel: The Future of International Financial Regulation”, Peterson Institute for International Economics, New York, Ağustos 2008. WOLF MARTIN: “Fixing Global Finance: How to Curb Financial Crises in the 21st Century”, Yale University Press, New Haven, Eylül 2008. 11 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 1-11 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 12-21 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY ULUSLARARASI SİSTEM BAĞLAMINDA, İNSAN HAKLARI MESELESİ; BATI VE TÜRKİYE PRATİKLERİ Mithat Baydur∗ Özet Bu makale tarihsel süreç çerçevesi içinde insan hakları meselesini irdelemeye çalışmaktadır. Makalede bazı batı ülkelerinin ikiyüzlü uygulamalarının açığa çıkartılmasına çalışıldığı gibi, felsefi arka plana da özel bir atıf yapılmaktadır. Makalede özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde insan hakları konusundaki gelişmelere odaklanılmaktadır. Anahtar Kelimeler: İnsan Hakları, Küreselleşme, Ulus-Devlet, Hukuk Abstract This article tries to enquiry the human rights issue within the framework of historical process. The article tries to find out double-faced applications in some western countries and also gives a special reference to philosophical background. Particularly, the article focuses on the developments about human rights after the first world war. Key words: Human Rights, Globalization, Nation-State, Law. GİRİŞ “İnsan Hakları” meselesi yüzyıllar boyunca ilk aşamada felsefi düzlemde tartışılmış, meselenin felsefi argümanları ortaya atılıp, kotarılmasını takiben bir ideolojiye dönüşmüş ve nihayet anayasal belge ve bildirilerde, uluslararası sözleşmelerde hayatiyet bulmuştur. İnsan hakları manzumesi, yukarıda adı geçen bildiri, beyanname, anayasal metinler ve sözleşmelerde üzerinde ortak inanç ve kanaatin egemen olduğu, korunması konusunda ortak kararlılık ve iradenin gücünü hissettiği bir değerler dizgesidir, bir normlar bütünüdür. ∗ Prof. Dr., Beykent Üniversitesi İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı, [email protected] Uluslararası Sistem Bağlamında, İnsan Hakları Meselesi; Batı Ve Türkiye Pratikleri İnsan hakları konsepti, giderek son elli yılda özellikle, İkinci Dünya Savaşı’nı takiben, daha çok kullanılır ve gerek siyasal elitin retoriğinde ve gerekse sivil toplum örgütlerinin terminolojisinde sıkça tüketilir olmasına karşın, felsefi kökleri itibarıyla eski Yunan felsefesine kadar geri gider. Örneğin, “stoic school” dediğimiz Stoa’cı yaklaşıma göre, site düzeninin dışında var olan akıl, yasa ve adalet vardır. Özgürlük, doğayla uyum halinde yaşamaktadır. Erdem, akıldan azade değildir (Sabine, 1981: 145). Yüzyıllar sonra, örneğin Thomas Hobbes farklı bir çizgiyi savunmaktadır. Doğal durumda, insanın davranışlarını belirleyen determinant faktörün çıkar ve korku olduğundan hareketle, “insan insanın kurdudur” (Homo homini lupus) diyecektir (Sarıca, 1999: 62, 63). Bu itibarla, güvenlik özgürlüğe göre önlenecek ve insanlar düzen ve emniyet adına; akıl, irade ve özgürlüklerini “Leviathan” tabiriyle, bir üst organizasyon olan devlete devredeceklerdir. Ancak, 18. yüzyılda insan hakları konusunda adeta bir sıçrama yaşanacak ve merkantilist dönemle birlikte yükselen yeni burjuvazi (kentsoylu sınıf), kendi sözcülerini de çıkaracak ve iktisadi tez ve argümanlara paralel olarak, felsefi eksende de, konjonktürel olarak çığır açan felsefeciler gözükecektir. Örneğin 18. yüzyılın son çeyreğinde John Locke, insanın, salt bir insan bir birey olmasından dolayı, yaşama, özgürlük ve mülkiyet haklarının vazgeçilmez olduğunu ifade edecektir (Tsanoff vd., 1964: 343) . Locke’un bu felsefi çıkışını yaptığı dönem ile bugüne dek gelen anayasal süreçlerin ilk kaynaklarının aynı döneme rastlaması kuşkusuz tesadüfi değildir. 1787 tarihli Amerikan Anayasası 1793 ve 1795 tarihli ilk Fransız Anayasaları, 1831 Belçika, yine 1848 Fransız, 1848 Polonya, 1851 Prusya Anayasaları aynı dönemin yükselen değerler manzumesinin resmi tezahürleridir. I. Dünya Savaşı sonunda kurulan ve işlevsel olmadığı anlaşılan Milletler Cemiyeti’nin (Cemiyet-i akvam) 1920 misakında, insan hakları alanında önemli bir deklarasyonu olmamasına rağmen, cemiyet bu yöndeki çalışmalara destek vereceğini beyan etmiştir (Aliefendioğlu, 1999: 55-56). 13 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 12-21 Mithat Baydur Ancak uluslararası sistemin bir ürünü olarak II. Dünya Savaşı sonrası hayata geçirilen, Birleşmiş Milletlerin 26.06.1945 günü kabul edilen Birleşmiş Milletler Şartı ile, temel insan haklarına atıf yapıldığını, insan kişiliğinin şeref ve haysiyet çerçevesinde ele alındığını tespit edebiliyoruz. Özellikle, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Avrupa’nın Kantian anlamda (Kant’s eternal peace) ebedi bir barış hülyasını realize edebilme çabasıyla, yepyeni bir nizam teşekkülüne destek olurken, bu hülya ve niyet ile ortak bir Avrupa evinin ilk tohumları atıldı. B süreç içinde insan haklarına vurgu yapılırken, insan hakları ihlallerini tarihlerinin bir parçası yapmış ulusları da, bu barış projesi içinde ebedi bir nikaha davet etmesi manidardır. Örneğin, Fransa ve Almanya arasındaki otuz yıl savaşları, 1870-71 savaşı, daha sonraları farklı ittifaklarda cereyan eden, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının, kümülatif tahrip ve sonuçlarına bakarak, neredeyse son yüz elli sene içinde Fransa ve Almanya’nın tam dört kez savaştığına tanık oluruz. Bu itibarla, hemen İkinci Dünya Savaşı sonrası, insan haklarını baz alarak, milletlerin uluslararası sistem içinde bir barış projesine sadık kalarak yaşayabilme iradelerine destek verecek Birleşmiş Milletlerin kurulduğu sürece paralel tarzda, Arupa’nın kendi dinamikleri de, hukukun, felsefenin ve demokrasinin anavatanı olduğu iddiasıyla, Avrupa’da savaşa ve yıkıma sebep olan uluslarını da insan haklarına dayalı bir barış evine imzaya çağırmıştı (Thody, 1997: 4). Ancak uluslar, bu ortak deklarasyonun müeyyideleri şemsiyesi içinde davranacak mıydı? Yoksa uluslararası sistemin polarizasyonlara sürüklenecek yeni ikilemlerinde, devletin kişiler gibi olamayacağına hükmederek, devletin öteki yüzü meşru mu addedilecekti? Bu çerçevede, ulus-devletler ile olan yaklaşımlar daha ziyade, uluslararası ilişkiler disiplininin miladı sayılan Wilson prensiplerinin çizdiği idealist yaklaşımın tersine, realist paradigma içinde değerlendirilerek meşruiyet zeminine çekilecekti. 14 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,12-21 Uluslararası Sistem Bağlamında, İnsan Hakları Meselesi; Batı Ve Türkiye Pratikleri Bu realist daire içinde, devletin bireye önceliği altı çizilerek, devlet ve millet uğruna, yani kutsalın adına; bazı yaşam hakları göz ardı edilebilecek ve yeni siyasal aktörler, soyut ve kutsanmış devlet adına cinayet ve katliamları aklamanın argümanlarını tesis edeceklerdi (Baydur, 1996: 48). Nitekim, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, uluslararası ilişkiler disiplinin en önemli fikir temsilcilerinden H.Morgenthau önce insanı tanımlamaya çalışıyor ve onu tıpkı Thomas Hobebs gibi tanımlarken, insanın ego-centric ve güç peşinde koşan yanına sayısız atıflar yaparken, insan bu kümülatif özelliklerini, kendine göre bir siyasi otoriteye vekaleten devrediyordu (Morgenthau, 1967: 118-37). Özellikle bu güç, iktidar ve çıkar takipçiliği ekseninde oluşan yeni realistik (veya Real-politik) rüzgar, özellikle okyanus ötesi, yani ABD kaynaklı olduğundan, en çok da ABD’nin yelkenlerini dolduruyor ve İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulmaya çalışılan anti-savaş zeminli yeni dünya düzenine ters bir istikamet ile ABD’nin bir paratoner gibi oluşturmaya çabaladığı “Güç merkezi” idealine dayanak sağlıyordu. Dolayısıyla, egemenlik devletlerarası eşitlik, bağımsızlık, savaş, selfdeterminasyon gibi kavramlar ve tartışmalar, “güç oyunu”nun gölgesi ardında, ikincil, hatta üçüncül konuma sürükleniyordu. Ama gözden ırak düşen en önemli nokta şuydu; ister idealist-ütopik cenahta olsun isterse realist-real politik cenahta olsun, ortada duran normatif bir problem vardı: Savaş... Savaşların gerçek sebebi neydi? Neler savaş sebebi olabilirdi? Acaba “haklı savaşlar” ve “haksız savaşlar” kategorileri kurabilir miydik? Bu sorular hep, insan hakları tezlerini de okutan uluslararası ilişkiler yaklaşımlarının yumuşak karnı olarak kalacaktı (Hofman, 1985: 26-32). Ancak yirminci yüzyılın temel sorunlarından birisi terör ve bu bağlamda, şu ana dek teorileri, öncülleri ve tezleri oluşturulmuş konvansiyonel savaşların tam tersine asimetrik savaşlardır. 15 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 12-21 Mithat Baydur İşte tam bu noktada realist cenaha sorarsak, devlete yönelik ayrılıkçı ve bölücü eylemler söz konusu ise, artık evrensel etik değerlerden söz etmek mümkün değildir. İnsan hakları kavramı da bu itibarla artık kaygan bir zemindedir ve relatiftir. İnsan hakları ve etik değerlerden söz etmek mümkün değildir. İnsan hakları ve etik dış politika ekseninde uygulanabilecek bir model ve proje değildir artık... İç ve dış siyasal ilişkiler, etik dizgelere göre değil, stratejik ve ekonomik açıdan değerlendirilir. Ama böyle bir evrede devlet, halk ile olan başlangıç sözleşmesini ihlal etmiştir ve meşruiyet zemini aşınmaya yüz tutmuştur (Teson, 1988: 14-17). Bu itibarla, yukarıda zikrettiğimiz belge, sözleşme ve etik çerçevenin bir devletin içsel ve dışsal ilişkilerini tanziminde ne denli sancılı, kırılgan ve hassas bir pozisyonda tutunmaya çalıştığını ifade etmeliyiz. Bu çerçevede hatta şu tezi ya da tespitimizi ileri sürebiliriz: Devlet insan haklarının hem bir kalkanı, hem de aynı zamanda potansiyel hasmıdır. Her ne kadar güç merkezlerinin dominant ve determinant bir ayrıcalığı varsa da, küresel topluluk bu tür süreçlerde hakem rolü üslenebilir. Zira gerçekten küreselleşen ilişkiler ağında, ideolojik ayrışımlar, azınlık hakları tezleri, kültürel çoğulculuk arayışları uluslararası bir mutabakat şansını zayıflatmaktadır. Örneğin, yine insan hakları çerçevesinde, hangi bölgeye niçin self-determinasyon, hangi etnik topluluğa niçin kendi iradesini kullanma tanıyacağı konusunda ortak norm ve kriterler geliştirilemiyor. Almanya, dağılan Yugoslavya’dan Hırvatistan’ı süratle tanımak ve onları 2009 AB üyesi yapmak için çaba harcamakta herhangi bir beis görmezken, Çeçenlerin niçin haksız olduğu konusunda ortak bir norm ve ölçütler bulunamamaktadır. Bugün tüketmekten bıkmadığımız globalleşme kavramı için hangi uluslararası ilişkiler disiplini, hangi siyaset bilimci, hangi ahlak felsefecisi çıkıp da “Globalizasyon vardır ve tüm dünyayı kuşatacak normlar buradadır ve her egemen devlet uymak zorundadır” diyebilir? 16 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,12-21 Uluslararası Sistem Bağlamında, İnsan Hakları Meselesi; Batı Ve Türkiye Pratikleri BM karar çerçevesi antlaşması ve manifestosu orada dururken, ABD’nin hiçbir BM Güvenlik Konseyi’ni hiçe sayıp bir egemen devleti hangi koşullara sürüklediği orada dururken, Türkiye sıkça, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi hukuku denetim mekanizmaları ile cebelleşmektedir. Hatta bu durumla Türkiye iki kez karşılaşmıştır; ilki 1974 Kıbrıs askeri müdahalesi ertesinde, Kıbrıs Rum Yönetimi, Kıbrıs Devleti adına yoğun hak ihlalleriyle mağduriyetten, Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna tam üç kez başvurmuş ve başvurular kabul edilmiştir (Bakır, 1997: 22). Komite azınlıkların sorunu ile ilgilenirken, Türkiye ‘Devletin ülke bütünlüğü’ne duyarlılık gösteriyor. Türkiye’nin hazırlık komite ve alt komitelerinde getirdiği öneriler paketi bugün tanık olduğumuz bir “çatışma modeli”nin temel fay hatlarını oluşturuyor. Bir başka deyişle, etnik-dinsel farklılaşmalar ve bu farklılaşmaların ürettiği uzlaşmazlık ve çatışmalar, Strasbourg’daki “Güneydoğu dosyaları”nın ana eksenini oluşturuyor (Bakır, 1997: 23). Kuşkusuz zikrettiğimiz kırılgan konular, Türkiye açısından da belli bir süreç içinde hatırı sayılır bir mücadeleyi gerekli kılacaktır. Zira Türkiye Cumhuriyeti 1954 yılında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini onaylamış, 1987 yılında bireysel başvuru hakkını, 1989 yılında ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargı yetkisini kabul etmiştir. Ancak, Avrupa Mahkemesi’nin, sadece ulusal düzeydeki denetimi tamamlayıcı bir nitelikte olduğunu da unutmamak gerekir. Türkiye’nin yine insan hakları çerçevesinde 22.01.2004 tarihli ve 25354 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan Başbakanlık genelgesi ile tüm kamu kurum ve kuruluşları tarafından personel temininde ayrımcılığa meydan verilmeyecek şekilde hareket edileceği hükme bağlanmıştır. 03.08.2002 tarih ve 4771 sayılı kanun ile de, bireysel hak ve özgürlükler çerçevesinde kültürel yaşamda kullanılan farklı dil ve lehçelerde yayın yapılması imkanı getirilmiştir. 17 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 12-21 Mithat Baydur Bütün bu çalışma ve yapılanmalarda 21 Nisan 2001’de çıkarılan bir kanın (4643 no’lu kanun) ile Başbakanlık bünyesinde oluşturulan İnsan Hakları Başkanlığının denetimine bırakılmıştır. Bütün bu çalışma ve organizasyonların, belli bir egemenlik nosyonunun dışında, kolektif ve kümülatif bir global toplum denetim ve müeyyidelerinin var olduğu gerçeğinin ve belli bir lokomotif işlevi gördüğünün tezahürleri olarak algılanması da kabildir. Bugün hem uluslararası ilişkiler, hem de uluslararası sistem çerçevesinde, mutlak egemenlik anlamında bağımsızlık ender rastlanan bir olgudur. Bazı değerlerin sınırlar ötesi bir güç ve geçerliliği olduğu, son ABD seçimlerinden de anlaşılacağı üzere, belli bir açıklık kazanmıştır. Örneğin insan hakları yerine göre ulusların egemenlik haklarını artık aşmakta ve uluslararası bir koruma altına alınma kaygısı hakim gelmektedir (Yayla, 2008: 52,53). Zikrettiğimiz bu olgu, uluslararası iklimde her ne kadar hissettiğimiz bir parametre ise de, halen yaşadığımız dünyanın, Wilsonian ve Kantian bir idealler düzleminde olmadığından hareketle, güç merkezlerinin çifte standartlarını gözlerimizden ırak tutamayız. Örneğin 11 Eylül 2001 sonrası, ABD başkanı Bush’un ağzından çıkan, “Haçlı seferleri şimdi başlar” açıklaması bu konuda çifte standarda dair ipuçları verirken, ABD’nin saldırgan tutumunun insan hakları çerçevesinde ifade edilmesi ayrı bir garabettir. 11 Eylül sonrası ABD’nin tanımladığı dünya, Aristoteles’in tanımladığı egocentric bir demokrasidir (Taşkın, 2008: 200-2). Bir başka deyişle, “öteki”ne yaşam hakkı yoktur. ABD’nin, ne ilginçtir ki; insan hakları şiarıyla saldırdığı bu bölgeye, oryantalizm penceresinden bakarsak, hedef bölge İslam ve Türk dünyasıdır. Rudyard Kipling’in ifadesiyle söylersek, “Beyaz adamın meselesidir” (White man’s burden). Yazık ki, bütün bu insan hakları şampiyonluğu ve sözcülüğüne rağmen, Batı dünyası ve uluslararası sistem zihinlerine kazınmış önyargı ve tutumlarından kurtulamamaktadır. 18 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,12-21 Uluslararası Sistem Bağlamında, İnsan Hakları Meselesi; Batı Ve Türkiye Pratikleri Bu çerçevede bir çarpıcı örnekte, 8. yüzyılın ortalarında Müslüman Arap ve Berberilerin İspanya’ya (Endülüs’e) adım atmaları, Batı ve Avrupa tarihinin en utanılası durumlarından biridir. Endülüs sekiz yüzyıl orada kaldıktan sonra atıldı. Fakat atılamayan bir şey, o uygarlığın izleridir. Nihayet 1492’de İspanyolların Endülüs’te hakimiyet kurmalarını takiben, Arapların Endülüs’ten Yahudilerle birlikte sürülmesi, yağma ve katliama uğramaları yeryüzünde Nazi soykırımı ile birlikte en utanılacak insanlık dramlarından biridir (Ortaylı, 2008: 187). Sonuç olarak, insan haklarının, kulağa hoş gelen, insan ruhuna sevimli gelen, edebi ve insani anlamda titreşimler yaratan büyülü profiline rağmen, küreselleşen dünya, iktisaden, enformatik olarak, çevreci tutumlarla, antimilitarist yaklaşımlarıyla gerçekten küresel bir benzeşme ve ortak bir payda sergilememektedir. Ancak yukarıda farklı bölümlere zikrettiğimiz üzere, insan haklarının felsefi arka planı, onun ideolojisi, onun sivil toplum örgütleri ve yine insan haklarının kurumsal yapılanması ve hatta yargılanması evrensel bir normlar zinciri oluşturmuşken, uluslararası sistem, güç merkezleri, ülkelerin farklı tarihsel arka planları, belli havzalardaki sosyo-kültürel farklılaşmalar, jeo-stratejik hedef ve beklentiler, ulus-devletlerin halen ontolojik anlamda yaşayan ve güçlü birer siyasal aktör olarak farklı projeksiyonları; insan haklarının teorik düzlem yanında, farklı pratiklerde yaşanmasını mümkün kılmaktadır. Bu etik ve şiirsel insan hakları bildirgesi ve manzumesine rağmen, her ulus-devlet ya da her egemen devlet, (egemenliğini kullandığı ölçüde) insan hakları meselesini kendi içsel ve dışsal dinamikleri, kendi jeo-politik ve jeo-stratejik analizleri çerçevesinde pratiğine yansıtmaktadır. Dolayısıyla, milletler sistemi anlayışıyla, çok dilli, çok dinli, çok etnisiteli ve çok kültürlü bir kompozisyonu yüzyıllarca yaşatmış bir imparatorluk bakiyesi olarak Türkiye’nin, insan hakları konusunda Batı’ya verebileceği örnekler paketi mebzul miktardadır. 19 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 12-21 Mithat Baydur Batı, Engizisyon mahkemelerinde işkence teknikleri geliştirirken, bu topraklar sefarad Yahudilerine kollarını açıyordu. Batı, bir milleti Avrupa’nın ortasında yok etmeye çalışırken, bu insanlar bir iki gemi bile olsa, kaçırarak içindeki Yahudileri kurtarmaya çalışıyordu. Balkanlarda, Bosna’da insan hakları meselesi çoktan dondurulurken, 250.000 insanın katledilmesini seyirci kalınırken, hatta alkış tutulurken, Türk insanı alkışlamıyor ve avuç dolusu yardımı Bosna’ya ulaştırmaya çalışıyordu. Nihayet, Türk entelijansiyası, Irak’ta şeref, haysiyet, bütünlük, namus ve devlet ayaklar altına alınırken, Irak’ın toprak bütünlüğünü savunuyordu. İnsan hakları, yaşadığımız dünyanın en temel ve felsefi problematiklerinden biridir. İnsan hakları, hukuk felsefesi bağlamında her bireye lazımdır. Ancak, madalyonun bir de öbür yüzü vardır. Hatta gecenin bir diğer yüzü vardır. İşte, Batı’nın da insan hakları söz konusu olduğunda, bir “öteki” yüzü vardır. KAYNAKÇA ALİEFENDİOĞLU, YILMAZ: “İnsan Hakları Ve Sivil Toplum Örgütleri”, (Kuruluş Etkinlikleri)”, 1999, Ankara. BAKIR, ÇAĞLAR: “İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Hukuku’ndaki Türkiye Üzerine Kısa Notlar”, Türkiye Günlüğü, Sayı:44, Ocak-Şubat, Ankara, 1997. BAYDUR, MİTHAT: “Uluslararası İlişkilerin Ve Ulus-Devletin Kısa Bir Etik Değerlendirilmesi”, Türkiye Günlüğü, Sayı 43, Kasım-Aralık 1996. HOFFMAN, M.: “Normative Approaches”, International Relations: A Handbook Of Current Theory, London, 1985. MORGENTHAU, HANS J.: “Politics Among Nations”, New York, Alfred A.Knopf, 1967. ORTAYLI, İLBER: “Avrupa Ve Biz”, T. İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, Mart 2008. 20 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,12-21 Uluslararası Sistem Bağlamında, İnsan Hakları Meselesi; Batı Ve Türkiye Pratikleri SABİNE, GEORGE H.: “A History Of Political Theory”, Dryden Press, Indiana, 1981. SARICA, MURAT: “Siyasi Düşünce Tarihi”, Gerçek Yayınevi, 1999, İstanbul. TAŞKIN, HASAN: “Vaadedilmiş Topraklara Sıkışan Türkiye, Siyonizm, Filistin, BOP Ve Türkiye”, Siyah-Beyaz Yayınları, İstanbul, Ekim, 2008. TESON, F.: “Humanitarion Intervention: An Inquiry Into Law And Morality”, New York, Transnational, 1988. THODY, PHILIP: “An Historical Introduction To The European Union”, Routledge, London And Newyork, 1997. TSANOFF, RADOSLAV A.: “Great Philosophers”, Harperand Row, New York, 1964. YAYLA, ATİLLA: “Kemalizm Liberal Bir Bakış”, Liberte Yayınları, Ankara, Haziran, 2008. 21 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 12-21 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1(2),2008, 22-44 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY KURAMSAL VE KAVRAMSAL BİR ÇÖZÜMLEME: MEKAN - GÜÇ – ÇATIŞMA VE JEOPOLİTİK Yaşar Hacısalihoğlu∗ Özet Bu çalışma mekana odaklı güç mücadelesinin temel dinamiklerini irdelemeye dayalıdır. Öncelikle mekan, güç ve jeopolitik kavramlarının içerdiği anlam sorgulanmış, ardından karşılıklı etkileşim ve ilişki dinamiği üzerinde durulmuştur. Özellikle mekan kavramıyla güç ve onun unsurları arasındaki ilişki irdelenerek, güç unsurları ele alınmıştır. Buna bağlı olarak bir ülkenin jeopolitik eğilimlerini kavramaya yönelik olarak nasıl bir güç analizi yapılması gerektiği sorusuna cevap aranmıştır. Günümüzde devletler arası ilişkilerde bu kavramların taşıdığı önem ve buna dayalı sonuçlar bu çalışmanın bir başka boyutunu oluşturmaktadır. Anahtar kavramlar: Mekan, Güç, Çatışma, Jeopolitik, Güç Analizi. Abstract This study scrutinizes the fundamental dynamics of power struggle as constituted by and expressed through spatial. It first questions the meanings of the concepts of spatial, power and geopolitics. Then, the dynamics of reciprocal relations and interactions between these concepts are deliberated. The elements of power are examined by laying particular attention on the relationship between the concept of spatial and its components. In doing so, an answer is sought after for the question of ‘how to carry out a power analysis of a country in order to understand its geopolitical dispositions’. Another dimension of this study involves in identifying the importance of these concepts in today’s international relations and draws conclusions based on the identifications. Key Words: Spatial, Power, Conflict, Geopolitics, Power Analysis. Giriş Bu çalışma mekana odaklı güç mücadelesinin temel dinamiklerini irdelemeye dayalıdır. Mekana odaklı güç mücadelesinin temel dinamikleri esas olarak güç mücadelesinin nedenleri ve sonuçları üzerinden ortaya konabilir. Hangi koşullar nasıl bir mekan yoğunlaşması yaratmaktadır? Bu yoğunlaşmanın ∗ Beykent Üniversitesi İİBF. Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik ürettiği değişim nasıl algılanmalıdır? Bu sorular mekan-güç ve çatışma üçlüsünün içeriğini çözümlemeye dayalıdır. Mekan-güç ve çatışma denkleminin çözümlenmesinden önce hiç kuşkusuz öncelikle coğrafyanın bir mekan bilimi olduğu gerçeği üzerinden hareket edilerek, coğrafi yaklaşımın hangi mekan kavrayışı içinde olması gerektiği, mekan kavramından neyin, nasıl algılanması gerektiği ortaya konmalıdır. Mekan kavramına nasıl yaklaşmalıyız? Mekan kavramını; doğa karakteri baskın, insan etkinlikleri karşısında edilgen bir unsur olarak mı? Yoksa bunun ötesinde doğa ve insan süreçlerinin iç içe geçen bazen de insan süreçlerinin birbiriyle etkileşimi sonucu ortaya çıkan değerler bütünü olarak mı kabul edilmelidir? Bu temel sorunun cevaplanması, gerek coğrafyanın öznesi mekan kavrayışını netleştirmek adına gerekse dünyanın sahne olduğu siyasal gelişmelerin mekan bağlılığını saptamak adına özel önemdedir. İnsan odaklı değerler bütünü olarak mekan, hem gücün yaratılmasında doğrudan etkileyen hem de yaratılan gücün etkilerine maruz kalan bir unsurdur. Mekanın yüklendiği unsurlar aslında değerler sistemini de yaratır. Diğer bir ifadeyle mekansal unsurlar insan ve doğanın zaman çizgisi içinde ürettiği değerlerdir. Mekan ise bu değerler bütünüdür. Buna göre öncelikle mekan kavramına yüklenilen anlam ve bunun coğrafya açısından taşıdığı değer irdelenmelidir. MEKAN KAVRAMI Mekan kavramı, yaşanılan yerin ayrıntılı tanımıdır. Yaşanılan yer farklılıklarıyla, benzerlikleriyle süreç boyunca geçirdiği değişimlerle yapılanır. Mekan olgusu tüm bu öğelerin bileşimidir. İki temel bileşeni vardır. İnsan ve doğa mekan olgusunun temel bileşenleridir. Her iki bileşen kendi düzenekleri içinde son derece dinamik süreçlerin temel aktörleridir. İnsan ve doğa süreçleri, zamansal işleyişe bağlı olarak çeşitli unsurları içerir. Örneğin İnsan Süreçleri; ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel unsurları kapsar. Her unsur bir 23 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 22-44 Yaşar Hacısalihoğlu birikim yaratır ve bu birikimin sahnesi mekandır. İnsanoğlu ortaya çıktığı andan itibaren yaşadığı mekana değer yükleyen veya yetenekleri oranında dönüştürücü ve değiştirici etkiler ve izler bırakan bir faktör niteliği taşımıştır. Aslında bu unsurlar insan özünü oluşturan niteliktedir. Her insanın ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel bir yanı vardır ve dinamikliği süreklilik gösterir. Üreten ve tüketen insan, ekonomik etkinliğin hem nedeni hem de sonucudur. İnsanın siyasal yanı güç kavramıyla özdeşleştirilebilir. Sosyal ve kültürel unsur ise insanın varlık nedenidir. Tüm bu unsurların işleyişi ve ürettikleri mekanda biriken ve mekanı şekillendiren temel girdilerdir. Doğa süreçleri ise hava, su ve toprakla simgeselleşen atmosferin, hidrosferin ve litosferin işleyişini, birikimini, değiştirici ve yönlendirici niteliklerini içerir. Doğa süreçlerinin ürettiği unsurlar olarak tanımlanabilecek olan bu öğeler, yaşadığımız mekanın doğal ortamını oluşturur. Hem doğa hem de insan süreçlerinin ürettikleri mekanı biçimlendirir. Mekan bu haliyle bir birikim alanıdır; edilgen değildir, girdi sağlar, yönlendirici işlevi vardır. Farklı mekan ölçeklerinden söz edilebilir. Kent, semt, ülke, bölge, kıta veya tüm küre mekansal boyutu yansıtır. Hangi boyut veya ölçekte olursa olsun mekan olgusu temel bileşenlerin (insan ve doğa) ürettikleriyle şekillenir, anlamlanır. Mekanın oluşum sürecinin kendi içinde işleyen bir düzeneği vardır. Bu düzenek denge içinde işleyebileceği gibi bazen de bu dengenin yeterince gözetilmediğine veya gözetilemediğine de tanık olunur. Mekan olgusu, insan ve doğa süreçlerinin etkileşimi ve senteziyle oluşan bir değerler sistemidir. Oluşan bu değerler sistemi coğrafyayı temsil eder ve coğrafi bilinçle anlamlandırılır. Tüm bu nitelikleri mekanın politik bir alan olduğunu da ortaya koyar. Mekan politiktir. Çünkü güç olgusunun sınandığı, yansıtıldığı, dayanışma veya çatışma halinin yaşandığı en somut sahne mekandır. Mekanın taşıdığı veya biriktirdiği değerler ekonomik, kültürel ve politik içerik taşır ve güç mücadelesinin çoğu zaman nedenidir. Bu niteliğiyle mekan; hem güç alınan hem de güç yansıtılan unsurdur. Mekanın ekonomik-politik 24 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02), 2008,22-44 Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik değerinin çekiciliği gücün yansıtılmasının nedenidir. Gücün yansıtılmasına maruz kalan mekan aynı zamanda, taşıdığı değer nedeniyle gücü yansıtana güç katandır. Ülkelerin güç parametreleri ulusal güç unsurlarına dayanır. Ulusal güç unsurlarının mekansal boyutu ise özel bir öneme sahiptir. Örneğin ekonomik güç unsurunun dayanaklarından olan enerji/doğal kaynaklar mekanın birikimidir. Bu birikim tarih boyu savaş ve barış ikileminin öznesi olmuştur. Üstelik bu durumun 21. yüzyıl boyunca da fazlaca değişmeyeceği ortadadır. Mekanın dili ise haritalardır. Aslında haritalar mekan olgusunun taşıdığı değeri olanca çıplaklığıyla ortaya koyar. Haritalar olanak ve olanaksızlıkların habercisidir. Egemenlik hevesleri besleyen, savaş veya barışı tetikleyen veri kaynağıdır. Mekanın ekonomi-politiğini dillendiren, açıkça ortaya koyan tablolardır. Haritalar, tarihin tanıklığıdır. Tarih yazanların, yazdıkları tarihi yansıtış biçimidir. 21. yüzyıl tarihte olduğu gibi yine haritalara duyarlıdır. Yine haritalar çıkarlara dayalı mücadelenin değişim arzularına açılmıştır. Haritalara odaklanmak bir sonuçtur. Bu sonucun nedeni mekanın ekonomi-politik değerinde saklıdır. “MEKANIN EKONOMİ-POLİTİĞİ”, GÜÇ VE JEOPOLİTİK “Mekanın Ekonomi-Politiği”, Güç ve Jeopolitik kavramları birbirleriyle iç içe geçmiş kavramlardır.”Mekanın ekonomi-politiği” nitelemesi aslında jeopolitik kavramının temel zeminini yansıtır. Jeopolitik kavramı yerine “mekanın ekonomi-politiği” vurgusunun tercih edilmesi önemli bir eksiklik veya yanlışlık yaratmaz. Jeopolitik kavramının taşıdığı anlam ve niteliği konusunda literatürde geniş tartışmalara tanık olunur1. Birbirinden farklı yaklaşımlarla ortaya çıkan tartışmalar, daha çok jeopolitik kavramının ele alınış biçimine 1 Bu çalışmanın kaynakçasında yer alan birçok eser bu tartışmanın yapıldığı önemli eserleri de içermektedir. 25 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 22-44 Yaşar Hacısalihoğlu odaklıdır. Bu bağlamda jeopolitik kavramının geçmişi irdelenir ve bugün için taşıdığı değeri çözümlenmeye çalışılır. Jeopolitik için çok sayıda birbirinden farklılıklar içeren tanımlara rastlanır. Müstakil bir bilim olduğuna, kendine has bir dili olduğuna dair yaklaşımlar vardır. Siyasi coğrafyanın yerine kullanılan aslında hiçbir farklılık içermeyen bir kavram olduğunu ileri sürenlere de rastlanır. Buna karşın siyasi coğrafya ile ayrılan ondan farklı bir bilimsel kaygı taşıdığını ve dolayısıyla siyasi coğrafyanın yerine kullanılamayacağını savunanlarda vardır. Tüm bu farklı yaklaşım biçimlerine karşın jeopolitik kavramının taşıdığı anlam ve niteliği konusunda nasıl bir bakış açısının benimsendiğinin ortaya konması gerekmektedir. Özelde siyasal coğrafyanın genelde coğrafya biliminin şemsiyesi altında yer alan jeopolitik, esas olarak güç kavramına, güç ilişkilerine (güç dengesi, güç mücadelesi) odaklı bir analiz boyutudur. Yöntem, terminoloji ve analiz biçimi bakımından jeopolitiğin bilimsel zemini siyasal coğrafyadır. Güç, gücü oluşturan unsurların incelenmesi, bu unsurların mekansal anlamı, yatay (küresel ve bölgesel) ve düşey (ülkesel) dağılımı, buna dayalı karşılıklı ilişki düzeyi, jeopolitiğin ilgi alanını oluşturur. Ayrıca jeopolitik; mekansal birikimin politik değerini irdeleyerek, farklılıklara ve benzerliklere dayalı “güç aktörleri” analizine yöneliktir. Bu çerçeve içinde kuşkusuz “gerilim ve çatışma” kavramları da yer almaktadır. Güç kavramına ve güç ilişkilerine dayalı gerilim ve çatışma potansiyelleri jeopolitik çözümlemenin ilgi alanıdır. Mekansal değerlere hükmetmenin ve ona dayalı egemenlik arayışlarının ürettiği bu durum jeopolitiğin “savaş ve barış” olgularına yönelik açılımlarının altyapısıdır. Dünya ölçeğinde gerilim ve çatışma alanları, nedenleri, çözümleri ve gelecekte durumu jeopolitiğin odaklandığı öğelerdir. Jeopolitik konjonktüreldir. Kalıcı olan coğrafi konumdur. Jeopolitik coğrafi konumun zaman değişkenine bağımlı olan adeta giysisi gibidir. Değişen koşullara göre yeni olasılıklar veya üretilen yeni sorunlara karşısında jeopolitik yeni 26 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02), 2008,22-44 Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik çözümlemelerle yapılanır. Bu haliyle jeopolitik, mekanın ekonomi-politiğine dayalı dünya siyasal atlasını okuma çabasıdır. Bu çerçevede jeopolitik; uluslararası ilişkilerin coğrafi analizidir. Uluslararası ilişkiler kuramı bağlamında jeopolitiği özgün kılan mekansal öğelere odaklı olmasıdır. Mekansal öğeler ise doğal ortamın ve onun ürettiklerinin insanla olan etkileşimiyle yapılanan değerler bütünüdür ( kara ve deniz geçitleri, ada veya yarımadalar gibi…). Örneğin İstanbul Boğazı’nın beşeri değeri, taşıdığı potansiyelin etki düzeyiyle ölçülebilir. Savaş ve barış ortamında bir geçit olarak taşıdığı potansiyel ona stratejik bir değer yükler ve bu değerin yönetilebilmesi, bir güç unsuru olarak konumlanabilmesi onun siyasal yanını öne çıkartır. Bu durum jeopolitik için; bir mekansal öğeden güç ilişkilerine dayalı sonuçlar çıkartılması anlamına gelir. Petrol, doğal gaz, kıymetli madenler veya su gibi doğal kaynaklar birer mekansal öğe olarak jeopolitiğin ilgi alanıdır. Bu noktada şu söylenebilir ki; yeryüzünde eşit dağılmayan, kolay erişilemeyen, tükenebilir ve tahrip edilebilir olan ve insan yaşamının sürekliliğinde ihtiyacı daima hissedilen, her türlü unsur siyaset üretir, siyasete konu olur. Jeopolitik; siyaset üreten tüm bu unsurların uluslararası ilişkilerdeki rolünün ve geleceğinin analiziyle meşguldür. Siyasal coğrafya içinde jeopolitik yaklaşımlar, tarih içinde farklı zemin ve bakış açıları etrafında şekillenmiştir. Ayrıca tarih içinde siyasal coğrafya ile jeopolitik arasında birbirinin yerine kullanılma veya birinin diğerini yok sayma eğilimlerinin var olmuştur. Bugün bile bu konuda belirli karmaşıklığının varlığı dikkat çekicidir. Şurası açıktır ki, jeopolitik coğrafya ailesinin üyesidir ve yine jeopolitik siyasal coğrafyadan bağımsız değildir. Bu karşılıklı ilişki halinin bugünkü anlamı; daha geniş anlamda uluslar arası ilişkilerde daha dar anlamda ise siyasal coğrafya içinde jeopolitiğin bir analiz boyutu olduğudur. Bu özelliğiyle jeopolitik aynı zamanda bir ders adıdır. 27 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 22-44 Yaşar Hacısalihoğlu Jeopolitik teorinin; “güç unsuruna odaklanma” ve “devlet merkezli paradigma” gibi nitelikleri açısından Realizm ile benzerliği de dikkat çekicidir. Jeopolitik teoride de tıpkı Realizm gibi “Devlet-Güç-Çatışma” üçlüsü temel denklemdir. Buna göre Jeopolitik; dünya siyasal atlasının hafızasıdır. Dünya siyasal atlasının değişimini olağanlaştıran, ,meşrulaştıran bir araçtır. Egemenlik mücadelesinin; nedenlerin, ,aktörlerini, biçimini ve geleceğini anlama çabasıdır. Dünya siyasal ortamının dinamiğinden hem beslenen hem de besleyen niteliği vardır. Savaş ve barış kavramlarının tarifinde anahtar işlevi görür. Dinamik niteliği nedeniyle kısıtlayıcılığa tahammülsüzdür.(bu noktada hukuk akla gelmelidir…) İlk dönem jeopolitik yaklaşımlar, coğrafya bilimi kapsamında doğal ortamın etkilerini mutlaklaştırıcı, determinist ele alışların etkisindedir. Ayrıca 19. yüzyıl sonu 20. yüzyılın başında dünya siyasal ortamın koşullarının yörüngesinde ve bu döneme ilişkin güç ilişkilerinin yönlendirilmesine dönüktür. Bu yaklaşımlar boyutlandırılarak, teorik varsayımlara dönüştürülmüştür. Böylece jeopolitik yazınında jeopolitik teoriler olarak tanımlanmaktadır. Hemen hepsinin ortak yanı, dönemin güç ilişkilerini, egemenliğe dayalı bir çerçeveye yerleştirebilme çabasıdır. Bir diğer ortak nokta ise, hepsinin dönemin büyük güçleri ekseninde üretilmiş olmasıdır. Jeopolitiğin 20. yüzyıl boyunca farklı çizgilerde değerlendirildiğini ve bunun birbirinden ayrılan evreler olarak tanımlanabileceği belirtilmelidir. Buna göre 1970’li yıllara kadar süren evre, jeopolitik klasik teorilerin etkinlik taşıdığı ve bu yaklaşımların giderek hem meşruiyetini yitirdiği hem de bilimsel zeminin zayıfladığı dönemi içerir. 1970’li yıllarla birlikte özellikle Fransa eksenli yeni bir jeopolitik yaklaşım etkin olmuştur. Determinist yaklaşımın bir eleştirisi olarak doğan bu akım, insan merkezli merkez-çevre ayrımına odaklıdır. Günümüzde ise Soğuk Savaş sonrasının yeni ortamına duyarlılık gösteren çok 28 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02), 2008,22-44 Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik yönlü jeopolitik yaklaşımlar evresinin öne çıktığını görmekteyiz. Bu çok yönlülüğün içinde jeoekonomik ve jeokültürel duyarlılıkları öne çıkartan yaklaşımlar, eleştirel jeopolitik çizgisi ( G.Q. Tuathail, Simon Dalby, J. Agnew v.d…) gibi farklı akımların varlığı söz konusudur. Ayrıca son yıllarda çevresel sorunların politik etkileri jeopolitiğin ilgi alanına girmiştir. Günümüzde yeniden ivme kazanan güç mücadelesinin yarattığı siyasal ortam içinde jeopolitik kavramına sıkça başvurulmaktadır. Bu yöneliş, küresel ekonomik ve siyasal ilişkilerin işleyişini anlama çabasına dayalıdır (Dodds, England, 2000). Yeni stratejilerin odağı jeopolitik hedef ve arzuların yörüngesindedir. Buna göre jeopolitik, jeostrateji ile anılır kılınmıştır. Bu durumun nedeni, jeopolitik birikimin harekete geçirilme ihtiyacının doğmasındandır. Soğuk Savaş ortamının statik kıldığı jeopolitik koşullar, yeni dönemde son derece dinamik yeni bir siyasal ortama dönüşmüştür. Buna bağlı olarak yeni hesaplar, yeni hedefler gelecek iddiası olan her ülke açısından yeniden yapılandırılmıştır. Bu yapılandırmanın temel dayanağı hiç kuşkusuz jeopolitik birikim veya potansiyellerdir. Potansiyelleri aktif kılmanın, eyleme dönüştürebilmenin yolu ise stratejik aklı devreye sokmaktır. İşte bu noktada jeopolitik birikimin jeostratejik planlamaya tabi kılınması kaçınılmazlaşır. Buna göre jeostrateji kavramı, jeopolitik çıkarların stratejik yönetimidir. Prof.Pascal Boniface, jeopolitik ve jeostrateji kavramları arasındaki farkı açıklarken, jeostratejiyi daha ziyade güvenlik ve savunma konuları ile ilgili kullanmakta, jeopolitiği ise uluslararası ilişkilerde tarafların genel yaklaşımlarını ortaya koyan, ilgili aktörlerin satranç hamlelerini analiz etmeye yarayan bir sistem yaklaşımı olarak açıklamaktadır (Cömert, 2000). Fransız siyasi coğrafyacı/jeopolitik uzmanı Prof. Yves Lacoste, 1993 yılında yayınladığı “Jeopolitik Sözlük”te insanoğlunun on yıllar boyunca ekonomiyi merkeze koyarak düşünmeye alıştırıldığını ve artık çatışmaların karmaşıklığını ve dünyayı başka türlü görmek gerektiğini ifade etmektedir (Cömert, 2000). 29 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 22-44 Yaşar Hacısalihoğlu Günümüzde jeopolitik teorilerden çok “jeopolitik problemler” olduğunu ve bu problemlerin olabildiğince objektif olarak sergilenmesi gerektiğini ve bu amaçla yegane yöntemin; oyunları, gelişmeleri, birbirine zıt iddialara sahip güçleri ve liderlikleri olduğu gibi ortaya koymak olduğunu savunmaktadır. (Cömert, Servet, a.g.e, 2000). Eleştirel jeopolitiğin önde gelenlerinden Virginia Teknik Üniversitesi coğrafya Profesörü Gearoid Q Tuathail, Jeopolitik için “Devlet yönetiminin kavramsallaştırılmasına ve devletin idare edilmesine yönelik bir problem çözme kuramıdır” (Tuathail, 1998) diyerek, “eleştirel jeopolitik” hakkında şu değerlendirmeyi yapmaktadır; “Eleştirel jeopolitik, uluslararası ilişkilerdeki coğrafi bilgilerle ilgili politikayı araştıran çağdaş politik coğrafya içindeki perspektiftir. Resmi, pratik, popüler ve yapısal jeopolitik olmak üzere dört farklı boyutu vardır.” Tablo: Eleştirel Jeopolitiğin İncelediği Jeopolitik Türleri Jeopolitik Türleri Resmi / Jeopolitik Pratik Jeopolitik Popüler Jeopolitik Yapısal Jeopolitik Araştırma Hedefi Problematik Jeopolitik düşünce jeopolitik gelenek Entelektüelleri kurumlar ve bunların siyasi ve kültürel bağları Dış politikaların kavramlaştırılmasın da pratik jeopolitik muhakeme Ulusal kimlik ve diğer halklar ve yerler hakkında toplum kanaatinin oluşumu Küresel süreçler, eğilimler ve çelişkiler Devlet yönetimindeki günlük uygulamalar Popüler kültür, kitle iletişim araçları ve coğrafi anlayışlar Günümüzde jeopolitik durum Araştırmada İncelenen Örnek Halford Mackinder, onun jeopolitik kurumları ve emperyalist bağlamı “Balkanizm” ve bunun ABD’nin Bosna’ya yönelik dış politikası Bosna görüntülerinin Batı’daki evler yansımasında kitle iletişim araçlarının rolü Küreselleşme, bilgiselleşme ve risk toplumu jeopolitik uygulamaları nasıl koşullandırmakta/dönüşüme uğratmaktadır. Kaynak: Gearoid Q Tuathail “Eleştirel Jeopolitiği Anlamak: Jeopolitik ve Risk Toplumu” Jeopolitik, Strateji ve Coğrafya içinde, Colın S.Gray, Geoffrey Sloan, Çev; Tuğrul Karabacak, Asam Yayınları, Ankara, 2003). Jeopolitik analiz ise genel olarak şu dört temel zemine dayalıdır; 30 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02), 2008,22-44 Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik - Coğrafi konumun ve potansiyelin jeopolitik değeri, - Tarihsel sürecin jeopolitik yorumu, - Güç unsurları ve karşılıklı etkileşimi, - Güç kimliği, gelecek hedefleri ve stratejik birikim. Güç kavramı, jeopolitiğin temel odağıdır. Gücün tanımı ve bileşenleri jeopolitik analizde önceliklidir. Güç kavramının tanımında çoğu zaman içinde bulunulan dönemin koşulları gözetilir. Her dönem kendi koşullarına bağlı olarak gücün tarifinin yapılmasına imkan tanıyan güç bileşenlerini belirler. Bugün için Güç; bireyin, grubun veya devletin kendi amaçlarına uygun olarak diğerlerinin davranışlarını etkileme yeteneği, düşünce ve davranışları üzerindeki denetimi, uyuşmazlıkları çözme ve zorlukları yenebilme becerisidir. Joseph Nye’ye göre ise güç; ”İstediğiniz sonuçları elde etme ve bu sonuçları elde etmek için gerekirse başkalarının davranışlarını değiştirme yeteneğidir.” (Nye, 2003). Güç analizi için öncelikle gücün dayandığı unsurların neler olduğunu açıkça saptamak gerekir. Sadece bu unsurların saptanması da yeterli değildir. Aynı zamanda bu unsurların karşılıklı ilişkisini ve düzeneğini de çözümlemek gerekir. Buna göre günümüzde bölgesel ve küresel güç kimliğinin oluşum düzeneği ve güç unsurlarına dayalı bir “Güç Şeması” oluşturarak hem Soğuk Savaş sonrasının siyasal ortamını hem de bölgesel ve küresel güç ilişkilerini daha anlaşılır kılmak olanaklıdır (Hacısalihoğlu, 2000). Ayrıca bu “Güç Şeması” çerçevesinde dünyanın genel olarak güce dayalı bölünüşü ve gücün nitelikleri de algılanabilir. Gücün unsurları çeşitli şekillerde sıralanabilir veya sınıflandırılabilir. Nitekim bu konuda Uluslararası ilişkiler ve siyasal coğrafya/Jeopolitik yazınında birçok çalışmada farklı tasniflere rastlanır. Güç unsurları şu başlıklar altında toplanabilir; - Coğrafi Güç, - Ekonomik Güç, - Politik Güç, 31 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 22-44 Yaşar Hacısalihoğlu - Askeri Güç, - Demografik Güç, - Psikososyal ve Kültürel Güç, - Bilimsel ve Teknolojik Güç. Bu güç unsurları, devlet merkezli bakışın bir gereği olarak milli güç unsurları olarak da nitelendirilir. Gücün unsurları jeopolitik analiz açısından özel önemdedir. İrdelenen bir öğenin gücünü niceliğini ve niteliğini kavramak ve buna göre güncel ve gelecek adına jeopolitik hesap ve hedef saptamak ve ardından strateji oluşturmak öncelikle güç unsurlarının analizine dayanır. Ülkeler arasında güç sınanması, güce dayalı tasnif yapılabilmesi güç unsurlarının gerektiğinde ayrıntıya da yer veren analiziyle mümkündür. Böylesi bir analize dayanmayan jeopolitik saptamanın yeterli olduğu söylenemez. Güç unsurlarının ayrı ayrı sıralanmış olmasına rağmen kuşkusuz birbirlerinden tamamen bağımsız irdelenemez. Karşılıklı etkileşimin varlığı göz ardı edilemez. Esasen unutulmamalıdır ki, sosyal olgular hem çok yönlüdür hem de etkileşimlidir. Bu gerçekten yola çıkmayan hiçbir sosyal olgu analizi bilimsel olamaz kaldı ki gerçeği yansıtmaz. Bu nedenle özellikle jeopolitik pencereden yapılacak güç analizinde bu gerçek göz ardı edilmemelidir. Bu noktadan hareketle bir başka husus, güç unsurlarının önem sırasının olup olmadığıdır. Bu konu üzerinde sıkça tartışılır. Çoğu zaman ekonomik gücün her şeyin üstünde olduğu vurgulanır. İlk bakış da bu sav, yadsınamayacak bir gerçektir. Ancak, sorunun ayrıntısına girildiğinde aslında tüm unsurların birbirine nasıl bağlı olduğu ortaya çıkar. Güçlü bir siyasal iradenin olmaması ekonomik gücün yaratılması için en temel engeldir. Ekonomik güç kuşkusuz kendiliğinden kolayca yapılanabilecek bir unsur değildir. Özel bir çabaya, doğru hedefe ve özenli bir tasarıma, planlamaya dayanarak yaratılabilir. Bunun içinde siyasal güç yaşamsaldır. Bu durumu diğer güç unsurları içinde saptamak mümkündür. Dolayısıyla bir ülke için güç unsurları ele alındığında birbirleri 32 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02), 2008,22-44 Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik arasında önem farkından daha çok, birbirini tamamlayan, birinin bıraktığı muhtemel boşluğu diğerinin doldurduğu bir düzenek içinde yapılanması esas alınmalıdır. Bu durumun bir başka yönü ise güç unsurlarının birbirlerine yakın düzeyde bulunmasıdır. Başka bir ifadeyle her unsur diğerinin düzeyine erişebilmelidir. Bu noktada vurgulanmalıdır ki, bu durum her zaman mümkün olamayabilir. Ancak ideal olanı tüm güç unsurlarının birlikte yükselişidir. Güç unsurlarının niteliği açısından vurgulanması gereken bir başka gerçek ise, aktif ve potansiyel nitelik farkıdır. Bazen potansiyel nitelik taşıyan bir güç unsuru yeterince aktif kılınmamış olabilir. Tüm bu hususlar, jeopolitiğin güç analizinde yönteme dair göz ardı edilmemesi gerekenlerdir. Güç unsurları jeopolitik analiz açısından hangi öğeleriyle irdelenmelidir? Bu sorunun cevabı her unsurun taşıdığı anlamda saklıdır. GÜÇ UNSURLARININ KAPSAMI Coğrafi Güç: Coğrafi güç aslında, tüm güç unsurlarının mekansal boyutunu oluşturur. Tüm güç unsurlarının mekansal boyut içinde yerini, etkileşimini ve etkinlik düzeyini yansıtır. “Coğrafi çevre”, insan etkinliğinin “doğal çevreyle” olan ilişki düzeyiyle belirlenir. Buna göre “coğrafi çevre” insan öğesi olmaksızın düşünülmez. İnsanın etkinliği veya etkilediği olaylar dizisi coğrafi çevrenin inceleme alanını belirler bu noktanın ayırıcı unsuru mekansal zorunluluğun vazgeçilmez olmasıdır. Bu durumda “coğrafi güç” siyasal, ekonomik, askeri, demokratik, kültürel ve teknolojik güç unsurlarının mekansal etkileşimini ve değerini yansıtan nitelikler demetidir. (Bu boyutuyla kuşkusuz jeopolitik konumu ve özellikleri de kapsar). Örneğin üç tarafı denizlerle çevreli olmanın gereği olarak, denizin ekonomik, politik, askeri, kültürel ve teknolojik anlam ve değeri ve buna dayalı karşılıklı ilişki potansiyelleri “coğrafi güç” kapsamında ele alınmalıdır. 33 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 22-44 Yaşar Hacısalihoğlu Coğrafi güç olgusunun temellendiği ana unsur coğrafi konumdur. Coğrafi konum, sahip olunan yerin, dünya ölçeğindeki ekonomik, siyasal, kültürel ve stratejik değerini ifade eder. Toprak büyüklüğüyle birlikte ele alınan coğrafi konum, bir ülke için sahip olunan doğal ortamın beşeri değerini yansıtır. Buna göre coğrafi konumla olan uyum, birliktelik ve onunla kurulan ilişkinin düzeyi ve niteliği önem kazanır. Coğrafi konum bu anlamda veri yüklüdür ve potansiyeller taşır. Tüm bu veri ve potansiyellerin yüksek bir coğrafi güce dönüşebilmesi onunla iyi iletişim kurulmasına bağlıdır. Bu özelliğiyle coğrafi konum, güç ilişkilerinde yönlendirici bir unsurdur. İyi yorumlanmış bir coğrafi konum, o ülkenin iç ve dış jeopolitik önceliklerini, stratejik öngörülerini ve giderek somut ekonomik, toplumsal, askeri ve teknolojik ihtiyaçlarını (şayet bir güç olması iddiası taşıyorsa) yansıtır. Örneğin bölgelerarası ve kıtalararası geçiş özelliği gösteren bir coğrafi konum, öncelikle ulaşım teknolojisinin gelişimin sağlanmasını zorunlu kılar. Böylece çok önemli sayılan coğrafi konum iyi yorumlanarak, ona yaşam olanağı verilerek, etkin kılınarak, öngördüğü ihtiyaçları yerine getirilerek, gerçek bir güç unsuru haline dönüştürülebilir. Bu gerçeğin göz ardı edilmesi durumunda önemli sayılan coğrafi konum, sahip olan ülke için istikrarsızlık öğesine de dönüşebilir. Nitekim coğrafi birikimin sunduklarını değerlendiremeyen, toplumsal süreçlerle bütünleştirmeyen, gelişimin ve büyümenin kaynağı haline dönüştürmeyen hiçbir ülke arzuladığı güce ulaşamaz. Aslında coğrafya bir ülkenin imkansızlıkların da habercisidir. Önemli olan coğrafi çevrenin ve coğrafi potansiyellerin en ince ayrıntılarının bilinmesidir. Strateji, bilinenler üzerinden üretilebilir. Coğrafi değerlerden koparak, yabancılaşarak, onunla iyi iletişim kuramayarak, coğrafyadan güç elde etmek olanaksızdır. Böylece konumun güç unsuru olarak değeri; sahip olduğu niteliklerini doğru ve yerinde belirleyerek, buna uygun stratejiler (İç ve dış) geliştirilmesiyle kazanılabilir. Yoksa sahip olduğu potansiyelleri nitelikleri ve 34 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02), 2008,22-44 Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik avantajları değerlendirememiş, siyaset ve stratejiye kaynaklık edilememiş bir coğrafi konumun “güç” kimliğine katkısı sınırlıdır. Ekonomik Güç: Ülkelerin ekonomik yapılarını güç zemininde irdelerken, küresel düzeyde ekonomik işleyişin esasları dikkate alınmalıdır. Üretim olgusuna dayalı ekonomik işleyiş siyasal ekonominin esasını oluşturur (Cox, 2002). Bu durum esası ekonomik egemenliğe dayalı siyasal kimlikli güç mücadelesinin kurgusunu oluşturur. Bir ülkenin jeopolitik güç analizi yapılırken ekonomik güç nasıl anlaşılabilir? Bu sorunun cevabı çok daha ayrıntılı verilebilir. Ancak aşağıda sıralananlar ekonomik gücü belirleyen temel faktörler olarak esas alınmalıdır. - Üretim kapasitesi (mal ve hizmet), - Üretimde sahip olunan teknolojik düzey, - Ekonominin altyapı düzeyi; kurumsal nitelik ve süreklilik başarısı, - Pazarlara erişim düzeyi; etkinlik oluşturabilme becerisi, - Pazar çeşitliliği yaratabilme düzeyi, - Artan ticari rekabete katılım düzeyi ve ulusal pazarını gerektiğinde koruma becerisi, - Mali piyasalarda kurumsal etkinlik düzeyi, - Yabancı yatırımların düzeyi; biçimi ve ulusal ekonomideki etkinliği, - Borçlanma düzeyi ve niteliği, - Büyüme ve enflasyon oranları, - Ulusal paranın etkinlik düzeyi, - İşsizlik oranı, gelir dağılımı düzeyi, - İhracat ve ithalat oranları ve kompozisyonu, - Sabit sermaye yatırımlarının GSMH’ ya oranı, sektörel ve coğrafi dağılımı, - Sanayi stratejisinin varlığı ve niteliği, - Doğal kaynak potansiyeli, ulaşım, iletişim ve enerji altyapısı, 35 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 22-44 Yaşar Hacısalihoğlu - Vergi sisteminin etkinliği, kayıtlı ekonominin varlığı. Politik Güç: Politik gücün analizinde esas olarak bir ülkenin iç ve dış politik işleyişine odaklanarak, sistemin düzeneği irdelenmelidir. Bu noktada politik yapının kurumsallaşma düzeyi ve idari yapının tüm unsurlarıyla bütünsel davranabilme yeteneğine odaklanılmalıdır. Buna göre irdelenen ülkenin politik yapılanmasının bir senfonik uyumun olup olmadığı da ele alınmalıdır. Senfonik uyum, bir ülkenin tüm unsurlarının aynı hedef aynı ülkü birliği içinde milli çıkarlara odağında bütünleşebilme kabiliyeti olarak tanımlanabilir. Tıpkı bir senfonide yaşadığı gibi tüm enstrümanlar tek başına bir değerdir ve ürettiği sesler ilgi uyandırır. Ancak bu enstrümanlar bir araya geldiğinde ortak bir ses üretirler ve bu ses çok daha güçlü bir şekilde ve belli bir düzen ve ahenk içinde kendini ifade eder. Bu durum aslında bir ülke için politik yapının güce dönüşmesinin ölçüsüdür. Buna bağlı olarak iç politik gücün niteliği açısından şu unsurlarda irdelenmelidir; - Anayasal düzen ve yasalar, - Siyasi partiler ve siyasi iktidar, - Devlet yapılanması (Bürokrasi). Askeri Güç: Bir ülkenin güç analizinde askeri gücün irdelenmesi temel olarak şu faktörlere dayalı olarak yapılabilir; - Ulusal savunma sanayinin varlığı ve etkinliği, - Strateji ve teknoloji üretme kapasitesi, - Uluslararası örgütlenmedeki yeri ve etkinliği, - Caydırıcılık potansiyeli. Demografik Güç: Bir ülkenin nüfusunun güce dönüşmesi o ülkenin nüfusunun niteliğinde saklıdır. Buna göre nüfusa ilişkin şu faktörler öncelikle irdelenmelidir; - Nüfus yapısı, 36 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02), 2008,22-44 Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik - Nüfus dağılımı, - Eğitim/öğretim düzeyi, - Yetişmiş insan gücü. Psikososyal ve Kültürel Güç: Psikososyal ve kültürel güç unsuru, toplumsal yapının ana omurgasını oluşturur. Tarihsel sürecin yansımasıdır. Birikimleri, iç içe geçmişliğin, sentezin, çeşitliliğin, özgünlüğün yansımalarıyla anlam kazanır. Bu boyutuyla kültürel kazanımlar, yerelden ulusala, ulusaldan evrensele uzanan doğal kültürel akışın ürünleridir. Evrensel buluşmanın özü, kültürler arası saygının, kabullenmenin, eşit etkileşimin yaşanmasıdır. Bu durum “kültürleşme” kavramıyla da açıklanabilir. “Kültürleşme” kavramı kültürler arası temasa gösterilen olumlu tepkiyi anlatmak için kullanılır ( Latouche, 1993). Bu kavrama göre, iki kültür birbiriyle temasa girdiğinde, değiş-tokuş içinde olan kültürel çizgiler birbirini dengeler ve yabancı öğelerin bütünleşmesinden ve özümsemesinden sonra her kültür kendi kimliğini ve kendi dinamizmini korursa başarılı bir kültürleşmeden söz edilebilir. Şayet tersine temas dengeli bir değişimle ortaya çıkmıyor ama kütlesel olarak tek yönlü bir akış oluyorsa, alıcı kültür istilaya uğramıştır, öz varlığı tehdit altındadır ve gerçek bir saldırının kurbanı olarak görülebilir ve bu saldırı kültürel alanda kültür kıyımıdır bu da kültürsüzleştirmenin en somut aşamasıdır ( Latouche, Serge, a.g.e.). Oysa insanlığın tarih boyunca yarattığı tüm kültür değerlerinin yereldenulusala, ulusaldan-evrensele ulaşma ideali, kültürel üretimin en temel hedefidir. Bir ulusun kültürel yapısı ve değerleri, o ulus için bir güç unsuru olarak anlam kazanabilmesi adına öncelikle “ulusal kültür” yapılanmasının güçlü bir senteze dayanması gerekir. Bu güçlülük, egemen kültür yapılanmasına ezici kültürel yayılıma, empoze yönelişlere, küresel kültür baskılanmasına karşı direnci ve sürekliliği ifade eder. “Milli kültür” olgusunu, besleyen temel yapı; özgünlüğün öncelikli kılındığı ulusal üretimin varlığıdır. 37 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 22-44 Yaşar Hacısalihoğlu Ulusal üretim çerçevesinde; değerleri tüketerek değil, çoğaltarak, paylaşarak, zenginleştirerek bir değerler sistemi kurmak öncelik kazanır. Bu durum ulusal kültür değerlerinin aşındırılması, kayba uğratılması önünde bir engel oluşturur. Böylece insanlığın yaşam deneyimlerinden ve biçimlerinden doğan psikososyal ve kültürel değerler “güç unsuru” olarak işlev kazanmış olur. Hiç kuşkusuz bu tablonun yaratılmasında belli bir bilinç düzeyinin aranılması kaçınılmazlaşır. Bir toplumun duygu ve davranış altyapısında yer edinen bilinç düzeyi şu şekilde çeşitlendirilebilir. - Yaşanılan mekanı koruma ve sahip çıkma bilinci, - Dayanışma ve örgütlenme bilinci, - Çıkarlarda toplumsal bilinç, - Ulus ve yurt bilinci, - Tasarruf bilinci. Bu bilinç şemasından doğan altyapıyla tarihsel süreç boyunca sağlanan birikim düzeyi, bir ulusun güç kimliğini etkileyen en somut unsurdur. Kültürel alanda tarihsel birikim, çeşitlilik özgünlük ve evrensellik düzeyi, var olanların korunma ve nesillere aktarabilme başarısı ve sonuçta bir çekim gücü oluşturabilme, etkileyici olabilme düzeyi, kültürel yapının “güç” kimliğini belirler. Bilimsel ve Teknolojik Güç: “Güç” olgusunu belirleyen unsurlar arasında bilimsel-teknolojik düzeyin yeri ayrıcalıklıdır. Bu ayrıcalığın temel dayanağı; diğer tüm güç unsurlarını biçimlendirici iradeye sahip olmasında saklıdır. Nitekim tarih boyunca teknolojik güç farklılıklar gösterse de daima stratejik nitelik taşımıştır. Bu durum aslında yaşanılan çağın koşullarıyla belirlenir. Her dönem kendi teknolojik niteliğini yaratır. Buna göre teknolojik gelişmeler sonucunda her dönem stratejik değeri aratan teknoloji türünü ayrıştırır. İleri teknolojik gelişmeler sonucunda teknoloji olgusu stratejik değer taşıyanla taşımayan ayrışmasına uğrar. Bu durum jeopolitik yönelimlerle sıkı ilişki halindedir. İleri 38 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02), 2008,22-44 Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik stratejik teknolojiyi kullanmanın ve daha da önemlisi üretmenin ayrıcalığı jeopolitik hedefleri ve yönelimleri yapılandırır, cesaretlendirir. “Stratejik teknoloji” küresel düzeyde yaygınlaştırılmamış olan, buna bağlı olarak özenle korunan, titizlikle üretilen teknolojiyi yansıtır. Stratejik nitelik göstermeyen teknoloji ise, çağın koşullarını tam olarak yansıtmayan, yaygınlaştırılmasında veya transferinde sakınca görülmeyen teknolojileri içerir. Birincisi merkezileşmiş konumdadır. Çünkü hassas ve stratejik öğeler taşır. İkincisi küreselleşebilmektedir. Çünkü ucuz işgücüne ihtiyaç duyar, çevresel etkileri sorunlar yaratır. Birincisinde bilgi-yoğun üretim süreci ağır basar, ikincisinde emek-yoğun. Birincisiyle küresel etki ve çekim gücü elde edilir, ikincisiyle ulusal ve bölgesel sınırlarla yetinilir. Bugünkü konumuyla “stratejik teknoloji”; bilgisayar, iletişim-ulaşım, genetik, robot, mikro elektrik gibi alanlarda “bilgi teknolojisi” olarak anılmaktadır. Örneğin 15. yüzyılın “stratejik teknolojisi” denizcilik alanındaydı, 19. yüzyılın ise sanayi alanında şekillenmişti. Ortak nokta; üretim, ticaret ve pazar üzerindeki etki gücüdür. Bu güç, “stratejik teknolojiyi” üreterek sahip olan tüm ülkeler için geçerlidir. Üretim-ticaret, doğal kaynaklar ve pazar mekanizması üzerinde yaratılan etkinlik, siyasal alanda da kendini gösterir ve dünya ölçeğinde yönetme ve denetleme işlevleriyle bütünlük kurar. Böylece “stratejik teknoloji” küresel ölçekte belirleyici ve etkin olma ayrıcalığını onu üreten ve sahip olanlara sunar. Ekonomik altyapıyı güçlü kılar ve süreklilik sağlanabilmesi adına “jeopolitik yönelimleri” yaratır. Bu güç unsurunun uzağında olmak, gelişmişlik ekseninde geri kalmışlığı daha da derinleştirmek anlamına gelir. Nitekim küreselleşme söyleminin tüm vurgularına rağmen dünya ölçeğinde küreselleşenler sınırlılık içerir. Bu “sınırlılık” içinde yer alan “stratejik teknoloji” gelişmişler dünyasıyla, azgelişmişler arasındaki mesafeyi derinleştirmektedir. Buna göre azgelişmişler dünyası “stratejik nitelikli ileri teknoloji” ortamının uzağındadırlar. Bu uzaklık ileri teknolojiyi sadece üretememek açısından değil, ona yeterince erişememek 39 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 22-44 Yaşar Hacısalihoğlu açısından da söz konusudur (üretilen ürünlerin kopyalanmaması adına özel önlemler ve katı sınırlamalar ödünsüz uygulanmaktadır). Kuşkusuz bu durum azgelişmişlerin bağımlılık zeminini hem derinleştirmekte hem de genişletmektedir. (Örneğin biyoteknoloji alanındaki gelişmeler özellikle tarım alanında azgelişmişler aleyhine önemli sonuçlar doğurmaktadır.) Bu tablo aynı zamanda gelişmişler dünyasında da ayrışmalar yaratacak ölçüde rekabete açılmıştır. Küresel güç oluşumunda bu gücün paylaşılmasında ve buna dayalı jeopolitik yönelimlerin yaratılmasında stratejik teknoloji en önemli araçtır. Böylece teknolojik düzeyin güç ilişkilerdeki rolü ve güç kimliğinin oluşmasındaki etkisi bu boyutuyla büyük önem ve anlam kazanmaktadır. Bu nedenle çağın ileri teknolojisine sahip olabilmek adına, bu alanda çaba göstermek, önceliği bu alana yöneltmek, araştırma-geliştirme etkinliğini bu amacın gerçekleştirilmesine adamak, yaşamsal niteliktedir. Bir ülkenin güç analizde bilimsel-teknolojik unsurun ağırlığı temel olarak şu başlıklar altında irdelenebilir; - Teknolojinin niteliği, - Araştırma-Geliştirme (Ar-Ge) düzeyi, - Bilimde kurumsallaşma, - Bilim-toplum-yönetim arasındaki bağ, - Bilimsel üretim düzeyi ve niteliği. Tüm bu güç unsurları ve onların dayandığı öğeler eliyle ülkelerin güç analizini yapabilmenin yanı sıra küresel veya bölgesel ölçekte güç mücadelesinin şifresini çözmek de olanaklıdır. Bunun için yaşanılan dönemin güç tarifini ve bileşenleri saptamak ve buna dayalı olarak mücadelenin nedenlerine odaklanmak gerekir. Bu odaklanmanın en kestirme yolu mekanın ekonomi politiğine yönelmektir. Mekan taşıdığı değerler nedeniyle gücün yansıtıldığı alandır. Güç mücadelesinin sahnesidir. Ancak bu sahne edilgen değildir. Mücadele denklemlerini çoğu zaman saptayan ama mutlaka etkileyen bir 40 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02), 2008,22-44 Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik unsurdur. Buna göre mekan, oyun alanıdır. Bu oyun çoğu zaman kanlıdır. Savaşları yaşatan bu oyunun oynanış biçimidir. Tarihsel süreç boyunca mekana dayalı ve güç mücadelesinin yaşadığı oyun alanları adeta geleneksellik taşır. Örneğin Kafkaslar, Orta Asya ve Ortadoğu coğrafyası gelenekselleşmiş birer oyun alanı olarak nitelendirilebilir. Bu nitelemenin nedeni örnek verilen mekanların ekonomik politik değerinde saklıdır. Diğer bir ifadeyle güç mücadelesinin yansıması olan “çatışma” refleksini besleyen pazar ve doğal kaynakların sunduğu potansiyellerdir. Bu potansiyellerin dağılımı ile çatışma odakları arasındaki paralellik çarpıcıdır (Sılberfein, 2003). Diğer bir ifadeyle “mekan” ve “güç” kavramlarının çatışma olgusuyla buluşması mekanın ekonomi politiğinin yörüngesindedir. Bu durum dünya genelinde çatışma alanlarının oluşumunun nedenidir. Mekanının ekonomi politiğinin köşe taşlarını doğal kaynaklar ve pazar/piyasa imkanları oluşturur. Bu imkanlar aynı zamanda ekonomik sorunların aşılmasının çözümüdür. Örneğin sermaye birikim krizinin aşılmasında mekansal ilgi öne çıkar. Sermaye birikimi krizini dışa vuran etken, kar daralmasıdır, biriken sermayenin mekansal sıkışıklığıdır. Bu krizi aşabilmenin ve dolayısıyla kar maksimizasyonu sağlayabilmenin yolu yeni mekanların bulunmasıdır. Bu çabanın rotası, pazar/ piyasa ve doğal kaynak egemenliğine dayalıdır. Bu noktada vurgulanması gereken bir başka husus, bu egemenlik çabasının jeopolitik içerik taşımasıdır. Diğer bir ifadeyle mekanın ekonomi politiğine dayalı her çaba ve her adım jeopolitik kimliklidir. Bu konuda İngiliz iktisadi ve siyasi coğrafya kuramcısı David Harvey’in, “aşırı birikim krizinin aşılması adına zamana ve mekana dayalı yer değiştirme” yaklaşımı, mekanın ekonomi politiğini ortaya koymaya dayalı bir başka değerlendirmeyi içerir (Harvey, 2001). Harvey’in bu yaklaşımı; belirli bir coğrafi sistem içinde aşırı birikime yani emek (artan işsizlik) ve sermaye fazlalığına dayalıdır. Harvey’e göre bu fazlalıklar üç şekilde eritilebilir; 41 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 22-44 Yaşar Hacısalihoğlu - Varolan sermaye fazlalığının gelecekte tekrar dolaşıma tekrar girmesini sağlamak için uzun dönemli sermaye projeleri veya sosyal harcamalara (eğitim ve araştırma gibi) yatırım yaparak “zamansal yer değiştirme”, - Başka bir yerde yeni pazarlar, yeni üretim kapasiteleri ve yeni kaynaklar, toplumsal imkanlar ve emek olanakları yaratarak “mekansal yer değiştirme”, - 1.ve 2.nin bileşimi (Harvey, 1982). Harvey’in özellikle ”zaman-mekansal içinde kaydırma “ vurgusu ile biriken sermayenin mekansal sıkışıklığının aşabilme çabası paralellik taşır. Her iki yaklaşım biçimi de özünde mekanın ekonomi politiğine dayalı güç mücadelesinin nedenlerini saptamaya dönüktür. SONUÇ Mekana dayalı güç mücadelesi; tarihsel derinliği olan güncellik taşıyan gelecekte de sonlanması kolayca mümkün olamayacak bir gerçekliği yansıtır. Bu durum mekan kavramının eksilmeyen önemini ortaya koyar. Bugünün uluslararası ilişkilerinin şifresi, mekan odaklı güç analizinde saklıdır. Jeopolitik bakış, bu şifrenin çözümüne duyarlı bir yaklaşım biçimidir. Buna göre bugünden geleceğin güç mücadelesinin kavranabilmesi adına mekana dayalı analiz tekniğinin derinleşmesi kaçınılmazdır. Kaynakça AGNEW J.-CORBRİDGE S.: “Masreting Space: Hegemony, Territory and International Political Economy”, Routlenge, (London, 1995). AKAD M.T.: “Strateji Üzerine”, Kastaş Yayınları, (İstanbul, 2001). BARNETT THOMAS: “Pentagon’un Yeni Haritası”, 1001 Kitapları (İstanbul, 2005). BRADEN K.- SHELLEY F.M.: “Engaging Geopolitics”, Prentice Hall, (New York, 1996). 42 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02), 2008,22-44 Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik BREZEZİNSKİ, Z.: “Büyük Satranç Tahtası”, Sabah Kitapları, (İstanbul, 1998). COX.K.R.: “Political Geography: Territory, State and Society”, Blackwell, (USA, 2002). CÖMERT, SERVET: “Jeopolitik, Jeostrateji ve Strateji”, Harp Akademileri Yayını, (İstanbul, 2000). R.J.JOHNSTON. P. J. TAYLOR, M. J. WATTS. (Ed.): “Geographies of Global Change”, Blackwell, (Oxford., 1999). DAVID NEWMAN.(Ed.): “Boundaries,Territory and Postmodernity, Frank Cass Publishers, (London.1999). DODDS, KLAUS: “Geopolitics in a Changing World”, (England, 2000). GLASSNER M.I.: “Political Geography”. (USA, 1995). HACISALİHOĞLU, İ.Y: “Yeni Dünya Düzeni Arayışı ve Türkiye: Jeopolitik Analiz”, Çantay Yay., (2001). HACISALİHOĞLU, İ.Y.: “Küreselleşme, Mekansal Etkileri ve İstanbul”, Akademik Düzey Yay., (2000). HACISALİHOĞLU, İ.Y.: “Yeni Bir Güç Şeması ve Türkiye”, ODTÜ “Uluslararası ilişkiler” Uluslararası Sempozyumu Kitabı, (2002). HACISALİHOĞLU, İ.Y.: “Küreselleşme ve Mekansal Yansımaları”, ODTÜ “Uluslararası ilişkiler” Uluslararası Sempozyumu Kitabı, (2003). HART B.H.L.: “Strateji: Dolaylı Tutum”, ASAM Yayınları, (Ankara, 2002). KLARE M.C.: “Kaynak Savaşları: Küresel Çatışmanın Yeni Alanlar”ı, Devin Yay., (2005). LACOSTE YVES: “Coğrafya Savaşmak İçindir”, Çev.: Ayşin Arayıcı, Özne Yay., (İstanbul, 1998). LATOUCHE, SERGE: “Dünyanın Batılılaşması”, Çev:: T.Kesoğlu, Ayrıntı Yayınları, (İstanbul, 1993). MAHAN A.T.: “Deniz Gücünün Tarih Üzerine Etkisi”, Q Matris Yay., (İstanbul, 2003). 43 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 22-44 Yaşar Hacısalihoğlu MUIR RICHARD: “Political Geography”, Macmillan Press, (London, 1997). NIJMAN J.: “The Geopolitics of Power and Conflic”t, Belhaven Press, (New York. 1993). NYE, JOSEPH: “Amerikan Gücünün Parodoksu”, Literatür Yay, (İstanbul, 2003). PAINTER J.: “Politics,Geography and Political Geography”, Arnold, (London 1995). PARKER, GEOFFEREY: Geopolitics:Past,Present and Future, Pinter Publishers, (London. 1998). SHORT J.R.: “An Introduction to Political Geography”, Routlenge, (London, 1994). SILBERFEİN, MARİLYN: “Insurrections”, The Geographical Dimensions of Terrorism İçinde, Edit.; Susan L.Cutter vd., Routledge, (London, 2003). SÖNMEZOĞLU, FARUK:”Uluslararası İlişkiler Sözlüğü” Der Yayınları, (İstanbul). SÖNMEZOĞLU, FARUK (Der.) “Uluslarası Politikada Yeni Alanlar, Bakışlar”, Der Yayınları, (İstanbul). TAYLOR P.J.: “Political Geography: Wold-Economy, Nation-State and Locality”, Longman, (New York, 1995). TUATHAIL G.Q.- ROUTLENGE P.: “The Geopolitics Reader”, Routlenge, (London, 1998). TUATHAİL GEAROID Q.: “Eleştirel Jeopolitiği Anlamak: Jeopolitik ve Risk Toplumu”, Jeopolitik, Strateji ve Coğrafya içinde, Colın S.Gray, Geoffrey Sloan, Çev: Tuğrul Karabacak, Asam Yayınları, (Ankara, 2003). 44 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02), 2008,22-44 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 45-76 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY IRAK VE PKK TERÖR ÖRGÜTÜ BAĞLAMINDA TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİ ∗ Armağan Kuloğlu Özet ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgali sürecinde Türkiye ile ABD arasında yaşanan gelişmeler, iki ülke arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkilemiştir. Bu olumsuzlukların başında Irak’ın kuzeyindeki yönetimin statüsünün yükselmesi, PKK terör örgütünün gelişmesi ve terör eylemlerindeki artış ve Türkmenlerin statüsünde istenen durumun elde edilememesi gelmektedir. ABD, Türkiye ile başlangıçta yaşadığı kendi açısından olumsuz olarak nitelendirilen gelişmeler nedeniyle bölgedeki Kürtleri, Türkiye’nin yerine müttefik olarak kabul etmiş, bu durum Kürt yönetiminin statüsünün yükselmesi ve dolayısı ile Türkiye tarafından tehdit olarak kabul edilebilecek bir konuma kadar gelme tehlikesini yaratmıştır. ABD, Türkiye’nin Irak’taki etkinliğini tamamen kırdığından PKK terör örgütü kendisine gelişmesi, destek alması ve eylem planlayıp icra etmesi için güvenli ve rahat bir manevra alanı bulmuştur. ABD, Türkiye’nin PKK terör örgütü ile mücadelesine yardımcı olma karşılığında, Türkiye’nin Irak’ın kuzeyindeki yönetimle resmi temaslara kadar uzanan bir iletişim kurmasını sağlamıştır. Anahtar kelimeler: Türkiye, ABD, Irak, İran, PKK, Terör, Türkmen, Kerkük. Abstract Developments between Turkiye and USA during the Iraq's occupation process have influenced the countries mutual relations in a negative manner. The rise of the Northern Iraqi Administration's status, development of the PKK terror organization as well as their accelerating terrorist activities and the undesired regression on the Iraqi Turkmen's status are some of these complications. USA who considered the controversies with Turkey as a bottleneck, embraced the local Kurds as allies. USA who wanted Turkiye to peacefully accept and communicate the North Iraqi Administration, turned a blind eye to the PKK attacks in Turkiye and blocked Turkish cross-border operations against PKK for a long period of time. In the meantime, North Iraqi Administration supported and safeguarded the terrorist organization due to afore mentioned reasons. PKK was used as a pawn by both USA and the North Iraqi Administration. Consequently, USA managed to establish formal contacts between the Turkish Republic and the North Iraqi Administration, in return for assisting Turkiye in her struggle against PKK. Keywords: Turkiye, USA, Iraq, Iran, PKK, Terror, Turkmen, Kirkuk. ∗ Eemekli Tümgeneral, BÜSAM Başdanışmanı, [email protected] Armağan Kuloğlu GİRİŞ ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgalini müteakip Irak’ın kuzeyinde oluşan otorite boşluğu PKK terör örgütünün yeniden hayat bulmasına imkân sağlamış ve örgüt bu bölgede kendini güven içinde hissetmiştir. Örgüt, insan kaynağı, finans ve lojistik desteğini kolaylıkla sağlayabilmiş, yeniden teşkilatlanmış, eğitim yapmış ve terör eylemlerini planlama ve sınırı geçerek Türk topraklarında terör eylemi gerçekleştirme ve yeniden güvenli olarak nitelendirdiği Irak’ın kuzeyine dönme fırsatını elde etmiştir. PKK terör örgütü, Türkiye’ye karşı bir tehdit oluşturduğu, zarar verdiği, ayrıca sözde Büyük Kürdistan’ın Türkiye ayağını oluşturmasına hizmet ettiği, bu süreçte yapının liderliğinin Kuzeydeki yönetimde olmasına yardımcı olduğu ve zaman içinde Türkiye’ye karşı bir yaptırım aracı olarak kullanabileceği düşünceleri ile Irak’ın kuzeyindeki yönetim tarafından himaye ve destek görmüştür. PKK terör örgütü ABD açısından ise, Türkiye’ye karşı 1 Mart teskeresinden dolayı cezalandırma aracı olarak nitelendirilmiş ve Türkiye’ye karşı yine zaman içinde bir pazarlık konusu olarak kullanılabileceği düşünülmüştür. PKK terör örgütü, ABD tarafından, ayrıca PEJAK uzantısı vasıtasıyla İran’a karşı da kullanılmaktadır. Diğer taraftan örgüt, kuzeydeki istikrarı bozmadığından, ABD’ye ve kuzeydeki yönetime zararı dokunmadığından, hatta faydası olduğu düşünüldüğünden, ABD’nin çıkarları açısından en azından müdahale edilmemesi gereken bir unsur olarak görülmüş ve dolaylı olarak ABD tarafından himaye edilmiştir. Bu nedenle Türkiye’nin terörle mücadelesinde sınır ötesi operasyon yapması ABD tarafından sürekli engellenmiştir. Türk Hükümeti de, ABD ile bozulan ilişkilerin daha da kötüye gitmemesi için, terörle mücadeleyi sadece askeri alanda olmak üzere yurt içinde yapmayı tercih etmiş ve ABD’nin Türkiye’nin sınır ötesi harekât yapmasına olan muhalefetine uyum göstermiştir. ABD’nin Kürt Gruplara karşı müsamahalı davranışı, bu gruplarla olan müttefiklik çerçevesindeki ilişkileri ile PKK 46 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76 Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri konusundaki düşünceleri, Irak’ın kuzeyindeki yönetimin ve PKK’nın Türkiye’ye karşı tutum, davranış ve eylemlerinde tırmanışa sebep olmuştur. ABD’NİN PKK KONUSUNDAKİ POLİTİKA DEĞİŞİKLİĞİ VE TÜRKİYE’YE SAĞLADIĞI DESTEK PKK’nın tırmanan eylemleri Ekim 2007 ayı içinde tahammül edilemeyecek sınırlara ulaşmış, Türk Hükümeti, toplumun terör konusundaki tepkileri ve sınır ötesi operasyon yapma zarureti karşısında reaksiyon gösterme zorunda kalmıştır. Bu nedenle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) sınır ötesinde operasyon yapmasına imkân sağlayacak olan teskereyi meclise sevk etmiş ve meclisten gerekli olan yetkiyi almıştır. Ancak bu yetki, çeşitli çekingenliklerden dolayı hemen kullanılmamış, sınır ötesi operasyon yetkisini almış olarak bu konuda ABD başta olmak üzere uluslararası mutabakat sağlamak maksadıyla, komşu ülkeler de dahil birçok ülke ve kuruluş ile terörle mücadeledeki haklılık ve kararlılık konusunda diplomatik temaslarda bulunulmuştur. Bu çerçevede ABD ile de 5 Kasım 2007 tarihinde ABD Başkanı ve Türkiye Başbakanı arasında bir görüşme yapılmıştır. Bu görüşmenin basına yansıyan kısımları olduğu gibi, her ne kadar yok deniyorsa da, yansımayan ve çeşitli yorumlara sebep olan kısımlarının olduğu da bir gerçektir. Görüşmelerin açıklanan kısmına baktığımızda, PKK terör örgütünün müşterek düşman olarak nitelendirildiği, Türkiye’nin terörle mücadelesinin haklı nedenlere dayandığı, bu mücadelede ABD’nin Türkiye’ye gerekli desteği vereceği, bu maksatla istihbarat paylaşımı yapılacağı ve Türkiye, ABD, Irak Genelkurmay İkinci Başkanları seviyesinde üçlü bir mekanizma oluşturulacağı görülmektedir. Bu durum ilk bakışta, TSK’nın sınır ötesi operasyon yapabileceğini, ancak operasyonun bir noktada ABD’nin verdiği istihbarata bağlı olarak ve istihbaratı verdiği yere yapılabileceği şeklinde algılanmıştır. Ancak daha sonra Türkiye’nin, ABD’ye bağımlı olmadan; ancak ABD’yi bilgilendirerek kendi inisiyatifi ile de hareket ettiği 47 Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76 Armağan Kuloğlu görülmüş ve bundan sonrada bir müddet için bu şekilde devam edeceği anlaşılmıştır. ABD ile yapılan görüşmelerin kamuoyuna yansımayan, ancak ABD’nin tutum değişikliğine sebep olan konular hakkında çeşitli yorumlar yapılmıştır. Doğal olarak bu yorumların dayandığı birçok açıklama ve olaylar bulunmaktadır. ABD’nin bu zamana kadar sıcak bakmadığı, hatta ısrarlı olduğu bir konuda neden ve nasıl tutum değiştirdiğini analiz ettiğimizde aşağıdaki hususların ön plana çıktığı görülmektedir. Bunlardan birincisi, ABD’de yapılan görüşmelerde Türk tarafının, artan ve büyük zayiat verdiren terör olayları neticesinde Türkiye’deki kamuoyu tepkisinin çok yükseldiği, bunu tutmanın mümkün olamadığı, Türkiye’nin sınır ötesi operasyon yapma mecburiyetinde olduğu, kendi kararı ve inisiyatifi ile yapmak zorunda olacağı bu harekâttan ötürü zaten bozuk olan ilişkilerin daha da bozulacağı, bu nedenle operasyonun sağlanacak mutabakat çerçevesinde yapılmasının her iki ülkenin de menfaatlerine uygun olacağını dile getirdiği şeklinde değerlendirilmiştir. ABD’nin de Türkiye’nin kendi inisiyatifi ile vereceği kararla operasyon yapmasının kendisini de zor durumda bırakacağını düşünerek, bunu Türkiye’deki gittikçe bozulan ABD imajını düzeltmek için bir fırsat olarak kullanılabileceği kanaatine vardığı kıymetlendirilmiştir. Diğer bir konu da, ABD’nin bugüne kadar müttefik olarak kabul ettiği Irak’ın kuzeyindeki Kürt yönetimin, nüfusu ile orantılı olmayan bir güç elde ettiğidir. Bu yönetimin, Irak’ın bütününü ilgilendiren konularda aşırı isteklerde bulunduğu, bir noktada istek ve tavırlarında şımarıklığa varan bir konuma geldiği, artık bu durumun ABD yönetimini de rahatsız etmeye başladığı düşüncesinin hâkim olduğu kıymetlendirilmiştir (Milliyet, 02 Şubat 2008: 18). Bu nedenle ABD tarafından, PKK ile mücadelede sınır ötesi operasyon konusunda Kürtleri gücendirmemek için Türkiye’ye karşı tavır almaya devam etmenin artık fayda değil zarar getirdiği, hatta Türkiye’ye imkân tanımanın ABD menfaatleri açısından daha uygun olacağı sonucuna 48 varıldığı Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76 Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri düşünülmüştür. Ancak ABD’nin bu tutumunun kısa vadeli olduğu, orta ve uzun vadede ABD eski başkanı Wilson’un 14 ilkesinden başlayıp, Sevr ile devam eden ve Lozan Anlaşması ile akamete uğrayan Kürdistan Projesi’nden vazgeçtiği anlamına gelmemesi gerektiği değerlendirilmektedir (Akbaş, 2007). Gittikçe güçlü bir argüman olarak ortaya çıkan bir husus da, ABD’nin PKK’yı bir pazarlık unsuru olarak kullanma temayülüdür. Irak’ın kuzeyinde PKK terör örgütü için güvenli olarak nitelendirilen bölgede Barzani yönetiminin dolaylı desteğine sessiz kalan ve Ortadoğu politikaları için bu örgütü kullanabileceğini de hesaplayan ABD’nin, bu örgütün Türkiye’ye yeteri kadar zarar verdiğini ve artık menfaati karşılığında pazarlık konusu olarak kullanma zamanının geldiğini düşündüğünü söylemek de mümkündür. Bu nedenle PKK terör örgütü ile mücadeleye ortak olmanın karşılığında, kendisi için stratejik öneme sahip olan kuzeydeki yönetimin Türkiye tarafından kabullenilmesini, ona bir tehdit oluşturmamasını, onunla bir iletişim içine girmesini ve PKK ile yapılacak mücadelede ona zarar vermemesini talep ettiği değerlendirilmektedir. Diğer taraftan ABD’nin gelişecek duruma ve takip edilecek politikaya göre zaman içinde azaltmayı düşündüğü asker sayısının Irak’ta yaratabileceği zafiyeti kıymetlendirerek, Türkiye ile ilişkileri düzeltme ve yeniden yakın müttefiklik çerçevesine oturtmaya çalıştığı da bir gerçektir. Özellikle bu kapsamda Irak’ın kuzeyi ile ilgili bir problem yaşanmamasını, bölgeden çekilmesi halinde dahi bu yapının muhafaza edilmesini ve yaşamasını hesapladığı anlaşılmaktadır. ABD’nin dünya hâkimiyet politikasının önemli bir ayağı olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) gerçekleştirilmesinde, bölgede Türkiye’nin desteğine ihtiyaç duymaya devam ettiği, “Ilımlı İslam” anlayışını Türkiye odaklı olarak bölgeye yerleştirmek arzusunda olduğu bilinmektedir. Bu nedenle birlikte çalışmayı tercih ettiği Türkiye’deki mevcut yönetimi, daha fazla zor duruma düşürmenin kendi menfaatlerine uygun olmadığı kanaatine vardığı da söylenebilir. ABD 49 Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76 Armağan Kuloğlu Ulusal İstihbarat Konseyi’nin yayımladığı “Küresel Eğilimler 2025: Dönüşen Bir Dünya” başlıklı raporunda, diğer konuların yanında Türkiye’nin gelecekte daha az laik, daha az demokratik, buna karşılık daha fazla İslam bir görünümde olacağı belirtilmiştir (Gürsel, 2008). Bu tip raporlar, mevcut verilerden hareketle geleceğe yönelik beklentileri göstermekle birlikte, aynı zamanda görülmesi istenen durumu da yansıttığı düşünülmektedir. ABD’nin Türkiye için düşündüğü “ılımlı İslam” anlayışının, yeni yönetim tarafından, değişim ve dönüşüm anlayışı çerçevesinde daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük, insan haklarına saygı gibi insan yaşamında daima ön planda tutulacak yaklaşımlarla ön plana çıkarılabileceği ve bunların da laiklik karşıtı hareketlerin kılıfı olarak kullanılması tehlikesini yaratabileceği göz önünde tutulmalıdır. Bilindiği üzere Afganistan’da Taliban güçleri ile mücadele devam etmekte ve istikrar henüz sağlanamamış durumdadır. Bu konuda ABD, diğer NATO ülkeleri ile birlikte Türkiye’den de mücadelede daha fazla rol oynamasını talep etmektedir. Nitekim ABD Savunma Bakanı Robert Gates’in Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’e bir mektup göndererek bu katkıyı istediği ve bunu Türkiye’ye yaptığı ziyarette de dile getirdiği anlaşılmaktadır. Mektupta, “Türkiye’nin Afganistan’a operasyonel birlikler göndermesi ve bu birliklerin ülkenin güney ve doğusunda ABD komutasındaki NATO birlikleriyle birlikte Taliban ve El-Kaide’ye karşı operasyonlara katılması istenmektedir. Eğer daha fazla kuvvet gönderilemeyecekse halen Afganistan’da görev yapan Türk askerlerinin görev talimatında değişiklik yapılıp kısıtlamaların kaldırılarak, Kabil bölgesi dışında da harekât yapma olanağının sağlanması” talep edilmektedir (www.ulusalkanal.com.tr). Hatta ISAF’ın komutasının bir kere daha üslenilmesinin talep edildiği de söylenmektedir. Bu konun da 5 Kasım’daki görüşme ve sonrasında, PKK ile müşterek mücadeleye karşılık doğrudan veya dolaylı olarak talep edilenler içinde yer aldığını dair düşüncelere rastlamak mümkündür. 50 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76 Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri ABD Başkanlığına seçilen Obama’nın Irak’tan kuvvet çekme, kuvvetlerin bir kısmını Afganistan’a aktarma ve NATO’nun Afganistan’da daha aktif görev yapmasını planlaması ve Gates’e yeni kabinede, rakip partiye ait olmasına rağmen aynı görevi vermesi, ABD’nin bu konudaki politika ve düşüncelerinin devam ettiğini göstermektedir. Ayrıca ABD’nin oluşturmak istediği Füze Savunma Projesinin bir ayağının da Türkiye’de tesis edilebilmesi için bazı temaslar yapıldığı bilinmektedir. Bu konunun da talepler arasında yer alabileceği kıymetlendirilmektedir. ABD’nin tutum değişikliğine sebep olan konular arasında, ABD-İran gerginliğinde Türkiye’nin desteğini kazanmak olduğu da düşünülebilir. Stratejik ortaklık yaklaşımı ABD’nin Türkiye’ye PKK terörü ile mücadelede verdiği desteğin karşılığında yukarıda belirtilen beklentiler içine girdiği, hatta Türkiye tarafından bu konuda tavizler verildiği söylenebilir ve bu konuda daha önce de açıklandığı gibi çeşitli değerlendirmeler de yapılabilir. Hatta bunların büyük bir bölümü doğru da olabilir. Ancak burada önemli olan Türkiye’nin menfaatlerini gözetmek ve ABD’ye sağlanabilecek olanakların Türkiye’ye zarar getirmemesini, mümkün olduğunda “kazan-kazan” anlayışı çerçevesinde fayda getirmesini sağlamak, konuyu körü körüne stratejik ortaklık çerçevesine oturtmamaktır. Türkiye ile ABD, ne geçmişte stratejik ortak olmuştur, ne şimdi, ne de gelecekte olacaktır. Stratejik ortaklık demek, uluslararası ilişkilerde müşterek politika üretmek ve bunu birlikte uygulamaktır. Bunun için de geniş çapta müşterek menfaatlerin olması gerekir. ABD küresel politika uygulamakta, Türkiye ise bölgesel politikaları esas almaktadır. Bölgedeki ABD çıkarları ile Türkiye’nin çıkarları üstelik çatışmaktadır. Örneğin; Irak’ın istikrarı Türkiye için de önemli olmasına rağmen Türkiye’nin önceliği, Irak’ta kendi toprak bütünlüğünü tehdit edecek bir durumun ortaya çıkmasını önlemektir. Bu sebeple, Türkiye için, Irak’ın toprak bütünlüğünü korumaktan daha önemli ve acil bir mesele bulunmamaktadır. Bölünmüş Irak, 51 Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76 Armağan Kuloğlu eğer ülkedeki tüm aktörleri memnun ederse istikrarlı olabilir. Fakat bu durum, Türkiye tarafından hoş karşılanmayacaktır. Benzer şekilde, birleşik bir Irak, istikrarsız olabilir ve komşularını tehdit edebilir; ama bu olasılık Türkiye tarafından, kendisi için ‘var oluş’ sorunu oluşturmadığı sürece kabul edilebilir (Aydın, 2008: 73). Stratejik ortaklığa örnek olarak ABD-İngiltere, ABD-İsrail ve kısmen ABDKanada stratejik ortaklığını gösterebiliriz. Bizim ABD ile olan ilişkilerimiz, NATO ve ikili anlaşmalarla “Müttefiklik” anlayışı çerçevesindedir. Bu müttefiklik ilişkisini stratejik kapsamda düşünmek de mümkündür. Müttefiklik ve özellikle stratejik müttefiklik ilişkileri karşılıklı menfaate, al-ver ilişkisine dayanır. Müşterek menfaatleri ve karşılıklı olarak birbirinin menfaatine zarar vermeyen konuları kapsar. Bu nedenle PKK terörü ile mücadelede ABD’nin verdiği ve vereceği desteği bu anlayışla ele almakta yarar görülmektedir. ABD’nin bu ilişkiyi hep tek taraflı ve kendi menfaatine yönelik olarak düşündüğü hatırda tutulmalıdır. Bu nedenle tüm ilişkilerde ve özellikle güvenliğimizi ilgilendiren yaklaşımlarda, ABD’ye düşüncesizce güvenmenin birçok mahsur yarattığını geçmişte yaşanan olaylar göstermiştir. TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİNDE İRAN FAKTÖRÜ VE PKK İran ve Türkiye’nin tarih boyunca çok büyük düşmanlıklar içinde olmamakla birlikte, bölgede etkinlik sağlayabilmek için birbirleri ile sürekli rekabet içinde olduğunu görmekteyiz. Bu nedenle zaman zaman gerginlikler yaşandığına şahit olmaktayız. İran’ın, Türkiye’yi zayıf duruma düşürmek için terörü desteklediğini, rejimini muhafaza etmek ve yaymak için ihraç politikası uyguladığını yakın geçmişte yaşadık. Ancak İran son yıllarda Türkiye ile yakınlaşma politikası uygulamakta, siyasi, askeri ve ekonomik alanda ilişkileri geliştirmek istemektedir. İran’ın hem kendi topraklarında, hem de sınırın Irak tarafında, PKK terör örgütünün uzantısı olan PEJAK terör örgütü ile mücadeleye giriştiği, teröre karşı Türkiye ile bir iletişim 52 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76 Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri içinde olduğu gözlemlenmektedir. Bu yakınlaşmayı, üzerindeki ABD baskısı nedeniyle Türkiye’nin desteğini kazanmak istemesi, aynı zamanda Irak’ın kuzeyindeki Kürt bölgesi oluşumunun ve bölgede gelişmekte olan Kürtçülük hareketinin Büyük Kürdistan beklentisi ile kendisine de tehdit olacağı düşünceleri ile gerçekleştirdiği değerlendirilmektedir. Türkiye’nin de iyi komşuluk münasebetleri, güvenlik ve ekonomik menfaatleri çerçevesinde bu yakınlaşmaya cevap verdiğini, ancak bunu güven sorunu nedeniyle ölçülü tuttuğunu söylemek mümkündür. Ancak İran’ın bu mücadeleyi, ABD’nin PEJAK üzerinden İran’a karşı yürüttüğü “Vekâleten Savaş’tan” dolayı ABD’ye karşı yaptığını da göz ardı etmemek gerekir. Ayrıca İran, bölücü terör örgütü PKK’nın ve Irak’ın kuzeyindeki yapının Türkiye’ye verdiği rahatsızlık ve bu konulardaki ABD desteğinin, ABD-Türkiye ilişkilerini zedelediğini ve Türkiye’yi ABD’den uzaklaştırdığını yakınlaştıracağını görmekte, bu hesaplamaktadır. gelişmelerin İran, ABD Türkiye’yi ile olan kendisine anlaşmazlıkta Türkiye’nin desteğini aramaktadır. ABD de, Türkiye’nin olası bir müdahalede veya müdahale olmasa dahi gerginlik safhasında, kendi istediği istikamette hareket etmesini, Batı Kulübü içinde kalmasını ve İran ile olan ilişkilerini sınırlamasını arzu etmektedir (Kuloğlu, 2007). Bu nedenle İran’ın; PKK ile mücadelede Türkiye ile yapmakta olduğu anlaşılan işbirliği ve koordinasyonu belli bir noktaya kadar götüreceği, PKK terörünün sona ermesinin, Türkiye’yi İran’dan yeniden uzaklaştırıp, ABD’ye yaklaştıracağı kaygısıyla sınırlı ve kontrollü tutacağı değerlendirilmektedir. ABD’nin İran ile ilgili yeni politikasında İran’a karşı bir açılım öngörülmektedir. Bu açılımla birlikte alt seviyeden başlayıp, gelişecek duruma göre üst seviyelere çıkabilecek diplomatik temasları gerçekleştirecekleri ve buna bağlı olarak da diğer sahalarda görüşmeler yapabilecekleri ifade edilmektedir. Bu açılımların olumlu sonuçlanmaması halinde, uluslararası topluma ve BM’ye, ABD’nin iyi niyetle elinden geleni yaptığını, ancak sonuç 53 Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76 Armağan Kuloğlu almanın mümkün olamadığını göstererek İran’a karşı yaptırımlar uygulama ve uygulatmayı düşündükleri, sonuçta müdahaleye kadar giden bir yolu takip edecekleri söylenmektedir.1 Diğer taraftan nükleer bir İran’ın bölgesel etkinliği ve inisiyatifi doğal olarak ele geçireceği ve Türkiye’nin etkinliğini sınırlayacağı, tehdit algılamasında değişikliklere sebep olabileceği de dikkate alınmalıdır. PKK İLE MÜCADELEDE GERÇEKLEŞTİRİLEN SINIR ÖTESİ HAVA VE KARA OPERASYONLARI PKK ile aralıksız olarak sürdürülen mücadele, başlangıç bölümünde yaşanan gelişmelerin ardından hükümetin TSK’ya sınır ötesi harekât yetkisini vermesini müteakip, 16 Aralık 2007 tarihinden itibaren sınır içinde yapılan operasyonlarla birlikte sınır ötesi hava operasyonları ile de devam ettirilmiştir. Mevsim şartları nedeniyle ve ABD ile bu konuda mutabakat sağlanamadığı düşüncesi ile sınır ötesi operasyonun yapılamayacağı beklentisi hâkimken, aralıklarla yapılan hava operasyonlarının ardından beklenmedik bir şekilde ve baskın tarzında bir kara operasyonu da gerçekleştirilmiştir. Özellikle hava operasyonlarının, PKK’nın lojistik, komuta kontrol ve muhabere tesislerinde etkili hasarlara sebep olduğu anlaşılmaktadır. Kara operasyonu ile de bu etki derinleştirilmiş, PKK’ya zayiat verdirilmiş ve üzerinde baskı oluşturulmuştur. Aslında terör örgütünün haberleşme, malzeme depoları ve terör eylemlerini planladıkları yerler için bu ifadelerin kullanılması mahsurlu gibi görülebilir. Ancak PKK terör örgütü, Irak’ın kuzeyinde kendisini o kadar güvende hissetmiş, o kadar rahat bir şekilde finans, lojistik ve insan kaynağı desteği almış, o kadar elverişli bir ortamda eğitim yapmış, organize olmuş, terör eylemleri için planlama yapmış ki, artık bir terör örgütünün sahip olması gereken olanakların çok üstüne çıkarak düzenli 1 ABD Büyükelçiliği tarafından düzenlenen, Armağan Kuloğlu’nun da katıldığı ve ABD Dışişleri Bakanlığı İran İşleri Direktörü Todd P.Schwartz’ın esas konuk olarak bulunduğu dar çerçeveli iş yemeği. (16 Kasım 2008). 54 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76 Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri orduların sahip olabileceği imkânlara sahip olmuştur. Bu nedenle yukarıda ifade edilen tabirlerin, gelinen durumun vahametinin anlaşılması açısından kullanıldığını bilmekte yarar bulunmaktadır. Tabii bu gelinen aşamada, ABD’nin duyarsız kalmasının, Türkiye’nin sınır ötesi operasyonunu arzu etmediğini defalarca söylemesinin etkisi büyüktür. Irak’ın kuzeyindeki yönetimin PKK’ya verdiği desteğin ve örgüte sağladığı himayenin de bunda etkisi olmuştur. Sınır ötesi hava operasyonları ve uzun menzilli silahlarla hedeflerin etki altına alınmasının ardından yapılan kara operasyonu; mevsim şartları, planlama, teknolojik imkân ve buna olan hâkimiyet, malzeme ve teçhizatın uygun kullanımı, koordinasyon, eğitim yeteneği, dayanıklılık, azim, irade ve cesaret açısından askeri okullarda ve akademilerde ders olarak okutulabilecek düzeyde olağanüstü başarılıdır. Derin karda ve şiddetli soğuklarda uygulanan muharebe teknikleri, gece icra edilen uçarbirlik harekâtı ve bu harekâta hava, taarruz helikopterleri ve topçu ile sağlanan ateş desteği ve harekâtın devamındaki lojistik destek son derece koordineli ve başarılı olarak gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen harekâttaki üstün planlama ve birliklerin uygulamadaki üstün kabiliyetinin yanında, planlanan zamanda icra edilen çekilme harekâtı da son derece senkronize ve başarılı olmuştur. Çekilmede esas, düşmana hiçbir emare vermeden ve birlikleri zafiyete düşürmeden harekât icra etmektir. Ayrıca taktik alandaki çekilme harekâtının strateji ve politika ile uyumlu yapılması da önemlidir. Bu uygulama da ders mahiyetindedir. Çekilme, bölgeden çekilme ile ilgili değil, sadece bu sınırlı harekât ile ilgili bir durumdur. Harekâtın maksadının; PKK terör örgütünün etkisiz hale getirilmesi, alt yapısının bozulması, Irak’ın kuzeyinin örgüt için sürekli ve güvenli bir bölge olmaktan çıkarılması olarak belirtilmiştir. Bugüne kadar yapılan operasyonlarla bu maksadın gerçekleştirilmesinde önemli adımlar atıldığı görülmektedir. Örgütün başarı ümidinin, mücadeleye devam etme azim ve 55 Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76 Armağan Kuloğlu iradesinin zayıfladığı müşahede edilmekte, yer yer çözülmelerin başladığına şahit olunmaktadır. Ancak ne kadar zayıflarsa zayıflasın örgütün, bir terör örgütü olması özelliğinden dolayı illegal olduğu, sürekli saklandığı, kendi istediği yerde, zamanda ve tarzda eylem yapabilme inisiyatifine sahip olduğu unutulmamalıdır. Ayakta kalmasının eylem yapmasına bağlı olduğu dikkate alınmalıdır. Yer yer yaptığı ve yapacağı eylemlerin, onun çok güçlü olduğu anlamına gelmemesi gerektiği, onunla mücadelede şehit vermenin de gazi olmanın da işin tabiatında olduğu bilinmelidir. Yapılan eylemleri onun başarısı imiş gibi göstermek ve TSK’nın itibarını zedelemeye çalışmak işbirlikçilik olarak nitelendirilmelidir. PKK terör örgütü ile mücadeleye bundan sonra, elde edilecek istihbarata göre ve duyulacak ihtiyaca göre, sınırlarımız içinde olduğu gibi sınır ötesinde de hava ve kara operasyonları şeklinde devam edilmesi beklenmektedir. Sınır ötesi kara operasyonlarının da çoğunlukla küçük birliklerle uçarbirlik harekâtı şeklinde gerçekleştirilecek bir seri nokta operasyonları olarak uygulanacağı değerlendirilmektedir. Ayrıca, örgütü etkisiz hale getirmek ve askeri alanda mağlup etmek, başarı ümitlerini yok etmek için yeri ve zamanı geldiğinde, ABD ile düzeldiği varsayılan müttefiklik ilişkileri çerçevesinde fırsatları da iyi değerlendirerek yapılacak kapsamlı bir kara harekâtı ve bunun devamının getirilmesi de gerekli görülebilir. Bu harekât hem PKK’nın daha da etkisiz hale getirilmesine imkân yaratacak, hem de Irak’ın kuzeyindeki yönetimin siyasi gücünü biraz daha aşağıya çekerek tehdit oluşturma olanağını zayıflatacak ve güçlü yönetim sürecini kesintiye uğratacaktır. Bu konuda duyulacak ihtiyaç, hiçbir düşünce ile ertelenmemeli veya bundan vazgeçilmemelidir. Örgüt üzerinde oluşturulan bu baskı devam ettirilmeli, yakalanan ivme sürdürülmelidir. Bu konuda gerektiğinde ABD’ye rağmen inisiyatif kullanmaktan çekinilmemelidir. Çünkü bu konu, Türkiye’nin meşru müdafaa hakkını kullanması anlamını taşır. 56 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76 Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri SINIR ÖTESİ OPERASYONLARIN SONUÇLARI Operasyon uygulamaları, uluslararası alanda Türkiye’nin hem siyasi, hem de askeri açıdan güçlü bir bölge devleti olduğunun bir göstergesi olarak algılanmıştır. TSK’nın elinde bulunan imkânların üstünlüğünün ve bunları kullanmadaki maharetinin, eğitim düzeyinin, mücadele azim ve iradesinin dosta güven, düşmana korku verdiği görülmüştür. Operasyonların, PKK terör örgütünün yeniden güç kazanıp, silahlı güç sayısını 10.000’e kadar arttırma ve yeni eylemler yapma imkânını ortadan kaldırdığı öğrenilmiştir. Örgütün güçlenmesinin aksine güç kaybetmesine, alt yapısının bozulmasına, Irak’ın kuzeyinin artık kendileri için güvenli bir bölge olmadığı kanaatinin oluşmasına sebep olmuştur. Örgütün zayıflamasının yanında, örgüt içi liderlik mücadelesi ve birbirini suçlamalara varan bir yolun açılması sürecinin başladığı görülmüştür. Bazı çözülmelerin olduğu da gözlemlenmiştir. Sınır ötesi operasyonlar, Türkiye’nin ABD yönetimindeki Irak’a operasyon düzenleyemeyeceği, özelliklede kara harekâtı yapamayacağı düşüncelerinin kırılmasına, sürdürülen menfi propagandanın da sona erdirilmesine imkân yaratmıştır (Balbay, 10 Mart 2008). Barzani yönetiminin kendi bölgesindeki ve Türkiye’deki siyasi etkinliği zayıflamıştır. KARA OPERASYONU SONRASI YAŞANAN GELİŞMELER TSK’nın gerçekleştirdiği kara operasyonu bilindiği üzere sekiz gün kadar sürmüş ve ardından birlikler geri çekilmiştir. Bazı çevreler tarafından, bu harekâtın devam ettirilmesi imkânının bulunduğu ve PKK terör örgütünün tamamen etkisiz hale getirilmesine kadar sürdürülmesi gerektiği, çekilmenin ABD istek ve baskısı ile icra edildiği ifade edilerek hem yönetim, hem de TSK bu konuda ileri düzeylere varacak tarzda tenkit edilmiştir. Özellikle TSK tarafından yapılan açıklamalarda, harekâtın bu şekilde planlandığı ve planın gereği olarak çekilmenin gerçekleştirildiği, ABD’nin bu konuda bir baskısının söz konusu olmadığı ısrarla belirtilmiştir. 57 Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76 Armağan Kuloğlu Derin karda ve şiddetli soğuklarda uygulanan muharebe teknikleri vardır. Birliklerin bu ortamda muharebe edebilmesi için uygun teçhizat, malzeme ve eğitime sahip olması bir zarurettir. TSK da bu şartlarda muharebe ettiğini ve edebileceğini ispatlamıştır. Derin karda ve şiddetli soğuklarda sınır ötesinde terörle ve teröristle mücadele konusunda dünyada bir uygulama olmadığı gibi, bu konuda bilgi ve tecrübe de mevcut değildir. Bu nedenle TSK’nın sınır ötesinde gerçekleştirdiği harekâtın zorluğunu, harekâtın örgüt üzerinde yarattığı baskın tesiri ve şaşkınlığı ve bu zor şartlar altında elde ettiği başarıyı görmemezlikten gelerek tenkitte bulunmak, TSK’da kırgınlık yaratmış, harekâtta verilen şehitlere saygısızlık olarak algılanmış ve bunlar mücadele kararlığını zedeleyici davranışlar olarak nitelendirilmiştir. Bu harekât arzu edilmeyen şekilde bir siyasi malzeme olarak kullanılmak istenmiştir. İç siyasetteki bu talihsiz yaklaşımlar, maalesef ülkenin hem dış itibarını zedelemekte, elde edilen askeri başarının siyasi kazanıma dönüştürülmesini engellemekte ve TSK’nın yaptığı mücadeleye zarar vermektedir. Bu yaklaşımlardan ve düşüncelerden süratle uzaklaşılması ve bu konuda bir daha polemiğe girilmemesi önem arz etmektedir. ABD İÇİN IRAK’IN KUZEYİNİN ÖNEMİ ABD BOP’un gerçekleştirilmesi maksadı ile Afganistan’a askeri harekât gerçekleştirmiş ve buradaki mevcudiyeti ile Orta Asya’da etkili olmayı planlamış, Kafkasya’da renkli devrimler yaptırarak bu bölgeyi kontrol edeceğini düşünmüş, Irak’a müdahale ederek de Ortadoğu’da hâkimiyet kuracağını hesaplamıştır. Ancak Afganistan’da henüz tam bir istikrar sağlanamamış, hatta bu durumun NATO’nun geleceğini ilgilendirdiği de ifade edilmiş, NATO üyelerinin katkılarını arttırmaları talep edilmiştir (Milliyet, 11 Şubat 2008). Irak’a müdahale ile İran ve Suriye üzerinde kurulması düşünülen baskı ise, ABD’nin Irak’ta istediği sonuca ulaşamaması nedeni ile gerçekleşememiştir. 58 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76 Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri ABD, iç politikanın da etkisi ile Irak’ta güç azaltma durumu ile karşı karşıya gelmiştir. ABD’nin Irak’tan askeri kuvvetlerinin büyük bir kısmını çekmesi halinde dahi, Irak’ın kuzeyinden vazgeçmesinin pek mümkün olamayacağı düşünülmektedir. ABD ile Irak arasında varılan güvenlik anlaşmasına göre ABD kuvvetlerinin 2011 sonuna kadar Irak’tan çekilmesi öngörülmektedir. Ancak bu durum ABD’nin Irak’ta etkinliğini sona erdireceği şeklinde algılanmamalı, Irak’ın kuzeyindeki düşüncelerinden vazgeçeceği anlamında hiç düşünülmemelidir. ABD çekilirken kuzeye yaslanabileceği dikkate alınmalıdır. Irak’ın kuzeyi, ABD açısından, sadece yüksek kalitede ve zengin petrol kaynaklarına sahip olmasının ötesinde stratejik öneme sahip bir bölge olarak nitelendirilmektedir. Çünkü bu bölge, İran’ı, Irak’ı, Suriye’yi ve Türkiye’yi doğrudan ve diğer Ortadoğu ülkelerini de dolaylı olarak etki altına alma özelliğine sahip, Doğu Akdeniz ile birlikte bölge üzerinde kontrol sağlamaya imkân veren bir özelliğe sahiptir. İsrail’in güvenliği açısından tampon oluşturacak durumdadır. Suriye ile İran’ın arasında işbirliğine ve birbirini desteklemeye engel olabilecek niteliktedir. Bu nedenlerle Irak’ın kuzeyi, ABD tarafından vazgeçilemeyecek bir bölge olarak görülmekte, bölgede kurulacak ABD hâkimiyetindeki bir yönetim ve bölgede geliştirilecek üslerin, ABD etkinliğine hizmet edeceği hesaplanmaktadır. ABD’nin Irak ve kuzeyi ile ilgili politikasını bu çerçevede mütalâa etmekte fayda görülmektedir. Ancak bu politikanın Türkiye’nin aleyhine oluşmaması için de dikkatli olunmalı, böyle bir duruma müsamaha gösterilmemeli ve müsaade edilmemelidir. ABD POLİTİKALARININ TÜRKİYE’NİN GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ ABD’nin Irak’ta hâkim güç olduğu ve bu bölgede yapılacak her türlü girişimin kendi inisiyatifiyle ve bilgisi dahilinde yapılmasını arzu ettiği bir gerçektir. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) geçerliliğini muhafaza etmektedir. ABD, Türkiye’yi bu projede kullanmak istemekte ve hatta bu projenin bir parçası 59 Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76 Armağan Kuloğlu olarak görmektedir. ABD’nin “ılımlı İslam” anlayışını Türkiye’ye yerleştirme çabası içinde olduğu, ayrıca ABD’de barındırdığı bir cemaat lideri vasıtasıyla Türkiye’ye ve bölgeye etki etmeye çalıştığı, aslında bir aldatmaca olan “Medeniyetler İttifakı Projesi”ne Türkiye’yi de ortak ederek bu açılımı güçlendirmeyi düşündüğü değerlendirilmektedir. Türkiye’deki yönetim de buna uyum sağlamaktadır. Irak’ın ve özellikle Irak’ın kuzeyinin ABD açısından stratejik öneme sahip olduğu da bilinmektedir. AB’nin de, Türkiye’nin AB giriş sürecindeki aşırı hevesinden istifade ile birtakım siyasi isteklerde ve yaptırımlarda bulunduğu, bunların başında da Türkiye’deki Kürt kökenli vatandaşlarımız olmak üzere başlıca etnik nüfusa kolektif haklar tanınması ve bunların azınlık olarak kabul edilmesi yönünde baskı yaptığı bilinmektedir. ABD’nin bölge kontrolünde etkili olabilmesi için bir Kürdistan projesinin bulunduğu ve bunu gerçekleştirebilmek için, Irak, Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetim, PKK ve Türkiye’deki iç siyaset arasında bir denge kurmayı ve buna AB’nin de katkı sağlamasını planladığı değerlendirilmektedir. Bu plan gereği PKK’nın uzun bir süre Türkiye’yi yıpratmasına göz yumduğu, PKK’yı bölgede kullanabilmek amacıyla dolaylı olarak desteklediği, Türkiye olan ilişkiler kopma noktasına geldiğinde bir manevra ile PKK’yı müşterek düşman ilan ederek Türkiye’nin mücadelesine bir müddet için destek verdiği kıymetlendirilmektedir. Bu mücadelenin ardından Türkiye’nin PKK ile siyasi alanda bir çözüme gitmesi gerektiği konusunda yaklaşımlarda bulunduğu görülmektedir. Nitekim her ne kadar Beyaz Saray Sözcüsü tarafından düzeltme yoluna gidilmişse de, Irak’taki Çok Uluslu Kuvvetler Komutan Yardımcısı ve Merkezi Kuvvetler Komutanının, PKK ile diyalog ve uzlaşma gerektiği yönündeki açıklamaları bunun bir göstergesidir (Milliyet, 07 Mart 2008). Güvenlik başka bir ülkeye ve organizasyona devredilemeyecek kadar önemli, hatta hayati bir konudur. Bu konuda ABD dahil hiçbir ülke ve organizasyonun telkin ve isteklerine itibar edilmemeli, ilgi gösterilmemelidir. 60 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76 Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri TSK’nın Irak’ın kuzeyine PKK terör örgütüne yönelik yaptığı kara operasyonunu, ABD’nin isteğini dikkate alarak aniden sona erdirdiği şeklindeki algılamanın, ABD’nin yukarıda ifade edilen denge politikasının bir parçası dahilinde kasıtlı olarak yaptığı da düşünülmelidir. ABD politikası gereği Kürtleri müttefik olarak görmüş ve Irak’ın kuzeyindeki yapının güçlenmesini sağlamıştır. Türkiye’nin PKK ile mücadele kapsamında Irak’ın kuzeyine yaptığı harekât, yerel yönetimin politik gücünü aşağıya çektiği, sözde olan egemenliğini ihlal ettiği ve dava birlikteliğinde olduğu PKK’yı hedef aldığı için Kürtleri gücendirmiştir. ABD’nin, Kürtlerin gönlünü almak için Türkiye’nin ABD’nin kontrolünde harekâtı başlattığı ve sona erdirilmesinin de kendi kontrolünde olduğunu göstermek için, harekâtın sona erdirilmesine yakın bir zamanda bu yönde ifadelerde bulunduğu düşünülmektedir. TSK’nın Irak’ın kuzeyine yaptığı her operasyondan, sağlanan mutabakat gereği ABD bilgilendirilmektedir. Bu nedenle ABD’nin, sınır ötesi operasyonun TSK tarafından ne zaman sona erdirileceği konusunda bilgi sahibi olduğu, ancak PKK’ya karşı yürütülen operasyonda Türkiye’ye verdiği destek ile Bağdat ve Erbil yönetimlerinin gönlünü alma noktasında bir denge sağlamak için böyle bir intiba yaratma yoluna gittiği değerlendirilmektedir. Irak’ın kuzeyindeki Barzani yönetiminin önce Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt Devleti kurmayı, buna paralel olarak Türkiye’nin güneydoğusundaki ayrılıkçı hareketleri destekleyerek ideallerinde olan sözde Büyük Kürdistan’ın kuzey ayağını oluşturmayı, daha sonrada doğu ve batı ayaklarını bu yapıya monte etmeyi hedeflediği bilinmektedir. Yönetim, bunun imkânlara ve zamana bağlı olduğunu söylemekten de geri kalmamaktadır. Bu gerçekten hareketle Talabani, Barzani, ve PKK’ın bir bütünün parçaları, onları birleştiren dış gücün ise ABD ve AB olduğunu söylemek mümkündür. Bu nedenle Talabani’nin Türkiye’yi ziyareti, Bağdat, Erbil, PKK, Türkiye’deki bölücü siyaset temsilcileri ve ABD tarafından olumlu karşılanmıştır (Manisalı, 10 61 Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76 Armağan Kuloğlu Mart 2008). Ayrıca ABD Başkan Yardımcısı Cheney’in, Türkiye ziyaretinden hemen önce Erbil’i ziyareti ve yönetime verdiği desteği de hesaba katmak gerekir. Erbil’de coşkulu bir şekilde karşılanan Cheney’in, “ABD ile Kürtler arasında 1991 Körfez Savaşı’yla birlikte uçuşa yasak bölgenin hayata geçirildiği dönemde özel bir dostluk başladı. Bugün de ABD ve Irak arasındaki yeni stratejik ilişkiler oluşturulmasında ve önemli federal yasaların geçirilmesi konusunda “Sayın Barzani’nin liderliğine güveniyoruz” şeklindeki beyanı dikkat çekicidir (Vatan, 19 Mart 2008). ABD’nin, Türkiye’nin Güneydoğusu ile Irak’ın kuzeyi arasında ekonomik ilişkileri yoğunlaştırarak tek bir ekonomik bölge oluşturma arzusunda olduğu ve bu konuya çaba sarf ettiği bilinmektedir. ABD Büyükelçiliği ve özellikle Adana Konsolosu’nun güneydoğudaki çeşitli girişimlerini ve bu bölgedeki kurum, kuruluş ve faaliyetleri Barzani’ye monte etme girişimleri de dikkate alınmalıdır (Akbaş, 2007). Diğer taraftan Türkiye’deki yönetim tarafından önce ABD Savunma Bakanı Gates’e, daha sonra da kamuoyuna “Kürt Paketi” adı altında bir takım projeler açıklanmıştır. Bunun önce Türkiye’de bilinmesi ve tartışılması gerekirken, sanki hesap veriyormuş, ABD’nin siyasi açılım isteği yerine getiriliyormuş gibi öncelikle ABD Savunma Bakanı’na açıklanmasından endişe duyulmuştur (Milliyet, 07 Mart 2008). Bu ve buna benzer diğer uygulamalar, Türkiye’deki yönetimin, ABD ve AB’ye, özellikle ABD’ye bağlı olarak hareket ettiği hissini güçlendirmektedir. Gelişen olaylar sonucunda Türkiye, Irak’ın kuzeyindeki yönetimle resmi sayılabilecek, en azından yarı resmi düzeyde iletişim kurmaya başlamıştır. Bu durum yerel yönetime politik güç kazandırmıştır. ABD’nin başkan seviyesinde yerel yönetim liderini Beyaz Saray’a kabul etmesi ve resmi görüşmeler yapması bu gücü daha da arttırmıştır. Obama’nın ABD Başkanı olarak seçilmesinin, bu konuda yeni bir gelişmeyi de beraberinde getirebileceği değerlendirilmektedir. 62 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76 Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri Obama seçim vaatleri içinde en kısa zamanda Irak’tan askeri gücünü çekeceğini, Afganistan konusuna önem vereceğini, NATO’yu ön plana çıkaracağını ifade etmiştir. ABD’nin askeri gücünü Irak’tan çekeceğini belirtmesi, Irak’ın kuzeyindeki yönetimde, Türkiye tehdidinin artacağı, dolayısı ile devletleşme politikasının zayıflayabileceği telaşını yaratmıştır. Nitekim yeni onaylanarak yürürlüğe giren ABD ile Irak arasındaki güvenlik anlaşması sonucunda, ABD askerlerinin 2011 yılı sonuna kadar Irak’tan çekilmesi söz konusudur. Bu nedenle yerel yönetim, kendilerini ilgilendiren bu konuda, ABD’nin Türkiye üzerindeki baskısını arttırmasını talep edebilir. ABD de bölgeden çekilirken, Irak ve petrolü üzerindeki menfaatlerini korumak maksadıyla, kendisine müzahir olarak gördüğü Irak’ın kuzeyindeki yapının güçlenmesi yönünde hareket edebilir. Diğer taraftan yine güvenlik anlaşması gereği Irak hava sahasının kontrolü Irak’ın denetimine geçecektir. PKK ile mücadele ekseninde ABD ile sürdürülen mutabakata göre, TSK’ya ihtiyaç duyduğunda Irak hava sahasını açması ve kara çatışma kurallarını uygulaması konusunun Irak tarafından devam ettirilmesi konusu da önem kazanmaktadır. Bu konudaki muhtemel gelişmeleri önceden değerlendirip, tedbir almakta yarar görülmektedir. TÜRKİYE’NİN IRAK VE IRAK’IN KUZEYİ POLİTİKASI VE DEVLET KURUMLARININ BUNA BAKIŞI Türkiye’nin resmi devlet politikası, Irak’ın siyasi bütünlük içinde toprak bütünlüğüdür. ABD’nin Irak’a müdahalesinden sonra çeşitli kesimler tarafından dile getirilen Irak’ın parçalanma düşüncelerine ve bu konuda gelişen olaylara rağmen bu politikada genel anlamda bir değişiklik olmamıştır. Ancak Irak’ın kuzeyindeki yönetimin, gittikçe devletleşme yolunda attığı adımları da görmezlikten gelmek mümkün değildir. Kuzeydeki yapının ABD tarafından himaye edilmesi sonucunda güçlenen otonom yapının, en azından bu 63 Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76 Armağan Kuloğlu konumunu muhafaza etmekle, devletleşme arasında gidip geldiğini söylemek mümkündür. Kerkük merkezli Kürdistan hesapları yapan Mesud Barzani, Irak’a komşu ülkeler üzerinde operasyonlar yaparak hareket sahasını genişletmek istemektedir. Bu hesapların başında da Türkiye gelmektedir. Türkiye üzerinde geçmişte bir tabanı olan Barzani farklı alanlar üzerinden Türkiye’ye karşı operasyonlar uygulamaktadır. Bu operasyonları; siyasi, ekonomik, nüfuz ve dini faaliyet alanlarında sürdürmektedir. Barzani’nin hedefi, önce Irak’ta federal devlet çerçevesinde federe Kürdistan, sonra Irak’ın parçalanması ile Irak’ın kuzeyinde bağımsız Kürdistan ve devamında Türkiye, Suriye ve İran’ın parçalanması ile oluşacak sözde Büyük Kürdistan’dır (Akbaş, 2007). Bu nedenle kuzeydeki yapının güçlenmesi ve devamında bağımsız bir devlete dönüşmesi Türkiye açısından tehdittir. Sözde Büyük Kürdistan’ın güney ayağını oluşturacak bu yapının, ABD desteğini devam ettirerek Türkiye’deki ayrılıkçı Kürtçü hareketlerini siyasi, askeri ve sosyolojik olarak desteklemesi ve etkilemesi tehlikesi her zaman için mevcuttur. Hatta bu tehdidi yarı bağımsız sayılabilecek konfederasyon yapısı içinde güçlü bir yönetim olarak oluşturması da söz konusudur. Bu nedenlerle kuzeydeki yapının güçlenmesini önleyecek, ona bu imkânı vermeyecek politikalar üretilmesi ve uygulanması Türkiye açısından bir zarurettir. ABD’nin, Türkiye’nin bu yönetim ile barışık olarak yaşama niyet ve girişimlerine itibar etmemek güvenliğimiz açısından önem arz etmektedir. Ancak son birkaç yıldır, devletin dış politikaya ilişkin açıklamalarında, Irak’ın kuzeyinde oluşacak bağımsız bir devletin veya güçlü bir otonom yönetimin, Türkiye için tehdit teşkil ettiğine ve buna engel olunması gerektiğine dair bir ifadeye rastlanmamıştır. Siyasi, askeri ve ekonomik uygulamalarda da böyle bir politikanın gerektirdiği tedbirlerin alındığı da görülmemiştir. Aksine, sanki federatif bir yapıya razı olmuşuz gibi hareket edilmekte, ticaret yapıyoruz diye bu yönetim ekonomik olarak desteklenmekte, ABD ile görüş ayrılığına düşeriz 64 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76 Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri diye de siyasi ve askeri açıdan herhangi bir yaptırım düşünülmemektedir. Bu nedenle devlet kurumları arasında bazı görüş ayrılıkları oluşmakta, ancak dış politika hükümet tarafından yönetildiğinden, kurumlar arasında çatlak görülmesinin menfaatlerimize uygun olmayacağı düşüncesi ile şimdilik mutabakat varmış gibi hareket edilmektedir. Bu konudaki politikamız, gerçeklere ve menfaatlerimize uygun olmayıp, uygulanabilme olanağı bulunan bir görünüm de arz etmemekte, bu konuda netlik bulunmamaktadır. Duruma göre reaktif (tepkisel) ve değişken politikalar uygulanmaktadır. Politikaların sık değiştirilmesi hatadır. Hatta stratejilerde dahi uygulama esnasında değişiklik yapmak zafiyet yaratabilir. Ancak taktiklerde değişiklikler yapılabilir. Bu gerçeğin bilinmesinde ve zikzaklar çizen politikalara son verilmesinde, jeopolitik konumumuz ve gücümüzle orantılı politika tespit edilmesinde, tespit edilen politikanın da reaktif değil, kararlılıkla ve proaktif (ön alıcı) bir şekilde uygulanmasında fayda görülmektedir. Türkiye’nin kabul ettiği durum ve politikası, hatta uluslararası ilişkilerin doğası gereği, ülkeler arasındaki münasebetler devletten devlete yapılır. Ancak gerek ABD gerek Irak’ın merkezi yönetimi ve gerekse doğal olarak Irak’ın kuzeyindeki yönetim, Türkiye’nin “Irak Kürdistan’ı” olarak nitelendirilen yönetimi muhatap almasını ve bu yönetimin bağımsız bir yapı gibi kabul edilmesini istemektedir. Türkiye ABD’nin telkinleri, PKK ile mücadelede sağlanan mutabakat ve Irak’ın kuzeyi ile kurulan ticari bağ sonucunda, Irak’ın kuzeyindeki yapıyı muhatap alarak görüşme süreci içine girmiş ve sonuçlarını göremeyecek kadar hatalı bir tutum sergilemeye başlamıştır. Son zamanlarda yetkililerce, Irak’ın kuzeyindeki yönetim ile resmi ve yarı resmi görüşmelere başlanmıştır. Bunun devam ettirileceği anlaşılmaktadır. Bu durum, devlet politikalarından sapmalar olduğunu göstermektedir. Uygulamaya geçirilen yeni politikanın Türkiye’nin menfaatlerine uygun olmadığı değerlendirilmektedir. Medyanın ve sivil toplum örgütlerinin konuyu gündeme 65 Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76 Armağan Kuloğlu taşıması, devletin bütün unsurlarının bu konuyu düzeltmek için harekete geçmesi ülke çıkarları açısından elzem görülmektedir. PKK’NIN ETKİSİZ HALE GETİRİLMESİ MÜCADELESİ İLE TÜRKİYE’NİN IRAK’IN KUZEYİ POLİTİKASI ARASINDAKİ İLİŞKİ PKK, etnik esaslı bölücülüğü, uygulamadaki tabiri ile Kürtçülüğü esas alan, bunu terör yolu ile gündeme getiren, Türkiye’nin devleti ve ülkesi ile bölünmez bütünlüğüne kasteden bir terör örgütüdür. Ülke için tehdittir. Mutlaka bu tehdidin bertaraf edilmesi gerekir. Bu konuda gerek yurtiçinde, gerekse sınır ötesinde TSK’nın örgütle mücadelesi devam etmektedir. Ancak, sadece güvenlik güçlerinin mücadelesi, maalesef uluslararası ortamda destek gören bu örgütle mücadeleye yetmemektedir. Örgütün yurt dışından aldığı politik, sosyal, medya, finans ve lojistik desteğin kesilmesi, mücadelenin devletin bütün organları tarafından koordineli bir şekilde ve halkın desteğini almış olarak yapılması önem arz etmektedir. Örgütün yurt içinde bölücü siyaset yapanlar tarafından desteklendiği ve ülkede bir taban yaratmaya çalıştığı da bir gerçektir. PKK terör örgütü, Türkiye’ye yönelik terör faaliyetlerini Irak’ın kuzeyinden aldığı destekle yürütmektedir. Örgüt için bu bölge, başlangıç bölümünde de belirtildiği üzere Irak’ın ABD tarafından işgalinden sonra güvenli bir coğrafya haline gelmiştir. Kuzeydeki yönetim, kendi politik amaçlarına uygun olduğu için bu örgütü doğrudan ve dolaylı olarak desteklemekte ve himaye etmektedir. Diğer taraftan da kuzeydeki yönetim ABD tarafından desteklenmekte ve muhafaza edilmektedir. Ancak bu yönetimin güçlenmesinin Türkiye’ye tehdit oluşturduğu da bir gerçektir. Bu nedenle Irak’ın kuzeyine, PKK terör örgütünü etkisiz hale getirmek için yapılan her askeri harekât, bu yönetimde rahatsızlık yaratmaktadır. Çünkü yapılan operasyonlar kendisine karşı olmasa dahi, kendi davasını ve olmayan, fakat iddia ettiği egemenliğini zayıflatmaktadır. Bölgede ABD olduğu ve Irak’ın kuzeyindeki yönetimi desteklediği sürece Türkiye’nin 66 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76 Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri kendisine tehdit olarak gördüğü bu yönetime ve bölgeye karşı doğrudan bir harekât icra etmesi imkânsız değil, ama sıkıntılı bir durum olarak görülmektedir. Irak Cumhurbaşkanı Talabani Türkiye’ye yaptığı ziyarette gazeteciler ile de bir sohbet toplantısı yapmıştır. Bu toplantıda dikkat çeken nokta, Celal Talabani’nin sık sık Mesut Barzani’yi kollayan, onunla Türkiye arasındaki işbirliğinin güçlendirilmesini telkin eden tutum ve sözleridir (Cemal, 09 Mart 2008). Burada PKK ile mücadelede işbirliğinde adres olarak Irak’ın kuzeyindeki yönetim gösterilmektedir. Türkiye muhatap olarak Irak Devletini almakta, Irak’ın Devlet Başkanı Irak’ın kuzeyindeki yönetimin de muhatap alınmasını istemektedir. Gelinen durum, Irak Devlet Başkanı’nın dahi etnik düşüncelerle hareket ettiğini ve ayrıca ABD’nin arzusu istikametinde davrandığını göstermektedir. Bu nedenlerle PKK terör örgütünü etkisiz hale getirmek için Irak’ın kuzeyinde gerçekleştirilecek her operasyon, güçlenmesi durumunda Türkiye’ye tehdit teşkil edecek olan Irak’ın kuzeyindeki yönetimi de politik açıdan tedirgin edecek ve zayıflatacaktır. Bu gerçeğin akılda tutulmasında yarar görülmektedir. IRAK’IN YENİDEN YAPILANMASI KONUSUNDA BEKLENTİLER Irak’ın yeniden yapılanmasında en etkili güç olan ABD’nin dahi, Irak’ın nasıl bir yapıda olacağı konusunda tam bir düşünce sahibi olmadığı anlaşılmaktadır. ABD, bir taraftan Irak’ın toprak bütünlüğünün korunacağına dair güçlü ifadelerde bulunurken, diğer taraftan Irak’ın bölünmesi durumunda nasıl bir yönetim olabileceğine ilişkin çalışmalar yapmaktadır. Mevcut durumu değerlendirdiğimizde, Irak’ın bölünmesi halinde 3 bölgeye ayrılacağı, bunlardan birinin Sünni, diğerinin Şii, bir diğerini de Kürt bölgeleri olacağı anlaşılmaktadır. Ancak Şii bölgesinin ortaya çıkması, o bölgenin İran hâkimiyetine terk edileceği anlamına geleceğinden, ABD’nin böyle bir duruma sıcak bakması 67 Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76 Armağan Kuloğlu hem kendi bölge politikası, hem de buna paralel olarak İsrail’in güvenliği açısından tercih edilecek bir çözüm olarak düşünülmemektedir. Bölünmenin federal bir yapı içinde kalması durumunda dahi, bu konunun merkezi hükümetin gücü ile bağlantılı olarak oluşabileceği kıymetlendirilmektedir. Irak bayrağının yeniden düzenlenmesi ve bu bayrağın kuzey dahil diğer bölgelerde de müşterek bayrak olarak kullanılması, merkezi hükümetin olabileceği bir yapının kabul gördüğüne dair işaretler olarak algılanmaktadır. Ancak ister bölünsün, ister federal yapıda olsun, isterse siyasi bütünlük korunsun, her halükarda kuzeydeki yönetimin Irak içinde yegâne federatif yapıya sahip şimdilik özerk bir yapıda kalması, hem ABD tarafından, hem de bunu arzu eden Kürt yönetimi tarafından benimsenmiş durumdadır. Ayrıca bu duruma etnik bir yaklaşımla Irak Cumhurbaşkanı’nın da destek verdiği bilinmektedir. Bu özerk yapının merkezi hükümetle bağlantısının zayıf tutulması da her iki tarafça da tercih edilmektedir. Bu yapının bağımsız duruma gelmesinin ise zamana ve şartlara bağlı olduğu anlaşılmaktadır. Tabii bu konuda Türkiye’nin ortaya koyacağı tavır ve kararlılık önemli rol oynayacaktır. Irak’ın kuzeyinin yeni yapılanmada alacağı durum, hem Türkiye’nin güvenliği, hem de Türkmenlerin güvenliği, yönetimdeki etkinliği, hak ve menfaatleri açısından önem arz etmektedir. Bu nedenle konunun, olayların akışına terk edilemeyeceği, mutlaka etki sağlanması, yönlendirilmesi ve yönetilmesi gerektiği değerlendirilmektedir. BEKLENEN YAPILAR İÇİNDE KERKÜK’ÜN OLASI STATÜSÜ Bilindiği üzere Irak’ın kabul edilen anayasasının 140. maddesi gereğince Kerkük’ün statüsü konusunda bir referandum yapılması öngörülmüştür. Bu referandumun 2007 sonuna kadar gerçekleştirilmesi de karara bağlanmıştır. Ancak bu referandumdan önce normalleştirme çalışmalarının tamamlanması ve nüfus sayımının yapılması gerekmekteydi. Bu çalışmalar yapılamadığı gibi, gerçekleştirilecek referandumda Kerkük’ün Kürt bölgesine dahil edilmesi 68 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76 Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri yolunda karar çıkması için Kerkük’ün demografik yapısı Kürt yönetimi tarafından kasıtlı olarak değiştirilmiş, önceden planlı olarak tapu kayıtlarında tahrifat yapılmış, mezarlar dahi ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Bu duruma ABD tarafından, işgalden sonra bilinçli şekilde göz yumulduğu da bir gerçektir. Kerkük’ün bir Türkmen şehri olduğu bilinmektedir. Ancak buna rağmen, sahip olduğu petrol kaynakları, verimli toprak yapısı, geniş arazisi ve bu coğrafyadaki stratejik önemi nedeniyle bir Kürt vilayeti olarak mütalaa edilmesi ve Kürt bölgesine dahil edilmesi çalışmaları, bölgenin sahibi Türkmenler kadar, diğer Sünni ve Şii gruplar tarafından da kabul edilecek bir husus değildir. Ayrıca Türkiye’nin de, Kerkük’ün Kürt bölgesine dahil olmasına, Kürt yönetiminin ekonomik güç kazanacağı ve bu yolla politik gücünü de arttıracağı düşüncesi ile güvenlik açısından itirazı bulunmaktadır. Diğer taraftan Kerkük’ün yapısı, bir noktada Irak’ın yapısının kopyası gibi olduğundan, burada oluşacak bir kaosun Irak’ın tümüne yayılacağı endişesi de bulunmaktadır. Bir taraftan yapılacak referandumun sakıncaları anlaşıldığından, diğer taraftan da Türkiye ile ABD arasında başlatılan PKK ile mücadele ve bununla bağlantılı olarak diğer konulardaki işbirliği düşünceleri, bölgedeki Kürt yönetiminin eskisi kadar etkili olamayacağını göstermekte ve konu Türkiye’nin ve Türkmenlerin de isteği dikkate alınarak şimdilik ertelenmekte ve bir çıkış yolu aranmaktadır. Doğal olarak bu durum Kürt yerel yönetiminde hoşnutsuzluk yaratmaktadır. Kerkük konusunun bu duruma gelmesinin birçok sebebi vardır. Bunlardan en önemlisi, Türkiye’nin, cumhuriyetin kuruluş yıllarından başlamak üzere Türkmenlere gereken değeri vermemesi, ilgi göstermemesidir. Türkmenler, dil, din, ırk, tarih ve kültürleri itibariyle Türkiye’nin bir parçasıdır. Bu nedenle Türkmenlerin, Irak’ta, iyi bir Irak vatandaşı olarak Türkiye ile gönül bağı olan, can ve mal güvenlikleri sağlanmış, yönetimde hak ettikleri yeri almış olarak 69 Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76 Armağan Kuloğlu bulunmaları gerekmektedir. Ayrıca onların Irak’taki güçlü varlıkları, Türkiye için güvenlik konusudur. Bu nedenle geç kalınmış olsa da son 15 yıldır Türkmenlerin bu şekildeki imkânlara kavuşması için çalışma yapılmaktadır. Türkmenler de, çalışmalarını sekteye uğratacak bazı iç hareketlere rağmen, olanakları ölçüsünde bu yönde gayret göstermektedir. Bunun önderliğini de Irak Türkmen Cephesi (ITC) yapmaktadır. Ancak son zamanlarda, ITC’nin milliyetçi tutumunun, Türkiye’nin Irak ve Irak’ın kuzeyindeki yönetim kapsamında uygulamaya başladığı yeni politikasına uyum sağlamadığı, hatta engel olduğu düşüncesi oluşmaya başlamış, bu nedenle ITC’de bir yönetim değişikliği konusu gündeme gelmiştir. Siyaset yapıcılar tarafından Türkmenlerden, problem çıkarmamalarının, uysal bir kimliğe bürünmelerinin, varlıklarını fazla hissettirmemelerinin ve Türkiye’nin yeni politikasına uyum sağlamalarının istendiği değerlendirilmektedir. İşte kaygı verici bir gelişme de bu yönde yaşanmaktadır. Aslında sorun sadece Türkmenlere ilgi gösterilmemesinden değil, Türkiye’nin “Dış Türkler” konusunda milli menfaatlerini gözeten politikalar üretememesinden kaynaklanmaktadır. Irak’taki Türkmenlere de, bu genel politika nedeniyle son 10-15 yıla kadar pek ilgi gösterilmemiştir. Gelişen olaylardan dolayı ilgi gösterilmesi gerektiği anlaşıldığında da, bu konuda geç kalındığından ve özellikle 1 Mart teskeresinden sonra da Türkiye’nin bölgedeki söz sahibi olma durumu zayıfladığından, etkili olunamamıştır. Türkiye bölgede ve Irak’ın yeniden yapılanmasında söz sahibi olabilseydi, öngörülen federatif yapı çerçevesinde Türkmenlerin de bir federasyona sahip olması, birçok konuya çözüm getirebilir ve yardımcı olabilirdi. Ancak şimdi o zamanki durumun iyi değerlendirilmemesinin yarattığı politik sonuçtan dolayı maalesef arzu edilen noktada değiliz. Türkmenlerin ve Kürtlerin durumuna, Irak’ın nüfusu içindeki oranları itibari ile baktığımızda, Türkmenlerin Irak nüfusunun %10-12, Kürtlerin ise %14-15 kadarını teşkil ettiğini görüyoruz. Kürtlerin bu nüfus yüzdesi ile sahip olması 70 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76 Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri gereken hak ve güçten çok daha fazlasına sahip olması ve özellikle kuzey bölgede Türkmenleri kendi içlerindeki azınlık olarak görme temayülü, ne Türkmenler tarafından, ne de Türkiye tarafından kabul edilebilecek bir durumdur. Kürtlerin bu konumu, Irak’ın tümünde de hoşnutsuzluk yaratmaktadır. Hatta ABD’nin de Kürtlerin aşırı güç kazandığına ilişkin bir düşünce içine girmekte olduğu düşünülmektedir. Ayrıca Kerkük gibi her bakımdan stratejik bir bölgenin Kürt yönetimine terk edilmesi, yalnız Türkmenler ve Türkiye açısından değil, aynı zamanda Sünni Araplar ve Şiiler tarafından da kabul görmemektedir. Bu konuda itirazlar sürmekte olup, bunun her an için eyleme dönüşme durumu da bulunmaktadır. Bu nedenle Kerkük vilayetinin özerk bir yapıda olması, merkezi hükümete bağlı olması, kaynaklarının tüm Irak tarafından kullanılabilecek bir statüde bulunması tercih edilecek bir çözüm olarak görülmektedir. Kerkük’te yapılması planlanan referandumun ertelenmesi memnuniyet vericidir. Ancak bu geçici bir tedbir olup, bütün tarafların kabul edebileceği bir çözüm için çalışmalar sürdürülmektedir. Sürdürülen çalışmalar içinde Kerkük’teki yönetimin eşitlik esasına göre düzenlenmesini öngören, Irak il, ilçe ve nahiyeler meclisleri seçim yasasının Kerkük ile ilgili 24. maddesi 22 Temmuz 2008 tarihinde Irak Parlamentosu’nda kabul edilmiştir. Yasa; Türkmen, Arap ve Kürtlere yönetimde eşit yetki vermektedir. Bu yasa, her ne kadar şehrin bir Türkmen şehri olma konumunu ortadan kaldırsa da, gelinen durum itibariyle Türkmenler açısından olumlu karşılanabilecek bir gelişme olarak nitelendirilmiştir. Ancak yasa derhal Devlet Başkanı tarafından veto edilmiş ve yeniden görüşülmek üzere meclise iade edilmiştir. Meclis komisyonları yeniden anlaşamamış, konu komisyonlar tarafından yeniden incelenmek ve meclis tatilinden sonra görüşülmek üzere Eylül 2008 ayına ertelenmiştir. Bu konuda baskı yaratmak maksadıyla Kerkük il meclisi hemen toplanıp, Irak Anayasası’nın 140. maddesini referans aldığını iddia ederek şehrin Kürt Bölgesine katılması karını almıştır. Ancak bunun gerçekleşmesi, 71 Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76 Armağan Kuloğlu tek taraflı alınacak bir kararla uygulamaya geçirilecek kolaylıkta olmadığından işlemsiz kalmıştır. Yeniden toplanan Irak Parlamentosu, Kerkük’teki seçimler konusunda 23 Eylül 2008’de yeni bir karar almış, ancak bu karar eskisinden çok farklı ve Türkmenlerin aleyhine olan bir durum yaratmıştır. Ancak çıkan karar, birçok belirsizlikleri, anlaşılmada, anlaşmada ve gerçekleştirmede zorlukları içerdiğinden, uygulanması oldukça güç bir durum ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle konu yine zamana ve gelişmelere terkedilmiştir. Ancak bir sürprizle karşılaşmamak için sürekli takip edilmesi ve dikkatli davranılmasını gerektirmektedir. Kerkük konusunun, Irak’ın yeni yapılanması içinde hem Türkmenlerin Irak içinde alacağı statü, hem de Kerkük’ün düşünülen özel yapısı açısından bir bütün olarak ele alınmasında yarar görülmektedir. Bu konuda ABD nezdinde yapılacak girişimlerin yanında, Irak’taki diğer tüm gruplarla yapılacak görüşmelerin, görüşmelerde gösterilecek kararlılığın ve uluslararası alanda yürütülecek diplomasinin önemi büyüktür. Türkiye’nin hem kendinin, hem de Türkmenlerin menfaatlerini koruyabilecek, tehditleri önleyebilecek jeopolitik, siyasi ve askeri gücü vardır. Önemli olan bu gücün kontrolü, ihtiyaca ve şartlara göre sergilenmesi, kullanılması, diplomasinin de çok yönlü olarak etkili bir şekilde yürütülmesidir. Gücü kullanamamak, kolaya kaçmak, ülke menfaatlerini koruyamamak, geleceği iyi görememek ve bütün bunlara bilerek veya bilmeyerek sebep olmaktan kaçınmak için, sadece siyasi iktidarın değil, devletin ilgili bütün unsurlarının konuya gereken önemi vermesi ve hassasiyet göstermesi gerekmektedir. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Türkiye’nin karşı karşıya olduğu etnik esaslı bölücülük/Kürtçülük hareketi, ABD, AB, Irak, Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetim, PKK terör örgütü ve Türkiye’deki etnik esaslı bölücü siyaset yapanlar tarafından müşterek bir 72 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76 Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri şekilde yürütmektedir. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde de belirtilen ve Türkiye müteveccih başlıca tehditlerden birincisi olan etnik esaslı bölücülük/Kürtçülük hareketinin silahlı propaganda aracı PKK terörünün etkisiz hale getirilmesi için, TSK tarafından icra edilen operasyonlara yurt içinde ve sınır ötesinde devam edilmektedir. PKK terör örgütünün yurt dışından aldığı desteklerin kesilmesi, mücadelenin koordineli ve halkın desteğini almış olarak yapılması önemlidir. Türkiye’nin PKK terör örgütü ile mücadelesinde, özellikle sınır ötesinde Irak’ın kuzeyi bölgesinde operasyon yapılmasına ilişkin ABD’nin isteksizliği, sağlanan mutabakat çerçevesinde ortadan kalkmış görünmektedir. ABD tarafından yakın bir tarihe kadar verilmeyen destek, ABD’nin tutum değişikliği neticesinde verilmeye başlanmıştır. ABD ile sağlanan mutabakatın karşılıklı menfaate dayanan al-ver kapsamında müttefiklik ilişkileri çerçevesinde cereyan ettiği değerlendirilmiştir. ABD’nin tutum değişikliğinin dayandığı esasların; Irak’ın Kuzeyindeki yönetim ile barışık yaşanması başta olmak üzere, İran gerginliğinde ABD’ye destek olunması, Afganistan’daki mevcudun arttırılması ve/veya görev tanımlamasının operasyonel olarak yeniden yapılması, ISAF’ın komutasının yeniden alınması, ABD’nin Irak’taki kuvvetlerini azalttığında oluşabilecek zafiyetin tolere edilmesi için tedbirler alınması konuları olduğu kıymetlendirilmektedir. ABD, AB ve Türkiye’deki ayrılıkçı siyaset yapanlar tarafından, PKK terör örgütü ile siyasi alanda görüşme yapılması da dahil olmak üzere, sözde Kürt sorunu için siyasi çözümler talep edilmektedir. PKK terör örgütü de silah bırakmayı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile masaya oturmak kaydıyla kabul edeceğini defalarca tekrarlamakta ve konuyu siyasileştirmeye çalışmaktadır (Milliyet, 17 Mart 2008). Terör siyaseti, siyaset de terörü beslemektedir. Sonuçta konu siyaset alanına çekilmek istenmektedir. Terör örgütünün de, bölücü siyaset yapanların da, Barzani’nin de, ABD ve AB’nin de amacı budur. Türkiye’deki yönetim, Kürt 73 Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76 Armağan Kuloğlu Paketi veya Güneydoğu Paketi adı altında, Kürtçe yayın yapan TV ve bölgeye yönelik birtakım ekonomik ve istihdam sağlayıcı tedbirler içeren projeleri açıklamaktadır. Bu açılımların bir bütün halinde oluşturulacak planın parçası olmadan yapılması, siyasi taviz anlamına geleceğinden istenen faydadan çok zarar getirebilecek hususlardır. Üstelik bu açılımlar, ayrılıkçı siyaset yapan kesimler tarafından da çare olarak görülmemekte, sorunun temelinin dile ve etnisiteye dayalı ulus yaratmak olduğu ifade edilerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi olan “ulus devlet, üniter yapı”nın sona erdirilmesi istenmektedir. İngiltere ve İspanya’daki IRA ve ETA uygulamalarının kendine has özelliklerinin bulunduğu gerçeğinden hareketle, Türkiye’de benzer uygulamalara teşebbüs edilmesinin birçok mahsur ortaya çıkaracağı ve tehlikeli olacağı kıymetlendirilmektedir. Örgütün uzun vadede kontrol edilebilir bir boyuta çekilmesinde askeri harekât ve bundan alınacak sonuç, birinci derecede önemlidir. Diğer taraftan terörizmle mücadelede devletin diğer organları tarafından alınacak birbiri ile koordineli ve bir bütün halindeki tedbirler de, en az askeri tedbirler kadar önemlidir (Kuloğlu, 10 Ocak 2008). Ancak bu tedbirlerin, terörün siyasallaşmasına imkân tanımayacak tarzda olması, etnik esaslı bölücülük/Kürtçülük hareketine siyasi ortam sağlamaması hayati öneme haizdir. Aksi yönde hareket “Terörle bir yere varılamaz” düşüncesini ortadan kaldırır (Pulur, 15 Mart 2008). Terörle mücadele adı altında Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimin muhatap alınması, Türkiye’ye kabullenilmesi olan anlamına tehdidin kendi geleceğinden eliyle hatalı bir güçlendirilmesi politika ve olarak değerlendirilmektedir. Güneydoğu’daki Barzanicilik hareketi ile kesinlikle mücadele edilmeli ve etkisiz hale getirilmelidir. Irak’ın yapılanması konusunda devlet politikasının net bir şekilde ortaya konması ve devletin bütün kurumlarının bu politikaya göre koordineli bir şekilde hareket etmesi önem arz 74 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76 Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri etmektedir. Bu politika ve uygulamalarında, Irak’ın kuzeyindeki yönetimin hangi statüde olması gerektiği çok iyi hesaplanmalıdır. ABD’nin Irak ile yaptığı güvenlik anlaşması gereği 2011 yılına kadar kuvvetlerini tamamen Irak’tan çekmesinin yaratacağı boşluk dikkate alındığında, ABD’nin Türkiye olan ihtiyacının artacağı düşünülmekte ve bundan istifade yollarının aranmasının yararlı olacağı değerlendirilmektedir. Irak’ın kuzeyine PKK ile mücadele kapsamında operasyonlara devam edilmesi, hem PKK örgütü üzerinde kurulan baskıyı devam ettirecek, hem Irak’ın kuzeyindeki yönetimin siyasi gücünü zayıflatarak, Türkiye’ye yönelik muhtemel tehdidini etkisiz hale getirecek, hem de iç siyasetteki olumsuz gelişmeleri frenleyecektir. Türkmenler ve Kerkük konusunda oldu-bittilere imkân tanımayacaktır. Ayrıca bu operasyonlar, Türkiye’nin güvenliği konusunda hiçbir baskıya boyun eğmeyeceğini, kendi inisiyatifi ile hareket etme gücüne, cesaretine ve kabiliyetine sahip olduğunu gösterecektir. ABD’nin Irak ile yaptığı güvenlik anlaşması sonucunda Irak’tan askeri kuvvetini tamamen çekmesinin yaratabileceği yeni senaryolar ile Obama yönetiminin muhtemel uygulamaları üzerinde çalışılmalı ve gerekli önlemler şimdiden planlanmalıdır. Ortadoğu bölgesinde güç diplomasisi geçerlidir. Politik, ekonomik ve özellikle askeri güç gösterileri diplomasinin önünü açacak ve mili menfaatlerimize uygun sonuçlar alınmasına imkân yaratacaktır. Bu hususların başarılmasında Türkiye’nin yeterli derecede coğrafi, politik ve askeri gücü vardır. Türkiye’nin jeopolitik gücü, tarihi, kültürel yapısı bölgesel ve küresel ilişkileri bunu sağlamaya muktedirdir. Siyasi kararlılık göstermek, enerjiyi doğru yerde ve doğru zamanda kullanmak, gerektiğinde kontrollü risk üstlenmek, dış politika ve güvenlikte başarının anahtarı olacak, en azından milli menfaatlerimiz açısından olumsuz gelişmeleri önleyecektir. KAYNAKÇA AKBAŞ, ALİ AYDIN: “Türkiye’de Barzanici Hareket”, 21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, Stratejik Öngörü, Sayı:3, Kasım 2007. 75 Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76 Armağan Kuloğlu AYDIN, MUSTAFA: “Türk-Amerikan İlişkilerini Yeniden Yapılandırmak”, ASO Büyüteç Dergisi, Ağustos/Eylül 2008. BALBAY, MUSTAFA: “Kürtler Bölündü”, Cumhuriyet, (10 Mart 2008). CEMAL, HASAN: “PKK’ya Yönelik Yeni Bir Çark”, Milliyet, (09 Mart 2008). GÜRSEL, KADRİ: “Amerikan İstihbaratına Göre Laikliğin Geleceği”, KULOĞLU, ARMAĞAN: “Türkiye’ye Yönelik Bölücü Tehdit, Terör Ve Mücadele Yöntemleri” Global Strateji Enstitüsü Dergisi, Yıl:3, Sayı:12, Kış 2008. MANİSALI, EROL: “AKP-Erbil-Bağdat Hattı”, Cumhuriyet, (10 Mart 2008). Milliyet: Dış Haberler, (02 Şubat 2008). Milliyet: Dış Haberler, “PKK İle Pazarlık Beklentimiz Yok”, (07 Mart 2008). Milliyet: “Ankara, Gates’e Kürt Paketini Sundu”, (07 Mart 2008). Milliyet: “PKK: Silahları Bırakırız”, (17 Mart 2008). Milliyet, (23 Kasım 2008). PULUR, HASAN: “Hani Terörle Bir Yere Varılamazdı?”, Milliyet, (15 Mart 2008). Web Siteleri: KULOĞLU, ARMAĞAN: www.globalstrateji.org, analizler, “ABD-İran Çatışmasının Askeri Sonuçları Ve Türkiye’ye Etkisi”, (12 Aralık 2007). KULOĞLU, ARMAĞAN: www.globalstrateji.org, analizler, (10 Ocak 2008). www.milliyet.com.tr, Gates’ten “NATO Çöker”, (11 Şubat 2008). www.ulusalkanal.com.tr, Gates “Türkiye Afganistan’da Daha Fazla Rol Oynamalı”, (08 Şubat 2008). www.vatangazetesi.com.tr, Gündem, “Barzani’ye Gitti”, (19 Mart 2008). 76 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 77-98 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY YÜKSELEN GÜÇ ÇİN’İN GÜVENLİK POLİTİKA VE STRATEJİLERİ Sait Yılmaz∗ Özet Dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisine sahip olan Çin, hızlı ve istikrarlı bir şekilde büyümesini sürdürdüğü takdirde önünüzdeki 10-15 yıl içerisinde süper güç olacak ve ekonomisinin büyüklüğü ya ABD’ninkine eşitlenecek ya da onu geçecektir. Çin stratejik odağını ekonomi ağırlık merkezli ‘çok yönlü ulusal güç’ ve ‘stratejik kuvvet projeksiyonu’ geliştirme yönünde sürdürmektedir. Çin, ‘barışçı yükselme’ stratejisi ile gücünü artırma sürecindedir. Ancak, Çin’in bu aşamadaki doktrini stratejik savunmadır. Şimdilik ABD’yi hegemon güç üstünlüğünün kendisinde olacağına inandırmak ve iyi bir uluslararası üye olduğu gösterisi yapmak oyunun esasıdır. Çin geleneksel olarak kültürel ve tarihi tecrübesi ile eyleme geçmek için ABD gibi yıllar veya aylar içinde değil on yıllar içinde düşünme ve sabretme eğilimi içindedir. Çin için enerjinin siyasi ve güvenlik yönü gittikçe öne çıkmaktadır. Çin’in enerji kaynakları ile ilgili mücadele kapsamında kaçınılmaz olarak ABD ile karşı karşıya geleceği görülmektedir. Bu aşamada Çin stratejisi; ABD’ye karşı savunmada kalmayı ve uluslararası hukuka yaslanmayı öngörmektedir. Çin, kalkınmasına öncelik vermek ve bunu gerçekleştirirken Tayvan’ın anayurda dönmesini sağlamak istemektedir. Çin, ekonomik kalkınmadaki çizgisini sürdürdükçe, küresel iddialarla ABD’nin dünya barışı’na (Pax-Americana) karşı yeni bir cephe açıp, küresel liderlik stratejileri gerçekleştirecektir. Çin ile ilgili kötümser senaryo ise ağır bir ekonomik depresyonun büyük bir göç dalgası başlatabileceği ve ulusal bütünlüğünün bozulma olasılığıdır. Anahtar Kelimeler: Çin, Ekonomi, Güvenlik, Strateji, ABD. Abstract: Noting the fact that China's economy is the most rapid developing economy, it is expected that it will become a super power in the following 10-15 years whereas its largeness will be equal to or even greater than USA's, as long as it continues to develop forcefully and settled. What is more China carries on her strategic perspective in light of expanding the economy centered 'versatile national power' and 'strategic power projection'. In addition to this, China is in the process of increasing her power by applying the 'pacifist advancement' strategy. However, China's doctrine at this early state is strategic defense. Thus, at the status quo, the goal of the game is to make USA believe that she will have the leading hegemonian power, and perform an agreeable international member role. Related to this, on the contrary of USA getting into action in some months or years, China intends to conceive and be patient for further years before applying her cultural and historical experiences to her actions traditionally. ∗ Yrd.Doç.Dr, BÜSAM Müdürü, [email protected] Sait Yılmaz For China, the importance of political and safety side of energy expands. Thus, it may be presumed that related with China's contention for energy resources, USA and China will inevitably oppose each other. At this stage, China's strategy is to foresee being correlated with international law and staying in defense to USA. Furthermore, China requires priority to her development and ensure Taiwan return to her homeland while doing this. Therefore, as long as China goes along the light of her economic development, she will apply global leadership strategies wheras via global claims, she will create a new opposition against USA's world peace (Pax-Americana). At this process, the most pessimistic scenario about China would be the possibility to cause a great migration wave by a serious economic depression and possible dissolution of her national integrity. Key Words: China, Economy, Security, Strategi, USA. GİRİŞ Çin, 5000 yıllık kültürel geçmişe sahip, dünyanın en kalabalık ülkesidir. İmparatorluk sisteminin 1911’de sona ermesinden sonra, yaşanan siyasi çatışma ve çalkantılar, 1949 yılında Mao Zetung tarafından Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla son bulmuştur. Çin, resmi olarak 56 ayrı milletten biraya gelmiş çokuluslu bir devlettir. Çin’in hakim etnik çoğunluğu Han kimliği olarak adlandırılan güneydeki Kantonez ve Hakka gruplarıdır. Etnik olarak ayrılmaya en yakın gruplar ise Uygurlar ve Tibetlilerdir (Gladney, 2001: 1). Yüzölçümü ABD’ye yakın olan Çin, ABD’nin yaklaşık dört buçuk kat nüfusa sahiptir. Dünya nüfusunun %22’sini barındıran Çin, buna karşılık dünya kaynaklarının küçük bir kısma sahiptir. Çin, dünyadaki içilecek su ve toplam tarım alanlarının sadece %7’sine, ormanların %3’üne, petrolün %2’sine sahiptir. En son kuşak Asya Kaplanı sayılan Çin’e, nüfus büyüklüğü ve olağanüstü büyüme performansı sebebiyle ‘Ejderha’ demek daha doğru olacaktır. Bugün Çin’in %15-20’ye yakın kısmı üst düzey gelir grubuna dahildir. Bu da neredeyse ABD nüfusunu aşmaktadır. Komünist yönetimin baskıcı rejimi nedeniyle ekonomik açıdan 20 yıl kadar bir duraklama yaşayan ülke, önemli yapısal reformlardan sonra, son yıllarda dünyanın en önemli ekonomik güçlerinden biri haline gelmeye başlamıştır. Çin, Komünist Parti’nin önderliğinde, devlet öncülüğünde ve denetiminde yeni bir tür gelişme politikası izlemektedir. Çin bu politikasını yürütürken, doğal ve 78 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,77-98 Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri insan kaynaklarını küreselleşmenin olanaklarından yararlanarak geliştirmek ve kendi amaç ve çıkarlarına uygun olarak kullanmak için sosyalizmin katı ilkelerinden vazgeçmek zorunda kalmıştır. Yurt dışında yaşayan ve eğitim gören Çinlilerin sayısı 70 milyona ulaşmıştır. Büyümesi bu hızla devam ederse, 2010 ile 2020 yılları arasında ABD'yi yakalayacağına kesin gözüyle bakılmaktadır. Bu verilere göre Çin gibi 1,3 milyarı aşan nüfusa sahip bir ülkenin, Amerika'nın seviyesine yetişmesi, dünyanın başta enerji olmak üzere doğal kaynakları ve hammaddeleri üzerinde bir talep ve baskı unsuru oluşturacağı şüphesizdir. Çin halen dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisine sahip olup, günümüzde de hızlı ve istikrarlı bir şekilde büyümesini sürdürmektedir. ÇİN GÜVENLİĞİ VE POLİTİKALARI Soğuk Savaş sonrasında yeni ekonomik açılımlarıyla kendine özgü bir model içinde farklı bir ekonomik gelişme yansıtan Çin, siyasal açıdan da farklı bir kimliğe bürünerek, Asya-Pasifik ekseninde kıtasal güç merkezi konumunu geliştirmeye çalışmaktadır. 1990’lı yıllardan sonra elde ettiği ekonomik başarılar sonucunda yeni düzen arayışına yönelik ilgisini artırarak, ‘tek kutupluluğu’ reddedip ‘çok kutuplu bir dünya’ tezini öne sürmekte idi. Ancak, Balkanlardaki savaşlar ve sonrasındaki gelişmelerden sonra Çin çok kutupluluk ilkesinin gerçekleştirilmesinin oldukça uzun bir süreç alacağını fark etmiştir. Çin’e göre, dünya çok kutuplu hale gelmese bile, belli başlı güçler arasındaki ilişki daima işbirliğine dayalı olmalıdır. Çünkü dünyada pek çok geleneksel olmayan güvenlik tehdidi ortaya çıkmaktadır. ABD dahil hiçbir ülke, tek başına küresel güvenlik sorunlarını çözecek durumda değildir. Dolayısıyla, işbirliği ve koordinasyon önem kazanmaktadır. Bu yüzden, en büyük tehdit olabilecek durumda olmasına rağmen, Çin, ABD ile iyi ilişkileri geliştirme çabasındadır. Bunun nedeni, yeni ve kapsamlı bir güvenlik anlayışıdır. Çin, silahların kontrolü ve silahsızlanma konusunda 79 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 77-98 Sait Yılmaz küresel olarak uygulanan rejimin takviye edilmesini ve geliştirilmesini istemektedir. Çin’e göre; Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) sayesinde karşılıklı güvenin oluşturulmasında, işbirliğine dayalı bir ortaklığın geliştirilmesinde ve terörizme karşı gerçekleştirilen seferberlikte sürekli gelişme sağlanmaktadır. Çin’in bu aşamadaki doktrini stratejik savunmadır. Hegemon gücü üstünlüğün kendisinde olacağına inandırmak ve iyi bir uluslararası üye gösterisi yapmak oyunun esasıdır. Çin’in iyi bir üye olarak görüntüsü devlet egemenliği, toprak bütünlüğü ve diğer devletlerin işine karışmamak gibi statükocu yaklaşım ile uluslararası kurallara ve normlara saygılı olmaktır. Hegemona karşı uygulayacağı ilkeler de savunmada kalmak ve uluslararası hukuka yaslanmaktır. Uluslararası ve hükümetler arası kuruluşlara aktif katılım ve çoktaraflı diplomasiye katkıda isim yapmak ve revizyonist isteklerin reddedilmesine yardım etmek diğer ilkeleridir (Chan, 2005: 11). Çin dış politikasının temel ilkeleri; Çin’in bağımsızlığının muhafazası için egemenlik ve güvenlikten taviz vermemek, dünya barış ve istikrarını tehdit eden ‘hegemonya’ politikalarına karşı çıkmak, dış politikada bağlantısız ve tarafsız bir politika izlemektir. Çin stratejisinin erken aşamadaki temel esasları; Dünya barışının korunması için barış içinde birlikte yaşama ilkesini uygulamak, bütün ülkelerle dostluk ilişkileri ve işbirliğini geliştirmek, ihtilafları barışçı yollardan ve kuvvet kullanmadan çözmeye çalışmak ve çatışmalardan kaçınmak, dış dünya ile aktif temasta bulunmak ve ekonomik küreselleşmeye katılmak olarak benimsenmiştir (SİSAV; 2000: 103). Çin, kalkınmasına öncelik vermek ve bunu gerçekleştirirken Tayvan’ın anayurda dönmesini sağlamak istemektedir. Çin’in ulusal güvenliği kapsamındaki gündem konuları ise şu şekilde sıralanabilir. Potansiyel iç istikrarsızlık kaynağı konumundaki Mekong nehri vadisinin kalkınması için uluslararası işbirliği hedeflenmektedir. Öte yandan ilgili ülkelerin imzaladığı deklarasyonlar ile birlikte Çin ile olan toprak anlaşmazlıklarının neden olduğu 80 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,77-98 Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri gerilimler hafiflemiştir. Çin'in egemenliği ve toprak bütünlüğünün özellikle Tayvan'daki çeşitli ayrılıkçı güçlerin tehdidi altında olduğu değerlendirilmektedir. Çin’e göre, Tayvan, hala ‘Sadece Bir Tek Çin’ ilkesini kabul etmemekte ve Çin'i bölmeye yönelik faaliyetlerini sürdürmektedir (Zuqian, 2003: 28-33). Çin, ihtiyaç duyduğu petrolün % 70’ini Malakka Boğazı yolu ile ithal ettiğinden Çin Savunma Bakanlığı Beyaz Kitabı’nda ulusal güvenlik hedefleri arasında Çin’in egemenliği ve toprak bütünlüğü yanında deniz hakları ve çıkarlarının savunulması da yer almaktadır. Nitekim zaman zaman kuşatılmışlık duygusuna kapılan Çin bu yüzden pek çok konuda ABD ile ayrı kutuplardadır (Arıboğan, 2001: 131). Tayvan sorunu, Kore'nin bölünmüş yapısı, Güney Çin Denizi ve Spiratli adaları, ASEAN’ın giderek siyasal ve güvenlik kimliği kazanması, ABD'nin Vietnam'la yakınlaşması, Orta Asya Cumhuriyetleri ile petrol ve doğalgaz temininde ABD'nin etkinliğinin sürmesi, ABD’nin Hindistan ve Japonya ile yakın ilişkileri gibi konular iki ülkeyi karşı karşıya getirme potansiyeli taşımaktadır. Çin'in batı ekseninden uzanacak boru hatlarıyla, ülkenin gelişmiş doğu kıyılarına petrol ve doğal gaz ulaştırılması, bağımsızlık hareketleri ile de öne çıkan Doğu Türkistan ve Tibet bölgesinin önemini artırmaktadır. Doğu Türkistan’daki otoritesini korumak dışında, petrol ve doğalgaz ihtiyacının önemli bir kısmını İran’dan temin etmekte olan Çin, Orta Doğu petrolleri üzerinde kontrolü sağlamış olan ABD’nin Orta Asya ve Hazar bölgesinde de olası bir kontrolünü veya etkisini engellemek istemektedir. Bunun için, Orta Asya devletlerine karşı oldukça olumlu bir politika ile yaklaşmakta ve bu noktada kendisine uygun gördüğü eski süper güç Rusya ile olan işbirliğini ŞİÖ çerçevesinde güçlendirmektedir. Çin, Rusya ile de pek dost olduğu söylenemez çünkü bir yandan Rusya’yı da dışarıda tutan bir kutuplaşma sürecine girmiş görünmektedir (Soltan, 2002: 4753). Kafkaslar Bölgesi Asya-Avrupa uzanımı açısından Çin için stratejik 81 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 77-98 Sait Yılmaz değerdedir. Pasifik dünyasında Rusya-Çin ittifakı Çin'e yönelik bir ağırlık taşırken, Kafkaslar-Hazar Havzası-Asya ekseninde, Rusya-Çin yakınlaşması Rusya'ya yönelik ağırlık taşımaktadır. Çin, NATO'nun doğuya doğru genişlemesinden rahatsızlık duymakta olup, bu genişleme politikasını; ABD hegemonyasının Asya-Pasifik dünyasındaki yeni stratejisi olarak değerlendirmektedir. Çin yönetimi, ABD'nin bu yönelimlerini, aynı zamanda küreselleşme (dış piyasaları ABD mallarına, şirketlerine açma) sürecinin üst yapısı ve askeri yansıması olarak da algılamaktadır. ÇİN VE GÜÇ DENGESİ Soğuk Savaş sonrasında küresel güç dengesinde rastlanan değişimler kendisini en bariz olarak Asya-Pasifik bölgesinde göstermektedir. Rusya'nın bölgedeki jeostratejik etkisi azalırken, Çin ABD’ye rakip bir ana Doğu Asya gücü olarak ortaya çıkmıştır. Sahip olduğu potansiyeli ve jeopolitik ve jeostratejik avantajları ile Çin, öncelikle Asya, sonrasında ise Orta Asya ve Hazar bölgesi de dahil bütün bu bölgelere mücavir alanlarda en etkili olacak güçlerden birisi olacağını açık olarak ortaya koymaktadır. Çin, 21’nci yüzyıl için kendisine iddialı hedefler koymuş bir ülkedir. Bu hedeflerin başında 2050’de dünyanın bir numaralı gücü olmak gelmektedir (Ekrem, 2003: 2). Pekin hükümeti bu hedefe ulaşmak için inançlı, planlı ve gerekli gördüğü yerlerde piyasalara müdahale ettiği bir ekonomi politikası izlemektedir. Çin’in etrafında son derece önemli su yolları bulunmaktadır. Doğu Asya’nın kuzeyi, güneyi ve Hint Okyanusu’nu birbirine bağlayan geçiş hattı buradadır. Güney Çin Denizi ve Malakka-Singapur Boğazlarıyla bu hat, Basra Körfezi’ne dolayısıyla Orta Doğu petrollerine açılan enerji koridorudur. Bölge içinde, özellikle Spratli-Güney Çin Denizi’ndeki petrol rezervleri bulunmaktadır. Bu yüzden Çin kıtasal bir güç sayılmakla beraber bunu daha çok bir deniz gücü olma yönünde geliştirmeyi hedeflemektedir. Malakka Boğazı ile ilgili beklentiler sadece ABD’nin bölgedeki yoğun askeri konsantrasyonunu 82 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,77-98 Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri dengelemek değil deniz korsanlarını engellemeye de yöneliktir. Nitekim yakın zamanda Singapur ve Malezya ziyaretleri ile Malakka Boğazı’nda devriye faaliyetleri için işbirliği imkanı geliştirildi. Vietnam ile önemli bir deniz ve hava üssü olma niteliği taşıyan Cam Rahn Körfezi’ndeki tesislerin kullanılmasına yönelik çalışmalar yapıldı (Sutter ve Huang, 2006: 2). Çin için enerjinin siyasi ve güvenlik yönü gittikçe öne çıkmaktadır. Çin’in enerji kaynakları ile ilgili mücadele kapsamında kaçınılmaz olarak ABD ile karşı karşıya geleceği görülmektedir. Kissinger, potansiyel olarak büyük devletler içinde en fazla yükselen ve 21’nci yüzyılın süper güç adayı ülkenin Çin olduğunu ifade etmektedir. 2015 yılında süper güç olacak Çin’in ekonomisinin büyüklüğü ya ABD’ninkine eşitlenecek ya da onu geçecektir. Kissinger’in Çin’i durdurma modeli ise, anlaşarak durdurmaktır. Bunun yöntemi de Kissinger’a göre ticaret yapmaktır (Kissinger, 2002: 241). Çin, ekonomik gelişimi için öngördüğü hedeflere ulaştıktan sonra başta Tayvan olmak üzere yaşamakta olduğu diğer sorunları bir şekilde çözmeye yöneleceği ve arkasından da süper güç ve yeni bir kutup olarak uluslararası politikada boy göstermeyi amaçladığı değerlendirilmektedir. Çin gerçekten bir hegemon güç olabilir mi? Çin bunu en azından henüz bir hegemon güç varken yapmak ve ABD ile erken bir karşılaşma istememektedir. Küçülen güç ve ümitsiz hegemon ABD’nin önleyici savaş başta olmak üzere içine düştüğü açmazlardan azami faydayı sağlayarak durumunu güçlendirmek istemektedir. Çin’in yükselişi ve 21’nci yüzyılda ABD-Çin güç değişimlerine ilişkin pek çok çalışma bulunmaktadır. Bunlardan ilki Organski’nin 1968 yılında yaptığı güç dönüşümü teorisidir (Organski, 1990). Çin, güç dönüşüm teorisine uygun olarak ABD’nin davranışlarının tersine bir model içinde Irak, Afganistan, İran ve Kuzey Kore’ye güçlerini dağıtan Amerika karşısında pazarlık unsurunu elinde bulunduran ve yardım istenen ülke rolü oynamaktadır (Didicco and Levy, 1999: 675:704). 83 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 77-98 Sait Yılmaz Çin stratejisi; ABD’nin güç kullanma uygulamalarını engellemek ve hareketlerini kısıtlamak için, silahlanma ve ittifak oluşturma yolu ile askeri bir muhalefet ortaya koymadan yumuşak caydırma ve pasif direnişe başvurmaktır (Chan, 2005: 23). Çin’in hegemonu yönetme yaklaşımının temel unsurları; zayıflama numarası yapmak, enerjisini saklamak, rekabette öne çıkmamak, muhalefette aşırı olmamak, diğerlerinin dikkatlerini başka alternatiflere yöneltmek ve başkalarının yutamayacağı kadar büyük ve karmaşık olduğu imajı vermektir. Özetle Çin, Sun-Tzu’nun sözlerini hegemona yaklaşımının temeline koymaktadır; “Yenilmemek kendi gücüne, yenmek düşmanın gücüne bağlıdır. Başarı; kendi kapasiteni korurken, düşmanı yenilebilir hale getirmektedir. (Sun-Tzu, 2001: 48-49)” Çin, Asya-Pasifik dünyası içerisinde bulunduğu coğrafi konumuyla, geniş Pazar olanaklarıyla, nükleer güce sahip ve güç projeksiyonunu geliştirmekte olan askeri kuvvetiyle, hızla işleyen ekonomik kalkınma çekiciliğiyle bölgesindeki en önemli güç merkezidir. Bu kapsamda en önemli bölgesel rakibi ise Japonya’dır. Ancak, ABD-Japonya ittifakının bozulması Çin’in bölgesel çıkarlarıyla uyumludur. Bununla beraber Asya-Pasifik ülkelerinin Çin hakkındaki geleneksel şüpheleri henüz yok olmamıştır. Bölgenin en büyük ekonomik gücü durumundaki Japonya, ABD'nin güvenlik şemsiyesine gereksinim duymaktadır. Aynı şekilde ASEAN ülkeleri için Güney Çin denizindeki Çin etkinliklerinin rahatsızlık yaratması, bölgede dengeleyici unsurlara gereksinim yaratmaktadır. Çin, mevcut kapasitesi ile hiç kuşkusuz bölgesel değil, küresel ölçekte bir dış politikaya yönelmiştir (Karaca, 2003: 124). Çin, ekonomik kalkınmadaki çizgisini sürdürdükçe, küresel iddialarla ABD’nin Amerikan Barışı’na (PaxAmericana) karşı yeni bir cephe açıp, küresel liderlik stratejileri gerçekleştirecektir (Hacısalihoğlu, 2001: 117). Çin’in hem ekonomik büyümesinin hızı hem de Çin’deki yabancı yatırımların büyüklüğü yaklaşık 20 yıl içinde Çin’in ABD ve Avrupa ile eşit düzeyde bir küresel güç olacağı 84 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,77-98 Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri tahminini ortaya çıkarmaktadır (Şen, 2002: 36). Çin’in ekonomik ve askeri alandaki büyümesi, önümüzdeki dönemde Asya-Pasifik bölgesinin en önemli sorunu olacaktır. ÇİN’İN EKONOMİK BÜYÜMESİ OECD verilerine göre, 2020’ye kadar aynı büyüme hızını koruması halinde Çin ‘Yeni Ekonomik Süper Güç’’ olacak ve ABD’yi geride bırakacaktır. Çin’in ekonomik başarısı; büyük ölçüde istikrarlı siyasi yapısına; yüksek tasarruf ve yatırım oranlarına; dinamik ve devlet destekli ticaret, yatırım ve sanayi politikalarına; stratejik planlamaya; disiplinli bol işgücüne; enflasyonun ve kamu açıklarının kontrolüne ağırlık ve önem veren makroekonomik politikalara dayanmaktadır. Ayrıca 1997 yılında Hong Kong ve 1999 yılında Makao’nun Çin’e dahil olması, Çin’in bölgedeki önemini arttırmıştır. Şüphesiz, 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) kabul edilmesi ve dünya ekonomik sistemine entegre olması ileride ülke ekonomisinin daha da güçlenmesine neden olacaktır. Küreselleşen dünya ekonomisinde ücretler, karlar, fiyatlar ve faiz oranları gibi makro ekonomik değişkenler, gelecekte Çin’de yaşanan gelişmelere giderek daha çok bağlı hale gelecektir. Bu da Çin’i dünya ekonomisinin önemli baş aktörlerinden biri haline getirecektir. Hızla büyüyen Çin ekonomisi, başta petrol olmak üzere ihtiyaç duyduğu hammaddelerin fiyatlarının artmasına neden olurken, ihraç ettiği ürünlerin fiyatlarının da hükümetinin sağladığı sübvansiyonlar ve baskıcı rekabet unsurları nedeniyle, diğer ülkelerde gerilemesine neden olmuştur. Böylece Çin, dünya genelinde enflasyon oranına etki eden belirleyici güç haline gelmiştir. Çin, sürekli ve yüksek büyüme oranı, her yıl artan doğrudan yabancı yatırımları, yaklaşık 150 milyar dolarlık yıllık dış ticaret fazlası ve 1,5 trilyon dolara ulaşan döviz rezervi ile dünya ekonomisinde yeni bir süper güç olmaya hızla yaklaşmaktadır. 2005 yılında küreselleşmiş çokuluslu şirketlerin Çin’de 85 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 77-98 Sait Yılmaz gerçekleştirdikleri doğrudan yabancı yatırım tutarı yaklaşık 80 milyar dolara ulaşmıştır (Worldbank, 14.2.2007). Avrupa Birliği (AB) de Çin pazarında önemli oyuncu olmak, bu ülkenin dinamizminden yararlanmak peşindedir. Nitekim AB, ABD’yi geçerek Çin’in en büyük ticaret ortağı olmayı başarmıştır. Çin, bugün AB’nin ikinci büyük ticaret ortağıdır. Geçen yıl toplam ikili ticaret hacmi 174 milyar Euro’ya ulaşmıştır. AB’nin Çin ile olan ticaretindeki açık ise 78 milyar Euro’dur (Öğütçü, 2006: 49). Çin’in kalkınma stratejisinin en temel dayanağını, yabancı sermaye ve bu yolla gerçekleştirilmiş olan yatırımlar oluşturmaktadır. Çin’de kendine yer arayan ve orada en uygun şartlar altında yerleşmek isteyen yabancı sermayenin, kar maksimizasyonunu sağlamak için üretimlerini Batı ülkelerinden Doğu’ya kaydırmalarının en başta gelen sebebi, büyük ölçüde Doğu ülkelerinin demografik yapısından kaynaklanan ucuz işgücüdür. Çin’e en büyük sermaye ihracı Hong Kong’tan gelmektedir. 30 eyaletin 23’ünde Hong Kong, Çin’in en büyük ihracat ortağı ve halen kullanılan yabancı sermayenin % 60’ının kaynağını oluşturmaktadır. 1997 Temmuz’unda Çin’e devredilen Hong Kong, Çin için kalkınma stratejisinin en önemli noktasıdır. Çin’deki yatırımlar Hong Kong’lu sermaye tarafından uyarıldığı gibi, ihracatın gerçekleşmesi ve büyümesi de Hong Kong üzerinden olmaktadır (Arıboğan, 2001: 258-277). Çin’in büyümesinin en temel nedenlerinden birisi de ihracata dönük üretim yapan yabancı sermaye yatırımlarıdır. Çin’in ihracatı 1978’den bu yana 70 misli artmış, dünya ticaretindeki payı ise % 0,8’den, % 7,7’ye çıkmıştır. Çin’in 2005 yılı ihracatının % 58’i yabancı sermayeli şirketlerden kaynaklanmıştır. Japonya ve Kore dünya çapında şirketler yaratarak zenginleşirken, Çin dünya çapında şirketleri yatırım yapmak için topraklarına çekerek yoksulluktan kurtulmayı denemektedir (Münir, 12 Haziran 2006). Çin yabancılar tarafından son yıllarda doğrudan yatırım açısından en çok ilgi gören ülkelerden biridir. Bunun nedenlerini; ülkenin yüksek büyüme hızı, DTÖ’ne girerek, küresel ekonomi ile bütünleşmesi, büyük nüfusu ile tüketim hacmi ve Çin hükümeti 86 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,77-98 Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri tarafından başarı ile uygulanan reformlar ve siyasi istikrar, yatırımcılara sağlanan kolaylıklar olarak sıralayabiliriz. Uluslararası yatırımların son üç yılda neredeyse yarıdan fazla azaldığı, dünya ekonomisinin gerilediği, aynı düşüş trendinin günümüzde de devam ettiği göz önünde tutulduğunda, Çin’in bu performansı gerçekten etkileyicidir. Çin’de 2006 yılı başı itibariyle doğrudan yabancı yatırım miktarı 620 milyon dolara, yabancı şirket sayısı ise 550 bine ulaşmış durumdadır. En fazla doğrudan yatırımı olan ülkeler ise Hong Kong, Virgin Adaları, Japonya ve ABD olarak sıralanmaktadır. Yabancı şirketler, Çin’in dış ticaretinde de önemli bir paya sahiptir. Yabancılar genellikle büyük kentlerdeki ekonomik kalkınma bölgelerinde, ihracata dönük çalışanlar ise serbest bölgelerde işletme açarak, buralarda yabancı sermayeye sağlanan özel olanaklardan yararlanmaktadırlar (Köz, 2006: 68). Tablo: Çin Ekonomik Büyüme Oranları (5 Yıllık) (%) Dönem Ort. GSYH Büyüme % 1960-1964 -1.41 1965-1969 6,83 1970-1974 8,08 1975-1979 6,80 1980-1984 9,64 1985-1989 9,86 1990-1994 10,66 1995-1999 8,76 2000-2005 8,70 Kaynak: The World Bank, World Development Indicators (2007)’den derlenmiştir. 2001 yılında dünyadaki ticari daralmaya rağmen, Çin ekonomisi %7.3 büyüyerek dünyanın en büyük altıncı ekonomisi haline gelmiştir (Bakınız Tablo). Çin, Asya-Pasifik ekseninin yılık %7’lik büyüme hızına karşılık, %8.8’lik endüstriyel üretimindeki büyüme oranıyla büyük bir kalkınma süreci içerisinde bulunmaktadır (Hacısalihoğlu, 2001: 111). Son yıllarda Asya’ya 87 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 77-98 Sait Yılmaz yatırım yapan yabancı sermayenin % 40’ına Çin sahip olmuştur (Karaca, 2003: 18). Dünyanın en geniş tüketici pazarı olan Asya-Pasifik bölgesinde Çin; ithalatının %22’sini Japonya’dan, %12’sini ABD’den ve %11’ini Tayvan’dan yapmaktadır. İhracatının ise; %24’ü Hong Kong’a, %19’u Japonya’ya ve %17’si ABD’ye yapılmaktadır (SİSAV, 2000: 106). Çin'in, elde ettiği bu kalkınma sürecinin hızından fazla bir şey kaybetmeksizin sürmesi durumunda, önümüzdeki 20-30 yıllık bir süreç içinde AB ve ABD gibi ekonomik devlerin önüne geçmesi olanaklı görülmektedir. ÇİN, RUSYA VE HİNDİSTAN İLİŞKİLERİ Çin ve Rusya Federasyonu’nun başlangıçta güvenlik amaçlı kurdukları Şangay İşbirliği Örgütü, kıtasal güç merkezi ekseninde halen büyüyerek işlevlerini genişletmeye devam etmektedir. Çin-Rusya ilişkileri oldukça karmaşık çizgiler taşımaktadır. Rusya, çok kutuplu bir dünya istemekle beraber Çin’in kontrolsüz bir biçimde büyümesini istememekte ancak ABD’ye karşı Çin ile denge bulmak mecburiyetindedir. Rusya, Çin nüfusunun Doğu Sibirya’ya akışından ve Çin’in Hazar Denizi enerji yollarına ilgisinden endişe duymaktadır. 2004 yılında Çin, Rusya’nın en büyük petrol şirketi Yukos’u almaya resmen aday olurken Rusya’da Japonya ile birlikte Doğu Asya enerji ihtiyacını karşılayacak bir boru hattı planlarken Çin’i by-pass etmek istedi (Brooke, January 3, 2004). Orta Asya’yı Rusya’nın burnunun dibinden çalmayı planlayan Çin’in Tibet ile ilgili korkusu Hintli nüfusunun artması sonucu Hindistan’ın kontrolüne girmesi riskidir. Tibet’in Çin tarafından işgal edildiği tarihten beri sürgündeki başkanı Dalai Lama, Hindistan’da yaşamaktadır. Tibet, Çin için aynı zamanda Himalayalara çıkış kapısıdır ve pek çok etnik grubun göç yolu üzerindeki bu kapı kontrol edilmezse Uygur Türklerinin yaşadığı Sincan da bağımsızlığa gidebilir. Amerikalıların Hindistan ile 2001’de başlayan stratejik işbirliği Hindistan’ı Çin ile istihbarat ortaklığı yapmaktan geri koymamaktadır. Çin ve 88 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,77-98 Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri Hindistan gizli servisleri müşterek bir istihbarat merkezi kurarak, 2008 yılı itibarı ile istihbarat alış verişine resmen başladılar. Çin, ABD-Hindistan ilişkisini dengelemek için Hindistan ile sınır sorunlarına yönelik girişimlerde bulunmakta tarihsel stratejik ortağı Pakistan ile Hindistan arasında gerilimin azalması için kendine rol edinmektedir. Öte yandan Hindistan ile Çin arasında da uzun geçmişi olan sorunlar bulunmakta ve ikisi de farklı stratejik önceliklere sahiptirler. Himalayaların ayırması nedeni ile iki ülkenin konvansiyonel olarak doğrudan çatışması çok zor olmakla birlikte Hindistan, Çin’i vuracak menzilde nükleer silahlar geliştirdi. Hindistan, Çin’in Pakistan’a olan desteğinden ve nükleer programını geliştirmesine yardımından da rahatsızdır. Hindistan ve Çin arasındaki sınır bölgesi Hindistan ve Pakistan arasında sorun olan bölgeye yakındır ve Çin’in açıkça Pakistan’ın yanında yer alması Hindistan için önemli güvenlik sorunları doğurmaktadır. Çin ise Hindistan’ın artan deniz gücü, füzeleri ve uzay teknolojisi edinme gayretlerini dikkatle izlemektedir. Hindistan ekonomisi de Çin’in ki gibi gelişmekte ve nüfusu da Çin’e rakip olacak boyutlara gelmektedir. Özetle Çin ve Hindistan ilişkileri Güney Asya’da ki bölgesel güvenlik dinamiklerinin ana unsurlarından biri olacaktır. Çin yoğun ekonomik angajmanına rağmen Asya’daki nüfuzunu azaltmaya çalışan ABD ile ilişkilerini nasıl düzenleyeceği konusunda hala kararsız gözükmektedir. Çin geleneksel olarak kültürel ve tarihi tecrübesi ile eyleme geçmek için ABD gibi yıllar veya aylar içinde değil on yıllar içinde düşünme ve sabretme eğilimi içindedir. Nitekim ABD’nin bu kadar çok silahlı kuvvete başvurmasının Amerikanın genel ekonomik ve askeri gücünü uzun vadede Çin lehine eriteceği inancındadır. Çin’in sabrı ve uzun vadeli beklentisi ekonomik gelişmesini tamamlamaktadır. Çin Devlet Başkanı Deng Xiaoping Çin stratejisinin genel prensiplerini şu şekilde açıklamaktadır (US GAO, 2004: 5860); “Sakince izle, reaksiyon için hazırlıklı ol, sıkı dur, kabiliyetlerini sakla, zamanı iyi kullan, asla lider olmayı deneme ve başarmak için yeterli ol.” 89 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 77-98 Sait Yılmaz ASYA-PASİFİK BÖLGESİ VE ÇİN Asya-Pasifik bölgesinde yüzyılın ilk çeyreğinde Çin’in artan askeri hareketliliği ve yumuşak güce verdiği önem dikkat çekmektedir. Bu strateji yumuşak güçten sert güce geçişi simgelediğinden dikkatle izlenmesi gereken bir süreçtir. Kuzey Kore ile ilgili nükleer konuların çözümü için yapılan AltıTaraflı Görüşmelerde Çin etkin bir rol oynamaktadır. ASEAN içinde etkinliğini artıran Çin, böylece hem daha çok kaynağa sahip olurken hem de Tayvan’ı izole etme imkanı bulmaktadır. Çin, Darfur’da BM-Afrika Birliği Barışı Koruma Birliğine asker gönderdi. 2000 yılından beri kendi AWACS’ını üretmeye çalışan Çin ilk uçağı Doğu Çin’e konuşlandırdı. Çin istihbaratı Kuzey Kore ile de özellikle nükleer silah gelişim programı ile ilgili görüşmeler yapmaktadır. Japonya, ABD’nin müttefiki ve nükleer şemsiyesi ile birlikte koruması altındadır. 2005 yılında Japonya’daki ABD varlığı 50.000 kişi idi. Ancak 1990’lı yıllarda Clinton’un Asya ziyaretlerine Çin ile başlaması ve Çin ile ilişkileri geliştirmeye önem vermesi ABD’nin öncelikleri konusunda Japonya’yı şüphelendirmeye başladı. Bu dönem aynı zamanda ABD’ye en çok ihracat yapan ülkelerin başında gelen Çin’in ekonomisinin büyüdüğü, Japonya’nın ise küçülmeye başladığı dönemdi. Çin’in büyüme gücü ve Amerika’nın niyetleri ile ilgili şüpheler Japonya’yı kendi askeri gücünü geliştirme hatta nükleer caydırıcılığını sağlama yolunda düşünmeye itti. Japonya Hint Okyanusu’nda Amerikan savaş gemilerine yakıt ikmali yaparak Asya dışına taşacak güç projeksiyonu için tecrübe edinmekte, Güney Kore ise Irak’ta askeri olan üçüncü büyük ülke konumuna gelmiştir. Kendi çıkarları artık ABD ile çakışmaya başladığından Japonya ve Güney Kore, ABD’nin değil kendi önceliklerinin peşinde küresel siyasi, ekonomik ve askeri güç projeksiyonlarını geliştirmektedirler. Japonya, ABD’nin itirazına rağmen İran ile enerji görüşmeleri yapmakta, Güney Kore de Kuzey Kore ile 90 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,77-98 Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri görüşmelerinde ABD’ye kulağını tıkamakta ve Kuzey Irak’ta Kürt gruplar ile petrol anlaşmaları yapmaktadır. Özetle Pekin, Seul ve Tokyo artık ekonomilerinin güçlü kalmasını sağlayacak yeni kaynaklar bulma peşinde Asya dışına açılma gayreti içindedir. ÇİN’İN SAVUNMA ÖNCELİKLERİ Çin askeri potansiyelinin geliştirilmesinde ana parametre ABD ile ilişkileridir. İki ülke ilişkileri bazen ani olarak gerilse de ekonomik ilişkiler ve terörle mücadele alanlarında ortak çıkarlara önem vermektedirler. Çin, ABD’nin füze savunma sisteminden ve Tayvan’a olan desteğinden endişe etmektedir. Bazı Çinliler ABD’nin Japonya ve Güney Kore üzerindeki etkisini istikrar sağlayıcı olarak görse de bir kısmı da ABD’yi Çin’in yükselişinin önündeki en büyük engel ve bölgesel çıkarlarına potansiyel tehdit olarak değerlendirmektedir. Çin, ABD’nin Kosova ve Irak gibi müdahalelerini Tayvan, Tibet ve Sincan bölgelerine de bir gün uğrayabilecek egemenlik ihlali olarak görmektedir. Nitekim 1999 yılında ABD’nin Kosova’ya müdahalesi Çin’de Amerikan ve İngiliz elçiliklerine yapılan protestolar ve fast-food ürünlerine boykotlara neden oldu (Miles, 2000/2001: 51). Çin askeri gücünü modernize ederek ‘küresel güç’ olma yolunda hızla ilerlemektedir. Çin güç projeksiyonu enerji güzergahlarını kontrol eden HazarOrta Doğu ve Tayvan-Mançurya-Malakka Boğazı-Hint Okyanusu ekseninde askeri güç kullanma kabiliyetlerini geliştirmeyi hedeflemektedir. Çin bu bölgede rakip olarak gördüğü ABD’nin deniz ve hava gücünün teknolojik üstünlük avantajını kısa sürede kapatabilecek arayışlar içindedir. Çin, ilk uydusunu 1970’de uzaya gönderdi. İnsanlı programlar için Rusya’dan önemli teknoloji desteği aldı. 1998 yılında balistik füze teknolojisini geliştirdi. 2007 yılı ise Çin’in uzay çalışmalarında patlama yılı oldu; uzaya insan gönderen 3’ncü ülke olmayı başardı ve aya ilk gezgin aracını gönderdi (Perrett, Jan 6, 91 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 77-98 Sait Yılmaz 2008). Çin, ABD’den bağımsız bir GPS oluşturma ve devreye sokma aşamasındadır. Çin, ABD’nin füze kalkanı projesine Tayvan’ın da dahil edilmesi ile caydırıcılık döneminin biteceğinden endişe etmektedir. Çin reaksiyon olarak yeni nesil, katı yakıtlı, çok başlıklı mobil füzeler geliştirmeye başlamıştır. Rusya’nın da füze savunmasına benzer tepkisi sonuçta ABD ile diğerleri arasındaki taarruz ve savunmaya yönelik yeni nükleer yarışı başlattı ve nükleer silahlar artık caydırıcılık değil savaş stratejilerinin bir parçası oldu. Çin’in antiuydu silahı olarak yakın uyduları felç eden ‘asalak mikro-uydular1’ peşinde olduğu gözlenmektedir. Uzaya dayalı ABM durdurucular ve mikro-uyduları kullanmak çok kolay değildir ve Çin uyduları ile karşılaşmaktan ABD endişe etmektedir. Diğer bir Çin gayreti ise uzaya dayalı vasıtalar ile vuruş sistemlerinde erken ikaz ve isabet sağlamaktır. 11 Ocak 2007’de gerçekleştirdiği, ‘Füze ile Uyduları Yok Etme’ denemesi ABD’nin casus uydusunun da aynı (800 km.) yükseklikte olması sebebiyle bir gözdağı verme denemesi olarak algılanmıştır (Milliyet, 21 Ocak 2007). Çin, ABD GPS ve uydu sistemlerini körletecek lazer silahı ve füzeler geliştirmektedir. Bu amaçla ABD uzay uydu sistemini etkisiz hale getirecek aldatıcı ve karıştırıcı sensör ve radar arayışlarına da girdi. ABD GPS sistemine bağımlı olmaktan kurtulmak için Beidou GPS uydularının sayısını artırmaktadır. Çin, ağ merkezli savaş kabiliyetini artırmak için Pekin’de ki Venus Info Tech gibi özel şirketler ile yoğun işbirliği yapmaktadır. 2006 yılında yayınlanan Çin Ulusal Savunma Beyaz Kitabı üç aşamalı bir strateji ile silahlı kuvvetlerin bilgiye dayalı hale getirilmesini ve 21’nci yüzyılın ortasına kadar olan süreçte bilgiye dayalı savaşları kazanmasını öngörmektedir. Bu sürecin ara aşamaları ise 2010 ve 2020 yılları olarak öngörüldü. Ancak 2008 Ağustos ayında yaşanan Sinchuan depremi esnasında Çin Silahlı Kuvvetleri 175.000’den fazla personeli deprem bölgesine sevk 1 Parasitic Microsatellites. 92 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,77-98 Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri etmiş olsa da ordu teçhizatının modern savaşa uygun olmadığı, zor arazi şartları için haberleşme vasıtalarında sıkıntı yaşandığı, özellikle havadan taşıma ve helikopter ihtiyacı dikkati çekti (Blasko, 2008: 29). PLA (Kara Kuvvetleri), elindeki helikopterlerin % 20-25’i olan ancak 100 helikopteri felaket bölgesine gönderebildi. Nitekim PLA, Rusya ile taarruz ve genel maksat helikopteri almak için görüşmeler yapmaktadır. Çin stratejik odağını ekonomi ağırlık merkezli ‘çok yönlü ulusal güç’ ve ‘stratejik kuvvet projeksiyonu’ geliştirme yönünde sürdürmektedir. Çin, ‘barışçı yükselme’ stratejisi ile gücünü artırma sürecindedir. 2004 yılından itibaren Batılı ordular ile olan teknoloji açığı Çin için önemli bir endişe kaynağı olmaya başladı ve Çin teknoloji edinimine öncelik vermeye başladı. ABD’nin tüm gayretlerine rağmen Çin teknoloji transferi için gerekli yolları bulmaktadır. Bu yolları sağlayanlar en çok ABD’nin en yakın müttefikleri arasından çıkmaktadır. Örneğin İsrail’in Çin’e hafif uçak ve radar teknolojisi, termal hedef sistemleri ve ABD’nin Patriot hava savunma füze teknolojisini verdiği yeni bir iddia değildir. ABD’den her yıl milyarlarca dolar ekonomik ve askeri yardım alan İsrail, Çin’e de özellikle havacılık alanında yılda bir milyar dolarlık askeri malzeme satmayı ihmal etmemektedir (Ratham, 2005: 6). Avrupa Birliği de ABD’nin itirazlarına rağmen Çin’e ambargoyu kaldırdı. Çin’e savunma teknolojisi ve ürün satışında İsrail’i takip eden ülkeler arasında Fransa, Almanya ve İtalya başta gelmektedir. Bir diğer yakın müttefiki Avustralya’da Çin ile askeri ilişkileri geliştirmeye başladı. 2004 yılında İngiliz, Hint ve Fransız donanmaları ile müşterek bir deniz arama ve kurtarma tatbikatı yapan Çin Ordusu, 2005 yılında Rusya ile bir birleşik tatbikat yaptı. Çin, dünyada savunma harcamalarını önemli ölçüde artıran yegane büyük güçtür. Ancak, Çin savunma bütçesi ile ilgili bilgiler tartışmalıdır. 2007 için savunma bütçesi bir önceki yıla göre %17.6 artarak 57.2 milyar dolara ulaşmışken Amerikan kaynakları bu bütçenin 98-139 milyar dolar civarında olduğunu tahmin etmektedir (Mihnick, 2008: 16). 93 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 77-98 Sait Yılmaz ÇİN NÜKLEER STRATEJİSİ Çin’in geleneksel nükleer stratejisi ABD’den gelecek bir nükleer tehdide karşı minimum caydırıcılığı sağlayacak füze kabiliyetlerine sahip olmayı öngörmektedir. 1990’lı yıllarda Çin nükleer kuvvetlerinin çekirdeğini yaşlı ve tek başlıklı iki düzine Dong Feng 5/5A ICBM füzesi oluşturuyordu (Ellis ve Koca, 2000: 1). Çin’in ABD’den nükleer füze ve savaş başlığı teknolojisi çalma gayretleri başarılı oldu ve 2004 yılında kendi ICBM2 (Type 094) füzelerini ateşlemek üzere dizayn edilmiş yeni sınıf ilk denizaltısını üretti. Çin, 2006 yılına kadar Tayvan’ı hedef almak üzere 725 kısa menzilli balistik füze üretti (ISS, 2006: 270). Yapılan değerlendirmelere göre Çin, nükleer kapasitesini MIRV3 teknolojisi ile geliştirmek ve 2015 yılına kadar termonükleer başlıklı 1.000 ICBM üretmek peşindedir. Çin bir yandan silahlı kuvvetlerini modernize etme ve ABD füze savunma sistemi planına karşılık nükleer caydırıcılığını artırma gayreti içindedir. Çin, 4.600 mil menzili olan JL-2 füzeleri ile önemli bir kabiliyet kazanmaktadır. Kıtalararası balistik füze miktarının 2010’a kadar 100’ü geçmesi beklenmektedir (Lampkin, 2004: 21). Stratejik kapsamlı kıtalararası balistik füzelerin konuşlandığı 30 kadar bölgede 100.000 personel çalışmaktadır. Ayrıca 35 adet orta menzil füze atma bölgesi ve bir denizaltıya dayalı nükleer füze sistemi mevcuttur. Büyük bir modernizasyon programı başlatan Çin Ordusu; deniz kuvvetlerine ICBM taşıyan denizaltılar, hava savunma kabiliyeti gelişmiş gemiler almakta ve Washington’u vuracak şekilde stratejik füze kabiliyetini Dong Feng 31A ICBM füzeleri ile geliştirmektedir. Çin kuvvet kullanma konseptinin temelinde balistik füzeler öncelik almaktadır. 2 ICBM: Kıtalararası Balistik Füze (Inter Continental Balistics Missile). MIRV: Multiple Independently Targetable Reentry Vehicle (Çok Başlıklı Bağımsız Hedeflere Yönlendirme Araçları). 3 94 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,77-98 Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri Çin yıllardır Tayvan’ı hedef alan konvansiyonel savaş başlıklı kısa menzilli balistik füzeler (SRBMs) yerleştirmektedir. CSS-6 ve CSS-7 (Dongfeng veya DF-15 ve DF 11 veya M-9 ve M-11 füzeleri diye de anılmaktadır) füzelerinin sayı, çeşit ve isabet oranları artmaktadır. Çin, Tayvan’ı vurmak üzere 1.300 DF-11 ve DF-15 kısa menzilli füzeye sahiptir. Çin bir yandan da CSS-5 (veya DF-21C) orta menzilli balistik füze (MRBM) geliştirdi. Bunlara karadan atılan Cruise füzeleri (LACMs4) de ilave edilmelidir. Çin Deniz Kuvvetleri de antigemi Cuise füzeleri, hızlı füze botları, muhrip, destroyerler ve denizaltılar edindi. Çin MRBM’ler ile gemileri vurmayı da planlamaktadır. Çin ayrıca yeni mobil ve katı yakıtlı ICBM (DF-31) nükleer füze ve bunları taşıyacak Jin sınıfı balistik füze denizaltısı (SSBN) peşindedir. Bu füzeler ABD’ye ulaşacak menzili olan önceki 20 adet DF-5A ICBM füzesini takviye edecektir (McVadon, 2005: 6). SONUÇ Çin, stratejisi gereği yüksek kalkınma hızını sürdürebilmek için iç karışıklıklardan ve uluslararası bir çatışmadan kaçınmaktadır. Uzun vade de hızlı ekonomik kalkınma ile daha refah içinde ve iyi eğitilmiş bir nüfus ile uluslararası arenada daha büyük bir yer edineceğini hesaplamaktadır. Yüksek kalkınma aynı zamanda Çin savunma harcamalarında da istikrarlı bir büyüme sağlayacak ve sadece ekonomik değil askeri statüsünü de yükseltecektir. Bununla beraber Batının Çin karşısında yapacak çok fazla şeyi de bulunmamaktadır. Çin’in hızlı kalkınması ve küresel ekonomik sisteme entegre olması hem ABD’nin savunduğu değerler hem de daha yavaş kalkınan ve krizlere giren Çin’in yaratacağı risklerden daha iyi bir seçenektir. Geriye sadece savunma sanayi alanında Çin’e karşı ABD ve Avrupa Birliği’nin dikkatli olması kalmaktadır (Perkins, 2006: 385). 4 LACMs: Land Attack Cruise Missiles. 95 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 77-98 Sait Yılmaz Çin ile ilgili kötümser senaryo sahip olduğu ve kültürel, coğrafi ve dil bakımından önemli kültürel ayrılıklar ve enflasyon, bölgesel gelir eşitsizlikleri, büyük çaplı göçler gibi ekonomik nedenlerle ülkenin bölünme ihtimalidir. Süregelen Uygur ayrılıkçı hareketleri bugüne kadar Çin Ordusu’nun sert müdahalelerine maruz kaldı. Kantonez, Şangaylı ve Fujinez’ler diğer etnik gruplara göre dış ülkelerle ilişkilere meraklı olup halen 150 milyon Çinli dışarıda iş bulmak için sırada beklemektedir. Buradan çıkarılacak sonuç yaşanacak ağır bir ekonomik depresyonun büyük bir göç dalgası başlatabileceği ve ulusal bütünlüğün bozulma olasılığıdır. Kosova ve Çeçenistan gibi bölgelerdeki gelişmelerin bu grupları etkilediği, giderek daha fazla kendi etnik kimliklerini kullandıkları gözlenmektedir. KAYNAKÇA ARIBOĞAN, DENİZ Ü.:“Çin’in Gölgesinde Uzak Doğu Asya”, Bağlam Yayınları, (İstanbul, 2001). BLASKO, DENNİS:“China Looks and Finds Its Military Wanting”, Defense News, (July 21, 2008). BROOKE, JAMES: “The Asian Battle for Russia’s Oil and Gas”, New York Times, (January 3, 2004). CHAN, STEVE: “Soft Deterrence, Passive Resistance: American Lenses, Chinese Lessons”, Matthew B. Ridgway Center, University of Colorado, (2005). DIDICCO JONATHAN M., LEVY JACK: “Power Shifts and Problem Shifts: The Evolution of the Power Transition Research Program”, Journal Of Conflict Resolution No.43, (1999). EKREM, NURANİYE HİDAYET: “Çin Halk Cumhuriyeti’nin Dış Politikası’’, ASAM Yayınları (Ankara, 2003). ELLIS JASON D., KOCA TODD M.: “China Rising: new challenges to the US Security Posture”, Strategic Forum No. 175, (October 2000). 96 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,77-98 Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri GLADNEY, DRU C.: “China’s National Insecurity”, Asia-Pasific Center For Security Studies, (Honolulu, 2001). HACISALİHOĞLU, YAŞAR: “Yeni Dünya Düzeni Arayışı ve Türkiye”, Çantay Kitapevi, (İstanbul, 2001). International Institute for Strategic Studies: “The Military Balance. 2005– 2006”, Oxford University Press, (Oxford, 2006). KARACA, KUTAY: “Dünyadaki Yeni Güç Çin, Tek Kutuptan, Çift Kutba”, IQ Yayınları, (İstanbul, 2003). KISSINGER, HENRY: “Does America Need a Foreign Policy? : Toward a Diplomacy for the 21st Century”, Simon & Schuster; 1st Edit., (London, 2002). KÖZ, NİHAL: “Büyük Değişimin On İşareti”, Capital Dergisi, (01 Haziran 2006),s.68. LAMPKIN, JOHN J.: “China Launches New Class ofNuclear Sub”, Associated Press, (Dec 4, 2004). MCVADON, ERIC A.: “Recent Trends in China’s Military Modernization”, Asia-Pasific Studies, Institute for Foreign Policy Analysis, (September 15, 2005). MIHNICK, WENDELL: “U.S. Questions China’s Budget Transparency”, Defense News, (September 22, 2008). MILES, JAMES: “Chinese Nationalism, US Policy and Asian Security”, Survival 42, No.4, (Winter 2000/2001). Milliyet Gazetesi: “Çin, Pentagon'u Uzayda Korkuttu”, (21 Ocak 2007). Münir, Metin: “Çin, Almanya, Hindistan, Türkiye”, Milliyet Gazetesi, (12 Haziran 2006). ORGANSKİ A.F.K., KUGLER JACEK: “The War Ledger”, University of Chicago Press, (Chicago, 1980). 97 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 77-98 Sait Yılmaz ÖĞÜTÇÜ, MEHMET: “Yeni Ekonomik Süpergüç Çin’in Önlenemeyen Yükselişi: Türkiye İle Rekabet mi? Ortaklık mı?”, Avrasya Dosyası, Cilt:12 Sayı: 1, (Ankara, 2006). PERKİNS, DWIGHT: “China’s Economy”, Strategic Asia 2005–06, Harvard University, (2006). PERRETT, BRADLEY: “Qian Xuesen Laid Foundation For Space Rise in China”, Aviation Week & Space Technology, (Jan 6, 2008). RATHAM, GOPAL: “U.S. Is Inconsistent Toward Allies on China”, Defense News. (Mar 28, 2005). Siyasi ve Sosyal Araştırmalar Vakfı (SİSAV): “Dünyadaki Jeopolitik Yönelimler ve Türkiye”, (İstanbul, 2000). SOLTAN, ELNUR: “Rusya Süper Güç Şemsiyesi Altında Bölgesel Bir Büyük Güç”, ASAM Stratejik Analiz Dergisi, Cilt 3, Sayı 27, (Ankara, 2002). SUN-TZU: “Art of War”, Denma Translation Group, Shambhala Publications, (Boston, 2001). SUTTER ROBERT, HUANG CHIN-HAO: “Military Diplomacy and China’s Soft Power, Comparative Connections”, A Quarterly E-Journal on East Asian Bilateral Relations, (2006). ŞEN, SERDAR: “Ulusal Devletten Bölgesel Güç Oyunlarına”, Chiviyazıları Yayınevi, (İstanbul, 2002). US Government Accounting Office: “FY04 Report to Congress”, Annual Report, Government Printing Office, (Washington D.C., 2004). WorldBank Web Sitesi: www.worldbank.org / Development Indicators / China / (Giriş Tarihi: 14.2.2007). ZUQIAN, ZHANG: “Yeni Güvenlik Sorunlarına İlişkin Çin’in Bakış ve Politikaları”, Harp Akademileri Komutanlığı, Dünya’da Yeni Güvenlik Anlayışları Sempozyum Bildirileri, Harp Akademileri Basımevi, (İstanbul, 2003). 98 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,77-98 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 99-136 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY 2002-2008 DÖNEMİNDE TÜRKİYE’NİN SAYGINLIK ARAYIŞI Davut Ateş∗ ÖZET 2002 yılı Kasım ayında yapılan genel seçimler sonucunda Türkiye’de yaşanan iktidar değişimi, geleneksel olarak batı yanlısı ve yakın komşularına karşı kayıtsızlık içinde bulunan Türk dış politikasında önemli açılımlar meydana getirmiştir. Söz konusu açılımlar ülkenin uluslararası toplumdaki saygınlığını yükselttiği varsayımından hareketle genellikle olumlu değişiklikler olarak değerlendirilir. Buna karşın bir ülkenin saygınlığının ne oranda yükseldiğinin incelenmesi de önemlidir. Bu çalışmada, ulusal çıkar, güç, güvenlik, dış politika ve saygınlık gibi kavramlar kısaca tartışılacak; 20022008 döneminde Türkiye’nin saygınlığını bir şekilde etkilediği kabul edilen belli başlı dış politika alanlarındaki gelişmelerle dış politikadaki değişimler incelenecek; böylece dış politika hedeflerindeki ilerleme veya gerilemeye bağlı olarak dış politika alanlarındaki saygınlık arayışının bugün itibariyle arz ettiği resim çıkarılmaya çalışılacaktır. Anahtar Sözcükler: Türkiye, Ulusal Çıkar, Dış Politika Amacı, Saygınlık. ABSTRACT Change of ruling elite as a result of general elections on November 2002 in Turkey has brought new dimensions in Turkish foreign policy that is traditionally attributed as prowestern and indifferent to its near neighbours. New directions are generally considered as positive developments by accepting the assumption that they have enhanced the prestige of the country in international community. Despite this fact, it is also important to analyze to what extent the prestige of a country has increased. In this paper, concepts such as national interest, power, security, foreign policy and prestige will be shortly discussed; developments in main foreign policy areas and changes in foreign policy objectives that influenced Turkey’s prestige during 2002-2008 will be examined; so that current figures in search of prestige in certain foreign policy areas will be put forward by considering improvement or retreat in relevant foreign policy objectives. Keywords: Turkey, National Interest, Foreign Policy Objective, Prestige. 1. GİRİŞ 2002 yılı Kasım ayında yapılan genel seçimler neticesinde iktidara gelen hükümetin genelde içe-kapanık olarak tanımlanan Türk dış politikasının ∗ Dr., Dış Ticaret Müsteşarlığı, . Makalede dile getirilen görüşler yazarın kişisel değerlendirmeleri olup, görev yaptığı kuruma mal edilemez ve kurumun resmi görüşleriyle ilişkilendirilemez. Davut Ateş yüzünü dışa-dönük hale getirdiği (Gözen, 2006: v), sonuçta da Türkiye’nin uluslararası toplumdaki saygınlığının arttığı iddia edilir. Bu durum, 2002 sonrasında uygulanan politikaların Türkiye’nin uluslararası ilişkilerde geleneksel statükocu tutumunu terk etmesi şeklinde algılanmıştır. 2002-2008 döneminde aktif dış politika izleyen Türkiye daha önce pek müdahil olmadığı birçok alanda politika üretmeye, katı tutum benimsenmiş olan diğer bazı alanlarda ise ciddi açılımlar yaparak tepkisel davranmaktan sıyrılmaya başlamıştır. Bütün bu gelişmelerin Türkiye’nin uluslararası toplumdaki imajını olumlu etkilediğinde kuşku yoktur. Bu sonuç uluslararası aktörlerce de sık sık teyit edilmiştir (Rehn, 2008). Diğer yandan, benimsenen aktif dış politikanın önemli bir boyutunun ülkenin saygınlık arayışı biçiminde ele alınması da olasıdır. Zira izlenen yeni politikaların amaçları genel olarak öteki ülkelerle mevcut sorunların bir an önce çözüme kavuşturulması, özellikle AB bütünleşme sürecinde ilerleme kaydedilmesi ve yakın komşularla daha yakın işbirliği imkanlarının ortaya çıkarılmasıdır. Böylece Türkiye’nin uluslararası toplumda sahip olduğu ağırlığın (güç/saygınlık) artacağı öngörülmüştür. Böyle bir arayışın neden 2002 sonrasında görülmeye başlandığı ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, aktif dış politika sayesinde ülkenin saygınlık arayışında ne derece mesafe alınıp alınmadığının belirlenmesi de önemlidir. Sosyal olgulardaki gelişmelerin sayısal göstergelerle ölçülmesinin zorluğu dikkate alındığında, 2002-2008 dönemindeki aktif dış politikanın Türkiye’nin saygınlık arayışına ne oranda yansıdığını belirlemek de zordur. Buna karşın, devletlerin uluslararası toplum içinde değişen konumlarını bir kısım göstergelerle takip etmek olasıdır. Devletlerin uluslararası sistem içinde saygınlıklarının yükselip yükselmediğinin takip edilmesinde kullanılabilecek en önemli araçlardan biri, saygınlık kazanılması amacıyla belirlenen dış politika hedeflerindeki başarı oranıyla, bunların özellikle güç 100 politikası hedeflerine yansıtılıp Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136 2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı yansıtılmadığının incelenmesidir. Saygınlığın göstergesi dış politika amaçlarının gerçekleştiriliyor olmasıyla kısmen ölçülebilir. Dış politika hedeflerindeki ilerleme veya gerileme aynı zamanda ülkenin saygınlığına olumlu veya olumsuz etki eder. Bu çerçeve içinde çalışmanın amacı, 20022008 döneminde izlenen aktif dış politikanın Türkiye’nin saygınlık arayışına nasıl yansıdığının ve elde edilen saygınlığın başka dış politika alanlarına hangi ölçüde katkı yaptığının belirlenmesidir. Belli başlı dış politika alanlarındaki hedefler takip edilerek bunlarda nasıl bir değişim olduğu incelenecek, böylece aktif dış politikanın Türkiye’nin konumunu hangi yönde etkilediği belirlenmeye çalışılacaktır. Ayrıca, saygınlık aranan dış politika alanlarındaki ilerlemenin ülkenin hayati ve ivedi dış politika amaçlarının (güç politikası) gerçekleştirilmesine hangi oranda kanalize edilebildiği de tartışılacaktır. Dış politika amaçlarının gerçekleştirilmesinin ülkenin saygınlığını artırdığı ve artan saygınlığın dış politika amaçlarında pozitif ilerleme sağladığı varsayımından hareketle, dış politika alanları ve hedefleri kabaca iki kategoride ele alınacaktır. Birincisi, ülkenin ulusal çıkarları çerçevesindeki dış politika amaçlarıdır ki çoğunun önemi hayatidir ve öncelikle ülkenin uluslararası güç dağılımındaki yerini belirlemeye dönüktür. Bunlar güç politikası içerisinde değerlendirilir (Türkiye için Kıbrıs, AB, ABD ve Irak bunlara en önemli örneklerdir). İkincisi ise, ülkenin saygınlığının yükseltilmesi amacıyla belirlenen dış politika amaçlarıdır ki ülke çıkarları açısından hayati önemi daha belirsizdir. Zira bunların ülkenin hayati çıkarlarına olumlu veya olumsuz etkileri sınırlıdır. Bunlar da saygınlık politikası şeklinde ele alınabilir (Türkiye için Arap-İsrail sorunu, Rus-Gürcü savaşı, medeniyetler arası diyalog, nükleer İran sorunu ve Ermenistan ile ilişkiler bu kapsamdadır). Dış politika alanları veya hedefleri itibariyle güç ve saygınlık politikaları arasında bir ayırıma gidilmesinin nedeni, belirli bir dönemde dış politikada ortaya çıkan genel eğilimin niteliğinin belirlenmesine yardımcı olmaktır. Zira kimi zaman ülke için hayati sonuçları olmayacak bir saygınlık politikası bütün 101 Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136 Davut Ateş dış politika konularını gölgede bırakacak kadar popüler olabilmektedir. Oysa ülkenin hayati çıkarlarına ilişkin güç politikası kısmında yer alan alandaki kimi olumsuz gelişmeler bütün saygınlık politikalarının getirilerini boşa çıkarabilecek boyutta olabilir. Bununla birlikte güç ve saygınlık politikalarını mutlak anlamda birbirlerinden ayırma imkanı da yoktur. Bunlar birbirlerini etkilerler ve bu etkileşim ülkenin ulusal çıkarlarına yansır. Bu nedenle, her güç arayışının saygınlıkla ve her saygınlık arayışının güçle ilgili olduğu gerçeği göz ardı edilmeden, bu çalışmada özellikle ikinci kategoride yer alan dış politika alanları ve hedefleri değerlendirilecektir.1 Zira son dönemde güç dağılımını çok da ilgilendirmeyen alanlarda üstlendiği rollerle adından sıkça bahsettiren Türkiye’nin bu çabaları daha çok saygınlık arayışının bir sonucu görünmektedir. Diğer yandan, benimsenen aktif dış politikanın bir ülkenin uluslararası toplumdaki saygınlığını tek başına temin edemeyeceği, saygınlığın kısmen ülkenin niteliğinde diğer ülkelere oranla gözlenecek gelişmelerin bir sonucu olacağı da göz ardı edilemez. Örneğin Birleşmiş Milletlerin İnsani Gelişim Endeksi veya bazı kurumlarca yapılan diğer değerlendirmeler bu açıdan ele alınabilir. Ancak, çalışmanın amacı dış politika yoluyla ülkenin saygınlık arayışının incelenmesi olduğundan, insani gelişim veya güvenlik kriterlerinde Türkiye’nin arz ettiği resim doğrudan tartışma konusu edilmeyecektir. Bununla birlikte, dış politika yoluyla saygınlık arayışının güç amaçları ve ülkenin iç organizasyonuna olumlu yansımalarının olup olmadığının belirlenmesinde elbette söz konusu endekslere gönderme yapılacaktır. Çünkü dış politikadaki saygınlık arayışının iç organizasyondaki değişimle uyumu veya uyumsuzluğu, saygınlık politikasının ulusal çıkarlara kanalize edilip edilmediğini de gösterebilecektir. 1 Kıbrıs, AB, ABD ve Irak gibi dış politika alanları doğrudan ‘‘güç politikası’’ kapsamında ele alındığından, bu alanlardaki Türk dış politikası üzerine çok sayıda araştırma yapılmıştır. Oysa saygınlık arayışı Türk dış politikasında son dönemde daha belirgin hale gelen bir olgu olmasına karşın, Türkiye’nin saygınlık arayışının çerçevesi çok fazla incelenmiş değildir. Bu yüzden bu çalışmada, 2002 sonrasında ülkenin saygınlık arayışına dayalı dış politikası incelenmiştir. 102 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136 2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı Bu kapsamda çalışmada, ulusal çıkar, güç, güvenlik, dış politika ve saygınlık gibi kavramlar kısaca tartışılacak; 2002-2008 döneminde Türkiye’nin saygınlığını bir şekilde etkilediği kabul edilen belli başlı dış politika alanlarındaki gelişmelerle dış politikadaki değişimler incelenecek; böylece dış politika hedeflerindeki ilerleme veya gerilemeye bağlı olarak dış politikadaki saygınlık arayışının bugün itibariyle arz ettiği resim çizilmeye çalışılacaktır. ULUSAL ÇIKAR, GÜVENLİK, DIŞ POLİTİKA, GÜÇ VE SAYGINLIK Devletlerin ulusal çıkarları genellikle güç (Morgenthau, 1992) veya güvenlik (Waltz, 1979) ölçütleri çerçevesinde tanımlanır. Güç, sahip olunan maddi varlıkla doğru orantılı olarak başkalarına emretme kabiliyeti veren yetenek, güvenlik ise fiziki varlığın herhangi bir tehdit veya korkudan uzak bulunması hali olarak düşünülür. Uluslararası ilişkilerin yapısının anarşik olduğu ve her devletin güvenliğinden kendisinin sorumlu olduğu ileri sürülür (Waltz, 1979). İçerde sahip olduğu egemenlik ve kurduğu yasal düzenlemelerle güvenliği temin eden devletin dışarıya karşı en önemli ulusal çıkarı doğal olarak ülkenin ulusal güvenliği ve bunu temin edebilecek güçtür. Bu nedenle devletler arası ilişkiler güç politikasının hakim olduğu alan biçiminde algılanır. Bir ülkenin sahip olduğu askeri kabiliyetler, ekonomik değerler, coğrafya ve nüfus gibi maddi varlıklar potansiyel güç kategorisindedir. Bu varlıklara sahip devletler her zaman güçlü olmayabilirler. Uluslararası ilişkilerde güçlü devlet dendiğinde akla gelen şey, sahip olunan maddi varlıkların söz konusu ülkenin dış politika amaçlarının gerçekleşmesini temin etmesidir. Zira devletler ulusal çıkarlarını korumak için dış politika amaçları belirlerler ve bunların gerçekleştirilmesi gücün varlığının ispatıdır. Başkalarıyla iletişim halinde hedeflerin gerçekleştirilmesi neticesinde ortaya çıkan sonuç ise gerçekleşen güçtür. Gerçekleşen gücün devlete saygınlık kazandırdığı ve uluslararası ilişkilerde elde edilen saygınlık sayesinde de dış politika amaçlarının daha kolay 103 Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136 Davut Ateş gerçekleştirilebildiği doğrudur. Bu yüzden, güç kazanarak güvenliğini temin etme peşindeki devletler kimi zaman saygınlık kazanmak için de bir kısım dış politika amaçları belirleyebilirler. İrili ufaklı bir sürü aktörden oluşan uluslararası ilişkilerde bir ülkenin saygınlığı, sahip olunan maddi varlıkların doğrudan bir sonucu olmayıp, aktörün nitelikleriyle dış politika hedefleri arasındaki ekseri uyumun getirdiği bir sonuçtur. Saygınlık elde etmek devletin hedeflerinden biri olmakla birlikte (Holsti, 1995: 118), bu amaç daha alt düzeydeki dış politika amaçlarının elde edilmesiyle ulaşılabilecek daha üst bir hedeftir. Saygınlığın elde edilesi ülkenin gücünü gösterecek, böylece güvenlik amacı elde edilmiş olacaktır. Saygınlığın, maddi güçten doğan emretme yeteneğiyle karıştırılmaması gerekir. Böyle bir saygınlık gücün varlığını gösterir (Morgenthau, 1992: 36). Öte yandan, emretme yeteneği kimi zaman saygınlık uyandırsa da çoğu durumda nefrete ve kızgınlığa yol vermesi de olasıdır. ABD’nin bugün dünyanın birçok yerinde olumsuz imaja sahip olmasının bir nedeni budur (Khouri, 2003). Tek kutuplu yapıda kendisini rakipsiz gören bir anlayışla maddi güce dayalı emretme yeteneğini sıklıkla kullanmaya başlayan ABD sahip olduğu maddi gücü sergileme imkanı bulsa da, bu gelişmeye paralel biçimde başkalarında uyandırdığı olumsuz imajla aslında kendi güvenliğini daha fazla tehlikeye atmaya başlamıştır. Güvenliği sık sık taciz edilen bir ülkenin uluslararası toplumdaki saygınlığı soru işaretleri taşıyacaktır. Bu nokta, saygınlığı maddi güce dayalı emretme yeteneği biçiminde kavramlaştırarak uluslararası ilişkilerde ‘‘saygınlık hiyerarşisi’’ bulunduğu (Wohlforth, 1993: 26-27) iddiasını kısmen olumsuzlamaktadır. Zira uluslararası sistemin yönetimindeki başlıca öğeler ‘‘devletler arasındaki güç dağılımı, saygınlık hiyerarşisi ve sistemdeki etkileşimden kaynaklanan kurallar’’ biçiminde kavramlaştırıldığında (Gilpin, 1981: 29), saygınlığın güçten farklı bir içeriğe sahip olduğu görülmektedir. Buradaki belirleyici fark saygınlığın meşruiyetle ilintisidir. Meşruiyet, bir 104 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136 2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı ülkenin sahip olduğu maddi yeteneklerin varlığına ve belirli şartlar dahilinde kullanılabileceğine ilişkin olarak öteki ülkelerde yarattığı algının sonucunda ortaya çıkabilir (Gilpin, 1981: 30-31). Bu kapsamda saygınlığın ‘‘bir devletin öteki devletlerin gözünde sahip olduğu meşru emretme kabiliyeti’’ olarak tanımlanması mümkündür. Maddi varlıktan kaynaklanan güç herhangi bir biçimde emretme kabiliyeti yaratırken, saygınlıktan kaynaklanan emretme kabiliyeti meşru bir hak olarak tanınabilir. Meşru emretme kabiliyeti (saygınlık) için de ülkenin sahip olduğu gücün ülkeyle uyumlu dış politika hedefleri belirlenmesi ve takip edilmesi yoluyla ortaya çıkması gerekir. Ayrıca, uluslararası ilişkilerde güç dağılımının yanında saygınlık dağılımının da aktörlerin ulusal çıkarlarında karar verici olduğu ve dış politikalarının bu çerçevede şekil aldığı dikkate alındığında, ‘‘saygınlık artışı’’ amacıyla tanımlanan dış politika hedeflerinin ‘‘güç dağılımını değiştirmek’’ için belirlenen dış politika amaçlarından tamamen ayrıştırılması imkanı yoktur. Zira saygınlık artışı için belirlenen hedefler uzun vadede ve dolaylı biçimde güç dağılımını etkilemektedir. Diğer yandan bu ikisi arasındaki farklılıkların belirlenmesi herhangi bir aktörün davranış yeteneğine ilişkin ipuçları verebilecektir. Bu kapsamda, ‘‘güç dağılımını değiştirme’’yi hedefleyen dış politikaların getirisinin daha hesaplanabilir bir takvime bağlanması ve ülkenin sahip olduğu gücü doğrudan ve ivedi etkilemesi sözkonusudur. Oysa ‘‘saygınlık artışı’’ için benimsenen dış politikaların getirisi daha uzun vadelidir ve ülkenin gücünü etkileme biçimi dolaylıdır. Bu gruptaki politikaların öncelikli amacı daha çok ülke imajıyla alakalıdır. Dolayısıyla bir ülkenin güç ve saygınlık arayışında uyguladığı dış politikanın ve belirlediği hedeflerin daha çok hangi kapsamda ele alınabileceğinin incelenmesi, belirli bir dönemdeki dış politika eğiliminin ne olduğunun ortaya çıkarılmasına yardım edebilecektir. Dış politika hedeflerinin gerçekleştirilmesi ülkenin saygınlığına katkı sağlayan bir gelişmedir. ABD’nin Afganistan ve Irak’taki amaçlarına -ülkelerin belirli rejimlerden kurtarılması ve istikrara kavuşturulması- tam olarak ulaşamaması - 105 Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136 Davut Ateş bu ülkelerde istikrar sağlanamamıştır-, ABD’nin saygınlığını azaltmaktadır. Öte yandan, kimi durumda devletlerin dış politika amaçlarından biri bizatihi saygınlık elde etmek şeklinde de ortaya çıkabilir. ‘‘Saygınlık politikası’’ olarak tanımlanan (Morgenthau, 1992: 39) bu durumda devletlerin kısa vadede ekonomik veya askeri sonuçlar elde etmek gibi amaçları olmayıp, böyle politikalar güç-meşruiyet arasındaki dengede ülkenin gücünün başkalarınca daha çok meşruiyet tarafında algılanmasını sağlamaya yöneliktir ve öteki güç unsurlarına ilişkin amaçlar da uzun vadelidir. Dolayısıyla uluslararası toplumda bir ülkenin saygınlığının arttığı iddia edildiğinde, öncelikle bakılması gereken şey söz konusu ülkenin dış politika hedeflerini gerçekleştirip gerçekleştiremediğidir. Dış politika hedeflerinin gerçekleştirilmesinde olumlu gelişmeler bulunması halinde saygınlığın arttığı iddiasının geçerli olduğu, tersi durumda da arttığı söylenen şeyin aslında saygınlık olmadığı görülecektir. Uluslararası toplumda bir ülkenin adının sık sık geçmesi bahse konu ülkenin saygınlığının arttığı anlamına gelmeyebilir. Örneğin, şaibeli seçimler nedeniyle Zimbabwe veya dikta rejimi nedeniyle Burma’dan sıklıkla bahsedilmesi söz konusu ülkelerin saygınlığıyla değil kötü ünleriyle ilgilidir. Diğer taraftan, saygınlığın artması aynı zamanda bir ülkenin dış politika hedeflerini gerçekleştirmesini kolaylaştıran bir etkendir. Zira saygınlık sahibi ülke muhataplarına karşı gizli emretme kabiliyeti kazanır. Çıplak güçten kaynaklanan emretme kabiliyeti çoğu durumda saygınlık uyandırmazken, saygın olan aktör görünmeyen meşru bir emretme kabiliyeti kazanabilir. Bu kapsamda çalışmanın kalan bölümünde, son dönemde uyguladığı aktif dış politikayla uluslararası toplumda adından sıkça bahsedilen ve bu nedenle gücü ve saygınlığı arttığı kabul edilen Türkiye’nin 2002-2008 dönemindeki saygınlık arayışında ortaya koyduğu tablo dış politika hedefleri çerçevesinde incelenecektir. Herhangi bir dış politika alanındaki eylemsizliğin ülkenin ivedi ve hayati güvenlik çıkarlarını kökten etkilemediği durumda izlenen etkin dış 106 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136 2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı politika ‘‘saygınlık politikası’’ olarak tanımlanacaktır. Son dönemde uluslararası toplumda saygınlığı arttığı kabul edilen Türkiye’nin bu konumunu diğer dış politika amaçlarını gerçekleştirmeye ve ülkenin niteliğinin olumlu yönde dönüştürülmesine ne ölçüde yönlendirebildiği de sorgulanacaktır. 2002-2008 DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI SAYGINLIK ARAYIŞI Çalışmada incelenecek olan dış politika alanları (Arap-İsrail sorunu, nükleer İran, Ermenistan, Rus-Gürcü savaşı ve Kafkasya, medeniyetler arası diyalog) daha çok Türkiye’nin saygınlık arayışı kapsamında ele alınabilecek olanlardır. Zira bunlar, eylemsizlik durumunda Türkiye’nin hayati çıkarlarını ivedi biçimde olumsuz etkileyebilecek konular değildir. Aynı dönemde Türkiye’nin Kıbrıs, AB, ABD, Irak, iç organizasyon2 gibi alanlarda da aktif dış politika izlediği söylenebilir. Ancak bunlar daha çok ülkenin güç arayışıyla ilgilidir. Zira buralardaki eylemsizlik ülkenin hayati çıkarlarını ivedi biçimde etkileyebilecektir. Güç ve saygınlık politikalarının her ikisinin de ülkenin çıkarlarını etkilemesi söz konusudur. Bu ikisi arasındaki en önemli fark ‘‘hayati çıkarlar’’ ve ‘‘ivedilik’’tir. Buna karşın, her güç politikasının saygınlık, her saygınlık politikasının da güç amacını değişen oranlarda birlikte taşıdığı varsayılmaktadır. Arap-İsrail Sorunu ve Orta Doğu Dış Politika Amaçları 1923 yılında Cumhuriyet’in kurulmasıyla 2000’li yılların başına kadar geçen süre içerisinde Türkiye’nin Orta Doğu ve Arap-İsrail sorununa ilişkin genel dış 2 ‘‘İç organizasyon’’, ülke içinde siyasal, ekonomik veya toplumsal düzeyde kurulu bulunan düzeni ifade etmektedir. Devletlerin iç organizasyon biçimlerinin öteki devletlerle ilişkilere yansıması olacağından, iç organizasyona bağlı dış politika hedefleri bulunması doğaldır. Örneğin, liberal ekonomi politikaları uygulayan bir ülkenin dış politika amaçlarından birinin, ülkenin küresel pazardaki rekabet gücünün yükseltilmesidir. Ya da sivil-demokratik yönetime sahip bir ülkenin genel dış politika amaçlarından birinin öteki ülkelerin de benzer yönetime kavuşmalarıdır. Bunun dışında bir ülkenin iç organizasyonunda yaşanan bazı değişimlerin dış politikaya yansımalarının olması da kaçınılmazdır. Örneğin, AB bütünleşme süreciyle birlikte siyasal, ekonomik ve sosyal alanlarda reform süreci başlatan Türkiye’nin hem uluslararasındaki imajında hem de AB başta olmak üzere diğer ülkelerle ilişkilerinde bir kısım değişimler yaşandığı görülmektedir. 107 Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136 Davut Ateş politika amacı çoğu durumda kayıtsızlık olarak da tanımlanabilecek tarafsızlık doğrultusundadır. Bölge sorunlarıyla ilgilenmenin yeni kurulan devletin laik ve üniter yapısında sorunlara neden olabileceği endişesi, söz konusu politikanın en önemli gerekçesidir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyet tehdidine karşı batıyla ilişkilerin geliştirilmesi çerçevesinde, BM kararlarına dayanılarak 1948 yılında kurulan İsrail tanınmıştır. Bu tanımada, batı ittifakının lider ülkesi ABD’nin İsrail’in kuruluşuna verdiği destek de önemli etkenlerden biridir (Kona, 2008). İsrail’in tanınması Türk dış politikasının Orta Doğu’ya ilgilisizliğini yok edecek boyutta bir gelişme değildir. Yalnız, bu tanımanın Türkiye’yi Arap ülkeleri nezdinde daha negatif bir noktaya ittiği de yadsınamaz (Sam, 2008: 12). İsrail’in tanınmasıyla ortaya çıkan Arap ülkeleri nezdindeki negatif imajın tamiri konusunda Orta Doğu’ya yönelik ilgisizlik politikası nedeniyle herhangi ciddi bir girişim yoktur. Buna rağmen, ABD ile ilişkiler çerçevesinde Türkiye-İsrail-ABD işbirliği stratejik hedeflerden biri olarak her zaman canlılığını korumuştur. Türkiye’nin Orta Doğu bölgesiyle daha yakından ilgilenmesi ancak 1970’lerden sonra ekonomik gerekçelerle ortaya çıkmıştır. Artan petrol fiyatlarının getirdiği yükün hafifletilmesi, petrol zengini olmaya başlayan Arap ülkelerine artan ihracat, Türk müteahhitlerinin bölgede iş almaya başlaması ve Türk işçilerinin bölge ülkelerine gidişi bu kapsamdadır (Hale, 2003: 176-177). Dış Politika Değişikliği 2002 yılından sonra Türkiye’nin Orta Doğu bölgesiyle ilgilenmesi ekonomik gerekçeleri aşacak ölçüdedir. Bu kapsamda Arap-İsrail sorununa ilişkin daha somut dış politika hedefleri belirlenmeye başlanmıştır. Bölgede güvenliğin ve istikrarın sağlanması, İsrail ile birlikte diğer bölge ülkelerinin de güvenliğinin temin edilmesi, İsrail-Filistin ve İsrail-Suriye sorunlarının çözülmesi, Arapİsrail sorununda aktif rol üstlenilmesi ile Körfez ülkelerinden yabancı sermaye çekilmesi bunlar arasındadır. Ayrıca yine ABD ile stratejik ortaklık ilişkisi çerçevesinde Orta Doğu’daki demokratikleşme girişimlerine destek verilmesi 108 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136 2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı (Kona, 2008) de bu dönemdeki dış politika amaçlarından biri olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye bölgede daha aktif olmaya başlarken, bölge sorunları karşısındaki geleneksel tarafsızlığını korumaya devam etmiştir. Arap-İsrail sorununa ilişkin 2002 yılından sonra uygulanmaya başlanan politikalar geleneksel Türk dış politikasının oldukça dışına çıkmaya başlamıştır. İsrail ile ilişkiler belirli bir soğuma dönemine girerken, Lübnan, Filistin ve Suriye gibi İsrail ile sıcak temaslı sorunları bulunan Arap ülkeleriyle ilişkilerde canlanma görülmüştür. İsrail’in Filistin’de giriştiği bazı eylemlerin Türkiye tarafından kınandığına şahitlik edilmiştir. 2006 yılında Filistin’de yapılan seçimleri kazanan ve batı dünyasında terör örgütleri listesinde bulunan HAMAS liderlerinin bir kısmı Ankara’da ağırlanmıştır. İsrail ve Filistin Cumhurbaşkanları 2007 yılında TBMM’de aynı anda birer konuşma yapmışlardır. Ayrıca, İsrail ile Suriye arasındaki sorunların çözümü ve ilişkilerin normalleşmesi amacıyla başlayan dolaylı görüşmelerde Türkiye aktif biçimde arabuluculuk rolü üstlenmiştir (T.C. Dışişleri Bakanlığı, 2008). 1998 yılına kadar PKK nedeniyle ciddi sorunlar yaşanan Suriye ile ilişkilerin3 İsrail bağlamında arabuluculuk noktasına kadar gelmesi Türk dış politikası açısından önemli bir gelişmedir. Bu gelişmelerin sonucunda Türkiye ilk kez Orta Doğu barış sürecine dahil edilen ülkeler arasına katılmış ve 2007 yılında Annapolis’te yapılan uluslararası konferansa davet edilmiştir. Bunlar Türkiye’nin uluslararası toplumdaki saygınlığını artıran gelişmelerden bir bölümü olarak anılmaktadır. Diğer yandan, bölgenin demokratikleştirilmesi bağlamında Orta Doğu’da model ülke olarak arz edilmesinde Türkiye’nin sahip olduğu bir kısım nitelikler rol oynamıştır. Uyguladığı laiklik ilkesinin katı olduğu konusunda eleştiriler mevcut olsa da, Türkiye Müslüman ülkeler içerisinde laik devlet yapısına sahip biricik ülke konumundadır. Ayrıca, İslam ile demokrasinin bağdaşıp bağdaşmadığı konusundaki bir sürü soruya karşın Türkiye uzun 3 PKK bağlamında Türkiye-Suriye ilişkileri konusunda bkz. Mumcu ve Kahramaner, 2004. 109 Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136 Davut Ateş yıllardan beri demokrasiyle -eksik yönleri olsa da- yönetilen ender ülkelerdendir. Bu yüzden, ABD tarafından planlanan ve İslam ülkelerindeki rejimlerin ılımlı İslama kaydırılmasını da hedefleyen Büyük Orta Doğu Projesi (Sam, 2008: 21) gibi tasarımlara aktif destek verilmiş, bu kapsamda bölge ülkelerinin demokratik değerleri benimsemesi gerektiği üzerinde durulmuştur (Beriş, 2004). Küresel terörizm tehdidiyle mücadele kapsamında Orta Doğu bölgesinde demokrasinin geliştirilmesi (Windsor, 2003) Türkiye-ABD arasındaki ilişkilere yeni bir boyut katmıştır. Dönem içerisinde, başta Suriye ve Irak ile sorun olması her zaman muhtemel olan su konusunda 1990’lı yıllardaki canlılık -barış suyu projesi gibi- gözlenmemiştir. Saygınlık Arayışı ve Dış Politika Amaçları Türkiye’nin Orta Doğu bölgesine ilişkin olarak dış politika amaçlarında 20022008 dönemindeki gelişmeye Tablo 1’de özetlendiği şekliyle bakıldığında, amaçların yarısından çoğunda ek maliyeti olmayan ilerlemeler görülmektedir. Türkiye Arap-İsrail sorununda aktif biçimde yeni roller üstlenmiştir. Daha somut olarak İsrail-Filistin ve İsrail-Suriye arasındaki doğrudan veya dolaylı müzakerelerde arabuluculuk yapmaya başlamıştır. Ayrıca Körfez kökenli doğrudan yabancı yatırımlarda artış kaydedilmiştir (YASED, 2007). Bu girişimlerin Türkiye’ye ek bir maliyet getirdiği iddia edilemez. Dış politika amaçlarından diğer üçünde ise ciddi bir gelişme yoktur, hatta gerileme olduğu görülmektedir: Genel olarak Orta Doğu bölgesindeki güvenliğin ve istikrarın temin edilmesi, ABD-Türkiye ilişkileri çerçevesinde İsrail’in güvenliğinin sağlanması ve bölge ülkelerinin demokratikleştirilmesi. 2006 yılında yaşanan İsrail-Lübnan savaşı ve İran’ın nükleer programı nedeniyle her an muhtemel olan İsrail-İran veya İran-ABD çatışması bölgedeki güvenlik beklentilerini olumsuza çevirmektedir. Müslüman ülkelerin demokratikleşmesi konusunda da herhangi bir ilerleme yoktur. Üstelik Büyük Orta Doğu Projesi gibi girişimler dışarıdan dayatılan olgular olduğundan, demokratikleşme bir yana öneri üzerindeki şüpheler artmaktadır (Khouri, 2003). 110 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136 2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı Tablo 1: Arap-İsrail Sorununda Dış Politika Amaçları ve Saygınlık Arayışı Saygınlık Arayışında Yeni Politikalar İsrail ile ilişkilerin soğutulması, HAMAS liderliğinin ağırlanması, Filistin ve İsrail Cumhurbaşkanla rının TBBM’nde konuşması, İsrail-Suriye dolaylı görüşmelerinde arabuluculuk girişimi Başlıca Dış Politika Amaçları Orta Doğu’da güvenlik ve istikrar ABD ile ilişkiler çerçevesinde İsrail’in güvenliğinin temini Arap-İsrail sorununda aktif rol alınması İsrail-Filistin sorunun çözümü Suriye-İsrail ilişkilerinin normalleşmesi Orta Doğu ülkelerinde demokratikleşme Ekonomik beklentiler Amaçların Korunması veya İlerletilmesi Ek Maliyetler veya Gerileme Yok Var4 Yok Var Var Yok Var Yok Var Yok Yok Var Var Yok Dış Politika Alanındaki Genel Durum Pozitif5 Ayrıca Müslüman ülkelerin demokratikleştirilmesi girişiminin Türkiye’ye ek maliyetleri de söz konusu olabilecektir. Zaten Batı yanlısı (Oran, 1996: 353354) bir ülke görünümünde bulunmaktan kaynaklanan şüpheleri üzerinde 4 Çalışmada yer alan ‘‘saygınlık-dış politika etkileşimi’’ başlıklı tablolarda, dış politika amacı satırının hizasında ‘‘amaçların korunması veya ilerletilmesi’’ ile ‘‘ek maliyetler veya gerileme’’ başlıklarının her ikisinde de ‘‘yok’’ sonucunun bulunması, ilgili dış politika amacında 2002 öncesi statükonun korunduğunu; her ikisinde de ‘‘var’’ın bulunması ilgili dış politika amacında 2002 öncesine göre değişim yaşandığını ve konunun taraflarca müzakereye açık olduğunu; birinde ‘‘var’’ diğerinde ‘‘yok’’ bulunması halinde ise, ‘‘yok’’-‘‘var’’ şeklindeki sıralama ilgili dış politika amacında 2002 öncesine göre gerileme olduğunu ve konunun Türkiye için müzakereye daha açık muhatap için müzakereye daha kapalı olduğunu; ‘‘var’’-‘‘yok’’ biçimindeki sıralama da, ilgili dış politika amacının korunduğunu veya 2002 öncesine göre ilerleme olduğunu ve konunun her iki taraf için de müzakereye açık olduğunu gösterir. 5 Dış politika alanındaki genel durum ‘‘pozitif, negatif veya nötr’’ olarak belirtilmiştir. Bu sonuçlar dış politika amaçlarında 2002-2008 döneminde yaşanan değişimleri ifade etmek için kullanılmıştır. Pozitif, bahse konu dış politika alanında 2002 öncesine göre Türkiye’nin konumunun güçlendiğini ve ülkenin saygınlığının arttığını; negatif, ilgili dış politika alanında 2002 öncesine göre Türkiye’nin konumunun zayıfladığını ve ülkenin güç ve saygınlık yitirdiğini; nötr ise, söz konusu dış politika alanında 2002 sonrasındaki değişimlerin net olarak pozitif veya negatif biçimde tanımlanamayacağını ve bu alanda yürütülen politikaların ülkenin saygınlık arayışına katkısının net olarak kestirilemeyeceğini göstermektedir. 111 Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136 Davut Ateş taşıyan Türkiye, böyle bir girişimle özellikle Orta Doğu ülkeleri arasında yalnızlaşma riskiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Zira çoğu otoriter rejimlerle yönetilen ve dinin meşrulaştırıcı bir işleve sahip olduğu bu ülkelerde demokrasinin ve onun zorunlu kıldığı laikliğin öngörülebilir gelecekte öteki devletlerin dış politika yoluyla dayatmaları sonucunda yaşam şansı bulması düşük bir olasılıktır (Windsor, 2003). Ayrıca, Türkiye modeli merkezinde bölgeye dayatılacak demokratikleşme planı özellikle Arap dünyasında Türkiye karşıtlığını tahrik edebilecektir (Kona, 2008). Zaten ABD ve diğer batılı ülkelerin Orta Doğu’nun demokratikleşmesini gerçekten isteyip istemediği üzerinde de soru işaretleri bulunmaktadır (Kausch ve Barrenada, 2005: 15). ABD’nin demokratikleşme bağlamında talep ettiği değişimlerin halkların ‘‘self-determinasyon’’ hakkını içerip içermediği de Türkiye açısından kritik bir belirsizliktir (Kona, 2008). Diğer yandan katı laiklik anlayışının yumuşatılması ve Türkiye’nin ılımlı İslam modeli bir ülke konumuna sokulması, ülkenin hâlihazırdaki kazanımlarını yakın gelecekte risk altına sokabilecektir. Söz konusu risklere karşın, Orta Doğu bölgesindeki saygınlık arayışı genel olarak ‘‘pozitif’’ nitelikte görünmektedir. Arap-İsrail sorunu merkezli dış politika alanında Türkiye’nin son dönemde benimsediği tutumun daha çok ‘‘saygınlık arayışı’’ çerçevesinde değerlendirilmesi mümkündür. Zira Arap-İsrail sorunundaki olumlu veya olumsuz gelişmelerin Türkiye’nin yakın geleceğini ve gücünü acilen etkilemesi söz konusu değildir. Zaten İsrail’in kurulduğu 1948 yılından beri soruna tarafsız ve ilgisiz kalan Türkiye’nin son hamleler ile Orta Doğu’daki sorunların giderilmesini temin edemeyeceği açıktır. Ayrıca yaklaşık yarım yüzyıldır tarafsızlık ve ilgisizlik politikası benimsenmesinin en büyük nedenlerinden biri Türkiye’nin bölgesel sorunların içine çekilmesinin engellenmek istenmesidir. Son dönemde izlenen aktif politika ile Türkiye Orta Doğu bölgesinde önemli bir aktör olduğunu gösterme gayreti içine girmiştir. Tarafsızlığını koruyarak kısmen geleneksel tutumunu devam ettirmiş olsa da, 112 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136 2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı ilgisizlik politikasına son vererek yakın komşuları arasındaki sorunların giderilmesine katkı sağlama yolunu seçmiştir. İran ve Nükleer Program Sorunu Dış Politika Amaçları Nükleer program nedeniyle İran’ın başta ABD olmak üzere uluslararası toplum tarafından dışlanması ve ABD’nin İran’a saldırması ihtimali karşısında Türkiye soruna kayıtsız kalmamıştır. İran ile ilişkilerde Türkiye’nin en önemli dış politika amaçları, bu ülkeyle ilişkilerin normal tutulması, nükleer program sorunu nedeniyle Orta Doğu bölgesinde yeni bir savaşa meydan verilmemesi ve İran’ın uluslararası toplumda normal bir devlet haline gelmesi olarak ortaya çıkmaktadır. Her üç amaç da Türkiye’nin ulusal çıkarlarıyla yakından ilgilidir. Birincisi, doğal gaz enerjisi konusunda Rusya’ya bağımlı bulunan Türkiye için İran doğal gaz tedarikinde önemli bir alternatif sunmaktadır. Bu yüzden söz konusuyla ülkeyle ilişkilerin normal tutulması hassastır. Ayrıca, yaşanan iki körfez savaşı nedeniyle ekonomisi zarar gören Türkiye bölgede patlak verebilecek bir başka savaşın ekonomisine yüksek bir fatura getireceğinin farkındadır (Turan, 2008: 46-47). İran’a karşı muhtemel bir harekatta Irak örneğinde görüldüğü gibi iki ülke arasındaki stratejik ortaklığın bir gereği olarak ABD Türkiye’nin desteğini talep edebilecektir. Böyle bir talep hem Türkiye-ABD hem de Türkiye’nin Müslüman komşularıyla ilişkilerini nazik hale getirecektir (Turan, 2008: 47). Bu yüzden, ABD’nin İran’a yönelik muhtemel saldırısının diplomatik kanallardan önlenmesi önem arz etmektedir. Diğer yandan, nükleer programını sürdürmekte ısrar eden İran bölge için güvensizlik kaynağı olmaya devam etmektedir. Zira nükleer silah sahibi olabilecek bir İran batı dünyası ve özellikle İsrail için endişe kaynağıdır. Nükleer programdaki ısrar İran’ın uluslararası toplumdan soyutlanmasını beraberinde getirmektedir. Ancak bu soyutlanma tam bir yalnızlık durumu değildir. ABD’nin başını çektiği batılı ülkeler soyutlama sürecine katılırken, Rusya gibi başka ülkeler İran-ABD 113 Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136 Davut Ateş arasındaki gerginliğin diplomatik yoldan çözümlenmesi gerektiğini ve ABD’nin İran’a karşı güç kullanmasına karşı olduklarını ifade etmektedir (Kona, 2007). Bütün bunlar birlikte düşünüldüğünde, Türkiye İran’ın normal bir devlet haline gelmesi, böylece bölgedeki güvensizliğin ortadan kaldırılması için çalışmaktadır. Dış Politika Değişikliği Uzun yıllar ABD-İran arasındaki ilişkilerde tarafsızlığı ve ilgisizliği yeğleyen Türkiye son dönemde sergilediği girişimlerle soruna olan ilgisiz kalmayacağını belli etmiştir. Bununla birlikte bu ilgi geleneksel tarafsızlığı ortadan kaldırıcı mahiyette değildir. Türkiye son dönemde, nükleer program nedeniyle uluslararası toplum tarafından dışlanan ve ABD tarafından ambargolarla sıkıştırılan İran’a uluslararası toplumun gereklerine uyma konusundaki çağrılarını sıklaştırmıştır (Turan, 2008: 49). Bu çağrılara somut anlamda olumlu yanıt vermemekle birlikte İran’ın Türkiye’ye karşı olumsuz tavır takınmaması, Türkiye’nin uluslararası toplumdaki saygınlığını artırmıştır. Üstlenmiş olduğu bu rolle Türkiye sanki ABD-İran arasında arabulucu gibi algılanmaya başlanmıştır. Türkiye-İran arasındaki pozitif diyalogu canlı tutan etkenlerden biri her iki ülke için de tehdit oluşturan ayrılıkçı Kürt terörü konusundaki ortak kaygı ve bu alandaki işbirliğidir (Turan, 2008: 48). Saygınlık Arayışı ve Dış Politika Amaçları İran ile ABD arasındaki nükleer krizde Türkiye dış politika amaçlarının çoğunda istediğini elde etmiş görünmektedir. Tablo 2’de özetlendiği gibi, dış politika amaçlarının ikisinde ek maliyeti olmayan bir ilerleme söz konusudur. Birincisi, Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler normal tutulmaya devam etmektedir. İkincisi, Türkiye’nin katkılarıyla ilgili uluslararası kuruluşlarla temaslarını kesmeyen İran’a yakın gelecekte ABD’nin bir operasyon düzenleme olasılığı düşürülmüştür. Sadece bir amaçta herhangi bir ilerleme veya daha kötüye gidiş söz konusu değildir: İran’ın uluslararası topluma normal bir devlet haline gelmesi, nükleer program ısrarı nedeniyle şimdilik 114 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136 2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı mümkün görünmemektedir. İran ile ABD arasında yaşanan nükleer program sorununda aktif olmayı tercih eden Türkiye dış politika amaçlarının çoğunu elde etmiş göründüğünden, bu alandaki saygınlık arayışının görünümü ‘‘pozitif’’ bulunmaktadır. Tablo 2: Nükleer İran Sorununda Dış Politika Amaçları ve Saygınlık Arayışı Saygınlık Arayışında Yeni Politikalar İran’a uluslararası toplumun gereklerine uyma konusunda çağrı yapılması, bu çağrılara İran’ın olumsuz tutum takınmaması, Türkiye’nin nükleer program konusunda İran ve ABD arasında arabulucu gibi görünmesi Başlıca Dış Politika Amaçları İran ile ilişkilerin normal tutulması Nükleer sorun nedeniyle Orta Doğu’da yeni bir savaş yaşanmaması Amaçların Korunması veya İlerletilmesi Ek Maliyetler veya Gerileme Var Yok Var Yok Dış Politika Alanındaki Genel Durum Pozitif İran’ın uluslararası toplumda normal bir devlet haline gelmesi Yok Yok İran konusunda Türkiye’nin önemli ulusal çıkarları olmakla birlikte, nükleer kriz sorununda Türkiye’nin üstlenmiş olduğu bir kısım rollerin daha çok ‘‘saygınlık arayışı’’ kapsamında değerlendirilmesi gerekir. Zira ABD ile İran arasındaki soğuk ilişkilerin yaklaşık otuz yıllık bir tarihe sahip olduğu dikkate alındığında, nükleer İran konusundaki olumlu veya olumsuz gelişmelerin Türkiye açısından acil ve hayati sonuçlar üretmesi söz konusu değildir. Ancak bu, ABD-İran arasında yaşanabilecek bir savaşın Türkiye ekonomisini Irak örneğindeki gibi derinden etkileyeceği gerçeğini değiştirmez. Bununla birlikte, söz konusu savaşın kaçınılmaz olduğu bir durumda Türkiye’nin yürüttüğü arabulucu girişimlerin savaşı engelleyebileceğini beklemek de gerçekçi 115 Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136 Davut Ateş görünmemektedir. Benzer bir durum 2003 Irak Savaşı’nda da yaşanmıştır. Türkiye’nin bütün girişimlerine rağmen ne mevcut Irak yönetimi ne de ABD yönetimi savaşın engellenmesi konusunda ikna edilememiştir. Bu nedenle, Türkiye’nin nükleer İran politikası daha çok saygınlık arayışının bir sonucudur. Ermenistan ile İlişkiler Dış Politika Amaçları Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde yaşayan Ermenilerle ilgili olarak Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan gelişmelerin 1950’li yıllardan sonra diasporadaki Ermenilerce ‘‘soykırım’’ biçiminde anılmaya başlanması ve Türkiye’nin uluslararası toplumda sözde soykırımı kabule zorlanmasına karşı yürütülen girişimler Türk dış politikasının en eski ve en önemli gündem maddelerinden birini teşkil etmiştir. Dünyadaki birçok ülke tarafından tanınan sözde soykırım nedeniyle Türkiye zor durumda bırakılmak istenmektedir. Ayrıca başta ABD ve AB ülkeleri olmak üzere uluslararası toplumun güçlü ülkelerinde de sık sık gündeme gelen soykırım iddiası Türk dış politikasını sürekli meşgul eden bir konu olmuştur. 1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Ermenistan’ın bağımsız bir devlet olması bu konudaki sorunları da artırmıştır. Zira diaspora tarafından uygulanan soykırım propagandası aynı zamanda bağımsız Ermenistan’ın dış politika amaçlarından birini teşkil etmiştir. Ayrıca, Ermenistan’ın Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tanımamış olması da konuyu daha karmaşık hale getirmiştir (USAK, 2008: 48-50). Karabağ nedeniyle yaşanan Ermenistan-Azerbaycan savaşı iki ülke arasındaki ilişkilerin daha da soğumasına zemin hazırlamıştır. Bu çerçevede, sözde soykırımın dünya tarafından tanınmaması, soykırım iddiasının Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin bir parçası olmaması, Ermenistan’ın soykırım iddiasını dış politika aracı olarak kullanmaması, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün Ermenistan 116 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136 2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı tarafından tanınması ve Karabağ sorununun çözülmesi konuları TürkiyeErmenistan ilişkilerinde başlıca dış politika amaçları olarak ortaya çıkmıştır. Dış Politika Değişikliği Belirlenen dış politika amaçları doğrultusunda Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkisi uzun yıllar kayıtsızlık biçiminde yürütülmüştür. Sadece ABD ve AB ülkeleri gibi bazı ülkelerin soykırım iddiasını kabul etmemesi yönünde gösterilen diplomatik çabalar sergilenmiş ve genelde savunmada görünen bir Türkiye profili belirmiştir. Oysa 2002 yılını takip eden dönemde soykırım iddiasının araştırılması amacıyla iki ülkenin uzmanlarından oluşan bir komisyon kurulması yolundaki Türk önerisi soruna yeni bir açılım getirdiği gibi Türkiye’nin saygınlığının artmasına katkıda bulunmuştur. Ayrıca Ermenistan ile ilişkilerin soykırım iddiasına kilitlenmemesi gerektiği yolundaki görüşler de Türkiye’yi uluslararası toplumda daha etkin hale getirmiştir. Bu öneriler karşısında savunma ve bir strateji belirleme sırası daha çok Ermenistan’a geçmiştir. 2008 yılında Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Erivan’ı ziyaret etmesi de Türk dış politikasında önemli bir açılımdır. Futbol milli takımlarının bir sonraki karşılaşmasında Ermenistan Cumhurbaşkanı’nın da Türkiye’yi ziyaret edeceği muhtemel olduğundan, bu temasların TürkiyeErmenistan ilişkilerinde yeni açılımları yaratması beklenebilir. Ayrıca, Türkiye, Ermenistan ve Azerbaycan arasında kurulun üçlü diyalogun Karabağ sorununun çözümünde ilerleme sağlanmasına katkı sağlayabileceği de ortadadır (Hürriyet, 27.9.2008). Bu gelişmelerin Türkiye’nin uluslararası toplumdaki saygınlığına katkıda bulunduğu ifade edilebilir. Saygınlık Arayışı ve Dış Politika Amaçları Saygınlık arayışındaki iyimser tabloya karşın, 2002-2008 döneminde Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerdeki dış politika amaçlarının çoğunda Tablo 3’te özetlendiği üzere ciddi gerilemeler olduğu görülmektedir. Soykırımı tanıyan ülkelerin sayısı artmakta olup, bunların başında da AB üyeleri 117 Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136 Davut Ateş gelmektedir. Ermenistan sözde soykırım dış politika aracı olarak kullanmaya devam etmektedir. Ermenistan’ın Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tanıması konusunda olumlu gelişme bulunmamaktadır. Karabağ sorununun çözümü konusunda herhangi bir ilerleme yoktur. Sorunun Türkiye’ye en önemli maliyeti AB ile ilişkiler alanında ortaya çıkabilecektir. Zira Avrupa Parlamentosu sözde soykırımın Türkiye tarafından kabulünün müzakerelerin sağlıklı ilerlemesi için şart olduğuna ilişkin 2005 yılında bir tavsiye kararı almıştır. Tablo 3: Ermenistan ile İlişkilerde Dış Politika Amaçları ve Saygınlık Arayışı Saygınlık Arayışında Yeni Politikalar Başlıca Dış Politika Amaçları İki ülke arasında sözde soykırım alanında araştırma ve görüş alışverişi yapılmasını teminen uzmanlardan oluşan bir komisyon kurulması önerisi, Cumhurbaşkanı’ nın 2008 yılında Erivan’ı ziyaret etmesi Sözde soykırımın dünyada tanınmaması Ermenistan’ın Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tanıması Sözde soykırımın iki ülke arasındaki ilişkilerde engel teşkil etmemesi Ermenistan’ın sözde soykırımı dış politikada kullanmaması Soykırım iddiasının Türkiye-AB ilişkilerini etkilememesi Karabağ sorununun çözülmesi Amaçların Korunması veya İlerletilmesi Ek Maliyetler veya Gerileme Yok Var Yok Yok Var Var Dış Politika Alanındaki Genel Durum Negatif Yok Var Yok Var Yok Var AB ülkelerinin birçoğunda tanınan, bazılarında reddedilmesi suç teşkil eden Fransa gibi- soykırım iddiasının müzakere süreci içerisinde AB müktesebatının bir parçası haline gelmeyeceğinin garantisi olmadığından, konunun önümüzdeki dönemde AB ile ilişkilerde önemli açmazları beraberinde getireceği öngörülebilir. Bu nedenle, Ermenistan ile ilişkilerde Türkiye’nin 118 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136 2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı saygınlık arayışındaki bugünkü resim ‘‘negatif’’ görünmektedir. Bununla birlikte son üst düzey temaslar sonrasında yeni gelişmeler yaşanabilecek (Hürriyet, 28.10.2008) bu alanda tam bir tablo ortaya koyma olanağı yoktur. Çizilmeye çalışılan tablo bugüne ait olup kısa vadede tamamen değişmesi olasıdır. Elbette bu değişim her iki taraf açısından yeni açılımlar yapılabilmesine bağlı bulunmaktadır. Sözde soykırım ve Ermenistan’ın henüz Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tanımamış olması nedeniyle Türkiye’nin bu ülkeyle ilişkilerinin güç politikası kapsamında da ele alınabileceği ve konunun Türk dış politikasının en önemli başlıklarından biri olduğu doğru olmakla birlikle, bu konuda son dönemde ortaya konan dış politikanın daha çok ‘‘saygınlık arayışı’’ kapsamında ele alınması gerekir. Zira Türkiye hiçbir biçimde tartışmaya açık olmadığı bir konuda bazı öneriler getirerek konunun muhatapla görüşülebileceği mesajını vermiştir. Ancak bu durum, ülkenin geleneksel politikasından sapıldığı anlamına gelmediğinden, diplomatik alanda yaşanacak olumlu veya olumsuz gelişmeler Türkiye açısından acil ve hayati sonuçlar doğuracak konumda değildir. Zaten birçok AB ülkesi tarafından tanınan sözde soykırım Türkiye’yi yeterince zor durumda bırakmaktadır. Bu nedenle Türkiye açısından yapılan açılımların ülkenin saygınlık arayışı olarak nitelendirilmesi mümkündür. Rus-Gürcü Savaşı Dış Politika Amaçları Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bağımsızlığını kazanan yeni devletlere ilişkin Türkiye’nin en önemli dış politika amacı söz konusu ülkelerin toprak bütünlüğüdür. 1990’ların başında yaşanan ErmenistanAzerbaycan savaşının ardından Ermeni azınlığın yoğun olduğu Karabağ bölgesinin Azerbaycan’dan koparılma girişimi Türkiye’nin dış politika hedeflerine aykırılık teşkil etmiştir. Benzer biçimde Gürcistan’dan ayrılma teşebbüsünde bulunan Abhazya ve Güney Osetya özerk bölgelerinin durumu da Türk dış politikasının bölgeye ilişkin hedefleriyle çelişmektedir. Bölge 119 Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136 Davut Ateş ülkelerinin toprak bütünlüğünün korunması gerektiğini savunan Türkiye’nin politikası (Oran, 1996: 359) 2008 yılında yaşanan Rus-Gürcü savaşıyla bir kez daha zedelenmiştir. Bölgenin bir an önce istikrara kavuşması, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünün korunması, Rusya ile ilişkilerin normal tutulması ve batıyla birlikte hareket edilmesi söz konusu sorunda Türkiye’nin belli başlı dış politika amaçları olarak belirmiştir. Bununla birlikte Çeçenistan’daki savaş sırasında Rusya’nın Türkiye’yi suçlaması nedeniyle ortaya çıkan bir kısım sorunlar (Kona, 2008) Türkiye’nin bölge politikasını daha ince hesaplar üzerine inşa etmesini zorunlu kılmıştır. Dış Politika Değişikliği Türkiye’nin uluslararası toplumda saygınlığını artırdığı ileri sürülen diğer dış politika alanlarında olduğu gibi Rus-Gürcü savaşında da Türkiye aktif roller üstlenmeye çalışarak artan saygınlığını bölge politikasıyla bütünleştirmeye çalışmıştır. Bu çerçevede, Kafkasya bölgesinde Irak’a komşu ülkeler dışişleri bakanları toplantısına benzer bir platform oluşturulmasını ve oluşumun ‘‘Kafkasya İttifakı’’ biçiminde (Özkan, 2008) kalıcı kılınmasını önererek ortaya çıkan Türkiye soruna müdahil olma yolunu tercih etmiştir. Bu girişim Türkiye’nin saygınlığı artıran bir gelişme olarak algılanmıştır. Bununla birlikte komşuda yaşanan soruna kayıtsız kalmayan Türkiye’nin içinde bulunduğu dengeler daha fazla rol üstlenmesine imkan verebilecek cinsten de değildir. Zira Rusya’nın Güney Osetya’yı kullanarak Gürcistan’a savaş açması başta ABD ve AB olmak üzere batının tepkisine neden olmuştur. Bu nedenle Türkiye bir taraftan batıyla birlikte hareket etme zorunluluğu hissetmiş, diğer yandan da Gürcistan ve Rusya ile olan ilişkilerinin zedelenmemesine özen göstermek zorunda kalmıştır (USAK, 2008: 42). Ancak, birbiriyle çelişkiler taşıyan bu amaçların uyumlaştırılması da zor görünmektedir. Buna rağmen, bölgesel bir ittifak önerisi ve Rusya’dan gelebilecek uyarılara rağmen ABD savaş gemilerinin boğazlardan geçişini kolaylaştırması nedeniyle Türkiye’nin saygınlığının yükseldiği iddia edilebilir. 120 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136 2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı Saygınlık Arayışı ve Dış Politika Amaçları Henüz yeni bir gelişme olan Rusya-Gürcistan savaşında takındığı tutum ile Türkiye, Tablo 4’te görüldüğü üzere dış politika amaçlarından ikisinde ilerleme kaydetmiş görünmektedir. Batıyla birlikte hareket etme eğilimi gösterirken, aynı zamanda Rusya ve Gürcistan ile ilişkilerini normal tutmayı başarmıştır. Diğer yandan dış politika amaçlarından ikisinde ise bariz bir gerileme söz konusudur. Rusya’nın değişen politikasının bölge istikrarını bozma tehlikesi artmıştır. Rusya Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını tanıyarak Gürcistan’ın toprak bütünlüğüne fiilen son vermiştir. Tablo 4: Rus-Gürcü Savaşında Dış Politika Amaçları ve Saygınlık Arayışı Saygınlık Arayışında Yeni Politikalar Bölge ülkelerinin katılımıyla bölgesel bir platform oluşturulması önerisi, Boğazlardan sık sık geçiş yapan ABD savaş gemilerine Rusya’dan gelebilecek uyarılara rağmen izin verilmesi Başlıca Dış Politika Amaçları Bölgenin istikrara kavuşması Gürcistan’ın toprak bütünlüğünün korunması Rusya ve Gürcistan ile ilişkilerin normal tutulması ABD ve AB ile birlikte hareket edilmesi Amaçların Korunması veya İlerletilmesi Ek Maliyetler veya Gerileme Yok Var Yok Var Dış Politika Alanındaki Genel Durum Negatif Var Yok Var Var Ayrıca, kriz sırasında daha çok batıyla birlikte hareket etme eğilimi taşıyan Türkiye’nin orta vadede Rusya ile ilişkilerinde bir kısım sorunlar çıkması ihtimali de güçlenmiştir. Zira ABD hegemonyasındaki tek kutuplu dünyayı çok kutuplu hale getirmeyi amaçlayan Rusya’nın önümüzdeki dönemde izleyebileceği politikalar Türkiye’yi ABD ve Rusya arasında 121 Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136 Davut Ateş sıkıştırabilecektir.6 Bu çerçevede, dış politika amaçlarından üçünde gerileme veya ek maliyetler, ikisinde ise kısmi bir ilerleme söz konusu olduğundan, Rus-Gürcü savaşında Türkiye’nin saygınlık arayışının daha çok ‘‘negatif’’ duruma yakın olduğu görülmektedir. Yine de kriz taze olduğundan bu konuda kesin bir resim ortaya koyma olanağı yoktur. Bu konudaki tablo önümüzdeki birkaç yılda daha netleşebilecektir. Rus-Gürcü savaşında Türkiye tarafından benimsenen dış politikanın daha çok ‘‘saygınlık arayışı’’ olarak nitelendirilmesi olasıdır. Zira bölgedeki herhangi bir çatışmanın Türkiye için acil ve hayati sonuçlar üretmesi söz konusu değildir. Yaşanan savaş, bir kısım farklılıklarının yanında, Türkiye açısından 1990’lı yıllarda yaşanan Karabağ ve Çeçenistan savaşlarıyla benzerlik arz etmektedir. Aradan geçen süre içerisinde Karabağ ve Çeçenistan’ın Türkiye için sahip olduğu olumsuzluk düzeyi ortadadır. Gürcistan’ın Ruslar tarafından işgal edilmesinin de benzer sonuçlardan daha fazla sonuçları olmayacaktır. Bu nedenle, Rus-Gürcü savaşında Türkiye tarafından dillendirilen bir kısım öneriler Türkiye’nin bölgeye kayıtsız olmadığını gösteren saygınlık arayışıyla ilgilidir. Medeniyetler Arası Diyalog Dış Politika Amaçları ABD’ye karşı gerçekleştirilen 11 Eylül saldırıları, Soğuk Savaş sonrasında ülkeler arasındaki çatışmaların medeniyetler ekseninde olacağı yönündeki iddiayı destekler mahiyettedir (Santagostino, 2004). Saldırıların radikal İslamcı al-Kaide örgütü tarafından üstlenilmesi neticesinde ABD Afganistan ve Irak’a 6 Türkiye’nin Soğuk Savaş yılları boyunca Sovyetler Birliği-ABD arasında bulmaya çalıştığı dengeyle karşılaştırıldığında, yeni dönemde Rusya-ABD arasında ağırlığın yine ABD tarafında olacağı bir denge bulması zorlaşmış görünmektedir. Zira önceki döneme göre AB’nin bölgesel sorunlarla daha fazla ilgilenmesi nedeniyle küresel ve Sovyetlerin dağılmasından sonra da bölgesel aktörlerin sayısı hayli artmış vaziyettedir. Soğuk Savaş döneminde üç aktöre (Türkiye-ABDSSCB) dayalı yapı bugün çok daha karmaşık vaziyettedir (Türkiye-ABD-AB-Rusya-Güney Kafkasya Cumhuriyetleri). Bu karmaşıklığa Türkiye’nin özellikle doğal gaz konusunda Rusya’ya olan bağımlılığı da eklenmelidir. Diğer yandan Rusya’nın Çeçenistan ve Gürcistan konusunda birbirine zıt görünen politikalarının orta ve uzun vadede Rusya Federasyonu içerisindeki özerk cumhuriyetlere Abhazya ve Güney Osetya örnekleri doğrultusunda yansıması da muhtemeldir. Böyle bir sonuç bölge politikalarını daha da karmaşık yapabilecektir. 122 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136 2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı karşı uzun soluklu sürmesi beklenen savaşlar serisini başlatmıştır. Ardından söz konusu terör örgütünün Londra, Madrid ve İstanbul gibi merkezlerde bir dizi saldırılara girişmesi ABD-al-Kaide arasındaki çatışmayı adeta küresel bir savaşa dönüştürmüştür. Savaşın doğu tarafında terörist eylemlerine İslam’daki cihat kavramından meşruiyet zemini bulduğunu ileri süren bir örgüt, batı tarafında ise ABD’nin liderliğini üstlendiği gelişmiş ülkeler bulunmaktadır. ABD Başkanı’nın Afganistan savaşı başında kullandığı ‘‘haçlı seferi’’ gibi tanımlamalar bir yerde al-Kaide’nin ‘‘cihat’’ına karşılık gelmiş ve terörizmin gelişmesine uygun ortam yaratılmıştır (Kausch ve Barrenada, 2005: 4). Herhangi bir devlete sahip olmayan ve devlet gibi hareket etmeyen örgüt ana stratejisini terörist eylemler üzerine bina etmiştir. Her ne kadar ABD tarafından oluşturulan Guantanamo üssü ve orada tutulanların statüsü konusunda bir hukuksuzluk mevcut olsa da, ABD liderliğindeki koalisyon sonuçta devletlerden oluşmaktadır ve devletlerin gereklerine uygun hareket etme yükümlülüğü ile bağlanmıştır. Bu gelişmeler doğu-batı veya MüslümanHıristiyan dünyalar arasındaki gerginlikleri artırmıştır (Kausch ve Barrenada, 2005: 3). Böyle bir ortamda, medeniyetler (Güven, 2003), kültürler ve dinler arasındaki diyalogun geliştirilmesi ve hoşgörünün artırılması, bu bağlamda doğu-batı arasında köprü vaziyetinde bulunan Türkiye’nin stratejik öneminin yeniden teyit edilmesi Türkiye’nin başlıca dış politika amaçları olarak ortaya çıkmıştır (Erdoğan, 2004). Dış Politika Değişikliği Orta Doğu ülkeleriyle ve İslam dünyasıyla dış ilişkilerinde genelde kayıtsız davranan Türkiye İslam dini kaynaklı küresel terör tehdidi karşısında kayıtsız kalmayacağını 2002 sonrasında sergilediği tavırla göstermiştir. Batı kamuoyunda Müslümanların hepsini terörist sınıfına koyan veya terörün bizzat İslam’ın kendisinden kaynaklandığını ileri süren görüşleri çürütmeye dönük karşı iddialar gündeme getirilmiştir. Aşırılığın herhangi bir dinin bir kısım mensuplarında bulunmasının o dini inancı taşıyan herkesin suçlanmasını 123 Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136 Davut Ateş zorunlu kılmayacağı dile getirilmiş ve aşırılıklardan uzak inançlı kesimlerin kaybedilmemesi gerektiği ifade edilmiştir. Dolayısıyla dinler ve kültürler arasındaki diyalogun önemi vurgulanmış, küresel terör tehdidinin ancak kültürler arası diyalogun geliştirilmesiyle yenilebileceği ileri sürülmüştür. Bunlar, geleneksel Türk dış politikasının sınırları içerisinde verilemeyecek demeçlerdir. Türkiye sadece bu demeçleri vermekle kalmamış, aynı zamanda doğu-batı arasındaki diyalogun geliştirilmesi amacıyla BM Genel Sekreteri tarafından 2005 yılında başlatılan ve Türkiye ve İspanya başbakanlarının himayelerinde yürütülen Medeniyetler İttifakı Girişimi’nin sürekli bir platforma dönüşmesine de öncülük etmiştir (Birleşmiş Milletler, 2006). Medeniyetler arasında kültürel ve siyasal boşlukların giderilmesine katkı yapmayı amaçlayan bu girişim (Kausch ve Barrenada, 2005: 1) Türkiye’nin uluslararası toplumdaki saygınlığını artırmış görünmektedir. Diğer taraftan, AB üyelik süreci de medeniyetler arası diyalog girişimlerinde Türkiye’ye özel işlevler yüklemektedir (Santagostino, 2004). 11 Eylül olayından sonra AvrupaAkdeniz Ortaklığı (Euro-Med Partnership) girişiminin en önemli gündem maddelerinden birinin medeniyetler ve kültürler arası diyalog olması, hem Akdeniz ülkesi hem Müslüman hem de AB adayı olan Türkiye’nin bu çerçevede hassas ülkelerden biri olarak dikkatleri üzerine çekmesi olağan görünmektedir. Saygınlık Arayışı ve Dış Politika Amaçları Ortaya konan yeni dış politikalar Tablo 5’te görüldüğü gibi Türkiye’nin medeniyetler arası diyalog alanındaki dış politika amaçlarının birinde herhangi bir değişim yokken, diğerinde ise ek maliyeti olmayan bir ilerleme söz konusudur. Medeniyetler arasındaki hoşgörünün artırılması konusunda herhangi bir ilerleme olduğunu söylemek zordur. Zira Türkiye’de ve başka İslam ülkelerinde yapılan araştırmalar halkın çoğunun batıyı hala düşman olarak görmeye devam ettiğini göstermektedir. Benzer eğilim batılı toplumlar için de geçerlidir (Kausch ve Barrenada, 2005). Diğer taraftan, doğu-batı 124 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136 2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı medeniyetleri arasındaki diyaloğun geliştirilmesinde Türkiye’nin stratejik konumu teyit edilmiştir (EU Parliament Speaker, 2005; Kausch ve Barrenada, 2005: 1). Türkiye’nin AB üyelik süreci de bu kapsamda Türkiye’nin hassas konumunun tanınmasına katkı sağlamıştır (Kausch ve Berrenada, 2005: 5-6). Bu yüzden, medeniyetler arası diyalog alanında Türkiye’nin saygınlık arayışındaki tabloyu ‘‘pozitif’’ biçimde değerlendirmek mümkündür. Tablo 5: Medeniyetler Arası Diyalogda Dış Politika Amaçları ve Saygınlık Arayışı Saygınlık Arayışında Yeni Politikalar Doğu-Batı veya İslam-Hıristiyan dünyalarını temsilen Türkiye ve İspanya’nın eşbaşkanlıklarını yaptıkları bir platform oluşturulması Başlıca Dış Politika Amaçları Medeniyetler, kültürler ve dinler arasındaki hoşgörünün artırılması Doğu-batı arasında Türkiye’nin stratejik öneminin korunması Amaçların Korunması veya İlerletilmesi Ek Maliyetler veya Gerileme Yok Yok Dış Politika Alanındaki Genel Durum Pozitif Var Yok Medeniyetler arası diyalog girişiminde Türkiye tarafından sergilenen politikalar büyük oranda ‘‘saygınlık arayışı’’nın bir sonucudur. Girişim kapsamında bir kısım ilerlemeler kaydedilmesi veya gerilemeler olması Türkiye için acil ve hayati sonuçlar üretecek boyutta değildir. Böyle bir girişimin yokluğunda yüzyıllardır ilişki içinde bulunan batı ve doğu kültürleri arasındaki etkileşimin söz konusu girişimle kökten değişmesini ve ülkelerin dış politika davranışlarına ivedi biçimde olumlu yansımasını beklemek gerçekçi değildir. Dolayısıyla, Avrupa’daki en büyük Müslüman nüfusa sahip ve AB’ne aday ülke olan Türkiye’nin kendisini doğu-batı arasında sadece jeostratejik değil aynı zamanda kültürel anlamda bir köprü olarak sunması ülkenin hem doğuda hem de batıda saygınlığını artırmaya dönük bir girişimdir. 125 Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136 Davut Ateş SAYGINLIK ARAYIŞINDA TÜRKİYE’NİN KONUMU Devletler ulusal çıkarlarını korumak veya yükseltmek için içinde bulundukları ortamda sahip oldukları gücü ve saygınlığı artırma ve bunu sağlamak için de belirlenen dış politika hedeflerini gerçekleştirme peşindedir. Bu çalışmada bir ülkenin uluslararası toplumdaki saygınlığı ‘‘öteki devletlerin gözünde sahip olduğu meşru emretme kabiliyeti’’ olarak tanımlanmıştır. Uluslararası ilişkilerdeki güç politikasının saygınlıktan bağımsız biçimde yürütüldüğü ve ülkenin maddi varlığının artırılması ve etkinleştirilmesi biçiminde algılanan gücün kaçınılmaz olarak saygınlığı beraberinde getireceği yönündeki kabul fazlasıyla tartışmaya açıktır. Örneğin son dönemde ABD’nin uyguladığı güç politikasının ABD’ye saygınlık getirmediği ortadadır. Bu çerçevede, saygınlık politikasının ‘‘devletlerin güç politikasındaki konumlarını güçlendirmek ve başkaları nezdinde meşru emretme kabiliyeti kazanmak için giriştikleri dış politika davranışları’’ şeklinde tanımlanması olasıdır. Bu açıdan, 2002 yılından sonra Türkiye’nin geleneksel tutumunun aksine içinde bulunduğu bölgede saygınlık arayışı sergilediği ve daha önce müdahil olmadığı pek çok konuyla yakından ilgilendiği görülmektedir. Bunun birçok nedeni olmakla birlikte, bu durumun en önemli nedenlerinden biri 2002’den sonra ülke yönetiminde bulunanların iç organizasyondan memnun olmamaları ve bu memnuniyetsizliğin giderilebilmesinin sadece iç politikaya yoğunlaşarak sağlanamayacağına olan inançlarıdır. Türkiye içinde hayata geçirilecek değişimin sadece iç dinamiklerle desteklenerek canlı tutulması mümkün görülmemiştir. İçerdeki girişimlerin uluslararası toplum tarafından da onaylanması ve kabullenilmesi değişim uğraşının başarı şansını olumlu etkileyecek bir unsur olarak görülmüştür. Bu nedenle, içerde ekonomi ve siyaset alanındaki değişimlere paralel olarak daha aktif bir dış politika izlenmiş ve Türkiye’nin hem bölgesel hem de küresel düzeyde daha saygın bir konuma gelmesi için çaba sarf edilmiştir. Dolayısıyla iç organizasyona ilişkin ciddi değişimlere girişilmesi ile dışarıdaki 126 saygınlık arayışı birbirini Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136 2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı tamamlamaktadır. İç organizasyon ve uluslararası toplumdaki saygınlık arayışı arasındaki etkileşim, ülkeyi yönetenlerin içerdeki konumlarını güçlendirme çabasının bir yansıması olarak algılanabilir. İç organizasyonun değişimi için bir kısım girişimler sergileyen yeni yönetim, ülkenin yeni imajının uluslararası toplumda kabul edilebilmesini teminen dış politikasını iki unsurla destekleme yolunu seçmiştir. Birincisi, daha önce fazlaca ilgili olunmayan alanlara müdahil olunarak doğrudan saygınlık arayışına girilmiştir. Arap-İsrail sorunu ve yeni Orta Doğu politikası, nükleer İran ve Ermenistan ile ilişkiler, Rus-Gürcü savaşında benimsenen tutum ve medeniyetler arası diyalog girişimi bunlardandır. İkincisi ise, güç politikası kapsamındaki dış politika alanlarında önceki dönemde görülmeyen yeni açılımlar benimsenmiştir. AB, Kıbrıs, Irak ve ABD ile ilişkiler ve kısmen iç organizasyondaki değişim girişimleri de bunlardandır. Buna rağmen, özellikle Kıbrıs, AB ve Irak gibi doğrudan güç dağılımını ilgilendiren dış politika alanlarında son dönemde görülen sıkışıklık bahse konu iç faktörün dışarıya yansıyan bir yönüdür. Aktif dış politikada daha çok saygınlık arayışı ön plana çıkmış olduğundan, güç dağılımını ilgilendiren konularda sınırlı politika değişikliklerine rağmen geleneksel tutum büyük oranda sürdürülmüştür. Bu yüzden güçle bağlantılı alanlardaki saygınlık azalma eğilimine girerken, bu olumsuzluk saygınlık arayışına ilişkin politikalarla dengelenmeye çalışılmıştır. Tablo 6’de özetlendiği gibi Türkiye’nin 2002 sonrasında saygınlık arayışında olumlu bir resim bulunmaktadır. Üç dış politika alanındaki (Arap-İsrail sorunu, nükleer İran, medeniyetler arası diyalog) görünüm pozitif iken ikisinde (Ermenistan, Rus-Gürcü savaşı) negatiftir. Üstelik negatif olarak nitelendirilen alanlar henüz taze olaylar içermekte olup, yeni gelişmelere bağlı olarak görünümün pozitife döndürülmesi imkan dâhilindedir. 2002-2008 döneminde Türkiye saygınlık dağılımına ilişkin dış politika hedeflerinin çoğunu elde etmiştir. Ancak, saygınlık dağılımına ilişkin alanlar eylemsizlik durumunda Türkiye’ye acil ve 127 Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136 Davut Ateş hayati tehditler yöneltebilecek konular olmadığından, bunlardaki olumlu resim güç dağılımı alanındaki sıkışmayı rahatlatabilecek konumda değildir. Türkiye’nin Orta Doğu, nükleer İran, Kafkasya krizi, Ermenistan ve medeniyetler arası diyalog alanlarındaki çabaları AB ve ABD tarafından takdir edilmekle birlikte, bu takdirin Kıbrıs, Irak ve ABD ile ilişkilerde ve AB bütünleşme sürecinde ivedi olumlu sonuçlar doğurmasını beklemek zordur. Diğer bir ifadeyle, Türkiye’nin artan saygınlığının kısa vadede güç politikası alanlarına kanalize edilebilmesi beklenmemektedir. Buna rağmen, uzun vadede Türkiye’nin elde ettiği saygınlığın güce katkı sağlayacağı, bunun da Kıbrıs, AB ve ABD ile ilişkilerde Türkiye’nin konumunu sağlamlaştırabileceği beklenebilir. Öte yandan, ülkelerin sahip olduğu saygınlığı daha çok iç organizasyon dinamiklerine bağlı olarak belirlemeye dönük çalışmalarda da Türkiye’nin konumunda 2002-2008 arasında ciddi bir ilerleme olduğunu söylemek zordur. Örneğin, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından hazırlanan İnsani Gelişim Endeksi bunu göstermektedir. 1999 verilerine dayalı 2002 yılı endeksine göre küresel bazda 85. sırada bulunan (UNDP, 2002: 150) Türkiye 2005 yılı verilerine dayalı 2007/2008 endeksinde de ancak 84. sırada yer alabilmiştir (UNDP, 2007: 230). Veri yılları itibariyle 1999-2005 arası dönemde öteki ülkelere kıyasla kayda değer bir ilerleme mevcut değildir. Her ne kadar Türkiye aynı dönemde İnsani Gelişim Değerini 0.753’ten 0.775’ yükselttiyse de, Türkiye ile aynı kategoride değerlendirilebilecek diğer bir kısım ülkeler daha iyi performans sergilemiştir. Örneğin, Çin 0.732’den 0.777’ye, Romanya 0.780’den 0.813’e, Macaristan 0.845’den 0.874’e, İran 0.722’den 0.759’a, Endonezya 0.692’den 0.728’e, Hindistan 0.578’den 0.619’a, Pakistan 0.516’dan 0.551’e, Mısır 0.659’dan 0.708’e çıkmıştır (UNDP, 2007: 235-236). Ülkelerin kendi içlerinde veya komşularıyla ilişkilerinde ne kadar barışçıl olduğunu göstermeyi amaçlayan Küresel Barış Endeksi’ne göre de Türkiye’nin 128 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136 2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı konumu pek olumlu bir görünüm sergilememektedir. 121 ülkenin değerlendirildiği 2007’de Türkiye 91. sırada yer alırken, 140 ülkenin değerlendirildiği 2008’de ise 115. sırada yer almıştır.7 Söz konusu verilerden, Türkiye’nin uluslararası toplumda artan saygınlığının iç dinamiklerle uyumlu olmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır. İnsani gelişmişlikte öteki ülkeler ile arasındaki farkı kapatmada önemli sıçrama yapamayan Türkiye, kendisiyle ve komşularıyla ne kadar barışçıl olduğu konusunda da ilerleme kaydedememiştir. Bu durum, 2002-2008 döneminde Türkiye tarafından saygınlık arayışı amacıyla takip edilen aktif dış politikanın sürdürülme şansını azaltabilecek ve dış politikada artan saygınlığın güç alanındaki dış politika amaçlarına kanalize edilebilmesini zorlaştıracaktır. Çünkü iç dinamiklerle beslenmeyen saygınlık arayışları öteki ülkelerin gözünde yeterince ikna edici olmayabilecektir. Tablo 6: 2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışındaki Konumu Saygınlık/Dış Dış Politika Alanı Politika Ülkenin Konumu Etkileşimi Arap-İsrail Sorunu ve Orta Pozitif Artan saygınlık Doğu Pozitif Artan saygınlık İran Negatif Azalan saygınlık Ermenistan Negatif Azalan saygınlık Rus-Gürcü Savaşı Pozitif Artan saygınlık Medeniyetler Arası Diyalog SONUÇ Çalışma boyunca incelenen başlıca dış politika alanları, 2002-2008 döneminde Türkiye’nin uluslararası toplumdaki saygınlığını artırdığı ileri sürülen yeni politika açılımları yapılmış olanlardır. Elbette Rusya, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya Cumhuriyetleri ile genel olarak İslam ülkelerine yönelik Türkiye’nin başka dış politika amaçları ve bu kapsamda uygulanan politikalar 7 http://www.visionofhumanity.org/gpi/results/ 129 Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136 Davut Ateş da mevcuttur. Ancak bunlar çoğu kere 2002 öncesi dönemde uygulana gelen politikaların devamı veya bunların önemsizleşmesi biçiminde olduğundan 2002-2008 döneminde Türkiye’nin saygınlık arayışı kapsamında değerlendirilmemiştir. Diğer yandan, aynı dönemde yakın coğrafyada başka açılımların yapılabileceği, saygınlık arayışının sergilenebileceği başka bölgeler de mevcut olmakla birlikte, buralarda ciddi bir atılım gözlenmemiştir. Örneğin, Orta Asya ve Kafkasya’da bulunan Türki Cumhuriyetler ile ilişkiler önceki dönemlere oranla canlılığını kaybetmiştir. Halbuki, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı 1990’ların başında Türkiye ile bu bölgeler arasındaki ilişkiler bugün olduğundan çok daha fazla yoğundur. Üstelik o dönemde Türkiye yeni bağımsızlığını kazanan cumhuriyetlere model olarak arz ediliyordu (Sürücü: 2002: 445-447) ve Türki Cumhuriyetlerin Türk dış politikasındaki yeri çok daha üst sıralardaydı. O zaman Orta Asya ve Kafkasya’ya yönelik başlatılan açılımlar da Türkiye’nin saygılık arayışının birer sonucu olarak gösterilmekteydi (Oran, 1996: 354). Benzer biçimde 1990’ların başında Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasıyla AB ve ABD ile ilişkilerin belirsizleşmesi üzerine Türkiye’nin girişimiyle oluşturulan Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü konusunda da bir ilerleme olmamıştır (Sam, 2008: 13-14). Bir dönem bir ülkenin saygınlık arayışında üst sıralarda olan bir konunun, önemini korumasına rağmen başka bir dönemde rafa kaldırılması doğal olarak saygınlığın devamlılığının sorgulanmasına neden olmaktadır. Bir diğer deyişle 1990’larda Türk dış politikasında statükoculuğun terk edilmesi girişimi o dönemde Sovyetler Birliği’nin -dış etken- yıkılmasından sonra ortaya çıkan heyecanın bir yansıması (Oran, 1996: 356) olarak ele alınabilir. Benzer biçimde, 2002’den sonra Türk dış politikasında görülen canlılık da uzun yıllar ülke içindeki iktidar erkinden uzak tutulduğuna inanan kesimlerin -iç etkendış politikaya kattığı dönemsel bir katkı olarak değerlendirilebilir. Bir ülkenin uluslararası toplumda saygınlık arayışının bu şekilde iç veya dış etkenlere bağlı olarak konjontürel nitelik arz etmesi; bir taraftan güç dağılımı 130 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136 2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı alanındaki çabaları olumsuz etkilerken diğer yandan da bazı alanlarda elde edilen saygınlığın başka dış politika amaçlarının gerçekleştirilmesine yönlendirilememesi gibi olumsuzluklar taşımaktadır. Zira belirli iç veya dış etkenlerin dönemsel olarak dış politika hedeflerinin takip edilmesinde belirleyici öğe konumuna gelmesi, ulusal çıkarın sürekliliğini ve günün gereklerine uygun biçimde güncellenmesini gölgede bırakabilmektedir. 1990’larda Orta Asya ve Kafkasya nedeniyle adından sıkça söz edilen Türkiye 2000’li yıllarda da 11 Eylül olayının etkisiyle Orta Doğu veya İslam dünyasına yönelik politika planlamalarında sıkça gündeme gelmiştir. Bu durum Türkiye’nin saygınlık arayışı politikalarına destek olurken güç arayışında çok da destekleyici görünmemektedir. 1990’lardaki Orta Asya ve Kafkasya’nın dış politikadaki ağırlığının 2002’den sonra Orta Doğu bölgesine doğru kayması, dış politikanın iktidarların ideolojik öncelikleriyle yakından ilgili olabileceği ihtimalini de ortaya çıkarmaktadır. Nükleer teknoloji anlaşmazlığında İran-ABD, Orta Doğu barış sürecinde Filistin-İsrail ve İsrail-Suriye, hatta Filistin’in iç sorununda Hamas-Fetih arasında üstlenilen arabuluculuk girişimlerinin çok önemli bir ortak noktası bulunmaktadır: Her bir sorundaki taraflardan biri Orta Doğu bölgesindedir ve başta ABD olmak üzere uluslararası toplum tarafından dışlanmış vaziyettedir. Dolayısıyla, 1990’larda Orta Asya ve Kafkasya’ya model biçiminde arz edilen ve bunun gereklerini dış politika üzerinden gerçekleştirmeye çalışan Türkiye 2002 sonrasında Orta Doğu bölgelerine model biçiminde sunulmaya başlanmış, bunun doğal uzantısı kendisini dış politikada da göstermiştir. Bir diğer deyişle, dış politika üzerinden Türkiye’nin saygınlık arayışı ülkeyi yönetenlerin öncelikleriyle biçimlendirilmiştir. Bu nedenle, saygınlık arayışındaki olumlu gelişmeler güç arayışına ilişkin (Kıbrıs, AB, ABD, Irak) dış politika hedeflerini desteklememiştir. Politikaya muhatap bölge ülkeleri Türkiye’de dış politikayı yürütenlerin ideolojik tercihlerinin farkındadır ve bunun süreklilik arz etmeyeceğini hesaba 131 Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136 Davut Ateş katmaktadır. Uygulanan politikalar her ne kadar konjonktürel olarak ülkenin saygınlığını artıyor görünse de, artan saygınlık güç arayışına doğrusal biçimde yansımamaktadır. Zira dış politikanın belirli bir alanında iletişim kurulan muhatap, Türk dış politikasının ideolojik tercihli yapısına güvenmeyebilmektedir. Bu güvensizlik artan saygınlığın sürekliliği üzerindeki kuşkuyu ve güç arayışına neden yansıtılamadığını kısmen açıklar. Örneğin, İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreterliğine bir Türk’ün atanması veya Türkiye’nin rakiplerine oranla daha fazla oy toplayarak BM Güvenlik Konseyi Geçici Üyeliğine seçilmesi Türkiye’nin uluslararası toplumda artan saygınlığının göstergeleridir. Buna rağmen, artan saygınlık güç arayışına yeterince yansıtılamamıştır. Bunun en önemli nedenlerinden biri dış politikadaki saygınlık artışının iç organizasyon dinamiklerinden kaynaklanmıyor olmasıdır. UNDP İnsani Gelişim Endeksi’nde Türkiye 20022008 döneminde öteki ülkelerle kıyaslandığında önemli atılımlar yapamamıştır. Ayrıca Küresel Barış Endeksi’ndeki yeri de pek iç açıcı görünmemektedir. İç organizasyonun bu durumu nedeniyle, saygınlık arayışında aktif politikalar benimseyen Türkiye artan saygınlığını güce dönüştürmede yeterince becerili olamamıştır. Bu durum, iç dinamiklere dayanmayan ve uluslararası toplumda sadece dış politika yoluyla sergilenen saygınlık arayışının bir ülkeye ötekiler üzerinde meşru emretme kabiliyeti kazandırmayacağını göstermektedir. Sonuç olarak, 2002-2008 döneminde saygınlık arayışında belirlenen dış politika amaçlarının çoğunda kaydedilen ilerleme nedeniyle Türkiye’nin saygınlığının arttığı iddia edilebilir (Arap-İsrail sorunu ve Orta Doğu, nükleer İran, medeniyetler arası diyalog gibi). Çalışma kapsamındaki tarihsel kesitte tanımlanan Türk dış politikası amaçlarından bazılarının zaman içerisinde değişime uğraması, güncelliğini yitirmesi veya daha güçlü biçimde elde edilmesi gereken hedefler olarak yeniden tanımlanması elbette olasıdır. Zira uluslararası ilişkiler dinamik nitelik arz etmektedir ve öteki devletlerin değişen 132 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136 2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı konumlarına göre Türkiye’nin ulusal çıkar dahilindeki dış politika amaçlarının geçerliliğini sürekli gözden geçirmesi doğaldır. Bu nedenle, burada belirli dış politika hedefleri çerçevesinde belirli bir tarihsel döneme ilişkin olarak yapılan saygınlık arayışı analizi, konunun 2008 sonrasında da aynı biçimde değerlendirilebileceği anlamına gelmemektedir. Üstelik dış politika amaçları doğrultusunda yürütülen temasların olumlu veya olumsuz sonuçlarının incelemeye tabi dönemde ortaya çıkmayabileceği de gözden kaçırılmamalıdır. Sosyal olgulardaki geri döngünün takvime bağlanması imkanı sınırlı olduğundan, 2002-2008 dönemini kapsayan incelemenin ortaya koyduğu sonuçların bugün itibariyle -2008 yılı sonugeçerlilik arz edebileceği, belirli bir zaman sonra değişen şartlar dahilinde geçerliliğini kaybedebileceği açıktır. Çalışma boyunca yapılmaya çalışılan şey; Türkiye’nin belirli bir dönemde uluslararası toplumda sergilediği saygınlık arayışının hangi politika alanlarında ve nasıl olumlu veya olumsuz sonuçlar ürettiğinin ve güç politikasına nasıl yansıdığının ortaya konulmasıdır. Böylece, Türkiye’nin saygınlık arayışı, bu kapsamda belirlediği dış politika hedefleri ve bütün bunları yöneten karar vericiler ile öteki iç ve dış etkenler arasındaki etkileşim resminin açığa çıkarılması ve bundan sonraki olası dış politika planlamasının aydınlatılması mümkün olabilecektir. KAYNAKÇA BRIDGES, A: “Newsletter of the Christian-Muslim Network”, No 36, 2007. DAĞI, İHSAN D. (ed.): “Türk Dış Politikasında Gelenek ve Değişim”, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1998. ERDOĞAN, R.TAYYİP: “Conference Message”, Laura Wong (ed.), The International Ministrerial Conference on Dialogue among Civilizations: Quest for New Perspectives, UNESCO, Paris, 2004. GILPIN, ROBERT: War and Change in World Politics, Cambridge University Pres, Cambridge, 1981. 133 Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136 Davut Ateş GÖZEN, RAMAZAN: “Türk Dış Politikası Barış Vizyonu”, Palme Yayıncılık, Ankara, 2006. GÜVEN, HALİL: ‘‘Dialogue of Civilizations’’, Adel Safty ve Halil Güven (Ed.), Learship and Human Development, Universal Publishers, USA, 2003. HALE, WILLIAM: “Türk Dış Politikası: 1774-2000”, Çeviren Petek Demir, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2003. HOLSTİ, KALEVİ J.: “International Politics: A Framework for Analysis,” Prentice Hall, Englewood, 1995. KAUSCH, KRİSTİNA, ISAİAS BARRENADA: ‘‘Alliance of Civilizations: International Security and Cosmopolitan Democracy’’, ICEI WP 03/05FRIDE Working Paper, No 13, 2005. KONA, GAMZE G.: ‘‘Ortadoğu’da Güvenlik Algılaması ve Dahili Risk Faktörlerinin Etkisi’’, Akdeniz Üniversitesi İİBF Dergisi, Sayı 8, 2004. KONA, GAMZE G.: ‘‘Kerkük ve Rusya Federasyonu’’, Global Strateji, Cilt 3, Sayı 8, 2007. MORGENTHAU, HANS J.: “Politics Among Nations”, McGraw Hill, New York, 1992. MUMCU Yaklaşımla CUMHUR, 1998 YASEMİN Türkiye-Suriye KAHRAMANER: Krizinin Analizi’’, ‘‘Oyun Teorik İstanbul Ticaret Üniversitesi Dergisi, Cilt 3, Sayı 6, 2004. ORAN, BASKIN: ‘‘Türk Dış Politikası: Temel İlkeleri ve Soğuk Savaş Ertesindeki Durumu Üzerine Notlar’’, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 51, Sayı 1, 1996. SAM, RIZA: ‘‘Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler ve Türkiye’nin Politika Açmazları’’, Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Dergisi, Cilt 1, Sayı 1, 2008. SANTAGOSTİNO, ANGELO: ‘‘A Magna Europe for Solidarity between Civilizations’’, DG-EAC/Jean Monnet Project, EC, (Brussels, 2004). 134 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136 2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı SÖNMEZOĞLU, FARUK (Ed.): “Türk Dış Politikasının Analizi”, İstanbul, Der Yayınları, İstanbul, 1998. SÜRÜCÜ, CENGİZ: ‘‘Kavramsal Tartışmalar, Pratik Oluşumlar Işığında Orta Asya Geçiş Süreci’’, Mustafa Türkeş ve İlhan Uzgel (ed.), Türkiye’nin Komşuları, Ankara, İmge Kitabevi, Ankara, 2002. TANRISEVER, OKTAY F.: ‘‘Sovyet Sonrası Dönemde Rusya’nın Kafkasya Politikası’’, Mustafa Türkeş ve İlhan Uzgel (Ed.), Türkiye’nin Komşuları, İmge Kitabevi, Ankara, 2002. TURAN, KEMAL: ‘‘İran Nükleer Krizinde Bıçak Sırtında Siyaset’, Güvenlik Stratejileri Dergisi, Cilt 4, Sayı 7, 2008. TÜRKEŞ, M. VE İLHAN UZGEL (Ed.): “Türkiye’nin Komşuları”, İmge Kitabevi, Ankara, 2002. United Nations Development Programme: “Human Development Report 2002”, Oxford University Press, New York, 2002. United Nations Development Programme: “Human Development Report 2007/2008”, Palgrave Macmillan, New York, 2007. WALTZ, KENNETH N.: “Theory of International Politics”, Random House, New York, 1979. WINDSOR, JENNIFER L.: ‘‘Promoting Democratization can Combat Terrorism’’, The Washington Quarterly, Vol. 26, No 3, 2003). WOHLFORTH, WILLIAM C.: “The Elusive Balance: Power and Perceptions during the Cold War”, Cornell University Pres, Ithaca, 1993. YALÇINKAYA, ALÂEDDİN: ‘‘6 Ekim 2004 Tarihli AB Raporlarında Fırat ve Dicle Suları ile İlgili Düzenlemelerin Hukuksal Tahlili’’, Su Politikaları Kongresi (2. Cilt), TMMOB, 2006. Web Siteleri: BERİŞ, YAKUP: ‘‘Genişletilmiş Orta Doğu Girişimi ve Türkiye’’, (2004), www.tusiad.us, Erişim Tarihi 19/9/2008. 135 Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136 Davut Ateş Birleşmiş Milletler: Medeniyetler İttifakı: Yüksek Düzeyli Grup Raporu, (New York, 2006), www.medeniyetlerittifakı.gov.tr, Erişim Tarihi 29/9/2008. Hürriyet: ‘‘Üçlü Diyaloğa Devam’’, www.hürriyet.com.tr, (27/9/2008). Hürriyet: ‘‘Ermenistan’dan Müthiş Türkiye Açılımı’’, www.hurriyet.com.tr, 28/10/2008, Erişim Tarihi 28/10/2008. EU: ‘‘EU Parliament Speaker Endorses Alliance of Civilizations’’, (2005), http://newsgroups.derkeiler.com/Archive/Soc/soc.culture.canada/2005−09/msg 00194.html, Erişim Tarihi 29/9/2008. KHOURİ, RAMİ G., ‘‘Iraq-Next Steps: How can Democratic Institutions Succeed in Iraq and the Middle East’’, Statement to the U.S. Senate Foreign Relations Committee Hearing, Washington D.C. (2003), www.globalsecurity.org/military/library/congress/2003hr/khouritestimony, Erişim Tarihi 10/10/2008. ÖZKAN, GÜNER: ‘‘Türkiye’nin Kafkasya İttifakı Teklifi’’, 2008, http://www.usak.org.tr/ haber.asp?id=37, Erişim Tarihi 9/10/2008. REHN, OLİ: “Müzakerelerin Sonucu Türkiye’ye Bağlı’’, www.hurriyet.com.tr, 3/10/2008, Erişim Tarihi 8/10/2008. T.C. Dışişleri Bakanlığı: ‘‘İsrail-Suriye Arasındaki Aracılı Barış Görüşmeleri Hk.’’, Basın Açıklaması No 174, www.mfa.gov.tr, Erişim Tarihi 29/9/2008. USAK: ‘‘USAK Gürcistan Krizi Değerlendirme Raporu’’, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (Ağustos 2008), www.usak.org.tr, Erişim Tarihi 10/10/2008. USAK Bilgi Notları: ‘‘Rusya’nın Güney Osetya ve Abhazya’yı Tanıma Kararı’’, Erişim Tarihi 9/10/2008, USAK (2008), http://www.articlevideo.com/G%C3%BCrcistan_Krizi_ve_Tanima.pdf, YASED: “Foreign Direct Investment Report”, Yabancı Sermaye Derneği, (July 2007), http://www.yased.org.tr/webportal/English/istatistikler/tudyi/yr/Documents/FD IReport-june07.pdf, Erişim Tarihi 15/10/2008. 136 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies ? (?),2008,137-159 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY KIBRIS’TA FEDERAL ÇÖZÜMÜ DESTEKLEYENLERLE, KARŞI ÇIKANLARIN GÖRÜŞLERİ VE BUNLARIN MUKAYESESİ Soyalp Tamçelik∗ Özet Bu araştırmada, Kıbrıs Türk ve Rum toplumları içinde federal çözümü ‘destekleyenler’ ile ‘karşı çıkanların’ görüşleri ve savundukları kavramların özellikleri ele alınmıştır. Bundan hareketle araştırmanın temel amacı, Kıbrıs’ta kurulması düşünülen federatif sistemi destekleyenlerle, karşı çıkanların mukayesesini yapmak ve bunların savunduğu görüşleri ortaya koymaktır. Araştırma, iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde federalist-bütünleşmesi ve merkeziyetçi görüşe göre federal devletin yapısı, şekli ve özelliklerinin ne olduğu belirtilmiştir. İkinci ve son bölümde ise milliyetçi-millî devletçi ve adem-i merkeziyetçi görüşe göre kurulacak federal devletin nasıl olacağı mukayeseli bir şekilde incelenmiştir. Anahtar Kelimeler: Kıbrıslılık, Federasyon, Milliyetçi, Self-determinasyon, Kimlik, Egemenlik. Abstract In this research, the opinions of ‘the supporters’ and ‘the opposers’ of a solution which stipulates founding a federal system in Cyprus and the characteristics of the notions they argue for were discussed. Thereby, the fundamental objective of the research is to compare the supporters and opposers of the federative system thought to be founded in Cyprus and to put forward the opinions they argue for. This research is composed of two sections. In the section 1 the structure, form and features of federal state according to federalist-integrationist and nationalist approach were explained. In the section 2 how a federal state would be founded according to nationalist, nation-statist, noncentralist opinion was comparatively studied. Key Words: Cypriotism, Federation, Nationalist, Self-determination, Identity, Sovereignty. GİRİŞ Kıbrıs’ın siyasî ve coğrafî olarak ikiye bölünmesinden sonra her iki toplum içinde, bu bölünmeye karşı birtakım tepkiler gelişmiştir. Bu tepkilerin başlıca konusu, Kıbrıs meselenin çözümlenmesine bağlı olarak oluşacak yeni siyasal sistemin birey, grup ve devlet kavramları temelinde sorgulanması noktasında ∗ Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, [email protected] Soyalp Tamçelik odaklanmıştır. Bu açıdan bakıldığında, her iki toplum içindeki siyasal güçlerin genel olarak iki farklı grupta toplandıkları görülmektedir. Bu gruplaşmanın bir yanında, iki toplumun ortaklığına dayalı bir Kıbrıs devletinin, belirli siyasal kriterlerle tanımlanan ‘toplum hakları’ (Vural, 1996: 242) temelinde yeniden yapılanmasını gerekli gören federalist, ki bunlar bütünleşmeci ve merkeziyetçi eğilim tarzı içindedirler, öte yanda ise ‘grup haklarını’ bir bütünleşme unsuru olarak değil, ‘millî’ egemenliğin bir unsuru olarak değerlendiren milliyetçi, millî devletçi ve adem-i merkeziyetçi bir kümeleşme eğilimi vardır. Bu iki temel yaklaşımın birbiriyle çelişen eğilimlerine karşın, etnik ilişkileri, ‘toplum hakları’ temelinde değerlendirme yaptıkları söylenebilir. Bireysel haklarda olduğu gibi buna sahip olan birime bazı yetkiler ve sorumluluklar sağladığı düşünülürse, ilişkilendirilen ‘toplum hakları’ ‘self-determinasyon’ kavramını ilkesinin ve konuyla bu ilgisi kavramla olduğu görülecektir. Aslında toplumsal haklar kavramına, iki farklı açıdan yaklaşmak gerekmektedir. Bunlardan ilki, bu hakları ‘sonradan edinilen’, öbürü de ‘tabiî ve yaradılıştan kaynaklanan’ haklar olarak kabul edilmektedirler (Dyke, 1977: 345). Bir başka deyişle tabiî haklar, belirli bir grubun, kendiliğinden elde ettiği (Vural, 1996: 242), herhangi bir otoritenin onayını olmayan haklar olarak değerlendirilebilir. Buna karşın sonradan edinilen haklar, toplum üyeleri veya devlet tarafından gruba devredilen haklar olarak ifade edilebilirler (Vural, 1996: 242). Kaldı ki toplum haklarının, toplumun var oluşunun bir sonucu olarak nitelendirilmesi, bu hakların sınırlanamayacağı anlamına gelmektedir. Böyle bir yaklaşım ise etnik toplumların, içinde bulundukları siyasal sistemin özelliklerine ve toplum haklarına ilişkin hukukî düzenlemelerin niteliklerine bakılmaksızın, ‘kendi kaderlerini belirleme hakkına’ da sahip oldukları gibi bir sonuca yol açmaktadır. Öte yandan toplum haklarının, etnik toplumun var oluşunun değil, siyasî ve hukukî düzenlemelerin bir sonucu olarak görülmesi, bu hakların sınırlanabileceği anlamına gelmektedir. 138 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,137-159 Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve Bunların Mukayesesi Konuyu uluslararası hukuk ve siyaset açısından inceleyen bazı yazarlar, toplum hakkı olarak değerlendirilen ‘kendi kaderini belirleme hakkının veya ilkesinin’ (Knight, 1985: 268-269) ikili bir işleve sahip olduğunu ileri sürmektedirler. Buna göre bu ilkenin birinci işlevi, egemen bir siyasal birim olan devletin toprak bütünlüğünü korumayı öngörürken, ikinci işlevi de devlet tarafından baskı altına alınan etnik grupların devlet kurma haklarını meşrulaştırmasıdır (Knight, 1985: 268-269). Bu ikili işlev nedeniyle, sabit ve her koşulda uygulanabilir bir self-determinasyon kavramının oluşturulmasının zor olduğu da ileri sürülmektedir. Bu açıdan bakıldığında, Kıbrıs’ta, federalistbütünleşmeci ve milliyetçi yaklaşımların toplum haklarını farklı içeriklerle yorumladıkları görülmektedir. Dolayısıyla Kıbrıs’ta etnik ilişkilerin, hâlen içinde bulunduğu dönemdeki gelişiminin seyri ve gelecekteki yapılanmanın kavranabilmesi için bu gruplaşmanın siyasî bakımdan taşıdığı önemin anlaşılması gerekmektedir. FEDERALİST-BÜTÜNLEŞMECİ VE MERKEZİYETÇİ GÖRÜŞE GÖRE FEDERAL DEVLETİN YAPISI Her iki toplum içindeki federalistler, Kıbrıs devletinin gelecekteki siyasî statüsü ve etnik ilişkiler konularında tam bir görüş birliği içinde olmamakla birlikte, federal sistemin başlıca iki temel ilkesi olan ‘kitle katılımı’ ve ‘toplum dair yaklaşımda, zaman zaman paylaşmaktadırlar. Federalistler, Kıbrıs devletinin özerkliğine’ aynı siyasal federal bir çizgiyi sistem çerçevesinde yeniden teşkilâtlanması gerektiğini ileri sürerken (Vural, 1996: 243), açık olarak dile getirmeseler bile, bunu iki temel ilkeye dayanmaktadırlar. Bunun dışında fizikî ve siyasî bölünmenin engellenmesi, barış ve siyasal istikrarın sağlanması gibi gerekçeler de federalistlerin dayandığı diğer temel noktalardır (Vural, 1996: 243). Bu nedenle, Kıbrıs sorununun ayrılmaz bir parçası durumunda olan dış garantiler konusu, her iki federe birimin denetiminde bulunacak toprak miktarı ya da siyasal 139 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 137-159 Soyalp Tamçelik ideolojilerden kaynaklanan diğer farklı düşünceler, adadaki iki toplumun ve dolayısıyla federalist çevrelerin doğrudan bir siyasal etkileşim içinde olmamalarından kaynaklanan farklılıkların, birinci derecede önemli olmadığı söylenebilir. Bundan hareketle iki toplum içindeki bazı siyasî grupların ayni grup içinde olması doğal karşılanmalıdır. Kıbrıs Türk Toplumundaki Federalist-Bütünleşmeci ve Merkeziyetçi Görüşler Türk federalistler, Kıbrıs’ta iki farklı kimlik grubunun var olduğunu iddia etseler de, aslında Kıbrıs’ta ‘tek bir ulusal kimlikten’ (Kızılyürek, 1991: 2) söz etmektedirler. Hatta gelecekte bir ‘Kıbrıslı Kimliği’nin’ yaratılabileceğini iddia edenler ve düşünenler vardır. Bu şekilde düşünenler, geleceğin uyumlu toplumunu, yani Kıbrıslı Türklerin ve Rumların etnik kimliklerini çatışan unsurlarından arındırarak, zaten bünyesinde var olan ‘Kıbrıslılık bilincine’ dayanacağını belirtirken, bunun, Kıbrıslı Türk ve Rum kimliklerinin inkârı anlamına da gelmediğini ileri sürmektedirler (Kızılyürek, 1991: 2). Buna istinaden iki farklı kültürel kimliği tanımlamak için de ‘toplum’ ya da ‘halk’ kavramlarını kullanmaktadırlar. Lakin ‘iki toplumluluk’ ya da ‘halklarla’ ilgili kavramlara, azınlık-çoğunluk ilişkisi yaratacak bir şekilde yaklaşmamaktadırlar. Bunun ötesinde Türk federalistler, ‘Kıbrıslılık bilincine’, Kıbrıs’ın gelecekteki siyasal statüsü açısından da önem vermektedirler. Buna göre “Kıbrıs adası, biz Kıbrıslılarındır. Yunanistan ve Türkiye nasıl bu ülkelerin halklarına yetiyorsa, Kıbrıs da biz Kıbrıslılara yeterli olmalıdır... Nasıl milyonlarca Helen’in, milyonlarca Türk’ün bayrakları varsa, biz Kıbrıslıların da üzerinde titreyeceğimiz bir bayrağımız olmalıdır...” (Adalı, 1992: 1) veya “...Bizi ayıran değil, birleştiren bayraklara sarılmalıyız” (Adalı, 1992: 1) demektedirler. Bu yaklaşımlarından ötürü, iki kimlik grubunun ‘siyasal eşitlik’ (Vural, 1996: 244) temelinde devlet yönetimine katılmaları öngörülmektedir. Bazı federalistler, siyasal eşitliği her iki toplumun ayrı ayrı self-determinasyon 140 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,137-159 Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve Bunların Mukayesesi hakkına sahip olmalarının doğrudan bir sonucu olarak görmelerine rağmen, bunu bir ulus-devlet yaratma amacıyla değil, tam tersine federal bir devlet kurma amacıyla ilişkilendirmektedirler (Ortam Gazetesi, 17 Nisan 1989). Gerçek şu ki federalist yaklaşım içinde dile getirilen bir başka görüş ise selfdeterminasyon ilkesini her ‘millet’ ya da ‘milliyetin’ demokratik bir hakkı olarak tanımlamakta (Eraslan, 1989: 1), ama bu ilkenin uygulanmasının belirli koşullara bağlı olduğunu ileri sürmektedir. Aslında Türk federalistler, siyasetin ‘kültürel kimlik’ ekseninde biçimlenmesinin, ‘milliyetçi çatışmaya’ (Vural, 1996: 244) yol açacağına inanmaktadırlar. Bu yaklaşıma göre Rum milliyetçiliği, iki kültürel kimlik grubunu çoğunluk-azınlık ilişkisi içinde değerlendirip ‘çoğunluğun egemenliği’ kavramını ileri sürmekte, Türk milliyetçiliği ise iki toplumun ilişkisine ‘ayrılıkçı’ bir eğilimle yaklaşmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla federalistler, ‘milliyetçi çatışmaya’ yol açan bu zıtlaşmanın önlenmesi için siyasal sürecin toplumsal çatışmaya dayandırılmasından kaçınılmasını gerekli görmektedirler. Türk federalistlerin, kültürel kimliğin siyasal süreç içinde çatışma ve siyasal istikrarsızlığa yol açmasına engel olmak için henüz çok ayrıntılı bir program oluşturduklarını söylemek mümkün değildir. Ama merkezî siyasal kurumlar içinde iki toplumun siyasal işbirliğini gündeme getiren görüşleri, bu çerçeve içinde değerlendirmek gereklidir. Buna göre: “Federal Kıbrıs Cumhuriyetinde yasalar ya da hükümet kararnameleri, federal organlara ırkçılık temelinde mi, yoksa sınıfsal temel üzerinde mi hazırlanacaktır? [Bu] ırkçılık temelinde [olacaksa], zaten o federasyon, ne önlem alınırsa alınsın yaşayamaz, çöker... “Meclise gelecek olan, örneğin bir federal vergi yasasında, Türk milletvekillerinin hep bir doğrultuda, Rum milletvekillerinin de tümüyle diğer doğrultuda oy kullanmaları beklenmemelidir. [Çünkü] oyların yönünü, partilerin temsil ettikleri sınıf ve 141 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 137-159 Soyalp Tamçelik katmanların çıkarları belirleyecektir” (Yeni Düzen Gazetesi, 1 Şubat 1991) anlayışı hakimdir. Aslında siyasal, toplumsal ve ekonomik teşkilâtlanmaların federe devlet düzeyinde olduğu gibi, federal düzeyde de etkinlik göstermelerini gündeme getiren bir başka düşünce de vardır (An, 1990: 6). Özellikle siyasal partilerin merkezî olarak teşkilâtlanmasının, siyasal sistemin istikrarı açısından sağlayacağı yararları ifade ediyor olması, bu yaklaşımı daha da önemli kılmaktadır. Bunun dışında Türk federalistler, Kıbrıs Türk toplumu ile Türkiye arasında var olan kültürel kimliğe ilişkin benzerliklere, siyasal bir anlam yüklenmesine (Vural, 1996: 245) özellikle karşı çıkmaktadırlar. Bunun ötesinde özgün bir Kıbrıs Türk kimliğinin var olduğunu ve Türkiye’den Kıbrıs’a yönelik göç hareketlerinin bu kimliği bozulmakta (Yeni Düzen Gazetesi, 17 Nisan 1989) olduğunu ileri sürmektedirler. Rum milliyetçiliğine olduğu kadar Türk milliyetçiliğine de tepki duyan Türk federalistlerin, ‘çoğunluk yönetimi’ ve ‘millî merkezle bütünleşme’ yaklaşımlarına karşı tepkisi de şu şekilde ortaya çıkmaktadır: “Kıbrıslı Türkler olarak ne Rumların egemenliğinde bir azınlık, ne de Türkiye’nin bir ili ya da ilçesi olmak istiyoruz. Kendi toplumsal kimliğimiz, kültürümüzle küçücük bir toplum olarak insanlık değerlerini herkesle paylaşmak istiyoruz. Nasıl ki Rumların hâkimiyetine girmek istemiyoruz, ayni şekilde Turancı idealler uğruna Kıbrıslı Türk karakter ve kimliğimizin de silinmesini istemiyoruz” (Soyer, 1992: 1) şeklindedir. Milliyetçiler tarafından sıklıkla vurgulanan ve Kıbrıs Türk toplumunu, ‘Türk ulusunun ayrılmaz bir parçası’ (Vural, 1996: 245) olarak niteleyen söylemine karşılık, federalistler, Türkiye Cumhuriyeti’ne yaklaşımlarında hukukî kavramlar kullanma eğilimindedirler. Türkiye ile olan ilişkilerin, ‘duygusallıktan uzak, gerçekçi bir zemine’ (Ortam Gazetesi, 17 Nisan 1989) dayanması gerektiğini ve Kıbrıs Türk toplumunun kendi kendini yönetmesine 142 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,137-159 Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve Bunların Mukayesesi engel olacak bir içerik taşımaması gerektiğini ileri süren bu çevreler, Türkiye’ye, sahip olduğu garanti hakları çerçevesinde bir yaklaşım göstermektedirler. Buna göre Türk toplumunun güvenliğinin sağlanması için Türkiye’nin garantörlük hakları aynen devam etmelidir. Ama bu şekilde dıştan sağlanacak bir garantinin, silahların gölgesinde bir garanti olacağı ileri sürülmekte ve bunun sonsuza dek sürdürülemeyeceği vurgulanmaktadır. Bunun yerine ‘iki halk arasında oluşacak güven, işbirliği ve anlayış’ (Ortam Gazetesi, 17 Nisan 1989) ortamının, ‘gerçek ve kalıcı bir güvenlik’ (Vural, 1996: 245) sağlayacağına inanılmaktadırlar. Kıbrıs Rum Toplumundaki Federalist-Bütünleşmeci ve Merkeziyetçi Görüşler Rum toplumunda federalist eğilimi temsil eden siyasal grupların kültürel kimliğe ilişkin yaklaşımları (Ortam Gazetesi, 17 Nisan 1989), ‘iki toplum ve tek halk’ (Deliceırmak, 1993: 178) kavramını temel almaktadırlar. Aslında federalist görüşü savunan Rumlar, ‘iki toplumluluk’ kavramını azınlıkçoğunluk ilişkisine dayandırmayarak, siyasal eşitlik prensibiyle ilişkilendirmektedirler. Bu çevreler, iki toplumun siyasal eşitliğini kabul etmenin, birey hakları ve yurttaşların eşitliği kavramlarını reddetme anlamına gelmediğini ileri sürmektedirler (Stavrinides, 1975: 41). Ayrıca siyasal eşitliği sağlamanın bir aracı olarak görülen kitle katılımı ve toplumların özerkliği ilkesi, iki bölgeli federal bir devletin kurulmasıyla gerçekleşebileceğini iddia etmektedirler. Buna göre: “Kıbrıs’ın federal sisteminde iki toplum arasında eşitlik olacaktır. Çünkü Kuzey Kıbrıs’ta Kıbrıs Türk toplumu çoğunluktadır ve idarede de kendileri olacaktır. Güneyde ise Rumlar çoğunlukta olup, onlar da idarede olacaktır. İki toplumun eşit olması, iki eyaletin eşit olması ile de ifade edilecektir. Çünkü her iki eyalet, merkezî federal anayasanın verdiği yetkilere dayanarak ayni yetki ve fonksiyona sahip olacaktır. [Böylece] siyasal eşitlik, her iki toplumun merkezî yasama organı olan üst meclis ve yargı organlarına eşit bir şekilde 143 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 137-159 Soyalp Tamçelik katılmalarıyla sağlanacaktır” (Yeni Düzen Gazetesi, 20 Mart 1991) görüşündedirler. Aslında iki toplumun siyasal eşitliğinin 1960 yılından beri var olduğunu savunan bu yaklaşım (Angelides, 1990: 9-12), Rum milliyetçilerinin ileri sürdüğü ‘çoğunluğun yönetimi’ ilkesini reddetmekle sınırlı kalmıyordu. Aynı zamanda onlar, birey haklarının yerine toplum haklarına önem veriyorlardı. Aslında yaklaşımın, belirli bir ideolojik zemine dayandığı görülmektedir. ‘Kıbrıslılık’ kavramına bilinçli ideolojik bir tercih olarak yaklaşan Rum solu ve liberalleri, Elen millî kimliğiyle olan ilişkinin, ‘Kıbrıs halkının’ kültürel kimliğini etkilediğini kabul etmekle birlikte, bu ilişkiye belirleyici bir önem vermekten özellikle kaçınmaktadırlar. Böylece, ‘Kıbrıslılık’1 siyaseti, ‘kültürel bir temele’ dayanmasını zorunlu gören milliyetçi ideolojiye karşı, sol ve liberal çevrelerin bir yanıtı olarak yeniden tanımlanmış olmaktadır. Buna göre Kıbrıslı Rumlarla Türklerin yakınlaşması, AKEL’in baştan beri izlediği çizginin ayrılmaz bir parçasını teşkil etmektedir. Aslında bu görüş, parti ideolojisinin enternasyonal ve anti-şoven karakterinden ve AKEL’in Kıbrıslı Rumların ve Kıbrıslı Türklerin birlikte bir halkı, yani ‘Kıbrıs halkını’ (Yeni Düzen Gazetesi, 21 Mart 1989) oluşturduğu ve Kıbrıs’ın, her iki halk için de ortak bir vatan olduğu tezinden kaynaklanmaktadır. Ne var ki, siyasal yapının kültürel unsurlara dayanmasını öngören milliyetçiliğe karşı geliştirilen ve ‘Kıbrıslılık’ kavramını temel alan bütünleşmeci eğilimin, toplum haklarına önem vermesiyle ilgili ciddi bir çelişki yaşamaktadır. Bütünleşmeci eğilimi temsil eden çevrelerin genellikle sol ve liberal gruplardan oluştuğu dikkate alındığında, bu çelişki daha da önemli bir anlam taşımaktadır. Bilindiği gibi solcu Rumlar siyaseti, sınıf ve 1 Kıbrıs’ta 1960’lı yıllarda elit düzey arasında, iki toplumun ayrı kültürel kimliği yok sayılmadan ve ortak ‘Kıbrıslı kimliği’ vurgulanan ‘Kıbrıslılık’ lafzı ortaya çıkmıştır. Bu akımının ilk temsilcilerinden olan Nikos Lanitis’in de vurgulamış olduğu gibi, “Enosis ve yalnız Enosis sloganı” aslında olumsuz bir politikadır. Ona göre Kıbrıslı Rumlar Zürih ve Londra Antlaşmalarına sadık kalmalı ve Kıbrıslı Türklerin güvenini kazanmalıdırlar. Bunun için bkz... Metallênos, 1998: 87-88; Heraclides, 2002: 263. 144 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,137-159 Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve Bunların Mukayesesi sınıf çelişkisi kavramlarıyla açıklama eğilimindedirler. Rum liberalleri ise siyasal süreçte bireyi temel almakta, toplumu da ötelemektedirler. Bu yüzden siyasete kimlik grupları düzeyinde katılım, her iki ideolojik yaklaşımın temel tezleriyle çelişmektedir. Bu açık çelişkiye karşın, liberal ve sol grupların kitle katılımına destek vermesi, pratik bir gereklilik olarak ortaya çıkarmaktadır. Çünkü ideolojik yaklaşımlarına aykırı olsa bile siyasal süreç, kültürel kimlik üzerinde şekillenmiştir. Ama bütünleşmeci eğilim, ideolojik bir seçenek olarak bunu reddetmekte ve iki toplum üyelerinin bireysel ya da sınıfsal düzeyde işbirliği yapmalarını, gelecekteki siyasal yapı ve ilişkiler için gerekli öngörmektedirler. Bu nedenle, Federal Kıbrıs devletinin, ‘Kıbrıslılık’ kimliğine dayanması gerektiği ileri sürülmekte, siyasal ya da toplumsal örgütlere üyeliğin kimliğe göre sınırlandırılmasına karşı çıkılmaktadırlar (Yeni Düzen Gazetesi, 17 Nisan 1989). Türk federalistlerin siyasal kurumlar içinde öngördüğü ve siyaseti, sınıfsal açıdan tanımlamalarının bir sonucu olarak ‘iki toplum üyelerinin işbirliği’ (Vural, 1996: 248) yaklaşımına karşılık, Rum federalistler, ‘ortak siyasal örgütlenmeler’2 şeklinde olmasını savunmaktadırlar. Rum federalistlere göre ‘millî merkez’ olarak görülen Yunanistan’la olan ilişkiler, Garantörlük Antlaşması çerçevesinde yürütülmelidir. Rum milliyetçiliğinin Kıbrıs’ı siyasal ve kültürel bakımdan ‘Elenizmin uzantısı’ olarak gören yaklaşımına karşılık federalistler, kurulması düşünülen federal Kıbrıs Devleti’nin ayrı siyasal ve uluslararası kişiliğinin, bu ilişkilerden olumsuz yönde etkilenmesine karşı çıkmaktadırlar (Haravgi Gazetesi, 11 Eylül 1994). Kıbrıs sorununun Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunlardan ayrı tutulması gerektiğini ileri süren federalistler, milliyetçiler tarafından gündeme 2 Bu görüşe binaen AKEL, kendini “Kıbrıslı Türk ve Rum emekçilerinin partisi” olarak tanımlamaktadır. Bunun için bkz... Çölaşan, 1980: 7. 145 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 137-159 Soyalp Tamçelik getirilen ‘Ortak Savunma Doktrini’ne’3 de aynı gerekçeyle karşı çıkmaktaydılar. Federalistlere göre Kıbrıs meselesi, “Elenizmin millî davası” (Filelefteros Gazetesi, 8 Ekim 1988) olarak tanımlanamaz ve bulunacak çözümün, Türk ve Yunan milletlerinden ziyade, Kıbrıs halkının çıkarlarına hizmet etmesi temel savlarından birisidir. Gerçi Kıbrıs’ı ayrı bir siyasal birim olarak kavrayan bu yaklaşımların yanı sıra, Elen dünyası ile Rum toplumu arasında kültürel bir yakınlığın olmadığını ileri süren farklı düşüncelerin olması da federalist eğilimi daha önemli kılar. Kıbrıslı Rum kimliğinin, Yunan dilinin kullanılmasından ötürü, ‘Yunan millî kimliğinin bir uzantısı olarak kabul edilemeyeceğini’ (Yeni Düzen Gazetesi, 10 Nisan 1992) ileri süren bu görüşe göre Yunanistan, ‘herhangi bir yabancı devletten farksızdır’ (Vural, 1996: 248-249). MİLLİYETÇİ-MİLLÎ DEVLETÇİ VE ADEM-İ MERKEZİYETÇİ GÖRÜŞE GÖRE FEDERAL DEVLETİN YAPISI Kültürel kimliğe ilişkin ‘iki toplumluluk’ ve ‘Kıbrıslılık’ kavramları çerçevesinde oluşan ve ‘millî merkezlerle’ ilişkileri sadece hukukî düzeyde ele alan federalist-bütünleşmeci ve merkeziyetçi eğilime karşın, her iki toplum içindeki milliyetçiler, millî merkezlere yönelik kültürel ve siyasal bağlılığı temel almakta ve yerel düzeyde özgün bir kültürel kimliğin varlığını reddetmektedirler. Bundan hareketle Türk ve Rum milliyetçilerin federal devlete dair görüşleri şu şekilde değerlendirilebilir. Kıbrıs Türk Toplumundaki Milliyetçi-Millî Devletçi ve Adem-i Merkeziyetçi Görüşler 3 Ortak Savunma Doktrini, Türkiye’nin Yunanistan’ı ve Kıbrıs Devleti’ni askerî bir saldırıyla tehdit ettiğini ileri süren ve tüm Elen dünyasını, bu saldırıya karşı korumayı öngören bir askerî işbirliği anlaşmasına dayanmaktadır. Aslında doktrinle, böyle bir saldırının güncel bir tehlike olduğunu ve bu saldırının defedilebilmesi için Kıbrıs Rum ve Yunan silahlı kuvvetlerinin stratejik işbirliğinin şart olduğunu iddia etmektedirler. 146 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,137-159 Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve Bunların Mukayesesi Kıbrıs’ta iki toplumu kapsayan bir millileşme sürecinin yaşanmadığını ileri süren Türk milliyetçilere göre etnik ilişkiler, temelde her iki toplumun birbiriyle çatışmasına ve tarihî düşmanlığa dayanmaktadır. Buradan hareketle her toplum, kendi ‘millî tarihini’ ayrı ayrı yaratmıştır. Türk milliyetçiler için ‘Kıbrıslılık’, sadece coğrafî (Vural, 1996: 249) anlamı olan bir kavramdır. Onlara göre Rumlar ve Yunanlılar, Türk toplumunu millî kimliğinden ayırmak için bu kavramı kullanmamışlardır. Buna göre Yunanlılar ve Rumlar, Panhelenistik ideallerine uygun olarak ‘Kıbrıslılık’ kavramına çok önem vermektedirler. Aslında onlara göre Kıbrıslılık, Yunanlılıkla aynı şeydir. Dolayısıyla Türk milliyetçilerine göre ‘Kıbrıslıyım’ diyerek ada Türklerini Türklük bilincinin unutturulacağını ve kendilerini bir pota içerisinde eritilmesine neden olacağını iddia etmektedirler (Çengel Dergisi, 1988:10-12). Bu yaklaşıma göre Kıbrıs’ta iki kültürel kimlik arasında bazı biçimsel benzerlikler olmasına rağmen, ortak bir kimlikten söz edilemez. Çünkü “adı üstünde biz Türk’üz, onlar ise kendilerini Yunan sayan .... bir halk[tır]... Tarih bunu belgeleri ile kanıtlamaktadır. Kaldı ki ayni kimliği paylaşmadığımız içindir ki, bunca yıldır çatışıp duruyoruz” (İsmail, 1989: 5) görüşü ağır basmaktadır. Türk milliyetçiler, birbirinden farklı iki kültürel kimliğin varlığı nedeniyle, Kıbrıs sorununun, ‘doğal’ (Deliceırmak, 1991: 7) bir hak olan ‘selfdeterminasyon’4 ilkesinin uygulanmasıyla çözümlenebileceğini ya da Türk 4 Aslında adadaki Rum ve Türk toplumları self-determinasyon ilkesi üzerindeki görüşleri birbirlerinden çok farklıdır. Kıbrıslı Rumlar, Türkleri ‘halk’ unvanını alacak durumda olmadığını, onların ancak ‘azınlık’ statüsünde bir toplum olduğunu belirtmektedirler. Ayrıca azınlık olan bir halkın da ‘self-determinasyon’ ilkesini kullanacak kadar lüksü olmadığını ifade etmektedirler. Bu yüzden Kıbrıslı Türklere azınlık statüsünde oldukları için ‘geniş otonomi’ verilmesi gerektiğini iddia emektedirler. (Bunun için bkz... Self-determination and The Turkish Cypriots Minority, 1984: 4-5; Necatigil, 1998: 221). Çünkü BM’nin uygulamasında yer aldığı biçimi ile bu ilkenin, özerk olmayan ve vesayet altındaki ülkelere, yani sömürgelere uygulanmasının hedef alındığı üzerinde bir görüş birliği bulunmaktadır. Nitekim bu ilke, Antlaşmaya konulurken, bunun ‘azınlıkların ayrılması’ biçiminde yorumlanmayacağı açıkça belirtilmiştir. Bunun için bkz... United Nations Conference on International Organization, Document:343 1/1/16, s. 1. Aslında azınlıkların ayrılması hakkının, bu hükümlerin kapsamı içine alınması hâlinde dünyadaki hemen hemen tüm devletlerin temelinden sarsılacağı, dolayısıyla da devletlere 147 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 137-159 Soyalp Tamçelik toplumunun bu hakkı ayrı devlet kurma yönünde kullandığı için çözümlendiğini ileri sürmektedirler. Aslında bu yaklaşım, millî kimliği kültürel anlamının ötesinde, siyasal bir kavram olarak görme ve kültürel birim ile siyasal birimin tam bir uyum içinde olmasını öngören ulus-devlet modelinin doğal ve ideal bir yapılanma olarak tanımlama eğilimini yansıtmaktadır. Bu nedenle toplum hakları ve siyasal eşitlik gibi federalist bütünleşmeci eğilimin savunduğu ilkelere, daha farklı anlamlar yüklemektedirler. Buna göre özellikle yüklenen anlam şudur: ‘Kuzey Kıbrıs toprakları üzerinde her şeyi ile egemen olan KKTC Devleti vardır ve bu egemenlik, Türk milletinin uzantısı olan Kıbrıs Türk halkındadır’. Kaldı ki KKTC’nin Bağımsızlık Bildirgesi’nde, Kıbrıs sorununun çözümünde belirli koşullar çerçevesinde Rumlarla bir federasyona gidilebilmesine imkân veren bazı maddeler vardı. Aynı zamanda Cumhuriyet Meclisi’nin oy birliğiyle aldığı bazı kararlarda da yine bir federasyona gidilebilmesine imkân veriyordu (Vural, 1996: 250). Fakat ‘milliyetçiler’, GKRY gibi toprakları üzerinde egemenlik iddia eden bir yönetimle federasyona gitmek istemiyorlardı. Şayet bir federasyona gidilecekse, Türk’ün de kuzeydeki egemenliği tanınarak olmalıydı. Çünkü onlara göre egemenlik, ‘kayıtsız ve şartsız Kıbrıs Türk ulusunundur’ (Kortun, 1988: 6). Aslında millî egemenlik, Kıbrıs Türk milliyetçiler için yeni bir kavram değildir. Özellikle 1963 Aralık bunalımından önce ve sonra, Türk iktidar eliti içinde yer alan bir grup, siyasal meşruiyetin kaynağının Kıbrıs halkı ya da bir bütün olarak iki topluma değil (Vural, 1996: 250), millî kimliğe sahip toplumlarla ayrı ayrı bağlantılı olduğunu ileri sürülmüştür. Kıbrıs Türk milliyetçiler, 1974 yılından sonra, iki toplumun fizikî ve siyasî olarak birbirinden ayrılmasıyla ortaya çıkan fiilî siyasal koşulların ideal çözümü oluşturduğunu, bundan geri adım atmanın ‘millî egemenlik’ ilkesiyle dayanan uluslararası düzenin bozulacağı ve yeryüzünde bir anarşik durumun ortaya çıkacağı ileri sürülmüştür (Gönlübol, 1993: 349). İşte Rumların dayandığı tezin esasları bu görüşe dayanmaktadır. 148 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,137-159 Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve Bunların Mukayesesi çelişeceğini dile getirmektedirler (İsmail, 1998b: 423). Onlara göre, egemen iki siyasal birim arasında, yani bir başka deyişle Kıbrıs Türk ve Rum devletleri arasında, ve ancak iyi komşuluk ilişkileri içerisinde kurulabilirdi. Bundan hareketle KKTC olgusunu dışlayan, yetkilerini paylaşan veya onun üstünde bir başka yönetim şekline dönüşen herhangi bir yapıya şiddetle karşı çıkılmaktadırlar (Birlik Gazetesi, 2 Temmuz 1988). Bir başka deyişle KKTC’yi, Türk Federe Devleti’ne dönüştürecek herhangi bir plâna karşı çıkmaktadırlar. Aslında bu görüşe dair yaklaşım, iki toplumun ortak bir devlet çatısı altında birleşmesini tarihî, kültürel ve siyasal nedenlerden ötürü imkânsız görmektedirler. Buna göre iki toplum, tarihin hiçbir döneminde bağımsız bir devlet kurmayı amaçlayan ortak bir mücadele içine girmemiş (Gazioğlu, 1986: 286-291), tam tersine, Rumlar Yunanistan’a, Türkler de Türkiye’ye bağlanmayı tercih etmişlerdir. Ayrıca ortak bir devlet oluşturmak, kimlik farklılaşması nedeniyle de imkânsızdır. Bugünkü fiilî siyasal yapıyı göz ardı ederek ortak bir devlet kurulması hâlinde, Türk toplumu sahip olduğu egemenlik haklarını, Rum toplumuyla paylaşmak (Yeni Düzen Gazetesi, 12 Eylül 1991) zorunda kalacağından, federal bir yapıyı desteklememektedirler. Buna karşın ada Türklerini, ‘millî bütünün bir uzantısı’ olarak gören Kıbrıslı Türk milliyetçiler, ‘Kıbrıslılık’ kavramını ileri süren Türk federalistleri de ‘Kıbrıslı Türkleri anavatan Türkiye’den koparmaya çalışmakla’ (Birlik Gazetesi, 26 Şubat 1994) suçlamaktadırlar. Kaldı ki Türk milliyetçiler, iki toplum arasındaki kültürel farklılıkları vurgularken, Türk toplumunun ayrı bir millî kimliğe sahip olduğunu ileri sürmektedirler. Ama Türk federalistlerin Kıbrıslı Türklerin Türkiye’den de ayrı ve ‘özgün bir kimliği’ (Vural, 1996: 251) bulunduğuna ilişkin yaklaşımlarına da karşı çıkarak, ‘tek Türk kimliğinin’ savunucusu olmuşlardır. Bu yaklaşıma göre Ankara’daki Türk’ün Ankaralı, Konya’daki Türk’ün Konyalı, Van’daki Türk’ün de Vanlı olduğu kadar Kıbrıslı Türkler de 149 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 137-159 Soyalp Tamçelik Kıbrıslıydılar (Birlik Gazetesi, 6 Şubat 1994). Kıbrıslı Türkleri, Türk milletinin ayrılmaz bir parçası olarak gören bu yaklaşımın, sadece kültürel kimliği tanımlamakla sınırlı kaldığı söylenemez. Çünkü milliyetçiler, kültürel benzerliklerini aynı zamanda siyasal bağlılığa da dönüştürme eğilimindedirler. Buna göre Kıbrıslı Türkler, esmekte olan federasyon rüzgârına karşı dayanacak güçtedirler. Dolayısıyla Kıbrıs Türk toplumunun devleti olan KKTC, hangi barış koşullarında ortaya çıkmışsa, ayni barış koşullarında ve kimlerle federasyona gidecekse bunu kararlaştırabilecek güçtedir (Kortun, 1988: 5). Çünkü Kıbrıs Türk milliyetçilerine göre KKTC, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ ile federasyon kuracak kadar güçsüz bir devlet değildir. Dolayısıyla Türk milliyetçileri, federasyonu, ancak iki ‘devletin’ bir araya gelerek oluşturacakları bir ‘federal devlete’, kendi egemenliklerinden bir kısmını devretmesiyle mümkün olabileceğine inanmaktadırlar (Soysal, 2001: 13). Zira onlara göre devletlerin varlığı ve egemenliği, yetkilerinin bir bölümünü devredebilmek ve sınır ayarlaması yapabilmek için bile hukuk açısından zorunlu bir önkoşuldur. Bu da gösteriyor ki milliyetçiler için egemenlik, çözüm için tek ve en önemli argümandır. Rum Toplumu İçindeki Milliyetçi-Millî Devletçi ve Adem-i Merkeziyetçi Görüşler Aslında Rum milliyetçilerin kültürel kimliğe ilişkin yaklaşımları, Türk milliyetçilerin yaklaşımlarıyla kavramsal düzeyde büyük bir benzerlik içindedir. Rum milliyetçiliği de ‘Kıbrıslılık’ ya da ‘ortak kimlik’ gibi federalist-bütünleşmeci ve merkeziyetçi eğilimin ileri sürdüğü kavramları, millî açıdan tehlikeli bulmaktadır (Sokratus, 1988: 5-6). Rum milliyetçilerine göre bu kavramlar, Rumları anavatan Yunanistan’dan uzaklaştırmakta ve Kıbrıs’ın Elen karakterini yıpratmaktadır (Sokratus, 1988: 5-6). Zaten bu yaklaşım, Kıbrıslı Rumların özgün bir kültürel kimliğinin bulunmadığı görüşüne de terstir. Bu yüzden iki toplum ilişkileri düzeyinde ele alındığında Rum milliyetçiliği, Elenizmin ‘çoğunluk’, Kıbrıs Türk toplumunun da ‘azınlık 150 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,137-159 Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve Bunların Mukayesesi kültürünü’5 oluşturduğunu ileri sürmektedir. Zaten iki milliyetçilik arasındaki fark da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Türk milliyetçiliği, iki toplumu anavatanların millî kimliğinin birer uzantısı olarak görmesine karşın, Rum milliyetçiliği, ‘içinde Türk azınlığın da bulunduğu Kıbrıs halkının’ Elenizmin kültürel uzantısı olduğunu ileri sürmektedir. Kaldı ki Rum milliyetçiler için ‘Kıbrıslılık’, sadece coğrafya ile sınırlı bir kavramdır. Böylece kültürel kimliklerin tanımlanmasından elde edilen ‘çoğunluk’ ve ‘azınlık’ kavramlarına, siyasal6 bir anlam yüklenmektedir. Buna göre Kıbrıslı Türkler egemenlik haklarına sahip bir halk değil, bir azınlık toplumu olarak kabul edilmektedir (TAK RBÖ, 7 Şubat 1992). Aslında bu yaklaşımı savunanlar, her iki toplum içindeki federalist-bütünleşmeci ve merkeziyetçi eğilim tarafından öne sürülen toplum hakları ve siyasal eşitlik kavramları, ‘çoğunlukla azınlığı eşit tutulmasının demokrasi ilkesiyle çeliştiğini’ (Agon Gazetesi, 28 Ağustos 1988) ileri sürerek reddetmişlerdir. Zaten Rum milliyetçilerin, Kıbrıslı Türklerin toplum haklarını ve siyasal eşitlik ilkesini reddetmelerinin, sadece demokrasi kavramıyla sınırlı olmadığı bilinmektedir. Toplum hakları yerine, birey (Polemitis, 1992: 8-9) haklarına önem veren bir yaklaşımla hareket eden bu çevrelere göre insanlar arasında kültürel kimliğe bakılarak ayrım yapılmaması (Simerini Gazetesi, 27 Ekim 1992) ve çoğunluğun yönettiği azınlığın ise denetim işlevini gördüğü ‘üniter bir devletin’ (Moran, 1997: 4) kurulması sağlanmalıdır. Aslında Rum milliyetçiliğinin toplum haklarına karşı birey haklarını ileri sürmesi, siyaseti kimlik oluşumlarından ayrı tuttuğu anlamına gelmez. Tam tersine iki kimlik arasında azınlık-çoğunluk ayrımı yaparak, egemenliği çoğunluktaki kültürel 5 Rum milliyetçilerine göre Türklerin dinî ve kültürel hakları dışında hiçbir hakları olamazdı. Hele adanın mukadderatının tayininde veto hakları hiç olamazdı. Bunun için bkz... Eleftheria Gazetesi, 21-31 Ocak 1972; Denktaş, 1998: 306. 6 Bununla ilgili olarak bkz... TESEV Kıbrıs Politikaları Gündemi, (21 Temmuz 2001), tesev.com.tr; Ayrıca bkz... “Klerides, 24 Ağustos 1971 tarihli mektubunda görüşlerini aynen tekrarlamakta, yani Kıbrıs Türklerini ‘imtiyazlı azınlık’ statüsüne indirgeyecek formüllerin müdafaasını yapmaktadır. Hedef, Rum çoğunluğuna tâbi üniter bir devlet oluşturmaktır” (Denktaş, 1998: 213; Denktash, 1997: 2). 151 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 137-159 Soyalp Tamçelik grubun kimliğiyle tanımlamakta ve toplum haklarını sadece çoğunluk için geçerli olacak şekilde kabul etmektedirler. Yine Rum milliyetçilere göre Elen milletinin ayrılmaz bir parçası olan Kıbrıslı Rumlar için ‘Yunanistan’dan ayrı siyasal bir gelecek’ (Simerini Gazetesi, 15 Ocak 1992; Cyprus Reality, 1996: 1) düşünülemez. Onlara göre adil ve gerçekçi tek çözüm Enosis’tir (Simerini Gazetesi, 13 Temmuz 1992; Kıbrıs Gerçeğinin Bilinmeyen Yönleri, 1992: 92; Unknown Aspects of The Cyprus Reality, 1992: 93). Dolayısıyla ‘Enosis’ dışındaki çözümler, Kıbrıs’ın bir kısmının ‘Türkleşmesine’ (TAK RHÖ, 19 Temmuz 1992) neden olacağından kabul etmemektedirler. Kıbrıs meselesinin Elenizm’in ‘millî davası’ olarak niteleyen bu çevreler, bulunacak çözümün de ‘millî’ (Simerini Gazetesi, 15 Ocak 1992) olması gerektiğini ileri sürmektedirler. Çünkü Kıbrıslı Rumların toplumsal zihinlerinde, Kıbrıs’ta sadece bir Rum devletinin kurulması yatmaktadır (The Turkish Republic of Northern Cyprus, 1992: 14). Dolayısıyla Kıbrıslı Türkleri azınlık statüsünde koyarak, bu devletlerini kurmak istemektedirler (Clerides, 1990: 105). Sırf bu yüzden Rum milliyetçiler arasında federal çözümü destekleyen ciddi bir tavır yoktur (Heraclides, 2002: 286). Şayet federasyona dayalı bir çözüm olacaksa, gevşek bir federasyon değil, merkezî hükûmeti güçlü olan bir federasyon istemektedirler (Soysal, 2001: 13). Dolayısıyla Türklerin savunduğu federasyon tezi, bir çözüm biçimi olarak kabul edilemezdi. Zira bunun dayandırılacağı coğrafî temel yoktur. Ayrıca federal devlet biçimi, zorunlu nüfus değişimini gerektirmekle birlikte, Kıbrıs Devleti’nin ikiye bölünmesini sağlayan bir çözüm olması nedeniyle uygun görmemektedirler. Çünkü amaç, Kıbrıs Devleti’nin ortadan kaldırılması değil, varlığını devam ettirmesidir (Necatigil, 1986: 69). Bundan hareketle Türk toplumunun hakları, başka yollardan da güvence altına alınabilirdi. Bu yüzden Rum milliyetçilerine göre bir anlaşma için iki devletin varlığı gerekmiyordu. Kıbrıs’ta zaten herkesçe tanınan bir devlet vardı. O devlet de 152 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,137-159 Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve Bunların Mukayesesi Rum toplumunun egemenliğinde bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti’dir. Dolayısıyla yapılması gereken, basit bir anayasal değişiklikle (İsmail, 1998a: 339), mevcut devleti idarî bakımdan iki federe bölgeye ayırmak ve mevcut Kıbrıs Cumhuriyeti devletine federal bir nitelik kazandırmaktır. Bu konuyla ilgili olarak kendilerine Belçika’yı örnek almaktadırlar. Bilindiği gibi Belçika’da üniter merkezi devlet, anayasasını değiştirerek Valon ve Flamanlara (İsmail, 1998b: 413) belli konularda ayrı bir özerk yönetim kurmasına imkân vermiştir. Ancak bu yaklaşım Türkler tarafından şu nedenlerle reddedilmiştir: 1. Kıbrıs’ta hiçbir zaman üniter bir devlet olmadığı gibi, Rum yönetimi de yeniden idarî yapılanmaya gidecek meşru bir devlet değildir. 2. Kıbrıs’ta 1963’ten sonra Türkleri de bağlayan meşru bir anayasa yoktur. Dolayısıyla güneyde geçerli olan anayasa, Rum devletinin anayasasıdır. 3. Bütün bunlar olmasa bile, yukarıdan aşağıya idarî bir yapılanmada, federe yönetimlere verilecek haklar, merkezî devlet tarafından verilmiş olacağından, egemenliğe dayanmayacak ve merkezî yönetim tarafından istediği anda bu haklar verildiği gibi geri alınabilecektir. Dolayısıyla Türklere göre bu haklar, merkezî yönetimlerin özerk belediyelere verdiği ‘beledî haklar’ niteliğindedir. Aslında bu yönü ile sorun, anayasal sorun değildir. Zira Rum devletinin anayasasına yeni bir şekil verilerek çözülmesi de mümkün değildir. Zaten eskiden Kıbrıs’ta iki eşit ve egemen halkın kurucu ortaklığına dayanan fonksiyonel federatif bir devlet vardı. Bu ortaklık Rum ortağın saldırısı sonucu yıkılınca, eski ortak ve egemen halklardan biri, kendi bağımsız devletini kurmuş, diğeri ise gasp ettiği ortaklık devletini bir Rum devletine dönüştürerek yoluna devam etmiştir (İsmail, 1998b: 413). Şimdi söz konusu olan bu iki eski ortağını oluşturduğu egemen ve bağımsız iki devletin hangi koşullar ve ilkeler çerçevesinde yeniden işbirliği yapacağıdır. Yani beledî yetkilere sahip birimlerin yukarıdan aşağıya 153 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 137-159 Soyalp Tamçelik oluşturduğu idarî bir ‘federal’ yapı değil, bağımsız ve egemen devletlerin, bu niteliklerini ve ayrılma hakkı dahil, self-determinasyon haklarını koruyarak aşağıdan yukarıya doğru oluşturacakları iki devletli bir anlaşma istemektedirler. SONUÇ Sonuç olarak federalist ve milliyetçi yaklaşımların ileri sürdüğü tezler dikkatli incelendiğinde, bu iki temel eğilim arasındaki başlıca farklılığın, toplum haklarının tanımlanmasında ortaya çıktığı görülmektedir. Federalist eğilim, bu hakları, siyasal katılma ve özerklik ilkeleriyle bağlantılı ve siyasal çoğulculuğun bir unsuru olarak görmektedir. Bu açıdan bakıldığında her iki toplum içindeki federalist eğilimin savunduğu ‘Kıbrıslılık’ kavramı, ‘milliyetçilik’ ve ‘millî devlet’ kavramlarını içermeyen, buna karşın çok kültürlü bir siyasal birimde, devlet yönetimine toplum düzeyinde katılma ve siyasal bütünleşmeye ideolojik zemin hazırlayan siyasal bir kavram olarak ileri sürülmektedir. Bundan hareketle federalist eğilimin toplum haklarını, ‘belirli koşullarda edinilen siyasal haklar’ olarak gördüğü ve bunların hukukî yönlerine önem verdiği ortaya çıkmaktadır. Her iki toplum içindeki milliyetçi eğilimler ise farklı siyasal amaçlarına rağmen, toplum haklarını self-determinasyon ilkesiyle ilişkilendirmektedirler. Yani bir başka deyişle milliyetçiler, toplum haklarını, iki toplumu ayırıcı bir unsur olarak görmektedirler. Her iki toplum içindeki milliyetçilerin, ‘Kıbrıslılık’ kavramına karşı gösterdikleri tepki, toplum merkezine yönelik siyasal yaklaşımları ve toplum haklarını, ‘sınırsız, önceden belirlenmiş ve doğal’ (Vural, 1996: 253) haklar olarak tanımlama girişimleri, sadece etnik çatışmanın sürdürülmesini değil, federalist-bütünleşmeci ve merkeziyetçi eğilime karşı açık bir tepki şeklinde ortaya çıkmıştır. Aslında tarafların üzerinde titizlikle durulmasına rağmen federasyon önerisi, bugüne kadar sadece kâğıt üzerinde kalmıştır. Çünkü anlaşmayla öngörülen 154 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,137-159 Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve Bunların Mukayesesi birçok hususun henüz yerine getirilmemiş olması, federasyonun nasıl olacağı konusunda ciddi bir tartışmaya yol açmıştır. Yani federasyon, iki halktan teşkil edilen bir ‘topluluk’ (Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler) mu, yoksa siyasî iki birliğin bir araya gelerek oluşturdukları bir ‘oluşum’ (GKRY ve KKTC) olarak mı anlaşılmalıdır. Burada taraflar arasında ciddi bir anlaşmazlık söz konusudur. Birinci durumda Rum tarafının yorumu, federal merkeziyetçilik söz konusudur. İkinci durumda ise Türklerin düşündüğü, etnik olarak ayrılmış ikili bir oluşum vardır. Aslında Türk ve Rum tezleri göz önüne alınıp iki taraf açısından incelendiğinde, aynı kavrama verilen anlamların ve getirilen açıklamaların, birbirine taban tabana zıt oldukları görülmektedir. Dolayısıyla Kıbrıs sorununa çözüm aramak amacıyla konuya yaklaşanların, iki tarafın aynı kavramlara verdikleri değişik anlamların da ötesinde, iki toplumun belli bir çatı altında beraberce yaşamaya gerçekten istekli, inançlı ve kararlı olup olmadıklarının bilinmesi gerekir. Gerçekten de tarafların ileri sürülen tezler ve kavramlara verdiği anlamlar üzerinde derinlemesine bir inceleme yapıldığında, her iki tarafın siyasal liderliği iç içe yaşama şartından çok uzakta olduğu görülecektir. Türk tarafı, Kıbrıs’ta tek çözümün bağımsız ve yansız iki eşit bölgedeki7 halktan oluşan ve barışı çiğnenemez güvencelere bağlanmış (İsmail, 1998a: 339; İsmail, 1998b: 429) federal bir Kıbrıs isterken, buna karşın Rumlar, bağımsız, bağlantısız, yansız (Adams-Cottrell, 1968: 76) ve toprak bütünlüğü olan federal bir Kıbrıs devletini (Kıbrıs Gerçeğinin Bilinmeyen Yönleri, 1992: 94; Unknown Aspects of The Cyprus Reality, 1992: 94; Adams-Cottrell, 1968: 76) tasarlamaktadırlar. 7 Kıbrıs Türk nüfusunun tümü kuzeydedir ve eski kasaba ve köylerine dönmeyeceği kuvvetle muhtemeldir. O zaman bütünleşmiş bir Kıbrıs ulus-devletinin yararları ne olursa olsun, adadaki var olan demografik gerçeğin, iki bölgeli federasyondan başka bir çözüm şekline imkân vermediği sonucuna varılabilir. Bunun için bkz... Stavrinides, 1975: 96; Alkan, 2002: 14. 155 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 137-159 Soyalp Tamçelik KAYNAKÇA ADALI, Kutlu: “Kıbrıs İçin Yürüyelim”, Yeni Düzen Gazetesi, (16 Nisan 1992). ADAMS Thomas W., COTTRELL Alvin J.: “Cyprus Between East and West”, The Washington Center of Foreign Policy Research School of Advanced International Studies, The Johns Hopkins Press, Baltimore, 1968. Agon Gazetesi: “EDEK Genel Başkanı Vasos Lissarides’le Söyleşi”, Basın Raporu, No:191, (28 Ağustos 1988). ALKAN, Hüseyin: “Kıbrıs’a Karadağ Modeli”, Hürriyet Gazetesi, (27 Mart 2002). AN, Ahmet: “Federalizm Üzerine Düşünceler”, Yeni Düzen Gazetesi, (2 Şubat 1990). ANGELİDES, Stavros: “M.S. 2040 Yılına Doğru”, Filelefteros Gazetesi, Basın Raporu, (19 Şubat 1990). Birlik Gazetesi: “Milliyetçi Düşünce Derneği’nin 1 Temmuz 1988’de KKTC Cumhurbaşkanı’na Sunduğu Muhtıra Nitelikli Yazı”, (2 Temmuz 1988). Birlik Gazetesi: “Kıbrıslılık ve Anavatan”, (6 Şubat 1994). Birlik Gazetesi: “Anavatan’a Hediye”, (26 Şubat 1994). CLERIDES, Glafkos: “Cyprus: My Deposition”, Vol. I-IV., Alithia Publishing Co. Ltd., Nicosia, 1991. Çengel Dergisi: “Doğal Vatan Tüm Dünya, Siyasal Vatan KKTC”, No:9, (Haziran-Temmuz 1988). ÇÖLAŞAN, Emin: “Kıbrıs”, Milliyet Gazetesi, (4 Kasım 1980). DELİCEIRMAK, Cumhur: “Doğal Bir Hak Olarak Self-Determinasyon”, Çengel Dergisi, 1991. DELİCEIRMAK, Orbay (Der.): “Haklılık ve Kararlılık (Tepkiler Demeti)”, Lefkoşa, 1993. DENKTASH R. R.: “Amnesia A Key Element in The Cyprus Problem”, TRNC Ministry of Foreign Affairs, Lefkoşa, 1997. 156 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,137-159 Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve Bunların Mukayesesi DENKTAŞ Raif Rauf: “Rauf Raif Denktaş’ın Hatıraları 1971-1972: Arşiv Belgeleri ve Notlarla O Günler”, 8. Cilt, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1998. DYKE, Vernon Van: “The Individual, The State and Ethnic Communities in Political Theory”, World Politics, XXIX (3), 1997. Eleftheria Gazetesi, No:496-551, (21-31 Ocak 1972). ERASLAN, Burhan: “Kendi Kaderini Tayin Hakkı” Yeni Düzen Gazetesi, (18 Nisan 1989). Filelefteros Gazetesi: “Türk Ulusunun Menfaatleri”, (8 Ekim 1988). GAZİOĞLU, Ahmet: “Kıbrıs Sorunu ve Bağımsızlık”, Cyrep Yay., Lefkoşa, 1986. GÖNLÜBOL, Mehmet: “Uluslararası Politika İlkeler–Kavramlar–Kurumlar”, 4. Baskı, Attila Kitabevi, Ankara, 1993. Greek Cypriots, PIO: “Self-determination and The Turkish Cypriots Minority”, (1984). Haravgi Gazetesi: “AKEL Meclis Grubu Sözcüsü Andreas Hristu ile Söyleşi”, (11 Eylül 1994). HERACLIDES, Alexis: “Yunanistan ve Doğudan Gelen Tehlike Türkiye TürkYunan İlişkilerimde Çıkmazlar ve Çözüm Yolları”, Çev. Mihalis Vasilyadis ve Herkül Millas, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002. International Affairs Agency: “Unknown Aspects of The Cyprus Reality”, (1992), Istanbul, 1992. International Affairs Agency: “Cyprus Reality”, A-N Graphics, Nicosia, 1996. İSMAİL, Sabahattin: “Demokrafik Yapı ve Kimlik,” Halkın Sesi Gazetesi, (1 Mart 1989). İSMAİL, Sabahattin: “150 Soruda Kıbrıs Sorunu”, Kastaş Yayınları, İstanbul, 1989/a. İSMAİL, Sabahattin: “Kıbrıs Üzerine Bildiriler”, Kıbrıs Araştırma ve Yayın Merkezi (CYREP) Yayınları, Lefkoşa, 1989/b. 157 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 137-159 Soyalp Tamçelik KIZILYÜREK, Niyazi: “Kimlik ve İktidar”, Yeni Düzen Gazetesi, (1 Şubat 1991). KNIGHT, David B.: “Territory and People or People and Territory: Thoughts on Postcolonial Self Determination”, International Political Science Review, VI (2), 1985. KORTUN, Mustafa: “Federasyon Rüzgârları”, Birlik Gazetesi, (20 Ağustos 1988). METALLÊNOS B., GEÔRGİOS D.: “Tourkokratia: Hoi Hellênes Stên Othômanikê Historia-Akritas”, Athena, 1998. MORAN, Michael: “Why, So Far, The Cyprus Problem Has Remained Unsolved”, Nicosia, 1997. NECATİGİL, Zaim M.: “The Cyprus Question and The Turkish Position in International Law”, Revised 2. Edt., Biddles Ltd Guildford and King’s Lynn, Oxford University Press, London, 1998. NECATİGİL, Zaim: “Son 25 Yılda Kıbrıs ve Birleşmiş Milletler”, BM Türk Derneği, Ankara, 1986. Ortam Gazetesi: “TKP X. Kurultay Kararları”, (17 Nisan 1989). POLEMİTİS, Stelios: “Halkın Saati”, Simerini Gazetesi, (21 Nisan 1992). Simerini Gazetesi: “Yeni Yol Derneği’nin Bildirisi”, TAK RBÖ, (15 Ocak 1992). Simerini Gazetesi: “DİSİ Öğrenci Kolu ‘Protoporia’ Adına Yayınlanan Bildiri”, Türk Ajansı Kıbrıs [TAK], Rum Basın Özetleri, 15 Ocak 1992. Simerini Gazetesi: “EOKA-Siyasî Tutuklular Derneği Başkanı Yannis Spanos’un Açıklaması”, TAK RBÖ, (13 Temmuz 1992). Simerini Gazetesi: “Yeni Yol Derneği Tarafından Düzenlenen Pan-Kıbrıs Kongresinde Kabul Edilen Karar”, TAK RBÖ, (27 Ekim 1992). SOKRATUS, Yeogios: “Elenizmin Zayıflatılması”, Simerini Gazetesi, TAK RBÖ: “Özgür Girne Derneği’nin Bildirisi”, (7 Şubat 1992). 158 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,137-159 Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve Bunların Mukayesesi SOYER, Ferdi Sabit: “Kökümüz ve Cuco’nun Raporu”, Yeni Düzen Gazetesi, (2 Nisan 1992). SOYSAL, Mümtaz: “100 Soruda Anayasanın Anlamı”, 11. Baskı, Gerçek Yayınevi, İstanbul. STAVRINIDES, Zenon: “The Cyprus Conflict–National Identity and Statehood”, Nicosia, 1975. TAK RHÖ: “Yeni Yol Derneği’nin Bildirisi”, (19 Temmuz 1992). TAK RBÖ: (16 Kasım 1988). TESEV Kıbrıs Politikaları Gündemi: (21 Temmuz 2001), tesev.com.tr. TRNC: “The Turkish Republic of Northern Cyprus”, The Department of Public Relations, Office of The Prime Minister, Nicosia, 1992. Uluslararası İlişkiler Ajansı Yayınları: “Kıbrıs Gerçeğinin Bilinmeyen Yönleri”, INAF, İstanbul, 1992. United Nations Conference on International Organization, Document:343 1/1/16, s. 1. VURAL, Yücel: “Kıbrıs’ta Etnik İlişkilerin Gelişim ve Siyasal Sisteme Etkileri”, Ankara Üniversitesi Sos. Bil. Enst. Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Anabilim Dalı Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 1996. Yeni Düzen Gazetesi: “AKEL’in Merkez Kurul Kararları”, (21 Mart 1989). Yeni Düzen Gazetesi: “Özker Özgür’ün Konuşması”, (17 Nisan 1989). Yeni Düzen Gazetesi: “AKEL Genel Sekreteri Dimitris Hristofyas’la Söyleşi”, (17 Nisan 1989). Yeni Düzen Gazetesi: “Federal Devlet”, (1 Şubat 1991). Yeni Düzen Gazetesi: “Nasıl Bir Federasyon İstiyoruz”, (12 Eylül 1991). Yeni Düzen Gazetesi: “Şubat 1991’de yapılan AKEL’in XVII. Kongresinde Kabul Edilen Tezler”, (20 Mart 1991). Yeni Düzen Gazetesi: “Andreas Panayotu’nun Çarpıcı Görüşleri”, (10 Nisan 1992). 159 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 137-159 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,160-188 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY DÜNDEN BUGÜNE AVRUPA BİRLİĞİ Mehmet Akif Özer∗ Özet Avrupa Birliği, 21. yüzyılın medeniyetler rekabetinde öne çıkan ABD, Çin-JaponyaRusya karşısında kendisine bir kulvar belirleyen ve gelecekte bu ülkelerin önüne geçebilmek amacıyla oluşturulmuş yeni bir siyasal birlikteliktir. Her ne kadar yeni bir birlik gibi algılansa da, Avrupa’da birlik fikirlerin geçmişi oldukça eskidir. Son yıllarda Türkiye’nin Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerine başlamış olması, Birliğin Türkiye’de yoğun bir şekilde tartışılmasına yol açmıştır. Bu çalışmada, söz konusu tartışmalara teorik katkı sağlaması açısından dünden bugüne Avrupa Birliği’nin geçirdiği seyir ana hatlarıyla ele alınmaktadır. Bu kapsamda; geçmişte Avrupa ve birlik fikri, Avrupa Birliği'nin kuruluşu ve Avrupa birliği'nin genişlemesi gibi konular incelenmektedir. Anahtar Kelimeler: Medeniyetler Rekabeti, Avrupa Birliği, Birlik Fikri, Genişleme, Siyaset Abstract European Union is a new union that wants to be in a course facing to United States, Chinese, Japan and Russian itself in competition of twenty first century civilizations. In spite of the perception that this union is new, European Union history is former fairly. In last years, beginning of Turkey-European Union full membership negotiations made way for new discussions about Union in Turkey. In this study, for making theoretical contributions to these discussions, European Union historical backgrounds and some new events about Union are being evaluated. In this context, Europe and union idea in the past, foundation of European Union and enlargement of European Union are analyzed. Key Words: Competition of Civilizations, European Union, Union Idea, Enlargement, Policy. GİRİŞ Türkiye’nin 1987 yılında Avrupa Topluluğu’na tam üyelik başvurusunda bulunması, 1959 yılında yapılan ortak üyelik müracaatı ile başlayan TürkiyeAB ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuştur. Türkiye, Tanzimat’tan bu yana Batıya yönelmiş dünyadaki tek Müslüman ülkedir. Ayrıca Türkiye, laik ve ∗ Dr., Gazi Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü, [email protected] Dünden Bugüne Avrupa Birliği demokratik ilkeleri benimsemiş, Batı dünyası ile ortak sınıra sahip ve ona komşu AB ülkeleri ile tarihi ilişkileri bulunan dünyadaki İslam ülkeleri arasında ekonomik, politik, sosyal, kültürel alanlarda en gelişmişler arasında yer alan, hayat tarzı olarak kendi kültürel değerlerini koruyarak Batı’yı seçmiş bir ülkedir. Aslında Türkiye'nin Batı ile ilişkileri çok daha eskilere dayanmaktadır. Geçmişten beri Türk toplumu için sunulan ve bir kısmının uygulandığı değişik modeller, Batı dünyası ile aramızdaki farkı kapatmaya yetmemiştir. Ülkemiz ile AB'ye üye ülkeler arasında bir karşılaştırma yapıldığında gerek sosyal anlamda gerekse de ekonomik düzeyde AB ülkeleri ile aramızda farklar olduğu görülmektedir. Ancak, aradaki gelişmişlik farkını ortadan kaldıracak ve Türk toplumunun AB ülkelerindeki emsallerinin düzeyinde bir yaşama kavuşturacak çalışmaların yapıldığı da göz ardı edilmemelidir GEÇMİŞTE AVRUPA VE BİRLİK FİKRİ Dünya tarihi, siyasal, sosyal, kültürel alanlarda sürekli olarak eskinin yerini yeninin aldığı kısırdöngüler zincirinden oluşmaktadır. Bu süreçte dünyanın beş kıtasının her birinde de birçok medeniyet kurulmuş, bunlar misyonlarını tamamlayınca yerlerini yenilere bırakmış ve bugünkü gelişmişlik düzeyine ulaşmışlardır. Bu düzey bundan binlerce yıl öncesinde olduğu gibi bugün de içinde radikal eşitsizlikleri barındırmaktadır. Bugün dünyada gelişmişlik düzeyinde üst seviyelere çıkan toplumlar olduğu gibi, hâlâ ilkel dönemlerin kalıntıları ile yaşamlarını sürdüren topluluklara rastlanmaktadır. Böyle bir ortamda AB; 21. yüzyılın medeniyetler rekabetinde öne çıkan ABD, Çin, Japonya ve Rusya karşısında kendisine bir kulvar belirleyen ve gelecekte bu ülkelerin önüne geçebilmek amacıyla oluşturulmuş yeni bir siyasal birlikteliktir. Her ne kadar yeni bir birlik gibi algılansa da, Avrupa’da birlik fikirlerin geçmişi oldukça eskidir. 161 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188 Mehmet Akif Özer Avrupa (Europe) terimi, karşımıza ilk kez eski Yunan dünyasında mitoslar âleminin bir parçası olarak çıkmaktadır. Mitolojide bir prenses ve ilahe adı olan Avrupa’nın kısa zaman içinde mekana ilişkin bir anlam kazanarak belli bir kara parçasını adlandırması ve Yunan kolonilerinin yayılmasıyla Avrupa adının Yunanistan’ın batısında ve kuzeyindeki ülkeleri de kapsar (Yurdusev, 2001: 31) hale gelmesi, bugün söz konusu bu coğrafyayı dünyanın belli başlı kıtalarından biri haline getirmiştir. Sınırları tam olarak belirlenemeyen bu coğrafyada birlik oluşturulması fikri, son derece geniş bir tarihsel süreç içerisinde üretilen düşüncelere, yaşanan deneyimlere ve ilk örgütlenme girişimlerine dayanmaktadır. Bunların tümü, birbirleri üzerine eklemlenen, birbirlerini besleyen etkiler yaratmış ve örgütlü kimliğini 20. yüzyılda da ortaya koymayı başaran AB’nin ortaya çıkmasını sağlamıştır. İleri sürülen tüm tezler ve projeler, AB’nin üyeleri arasında homojenlik yaratan düşünsel alt yapıyı oluşturmuş ve bu yolla AB, kültür, uygarlık, hukuk, normlar ve ilkeler bütünü olarak değerlendirilebilecek “Avrupalılık” kavramını kendisinde toplama olanağı bulmuştur. Avrupa Birleşik Devletleri oluşturulması biçimindeki önerilerle Avrupa bütünleşme modellemelerinin yapılmaya başlamış olması da, günümüzdeki AB’nin kurumsal ve yapısal çerçevesinin çizilmesine katkı sağlamıştır (Dedeoğlu, 2003/a: 38). Tarihsel olarak, Avrupa’da modern ve egemen ulus devlet fikri 1648 Westphalia Barışı’ndan sonra ortaya çıkmış ve düşünce konsepti savaş sonrası döneme kadar dünya tarihinde çok önemli roller oynamıştır. Bu dönemde, devlet kurma ve ulus bilinci oluşturma girişimleri, birlikte gelişen hareketler olmuştur. O dönemde Westphalia Barışı’nın ürünü olan egemen devletler kendi güvenliklerini ve refahlarını sağlamaktan tek tek sorumlu idiler. Devlet, kendi iç ve dış sorunları ile nasıl başa çıkacağına diğer devletlerden yardım alarak veya almayarak kendisi karar veriyor ve kendi stratejilerini ve kararlarını kendisi geliştiriyordu (Tekin, 2002: 71). Bu durum belirli 162 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188 Dünden Bugüne Avrupa Birliği bölgelerde kendi sınırları içerisinde kendi iradelerini kullanabilen egemen devletlerin oluşum sürecini hızlandırmıştır. Ancak gelecek yıllar kendi sınırları içinde her istediğini yapabilen egemen devlet fikrinin, bölgesel işbirliği ve ortak karar alma zorunluluğunun hissedilmeye başlanmasıyla, yıpranmasına tanıklık edecektir. Doğaldır ki, Avrupa, 17. yüzyılda ortaya çıkan modern ve egemen ulus devlet aşamasına kolay gelmemiştir. Bu süreçte birçok mücadele yapılmış ve çok önemli süreçlerden geçilmiştir. Belçikalı iktisat tarihçisi Henry Pirenne, Avrupa’nın ilk kez 8. yüzyılda denizden karaya yönelerek varlık göstermeye başladığını belirtmektedir. Pirenne, o dönemde Müslüman Arapların Akdeniz’e ulaştıklarını, ticari ilişkilerin kesintiye uğradığını ve Antikçağ döneminden kalma deniz ağırlıklı Avrupa’dan Kıta Avrupa’sına geçildiğini ifade etmektedir. Bu gelişmenin sonucu olarak; İskenderiye, Antakya, Atina ve Roma merkezli Hıristiyanlık dünyasının Paris, Aachan ve Magdeburg bölgelerine kaymasıyla Kuzeybatı Avrupa’da bir yeni siyasal düzen fikri etrafında siyasal askeri bir güç oluşumu kendini göstermeye başlamıştır (Canbolat, 1998: 3). Avrupa kavramının siyasi ve ayırıcı bir medeniyet kimliği kazanması ise nispeten daha yakın bir zamana rastlamaktadır. Bunda ilk aşama, İslam’ın ortaya çıkması, Akdeniz’in güneyinin İslam devletinin denetimi altına geçmesi ve kuzeye doğru bir basıncın oluşmasıdır. İslam akınları denizden, İber Yarımadası’ndan ve Anadolu’dan, Avrupa kıtası üzerindeki Hıristiyan kavimleri sıkıştırmış, adeta belli bir coğrafyaya, yani Akdeniz’in kuzeyine hapsetmiştir. Çaresizlik içinde birbirlerine yaklaşan bu halklar zaman içinde ortak düşmana ek olarak benzeşen yönlerini ön plâna çıkarmaya başlamışlardır (Laçiner, 2005: 16). Avrupa son iki yüzyılda kolonilerinden ayrılmış ve yaşadığı büyük savaşlardan önemli dersler çıkarmayı başarabilen bir coğrafi bölge olmuştur. Ancak bu başarı büyük bedeller ödenerek ortaya çıkmıştır. Hitler Almanyası ve 163 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188 Mehmet Akif Özer uygulamaları, faşizm, iki dünya savaşındaki kayıplar, ırkçılık, sömürgelerdeki insanlık dışı uygulamalar, sosyal ve ekonomik alanda, 19. yüzyıldaki insan haklarına aykırı uygulamalar, bunlardan sadece bir kaçıdır. Öncelikle Avrupa bu acı tecrübelerden hareketle yeni bir savaşın çıkmamasını ve insan haklarını korunması ve geliştirilmesini en önemli önceliği saymıştır. AB’nin kurulması ve genişlemesi bu düşünce temelinde kendine yer bulmuştur. Bu başarı, bölgesel entegrasyon teorilerini şaşırtacak şekilde gelişmiştir. Temelinde ise askeri caydırıcılık yerine ortak paylaşım, ortak değerlerde uzlaşı ve herkesin kazanımını esas alması bulunmaktadır. Paradigmalarda değişim yaşanmakta, başkalarının kaybı bizim kazanımız söylemi yerine başkalarının kazanımı bizim de kazanımız söylemi Avrupa ulusları arasındaki uluslararası ilişkilerin temel taşlarından birisini oluşturmaktadır (Bal, 2005: 156). Ancak belirtilen bu savlar, bizlere, tarih boyunca bu bölgede her zaman büyük güçler arasındaki savaşımların çok boyutta yaşandığı gerçeğini göz ardı ettirmemelidir. Dünya politikasına yön vermiş birçok ulus tarafından bölüşülmenin yol açtığı kutuplaşma süreci, burada tarihin en eski çağlarından soğuk savaş dönemine dek sürekli bir rekabet ortamının oluşmasına neden olmuştur. Bu süreç aynı zamanda tarihin evrimine yön vermiş, büyük güçlerin soğuk savaş sonuna dek bu coğrafyayı bir savaş alanına dönüştürmesine de tanık olmuştur. Bununla birlikte, Soğuk Savaş sonrası dönemde yaşlı kıtadaki ideolojik kutuplaşmalar, yerlerini daha uzlaşmacı yapılara bırakmaya başlamışlardır. Bu bağlamda, ikili ilişkilerin karşılıklı iyi niyet çerçevesinde yeniden tanımlanması söz konusu olmuş ve bu şekilde çok taraflı diplomatik girişimler sayıca artmaya başlamıştır (Büyükakıncı, 2003: 329). SOMUT ADIMLARLA AVRUPA BİRLİĞİ'NE Her ne kadar Avrupa’nın sınırlarını nereler olduğu tartışması yoğunluk kazanmış olsa da, yaşanan ekonomik, sosyal ve stratejik sorunlar, Avrupa’da birleşme fikrini her zaman canlı tutmuştur. Bunun yanında 20. yüzyılda 164 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188 Dünden Bugüne Avrupa Birliği dünyada yaşanan hızlı değişim, doğal olarak Avrupa kıtasını da çok etkilemiştir. Bu dönemde Avrupa haritası yaşanan iki dünya savaşı ile önemli değişimlere uğramış ve özellikle 2. Dünya Savaşından sonra oluşan bloklaşmalar sonucunda gerek siyasi gerekse ekonomik anlamda ikiye bölünmüştür. Bu bloklaşmanın bir tarafında kapalı ekonomileriyle Varşova Paktı üyesi ülkeler, diğer tarafında ise, liberal ekonomik politikaları uygulamaya çalışan Batı Avrupa ülkeleri yer almıştır (Yetkin, 2005: 1). Böyle bir ortamda Avrupa devletleri, yaşanan tüm olumsuzluklar karşısında sağlanan barış ortamının devamı için her türlü fedakârlığın yapılması gerektiğine inanmışlardır. Victor Hugo’dan sonra bu düşünceyi somutlaştıran ilk kişi ise, yapmış olduğu bir konuşmada “Birleşik Avrupa”dan bahseden Winston Churchill olmuştur. Bu konuşma sonrasında Avrupa’da birleşmelerin yolu açılmış ve söz konusu süreç hızlanmıştır. 2. Dünya Savaşı sonrası Winston Churchill’in somut olarak ortaya attığı Avrupa’da birleşme fikri ile gündeme gelen yeni siyasal süreç, ilk olarak Kont Richard Kalergi’nin 1922 yılında Pan-Avrupa girişimini başlatması ve 1923’te Pan Avrupa başlıklı küçük bir kitap yayınlaması ile başlamıştır. Ona göre barışın teminatı, Avrupa’da kurulacak siyasal bir birlikten geçmektedir. Bu birlik, işbirliğini geliştirirken siyasal sistemlerin modernizasyonuna da hizmet edecektir. Avrupa’nın kuracağı birliğin, dünyanın diğer bölgelerindeki birlik çabalarını teşvik edeceğini ve bunun dünya barışını sağlayacağını ileri süren Kalergi, SSCB’yi de Avrupa devletlerinden saymıştır. AB’nin 26 üye devletin temsilcilerinden oluşan bir Temsilciler Konferansı gerçekleştirmesini, karşılaşılan anlaşmazlıkların Antlaşmalarla düzenlenmesini, Birlik dilinin evrensel dil olan İngilizce olmasını ve bir gümrük birliği oluşturularak Avrupa Federasyonu Anayasası hazırlanmasını savunmuştur. Kalergi’nin çizdiği bu model aşamalı bir bütünleşmeye işaret etmektedir. Buna göre ilk aşamada, homojen ekonomik alan oluşturulacak ve bu alanı yönetecek bir Pan Avrupa Konferansı, bir Hakem Divanı ve Gümrük 165 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188 Mehmet Akif Özer Birliği oluşturulacaktır. İkinci aşamada ise, federasyon kurulacak ve Avrupa Anayasası ilan edilecektir. Bu yolla kurulacak Avrupa Birleşik Devletlerinin, biri halklardan diğeri her üye ülkenin bir temsilcisinden oluşan iki meclisli parlamentosu bulunacaktır (Dedeoğlu, 2003/b: 43). 1927 yılında Fransa Dışişleri Bakanı Aristide Briand’ın Kalergi’nin kurduğu Pan Avrupa Birliği’nin başkanlığını kabul etmesi ise yukarda belirtilen sürecin siyasal ortamda da somutlaşmasını ve Avrupa’da birleşme fikirlerinin ön plana çıkmasını hızlandırmıştır. Briand birleşme konusunda bir rapor hazırlamış ve muhtıra şeklindeki bu çalışma 1930 yılında Milletler Cemiyeti’ne üye 26 Avrupa Devletine dağıtılmıştır. Muhtırada kurulacak federasyona üye devletlerin hiçbir şekilde egemenliklerinden fedakarlık etmeyecekleri belirtiliyordu. Kurulacak yeni yapı, Milletler Cemiyetine üye bütün Avrupa devletlerinin temsil edileceği bir Avrupa Konferansı, Bir Sekretarya ve bir de Daimi Siyasi Komiteden oluşan bir örgüt yapısı öngörüyordu (Kabaalioğlu, 1997: 35). Churchill, 5 Mart 1946 tarihinde, İngiltere’de Westminster Kolejinde yaptığı konuşmada; "Avrupa Kıtası, Adriyatik Denizi'nden Baltık Denizi'ne doğru uzanan bir demir perde ile bölünmüştür. Bu perdenin gerisinde ise, Merkezi ve Doğu Avrupa'nın eski ülkeleri; Varşova, Berlin, Prag, Viyana, Belgrat, Budapeşte, Bükreş ve Sofya bulunmaktadır. Bu, uğruna savaştığımız 'Özgür Avrupa' değildir." ifadesini kullanmıştır. 19 Eylül 1946 tarihinde Zürich Üniversitesinde yaptığı başka bir konuşmada ise, Batı Dünyasında doğal gruplaşmaların bulunduğunu, Birleşik Krallığın da (İngiltere) İngiliz Uluslar Topluluğunun bir parçası olduğunu ve söz konusu gruplaşmaların, Dünyadaki yapılanmayı desteklediğini belirtmiştir. Zürich konuşmasında, ayrıca, benzer bir yapılanmanın; Avrupa Birleşik Devletleri’nin, Fransa ve Almanya’nın önderliğinde Avrupa’da da oluşturulması için derhal harekete geçilmesi gerektiğini açıklamış ve İngiltere, A.B.D. ve Sovyetler Birliği’nin de böyle bir girişimi destekleyeceğini vurgulamıştır. 166 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188 Dünden Bugüne Avrupa Birliği Churchill, ayrıca, A.B.D. Başkanı Truman'a yazdığı bir mektupta ise, İngiltere'nin Avrupa'daki içerisinde yer bütünleşme çabalarını almayacağını belirtmiştir. destekleyeceğini, ancak Churchill’e göre, İngiltere; Avrupa'daki yeni yapılanmada, ABD ve İngiliz Uluslar Topluluğu arasında "hayati bir bağ" işlevini görecektir (Kavalalı, 2005: 3). Esasında Churchill’in bu görüşlerinin arkasında 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın “geleneksel güç dengesinin merkezi olma özelliğini kaybetmesi ve ABD ile Sovyetler Birliği’nin iki süper güç olarak ortaya çıkmış olması yatmaktadır. Ayrıca bu dönemde Avrupa’nın büyük güçleri, Avrupa dışındaki siyasal ve ekonomik sömürgelerin başkaldırısı ile karşılaşmışlardır. Diğer taraftan savaştan hemen sonra Doğu Avrupa ülkelerinin çoğunda komünist yönetimler oluşturulmuş ve Avrupa Sovyetler Birliği’nin güdümündeki Doğu Bloğu tehdidine karşı, öncelikle “Batı Avrupa olarak bir araya gelme gereğini duymaya başlamıştı (Canbolat, 2002: 81). Bu dönemde Hıristiyan ve hümanist dünya görüşü temelinde komünist tehlikeye karşı Batı Avrupa’nın birleşmesinin zorunluluğuna herkes inanmaya başlamıştı. Artık süreç daha sağlam bir zemine dayanarak gelişmeye başladı. Bu sürece ivme kazandıran diğer gelişmeler ise, özellikle sömürgelerinden büyük gelirler sağlayan ülkelerde görülmeye başlanmıştır. 1947 yılında, İngiltere'nin Hindistan'ın koşulsuz olarak bağımsızlığını tanımasıyla birlikte, sömürgelerin İngiliz İmparatorluğundan ayrılma süreci ivme kazanmıştır. Benzer bir şekilde, Fransa, Hollanda, Belçika ve Portekiz de sömürgelerini kaybetmişlerdir. Böylece, söz konusu ülkeler, özellikle, ucuz ham madde ve pazar kaybı bakımından, geleneksel ekonomik avantajlarını kaybetmişler, ancak sömürgelerin savunması ve idari harcamalarının azalması bakımından ise belli ekonomik kazançlar elde etmişlerdir (Kavalalı, 2005: 3). Sömürge gelirlerinin azaldığı bir dönemde, Avrupa entegrasyonu projesiyle Fransa ve Almanya arasında büyük sorunlara yol açan geleneksel gerginliğin ortadan kalkacağı ve Batı ittifakı için gerekli olan Almanya’nın desteği ve 167 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188 Mehmet Akif Özer katılımının sağlanacağı düşünülmüştür. Bu düşüncenin en büyük destekçileri olan ABD yöneticileri, böyle bir Avrupa’nın oluşturulabilmesi için gerekli büyük çapta mali desteği Marshall Plânı’yla sağlamış ve Avrupa entegrasyonu için uygun bir ortamın oluşmasında önemli rol oynamışlardır (Eralp, 1997: 88). Marshall Plânı, savaş sonrasının olumsuzluklarının en fazla hissedildiği zamanda, ekonomik sorunlarına çözüm arayan ve bir taraftan da Sovyet tehlikesini hissetmeye başlayan Avrupa için adeta bir “kurtarıcı” olmuştur. ABD, bu şekilde Avrupa’nın bütünleşmesine yardımcı olmaya başlamıştır. ABD Dış işleri Bakanı George Marshall 1947 yılında Harvard Üniversitesinde yaptığı bir konuşmada; Avrupa’nın ekonomik sorunlarının çözümünde yardımcı olacaklarını, ancak bunun için Avrupa’nın ekonomik kaynakların ortaklaşa kullanılmasına ve kendi aralarında işbirliğine hazır olmaları gerektiğine vurgu yapmıştır (Canbolat, 2002: 96). AVRUPA BİRLİĞİ'NİN KURULUŞU Marshall’ın yukarda özetlenen çağrısı üzerine 1947 Paris Konferansında bir araya gelen Avrupa ülkeleri, çeşitli önerileri tartıştıktan sonra, 1948’de Avrupa Ekonomik işbirliği Örgütünü (OEEC) kurdular. 18 ülkenin katılımıyla kurulan bu örgüt ulusal devletler arasında işbirliği esasına dayanıyordu ve daha çok İngiltere tarafından temsil edilen geleneksel görüşe uygundu. Ancak İngiltere, uluslar üstü örgütlerin her türlüsüne karşıydı. Buna rağmen, Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü, bu farklı pozisyonun ortaya çıkması ve AB’nin ileriye dönük gelişimi bakımından tarihsel bir rol oynadı (Canbolat, 2002: 97). Dört bir koldan AB için sivil toplum örgütleri kurulmasına girişildi. Hollanda’nın La Haye kentinde 7-11 Mayıs 1948’de bir kongre toplandı. Kuşkusuz bu kongre, Avrupa’nın bütünleşmesi sürecinde önemli bir yere sahiptir. Sonraki sürecin rengi de bu kongrede belirlenmiştir (Coşkun, 2001: 40). 16 ülkeden 663 delegenin katıldığı Kongreyi çok sayıda gözlemci izlemiştir. Kongrenin amacı; AB yolunda geniş desteği sergilemek, harekete 168 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188 Dünden Bugüne Avrupa Birliği canlılık katmak ve amaçlarını gerçekleştirebilmek için uygulanabilecek tavsiye kararları almaktı (Kabaalioğlu, 1997: 53). Kongrede bu doğrultuda Federalistlerle Birlikçilerin görüşleri, tartışmaların odağında yer almıştır. Sonuçta bu iki görüşün üzerinde uzlaştığı bir politik metin kabul edilmiştir. Kongre, bir Avrupa Konseyi kurulması önerisini kabul etmiştir(Coşkun, 2001: 41). Savaşın olumsuz etkilerinin çok fazla hissedilmeye başlandığı bu dönemde, Avrupa’da yeniden yeşeren birlik olma eğilimi kısa sürede somut sonuç vermeye başlamıştır (Bulaç, 2001: 18). Ayrıca bu ortamda Sovyet tehdidinin yarattığı baskı, İngiltere, Fransa ve Benelüks ülkeleri arasında, ekonomik ve askeri işbirliği amaçlı Brüksel Antlaşması'nın 17 Mart 1948 tarihinde imzalanmasına neden olmuştur (Kavalalı, 2005: 3). Ardından da 1950 Mayıs’ında Fransa Plânlama Teşkilatı adına Jean Monnet ve Dışişleri Bakanı Robert Schuman, Fransız ve Alman demir-çelik üretimini, üst yetkilerle donatılmış ortak bir kurumun denetimine bırakacak bir bildirge imzalamışlardır. Schuman deklarasyonu olarak bilinen bu sözleşme kısa sürede, Belçika, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda’nın katılımıyla Paris Antlaşması ismi ile resmilik kazanmış ve böylelikle de Avrupa Kömür-Çelik Topluluğu (AKÇT) kurularak, bugünkü AB’nin ilk temeli atılmıştır. 2. Dünya Savaşı sonrasında 1950’lilerin Batı Avrupa’sı, hızla sömürgeciliğin tasfiye edildiği, sosyal devlet ilkesinin yerleştiği ve liberal ekonominin tüm kurumlarıyla uygulandığı bir blok haline gelmiştir. Yine aynı dönemde, ticarette uygulanan liberalizasyon politikaları doğrultusunda imzalanan uluslararası ticaret Antlaşmaları, 1950'lerden beri devam eden tarife oranlarındaki düşüşler ve bunların yanı sıra Uruguay Round Görüşmeleri çerçevesinde, ülkelerin tarife dışı engelleri aşamalı olarak kaldırmaları, dünya ticaret hacminin dünya üretiminden daha hızlı artmasına yol açmıştır (Yetkin, 2005: 1). Avrupa’da 1950’den sonra tasarruflar ve teknoloji belli düzeyin üstüne çoktan çıktığından, yan koşullar tamamlandığı 169 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188 Mehmet Akif Özer için serbest mal dolaşımı politikası taraftar toplamış ve özellikle Amerikan firmalarının rekabeti Avrupalı büyük sanayicileri uyandırıp bir an önce harekete geçme konusunda teşvik etmeye başlamıştır (Aytür, 1970: 87). Ancak tüm bu çabalara rağmen, Avrupa birliğinin kurulması yolundaki bütün girişimler zayıf bir karakterde kalmıştır. Kendisini toparlayan bir Almanya’yı denetleyebilecek güçte hiçbir merkezi örgüt kurulamamıştır. Bu sebeple Fransızların gözünde Alman sorunu çözülmemiştir. Diğer taraftan da işgal altında olan ve kendilerini savunmaktan aciz, tehdit altında hisseden Almanların bu durumu ise geçici bir aşama olarak kabul edilebilirdi. Bu nedenlerden dolayı, özellikle Fransa’nın önderliğinde AKÇT, BAB, AST, AAET gibi birliklerin kurulması gündeme gelmiştir (Bozkurt, 2001: 60). AKÇT’nin uluslar üstü statüsü Fransa’yı öylesine heyecanlandırmıştır ki, bu örgütün kurulmasının hemen ardından, Fransa doğrudan savunma alanında birleşmeyi gündeme getirmiştir. Ancak AKÇT üyelerinin silahlı kuvvetlerinin uluslararası bir ortak yönetime bırakılmasını öngören Avrupa Savunma Topluluğu girişimi, 1954 yılında bizzat Fransız Parlamentosunun muhalefetine takılmıştır. Bu nedenle bütünleşme hareketinin, başlangıçta öngörülmüş olduğu gibi yavaş seyretmesini doğal karşılamak gerekmektedir (DPT, 2005: 2). Aslında söz konusu kuruluşlarda Fransa hakimiyetinin olması; Almanya’nın ekonomik gücünün 1914, 1938, 1939 yıllarında olduğu gibi, tekrar politik ve askeri yönden egemen olma taleplerine dönüşme tehlikesini ortadan kaldırmak için Batı Almanya’yı ekonomik olarak bünyesine almak şeklinde yorumlanmıştır (Stapelfeld, 2001: 56). 1950 yılında AKÇT ile ekonomik alanda elde edilen başarıların yanında, 1952 yılında Avrupa Savunma Topluluğu ve 1953 yılında Avrupa Siyasal Topluluğu gibi bütünleşme girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 1952 tarihli Avrupa Savunma Topluluğu, 1954 tarihinde onaylanmak üzere getirildiği Fransız parlamentosunda reddedilmiştir. Bu siyasi topluluğu oluşturma çalışmalarının başarısızlığa uğraması ve federasyon düşüncesinin terk edilmesi sonucunu 170 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188 Dünden Bugüne Avrupa Birliği doğurmuştur. Bu sebeple ekonomik entegrasyon gerçekleştirilmeksizin siyasi entegrasyona ulaşılamayacağı şeklindeki görüş ortaya çıkmış ve bu doğrultuda ekonomik entegrasyon çabaları yoğunluk kazanmaya başlamıştır (Yazgıç, 2005: 17-18). AKÇT’nin kuruluşundaki ve bununla ilgili uygulamadaki başarılar, Avrupa ülkelerinin farklı yeni oluşumlara gitmelerine yol açmıştır. Bu süreçte Venedik’te “Genel Bir İktisadi Birlik ve Nükleer Alanda Bir Birlik Kurulması İmkânları” başlıklı rapor kabul edilmiş, AKÇT’ye üye ülkeler 1955’te Messina Konferansında daha geniş kapsamlı bir Avrupa Ekonomik Topluluğu ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) kurulmasını benimsemişlerdir. Amaç, gümrük birliği ve ortak pazar yoluyla Avrupa’nın entegrasyonunu kolaylaştırmaktı. Her iki topluluğun kuruluşuna ilişkin sözleşmeler 1957’de Roma’da imzalandı. Kuruluşlar ise 1958 başında Brüksel’de etkinliklere başladılar. Bünyesinde komisyon, bakanlar konseyi, parlamento ve adalet divanı bulundurmaları ile, bu iki topluluk da Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu modeline uygundu (Canbolat, 2002: 98). Bu önemli gelişmelerin ilk adımı ise 6 Mayıs 1956’da Belçika Dışişleri Bakanı Paul-Henry Spak’ın, AKÇT üyelerine Avrupa Ekonomik Topluluğu ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu kurulmasına ilişkin bir proje sunmasıyla başladı. Spak’ın projesi kısa sürede olumlu karşılandı ve 29 Mayıs 1956 tarihinde Venedik’te toplanan üye ülkelerin dış işleri bakanları, bu iki topluluğun kurulması için görüşmeler yapmak üzere bir hükümetler arası konferans düzenlenmesine karar verdiler. 26 Haziran 1956 günü ise AET ve AAET kurulması için Brüksel’de görüşmelere başlandı (Coşkun, 2001: 48). Bu konferansta iki yeni Avrupa Topluluğunun daha kurulması kararlaştırılmıştır. Uzun süren görüşmeler ve teknik çalışmalardan sonra 25 Mart 1957’de bu kez Roma’da imzalanan antlaşmalar ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) kurulmuştur (Yazgıç, 2005: 18). 171 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188 Mehmet Akif Özer AB’nin kurulmasındaki en önemli temel taşı kabul edilen, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) 1957 yılında altı Batı Avrupa Devleti (Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda, Lüksemburg ve İtalya) arasında imzalanan “Roma Antlaşması” ile kurulmuştur. AET’ye hukuken ve fiilen uluslararası bir kuruluş olma niteliğini kazandıran Antlaşma, 01 Ocak 1958 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Üye devletler arasındaki gümrük birliği ise, 1 Temmuz 1968’de gerçekleşmiştir (Ertan, 2005: 1). Avrupa Topluluğu (AT) 1951 Paris Antlaşması ile kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) ve Roma Antlaşması ile kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM)’dan oluşmaktadır (Emirhan-Gün, 2001: 42). Organların birleştirilmesi esnasında AKÇT’yi kuran Paris Antlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu, Avrupa Atom Enerjisi Topluluğunu kuran Roma Antlaşması yerine geçecek tek bir anlaşmayla kurulacak bir Avrupa Topluluğu oluşturulması doğrultusunda ilk adımdır (Noel, 1980: 6). Tüm bu Antlaşmalar; Avrupa ülkeleri arasında daha sıkı bir işbirliğinin kurulması, ekonomik gelişmenin sağlanması, Gümrük Birliğinin oluşturulması, istihdam koşullarının ve yaşam kalitesinin sürekli iyileştirilmesi gibi birçok amacın gerçekleştirilmesi sürecinde ilk adımlar olmuştur. Bu süreçte oluşturulan Birliğin temel amacı ise, üye ülkelerin, önce ekonomik ve sonuçta da siyasal birlik içinde bütünleşmesini sağlamaktı. Ancak böylece ortaya çıkacak olan büyük bir pazarın yaratacağı imkânlardan yararlanılarak Avrupa’ya eski gücünü kazandırmak ve Birliğe katılan ülke halklarının refah seviyesini yükseltmek mümkün olacaktır (Bulaç, 2001: 26). Bu amaçla Avrupa’da bir federal devlet oluşturmaya öncülük edenler 1957 yılında kabul edilen Roma Antlaşmasıyla AET’nin kurulmasına razı olmuşlardır. Ama ekonomi alanında bir birleşmeyi öngören bu antlaşmanın Avrupa’yı gelecekte bir siyasal birliğe götüreceği umudunu korumuşlardır. Bu umut Antlaşmada “ever closer union-her geçen gün Birliğe daha yakın” ibaresinde somutlaşmıştır (Tekeli-İlkin; 2000: 563). 172 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188 Dünden Bugüne Avrupa Birliği AET, kuruluşunun ertesinde, Avrupa’nın bütünleşmesinde temel araç işlevini görmeye başlamıştır. Ancak, başarılı olduğu genel olarak kabul edilmekle birlikte Avrupa'daki bütünleşme süreci, dört genişleme hareketi sonucunda kurucu altı üye ülkeye zaman içerisinde katılan dokuz yeni üye ülke ile sadece Batı Avrupa ülkelerini kapsayan bir bütünleşme hareketinden oluşmuştur (Kavalalı, 2005: 1). Bu sürecin somut ürünü olan AET ise, kısa bir müddet içinde dünyanın en büyük ithalâtçısı ve ikinci büyük ihracatçısı olması, söz konusu bu genişlemeye zemin hazırlamıştır. AET ülkelerinde 1958-1962 yılları arasında milli gelir %21 (ABD’de %18) ve sanayi üretimi %37 (ABD’de %28) artmıştır (Koçdemir, 2000: 57). AB’nin, üye ülkelerin bir anlamda ulusal yetkilerinin bir kısmını uluslar üstü bir teşkilata devrederek, istikrara ve refaha dayalı Birleşik bir Avrupa’nın oluşturulması yönünde entegrasyonu sağlama ve ortak politikalar oluşturma hareketi olduğunu söyleyebiliriz. Demokratik yollarla seçilen Parlamentosu, periyodik aralıklarla toplanan Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi, kurucu anlaşmaların ve yürürlükteki birlik müktesebatının koruyucusu Komisyonu, birlik hukukuna yönelik ihlalleri önleyen Adalet Divanı, birliğin akçalı yönetimine ilişkin işlemleri izleyen Sayıştay, birlik bünyesinde projeleri, finanse eden Bankası ve danışma niteliğindeki çeşitli komitelerle, sosyal ve bölgesel çıkar gruplarının temsil eden grup ve kurulları ile topluluk (Pıtırlı, 2000: 17), bu çapta bir kuruluş için fazla sayılamayacak yarım asırlık bir zaman süreci içinde uluslararası camiada güçlü ve saygın yerini almıştır Bugünkü AB’nin temeli ve başlangıçta B.Almanya, Fransa, İtalya ve üç Benelüks ülkesi Belçika, Hollanda ve Lüksemburg tarafından kurulan AET’nin üye sayısı 1970’lerde İngiltere, İrlanda ve Danimarka’nın katılımıyla 6’dan 9’a yükselmiştir. 1980’lerde Yunanistan, İspanya, Portekiz, 1990’larda Avusturya, İsveç, Finlandiya’nın katılımı ile Topluluk 15 üyeye ve 375 milyon nüfusa sahip büyük bir pazar haline gelmiştir. Nihayet 1990’ların başında imzalanan Maastrich Antlaşması ile topluluk ekonomik birliktelikten siyasal birliğe doğru 173 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188 Mehmet Akif Özer kurumsal yapılanmasında önemli adımlar atmıştır (Dartan, 2002: 99). Böylesine bir süreçten geçen Avrupa bütünleşme hareketinin temelinde yepyeni bir felsefenin ürünü yatmaktadır. Ulusal düşmanlıkları aşan, üyelerinin farklı çıkarlarını ortak hedefler çevresinde birleştiren bu felsefe, doğal olarak, ortak ilke ve değerlerle anlam kazanmıştır. Bu ilke ve değerler, demokrasi, insan hakları ve temel özgürlüklerdir. Bunları benimsemiş insanlardan oluşan toplumlar, bu toplumların demokratik kurallarla seçecekleri yönetimler, kuşkusuz, Avrupa’da birlik ve beraberliğin güvencesini oluşturacaktır. Bu ilke ve değerlerin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması amacıyla Avrupa Konseyi kurulmuştur (DPT, 2005: 2). AVRUPA BİRLİĞİ'NİN GENİŞLEMESİ AB’nin bugünkü konumuna ulaşması, daha çok genişleme sürecinde elde edilen başarılardan kaynaklanmaktadır. Bu sürece biraz daha ayrıntılı baktığımızda 1969 yılına kadar gitmek gerekmektedir. Bu tarihte AB’yi kuran 6 temel ülke için “görev başarılmış” bir ortam söz konusu idi. Çünkü yola çıkışları sadece ekonomik birlik ve bundan güç sağlamaktı. Ancak neden bu ülkeler bu noktada durmadılar ve genişleme için çaba harcadılar? Bu soruya çeşitli şekillerde cevap veriliyor. Öncelikle özellikle tarım ve rekabette uygulanan politikaların uygulanması için yönetim mekanizması gerekmekteydi. Bunun yanında hiçbir zaman ideal bir ortak pazara ulaşılamamıştı. Bu süreçte ortaya çıkan boşlukların doldurulması ve eksikliklerin giderilmesi gerekiyordu (El-Agraa, 2004/a: 414-515). Bunun yönteminin ise genişlemek ve bir an önce kurumsal yapıyı güçlendirmek olduğu yönünde kamuoyunda yaygın bir konsensüs bulunmaktaydı. AB’nin genişlemesinin teorik temelleri; 21 Ekim 1970’te topluluk üyesi devletler Lahey’de alınan kararlar doğrultusunda siyasal işbirliğinin ve bu amaçla üye devletlerin dışişleri bakanlarının periyodik olarak toplanmasını ve üye ülkelerin dış politikalarının uyumlaştırılmasını öngören Davignon 174 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188 Dünden Bugüne Avrupa Birliği Raporu’nu onaylamalarıyla atılmıştır. Yine hükümet ve devlet başkanları; bu rapora paralel bir şekilde; Ekim 1972’de gerçekleştirilen Paris Zirvesi’nde çevre, enerji ve bölgesel konularda yeni politikaların geliştirilmesi, Aralık 1974 zirvesinde ise, Topluluğun uğraştığı iç sorunlardan kurtularak, hızlı, aktif ve verimli çalışması üzerinde durmuşlar ve bunun sonucunda bir hareket plânı hazırlamışlardır. Buna göre, Avrupa Parlamentosu üyelerinin doğrudan halk tarafından seçilmesi ve hükümet ya da devlet başkanlarının katıldıkları zirvenin Avrupa Konseyi’ne dönüştürülmesi kararlaştırılmıştır. Bu sırada Belçika Devlet Başkanı Leo Tindemans’ın hazırladığı rapor ise; dış politika, savunma ve ekonomi gibi konuların ve ilişkilerin ortak hale getirilmesi, topluluk içinde bölgesel dengesizliklerin giderilmesi için gerekli çalışmaların yapılması, AB konusunda halkın desteğinin güçlendirilmesi ve ortak kurumların yetkilerinin artırılması gibi hususları gündeme getirerek, genişleme sürecinin teorik temellerinin atılmasına önemli katkı sağlamıştır. Bu dönemde hazırlanan Genscher Colombo Plânı ise Avrupa Konseyi’ni ortak karar sürecine dahil etmek, Avrupa toplulukları ve siyasi işbirliği konularında tek bir bakanlar konseyi oluşturmak, Avrupa Parlamentosu’nun gücünü artırmak, siyasal işbirliğini yürütecek bir sekretarya oluşturmak gibi yeni öneriler gündeme getirmiştir (Özer, 2003: 58). Önerileri bu tarihte pek kabul görmese de, söz konusu rapor daha sonra hazırlanacak Tek Avrupa Senedine ilham kaynağı olmuştur. Yukarda belirtilen çalışmalar ve hazırlanan raporlarla teorik alt yapısı hazırlanan Topluluğun ilk genişlemesi, 1973 yılında gerçekleşmiştir. Topluluğun ilk kez genişlemesi, 10 Ocak 1973’te İngiltere, Danimarka ve İrlanda’nın katılımıyla olmuştur. Norveç ise, halkının referandum sonucu katılımı istememesi nedeniyle, 1973 yılında Topluluk ile sadece serbest ticaret anlaşması imzalamıştır. İngiltere’nin AB içindeki konumu tarihsel açıdan hep farklılıklar içermiştir. Bu ilk genişleme dalgasının en önemli aktörü ise yine 175 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188 Mehmet Akif Özer İngiltere olmuştur. Nitekim bu ülke AB’ye uzun yıllar sıcak bakmamış ve temelleri 1957’de atılan Birliğe ancak 1973’te üye olabilmiştir. Gerçi 1960’ların sonunda Fransa’nın vetosuyla karşılaşmış, De Gaulle İngiltere’yi Avrupa Topluluğu içinde ABD’nin bir “Truva Atı” gibi görmüş ve üyeliğine karşı çıkmıştır (Hacısalihoğlu, 2001: 78). İngiltere, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, 1948 yılında imalat sanayi üretim endeksi en yüksek ülke iken, 1967 yılında oldukça düşük endekse sahip olmuştur. Bu durumun, 1961 yılı itibarıyla, Almanya'nın yabancı sermayeyi özendirici düzenlemeleri azaltma yönüne gittiği ve diğer ülkelerden iş gücü talebinde bulunduğu bir dönemde, İngiltere'nin neden AT'ye üye olma talebinde bulunduğunu, ekonomik yönden açıkladığı düşünülmektedir. Böyle bir ortamda İngiltere’nin, 1959 yılında, tamamen ekonomik hedeflere yönelik ve uluslararası yapıda ve bir bakıma AET’yi dengeleme amacını da güden, "Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi’nin (EFTA)" kurulmasına öncülük etmesi ise hiç şaşırtıcı olmamıştır. Ancak, eski sömürgeleriyle özel ilişkileri bulunmakla birlikte, İngiltere'nin ucuz ham madde ve avantajlarının erozyona pazar kaybı bakımından geleneksel ekonomik uğradığı bir dönemde, EFTA'nın kuruluşundan beklenen ekonomik kazanımları yeterince sağlayamadığı da söylenebilir (Kavalalı, 2005: 1-3). Böylece, EFTA kurucu üyelerinden İngiltere ve Norveç, sırasıyla, 9 ve 10 Ağustos 1961 tarihlerinde, İrlanda'nın 31 Temmuz 1961 tarihinde yaptığı başvurunun ardından, AT'ye üye olmak için resmen başvuruda bulunmuştur. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi Fransa Devlet Başkanı General de Gaulle, İngiltere'nin üye olmak istediğinden kuşku duyduğunu 14 Ocak 1963 tarihinde yaptığı bir basın toplantısında dile getirmiş, bir kaç gün sonra ise, adaylık başvurusunda bulunan ülkelerle ilgili müzakereler askıya alınmıştır. İngiltere, 11 Mayıs 1967 tarihinde, AT'ye katılmak için tekrar başvuruda bulunmuştur. İngiltere'nin üyelik başvurusunu, İrlanda, Danimarka ve 176 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188 Dünden Bugüne Avrupa Birliği Norveç'in başvuruları izlemiştir. Ancak, General de Gaulle, İngiltere'nin AT'ye katılma isteğini kabul etme konusundaki olumsuz tutumunu sürdürmüştür. Bununla birlikte, Komisyon, İngiltere, Danimarka, İrlanda ve Norveç’in AT'ye üyelik başvuruları konusunda görüşünü 13 Eylül 1967 tarihinde bildirmiştir. Konsey, 22-23 Temmuz 1969 tarihlerinde gerçekleştirdiği toplantıda, Komisyonun anılan ülkeler ile ilgili görüşünü güncelleştirmesini talep etmiş ve Komisyon, 1 Ekim 1969 tarihinde görüşünü güncelleştirmiştir (Kavalalı, 2005: 3). 30 Haziran 1970 tarihinde ise, aday ülkeler ile katılım müzakereleri Lüksemburg'ta başlamış ve Danimarka, İrlanda ile İngiltere 1 Ocak 1973 tarihinde AT’ye katılmışlardır. Norveç’in katılma Antlaşması ise, bu ülkede yapılan bir referandum ile reddedilmiştir (Ertan, 2005: 1).1969 yılında yapılan La Haye Zirvesinde, Topluluklara katılma talebinde bulunan İngiltere, İrlanda, Danimarka ve Norveç ile konuya ilişkin müzakerelerin başlatılması zaten kabul edilmişti (Manisalı, 2002: 52). 1971 yılı bütünleşme sürecinin gelişmesinde durgunluk dönemecidir. Avrupa ekonomilerinin para ve genişleme sorunları, 1973-1974 yıllarında enerji kriziyle daha da büyümüştür. Kriz, daha ileri bir genişleme ile 1975'te 46 Afrika, Karaip ve Pasifik ülkesiyle, 1976’da COMECON ülkeleri, 19761977’de Kuzey Afrika ve bazı Orta Doğu ülkeleri, 1978’de Çin ile yeni kurulan veya tazelenen ticari bağlantılar aracılığıyla çözülmeye çalışılmıştır. 1970’li yıllarda bütünleşmenin derinleşmesine ilerleyişi ise Avrupa Parlamentosu’nun doğrudan seçimlerle oluşturulması ve 1979’da Avrupa para sisteminin işlerliği kavuşturulması için yapılan girişimler de somutluk kazanmıştır (Güler, 1988: 166). AB’de ilk genişleme dalgasının görüldüğü 1970’lerde tüm dünyada uluslararası sistemde önemli ekonomik ve siyasi sorunlar baş göstermiştir. Bretton Woods düzeninin önemli bir öğesi olan ve uluslararası para piyasalarında istikrarı sağlamayı amaçlayan sabit kur sistemi bu dönemde çözülmüştür. Bu sistemin çözülmesinde; ABD, Avrupa ve Japonya arasındaki 177 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188 Mehmet Akif Özer 1950 ve 1960’lardaki uyumun bozulmasının, ekonomik politikalarda işbirliğinin azalmasının ve ekonomik rekabetin artmasının büyük etkileri olmuştur. ABD sabit kur sisteminde doların devalüe edilmemesinden dolayı doların değerinin arttığını ve Amerikan dış ticaretini olumsuz etkilediğini savunurken, Avrupalılar ABD’nin doların Bretton Woods sistemindeki merkezi konumundan yararlanarak uluslararası piyasalara haddinden fazla dolar sürdüğünü iddia etmişlerdir. Uluslararası para sistemine ilişkin bu tartışmalar 1973 yılındaki petrol fiyatlarındaki aşırı artışlardan sonra daha da ivme kazanmıştır. Bu durum ise Batı ittifakında petrol ithalâtına bağımlı olan Avrupa ülkelerini ve Japonya’yı ABD’den daha fazla sarsmıştır (Eralp, 1997: 94). Böyle bir ortamda Avrupa ülkeleri mevcut politikalarını gözden geçirmeye başlamışlardır. AB’nin ikinci genişlemesi ise 1975 yılında Yunanistan’ın tam üyelik başvurusunda bulunmasıyla gerçekleşmiştir. Bu başvuru ile başlayan müzakereler 6 yılda tamamlanmış ve ikinci genişlemenin tek ülkesi olan Yunanistan ancak 1 Ocak 1981’de Topluluk üyesi olabilmiştir. Yunanistan’ın ardından Topluluğa tam üye olabilmek için İspanya ve Portekiz, 1977 yılında başvuruda bulunmuşlar, ancak 1986 yılında tam üye olabilmişlerdir. Bu şekilde her iki ülke de, Avrupa Topluluğunun üçüncü genişlemesinde yerlerini almışlardır. Avrupa Topluluğunun ikinci ve üçüncü genişlemesi; Yunanistan'ın "Albaylar Cuntası (1967-1974)", İspanya'nın "Franco Rejimi (1939-1975)" ve Portekiz’in ise "Salazar Rejimi (1932-1968)"nden sonra demokrasiye geçişleri, özellikle demokrasiyi yaşatma çabalarının bir sonucu olarak, Topluluğa ayrı ayrı üyelik başvuruları ve bu başvuruların, esasen siyasi gerekçelerle Topluluk tarafından desteklemesi ile, anılan ülkelerin Topluluğa katılımları ile tamamlanmıştır. Topluluk 1994 yılında dördüncü büyük genişlemesini gerçekleştirmiştir. Bu tarihte Topluluğa tam üyelik için başvurularını yapmış olan Avusturya, İsveç 178 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188 Dünden Bugüne Avrupa Birliği ve Finlandiya ile katılım müzakereleri başlatılmış, 30 Mart 1994 tarihinde üyeliğe kabul edilmeleri ve bu kararın 1 Ocak 1995’te yürürlüğe girmesi ile üçüncü genişleme gerçekleşmiştir. Böylece AT’nin üye sayısı 15’e yükselmiştir. Avrupa Topluluğunun söz konusu bu dördüncü genişlemesi; 9 Kasım 1989 tarihinde Berlin Duvarının yıkılmasının ardından, "tek kutup"lu ve tarafsızlığın "Soğuk Savaş" dönemine göre öneminin kalmadığı bir dönemde ve AB Antlaşmasının 1 Kasım 1993 tarihinde onay işlemlerinin tamamlanarak yürürlüğe girdiği, böylece AB tarafından Ortak Dış ve Güvenlik Politikasının oluşturulması sonrasında, belirtilen üç ülkenin AB'ne katılımları ile gerçekleşmiştir (Kavalalı, 2005: 3). 1 Mayıs 2004 tarihinde Estonya, Litvanya, Letonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Polonya, Kuzey Kıbrıs, Malta ve Slovenya Avrupa Birliği’ne üye olmuştur. Bu genişlemenin son aşaması da geçtiğimiz günlerde 1 Ocak 2007 tarihinde Bulgaristan ve Romanya’nın da Birliğe katılmasıyla tamamlanmıştır. Avrupa Birliği artık 27 üye ülkeyi içeren geniş bir politik oluşum olarak dünya konjonktüründe yerini almıştır. Son genişleme, Avrupa kıtasının büyük bir kısmını kapsayarak Avrupa Birliği’nin küresel platformda özellikle uluslar arası güvenlik ve işbirliği gibi konularda daha fazla söz sahibi olmasını sağlayarak Avrupa Birliği’ne dünya politik gündeminde daha etkin bir rol yüklemiştir. Bu şekilde, son genişleme ülkelerinin üyelik süreçleri ve nihai üyelikleri, demokrasi, azınlık hakları gibi kavramların Avrupa Birliği bünyesinde daha etkin bir biçimde ele alınarak Birliğin normatif yapısı daha fazla ön plana çıkmıştır. Avrupa Birliği, ekonomik bir birlikten politik bir oluşuma doğru bütünleşme sürecinde ilerlerken bugün geldiği noktada kendini bu normatif yanıyla ve liberal demokratik değerlere bağlı kalınarak uygulanan çok yönlü uzlaşım politikalarıyla tanımlayan bir oluşum olarak dünyadaki yerini belirlemektedir ve bu değerler çerçevesinde Avrupalı kimliğini yaratmaktadır. Bu durum, 179 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188 Mehmet Akif Özer Birliğe üye olmak için çaba gösteren ülkeler açısından farklı zorlukları beraberinde getirecektir. Avrupa Birliği üyeliği, özellikle 1980’ler boyunca devam eden ve Yunanistan, İspanya ve Portekiz’in Birliğe katıldığı dönemde süregelmiş olan politikaları kısmen geride bırakarak normatif yanı ağır basan bir oluşum içine girmiştir. Bu oluşum özellikle son genişleme ile pekişerek aday ülkelerin şartlarını zorlamaktadır (Erdin, 2008: 1). AB bütünleşme sürecinde ilerlerken, hem uluslararası sistemden, hem de AB sisteminden kaynaklanan çeşitli krizlerle karşılaşmıştır. Bu krizler sonrasında, AB'nin, kaybettiği dinamizmi genişleme hareketlerinde aradığı ve yakalamayı başardığı, ayrıca, genişleme süreçleri sonucunda bütünleşmeye kaldığı yerden devam ettiği düşünülmektedir. Bütün genişlemeler sırasında çözülmesi gerekenin, altı kurucu ülke için oluşturulan sistemin daha fazla sayıda ülke için nasıl işletileceği sorununda olduğu şeklinde yaygın bir konsensüs oluşmuştur. Bu sorun, esasen kurucu antlaşmalarda yapılan değişikler ile giderilmeye çalışılsa da, 27 üyeli AB’nin halâ nasıl genişleyeceğinin tartışıldığı günümüzde de çözüm beklemektedir. SONUÇ AB, iyimser bir bakış açısıyla, demokratik ilkelerin hakim olduğu, üye ülkelerin sosyal politikalarında çağdaş demokratik ve liberal, insan hak ve özgürlükleri ve hukukun üstünlüğünün gözetildiği, yönetenlerle yönetilenlerin genelde uyum içinde olduğu, dünya çapında önemli bir birlik görünümündedir. Tüm dünya geneline baktığımızda AB’ye üye ülkeler, sanayileşmiş hatta çoğu sanayi devrimini başlatmış ülkeler grubunda yer almaktadırlar. Sanayileşmeden kaynaklanan sosyal sorunların çözümü için demokratik mekanizmalar geliştirmişlerdir. Birlikte eskiden beri yerleşmiş olan sanayi ve ticaret geleneği ve bunun bir sonucu da sermaye birikimi mevcuttur. Bu ve sahip olduğu kalifiye işgücü ile Birlik, 21. yüzyılda bir sanayi ötesi toplumu olma hedefindedir. 180 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188 Dünden Bugüne Avrupa Birliği Avrupa’da birlik fikirlerinin hararetle tartışılmaya başlandığı 20. yüzyılın başından sonuna dek, Avrupalıların ekonomik ve siyasal güçlerini birleştirebilecekleri bir birlik oluşturmaları fikrinin arkasında da bu düşünceler yatmaktadır. Yani AB’de, küreselleşen dünyada ABD, Japonya, Çin, Rusya gibi aktörlerin önünde en güçlüsü olmak istemektedir. En güçlü olan süreçten en çok katkıyı elde edecektir. Ancak AB’nin çok güçlü bir birlik olması, karşılaştığı sorunları çok çabuk çözmesi kadar kolay görünmüyor. Kuruluş aşamasında dahi birçok sorunla karşılaşan, bütçesini oluştururken üyeleri anlaşamayan, henüz herkesin kabul ettiği bir Anayasası olmayan bir Birlik, nasıl dünyanın en güçlü küresel aktörü olacaktır? Bu sorunun cevabını kimse bilmiyor. Bugünden baktığımızda, AB’yi gelecekte bugün olduğundan çok daha büyük sorunların beklediği çok açık olarak görülmektedir. Özellikle küresel rekabet konusunda karşısında önemli rakipler bulunmaktadır. Bunlar ABD ile birlikte, Çin, Rusya ve Japonya’dır. Bu veriler gelecekte dünyanın çok kutuplu bir yapı sergileyeceğinin mesajını vermektedir. Eğer AB süper güç olmak istiyorsa, Türkiye gibi büyük bir gücü de arkasına almak zorundadır. Türkiye’nin yüzyıllar boyunca bölgesinde yaşadığı tecrübe ve ilişki düzeyinin verdiği stratejik güç, AB’ye katkı sağlayabileceği en önemli unsurları başında gelmektedir. Ayrıca Türkiye’nin AB’nin çok önem verdiği doğal gaz ve petrol kaynaklarının dünyaya ulaşması için gerekli yolların tam üzerinde güvenli bir ülke olarak bulunması da, AB’nin Türkiye’yi yanına almasının gerekliliğini ortaya koyan çok önemli bir nedendir. Körfez petrol yatakları sona erdikten sonra dünya petrol ihtiyacını ve doğal gaz ihtiyacını karşılayabilecek en önemli rezervler Orta Asya’da ve Kafkasya’da bulunmaktadır ve bu kaynakların AB ülkelerine güvenilir bir şekilde aktarılabilmesi için Türkiye’den daha önemli bir ülke bulunmamaktadır (Demir, 2006: 2). AB ile ilgili yapılan değerlendirmelerde, bugüne kadar AB’nin yalnızca siyasal bir toplum oluşturmadığı, aynı zamanda bir birliğin paylaşması gereken 181 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188 Mehmet Akif Özer değerleri de ortaya koyduğu belirtilmektedir. Öncelikle AB halkı üzerinde doğrudan etkisi ve uygulamaları olan hükümetlerce uygulanan bir yönetişim sistemi geliştirmiştir. Bunun yanında hükümetlere kaynak kullanma ve yargılama hakkı vermiş ve AB hukukunun uluslar üstü olmasının tüm üyelerce kabul edilmesini sağlamıştır. AB yargılamasının başarısızlığı veya diğer olumsuzluklar karşısında üye devletlerin inisiyatifi sürdürülerek, üyelere içişlerinde bir serbestlik tanınmıştır. Azınlıkların görüşlerini de dikkate alan, Adalet Divanı ile üye ülkeler arasında çıkan anlaşmazlıkları üst bir irade ile çözen, seçilmiş vekillerden oluşan parlamentosu (El-Agraa, 2004/b: 524-525) ile demokrasiyi işleten böyle bir birliğin, gelecekte, temelini iyi kurmasından dolayı çok başarılı olacağı söylenmektedir. Ancak bu başarı yine AB’nin kendisine bağlıdır. Özellikle genişleme gibi süreçleri iyi yönetemeyen bir AB’nin gelecekte karşılaşacağı büyük açmazlarla nasıl mücadele edeceği bilinmemektedir. Bu açmazların en büyüğü de yakın gelecekte Avrupa Birleşik Devletleri yerine daha çok konfederal yapıyla işleyen bir birlik modeli kurulmasında yaşanacaktır. Bu durumda ise dış politikada ve jeopolitik yönelimlerde üyeler arasında farklılıkların olması kaçınılmaz olacaktır. AB’nin kendi içinde ayrışan jeopolitik reflekslerine karşın, Fransa ve özellikle de Almanya’nın ekonomik potansiyellerini ve Avrupa kıtasının özellikle batısında olgunlaşan kültürel gücünü arkasına alarak, küresel çapta söz sahibi olma, siyasal etki oluşturabilme arzuları besledikleri söylenebilir. Özellikle Almanya’nın AB içindeki nüfus ve ekonomik güç bakımından taşıdığı ağırlığın önemiyle ve son yıllarda özellikle yüksek teknolojik gelişme çizgisini artırabilme çabaları gözden kaçmamaktadır (Hacısalihoğlu, 2001: 81). Bu durum ise doğal olarak Birliğin diğer ağır topu İngiltere’yi oldukça rahatsız etmektedir. Son dönemde AB kurumları tarafından alınan birçok karara İngiltere’nin karşı çıkması, bütçe sürecini sekteye uğratması hep bu tedirginliğinden kaynaklanmaktadır. AB’nin başarısı öncelikle Avrupa bütünleşmesi sürecinin 182 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188 Dünden Bugüne Avrupa Birliği başarısından geçmektedir. Bunun için de Avrupa halkı ve kimliği duygusunun geliştirilmesi gerekmektedir. Ancak Avrupa bütünleşmesinin başarısını doğru olarak ölçebilmek için ekonomik büyümeye, sosyal refah düzeyine, bölgesel sistem içindeki pozitif güvenlik dinamiklerine bakmak büyük önem taşımaktadır. Bu durum doğal olarak AB’nin jeopolitik konumunu ön plâna çıkarmıştır (Stefanova, 2005: 51). Artık bu çerçevede oluşturulan genişleme ve güvenlik politikaları üzerinde durulmaya başlanmıştır. Son yıllardaki gelişmelere baktığımızda AB’nin genişlemesinin; Merkezi Doğu Avrupa (MDA) ülkelerinden AB’ye katılımların sağlanması (bu süreç tamamlanıyor) ve coğrafi yayılmanın gerçekleri, Batı balkanlarla uzun dönemli bütünleşme stratejisinin gerçekleşmesi ve Avrupa’nın genişlemesi çerçevesinde demokratikleşme ve politik istikrar ve açıklık aracılığıyla Avrupa Komşuluk Politikasının kademeli olarak geliştirilmesi şeklindeki üç boyutlu bir süreçten oluşmaktadır. Henüz bu sürecin başındayız ve görülüyor ki süreç beklenenden daha uzun sürecek. Ancak bu süreci inceleyip, AB’nin genişleme ekseni içine giren ülkeleri ve coğrafi konumlarını dikkate aldığımızda, AB’nin siyasal refleksinin ekonomik entegrasyon arayışının önüne geçtiğini görüyoruz. AB’nin siyasal entegrasyonda başarılı olabilmesi ise, söz konusu sürecin meşruiyetin sürekli sağlanmasını gerektirmektedir. Resmi düzeyde, AB’nin politika üretme mekanizmalarının demokratik olarak denetlenebilmelidir. Genel siyasi destek düzeyinde ise, prosedürlerin daha saydam olması ve kişiselleşmesi şarttır. Siyasi sorumluluk ile karar mekanizmalarındaki denetlenebilirlik arasındaki çizgi belirgin değildir. Avrupa politikalarının meşruiyeti, AB’nin geleneksel değerleri olan kamu refahı ve kamu güvenliğine yapacağı katkının artmasına dayalı olarak gelişecektir. Bugün sürecin meşruiyetinin sağlanmasında AB kurumları, yeterince etkin olarak çalışmamaktadır. Yönetim birimlerinin büyüklükleri, prosedürlerin karmaşıklığı ve Birliğin yetkilerinin dağılımı ile ele alınış biçimlerine dayanan 183 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188 Mehmet Akif Özer tartışmalar, kamuoyunda gitgide kötü yönetim uygulamaları olarak görülmeye başlanmıştır. Genişleme sürecinde AB’nin desteğini almaya başlayan aday ülkeler, gerek kendi kurumsal yapısının gerekse de AB’nin kurumsal yapısının olumsuzluklarının giderilebilmesi için önemli taahhütler altına girmektedirler (Esfahani, 2003: 824). Gerek bütünleşme gerekse de bunun bir sonucu olan genişleme süreci, federal dengedeki gerçek ve beklentisel rahatsızlıklardan, başka bir deyişle, merkezkaç ve merkezcil kuvvetler arasındaki denge ile büyük ve güçlü üyelerle küçük ve zayıf üyeler arasındaki dengeden ciddi olarak etkilenmektedir. Güçler dengesi tarzı taktikler ve kayıplarla kazançların birbirini götürdüğü pazarlık politikaları (Janning, 1997: 30), son olarak 2006 Brüksel Zirvesinde de görüldüğü gibi AB’nin ortak tarım politikasının belirlenmesinde ve 2008-2013 bütçe rakamlarının onaylanması sürecinde, AB ülkeleri arasında hararetli tartışmaların çıkmasına yol açmıştır. Tüm bunlara rağmen bugün Avrupa Birliği 30'a yakın üyesiyle dünyada en önemli küresel aktör olma yolunda ilerlemektedir. Böylesine büyük bir gücün kendi içinde sorunlar yaşamasını da doğal kabul etmek gerekir. Önemli olan ABD, Japonya, Çin ve Rusya karşısında AB belirlediği hedeflere nasıl ulaşacağıdır. KAYNAKÇA AYTÜR, Memduh: “Ortak Pazar”, Amme İdaresi Dergisi, C.3, 1970. BAL, İhsan: “The Security Policies of the Turkey-EU Axis in Fighting Global Terror: An Alternative?”, EU With Turkey-The Possible Impact of Turkey’s Membership on the EU, Ed.S.Laçiner, M.Özcan, ISRO Pub., Ankara, 2005. BAŞLAR, Kemal: “AB’nin Normatif Supranasyonelliği”, Amme İdaresi Dergisi, C.30, 1997. BOZKURT, Veysel: “Avrupa Birliği ve Türkiye”, Vipaş Yay., Bursa, 2001. BULAÇ Ali: “AB ve Türkiye”, Eylül Yay., İstanbul, 2001. 184 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188 Dünden Bugüne Avrupa Birliği BÜYÜKAKINCI, Erhan: “AB-Rusya Federasyonu İlişkilerinde Güvenlik Sorunsalı”, Dünden Bugüne AB, Der. B. Dedeoğlu, Boyut Yay., İstanbul, 2003. CANBOLAT İbrahim S.: “Uluslarüstü Sistem AB, Bir Dönüşümün Analizi”, Geliştirilmiş 2. Baskı, Alfa Yay., İstanbul, 1998. CANBOLAT, İbrahim S.: “AB, Genişleme Sürecinde Türkiye İle İlişkiler”, Güncelleştirilmiş 3. Baskı, Alfa Yay., İstanbul, 2002. CANSEL, Erol: “Türk Hukukunun AT Hukukuna Uyumu”, Amme İdaresi Dergisi, C.25, S.2, Haziran, 1992. COŞKUN, Enis: “Bütünleşme Sürecinde AB ve Türkiye”, Cem Yayınevi, İstanbul, 2001. DARTAN Muzaffer: “Türkiye-AB İlişkileri”, Tüm Yönleriyle Türkiye-AB İlişkileri, Ed.M.Aykaç-Z. Parlak, Elif Kitabevi Yay., İstanbul, 2002. DEDEOĞLU Beril: “AB Bütünleşme Süreci I: Tarihsel Birikimler”, Dünden Bugüne AB, Der. Beril Dedeoğlu, Boyut Yay., İstanbul, 2003/a. DEDEOĞLU, Beril: “AB Bütünleşme Süreci II: AB’nin Yakın Geçmişi”, Dünden Bugüne AB, Der. Beril Dedeoğlu, Boyut Yay., İstanbul, 2003/b. DEMİR, Recep: “AB ve Türkiye İlişkileri”, http://www.geocities.com/ begunay13.htm (20.03.2006). DPT: “Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı”, Türkiye-AB İlişkileri Özel İhtisas Komisyonu Raporu, DPT Yay., Ankara, 2005. El-AGRAA Ali: “Has The EU Been Successful?”, Ed. A. El-Agraa, The EU, Economics&Policies, Seventh Edition, Prentice Hall, England, 2004/a. El-AGRAA, Ali: “The Future of the EU?”, Ed. A. El-Agraa, The EU, Economics&Policies, Seventh Edition, Prentice Hall, England, 2004/b. EMİRHAN P. Narin, GÜN Rengin: “AB’nin Gelişme Perspektifi Açısından Türkiye’nin Ekonomik ve Siyasi Durumu: Konverjans (Yakınlaştırma) ve Kopenhag Kriterleri Bazında Makro Göstergelerin Karşılaştırmalı Analizi”, 9 Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 3, Sayı:3, 2001. 185 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188 Mehmet Akif Özer ERALP Atila: “Soğuk Savaştan Günümüze Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri”, Türkiye ve Avrupa, Ed. Atila ERALP, İmge Yay., Ankara, 1997. ERYILMAZ, Bilal: “Türkiye’nin Avrupa Topluluğuna Üyeliğinde Kültür Sorunu”, Türk İdare Dergisi, S.391, 1991. ESFAHANİ, Hadi Selahi: “Fatal attraction: Turkey’s troubled relationship with the EU”, The Quarterly Review of Economics and Finance, Vol.43, 2003. GÜLER, Birgül: “Avrupa Topluluğu ve Tek Avrupa Yasasının Getirdikleri”, Türk İdare Dergisi, S.379, 1988. GÜNUĞUR, Haluk: “Avrupa Birliği Bütünleşmesinin Tarihsel Gelişimi (Dünü, Bugünü, Yarını)”, Avrupa Birliği El Kitabı, Ed.M.Özdemir-S.Altınışık, T.C. Merkez Bankası Yay., Ankara, 1995. HACISALİHOĞLU, Yaşar: “Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye-Jeopolitik Analiz”, Çantay Kitabevi, İstanbul, 2001. IŞIKTÜRK, M. Bilge: “Türkiye Kriterleri ve AB”, Tanı Yay., Ankara, 2005. JANNING, Josef: “Avrupa Birliği’nin Reforme Edilmesi: Hükümetlerarası Konferans’ta Konular ve Bakış Açıları”, Çev.E. Zeybekoğlu, Avrupa Yeniden Yapılanırken Türkiye, Friedrich Ebert V., İstanbul, 1997. KABAALİOĞLU, Haluk: “AB Kurumları ve Avrupa Hukukunun Uluslarüstü Özellikleri Işığında Avrupa Birliği ve Kıbrıs”, Yeditepe Üniversitesi Yayını, İstanbul, 1997. KAVALALI, Murat: “AB’nin Genişleme Süreci”, DPT Yay, Ankara, 2005. KOÇDEMİR, Kadir: “AB Hukuku ve Mahalli İdareler”, Türk İdare Dergisi, S.428, 2000. LAÇİNER, Sedat: “Possible Impacts of Turkey’s Full Membership To EU’s Foreign Policy”, EU With Turkey-The Possible Impact of Turkey’s Membership on the EU, Ed.S.Laçiner vd., ISRO Pub., Ankara, 2005. MANİSALI, Erol: “İçyüzü ve Perde Arkasıyla Avrupa Çıkmazı”, Otopsi, İstanbul, 2002. NOEL, Emile: “Avrupa Topluluğu Organları”, Ankara, 1980. 186 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188 Dünden Bugüne Avrupa Birliği ÖZER, Ahmet: “Avrupa Birliği”, Türk İdare Dergisi, S.432, Eylül, 2001. ÖZER, Ahmet: “Tanzimat’tan Bugüne Batılılaşma ve Avrupa Birliği”, Elips, Ankara, 2003. PITIRLI, Ali: “AB’nin Eşiğinde İnsan Hakları ve Mülki İdare”, Türk İdare Dergisi, S.428, 2000. SANDIKLI, Atila: “Türkiye’nin Dış Politikasında AB ve Alternatifleri”, Harp Akademileri Komutanlığı Yay., İstanbul, 2001. STAPELFELD Gerhard: “AB’nin Ortak Ekonomik ve Para Birliği-Avrupa Entegrasyonunun Prensipleri ve Sorunları”, Avrupa Yolunda Değişim Sürecinde İki Aday Ülke, Konrad Adenauer V, Ankara, 2001. STEFANOVA, Boyka: “The European Union As A Security Actor-Security Provision Through Enlargement”, World Affairs, Vol.168, No.2, Fall, 2005. TANUGİ, L. Cohen: “The End of Europe”, Foreign Affairs, 84, No.6, 2005. TEKELİ İlhan, İLKİN Selim: “Türkiye ve Avrupa Birliği 3-Ulus Devletini Aşma Çabasındaki Avrupa’ya Türkiye’nin Yaklaşımı”, İstanbul, 2000. TEKİN, Kazım: “AB ve Egemenlik Kavramı”, Türk İdare Dergisi, S.434, 2002. TEZCAN, Ercüment: “AB’nin Kurumsal Yapısı ve Karar Alma Mekanizması: Üye Devletlerin Rolü Üzerine Değerlendirmeler”, Dünden Bugüne AB, Der. Beril Dedeoğlu, Boyut Yay., İstanbul, 2003/a. TEZCAN, Ercüment: “AB Rekabet Politikasının Hukuksal Boyutu”, Dünden Bugüne AB, Der. Beril Dedeoğlu, Boyut Yay., İstanbul, 2003/b. YAZGIÇ, Suavi Kemal: “Avrupa Birliği”, İnsan Yay., İstanbul. YURDUSEV, Nuri: “Avrupa Kimliğinin Oluşumu ve Türk Kimliği”, Türkiye ve Avrupa, Ed. Atila ERALP, İmge Yay., Ankara, 1997. YÜKSEL, Mehmet: “Küreselleşme, Ulusal Hukuk ve Türkiye”, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2001. Web Siteleri: ERDİN, Müjde: “Son Dönem Avrupa Birliği Gelişmeleri”, www.tasam.org/ab (20.03.2008). 187 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188 Mehmet Akif Özer ERTAN, İren: “AB Sürecinde Türkiye-AB İlişkilerinde Ortaya Çıkacak Gelişmeler”, www.cetarisparibus.com (20-10-2005). YETKİN, Münir Nuri: “Türkiye-AB İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi ve Değerlendirilmesi”, www.cetarisparibus.com (20.10.05). 188 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1(2),2008, 189-212 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY TANIDIK TEHLİKE ÇANLARININ YENİ ADRESİ: KOSOVA- BOSNA EKSENİ Ümit HACIOĞLU∗ ÖZET Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesi Balkanlarda yeni bir krizi beraberinde getirmektedir. Dayton Barış Antlaşması - DPA (1995) yoğun bir askeri müdahale olmaksızın barışı sürdüren antlaşmaların en önemlilerinden biridir. Yine de, etnik gruplar arasında kolektif karar alma mekanizması ve güç paylaşımını içeren yeni bir devlet yapısının oluşumu nedeni ile DPA’nın yetersiz kaldığı söylenebilir. Bununla birlikte, Kosova’nın bağımsızlığını takiben Sırp tarafında canlanacak tarihi kinin Bosna’da etnik gruplar arasında sağlanan yapay barış ortamını istikrarsızlığa sürükleme ihtimali belirmektedir. Kosova’nın bağımsızlığının ilanı ve Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nin etkinliğinin tartışıldığı bu günlerde Sırp Cumhuriyeti’ni ihtiva eden Bosna Hersek Konfederasyonu dahilinde bir iç savaş riski yeniden belirmiştir. Anahtar Kelimeler: Soykırım, Kosova, Bosna Hersek, ICTY, Çatışma. ABSTRACT The Independence of Kosovo at region is likely to create another Balkan Crisis. The Dayton Peace Accord (1995) is one of the most exclusive peace agreements putting an end to unbalanced war without intensive military intervention. However, DPA has established the peace with limited success creating the new state structure with joint decision- making and power sharing among ethnic groups. Furthermore interethnic peace within Bosnia is also vulnerable to instability via a possible revival of age-old hatred by Serbs following the Independence of Kosovo. As the echoes of Kosovo’s declaration of Independence remains unclear at region and the effectiveness of International Criminal Tribunals for the Former Yugoslavia (ICTY) is being criticized, the future of Bosnia I Herzegovina Confederation including Republika Srpska and interethnic peace are prone to an interwar again. Key Words: Genocide, Kosovo, Bosnia and Herzegovina, ICTY, Conflict. GİRİŞ Uluslararası aktörlerin ve Türk dış politikasının Ortadoğu ve Irak'taki istikrarsızlığa odaklandığı bu günlerde Kosova- Bosna eksenli yükselen tehlike sinyalleri bölgede Dayton Barış Antlaşması (1995) ve NATO'nun Kosova'ya müdahalesinin ardından sağlanan yapay istikrar ortamının önlem alınmazsa ∗ Beykent Üniversitesi Öğretim Görevlisi, [email protected] Ümit Hacıoğlu tekrar kaosa sürüklenebileceğini haber vermektedir. Bosna’da savaşın durmasını sağlayan bu Antlaşmanın genel çerçevesine göre; Bosna Hersek Federasyonu (BiH) bağımsız bir devlet olarak dünya sahnesinde yer almaktadır. BiH, Boşnak Hırvat Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti’den (RS) teşkil olan bir konfederasyon niteliğindedir. Antlaşmaya göre BİH toprakların %51’i Federasyona, %49’u ise Sırp Cumhuriyeti’ne bırakılırken, kolektif başkanlık sistemine geçilmiştir. Kolektif yürütme süreci birer Boşnak, Hırvat ve Sırp üyenin katılımı ile sağlanmaktadır. Kolektif başkanlık sisteminde yaşanan derin görüş ayrılıkları yürütme mekanizması içinde tıkanmalara neden olmaktadır. Böylece Federasyon’u oluşturan etnik gruplar federasyondan ayrılma tehdidinde bulunmaktadır.1 Dayton Antlaşması’nın derinleştirdiği etnik heterojenite olası dağılma sürecinde çatışma riskini tetiklemektedir. Özellikle Uluslararası Adalet Divanı’nın Srebrenitza soykırımında Sırbistan’ı aklayan kararı ve Eski Yugoslavya için oluşturulan Savaş Suçları Mahkemesinin (ICTY) etkinliğinin akademik ve siyasi platformlarda tartışıldığı şu günlerde (Barria ve Roper, 2005: 349-368), AB’nin desteği ile Kosova Parlamentosu’nun 17 Şubat 2008’de bağımsızlık ilan etmesi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeleri arasında ve AB içinde siyasi çatlağa neden olmuştur. Ayrıca Sırbistan’da ve Bosnalı Sırplar arasında yükselen radikal sesler Balkanlardaki istikrar ortamı için tehlike oluşturmaktadır. Sırp Bağımsız Dernekleri Hareketi (SPONA) Başkanı Branislav Dukiç ve diğer milletvekilleri Banja Luka'da düzenlenen basın toplantısında: “Kosova bağımsızlık ilan ederse Sırp Cumhuriyeti için de bağımsızlık talep edeceğiz”, şeklindeki açıklaması bu tutuma bir örnektir (15/02/08; Reuters). Ayrıca, Dayton Antlaşması sonrası oluşturulan yapay 1 Bosna’lı Sırp kanun koyucular BiH içindeki Sırp Cumhuriyeti’nin Federasyon’dan ayrılma hakkını tanıyan bir yasayı kabul etmiştir. Sırp Cumhuriyeti (RS) Başbakanı Miroslav Dodik’in Radio Free Europe için vermiş olduğu demeçte “BiH’e duygusal bağım veya sevgim bulunmamaktadır. Ancak duygusal olarak Sırp Cumhuriyeti’ne bağlı ve onun işlevsel olabileceğine inanmaktayım.” demiştir. Reuters, AFP, AP, DPA, HINA, B92 - 15/10/08; Office of the High Representative -- 10/10/08 - 15/10/08) 190 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212 Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni istikrar ortamında mikro Yugoslavya olarak tanımlanan Bosna Hersek’in çift devletli ve çift parlamentolu yapısında görülen tıkanıklıklar, Bosna Devleti içinde Sırp Cumhuriyetinin (Republika Srpska- RS) sert tutumu Kosova’nın bağımsızlığı sonrasında Federasyonun geleceğine ilişkin kuşkuları da beraberinde getirmektedir. Bağımsızlığın ilan edilmesinden önce BM Geçici Yönetim Misyonu altında bulunan Kosova’da son yapılan yerel seçimlerin ardından parlamento 2008 Ocak ayında Kosova Demokrat Parti ( PDK) Başkanı Haşim Taçi'ye koalisyon hükümetine başbakanlık etme yetkisini vermiş ve bunu takiben Başbakan Taçi Kosova'nın bağımsızlığının çok kısa bir süre içinde ilan edileceğini açıklamıştı. Yapılan yerel seçimlerin ardından, BM Geçici Yönetim Misyonu altında bulunan Kosova'da, Parlamento’nun 9/01/2008'de Haşim Taçi'ye koalisyon hükümetine başbakanlık yetkisinin vermesini takiben Başbakan Taçi Kosova'nın bağımsızlığının ilan edileceğini bildirmişti. Nitekim 17 Şubatta bu bağımsızlık ilanı tek taraflı gerçekleşmiştir. Kosova-Bosna eksenindeki çatışma riskini tetikleyen unsurların başında; BM Güvenlik Konseyi’nde yaşanan fikir ayrılıkları, Sırp hükümeti ve Rusya’nın Kosova'nın Sırbistan'ın ayrılmaz bir parçası olduğu yönündeki dış politikası yer almaktadır. Ayrıca, Sırbistan ve Rusya’nın askeri müdahale işareti vermektedir2. Kosova, Bosna ve Hırvatistan içindeki Sırplar için emsal teşkil edebilir. Balkan ülkelerinde ekonomik gelişmişlik düzeyinin yetersizliği, etnik gruplar arasında kaynak ayrımındaki adaletsizlik, 2008 yılında yaşanan küresel ekonomik krizin bölgeye yönelik AB Fonlarını azaltması çatışmaları tetikleyebilecek yardımcı unsurlar olarak görülmektedir. Kosova ekonomisinin %70’i Sırbistan’la kurulan ekonomik ilişkilere dayanmaktadır. Nitekim, bağımsızlık ilanını takip eden günlerde Kosova’nın ana elektrik sağlayıcısı 2 Rusya’nın bütün itiraz ve tehditlerine rağmen ABD’nin desteği ile Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesinin ardından, misilleme olarak 8 Ağustos’ta Rusya Gürcistan’a savaş açmıştır. Rusya bu müdahalenin ardından Güney Osetya ve Abhazya’ nın tek taraflı bağımsızlığını tanımıştır. Rusya’nın Güney Osetya’yı Gürcistan’dan ayıracak bu hamlesinin ardında Kafkasya’da genişleyen ABD ve NATO etkisini kısıtlamak ve Kosova’nın bağımsızlığının rövanşını almaktır. 191 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 189-212 Ümit Hacıoğlu olan Sırbistan’ın ekonomik ambargo uygulayacağı ve enerji akışını keseceği bildirilmekteydi. (www.setimes.com) Bağımsızlığın ilanının ardından BM Güvenlik Konseyi’nde fikir ayrılığı yaşanması, Sırp yetkililerin her ne şekilde olursa olsun Kosova'nın Sırbistan'ın ayrılmaz bir parçası olduğunu dile getirmeleri ve müdahale olasılığı bölgedeki silahlanma eğilimini hızlandırmaktadır. Kosova- Bosna ekseninde uluslararası toplumun istikrara yaptığı katkıya rağmen, Yugoslavya’nın dağılmasının ardından, Bosna, Sırbistan, Kosova, Makedonya gibi ülkelerde tam anlamıyla istenilen ekonomik gelişme düzeyi elde edilememiştir. Yüksek işsizlik oranı, etnik gruplar arasında kaynak ayrımında görülen adaletsizlik, dönüşümlü başkanlık sisteminin gölgesinde adil olmayan özelleştirme süreci de bağımsız diğer ülkeler gibi Bosna ekonomisinin de en zayıf tarafını oluşturmaktadır. Ayrıca mülteci sorunu ile etnik gruplar arasında kaynak dağılımı sıkıntısı arasında bir ilişki görülmektedir. Ancak Dayton Antlaşması’nın 4. maddesi gereğince bütün taraflar insan hakları, mülteciler ve göçmen sorunu, milli yapı ve tarihi eserlerin korunması konularında oluşturulacak komisyona ve alacağı kararlara uymak zorunda olacaklarını beyan etmişlerdir. Her ne kadar Dayton Antlaşması ile mülteciler ve yerinden olanlar sorununa çözüm getirilmeye çalışılsa da bölgede değişen iktisadi ve siyasi yapı mültecilerin bu bölgelere tam anlamıyla geri dönmelerini engellemektedir. Örneğin, Sırp kontrolündeki Banja Luka’da bulunan iktisadi teşebbüslerin özelleştirilmesi sürecinde Sırp kökenli vatandaşlara istihdamda öncelik verilmesi Dayton’un işlevsellik sorununu göstermektedir. Ayrıca 2008 yılında yaşanan ekonomik kriz sonrasında başlayan küresel ekonomik durgunluğun AB ülkelerini etkilemesi AB fonlarının bölgeden çekilme ihtimalini güçlendirmiştir. Bu ihtimali güçlendiren bir diğer unsur da özellikle savaş suçlarının tespiti ve suçluların yakalanması konusunda Hırvat ve Sırp hükümetlerinin ICTY ile yeterince işbirliğine girmemesidir. Bu nedenle ekonomik ve siyasi yaptırımlar sürekli gündeme gelmektedir. 192 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212 Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni Ekonomik anlamda Bosna, Sırbistan, Kosova ve Makedonya gibi ülkeler dış krediler, Dünya Bankası ve AB’nin Yeniden Yapılanma Programı (Reconstruction Program) çerçevesinde sağlanan dış fonlar yardımı ile alt yapı sorunlarını aşmaya çalışmaktadır ( Kreimer, et al, 2000: 90). Olası bir küresel kriz karşısında AB fonlarının3 bölgeden çekilme ihtimali, yapay da olsa sağlanan ekonomik istikrar ortamını tehdit etmekle birlikte ciddi bir çatışma riskini de beraberinde getirmektedir. Ekonomik gelişmişlik düzeyinin istenen seviyeye getirilememesi siyasi kaygıları artırmaktadır. Siyasi açıdan bakıldığında ise Dayton sonrası oluşturulan çift parlamentolu ve çift devletli bir Konfederasyon olan Bosna Hersek (BiH)’te etnik gruplar, bu grupları temsil eden aydınlar ve politikacılar geleceği AB üyeliğinde görmektedir (Hacıoğlu, 2005:26). Etnik olarak Bosna Hersek içindeki Hırvatlar Bosna’nın Hırvatistan sınırına yakın bölgelerde yoğunluk gösterirken, Bosnalı Sırplar ise Bosna’nın Sırbistan sınırına yakın bölgelerde yoğun olarak yaşamaktadırlar. Jeo-stratejik açıdan iki etnik grup arasında sıkışmış olan Boşnakların muhtemel bir çatışma karşısında tekrar çember içinde kalacakları öngörülebilir. Kosova’nın bağımsızlığının Bosna’da Sırp ve Hırvatlara örnek teşkil etmesi ve ana ülkelerine bağlanma isteği Bosna’nın geleceği için büyük tehdit oluşturmaktadır. “Savaş kalıntılarının hala boy gösterdiği Bosna’da Avrupa ve Amerikalı yetkililerin sağlamaya çalıştığı entegre devlet sistemi ve birleşik-milli bilinç asla sağlanamamıştır”(Solioz ve Petritsch, 2003). Ayrıca Bosnalı Sırp Yetkililer Yüksek Temsilcinin4 karşı çıkmasına rağmen Kosova’nın bağımsızlığının ilanı 3 Fon kavramı ile Bölge ülkelerinin sağladıkları dış mali destek, portföy yatırımları ve doğrudan dış yatırımlar ile sağlanan mali kaynağı ifade etmektedir. 2008 Global kriz sermaye hareketlerinin dünya çapında ve bölgede oynak hale gelmesine ve bölgeden fon çıkışlarının artmasına neden olmuştur. Ekonomik veriler için bkz. UNCTAD, World Investement Report, 2006, 2007; UN World Economic Situation and Prospects, 2008 4 Yüksek Temsilcilik Ofisi; Dayton Antlaşması’nın medeni alanda uygulanışını denetler. Bu ofisin geniş müdahale yetkisi mevcuttur. Örneğin siyasetçileri Dayton hükümlerine aykırı davrandıkları gerekçesi ile görevlerinden uzaklaştırma yetkisine sahiptir. Yüksek Temsilcilik Ofisi'nin temsilcisi Barışı Yeniden Kurma Konseyi tarafından belirlenir ve belirlenen kişi BM Güvenlik Konseyi tarafından onaylanır. 193 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 189-212 Ümit Hacıoğlu ardından Republika Srpska (RS)’nin Sırbistan’a katılımını sıklıkla gündeme getirmektedirler. Kosova’nın bağımsızlığını takiben Bosna Devleti içinde Sırp Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını istemesi ve Boşnak- Hırvat Federasyonu içinde yaşayan diğer Sırp azınlıklar için de toprak veya genişletilmiş özerklik talep etmesi beraberinde çatışma ihtimalini yeniden gün yüzüne çıkarmaktadır. Kısa dönemde NATO gücü KFOR’un ve AB Polis Misyonu’nun ülkedeki mevcudiyeti çatışma riskini önlese de bu kısa vadeli bir çözüm olarak görülmektedir. AB içinde Yunanistan, BM Güvenlik Konseyi içinde Rusya’nın sert tepkisi Kosova’nın tek taraflı bağımsızlığının uluslararası hukuka aykırılık çerçevesinde değerlendirilmesine neden olmaktadır. Rusya Başbakan 1. Yardımcısı Sergey İvanov da Avrupa'nın Kosova'nın tek taraflı bağımsızlık ilanını tanıması halinde ‘Pandora'nın kutusunu’ açabileceği konusunda uyarıda bulunurken, Kosova'nın önemli bir uluslararası emsal teşkil edebileceğini vurgulamıştır. Yetkili, AB ülkelerinin Kosova'yı tanıması halinde kendi kendini devlet ilan eden Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni de tanımaları gerektiği konusunu dile getirmiştir ( Reuters:10/02/08). Kosova’nın tek taraflı bağımsızlığını ilan etmesi ve Rusya’nın bunu kendi içinde bir iç politik çatışma nedeni olarak görmesi Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesinde çabuk ve sert reaksiyon vermesine neden olmuştur. Kosova Bosna ekseninde ortaya çıkacak çatışma riski Türkiye için de bir tehdit oluşturmaktadır. Türkiye’nin tarihi ve kültürel mirasının korunması için çatışma riskinin kontrol altına alınması gerekmektedir. Bunun için Türkiye’nin bölgede etkin rol oynaması gerekirken bağımsızlık girişimi karşısında kendi iç sıkıntıları nedeni ile temkinli davrandığı görülmektedir. Kosova’nın tek taraflı bağımsızlığının Rusya’da Çeçenistan, Kuzey Kıbrıs, Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi için de örnek teşkil etmesi uluslararası kamuoyunda egemenlik ve bağımsızlık konularında hareketli günlerin yaşanacağını da işaret etmektedir. AB katılım sürecinde Kıbrıs’ın ardından Sırbistan’ın birliğe üye olması AB 194 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212 Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni içinde Yunanistan-Kıbrıs-Sırbistan ittifakı karşısında Türkiye’nin katılım umutlarını da ayrıca zorlaştıracağı dikkate alınmalıdır. Bu ittifak karşısında Bosna-Hersek’in birlik içine girme şansı da Türkiye ile orta vadede paralellik arz etmesi ayrıca beklenmektedir. KOSOVA’NIN STATÜ MACERASI Bağımsızlığın Bosna Hersek Üzerinde Olası Etkileri Bağımsızlığın ardından Kosova-Bosna ekseninde beliren çatışma ve soykırım riskinin tarihi temellerinin olduğu görülmektedir. Osmanlı idaresi altında yaklaşık 500 yıl huzur içinde yaşayan etnik gruplar özellikle Osmanlı Devleti’nin bölgedeki kontrolünün azalmaya başlaması ve Rusya’nın bölgede Ortodoks azınlıkları kışkırtması bölgenin kaosa sürüklenmesine neden olmuştur (Hagen, 1999). “Kosovalı Arnavutlar, Türkler ve Boşnaklar Osmanlı entelektüel geleneğinin temelini oluşturan İslam dininin birleştirici özelliği ile aralarında ayrım yapmaz iken, yükselen etnik milliyetçilik karşısında 19. yy’da Osmanlı İmparatorluğu’nun da zayıflaması üzerine elde ettikleri imtiyazları kaybetmeye başlamışlardır (Bieber,2000:13-28). Hatırlanacağı üzere 1875-78 yılları arasında yaşanan “Doğu Krizi” ve milliyetçilik akımları ile zayıflayan Osmanlı Devleti, kendi iç problemleri ile uğraşırken bu dönemde politik, ekonomik ve kültürel etkinliğini artıran Avusturya bu topraklarda hakim devlet konumuna gelmiş idi. Bu durumdan rahatsız olan Rusya dini ve milliyetçi motifleri kullanarak Sırpları kışkırtmış ve 1912 Balkan savaşı sırasında Kosova’nın Sırplar tarafından işgaline zemin hazırlamıştır. Kısa bir süre sonra "Osmanlı Devleti'nden bağımsızlıklarını kazanan Sırplar I. Dünya Savaşı sıras ve sonrasında Bosna, Kosova, Arnavutluk ve Slovenlere karşı büyük katliamlar gerçekleştirmişlerdir”(Hagen, 1999:52). I. Dünya Savaşı sonrasında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun lağvedilmesi ile ayrılan Kosova, Bosna-Hersek, Sırp ve Sloven toplumları, Sırp Krallığı ile birlikte Yugoslavya altında toplanmıştır. I. Dünya Savaşı 195 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 189-212 Ümit Hacıoğlu sonrası kurulan bu yeni devlet Sloven, Sırp, Karadağ, Bosna-Hersek, Makedonya ve Hırvatistan’dan oluşan 6 federe devletten oluşmakta idi. Bunun yanında Sırbistan'da Ortodoks, Slovenya ve Hırvatistan da Katolik, BosnaHersek, Makedonya ve Kosova'da Müslümanlar olmak üzere üç ayrı dine yayılmış bir sosyo-kültürel yapı bulunmaktaydı. İki dünya savaşı arasında Kosova ve Bosna Yugoslavya'nın bir kolonisi durumunda kalırken bölgede hakimiyet arzulayan Sırbistan “Büyük Sırbistan” hayali ile bu bölgedeki Müslümanlar “Sırplaştırma Politikası”na maruz kalmışlardır. 1941'de, Hitler Almanya'sı Yugoslavya ve İtalya'yı işgal ederken, II. Dünya Savaşı sırasında Tito Ustaşa5, Nazi istilasına karşı İngiltere ve Rusya tarafından desteklenen bir direniş başlatmıştır. Almanya'nın savaşı kaybetmesi ile birlikte Tito'nun yönetimindeki Yugoslav partizanlar ülkeyi bağımsızlaştırmayı başarmıştır. 1945'de kendisini mareşal ilan eden Tito uyguladığı baskıcı politikalarla faklı grupları bir araya getirmeyi başarmıştır. Tito Sovyet idaresi altında izole olmaktan kaçınarak ülkeye özgü milli bir komünizm kurmuştur. Bununla beraber ülkede entelektüel özgürlük kısıtlanarak ayrılıkçı Sırp ve Hırvat milliyetçiliği baskı altında tutulmuştur. Kosova’nın Tito dönemindeki yasal statü durumuna ise Balcı (2004) şu şekilde değinmiştir: “Tito, 1974'te yasamanın daha katılımcı hale getirilmesi amacı ile federe devletlere onay ve veto yetkisi tanımıştır. Bu dönemde federe devletler daha otonom bir hale dönüşmüştür. 1974 tarihli anayasa'nın 1. ve 2. maddelerinde ‘Kosova'nın federasyonu oluşturan anayasal bir parça olduğu’, 5 maddesi de ‘Kosova'nın kendine ait bir bölgesi ve rızası olmadan değiştirilemeyecek sınırları" olduğu belirtilmektedir”(Balcı,2004:171). Ayrıca Kosova’nın Federasyon içindeki diğer Cumhuriyetlerin statüleri ile eşit durumda olduğuna değinilmiştir. Aynı şekilde 399. madde ve 402. maddede belirtildiği üzere ‘Kosova'nın 5 eski Yugoslavya anayasasının değiştirilmesi ve ıslahı Hitler'in izniyle Bağımsız Hırvatistan'ı yöneten faşist İktidar Partisi 196 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212 Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni meselelerinde diğer Cumhuriyetler ile eşit durumda olduğu’ yer almaktadır (Balcı,2004:171). Tito'nun 1980'de ölmesinin ardından kolektif başkanlık sistemine geçilirken yeni anayasanın özerk Kosova'ya tanıdığı haklar Federasyon içindeki Sırpları oldukça rahatsız etmiştir. “1986 yılında Belgrad'ta akademisyen, edebiyatçı ve entelektüellerin bir araya geldiği Sırp Bilim ve Sanatlar Akademisi bir memorandum yayınlayarak Tito Yugoslavyası’nın Sırpları cezalandırdığı ve Kosova'nın federal hale gelmesi ile Sırbistan’dan koparıldığını belirtilerek önlem alınması istenmiştir” (Kasumoviç, Temmuz 2003). 1987-1990 yılları arasında çalkantılı bir dönem geçiren Kosova Meclisi 2 Temmuz 1990'da toplanarak Kosova'nın diğer Cumhuriyetler ile eşit olduğunu ilan ederken 7 Eylül 1990'da ise kendi kaderini tayin hakkı ve egemenlik eşitlik ilkesine dayanan Kosova Cumhuriyeti'nin yeni Anayasası'nı kabul etmiştir (Hasani, 1998:127). Müteakiben Kosova Meclisi ve Hükümeti Sırbistan’ın başkanlığındaki Yugoslavya tarafından feshedildi. Kosovalı Arnavutlar işten çıkarıldı. 26 Eylül 1991’de Kosova Arnavutları Kosova'nın bağımsızlığı için kendi kaderini tayin hakkı (Self Determinasyon) çerçevesinde bir referandum düzenlediler ve sonunda ordusu, polisi olmayan bir bağımsız Kosova Cumhuriyet'i ortaya çıktı (Balcı,2004:172). Bu dönemde siyasi baskıların yanında işsizlik ve ekonomik sıkıntılarla boğuşan Kosova 1995 yılındaki Dayton Anlaşması’na kadar olan dönemde İbrahim Rugova liderliğindeki Kosova Demokratik Birliği ile Batının desteğini almayı beklemekteydi ama yeterince başarılı olamadı. Kosovalı Arnavutların Sırplar tarafından devamlı şiddete maruz kalması Kosovalı Arnavutları silahlı mücadeleye teşvik etti. Bu düşünce ile kurulan UÇK (Kosova Kurtuluş Ordusu) silahlı savunma eylemlerine başlamıştır. 1996 ve 1997'de Miloseviç Dayton Antlaşmasından da cesaret alarak bölgede zorla Sırplaştırma ve “bölge açma” politikası izlemiş ve bölgeye Sırplar yerleştirilmiştir. 197 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 189-212 Ümit Hacıoğlu 1999’da çatışmalar daha da şiddetlenirken, Bosna'da olduğu gibi Sırbistan Kosova'da paramiliter güçleri kullanarak toplu katliamlara yönelmiştir. Bu katliamlara NATO sessiz kalmamış, BM Güvenlik Konseyi kararını beklemeden hızlı ve kararlı bir şekilde müdahale etmiştir. Kosova'nın yönetimi UNMIK'e (BM Geçici Yönetim Misyonu) devredilmiştir. Sırbistan anayasasına göre Kosova’nın Sırbistan'ın ayrılmaz bir parçası olduğu iddia edilmesi bugünkü statü probleminin temel çıkmazını oluşturmaktadır. Kosova'daki Sırplar kendi çoğunluk bölgelerindeki6 belediyelerde tam özerklik isterken, Kosova'da azınlıkta oldukları bölgelerdeki Ortodoks Kiliselerin tam korunma altına alınmasını istemektedirler. Kosovalı Arnavutlar ise tam bağımsızlık istemektedir. Bu çelişki yerel çatışmalara neden olmaktadır. Sırbistan’da Miloseviç'in devrilmesinin ardından oluşturulmaya çalışılan demokratik toplum ve açık piyasa ekonomisi tam anlamıyla batıyla entegre olamamıştır. Bu problemin temelinde ICTY ile koordinasyon sorunu ve yapısal reformların sağlanamaması gelmektedir. Bunun doğal sonucu olarak AB’nin Sırbistan’la müzakere sürecini kısmen askıya alma kararı AB hayallerini azaltırken, işsizlik ve enflasyon sorunun çözülememesi, Sırbistan'da demokrat partiler arasındaki artan anlaşmazlıklar, Ocak 2007'de yapılan son seçimlerde aşırı radikal Sırp partisinin seçimden galip ayrılmasına neden olmuştu. Sırp medyasında Kosova’lı Sırpların baskı ve şiddete maruz kaldıkları yönünde yapılan haber ve programlar da Sırp milliyetçiliğinin yükselmesine neden olmaktadır. AB’nin Hırvatistan ve Slovenya ile yakın ilişkileri de ayrıca Sırplar üzerinde olumsuz bir yargı oluşturmaktadır. Özellikle Savaş sonrası yeniden yapılanma sürecine giren Sırbistan’da dışarıdan destekli ekonomik ve altyapı reformlarının başarıya kısmen ulaşması finansal piyasaların derinleşmesini sağlayamamış ve issizlik sorunun bölgede çözülmesine yardımcı olamamıştır. 6 Yaklaşık 2 Milyon civarında nüfusu olan Kosova’da %10 Sırp %5 Türk Nüfus bulunmaktadır. Yugoslavya’nın dağılmasının ardından bölgede nüfus sayımı yapılmamıştır. 198 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212 Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni Fakat Yugoslavya'nın dağılmasının ardından bağımsızlığını ilan eden Hırvatistan ve Slovenya Avrupa Birliği'nin desteğini almış ve ekonomik açıdan Sırbistan’a göre çok daha istikrarlı gelişim sağlamışlardır (UNCTAD, World Investement Report, 2007). Slovenya Birliğe üye olurken Hırvatistan üyeliğe en yakın aday konumundadır. Fakat Hırvat hükümeti bazı Hırvat asıllı savaş suçlularının "Eski Yugoslavya Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi"nde yargılanmasında tam işbirliğine girmemesi bu süreci kimi zaman durma noktasına getirmiştir. Bosna'da ise kolektif başkanlık sisteminin mevcudiyeti, çift meclisli yasama sisteminin zaman zaman tıkanması ve Yüksek Temsilci kararının bu süreçte halen bağlayıcı olması yanında ekonomik reformların başarısızlığı, etnik heterojenitenin bölgede karmaşıklığı devam ettirmesi kaygan bir zemin ortaya çıkarmıştır. Kosova’nın bağımsızlığı, ekonomik sıkıntılar, yüksek işsizlik ve Sırbistan’ın AB ile üyelik sürecinde yaşanan sıkıntılar karşısında yükselen Sırp Milliyetçiliği; Kosova'da ortaya çıkacak etnik tabanlı bir çatışmanın etkisini Bosna’da göstererek bütün bölgeyi tekrar kaos ortamına sürükleme potansiyeli taşımaktadır. Her ne kadar KFOR ve AB Polis Misyonu bölgede güvenliği ve barışı sağlasa da, ABD'nin Irak'ta askeri başarısının tartışıldığı bir dönemde ABD kamuoyu bölgede ortaya çıkabilecek kaosa müdahalede isteksiz davranacaktır. 2008 küresel krizinin toplumsal yapı üzerindeki etkisi ve Amerika’nın Başkan George Bush döneminde sergilediği dış politika zaaflarının ülkedeki güvenlik sorunlarını alarm düzeyine getirmesi Amerika’da sosyal infial ihtimalini gündeme getirmektedir (Panarin, 1998; Kane, 2008). Hala askeri operasyonel yeteneği kısıtlı olan AB ise böyle bir buhrana müdahalede istekli olamayacaktır. Kısa vadede NATO'nun askeri gücünü artırması, BM’nin Kosova’nın bağımsızlığını tanıması, orta vadede bölge ülkeleri tarafından ekonomik reformların hızla uygulamaya konulması, bölgesel ekonomik işbirliğinin artırılması, AB'nin dış yatırım ve ticarette bölge ülkelerine tam 199 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 189-212 Ümit Hacıoğlu destek vermesi sorunun çözümünde önemli bir role sahip olacaktır. Bosna’da ise karşılıklı ekonomik işbirliği ve bağımlılık yaratılarak Sırp-Boşnak ve Hırvatlar arasındaki siyasi entegrasyon desteklenmelidir. Ekonomik işbirliği ve etnik gruplar arasında kaynak dağılımında adaletin sağlanamaması iç savaşa yol açabilir (Collier, 2004). Sorunun Bugünkü Önemi 1990'lı yılların başında yaşanan savaşın izleri halen tazeliğini korurken, Balkanlarda Kosova merkezli politik ve kültürel kaos sinyalleri tekrar görülmektedir. Dayton Antlaşması’nın Bosna’da istikrarın sağlanması ile sınırlı tutulması ve Kosova’daki durumun göz ardı edilmesi 1995-1999 yılları arasında çatışmalara neden olmuştur. Her ne kadar NATO müdahalesi yoğunlaşan çatışmaları durdurma ve istikrarı sağlama amaçlı gerçekleşmiş olsa da, Kosova’nın bağımsızlığının BM tarafından tanınmaması ve ülkenin BM Kosova İçin Geçici Yönetim Misyonu (UNMIK) altında kısa bir süre daha yönetilmesi gelecekte yaşanacak gerilimlere zemin hazırlamıştır. BM Güvenlik Konseyinin daimi üyesi Rusya’nın Kosova’nın bağımsızlığına karşı çıkmış, Sırp yetkililer Kosova’nın bağımsızlığının Sırbistan tarafından Anayasal suç olarak görüldüğü ifade edilmiştir. BM Güvenlik Konseyinin onayının alınmaması sorunun bağımsızlık ilanı ile de çözülemeyeceği göstermektedir. Sırbistan Cumhurbaşkanı Boris Tadic 8 Şubat 2008’de Kosova’nın statüsü sorunuyla ilgili müzakerelerin devamı yönünde çağrıda bulunurken, bu çağrıda eyaletin tek taraflı bir bağımsızlık ilan etmesi halinde herkesin yüksek bir bedel ödeyeceği tehdidini dile getirmesi durumun bölge için ciddiyetini bir kez daha göstermektedir (11.02.2008: Setimes News). Aynı zamanda AB'nin Genişlemeden Sorumlu Komisyon Üyesi Olli Rehn ise, Kosova'nın bağımsızlığının sözde "küçük Balkan ülkeleri sendromuna" yol açıp Balkanlar'da başka bölgelerin de aynı örneği izleyip bağımsızlık talep etmesine neden olacağı fikrini net bir şekilde reddetmesi AB’nin aslında Kosova’nın 200 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212 Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni bağımsızlığının en önemli destekçisi olduğunu işaret etmektedir (Telegrafi, B92, Tanjug - 03/02/08). Bütün bu gelişmeler ışığında, yaşanan bürokratik tıkanmalar ve Kosova’nın bağımsızlık ilanı ile birlikte Sırp Cumhuriyeti’nin (Republika Srpska) federasyon içinden ayrılma eğilimi göstermesi Bosna’da barışın Kosova-Bosna ekseninde pamuk ipliğine bağlı olduğunu göstermektedir. Bosna Hersek’te Dayton Antlaşması gereği dönüşümlü başkanlık sistemi uygulana gelmektedir. Sırp Cumhurbaşkanlığı üyesi Nebojsa Radmanoviç 9 Şubat 2008’ de yaptığı açıklamada, BiH’in tek taraflı bir ilan halinde Kosova’nın Bağımsızlığını tanımayacağını söylemiştir (ITAR-TASS, SRNA, RTRS; 10/02/2008). Bosnalı lider ve akademisyenlerin böylesi bir devlet yapısı içinde bütün umutları AB üyeliği ile paralel görmesi de ayrıca sorgulanmaktadır. Dayton sonrası Bosna ordusunun küçültüldüğü ve Hırvatların da oluşturulan Bosna ordusu ve polis teşkilatında görev yaptıkları göz önünde bulundurulduğunda durumun daha karmaşık hale geldiği görülmektedir. Dönüşümlü başkanlık sistemi içinde Devlet mekanizmasının işleme sürecinde yaşanan aksaklıklar Boşnakların polis teşkilatı içindeki operasyonel yeteneğini de ayrıca kısıtlamaktadır. Bosna’da dönüşümlü başkanlığın tıkandığı noktada Yüksek Temsilcinin bağlayıcı rolü bilinmektedir. AB’nin sağladığı ekonomik imtiyazlar karşısında Boşnaklar, gelecek umutlarını bağladıkları AB üyelik sürecinde, önerilen reformların hemen hayata geçirilmesi konusunda Yüksek Temsilci, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (PACE) Temsil Heyeti ve Komisyon tarafından sürekli yaptırımlarla uyarılmaktadır. Son yaşanan polis teşkilatı reform önerisine Boşnak Liderlerin verdikleri tepki tehditle karşılanmıştır. BH'nin önde gelen iki Boşnak lideri Haris Silayciç ve Süleyman Tihiç, Yüksek Temsilci Miroslav Lajcak'ın sunduğu yeni bir polis reformu önerisini “tasarıda mevcut polis yapısının yasal hale getirildiği ve Sırp 201 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 189-212 Ümit Hacıoğlu Cumhuriyeti polis teşkilatının korunduğu” gerekçesini göstererek reddetmesi AB sürecinde de sıkıntılar doğurmaktadır7. Kosova’da zaman zaman yerel Sırpların kışkırtması ile yaşanan etnik ayrım ve çatışmalar Sırbistan yönetimini bölgeye müdahale için teşvik etmektedir. Belgrat’taki sivil toplum örgütlerinin yaptığı çağrıda Belgrat yönetimi’nin Kosova’ya asker göndermesi istenmiş ve bu çatışmalar karşısında Sırpların maruz kaldıkları tehlikelerin önlenmesi istenmiştir. Üst düzey bir Belgratlı yetkili yaptığı açıklamada, BM Güvenlik Konseyi'nin 1244 sayılı kararını gerekçe göstererek, Kosova'da yaşayan etnik Sırpları korumak için eyalete Sırp asker ve polis memurları gönderme "zamanının geldiğini" dile getirmiştir. Kosova'da görevli NATO ve BM yetkilileri ise Sırbistan'ın eyalete yüzlerce asker ve polis memuru gönderme yönündeki taleplerini kesin bir dille reddetmektedirler. Kosova ve Bosna tarihi üzeride tarafsız çalışmaları ile bilinen Noel Malcolm’ün Sırpların Yugoslavya’nın dağılma sürecinde de benzer yöntemler uygulayarak asker ve polis müdahalelerinde bulunduklarını ifade etmesi akıllara gelmektedir. KFOR sözcüsü Albay Michael Knop 18 Ağustos 2008 günü "Sırp güçlerinin geri dönmesine izin verilmeyecek, Kosova'da güvenlikten KFOR sorumludur ve böyle bir kararı onaylamaya niyetimiz yoktur.” açıklaması da bu isteklere bir cevap niteliğindedir. TÜRK HİNTERLANDI İÇİNDE KOSOVA BOSNA EKSENİ Türk Dış Politikası Açısından Kosova-Bosna Ekseni Balkanlar tarih boyunca stratejik öneminden ve kültürel kesişim noktaları üzerinde olmasından dolayı iç ve dış aktörlerin politikalarının her zaman odak noktasında olmuştur. Dünya sahnesinde tarihi olaylara ev sahipliği yapan Balkanlarda egemen güçler ayrıca politikalarını bu bölge üzerinde uzun süre 7 Yüksek Temsilci tarafından önerilen reform paketinde; yolsuzluk, organize suç ve savaş suçlularının toplumun dokusuna zarar vermeye devam ettiğini belirtilerek, suçla mücadelede daha etkili stratejiler için Birlikte istikrar ve Ortaklık Sağlamada AB Polis teşkilatına genişletici yetkiler verilmesi önerilmektedir 202 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212 Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni uygulaya gelmişlerdir. Türkiye, gerek tarihi mirası, gerek jeo-stratejik konumu itibari ile Balkanların ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilmektedir. Balkanların Türkiye için taşıdığı önemin bir boyutu ise bu eksende Türk ve Müslüman nüfusun İslam coğrafyasında sadece Türkiye’ye ilgi ve bağlılık duymasıdır. Balkanlar’daki gelişmeler üzerinde etkili olamayan bir Anadolu ülkesi ne bu hassas jeopolitik alan üzerinde bütünlüğünü muhafaza edebilir, ne de dünyaya açılabilir (Davutoğlu, 2001: 119). Türk güvenliği ve bölge barışı için ortaya çıkan konjonktürel tehditlerin en aza indirgenmesi, bölgedeki fırsatların ise uluslararası dayanışma ile üst düzeye çıkarılması için gerekli bir çalışma zeminine ihtiyaç duyulmaktadır. Her ne kadar Osmanlı bakiyesinin ve Türk kültürel varlığının Balkanlardaki mevcudiyeti bu bölgeye Türklerin duygusal yaklaşmasına neden olsa da Türkiye’nin reel-politik bir bakış açısı ile bölgede önemli atılımlarda bulunması gerekmektedir (Hacıoğlu, 2005: 52). Balkanlarda yaşanan savaş sırasında bir çok tarihi eser bilinçli bir şekilde yok edilirken, günümüze değin ayakta kalmayı başarmış eserler ise restorasyon sürecinde tahribata uğratılarak Osmanlı hat sanatı, çiniler ve ahşap oymaları yok edilerek burada Türk İzleri silinmeye çalışılmıştır. Balkanlar’da Türkiye aleyhine oluşabilecek stratejik ittifaklara karşı bölgedeki Türk kültürel alanları önemli bir savunma hattı oluşturmaktadır. Bu savunma hatlarının canlı tutulması hayati önem arz etmektedir. Eski Yugoslavya’daki Bosna-Hersek, Kosova ve Sancak gibi Türk-Müslüman bölgeleri asimilasyon tehlikesine karşı yalnız bırakılmamalıdır. Bunun için Türkiye’nin özellikle bağımsız Balkan ülkeleri ile ekonomik ilişkilerini geliştirmesi gereklidir (Hacıoğlu, 2005: 21-60). Bosna Hersek ve Kosova’da olduğu gibi, bu bölgede Türk ve Müslüman unsurlara uygulanacak asimilasyon, etnik temizlik, zorla göç gibi politik, gayri ahlaki ve insani olmayan uygulamaların uzun vadede önlenmesi için Balkanlar’da istikrarın sağlanması önem arz etmektedir. Türkiye, Balkanlarda oluşabilecek insani olmayan uygulamalara karşı bölge dışı güçlerle ve 203 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 189-212 Ümit Hacıoğlu uluslararası örgütlerle olan işbirliğini kuvvetlendirmelidir. Özellikle bölge ülkeleri ile siyasi ve ekonomik ilişkiler geliştirilmelidir. Bu bağlamda Türkiye’nin iktisadi sınırlarını bölgeyi kapsayacak şekilde genişletmesiyle ortaya çıkacak siyasi etki bu istikrar ortamının sağlanmasında önemli rol oynayacak ve uluslararası bir meşruiyet kazandıracaktır. ICTY’NİN ETKİ PROBLEMİ VE ULUSLARARASI ADALET Soykırım ve ICTY’nin Etki Gücünün Sorgulanması Kosova-Bosna ekseninde çatışma riskinin anlaşılmasında Yugoslavya’nın dağılma sürecinde Bosna’da yaşanan soykırım ve Uluslararası Adaletin eksik kalmasının doğurduğu sonuçlar önem arz etmektedir. Bosna’da 1991-1995 yılları arasında yaşanan buhranın ardından uluslararası adaletin sağlanamaması ve özellikle Yugoslavya İçin Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nin (ICTY) etkinliğinin tam anlamı ile ortaya çıkmaması; Kosova’nın bağımsızlığının ardından bölgede yaşanabilecek etnik çatışmaların soykırıma dönüşme riskini artırmaktadır. Uluslararası hukuk savaş suçlarını önlemede ve Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi de savaş suçlularını cezalandırmada yetersiz kalmaktadır. Literatürde her ne kadar Bosna’da yaşananların etnik temizlik mi yoksa soykırım mı olduğu yönünde ihtilaf bulunsa da; Adalet Divanı’nın almış olduğu karar Bosna’da yaşananların tartışmasız sistematik olarak yürütülen bir soykırım hadisesi olduğu sonucunu ortaya koymaktadır. Bu kararda Srebrenitza’da yaşananların bir soykırım olduğu açıkça ifade edilirken, Çetniklere (Sırp paramiliter güçler) lojistik destek sağlayan Sırbistan suçsuz bulunmuştur. Lahey'deki Uluslararası Adalet Divanı’nın almış olduğu bu karar dünyada sert tartışmalara neden olurken eş zamanlı olarak Hollanda İçişleri Bakanlığı’nın katliamların yaşandığı BM Güvenli Bölgesi olan Srebrenitza’da şehri savunmadan teslim eden görevli Hollandalı askerlere Onur Madalyası 204 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212 Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni vermesi de bölgede infiale neden olmuştur8. Bu gelişmeler ve eksik değerlendirilen hukuki dosyalar ICTY’nin savaş suçlarını cezalandırmada ölçek ve nitelik bakımından yetersiz kaldığını gösterirken, yaşanan soykırım hadiselerinden sadece tespit edilebilenlerin değerlendirilmesi Uluslararası Adalet kavramını güvenilir bir konumdan uzaklaştırmıştır. Uluslararası adaletin kamuoyunu tatmin edecek şekilde sağlanamaması milliyetçi Sırpları ödüllendirirken Kosova’nın bağımsızlığı karşısındaki sert tutumlarını da cesaretlendirmektedir. Uluslararası Adalet Divanı'nın Şubat 2007’de almış olduğu karar ile Srebrenitza'da yaşananları soykırım olarak tanımlanırken, Sırbistan ise katliamın planlayıcısı ve çetniklere finansman ve askeri mühimmat sağlayıcısı olduğu halde bu konuda "suçsuz" bulmuştur. Adalet Divanı’nın bu kararın alınmasındaki teknik detaya bakıldığında ise Sırbistan'ı yeni bir devlet olarak kabul etmesi, soykırımın da Eski Yugoslavya'da yaşanan iç savaş sırasında yerel Sırplar tarafından yapıldığı düşüncesi görülmektedir. Ancak bu kararın arkasındaki gerçekler farklıdır. Sırbistan Srebrenitza soykırımında suçlu bulunmuş olsa idi, Boşnaklar Milyarlarca dolarlık tazminatlar elde edecek hatta toprak talebinde bulunabileceklerdi. Bu da bir anlamda Dayton’ın tasfiyesi anlamına gelmektedir. Bu karar ile ekonomik durumu kötü olan Sırbistan koruma altına alınmış, Sırp milliyetçiliğinin daha da yükselmesine izin verilmemiştir. Bunun meyveleri de 2008’de Sırbistan’da yapılan seçimlerde alınmış Batı yanlısı Cumhurbaşkanı ve hükümet göreve gelmiştir. Ancak Batı’nın bu desteği kısa vadeli önlem niteliğindedir. Bu kararın sonuçları uzun vadede ele alınacak olur ise; soykırımda bir devletin rolünün göz ardı edilmesi savaş suçlarını teşvik ederken, özellikle bağımsız Kosova’da, 8 Korumakla görevli olduğu 8 bin Boşnak'ın Sırplar tarafından öldürülmesine göz yuman Hollanda Srebrenitza katliamı' na seyirci kalan askerleri 04.12.2006’de altın onur madalyası ile ödüllendirdi. 205 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 189-212 Ümit Hacıoğlu Kuzey Irak9 ve hatta bütün dünyada ortaya çıkabilecek soykırım ve savaş suçlarını teşvik edecek niteliktedir. Bosna’da yaşanan soykırımın bölge için taşıdığı tehlike; Yugoslavya’nın sıkıntılı dağılma sürecinde komşular arasında yaşanan tarihi nefret ve intikam duygusu ile açıklanmaya çalışılmıştır. Bu tanımlamada etnik grupların birbiri üzerinde egemen olmadığı, dini ve etnik farklılıkların karşılıklı nefrete dönüştüğü, bu nefretin de sonuçta sistematik olmayan fakat mahalle çatışmalarıyla başlayan iç savaşa neden olduğu görüşü savunulmaktadır. Ancak, Yugoslavya’nın dağılmasının ardından ortaya çıkan savaş sırasında yaşananlar ve İnsan Hakları Gözlem Raporlarına (A Helsinki Watch Report; Human Rights Watch, 1992;1993) geçen tanık ifadeleri Bosna’da yaşananların etnik bir savaştan öte, Sırplar tarafından yapılan sistematik bir soykırım eylemi olduğu görülmektedir. İnsan Hakları Gözlem Raporları10 Bosna’da tek bir etnik grubun, Boşnakların, inançları dolayısı ile toplu ölümlere maruz kaldıklarını ortaya koymaktadır. 1992-1995 yılları arasında Avrupa’nın göbeğinde Sava Nehri Havzası, Brcko, Zepce, Tuzla, Zenica, Bihac ve özellikle Srebrenitza’da yaşananlar tarihe kanlı bir dönem olarak geçmiştir. Sırpların ellerine bırakılan Boşnaklara yaşam hakkı tanınmazken, dünya sessiz kaldı (Hacıoğlu, 2005:35-19). Binlerce Müslüman Boşnak’ın futbol sahası, 9 Özellikle stratejik güç boşluğu alanı içinde bulunan Kerkük’te etnik homojenitenin sağlanamaması ve bölgenin önemli bir petrol havzasında bulunması burada dış aktörler tarafından kaos istenmesine neden olmaktadır. Böyle bir kaos durumunda Kerkük’teki Türkmenlerin durumu yakından dikkat edilmeli ve Türkiye’nin dış güvenliği kapsamında değerlendirilmelidir. 10 Yaşanan savaş suçları ile ayrıntılı bilgi almak için bkz. A Helsinki Watch ReportÇ: Human Rights Watch: War Crimes in Bosnia and Herzegovina, (1993),Volume I; ve Volume II (1992), Mestrovic, S., Genocide after Emotion, Routhledge, 1996 Newyork; Peterson, J., Bosnia by Television, (1996)British Film Institute; Hupchik, D., Conflict and Chaos in Eastern Europe, St. Martin’s Pres NY 1995); Karşı görüş için ayrıca bkz. A.N. Dragnich., “Serbia and Yugoslavia: Historical Studies and Contemporary Commentaries”, East European Monegraphs, Colombia University Pres, (NY 1998); Dragnic, “ the Roots of the Wars in Yugoslavia”, The Journal of Genocide Reseach, Routledge, (September 2006) Vol 8, N:3, ss. 249-254; Pollack, M.S., “Intentions of Burial: Mourning, Politics and Memorials Following the Massacre at Srebrenitza”, Death Studies, 27, BrunnerRoutledge, (2003), ss. 125-142 206 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212 Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni hangar ve ormanlık alanda Sırplar tarafından yok edilmiştir (Holbrook, 1998: 69). Dayton’ın idari ve siyasi yapıda ortaya çıkardığı boşluklar ile özellikle savaş suçlarını cezalandırmada Yugoslavya için oluşturulan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nin (ICTY) etkinliğinin sorgulanır hale gelmesi gelecekte muhtemel diğer soykırım girişimlerinin de tetikleyicisi olabilir. Soykırım insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak düşünülmelidir. Bosna’da yaşanan soykırımda sadece Bosnalı Müslümanlar yaşamlarını kaybetmemiş, aynı zamanda Türk kültürüne ait eserler de sistematik bir şekilde imha edilmiştir. Kaybolan ve yok edilen Türk tarihine ait sanat eserleri, edebi metinleri, el yazmaları ve sanatsal kitabeler asırlarca varlığını sürdürmüş ve Avrupa’da Müslüman bir topluluğun ulus olma yolunda gelecek nesillere ilham kaynağı olmuştur. Bosnia in the Post Conflict Era adlı çalışmanın sahibi Profesor Alibasic ile yapılan söyleşide soykırıma dair detaylar şu şekilde aktarılmıştır; “Savaş esnasında 1992’de Zvornik’te yaşananlar asla insanlığın hafızasından silinmeyecektir. Çetnikler savaş öncesi tamamen Boşnak Müslümanlar’dan oluşan bu yerde bulunan insanları katlettiler ve buradaki tarihi eserleri ortadan kaldırdılar. Dinamitlenen camilerin enkazı arasından komutan Branko Grujic “ Burada asla Cami Olmadı” derken tarihe kinini kusuyordu. Sırplar tarafından işgal edilen yerlerde İkinci Dünya Savaşı’ndaki görüntüleri anımsatan esir ve tecavüz kampları kuruldu. Visegrad ve Foça’da Drina nehri civarında, Bratunac’ta stadyum ve Sırpların denetimindeki yerlerdeki cami, okul ve diğer kapalı alanlarda birçok kamp kuruldu. Osmanlılar tarafından inşa edilen ünlü Visegrad Drina Köprüsü’nde Sırp Askerleri her gece yaptıkları katliamları “ spor festivali” olarak adlandırıyorlardı. Özellikle de Banja Luka ve Bijeljina’da gerçekleşen sistematik katliamlarda bir çok Boşnak aydını, avukat, hakim, doktor, işadamları, dini liderler, şairler, müzisyen ve öğretmenler ilk kurbanlar arasındaydı. Bu kampların en korkunç 207 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 189-212 Ümit Hacıoğlu olanı Brcko Yakınlarındaki Lopare kampıdır. Uluslararası Kızıl Haç Örgütü’nün teftişine kapalı olan bu bölgelerdeki katliamı durdurmak için yapılan olağanüstü çağrılara o dönemde NATO kayıtsız kalmıştır.” (Röportaj: Ahmet Alibasic, :Haziran 2004) 11. Bosna’da yaşananların etnik temizlik olduğunu öne süren araştırmacılar yaşananların sistematik yönetilen bir eylem olduğunu göz ardı etmektedirler. Sava Nehri Havzasında yaşananlar bu eylemlerin komşular arasında spontane gelişen bir hadise olmadığını ortaya koymaktadır. Görgü tanıkları ve İnsan Hakları Gözlem Raporlarından alınan bilgilerde bu eylemlerin planlanmış ve uzman askerler tarafından yönetilme özelliği ortaya çıkmaktadır. “Brcko’ya düzenlenen bir saldırı esnasında Çetnikleri temsil eden 6 grup görev almıştır. Bir mağdurun ifadesinde: Bize saldıranlar arasında bir tek Brcko’lu Sırp yoktu…” (Lieberman, 2006:295) ifadesi dikkat çekmektedir. ICTY’nin özellikle BM güvenli bölgelerinde yaşanan soykırımlarda, bazı eski Sırp ordusu yetkilileri hakkında suçlamaları değerlendirmemesi ve diğer yaşanan fakat kayda geçirilmeyen suçlarda dosyaları kapatması etkinliğine ayrıca gölge düşürmektedir. Sırbistan ve Hırvatistan’ın savaş suçlularının yakalanmasında tam işbirliğine girmemesi de ayrıca ICTY ile ilgili şüpheleri artırmaktadır. Karadzic’in 2008 yılı ortasında yakalanmasına rağmen Zeljko Raznjatovic “Arkan” (http://www.un.org/icty/indictment ) suçlularının henüz yakalanamamış olması ve Miladic adalet gibi savaş olgusuna gölge düşürmektedir. İnsan Hakları Gözlem Müfettişleri ile olan koordinasyon eksikliği ICTY’nin etkinliğini ayrıca kısıtlamaktadır (Lieberman, 2006: 297). Radovan Karadzic’in yakalandığı ilk anda Dayton mimarı Richard Holbrook’un kendisine kimliğini gizleme şartı ile dokunulmayacağı garantisini verdiğini, bu nedenle kendisinin serbest bırakılmasını istemesi son derece 11 Bu konuda detaylı bilgi için bkz. From the Editor, “Neighbours and War: Genocide in the Central Balkans”, Journal of Genocide Reseach, Routledge, (September 2006) Vol 8, N:3, ss. 249254; Pollack, M.S., “Intentions of Burial: Mourning, Politics and Memorials Following the Massacre at Srebrenitza”, Death Studies, 27, BrunnerRoutledge, (2003), ss. 125-142 208 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212 Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni düşündürücüdür. Bu sözler Dayton Anlaşması’nın güvenilirliği tartışmalarını yeniden hararetlendirmiştir. ICTY’nin etkinliğinin tam olarak sağlanamaması, Dayton Antlaşmasının prematüre bir Antlaşma olmasından kaynaklanan Bosna Devlet düzeyinde idari ve yönetsel zaaflar, Kosova’nın bağımsızlığı konusunda AB ve BMGK arasındaki ciddi görüş ayrılığı olması; Kosova’da da benzer çatışmaların habercisi olabilir. Bağımsızlık sonrası bölgede yükselen tansiyonun Bosna üzerindeki olası etkileri AB tarafından absorbe edilmeye çalışılsa da, uzun vadede barış sağlanabilmesi için uluslararası adalet mekanizmasının etkinliğinin eksiksiz sağlanması hayati önem teşkil etmektedir (Bieber, 2000: 13-28). SONUÇ Kosova’nın bağımsızlığının ilanı ile başlayan süreçte Kosova- Bosna eksenli yükselen tehlike sinyalleri bölgede Dayton ve NATO'nun Kosova'ya müdahalesinin ardından sağlanan yapay istikrar ortamının önlem alınmazsa tekrar kaosa sürüklenebileceğini haber vermektedir. Bosna-Hersek’in çift devletli ve çift parlamentolu yapısında görülen tıkanıklıklar ve Bosna Sırp tarafının (RS) sert tutumu Kosova’nın bağımsızlığı sonrasında Bosna Devleti’nin geleceğine ilişkin kuşkuları tetiklemektedir. ABD ve AB’nin bölgeye gereken önemi göstermemesinden dolayı DPA’nın mimarı Holbrook’un Bosna’nın parçalanma sürecine girdiğini ifade etmesi bu kuşkuları artırmaktadır (Reuters; AA; 16/10/2008). Siyasi belirsizliklerin yaşandığı bölgede 2008 küresel ekonomik krizi ile birlikte ekonomik sıkıntılar da başlıca belirsizlik kaynağı oluşturmaktadır. Yugoslavya’nın dağılmasının ardından, iç savaş sonrası Bosna, Sırbistan, Kosova, Makedonya gibi ülkelerde tam anlamıyla istenilen ekonomik düzey elde edilememiştir. 2008 ekonomik kriz ve dünya ekonomisinin küçülmeye başlamasını takiben AB fonunun bölgeden çekilme ihtimali, yapay da olsa sağlanan siyasi istikrar ortamını tehdit etmekte ve çatışma riskini artırmaktadır. 209 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 189-212 Ümit Hacıoğlu Sırp Yetkililer Kosova’nın bağımsızlığı sonrası RS’nin Sırbistan’a ilhakının gündeme geleceği getirmesi ve Boşnak Hırvat Federasyonu ve hatta Hırvatistan içindeki Sırplar için özerklik talep edeceklerini sık sık dile getirmeleri bölgedeki tehlike çanlarının seslerini dünyaya duyurmaktadır. Bağımsızlık sonrası Balkanlarda ortaya çıkacak yeni bir çatışma Türkiye’nin dış güvenliğini ve bölgedeki kültürel alanları da ayrıca tehdit etmektedir. Türkiye gerek tarihi mirası, gerek jeo-stratejik konumu itibari ile Balkanların ayrılmaz bir parçasıdır. Bosna Hersek ve Kosova’da Türk ve Müslüman unsurlara uygulanacak asimilasyon ve etnik temizlik uygulamalarının uzun vadede önlenmesi için Balkanlar’da istikrarın sağlanması önem arz etmektedir. Kosova’nın bağımsızlığının ardından istikrarın uzun dönemli sağlanabilmesi ve Bosna’nın parçalanmaması için öncelikle siyasi belirsizliklerin uluslararası katılımla çözülmesi, ICTY’nin etkinliğinin sağlanması, savaş suçlularının yakalanması ve cezalandırılması, bölge ülkelerinin ekonomik entegrasyonun sağlanması önem teşkil etmektedir. KAYNAKÇA A HELSİNKİ WATCH REPORT: “Human Rights Watch, War Crimes in Bosnia and Herzegovina”, Volume I (1992); ve Volume II (1993) AJAMİ, F. “ Under Western Eyes: The Fate of Bosnia”, Survival, Vol 41, No.2, (Summer 1999) BALCI, ALİ, "Kosova: Arnavut Sorununun Kilit Bölgesi", Kemal İnat et al, (2004) (Der) Dünya Çatışma Bölgeleri, Nobel, (2004) BİEBER, FLORİAN (2002), “Bosnia- Herzegovina: Developments towards a More Integrated State?”, Journal of Muslim Minority Affairs, Vol. 22, No. 1, , “Muslim Identity in the Balkans Before the Establishment of Nation States”, National Papers, Vol 28, No. 1, (2000) 210 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212 Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni CATHİE CARMİCHAEL,“ Violance and ethnic Boundary maintenance in Bosnia in the 1990s”, Journal of Genocide Research, Vol 8, No 3, (September 2006) C. SOLİOZ with WOLFGANG PETRİTSCH, “ The Interview: The Fate of Bosnia and Herzegovina”, Journal of Southern Europe and the Balkans, Vol. 5, No. 3, (December 2003) COLLIER, P. “Doing Well out of WAR” Conference on Economic Agendas in Civil Wars, the World Bank, London i .(2000) Doing Well Out of War. in Greed and Grievance: Economic Agendas in Civil Wars, Mats Berdal and David Malone (eds.), Boulder, CO: Lynne Rienner, ( 1999) COLLIER, P, and Anke Hoeffler, Greed and Grievance in Civil War., Oxford Economic Papers, 56, 2004, ss. 563-595, (2004) DAVİD CAMPBELL, “Atrocity, memory, potography: imaging the concentration camps of Bosnia- the case of ITN, Part 2”, Journal of Human Rights, Vol 1 , No.2, (June 2002) DAVUTOĞLU, A., Stratejik Derinlik, Küre Yayınları, (2001) DRAGNİCH, A. N., “Serbia and Yugoslavia: Historical Studies and Contemporary Commentaries”, East European Monegraphs, Colombia, (1998). University Pres, NY;, “ The Roots of the Wars in Yugoslavia”, The South Slav Journal, vol 18, Spring, London , (1997) “ War Crimes and the Wars in Yugoslavia”, Serbian Studies, Vol.11, (1997). HAGEN, W., “The Balkans in the Mid 18th Century”, Foreign Affairs, c:78,S:4 July/August (1999) HOLBROOKE, R., To End A War, Random House, NY, (1998), HUPCHİK, D., Conflict and Chaos in Eastern Europe, St. Martin’s Pres, NY (1995) KANE, S. “Professor Igor Panarin Says US Headed For Collaspe” in the Post Chronicle, (Nov. 2008) 211 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 189-212 Ümit Hacıoğlu KERR, R,“ The Road From Dayton to Brussels? The International Criminal Tribunal for the Former Yugoslavia and the Politics of War Crimes in Bosnia”, European Security, Vol. 14, No.3, .(September 2005) KREİMER, ALCİRA et al., “Bosnia and Herzegovina: Post- Conflict reconstruction”, The World Bank, Washington, (2000) LİEBERMAN,B., “Nationalist Narratives, Violance between Neighbours and Ethnic Cleansing in Bosnia-Herzegovina: A case of Cognitive Dissonance?”, Journal of Genocide Research, Routledge, Vol. 8 N:(3), (September, 2006) LİLİAN A.B., S. D.ROPER, “How effective are International Criminal Tribunals? An Analysis of the ICTY and the ICTR”, The International Journal of Human Rights, Vol.9, N. 3, (September 2005) McCARTHY, J., “ Muslims in Otoman Europe: Population From 1800 to 1912”, Nationalities Papers, Vol 28, No 1, (2000) MESTROVİC, S., Genocide after Emotion, Routhledge, NY, (1996) PANARIN, I., International Confrence on Informational War, Austria, (1998) PETERSON, J.,Bosnia by Television, British Film Institute, (1996) POLLACK,C.E., Intentions of Burial: Mourning, Politics, and Memorials Following the Massacre at Srebrenica”, Death Studies, 27, (2003) SELLS, M., “ Religion, History and Genocide in Bosnia Herzegovina”, Courtright and Majzes(Der): The Religion and the War in Bosnia, American Academy of Religion, Scholars Pres, Georgia, (1998) HACIOĞLU,Ü. “Türkiye’nin Dış Güvenliği Açısından Bosna- Hersek’in Önemi”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Beykent Üniversitesi, (2005 İstanbul) YENİGÜN, CÜNEYT, HACIOĞLU, ÜMİT , “Bosna Hersek: Etnik SavaşEksik Antlaşma”, K. İnat et al., (Der): Dünya Çatışma Bölgeleri, Nobel Yayınları, (2004 İstanbul). 212 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212 Stratejik Araştırmalar Dergisi /Journal of Strategic Studies 1(02),2008,213-241 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY TÜRKİYE’DE ULUSLARARASI LOJİSTİK’İN SORUNLARI VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ Özlem Diken, Hande Selimoğlu∗ Özet Lojistik, önemi 2. Dünya Savaşı sırasında anlaşılmış askeri terim olarak karşımıza çıkmaktadır. Günümüzde lojistik, kendini sürekli yenileyen dev bir sektör olmuştur. Son yıllarda başta Amerika olmak üzere Avrupa ve Asya ülkeleri GSMH’lerinin büyük kısımlarını bu sektörün gelişimi için harcamaktadır. Türkiye de ise lojistiğin öneminin son yıllarda farkına varılması bu sektörün gelişmesini engelleyecek birden fazla unsurun bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Temel olarak bu unsurlar Türkiye’nin kendi içinde çözmesi gereken iç faktörler ve diğer ülkelerle çözmesi gereken dış faktörler olarak karşımıza çıkmaktadır. Ülke içindeki yetersizliklerden kaynaklanan sorunlar ve yanında ülkelerarası kota, entegre yollar ve siyasi ilişkiler gibi dış sorunlar da bulunmaktadır. Bu sorunların çözümleri; Türkiye’yi lojistik anlamda ileri taşıyarak gelişmişliğini artıracaktır. Bu yazıda Türkiye’nin lojistik sektöründe gelişimini engelleyen unsurlar ele alınmış ve sorunlar hakkında çözüm önerileri getirilmiştir. Anahtar kelimeler: X-RAY, Gümrük Mevzuatı, E-belge, Kotalar, Siyasi İlişkiler, Entegre Yollar. Abstract Logistics is a military term which’s importance has been understood during the World War 2. Nowadays Logistics becomes huge sector which recreates itself continuously. Of late years European and Asian countries especially America, spends huge rate of money from their Gross National Product for this sectors evoluation. But at Turkey, recognition of logistics importance brings out that there are so many factors affecting the improvement of this sector. Fundemantally these factors go into division as internal factors which Turkey has to solve by itself and external factors which Turkey has to solve with other countries. The problems that result from handicaps and defficiency in Turkey and the external problems that result from quotas between countries,integrated systems, political situations can be dangerous from the side of a developing country. However solutions will contribute into development of Turkey in the future by using logistical capabilities of Turkey. In this article factors affecting the evoluation of Turkey’s Logistics sector has been taken under debate and solution suggestions has been tried to explaine. Key words: X-RAY, Customs Regulation, EDI, Quotas, Political Relations, Integrated Systems. ∗ BÜSAM Lojistik Masası Uzmanları, [email protected], [email protected] Özlem Diken Hande Selimoğlu GİRİŞ Türkiye takip etmesi güç bir hızla gelişen dünyaya ticari anlamda uyum sağlamaya çalışan bir politika izlerken ticari gelişimimizin en önemli faktörlerinden biri olan lojistik ve taşımacılık unsuru, Türkiye’nin gelişimini engelleyen bir takım iç ve dış sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. İç faktörlerden bahsedecek olursak; alt yapı ve planlama eksiklikleri, eğitim sorunu, gümrük mevzuatı, depolarla ile ilgili problemler ve son olarak teknolojik geri kalmışlık olmak üzere beş ana başlıkta inceleyeceğiz. İlk olarak alt yapı ve planlama eksiklikleri konusunda karşımıza; yetersiz ulaşım kanalları, ülkemizde lojistiğe yeterli yatırım yapılmaması, deniz, kara, demir yollarındaki ve taşıma modlarının birbirleriyle olan entegrasyonundaki eksiklikler ve lojistik köylerinin merkezde bulunmaması hususları üzerinde durulacaktır. Lojistikteki eğitim sorunu başlığı altında ise Türkiye’de ki bilinçlendirme çalışmalarının eksikliğinden ve mesleki yeterlilik belgelerinden bahsedilmiştir. Gümrük mevzuatıyla ilgili olan kısımda, gümrük otomasyonu hakkında bilgi verilmiş, gümrük süreçlerinin nasıl işlediği anlatılmış ve farklı ülkelerdeki gümrüklerin birbirlerinden farklı uygulamalar içinde olduğu açıklanmıştır. Lojistikte depolardaki problemlerin nedeni olarak; depoların kapasite altı çalışması, firma sahiplerinin dış kaynak kullanımındaki tutuculuğu ve depolardaki yetersiz bilişim alt yapısı gösterilmiştir. Son başlık olan lojistikteki teknolojik konusunda E-belge uygulamaları, EDI sistemi ve gümrüklerdeki X-RAY uygulamaları incelenmiştir. Dış faktörler konusunu ise genel olarak; karayolu ihracatımızı engelleyen faktörler, yakın geçmişteki siyasi ilişkilerimizin lojistiğe etkileri ve ulaşım ağlarının Türkiye ile entegrasyonu olmak üzere üç ana başlıkta inceleyeceğiz. Karayolu ihracatımız konusunda karşımıza sıkça çıkan sorunlar; geçiş belgeleri kotaları (Almanya, Fransa, İngiltere, İspanya, İtalya ve AB’ye üye yeni ülkelerin koyduğu kotalar), artırılan geçiş belgesi fiyatları, karayolu 214 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241 Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri vergileri, genel vize problemleri (Şoförler için vize alımının zorlaştırılması, vize kuyrukları ve zaman kaybı) ve AB içindeki özellikle Kıbrıs Rum Kesimi ile ilgili siyasi çekişmelerdir. Ticareti büyük ölçüde etkileyen siyasi ilişkiler konusunda Türkiye’nin verilen lojistik kararları da etkileyen yakın süreçteki siyasi ilişkilerinde karşı karşıya olduğu en kritik ülkeler olan İran, Irak ve Rusya ile ilgili analizler bulunmaktadır. Yurtdışındaki ulaşım ağlarının Türkiye ile entegrasyonunu konusunda ise yeniden canlandırılması düşünülen İpek Yolu yani Traceca Projesi önemli rol oynamaktadır. Yazının 2. ve 3. bölümlerinde iç ve dış faktörleri ayrıntılı olarak analiz ettikten sonra, sonuç bölümünde Türkiye’nin lojistik gelişimini engelleyen bu faktörlere çözüm olabilecek öneriler getirilmektedir. İÇ FAKTÖRLER Alt Yapı Ve Planlama Eksiklikleri Ülkemizin coğrafi konumu itibariyle, üç kıtanın kesişme noktası (hub) bölgesi olması kaçınılmazdır. Ayrıca lojistik kavramının geniş içeriği düşünüldüğünde birçok alt sektöre bağlı olduğundan ülke ekonomisine katkısı göz ardı edilemeyecek kadar fazladır. Sektörde en büyük sorun alt yapı eksiklikleri ve plansız büyümeden kaynaklanmaktadır. Ulaşım kanallarının eksikliği ya da lojistik köylerinin merkezde bulunmaması diğer akla gelen sorunlardandır. Kuvvetli ve entegre bir alt yapı yoksa burada lojistikten, lojistik aktivitelerinin doğru işlediğinden söz etmek zor olacaktır. Fakat iyi bir altyapı içinse ciddi yatırımlar yapılması gerekmektedir. Ülkemizde lojistik alt yapı yatırımlarına gereken özen gösterilmemektedir. Geniş bütçeler ayrılamamakta fakat büyük firmalar kendi alt yapılarını güçlendirmeye çalışmaktadır. Ülkemizin üç yanı denizlerle çevrili olmasına rağmen limanlara değil yol çalışmalarına daha çok önem verilmiş ve yatırım yapılmıştır. Fakat karayolu taşımacılığı diğer ulaştırma türlerine oranla daha pahalıdır. Karayolunun bu denli rağbet 215 Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241 Özlem Diken Hande Selimoğlu görmesinin nedeni elbette ki esneklik ve kapıdan kapıya ulaşım imkanı sunabilmesidir. Tablo1: Avrupa Ülkelerine İhraç Taşımalar (Sefer) Yıllık Boşaltma Ülkesi 2004 Değişim Yıllık 2005 Değişim Yıllık 2006 Değişim Yıllık 2007 Değişim ALMANYA 60.651 13% 65.464 8% 72.165 10% 80.872 12% İTALYA 30.836 22% 38.061 23% 37.798 -1% 38.063 1% ROMANYA 25.694 13% 33.848 32% 38.590 14% 53.470 39% YUNANİSTAN 20.981 29% 22.780 9% 24.956 10% 28.492 14% FRANSA 17.406 0% 19.826 14% 23.115 17% 25.717 11% İNGİLTERE 17.049 16% 18.243 7% 20.709 14% 23.689 14% BULGARİSTAN 12.786 52% 18.333 43% 23.674 29% 25.195 6% HOLLANDA 8.149 7% 8.762 8% 9.283 6% 11.237 21% AVUSTURYA 6.011 -1% 7.285 21% 7.503 3% 7.769 4% BELÇİKA 5.815 2% 5.090 -12% 6.238 23% 7.114 14% MAKEDONYA 4.830 -7% 4.688 -3% 4.629 -1% 5.898 27% SIRBİSTAN 5.412 16% 5.736 6% 7.185 25% 9.197 28% MACARİSTAN 4.746 16% 5.461 15% 5.983 10% 6.376 7% MOLDOVYA 1.218 24% 1.194 -2% 2.160 81% 2.776 29% POLONYA 5.192 53% 5.603 8% 7.283 30% 10.957 50% İSPANYA 3.866 32% 4.624 20% 5.456 18% 7.382 35% ARNAVUTLUK 3.102 7% 3.744 21% 3.342 -11% 4.718 41% HIRVATİSTAN 2.620 -3% 2.783 6% 3.844 38% 3.957 3% İSVEÇ 2.186 -15% 2.559 17% 2.803 10% 3.513 25% İSVİÇRE 2.014 40% 2.004 0% 2.246 12% 2.620 17% DANİMARKA 1.213 25% 1.733 43% 2.302 33% 2.276 -1% ÇEK CUM. 1.033 27% 1.528 48% 1.648 8% 2.651 61% SLOVAKYA 500 -30% 727 45% 881 21% 1.751 99% SLOVENYA 985 53% 1.117 13% 1.145 3% 1.543 35% LÜKSEMBURG 252 22% 389 54% 304 -22% 139 -54% NORVEÇ 96% 367 16% 490 34% 534 9% 317 216 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241 Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri FİNLANDİYA 228 50% 360 58% 356 -1% 510 43% PORTEKİZ 101 -23% 145 44% 141 -3% 285 102% İRLANDA 316 182% 375 19% 229 -39% 341 49% BOSNA 140 65% 699 399% 435 -38% 334 -23% LİTVANYA 121 27% 129 7% 211 64% 303 44% LETONYA 3 0% 24 0% 94 0% 115 22% ESTONYA 5 0% 1 -80% 31 3000% 69 123% KARADAĞ 0 - 0 - 0 - 62 - KOSOVA 0 - 0 - 0 - 64 - TOPLAM 245.778 16% 317.229 12% 369.376 16% 283.682 15% Kaynak: UND, Uluslararası Karayolu Taşımacılığı Sektörü 2007 Raporu, s.22. Nakliye alanında kara yoluna verilen yoğunluk trafik sorunu da artırmaktadır. Örneğin İstanbul'a her gün 6 bin kamyon girmektedir. Entegre taşımacılığın sağlanmasıyla bu sayının yüzde 30 azalacağı ve böylece İstanbul’un trafik sorununun çözülebileceği değerlendirilmektedir (Atılgan, 2008). Liman sayısının azlığı ve olan limanlarımızın düşük kapasiteleri ise başka bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Liman sayısının fazlalaştırılması için özelleştirme yoluna gidilmiştir. Limanların yetersiz olması sadece lojistik sektörüne değil bu sektörle bütünleşik diğer sektörleri de etkilemektedir. En fazla etkilenen sektörlerden biri ise turizmdir. Birçok bölgemiz gemi ile tatilin cazip olabileceği ülkemizde liman yetersizliğinden yabancı turistin ilgisini çekememektedir. Bir çok seyahat programına da bu sebepten dolayı dahil olamayan Türkiye, ülke ekonomisinde bu yönden kayıp yaşamaktadır. Demiryolu taşımacılığındaki eksiklikler ise kombine taşımacılıktaki eksik halka olarak tanımlanmaktadır (Tırman, 2008). Demiryollarının kombine taşımacılık ile birlikte düşünülmesi gerekmektedir. Gündemde olan Marmaray Projesi ile demiryolu yapılanmasının büyük bir kısmı başlamıştır. Bu proje İstanbul Boğazının her iki yakasını demiryolu ile birbirine bağlayacaktır. Marmaray Projesinin yaklaşık maliyeti 3400 milyon$ olmakla birlikte 607 217 Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241 Özlem Diken Hande Selimoğlu km’si ana hat ve tali hatlarla birlikte 10.508 km uzunluğundadır. Demiryolu ağı mevcut olup, Ülkemizin nüfusu, yüzölçümü ve ekonomik potansiyeli dikkate alındığında var olan demiryolu ağı yetersiz kalmaktadır. Devam eden projeler ise şu şekildedir (ubak.gov.tr; 2008); - Menemen-Aliağa Çift Hat Demiryolu - Gebze-Haydarpaşa, Sirkeci-Halkalı Banliyö Hattının iyileştirilmesi ve Demiryolu Boğaz Tüp Geçişi İnşaatı - Kemalpaşa Organize Sanayi Bölgesi Demiryolu Bağlantı - Kars-Ahilkelek-Tiflis-Bakü demiryolu, - Bandırma-Bursa-Ayazma-Osmaneli, - Ayazma-İnegöl-Bozüyük-İnönü demiryolu, - Tekirdağ-Muratlı Demiryolu. Hattı, Ulaşım kanallarının yeterli derecede entegre olamamasının bir nedeni ise ülkemizde “lojistik köyleri” kavramının gelişmemesidir. Hadımköy ve TuzlaOrhanlı’da olmak üzere iki adet lojistik köy kurulması planlanmış olmakla birlikte İstanbul Büyük Şehir Belediyesi tarafından onay beklemektedir. Avrupa da ise yaklaşık yüz adet lojistik köy bulunmaktadır ki rekor Almanya’dadır. Lojistik köylerinin kurulması için kesinlikle hükümetin desteği şarttır. Lojistik köyler demiryolu karayolu hatta limanlara yakın olan ancak şehir trafiğini etkilemeyecek şehir dışı noktalar olarak tanımlanabilir. Lojistik köylerde öncelikli hedef tüm taşıma modlarının entegrasyonu olmalıdır. Bir çok taşıma moduyla entegre depolama, yükleme-boşaltma, elleçleme gibi lojistik faaliyetlerinin aynı yerde koordineli olarak yapılması şirketlerin aynı noktada toplanmasını ve böylece rekabet gücünün de artmasını sağlayacaktır. TCDD’nin 2007 yatırım programına aldığı altı lojistik köyden ilki olan Samsun-Gelemen Lojistik Köyü 333 bin m2'lik alana kurulmuştur. Gelemen'den sonra İstanbul-Halkalı, İzmit-Köseköy, Eskişehir-Hasanbey, 218 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241 Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri Kayseri-Boğazköprü ve Balıkesir-Gökköyde yük lojistik köyü kurma çalışmalarını sürdürmektedir. (ris-mersin.info; 10.04.2008) Lojistik köylerinin yapılanması aynı zamanda ulaşımda saat kısıtlamalarıyla da yakından ilgilidir. Lojistik köylerinin şehir dışında kurulması trafiği büyük ölçüde rahatlatacaktır. Örneğin İstanbul da trafik sorununu azaltabilmek için İstanbul Büyükşehir Belediyesi sabah ve akşam trafiğinin yoğun olduğu saatlerde TIR’ların Tem ve Fatih Sultan Mehmet köprülerinden geçişlerini kısıtlamıştır. Birinci köprüden geçişleri yasak olan TIR’lar için bir de diğer geçiş yolları da kısıtlanınca “demuraj” ücreti olarak adlandırılan bekleme nedeniyle oluşan ek masraflar firmalar için büyük bir sorun haline gelmiştir. Beklemeden dolayı ek masraflara maruz kalan firmalar, bu yasak yüzünden dolaylı olarak ihracat hacimlerinde düşüş göstermektedir. Bu kısıtlamada ilginç olan kısım ise sadece yerli plakalı TIR’ların bu uygulamaya dahil olmasıdır. Bu durumda yabancı plakalı TIR’lar daha fazla yük taşıdığından ihracat hacmini geliştirmeye devam etmektedirler. Eğitim Sorunu Lojistik sektöründe müşteri tatmini çok büyük bir önceliktir. Firmalar ilerleyebilmek ve gelişebilmek için müşteri odaklı olmalı ve kaliteli hizmet sunmalıdır. Müşterinin tatmin edilebilmesi malın doğru zamanda, en az maliyetle, doğru yerde olması sağlanabilir. Lojistik sektörü hizmete dayandığından bu sektörde nitelikli iş gücünün önemi oldukça fazladır. Fakat Türkiye’de lojistikteki nitelikli iş gücünü arttırmaya yönelik pek fazla girişimde bulunulmadığı da başka bir gerçektir. Lojistik konusunda eğitimi geliştirmede en fazla pay üniversitelere düşmektedir. Ülkemizde lojistik mezunları yok denecek kadar azdır. Meslek Yüksek Okulları henüz açılmakta ve az sayıda dört yıllık lisans eğitimi veren üniversite bulunmaktadır. Şu anda lojistik sektöründe görev yapan yöneticilerin birçoğu Endüstri Mühendisliği, 219 Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241 Özlem Diken Hande Selimoğlu İşletme veya Kamu Yönetimi bölümlerden mezunlardır. Şu an ki yöneticilerin birçoğu lojistik eğitimi alarak bulundukları konuma gelmemişlerdir. Lojistik sektöründe çalışan nitelikli iş gücü bir yana akademik açıdan da bu konuda, müfredat, makale, kitap konusunda oldukça fazla açık bulunmaktadır. Türkiye’nin lojistik eğitimi ve diğer sorunlarda bu kadar geri kalmasının nedeni ise “Lojistik” kelimesinin Türkiye için yeni bir kavram olmasından kaynaklanmaktadır. Birkaç sene öncesine kadar lojistik kelimesi insanlara kurye, evden eve nakliye gibi çağrışımlar yapmaktaydı. Bu kavramın yerine oturmasını sağlayan ise üniversitelerdir. Fakat dört yıllık lisans eğitimi, iki yıllık eğitim ya da sertifika programlarıyla sektörü çok iyi tanımak veya lojistiği çok iyi öğrenmek zordur. Üniversite eğitimi meslek edindirmekten ziyade vizyon kazandırmaktır. Önemli olan kişinin kendini ne yönde ne kadar geliştirdiğidir. Bu açıdan bazı üniversiteler stajı zorunlu tutmuştur. Fakat staj konusunda da ne kadar yarar sağlanabileceği gene kişinin kendi performansına bağlıdır. Çoğu şirket stajyere işi daha iyi öğrenmesi için sorumluluk vermemektedir. Stajyerin ne kadar bu konuya eğilimi, eğitimi, ilgisi varsa o doğrultuda sorumluluk almasına izin verilmektedir. Stajın kalitesi öğrencinin kendisini ne kadar sunduğuyla ve tabi ki firmaya göre değişkenlik göstermektedir. Bazı öğrenciler stajları boyunca yalnızca fotokopi çekerken bazıları pratikte bazı şeyler öğrenmeye hatta sorumluluk almaya başlamış olabilir. Sonuç olarak, üniversitelerdeki eğitimin pratik ile tamamlayıcı olması için üniversite-sektör işbirliğine ihtiyaç vardır. Eğitim sorunu nedeni ile lojistik kavramının bile anlaşılmasında zorluk yaşanmaktadır. Lojistik kelimesinin sadece yük taşıma, bir yerden bir yere götürme olarak algılayan girişimci; kamyonuna “evden eve lojistik” yazarak lojistiğin sadece kapıdan kapıya ev taşıma olduğunu saymakta, birkaç kamyon ve depo ile sektöre girmekte böylece başka sorunlara da davetiye çıkarmaktadır. Bir yükün gönderimindeki belgeler, kanunlar rasgele yapılacak işler değildir. Aksi halde birçok farklı sorunlara yol açabilir. Şirketler ise 220 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241 Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri eğitim yerine eş dost tavsiyesi ile şoför almaktadırlar. Bilinçlendirilmiş şoförler şirkete fayda sağlamakla birlikte dolaylı olarak diğer sorunların çözümlenmesine de yardımcı olacaktır. Trafik kazalarını örnek olarak verebiliriz. Bilinçsiz şoförler daha fazla para kazanmak amacı ile istihap haddini aşarak daha fazla yük taşımakta, bu da trafik kazalarına hatta yolların zarar görmesine sebebiyet vermektedir. Bu gibi sorunlara sebebiyet vermemek için Ulaştırma Bakanlığı tarafından üç tip mesleki yeterlilik belgesi çıkartılmıştır. Mesleki Yeterlilik Belgesi türleri; üst düzey yönetici (ÜDY), orta düzey yönetici (ODY) ve sürücü (SRC) türü mesleki yeterlilik belgesi olmak üzere üç ana grupta değerlendirilir (tugem.com.tr: 06.09.2008). Tablo 2: 28.01.2008 Tarihi İtibariyle Mesleki Yeterlilik Belgelerinde Son Durum İSTATİSTİKİ VERİLER SRC İncelenen Başvuru Sayısı ÜDY- ODY TOPLAM 1.105.803 31.760 1.137.563 Belge Almayı Hak Edenlerin Sayısı 912.329 13.682 926.011 Belge Almayı Hak Edemeyenlerin Sayısı 153.699 17.703 171.402 Teslim Edilen Belge Sayısı 823.701 - 823.701 Kaynak:http://www.kugm.gov.tr/dosyalar/diger/sagbolum11.xls– 22.05.2008 Tablo 2’de mesleki yeterlilik belgesi alımında son durum görülmektedir. Hem araç işletenlerinin hem de şoförlerin uymaları gereken mevzuatları da iyi bilmeleri gerekmektedir. Örneğin Karayolları Trafik Yönetmeliği Üçüncü Bölümünde yer alan araç işletenlerinin; - Otobüs, kamyon ve çekici araçlarında takoğraf cihazı bulundurmaları ve bunların işler durumda olmalarını sağlamaları, - Araçlarına ait takoğraf kayıtlarını, kayıt tarihinden itibaren 1 ay süreyle araçlarda, 5 yıl süreyle de iş yerlerinde, iş yeri yoksa araçlarında muhafaza etmeleri veya ettirmeleri gerekmektedir. Taşıt şoförlerinin ise Mesleki Yeterlilik Belgesi alarak araç sürmeleri ve zorunlu olduğu halde 221 Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241 Özlem Diken Hande Selimoğlu takoğraf bulundurmayan veya takoğrafları işler durumda olmayan taşıtları trafiğe çıkarmamaları gerekir (ÜDY: 158). Gümrük Mevzuatı Gümrükler, gelişmiş dünya ülkelerinde, uluslararası ticareti düzenleyen bütün ticari faaliyetler çerçevesinde değerlendirilen ve ticareti engelleyici olmaktan çok, kolaylaştırıcı bir işleve sahiptir. Lojistik konusunda eğitim sorununun yaşandığı belli başlı alanlardan birini gümrük mevzuatı oluşturmaktadır. Gümrük işlemlerinde sorunlar firma elemanlarının yetersizliğinden ve bu konuda bilgi eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Firma elemanlarının yetersizliğinden dolayı bu fonksiyon daha çok gümrük müşavirliği firmalarınca yerine getirilmektedir. Yalnızca firmaların değil gümrükte çalışan memurların da eğitimlerinin yetersiz olduğu gözlenmektedir. Bu durum fazla mesaiye neden olmakta ve bu da kalitenin düşmesine sebep olmaktadır. Yetersiz eleman açığını kapamak ve gümrükteki süreci hızlandırmak amacı ile alt yapısı sağlam bir gümrük otomasyonu kurulmasına ihtiyaç vardır. Halen gümrük işlemlerinin yüzde 98’i elektronik ortamda gerçekleştirilmekte ve yüzde 80’e yakını da gümrük müşavirlerinin bürolarından elektronik veri transferiyle yapılmaktadır. (ntvmsnbc.com: 25.07.2008). Gümrükler ve ilgili taraflar arasında ortak bir veri tabanı oluşturulması ve bilgi alışverişinin online olarak sağlanması oldukça önemli bir adım olacaktır. Kamu ve özel sektör kuruluşlarının verimli bir biçimde iletişim kurma ihtiyacından doğan Elektronik Veri Değişim (EDI) sistemi dış ticaret ve gümrük işlemlerinde etkin bir şekilde kullanılmaktadır. Türkiye’de gümrük işlemlerinde EDI sistemi uygulaması olarak bilgisayarlı Gümrük Etkinlikleri Yazılımı (BİLGE) sistemi kullanılmaya başlanmıştır. Bilgisayarlı Gümrük Etkinlikleri Sistemi (BİLGE), gümrük işlemlerinin yaklaşık %99’unu gerçekleştiren 58 noktada 64 gümrük müdürlüğünde kullanılan ve gümrük işlemlerinin bilgisayar ortamında yapılmasına olanak sağlayan, esas itibariyle 222 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241 Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri 4 ana modülden oluşan gümrük bilgisayar sistemidir (bilgiyonetimi.org: 22.05.2008). BİLGE sisteminin kullanılmasıyla evrakların kurumlar arası dolaşmasından dolayı oluşan maliyette ve zaman kaybında azalama olacaktır. Gümrüklerde birçok belge istenmekte ve bu yüzden zorluklar yaşanmaktadır. Örneğin gelen ve giden taşıtların kontrolünde: asıl manifesto, müfrez manifesto, konşimento, yük senedi, soru kağıdı, boş gitme kağıdı gibi belgeler istenmektedir. ( Ay: 10) İstenilen belgeler çok fazla olduğundan vakit almakta bu durum gümrük kapılarında beklemelere sebebiyet vermektedir. Gümrüklerde eğitimsizlikten, otomasyondan ve fazla belge istenmesinden kaynaklanan yavaşlığın yanı sıra bir de gümrüklerin birbirinden farklı uygulama prosedürlerinden kaynaklanan problemler vardır. Avrupa Birliği’ne üye olan ülkelerde de her üye ülkenin kendi gümrük idaresi de olduğundan, uygulanan gümrük kurallarında farklılıklar olmakta bu da firmaların gümrük süreçlerinde aksaklığa sebep olmaktadır. Depolar Depolardaki problemlerden biri kapasitelerinin altında çalışıyor olmalarıdır. Lojistik köylerin şehir dışına kurulması bir yandan trafiği rahatlatırken depoların da verimini arttıracaktır. Ülkemizde lojistik köy kavramının gelişmemesi neticesi depolar çok farklı yerlerde konumlanmakta, bu da depoların verimsiz kullanımına yol açmaktadır. Farklı yerlerde ve gereğinden fazla depo olması yanında mevcutların da tam kapasite ile çalışmaması nedeni ile maliyetleri artmaktadır. Depolama lojistiğin en temel faaliyetlerinden biridir ancak lojistik sektöründeki her şirketin muhakkak bir depo sahibi olmasına gerek yoktur. Depolar “outsource” edilebilir yani dış kaynak kullanımı ile sağlanabilir. Dış kaynak kullanımı Türkiye’de lojistik süreçlerin yüzde 38’ni oluştururken, bu oran AB ülkelerinde yüzde 60’lar seviyesindedir (kobifinans.com.tr: 223 Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241 Özlem Diken Hande Selimoğlu 25.06.2008). Ülkemizde dış kaynak kullanımındaki tutuculuk; depoların gereksiz yere açılmasına, firmaların maliyetlerini yükseltmesine yol açmaktadır. Bu nedenle birçoğu kapasitesinin altında çalışmaktadır. Bunun dışında depolarda yetersiz bilişim alt yapısı kullanılmaktadır. Bilişim alt yapısı ile entegre olmuş depolar müşteri tatmini arttırırken depo sahibinin de maliyetlerini azaltabilmektedir. Bilişim alt yapısının kurumu ilk başta maliyetli olsa da, yatırımın geri dönüşü kısa zamanda alınabilmektedir. Bilişim alt yapısı malların kaybolma veya çalınma riskini de ortadan kaldırmaktadır. Örneğin RFID1 sistemi kurulmuş bir depoda ürünün nerede olduğu kolayca bulunabilir, böylece süreç daha etkin kullanılarak daha iyi hizmet ile müşteri tatmini sağlanabilir. Aslında RFID hayatımızın yeteri kadar içindedir. Fakat yeterli yatırım yapılmadığından depolarımıza yeterince girememiştir. Teknolojideki Geri Kalmışlık Teknolojide geri kalmış olmamız sadece depo uygulamalarının değil lojistik süreçlerin de süresini uzatmaktadır. E-belge uygulamasına hala geçilmemiş olması hem kağıt sarfiyatını arttırmakta hem de süreçlerin uzamasına neden olmaktadır (Gülenç, 2008: 8). EDI2, farklı kuruluşlardaki uygulamalar arasında yapısal veri değişimi şeklinde tanımlanmaktadır. Bu tanımda yer alan yapısal veri değişimi, EDI'nin iş dünyasında kullanılan kağıt belge değişiminin yerine geçtiği anlamına gelir ve Elektronik Ticaret konusu ile doğrudan ilgilidir. EDI uygulamalarında veri, yapısal bir formatta transfer edilmektedir. Bu formata EDIFACT (İdari, Ticaret ve Nakliyata İlişkin Elektronik Veri Değişimi) adı verilir (igmd.org: 25.06.2008). EDI sistemi (Tablo 3), E-Lojistik kullanımında olduğu gibi süreçlerin kısalmasına yardımcı olmaktadır. Süreçlerin kısalması ve işlemlerin daha kısa sürede yapılabilmesi için Gümrük Müsteşarlığı EDI sistemine başlamıştır. 1 2 RFID: Radio Frequency Identification. EDI: Electronic Data Interchange. 224 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241 Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri Gümrük işlemlerinin bilgisayar ortamında yapılmasına yönelik olarak hazırlanan BİLGE yazılımının pilot uygulaması Atatürk Havalimanı Giriş ve Çıkış Gümrük Müdürlüklerinde başlamış, 2001 yılı Ekim ayı itibariyle diğer gümrük idarelerinde de uygulamaya geçilmiştir (customs-edi.gov.tr: 27.06.2008). Tablo 3: EDI Sistemi Kaynak: www.customs-edi.gov.tr/icerik.aspx?id=edinedir Teknolojik açıdan geri kaldığımız konulardan biri ise gümrüklerimizdir. Gümrük sisteminde x-ray uygulamasının başlatılması konusunda ülkemiz geç kalmıştır. Türkiye'nin 143 gümrük kapısı bulunmasına rağmen, bu kapılarda sadece dört X-Ray cihazı bulunmaktadır (Şahin, 2008). Türkiye’nin giriş ve çıkış olmak üzere toplam 286 X-Ray cihazına ihtiyaç duyduğu dikkate alınırsa, gümrük kapılarındaki zafiyet daha iyi anlaşılacaktır. DIŞ FAKTÖRLER İhracatımızı Engelleyen Faktörler Türkiye ile AT arasında 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanıp 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe giren Ankara Anlaşması Ortaklığı bulunmaktadır. Bu ortaklık Türkiye’nin tam AB üyeliğine kadar olan süreçte Avrupa 225 Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241 Özlem Diken Hande Selimoğlu Topluluğu’nun bir ortağı olduğunu nitelemektedir. Ayrıca Gümrük Birliği’ne üye olması ile birlikte Türkiye’nin Avrupa’daki mallarının serbest dolaşımı ilkesi söz konusu olmaktadır. Ancak günümüzde karayolu ile yapılan ihracatlarımızın analizini yapacak olursak önümüze çıkan engelleri aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz. Geçiş Belgelerine Getirilen Kotalar Gümrük Birliği’ne göre Avrupa genelinde sanayi ürünlerinin serbest dolaşımını engelleyen tarife engelleri (gümrük vergileri ve gümrük vergileri ile eş etkili vergiler), tarife dışı engeller (getirilen kotalar) ve ürünlere getirilen miktar kısıtlamaları gerçekte yasaktır. Buna rağmen AB’nin bu engelleri uygulamakta ve bu durum sadece kara taşımacıları için değil Türk sanayi ürünlerinin serbest dolaşımını da engellemektedir (Baydarol: 2). İhracat yaptığımız ülkelerin geçiş belgelerine getirdiği kotalar, ticaretimizi köreltmeye yöneliktir. Bu ülkeler üzerinden transit geçişlere getirilen kısıtlamalar da Türkiye’ye ek masraflar getirmektedir. Türkiye minimum masraf ve zamanla gideceği yolu, başka yollar üzerinden üç kat zaman harcayarak değişik güzergahlardan ihracatını gerçekleştirme çabasındadır. Almanya, İngiltere, Fransa, İspanya, İtalya bu kozu kullanan ülkelerin başında gelmektedir. Buna ek olarak AB’ye yeni üye olan ülkelerden Macaristan ve Bulgaristan da önceden geçiş sınırlandırması uygulamazken, tam üyelikten sonra ticaretimizi önemli ölçüde zorlaştıran kotalar getirmeye başlamışlardır. UND’nin yaptığı araştırmalara göre ihracatımızın %60’ı AB ülkelerine yönelik ve bu ihracatın %90’ı Karayolu taşımacılığı ile gerçekleşmekte iken taşımalarımız, geçiş kotaları yüzünden kalite-maliyet-vakit etkinliğine uygun ve verimli gerçekleşememektedir. Kullanılan yol güzergahının uzaması, en başta yakıt maliyetini çok fazla etkilemekte ve zamanında ulaştırma yapılamadığı için müşterinin beklentilerine de ters düşmektedir. Ticaretimiz ve ihracatımızdaki büyük gelişmeye oranla geçiş belgelerinin sayısındaki küçük artışın dengesiz bir ilişki yarattığını aşağıdaki tablolarda görebiliriz. 226 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241 Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri Tablo 4: Türkiye-İtalya Dış Ticareti ile Geçiş Belgesi Kotalarının Gelişimine İlişkin Bir Kıyaslama 2002-2006 2002 2003 2004 2005 2006 Değişim % Geçiş Belgesi Kotası 21.000 21.000 27.000 28.000 31.500 %50 İhracatımız (milyar $) 2,3 3,1 4,6 5,6 6,7 %184 İthalatımız (milyar $) 4 5,4 6,8 7,5 8,6 %111 Dış ticaretimiz (milyar $) 6,4 8,6 11,5 13,1 15,4 %138 Kaynak: UND, Türkiye-AB Karma İstişare Komitesi Toplantısı İçin Hazırlanan Rapor, s.7. Macaristan AB’ye üye olduktan sonra giriş çıkış belgelerinin sürelerini kısaltmış ve tek giriş çıkışta ulaştırma yetişmediği için bir çok taşıma ikinci kez giriş belgesi alma zorunluluğuna dahil olmuş ve alınabilecek geçiş belgeleri bu uygulama yüzünden daha çabuk tükenir olmuştur. Bulgaristan ise AB’ye üye olduktan sonra Türkiye ile olan Karayolu Anlaşması’nı tek taraflı olarak fesh etmiş ve Türkiye’ye 200.000’lik geçiş belgesi kotası koymuştur ve sınır kapılarındaki transit vize alımlarını durdurmuştur. Bulgaristan’ın Türkiye’nin transit taşımaları için önemi oldukça fazladır. Vize uygulaması Bulgaristan’ın Schengen vizesiyle geçişi kabul etmesinden sonra çözülmüştür. Ancak kotalar Türkiye’nin Avrupa’ya ulaşımında büyük zorluklara neden olmaktadır. Bulgaristan bu tavrını AB’den aldığı destekle sürdürmektedir çünkü AB Bulgaristan’ı üye ülkeler arasında Asya’yı Avrupa’ya bağlayan en stratejik noktada görmekte ve bu konumla ilgili stratejiler yürütmektedir. Bu ülkeler en çok kota sıkıntısı yaşadığımız ülkeler olmasına rağmen UND kaynaklarından ticaret hacmimizin ne denli büyüdüğünü değişim oranlarından görebilmekteyiz. Hal böyleyken bu büyümenin Türkiye’ye aşırı nakliye masrafları, yakıt masrafları ve belgeler için ek masraflara neden olmasından dolayı faydalı bir büyüme olduğundan söz edememekteyiz. AB ülkeleri ile ilgili durum böyle iken Türkiye’nin kendi topraklarında aldığı tavır ise dikkat 227 Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241 Özlem Diken Hande Selimoğlu çekicidir çünkü Türkiye’ye giren yabancı kamyonlara hiçbir sınır getirilmemekle beraber kendi kamyonlarımız köprülerden geçişlerde belli saat sınırlandırmalarına tabi tutulurken, yabancı kamyonlara böyle bir sınır getirilmemiştir. Türkiye’nin AB ile ilgili taşımacılık ilişkilerinde de, AB’nin Türkiye’yi ne kadar kolay bir ülke olarak gördüğünün anlamak zor değildir. Artırılan Geçiş Belgesi Fiyatları ve Karayolu Vergileri Küreselleşen dünyada ticari ve geçiş engelleri bir kere de ülkelerin geçiş belgesi fiyatlarını artırmasıyla karşımıza çıkmaktadır. Türkiye, Avrupa ülkeleri çapında yaygınlaşmakta olan yeni “karayolu vergileriyle” de karşı karşıya kalmaktadır. 2004 yılında Avusturya’da, 2005 yılında Almanya’da ve 2007 yılında Çek Cumhuriyeti’nde uygulamaya konan yeni karayolu ücretlendirme sistemleri ile karayolu yük araçları bu ülkelerde kat ettikleri mesafe oranında vergi ödemek zorundadır. Fransa’da 12 ton ve üzeri ağır yük araçlarına yönelik yeni bir karayolu ücretlendirme sisteminin denenmesi kararlaştırılırken, yeni sistem kapsamında yol geçiş ücretlerinin iki dingilli araçlar için km başına 0.06 Avro, üç dingilli araçlar için km başına 0.09 Avro, dört dingilli araçlar için km başına 0.12 Avro ve beş dingilli ağır yük araçları için ise km başına 0.15 Avro olması öngörülmektedir. Slovakya ise yaklaşık 2400 km uzunluğundaki otoyol ağı üzerinde müsaade edilen azami ağırlığı 3,5 ton üzeri tüm araçlar için geçerli olacak bir elektronik karayolu ücretli geçiş sistemini uygulamaya koymak üzere bir ihale süreci başlatmıştır (UND; 2007: 14). Genel Vize Problemleri Malların serbest dolaşımı Gümrük Birliği ile sağlanması gereken bir kural iken karayolu taşımacılığı yapan kamyonlara getirilen miktar sınırlandırmaların yanı sıra bu kamyon sürücülerinin vize almaları da oldukça zorlaştırılmıştır Sürücülerin serbest dolaşımı olmadan bu taşımacılık operasyonları başarı ile sürdürülememektedir. Taşımacılığın zaman ve teknik engellere takılmadan verimli ilerleyebilmesi için karayolu sürücülerinin de deniz ve havayolu çalışanlarında olduğu gibi sorunsuz bir şekilde seyahat edebilmeleri 228 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241 Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri gerekmektedir. Bu hak onlara zaten verilmiş olmalıdır. Ancak Türk kamyon şoförleri vize almak için bir turistten fazla vize kuyruğunda beklemektedir ve bu da zamanın çok verimsiz kullanıldığını göstermekle birlikte asıl işlerine odaklanmaları gereken sürede başka prosedürlerle uğraştırıldıkları anlamına gelmektedir. Sürücülerin vize için kaybettikleri süre geçiş belgelerindeki miktar kısıtlaması yasağıyla eş etkide olan bir sorundur, çünkü ek maliyetlere ve zaman kaybına yol açmaktadır. Diğer taşımacılık modlarında çalışanların vizeden muaf olduğu gibi karayolu şoförlerinin de yurtdışında kalış ve vize geçerlilik sürelerine sınırlandırmalar getirilmemesi gerekirken, araçların ilerleyişinin önüne böyle bir sorunun çıkarılması AB içinde Türkiye’nin pozisyonunu gözler önüne sermektedir (UND Raporu: 2008). Türkiye’de Türkiye Cumhuriyeti pasaportuna sahip Bulgarlar, Ruslar, Araplar, Rumlar, Romenler ve Türki Cumhuriyetlerden insanlar bulunmaktadır. Bu hususa taşımacılık açısından bakacak olursak, şoför ve benzer görevler verilerek bu insanların kullanılması taşıma yaptığımız ülkeler açısından kendi insanlarıyla iş yapmanın kolaylığını yaşamalarını sağlasa da Türkiye açısından pahalıya mal olduğu için bir dezavantajdır. Çünkü bu insanlar kendi insanımız kadar ucuza çalışmamaktadır. Ancak vize uygulamaları maalesef kendi insanımızı çalıştırmamızı zorlaştırmaktadır. (Diken: 09.05.2008). Kıbrıs Rum Kesimi İle İlişkilerin AB İçinde Gerginlik Yaratması Kıbrıs Rum kesimi, adanın tamamını temsilen AB üyesi olmasından sonra Gümrük Birliği’ne dayanarak Türkiye’nin deniz ve hava sahalarını Güney Kıbrıs’ın uçak ve gemilerine açmasını talep etmiştir ancak Türkiye Gümrük Birliği’nin deniz ve hava sahasını değil kara ulaştırmasını konu alan bir anlaşma olduğunu vurgulayarak AB’nin de Güney Kıbrıs’ı desteklemesine rağmen bu talebi geri çevirmiş ve siyasi kararlılığını sürdürmüştür. Eğer Türkiye sahalarını bu gemi ve uçaklara açarsa Güney Kıbrıs’ın hukuken üstünlüğünü tanımış olacaktır. Güney Kıbrıs ve Türkiye arasındaki bu husus 229 Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241 Özlem Diken Hande Selimoğlu Türkiye ile olacak AB müzakerelerinin 8 başlıkta askıya alınma kararlarından birisi olmuştur. (Baydarol, Can: 11-12.) SİYASİ İLİŞKİLERİMİZİN LOJİSTİĞE ETKİLERİ UND Küresel Lojistik Performans Endeksi ve Türkiye Araştırmasında 150 ülke içinde 34’ncü olan Türkiye bu sayıyı daha yukarı basamaklara ancak globalleşen dünyanın ticaret kavramına ayak uydurarak sağlayabilecektir. Küresel rekabet eşliğinde özellikle güçlü ülkeler siyasi ve ticari açıdan kendi ülkeleri adına taşımacılıkla ilgili yeni uygulamalar getirmekte ve Türkiye gibi ülkelerin önünü bu uygulamalarla kesmektedirler. Ülkelerin uluslararası taşımacılık anlamındaki ilişkileri ülkelerin ticari ilişkilerinden etkilendiği gibi ticari ilişkiler de ülkelerin siyasi ilişkilerinden etkilenebilmektedir. Bu durumda lojistik kararlarda siyasi ilişkilere dayanabilmektedir. Bu başlık altında analiz ettiğimizde son yıllarda Türkiye’nin komşularına ve diğer ticaret yaptığı ülkelere bakarsak bunların içinde en büyük sorun yaşadığımız ülkeler olarak İran, Irak ve Rusya’yı görmekteyiz. Türkiye-İran İran ve Türkiye’nin bölgenin stratejik önem taşıyan özelliklerinden dolayı iki ülke arasındaki siyasi ilişkiler, ekonomik ve ticari ilişkilerin geliştirilmesiyle iyileşebilecektir. Ancak, İran ile ticari ilişkilerimiz 2003 yılında artmasına rağmen oldukça geriden seyretmektedir. Bunun nedeni ise İran’ın kendi içine dönük korumacı ekonomik siyasetidir. İthalatımız petrol ve petrol ürünlerinden oluşurken, ihraç ettiğimiz mallar genelde tüketim maddeleri ve işlenmiş ürünlerden oluşmaktadır. Tablo 5’de de görüldüğü üzere, ihracat ve ithalatımız arasında büyük fark vardır ve bu fark her yıl daha fazla artarak İran’a petrol açısından ne kadar bağımlı olduğumuzu göstermektedir. İran’ın korumacı ekonomik siyaseti, stratejik önemi yeni projeler için de çok büyük olan Türkiye’ye lojistik açıdan çok fazla problem 230 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241 Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri yaratmaktadır. Bunların başında vize problemleri ve izin belgelerine getirilen sınırlandırmalar gelmektedir. Tablo 5:Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri Yıllar İhracat İthalat Hacim Denge 2001 353.537 839.750 1.193.287 -468.213 2002 299.200 918.600 1.218.200 -619.000 2003 523.99 1.857.797 2.381.196 -1.333.204 2004 803.186 1.957.797 2.760.984 -1.154.611 2005 899.500 3.469.000 4.368.500 -2.569.500 2006 1.100.000 5.600.000 6.700.000 -4.500.000 Kaynak: UND,Uluslararası Karayolu Taşımacılığı Sektörü 2007 Raporu, s.24. Radikal İslam rejimi ile bölgesel güç konumunu güçlendirmeye çalışan İran bu tavrıyla özellikle Amerika ve Batı ile karşı karşıya gelmektedir. İran’ın ambargolara rağmen ayakta kalabilmek için Rusya ile ilişkilerini geliştirmiştir. Rusya ve İran’ın ortak ideolojilerinden biri Kuzey-Güney hattını hayata geçirerek Türkiye’yi devre dışı bırakmak ve bölgesel lojistik ağları Türkiye’yi by-pass ederek kuvvetlendirmektir. (Diken: 09.05.2008). Irak-Türkiye Ortadoğu ülkeleriyle olan ihracat hacmimize ve değişim oranlarına baktığımızda Irak’ın %1 gelişme göstermiş olması doğrultusunda terörün Irak’a girmemizi engelleyen birinci faktör olduğunu söyleyebiliriz. Tablo 6: Ortadoğu Ülkelerine İhraç Taşımalar (Sefer) Boşaltma Ülkesi 2004 Yıllık 2005 Değişim IRAK 483.753 94% Yıllık 2006 Değişim 565.054 17% Yıllık 2007 Değişim 309.680 -45% Yıllık Değişim 313.362 1% Kaynak:http://www.mfa.gov.tr/turkiye-iran-ekonomik-iliskileri.tr.mfa – 04.04.2008 Türkiye-Irak arasındaki zorlu taşıma trafiğinin Türkiye-Suriye sınırına yönlendirilmesi amacıyla Türk ve Suriyeli yetkililer arasında kararlaştırıldığı üzere, Mardin’in güneyinde Nusaybin yakınında ve Suriye’nin sınır kenti 231 Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241 Özlem Diken Hande Selimoğlu Kamışlı’nın karşısında yeni bir sınır kapısının açılması planlanmıştır. Yeni açılacak sınır kapısı Nusaybin’e 6 kilometre uzaklıkta bulunacak ve yük taşımalarının Suriye üzerinden, Kamışlı by-pass edilerek Irak’ın Rabia sınır kapısına yönlendirilmesine olanak sağlayacaktır. Söz konusu güzergah Türkiye ile Irak arasındaki Kürt yönetimindeki kuzey bölgesinden geçiş zorunluluğunu ortadan kaldırarak Irak’ın merkezi ve güneyine yönelik taşımaları kolaylaştıracaktır. Uzun süredir Kürt yönetimindeki Kuzey Irak bölgesinde resmi olmayan “transit vizeleri” almak zorunda bırakılan ve bu maliyetlerin yanında uzun bekleme sürelerine katlanmak durumunda kalan nakliyeciler için önemli bir açılım sağlayacaktır. Güvenlik tehdidi oluşturan Güney bölgemize baktığımızda Lübnan’daki karışıklıklar ve İsrail-Filistin meselesi gitgide zor bir hal aldığı için Mısır’a doğru giden yolda tehlike unsurları oldukça yüksektir. Bu durumda karayolu güzergahımızı değiştirip Süveyş Kanalı üzerinden taşımaya yönelmekteyiz. Rusya-Türkiye Hazar havzasında çıkan petrolün hangi güzergah üzerinden geçerek dağıtılacağı konusu günümüzde Türkiye ile Rusya arasındaki siyasi ilişkileri ve dolayısıyla lojistik faaliyetleri etkileyen en önemli sorunlardan birisi olmuştur. Türk-Rus ilişkilerindeki temel sorun olan Bakü-Ceyhan Hattı ve Bakü-Novorossisk Hattı rekabeti ile Bakü’de çıkacak olan petrolün dağıtılması için kurulacak güzergahın seçimiyle ilgilidir. Petrolün sahibi olan devletler ve işleticiler Rusya’nın siyasi ve ekonomik çıkarlarını abartmasından dolayı bu güzergahın tek bir ülke (Rusya) üzerinden olması yanlısı değildir. Rusya Dış İşleri Bakanlığı’na göre, Hazar’daki petrol aramalarına açılacak ulusal bölgeler önceden anlaşmalarla belirlenen 12 mil sınırını aşamaz ve 12 millik alanın dışında kalan bölgeler kıyı devletlerinin ortak egemenliği altındadır. Azeri yönetimi ise Hazar’ın bir deniz olduğunu ve böyle su kütlelerinin üstünde egemenlik kurulamayacağını savunmaktadır. 232 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241 Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri Bakü-Novorossisk Hattı (kuzey hattı), önceleri Rusya ham petrolünün Azeri rafinerilerine taşınırken kullanılan hattın tamir edilmesiyle Rusya’nın Novorossisk limanına Bakü’den petrol taşımayı hedeflediler. 1411 km’si Rusya’da olan bu hattın 153 km’si ise siyasi anlamda problemli bir bölge olan Çeçenistan’dan geçmektedir. Bunun için 1997 yılında Çeçenistan’ı by-pass eden bir hat Dağistan üzerinden geçecek şekilde inşa edilmeye başlanmıştır. Diğer yandan 1730 km’lik Bakü-Ceyhan Hattı’nın 268km’lik bölümü Azerbaycan’da, 225 km’lik bölümü Gürcistan’da ve 1037km’lik bölümü ise Türkiye’de kalmaktadır (botas.gov.tr: Şubat 2004). Bakü-Ceyhan projesinin gerçekleştirilmesinde Türkiye’nin elindeki en büyük değerlerden biri boğazlardır. Türkiye bu kozu etkili bir şekilde dünya ülkelerine duyurmuş ve İstanbul’un güvenliği ve eko dengenin korunması açısından boğazlardan daha fazla petrol taşımacılığı yapılamayacağını vurgulamıştır. Çünkü kazaların arttığı İstanbul Boğazı’ndan tehlikeli yük taşınması riskleri çok artıracaktır. Ceyhan limanı yılın önemli zamanlarında hava muhalefetleri nedeniyle tam çalışamayan Novorossisk limanına göre daha verimli çalışacaktır. Aynı zamanda Ceyhan Hattı petrol satıcıları açısından avantaj taşımaktadır çünkü Türkiye’nin bu taşınacak petrolün müşterisi olması durumu söz konusudur. Amerika’nın bu rekabet ortamında Bakü-Ceyhan Hattı’na artan bir şekilde destek vermesinin en önemli stratejik nedeni, Ceyhan’a gidecek olan petrolün alıcılarından birinin de İsrail olmasıdır. Diğer yandan Bakü-Ceyhan’ın “terör sorunu’’ yüzünden güvenli olmadığını savunanlarda vardır. Türkiye bu hattın tamamlanmasıyla etraftaki diğer ülkelerinde Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmayı hedeflemektedir. Sonuç olarak, Türkiye ve Rusya’nın enerji güzergahları ile ilgili rekabetini sürmeye devam edeceği görülmektedir. ULAŞIM AĞLARININ TÜRKİYE İLE ENTEGRASYONU Yeniden Canlanan İpek Yolu – Trececa Projesi 233 Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241 Özlem Diken Hande Selimoğlu Traceca, Avrupa Birliği tarafından 21. yüzyılın İpek Yolu olarak adlandırılan; Avrupa, Karadeniz, Kafkasya, Hazar Denizi ve Asya bölgelerinin taşımacılık açısından gelişmesi ve entegre bir düzen kurulması için Avrupa-KafkasyaAsya Ulaştırma Koridoru olmayı hedefleyen projedir. 1993 yılında Brüksel’de 3 Kafkas ülkesi; Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan ve beş Orta Asya ülkesi; Kazakistan, Tacikistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan’ın katılımıyla ortaya çıkmıştır. Projeye 1996 yılında Moğolistan ve Ukrayna, 1998’de Moldova dahil olmuşlardır. Daha sonrasında Mart 2000’de ise ilk yıllık toplantıda Bulgaristan, Romanya ve Türkiye Traceca Projesine katılmışlardır. Adı, TRAnsport Corridor Europe Caucuses Asia’nın baş harflerinden gelmektedir (traceca.org.tr: 24.04.2008). Orta Asya ve Uzakdoğu ticari bağlantılarının yeniden gelişmesi içinde stratejik önem taşımaktadır. Karayolları taşımacılığı, demiryolu taşımacılığı, su taşımacılığı, hava taşımacılığı, konteynır taşımacılığı ve boru hattı taşımacılığı ile entegre bir ulaşım ağı sağlamaktadır. İlk başlarda AB tarafından finanse edilen Traceca, 2004 yılından itibaren üye ülkeler tarafından finanse edilmeye başlanmıştır. AB’nin Traceca ile zengin Orta Asya’yı Avrupa’ya özellikle demiryolu ile bağlamak istediği değerlendirilmektedir. Amerika Rusya’ya olan bağımsızlığı azaltmak için başlangıçta Kars-TiflisBakü demiryolu hattı programına destek vereceğini söylerken, daha sonradan finansal anlamda destek vermeyerek Ermeni diasporasının etkisinde kalmıştır. Hatta 2006 yılında Kars-Tiflis-Bakü için destek verilmemesini sağlamak için yasa çıkarmış ve bankalarının bu projeye kredi anlamında destek vermesini engellemiştir. Bu nedenle Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye kendi imkanlarıyla bu projeyi hayata geçirmiştir. Rusya ile Türkiye’yi de birbirine daha çok yaklaştıracak bu proje Bakü-Ceyhan-Tiflis ve Erzurum-Tiflis arasındaki petrol boru hattından sonra üçüncü stratejik öneme sahip proje olacaktır. 234 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241 Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri İran bu projeye Orta Asya’dan kendine gelebilecek ticari zararlardan ötürü tepki göstermiş, İran-Türkmenistan demiryolu hattını kurmuş ve Kuzey-Güney hattını canlandırma çabasına girmiştir. Ayrıca İran, Azerbaycan ve Rusya ile Kuzey-Güney ulaşım koridoru bağlantılı bir demiryolu anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşma ile İran Türkiye’yi yok sayarak Avrupa’ya ulaşmayı hedeflemekte ve aynı amaçla Türkmenistan ve Kazakistan ile de bir demiryolu projesi hayata geçirmek istemektedir. İran, Türkiye’yi ticari anlamdaki kardan yoksun kılmak için Kars-Tiflis-Bakü demiryolundan dışlamak istemekte ve Orta Asya’da ilerleyen Türk karayolu araçlarına caydırıcı maliyetler getirmektedir. Çin ise ticaret yapan ülkeler açısından büyük bir kaynak olmasına rağmen, limanlarındaki sıkışıklıklardan dolayı çıkan sorunlar yüzünden yeni ulaşım projelerine açık bir ülkedir. (circassiancanada.com) Öte yandan Çin pazarının geleceği ile ilgili fikir ayrılıkları bulunmaktadır. Bazı kaynaklar Çin’in üretim ve lojistik açısından daha da büyüyeceğini söylemektedir. Çin’de dünyanın en teknolojik işçiliğini yapan bir işçinin en büyük hayali; motosiklet sahibi olmak, 40m olan bir evde oturmak ve çocuğunu iyi yetiştirebilmektir. Çin’de insan hakları ile ilgili dramatik durum işçilerin yönetime karşı ayaklanmasına yol açabilir ve sonuç Çin’in geleceği için parlak olmayabilir. Ayrıca Çin’in en büyük müşterisi olan Amerika eğer Mortage krizi ve kredi kartları patlaması gibi bir takım olaylardan dolayı geri çekilir ve müşterisi olmaktan çıkarsa Çin’de lojistik anlamda limanlardaki sıkışıklıklar yerine boşluklar konuşuluyor olacaktır (Diken: 2008). Türkiye’nin uluslar arası lojistik alanında stratejik görevleri üstlenebilmesi için alt yapı alanında önemli çalışmalara başlanmalıdır. Nitekim Asya’yı Avrupa’ya boğazdan bağlayacak olan tüp geçit projesinin yapımı devam etmektedir. Yine Türkiye’de Kars-Tiflis-Bakü demiryolu hattının etrafındaki karayolları düzeltilmekte ve rehabilitasyon çalışmaları devam etmektedir. Bu proje kapsamında birçok ülke Doğu-Batı eksenine destek verirken; İran gibi bazıları da Kuzey-Güney eksenine destek vererek bu projeyi baltalamaya 235 Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241 Özlem Diken Hande Selimoğlu çalışmaktadır. Bu projenin gerçekleşmesi, Türkiye’nin daha da önemli bir konuma gelmesini sağlayacak; Güney Kafkasya ülkeleri, Asya ülkeleri ve Avrupa ülkeleri ile olan ticari hacmini genişletecek, aynı zamanda yurt içinde de demir yolu, deniz yolu bağlantılarını iyileştirip, limanların verimliliğini artırarak ülke içi taşımacılığında da yeniden yapılanmasına yardım edecektir. Kısacası Türkiye Avrupa-Asya trafiğinde merkezi bir üs olacaktır (circassiancanada). SONUÇ Türkiye’nin lojistik gelişimini engelleyen iç faktörlere bakıldığında her bir etmenin birbiri ile ilişkili olduğunu görmekteyiz. Alt yapı ve planlama eksikliklerinin giderilmesi için hükümetin de desteği ile bir master programı çerçevesinde hedefler saptanmalı, nasıl uygulanacağına ilişkin stratejiler belirlenmelidir. Plan eksikliği ile birlikte yatırım eksikliği de göze çarpmaktadır. Belirli bir yatırım politikası çerçevesinde yetersiz ulaşım kanallarımız yeniden düzenlenmeli böylece kara taşımacılığından çok deniz taşımacılığına ya da demiryolu taşımacılığına ağırlık verilmesi sağlanmalıdır. Limanlarımızdaki eksiklikler, demiryolunun kullanım azlığını ilişkin problemler de yatırım programının kapsamına alınmalıdır. Yatırımlar ile demiryolları çalışmaları hızlandırılmalı ve arttırılmalı, denizyolu ile ilgili olarak ise limanlarımızın sayısı arttırılmalıdır. Bu yatırımların en iyi şekilde yapılabilmesi için, gerekli kadroların yetiştirilmesi gereklidir. Yatırımlar eğitimli ve yetişmiş elemanlarla gerçekleşebilir. Örneğin 1997 yılında kapatılan Demiryolu Meslek Liselerinin tekrar açılması ile eğitimli eleman açığı kapatılmaya başlanabilir. Karayoluyla taşımada karşılaşılan güçlükler demiryolu ile çözümlenebilir. Suriye ve Irak ile sınırlarımız yakın olduğundan mal gönderiminde karayolu tercih edilmektedir. Fakat siyasi problemler yüzünden mesafe yakın olmasına rağmen navlun ücretleri artmış taşıma süreleri gümrük kapılarındaki tıkanmalar yüzünden uzamıştır. Irak ile 236 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241 Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri olan demiryolunu iyileştirilmesi ticarete bu açıdan yeni bir soluk kazandıracaktır. Taşıma modları birbirinden ayrı görülmemeli, her bir taşıma modu birbiriyle entegre edilerek taşımacılık daha etkili hale getirilmelidir. Lojistik köylerin kurulamamasının ya da merkezlerde bulunmamasının asıl sebebi planlama eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Lojistik sektöründe plansız büyüme gerçekleştiğinden lojistik köy ile lojistik aktivitelerinin tek elde toplanması yerine her firma işlemlerini kendi imkanları doğrultusunda gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Lojistik köylerinin kurulması taşıma modlarının entegre olmasını, faaliyetlerin bir arada toplanmasını ve tek elden yönetilmesini böylece çeşitli maliyetlerin düşürülmesi gibi birçok avantajı da beraberinde getirecektir. Lojistik köylerinin kurulması aynı zamanda kamyonların şehir içindeki saat kısıtlamalarına yönelik bir çözüm niteliği taşımaktadır. Böylece İstanbul’un trafik sorunu da lojistik köyler sayesinde rahatlayacaktır. Lojistik kavramının Türkiye de yeni olmasından henüz bu konu hakkında yatırım ve planlamaya yönelik adımlar atılmamıştır. Lojistik kavramını geliştirmek ve yaymak ise öncelikle üniversitelere sonra ise şirketlere düşmektedir. Yalnızca dört adet lisans programı olan lojistik bölümü nitelikli iş gücünü arttırmak amacı ile daha çok üniversitede yalnızca ders olarak değil bölüm olarak okutulmalıdır. Eğitimle birlikte bu sektörde çalışanlar için belli standartların belirlenmesi de Türkiye’nin diğer ülkeler ile arasındaki lojistik aktiviteleri arttıracaktır. Yalnızca üst düzey yöneticilerin eğitim alması da yeterli olmayacaktır. Sektörde en üstten en alta kadar çalışan her bireyin bilinçlenmesi ve eğitimi için uygun bir eğitim sistemi geliştirilmelidir. Her seviyede yeterli eğitim almış elemanlardan kurulu bir şirket sorunları daha hızlı çözüp, yeniliklere daha çabuk adapte olabilme yetisi kazanabilecektir ve böylece başarı çok daha hızlı, kolay gelecektir. Şirketlerde kişiler için çeşitli eğitim programlarının hazırlanması, kişilerin bilinçlendirilmesi bu sektörü daha çok ileriye taşıyacaktır. 237 Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241 Özlem Diken Hande Selimoğlu Gümrüklerimizde ise gerek kanundaki eksikliklerden gerekse teknolojik alt yapı eksikliğinden mevzuatındaki kaynaklanan eksikliklerin sorunlar giderilmesi bulunmaktadır. büyük ölçüde Gümrük teknoloji ile bağlantılıdır. Gümrüklerdeki yetersiz eleman açığı alt yapısı sağlam gümrük otomasyonuyla desteklenmelidir. Gümrük ve gümrük müşavirliklerindeki işlemlerin yüzde 98’i değil tamamı elektronik veri transferiyle yapılmalıdır. Gümrük süreçlerinin uzun olması ise E-belge uygulamasına tam anlamı ile geçilememesinden kaynaklanmaktadır. E-belge uygulaması ile hem zaman hem kağıt tasarrufu yapılarak kazanç sağlanabilir. E-devlet, e-belge uygulamaları hızla yaygınlaştırılmalı ve desteklenmelidir (e-vergi, e-tescil, esözleşme, e-imza, e-beyanname vb.). E-ticaretin uygulanması gerekli ürünlerin temini, ürünlerin koşullara uygun yerlere konumlandırılması, ürünlerin rekabet edilebilir fiyatla sunulması, ürünlerin ihtiyaçları olundukları sırada kullanılır halde bulundurulması ve ürünlerin müşterilere doğru zamanda teslim edilmesi faydalarını sağlayacaktır. Bunlara ek olarak Türkiye gümrükleri ile diğer ülke gümrükleri arasında entegrasyon sağlanmalıdır. Birbirinden farklı süreçler izleyen gümrükler gümrük işlemlerinin aksamasına sebebiyet vermektedir. Depolardaki en önemli sorunlardan biri depoların tam kapasite ile çalışamamasından kaynaklanmaktadır. Depoların kapasite altı çalışmasının sebebi ise alt yapı ve planlama eksikliklerinde söz edilen lojistik köylerin eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Lojistik köyler kurulursa lojistik aktiviteleri tek yerde toplanacak ve depoların sayısı şimdikinden daha az olmasına rağmen daha efektif kullanılacağından daha fazla kazanç sağlayacaktır. Depo kullanımı ile ilgili bir başka problem yaratan faktör ise dış kaynak kullanımındaki tutuculuktur. Şirket sahipleri kazançlarını arttırmak adına dış kaynak kullanımına teşvik edilmelidir. Bunun yolu ise bilinçlendirme çalışmalarından geçmektedir. Şirket sahiplerinin depolardan kazanç sağlayamamasının nedenleri aynı zamanda teknolojik geri kalmışlık ile de bağlantılıdır. 238 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241 Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri Depolarımızda RFID sisteminin kurulması gerekmektedir. Bunun içinse yatırım gerekmektedir. RFID kurulmuş depolar çok daha fazla verimlilik sağlayacaktır. Teknolojik eksiklikler yalnızca depolarımızda değil gümrüklerimizde de görülmektedir. Daha önce de bahsedildiği gibi E-belge uygulamasına ve elektronik veri değişimi ile yapılan gümrük süreçleri daha hızlı olacaktır. Gümrüklerde halen X-RAY uygulamasına geçilmemiş olması kaçakçılık oranını arttırmaktadır. Her gümrüğümüze X-RAY cihazları kurulmalı böylece kaçakçılığın önüne geçilmelidir. Türkiye’nin lojistik gelişimini engelleyen dış faktörlere baktığımızda, artırılan geçiş belgeleri kotaları, fiyatları ve vergiler ticaret yapmamızı engelleyen faktörlerdir. Bu engelleri ticaret yapmak istediğimiz ülkeye gidip, ofis açıp o ülkenin kendi plakasıyla taşımacılık yaparak aşma fikri çözüm gibi gözükse de bir süre sonra buna da engeller geleceği için bu yol tam anlamıyla bir çözüm sayılamaz ve bir süre sonra beklenmedik sonuçlar doğurabilir. Dış sorunlar, Türkiye’nin gelişmekte olan ihracatına sınırlar getirmekte ve ticari gelişimimizi engellemektedir. Ürünlerini dışarıya pazarlayamayan üretici ise verimliliğini kaybetmektedir. Türkiye ekonomisine de ek masraflar getiren ve ekonomimizin gelişimine mani olan kota, genel vize sorunlarına çözüm olabilecek noktalar, karayolu taşımacıları haricinde üreticiyi de etkileyecek ve çözüm ortağı durumuna getirecek unsurlardır. AB ile olan sorunları aşabilmek için diplomasi yoluyla şikayetlerimiz üretici firmalar, işçi birlikleri ve kara taşımacıları tarafından zarar ispatları ile birlikte sorun yaşadığımız ülkelerin mahkemelerine ve Avrupa Topluluğu Adalet Divanı’na çıkarılmalıdır. Türkiye doğu-batı koridorunda, Rusya-İran işbirliğinin Türkiye’yi by-pass etme çabalarına karşı akıllıca tavır almalı, ihracat ve ithalat gibi diğer ticari eylemlerini olumsuz etkileyen sonuçlar doğuracak ve tartışma yaratacak platformlardan kaçınmalıdır. Buna ek olarak Avrupa ile entegre olacak Marmaray, Kars-Tiflis-Bakü demiryolu hattı, Bakü-Ceyhan-Tiflis ve Erzurum- 239 Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241 Özlem Diken Hande Selimoğlu Tiflis arasındaki petrol boru hatlarının gelişimi için hazırlanan bütçe alt yapı, fizibilite ve yapım faaliyetleri sırasında hiçbir giderden kaçınılmadan kullanılmalıdır ki Türkiye bir an önce Avrupa ile Asya arasındaki büyük boşluğu en verimli şekilde doldurabilsin. KAYNAKÇA: AY, FAİK: “T.C Süleyman Demirel Üniversitesi Isparta Meslek Yüksek Okulu İthalat İhracat Bölümü Dış Ticarette İşletmelerin Gümrük Ve Gümrükleme Sorunları ile İlgili Çalışma”. BAYDAROL, CAN: “Türkiye-AB İlişkileri Çerçevesinde AB Ülkeleri Tarafından Nakliyecilerimize Uygulanan Taşıma Kotaları Sorunu”, UND Bilgi Notu. BAYDAROL, CAN: “Yapılmayan Bir Gümrük Birliği Tartışması Dokümanı”, UND. DİKEN, ÖZLEM: “Türkiye’nin Lojistik Gelişimini Engelleyen Dış Faktörler’’ konulu Metin Çavuşlar ile yapılan röportaj, (09.05.2008). DİKEN, ÖZLEM: “RODER Genel Müdürü Cumhur Atılgan İle Yapılan Söyleşi”, 2008. DİKEN, ÖZLEM: “Demiryolu Taşımacılığı Derneği Başkanı Mete Tırman İle Yapılan Söyleşi”, 2008. DİKEN, ÖZLEM: “Gümrük Müsteşar Vekili Mehmet Şahin İle Yapılan Söyleşi”, 2008. GÜLENÇ, FİGEN VE KARAGÖZ, BİHTER: “E-Lojistik Ve Türkiye’de ELojistik Uygulamaları”, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1:73-91, (2008). SARAÇ, FERHAT: “Trafik Güvenliği Ve AETR Koşulları”, ÜDY-3 Eğitim Kitabı, 2007. ŞAĞUL, TUNÇ: “Sağlık, Emniyet, Çevre Ve Güvenlik”, ÜDY-3 Eğitim Kitabı, 2007. 240 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241 Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri UND: “Türkiye-AB Karma İstişare Komitesi Toplantısı İçin Hazırlanan Rapor”, 2007. UND: “Uluslararası Karayolu Taşımacılığı Sektörü Raporu”, 2007. Web siteleri: http://www.ubak.gov.tr/tr/dlh/Demiryollari/d_baslik.htm-15.05.2008 http://www.kugm.gov.tr/dosyalar/diger/sagbolum11.xls -10.04.2008 http://www.ris-mersin.info/files/files-web/File/TCDD% 20lojistik% 20koyleri.doc -10.04.2008 http://www.tugem.com.tr/default.aspx?pid=49859 – 06.09.2008 http://www.kugm.gov.tr/dosyalar/diger/sagbolum11.xls – 22.05.2008 http://www.ntvmsnbc.com/news/201607.asp - 25.07.2008 http://www.bilgiyonetimi.org/cm/pages/mkl_gos.php?nt=622#_ftn23 22.05.2008 http://www.kobifinans.com.tr/tr/sektor/011408/17685 - 25.06.2008 http://www.igmd.org/sssEDI.asp -25.06.2008 http://www.customs-edi.gov.tr/icerik.aspx?id=genelbilgiler -26.06.2008 www.customs-edi.gov.tr/icerik.aspx?id=edinedir -26.06.2008 http://www.mfa.gov.tr/turkiye-iran-ekonomik-iliskileri.tr.mfa - 04.04.2008 http://www.botas.gov.tr/sunumlar.asp,Şubat2004 http://www.traceca.org.tr/sss.htm - 24.04.2008 http://www.circassiancanada.com/tr/arastirma/0178_demirdenipekyolu.htm 241 Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241 YAYIN KURALLARI: 1. Beykent Üniversitesi, Stratejik Araştırmalar Dergisi, yılda iki kez yayınlanan hakemli bir dergidir. Dergi; uluslararası ilişkiler, dış politika, ulusal ve uluslararası güvenlik alanında özgün çalışmaları amaçlayan bir dergidir. Aynı zamanda disiplinler arası çalışmalara yer vermektedir. 2. Hazırlanan makaleler; “Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi, Sıraselviler Cad. No.65, 34437, Taksim, İstanbul” adresine gönderilmelidir. Tel: 0090 212 867 55 82. Faks: 0090 212 867 55 77. Elektronik başvurular Microsoft Word dosyası şeklinde aşağıdaki elektronik posta adreslerine [email protected] gönderilebilir: [email protected] 3. Dergiye gönderilen makaleler orijinal olmalı, aynı anda başka bir yayında yayımlanmak için gönderilmemiş olmalıdır. Eğer gönderilen makalenin bir kopyası diğer bir yayın kuruluşuna gönderilmiş veya burada yayınlanmış/yayınlanacaksa bu durum yazar tarafından başvuru esnasında açıkça ifade edilmelidir. 4. Yayın için gönderilen makaleler hakem değerlendirmesine tabidir. Editör ve redaksiyon kurulu tarafından gözden geçirilen makaleler bilimsel yazım kuralları açısından gözden geçirilir. Uygun görülen makaleler daha sonra ilgili alanlardaki üç hakeme akademik inceleme için gönderilir. Editör ve hakemler gönderilen makaleleri üç aşamalı bir metot ile inceleyecekledir: a) Edebi niteliği: yazım tarzı, dil kullanımı, metnin organizasyonu. b) Referans kullanımı: referans yazım uygunluğu, kaynaklar, dipnotların metinle ilişkisi. c) Bilimsel kalitesi: Araştırmanın derinliği, niteliği, bilime katkısı, orijinalliği ve bilimsel inandırıcılığı. Hakemlerin kararına göre, makaleler dergide yayımlanacak veya yayını uygun görülmeyecektir. Hakem raporları gizli tutulacak ve beş yıl süre ile arşiv olarak muhafaza edilecektir. 5. Metinler bir buçuk veya çift aralıklı olarak A4 boyutlu kağıdın bir yüzüne yazılacaktır. Sayfalar sırasına uygun olarak numaralandırılacaktır. Gönderilen metinler geri verilmeyeceğinden, yazar bir nüshasını muhafaza etmelidir. Editörler, metinlerin kaybolması veya hasar görmesinden sorumlu değildir. 6. Metinler aşağıdaki sıraya göre düzenlenmelidir: İlk sayfada; başlık, (varsa) alt başlık, yazar isimi (leri), bağlantılı olduğu kuruluş, tam posta adresi, telefon ve faks numarası. Devam eden sayfalarda; metinin ana bölümü, referans listesi ve dipnotlar, ekler, tablolar. 7. Kural olarak makaleler, dip notlar hariç, 10.000 kelimeyi geçmemelidir. Kitap incelemeleri 2.500 kelime civarında olmalıdır. 8. Yazarlar bu dergi için öngörülen yazım tarzına uygun olarak makalelerini hazırlamaktan sorumludur. 242 9. Makale başlıkları 12 punto, kalın ve büyük harfle yazılmalıdır. 10. Her makalede metnin ana tartışma konularını ve sonuçlarını özetleyen bir özet (abstract) ile altıdan fazla olmayan anahtar kelime bulunmalıdır. 11. Dipnotlar makale içinde sırası ile yükseltilmiş numara ile numaralandırılmalı ve makale sonunda listelenen dipnotlara atıf yapılmalıdır. Dipnotlar asgari düzeyde tutulmalıdır. Kitap referansları: yazarın soy ismi, isminin ilk harfi(leri), italik olarak kitabın başlığı, yayıncı kuruluş, parantez içinde basım yeri ve yılı, sayfa no.(ları) şeklinde olmalıdır. Makale referansları yazarın ismi ve soy ismi, aktarma işareti içinde makalenin başlığı, altı çizgili olarak yayının adı, Cilt no., parantez içinde yayın yılı ve sayfa no.(ları) şeklinde olacaktır. Aynı referansa müteakip atıflar sadece yazarın ismi, yayın yılı ve sayfa no.(ları) şeklinde olabilir. 12. Tablolar ve Şekiller metin içine konulmalıdır. Üstünde kısa bir tanımlayıcı başlık, altında ise açıklamaları ve dipnota atıf yer almalıdır. Şekiller gerekli kısaltmayı sağlayacak şekilde isimlendirilmelidir. 13. Telif hakları: Yazarlar makalelerinin ve özetlerinin her türlü telif ve izin verme hakkını Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi’ne ait olduğunu kabul ederler. Yazarlar, makalelerinin yayınından sonra Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin iznine tabi olarak makalelerini başka yayınlarda kullanabilirler. TELİF TRANSFERİ: Yayını halinde……………………………………… başlıklı makalenin yazar/ları olarak, tüm telif haklarını Beykent Üniversitesi’ne devrediyorum/z. Yazar/lar: Ad/Soyad: İmza: Kurumu: Adres: İLETİŞİM: Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Sıra Selviler Cad. No.65, 34437 Taksim İstanbul. Tel: 0212 867 55 71-867 55 82 Faks: 0212 867 55 77, www.beykent.edu.tr 243 PUBLICATION REGULATIONS: 1. Beykent University, Journal of Strategic Studies is a refereed journal and published twice a year. The Journal (JSS) focuses on international relations, foreign policy, and national and international security studies. The journal also encourages interdisciplinary studies. 2. Manuscripts should be sent to Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi, Sıraselviler Cad. No.65, 34437, Taksim, Istanbul. Phone: 0090 212 867 55 82. Fax: 0090 212 867 55 77. Electronic submissions as a Microsft world attachment file are also welcome at [email protected] or [email protected] 3. Articles submitted to JSS should be original contributions and should not be under consideration for any other publication at the same time. If another version of the article is under consideration by another publication or has been or will be published elsewhere authors should clearly indicate this at the time of submission. 4. Articles submitted for consideration of publication are subject to peer review. The editorial board and editors previously takes consideration whether submitted manuscript follows the rules of scientific writing. The appropriate articles are then sent to three referees known for their academic reputation in that respective areas. The Editors and referees use three-step guidelines in assessing submissions: a) Literary quality: writing style, usage of the language, organization of the text, b) Use of references: referencing, sources, relationships of the footnotes to the text, and c) Scholarship quality: depth of the research, quality, contribution originality, and plausibility of the argument. Upon the referees’ decision, the articles will be published in the journal, or rejected for publication. The referee reports are kept confidential and stored in the archives for five years. 5. Manuscripts should be one-and-half or double spaced throughout and typed in English on single sides of A4 paper. Pages should be numbered consecutively. The author should retain a copy, as submitted manuscripts cannot be returned. The Editorial Board cannot accept responsibility for loss of, or damage to, the manuscripts. 6. Manuscripts should be arranged in the following order of presentation: First sheet: title, subtitle (if any), author(s), name(s), affiliation, full postal address, telephone and fax numbers. Subsequent sheets: main body of text, list of references and footnotes, appendices, tables. 7. Articles as a rule should not exceed 10.000 words, not including footnotes. Book reviews should be about 2.500 word- length. 244 8. Authors are responsible for ensuring that their manuscripts conform to the JSS style. Editors will not undertake retyping of manuscripts before publication. 9. Titles in the article should be 12 punt, bold and in uppercase form. 10. Each manuscripts should be summarized in an abstract, which should describe the main arguments and conclusions of the manuscripts and up to six keywords. 11. Notes should be numbered consecutively throughout the article and indicated in the text by a raised numeral, referring to the list of notes, which should be placed at the end of the article. Notes should be kept to a minimum. References to books should give the author’s surname preceded by the initial letters of his/her forename, The title of the book should be in italics, and the place, publisher and year of publication should follow in brackets. References to articles should give the author’s forename and surname, the title of the article in single quotation marks, the name of publication underlined the number of volume in Arabic numerals, the year of publication in brackets and the page numbers. Subsequent references to a book or article may be made only the author’s name. 12. Tables and figures should be embedded in the text. A short descriptive title should appear above each table with a clear legend and any footnotes suitably identified below. All units must be included. Figures should be completely labeled, taking into account necessary reduction. 13. Copyright. It is a condition of publication that authors vest or license copyright in their articles, including abstracts, in Beykent University Center for Strategic Studies. The author may use the material elsewhere after publication providing prior permission from the Center for Strategic Studies. TRANSFER OF COPYRIGHT: In the event of its publication we, as the writer(s) of the article titled ………… transfer all of its copyrights to Beykent University. Writer(s): Name/Surname Signature: Institution: Address: CONTACT INFORMATION: Beykent Üniversitesi, Stratejik Araştırmalar Merkezi (Beykent University, Strategic Research Center), Sıra Selviler Cad. No.65, 34437 Taksim, Istanbul. Telephone: 0212 867 55 71-867 55 82, Fax: 0212 867 55 77, www.beykent.edu.tr 245 BEYKENT ÜNİVERSİTESİ STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ MAKALE – YAYIN İNCELEME FORMU MAKALE YAZARI VE MAKALE ADI Makalenin Yazarı Makalenin Adı İNCELEYENİN Unvanı, Adı ve Soyadı, İmzası Adresi (Kurumu) Telefon Numarası İnceleme Tarihi İNCELEME ESASLARI Çok Uygun - Hiç Uygun Değil 5 4 3 2 1 Genel Değerlendirme Makale başlığı içeriğe uygun mudur? Özet uygun mudur? Yazının dili anlaşılabilir midir? Makale ilgili bilim dalına veya uygulamaya katkı yapabilecek nitelikte midir? Yazıda kullanılan araştırma yöntemi amaca uygun mudur? Sonuçlar objektif bir biçimde elde edilmiş midir? Konuyla ilgili kaynaklar yeterli midir? Sonuç bölümünde bulgular irdelenmiş midir? Tablolar uygun ve anlaşılabilir midir? Şekiller uygun ve anlaşılabilir midir? * 1’den 5’e kadar puan veriniz. (5: Çok Uygun, 4: Uygun, 3: Küçük Düzeltmeler Gerekli, 2: Önemli Değişiklikler Gerekli, 1: Hiç Uygun Değil) İMZA 246 SONUÇ DEĞERLENDİRME SONUCU Tarih: ( ) Olduğu gibi yayınlanabilir. İmza ……………………. ……………………. ( ) Küçük düzeltmelerle yayınlanabilir. ( ) Önemli değişikliklerin yapılması zorunludur. e-posta: ( ) Kesinlikle yayınlanamaz. * Başka görüşleriniz varsa lütfen aşağıya yazınız. Yazacaklarınız uzun ise ek sayfa(lar) kullanabilirsiniz. . 247 İLETİŞİM BİLGİLERİ: CORRESPONDENCE ADDRESES: Editör: Editor: Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Sıraselviler Cad. No:65 Taksim, İstanbul Tel: 212 867 55 82-71 e-mail: [email protected] Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ Beykent University Strategıc Research Center Sıraselviler Cad. No:65 Taksim, İstanbul Tel: 212 867 55 82-71 e-mail: [email protected] 248