BÜSAM dergi.cdr - Beykent Üniversitesi

advertisement
BEYKENT ÜNİVERSİTESİ
STRATEJİK ARAŞTIRMALAR
DERGİSİ
SAHİBİ / PROPRIETOR:
Prof. Dr. Cuma BAYAT
(Beykent Üniversitesi adına/ On The
Behalf of Beykent University)
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
EDITOR -IN-CHIEF:
Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ
YAYIN SEKRETERİ
PUBLISHING SECRETARY
Özlem SAĞAT
BEYKENT UNIVERSITY
JOURNAL OF
STRATEGIC STUDIES
YAYIN KURULU
PUBLISHING BOARD:
Prof. Dr. Erol EREN
Prof. Dr. Mithat BAYDUR
Prof. Dr. Haydar ÇAKMAK
Prof. Dr. Ünsal OSKAY
Prof. Dr. Mümin ERTÜRK
Prof. Dr. İ. Yaşar HACISALİHOĞLU
Prof. Dr. Ahmet YÜKSEL
Yrd.Doç.Dr. Sait YILMAZ
Yrd.Doç.Dr. Muzaffer ÜREKLİ
E.Tümg. Armağan KULOĞLU
DANIŞMA KURULU
ADVISOR COMITTEE:
Prof. Dr. Tuncer ÇELİK
E.Org. Şener ERUYGUR
Prof. Dr. Şükrü Sina GÜREL
Prof. Dr. Hasan KÖNİ
Prof. Dr. Erol MANİSALI
Prof. Dr. Cemalettin TAŞKIRAN
Prof. Dr. Selahattin SARI
Prof. Dr. Tayyar ARI
Prof. Dr. Muhittin KARABULUT
E.Tuğa. İlker GÜVEN
Her hakkı saklıdır. Stratejik Araştırmalar Dergisi yılda iki kez yayımlanan, bilimsel hakem
kurulu olan bir yayındır. Stratejik Araştırmalar Dergisinde yayımlanan makalelerdeki görüş ve
düşünceler yazarların kişisel görüşleri olup, hiçbir şekilde Stratejik Araştırmalar Dergisinin veya
Beykent Üniversitesi’nin görüşlerini ifade etmez. Stratejik Araştırmalar Dergisine gönderilen
makaleler iade edilmez.
ISSN: 1307- 6108
Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi
Sıraselviler Cad. No: 65 PK:34437 Taksim/ İSTANBUL
Tel: 0212 867 55 82- 71 Faks: 0212 867 55 77
www.beykent.edu.tr
ISSN: 1307- 6108
BEYKENT ÜNİVERSİTESİ
STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ
BEYKENT UNIVERSITY
JOURNAL OF STRATEGIC STUDIES
Sertifika No: 11374
Beykent Üniversitesi Yayınları, No.55
Cilt Volume: 1
Numara Number: 2
I
Yıl Year: 2008 Güz Autumn
Ulusal ve uluslararası bilimsel literatüre katkı sağlamak üzere yayın hayatına başlayan
Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Dergisi ikinci sayısı ile karşınızdadır. İlk
sayımıza çeşitli kesimlerden gösterilen yoğun ilgi ve beğeni bizi müteakip sayılar için
teşvik etti, onurlandırdı. İkinci sayımızda da hepsi birbirinden ilginç ve akademik
seviyesi yüksek yeni çalışmalara yer vermekteyiz. Bu kapsamda, katkılarını
esirgemeyen üniversitemizin hepsi birbirinden değerli yeni profesörlerine özellikle
şükranlarımı sunmak istiyorum. Bu sayımızda gerek olgusal gerekse coğrafi olarak
uluslararası ilişkiler alanında ancak disiplinler arası nitelikte dergimizde yer verilen
orijinal çalışmaların akademik hayatımıza önemli birer referans teşkil edeceğini
umuyoruz.
Sudi Apak tarafından yazılan ilk makale küresel finans kriz ve Türkiye konusunu
işlemektedir. Apak’a göre ABD’den başlayan ve tüm dünyayı etkileyen malî kriz
mortgage kredileri ve türev ürünlerden kaynaklanmıştır. Mithat Baydur ise insan
hakları, Batı ve Türkiye pratikleri konulu makalesinde uluslararası ilişkilerin az işlenen
bir alanında tarihsel süreç çerçevesi içinde insan hakları meselesini irdelemektedir.
Yaşar Hacısalihoğlu; mekan, güç ve jeopolitik kavramlarının içerdiği anlamı
sorgulamakta, ardından karşılıklı etkileşim ve ilişki dinamiği üzerinde durmaktadır.
Armağan Kuloğlu, Irak ve PKK Terör Örgütü bağlamında ele aldığı Türkiye-ABD
ilişkileri kapsamında son dönemde Türkiye, Kuzey Irak ve ABD üçgeninde meydana
gelen gelişmelerin doyurucu bir analizi ile birlikte ilk defa rastlayacağınız önemli
detaylara yer vermektedir. Çin güvenlik politika ve stratejilerine odaklanan Sait Yılmaz
ise Çin’in ‘barışçı yükselme’ stratejisi ile gücünü artırma sürecinde olduğunu
söylemektedir. Yılmaz, bu aşamada Çin’in stratejisini ABD’ye karşı savunmada kalma
ve uluslararası hukuka yaslanma şeklinde öngörmektedir.
Davut Ateş, 2002-2008 döneminde Türk Dış Politikası’nın saygınlık arayışına analitik
bir yaklaşım getirmektedir. Bu kapsamda, Türkiye’nin saygınlığını etkilediği kabul
edilen belli başlı dış politika alanlarındaki gelişmelerle dış politikadaki değişimlere yer
vermektedir. Soyalp Tamçelik, Kıbrıs’taki Türk ve Rum toplumları içinde farklı
görüşleri analiz ettiği çalışması ile görüş farklılıklarının temel nedenleri hakkında
kavramsal bir alt yapı sunmaktadır bize. Mehmet Akif Özer dünden bugüne Avrupa
Birliği düşüncesinin izlerini sürerken Avrupa Birliği'nin kuruluşu ve Avrupa birliği'nin
genişlemesi ile ilgili gelişmelere özellikle düşünsel temelde geniş bir şekilde yer
vermektedir. Ümit Hacıoğlu ise Kosova’nın bağımsızlığını takiben Sırp tarafında
canlanacak tarihi kinin Bosna’da etnik gruplar arasında sağlanan yapay barış ortamını
istikrarsızlığa sürükleme ihtimali üzerinde durmaktadır. Özlem Diken ve Hande
Selimoğlu ise Türkiye’nin lojistik sektöründe gelişimini engelleyen unsurları ele
almakta ve sorunlar hakkında çözüm önerileri getirmektedir.
Elinizdeki sayımızın sizi her yönden doyuracak, akademik yönden değerli bir dergi
olduğuna tüm yüreğimle inanıyorum. Göndereceğiniz Türkçe veya İngilizce
makalelerin mutlaka tarafımızdan dikkate alınacağını ve hakem heyeti tarafından uygun
görülenlerin bekletilmeden yayınlanacağını tüm akademisyen arkadaşlarıma bir kez
hatırlatmak isterim.
Yrd.Doç.Dr.Sait Yılmaz
Genel Yayın Yönetmeni
Beykent University Journal of Strategic Studies, published aiming at contributing to
both national and international literature of the field, reaches its second volume now.
The great interest and admiration came from different institutions and individuals
towards the first volume encouraged and honoured us for succeeding new volumes. We
have given place to some highly interesting and highly academic articles each is more
prestigious one from the other. Within this scope, I would like to present
acknowledgements to our new estimable professors who have made valuable
contributions to this volume. In this new volume, we hope that the original works of
international relations on the ground of both factual and geographic aspects will
constitute a point of reference one each for the field of research.
The first article written by Sudi Apak scrutinizes the issue of global financial crisis
and Turkey. According to Apak, the economic recession which has first begun in the
USA and influenced all around the world derives from mortgage credits and derivative
products. Mithat Baydur, in his article based on human rights and the practices of the
West and Turkey, investigates thoroughly the issue of human rights in a historical
framework which has been studied quite less in terms of international relations. Yaşar
Hacısalihoğlu first questions the meanings of the concepts of spatial, power and
geopolitics and then, the dynamics of reciprocal relations and interactions between
these concepts are deliberated.
Armağan Kuloğlu makes a convincing analysis in detail which you might probably
hear for the first time on the issue of the recent developments within the triangle of
Turkey, Northern Iraq and the USA in terms of the relations between Turkey and the
USA in the context of Iraq and PKK terrorist organization. By focusing on the security
policies and strategies of China, Sait Yılmaz points out that China is in a process of
becoming more powerful by using a strategy of “peaceable progress”. Yılmaz, at this
stage, envisages the strategy of China as keeping it’s position in defence and relying on
the protection of international law.
Davut Ateş brings an analytical approach to the quest of gaining respectability of
Turkey’s Foreign Affairs Policy during the term 2002-2008. In this context, he studies
the changes in foreign affairs policy and the developments in some fundamental areas
of foreign policy which are considered as having effects on the respectability of Turkey.
Soyalp Tamçelik builds up a theoretical infrastructure about the basic motives of the
different approaches in his article by analyzing the different point of views of both
Turkish and Cypriot Greek communities in Cyprus. Mehmet Akif Özer traces the
concept of European Union historically. He studies the beginning and the expansion of
the European Union in a wide spectrum especially on an intellectual basis. Ümit
Hacıoğlu stresses that the interethnic peace within Bosnia is also vulnerable to
instability via a possible revival of age-old hatred by Serbs following the Independence
of Kosovo. Özlem Diken and Hande Selimoğlu investigate the factors affecting the
evoluation of Turkey’s Logistics sector and suggest the solutions over the problems.
I strongly believe that this volume will be a rewarding one in every aspect of the
field, and will take it’s place as a prestigious academic publishing among the others. I
would kindly remind our colleagues that our publishing policy is to take into account
all the articles being sent us, and to publish as soon as possible in case they are found
suitable for our academic criterion of the board of referees.
Asst. Prof. Sait Yılmaz
Editor in Chief
III
BU SAYININ HAKEMLERİ (REFREES OF THIS ISSUE)
,
Prof. Dr. Şükrü Sina GÜREL……….. Beykent Üniv. (Uluslararası İlişkiler)
Prof. Dr. Cemalettin TAŞKIRAN ........Kırıkkale Üniv. (Uluslararası İlişkiler)
Prof. Dr. Hasan ÜNAL ........................Gazi Üniv. (Uluslararası İlişk.)
Prof. Dr. Cafer Tayyar ARI..................Uludağ Üniv. (Uluslararası İlişkiler)
Prof. Dr. Hasan KÖNİ………………..Bahçeşehir Üniversitesi (Hukuk)
Prof. Dr. Muhittin KARABULUT .......Beykent Üniv. IIBF
Prof. Dr. Haydar ÇAKMAK ................Gazi Üniv. (Uluslararası İlişk.)
Prof. Dr. Mithat BAYDUR………….. Beykent Üniv. (Uluslararası İlişkiler)
Prof. Dr. İlter TURAN .........................Bilgi Üniv. (Uluslararası İlişk)
Prof. Dr. Ahmet Güner SAYAR……... Beykent Üniv. IIBF
Prof. Dr. Yaşar HACISALİHOĞLU… Beykent Üniv. (Uluslararası İlişkiler)
Prof. Dr. Ünsal OSKAY ......................Beykent Üniv. (ileşitim) Sinema-TV
Doç. Dr. Veysel KILIÇ ........................Beykent Üniv. (İngiliz Dili Edebiyatı)
Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ................Beykent Üniv. (Uluslararası İlişkiler)
Yrd. Doç. Dr. Neziha MUSAOĞLU....Trakya Üniv. (Uluslararası İlişkiler)
Yrd. Doç. Dr. Haluk ÖZDEMİR…….. Kırıkkale Üniv. (Uluslararası İlişkiler)
Yrd. Doç. Dr. Ruhet GENÇ…………..Beykent Üniv. IIBF
Yrd. Doç. Dr. Kazım SARI………….. Beykent Üniv. IIBF
IV
İÇİNDEKİLER/ CONTENTS
Sayfa No
Küresel Finansal Kriz, G-20 Konferansı Ve Türkiye
Sudi APAK……………..………………………………………………………......1 - 11
Uluslararası Sistem Bağlamında, İnsan Hakları Meselesi; Batı Ve Türkiye Pratikleri
Mithat BAYDUR………………………………………………………………...…12-21
Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik
İ. Yaşar HACISALİHOĞLU……………………………………………..…...........22-44
Irak Ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri
Armağan KULOĞLU………………………..……………………….………..…...45-76
Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika Ve Stratejileri
Sait YILMAZ…………………………………………………………...……..…...77-98
2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı
Davut ATEŞ…………………………………………………..…………………..99-136
Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve Bunların
Mukayesesi
Soyalp TAMÇELİK…………………………………………………....………..137-159
Dünden Bugüne Avrupa Birliği
Mehmet Akif ÖZER ………………………………………………………….....160-188
Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni
Ümit HACIOĞLU…………………………………………………………….....189-212
Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları Ve Çözüm Önerileri
Özlem DİKEN, Hande SELİMOĞLU….……………………………….……...213 - 241
V
KAPSAM/ SUBJECTS
Uluslararası İlişkiler/International Relations
● Ulusal Güvenlik / National Security
● Uluslararası Güvenlik / International Security
● Güvenlik Bilimleri / Security Sciencies
● Terör / Terror
● İstihbarat / Intelligence
● Uluslararası Kuruluşlar / International Institutions
● Teknoloji / Technology
● Uluslararası İlişkiler Teorileri / Int. Relations Theories
● Orta Doğu / Middle East
● A.B.D. / U.S.A.
● AB ve Avrupa / EU and Europe
● Afrika / Africa
● Avrasya / Euroasia
- Kafkasya / Caucasus
- Orta Asya / Central Asia
- Rusya / Russia
● Asya- Pasifik / Asia-Pasific
● Latin Amerika / Latin America
● Kıbrıs / Cyprus
● Diaspora / Diaspora
● Teoloji ve Sosyo-Kültürel Konular / Teology and Socio-Cultural Issues
● Lojistik / Logistics
Ekonomi Politik/Political Economy
● Ekonomi Politik /Political Economy
● Küreselleşme / Globalization
● Lojistik / Logistics
● Enerji ve Su Konuları / Energy and Water matters
● Kurumlar ve Bölgesel Çalışmalar / Instutions and Regional Studies
Uluslararası Hukuk/International Law
● Uluslararası Çatışma Konuları / Int. Conflict Issues
● Uluslararası Adalet / International Justice
● Uluslararası Sorun Çözme / Int. Dispute Settlement
Uygulamalı Araştırmalar/Applied Research
● Strateji ve Karar Vermede Matematiksel Yaklaşım
/ Math Approach to Staretgy and Decision Making
● Uluslararası Sorunların Analizi / Analysis of International Affairs
● Harekat Araştırması / Operational Resarch
Vak’a Analizleri/Case Analysis
VI
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 1-11
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
KÜRESEL FİNANSAL KRİZ, G-20 KONFERANSI VE
TÜRKİYE
Sudi Apak∗
Özet:
ABD’den başlayan ve tüm dünyayı etkileyen malî kriz mortgage kredileri ve türev
ürünlerden kaynaklanmıştır. Piyasalara yeterince düzenleme yapılmaması ise riski
arttırmış ve piyasaların çöküşüne yol açmıştır. Gelişmiş ülkelerin Merkez Bankaları
ortak politikalar ile faiz indirimi, mevduat garantisi, zarar eden bankalara finansman
kolaylığı ve hisse senedi piyasalarına müdahaleler yapmıştır. Uluslararası işbirliği
çerçevesinde bu konular G-20 Toplantısında ele alınmıştır. Bu uluslararası işbirliğini
geliştirirken, krizin derinleşmesinin önlenmesi de hedeflenmiştir. G-20 Toplantısında
temsil edilen Türkiye dünya sıralamasında 16. büyüklükte ulusal ekonomi olma
konumundadır. Konferansta krizin etkileri tartışılırken kararların kriterleri ve ülkelerin
izleyecekleri politikalar da belirlenmiştir. IMF, Dünya Bankası, FED ve Avrupa
Merkez Bankası’nın yeni rolleri üzerinde durulmuştur. Türkiye’nin konumunu ise etkin
ekonomik politikalar oluşturacaktır.
Anahtar Kelimeler: G-20 Konferansı, Küresel Finansal Kriz, IMF, FED, Avrupa
Merkez Bankası, Çin, Türkiye.
Abstract:
The global financial crisis started in U.S.A. emanated from from the mortgage loans
and derivative products. The regulations are not introduced effectively which increased
the financial risk and caused the market crash. All of the central banks of the developed
countries intervened into the markets through the decrease of interest rates, saving
guarantees, the financial easiness of the bank losses and securities’ markets. These
subjects are discussed at G-20 Summit under the international cooperation framework.
When these policies are developing the international cooperation, the solutions of
deepening of the crise are aimed. Turkey is represented in G-20 summit as 16th
national economy of the world. When the impacts of the crise are discussed at the
Summit, the critics of the decisions and the country’s policies are also defined. The
new roles of the IMF, World Bank, FED and European Central Bank are also covered.
The position of Turkey in the crise will be shaped by the active economic policies.
Key Words: G-20 Summit,Global Financial Crise, IMF, FED, European Central Bank,
China, Turkey.
Prof.Dr., Beykent Üniversitesi İİBF, Uluslararası Ticaret Bölüm Başkanı,
[email protected]
∗
Sudi Apak
GİRİŞ
2008 Eylül ayından itibaren gelişen küresel finans kriz iki ay sonra reel sektörü
de etkilemeye başlamıştır. Sanal piyasaların gelişmesi ve bunların beklentileri
karşılayamaması ise krizin başlangıcı olmuştur. Eylül ayında ise uluslararası
işbirliği, IMF ve Dünya Bankası’nın rolü daha çok tartışılmıştır. ABD’nin
tedbir paketini açıklaması daha sonra AB ülkelerinin de buna katılımı ile
uluslararası işbirliğinin önemini arttırmıştır. Piyasalarda güvenin oluşması,
zarar eden bankaların hisselerinin devlet tarafından geçici bir süre ile satın
alınması, faiz indirimi, muhasebe denetimi gibi konuların topluca ele alınması
gerekmiştir. 15 Kasım 2008’de G-20 ülkeleri de finansal krize çözüm bularak
reel sektörün resesyon’a
(durgunluk)
girmemesi için Washington’da
toplanmışlardır. G-20 ülkeleri dünya üretiminin %79’unu ve dış ticaretin
%80’ini yapmaktadırlar. 60 Trilyon dolarlık dünya üretim ekonomisinin 54
Trilyon dolarını, 18 Trilyon dolarlık dünya dış ticaretinin de 15 Trilyon
dolarını karşılamaktadırlar.
G-20 ülkeleri 1999’da tescil edilen ve dünyadaki ekonomik büyüklüğün
temelini oluşturan bir gruptur. Bu ülkelerin 6’sı Avrupa’dan (Türkiye, Rusya,
İngiltere,
Fransa,
Almanya,
İtalya),
6’sı
Asya’dan
(Japonya,
Kore
Cumhuriyeti, Çin, Hindistan, Endonezya ve Suudi Arabistan), 5’i Amerika
Kıtasından (ABD, Kanada, Meksika, Brezilya, Arjantin), 1’i Afrika’dan
(Güney Afrika) ve Avustralya olmak üzere 19 ülkeden oluşup AB de grupta
temsil edilmiştir. Bu ülkelere ek olarak İspanya ve Hollanda da Sarkozy
tarafından davet edilmiştir. İsviçre büyük finansal sektörüne rağmen toplantıya
davet edilmemiştir.
G-20 ülkeleri, sanayileşmiş 7 ülkeye ek olarak, gelirinin çoğunu petrolden
sağlayan Rusya ve Suudi Arabistan; gelişmekte olan Asya ve Latin Amerika
ülkelerinden oluşmaktadır. Bu ülkelerde Çin 2 Trilyon dolara ulaşan rezervleri
ve en büyük insan topluluğunu (1,3 milyar kişi) barındırması açısından
2
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,1-11
Küresel Finansal Kriz, G-20 Konferansı Ve Türkiye
önemlidir. IMF ve Dünya Bankası grubunda tek veto hakkı bulunan ABD, bu
oluşum ile finansal sektörde işbirliğini desteklemektedir.
Çalışmanın ikinci kısmında konferans’ın konuları yer almaktadır. Konferans
ile ilgili kriterler, konferans’ın amacı ve alınan kararlar tartışıldıktan sonra,
bankacılık
düzenlemeleri
ve
G-20’nin
makroekonomik
etkileri
belirlenmektedir. Üçüncü bölüm G-20 toplantıları ve bunları oluşturan
ülkelerin düşüncelerini oluşturmaktadır. Dördüncü bölüm G-20 Konferansı’nın
Türkiye açısından değerlendirilmesini yapmaktadır. Son bölüm ise sonuçlardır.
KONFERANSIN KONULARI
Konferans ile ilgili kritikler şu şekilde oluşmaktadır (Economist, 16.11.2008):
- Toplantı yeni bir küresel ekonomik yönetişim ile pasif bir piyasa
yaratacaktır.
- G-20 ülkelerinin egemenlik hakları ve rekabet konularında
çekinceleri vardır. Çünkü finansal pazarlarda gizli çekişmeler ve karışıklık
bulunmaktadır.
-
Fransa içsel reformları devletçilik anlayışı ile çözerken bunu
uluslararası bir fon kurulmasına taşımak istemektedir. Bu ise, Anglo- Sakson
serbest piyasa ekonomisi kurallarına ters düşmektedir.
-
İngiltere Başbakanı Brown uluslararası bir konferans toplayıp
İngiliz Bankacılık Sistemini etik olarak sağlama almak istemektedir. Bu
şekilde Londra uluslararası bankacılık anlayışının Fransa’nın devletçilik
yaklaşımından korumasını sağlayacaktır.
Konferansın düzenlenmesi üç belirgin amaca hizmet etmektedir:
1. Krize sınır koyup gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere yayılması
önlenmek istenmektedir.
2. Finansal regülasyonlar (düzenlemeler) üzerinde anlaşma sağlanacaktır.
3
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 1-11
Sudi Apak
3. Ülkeler makroekonomik dengesizlikleri düzeltmek için işbirliği yapacaktır.
Balonun nedeni olan Asya’nın tasarrufları ile Batı’nın harcamaları
dengelenmeye çalışılacaktır.
Konferansın düzenlenmesindeki neden ise finansal krizin reel sektör krizine
dönmesidir. Çünkü IMF büyüme hedefini dünya için %0,8 düşürerek 2009’da
%2,2’ye çekmiştir. Gelişmiş ülkeler resesyon (durgunluğa)’a girerken,
gelişmekte olan ülkelerin büyüme hızı %1 azalarak %5,1’e gerileyecektir.
İşsizlik, şirket kapanmaları ve batmalarında ise artmakta olacaktır. Aktif
değerlerinin düşmesi ile servet ve gelirlerde azalma ekonominin en güncel
konusu haline gelecektir.
Konferansın tartışacağı önemli konulardan biri de faiz oranı düşüşleri ve
hükümet harcamalarının artışı olacaktır. Bazı ülkeler özel-sektör ürünlerine
talebin
azalması
durumunda
malî
politikaları
uygulamaya
geçirmek
istemektedir. Çin, 9 Kasım’da 600 Milyar dolarlık (GSMH’larının %15’i)
harcama plânını kabul etmiştir. Çin’in önemli ölçüde olan rezervleri (2 Trilyon
dolar) bu plânın uygulamasını rahatlatırken Amerika ve İngiltere de bu
politikaları desteklemektedir. Almanya da 12 Milyar Euro’luk bir plân ile
devlet harcamalarını arttırmayı plânlamaktadır.
IMF’nin yardım hacminin arttırılması ise gelişmekte olan ülkelerin fazla
talepte bulunması durumunda ek kaynak yaratılmasını gerektirecektir. Bunun
için özel çekme haklarına (SDR) ek olarak yeni kaynak yaratılması
gerekmektedir. Avrupalılar bu görüşü desteklerken, fazla yardımı en büyük
IMF ortağı olan ABD onaylamamaktadır. Bunu nedeni ise, vergi ödeyen
grubun yaptığı baskılardır.
Finansal düzenlemeler daha kolay anlaşma sağlayan konudur. Sorunlu
kredileri bankalar bilançolarından çıkaracaklar ve sermaye artırımlarına
gideceklerdir. Bu şekilde daha fazla aktifin zarar görmesi önlenecektir. Kredi
batma takasını (CDS) elde tutan bankalar bunu gizlemek yerine belirli bir
fiyatın oluşmasını sağlayacak, bu ürünler 120 gün içinde takas görevi yapan
4
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,1-11
Küresel Finansal Kriz, G-20 Konferansı Ve Türkiye
kuruluşlarca ticarete konu olacaktır. Mevcut durumda ise yatırımcılar bunları
elinde tutmakta ve gerçek değeri oluşmamaktadır. CDS piyasasının 122
Trilyon dolar olduğu göz önüne alındığında bu reformun önemli bir açığı
gidereceği açıktır.
BANKALARIN DÜZENLEMELERİ
G-20 toplantılarından sonra ortaya çıkacak gelişmeler şunlar olacaktır
(Eichengreen and Baldwin: 2008):
1. Küresel malî kriz ABD’deki mortgage piyasalarından başlamış, yetersiz
denetim yüzünden bankalarda kredi batmasına ve riskten kaçınmalara yol
açmıştır. Bunun neticesi sadece ABD ve Avrupa’nın sorunlu bankalarını değil,
tüm gelişmekte olan piyasaların bankalarını da bu konuların içine taşıyacaktır.
2. Ülkeler düzenlemelerin kendi ülke bankaları için yeterli olacağını
düşünmektedirler. Onlar için önemli olan kendi bankalarını kurtarmaktır.
Çünkü burada analiz edilen kendi ülkelerinin düzenlemeleri ve finansal
yapılarıdır. Diğer gelişmekte olan ülke piyasaları gözardı edilmektedir. Doğu
Avrupa ve Türkiye’de önemli ölçüde bulunan yabancı sermaye bankacılığının
kaynak ihtiyaçları da bu ülkelerin üzerine yönlendirecektir.
3. Ulusal ve uluslar üstü düzenlemeler uluslararası bankacılık sistemini
yeniden yapılandırmaktadır. 1980’li yılların sonunda Japon bankalarının
büyüklüğünden
ABD
ve
İngiltere
endişelenmiş
idi.
Çünkü
Japon
düzenleyiciler hisse senedi ortaklığını özsermaye olarak kabul ederek ucuz
sermaye ile büyüdüler. Bu daha sonra Japon borsasının düşüşüne de neden
oldu.
4. Basel II kuralları küresel olarak bankaların yapılarının sağlamlığı için
gerekli sermaye miktarını göstermektedir. Burada amaç küresel malî sistemin
güvenilirliğini sağlamaktır. Bir ticarî anlaşmazlıkla, batı ülkeleri bunu Japon
bankalarına mal ederek malî çıkarları ön plana çıkarıyorlardı. Bu G-20
toplantısından sonra da ortaya çıkabilecek bir durumdur.
5
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 1-11
Sudi Apak
5. Sistematik risk durumunda her bir bankanın yapısal sorunu bulunmaz ise
sistem güvenlidir. Fakat bankaların pek çok ülkede olması veya aynı ülkede
iştirakleri bulunması durumunda düzenlemeler para kıtlığı düşüncesi ile
denetim eksikliğine yol açmaktadır.
6. Bankaların aynı tür aktiflere sahip olması dolayısı ile sermaye krizinde tüm
bankacılık sektörünün zayıflaması diğer bankaları da olumsuz etkilemektedir.
Böylece, tek tek bankaların sağlamlığı yerine tüm sektörün sağlığı göz önüne
alınmaktadır.
7. Bankalar Basel I standartları ile sadece kredi riskini algıladılar ve risk alarak
kârlılığını arttırdılar. 1990’larda ortaya çıkan Basel II standartları ile piyasa
riskini de hesapladılar, ellerindeki aktiflere göre gerekli sermaye miktarını
belirlemeye çalıştılar. Hükümetler kendi ulusal bankalarına avantaj sağlayarak
bankaların yeterli sermaye bulundurmalarını önemsediler.
Basel II’ye göre hata, derecelendirme kuruluşları (rating agencies) ile
bankaların kendi risk modellerinin likidite eksikliğini belirleyememesidir. Bu
durumda, Basel II’ye göre minimum gerekli sermaye gerçek durumda çok
daha fazla olmaktadır.
Banka sermaye standartları G-20 toplantıları için çok önemlidir. Toplantılarda
hedeflerin net olmaması, konuların karmaşıklığı ve müzakerecilerin gerçek
piyasa şartlarını bilmemesi; üzerinde anlaşılan maddelerin uygulanmasını
zorlaştıracaktır. Bunların hepsi olarak kurgulansa bile, planın çalışması
genişletilmelidir. Denetim ve düzenleme sadece bankalar ile sınırlı kalmamalı
finans sistemini tehdit eden hedge-fon ve banka-dışı kuruluşları da içine
almalıdır.
Sermaye standartları rejimi daha çok makroekonomik ölçüleri desteklemelidir.
Düzenleyiciler bankaların risk modellerini daha güvenilir yapmalı ve
derecelendirme
Bankaların
kuruluşları
sundukları
yeni
basit
borçlanma
menkul
değerler
kuralları
oluşturmalıdır.
yatırımcıların
güvenini
sağlamalıdır. Bunun için iki zorluk vardır:
6
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,1-11
Küresel Finansal Kriz, G-20 Konferansı Ve Türkiye
1. Acil durumlarda, düzenleyiciler, karmaşık yapılanmalar ve ulusal çıkarlar
yüzünden küresel emniyet göz ardı edilmektedir.
2. Uluslararası kurallar zorlama gerektirir fakat ulusal kurallar egemenliğin
üstünlüğünü ön plana çıkarır. Bu konuda da görüş ayrılığı vardır. IMF teftişin
üstünlüğünü, ABD disiplin gerekliliğini, AB ise her ülkenin ulusal
düzenleyicilerini atamalarını ve IMF’nin krizi ön uyarılar ile algılamasını
istemektedir. G-20 ülkelerinin bu kararlarda başarılı olabilmesi için ülkelerin
dış uyarılara duyarlı olması gerekmektedir.
G-20’NİN MAKROEKONOMİK ETKİLERİ:
G-20’nin ülkelere makroekonomik etkilerini tartışmak için kriz öncesi oluşan
ekonomik büyümenin kaynaklarının araştırılması gerekmektedir:
1997 Doğu Asya krizinin giderilmesi için bu ülkelerin cari fazla yarattığı ve
döviz rezervlerinin biriktiği gözlenmiştir (ABD ve İngiltere ise cari açıklarını
büyütmüştür). Doğu Asya’daki bu birikim istikrarsızlığa yol açmıştır. Çünkü
Asya’daki ucuz tasarruflar batının aktiflerine ve konut sektörüne gitmiştir.
Çünkü krizden korumak için IMF bu ülkelere döviz rezervi biriktirmelerini
önermiştir.
IMF’nin tek başına ülkelerin sermaye kaçışından kaynaklanan bir krizi
önleyemeyeceği varsayımı ile bu politika desteklenmiştir. Ayrıca IMF, üç
kuruluşa takas (swap) kredi limiti tesis ederek kaynak sağlamayı ön plana
almıştır. Bu kuruluşlar, FED, Avrupa Merkez Bankası ve Çin Halk
Cumhuriyeti Merkez Bankaları’dır. G-20 toplantılarında bu konuların
tartışılması
ile
alınan
önlemler
dünyadaki
makroekonomik
yapıyı
değiştirmeyecektir.
G-20 TOPLANTILARI VE ÜLKE DÜŞÜNCELERİ
Planın ülkelere göre ortaya çıkardığı görüşler şunlardır (Hürriyet, Vatan,
Cumhuriyet:16.11.2008):
7
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 1-11
Sudi Apak
Fransa;
100
gün
içinde
reform
programları
oluşturulmasını,
kredi
derecelendirme kuruluşlarının daha sıkı denetlenmesini, muhasebe standartları
yeniden düzenlenmesini savunmaktadır.
Ayrıca, bankaların fazla risk
almalarını engelleyecek tedbirler alınmasını, bankalar için “bırakınız
yapsınlar” döneminin sona ermesini ve uluslararası fonlar ile müdahale
yapılmasını istemektedir.
İngiltere ise dünya ülkeleri teşvik paketlerinin koordineli olarak uygulasın
(Fransa’nın
uluslararası
fonuna
karşı!),
IMF’nin
izleme
görevinin
geliştirilmesini, bankaların faiz indiriminin müşterilere yansıtılmasını, dünya
ticaretini hareketlendirecek yeni önlemler alınmasını önermektedir.
Almanya; uluslararası piyasalardaki denetimsizliklerin giderilmesini, IMF’ye
tüm dünyada aktif olan finans kuruluşlarını denetleme yetkisi verilmesini,
kredi derecelendirme kuruluşlarının yeni kurallara göre denetlenmesini
istemektedir.
İtalya, bankaların kredi vermeye devamının sağlanmasını, şirketlerin borsada
aşırı değer kaybetmesinin önüne geçecek önlemler alınmasını ve finans sektörü
üzerindeki denetimlerin arttırılmasını savunmaktadır.
Rusya, küresel finans sektörü üzerindeki denetimlerin sıkılaştırılması, kriz
yönetimi
konusunda
ekonomilere,
IMF
IMF’nin
dışında
yeniden
kredi
yapılandırılması,
verecek
kurumlar
zorda
olan
oluşturulması
düşüncesindedir.
Brezilya, IMF ve Dünya Bankası tarafından gelişmekte olan ülkelere daha
fazla söz hakkı verilmesini istemektedir.
Arjantin, Brezilyanın görüşüne ilave olarak IMF ve Dünya Bankası’nın
yapısının değiştirilmesini savunmaktadır.
ABD tarafından krizin çözümü; serbest piyasa kuralları, serbest ticaret ile etkin
düzenleme ve denetimde görülmektedir. Krizi aşmanın yolu büyümedir ve en
iyi yol serbest piyasa kapitalizmidir. CDS’lerle ilgili yeni düzenlemeler
yapılmalı,
hedge-fonlara
ve
özel
yatırım
8
fonlarına
yeni
kontroller
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,1-11
Küresel Finansal Kriz, G-20 Konferansı Ve Türkiye
getirilmelidir. Herkes aldığı aktifin değerinin ne olduğunu bilmelidir.
Muhasebe standartları sıkılaştırılmalıdır. CDS’ler için “market maker”
oluşmalıdır. “Daha çok devlet değil, akıllı devlet” stratejisi uygulanmalıdır.
Plan’ın ortaya çıkardığı başlıca neticeler şunlardır:
-
Her ülke 31 Mart’a kadar öneri ve taahhütlerini ortaya koyacaktır.
-
Her ülke krizin ortaya çıkmasına yol açan delikleri kapatmadaki türev
piyasalarda şeffaflık sağlamak ve denetimi sıkılaştırmak gibi reformlara
karşılık ayıracağı kaynağı belirleyecektir.
-
Ülkeler, batmaları halinde dünya ekonomik sistemini etkileyecek
kuruluşların listesini hazırlayacaktır.
-
Ekonomik büyümenin devamı için Brezilya, Çin, Hindistan gibi
ülkelere destek verilmesi konusunda anlaşma sağlanmıştır.
-
IMF ve Dünya Bankası’nın gelişmekte olan ülkelere yardım
edebilmesi için kurumlar yeniden yapılandırılacaktır.
-
IMF sıkıntıdaki ülkelere kısa vadeli likidite sağlayacaktır.
-
G-20 ülkeleri ev ödevlerini tamamladıktan sonra 30 Nisan 2009’da
yeniden toplanacaktır.
G-20 KONFERANSI VE TÜRKİYE
Krizle ilgili olarak alınan kararların uygulanması ve Türkiye’ye etkileri
araştırıldığında şu sonuçlar ortaya çıkmaktadır:
1.
Türkiye’de reel faiz yükselirken, konferansa katılan ABD, AB, İngiltere,
Çin ve Japonya’da nominal faiz düşmüş, ABD’de negatif reel faiz oluşmuştur.
(Euro dışındaki Danimarka ile Macaristan ve Ukrayna’da nominal faizler
yükselmiştir.)
2.
Türkiye’ye sıcak para çıkışları kriz zamanında artmaktadır. Bu da
ödemeler dengesi açıklarını daha fazla yükseltmektedir. Türkiye iç ve dış
kaynaklara %2, yurt içindeki kaynaklara ise %5 vergi koyarak bunlara
‘nereden buldun’ sorgulaması yapmayacaktır.
9
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 1-11
Sudi Apak
Sıcak paranın olumsuz etkisini azaltmak için, uygun malî politikalar ile
Merkez Bankası’nın munzam karşılıklar yolu ile para politikasını aktif şekilde
uygulaması gerekmektedir. Merkez Bankası istikrar ve enflasyon hedeflerinin
yanı sıra döviz kuru için de uygun politikalar geliştirerek piyasayı
düzenlemelidir.
3.
Merkez Bankası bankalar arası piyasanın sağlıklı işlemesine yardımcı
olmalı ve bankaların kredileri çağırmasını önlemek amacı ile reeskont
politikası ile piyasa yapıcı rolünü üstlenmelidir.
4.
Bankalar döviz getirici işlemler için ihracat ve yurtdışı inşaat hizmetleri
sektörlerini teşvik etmelidirler.
5.
Mevduat sigorta kapsamı AB standartlarına getirilerek 100 bin YTL’ye
çıkarılmalıdır.
6.
Türkiye Bankacılık Kanun’unda yer alan sanal düzenlemeler uluslararası
normlara getirilmelidir (Konferans metninin 9. maddesi). Bu konuda Bankalar
Kanunu’nda yer alan geçmişe yönelik olarak ibraların kaldırılması, 10 yıl
sonra ödenmiş krediler ile bankacılara sorumluluk çıkarılması (160. madde)
alınan kararların uygulanmasını zorlaştırmaktadır.
7.
Ayrıca, banka aktiflerinin yüzlerce katı oranda çalışanlara sorumluluk
çıkarılması da uluslararası denetim zorluklarını getirmektedir.
SONUÇ:
G-20 Toplantıları uluslararası işbirliğinin finansal sektörde ortaya çıkması ile
yeni bir çalışma grubu yaratmıştır. Finansal olarak alınan kararlar piyasaların
düzenlemesi, muhasebe standartlarının geliştirilmesi, IMF’nin yeni rolü,
kurtarma operasyonları ve egemenlik hakları gibi konuları içermektedir.
Ortaya çıkan konular ve ekonomik gelişmeler 30 Nisan 2009’da tekrar
değerlendirilecek ve Türkiye’nin beklentileri ve IMF ilişkileri de yerel seçim
sonrası tekrar şekillenecektir.
10
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,1-11
Küresel Finansal Kriz, G-20 Konferansı Ve Türkiye
KAYNAKÇA
Declaration of the Summit on Financial Markets and the World Economy,
(15.11.2008).
Economics: (16.11.2008).
EİCHENGREEN BARRY VE BALDWIN RICHARD: “What G20 leaders
must do to stabilize our Economy and Fix The Financial System”,
www.voxeu.org/index.php?=node/2543.
Hürriyet, Vatan, Cumhuriyet: (16.11.2008).
TARULLO DANIEL: “Banking on Basel: The Future of International
Financial Regulation”, Peterson Institute for International Economics, New
York, Ağustos 2008.
WOLF MARTIN: “Fixing Global Finance: How to Curb Financial Crises in
the 21st Century”, Yale University Press, New Haven, Eylül 2008.
11
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 1-11
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 12-21
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
ULUSLARARASI SİSTEM BAĞLAMINDA, İNSAN
HAKLARI MESELESİ; BATI VE TÜRKİYE PRATİKLERİ
Mithat Baydur∗
Özet
Bu makale tarihsel süreç çerçevesi içinde insan hakları meselesini irdelemeye
çalışmaktadır. Makalede bazı batı ülkelerinin ikiyüzlü uygulamalarının açığa
çıkartılmasına çalışıldığı gibi, felsefi arka plana da özel bir atıf yapılmaktadır.
Makalede özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde insan hakları
konusundaki gelişmelere odaklanılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: İnsan Hakları, Küreselleşme, Ulus-Devlet, Hukuk
Abstract
This article tries to enquiry the human rights issue within the framework of historical
process. The article tries to find out double-faced applications in some western
countries and also gives a special reference to philosophical background. Particularly,
the article focuses on the developments about human rights after the first world war.
Key words: Human Rights, Globalization, Nation-State, Law.
GİRİŞ
“İnsan Hakları” meselesi yüzyıllar boyunca ilk aşamada felsefi düzlemde
tartışılmış, meselenin felsefi argümanları ortaya atılıp, kotarılmasını takiben
bir ideolojiye dönüşmüş ve nihayet anayasal belge ve bildirilerde, uluslararası
sözleşmelerde hayatiyet bulmuştur.
İnsan hakları manzumesi, yukarıda adı geçen bildiri, beyanname, anayasal
metinler ve sözleşmelerde üzerinde ortak inanç ve kanaatin egemen olduğu,
korunması konusunda ortak kararlılık ve iradenin gücünü hissettiği bir değerler
dizgesidir, bir normlar bütünüdür.
∗
Prof. Dr., Beykent Üniversitesi İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı,
[email protected]
Uluslararası Sistem Bağlamında, İnsan Hakları Meselesi; Batı Ve Türkiye Pratikleri
İnsan hakları konsepti, giderek son elli yılda özellikle, İkinci Dünya Savaşı’nı
takiben, daha çok kullanılır ve gerek siyasal elitin retoriğinde ve gerekse sivil
toplum örgütlerinin terminolojisinde sıkça tüketilir olmasına karşın, felsefi
kökleri itibarıyla eski Yunan felsefesine kadar geri gider.
Örneğin, “stoic school” dediğimiz Stoa’cı yaklaşıma göre, site düzeninin
dışında var olan akıl, yasa ve adalet vardır. Özgürlük, doğayla uyum halinde
yaşamaktadır. Erdem, akıldan azade değildir (Sabine, 1981: 145).
Yüzyıllar sonra, örneğin Thomas Hobbes farklı bir çizgiyi savunmaktadır.
Doğal durumda, insanın davranışlarını belirleyen determinant faktörün çıkar ve
korku olduğundan hareketle, “insan insanın kurdudur” (Homo homini lupus)
diyecektir (Sarıca, 1999: 62, 63). Bu itibarla, güvenlik özgürlüğe göre
önlenecek ve insanlar düzen ve emniyet adına; akıl, irade ve özgürlüklerini
“Leviathan” tabiriyle, bir üst organizasyon olan devlete devredeceklerdir.
Ancak, 18. yüzyılda insan hakları konusunda adeta bir sıçrama yaşanacak ve
merkantilist dönemle birlikte yükselen yeni burjuvazi (kentsoylu sınıf), kendi
sözcülerini de çıkaracak ve iktisadi tez ve argümanlara paralel olarak, felsefi
eksende de, konjonktürel olarak çığır açan felsefeciler gözükecektir.
Örneğin 18. yüzyılın son çeyreğinde John Locke, insanın, salt bir insan bir
birey olmasından
dolayı,
yaşama,
özgürlük
ve
mülkiyet
haklarının
vazgeçilmez olduğunu ifade edecektir (Tsanoff vd., 1964: 343) .
Locke’un bu felsefi çıkışını yaptığı dönem ile bugüne dek gelen anayasal
süreçlerin ilk kaynaklarının aynı döneme rastlaması kuşkusuz tesadüfi değildir.
1787 tarihli Amerikan Anayasası 1793 ve 1795 tarihli ilk Fransız Anayasaları,
1831 Belçika, yine 1848 Fransız, 1848 Polonya, 1851 Prusya Anayasaları aynı
dönemin yükselen değerler manzumesinin resmi tezahürleridir.
I. Dünya Savaşı sonunda kurulan ve işlevsel olmadığı anlaşılan Milletler
Cemiyeti’nin (Cemiyet-i akvam) 1920 misakında, insan hakları alanında
önemli bir deklarasyonu olmamasına rağmen, cemiyet bu yöndeki çalışmalara
destek vereceğini beyan etmiştir (Aliefendioğlu, 1999: 55-56).
13
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 12-21
Mithat Baydur
Ancak uluslararası sistemin bir ürünü olarak II. Dünya Savaşı sonrası hayata
geçirilen, Birleşmiş Milletlerin 26.06.1945 günü kabul edilen Birleşmiş
Milletler Şartı ile, temel insan haklarına atıf yapıldığını, insan kişiliğinin şeref
ve haysiyet çerçevesinde ele alındığını tespit edebiliyoruz.
Özellikle, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Avrupa’nın Kantian anlamda
(Kant’s eternal peace) ebedi bir barış hülyasını realize edebilme çabasıyla,
yepyeni bir nizam teşekkülüne destek olurken, bu hülya ve niyet ile ortak bir
Avrupa evinin ilk tohumları atıldı. B süreç içinde insan haklarına vurgu
yapılırken, insan hakları ihlallerini tarihlerinin bir parçası yapmış ulusları da,
bu barış projesi içinde ebedi bir nikaha davet etmesi manidardır.
Örneğin, Fransa ve Almanya arasındaki otuz yıl savaşları, 1870-71 savaşı,
daha sonraları farklı ittifaklarda cereyan eden, Birinci ve İkinci Dünya
Savaşlarının, kümülatif tahrip ve sonuçlarına bakarak, neredeyse son yüz elli
sene içinde Fransa ve Almanya’nın tam dört kez savaştığına tanık oluruz. Bu
itibarla, hemen İkinci Dünya Savaşı sonrası, insan haklarını baz alarak,
milletlerin uluslararası sistem içinde bir barış projesine sadık kalarak
yaşayabilme iradelerine destek verecek Birleşmiş Milletlerin kurulduğu sürece
paralel tarzda, Arupa’nın kendi dinamikleri de, hukukun, felsefenin ve
demokrasinin anavatanı olduğu iddiasıyla, Avrupa’da savaşa ve yıkıma sebep
olan uluslarını da insan haklarına dayalı bir barış evine imzaya çağırmıştı
(Thody, 1997: 4).
Ancak uluslar, bu ortak deklarasyonun müeyyideleri şemsiyesi içinde
davranacak mıydı? Yoksa uluslararası sistemin polarizasyonlara sürüklenecek
yeni ikilemlerinde, devletin kişiler gibi olamayacağına hükmederek, devletin
öteki yüzü meşru mu addedilecekti?
Bu çerçevede, ulus-devletler ile olan yaklaşımlar daha ziyade, uluslararası
ilişkiler disiplininin miladı sayılan Wilson prensiplerinin çizdiği idealist
yaklaşımın tersine, realist paradigma içinde değerlendirilerek meşruiyet
zeminine çekilecekti.
14
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,12-21
Uluslararası Sistem Bağlamında, İnsan Hakları Meselesi; Batı Ve Türkiye Pratikleri
Bu realist daire içinde, devletin bireye önceliği altı çizilerek, devlet ve millet
uğruna, yani kutsalın adına; bazı yaşam hakları göz ardı edilebilecek ve yeni
siyasal aktörler, soyut ve kutsanmış devlet adına cinayet ve katliamları
aklamanın argümanlarını tesis edeceklerdi (Baydur, 1996: 48).
Nitekim, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, uluslararası ilişkiler
disiplinin en önemli fikir temsilcilerinden H.Morgenthau önce insanı
tanımlamaya çalışıyor ve onu tıpkı Thomas Hobebs gibi tanımlarken, insanın
ego-centric ve güç peşinde koşan yanına sayısız atıflar yaparken, insan bu
kümülatif
özelliklerini,
kendine
göre
bir
siyasi
otoriteye
vekaleten
devrediyordu (Morgenthau, 1967: 118-37).
Özellikle bu güç, iktidar ve çıkar takipçiliği ekseninde oluşan yeni realistik
(veya Real-politik) rüzgar, özellikle okyanus ötesi, yani ABD kaynaklı
olduğundan, en çok da ABD’nin yelkenlerini dolduruyor ve İkinci Dünya
Savaşı sonrası oluşturulmaya çalışılan anti-savaş zeminli yeni dünya düzenine
ters bir istikamet ile ABD’nin bir paratoner gibi oluşturmaya çabaladığı “Güç
merkezi” idealine dayanak sağlıyordu.
Dolayısıyla, egemenlik devletlerarası eşitlik, bağımsızlık, savaş, selfdeterminasyon gibi kavramlar ve tartışmalar, “güç oyunu”nun gölgesi ardında,
ikincil, hatta üçüncül konuma sürükleniyordu.
Ama gözden ırak düşen en önemli nokta şuydu; ister idealist-ütopik cenahta
olsun isterse realist-real politik cenahta olsun, ortada duran normatif bir
problem vardı: Savaş...
Savaşların gerçek sebebi neydi? Neler savaş sebebi olabilirdi?
Acaba “haklı savaşlar” ve “haksız savaşlar” kategorileri kurabilir miydik? Bu
sorular hep, insan hakları tezlerini de okutan uluslararası ilişkiler
yaklaşımlarının yumuşak karnı olarak kalacaktı (Hofman, 1985: 26-32).
Ancak yirminci yüzyılın temel sorunlarından birisi terör ve bu bağlamda, şu
ana dek teorileri, öncülleri ve tezleri oluşturulmuş konvansiyonel savaşların
tam tersine asimetrik savaşlardır.
15
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 12-21
Mithat Baydur
İşte tam bu noktada realist cenaha sorarsak, devlete yönelik ayrılıkçı ve bölücü
eylemler söz konusu ise, artık evrensel etik değerlerden söz etmek mümkün
değildir. İnsan hakları kavramı da bu itibarla artık kaygan bir zemindedir ve
relatiftir. İnsan hakları ve etik değerlerden söz etmek mümkün değildir. İnsan
hakları ve etik dış politika ekseninde uygulanabilecek bir model ve proje
değildir artık... İç ve dış siyasal ilişkiler, etik dizgelere göre değil, stratejik ve
ekonomik açıdan değerlendirilir. Ama böyle bir evrede devlet, halk ile olan
başlangıç sözleşmesini ihlal etmiştir ve meşruiyet zemini aşınmaya yüz
tutmuştur (Teson, 1988: 14-17).
Bu itibarla, yukarıda zikrettiğimiz belge, sözleşme ve etik çerçevenin bir
devletin içsel ve dışsal ilişkilerini tanziminde ne denli sancılı, kırılgan ve
hassas bir pozisyonda tutunmaya çalıştığını ifade etmeliyiz.
Bu çerçevede hatta şu tezi ya da tespitimizi ileri sürebiliriz: Devlet insan
haklarının hem bir kalkanı, hem de aynı zamanda potansiyel hasmıdır. Her ne
kadar güç merkezlerinin dominant ve determinant bir ayrıcalığı varsa da,
küresel topluluk bu tür süreçlerde hakem rolü üslenebilir.
Zira gerçekten küreselleşen ilişkiler ağında, ideolojik ayrışımlar, azınlık
hakları tezleri, kültürel çoğulculuk arayışları uluslararası bir mutabakat şansını
zayıflatmaktadır. Örneğin, yine insan hakları çerçevesinde, hangi bölgeye niçin
self-determinasyon, hangi etnik topluluğa niçin kendi iradesini kullanma
tanıyacağı konusunda ortak norm ve kriterler geliştirilemiyor.
Almanya, dağılan Yugoslavya’dan Hırvatistan’ı süratle tanımak ve onları 2009
AB üyesi yapmak için çaba harcamakta herhangi bir beis görmezken,
Çeçenlerin niçin haksız olduğu konusunda ortak bir norm ve ölçütler
bulunamamaktadır. Bugün tüketmekten bıkmadığımız globalleşme kavramı
için hangi uluslararası ilişkiler disiplini, hangi siyaset bilimci, hangi ahlak
felsefecisi çıkıp da “Globalizasyon vardır ve tüm dünyayı kuşatacak normlar
buradadır ve her egemen devlet uymak zorundadır” diyebilir?
16
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,12-21
Uluslararası Sistem Bağlamında, İnsan Hakları Meselesi; Batı Ve Türkiye Pratikleri
BM karar çerçevesi antlaşması ve manifestosu orada dururken, ABD’nin hiçbir
BM Güvenlik Konseyi’ni hiçe sayıp bir egemen devleti hangi koşullara
sürüklediği orada dururken, Türkiye sıkça, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi
hukuku denetim mekanizmaları ile cebelleşmektedir. Hatta bu durumla
Türkiye iki kez karşılaşmıştır; ilki 1974 Kıbrıs askeri müdahalesi ertesinde,
Kıbrıs Rum Yönetimi, Kıbrıs Devleti adına yoğun hak ihlalleriyle
mağduriyetten, Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna tam üç kez başvurmuş ve
başvurular kabul edilmiştir (Bakır, 1997: 22).
Komite
azınlıkların sorunu
ile
ilgilenirken,
Türkiye
‘Devletin
ülke
bütünlüğü’ne duyarlılık gösteriyor. Türkiye’nin hazırlık komite ve alt
komitelerinde getirdiği öneriler paketi bugün tanık olduğumuz bir “çatışma
modeli”nin temel fay hatlarını oluşturuyor. Bir başka deyişle, etnik-dinsel
farklılaşmalar ve bu farklılaşmaların ürettiği uzlaşmazlık ve çatışmalar,
Strasbourg’daki “Güneydoğu dosyaları”nın ana eksenini oluşturuyor (Bakır,
1997: 23).
Kuşkusuz zikrettiğimiz kırılgan konular, Türkiye açısından da belli bir süreç
içinde hatırı sayılır bir mücadeleyi gerekli kılacaktır. Zira Türkiye Cumhuriyeti
1954 yılında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini onaylamış, 1987 yılında
bireysel
başvuru
hakkını,
1989
yılında
ise
Avrupa
İnsan
Hakları
Mahkemesi’nin yargı yetkisini kabul etmiştir.
Ancak, Avrupa Mahkemesi’nin, sadece ulusal düzeydeki denetimi tamamlayıcı
bir nitelikte olduğunu da unutmamak gerekir.
Türkiye’nin yine insan hakları çerçevesinde 22.01.2004 tarihli ve 25354 sayılı
Resmi Gazetede yayınlanan Başbakanlık genelgesi ile tüm kamu kurum ve
kuruluşları tarafından personel temininde ayrımcılığa meydan verilmeyecek
şekilde hareket edileceği hükme bağlanmıştır. 03.08.2002 tarih ve 4771 sayılı
kanun ile de, bireysel hak ve özgürlükler çerçevesinde kültürel yaşamda
kullanılan farklı dil ve lehçelerde yayın yapılması imkanı getirilmiştir.
17
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 12-21
Mithat Baydur
Bütün bu çalışma ve yapılanmalarda 21 Nisan 2001’de çıkarılan bir kanın
(4643 no’lu kanun) ile Başbakanlık bünyesinde oluşturulan İnsan Hakları
Başkanlığının denetimine bırakılmıştır.
Bütün bu çalışma ve organizasyonların, belli bir egemenlik nosyonunun
dışında, kolektif ve kümülatif bir global toplum denetim ve müeyyidelerinin
var olduğu gerçeğinin ve belli bir lokomotif işlevi gördüğünün tezahürleri
olarak algılanması da kabildir.
Bugün hem uluslararası ilişkiler, hem de uluslararası sistem çerçevesinde,
mutlak egemenlik anlamında bağımsızlık ender rastlanan bir olgudur. Bazı
değerlerin sınırlar ötesi bir güç ve geçerliliği olduğu, son ABD seçimlerinden
de anlaşılacağı üzere, belli bir açıklık kazanmıştır. Örneğin insan hakları
yerine göre ulusların egemenlik haklarını artık aşmakta ve uluslararası bir
koruma altına alınma kaygısı hakim gelmektedir (Yayla, 2008: 52,53).
Zikrettiğimiz bu olgu, uluslararası iklimde her ne kadar hissettiğimiz bir
parametre ise de, halen yaşadığımız dünyanın, Wilsonian ve Kantian bir
idealler düzleminde olmadığından hareketle,
güç
merkezlerinin çifte
standartlarını gözlerimizden ırak tutamayız.
Örneğin 11 Eylül 2001 sonrası, ABD başkanı Bush’un ağzından çıkan, “Haçlı
seferleri şimdi başlar” açıklaması bu konuda çifte standarda dair ipuçları
verirken, ABD’nin saldırgan tutumunun insan hakları çerçevesinde ifade
edilmesi ayrı bir garabettir.
11 Eylül sonrası ABD’nin tanımladığı dünya, Aristoteles’in tanımladığı egocentric bir demokrasidir (Taşkın, 2008: 200-2). Bir başka deyişle, “öteki”ne
yaşam hakkı yoktur. ABD’nin, ne ilginçtir ki; insan hakları şiarıyla saldırdığı
bu bölgeye, oryantalizm penceresinden bakarsak, hedef bölge İslam ve Türk
dünyasıdır. Rudyard Kipling’in ifadesiyle
söylersek,
“Beyaz adamın
meselesidir” (White man’s burden). Yazık ki, bütün bu insan hakları
şampiyonluğu ve sözcülüğüne rağmen, Batı dünyası ve uluslararası sistem
zihinlerine kazınmış önyargı ve tutumlarından kurtulamamaktadır.
18
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,12-21
Uluslararası Sistem Bağlamında, İnsan Hakları Meselesi; Batı Ve Türkiye Pratikleri
Bu çerçevede bir çarpıcı örnekte, 8. yüzyılın ortalarında Müslüman Arap ve
Berberilerin İspanya’ya (Endülüs’e) adım atmaları, Batı ve Avrupa tarihinin en
utanılası durumlarından biridir. Endülüs sekiz yüzyıl orada kaldıktan sonra
atıldı. Fakat atılamayan bir şey, o uygarlığın izleridir. Nihayet 1492’de
İspanyolların Endülüs’te hakimiyet kurmalarını takiben, Arapların Endülüs’ten
Yahudilerle birlikte sürülmesi, yağma ve katliama uğramaları yeryüzünde Nazi
soykırımı ile birlikte en utanılacak insanlık dramlarından biridir (Ortaylı, 2008:
187).
Sonuç olarak, insan haklarının, kulağa hoş gelen, insan ruhuna sevimli gelen,
edebi ve insani anlamda titreşimler yaratan büyülü profiline rağmen,
küreselleşen dünya, iktisaden, enformatik olarak, çevreci tutumlarla, antimilitarist yaklaşımlarıyla gerçekten küresel bir benzeşme ve ortak bir payda
sergilememektedir.
Ancak yukarıda farklı bölümlere zikrettiğimiz üzere, insan haklarının felsefi
arka planı, onun ideolojisi, onun sivil toplum örgütleri ve yine insan haklarının
kurumsal yapılanması ve hatta yargılanması evrensel bir normlar zinciri
oluşturmuşken, uluslararası sistem, güç merkezleri, ülkelerin farklı tarihsel
arka planları, belli havzalardaki sosyo-kültürel farklılaşmalar, jeo-stratejik
hedef ve beklentiler, ulus-devletlerin halen ontolojik anlamda yaşayan ve
güçlü birer siyasal aktör olarak farklı projeksiyonları; insan haklarının teorik
düzlem yanında, farklı pratiklerde yaşanmasını mümkün kılmaktadır. Bu etik
ve şiirsel insan hakları bildirgesi ve manzumesine rağmen, her ulus-devlet ya
da her egemen devlet, (egemenliğini kullandığı ölçüde) insan hakları
meselesini kendi içsel ve dışsal dinamikleri, kendi jeo-politik ve jeo-stratejik
analizleri çerçevesinde pratiğine yansıtmaktadır.
Dolayısıyla, milletler sistemi anlayışıyla, çok dilli, çok dinli, çok etnisiteli ve
çok kültürlü bir kompozisyonu yüzyıllarca yaşatmış bir imparatorluk bakiyesi
olarak Türkiye’nin, insan hakları konusunda Batı’ya verebileceği örnekler
paketi mebzul miktardadır.
19
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 12-21
Mithat Baydur
Batı, Engizisyon mahkemelerinde işkence teknikleri geliştirirken, bu topraklar
sefarad Yahudilerine kollarını açıyordu.
Batı, bir milleti Avrupa’nın ortasında yok etmeye çalışırken, bu insanlar bir iki
gemi bile olsa, kaçırarak içindeki Yahudileri kurtarmaya çalışıyordu.
Balkanlarda, Bosna’da insan hakları meselesi çoktan dondurulurken, 250.000
insanın katledilmesini seyirci kalınırken, hatta alkış tutulurken, Türk insanı
alkışlamıyor ve avuç dolusu yardımı Bosna’ya ulaştırmaya çalışıyordu.
Nihayet, Türk entelijansiyası, Irak’ta şeref, haysiyet, bütünlük, namus ve
devlet ayaklar altına alınırken, Irak’ın toprak bütünlüğünü savunuyordu.
İnsan hakları, yaşadığımız dünyanın en temel ve felsefi problematiklerinden
biridir. İnsan hakları, hukuk felsefesi bağlamında her bireye lazımdır.
Ancak, madalyonun bir de öbür yüzü vardır. Hatta gecenin bir diğer yüzü
vardır. İşte, Batı’nın da insan hakları söz konusu olduğunda, bir “öteki” yüzü
vardır.
KAYNAKÇA
ALİEFENDİOĞLU, YILMAZ: “İnsan Hakları Ve Sivil Toplum Örgütleri”,
(Kuruluş Etkinlikleri)”, 1999, Ankara.
BAKIR, ÇAĞLAR: “İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Hukuku’ndaki Türkiye
Üzerine Kısa Notlar”, Türkiye Günlüğü, Sayı:44, Ocak-Şubat, Ankara, 1997.
BAYDUR, MİTHAT: “Uluslararası İlişkilerin Ve Ulus-Devletin Kısa Bir Etik
Değerlendirilmesi”, Türkiye Günlüğü, Sayı 43, Kasım-Aralık 1996.
HOFFMAN, M.: “Normative Approaches”, International Relations: A
Handbook Of Current Theory, London, 1985.
MORGENTHAU, HANS J.: “Politics Among Nations”, New York, Alfred
A.Knopf, 1967.
ORTAYLI, İLBER: “Avrupa Ve Biz”, T. İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul,
Mart 2008.
20
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,12-21
Uluslararası Sistem Bağlamında, İnsan Hakları Meselesi; Batı Ve Türkiye Pratikleri
SABİNE, GEORGE H.: “A History Of Political Theory”, Dryden Press,
Indiana, 1981.
SARICA, MURAT: “Siyasi Düşünce Tarihi”, Gerçek Yayınevi, 1999,
İstanbul.
TAŞKIN, HASAN: “Vaadedilmiş Topraklara Sıkışan Türkiye, Siyonizm,
Filistin, BOP Ve Türkiye”, Siyah-Beyaz Yayınları, İstanbul, Ekim, 2008.
TESON, F.: “Humanitarion Intervention: An Inquiry Into Law And Morality”,
New York, Transnational, 1988.
THODY, PHILIP: “An Historical Introduction To The European Union”,
Routledge, London And Newyork, 1997.
TSANOFF, RADOSLAV A.: “Great Philosophers”, Harperand Row, New
York, 1964.
YAYLA, ATİLLA: “Kemalizm Liberal Bir Bakış”, Liberte Yayınları, Ankara,
Haziran, 2008.
21
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 12-21
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1(2),2008, 22-44
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
KURAMSAL VE KAVRAMSAL BİR ÇÖZÜMLEME:
MEKAN - GÜÇ – ÇATIŞMA VE JEOPOLİTİK
Yaşar Hacısalihoğlu∗
Özet
Bu çalışma mekana odaklı güç mücadelesinin temel dinamiklerini irdelemeye dayalıdır.
Öncelikle mekan, güç ve jeopolitik kavramlarının içerdiği anlam sorgulanmış, ardından
karşılıklı etkileşim ve ilişki dinamiği üzerinde durulmuştur. Özellikle mekan
kavramıyla güç ve onun unsurları arasındaki ilişki irdelenerek, güç unsurları ele
alınmıştır. Buna bağlı olarak bir ülkenin jeopolitik eğilimlerini kavramaya yönelik
olarak nasıl bir güç analizi yapılması gerektiği sorusuna cevap aranmıştır.
Günümüzde devletler arası ilişkilerde bu kavramların taşıdığı önem ve buna dayalı
sonuçlar bu çalışmanın bir başka boyutunu oluşturmaktadır.
Anahtar kavramlar: Mekan, Güç, Çatışma, Jeopolitik, Güç Analizi.
Abstract
This study scrutinizes the fundamental dynamics of power struggle as constituted by
and expressed through spatial. It first questions the meanings of the concepts of spatial,
power and geopolitics. Then, the dynamics of reciprocal relations and interactions
between these concepts are deliberated. The elements of power are examined by laying
particular attention on the relationship between the concept of spatial and its
components. In doing so, an answer is sought after for the question of ‘how to carry out
a power analysis of a country in order to understand its geopolitical dispositions’.
Another dimension of this study involves in identifying the importance of these
concepts in today’s international relations and draws conclusions based on the
identifications.
Key Words: Spatial, Power, Conflict, Geopolitics, Power Analysis.
Giriş
Bu çalışma mekana odaklı güç mücadelesinin temel dinamiklerini irdelemeye
dayalıdır. Mekana odaklı güç mücadelesinin temel dinamikleri esas olarak güç
mücadelesinin nedenleri ve sonuçları üzerinden ortaya konabilir. Hangi
koşullar nasıl bir mekan yoğunlaşması yaratmaktadır? Bu yoğunlaşmanın
∗
Beykent Üniversitesi İİBF. Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi
Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik
ürettiği değişim nasıl algılanmalıdır? Bu sorular mekan-güç ve çatışma
üçlüsünün içeriğini çözümlemeye dayalıdır.
Mekan-güç ve çatışma denkleminin çözümlenmesinden önce hiç kuşkusuz
öncelikle coğrafyanın bir mekan bilimi olduğu gerçeği üzerinden hareket
edilerek, coğrafi yaklaşımın hangi mekan kavrayışı içinde olması gerektiği,
mekan kavramından neyin, nasıl algılanması gerektiği ortaya konmalıdır.
Mekan kavramına nasıl yaklaşmalıyız? Mekan kavramını; doğa karakteri
baskın, insan etkinlikleri karşısında edilgen bir unsur olarak mı? Yoksa bunun
ötesinde doğa ve insan süreçlerinin iç içe geçen bazen de insan süreçlerinin
birbiriyle etkileşimi sonucu ortaya çıkan değerler bütünü olarak mı kabul
edilmelidir? Bu temel sorunun cevaplanması, gerek coğrafyanın öznesi mekan
kavrayışını netleştirmek adına gerekse dünyanın sahne olduğu siyasal
gelişmelerin mekan bağlılığını saptamak adına özel önemdedir.
İnsan odaklı değerler bütünü olarak mekan, hem gücün yaratılmasında
doğrudan etkileyen hem de yaratılan gücün etkilerine maruz kalan bir
unsurdur. Mekanın yüklendiği unsurlar aslında değerler sistemini de yaratır.
Diğer bir ifadeyle mekansal unsurlar insan ve doğanın zaman çizgisi içinde
ürettiği değerlerdir. Mekan ise bu değerler bütünüdür. Buna göre öncelikle
mekan kavramına yüklenilen anlam ve bunun coğrafya açısından taşıdığı değer
irdelenmelidir.
MEKAN KAVRAMI
Mekan
kavramı,
yaşanılan
yerin
ayrıntılı
tanımıdır.
Yaşanılan
yer
farklılıklarıyla, benzerlikleriyle süreç boyunca geçirdiği değişimlerle yapılanır.
Mekan olgusu tüm bu öğelerin bileşimidir. İki temel bileşeni vardır. İnsan ve
doğa mekan olgusunun temel bileşenleridir. Her iki bileşen kendi düzenekleri
içinde son derece dinamik süreçlerin temel aktörleridir. İnsan ve doğa
süreçleri, zamansal işleyişe bağlı olarak çeşitli unsurları içerir. Örneğin İnsan
Süreçleri; ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel unsurları kapsar. Her unsur bir
23
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 22-44
Yaşar Hacısalihoğlu
birikim yaratır ve bu birikimin sahnesi mekandır. İnsanoğlu ortaya çıktığı
andan itibaren yaşadığı mekana değer yükleyen veya yetenekleri oranında
dönüştürücü ve değiştirici etkiler ve izler bırakan bir faktör niteliği taşımıştır.
Aslında bu unsurlar insan özünü oluşturan niteliktedir. Her insanın ekonomik,
siyasal, sosyal ve kültürel bir yanı vardır ve dinamikliği süreklilik gösterir.
Üreten ve tüketen insan, ekonomik etkinliğin hem nedeni hem de sonucudur.
İnsanın siyasal yanı güç kavramıyla özdeşleştirilebilir. Sosyal ve kültürel unsur
ise insanın varlık nedenidir. Tüm bu unsurların işleyişi ve ürettikleri mekanda
biriken ve mekanı şekillendiren temel girdilerdir.
Doğa süreçleri ise hava, su ve toprakla simgeselleşen atmosferin, hidrosferin
ve litosferin işleyişini, birikimini, değiştirici ve yönlendirici niteliklerini içerir.
Doğa süreçlerinin ürettiği unsurlar olarak tanımlanabilecek olan bu öğeler,
yaşadığımız mekanın doğal ortamını oluşturur. Hem doğa hem de insan
süreçlerinin ürettikleri mekanı biçimlendirir. Mekan bu haliyle bir birikim
alanıdır; edilgen değildir, girdi sağlar, yönlendirici işlevi vardır.
Farklı mekan ölçeklerinden söz edilebilir. Kent, semt, ülke, bölge, kıta veya
tüm küre mekansal boyutu yansıtır. Hangi boyut veya ölçekte olursa olsun
mekan olgusu temel bileşenlerin (insan ve doğa) ürettikleriyle şekillenir,
anlamlanır. Mekanın oluşum sürecinin kendi içinde işleyen bir düzeneği
vardır. Bu düzenek denge içinde işleyebileceği gibi bazen de bu dengenin
yeterince gözetilmediğine veya gözetilemediğine de tanık olunur. Mekan
olgusu, insan ve doğa süreçlerinin etkileşimi ve senteziyle oluşan bir değerler
sistemidir. Oluşan bu değerler sistemi coğrafyayı temsil eder ve coğrafi
bilinçle anlamlandırılır. Tüm bu nitelikleri mekanın politik bir alan olduğunu
da ortaya koyar. Mekan politiktir. Çünkü güç olgusunun sınandığı, yansıtıldığı,
dayanışma veya çatışma halinin yaşandığı en somut sahne mekandır.
Mekanın taşıdığı veya biriktirdiği değerler ekonomik, kültürel ve politik içerik
taşır ve güç mücadelesinin çoğu zaman nedenidir. Bu niteliğiyle mekan; hem
güç alınan hem de güç yansıtılan unsurdur. Mekanın ekonomik-politik
24
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02), 2008,22-44
Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik
değerinin çekiciliği gücün yansıtılmasının nedenidir. Gücün yansıtılmasına
maruz kalan mekan aynı zamanda, taşıdığı değer nedeniyle gücü yansıtana güç
katandır.
Ülkelerin güç parametreleri ulusal güç unsurlarına dayanır. Ulusal güç
unsurlarının mekansal boyutu ise özel bir öneme sahiptir. Örneğin ekonomik
güç unsurunun dayanaklarından olan enerji/doğal kaynaklar mekanın
birikimidir. Bu birikim tarih boyu savaş ve barış ikileminin öznesi olmuştur.
Üstelik bu durumun 21. yüzyıl boyunca da fazlaca değişmeyeceği ortadadır.
Mekanın dili ise haritalardır. Aslında haritalar mekan olgusunun taşıdığı değeri
olanca çıplaklığıyla ortaya koyar. Haritalar olanak ve olanaksızlıkların
habercisidir. Egemenlik hevesleri besleyen, savaş veya barışı tetikleyen veri
kaynağıdır. Mekanın ekonomi-politiğini dillendiren, açıkça ortaya koyan
tablolardır. Haritalar, tarihin tanıklığıdır. Tarih yazanların, yazdıkları tarihi
yansıtış biçimidir. 21. yüzyıl tarihte olduğu gibi yine haritalara duyarlıdır. Yine
haritalar çıkarlara dayalı mücadelenin değişim arzularına açılmıştır. Haritalara
odaklanmak bir sonuçtur. Bu sonucun nedeni mekanın ekonomi-politik
değerinde saklıdır.
“MEKANIN EKONOMİ-POLİTİĞİ”, GÜÇ VE JEOPOLİTİK
“Mekanın Ekonomi-Politiği”, Güç ve Jeopolitik kavramları birbirleriyle iç içe
geçmiş kavramlardır.”Mekanın ekonomi-politiği” nitelemesi aslında jeopolitik
kavramının temel zeminini yansıtır. Jeopolitik kavramı yerine “mekanın
ekonomi-politiği” vurgusunun tercih edilmesi önemli bir eksiklik veya
yanlışlık yaratmaz. Jeopolitik kavramının taşıdığı anlam ve niteliği konusunda
literatürde geniş tartışmalara tanık olunur1. Birbirinden farklı yaklaşımlarla
ortaya çıkan tartışmalar, daha çok jeopolitik kavramının ele alınış biçimine
1
Bu çalışmanın kaynakçasında yer alan birçok eser bu tartışmanın yapıldığı önemli eserleri de
içermektedir.
25
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 22-44
Yaşar Hacısalihoğlu
odaklıdır. Bu bağlamda jeopolitik kavramının geçmişi irdelenir ve bugün için
taşıdığı değeri çözümlenmeye çalışılır.
Jeopolitik için çok sayıda birbirinden farklılıklar içeren tanımlara rastlanır.
Müstakil bir bilim olduğuna, kendine has bir dili olduğuna dair yaklaşımlar
vardır. Siyasi coğrafyanın yerine kullanılan aslında hiçbir farklılık içermeyen
bir kavram olduğunu ileri sürenlere de rastlanır. Buna karşın siyasi coğrafya ile
ayrılan ondan farklı bir bilimsel kaygı taşıdığını ve dolayısıyla siyasi
coğrafyanın yerine kullanılamayacağını savunanlarda vardır. Tüm bu farklı
yaklaşım biçimlerine karşın jeopolitik kavramının taşıdığı anlam ve niteliği
konusunda nasıl bir bakış açısının benimsendiğinin ortaya konması
gerekmektedir.
Özelde siyasal coğrafyanın genelde coğrafya biliminin şemsiyesi altında yer
alan jeopolitik, esas olarak güç kavramına, güç ilişkilerine (güç dengesi, güç
mücadelesi) odaklı bir analiz boyutudur. Yöntem, terminoloji ve analiz biçimi
bakımından jeopolitiğin bilimsel zemini siyasal coğrafyadır. Güç, gücü
oluşturan unsurların incelenmesi, bu unsurların mekansal anlamı, yatay
(küresel ve bölgesel) ve düşey (ülkesel) dağılımı, buna dayalı karşılıklı ilişki
düzeyi, jeopolitiğin ilgi alanını oluşturur. Ayrıca jeopolitik; mekansal
birikimin politik değerini irdeleyerek, farklılıklara ve benzerliklere dayalı “güç
aktörleri” analizine yöneliktir. Bu çerçeve içinde kuşkusuz “gerilim ve
çatışma” kavramları da yer almaktadır. Güç kavramına ve güç ilişkilerine
dayalı gerilim ve çatışma potansiyelleri jeopolitik çözümlemenin ilgi alanıdır.
Mekansal değerlere hükmetmenin ve ona dayalı egemenlik arayışlarının
ürettiği bu durum jeopolitiğin “savaş ve barış” olgularına yönelik açılımlarının
altyapısıdır. Dünya ölçeğinde gerilim ve çatışma alanları, nedenleri, çözümleri
ve
gelecekte
durumu
jeopolitiğin
odaklandığı
öğelerdir.
Jeopolitik
konjonktüreldir. Kalıcı olan coğrafi konumdur. Jeopolitik coğrafi konumun
zaman değişkenine bağımlı olan adeta giysisi gibidir. Değişen koşullara göre
yeni olasılıklar veya üretilen yeni sorunlara karşısında jeopolitik yeni
26
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02), 2008,22-44
Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik
çözümlemelerle yapılanır. Bu haliyle jeopolitik, mekanın ekonomi-politiğine
dayalı dünya siyasal atlasını okuma çabasıdır. Bu çerçevede jeopolitik;
uluslararası ilişkilerin coğrafi analizidir.
Uluslararası ilişkiler kuramı bağlamında jeopolitiği özgün kılan mekansal
öğelere odaklı olmasıdır. Mekansal öğeler ise doğal ortamın ve onun
ürettiklerinin insanla olan etkileşimiyle yapılanan değerler bütünüdür ( kara ve
deniz geçitleri, ada veya yarımadalar gibi…). Örneğin İstanbul Boğazı’nın
beşeri değeri, taşıdığı potansiyelin etki düzeyiyle ölçülebilir. Savaş ve barış
ortamında bir geçit olarak taşıdığı potansiyel ona stratejik bir değer yükler ve
bu değerin yönetilebilmesi, bir güç unsuru olarak konumlanabilmesi onun
siyasal yanını öne çıkartır. Bu durum jeopolitik için; bir mekansal öğeden güç
ilişkilerine dayalı sonuçlar çıkartılması anlamına gelir. Petrol, doğal gaz,
kıymetli madenler veya su gibi doğal kaynaklar birer mekansal öğe olarak
jeopolitiğin ilgi alanıdır. Bu noktada şu söylenebilir ki; yeryüzünde eşit
dağılmayan, kolay erişilemeyen, tükenebilir ve tahrip edilebilir olan ve insan
yaşamının sürekliliğinde ihtiyacı daima hissedilen, her türlü unsur siyaset
üretir, siyasete konu olur.
Jeopolitik; siyaset üreten tüm bu unsurların uluslararası ilişkilerdeki rolünün ve
geleceğinin
analiziyle
meşguldür.
Siyasal
coğrafya
içinde
jeopolitik
yaklaşımlar, tarih içinde farklı zemin ve bakış açıları etrafında şekillenmiştir.
Ayrıca tarih içinde siyasal coğrafya ile jeopolitik arasında birbirinin yerine
kullanılma veya birinin diğerini yok sayma eğilimlerinin var olmuştur. Bugün
bile bu konuda belirli karmaşıklığının varlığı dikkat çekicidir. Şurası açıktır ki,
jeopolitik coğrafya ailesinin üyesidir ve yine jeopolitik siyasal coğrafyadan
bağımsız değildir. Bu karşılıklı ilişki halinin bugünkü anlamı; daha geniş
anlamda uluslar arası ilişkilerde daha dar anlamda ise siyasal coğrafya içinde
jeopolitiğin bir analiz boyutu olduğudur. Bu özelliğiyle jeopolitik aynı
zamanda bir ders adıdır.
27
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 22-44
Yaşar Hacısalihoğlu
Jeopolitik teorinin; “güç unsuruna odaklanma” ve “devlet merkezli paradigma”
gibi nitelikleri açısından Realizm ile benzerliği de dikkat çekicidir. Jeopolitik
teoride de tıpkı Realizm gibi “Devlet-Güç-Çatışma” üçlüsü temel denklemdir.
Buna göre Jeopolitik; dünya siyasal atlasının hafızasıdır.
Dünya siyasal atlasının değişimini olağanlaştıran, ,meşrulaştıran bir araçtır.
Egemenlik mücadelesinin; nedenlerin, ,aktörlerini, biçimini ve geleceğini
anlama çabasıdır.
Dünya siyasal ortamının dinamiğinden hem beslenen hem de besleyen niteliği
vardır.
Savaş ve barış kavramlarının tarifinde anahtar işlevi görür.
Dinamik niteliği nedeniyle kısıtlayıcılığa tahammülsüzdür.(bu noktada hukuk
akla gelmelidir…)
İlk dönem jeopolitik yaklaşımlar, coğrafya bilimi kapsamında doğal ortamın
etkilerini mutlaklaştırıcı, determinist ele alışların etkisindedir. Ayrıca 19.
yüzyıl sonu 20. yüzyılın başında dünya siyasal ortamın koşullarının
yörüngesinde ve bu döneme ilişkin güç ilişkilerinin yönlendirilmesine
dönüktür.
Bu
yaklaşımlar
boyutlandırılarak,
teorik
varsayımlara
dönüştürülmüştür. Böylece jeopolitik yazınında jeopolitik teoriler olarak
tanımlanmaktadır. Hemen hepsinin ortak yanı, dönemin güç ilişkilerini,
egemenliğe dayalı bir çerçeveye yerleştirebilme çabasıdır. Bir diğer ortak
nokta ise, hepsinin dönemin büyük güçleri ekseninde üretilmiş olmasıdır.
Jeopolitiğin 20. yüzyıl boyunca farklı çizgilerde değerlendirildiğini ve bunun
birbirinden ayrılan evreler olarak tanımlanabileceği belirtilmelidir. Buna göre
1970’li yıllara kadar süren evre, jeopolitik klasik teorilerin etkinlik taşıdığı ve
bu yaklaşımların giderek hem meşruiyetini yitirdiği hem de bilimsel zeminin
zayıfladığı dönemi içerir. 1970’li yıllarla birlikte özellikle Fransa eksenli yeni
bir jeopolitik yaklaşım etkin olmuştur. Determinist yaklaşımın bir eleştirisi
olarak doğan bu akım, insan merkezli merkez-çevre ayrımına odaklıdır.
Günümüzde ise Soğuk Savaş sonrasının yeni ortamına duyarlılık gösteren çok
28
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02), 2008,22-44
Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik
yönlü jeopolitik yaklaşımlar evresinin öne çıktığını görmekteyiz. Bu çok
yönlülüğün içinde jeoekonomik ve jeokültürel duyarlılıkları öne çıkartan
yaklaşımlar, eleştirel jeopolitik çizgisi ( G.Q. Tuathail, Simon Dalby, J. Agnew
v.d…) gibi farklı akımların varlığı söz konusudur. Ayrıca son yıllarda çevresel
sorunların politik etkileri jeopolitiğin ilgi alanına girmiştir. Günümüzde
yeniden ivme kazanan güç mücadelesinin yarattığı siyasal ortam içinde
jeopolitik kavramına sıkça başvurulmaktadır. Bu yöneliş, küresel ekonomik ve
siyasal ilişkilerin işleyişini anlama çabasına dayalıdır (Dodds, England, 2000).
Yeni stratejilerin odağı jeopolitik hedef ve arzuların yörüngesindedir. Buna
göre jeopolitik, jeostrateji ile anılır kılınmıştır. Bu durumun nedeni, jeopolitik
birikimin harekete geçirilme ihtiyacının doğmasındandır. Soğuk Savaş
ortamının statik kıldığı jeopolitik koşullar, yeni dönemde son derece dinamik
yeni bir siyasal ortama dönüşmüştür. Buna bağlı olarak yeni hesaplar, yeni
hedefler gelecek iddiası olan her ülke açısından yeniden yapılandırılmıştır. Bu
yapılandırmanın temel dayanağı hiç kuşkusuz jeopolitik birikim veya
potansiyellerdir. Potansiyelleri aktif kılmanın, eyleme dönüştürebilmenin yolu
ise stratejik aklı devreye sokmaktır. İşte bu noktada jeopolitik birikimin
jeostratejik planlamaya tabi kılınması kaçınılmazlaşır. Buna göre jeostrateji
kavramı, jeopolitik çıkarların stratejik yönetimidir.
Prof.Pascal Boniface, jeopolitik ve jeostrateji kavramları arasındaki farkı
açıklarken, jeostratejiyi daha ziyade güvenlik ve savunma konuları ile ilgili
kullanmakta,
jeopolitiği
ise
uluslararası
ilişkilerde
tarafların
genel
yaklaşımlarını ortaya koyan, ilgili aktörlerin satranç hamlelerini analiz etmeye
yarayan bir sistem yaklaşımı olarak açıklamaktadır (Cömert, 2000). Fransız
siyasi coğrafyacı/jeopolitik uzmanı Prof. Yves Lacoste, 1993 yılında
yayınladığı “Jeopolitik Sözlük”te insanoğlunun on yıllar boyunca ekonomiyi
merkeze koyarak düşünmeye alıştırıldığını ve artık çatışmaların karmaşıklığını
ve dünyayı başka türlü görmek gerektiğini ifade etmektedir (Cömert, 2000).
29
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 22-44
Yaşar Hacısalihoğlu
Günümüzde jeopolitik teorilerden çok “jeopolitik problemler” olduğunu ve bu
problemlerin olabildiğince objektif olarak sergilenmesi gerektiğini ve bu
amaçla yegane yöntemin; oyunları, gelişmeleri, birbirine zıt iddialara sahip
güçleri ve liderlikleri olduğu gibi ortaya koymak olduğunu savunmaktadır.
(Cömert, Servet, a.g.e, 2000). Eleştirel jeopolitiğin önde gelenlerinden
Virginia Teknik Üniversitesi coğrafya Profesörü Gearoid Q Tuathail,
Jeopolitik için “Devlet yönetiminin kavramsallaştırılmasına ve devletin idare
edilmesine yönelik bir problem çözme kuramıdır” (Tuathail, 1998) diyerek,
“eleştirel jeopolitik” hakkında şu değerlendirmeyi yapmaktadır; “Eleştirel
jeopolitik, uluslararası ilişkilerdeki coğrafi bilgilerle ilgili politikayı araştıran
çağdaş politik coğrafya içindeki perspektiftir. Resmi, pratik, popüler ve yapısal
jeopolitik olmak üzere dört farklı boyutu vardır.”
Tablo: Eleştirel Jeopolitiğin İncelediği Jeopolitik Türleri
Jeopolitik
Türleri
Resmi
/
Jeopolitik
Pratik
Jeopolitik
Popüler
Jeopolitik
Yapısal
Jeopolitik
Araştırma Hedefi
Problematik
Jeopolitik düşünce
jeopolitik gelenek
Entelektüelleri
kurumlar ve
bunların siyasi ve
kültürel bağları
Dış politikaların
kavramlaştırılmasın
da pratik jeopolitik
muhakeme
Ulusal kimlik ve
diğer halklar ve
yerler hakkında
toplum kanaatinin
oluşumu
Küresel süreçler,
eğilimler ve
çelişkiler
Devlet
yönetimindeki
günlük
uygulamalar
Popüler kültür,
kitle iletişim
araçları ve coğrafi
anlayışlar
Günümüzde
jeopolitik durum
Araştırmada İncelenen
Örnek
Halford Mackinder, onun
jeopolitik kurumları ve
emperyalist bağlamı
“Balkanizm” ve bunun
ABD’nin Bosna’ya yönelik
dış politikası
Bosna görüntülerinin
Batı’daki evler
yansımasında kitle iletişim
araçlarının rolü
Küreselleşme, bilgiselleşme
ve risk toplumu jeopolitik
uygulamaları nasıl
koşullandırmakta/dönüşüme
uğratmaktadır.
Kaynak: Gearoid Q Tuathail “Eleştirel Jeopolitiği Anlamak: Jeopolitik ve Risk Toplumu”
Jeopolitik, Strateji ve Coğrafya içinde, Colın S.Gray, Geoffrey Sloan, Çev; Tuğrul Karabacak,
Asam Yayınları, Ankara, 2003).
Jeopolitik analiz ise genel olarak şu dört temel zemine dayalıdır;
30
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02), 2008,22-44
Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik
- Coğrafi konumun ve potansiyelin jeopolitik değeri,
- Tarihsel sürecin jeopolitik yorumu,
- Güç unsurları ve karşılıklı etkileşimi,
- Güç kimliği, gelecek hedefleri ve stratejik birikim.
Güç kavramı, jeopolitiğin temel odağıdır. Gücün tanımı ve bileşenleri
jeopolitik analizde önceliklidir. Güç kavramının tanımında çoğu zaman içinde
bulunulan dönemin koşulları gözetilir. Her dönem kendi koşullarına bağlı
olarak gücün tarifinin yapılmasına imkan tanıyan güç bileşenlerini belirler.
Bugün için Güç; bireyin, grubun veya devletin kendi amaçlarına uygun olarak
diğerlerinin davranışlarını etkileme yeteneği, düşünce ve davranışları
üzerindeki denetimi, uyuşmazlıkları çözme ve zorlukları yenebilme becerisidir.
Joseph Nye’ye göre ise güç; ”İstediğiniz sonuçları elde etme ve bu sonuçları
elde etmek için gerekirse başkalarının davranışlarını değiştirme yeteneğidir.”
(Nye, 2003).
Güç analizi için öncelikle gücün dayandığı unsurların neler olduğunu açıkça
saptamak gerekir. Sadece bu unsurların saptanması da yeterli değildir. Aynı
zamanda bu unsurların karşılıklı ilişkisini ve düzeneğini de çözümlemek
gerekir. Buna göre günümüzde bölgesel ve küresel güç kimliğinin oluşum
düzeneği ve güç unsurlarına dayalı bir “Güç Şeması” oluşturarak hem Soğuk
Savaş sonrasının siyasal ortamını hem de bölgesel ve küresel güç ilişkilerini
daha anlaşılır kılmak olanaklıdır (Hacısalihoğlu, 2000). Ayrıca bu “Güç
Şeması” çerçevesinde dünyanın genel olarak güce dayalı bölünüşü ve gücün
nitelikleri de algılanabilir. Gücün unsurları çeşitli şekillerde sıralanabilir veya
sınıflandırılabilir. Nitekim bu konuda Uluslararası ilişkiler ve siyasal
coğrafya/Jeopolitik yazınında birçok çalışmada farklı tasniflere rastlanır.
Güç unsurları şu başlıklar altında toplanabilir;
- Coğrafi Güç,
- Ekonomik Güç,
- Politik Güç,
31
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 22-44
Yaşar Hacısalihoğlu
- Askeri Güç,
- Demografik Güç,
- Psikososyal ve Kültürel Güç,
- Bilimsel ve Teknolojik Güç.
Bu güç unsurları, devlet merkezli bakışın bir gereği olarak milli güç unsurları
olarak da nitelendirilir. Gücün unsurları jeopolitik analiz açısından özel
önemdedir. İrdelenen bir öğenin gücünü niceliğini ve niteliğini kavramak ve
buna göre güncel ve gelecek adına jeopolitik hesap ve hedef saptamak ve
ardından strateji oluşturmak öncelikle güç unsurlarının analizine dayanır.
Ülkeler arasında güç sınanması, güce dayalı tasnif yapılabilmesi güç
unsurlarının gerektiğinde ayrıntıya da yer veren analiziyle mümkündür.
Böylesi bir analize dayanmayan jeopolitik saptamanın yeterli olduğu
söylenemez.
Güç unsurlarının ayrı ayrı sıralanmış olmasına rağmen kuşkusuz birbirlerinden
tamamen bağımsız irdelenemez. Karşılıklı etkileşimin varlığı göz ardı
edilemez. Esasen unutulmamalıdır ki, sosyal olgular hem çok yönlüdür hem de
etkileşimlidir. Bu gerçekten yola çıkmayan hiçbir sosyal olgu analizi bilimsel
olamaz kaldı ki gerçeği yansıtmaz. Bu nedenle özellikle jeopolitik pencereden
yapılacak güç analizinde bu gerçek göz ardı edilmemelidir.
Bu noktadan hareketle bir başka husus, güç unsurlarının önem sırasının olup
olmadığıdır. Bu konu üzerinde sıkça tartışılır. Çoğu zaman ekonomik gücün
her şeyin üstünde olduğu vurgulanır. İlk bakış da bu sav, yadsınamayacak bir
gerçektir. Ancak, sorunun ayrıntısına girildiğinde aslında tüm unsurların
birbirine nasıl bağlı olduğu ortaya çıkar. Güçlü bir siyasal iradenin olmaması
ekonomik gücün yaratılması için en temel engeldir. Ekonomik güç kuşkusuz
kendiliğinden kolayca yapılanabilecek bir unsur değildir. Özel bir çabaya,
doğru hedefe ve özenli bir tasarıma, planlamaya dayanarak yaratılabilir. Bunun
içinde siyasal güç yaşamsaldır. Bu durumu diğer güç unsurları içinde saptamak
mümkündür. Dolayısıyla bir ülke için güç unsurları ele alındığında birbirleri
32
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02), 2008,22-44
Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik
arasında önem farkından daha çok, birbirini tamamlayan, birinin bıraktığı
muhtemel boşluğu diğerinin doldurduğu bir düzenek içinde yapılanması esas
alınmalıdır.
Bu durumun bir başka yönü ise güç unsurlarının birbirlerine yakın düzeyde
bulunmasıdır. Başka bir ifadeyle her unsur diğerinin düzeyine erişebilmelidir.
Bu noktada vurgulanmalıdır ki, bu durum her zaman mümkün olamayabilir.
Ancak ideal olanı tüm güç unsurlarının birlikte yükselişidir. Güç unsurlarının
niteliği açısından vurgulanması gereken bir başka gerçek ise, aktif ve
potansiyel nitelik farkıdır. Bazen potansiyel nitelik taşıyan bir güç unsuru
yeterince aktif kılınmamış olabilir. Tüm bu hususlar, jeopolitiğin güç
analizinde yönteme dair göz ardı edilmemesi gerekenlerdir. Güç unsurları
jeopolitik analiz açısından hangi öğeleriyle irdelenmelidir? Bu sorunun cevabı
her unsurun taşıdığı anlamda saklıdır.
GÜÇ UNSURLARININ KAPSAMI
Coğrafi Güç:
Coğrafi güç aslında, tüm güç unsurlarının mekansal boyutunu oluşturur. Tüm
güç unsurlarının mekansal boyut içinde yerini, etkileşimini ve etkinlik
düzeyini yansıtır. “Coğrafi çevre”, insan etkinliğinin “doğal çevreyle” olan
ilişki düzeyiyle belirlenir. Buna göre “coğrafi çevre” insan öğesi olmaksızın
düşünülmez. İnsanın etkinliği veya etkilediği olaylar dizisi coğrafi çevrenin
inceleme alanını belirler bu noktanın ayırıcı unsuru mekansal zorunluluğun
vazgeçilmez olmasıdır. Bu durumda “coğrafi güç” siyasal, ekonomik, askeri,
demokratik, kültürel ve teknolojik güç unsurlarının mekansal etkileşimini ve
değerini yansıtan nitelikler demetidir. (Bu boyutuyla kuşkusuz jeopolitik
konumu ve özellikleri de kapsar). Örneğin üç tarafı denizlerle çevreli olmanın
gereği olarak, denizin ekonomik, politik, askeri, kültürel ve teknolojik anlam
ve değeri ve buna dayalı karşılıklı ilişki potansiyelleri “coğrafi güç”
kapsamında ele alınmalıdır.
33
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 22-44
Yaşar Hacısalihoğlu
Coğrafi güç olgusunun temellendiği ana unsur coğrafi konumdur. Coğrafi
konum, sahip olunan yerin, dünya ölçeğindeki ekonomik, siyasal, kültürel ve
stratejik değerini ifade eder. Toprak büyüklüğüyle birlikte ele alınan coğrafi
konum, bir ülke için sahip olunan doğal ortamın beşeri değerini yansıtır. Buna
göre coğrafi konumla olan uyum, birliktelik ve onunla kurulan ilişkinin düzeyi
ve niteliği önem kazanır. Coğrafi konum bu anlamda veri yüklüdür ve
potansiyeller taşır. Tüm bu veri ve potansiyellerin yüksek bir coğrafi güce
dönüşebilmesi onunla iyi iletişim kurulmasına bağlıdır. Bu özelliğiyle coğrafi
konum, güç ilişkilerinde yönlendirici bir unsurdur.
İyi yorumlanmış bir coğrafi konum, o ülkenin iç ve dış jeopolitik önceliklerini,
stratejik öngörülerini ve giderek somut ekonomik, toplumsal, askeri ve
teknolojik ihtiyaçlarını (şayet bir güç olması iddiası taşıyorsa) yansıtır.
Örneğin bölgelerarası ve kıtalararası geçiş özelliği gösteren bir coğrafi konum,
öncelikle ulaşım teknolojisinin gelişimin sağlanmasını zorunlu kılar. Böylece
çok önemli sayılan coğrafi konum iyi yorumlanarak, ona yaşam olanağı
verilerek, etkin kılınarak, öngördüğü ihtiyaçları yerine getirilerek, gerçek bir
güç unsuru haline dönüştürülebilir. Bu gerçeğin göz ardı edilmesi durumunda
önemli sayılan coğrafi konum, sahip olan ülke için istikrarsızlık öğesine de
dönüşebilir. Nitekim coğrafi birikimin sunduklarını değerlendiremeyen,
toplumsal süreçlerle bütünleştirmeyen, gelişimin ve büyümenin kaynağı haline
dönüştürmeyen hiçbir ülke arzuladığı güce ulaşamaz. Aslında coğrafya bir
ülkenin imkansızlıkların da habercisidir. Önemli olan coğrafi çevrenin ve
coğrafi potansiyellerin en ince ayrıntılarının bilinmesidir.
Strateji, bilinenler üzerinden üretilebilir. Coğrafi değerlerden koparak,
yabancılaşarak, onunla iyi iletişim kuramayarak, coğrafyadan güç elde etmek
olanaksızdır. Böylece konumun güç unsuru olarak değeri; sahip olduğu
niteliklerini doğru ve yerinde belirleyerek, buna uygun stratejiler (İç ve dış)
geliştirilmesiyle kazanılabilir. Yoksa sahip olduğu potansiyelleri nitelikleri ve
34
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02), 2008,22-44
Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik
avantajları değerlendirememiş, siyaset ve stratejiye kaynaklık edilememiş bir
coğrafi konumun “güç” kimliğine katkısı sınırlıdır.
Ekonomik Güç:
Ülkelerin ekonomik yapılarını güç zemininde irdelerken, küresel düzeyde
ekonomik işleyişin esasları dikkate alınmalıdır. Üretim olgusuna dayalı
ekonomik işleyiş siyasal ekonominin esasını oluşturur (Cox, 2002). Bu durum
esası ekonomik egemenliğe dayalı siyasal kimlikli güç mücadelesinin
kurgusunu oluşturur. Bir ülkenin jeopolitik güç analizi yapılırken ekonomik
güç nasıl anlaşılabilir? Bu sorunun cevabı çok daha ayrıntılı verilebilir. Ancak
aşağıda sıralananlar ekonomik gücü belirleyen temel faktörler olarak esas
alınmalıdır.
- Üretim kapasitesi (mal ve hizmet),
- Üretimde sahip olunan teknolojik düzey,
- Ekonominin altyapı düzeyi; kurumsal nitelik ve süreklilik başarısı,
- Pazarlara erişim düzeyi; etkinlik oluşturabilme becerisi,
- Pazar çeşitliliği yaratabilme düzeyi,
- Artan ticari rekabete katılım düzeyi ve ulusal pazarını gerektiğinde
koruma becerisi,
- Mali piyasalarda kurumsal etkinlik düzeyi,
- Yabancı yatırımların düzeyi; biçimi ve ulusal ekonomideki etkinliği,
- Borçlanma düzeyi ve niteliği,
- Büyüme ve enflasyon oranları,
- Ulusal paranın etkinlik düzeyi,
- İşsizlik oranı, gelir dağılımı düzeyi,
- İhracat ve ithalat oranları ve kompozisyonu,
- Sabit sermaye yatırımlarının GSMH’ ya oranı, sektörel ve coğrafi
dağılımı,
- Sanayi stratejisinin varlığı ve niteliği,
- Doğal kaynak potansiyeli, ulaşım, iletişim ve enerji altyapısı,
35
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 22-44
Yaşar Hacısalihoğlu
- Vergi sisteminin etkinliği, kayıtlı ekonominin varlığı.
Politik Güç:
Politik gücün analizinde esas olarak bir ülkenin iç ve dış politik işleyişine
odaklanarak, sistemin düzeneği irdelenmelidir. Bu noktada politik yapının
kurumsallaşma düzeyi ve idari yapının tüm unsurlarıyla bütünsel davranabilme
yeteneğine
odaklanılmalıdır.
Buna
göre
irdelenen
ülkenin
politik
yapılanmasının bir senfonik uyumun olup olmadığı da ele alınmalıdır.
Senfonik uyum, bir ülkenin tüm unsurlarının aynı hedef aynı ülkü birliği içinde
milli çıkarlara odağında bütünleşebilme kabiliyeti olarak tanımlanabilir. Tıpkı
bir senfonide yaşadığı gibi tüm enstrümanlar tek başına bir değerdir ve ürettiği
sesler ilgi uyandırır. Ancak bu enstrümanlar bir araya geldiğinde ortak bir ses
üretirler ve bu ses çok daha güçlü bir şekilde ve belli bir düzen ve ahenk içinde
kendini ifade eder. Bu durum aslında bir ülke için politik yapının güce
dönüşmesinin ölçüsüdür. Buna bağlı olarak iç politik gücün niteliği açısından
şu unsurlarda irdelenmelidir;
- Anayasal düzen ve yasalar,
- Siyasi partiler ve siyasi iktidar,
- Devlet yapılanması (Bürokrasi).
Askeri Güç:
Bir ülkenin güç analizinde askeri gücün irdelenmesi temel olarak şu faktörlere
dayalı olarak yapılabilir;
- Ulusal savunma sanayinin varlığı ve etkinliği,
- Strateji ve teknoloji üretme kapasitesi,
- Uluslararası örgütlenmedeki yeri ve etkinliği,
- Caydırıcılık potansiyeli.
Demografik Güç:
Bir ülkenin nüfusunun güce dönüşmesi o ülkenin nüfusunun niteliğinde
saklıdır. Buna göre nüfusa ilişkin şu faktörler öncelikle irdelenmelidir;
- Nüfus yapısı,
36
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02), 2008,22-44
Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik
- Nüfus dağılımı,
- Eğitim/öğretim düzeyi,
- Yetişmiş insan gücü.
Psikososyal ve Kültürel Güç:
Psikososyal ve kültürel güç unsuru, toplumsal yapının ana omurgasını
oluşturur. Tarihsel sürecin yansımasıdır. Birikimleri, iç içe geçmişliğin,
sentezin, çeşitliliğin, özgünlüğün yansımalarıyla anlam kazanır. Bu boyutuyla
kültürel kazanımlar, yerelden ulusala, ulusaldan evrensele uzanan doğal
kültürel akışın ürünleridir. Evrensel buluşmanın özü, kültürler arası saygının,
kabullenmenin, eşit etkileşimin yaşanmasıdır. Bu durum “kültürleşme”
kavramıyla da açıklanabilir. “Kültürleşme” kavramı kültürler arası temasa
gösterilen olumlu tepkiyi anlatmak için kullanılır ( Latouche, 1993). Bu
kavrama göre, iki kültür birbiriyle temasa girdiğinde, değiş-tokuş içinde olan
kültürel çizgiler birbirini dengeler ve yabancı öğelerin bütünleşmesinden ve
özümsemesinden sonra her kültür kendi kimliğini ve kendi dinamizmini
korursa başarılı bir kültürleşmeden söz edilebilir. Şayet tersine temas dengeli
bir değişimle ortaya çıkmıyor ama kütlesel olarak tek yönlü bir akış oluyorsa,
alıcı kültür istilaya uğramıştır, öz varlığı tehdit altındadır ve gerçek bir
saldırının kurbanı olarak görülebilir ve bu saldırı kültürel alanda kültür
kıyımıdır bu da kültürsüzleştirmenin en somut aşamasıdır ( Latouche, Serge,
a.g.e.).
Oysa insanlığın tarih boyunca yarattığı tüm kültür değerlerinin yereldenulusala, ulusaldan-evrensele ulaşma ideali, kültürel üretimin en temel
hedefidir. Bir ulusun kültürel yapısı ve değerleri, o ulus için bir güç unsuru
olarak anlam kazanabilmesi adına öncelikle “ulusal kültür” yapılanmasının
güçlü bir senteze dayanması gerekir. Bu güçlülük, egemen kültür
yapılanmasına ezici kültürel yayılıma, empoze yönelişlere, küresel kültür
baskılanmasına karşı direnci ve sürekliliği ifade eder. “Milli kültür” olgusunu,
besleyen temel yapı; özgünlüğün öncelikli kılındığı ulusal üretimin varlığıdır.
37
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 22-44
Yaşar Hacısalihoğlu
Ulusal üretim çerçevesinde; değerleri tüketerek değil, çoğaltarak, paylaşarak,
zenginleştirerek bir değerler sistemi kurmak öncelik kazanır. Bu durum ulusal
kültür değerlerinin aşındırılması, kayba uğratılması önünde bir engel oluşturur.
Böylece
insanlığın
yaşam
deneyimlerinden
ve
biçimlerinden
doğan
psikososyal ve kültürel değerler “güç unsuru” olarak işlev kazanmış olur. Hiç
kuşkusuz bu tablonun yaratılmasında belli bir bilinç düzeyinin aranılması
kaçınılmazlaşır. Bir toplumun duygu ve davranış altyapısında yer edinen bilinç
düzeyi şu şekilde çeşitlendirilebilir.
- Yaşanılan mekanı koruma ve sahip çıkma bilinci,
- Dayanışma ve örgütlenme bilinci,
- Çıkarlarda toplumsal bilinç,
- Ulus ve yurt bilinci,
- Tasarruf bilinci.
Bu bilinç şemasından doğan altyapıyla tarihsel süreç boyunca sağlanan birikim
düzeyi, bir ulusun güç kimliğini etkileyen en somut unsurdur. Kültürel alanda
tarihsel birikim, çeşitlilik özgünlük ve evrensellik düzeyi, var olanların
korunma ve nesillere aktarabilme başarısı ve sonuçta bir çekim gücü
oluşturabilme, etkileyici olabilme düzeyi, kültürel yapının “güç” kimliğini
belirler.
Bilimsel ve Teknolojik Güç:
“Güç” olgusunu belirleyen unsurlar arasında bilimsel-teknolojik düzeyin yeri
ayrıcalıklıdır. Bu ayrıcalığın temel dayanağı; diğer tüm güç unsurlarını
biçimlendirici iradeye sahip olmasında saklıdır. Nitekim tarih boyunca
teknolojik güç farklılıklar gösterse de daima stratejik nitelik taşımıştır. Bu
durum aslında yaşanılan çağın koşullarıyla belirlenir. Her dönem kendi
teknolojik niteliğini yaratır. Buna göre teknolojik gelişmeler sonucunda her
dönem stratejik değeri aratan teknoloji türünü ayrıştırır. İleri teknolojik
gelişmeler sonucunda teknoloji olgusu stratejik değer taşıyanla taşımayan
ayrışmasına uğrar. Bu durum jeopolitik yönelimlerle sıkı ilişki halindedir. İleri
38
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02), 2008,22-44
Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik
stratejik teknolojiyi kullanmanın ve daha da önemlisi üretmenin ayrıcalığı
jeopolitik hedefleri ve yönelimleri yapılandırır, cesaretlendirir.
“Stratejik teknoloji” küresel düzeyde yaygınlaştırılmamış olan, buna bağlı
olarak özenle korunan, titizlikle üretilen teknolojiyi yansıtır. Stratejik nitelik
göstermeyen teknoloji ise, çağın koşullarını tam olarak yansıtmayan,
yaygınlaştırılmasında veya transferinde sakınca görülmeyen teknolojileri
içerir. Birincisi merkezileşmiş konumdadır. Çünkü hassas ve stratejik öğeler
taşır. İkincisi küreselleşebilmektedir. Çünkü ucuz işgücüne ihtiyaç duyar,
çevresel etkileri sorunlar yaratır. Birincisinde bilgi-yoğun üretim süreci ağır
basar, ikincisinde emek-yoğun. Birincisiyle küresel etki ve çekim gücü elde
edilir, ikincisiyle ulusal ve bölgesel sınırlarla yetinilir.
Bugünkü konumuyla “stratejik teknoloji”; bilgisayar, iletişim-ulaşım, genetik,
robot, mikro elektrik gibi alanlarda “bilgi teknolojisi” olarak anılmaktadır.
Örneğin 15. yüzyılın “stratejik teknolojisi” denizcilik alanındaydı, 19. yüzyılın
ise sanayi alanında şekillenmişti. Ortak nokta; üretim, ticaret ve pazar
üzerindeki etki gücüdür. Bu güç, “stratejik teknolojiyi” üreterek sahip olan tüm
ülkeler için geçerlidir. Üretim-ticaret, doğal kaynaklar ve pazar mekanizması
üzerinde yaratılan etkinlik, siyasal alanda da kendini gösterir ve dünya
ölçeğinde yönetme ve denetleme işlevleriyle bütünlük kurar. Böylece “stratejik
teknoloji” küresel ölçekte belirleyici ve etkin olma ayrıcalığını onu üreten ve
sahip olanlara sunar. Ekonomik altyapıyı güçlü kılar ve süreklilik
sağlanabilmesi adına “jeopolitik yönelimleri” yaratır.
Bu güç unsurunun uzağında olmak, gelişmişlik ekseninde geri kalmışlığı daha
da derinleştirmek anlamına gelir. Nitekim küreselleşme söyleminin tüm
vurgularına rağmen dünya ölçeğinde küreselleşenler sınırlılık içerir. Bu
“sınırlılık” içinde yer alan “stratejik teknoloji” gelişmişler dünyasıyla,
azgelişmişler arasındaki mesafeyi derinleştirmektedir. Buna göre azgelişmişler
dünyası “stratejik nitelikli ileri teknoloji” ortamının uzağındadırlar. Bu uzaklık
ileri teknolojiyi sadece üretememek açısından değil, ona yeterince erişememek
39
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 22-44
Yaşar Hacısalihoğlu
açısından da söz konusudur (üretilen ürünlerin kopyalanmaması adına özel
önlemler ve katı sınırlamalar ödünsüz uygulanmaktadır).
Kuşkusuz bu durum azgelişmişlerin bağımlılık zeminini hem derinleştirmekte
hem de genişletmektedir. (Örneğin biyoteknoloji alanındaki gelişmeler
özellikle
tarım
alanında
azgelişmişler
aleyhine
önemli
sonuçlar
doğurmaktadır.)
Bu tablo aynı zamanda gelişmişler dünyasında da ayrışmalar yaratacak ölçüde
rekabete açılmıştır. Küresel güç oluşumunda bu gücün paylaşılmasında ve
buna dayalı jeopolitik yönelimlerin yaratılmasında stratejik teknoloji en önemli
araçtır. Böylece teknolojik düzeyin güç ilişkilerdeki rolü ve güç kimliğinin
oluşmasındaki etkisi bu boyutuyla büyük önem ve anlam kazanmaktadır. Bu
nedenle çağın ileri teknolojisine sahip olabilmek adına, bu alanda çaba
göstermek, önceliği bu alana yöneltmek, araştırma-geliştirme etkinliğini bu
amacın gerçekleştirilmesine adamak, yaşamsal niteliktedir.
Bir ülkenin güç analizde bilimsel-teknolojik unsurun ağırlığı temel olarak şu
başlıklar altında irdelenebilir;
- Teknolojinin niteliği,
- Araştırma-Geliştirme (Ar-Ge) düzeyi,
- Bilimde kurumsallaşma,
- Bilim-toplum-yönetim arasındaki bağ,
- Bilimsel üretim düzeyi ve niteliği.
Tüm bu güç unsurları ve onların dayandığı öğeler eliyle ülkelerin güç analizini
yapabilmenin yanı sıra küresel veya bölgesel ölçekte güç mücadelesinin
şifresini çözmek de olanaklıdır. Bunun için yaşanılan dönemin güç tarifini ve
bileşenleri saptamak ve buna dayalı olarak mücadelenin nedenlerine
odaklanmak gerekir. Bu odaklanmanın en kestirme yolu mekanın ekonomi
politiğine yönelmektir. Mekan taşıdığı değerler nedeniyle gücün yansıtıldığı
alandır. Güç mücadelesinin sahnesidir. Ancak bu sahne edilgen değildir.
Mücadele denklemlerini çoğu zaman saptayan ama mutlaka etkileyen bir
40
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02), 2008,22-44
Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik
unsurdur. Buna göre mekan, oyun alanıdır. Bu oyun çoğu zaman kanlıdır.
Savaşları yaşatan bu oyunun oynanış biçimidir.
Tarihsel süreç boyunca mekana dayalı ve güç mücadelesinin yaşadığı oyun
alanları adeta geleneksellik taşır. Örneğin Kafkaslar, Orta Asya ve Ortadoğu
coğrafyası gelenekselleşmiş birer oyun alanı olarak nitelendirilebilir. Bu
nitelemenin nedeni örnek verilen mekanların ekonomik politik değerinde
saklıdır. Diğer bir ifadeyle güç mücadelesinin yansıması olan “çatışma”
refleksini besleyen pazar ve doğal kaynakların sunduğu potansiyellerdir. Bu
potansiyellerin dağılımı ile çatışma odakları arasındaki paralellik çarpıcıdır
(Sılberfein, 2003).
Diğer bir ifadeyle “mekan” ve “güç” kavramlarının çatışma olgusuyla
buluşması mekanın ekonomi politiğinin yörüngesindedir. Bu durum dünya
genelinde çatışma alanlarının oluşumunun nedenidir. Mekanının ekonomi
politiğinin köşe taşlarını doğal kaynaklar ve pazar/piyasa imkanları oluşturur.
Bu imkanlar aynı zamanda ekonomik sorunların aşılmasının çözümüdür.
Örneğin sermaye birikim krizinin aşılmasında mekansal ilgi öne çıkar.
Sermaye birikimi krizini dışa vuran etken, kar daralmasıdır, biriken
sermayenin mekansal sıkışıklığıdır. Bu krizi aşabilmenin ve dolayısıyla kar
maksimizasyonu sağlayabilmenin yolu yeni mekanların bulunmasıdır. Bu
çabanın rotası, pazar/ piyasa ve doğal kaynak egemenliğine dayalıdır.
Bu noktada vurgulanması gereken bir başka husus, bu egemenlik çabasının
jeopolitik içerik taşımasıdır. Diğer bir ifadeyle mekanın ekonomi politiğine
dayalı her çaba ve her adım jeopolitik kimliklidir. Bu konuda İngiliz iktisadi ve
siyasi coğrafya kuramcısı David Harvey’in, “aşırı birikim krizinin aşılması
adına zamana ve mekana dayalı yer değiştirme” yaklaşımı, mekanın ekonomi
politiğini ortaya koymaya dayalı bir başka değerlendirmeyi içerir (Harvey,
2001). Harvey’in bu yaklaşımı; belirli bir coğrafi sistem içinde aşırı birikime
yani emek (artan işsizlik) ve sermaye fazlalığına dayalıdır. Harvey’e göre bu
fazlalıklar üç şekilde eritilebilir;
41
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 22-44
Yaşar Hacısalihoğlu
- Varolan sermaye fazlalığının gelecekte tekrar dolaşıma tekrar girmesini
sağlamak için uzun dönemli sermaye projeleri veya sosyal harcamalara (eğitim
ve araştırma gibi) yatırım yaparak “zamansal yer değiştirme”,
- Başka bir yerde yeni pazarlar, yeni üretim kapasiteleri ve yeni kaynaklar,
toplumsal imkanlar ve emek olanakları yaratarak “mekansal yer değiştirme”,
- 1.ve 2.nin bileşimi (Harvey, 1982).
Harvey’in özellikle ”zaman-mekansal içinde kaydırma “ vurgusu ile biriken
sermayenin mekansal sıkışıklığının aşabilme çabası paralellik taşır. Her iki
yaklaşım biçimi de özünde mekanın ekonomi politiğine dayalı güç
mücadelesinin nedenlerini saptamaya dönüktür.
SONUÇ
Mekana dayalı güç mücadelesi; tarihsel derinliği olan güncellik taşıyan
gelecekte de sonlanması kolayca mümkün olamayacak bir gerçekliği yansıtır.
Bu durum mekan kavramının eksilmeyen önemini ortaya koyar. Bugünün
uluslararası ilişkilerinin şifresi, mekan odaklı güç analizinde saklıdır.
Jeopolitik bakış, bu şifrenin çözümüne duyarlı bir yaklaşım biçimidir. Buna
göre bugünden geleceğin güç mücadelesinin kavranabilmesi adına mekana
dayalı analiz tekniğinin derinleşmesi kaçınılmazdır.
Kaynakça
AGNEW J.-CORBRİDGE S.: “Masreting Space: Hegemony, Territory and
International Political Economy”, Routlenge, (London, 1995).
AKAD M.T.: “Strateji Üzerine”, Kastaş Yayınları, (İstanbul, 2001).
BARNETT THOMAS: “Pentagon’un Yeni Haritası”, 1001 Kitapları
(İstanbul, 2005).
BRADEN K.- SHELLEY F.M.: “Engaging Geopolitics”, Prentice Hall, (New
York, 1996).
42
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02), 2008,22-44
Kuramsal Ve Kavramsal Bir Çözümleme: Mekan - Güç – Çatışma Ve Jeopolitik
BREZEZİNSKİ, Z.: “Büyük Satranç Tahtası”, Sabah Kitapları, (İstanbul,
1998).
COX.K.R.: “Political Geography: Territory, State and Society”, Blackwell,
(USA, 2002).
CÖMERT, SERVET: “Jeopolitik, Jeostrateji ve Strateji”, Harp Akademileri
Yayını, (İstanbul, 2000).
R.J.JOHNSTON. P. J. TAYLOR, M. J. WATTS. (Ed.): “Geographies of
Global Change”, Blackwell, (Oxford., 1999).
DAVID NEWMAN.(Ed.): “Boundaries,Territory and Postmodernity, Frank
Cass Publishers, (London.1999).
DODDS, KLAUS: “Geopolitics in a Changing World”, (England, 2000).
GLASSNER M.I.: “Political Geography”. (USA, 1995).
HACISALİHOĞLU, İ.Y: “Yeni Dünya Düzeni Arayışı ve Türkiye: Jeopolitik
Analiz”, Çantay Yay., (2001).
HACISALİHOĞLU, İ.Y.: “Küreselleşme, Mekansal Etkileri ve İstanbul”,
Akademik Düzey Yay., (2000).
HACISALİHOĞLU, İ.Y.: “Yeni Bir Güç Şeması ve Türkiye”, ODTÜ
“Uluslararası ilişkiler” Uluslararası Sempozyumu Kitabı, (2002).
HACISALİHOĞLU, İ.Y.: “Küreselleşme ve Mekansal Yansımaları”, ODTÜ
“Uluslararası ilişkiler” Uluslararası Sempozyumu Kitabı, (2003).
HART B.H.L.: “Strateji: Dolaylı Tutum”, ASAM Yayınları, (Ankara, 2002).
KLARE M.C.: “Kaynak Savaşları: Küresel Çatışmanın Yeni Alanlar”ı, Devin
Yay., (2005).
LACOSTE YVES: “Coğrafya Savaşmak İçindir”, Çev.: Ayşin Arayıcı, Özne
Yay., (İstanbul, 1998).
LATOUCHE, SERGE: “Dünyanın Batılılaşması”, Çev:: T.Kesoğlu, Ayrıntı
Yayınları, (İstanbul, 1993).
MAHAN A.T.: “Deniz Gücünün Tarih Üzerine Etkisi”, Q Matris Yay.,
(İstanbul, 2003).
43
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 22-44
Yaşar Hacısalihoğlu
MUIR RICHARD: “Political Geography”, Macmillan Press, (London, 1997).
NIJMAN J.: “The Geopolitics of Power and Conflic”t, Belhaven Press, (New
York. 1993).
NYE, JOSEPH: “Amerikan Gücünün Parodoksu”, Literatür Yay, (İstanbul,
2003).
PAINTER J.: “Politics,Geography and Political Geography”, Arnold,
(London 1995).
PARKER, GEOFFEREY: Geopolitics:Past,Present and Future, Pinter
Publishers, (London. 1998).
SHORT J.R.: “An Introduction to Political Geography”, Routlenge, (London,
1994).
SILBERFEİN, MARİLYN: “Insurrections”, The Geographical Dimensions of
Terrorism İçinde, Edit.; Susan L.Cutter vd., Routledge, (London, 2003).
SÖNMEZOĞLU, FARUK:”Uluslararası İlişkiler Sözlüğü” Der Yayınları,
(İstanbul).
SÖNMEZOĞLU, FARUK (Der.) “Uluslarası Politikada Yeni Alanlar,
Bakışlar”, Der Yayınları, (İstanbul).
TAYLOR P.J.: “Political Geography: Wold-Economy, Nation-State and
Locality”, Longman, (New York, 1995).
TUATHAIL G.Q.- ROUTLENGE P.: “The Geopolitics Reader”, Routlenge,
(London, 1998).
TUATHAİL GEAROID Q.: “Eleştirel Jeopolitiği Anlamak: Jeopolitik ve Risk
Toplumu”, Jeopolitik, Strateji ve Coğrafya içinde, Colın S.Gray, Geoffrey
Sloan, Çev: Tuğrul Karabacak, Asam Yayınları, (Ankara, 2003).
44
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02), 2008,22-44
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 45-76
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
IRAK VE PKK TERÖR ÖRGÜTÜ BAĞLAMINDA
TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİ
∗
Armağan Kuloğlu
Özet
ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgali sürecinde Türkiye ile ABD arasında yaşanan
gelişmeler, iki ülke arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkilemiştir. Bu olumsuzlukların
başında Irak’ın kuzeyindeki yönetimin statüsünün yükselmesi, PKK terör örgütünün
gelişmesi ve terör eylemlerindeki artış ve Türkmenlerin statüsünde istenen durumun
elde edilememesi gelmektedir. ABD, Türkiye ile başlangıçta yaşadığı kendi açısından
olumsuz olarak nitelendirilen gelişmeler nedeniyle bölgedeki Kürtleri, Türkiye’nin
yerine müttefik olarak kabul etmiş, bu durum Kürt yönetiminin statüsünün yükselmesi
ve dolayısı ile Türkiye tarafından tehdit olarak kabul edilebilecek bir konuma kadar
gelme tehlikesini yaratmıştır. ABD, Türkiye’nin Irak’taki etkinliğini tamamen
kırdığından PKK terör örgütü kendisine gelişmesi, destek alması ve eylem planlayıp
icra etmesi için güvenli ve rahat bir manevra alanı bulmuştur. ABD, Türkiye’nin PKK
terör örgütü ile mücadelesine yardımcı olma karşılığında, Türkiye’nin Irak’ın
kuzeyindeki yönetimle resmi temaslara kadar uzanan bir iletişim kurmasını sağlamıştır.
Anahtar kelimeler: Türkiye, ABD, Irak, İran, PKK, Terör, Türkmen, Kerkük.
Abstract
Developments between Turkiye and USA during the Iraq's occupation process have
influenced the countries mutual relations in a negative manner. The rise of the Northern
Iraqi Administration's status, development of the PKK terror organization as well as
their accelerating terrorist activities and the undesired regression on the Iraqi Turkmen's
status are some of these complications. USA who considered the controversies with
Turkey as a bottleneck, embraced the local Kurds as allies. USA who wanted Turkiye
to peacefully accept and communicate the North Iraqi Administration, turned a blind
eye to the PKK attacks in Turkiye and blocked Turkish cross-border operations against
PKK for a long period of time. In the meantime, North Iraqi Administration supported
and safeguarded the terrorist organization due to afore mentioned reasons. PKK was
used as a pawn by both USA and the North Iraqi Administration. Consequently, USA
managed to establish formal contacts between the Turkish Republic and the North Iraqi
Administration, in return for assisting Turkiye in her struggle against PKK.
Keywords: Turkiye, USA, Iraq, Iran, PKK, Terror, Turkmen, Kirkuk.
∗
Eemekli Tümgeneral, BÜSAM Başdanışmanı, [email protected]
Armağan Kuloğlu
GİRİŞ
ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgalini müteakip Irak’ın kuzeyinde oluşan otorite
boşluğu PKK terör örgütünün yeniden hayat bulmasına imkân sağlamış ve
örgüt bu bölgede kendini güven içinde hissetmiştir. Örgüt, insan kaynağı,
finans ve lojistik desteğini kolaylıkla sağlayabilmiş, yeniden teşkilatlanmış,
eğitim yapmış ve terör eylemlerini planlama ve sınırı geçerek Türk
topraklarında terör eylemi gerçekleştirme ve yeniden güvenli olarak
nitelendirdiği Irak’ın kuzeyine dönme fırsatını elde etmiştir.
PKK terör örgütü, Türkiye’ye karşı bir tehdit oluşturduğu, zarar verdiği, ayrıca
sözde Büyük Kürdistan’ın Türkiye ayağını oluşturmasına hizmet ettiği, bu
süreçte yapının liderliğinin Kuzeydeki yönetimde olmasına yardımcı olduğu ve
zaman içinde Türkiye’ye karşı bir yaptırım aracı olarak kullanabileceği
düşünceleri ile Irak’ın kuzeyindeki yönetim tarafından himaye ve destek
görmüştür.
PKK terör örgütü ABD açısından ise, Türkiye’ye karşı 1 Mart teskeresinden
dolayı cezalandırma aracı olarak nitelendirilmiş ve Türkiye’ye karşı yine
zaman içinde bir pazarlık konusu olarak kullanılabileceği düşünülmüştür. PKK
terör örgütü, ABD tarafından, ayrıca PEJAK uzantısı vasıtasıyla İran’a karşı da
kullanılmaktadır. Diğer taraftan örgüt, kuzeydeki istikrarı bozmadığından,
ABD’ye ve kuzeydeki yönetime zararı dokunmadığından, hatta faydası olduğu
düşünüldüğünden, ABD’nin çıkarları açısından en azından müdahale
edilmemesi gereken bir unsur olarak görülmüş ve dolaylı olarak ABD
tarafından himaye edilmiştir. Bu nedenle Türkiye’nin terörle mücadelesinde
sınır ötesi operasyon yapması ABD tarafından sürekli engellenmiştir.
Türk Hükümeti de, ABD ile bozulan ilişkilerin daha da kötüye gitmemesi için,
terörle mücadeleyi sadece askeri alanda olmak üzere yurt içinde yapmayı
tercih etmiş ve ABD’nin Türkiye’nin sınır ötesi harekât yapmasına olan
muhalefetine uyum göstermiştir. ABD’nin Kürt Gruplara karşı müsamahalı
davranışı, bu gruplarla olan müttefiklik çerçevesindeki ilişkileri ile PKK
46
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76
Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri
konusundaki düşünceleri, Irak’ın kuzeyindeki yönetimin ve PKK’nın
Türkiye’ye karşı tutum, davranış ve eylemlerinde tırmanışa sebep olmuştur.
ABD’NİN PKK KONUSUNDAKİ POLİTİKA DEĞİŞİKLİĞİ VE
TÜRKİYE’YE SAĞLADIĞI DESTEK
PKK’nın tırmanan eylemleri Ekim 2007 ayı içinde tahammül edilemeyecek
sınırlara ulaşmış, Türk Hükümeti, toplumun terör konusundaki tepkileri ve
sınır ötesi operasyon yapma zarureti karşısında reaksiyon gösterme zorunda
kalmıştır. Bu nedenle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) sınır ötesinde
operasyon yapmasına imkân sağlayacak olan teskereyi meclise sevk etmiş ve
meclisten
gerekli
olan
yetkiyi
almıştır.
Ancak
bu
yetki,
çeşitli
çekingenliklerden dolayı hemen kullanılmamış, sınır ötesi operasyon yetkisini
almış olarak bu konuda ABD başta olmak üzere uluslararası mutabakat
sağlamak maksadıyla, komşu ülkeler de dahil birçok ülke ve kuruluş ile terörle
mücadeledeki haklılık ve kararlılık konusunda diplomatik temaslarda
bulunulmuştur. Bu çerçevede ABD ile de 5 Kasım 2007 tarihinde ABD
Başkanı ve Türkiye Başbakanı arasında bir görüşme yapılmıştır.
Bu görüşmenin basına yansıyan kısımları olduğu gibi, her ne kadar yok
deniyorsa da, yansımayan ve çeşitli yorumlara sebep olan kısımlarının olduğu
da bir gerçektir. Görüşmelerin açıklanan kısmına baktığımızda, PKK terör
örgütünün müşterek düşman olarak nitelendirildiği, Türkiye’nin terörle
mücadelesinin haklı nedenlere dayandığı, bu mücadelede ABD’nin Türkiye’ye
gerekli desteği vereceği, bu maksatla istihbarat paylaşımı yapılacağı ve
Türkiye, ABD, Irak Genelkurmay İkinci Başkanları seviyesinde üçlü bir
mekanizma oluşturulacağı görülmektedir. Bu durum ilk bakışta, TSK’nın sınır
ötesi operasyon yapabileceğini, ancak operasyonun bir noktada ABD’nin
verdiği istihbarata bağlı olarak ve istihbaratı verdiği yere yapılabileceği
şeklinde algılanmıştır. Ancak daha sonra Türkiye’nin, ABD’ye bağımlı
olmadan; ancak ABD’yi bilgilendirerek kendi inisiyatifi ile de hareket ettiği
47
Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76
Armağan Kuloğlu
görülmüş ve bundan sonrada bir müddet için bu şekilde devam edeceği
anlaşılmıştır.
ABD ile yapılan görüşmelerin kamuoyuna yansımayan, ancak ABD’nin tutum
değişikliğine sebep olan konular hakkında çeşitli yorumlar yapılmıştır. Doğal
olarak bu yorumların dayandığı birçok açıklama ve olaylar bulunmaktadır.
ABD’nin bu zamana kadar sıcak bakmadığı, hatta ısrarlı olduğu bir konuda
neden ve nasıl tutum değiştirdiğini analiz ettiğimizde aşağıdaki hususların ön
plana çıktığı görülmektedir.
Bunlardan birincisi, ABD’de yapılan görüşmelerde Türk tarafının, artan ve
büyük zayiat verdiren terör olayları neticesinde Türkiye’deki kamuoyu
tepkisinin çok yükseldiği, bunu tutmanın mümkün olamadığı, Türkiye’nin sınır
ötesi operasyon yapma mecburiyetinde olduğu, kendi kararı ve inisiyatifi ile
yapmak zorunda olacağı bu harekâttan ötürü zaten bozuk olan ilişkilerin daha
da bozulacağı, bu nedenle operasyonun sağlanacak mutabakat çerçevesinde
yapılmasının her iki ülkenin de menfaatlerine uygun olacağını dile getirdiği
şeklinde değerlendirilmiştir. ABD’nin de Türkiye’nin kendi inisiyatifi ile
vereceği kararla operasyon yapmasının kendisini de zor durumda bırakacağını
düşünerek, bunu Türkiye’deki gittikçe bozulan ABD imajını düzeltmek için bir
fırsat olarak kullanılabileceği kanaatine vardığı kıymetlendirilmiştir.
Diğer bir konu da, ABD’nin bugüne kadar müttefik olarak kabul ettiği Irak’ın
kuzeyindeki Kürt yönetimin, nüfusu ile orantılı olmayan bir güç elde ettiğidir.
Bu yönetimin, Irak’ın bütününü ilgilendiren konularda aşırı isteklerde
bulunduğu, bir noktada istek ve tavırlarında şımarıklığa varan bir konuma
geldiği, artık bu durumun ABD yönetimini de rahatsız etmeye başladığı
düşüncesinin hâkim olduğu kıymetlendirilmiştir (Milliyet, 02 Şubat 2008: 18).
Bu nedenle ABD tarafından, PKK ile mücadelede sınır ötesi operasyon
konusunda Kürtleri gücendirmemek için Türkiye’ye karşı tavır almaya devam
etmenin artık fayda değil zarar getirdiği, hatta Türkiye’ye imkân tanımanın
ABD
menfaatleri açısından daha uygun olacağı sonucuna
48
varıldığı
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76
Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri
düşünülmüştür. Ancak ABD’nin bu tutumunun kısa vadeli olduğu, orta ve
uzun vadede ABD eski başkanı Wilson’un 14 ilkesinden başlayıp, Sevr ile
devam eden ve Lozan Anlaşması ile akamete uğrayan Kürdistan Projesi’nden
vazgeçtiği anlamına gelmemesi gerektiği değerlendirilmektedir (Akbaş, 2007).
Gittikçe güçlü bir argüman olarak ortaya çıkan bir husus da, ABD’nin PKK’yı
bir pazarlık unsuru olarak kullanma temayülüdür. Irak’ın kuzeyinde PKK terör
örgütü için güvenli olarak nitelendirilen bölgede Barzani yönetiminin dolaylı
desteğine sessiz kalan ve Ortadoğu politikaları için bu örgütü kullanabileceğini
de hesaplayan ABD’nin, bu örgütün Türkiye’ye yeteri kadar zarar verdiğini ve
artık menfaati karşılığında pazarlık konusu olarak kullanma zamanının
geldiğini düşündüğünü söylemek de mümkündür. Bu nedenle PKK terör
örgütü ile mücadeleye ortak olmanın karşılığında, kendisi için stratejik öneme
sahip olan kuzeydeki yönetimin Türkiye tarafından kabullenilmesini, ona bir
tehdit oluşturmamasını, onunla bir iletişim içine girmesini ve PKK ile
yapılacak
mücadelede
ona
zarar
vermemesini
talep
ettiği
değerlendirilmektedir.
Diğer taraftan ABD’nin gelişecek duruma ve takip edilecek politikaya göre
zaman içinde azaltmayı düşündüğü asker sayısının Irak’ta yaratabileceği
zafiyeti kıymetlendirerek, Türkiye ile ilişkileri düzeltme ve yeniden yakın
müttefiklik çerçevesine oturtmaya çalıştığı da bir gerçektir. Özellikle bu
kapsamda Irak’ın kuzeyi ile ilgili bir problem yaşanmamasını, bölgeden
çekilmesi halinde dahi bu yapının muhafaza edilmesini ve yaşamasını
hesapladığı anlaşılmaktadır.
ABD’nin dünya hâkimiyet politikasının önemli bir ayağı olan Büyük Ortadoğu
Projesi’nin (BOP) gerçekleştirilmesinde, bölgede Türkiye’nin desteğine ihtiyaç
duymaya devam ettiği, “Ilımlı İslam” anlayışını Türkiye odaklı olarak bölgeye
yerleştirmek arzusunda olduğu bilinmektedir. Bu nedenle birlikte çalışmayı
tercih ettiği Türkiye’deki mevcut yönetimi, daha fazla zor duruma düşürmenin
kendi menfaatlerine uygun olmadığı kanaatine vardığı da söylenebilir. ABD
49
Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76
Armağan Kuloğlu
Ulusal İstihbarat Konseyi’nin yayımladığı “Küresel Eğilimler 2025: Dönüşen
Bir Dünya” başlıklı raporunda, diğer konuların yanında Türkiye’nin gelecekte
daha az laik, daha az demokratik, buna karşılık daha fazla İslam bir
görünümde olacağı belirtilmiştir (Gürsel, 2008). Bu tip raporlar, mevcut
verilerden hareketle geleceğe yönelik beklentileri göstermekle birlikte, aynı
zamanda görülmesi istenen durumu da yansıttığı düşünülmektedir.
ABD’nin Türkiye için düşündüğü “ılımlı İslam” anlayışının, yeni yönetim
tarafından, değişim ve dönüşüm anlayışı çerçevesinde daha fazla demokrasi,
daha fazla özgürlük, insan haklarına saygı gibi insan yaşamında daima ön
planda tutulacak yaklaşımlarla ön plana çıkarılabileceği ve bunların da laiklik
karşıtı hareketlerin kılıfı olarak kullanılması tehlikesini yaratabileceği göz
önünde tutulmalıdır.
Bilindiği üzere Afganistan’da Taliban güçleri ile mücadele devam etmekte ve
istikrar henüz sağlanamamış durumdadır. Bu konuda ABD, diğer NATO
ülkeleri ile birlikte Türkiye’den de mücadelede daha fazla rol oynamasını talep
etmektedir. Nitekim ABD Savunma Bakanı Robert Gates’in Milli Savunma
Bakanı Vecdi Gönül’e bir mektup göndererek bu katkıyı istediği ve bunu
Türkiye’ye yaptığı ziyarette de dile getirdiği anlaşılmaktadır. Mektupta,
“Türkiye’nin Afganistan’a operasyonel birlikler göndermesi ve bu birliklerin
ülkenin güney ve doğusunda ABD komutasındaki NATO birlikleriyle birlikte
Taliban ve El-Kaide’ye karşı operasyonlara katılması istenmektedir. Eğer
daha fazla kuvvet gönderilemeyecekse halen Afganistan’da görev yapan Türk
askerlerinin görev talimatında değişiklik yapılıp kısıtlamaların kaldırılarak,
Kabil bölgesi dışında da harekât yapma olanağının sağlanması” talep
edilmektedir (www.ulusalkanal.com.tr). Hatta ISAF’ın komutasının bir kere
daha üslenilmesinin talep edildiği de söylenmektedir. Bu konun da 5
Kasım’daki görüşme ve sonrasında, PKK ile müşterek mücadeleye karşılık
doğrudan veya dolaylı olarak talep edilenler içinde yer aldığını dair
düşüncelere rastlamak mümkündür.
50
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76
Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri
ABD Başkanlığına seçilen Obama’nın Irak’tan kuvvet çekme, kuvvetlerin bir
kısmını Afganistan’a aktarma ve NATO’nun Afganistan’da daha aktif görev
yapmasını planlaması ve Gates’e yeni kabinede, rakip partiye ait olmasına
rağmen aynı görevi vermesi, ABD’nin bu konudaki politika ve düşüncelerinin
devam ettiğini göstermektedir.
Ayrıca ABD’nin oluşturmak istediği Füze Savunma Projesinin bir ayağının da
Türkiye’de tesis edilebilmesi için bazı temaslar yapıldığı bilinmektedir. Bu
konunun da talepler arasında yer alabileceği kıymetlendirilmektedir. ABD’nin
tutum değişikliğine sebep olan konular arasında, ABD-İran gerginliğinde
Türkiye’nin desteğini kazanmak olduğu da düşünülebilir.
Stratejik ortaklık yaklaşımı
ABD’nin Türkiye’ye PKK terörü ile mücadelede verdiği desteğin karşılığında
yukarıda belirtilen beklentiler içine girdiği, hatta Türkiye tarafından bu konuda
tavizler verildiği söylenebilir ve bu konuda daha önce de açıklandığı gibi
çeşitli değerlendirmeler de yapılabilir. Hatta bunların büyük bir bölümü doğru
da olabilir. Ancak burada önemli olan Türkiye’nin menfaatlerini gözetmek ve
ABD’ye sağlanabilecek olanakların Türkiye’ye zarar getirmemesini, mümkün
olduğunda “kazan-kazan” anlayışı çerçevesinde fayda getirmesini sağlamak,
konuyu körü körüne stratejik ortaklık çerçevesine oturtmamaktır. Türkiye ile
ABD, ne geçmişte stratejik ortak olmuştur, ne şimdi, ne de gelecekte olacaktır.
Stratejik ortaklık demek, uluslararası ilişkilerde müşterek politika üretmek ve
bunu birlikte uygulamaktır. Bunun için de geniş çapta müşterek menfaatlerin
olması gerekir. ABD küresel politika uygulamakta, Türkiye ise bölgesel
politikaları esas almaktadır. Bölgedeki ABD çıkarları ile Türkiye’nin çıkarları
üstelik çatışmaktadır.
Örneğin; Irak’ın istikrarı Türkiye için de önemli olmasına rağmen Türkiye’nin
önceliği, Irak’ta kendi toprak bütünlüğünü tehdit edecek bir durumun ortaya
çıkmasını önlemektir. Bu sebeple, Türkiye için, Irak’ın toprak bütünlüğünü
korumaktan daha önemli ve acil bir mesele bulunmamaktadır. Bölünmüş Irak,
51
Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76
Armağan Kuloğlu
eğer ülkedeki tüm aktörleri memnun ederse istikrarlı olabilir. Fakat bu durum,
Türkiye tarafından hoş karşılanmayacaktır. Benzer şekilde, birleşik bir Irak,
istikrarsız olabilir ve komşularını tehdit edebilir; ama bu olasılık Türkiye
tarafından, kendisi için ‘var oluş’ sorunu oluşturmadığı sürece kabul edilebilir
(Aydın, 2008: 73).
Stratejik ortaklığa örnek olarak ABD-İngiltere, ABD-İsrail ve kısmen ABDKanada stratejik ortaklığını gösterebiliriz. Bizim ABD ile olan ilişkilerimiz,
NATO ve ikili anlaşmalarla “Müttefiklik” anlayışı çerçevesindedir. Bu
müttefiklik ilişkisini stratejik kapsamda düşünmek de mümkündür. Müttefiklik
ve özellikle stratejik müttefiklik ilişkileri karşılıklı menfaate, al-ver ilişkisine
dayanır. Müşterek menfaatleri ve karşılıklı olarak birbirinin menfaatine zarar
vermeyen konuları kapsar. Bu nedenle PKK terörü ile mücadelede ABD’nin
verdiği ve vereceği desteği bu anlayışla ele almakta yarar görülmektedir.
ABD’nin bu ilişkiyi hep tek taraflı ve kendi menfaatine yönelik olarak
düşündüğü hatırda tutulmalıdır. Bu nedenle tüm ilişkilerde ve özellikle
güvenliğimizi ilgilendiren yaklaşımlarda, ABD’ye düşüncesizce güvenmenin
birçok mahsur yarattığını geçmişte yaşanan olaylar göstermiştir.
TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİNDE İRAN FAKTÖRÜ VE PKK
İran ve Türkiye’nin tarih boyunca çok büyük düşmanlıklar içinde olmamakla
birlikte, bölgede etkinlik sağlayabilmek için birbirleri ile sürekli rekabet içinde
olduğunu görmekteyiz. Bu nedenle zaman zaman gerginlikler yaşandığına
şahit olmaktayız. İran’ın, Türkiye’yi zayıf duruma düşürmek için terörü
desteklediğini, rejimini muhafaza etmek ve yaymak için ihraç politikası
uyguladığını yakın geçmişte yaşadık.
Ancak İran son yıllarda Türkiye ile yakınlaşma politikası uygulamakta, siyasi,
askeri ve ekonomik alanda ilişkileri geliştirmek istemektedir. İran’ın hem kendi
topraklarında, hem de sınırın Irak tarafında, PKK terör örgütünün uzantısı olan
PEJAK terör örgütü ile mücadeleye giriştiği, teröre karşı Türkiye ile bir iletişim
52
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76
Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri
içinde olduğu gözlemlenmektedir. Bu yakınlaşmayı, üzerindeki ABD baskısı
nedeniyle Türkiye’nin desteğini kazanmak istemesi, aynı zamanda Irak’ın
kuzeyindeki Kürt bölgesi oluşumunun ve bölgede gelişmekte olan Kürtçülük
hareketinin Büyük Kürdistan beklentisi ile kendisine de tehdit olacağı
düşünceleri ile gerçekleştirdiği değerlendirilmektedir. Türkiye’nin de iyi
komşuluk münasebetleri, güvenlik ve ekonomik menfaatleri çerçevesinde bu
yakınlaşmaya cevap verdiğini, ancak bunu güven sorunu nedeniyle ölçülü
tuttuğunu söylemek mümkündür.
Ancak İran’ın bu mücadeleyi, ABD’nin PEJAK üzerinden İran’a karşı
yürüttüğü “Vekâleten Savaş’tan” dolayı ABD’ye karşı yaptığını da göz ardı
etmemek gerekir. Ayrıca İran, bölücü terör örgütü PKK’nın ve Irak’ın
kuzeyindeki yapının Türkiye’ye verdiği rahatsızlık ve bu konulardaki ABD
desteğinin, ABD-Türkiye ilişkilerini zedelediğini ve Türkiye’yi ABD’den
uzaklaştırdığını
yakınlaştıracağını
görmekte,
bu
hesaplamaktadır.
gelişmelerin
İran,
ABD
Türkiye’yi
ile
olan
kendisine
anlaşmazlıkta
Türkiye’nin desteğini aramaktadır. ABD de, Türkiye’nin olası bir müdahalede
veya müdahale olmasa dahi gerginlik safhasında, kendi istediği istikamette
hareket etmesini, Batı Kulübü içinde kalmasını ve İran ile olan ilişkilerini
sınırlamasını arzu etmektedir (Kuloğlu, 2007). Bu nedenle İran’ın; PKK ile
mücadelede Türkiye ile yapmakta olduğu anlaşılan işbirliği ve koordinasyonu
belli bir noktaya kadar götüreceği, PKK terörünün sona ermesinin, Türkiye’yi
İran’dan yeniden uzaklaştırıp, ABD’ye yaklaştıracağı kaygısıyla sınırlı ve
kontrollü tutacağı değerlendirilmektedir.
ABD’nin İran ile ilgili yeni politikasında İran’a karşı bir açılım
öngörülmektedir. Bu açılımla birlikte alt seviyeden başlayıp, gelişecek duruma
göre üst seviyelere çıkabilecek diplomatik temasları gerçekleştirecekleri ve
buna bağlı olarak da diğer sahalarda görüşmeler yapabilecekleri ifade
edilmektedir. Bu açılımların olumlu sonuçlanmaması halinde, uluslararası
topluma ve BM’ye, ABD’nin iyi niyetle elinden geleni yaptığını, ancak sonuç
53
Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76
Armağan Kuloğlu
almanın mümkün olamadığını göstererek İran’a karşı yaptırımlar uygulama ve
uygulatmayı düşündükleri, sonuçta müdahaleye kadar giden bir yolu takip
edecekleri söylenmektedir.1 Diğer taraftan nükleer bir İran’ın bölgesel etkinliği
ve inisiyatifi doğal olarak ele geçireceği ve Türkiye’nin etkinliğini
sınırlayacağı, tehdit algılamasında değişikliklere sebep olabileceği de dikkate
alınmalıdır.
PKK İLE MÜCADELEDE GERÇEKLEŞTİRİLEN SINIR ÖTESİ
HAVA VE KARA OPERASYONLARI
PKK ile aralıksız olarak sürdürülen mücadele, başlangıç bölümünde yaşanan
gelişmelerin ardından hükümetin TSK’ya sınır ötesi harekât yetkisini
vermesini müteakip, 16 Aralık 2007 tarihinden itibaren sınır içinde yapılan
operasyonlarla birlikte sınır ötesi hava operasyonları ile de devam ettirilmiştir.
Mevsim şartları nedeniyle ve ABD ile bu konuda mutabakat sağlanamadığı
düşüncesi ile sınır ötesi operasyonun yapılamayacağı beklentisi hâkimken,
aralıklarla yapılan hava operasyonlarının ardından beklenmedik bir şekilde ve
baskın tarzında bir kara operasyonu da gerçekleştirilmiştir.
Özellikle hava operasyonlarının, PKK’nın lojistik, komuta kontrol ve
muhabere tesislerinde etkili hasarlara sebep olduğu anlaşılmaktadır. Kara
operasyonu ile de bu etki derinleştirilmiş, PKK’ya zayiat verdirilmiş ve
üzerinde baskı oluşturulmuştur. Aslında terör örgütünün haberleşme, malzeme
depoları ve terör eylemlerini planladıkları yerler için bu ifadelerin kullanılması
mahsurlu gibi görülebilir. Ancak PKK terör örgütü, Irak’ın kuzeyinde
kendisini o kadar güvende hissetmiş, o kadar rahat bir şekilde finans, lojistik
ve insan kaynağı desteği almış, o kadar elverişli bir ortamda eğitim yapmış,
organize olmuş, terör eylemleri için planlama yapmış ki, artık bir terör
örgütünün sahip olması gereken olanakların çok üstüne çıkarak düzenli
1
ABD Büyükelçiliği tarafından düzenlenen, Armağan Kuloğlu’nun da katıldığı ve ABD Dışişleri
Bakanlığı İran İşleri Direktörü Todd P.Schwartz’ın esas konuk olarak bulunduğu dar çerçeveli iş
yemeği. (16 Kasım 2008).
54
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76
Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri
orduların sahip olabileceği imkânlara sahip olmuştur. Bu nedenle yukarıda
ifade edilen tabirlerin, gelinen durumun vahametinin anlaşılması açısından
kullanıldığını bilmekte yarar bulunmaktadır. Tabii bu gelinen aşamada,
ABD’nin duyarsız kalmasının, Türkiye’nin sınır ötesi operasyonunu arzu
etmediğini defalarca söylemesinin etkisi büyüktür. Irak’ın kuzeyindeki
yönetimin PKK’ya verdiği desteğin ve örgüte sağladığı himayenin de bunda
etkisi olmuştur.
Sınır ötesi hava operasyonları ve uzun menzilli silahlarla hedeflerin etki altına
alınmasının ardından yapılan kara operasyonu; mevsim şartları, planlama,
teknolojik imkân ve buna olan hâkimiyet, malzeme ve teçhizatın uygun
kullanımı, koordinasyon, eğitim yeteneği, dayanıklılık, azim, irade ve cesaret
açısından askeri okullarda ve akademilerde ders olarak okutulabilecek düzeyde
olağanüstü başarılıdır. Derin karda ve şiddetli soğuklarda uygulanan muharebe
teknikleri, gece icra edilen uçarbirlik harekâtı ve bu harekâta hava, taarruz
helikopterleri ve topçu ile sağlanan ateş desteği ve harekâtın devamındaki
lojistik destek son derece koordineli ve başarılı olarak gerçekleştirilmiştir.
Gerçekleştirilen harekâttaki üstün planlama ve birliklerin uygulamadaki üstün
kabiliyetinin yanında, planlanan zamanda icra edilen çekilme harekâtı da son
derece senkronize ve başarılı olmuştur. Çekilmede esas, düşmana hiçbir emare
vermeden ve birlikleri zafiyete düşürmeden harekât icra etmektir. Ayrıca taktik
alandaki çekilme harekâtının strateji ve politika ile uyumlu yapılması da
önemlidir. Bu uygulama da ders mahiyetindedir. Çekilme, bölgeden çekilme
ile ilgili değil, sadece bu sınırlı harekât ile ilgili bir durumdur.
Harekâtın maksadının; PKK terör örgütünün etkisiz hale getirilmesi, alt
yapısının bozulması, Irak’ın kuzeyinin örgüt için sürekli ve güvenli bir bölge
olmaktan
çıkarılması
olarak
belirtilmiştir.
Bugüne
kadar
yapılan
operasyonlarla bu maksadın gerçekleştirilmesinde önemli adımlar atıldığı
görülmektedir. Örgütün başarı ümidinin, mücadeleye devam etme azim ve
55
Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76
Armağan Kuloğlu
iradesinin zayıfladığı müşahede edilmekte, yer yer çözülmelerin başladığına
şahit olunmaktadır.
Ancak ne kadar zayıflarsa zayıflasın örgütün, bir terör örgütü olması
özelliğinden dolayı illegal olduğu, sürekli saklandığı, kendi istediği yerde,
zamanda
ve
tarzda
eylem
yapabilme
inisiyatifine
sahip
olduğu
unutulmamalıdır. Ayakta kalmasının eylem yapmasına bağlı olduğu dikkate
alınmalıdır. Yer yer yaptığı ve yapacağı eylemlerin, onun çok güçlü olduğu
anlamına gelmemesi gerektiği, onunla mücadelede şehit vermenin de gazi
olmanın da işin tabiatında olduğu bilinmelidir. Yapılan eylemleri onun başarısı
imiş gibi göstermek ve TSK’nın itibarını zedelemeye çalışmak işbirlikçilik
olarak nitelendirilmelidir.
PKK terör örgütü ile mücadeleye bundan sonra, elde edilecek istihbarata göre
ve duyulacak ihtiyaca göre, sınırlarımız içinde olduğu gibi sınır ötesinde de
hava ve kara operasyonları şeklinde devam edilmesi beklenmektedir. Sınır
ötesi kara operasyonlarının da çoğunlukla küçük birliklerle uçarbirlik harekâtı
şeklinde gerçekleştirilecek bir seri nokta operasyonları olarak uygulanacağı
değerlendirilmektedir. Ayrıca, örgütü etkisiz hale getirmek ve askeri alanda
mağlup etmek, başarı ümitlerini yok etmek için yeri ve zamanı geldiğinde,
ABD ile düzeldiği varsayılan müttefiklik ilişkileri çerçevesinde fırsatları da iyi
değerlendirerek yapılacak kapsamlı bir kara harekâtı ve bunun devamının
getirilmesi de gerekli görülebilir. Bu harekât hem PKK’nın daha da etkisiz
hale getirilmesine imkân yaratacak, hem de Irak’ın kuzeyindeki yönetimin
siyasi gücünü biraz daha aşağıya çekerek tehdit oluşturma olanağını
zayıflatacak ve güçlü yönetim sürecini kesintiye uğratacaktır. Bu konuda
duyulacak
ihtiyaç,
hiçbir
düşünce
ile
ertelenmemeli
veya
bundan
vazgeçilmemelidir. Örgüt üzerinde oluşturulan bu baskı devam ettirilmeli,
yakalanan ivme sürdürülmelidir. Bu konuda gerektiğinde ABD’ye rağmen
inisiyatif kullanmaktan çekinilmemelidir. Çünkü bu konu, Türkiye’nin meşru
müdafaa hakkını kullanması anlamını taşır.
56
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76
Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri
SINIR ÖTESİ OPERASYONLARIN SONUÇLARI
Operasyon uygulamaları, uluslararası alanda Türkiye’nin hem siyasi, hem de
askeri açıdan güçlü bir bölge devleti olduğunun bir göstergesi olarak
algılanmıştır. TSK’nın elinde bulunan imkânların üstünlüğünün ve bunları
kullanmadaki maharetinin, eğitim düzeyinin, mücadele azim ve iradesinin
dosta güven, düşmana korku verdiği görülmüştür. Operasyonların, PKK terör
örgütünün yeniden güç kazanıp, silahlı güç sayısını 10.000’e kadar arttırma ve
yeni eylemler yapma imkânını ortadan kaldırdığı öğrenilmiştir.
Örgütün güçlenmesinin aksine güç kaybetmesine, alt yapısının bozulmasına,
Irak’ın kuzeyinin artık kendileri için güvenli bir bölge olmadığı kanaatinin
oluşmasına sebep olmuştur. Örgütün zayıflamasının yanında, örgüt içi liderlik
mücadelesi ve birbirini suçlamalara varan bir yolun açılması sürecinin
başladığı görülmüştür. Bazı çözülmelerin olduğu da gözlemlenmiştir. Sınır
ötesi operasyonlar, Türkiye’nin ABD yönetimindeki Irak’a operasyon
düzenleyemeyeceği, özelliklede kara harekâtı yapamayacağı düşüncelerinin
kırılmasına, sürdürülen menfi propagandanın da sona erdirilmesine imkân
yaratmıştır (Balbay, 10 Mart 2008). Barzani yönetiminin kendi bölgesindeki ve
Türkiye’deki siyasi etkinliği zayıflamıştır.
KARA OPERASYONU SONRASI YAŞANAN GELİŞMELER
TSK’nın gerçekleştirdiği kara operasyonu bilindiği üzere sekiz gün kadar
sürmüş ve ardından birlikler geri çekilmiştir. Bazı çevreler tarafından, bu
harekâtın devam ettirilmesi imkânının bulunduğu ve PKK terör örgütünün
tamamen etkisiz hale getirilmesine kadar sürdürülmesi gerektiği, çekilmenin
ABD istek ve baskısı ile icra edildiği ifade edilerek hem yönetim, hem de TSK
bu konuda ileri düzeylere varacak tarzda tenkit edilmiştir. Özellikle TSK
tarafından yapılan açıklamalarda, harekâtın bu şekilde planlandığı ve planın
gereği olarak çekilmenin gerçekleştirildiği, ABD’nin bu konuda bir baskısının
söz konusu olmadığı ısrarla belirtilmiştir.
57
Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76
Armağan Kuloğlu
Derin karda ve şiddetli soğuklarda uygulanan muharebe teknikleri vardır.
Birliklerin bu ortamda muharebe edebilmesi için uygun teçhizat, malzeme ve
eğitime sahip olması bir zarurettir. TSK da bu şartlarda muharebe ettiğini ve
edebileceğini ispatlamıştır. Derin karda ve şiddetli soğuklarda sınır ötesinde
terörle ve teröristle mücadele konusunda dünyada bir uygulama olmadığı gibi,
bu konuda bilgi ve tecrübe de mevcut değildir. Bu nedenle TSK’nın sınır
ötesinde gerçekleştirdiği harekâtın zorluğunu, harekâtın örgüt üzerinde
yarattığı baskın tesiri ve şaşkınlığı ve bu zor şartlar altında elde ettiği başarıyı
görmemezlikten gelerek tenkitte bulunmak, TSK’da kırgınlık yaratmış,
harekâtta verilen şehitlere saygısızlık olarak algılanmış ve bunlar mücadele
kararlığını zedeleyici davranışlar olarak nitelendirilmiştir. Bu harekât arzu
edilmeyen şekilde bir siyasi malzeme olarak kullanılmak istenmiştir.
İç siyasetteki bu talihsiz yaklaşımlar, maalesef ülkenin hem dış itibarını
zedelemekte, elde edilen askeri başarının siyasi kazanıma dönüştürülmesini
engellemekte ve TSK’nın yaptığı mücadeleye zarar vermektedir. Bu
yaklaşımlardan ve düşüncelerden süratle uzaklaşılması ve bu konuda bir daha
polemiğe girilmemesi önem arz etmektedir.
ABD İÇİN IRAK’IN KUZEYİNİN ÖNEMİ
ABD BOP’un gerçekleştirilmesi maksadı ile Afganistan’a askeri harekât
gerçekleştirmiş ve buradaki mevcudiyeti ile Orta Asya’da etkili olmayı
planlamış, Kafkasya’da renkli devrimler yaptırarak bu bölgeyi kontrol
edeceğini düşünmüş, Irak’a müdahale ederek de Ortadoğu’da hâkimiyet
kuracağını hesaplamıştır. Ancak Afganistan’da henüz tam bir istikrar
sağlanamamış, hatta bu durumun NATO’nun geleceğini ilgilendirdiği de ifade
edilmiş, NATO üyelerinin katkılarını arttırmaları talep edilmiştir (Milliyet, 11
Şubat 2008).
Irak’a müdahale ile İran ve Suriye üzerinde kurulması düşünülen baskı ise,
ABD’nin Irak’ta istediği sonuca ulaşamaması nedeni ile gerçekleşememiştir.
58
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76
Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri
ABD, iç politikanın da etkisi ile Irak’ta güç azaltma durumu ile karşı karşıya
gelmiştir. ABD’nin Irak’tan askeri kuvvetlerinin büyük bir kısmını çekmesi
halinde dahi, Irak’ın kuzeyinden vazgeçmesinin pek mümkün olamayacağı
düşünülmektedir. ABD ile Irak arasında varılan güvenlik anlaşmasına göre
ABD kuvvetlerinin 2011 sonuna kadar Irak’tan çekilmesi öngörülmektedir.
Ancak bu durum ABD’nin Irak’ta etkinliğini sona erdireceği şeklinde
algılanmamalı, Irak’ın kuzeyindeki düşüncelerinden vazgeçeceği anlamında
hiç düşünülmemelidir.
ABD çekilirken kuzeye yaslanabileceği dikkate alınmalıdır. Irak’ın kuzeyi,
ABD açısından, sadece yüksek kalitede ve zengin petrol kaynaklarına sahip
olmasının ötesinde stratejik öneme sahip bir bölge olarak nitelendirilmektedir.
Çünkü bu bölge, İran’ı, Irak’ı, Suriye’yi ve Türkiye’yi doğrudan ve diğer
Ortadoğu ülkelerini de dolaylı olarak etki altına alma özelliğine sahip, Doğu
Akdeniz ile birlikte bölge üzerinde kontrol sağlamaya imkân veren bir özelliğe
sahiptir. İsrail’in güvenliği açısından tampon oluşturacak durumdadır.
Suriye ile İran’ın arasında işbirliğine ve birbirini desteklemeye engel
olabilecek niteliktedir. Bu nedenlerle Irak’ın kuzeyi, ABD tarafından
vazgeçilemeyecek bir bölge olarak görülmekte, bölgede kurulacak ABD
hâkimiyetindeki bir yönetim ve bölgede geliştirilecek üslerin, ABD etkinliğine
hizmet edeceği hesaplanmaktadır. ABD’nin Irak ve kuzeyi ile ilgili politikasını
bu çerçevede mütalâa etmekte fayda görülmektedir. Ancak bu politikanın
Türkiye’nin aleyhine oluşmaması için de dikkatli olunmalı, böyle bir duruma
müsamaha gösterilmemeli ve müsaade edilmemelidir.
ABD POLİTİKALARININ TÜRKİYE’NİN GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ
ABD’nin Irak’ta hâkim güç olduğu ve bu bölgede yapılacak her türlü girişimin
kendi inisiyatifiyle ve bilgisi dahilinde yapılmasını arzu ettiği bir gerçektir.
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) geçerliliğini muhafaza etmektedir. ABD,
Türkiye’yi bu projede kullanmak istemekte ve hatta bu projenin bir parçası
59
Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76
Armağan Kuloğlu
olarak görmektedir. ABD’nin “ılımlı İslam” anlayışını Türkiye’ye yerleştirme
çabası içinde olduğu, ayrıca ABD’de barındırdığı bir cemaat lideri vasıtasıyla
Türkiye’ye ve bölgeye etki etmeye çalıştığı, aslında bir aldatmaca olan
“Medeniyetler İttifakı Projesi”ne Türkiye’yi de ortak ederek bu açılımı
güçlendirmeyi düşündüğü değerlendirilmektedir. Türkiye’deki yönetim de
buna uyum sağlamaktadır. Irak’ın ve özellikle Irak’ın kuzeyinin ABD
açısından stratejik öneme sahip olduğu da bilinmektedir.
AB’nin de, Türkiye’nin AB giriş sürecindeki aşırı hevesinden istifade ile
birtakım siyasi isteklerde ve yaptırımlarda bulunduğu, bunların başında da
Türkiye’deki Kürt kökenli vatandaşlarımız olmak üzere başlıca etnik nüfusa
kolektif haklar tanınması ve bunların azınlık olarak kabul edilmesi yönünde
baskı yaptığı bilinmektedir. ABD’nin bölge kontrolünde etkili olabilmesi için
bir Kürdistan projesinin bulunduğu ve bunu gerçekleştirebilmek için, Irak,
Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetim, PKK ve Türkiye’deki iç siyaset arasında bir
denge
kurmayı
ve
buna
AB’nin
de
katkı
sağlamasını
planladığı
değerlendirilmektedir.
Bu plan gereği PKK’nın uzun bir süre Türkiye’yi yıpratmasına göz yumduğu,
PKK’yı bölgede kullanabilmek amacıyla dolaylı olarak desteklediği, Türkiye
olan ilişkiler kopma noktasına geldiğinde bir manevra ile PKK’yı müşterek
düşman ilan ederek Türkiye’nin mücadelesine bir müddet için destek verdiği
kıymetlendirilmektedir. Bu mücadelenin ardından Türkiye’nin PKK ile siyasi
alanda bir çözüme gitmesi gerektiği konusunda yaklaşımlarda bulunduğu
görülmektedir. Nitekim her ne kadar Beyaz Saray Sözcüsü tarafından düzeltme
yoluna gidilmişse de, Irak’taki Çok Uluslu Kuvvetler Komutan Yardımcısı ve
Merkezi Kuvvetler Komutanının, PKK ile diyalog ve uzlaşma gerektiği
yönündeki açıklamaları bunun bir göstergesidir (Milliyet, 07 Mart 2008).
Güvenlik başka bir ülkeye ve organizasyona devredilemeyecek kadar önemli,
hatta hayati bir konudur. Bu konuda ABD dahil hiçbir ülke ve organizasyonun
telkin ve isteklerine itibar edilmemeli, ilgi gösterilmemelidir.
60
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76
Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri
TSK’nın Irak’ın kuzeyine PKK terör örgütüne yönelik yaptığı kara
operasyonunu, ABD’nin isteğini dikkate alarak aniden sona erdirdiği
şeklindeki algılamanın, ABD’nin yukarıda ifade edilen denge politikasının bir
parçası dahilinde kasıtlı olarak yaptığı da düşünülmelidir. ABD politikası
gereği Kürtleri müttefik olarak görmüş ve Irak’ın kuzeyindeki yapının
güçlenmesini sağlamıştır. Türkiye’nin PKK ile mücadele kapsamında Irak’ın
kuzeyine yaptığı harekât, yerel yönetimin politik gücünü aşağıya çektiği, sözde
olan egemenliğini ihlal ettiği ve dava birlikteliğinde olduğu PKK’yı hedef
aldığı için Kürtleri gücendirmiştir.
ABD’nin, Kürtlerin gönlünü almak için Türkiye’nin ABD’nin kontrolünde
harekâtı başlattığı ve sona erdirilmesinin de kendi kontrolünde olduğunu
göstermek için, harekâtın sona erdirilmesine yakın bir zamanda bu yönde
ifadelerde bulunduğu düşünülmektedir. TSK’nın Irak’ın kuzeyine yaptığı her
operasyondan, sağlanan mutabakat gereği ABD bilgilendirilmektedir. Bu
nedenle ABD’nin, sınır ötesi operasyonun TSK tarafından ne zaman sona
erdirileceği konusunda bilgi sahibi olduğu, ancak PKK’ya karşı yürütülen
operasyonda Türkiye’ye verdiği destek ile Bağdat ve Erbil yönetimlerinin
gönlünü alma noktasında bir denge sağlamak için böyle bir intiba yaratma
yoluna gittiği değerlendirilmektedir.
Irak’ın kuzeyindeki Barzani yönetiminin önce Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir
Kürt Devleti kurmayı, buna paralel olarak Türkiye’nin güneydoğusundaki
ayrılıkçı hareketleri destekleyerek ideallerinde olan sözde Büyük Kürdistan’ın
kuzey ayağını oluşturmayı, daha sonrada doğu ve batı ayaklarını bu yapıya
monte etmeyi hedeflediği bilinmektedir. Yönetim, bunun imkânlara ve zamana
bağlı olduğunu söylemekten de geri kalmamaktadır. Bu gerçekten hareketle
Talabani, Barzani, ve PKK’ın bir bütünün parçaları, onları birleştiren dış
gücün ise ABD ve AB olduğunu söylemek mümkündür. Bu nedenle
Talabani’nin Türkiye’yi ziyareti, Bağdat, Erbil, PKK, Türkiye’deki bölücü
siyaset temsilcileri ve ABD tarafından olumlu karşılanmıştır (Manisalı, 10
61
Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76
Armağan Kuloğlu
Mart 2008). Ayrıca ABD Başkan Yardımcısı Cheney’in, Türkiye ziyaretinden
hemen önce Erbil’i ziyareti ve yönetime verdiği desteği de hesaba katmak
gerekir. Erbil’de coşkulu bir şekilde karşılanan Cheney’in, “ABD ile Kürtler
arasında 1991 Körfez Savaşı’yla birlikte uçuşa yasak bölgenin hayata
geçirildiği dönemde özel bir dostluk başladı. Bugün de ABD ve Irak arasındaki
yeni stratejik ilişkiler oluşturulmasında ve önemli federal yasaların geçirilmesi
konusunda “Sayın Barzani’nin liderliğine güveniyoruz” şeklindeki beyanı
dikkat çekicidir (Vatan, 19 Mart 2008).
ABD’nin, Türkiye’nin Güneydoğusu ile Irak’ın kuzeyi arasında ekonomik
ilişkileri yoğunlaştırarak tek bir ekonomik bölge oluşturma arzusunda olduğu
ve bu konuya çaba sarf ettiği bilinmektedir. ABD Büyükelçiliği ve özellikle
Adana Konsolosu’nun güneydoğudaki çeşitli girişimlerini ve bu bölgedeki
kurum, kuruluş ve faaliyetleri Barzani’ye monte etme girişimleri de dikkate
alınmalıdır (Akbaş, 2007).
Diğer taraftan Türkiye’deki yönetim tarafından önce ABD Savunma Bakanı
Gates’e, daha sonra da kamuoyuna “Kürt Paketi” adı altında bir takım projeler
açıklanmıştır. Bunun önce Türkiye’de bilinmesi ve tartışılması gerekirken,
sanki hesap veriyormuş, ABD’nin siyasi açılım isteği yerine getiriliyormuş
gibi öncelikle ABD Savunma Bakanı’na açıklanmasından endişe duyulmuştur
(Milliyet, 07 Mart 2008). Bu ve buna benzer diğer uygulamalar, Türkiye’deki
yönetimin, ABD ve AB’ye, özellikle ABD’ye bağlı olarak hareket ettiği hissini
güçlendirmektedir.
Gelişen olaylar sonucunda Türkiye, Irak’ın kuzeyindeki yönetimle resmi
sayılabilecek, en azından yarı resmi düzeyde iletişim kurmaya başlamıştır. Bu
durum yerel yönetime politik güç kazandırmıştır. ABD’nin başkan seviyesinde
yerel yönetim liderini Beyaz Saray’a kabul etmesi ve resmi görüşmeler
yapması bu gücü daha da arttırmıştır. Obama’nın ABD Başkanı olarak
seçilmesinin, bu konuda yeni bir gelişmeyi de beraberinde getirebileceği
değerlendirilmektedir.
62
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76
Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri
Obama seçim vaatleri içinde en kısa zamanda Irak’tan askeri gücünü
çekeceğini, Afganistan konusuna önem vereceğini, NATO’yu ön plana
çıkaracağını ifade etmiştir. ABD’nin askeri gücünü Irak’tan çekeceğini
belirtmesi, Irak’ın kuzeyindeki yönetimde, Türkiye tehdidinin artacağı,
dolayısı ile devletleşme politikasının zayıflayabileceği telaşını yaratmıştır.
Nitekim yeni onaylanarak yürürlüğe giren ABD ile Irak arasındaki güvenlik
anlaşması sonucunda, ABD askerlerinin 2011 yılı sonuna kadar Irak’tan
çekilmesi söz konusudur. Bu nedenle yerel yönetim, kendilerini ilgilendiren bu
konuda, ABD’nin Türkiye üzerindeki baskısını arttırmasını talep edebilir.
ABD de bölgeden çekilirken, Irak ve petrolü üzerindeki menfaatlerini korumak
maksadıyla, kendisine müzahir olarak gördüğü Irak’ın kuzeyindeki yapının
güçlenmesi yönünde hareket edebilir. Diğer taraftan yine güvenlik anlaşması
gereği Irak hava sahasının kontrolü Irak’ın denetimine geçecektir. PKK ile
mücadele ekseninde ABD ile sürdürülen mutabakata göre, TSK’ya ihtiyaç
duyduğunda Irak hava sahasını açması ve kara çatışma kurallarını uygulaması
konusunun Irak tarafından devam ettirilmesi konusu da önem kazanmaktadır.
Bu konudaki muhtemel gelişmeleri önceden değerlendirip, tedbir almakta
yarar görülmektedir.
TÜRKİYE’NİN IRAK VE IRAK’IN KUZEYİ POLİTİKASI VE
DEVLET KURUMLARININ BUNA BAKIŞI
Türkiye’nin resmi devlet politikası, Irak’ın siyasi bütünlük içinde toprak
bütünlüğüdür. ABD’nin Irak’a müdahalesinden sonra çeşitli kesimler
tarafından dile getirilen Irak’ın parçalanma düşüncelerine ve bu konuda gelişen
olaylara rağmen bu politikada genel anlamda bir değişiklik olmamıştır. Ancak
Irak’ın kuzeyindeki yönetimin, gittikçe devletleşme yolunda attığı adımları da
görmezlikten gelmek mümkün değildir. Kuzeydeki yapının ABD tarafından
himaye edilmesi sonucunda güçlenen otonom yapının, en azından bu
63
Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76
Armağan Kuloğlu
konumunu muhafaza etmekle, devletleşme arasında gidip geldiğini söylemek
mümkündür.
Kerkük merkezli Kürdistan hesapları yapan Mesud Barzani, Irak’a komşu
ülkeler
üzerinde
operasyonlar
yaparak
hareket
sahasını
genişletmek
istemektedir. Bu hesapların başında da Türkiye gelmektedir. Türkiye üzerinde
geçmişte bir tabanı olan Barzani farklı alanlar üzerinden Türkiye’ye karşı
operasyonlar uygulamaktadır. Bu operasyonları; siyasi, ekonomik, nüfuz ve
dini faaliyet alanlarında sürdürmektedir. Barzani’nin hedefi, önce Irak’ta
federal devlet çerçevesinde federe Kürdistan, sonra Irak’ın parçalanması ile
Irak’ın kuzeyinde bağımsız Kürdistan ve devamında Türkiye, Suriye ve İran’ın
parçalanması ile oluşacak sözde Büyük Kürdistan’dır (Akbaş, 2007). Bu
nedenle kuzeydeki yapının güçlenmesi ve devamında bağımsız bir devlete
dönüşmesi Türkiye açısından tehdittir.
Sözde Büyük Kürdistan’ın güney ayağını oluşturacak bu yapının, ABD
desteğini devam ettirerek Türkiye’deki ayrılıkçı Kürtçü hareketlerini siyasi,
askeri ve sosyolojik olarak desteklemesi ve etkilemesi tehlikesi her zaman için
mevcuttur. Hatta bu tehdidi yarı bağımsız sayılabilecek konfederasyon yapısı
içinde güçlü bir yönetim olarak oluşturması da söz konusudur. Bu nedenlerle
kuzeydeki yapının güçlenmesini önleyecek, ona bu imkânı vermeyecek
politikalar üretilmesi ve uygulanması Türkiye açısından bir zarurettir.
ABD’nin, Türkiye’nin bu yönetim ile barışık olarak yaşama niyet ve
girişimlerine itibar etmemek güvenliğimiz açısından önem arz etmektedir.
Ancak son birkaç yıldır, devletin dış politikaya ilişkin açıklamalarında, Irak’ın
kuzeyinde oluşacak bağımsız bir devletin veya güçlü bir otonom yönetimin,
Türkiye için tehdit teşkil ettiğine ve buna engel olunması gerektiğine dair bir
ifadeye rastlanmamıştır. Siyasi, askeri ve ekonomik uygulamalarda da böyle
bir politikanın gerektirdiği tedbirlerin alındığı da görülmemiştir. Aksine, sanki
federatif bir yapıya razı olmuşuz gibi hareket edilmekte, ticaret yapıyoruz diye
bu yönetim ekonomik olarak desteklenmekte, ABD ile görüş ayrılığına düşeriz
64
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76
Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri
diye de siyasi ve askeri açıdan herhangi bir yaptırım düşünülmemektedir. Bu
nedenle devlet kurumları arasında bazı görüş ayrılıkları oluşmakta, ancak dış
politika hükümet tarafından yönetildiğinden, kurumlar arasında çatlak
görülmesinin menfaatlerimize uygun olmayacağı düşüncesi ile şimdilik
mutabakat varmış gibi hareket edilmektedir.
Bu konudaki politikamız, gerçeklere ve menfaatlerimize uygun olmayıp,
uygulanabilme olanağı bulunan bir görünüm de arz etmemekte, bu konuda
netlik bulunmamaktadır. Duruma göre reaktif (tepkisel) ve değişken politikalar
uygulanmaktadır. Politikaların sık değiştirilmesi hatadır. Hatta stratejilerde
dahi uygulama esnasında değişiklik yapmak zafiyet yaratabilir. Ancak
taktiklerde değişiklikler yapılabilir. Bu gerçeğin bilinmesinde ve zikzaklar
çizen politikalara son verilmesinde, jeopolitik konumumuz ve gücümüzle
orantılı politika tespit edilmesinde, tespit edilen politikanın da reaktif değil,
kararlılıkla ve proaktif (ön alıcı) bir şekilde uygulanmasında fayda
görülmektedir.
Türkiye’nin kabul ettiği durum ve politikası, hatta uluslararası ilişkilerin
doğası gereği, ülkeler arasındaki münasebetler devletten devlete yapılır. Ancak
gerek ABD gerek Irak’ın merkezi yönetimi ve gerekse doğal olarak Irak’ın
kuzeyindeki yönetim, Türkiye’nin “Irak Kürdistan’ı” olarak nitelendirilen
yönetimi muhatap almasını ve bu yönetimin bağımsız bir yapı gibi kabul
edilmesini istemektedir. Türkiye ABD’nin telkinleri, PKK ile mücadelede
sağlanan mutabakat ve Irak’ın kuzeyi ile kurulan ticari bağ sonucunda, Irak’ın
kuzeyindeki yapıyı muhatap alarak görüşme süreci içine girmiş ve sonuçlarını
göremeyecek kadar hatalı bir tutum sergilemeye başlamıştır. Son zamanlarda
yetkililerce, Irak’ın kuzeyindeki yönetim ile resmi ve yarı resmi görüşmelere
başlanmıştır. Bunun devam ettirileceği anlaşılmaktadır. Bu durum, devlet
politikalarından sapmalar olduğunu göstermektedir. Uygulamaya geçirilen
yeni
politikanın
Türkiye’nin
menfaatlerine
uygun
olmadığı
değerlendirilmektedir. Medyanın ve sivil toplum örgütlerinin konuyu gündeme
65
Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76
Armağan Kuloğlu
taşıması, devletin bütün unsurlarının bu konuyu düzeltmek için harekete
geçmesi ülke çıkarları açısından elzem görülmektedir.
PKK’NIN
ETKİSİZ
HALE
GETİRİLMESİ
MÜCADELESİ
İLE
TÜRKİYE’NİN IRAK’IN KUZEYİ POLİTİKASI ARASINDAKİ İLİŞKİ
PKK, etnik esaslı bölücülüğü, uygulamadaki tabiri ile Kürtçülüğü esas alan,
bunu terör yolu ile gündeme getiren, Türkiye’nin devleti ve ülkesi ile
bölünmez bütünlüğüne kasteden bir terör örgütüdür. Ülke için tehdittir.
Mutlaka bu tehdidin bertaraf edilmesi gerekir. Bu konuda gerek yurtiçinde,
gerekse sınır ötesinde TSK’nın örgütle mücadelesi devam etmektedir. Ancak,
sadece güvenlik güçlerinin mücadelesi, maalesef uluslararası ortamda destek
gören bu örgütle mücadeleye yetmemektedir. Örgütün yurt dışından aldığı
politik, sosyal, medya, finans ve lojistik desteğin kesilmesi, mücadelenin
devletin bütün organları tarafından koordineli bir şekilde ve halkın desteğini
almış olarak yapılması önem arz etmektedir. Örgütün yurt içinde bölücü
siyaset yapanlar tarafından desteklendiği ve ülkede bir taban yaratmaya
çalıştığı da bir gerçektir.
PKK terör örgütü, Türkiye’ye yönelik terör faaliyetlerini Irak’ın kuzeyinden
aldığı destekle yürütmektedir. Örgüt için bu bölge, başlangıç bölümünde de
belirtildiği üzere Irak’ın ABD tarafından işgalinden sonra güvenli bir coğrafya
haline gelmiştir. Kuzeydeki yönetim, kendi politik amaçlarına uygun olduğu
için bu örgütü doğrudan ve dolaylı olarak desteklemekte ve himaye etmektedir.
Diğer taraftan da kuzeydeki yönetim ABD tarafından desteklenmekte ve
muhafaza edilmektedir. Ancak bu yönetimin güçlenmesinin Türkiye’ye tehdit
oluşturduğu da bir gerçektir. Bu nedenle Irak’ın kuzeyine, PKK terör örgütünü
etkisiz hale getirmek için yapılan her askeri harekât, bu yönetimde rahatsızlık
yaratmaktadır. Çünkü yapılan operasyonlar kendisine karşı olmasa dahi, kendi
davasını ve olmayan, fakat iddia ettiği egemenliğini zayıflatmaktadır. Bölgede
ABD olduğu ve Irak’ın kuzeyindeki yönetimi desteklediği sürece Türkiye’nin
66
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76
Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri
kendisine tehdit olarak gördüğü bu yönetime ve bölgeye karşı doğrudan bir
harekât icra etmesi imkânsız değil, ama sıkıntılı bir durum olarak
görülmektedir.
Irak Cumhurbaşkanı Talabani Türkiye’ye yaptığı ziyarette gazeteciler ile de bir
sohbet toplantısı yapmıştır. Bu toplantıda dikkat çeken nokta, Celal
Talabani’nin sık sık Mesut Barzani’yi kollayan, onunla Türkiye arasındaki
işbirliğinin güçlendirilmesini telkin eden tutum ve sözleridir (Cemal, 09 Mart
2008). Burada PKK ile mücadelede işbirliğinde adres olarak Irak’ın
kuzeyindeki yönetim gösterilmektedir. Türkiye muhatap olarak Irak Devletini
almakta, Irak’ın Devlet Başkanı Irak’ın kuzeyindeki yönetimin de muhatap
alınmasını istemektedir. Gelinen durum, Irak Devlet Başkanı’nın dahi etnik
düşüncelerle hareket ettiğini ve ayrıca ABD’nin arzusu istikametinde
davrandığını göstermektedir. Bu nedenlerle PKK terör örgütünü etkisiz hale
getirmek için Irak’ın kuzeyinde gerçekleştirilecek her operasyon, güçlenmesi
durumunda Türkiye’ye tehdit teşkil edecek olan Irak’ın kuzeyindeki yönetimi
de politik açıdan tedirgin edecek ve zayıflatacaktır. Bu gerçeğin akılda
tutulmasında yarar görülmektedir.
IRAK’IN YENİDEN YAPILANMASI KONUSUNDA BEKLENTİLER
Irak’ın yeniden yapılanmasında en etkili güç olan ABD’nin dahi, Irak’ın nasıl
bir yapıda olacağı konusunda tam bir düşünce sahibi olmadığı anlaşılmaktadır.
ABD, bir taraftan Irak’ın toprak bütünlüğünün korunacağına dair güçlü
ifadelerde bulunurken, diğer taraftan Irak’ın bölünmesi durumunda nasıl bir
yönetim olabileceğine ilişkin çalışmalar yapmaktadır. Mevcut durumu
değerlendirdiğimizde, Irak’ın bölünmesi halinde 3 bölgeye ayrılacağı,
bunlardan birinin Sünni, diğerinin Şii, bir diğerini de Kürt bölgeleri olacağı
anlaşılmaktadır.
Ancak Şii bölgesinin ortaya çıkması, o bölgenin İran hâkimiyetine terk
edileceği anlamına geleceğinden, ABD’nin böyle bir duruma sıcak bakması
67
Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76
Armağan Kuloğlu
hem kendi bölge politikası, hem de buna paralel olarak İsrail’in güvenliği
açısından tercih edilecek bir çözüm olarak düşünülmemektedir. Bölünmenin
federal bir yapı içinde kalması durumunda dahi, bu konunun merkezi
hükümetin gücü ile bağlantılı olarak oluşabileceği kıymetlendirilmektedir. Irak
bayrağının yeniden düzenlenmesi ve bu bayrağın kuzey dahil diğer bölgelerde
de müşterek bayrak olarak kullanılması, merkezi hükümetin olabileceği bir
yapının kabul gördüğüne dair işaretler olarak algılanmaktadır.
Ancak ister bölünsün, ister federal yapıda olsun, isterse siyasi bütünlük
korunsun, her halükarda kuzeydeki yönetimin Irak içinde yegâne federatif
yapıya sahip şimdilik özerk bir yapıda kalması, hem ABD tarafından, hem de
bunu arzu eden Kürt yönetimi tarafından benimsenmiş durumdadır. Ayrıca bu
duruma etnik bir yaklaşımla Irak Cumhurbaşkanı’nın da destek verdiği
bilinmektedir. Bu özerk yapının merkezi hükümetle bağlantısının zayıf
tutulması da her iki tarafça da tercih edilmektedir. Bu yapının bağımsız
duruma gelmesinin ise zamana ve şartlara bağlı olduğu anlaşılmaktadır. Tabii
bu konuda Türkiye’nin ortaya koyacağı tavır ve kararlılık önemli rol
oynayacaktır. Irak’ın kuzeyinin yeni yapılanmada alacağı durum, hem
Türkiye’nin güvenliği, hem de Türkmenlerin güvenliği, yönetimdeki etkinliği,
hak ve menfaatleri açısından önem arz etmektedir. Bu nedenle konunun,
olayların akışına terk edilemeyeceği, mutlaka etki sağlanması, yönlendirilmesi
ve yönetilmesi gerektiği değerlendirilmektedir.
BEKLENEN YAPILAR İÇİNDE KERKÜK’ÜN OLASI STATÜSÜ
Bilindiği üzere Irak’ın kabul edilen anayasasının 140. maddesi gereğince
Kerkük’ün statüsü konusunda bir referandum yapılması öngörülmüştür. Bu
referandumun 2007 sonuna kadar gerçekleştirilmesi de karara bağlanmıştır.
Ancak bu referandumdan önce normalleştirme çalışmalarının tamamlanması
ve nüfus sayımının yapılması gerekmekteydi. Bu çalışmalar yapılamadığı gibi,
gerçekleştirilecek referandumda Kerkük’ün Kürt bölgesine dahil edilmesi
68
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76
Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri
yolunda karar çıkması için Kerkük’ün demografik yapısı Kürt yönetimi
tarafından kasıtlı olarak değiştirilmiş, önceden planlı olarak tapu kayıtlarında
tahrifat yapılmış, mezarlar dahi ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Bu duruma
ABD tarafından, işgalden sonra bilinçli şekilde göz yumulduğu da bir
gerçektir.
Kerkük’ün bir Türkmen şehri olduğu bilinmektedir. Ancak buna rağmen, sahip
olduğu petrol kaynakları, verimli toprak yapısı, geniş arazisi ve bu
coğrafyadaki stratejik önemi nedeniyle bir Kürt vilayeti olarak mütalaa
edilmesi ve Kürt bölgesine dahil edilmesi çalışmaları, bölgenin sahibi
Türkmenler kadar, diğer Sünni ve Şii gruplar tarafından da kabul edilecek bir
husus değildir. Ayrıca Türkiye’nin de, Kerkük’ün Kürt bölgesine dahil
olmasına, Kürt yönetiminin ekonomik güç kazanacağı ve bu yolla politik
gücünü de arttıracağı düşüncesi ile güvenlik açısından itirazı bulunmaktadır.
Diğer taraftan Kerkük’ün yapısı, bir noktada Irak’ın yapısının kopyası gibi
olduğundan, burada oluşacak bir kaosun Irak’ın tümüne yayılacağı endişesi de
bulunmaktadır.
Bir taraftan yapılacak referandumun sakıncaları anlaşıldığından, diğer taraftan
da Türkiye ile ABD arasında başlatılan PKK ile mücadele ve bununla
bağlantılı olarak diğer konulardaki işbirliği düşünceleri, bölgedeki Kürt
yönetiminin eskisi kadar etkili olamayacağını göstermekte ve konu
Türkiye’nin ve Türkmenlerin de isteği dikkate alınarak şimdilik ertelenmekte
ve bir çıkış yolu aranmaktadır. Doğal olarak bu durum Kürt yerel yönetiminde
hoşnutsuzluk yaratmaktadır.
Kerkük konusunun bu duruma gelmesinin birçok sebebi vardır. Bunlardan en
önemlisi, Türkiye’nin, cumhuriyetin kuruluş yıllarından başlamak üzere
Türkmenlere gereken değeri vermemesi, ilgi göstermemesidir. Türkmenler, dil,
din, ırk, tarih ve kültürleri itibariyle Türkiye’nin bir parçasıdır. Bu nedenle
Türkmenlerin, Irak’ta, iyi bir Irak vatandaşı olarak Türkiye ile gönül bağı olan,
can ve mal güvenlikleri sağlanmış, yönetimde hak ettikleri yeri almış olarak
69
Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76
Armağan Kuloğlu
bulunmaları gerekmektedir. Ayrıca onların Irak’taki güçlü varlıkları, Türkiye
için güvenlik konusudur. Bu nedenle geç kalınmış olsa da son 15 yıldır
Türkmenlerin bu şekildeki imkânlara kavuşması için çalışma yapılmaktadır.
Türkmenler de, çalışmalarını sekteye uğratacak bazı iç hareketlere rağmen,
olanakları ölçüsünde bu yönde gayret göstermektedir. Bunun önderliğini de
Irak Türkmen Cephesi (ITC) yapmaktadır. Ancak son zamanlarda, ITC’nin
milliyetçi tutumunun, Türkiye’nin Irak ve Irak’ın kuzeyindeki yönetim
kapsamında uygulamaya başladığı yeni politikasına uyum sağlamadığı, hatta
engel olduğu düşüncesi oluşmaya başlamış, bu nedenle ITC’de bir yönetim
değişikliği
konusu
gündeme
gelmiştir.
Siyaset
yapıcılar
tarafından
Türkmenlerden, problem çıkarmamalarının, uysal bir kimliğe bürünmelerinin,
varlıklarını fazla hissettirmemelerinin ve Türkiye’nin yeni politikasına uyum
sağlamalarının istendiği değerlendirilmektedir. İşte kaygı verici bir gelişme de
bu yönde yaşanmaktadır.
Aslında sorun sadece Türkmenlere ilgi gösterilmemesinden değil, Türkiye’nin
“Dış
Türkler”
konusunda
milli
menfaatlerini
gözeten
politikalar
üretememesinden kaynaklanmaktadır. Irak’taki Türkmenlere de, bu genel
politika nedeniyle son 10-15 yıla kadar pek ilgi gösterilmemiştir. Gelişen
olaylardan dolayı ilgi gösterilmesi gerektiği anlaşıldığında da, bu konuda geç
kalındığından ve özellikle 1 Mart teskeresinden sonra da Türkiye’nin
bölgedeki söz sahibi olma durumu zayıfladığından, etkili olunamamıştır.
Türkiye bölgede ve Irak’ın yeniden yapılanmasında söz sahibi olabilseydi,
öngörülen federatif yapı çerçevesinde Türkmenlerin de bir federasyona sahip
olması, birçok konuya çözüm getirebilir ve yardımcı olabilirdi. Ancak şimdi o
zamanki durumun iyi değerlendirilmemesinin yarattığı politik sonuçtan dolayı
maalesef arzu edilen noktada değiliz.
Türkmenlerin ve Kürtlerin durumuna, Irak’ın nüfusu içindeki oranları itibari
ile baktığımızda, Türkmenlerin Irak nüfusunun %10-12, Kürtlerin ise %14-15
kadarını teşkil ettiğini görüyoruz. Kürtlerin bu nüfus yüzdesi ile sahip olması
70
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76
Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri
gereken hak ve güçten çok daha fazlasına sahip olması ve özellikle kuzey
bölgede Türkmenleri kendi içlerindeki azınlık olarak görme temayülü, ne
Türkmenler tarafından, ne de Türkiye tarafından kabul edilebilecek bir
durumdur. Kürtlerin bu konumu, Irak’ın tümünde
de hoşnutsuzluk
yaratmaktadır. Hatta ABD’nin de Kürtlerin aşırı güç kazandığına ilişkin bir
düşünce içine girmekte olduğu düşünülmektedir. Ayrıca Kerkük gibi her
bakımdan stratejik bir bölgenin Kürt yönetimine terk edilmesi, yalnız
Türkmenler ve Türkiye açısından değil, aynı zamanda Sünni Araplar ve Şiiler
tarafından da kabul görmemektedir. Bu konuda itirazlar sürmekte olup, bunun
her an için eyleme dönüşme durumu da bulunmaktadır.
Bu nedenle Kerkük vilayetinin özerk bir yapıda olması, merkezi hükümete
bağlı olması, kaynaklarının tüm Irak tarafından kullanılabilecek bir statüde
bulunması tercih edilecek bir çözüm olarak görülmektedir. Kerkük’te
yapılması planlanan referandumun ertelenmesi memnuniyet vericidir. Ancak
bu geçici bir tedbir olup, bütün tarafların kabul edebileceği bir çözüm için
çalışmalar sürdürülmektedir. Sürdürülen çalışmalar içinde Kerkük’teki
yönetimin eşitlik esasına göre düzenlenmesini öngören, Irak il, ilçe ve
nahiyeler meclisleri seçim yasasının Kerkük ile ilgili 24. maddesi 22 Temmuz
2008 tarihinde Irak Parlamentosu’nda kabul edilmiştir.
Yasa; Türkmen, Arap ve Kürtlere yönetimde eşit yetki vermektedir. Bu yasa,
her ne kadar şehrin bir Türkmen şehri olma konumunu ortadan kaldırsa da,
gelinen durum itibariyle Türkmenler açısından olumlu karşılanabilecek bir
gelişme olarak nitelendirilmiştir. Ancak yasa derhal Devlet Başkanı tarafından
veto edilmiş ve yeniden görüşülmek üzere meclise iade edilmiştir. Meclis
komisyonları yeniden anlaşamamış, konu komisyonlar tarafından yeniden
incelenmek ve meclis tatilinden sonra görüşülmek üzere Eylül 2008 ayına
ertelenmiştir. Bu konuda baskı yaratmak maksadıyla Kerkük il meclisi hemen
toplanıp, Irak Anayasası’nın 140. maddesini referans aldığını iddia ederek
şehrin Kürt Bölgesine katılması karını almıştır. Ancak bunun gerçekleşmesi,
71
Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76
Armağan Kuloğlu
tek taraflı alınacak bir kararla uygulamaya geçirilecek kolaylıkta olmadığından
işlemsiz kalmıştır.
Yeniden toplanan Irak Parlamentosu, Kerkük’teki seçimler konusunda 23
Eylül 2008’de yeni bir karar almış, ancak bu karar eskisinden çok farklı ve
Türkmenlerin aleyhine olan bir durum yaratmıştır. Ancak çıkan karar, birçok
belirsizlikleri,
anlaşılmada,
anlaşmada
ve
gerçekleştirmede
zorlukları
içerdiğinden, uygulanması oldukça güç bir durum ortaya çıkarmıştır. Bu
nedenle konu yine zamana ve gelişmelere terkedilmiştir. Ancak bir sürprizle
karşılaşmamak için sürekli takip edilmesi ve dikkatli davranılmasını
gerektirmektedir.
Kerkük konusunun, Irak’ın yeni yapılanması içinde hem Türkmenlerin Irak
içinde alacağı statü, hem de Kerkük’ün düşünülen özel yapısı açısından bir
bütün olarak ele alınmasında yarar görülmektedir. Bu konuda ABD nezdinde
yapılacak girişimlerin yanında, Irak’taki diğer tüm gruplarla yapılacak
görüşmelerin, görüşmelerde gösterilecek kararlılığın ve uluslararası alanda
yürütülecek diplomasinin önemi büyüktür.
Türkiye’nin hem kendinin, hem de Türkmenlerin menfaatlerini koruyabilecek,
tehditleri önleyebilecek jeopolitik, siyasi ve askeri gücü vardır. Önemli olan bu
gücün kontrolü, ihtiyaca ve şartlara göre sergilenmesi, kullanılması,
diplomasinin de çok yönlü olarak etkili bir şekilde yürütülmesidir. Gücü
kullanamamak, kolaya kaçmak, ülke menfaatlerini koruyamamak, geleceği iyi
görememek ve bütün bunlara bilerek veya bilmeyerek sebep olmaktan
kaçınmak için, sadece siyasi iktidarın değil, devletin ilgili bütün unsurlarının
konuya gereken önemi vermesi ve hassasiyet göstermesi gerekmektedir.
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Türkiye’nin karşı karşıya olduğu etnik esaslı bölücülük/Kürtçülük hareketi,
ABD, AB, Irak, Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetim, PKK terör örgütü ve
Türkiye’deki etnik esaslı bölücü siyaset yapanlar tarafından müşterek bir
72
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76
Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri
şekilde yürütmektedir. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde de belirtilen ve
Türkiye
müteveccih
başlıca
tehditlerden
birincisi
olan
etnik
esaslı
bölücülük/Kürtçülük hareketinin silahlı propaganda aracı PKK terörünün
etkisiz hale getirilmesi için, TSK tarafından icra edilen operasyonlara yurt
içinde ve sınır ötesinde devam edilmektedir. PKK terör örgütünün yurt
dışından aldığı desteklerin kesilmesi, mücadelenin koordineli ve halkın
desteğini almış olarak yapılması önemlidir.
Türkiye’nin PKK terör örgütü ile mücadelesinde, özellikle sınır ötesinde
Irak’ın kuzeyi bölgesinde operasyon yapılmasına ilişkin ABD’nin isteksizliği,
sağlanan mutabakat çerçevesinde ortadan kalkmış görünmektedir. ABD
tarafından yakın bir tarihe kadar verilmeyen destek, ABD’nin tutum değişikliği
neticesinde verilmeye başlanmıştır. ABD ile sağlanan mutabakatın karşılıklı
menfaate dayanan al-ver kapsamında müttefiklik ilişkileri çerçevesinde
cereyan ettiği değerlendirilmiştir. ABD’nin tutum değişikliğinin dayandığı
esasların; Irak’ın Kuzeyindeki yönetim ile barışık yaşanması başta olmak
üzere, İran gerginliğinde ABD’ye destek olunması, Afganistan’daki mevcudun
arttırılması ve/veya görev tanımlamasının operasyonel olarak yeniden
yapılması, ISAF’ın komutasının yeniden alınması, ABD’nin Irak’taki
kuvvetlerini azalttığında oluşabilecek zafiyetin tolere edilmesi için tedbirler
alınması konuları olduğu kıymetlendirilmektedir.
ABD, AB ve Türkiye’deki ayrılıkçı siyaset yapanlar tarafından, PKK terör
örgütü ile siyasi alanda görüşme yapılması da dahil olmak üzere, sözde Kürt
sorunu için siyasi çözümler talep edilmektedir. PKK terör örgütü de silah
bırakmayı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile masaya oturmak kaydıyla kabul
edeceğini defalarca tekrarlamakta ve konuyu siyasileştirmeye çalışmaktadır
(Milliyet, 17 Mart 2008).
Terör siyaseti, siyaset de terörü beslemektedir. Sonuçta konu siyaset alanına
çekilmek istenmektedir. Terör örgütünün de, bölücü siyaset yapanların da,
Barzani’nin de, ABD ve AB’nin de amacı budur. Türkiye’deki yönetim, Kürt
73
Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76
Armağan Kuloğlu
Paketi veya Güneydoğu Paketi adı altında, Kürtçe yayın yapan TV ve bölgeye
yönelik birtakım ekonomik ve istihdam sağlayıcı tedbirler içeren projeleri
açıklamaktadır. Bu açılımların bir bütün halinde oluşturulacak planın parçası
olmadan yapılması, siyasi taviz anlamına geleceğinden istenen faydadan çok
zarar getirebilecek hususlardır. Üstelik bu açılımlar, ayrılıkçı siyaset yapan
kesimler tarafından da çare olarak görülmemekte, sorunun temelinin dile ve
etnisiteye dayalı ulus yaratmak olduğu ifade edilerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluş felsefesi olan “ulus devlet, üniter yapı”nın sona erdirilmesi
istenmektedir.
İngiltere ve İspanya’daki IRA ve ETA uygulamalarının kendine has
özelliklerinin
bulunduğu
gerçeğinden
hareketle,
Türkiye’de
benzer
uygulamalara teşebbüs edilmesinin birçok mahsur ortaya çıkaracağı ve
tehlikeli olacağı kıymetlendirilmektedir. Örgütün uzun vadede kontrol
edilebilir bir boyuta çekilmesinde askeri harekât ve bundan alınacak sonuç,
birinci derecede önemlidir. Diğer taraftan terörizmle mücadelede devletin
diğer organları tarafından alınacak birbiri ile koordineli ve bir bütün halindeki
tedbirler de, en az askeri tedbirler kadar önemlidir (Kuloğlu, 10 Ocak 2008).
Ancak bu tedbirlerin, terörün siyasallaşmasına imkân tanımayacak tarzda
olması, etnik esaslı bölücülük/Kürtçülük hareketine siyasi ortam sağlamaması
hayati öneme haizdir. Aksi yönde hareket “Terörle bir yere varılamaz”
düşüncesini ortadan kaldırır (Pulur, 15 Mart 2008).
Terörle mücadele adı altında Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimin muhatap
alınması,
Türkiye’ye
kabullenilmesi
olan
anlamına
tehdidin
kendi
geleceğinden
eliyle
hatalı
bir
güçlendirilmesi
politika
ve
olarak
değerlendirilmektedir. Güneydoğu’daki Barzanicilik hareketi ile kesinlikle
mücadele edilmeli ve etkisiz hale getirilmelidir. Irak’ın yapılanması konusunda
devlet politikasının net bir şekilde ortaya konması ve devletin bütün
kurumlarının bu politikaya göre koordineli bir şekilde hareket etmesi önem arz
74
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76
Irak ve PKK Terör Örgütü Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri
etmektedir. Bu politika ve uygulamalarında, Irak’ın kuzeyindeki yönetimin
hangi statüde olması gerektiği çok iyi hesaplanmalıdır.
ABD’nin Irak ile yaptığı güvenlik anlaşması gereği 2011 yılına kadar
kuvvetlerini tamamen Irak’tan çekmesinin yaratacağı boşluk dikkate
alındığında, ABD’nin Türkiye olan ihtiyacının artacağı düşünülmekte ve
bundan istifade yollarının aranmasının yararlı olacağı değerlendirilmektedir.
Irak’ın kuzeyine PKK ile mücadele kapsamında operasyonlara devam
edilmesi, hem PKK örgütü üzerinde kurulan baskıyı devam ettirecek, hem
Irak’ın kuzeyindeki yönetimin siyasi gücünü zayıflatarak, Türkiye’ye yönelik
muhtemel tehdidini etkisiz hale getirecek, hem de iç siyasetteki olumsuz
gelişmeleri frenleyecektir. Türkmenler ve Kerkük konusunda oldu-bittilere
imkân tanımayacaktır. Ayrıca bu operasyonlar, Türkiye’nin güvenliği
konusunda hiçbir baskıya boyun eğmeyeceğini, kendi inisiyatifi ile hareket
etme gücüne, cesaretine ve kabiliyetine sahip olduğunu gösterecektir.
ABD’nin Irak ile yaptığı güvenlik anlaşması sonucunda Irak’tan askeri
kuvvetini tamamen çekmesinin yaratabileceği yeni senaryolar ile Obama
yönetiminin muhtemel uygulamaları üzerinde çalışılmalı ve gerekli önlemler
şimdiden planlanmalıdır. Ortadoğu bölgesinde güç diplomasisi geçerlidir.
Politik, ekonomik ve özellikle askeri güç gösterileri diplomasinin önünü
açacak ve mili menfaatlerimize uygun sonuçlar alınmasına imkân yaratacaktır.
Bu hususların başarılmasında Türkiye’nin yeterli derecede coğrafi, politik ve
askeri gücü vardır. Türkiye’nin jeopolitik gücü, tarihi, kültürel yapısı bölgesel
ve küresel ilişkileri bunu sağlamaya muktedirdir. Siyasi kararlılık göstermek,
enerjiyi doğru yerde ve doğru zamanda kullanmak, gerektiğinde kontrollü risk
üstlenmek, dış politika ve güvenlikte başarının anahtarı olacak, en azından
milli menfaatlerimiz açısından olumsuz gelişmeleri önleyecektir.
KAYNAKÇA
AKBAŞ, ALİ AYDIN: “Türkiye’de Barzanici Hareket”, 21.Yüzyıl Türkiye
Enstitüsü, Stratejik Öngörü, Sayı:3, Kasım 2007.
75
Journal of Strategic Studies 1 (02), 2008, 45-76
Armağan Kuloğlu
AYDIN, MUSTAFA: “Türk-Amerikan İlişkilerini Yeniden Yapılandırmak”,
ASO Büyüteç Dergisi, Ağustos/Eylül 2008.
BALBAY, MUSTAFA: “Kürtler Bölündü”, Cumhuriyet, (10 Mart 2008).
CEMAL, HASAN: “PKK’ya Yönelik Yeni Bir Çark”, Milliyet, (09 Mart 2008).
GÜRSEL, KADRİ: “Amerikan İstihbaratına Göre Laikliğin Geleceği”,
KULOĞLU, ARMAĞAN: “Türkiye’ye Yönelik Bölücü Tehdit, Terör Ve
Mücadele Yöntemleri” Global Strateji Enstitüsü Dergisi, Yıl:3, Sayı:12, Kış
2008.
MANİSALI, EROL: “AKP-Erbil-Bağdat Hattı”, Cumhuriyet, (10 Mart 2008).
Milliyet: Dış Haberler, (02 Şubat 2008).
Milliyet: Dış Haberler, “PKK İle Pazarlık Beklentimiz Yok”, (07 Mart 2008).
Milliyet: “Ankara, Gates’e Kürt Paketini Sundu”, (07 Mart 2008).
Milliyet: “PKK: Silahları Bırakırız”, (17 Mart 2008).
Milliyet, (23 Kasım 2008).
PULUR, HASAN: “Hani Terörle Bir Yere Varılamazdı?”, Milliyet, (15 Mart
2008).
Web Siteleri:
KULOĞLU, ARMAĞAN: www.globalstrateji.org, analizler, “ABD-İran
Çatışmasının Askeri Sonuçları Ve Türkiye’ye Etkisi”, (12 Aralık 2007).
KULOĞLU, ARMAĞAN: www.globalstrateji.org, analizler, (10 Ocak 2008).
www.milliyet.com.tr, Gates’ten “NATO Çöker”, (11 Şubat 2008).
www.ulusalkanal.com.tr, Gates “Türkiye Afganistan’da Daha Fazla Rol
Oynamalı”, (08 Şubat 2008).
www.vatangazetesi.com.tr, Gündem, “Barzani’ye Gitti”, (19 Mart 2008).
76
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,45-76
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 77-98
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
YÜKSELEN GÜÇ ÇİN’İN
GÜVENLİK POLİTİKA VE STRATEJİLERİ
Sait Yılmaz∗
Özet
Dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisine sahip olan Çin, hızlı ve istikrarlı bir şekilde
büyümesini sürdürdüğü takdirde önünüzdeki 10-15 yıl içerisinde süper güç olacak ve
ekonomisinin büyüklüğü ya ABD’ninkine eşitlenecek ya da onu geçecektir. Çin
stratejik odağını ekonomi ağırlık merkezli ‘çok yönlü ulusal güç’ ve ‘stratejik kuvvet
projeksiyonu’ geliştirme yönünde sürdürmektedir. Çin, ‘barışçı yükselme’ stratejisi ile
gücünü artırma sürecindedir. Ancak, Çin’in bu aşamadaki doktrini stratejik savunmadır.
Şimdilik ABD’yi hegemon güç üstünlüğünün kendisinde olacağına inandırmak ve iyi
bir uluslararası üye olduğu gösterisi yapmak oyunun esasıdır. Çin geleneksel olarak
kültürel ve tarihi tecrübesi ile eyleme geçmek için ABD gibi yıllar veya aylar içinde
değil on yıllar içinde düşünme ve sabretme eğilimi içindedir.
Çin için enerjinin siyasi ve güvenlik yönü gittikçe öne çıkmaktadır. Çin’in enerji
kaynakları ile ilgili mücadele kapsamında kaçınılmaz olarak ABD ile karşı karşıya
geleceği görülmektedir. Bu aşamada Çin stratejisi; ABD’ye karşı savunmada kalmayı
ve uluslararası hukuka yaslanmayı öngörmektedir. Çin, kalkınmasına öncelik vermek
ve bunu gerçekleştirirken Tayvan’ın anayurda dönmesini sağlamak istemektedir. Çin,
ekonomik kalkınmadaki çizgisini sürdürdükçe, küresel iddialarla ABD’nin dünya
barışı’na (Pax-Americana) karşı yeni bir cephe açıp, küresel liderlik stratejileri
gerçekleştirecektir. Çin ile ilgili kötümser senaryo ise ağır bir ekonomik depresyonun
büyük bir göç dalgası başlatabileceği ve ulusal bütünlüğünün bozulma olasılığıdır.
Anahtar Kelimeler: Çin, Ekonomi, Güvenlik, Strateji, ABD.
Abstract:
Noting the fact that China's economy is the most rapid developing economy, it is
expected that it will become a super power in the following 10-15 years whereas its
largeness will be equal to or even greater than USA's, as long as it continues to develop
forcefully and settled. What is more China carries on her strategic perspective in light
of expanding the economy centered 'versatile national power' and 'strategic power
projection'. In addition to this, China is in the process of increasing her power by
applying the 'pacifist advancement' strategy. However, China's doctrine at this early
state is strategic defense. Thus, at the status quo, the goal of the game is to make USA
believe that she will have the leading hegemonian power, and perform an agreeable
international member role. Related to this, on the contrary of USA getting into action in
some months or years, China intends to conceive and be patient for further years before
applying her cultural and historical experiences to her actions traditionally.
∗
Yrd.Doç.Dr, BÜSAM Müdürü, [email protected]
Sait Yılmaz
For China, the importance of political and safety side of energy expands. Thus, it may
be presumed that related with China's contention for energy resources, USA and China
will inevitably oppose each other. At this stage, China's strategy is to foresee being
correlated with international law and staying in defense to USA. Furthermore, China
requires priority to her development and ensure Taiwan return to her homeland while
doing this. Therefore, as long as China goes along the light of her economic
development, she will apply global leadership strategies wheras via global claims, she
will create a new opposition against USA's world peace (Pax-Americana). At this
process, the most pessimistic scenario about China would be the possibility to cause a
great migration wave by a serious economic depression and possible dissolution of her
national integrity.
Key Words: China, Economy, Security, Strategi, USA.
GİRİŞ
Çin, 5000 yıllık kültürel geçmişe sahip, dünyanın en kalabalık ülkesidir.
İmparatorluk sisteminin 1911’de sona ermesinden sonra, yaşanan siyasi
çatışma ve çalkantılar, 1949 yılında Mao Zetung tarafından Çin Halk
Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla son bulmuştur. Çin, resmi olarak 56 ayrı
milletten biraya gelmiş çokuluslu bir devlettir. Çin’in hakim etnik çoğunluğu
Han kimliği olarak adlandırılan güneydeki Kantonez ve Hakka gruplarıdır.
Etnik olarak ayrılmaya en yakın gruplar ise Uygurlar ve Tibetlilerdir (Gladney,
2001: 1). Yüzölçümü ABD’ye yakın olan Çin, ABD’nin yaklaşık dört buçuk
kat nüfusa sahiptir. Dünya nüfusunun %22’sini barındıran Çin, buna karşılık
dünya kaynaklarının küçük bir kısma sahiptir. Çin, dünyadaki içilecek su ve
toplam tarım alanlarının sadece %7’sine, ormanların %3’üne, petrolün %2’sine
sahiptir.
En son kuşak Asya Kaplanı sayılan Çin’e, nüfus büyüklüğü ve
olağanüstü büyüme performansı sebebiyle ‘Ejderha’ demek daha doğru
olacaktır. Bugün Çin’in %15-20’ye yakın kısmı üst düzey gelir grubuna
dahildir. Bu da neredeyse ABD nüfusunu aşmaktadır.
Komünist yönetimin baskıcı rejimi nedeniyle ekonomik açıdan 20 yıl kadar bir
duraklama yaşayan ülke, önemli yapısal reformlardan sonra, son yıllarda
dünyanın en önemli ekonomik güçlerinden biri haline gelmeye başlamıştır.
Çin, Komünist Parti’nin önderliğinde, devlet öncülüğünde ve denetiminde yeni
bir tür gelişme politikası izlemektedir. Çin bu politikasını yürütürken, doğal ve
78
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,77-98
Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri
insan kaynaklarını küreselleşmenin olanaklarından yararlanarak geliştirmek ve
kendi amaç ve çıkarlarına uygun olarak kullanmak için sosyalizmin katı
ilkelerinden vazgeçmek zorunda kalmıştır. Yurt dışında yaşayan ve eğitim
gören Çinlilerin sayısı 70 milyona ulaşmıştır. Büyümesi bu hızla devam
ederse, 2010 ile 2020 yılları arasında ABD'yi yakalayacağına kesin gözüyle
bakılmaktadır. Bu verilere göre Çin gibi 1,3 milyarı aşan nüfusa sahip bir
ülkenin, Amerika'nın seviyesine yetişmesi, dünyanın başta enerji olmak üzere
doğal kaynakları ve hammaddeleri üzerinde bir talep ve baskı unsuru
oluşturacağı şüphesizdir. Çin halen dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisine
sahip olup, günümüzde de hızlı ve istikrarlı bir şekilde büyümesini
sürdürmektedir.
ÇİN GÜVENLİĞİ VE POLİTİKALARI
Soğuk Savaş sonrasında yeni ekonomik açılımlarıyla kendine özgü bir model
içinde farklı bir ekonomik gelişme yansıtan Çin, siyasal açıdan da farklı bir
kimliğe bürünerek, Asya-Pasifik ekseninde kıtasal güç merkezi konumunu
geliştirmeye çalışmaktadır. 1990’lı yıllardan sonra elde ettiği ekonomik
başarılar sonucunda yeni düzen arayışına yönelik ilgisini artırarak, ‘tek
kutupluluğu’ reddedip ‘çok kutuplu bir dünya’ tezini öne sürmekte idi. Ancak,
Balkanlardaki savaşlar ve sonrasındaki gelişmelerden sonra Çin çok
kutupluluk ilkesinin gerçekleştirilmesinin oldukça uzun bir süreç alacağını fark
etmiştir. Çin’e göre, dünya çok kutuplu hale gelmese bile, belli başlı güçler
arasındaki ilişki daima işbirliğine dayalı olmalıdır. Çünkü dünyada pek çok
geleneksel olmayan güvenlik tehdidi ortaya çıkmaktadır. ABD dahil hiçbir
ülke, tek başına küresel güvenlik sorunlarını çözecek durumda değildir.
Dolayısıyla, işbirliği ve koordinasyon önem kazanmaktadır.
Bu yüzden, en büyük tehdit olabilecek durumda olmasına rağmen, Çin, ABD
ile iyi ilişkileri geliştirme çabasındadır. Bunun nedeni, yeni ve kapsamlı bir
güvenlik anlayışıdır. Çin, silahların kontrolü ve silahsızlanma konusunda
79
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 77-98
Sait Yılmaz
küresel olarak uygulanan rejimin takviye edilmesini ve geliştirilmesini
istemektedir. Çin’e göre; Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) sayesinde karşılıklı
güvenin oluşturulmasında, işbirliğine dayalı bir ortaklığın geliştirilmesinde ve
terörizme karşı gerçekleştirilen seferberlikte sürekli gelişme sağlanmaktadır.
Çin’in bu aşamadaki doktrini stratejik savunmadır. Hegemon gücü üstünlüğün
kendisinde olacağına inandırmak ve iyi bir uluslararası üye gösterisi yapmak
oyunun esasıdır.
Çin’in iyi bir üye olarak görüntüsü devlet egemenliği, toprak bütünlüğü ve
diğer devletlerin işine karışmamak gibi statükocu yaklaşım ile uluslararası
kurallara ve normlara saygılı olmaktır. Hegemona karşı uygulayacağı ilkeler
de savunmada kalmak ve uluslararası hukuka yaslanmaktır. Uluslararası ve
hükümetler arası kuruluşlara aktif katılım ve çoktaraflı diplomasiye katkıda
isim yapmak ve revizyonist isteklerin reddedilmesine yardım etmek diğer
ilkeleridir (Chan, 2005: 11). Çin dış politikasının temel ilkeleri; Çin’in
bağımsızlığının muhafazası için egemenlik ve güvenlikten taviz vermemek,
dünya barış ve istikrarını tehdit eden ‘hegemonya’ politikalarına karşı çıkmak,
dış politikada bağlantısız ve tarafsız bir politika izlemektir. Çin stratejisinin
erken aşamadaki temel esasları; Dünya barışının korunması için barış içinde
birlikte yaşama ilkesini uygulamak, bütün ülkelerle dostluk ilişkileri ve
işbirliğini geliştirmek, ihtilafları barışçı yollardan ve kuvvet kullanmadan
çözmeye çalışmak ve çatışmalardan kaçınmak, dış dünya ile aktif temasta
bulunmak ve ekonomik küreselleşmeye katılmak olarak benimsenmiştir
(SİSAV; 2000: 103).
Çin, kalkınmasına öncelik vermek ve bunu gerçekleştirirken Tayvan’ın
anayurda
dönmesini
sağlamak
istemektedir.
Çin’in
ulusal
güvenliği
kapsamındaki gündem konuları ise şu şekilde sıralanabilir. Potansiyel iç
istikrarsızlık kaynağı konumundaki Mekong nehri vadisinin kalkınması için
uluslararası işbirliği hedeflenmektedir. Öte yandan ilgili ülkelerin imzaladığı
deklarasyonlar ile birlikte Çin ile olan toprak anlaşmazlıklarının neden olduğu
80
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,77-98
Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri
gerilimler hafiflemiştir. Çin'in egemenliği ve toprak bütünlüğünün özellikle
Tayvan'daki
çeşitli
ayrılıkçı
güçlerin
tehdidi
altında
olduğu
değerlendirilmektedir. Çin’e göre, Tayvan, hala ‘Sadece Bir Tek Çin’ ilkesini
kabul etmemekte ve Çin'i bölmeye yönelik faaliyetlerini sürdürmektedir
(Zuqian, 2003: 28-33).
Çin, ihtiyaç duyduğu petrolün % 70’ini Malakka Boğazı yolu ile ithal
ettiğinden Çin Savunma Bakanlığı Beyaz Kitabı’nda ulusal güvenlik hedefleri
arasında Çin’in egemenliği ve toprak bütünlüğü yanında deniz hakları ve
çıkarlarının savunulması da
yer almaktadır. Nitekim zaman zaman
kuşatılmışlık duygusuna kapılan Çin bu yüzden pek çok konuda ABD ile ayrı
kutuplardadır (Arıboğan, 2001: 131). Tayvan sorunu, Kore'nin bölünmüş
yapısı, Güney Çin Denizi ve Spiratli adaları, ASEAN’ın giderek siyasal ve
güvenlik kimliği kazanması, ABD'nin Vietnam'la yakınlaşması, Orta Asya
Cumhuriyetleri ile petrol ve doğalgaz temininde ABD'nin etkinliğinin sürmesi,
ABD’nin Hindistan ve Japonya ile yakın ilişkileri gibi konular iki ülkeyi karşı
karşıya getirme potansiyeli taşımaktadır.
Çin'in batı ekseninden uzanacak boru hatlarıyla, ülkenin gelişmiş doğu
kıyılarına petrol ve doğal gaz ulaştırılması, bağımsızlık hareketleri ile de öne
çıkan Doğu Türkistan ve Tibet bölgesinin önemini artırmaktadır. Doğu
Türkistan’daki otoritesini korumak dışında, petrol ve doğalgaz ihtiyacının
önemli bir kısmını İran’dan temin etmekte olan Çin, Orta Doğu petrolleri
üzerinde kontrolü sağlamış olan ABD’nin Orta Asya ve Hazar bölgesinde de
olası bir kontrolünü veya etkisini engellemek istemektedir. Bunun için, Orta
Asya devletlerine karşı oldukça olumlu bir politika ile yaklaşmakta ve bu
noktada kendisine uygun gördüğü eski süper güç Rusya ile olan işbirliğini ŞİÖ
çerçevesinde güçlendirmektedir.
Çin, Rusya ile de pek dost olduğu söylenemez çünkü bir yandan Rusya’yı da
dışarıda tutan bir kutuplaşma sürecine girmiş görünmektedir (Soltan, 2002: 4753). Kafkaslar Bölgesi Asya-Avrupa uzanımı açısından Çin için stratejik
81
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 77-98
Sait Yılmaz
değerdedir. Pasifik dünyasında Rusya-Çin ittifakı Çin'e yönelik bir ağırlık
taşırken, Kafkaslar-Hazar Havzası-Asya ekseninde, Rusya-Çin yakınlaşması
Rusya'ya yönelik ağırlık taşımaktadır. Çin, NATO'nun doğuya doğru
genişlemesinden rahatsızlık duymakta olup, bu genişleme politikasını; ABD
hegemonyasının
Asya-Pasifik
dünyasındaki
yeni
stratejisi
olarak
değerlendirmektedir. Çin yönetimi, ABD'nin bu yönelimlerini, aynı zamanda
küreselleşme (dış piyasaları ABD mallarına, şirketlerine açma) sürecinin üst
yapısı ve askeri yansıması olarak da algılamaktadır.
ÇİN VE GÜÇ DENGESİ
Soğuk Savaş sonrasında küresel güç dengesinde rastlanan değişimler kendisini
en bariz olarak Asya-Pasifik bölgesinde göstermektedir. Rusya'nın bölgedeki
jeostratejik etkisi azalırken, Çin ABD’ye rakip bir ana Doğu Asya gücü olarak
ortaya çıkmıştır. Sahip olduğu potansiyeli ve jeopolitik ve jeostratejik
avantajları ile Çin, öncelikle Asya, sonrasında ise Orta Asya ve Hazar bölgesi
de dahil bütün bu bölgelere mücavir alanlarda en etkili olacak güçlerden birisi
olacağını açık olarak ortaya koymaktadır. Çin, 21’nci yüzyıl için kendisine
iddialı hedefler koymuş bir ülkedir. Bu hedeflerin başında 2050’de dünyanın
bir numaralı gücü olmak gelmektedir (Ekrem, 2003: 2). Pekin hükümeti bu
hedefe ulaşmak için inançlı, planlı ve gerekli gördüğü yerlerde piyasalara
müdahale ettiği bir ekonomi politikası izlemektedir.
Çin’in etrafında son derece önemli su yolları bulunmaktadır. Doğu Asya’nın
kuzeyi, güneyi ve Hint Okyanusu’nu birbirine bağlayan geçiş hattı buradadır.
Güney Çin Denizi ve Malakka-Singapur Boğazlarıyla bu hat, Basra Körfezi’ne
dolayısıyla Orta Doğu petrollerine açılan enerji koridorudur. Bölge içinde,
özellikle Spratli-Güney Çin Denizi’ndeki petrol rezervleri bulunmaktadır. Bu
yüzden Çin kıtasal bir güç sayılmakla beraber bunu daha çok bir deniz gücü
olma yönünde geliştirmeyi hedeflemektedir. Malakka Boğazı ile ilgili
beklentiler sadece ABD’nin bölgedeki yoğun askeri konsantrasyonunu
82
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,77-98
Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri
dengelemek değil deniz korsanlarını engellemeye de yöneliktir. Nitekim yakın
zamanda Singapur ve Malezya ziyaretleri ile Malakka Boğazı’nda devriye
faaliyetleri için işbirliği imkanı geliştirildi. Vietnam ile önemli bir deniz ve
hava üssü olma niteliği taşıyan Cam Rahn Körfezi’ndeki tesislerin
kullanılmasına yönelik çalışmalar yapıldı (Sutter ve Huang, 2006: 2).
Çin için enerjinin siyasi ve güvenlik yönü gittikçe öne çıkmaktadır. Çin’in
enerji kaynakları ile ilgili mücadele kapsamında kaçınılmaz olarak ABD ile
karşı karşıya geleceği görülmektedir. Kissinger, potansiyel olarak büyük
devletler içinde en fazla yükselen ve 21’nci yüzyılın süper güç adayı ülkenin
Çin olduğunu ifade etmektedir. 2015 yılında süper güç olacak Çin’in
ekonomisinin büyüklüğü ya ABD’ninkine eşitlenecek ya da onu geçecektir.
Kissinger’in Çin’i durdurma modeli ise, anlaşarak durdurmaktır. Bunun
yöntemi de Kissinger’a göre ticaret yapmaktır (Kissinger, 2002: 241). Çin,
ekonomik gelişimi için öngördüğü hedeflere ulaştıktan sonra başta Tayvan
olmak üzere yaşamakta olduğu diğer sorunları bir şekilde çözmeye yöneleceği
ve arkasından da süper güç ve yeni bir kutup olarak uluslararası politikada boy
göstermeyi amaçladığı değerlendirilmektedir.
Çin gerçekten bir hegemon güç olabilir mi? Çin bunu en azından henüz bir
hegemon güç varken yapmak ve ABD ile erken bir karşılaşma istememektedir.
Küçülen güç ve ümitsiz hegemon ABD’nin önleyici savaş başta olmak üzere
içine düştüğü açmazlardan azami faydayı sağlayarak durumunu güçlendirmek
istemektedir. Çin’in yükselişi ve 21’nci yüzyılda ABD-Çin güç değişimlerine
ilişkin pek çok çalışma bulunmaktadır. Bunlardan ilki Organski’nin 1968
yılında yaptığı güç dönüşümü teorisidir (Organski, 1990). Çin, güç dönüşüm
teorisine uygun olarak ABD’nin davranışlarının tersine bir model içinde Irak,
Afganistan, İran ve Kuzey Kore’ye güçlerini dağıtan Amerika karşısında
pazarlık unsurunu elinde bulunduran ve yardım istenen ülke rolü oynamaktadır
(Didicco and Levy, 1999: 675:704).
83
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 77-98
Sait Yılmaz
Çin stratejisi; ABD’nin güç kullanma uygulamalarını engellemek ve
hareketlerini kısıtlamak için, silahlanma ve ittifak oluşturma yolu ile askeri bir
muhalefet ortaya koymadan yumuşak caydırma ve pasif direnişe başvurmaktır
(Chan, 2005: 23). Çin’in hegemonu yönetme yaklaşımının temel unsurları;
zayıflama numarası yapmak, enerjisini saklamak, rekabette öne çıkmamak,
muhalefette aşırı olmamak, diğerlerinin dikkatlerini başka alternatiflere
yöneltmek ve başkalarının yutamayacağı kadar büyük ve karmaşık olduğu
imajı vermektir. Özetle Çin, Sun-Tzu’nun sözlerini hegemona yaklaşımının
temeline koymaktadır; “Yenilmemek kendi gücüne, yenmek düşmanın gücüne
bağlıdır. Başarı; kendi kapasiteni korurken, düşmanı yenilebilir hale
getirmektedir. (Sun-Tzu, 2001: 48-49)”
Çin, Asya-Pasifik dünyası içerisinde bulunduğu coğrafi konumuyla, geniş
Pazar olanaklarıyla, nükleer güce sahip ve güç projeksiyonunu geliştirmekte
olan askeri kuvvetiyle, hızla işleyen ekonomik kalkınma çekiciliğiyle
bölgesindeki en önemli güç merkezidir. Bu kapsamda en önemli bölgesel
rakibi ise Japonya’dır. Ancak, ABD-Japonya ittifakının bozulması Çin’in
bölgesel çıkarlarıyla uyumludur. Bununla beraber Asya-Pasifik ülkelerinin Çin
hakkındaki geleneksel şüpheleri henüz yok olmamıştır. Bölgenin en büyük
ekonomik gücü durumundaki Japonya, ABD'nin güvenlik şemsiyesine
gereksinim duymaktadır. Aynı şekilde ASEAN ülkeleri için Güney Çin
denizindeki Çin etkinliklerinin rahatsızlık yaratması, bölgede dengeleyici
unsurlara gereksinim yaratmaktadır.
Çin, mevcut kapasitesi ile hiç kuşkusuz bölgesel değil, küresel ölçekte bir dış
politikaya yönelmiştir (Karaca, 2003: 124). Çin, ekonomik kalkınmadaki
çizgisini sürdürdükçe, küresel iddialarla ABD’nin Amerikan Barışı’na (PaxAmericana)
karşı
yeni
bir
cephe
açıp,
küresel
liderlik
stratejileri
gerçekleştirecektir (Hacısalihoğlu, 2001: 117). Çin’in hem ekonomik
büyümesinin hızı hem de Çin’deki yabancı yatırımların büyüklüğü yaklaşık 20
yıl içinde Çin’in ABD ve Avrupa ile eşit düzeyde bir küresel güç olacağı
84
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,77-98
Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri
tahminini ortaya çıkarmaktadır (Şen, 2002: 36). Çin’in ekonomik ve askeri
alandaki büyümesi, önümüzdeki dönemde Asya-Pasifik bölgesinin en önemli
sorunu olacaktır.
ÇİN’İN EKONOMİK BÜYÜMESİ
OECD verilerine göre, 2020’ye kadar aynı büyüme hızını koruması halinde
Çin ‘Yeni Ekonomik Süper Güç’’ olacak ve ABD’yi geride bırakacaktır.
Çin’in ekonomik başarısı; büyük ölçüde istikrarlı siyasi yapısına; yüksek
tasarruf ve yatırım oranlarına; dinamik ve devlet destekli ticaret, yatırım ve
sanayi politikalarına; stratejik planlamaya; disiplinli bol işgücüne; enflasyonun
ve kamu açıklarının kontrolüne ağırlık ve önem veren makroekonomik
politikalara dayanmaktadır. Ayrıca 1997 yılında Hong Kong ve 1999 yılında
Makao’nun Çin’e dahil olması, Çin’in bölgedeki önemini arttırmıştır.
Şüphesiz, 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) kabul edilmesi ve
dünya ekonomik sistemine entegre olması ileride ülke ekonomisinin daha da
güçlenmesine neden olacaktır.
Küreselleşen dünya ekonomisinde ücretler, karlar, fiyatlar ve faiz oranları gibi
makro ekonomik değişkenler, gelecekte Çin’de yaşanan gelişmelere giderek
daha çok bağlı hale gelecektir. Bu da Çin’i dünya ekonomisinin önemli baş
aktörlerinden biri haline getirecektir. Hızla büyüyen Çin ekonomisi, başta
petrol olmak üzere ihtiyaç duyduğu hammaddelerin fiyatlarının artmasına
neden olurken, ihraç ettiği ürünlerin fiyatlarının da hükümetinin sağladığı
sübvansiyonlar ve baskıcı rekabet unsurları nedeniyle, diğer ülkelerde
gerilemesine neden olmuştur. Böylece Çin, dünya genelinde enflasyon oranına
etki eden belirleyici güç haline gelmiştir.
Çin, sürekli ve yüksek büyüme oranı, her yıl artan doğrudan yabancı
yatırımları, yaklaşık 150 milyar dolarlık yıllık dış ticaret fazlası ve 1,5 trilyon
dolara ulaşan döviz rezervi ile dünya ekonomisinde yeni bir süper güç olmaya
hızla yaklaşmaktadır. 2005 yılında küreselleşmiş çokuluslu şirketlerin Çin’de
85
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 77-98
Sait Yılmaz
gerçekleştirdikleri doğrudan yabancı yatırım tutarı yaklaşık 80 milyar dolara
ulaşmıştır (Worldbank, 14.2.2007). Avrupa Birliği (AB) de Çin pazarında
önemli oyuncu olmak, bu ülkenin dinamizminden yararlanmak peşindedir.
Nitekim AB, ABD’yi geçerek Çin’in en büyük ticaret ortağı olmayı
başarmıştır. Çin, bugün AB’nin ikinci büyük ticaret ortağıdır. Geçen yıl toplam
ikili ticaret hacmi 174 milyar Euro’ya ulaşmıştır. AB’nin Çin ile olan
ticaretindeki açık ise 78 milyar Euro’dur (Öğütçü, 2006: 49).
Çin’in kalkınma stratejisinin en temel dayanağını, yabancı sermaye ve bu yolla
gerçekleştirilmiş olan yatırımlar oluşturmaktadır. Çin’de kendine yer arayan ve
orada en uygun şartlar altında yerleşmek isteyen yabancı sermayenin, kar
maksimizasyonunu sağlamak için üretimlerini Batı ülkelerinden Doğu’ya
kaydırmalarının en başta gelen sebebi, büyük ölçüde Doğu ülkelerinin
demografik yapısından kaynaklanan ucuz işgücüdür. Çin’e en büyük sermaye
ihracı Hong Kong’tan gelmektedir. 30 eyaletin 23’ünde Hong Kong, Çin’in en
büyük ihracat ortağı ve halen kullanılan yabancı sermayenin % 60’ının
kaynağını oluşturmaktadır. 1997 Temmuz’unda Çin’e devredilen Hong Kong,
Çin için kalkınma stratejisinin en önemli noktasıdır. Çin’deki yatırımlar Hong
Kong’lu sermaye tarafından uyarıldığı gibi, ihracatın gerçekleşmesi ve
büyümesi de Hong Kong üzerinden olmaktadır (Arıboğan, 2001: 258-277).
Çin’in büyümesinin en temel nedenlerinden birisi de ihracata dönük üretim
yapan yabancı sermaye yatırımlarıdır. Çin’in ihracatı 1978’den bu yana 70
misli artmış, dünya ticaretindeki payı ise % 0,8’den, % 7,7’ye çıkmıştır. Çin’in
2005 yılı ihracatının % 58’i yabancı sermayeli şirketlerden kaynaklanmıştır.
Japonya ve Kore dünya çapında şirketler yaratarak zenginleşirken, Çin dünya
çapında şirketleri yatırım yapmak için topraklarına çekerek yoksulluktan
kurtulmayı denemektedir (Münir, 12 Haziran 2006). Çin yabancılar tarafından
son yıllarda doğrudan yatırım açısından en çok ilgi gören ülkelerden biridir.
Bunun nedenlerini; ülkenin yüksek büyüme hızı, DTÖ’ne girerek, küresel
ekonomi ile bütünleşmesi, büyük nüfusu ile tüketim hacmi ve Çin hükümeti
86
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,77-98
Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri
tarafından başarı ile uygulanan reformlar ve siyasi istikrar, yatırımcılara
sağlanan kolaylıklar olarak sıralayabiliriz.
Uluslararası yatırımların son üç yılda neredeyse yarıdan fazla azaldığı, dünya
ekonomisinin gerilediği, aynı düşüş trendinin günümüzde de devam ettiği göz
önünde tutulduğunda, Çin’in bu performansı gerçekten etkileyicidir. Çin’de
2006 yılı başı itibariyle doğrudan yabancı yatırım miktarı 620 milyon dolara,
yabancı şirket sayısı ise 550 bine ulaşmış durumdadır. En fazla doğrudan
yatırımı olan ülkeler ise Hong Kong, Virgin Adaları, Japonya ve ABD olarak
sıralanmaktadır. Yabancı şirketler, Çin’in dış ticaretinde de önemli bir paya
sahiptir. Yabancılar genellikle büyük kentlerdeki ekonomik kalkınma
bölgelerinde, ihracata dönük çalışanlar ise serbest bölgelerde işletme açarak,
buralarda yabancı sermayeye sağlanan özel olanaklardan yararlanmaktadırlar
(Köz, 2006: 68).
Tablo: Çin Ekonomik Büyüme Oranları (5 Yıllık) (%)
Dönem
Ort. GSYH Büyüme %
1960-1964
-1.41
1965-1969
6,83
1970-1974
8,08
1975-1979
6,80
1980-1984
9,64
1985-1989
9,86
1990-1994
10,66
1995-1999
8,76
2000-2005
8,70
Kaynak: The World Bank, World Development Indicators (2007)’den derlenmiştir.
2001 yılında dünyadaki ticari daralmaya rağmen, Çin ekonomisi %7.3
büyüyerek dünyanın en büyük altıncı ekonomisi haline gelmiştir (Bakınız
Tablo). Çin, Asya-Pasifik ekseninin yılık %7’lik büyüme hızına karşılık,
%8.8’lik endüstriyel üretimindeki büyüme oranıyla büyük bir kalkınma süreci
içerisinde bulunmaktadır (Hacısalihoğlu, 2001: 111). Son yıllarda Asya’ya
87
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 77-98
Sait Yılmaz
yatırım yapan yabancı sermayenin % 40’ına Çin sahip olmuştur (Karaca, 2003:
18). Dünyanın en geniş tüketici pazarı olan Asya-Pasifik bölgesinde Çin;
ithalatının %22’sini Japonya’dan, %12’sini ABD’den ve %11’ini Tayvan’dan
yapmaktadır. İhracatının ise; %24’ü Hong Kong’a, %19’u Japonya’ya ve
%17’si ABD’ye yapılmaktadır (SİSAV, 2000: 106). Çin'in, elde ettiği bu
kalkınma sürecinin hızından fazla bir şey kaybetmeksizin sürmesi durumunda,
önümüzdeki 20-30 yıllık bir süreç içinde AB ve ABD gibi ekonomik devlerin
önüne geçmesi olanaklı görülmektedir.
ÇİN, RUSYA VE HİNDİSTAN İLİŞKİLERİ
Çin ve Rusya Federasyonu’nun başlangıçta güvenlik amaçlı kurdukları Şangay
İşbirliği Örgütü, kıtasal güç merkezi ekseninde halen büyüyerek işlevlerini
genişletmeye devam etmektedir. Çin-Rusya ilişkileri oldukça karmaşık çizgiler
taşımaktadır. Rusya, çok kutuplu bir dünya istemekle beraber Çin’in
kontrolsüz bir biçimde büyümesini istememekte ancak ABD’ye karşı Çin ile
denge bulmak mecburiyetindedir. Rusya, Çin nüfusunun Doğu Sibirya’ya
akışından ve Çin’in Hazar Denizi enerji yollarına ilgisinden endişe
duymaktadır. 2004 yılında Çin, Rusya’nın en büyük petrol şirketi Yukos’u
almaya resmen aday olurken Rusya’da Japonya ile birlikte Doğu Asya enerji
ihtiyacını karşılayacak bir boru hattı planlarken Çin’i by-pass etmek istedi
(Brooke, January 3, 2004).
Orta Asya’yı Rusya’nın burnunun dibinden çalmayı planlayan Çin’in Tibet ile
ilgili korkusu Hintli nüfusunun artması sonucu Hindistan’ın kontrolüne
girmesi riskidir. Tibet’in Çin tarafından işgal edildiği tarihten beri sürgündeki
başkanı Dalai Lama, Hindistan’da yaşamaktadır. Tibet, Çin için aynı zamanda
Himalayalara çıkış kapısıdır ve pek çok etnik grubun göç yolu üzerindeki bu
kapı kontrol edilmezse Uygur Türklerinin yaşadığı Sincan da bağımsızlığa
gidebilir. Amerikalıların Hindistan ile 2001’de başlayan stratejik işbirliği
Hindistan’ı Çin ile istihbarat ortaklığı yapmaktan geri koymamaktadır. Çin ve
88
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,77-98
Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri
Hindistan gizli servisleri müşterek bir istihbarat merkezi kurarak, 2008 yılı
itibarı ile istihbarat alış verişine resmen başladılar. Çin, ABD-Hindistan
ilişkisini dengelemek için Hindistan ile sınır sorunlarına yönelik girişimlerde
bulunmakta tarihsel stratejik ortağı Pakistan ile Hindistan arasında gerilimin
azalması için kendine rol edinmektedir.
Öte yandan Hindistan ile Çin arasında da uzun geçmişi olan sorunlar
bulunmakta ve ikisi de farklı stratejik önceliklere sahiptirler. Himalayaların
ayırması nedeni ile iki ülkenin konvansiyonel olarak doğrudan çatışması çok
zor olmakla birlikte Hindistan, Çin’i vuracak menzilde nükleer silahlar
geliştirdi. Hindistan, Çin’in Pakistan’a olan desteğinden ve nükleer programını
geliştirmesine yardımından da rahatsızdır. Hindistan ve Çin arasındaki sınır
bölgesi Hindistan ve Pakistan arasında sorun olan bölgeye yakındır ve Çin’in
açıkça Pakistan’ın yanında yer alması Hindistan için önemli güvenlik sorunları
doğurmaktadır. Çin ise Hindistan’ın artan deniz gücü, füzeleri ve uzay
teknolojisi edinme gayretlerini dikkatle izlemektedir. Hindistan ekonomisi de
Çin’in ki gibi gelişmekte ve nüfusu da Çin’e rakip olacak boyutlara
gelmektedir. Özetle Çin ve Hindistan ilişkileri Güney Asya’da ki bölgesel
güvenlik dinamiklerinin ana unsurlarından biri olacaktır.
Çin yoğun ekonomik angajmanına rağmen Asya’daki nüfuzunu azaltmaya
çalışan ABD ile ilişkilerini nasıl düzenleyeceği konusunda hala kararsız
gözükmektedir. Çin geleneksel olarak kültürel ve tarihi tecrübesi ile eyleme
geçmek için ABD gibi yıllar veya aylar içinde değil on yıllar içinde düşünme
ve sabretme eğilimi içindedir. Nitekim ABD’nin bu kadar çok silahlı kuvvete
başvurmasının Amerikanın genel ekonomik ve askeri gücünü uzun vadede Çin
lehine eriteceği inancındadır. Çin’in sabrı ve uzun vadeli beklentisi ekonomik
gelişmesini tamamlamaktadır. Çin Devlet Başkanı Deng Xiaoping Çin
stratejisinin genel prensiplerini şu şekilde açıklamaktadır (US GAO, 2004: 5860); “Sakince izle, reaksiyon için hazırlıklı ol, sıkı dur, kabiliyetlerini sakla,
zamanı iyi kullan, asla lider olmayı deneme ve başarmak için yeterli ol.”
89
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 77-98
Sait Yılmaz
ASYA-PASİFİK BÖLGESİ VE ÇİN
Asya-Pasifik bölgesinde yüzyılın ilk çeyreğinde Çin’in artan askeri
hareketliliği ve yumuşak güce verdiği önem dikkat çekmektedir. Bu strateji
yumuşak güçten sert güce geçişi simgelediğinden dikkatle izlenmesi gereken
bir süreçtir. Kuzey Kore ile ilgili nükleer konuların çözümü için yapılan AltıTaraflı Görüşmelerde Çin etkin bir rol oynamaktadır. ASEAN içinde
etkinliğini artıran Çin, böylece hem daha çok kaynağa sahip olurken hem de
Tayvan’ı izole etme imkanı bulmaktadır. Çin, Darfur’da BM-Afrika Birliği
Barışı Koruma Birliğine asker gönderdi. 2000 yılından beri kendi AWACS’ını
üretmeye çalışan Çin ilk uçağı Doğu Çin’e konuşlandırdı. Çin istihbaratı
Kuzey Kore ile de özellikle nükleer silah gelişim programı ile ilgili görüşmeler
yapmaktadır.
Japonya, ABD’nin müttefiki ve nükleer şemsiyesi ile birlikte koruması
altındadır. 2005 yılında Japonya’daki ABD varlığı 50.000 kişi idi. Ancak
1990’lı yıllarda Clinton’un Asya ziyaretlerine Çin ile başlaması ve Çin ile
ilişkileri geliştirmeye önem vermesi ABD’nin öncelikleri konusunda
Japonya’yı şüphelendirmeye başladı. Bu dönem aynı zamanda ABD’ye en çok
ihracat yapan ülkelerin başında gelen Çin’in ekonomisinin büyüdüğü,
Japonya’nın ise küçülmeye başladığı dönemdi. Çin’in büyüme gücü ve
Amerika’nın niyetleri ile ilgili şüpheler Japonya’yı kendi askeri gücünü
geliştirme hatta nükleer caydırıcılığını sağlama yolunda düşünmeye itti.
Japonya Hint Okyanusu’nda Amerikan savaş gemilerine yakıt ikmali yaparak
Asya dışına taşacak güç projeksiyonu için tecrübe edinmekte, Güney Kore ise
Irak’ta askeri olan üçüncü büyük ülke konumuna gelmiştir. Kendi çıkarları
artık ABD ile çakışmaya başladığından Japonya ve Güney Kore, ABD’nin
değil kendi önceliklerinin peşinde küresel siyasi, ekonomik ve askeri güç
projeksiyonlarını geliştirmektedirler. Japonya, ABD’nin itirazına rağmen İran
ile enerji görüşmeleri yapmakta, Güney Kore de Kuzey Kore ile
90
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,77-98
Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri
görüşmelerinde ABD’ye kulağını tıkamakta ve Kuzey Irak’ta Kürt gruplar ile
petrol anlaşmaları yapmaktadır. Özetle Pekin, Seul ve Tokyo artık
ekonomilerinin güçlü kalmasını sağlayacak yeni kaynaklar bulma peşinde
Asya dışına açılma gayreti içindedir.
ÇİN’İN SAVUNMA ÖNCELİKLERİ
Çin askeri potansiyelinin geliştirilmesinde ana parametre ABD ile ilişkileridir.
İki ülke ilişkileri bazen ani olarak gerilse de ekonomik ilişkiler ve terörle
mücadele alanlarında ortak çıkarlara önem vermektedirler. Çin, ABD’nin füze
savunma sisteminden ve Tayvan’a olan desteğinden endişe etmektedir. Bazı
Çinliler ABD’nin Japonya ve Güney Kore üzerindeki etkisini istikrar sağlayıcı
olarak görse de bir kısmı da ABD’yi Çin’in yükselişinin önündeki en büyük
engel ve bölgesel çıkarlarına potansiyel tehdit olarak değerlendirmektedir. Çin,
ABD’nin Kosova ve Irak gibi müdahalelerini Tayvan, Tibet ve Sincan
bölgelerine de bir gün uğrayabilecek egemenlik ihlali olarak görmektedir.
Nitekim 1999 yılında ABD’nin Kosova’ya müdahalesi Çin’de Amerikan ve
İngiliz elçiliklerine yapılan protestolar ve fast-food ürünlerine boykotlara
neden oldu (Miles, 2000/2001: 51).
Çin askeri gücünü modernize ederek ‘küresel güç’ olma yolunda hızla
ilerlemektedir. Çin güç projeksiyonu enerji güzergahlarını kontrol eden HazarOrta Doğu ve Tayvan-Mançurya-Malakka Boğazı-Hint Okyanusu ekseninde
askeri güç kullanma kabiliyetlerini geliştirmeyi hedeflemektedir. Çin bu
bölgede rakip olarak gördüğü ABD’nin deniz ve hava gücünün teknolojik
üstünlük avantajını kısa sürede kapatabilecek arayışlar içindedir. Çin, ilk
uydusunu 1970’de uzaya gönderdi. İnsanlı programlar için Rusya’dan önemli
teknoloji desteği aldı. 1998 yılında balistik füze teknolojisini geliştirdi. 2007
yılı ise Çin’in uzay çalışmalarında patlama yılı oldu; uzaya insan gönderen
3’ncü ülke olmayı başardı ve aya ilk gezgin aracını gönderdi (Perrett, Jan 6,
91
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 77-98
Sait Yılmaz
2008). Çin, ABD’den bağımsız bir GPS oluşturma ve devreye sokma
aşamasındadır.
Çin, ABD’nin füze kalkanı projesine Tayvan’ın da dahil edilmesi ile
caydırıcılık döneminin biteceğinden endişe etmektedir. Çin reaksiyon olarak
yeni nesil, katı yakıtlı, çok başlıklı mobil füzeler geliştirmeye başlamıştır.
Rusya’nın da füze savunmasına benzer tepkisi sonuçta ABD ile diğerleri
arasındaki taarruz ve savunmaya yönelik yeni nükleer yarışı başlattı ve nükleer
silahlar artık caydırıcılık değil savaş stratejilerinin bir parçası oldu. Çin’in antiuydu silahı olarak yakın uyduları felç eden ‘asalak mikro-uydular1’ peşinde
olduğu gözlenmektedir. Uzaya dayalı ABM durdurucular ve mikro-uyduları
kullanmak çok kolay değildir ve Çin uyduları ile karşılaşmaktan ABD endişe
etmektedir.
Diğer bir Çin gayreti ise uzaya dayalı vasıtalar ile vuruş sistemlerinde erken
ikaz ve isabet sağlamaktır. 11 Ocak 2007’de gerçekleştirdiği, ‘Füze ile
Uyduları Yok Etme’ denemesi ABD’nin casus uydusunun da aynı (800 km.)
yükseklikte olması sebebiyle bir gözdağı verme denemesi olarak algılanmıştır
(Milliyet, 21 Ocak 2007). Çin, ABD GPS ve uydu sistemlerini körletecek lazer
silahı ve füzeler geliştirmektedir. Bu amaçla ABD uzay uydu sistemini etkisiz
hale getirecek aldatıcı ve karıştırıcı sensör ve radar arayışlarına da girdi. ABD
GPS sistemine bağımlı olmaktan kurtulmak için Beidou GPS uydularının
sayısını artırmaktadır. Çin, ağ merkezli savaş kabiliyetini artırmak için
Pekin’de ki Venus Info Tech gibi özel şirketler ile yoğun işbirliği yapmaktadır.
2006 yılında yayınlanan Çin Ulusal Savunma Beyaz Kitabı üç aşamalı bir
strateji ile silahlı kuvvetlerin bilgiye dayalı hale getirilmesini ve 21’nci
yüzyılın ortasına kadar olan süreçte bilgiye dayalı savaşları kazanmasını
öngörmektedir. Bu sürecin ara aşamaları ise 2010 ve 2020 yılları olarak
öngörüldü. Ancak 2008 Ağustos ayında yaşanan Sinchuan depremi esnasında
Çin Silahlı Kuvvetleri 175.000’den fazla personeli deprem bölgesine sevk
1
Parasitic Microsatellites.
92
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,77-98
Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri
etmiş olsa da ordu teçhizatının modern savaşa uygun olmadığı, zor arazi
şartları için haberleşme vasıtalarında sıkıntı yaşandığı, özellikle havadan
taşıma ve helikopter ihtiyacı dikkati çekti (Blasko, 2008: 29). PLA (Kara
Kuvvetleri), elindeki helikopterlerin % 20-25’i olan ancak 100 helikopteri
felaket bölgesine gönderebildi. Nitekim PLA, Rusya ile taarruz ve genel
maksat helikopteri almak için görüşmeler yapmaktadır.
Çin stratejik odağını ekonomi ağırlık merkezli ‘çok yönlü ulusal güç’ ve
‘stratejik kuvvet projeksiyonu’ geliştirme yönünde sürdürmektedir. Çin,
‘barışçı yükselme’ stratejisi ile gücünü artırma sürecindedir. 2004 yılından
itibaren Batılı ordular ile olan teknoloji açığı Çin için önemli bir endişe
kaynağı olmaya başladı ve Çin teknoloji edinimine öncelik vermeye başladı.
ABD’nin tüm gayretlerine rağmen Çin teknoloji transferi için gerekli yolları
bulmaktadır. Bu yolları sağlayanlar en çok ABD’nin en yakın müttefikleri
arasından çıkmaktadır. Örneğin İsrail’in Çin’e hafif uçak ve radar teknolojisi,
termal hedef sistemleri ve ABD’nin Patriot hava savunma füze teknolojisini
verdiği yeni bir iddia değildir. ABD’den her yıl milyarlarca dolar ekonomik ve
askeri yardım alan İsrail, Çin’e de özellikle havacılık alanında yılda bir milyar
dolarlık askeri malzeme satmayı ihmal etmemektedir (Ratham, 2005: 6).
Avrupa Birliği de ABD’nin itirazlarına rağmen Çin’e ambargoyu kaldırdı.
Çin’e savunma teknolojisi ve ürün satışında İsrail’i takip eden ülkeler arasında
Fransa, Almanya ve İtalya başta gelmektedir. Bir diğer yakın müttefiki
Avustralya’da Çin ile askeri ilişkileri geliştirmeye başladı. 2004 yılında İngiliz,
Hint ve Fransız donanmaları ile müşterek bir deniz arama ve kurtarma tatbikatı
yapan Çin Ordusu, 2005 yılında Rusya ile bir birleşik tatbikat yaptı. Çin,
dünyada savunma harcamalarını önemli ölçüde artıran yegane büyük güçtür.
Ancak, Çin savunma bütçesi ile ilgili bilgiler tartışmalıdır. 2007 için savunma
bütçesi bir önceki yıla göre %17.6 artarak 57.2 milyar dolara ulaşmışken
Amerikan kaynakları bu bütçenin 98-139 milyar dolar civarında olduğunu
tahmin etmektedir (Mihnick, 2008: 16).
93
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 77-98
Sait Yılmaz
ÇİN NÜKLEER STRATEJİSİ
Çin’in geleneksel nükleer stratejisi ABD’den gelecek bir nükleer tehdide karşı
minimum
caydırıcılığı
sağlayacak
füze
kabiliyetlerine
sahip
olmayı
öngörmektedir. 1990’lı yıllarda Çin nükleer kuvvetlerinin çekirdeğini yaşlı ve
tek başlıklı iki düzine Dong Feng 5/5A ICBM füzesi oluşturuyordu (Ellis ve
Koca, 2000: 1). Çin’in ABD’den nükleer füze ve savaş başlığı teknolojisi
çalma gayretleri başarılı oldu ve 2004 yılında kendi ICBM2 (Type 094)
füzelerini ateşlemek üzere dizayn edilmiş yeni sınıf ilk denizaltısını üretti. Çin,
2006 yılına kadar Tayvan’ı hedef almak üzere 725 kısa menzilli balistik füze
üretti (ISS, 2006: 270). Yapılan değerlendirmelere göre Çin, nükleer
kapasitesini MIRV3 teknolojisi ile geliştirmek ve 2015 yılına kadar
termonükleer başlıklı 1.000 ICBM üretmek peşindedir. Çin bir yandan silahlı
kuvvetlerini modernize etme ve ABD füze savunma sistemi planına karşılık
nükleer caydırıcılığını artırma gayreti içindedir.
Çin, 4.600 mil menzili olan JL-2 füzeleri ile önemli bir kabiliyet
kazanmaktadır. Kıtalararası balistik füze miktarının 2010’a kadar 100’ü
geçmesi beklenmektedir (Lampkin, 2004: 21). Stratejik kapsamlı kıtalararası
balistik
füzelerin
konuşlandığı
30
kadar
bölgede
100.000
personel
çalışmaktadır. Ayrıca 35 adet orta menzil füze atma bölgesi ve bir denizaltıya
dayalı nükleer füze sistemi mevcuttur. Büyük bir modernizasyon programı
başlatan Çin Ordusu; deniz kuvvetlerine ICBM taşıyan denizaltılar, hava
savunma kabiliyeti gelişmiş gemiler almakta ve Washington’u vuracak şekilde
stratejik füze kabiliyetini Dong Feng 31A ICBM füzeleri ile geliştirmektedir.
Çin kuvvet kullanma konseptinin temelinde balistik füzeler öncelik almaktadır.
2
ICBM: Kıtalararası Balistik Füze (Inter Continental Balistics Missile).
MIRV: Multiple Independently Targetable Reentry Vehicle (Çok Başlıklı Bağımsız Hedeflere
Yönlendirme Araçları).
3
94
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,77-98
Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri
Çin yıllardır Tayvan’ı hedef alan konvansiyonel savaş başlıklı kısa menzilli
balistik füzeler (SRBMs) yerleştirmektedir. CSS-6 ve CSS-7 (Dongfeng veya
DF-15 ve DF 11 veya M-9 ve M-11 füzeleri diye de anılmaktadır) füzelerinin
sayı, çeşit ve isabet oranları artmaktadır. Çin, Tayvan’ı vurmak üzere 1.300
DF-11 ve DF-15 kısa menzilli füzeye sahiptir. Çin bir yandan da CSS-5 (veya
DF-21C) orta menzilli balistik füze (MRBM) geliştirdi. Bunlara karadan atılan
Cruise füzeleri (LACMs4) de ilave edilmelidir. Çin Deniz Kuvvetleri de antigemi Cuise füzeleri, hızlı füze botları, muhrip, destroyerler ve denizaltılar
edindi. Çin MRBM’ler ile gemileri vurmayı da planlamaktadır. Çin ayrıca yeni
mobil ve katı yakıtlı ICBM (DF-31) nükleer füze ve bunları taşıyacak Jin sınıfı
balistik füze denizaltısı (SSBN) peşindedir. Bu füzeler ABD’ye ulaşacak
menzili olan önceki 20 adet DF-5A ICBM füzesini takviye edecektir
(McVadon, 2005: 6).
SONUÇ
Çin, stratejisi gereği yüksek kalkınma hızını sürdürebilmek için iç
karışıklıklardan ve uluslararası bir çatışmadan kaçınmaktadır. Uzun vade de
hızlı ekonomik kalkınma ile daha refah içinde ve iyi eğitilmiş bir nüfus ile
uluslararası arenada daha büyük bir yer edineceğini hesaplamaktadır. Yüksek
kalkınma aynı zamanda Çin savunma harcamalarında da istikrarlı bir büyüme
sağlayacak ve sadece ekonomik değil askeri statüsünü de yükseltecektir.
Bununla beraber Batının Çin karşısında yapacak çok fazla şeyi de
bulunmamaktadır. Çin’in hızlı kalkınması ve küresel ekonomik sisteme
entegre olması hem ABD’nin savunduğu değerler hem de daha yavaş kalkınan
ve krizlere giren Çin’in yaratacağı risklerden daha iyi bir seçenektir. Geriye
sadece savunma sanayi alanında Çin’e karşı ABD ve Avrupa Birliği’nin
dikkatli olması kalmaktadır (Perkins, 2006: 385).
4
LACMs: Land Attack Cruise Missiles.
95
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 77-98
Sait Yılmaz
Çin ile ilgili kötümser senaryo sahip olduğu ve kültürel, coğrafi ve dil
bakımından önemli kültürel ayrılıklar ve enflasyon, bölgesel gelir eşitsizlikleri,
büyük çaplı göçler gibi ekonomik nedenlerle ülkenin bölünme ihtimalidir.
Süregelen Uygur ayrılıkçı hareketleri bugüne kadar Çin Ordusu’nun sert
müdahalelerine maruz kaldı. Kantonez, Şangaylı ve Fujinez’ler diğer etnik
gruplara göre dış ülkelerle ilişkilere meraklı olup halen 150 milyon Çinli
dışarıda iş bulmak için sırada beklemektedir. Buradan çıkarılacak sonuç
yaşanacak ağır bir ekonomik depresyonun büyük bir göç dalgası başlatabileceği
ve ulusal bütünlüğün bozulma olasılığıdır. Kosova ve Çeçenistan gibi
bölgelerdeki gelişmelerin bu grupları etkilediği, giderek daha fazla kendi etnik
kimliklerini kullandıkları gözlenmektedir.
KAYNAKÇA
ARIBOĞAN, DENİZ Ü.:“Çin’in Gölgesinde Uzak Doğu Asya”, Bağlam
Yayınları, (İstanbul, 2001).
BLASKO, DENNİS:“China Looks and Finds Its Military Wanting”, Defense
News, (July 21, 2008).
BROOKE, JAMES: “The Asian Battle for Russia’s Oil and Gas”, New York
Times, (January 3, 2004).
CHAN, STEVE: “Soft Deterrence, Passive Resistance: American Lenses,
Chinese Lessons”, Matthew B. Ridgway Center, University of Colorado,
(2005).
DIDICCO JONATHAN M., LEVY JACK: “Power Shifts and Problem Shifts:
The Evolution of the Power Transition Research Program”, Journal Of
Conflict Resolution No.43, (1999).
EKREM,
NURANİYE
HİDAYET:
“Çin
Halk
Cumhuriyeti’nin
Dış
Politikası’’, ASAM Yayınları (Ankara, 2003).
ELLIS JASON D., KOCA TODD M.: “China Rising: new challenges to the
US Security Posture”, Strategic Forum No. 175, (October 2000).
96
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,77-98
Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri
GLADNEY, DRU C.: “China’s National Insecurity”, Asia-Pasific Center For
Security Studies, (Honolulu, 2001).
HACISALİHOĞLU, YAŞAR: “Yeni Dünya Düzeni Arayışı ve Türkiye”,
Çantay Kitapevi, (İstanbul, 2001).
International Institute for Strategic Studies: “The Military Balance. 2005–
2006”, Oxford University Press, (Oxford, 2006).
KARACA, KUTAY: “Dünyadaki Yeni Güç Çin, Tek Kutuptan, Çift Kutba”,
IQ Yayınları, (İstanbul, 2003).
KISSINGER, HENRY: “Does America Need a Foreign Policy? : Toward a
Diplomacy for the 21st Century”, Simon & Schuster; 1st Edit., (London,
2002).
KÖZ, NİHAL: “Büyük Değişimin On İşareti”, Capital Dergisi, (01 Haziran
2006),s.68.
LAMPKIN, JOHN J.: “China Launches New Class ofNuclear Sub”,
Associated Press, (Dec 4, 2004).
MCVADON, ERIC A.: “Recent Trends in China’s Military Modernization”,
Asia-Pasific Studies, Institute for Foreign Policy Analysis, (September 15,
2005).
MIHNICK, WENDELL: “U.S. Questions China’s Budget Transparency”,
Defense News, (September 22, 2008).
MILES, JAMES: “Chinese Nationalism, US Policy and Asian Security”,
Survival 42, No.4, (Winter 2000/2001).
Milliyet Gazetesi: “Çin, Pentagon'u Uzayda Korkuttu”, (21 Ocak 2007).
Münir, Metin: “Çin, Almanya, Hindistan, Türkiye”, Milliyet Gazetesi, (12
Haziran 2006).
ORGANSKİ A.F.K., KUGLER JACEK: “The War Ledger”, University of
Chicago Press, (Chicago, 1980).
97
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 77-98
Sait Yılmaz
ÖĞÜTÇÜ, MEHMET: “Yeni Ekonomik Süpergüç Çin’in Önlenemeyen
Yükselişi: Türkiye İle Rekabet mi? Ortaklık mı?”, Avrasya Dosyası, Cilt:12
Sayı: 1, (Ankara, 2006).
PERKİNS, DWIGHT: “China’s Economy”, Strategic Asia 2005–06, Harvard
University, (2006).
PERRETT, BRADLEY: “Qian Xuesen Laid Foundation For Space Rise in
China”, Aviation Week & Space Technology, (Jan 6, 2008).
RATHAM, GOPAL: “U.S. Is Inconsistent Toward Allies on China”, Defense
News. (Mar 28, 2005).
Siyasi ve Sosyal Araştırmalar Vakfı (SİSAV): “Dünyadaki Jeopolitik
Yönelimler ve Türkiye”, (İstanbul, 2000).
SOLTAN, ELNUR: “Rusya Süper Güç Şemsiyesi Altında Bölgesel Bir Büyük
Güç”, ASAM Stratejik Analiz Dergisi, Cilt 3, Sayı 27, (Ankara, 2002).
SUN-TZU: “Art of War”, Denma Translation Group, Shambhala Publications,
(Boston, 2001).
SUTTER ROBERT, HUANG CHIN-HAO: “Military Diplomacy and China’s
Soft Power, Comparative Connections”, A Quarterly E-Journal on East Asian
Bilateral Relations, (2006).
ŞEN, SERDAR: “Ulusal Devletten Bölgesel Güç Oyunlarına”, Chiviyazıları
Yayınevi, (İstanbul, 2002).
US Government Accounting Office: “FY04 Report to Congress”, Annual
Report, Government Printing Office, (Washington D.C., 2004).
WorldBank Web Sitesi:
www.worldbank.org / Development Indicators /
China / (Giriş Tarihi: 14.2.2007).
ZUQIAN, ZHANG: “Yeni Güvenlik Sorunlarına İlişkin Çin’in Bakış ve
Politikaları”, Harp Akademileri Komutanlığı, Dünya’da Yeni Güvenlik
Anlayışları Sempozyum Bildirileri, Harp Akademileri Basımevi, (İstanbul,
2003).
98
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,77-98
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 99-136
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
2002-2008 DÖNEMİNDE TÜRKİYE’NİN SAYGINLIK
ARAYIŞI
Davut Ateş∗
ÖZET
2002 yılı Kasım ayında yapılan genel seçimler sonucunda Türkiye’de yaşanan iktidar
değişimi, geleneksel olarak batı yanlısı ve yakın komşularına karşı kayıtsızlık içinde
bulunan Türk dış politikasında önemli açılımlar meydana getirmiştir. Söz konusu
açılımlar ülkenin uluslararası toplumdaki saygınlığını yükselttiği varsayımından
hareketle genellikle olumlu değişiklikler olarak değerlendirilir. Buna karşın bir ülkenin
saygınlığının ne oranda yükseldiğinin incelenmesi de önemlidir. Bu çalışmada, ulusal
çıkar, güç, güvenlik, dış politika ve saygınlık gibi kavramlar kısaca tartışılacak; 20022008 döneminde Türkiye’nin saygınlığını bir şekilde etkilediği kabul edilen belli başlı
dış politika alanlarındaki gelişmelerle dış politikadaki değişimler incelenecek; böylece
dış politika hedeflerindeki ilerleme veya gerilemeye bağlı olarak dış politika
alanlarındaki saygınlık arayışının bugün itibariyle arz ettiği resim çıkarılmaya
çalışılacaktır.
Anahtar Sözcükler: Türkiye, Ulusal Çıkar, Dış Politika Amacı, Saygınlık.
ABSTRACT
Change of ruling elite as a result of general elections on November 2002 in Turkey has
brought new dimensions in Turkish foreign policy that is traditionally attributed as prowestern and indifferent to its near neighbours. New directions are generally considered
as positive developments by accepting the assumption that they have enhanced the
prestige of the country in international community. Despite this fact, it is also important
to analyze to what extent the prestige of a country has increased. In this paper, concepts
such as national interest, power, security, foreign policy and prestige will be shortly
discussed; developments in main foreign policy areas and changes in foreign policy
objectives that influenced Turkey’s prestige during 2002-2008 will be examined; so
that current figures in search of prestige in certain foreign policy areas will be put
forward by considering improvement or retreat in relevant foreign policy objectives.
Keywords: Turkey, National Interest, Foreign Policy Objective, Prestige.
1. GİRİŞ
2002 yılı Kasım ayında yapılan genel seçimler neticesinde iktidara gelen
hükümetin genelde içe-kapanık olarak tanımlanan Türk dış politikasının
∗
Dr., Dış Ticaret Müsteşarlığı, . Makalede dile getirilen görüşler yazarın kişisel değerlendirmeleri
olup, görev yaptığı kuruma mal edilemez ve kurumun resmi görüşleriyle ilişkilendirilemez.
Davut Ateş
yüzünü dışa-dönük hale getirdiği (Gözen, 2006: v), sonuçta da Türkiye’nin
uluslararası toplumdaki saygınlığının arttığı iddia edilir. Bu durum, 2002
sonrasında
uygulanan
politikaların
Türkiye’nin
uluslararası
ilişkilerde
geleneksel statükocu tutumunu terk etmesi şeklinde algılanmıştır. 2002-2008
döneminde aktif dış politika izleyen Türkiye daha önce pek müdahil olmadığı
birçok alanda politika üretmeye, katı tutum benimsenmiş olan diğer bazı
alanlarda ise ciddi açılımlar yaparak tepkisel davranmaktan sıyrılmaya
başlamıştır. Bütün bu gelişmelerin Türkiye’nin uluslararası toplumdaki imajını
olumlu etkilediğinde kuşku yoktur. Bu sonuç uluslararası aktörlerce de sık sık
teyit edilmiştir (Rehn, 2008).
Diğer yandan, benimsenen aktif dış politikanın önemli bir boyutunun ülkenin
saygınlık arayışı biçiminde ele alınması da olasıdır. Zira izlenen yeni
politikaların amaçları genel olarak öteki ülkelerle mevcut sorunların bir an
önce çözüme kavuşturulması, özellikle AB bütünleşme sürecinde ilerleme
kaydedilmesi ve yakın komşularla daha yakın işbirliği imkanlarının ortaya
çıkarılmasıdır. Böylece Türkiye’nin uluslararası toplumda sahip olduğu
ağırlığın (güç/saygınlık) artacağı öngörülmüştür. Böyle bir arayışın neden
2002 sonrasında görülmeye başlandığı ayrı bir tartışma konusu olmakla
birlikte, aktif dış politika sayesinde ülkenin saygınlık arayışında ne derece
mesafe alınıp alınmadığının belirlenmesi de önemlidir. Sosyal olgulardaki
gelişmelerin sayısal göstergelerle ölçülmesinin zorluğu dikkate alındığında,
2002-2008 dönemindeki aktif dış politikanın Türkiye’nin saygınlık arayışına
ne oranda yansıdığını belirlemek de zordur. Buna karşın, devletlerin
uluslararası toplum içinde değişen konumlarını bir kısım göstergelerle takip
etmek olasıdır.
Devletlerin
uluslararası
sistem
içinde
saygınlıklarının
yükselip
yükselmediğinin takip edilmesinde kullanılabilecek en önemli araçlardan biri,
saygınlık kazanılması amacıyla belirlenen dış politika hedeflerindeki başarı
oranıyla,
bunların
özellikle
güç
100
politikası
hedeflerine
yansıtılıp
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136
2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı
yansıtılmadığının
incelenmesidir.
Saygınlığın
göstergesi
dış
politika
amaçlarının gerçekleştiriliyor olmasıyla kısmen ölçülebilir. Dış politika
hedeflerindeki ilerleme veya gerileme aynı zamanda ülkenin saygınlığına
olumlu veya olumsuz etki eder. Bu çerçeve içinde çalışmanın amacı, 20022008 döneminde izlenen aktif dış politikanın Türkiye’nin saygınlık arayışına
nasıl yansıdığının ve elde edilen saygınlığın başka dış politika alanlarına hangi
ölçüde katkı yaptığının belirlenmesidir. Belli başlı dış politika alanlarındaki
hedefler takip edilerek bunlarda nasıl bir değişim olduğu incelenecek, böylece
aktif dış politikanın Türkiye’nin konumunu hangi
yönde etkilediği
belirlenmeye çalışılacaktır. Ayrıca, saygınlık aranan dış politika alanlarındaki
ilerlemenin ülkenin hayati ve ivedi dış politika amaçlarının (güç politikası)
gerçekleştirilmesine hangi oranda kanalize edilebildiği de tartışılacaktır.
Dış politika amaçlarının gerçekleştirilmesinin ülkenin saygınlığını artırdığı ve
artan saygınlığın dış politika amaçlarında pozitif ilerleme sağladığı
varsayımından hareketle, dış politika alanları ve hedefleri kabaca iki
kategoride ele alınacaktır. Birincisi, ülkenin ulusal çıkarları çerçevesindeki dış
politika amaçlarıdır ki çoğunun önemi hayatidir ve öncelikle ülkenin
uluslararası güç dağılımındaki yerini belirlemeye dönüktür. Bunlar güç
politikası içerisinde değerlendirilir (Türkiye için Kıbrıs, AB, ABD ve Irak
bunlara en önemli örneklerdir). İkincisi ise, ülkenin saygınlığının yükseltilmesi
amacıyla belirlenen dış politika amaçlarıdır ki ülke çıkarları açısından hayati
önemi daha belirsizdir. Zira bunların ülkenin hayati çıkarlarına olumlu veya
olumsuz etkileri sınırlıdır. Bunlar da saygınlık politikası şeklinde ele alınabilir
(Türkiye için Arap-İsrail sorunu, Rus-Gürcü savaşı, medeniyetler arası
diyalog, nükleer İran sorunu ve Ermenistan ile ilişkiler bu kapsamdadır).
Dış politika alanları veya hedefleri itibariyle güç ve saygınlık politikaları
arasında bir ayırıma gidilmesinin nedeni, belirli bir dönemde dış politikada
ortaya çıkan genel eğilimin niteliğinin belirlenmesine yardımcı olmaktır. Zira
kimi zaman ülke için hayati sonuçları olmayacak bir saygınlık politikası bütün
101
Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136
Davut Ateş
dış politika konularını gölgede bırakacak kadar popüler olabilmektedir. Oysa
ülkenin hayati çıkarlarına ilişkin güç politikası kısmında yer alan alandaki kimi
olumsuz
gelişmeler
bütün
saygınlık
politikalarının
getirilerini
boşa
çıkarabilecek boyutta olabilir. Bununla birlikte güç ve saygınlık politikalarını
mutlak anlamda birbirlerinden ayırma imkanı da yoktur. Bunlar birbirlerini
etkilerler ve bu etkileşim ülkenin ulusal çıkarlarına yansır. Bu nedenle, her güç
arayışının saygınlıkla ve her saygınlık arayışının güçle ilgili olduğu gerçeği
göz ardı edilmeden, bu çalışmada özellikle ikinci kategoride yer alan dış
politika alanları ve hedefleri değerlendirilecektir.1
Zira son dönemde güç dağılımını çok da ilgilendirmeyen alanlarda üstlendiği
rollerle adından sıkça bahsettiren Türkiye’nin bu çabaları daha çok saygınlık
arayışının bir sonucu görünmektedir. Diğer yandan, benimsenen aktif dış
politikanın bir ülkenin uluslararası toplumdaki saygınlığını tek başına temin
edemeyeceği, saygınlığın kısmen ülkenin niteliğinde diğer ülkelere oranla
gözlenecek gelişmelerin bir sonucu olacağı da göz ardı edilemez. Örneğin
Birleşmiş Milletlerin İnsani Gelişim Endeksi veya bazı kurumlarca yapılan
diğer değerlendirmeler bu açıdan ele alınabilir. Ancak, çalışmanın amacı dış
politika yoluyla ülkenin saygınlık arayışının incelenmesi olduğundan, insani
gelişim veya güvenlik kriterlerinde Türkiye’nin arz ettiği resim doğrudan
tartışma konusu edilmeyecektir. Bununla birlikte, dış politika yoluyla saygınlık
arayışının güç amaçları ve ülkenin iç organizasyonuna olumlu yansımalarının
olup olmadığının belirlenmesinde elbette söz konusu endekslere gönderme
yapılacaktır. Çünkü dış politikadaki saygınlık arayışının iç organizasyondaki
değişimle uyumu veya uyumsuzluğu, saygınlık politikasının ulusal çıkarlara
kanalize edilip edilmediğini de gösterebilecektir.
1
Kıbrıs, AB, ABD ve Irak gibi dış politika alanları doğrudan ‘‘güç politikası’’ kapsamında ele
alındığından, bu alanlardaki Türk dış politikası üzerine çok sayıda araştırma yapılmıştır. Oysa
saygınlık arayışı Türk dış politikasında son dönemde daha belirgin hale gelen bir olgu olmasına
karşın, Türkiye’nin saygınlık arayışının çerçevesi çok fazla incelenmiş değildir. Bu yüzden bu
çalışmada, 2002 sonrasında ülkenin saygınlık arayışına dayalı dış politikası incelenmiştir.
102
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136
2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı
Bu kapsamda çalışmada, ulusal çıkar, güç, güvenlik, dış politika ve saygınlık
gibi kavramlar kısaca tartışılacak; 2002-2008 döneminde Türkiye’nin
saygınlığını bir şekilde etkilediği kabul edilen belli başlı dış politika
alanlarındaki gelişmelerle dış politikadaki değişimler incelenecek; böylece dış
politika hedeflerindeki ilerleme veya gerilemeye bağlı olarak dış politikadaki
saygınlık arayışının bugün itibariyle arz ettiği resim çizilmeye çalışılacaktır.
ULUSAL ÇIKAR, GÜVENLİK, DIŞ POLİTİKA, GÜÇ VE SAYGINLIK
Devletlerin ulusal çıkarları genellikle güç (Morgenthau, 1992) veya güvenlik
(Waltz, 1979) ölçütleri çerçevesinde tanımlanır. Güç, sahip olunan maddi
varlıkla doğru orantılı olarak başkalarına emretme kabiliyeti veren yetenek,
güvenlik ise fiziki varlığın herhangi bir tehdit veya korkudan uzak bulunması
hali olarak düşünülür. Uluslararası ilişkilerin yapısının anarşik olduğu ve her
devletin güvenliğinden kendisinin sorumlu olduğu ileri sürülür (Waltz, 1979).
İçerde sahip olduğu egemenlik ve kurduğu yasal düzenlemelerle güvenliği
temin eden devletin dışarıya karşı en önemli ulusal çıkarı doğal olarak ülkenin
ulusal güvenliği ve bunu temin edebilecek güçtür. Bu nedenle devletler arası
ilişkiler güç politikasının hakim olduğu alan biçiminde algılanır. Bir ülkenin
sahip olduğu askeri kabiliyetler, ekonomik değerler, coğrafya ve nüfus gibi
maddi varlıklar potansiyel güç kategorisindedir. Bu varlıklara sahip devletler
her zaman güçlü olmayabilirler. Uluslararası ilişkilerde güçlü devlet
dendiğinde akla gelen şey, sahip olunan maddi varlıkların söz konusu ülkenin
dış politika amaçlarının gerçekleşmesini temin etmesidir. Zira devletler ulusal
çıkarlarını korumak için dış politika amaçları belirlerler ve bunların
gerçekleştirilmesi gücün varlığının ispatıdır. Başkalarıyla iletişim halinde
hedeflerin gerçekleştirilmesi neticesinde ortaya çıkan sonuç ise gerçekleşen
güçtür.
Gerçekleşen gücün devlete saygınlık kazandırdığı ve uluslararası ilişkilerde
elde edilen saygınlık sayesinde de dış politika amaçlarının daha kolay
103
Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136
Davut Ateş
gerçekleştirilebildiği doğrudur. Bu yüzden, güç kazanarak güvenliğini temin
etme peşindeki devletler kimi zaman saygınlık kazanmak için de bir kısım dış
politika amaçları belirleyebilirler. İrili ufaklı bir sürü aktörden oluşan
uluslararası ilişkilerde bir ülkenin saygınlığı, sahip olunan maddi varlıkların
doğrudan bir sonucu olmayıp, aktörün nitelikleriyle dış politika hedefleri
arasındaki ekseri uyumun getirdiği bir sonuçtur. Saygınlık elde etmek devletin
hedeflerinden biri olmakla birlikte (Holsti, 1995: 118), bu amaç daha alt
düzeydeki dış politika amaçlarının elde edilmesiyle ulaşılabilecek daha üst bir
hedeftir.
Saygınlığın elde edilesi ülkenin gücünü gösterecek, böylece güvenlik amacı
elde edilmiş olacaktır. Saygınlığın, maddi güçten doğan emretme yeteneğiyle
karıştırılmaması gerekir. Böyle bir saygınlık gücün varlığını gösterir
(Morgenthau, 1992: 36). Öte yandan, emretme yeteneği kimi zaman saygınlık
uyandırsa da çoğu durumda nefrete ve kızgınlığa yol vermesi de olasıdır.
ABD’nin bugün dünyanın birçok yerinde olumsuz imaja sahip olmasının bir
nedeni budur (Khouri, 2003). Tek kutuplu yapıda kendisini rakipsiz gören bir
anlayışla maddi güce dayalı emretme yeteneğini sıklıkla kullanmaya başlayan
ABD sahip olduğu maddi gücü sergileme imkanı bulsa da, bu gelişmeye
paralel biçimde başkalarında uyandırdığı olumsuz imajla aslında kendi
güvenliğini daha fazla tehlikeye atmaya başlamıştır.
Güvenliği sık sık taciz edilen bir ülkenin uluslararası toplumdaki saygınlığı
soru işaretleri taşıyacaktır. Bu nokta, saygınlığı maddi güce dayalı emretme
yeteneği biçiminde kavramlaştırarak uluslararası ilişkilerde ‘‘saygınlık
hiyerarşisi’’
bulunduğu
(Wohlforth,
1993:
26-27)
iddiasını
kısmen
olumsuzlamaktadır. Zira uluslararası sistemin yönetimindeki başlıca öğeler
‘‘devletler arasındaki güç dağılımı, saygınlık hiyerarşisi ve sistemdeki
etkileşimden kaynaklanan kurallar’’ biçiminde kavramlaştırıldığında (Gilpin,
1981: 29), saygınlığın güçten farklı bir içeriğe sahip olduğu görülmektedir.
Buradaki belirleyici fark saygınlığın meşruiyetle ilintisidir. Meşruiyet, bir
104
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136
2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı
ülkenin sahip olduğu maddi yeteneklerin varlığına ve belirli şartlar dahilinde
kullanılabileceğine ilişkin olarak öteki ülkelerde yarattığı algının sonucunda
ortaya çıkabilir (Gilpin, 1981: 30-31). Bu kapsamda saygınlığın ‘‘bir devletin
öteki devletlerin gözünde sahip olduğu meşru emretme kabiliyeti’’ olarak
tanımlanması mümkündür. Maddi varlıktan kaynaklanan güç herhangi bir
biçimde emretme kabiliyeti yaratırken, saygınlıktan kaynaklanan emretme
kabiliyeti meşru bir hak olarak tanınabilir. Meşru emretme kabiliyeti
(saygınlık) için de ülkenin sahip olduğu gücün ülkeyle uyumlu dış politika
hedefleri belirlenmesi ve takip edilmesi yoluyla ortaya çıkması gerekir.
Ayrıca, uluslararası ilişkilerde güç dağılımının yanında saygınlık dağılımının
da aktörlerin ulusal çıkarlarında karar verici olduğu ve dış politikalarının bu
çerçevede şekil aldığı dikkate alındığında, ‘‘saygınlık artışı’’ amacıyla
tanımlanan dış politika hedeflerinin ‘‘güç dağılımını değiştirmek’’ için
belirlenen dış politika amaçlarından tamamen ayrıştırılması imkanı yoktur.
Zira saygınlık artışı için belirlenen hedefler uzun vadede ve dolaylı biçimde
güç dağılımını etkilemektedir. Diğer yandan bu ikisi arasındaki farklılıkların
belirlenmesi herhangi bir aktörün davranış yeteneğine ilişkin ipuçları
verebilecektir. Bu kapsamda, ‘‘güç dağılımını değiştirme’’yi hedefleyen dış
politikaların getirisinin daha hesaplanabilir bir takvime bağlanması ve ülkenin
sahip olduğu gücü doğrudan ve ivedi etkilemesi sözkonusudur. Oysa
‘‘saygınlık artışı’’ için benimsenen dış politikaların getirisi daha uzun vadelidir
ve ülkenin gücünü etkileme biçimi dolaylıdır. Bu gruptaki politikaların
öncelikli amacı daha çok ülke imajıyla alakalıdır. Dolayısıyla bir ülkenin güç
ve saygınlık arayışında uyguladığı dış politikanın ve belirlediği hedeflerin daha
çok hangi kapsamda ele alınabileceğinin incelenmesi, belirli bir dönemdeki dış
politika eğiliminin ne olduğunun ortaya çıkarılmasına yardım edebilecektir.
Dış politika hedeflerinin gerçekleştirilmesi ülkenin saygınlığına katkı sağlayan
bir gelişmedir. ABD’nin Afganistan ve Irak’taki amaçlarına -ülkelerin belirli
rejimlerden kurtarılması ve istikrara kavuşturulması- tam olarak ulaşamaması -
105
Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136
Davut Ateş
bu ülkelerde istikrar sağlanamamıştır-, ABD’nin saygınlığını azaltmaktadır.
Öte yandan, kimi durumda devletlerin dış politika amaçlarından biri bizatihi
saygınlık elde etmek şeklinde de ortaya çıkabilir. ‘‘Saygınlık politikası’’
olarak tanımlanan (Morgenthau, 1992: 39) bu durumda devletlerin kısa vadede
ekonomik veya askeri sonuçlar elde etmek gibi amaçları olmayıp, böyle
politikalar güç-meşruiyet arasındaki dengede ülkenin gücünün başkalarınca
daha çok meşruiyet tarafında algılanmasını sağlamaya yöneliktir ve öteki güç
unsurlarına ilişkin amaçlar da uzun vadelidir. Dolayısıyla uluslararası
toplumda bir ülkenin saygınlığının arttığı iddia edildiğinde, öncelikle
bakılması gereken şey söz konusu ülkenin dış politika hedeflerini
gerçekleştirip gerçekleştiremediğidir.
Dış politika hedeflerinin gerçekleştirilmesinde olumlu gelişmeler bulunması
halinde saygınlığın arttığı iddiasının geçerli olduğu, tersi durumda da arttığı
söylenen şeyin aslında saygınlık olmadığı görülecektir. Uluslararası toplumda
bir ülkenin adının sık sık geçmesi bahse konu ülkenin saygınlığının arttığı
anlamına gelmeyebilir. Örneğin, şaibeli seçimler nedeniyle Zimbabwe veya
dikta rejimi nedeniyle Burma’dan sıklıkla bahsedilmesi söz konusu ülkelerin
saygınlığıyla değil kötü ünleriyle ilgilidir. Diğer taraftan, saygınlığın artması
aynı zamanda bir ülkenin dış politika hedeflerini gerçekleştirmesini
kolaylaştıran bir etkendir. Zira saygınlık sahibi ülke muhataplarına karşı gizli
emretme kabiliyeti kazanır. Çıplak güçten kaynaklanan emretme kabiliyeti
çoğu durumda saygınlık uyandırmazken, saygın olan aktör görünmeyen meşru
bir emretme kabiliyeti kazanabilir.
Bu kapsamda çalışmanın kalan bölümünde, son dönemde uyguladığı aktif dış
politikayla uluslararası toplumda adından sıkça bahsedilen ve bu nedenle gücü
ve saygınlığı arttığı kabul edilen Türkiye’nin 2002-2008 dönemindeki
saygınlık arayışında ortaya koyduğu tablo dış politika hedefleri çerçevesinde
incelenecektir. Herhangi bir dış politika alanındaki eylemsizliğin ülkenin ivedi
ve hayati güvenlik çıkarlarını kökten etkilemediği durumda izlenen etkin dış
106
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136
2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı
politika ‘‘saygınlık politikası’’ olarak tanımlanacaktır. Son dönemde
uluslararası toplumda saygınlığı arttığı kabul edilen Türkiye’nin bu konumunu
diğer dış politika amaçlarını gerçekleştirmeye ve ülkenin niteliğinin olumlu
yönde dönüştürülmesine ne ölçüde yönlendirebildiği de sorgulanacaktır.
2002-2008 DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI SAYGINLIK ARAYIŞI
Çalışmada incelenecek olan dış politika alanları (Arap-İsrail sorunu, nükleer
İran, Ermenistan, Rus-Gürcü savaşı ve Kafkasya, medeniyetler arası diyalog)
daha çok Türkiye’nin saygınlık arayışı kapsamında ele alınabilecek olanlardır.
Zira bunlar, eylemsizlik durumunda Türkiye’nin hayati çıkarlarını ivedi
biçimde olumsuz etkileyebilecek konular değildir. Aynı dönemde Türkiye’nin
Kıbrıs, AB, ABD, Irak, iç organizasyon2 gibi alanlarda da aktif dış politika
izlediği söylenebilir. Ancak bunlar daha çok ülkenin güç arayışıyla ilgilidir.
Zira buralardaki eylemsizlik ülkenin hayati çıkarlarını ivedi biçimde
etkileyebilecektir. Güç ve saygınlık politikalarının her ikisinin de ülkenin
çıkarlarını etkilemesi söz konusudur. Bu ikisi arasındaki en önemli fark
‘‘hayati çıkarlar’’ ve ‘‘ivedilik’’tir. Buna karşın, her güç politikasının
saygınlık, her saygınlık politikasının da güç amacını değişen oranlarda birlikte
taşıdığı varsayılmaktadır.
Arap-İsrail Sorunu ve Orta Doğu
Dış Politika Amaçları
1923 yılında Cumhuriyet’in kurulmasıyla 2000’li yılların başına kadar geçen
süre içerisinde Türkiye’nin Orta Doğu ve Arap-İsrail sorununa ilişkin genel dış
2
‘‘İç organizasyon’’, ülke içinde siyasal, ekonomik veya toplumsal düzeyde kurulu bulunan
düzeni ifade etmektedir. Devletlerin iç organizasyon biçimlerinin öteki devletlerle ilişkilere
yansıması olacağından, iç organizasyona bağlı dış politika hedefleri bulunması doğaldır. Örneğin,
liberal ekonomi politikaları uygulayan bir ülkenin dış politika amaçlarından birinin, ülkenin
küresel pazardaki rekabet gücünün yükseltilmesidir. Ya da sivil-demokratik yönetime sahip bir
ülkenin genel dış politika amaçlarından birinin öteki ülkelerin de benzer yönetime kavuşmalarıdır.
Bunun dışında bir ülkenin iç organizasyonunda yaşanan bazı değişimlerin dış politikaya
yansımalarının olması da kaçınılmazdır. Örneğin, AB bütünleşme süreciyle birlikte siyasal,
ekonomik ve sosyal alanlarda reform süreci başlatan Türkiye’nin hem uluslararasındaki imajında
hem de AB başta olmak üzere diğer ülkelerle ilişkilerinde bir kısım değişimler yaşandığı
görülmektedir.
107
Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136
Davut Ateş
politika amacı çoğu durumda kayıtsızlık olarak da tanımlanabilecek tarafsızlık
doğrultusundadır. Bölge sorunlarıyla ilgilenmenin yeni kurulan devletin laik ve
üniter yapısında sorunlara neden olabileceği endişesi, söz konusu politikanın
en önemli gerekçesidir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyet tehdidine karşı
batıyla ilişkilerin geliştirilmesi çerçevesinde, BM kararlarına dayanılarak 1948
yılında kurulan İsrail tanınmıştır. Bu tanımada, batı ittifakının lider ülkesi
ABD’nin İsrail’in kuruluşuna verdiği destek de önemli etkenlerden biridir
(Kona, 2008). İsrail’in tanınması Türk dış politikasının Orta Doğu’ya
ilgilisizliğini yok edecek boyutta bir gelişme değildir.
Yalnız, bu tanımanın Türkiye’yi Arap ülkeleri nezdinde daha negatif bir
noktaya ittiği de yadsınamaz (Sam, 2008: 12). İsrail’in tanınmasıyla ortaya
çıkan Arap ülkeleri nezdindeki negatif imajın tamiri konusunda Orta Doğu’ya
yönelik ilgisizlik politikası nedeniyle herhangi ciddi bir girişim yoktur. Buna
rağmen, ABD ile ilişkiler çerçevesinde Türkiye-İsrail-ABD işbirliği stratejik
hedeflerden biri olarak her zaman canlılığını korumuştur. Türkiye’nin Orta
Doğu bölgesiyle daha yakından ilgilenmesi ancak 1970’lerden sonra ekonomik
gerekçelerle ortaya çıkmıştır. Artan petrol fiyatlarının getirdiği yükün
hafifletilmesi, petrol zengini olmaya başlayan Arap ülkelerine artan ihracat,
Türk müteahhitlerinin bölgede iş almaya başlaması ve Türk işçilerinin bölge
ülkelerine gidişi bu kapsamdadır (Hale, 2003: 176-177).
Dış Politika Değişikliği
2002 yılından sonra Türkiye’nin Orta Doğu bölgesiyle ilgilenmesi ekonomik
gerekçeleri aşacak ölçüdedir. Bu kapsamda Arap-İsrail sorununa ilişkin daha
somut dış politika hedefleri belirlenmeye başlanmıştır. Bölgede güvenliğin ve
istikrarın sağlanması, İsrail ile birlikte diğer bölge ülkelerinin de güvenliğinin
temin edilmesi, İsrail-Filistin ve İsrail-Suriye sorunlarının çözülmesi, Arapİsrail sorununda aktif rol üstlenilmesi ile Körfez ülkelerinden yabancı sermaye
çekilmesi bunlar arasındadır. Ayrıca yine ABD ile stratejik ortaklık ilişkisi
çerçevesinde Orta Doğu’daki demokratikleşme girişimlerine destek verilmesi
108
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136
2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı
(Kona, 2008) de bu dönemdeki dış politika amaçlarından biri olarak ortaya
çıkmıştır. Türkiye bölgede daha aktif olmaya başlarken, bölge sorunları
karşısındaki geleneksel tarafsızlığını korumaya devam etmiştir. Arap-İsrail
sorununa ilişkin 2002 yılından sonra uygulanmaya başlanan politikalar
geleneksel Türk dış politikasının oldukça dışına çıkmaya başlamıştır. İsrail ile
ilişkiler belirli bir soğuma dönemine girerken, Lübnan, Filistin ve Suriye gibi
İsrail ile sıcak temaslı sorunları bulunan Arap ülkeleriyle ilişkilerde canlanma
görülmüştür. İsrail’in Filistin’de giriştiği bazı eylemlerin Türkiye tarafından
kınandığına şahitlik edilmiştir. 2006 yılında Filistin’de yapılan seçimleri
kazanan ve batı dünyasında terör örgütleri listesinde bulunan HAMAS
liderlerinin bir kısmı Ankara’da ağırlanmıştır.
İsrail ve Filistin Cumhurbaşkanları 2007 yılında TBMM’de aynı anda birer
konuşma yapmışlardır. Ayrıca, İsrail ile Suriye arasındaki sorunların çözümü
ve ilişkilerin normalleşmesi amacıyla başlayan dolaylı görüşmelerde Türkiye
aktif biçimde arabuluculuk rolü üstlenmiştir (T.C. Dışişleri Bakanlığı, 2008).
1998 yılına kadar PKK nedeniyle ciddi sorunlar yaşanan Suriye ile ilişkilerin3
İsrail bağlamında arabuluculuk noktasına kadar gelmesi Türk dış politikası
açısından önemli bir gelişmedir. Bu gelişmelerin sonucunda Türkiye ilk kez
Orta Doğu barış sürecine dahil edilen ülkeler arasına katılmış ve 2007 yılında
Annapolis’te yapılan uluslararası konferansa davet edilmiştir. Bunlar
Türkiye’nin uluslararası toplumdaki saygınlığını artıran gelişmelerden bir
bölümü olarak anılmaktadır.
Diğer yandan, bölgenin demokratikleştirilmesi bağlamında Orta Doğu’da
model ülke olarak arz edilmesinde Türkiye’nin sahip olduğu bir kısım
nitelikler rol oynamıştır. Uyguladığı laiklik ilkesinin katı olduğu konusunda
eleştiriler mevcut olsa da, Türkiye Müslüman ülkeler içerisinde laik devlet
yapısına sahip biricik ülke konumundadır. Ayrıca, İslam ile demokrasinin
bağdaşıp bağdaşmadığı konusundaki bir sürü soruya karşın Türkiye uzun
3
PKK bağlamında Türkiye-Suriye ilişkileri konusunda bkz. Mumcu ve Kahramaner, 2004.
109
Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136
Davut Ateş
yıllardan beri demokrasiyle -eksik yönleri olsa da- yönetilen ender
ülkelerdendir. Bu yüzden, ABD tarafından planlanan ve İslam ülkelerindeki
rejimlerin ılımlı İslama kaydırılmasını da hedefleyen Büyük Orta Doğu Projesi
(Sam, 2008: 21) gibi tasarımlara aktif destek verilmiş, bu kapsamda bölge
ülkelerinin demokratik değerleri benimsemesi gerektiği üzerinde durulmuştur
(Beriş, 2004). Küresel terörizm tehdidiyle mücadele kapsamında Orta Doğu
bölgesinde demokrasinin geliştirilmesi (Windsor, 2003) Türkiye-ABD
arasındaki ilişkilere yeni bir boyut katmıştır. Dönem içerisinde, başta Suriye ve
Irak ile sorun olması her zaman muhtemel olan su konusunda 1990’lı
yıllardaki canlılık -barış suyu projesi gibi- gözlenmemiştir.
Saygınlık Arayışı ve Dış Politika Amaçları
Türkiye’nin Orta Doğu bölgesine ilişkin olarak dış politika amaçlarında 20022008 dönemindeki gelişmeye Tablo 1’de özetlendiği şekliyle bakıldığında,
amaçların yarısından çoğunda ek maliyeti olmayan ilerlemeler görülmektedir.
Türkiye Arap-İsrail sorununda aktif biçimde yeni roller üstlenmiştir. Daha
somut olarak İsrail-Filistin ve İsrail-Suriye arasındaki doğrudan veya dolaylı
müzakerelerde arabuluculuk yapmaya başlamıştır. Ayrıca Körfez kökenli
doğrudan yabancı yatırımlarda artış kaydedilmiştir (YASED, 2007). Bu
girişimlerin Türkiye’ye ek bir maliyet getirdiği iddia edilemez. Dış politika
amaçlarından diğer üçünde ise ciddi bir gelişme yoktur, hatta gerileme olduğu
görülmektedir: Genel olarak Orta Doğu bölgesindeki güvenliğin ve istikrarın
temin edilmesi, ABD-Türkiye ilişkileri çerçevesinde İsrail’in güvenliğinin
sağlanması ve bölge ülkelerinin demokratikleştirilmesi. 2006 yılında yaşanan
İsrail-Lübnan savaşı ve İran’ın nükleer programı nedeniyle her an muhtemel
olan İsrail-İran veya İran-ABD çatışması bölgedeki güvenlik beklentilerini
olumsuza çevirmektedir. Müslüman ülkelerin demokratikleşmesi konusunda
da herhangi bir ilerleme yoktur. Üstelik Büyük Orta Doğu Projesi gibi
girişimler dışarıdan dayatılan olgular olduğundan, demokratikleşme bir yana
öneri üzerindeki şüpheler artmaktadır (Khouri, 2003).
110
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136
2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı
Tablo 1: Arap-İsrail Sorununda Dış Politika Amaçları ve Saygınlık
Arayışı
Saygınlık
Arayışında
Yeni
Politikalar
İsrail ile
ilişkilerin
soğutulması,
HAMAS
liderliğinin
ağırlanması,
Filistin ve İsrail
Cumhurbaşkanla
rının TBBM’nde
konuşması,
İsrail-Suriye
dolaylı
görüşmelerinde
arabuluculuk
girişimi
Başlıca Dış Politika
Amaçları
Orta Doğu’da
güvenlik ve istikrar
ABD ile ilişkiler
çerçevesinde İsrail’in
güvenliğinin temini
Arap-İsrail
sorununda aktif rol
alınması
İsrail-Filistin sorunun
çözümü
Suriye-İsrail
ilişkilerinin
normalleşmesi
Orta Doğu
ülkelerinde
demokratikleşme
Ekonomik
beklentiler
Amaçların
Korunması
veya
İlerletilmesi
Ek
Maliyetler
veya
Gerileme
Yok
Var4
Yok
Var
Var
Yok
Var
Yok
Var
Yok
Yok
Var
Var
Yok
Dış
Politika
Alanındaki
Genel
Durum
Pozitif5
Ayrıca Müslüman ülkelerin demokratikleştirilmesi girişiminin Türkiye’ye ek
maliyetleri de söz konusu olabilecektir. Zaten Batı yanlısı (Oran, 1996: 353354) bir ülke görünümünde bulunmaktan kaynaklanan şüpheleri üzerinde
4
Çalışmada yer alan ‘‘saygınlık-dış politika etkileşimi’’ başlıklı tablolarda, dış politika amacı
satırının hizasında ‘‘amaçların korunması veya ilerletilmesi’’ ile ‘‘ek maliyetler veya gerileme’’
başlıklarının her ikisinde de ‘‘yok’’ sonucunun bulunması, ilgili dış politika amacında 2002 öncesi
statükonun korunduğunu; her ikisinde de ‘‘var’’ın bulunması ilgili dış politika amacında 2002
öncesine göre değişim yaşandığını ve konunun taraflarca müzakereye açık olduğunu; birinde
‘‘var’’ diğerinde ‘‘yok’’ bulunması halinde ise, ‘‘yok’’-‘‘var’’ şeklindeki sıralama ilgili dış
politika amacında 2002 öncesine göre gerileme olduğunu ve konunun Türkiye için müzakereye
daha açık muhatap için müzakereye daha kapalı olduğunu; ‘‘var’’-‘‘yok’’ biçimindeki sıralama da,
ilgili dış politika amacının korunduğunu veya 2002 öncesine göre ilerleme olduğunu ve konunun
her iki taraf için de müzakereye açık olduğunu gösterir.
5
Dış politika alanındaki genel durum ‘‘pozitif, negatif veya nötr’’ olarak belirtilmiştir. Bu
sonuçlar dış politika amaçlarında 2002-2008 döneminde yaşanan değişimleri ifade etmek için
kullanılmıştır. Pozitif, bahse konu dış politika alanında 2002 öncesine göre Türkiye’nin
konumunun güçlendiğini ve ülkenin saygınlığının arttığını; negatif, ilgili dış politika alanında 2002
öncesine göre Türkiye’nin konumunun zayıfladığını ve ülkenin güç ve saygınlık yitirdiğini; nötr
ise, söz konusu dış politika alanında 2002 sonrasındaki değişimlerin net olarak pozitif veya negatif
biçimde tanımlanamayacağını ve bu alanda yürütülen politikaların ülkenin saygınlık arayışına
katkısının net olarak kestirilemeyeceğini göstermektedir.
111
Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136
Davut Ateş
taşıyan Türkiye, böyle bir girişimle özellikle Orta Doğu ülkeleri arasında
yalnızlaşma riskiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Zira çoğu otoriter rejimlerle
yönetilen ve dinin meşrulaştırıcı bir işleve sahip olduğu bu ülkelerde
demokrasinin ve onun zorunlu kıldığı laikliğin öngörülebilir gelecekte öteki
devletlerin dış politika yoluyla dayatmaları sonucunda yaşam şansı bulması
düşük bir olasılıktır (Windsor, 2003). Ayrıca, Türkiye modeli merkezinde
bölgeye dayatılacak demokratikleşme planı özellikle Arap dünyasında Türkiye
karşıtlığını tahrik edebilecektir (Kona, 2008). Zaten ABD ve diğer batılı
ülkelerin Orta Doğu’nun demokratikleşmesini gerçekten isteyip istemediği
üzerinde de soru işaretleri bulunmaktadır (Kausch ve Barrenada, 2005: 15).
ABD’nin demokratikleşme bağlamında talep ettiği değişimlerin halkların
‘‘self-determinasyon’’ hakkını içerip içermediği de Türkiye açısından kritik bir
belirsizliktir (Kona, 2008). Diğer yandan katı laiklik anlayışının yumuşatılması
ve Türkiye’nin ılımlı İslam modeli bir ülke konumuna sokulması, ülkenin
hâlihazırdaki kazanımlarını yakın gelecekte risk altına sokabilecektir. Söz
konusu risklere karşın, Orta Doğu bölgesindeki saygınlık arayışı genel olarak
‘‘pozitif’’ nitelikte görünmektedir.
Arap-İsrail sorunu merkezli dış politika alanında Türkiye’nin son dönemde
benimsediği
tutumun
daha
çok
‘‘saygınlık
arayışı’’
çerçevesinde
değerlendirilmesi mümkündür. Zira Arap-İsrail sorunundaki olumlu veya
olumsuz gelişmelerin Türkiye’nin yakın geleceğini ve gücünü acilen
etkilemesi söz konusu değildir. Zaten İsrail’in kurulduğu 1948 yılından beri
soruna tarafsız ve ilgisiz kalan Türkiye’nin son hamleler ile Orta Doğu’daki
sorunların giderilmesini temin edemeyeceği açıktır. Ayrıca yaklaşık yarım
yüzyıldır tarafsızlık ve ilgisizlik politikası benimsenmesinin en büyük
nedenlerinden biri Türkiye’nin bölgesel sorunların içine çekilmesinin
engellenmek istenmesidir. Son dönemde izlenen aktif politika ile Türkiye Orta
Doğu bölgesinde önemli bir aktör olduğunu gösterme gayreti içine girmiştir.
Tarafsızlığını koruyarak kısmen geleneksel tutumunu devam ettirmiş olsa da,
112
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136
2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı
ilgisizlik politikasına son vererek yakın komşuları arasındaki sorunların
giderilmesine katkı sağlama yolunu seçmiştir.
İran ve Nükleer Program Sorunu
Dış Politika Amaçları
Nükleer program nedeniyle İran’ın başta ABD olmak üzere uluslararası toplum
tarafından dışlanması ve ABD’nin İran’a saldırması ihtimali karşısında
Türkiye soruna kayıtsız kalmamıştır. İran ile ilişkilerde Türkiye’nin en önemli
dış politika amaçları, bu ülkeyle ilişkilerin normal tutulması, nükleer program
sorunu nedeniyle Orta Doğu bölgesinde yeni bir savaşa meydan verilmemesi
ve İran’ın uluslararası toplumda normal bir devlet haline gelmesi olarak ortaya
çıkmaktadır. Her üç amaç da Türkiye’nin ulusal çıkarlarıyla yakından ilgilidir.
Birincisi, doğal gaz enerjisi konusunda Rusya’ya bağımlı bulunan Türkiye için
İran doğal gaz tedarikinde önemli bir alternatif sunmaktadır. Bu yüzden söz
konusuyla ülkeyle ilişkilerin normal tutulması hassastır. Ayrıca, yaşanan iki
körfez savaşı nedeniyle ekonomisi zarar gören Türkiye bölgede patlak
verebilecek bir başka savaşın ekonomisine yüksek bir fatura getireceğinin
farkındadır (Turan, 2008: 46-47).
İran’a karşı muhtemel bir harekatta Irak örneğinde görüldüğü gibi iki ülke
arasındaki stratejik ortaklığın bir gereği olarak ABD Türkiye’nin desteğini
talep edebilecektir. Böyle bir talep hem Türkiye-ABD hem de Türkiye’nin
Müslüman komşularıyla ilişkilerini nazik hale getirecektir (Turan, 2008: 47).
Bu yüzden, ABD’nin İran’a yönelik muhtemel saldırısının diplomatik
kanallardan önlenmesi önem arz etmektedir. Diğer yandan, nükleer programını
sürdürmekte ısrar eden İran bölge için güvensizlik kaynağı olmaya devam
etmektedir. Zira nükleer silah sahibi olabilecek bir İran batı dünyası ve
özellikle İsrail için endişe kaynağıdır. Nükleer programdaki ısrar İran’ın
uluslararası toplumdan soyutlanmasını beraberinde getirmektedir. Ancak bu
soyutlanma tam bir yalnızlık durumu değildir. ABD’nin başını çektiği batılı
ülkeler soyutlama sürecine katılırken, Rusya gibi başka ülkeler İran-ABD
113
Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136
Davut Ateş
arasındaki gerginliğin diplomatik yoldan çözümlenmesi gerektiğini ve
ABD’nin İran’a karşı güç kullanmasına karşı olduklarını ifade etmektedir
(Kona, 2007). Bütün bunlar birlikte düşünüldüğünde, Türkiye İran’ın normal
bir devlet haline gelmesi, böylece bölgedeki güvensizliğin ortadan kaldırılması
için çalışmaktadır.
Dış Politika Değişikliği
Uzun yıllar ABD-İran arasındaki ilişkilerde tarafsızlığı ve ilgisizliği yeğleyen
Türkiye son dönemde sergilediği girişimlerle soruna olan ilgisiz kalmayacağını
belli etmiştir. Bununla birlikte bu ilgi geleneksel tarafsızlığı ortadan kaldırıcı
mahiyette değildir. Türkiye son dönemde, nükleer program nedeniyle
uluslararası toplum tarafından dışlanan ve ABD tarafından ambargolarla
sıkıştırılan İran’a uluslararası toplumun gereklerine uyma konusundaki
çağrılarını sıklaştırmıştır (Turan, 2008: 49). Bu çağrılara somut anlamda
olumlu yanıt vermemekle birlikte İran’ın Türkiye’ye karşı olumsuz tavır
takınmaması, Türkiye’nin uluslararası toplumdaki saygınlığını artırmıştır.
Üstlenmiş olduğu bu rolle Türkiye sanki ABD-İran arasında arabulucu gibi
algılanmaya başlanmıştır. Türkiye-İran arasındaki pozitif diyalogu canlı tutan
etkenlerden biri her iki ülke için de tehdit oluşturan ayrılıkçı Kürt terörü
konusundaki ortak kaygı ve bu alandaki işbirliğidir (Turan, 2008: 48).
Saygınlık Arayışı ve Dış Politika Amaçları
İran ile ABD arasındaki nükleer krizde Türkiye dış politika amaçlarının
çoğunda istediğini elde etmiş görünmektedir. Tablo 2’de özetlendiği gibi, dış
politika amaçlarının ikisinde ek maliyeti olmayan bir ilerleme söz konusudur.
Birincisi, Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler normal tutulmaya devam
etmektedir. İkincisi, Türkiye’nin katkılarıyla ilgili uluslararası kuruluşlarla
temaslarını kesmeyen İran’a yakın gelecekte ABD’nin bir operasyon
düzenleme olasılığı düşürülmüştür. Sadece bir amaçta herhangi bir ilerleme
veya daha kötüye gidiş söz konusu değildir: İran’ın uluslararası topluma
normal bir devlet haline gelmesi, nükleer program ısrarı nedeniyle şimdilik
114
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136
2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı
mümkün görünmemektedir. İran ile ABD arasında yaşanan nükleer program
sorununda aktif olmayı tercih eden Türkiye dış politika amaçlarının çoğunu
elde etmiş göründüğünden, bu alandaki saygınlık arayışının görünümü
‘‘pozitif’’ bulunmaktadır.
Tablo 2: Nükleer İran Sorununda Dış Politika Amaçları ve Saygınlık
Arayışı
Saygınlık
Arayışında
Yeni
Politikalar
İran’a
uluslararası
toplumun
gereklerine
uyma
konusunda çağrı
yapılması, bu
çağrılara İran’ın
olumsuz tutum
takınmaması,
Türkiye’nin
nükleer program
konusunda İran
ve ABD
arasında
arabulucu gibi
görünmesi
Başlıca Dış
Politika Amaçları
İran ile ilişkilerin
normal tutulması
Nükleer sorun
nedeniyle Orta
Doğu’da yeni bir
savaş
yaşanmaması
Amaçların
Korunması
veya
İlerletilmesi
Ek
Maliyetler
veya
Gerileme
Var
Yok
Var
Yok
Dış Politika
Alanındaki
Genel
Durum
Pozitif
İran’ın uluslararası
toplumda normal
bir devlet haline
gelmesi
Yok
Yok
İran konusunda Türkiye’nin önemli ulusal çıkarları olmakla birlikte, nükleer
kriz sorununda Türkiye’nin üstlenmiş olduğu bir kısım rollerin daha çok
‘‘saygınlık arayışı’’ kapsamında değerlendirilmesi gerekir. Zira ABD ile İran
arasındaki soğuk ilişkilerin yaklaşık otuz yıllık bir tarihe sahip olduğu dikkate
alındığında, nükleer İran konusundaki olumlu veya olumsuz gelişmelerin
Türkiye açısından acil ve hayati sonuçlar üretmesi söz konusu değildir. Ancak
bu, ABD-İran arasında yaşanabilecek bir savaşın Türkiye ekonomisini Irak
örneğindeki gibi derinden etkileyeceği gerçeğini değiştirmez. Bununla birlikte,
söz konusu savaşın kaçınılmaz olduğu bir durumda Türkiye’nin yürüttüğü
arabulucu girişimlerin savaşı engelleyebileceğini beklemek de gerçekçi
115
Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136
Davut Ateş
görünmemektedir. Benzer bir durum 2003 Irak Savaşı’nda da yaşanmıştır.
Türkiye’nin bütün girişimlerine rağmen ne mevcut Irak yönetimi ne de ABD
yönetimi savaşın engellenmesi konusunda ikna edilememiştir. Bu nedenle,
Türkiye’nin nükleer İran politikası daha çok saygınlık arayışının bir
sonucudur.
Ermenistan ile İlişkiler
Dış Politika Amaçları
Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde yaşayan Ermenilerle ilgili olarak
Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan gelişmelerin 1950’li yıllardan sonra
diasporadaki Ermenilerce ‘‘soykırım’’ biçiminde anılmaya başlanması ve
Türkiye’nin uluslararası toplumda sözde soykırımı kabule zorlanmasına karşı
yürütülen girişimler Türk dış politikasının en eski ve en önemli gündem
maddelerinden birini teşkil etmiştir. Dünyadaki birçok ülke tarafından tanınan
sözde soykırım nedeniyle Türkiye zor durumda bırakılmak istenmektedir.
Ayrıca başta ABD ve AB ülkeleri olmak üzere uluslararası toplumun güçlü
ülkelerinde de sık sık gündeme gelen soykırım iddiası Türk dış politikasını
sürekli meşgul eden bir konu olmuştur. 1990’ların başında Sovyetler
Birliği’nin dağılmasıyla Ermenistan’ın bağımsız bir devlet olması bu konudaki
sorunları da artırmıştır. Zira diaspora tarafından uygulanan soykırım
propagandası aynı zamanda bağımsız Ermenistan’ın dış politika amaçlarından
birini teşkil etmiştir.
Ayrıca, Ermenistan’ın Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tanımamış olması da
konuyu daha karmaşık hale getirmiştir (USAK, 2008: 48-50). Karabağ
nedeniyle yaşanan Ermenistan-Azerbaycan savaşı iki ülke arasındaki ilişkilerin
daha da soğumasına zemin hazırlamıştır. Bu çerçevede, sözde soykırımın
dünya tarafından tanınmaması, soykırım iddiasının Türkiye-Ermenistan
ilişkilerinin bir parçası olmaması, Ermenistan’ın soykırım iddiasını dış politika
aracı olarak kullanmaması, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün Ermenistan
116
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136
2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı
tarafından tanınması ve Karabağ sorununun çözülmesi konuları TürkiyeErmenistan ilişkilerinde başlıca dış politika amaçları olarak ortaya çıkmıştır.
Dış Politika Değişikliği
Belirlenen dış politika amaçları doğrultusunda Türkiye’nin Ermenistan ile
ilişkisi uzun yıllar kayıtsızlık biçiminde yürütülmüştür. Sadece ABD ve AB
ülkeleri gibi bazı ülkelerin soykırım iddiasını kabul etmemesi yönünde
gösterilen diplomatik çabalar sergilenmiş ve genelde savunmada görünen bir
Türkiye profili belirmiştir. Oysa 2002 yılını takip eden dönemde soykırım
iddiasının araştırılması amacıyla iki ülkenin uzmanlarından oluşan bir
komisyon kurulması yolundaki Türk önerisi soruna yeni bir açılım getirdiği
gibi Türkiye’nin saygınlığının artmasına katkıda bulunmuştur. Ayrıca
Ermenistan ile ilişkilerin soykırım iddiasına kilitlenmemesi gerektiği
yolundaki görüşler de Türkiye’yi uluslararası toplumda daha etkin hale
getirmiştir.
Bu öneriler karşısında savunma ve bir strateji belirleme sırası daha çok
Ermenistan’a geçmiştir. 2008 yılında Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Erivan’ı
ziyaret etmesi de Türk dış politikasında önemli bir açılımdır. Futbol milli
takımlarının bir sonraki karşılaşmasında Ermenistan Cumhurbaşkanı’nın da
Türkiye’yi ziyaret edeceği muhtemel olduğundan, bu temasların TürkiyeErmenistan ilişkilerinde yeni açılımları yaratması beklenebilir. Ayrıca,
Türkiye, Ermenistan ve Azerbaycan arasında kurulun üçlü diyalogun Karabağ
sorununun çözümünde ilerleme sağlanmasına katkı sağlayabileceği de
ortadadır (Hürriyet, 27.9.2008). Bu gelişmelerin Türkiye’nin uluslararası
toplumdaki saygınlığına katkıda bulunduğu ifade edilebilir.
Saygınlık Arayışı ve Dış Politika Amaçları
Saygınlık arayışındaki iyimser tabloya karşın, 2002-2008 döneminde
Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerdeki dış politika amaçlarının çoğunda
Tablo 3’te özetlendiği üzere ciddi gerilemeler olduğu görülmektedir. Soykırımı
tanıyan ülkelerin sayısı artmakta olup, bunların başında da AB üyeleri
117
Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136
Davut Ateş
gelmektedir. Ermenistan sözde soykırım dış politika aracı olarak kullanmaya
devam etmektedir. Ermenistan’ın Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tanıması
konusunda olumlu gelişme bulunmamaktadır. Karabağ sorununun çözümü
konusunda herhangi bir ilerleme yoktur. Sorunun Türkiye’ye en önemli
maliyeti AB ile ilişkiler alanında ortaya çıkabilecektir. Zira Avrupa
Parlamentosu sözde soykırımın Türkiye tarafından kabulünün müzakerelerin
sağlıklı ilerlemesi için şart olduğuna ilişkin 2005 yılında bir tavsiye kararı
almıştır.
Tablo 3: Ermenistan ile İlişkilerde Dış Politika Amaçları ve Saygınlık
Arayışı
Saygınlık
Arayışında
Yeni
Politikalar
Başlıca Dış Politika
Amaçları
İki ülke arasında
sözde soykırım
alanında
araştırma ve
görüş alışverişi
yapılmasını
teminen
uzmanlardan
oluşan bir
komisyon
kurulması
önerisi,
Cumhurbaşkanı’
nın 2008 yılında
Erivan’ı ziyaret
etmesi
Sözde soykırımın
dünyada tanınmaması
Ermenistan’ın
Türkiye’nin toprak
bütünlüğünü tanıması
Sözde soykırımın iki
ülke arasındaki
ilişkilerde engel
teşkil etmemesi
Ermenistan’ın sözde
soykırımı dış
politikada
kullanmaması
Soykırım iddiasının
Türkiye-AB
ilişkilerini
etkilememesi
Karabağ sorununun
çözülmesi
Amaçların
Korunması
veya
İlerletilmesi
Ek
Maliyetler
veya
Gerileme
Yok
Var
Yok
Yok
Var
Var
Dış
Politika
Alanındaki
Genel
Durum
Negatif
Yok
Var
Yok
Var
Yok
Var
AB ülkelerinin birçoğunda tanınan, bazılarında reddedilmesi suç teşkil eden Fransa gibi- soykırım iddiasının müzakere süreci içerisinde AB müktesebatının
bir
parçası
haline
gelmeyeceğinin
garantisi
olmadığından,
konunun
önümüzdeki dönemde AB ile ilişkilerde önemli açmazları beraberinde
getireceği öngörülebilir. Bu nedenle, Ermenistan ile ilişkilerde Türkiye’nin
118
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136
2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı
saygınlık arayışındaki bugünkü resim ‘‘negatif’’ görünmektedir. Bununla
birlikte son üst düzey temaslar sonrasında yeni gelişmeler yaşanabilecek
(Hürriyet, 28.10.2008) bu alanda tam bir tablo ortaya koyma olanağı yoktur.
Çizilmeye çalışılan tablo bugüne ait olup kısa vadede tamamen değişmesi
olasıdır. Elbette bu değişim her iki taraf açısından yeni açılımlar
yapılabilmesine bağlı bulunmaktadır.
Sözde soykırım ve Ermenistan’ın henüz Türkiye’nin toprak bütünlüğünü
tanımamış olması nedeniyle Türkiye’nin bu ülkeyle ilişkilerinin güç politikası
kapsamında da ele alınabileceği ve konunun Türk dış politikasının en önemli
başlıklarından biri olduğu doğru olmakla birlikle, bu konuda son dönemde
ortaya konan dış politikanın daha çok ‘‘saygınlık arayışı’’ kapsamında ele
alınması gerekir. Zira Türkiye hiçbir biçimde tartışmaya açık olmadığı bir
konuda bazı öneriler getirerek konunun muhatapla görüşülebileceği mesajını
vermiştir. Ancak bu durum, ülkenin geleneksel politikasından sapıldığı
anlamına gelmediğinden, diplomatik alanda yaşanacak olumlu veya olumsuz
gelişmeler Türkiye açısından acil ve hayati sonuçlar doğuracak konumda
değildir. Zaten birçok AB ülkesi tarafından tanınan sözde soykırım Türkiye’yi
yeterince zor durumda bırakmaktadır. Bu nedenle Türkiye açısından yapılan
açılımların ülkenin saygınlık arayışı olarak nitelendirilmesi mümkündür.
Rus-Gürcü Savaşı
Dış Politika Amaçları
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bağımsızlığını kazanan yeni
devletlere ilişkin Türkiye’nin en önemli dış politika amacı söz konusu
ülkelerin toprak bütünlüğüdür. 1990’ların başında yaşanan ErmenistanAzerbaycan savaşının ardından Ermeni azınlığın yoğun olduğu Karabağ
bölgesinin Azerbaycan’dan koparılma girişimi Türkiye’nin dış politika
hedeflerine aykırılık teşkil etmiştir. Benzer biçimde Gürcistan’dan ayrılma
teşebbüsünde bulunan Abhazya ve Güney Osetya özerk bölgelerinin durumu
da Türk dış politikasının bölgeye ilişkin hedefleriyle çelişmektedir. Bölge
119
Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136
Davut Ateş
ülkelerinin toprak bütünlüğünün korunması gerektiğini savunan Türkiye’nin
politikası (Oran, 1996: 359) 2008 yılında yaşanan Rus-Gürcü savaşıyla bir kez
daha zedelenmiştir. Bölgenin bir an önce istikrara kavuşması, Gürcistan’ın
toprak bütünlüğünün korunması, Rusya ile ilişkilerin normal tutulması ve
batıyla birlikte hareket edilmesi söz konusu sorunda Türkiye’nin belli başlı dış
politika amaçları olarak belirmiştir. Bununla birlikte Çeçenistan’daki savaş
sırasında Rusya’nın Türkiye’yi suçlaması nedeniyle ortaya çıkan bir kısım
sorunlar (Kona, 2008) Türkiye’nin bölge politikasını daha ince hesaplar
üzerine inşa etmesini zorunlu kılmıştır.
Dış Politika Değişikliği
Türkiye’nin uluslararası toplumda saygınlığını artırdığı ileri sürülen diğer dış
politika alanlarında olduğu gibi Rus-Gürcü savaşında da Türkiye aktif roller
üstlenmeye çalışarak artan saygınlığını bölge politikasıyla bütünleştirmeye
çalışmıştır. Bu çerçevede, Kafkasya bölgesinde Irak’a komşu ülkeler dışişleri
bakanları toplantısına benzer bir platform oluşturulmasını ve oluşumun
‘‘Kafkasya İttifakı’’ biçiminde (Özkan, 2008) kalıcı kılınmasını önererek
ortaya çıkan Türkiye soruna müdahil olma yolunu tercih etmiştir. Bu girişim
Türkiye’nin saygınlığı artıran bir gelişme olarak algılanmıştır. Bununla birlikte
komşuda yaşanan soruna kayıtsız kalmayan Türkiye’nin içinde bulunduğu
dengeler daha fazla rol üstlenmesine imkan verebilecek cinsten de değildir.
Zira Rusya’nın Güney Osetya’yı kullanarak Gürcistan’a savaş açması başta
ABD ve AB olmak üzere batının tepkisine neden olmuştur.
Bu nedenle Türkiye bir taraftan batıyla birlikte hareket etme zorunluluğu
hissetmiş, diğer yandan da Gürcistan ve Rusya ile olan ilişkilerinin
zedelenmemesine özen göstermek zorunda kalmıştır (USAK, 2008: 42).
Ancak, birbiriyle çelişkiler taşıyan bu amaçların uyumlaştırılması da zor
görünmektedir. Buna rağmen, bölgesel bir ittifak önerisi ve Rusya’dan
gelebilecek uyarılara rağmen ABD savaş gemilerinin boğazlardan geçişini
kolaylaştırması nedeniyle Türkiye’nin saygınlığının yükseldiği iddia edilebilir.
120
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136
2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı
Saygınlık Arayışı ve Dış Politika Amaçları
Henüz yeni bir gelişme olan Rusya-Gürcistan savaşında takındığı tutum ile
Türkiye, Tablo 4’te görüldüğü üzere dış politika amaçlarından ikisinde
ilerleme kaydetmiş görünmektedir. Batıyla birlikte hareket etme eğilimi
gösterirken, aynı zamanda Rusya ve Gürcistan ile ilişkilerini normal tutmayı
başarmıştır. Diğer yandan dış politika amaçlarından ikisinde ise bariz bir
gerileme söz konusudur. Rusya’nın değişen politikasının bölge istikrarını
bozma tehlikesi artmıştır. Rusya Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını
tanıyarak Gürcistan’ın toprak bütünlüğüne fiilen son vermiştir.
Tablo 4: Rus-Gürcü Savaşında Dış Politika Amaçları ve Saygınlık Arayışı
Saygınlık
Arayışında Yeni
Politikalar
Bölge ülkelerinin
katılımıyla
bölgesel bir
platform
oluşturulması
önerisi,
Boğazlardan sık
sık geçiş yapan
ABD savaş
gemilerine
Rusya’dan
gelebilecek
uyarılara rağmen
izin verilmesi
Başlıca Dış
Politika
Amaçları
Bölgenin
istikrara
kavuşması
Gürcistan’ın
toprak
bütünlüğünün
korunması
Rusya ve
Gürcistan ile
ilişkilerin
normal
tutulması
ABD ve AB ile
birlikte hareket
edilmesi
Amaçların
Korunması
veya
İlerletilmesi
Ek
Maliyetler
veya
Gerileme
Yok
Var
Yok
Var
Dış
Politika
Alanındaki
Genel
Durum
Negatif
Var
Yok
Var
Var
Ayrıca, kriz sırasında daha çok batıyla birlikte hareket etme eğilimi taşıyan
Türkiye’nin orta vadede Rusya ile ilişkilerinde bir kısım sorunlar çıkması
ihtimali de güçlenmiştir. Zira ABD hegemonyasındaki tek kutuplu dünyayı
çok kutuplu hale getirmeyi amaçlayan Rusya’nın önümüzdeki dönemde
izleyebileceği
politikalar
Türkiye’yi
ABD
ve
Rusya
arasında
121
Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136
Davut Ateş
sıkıştırabilecektir.6 Bu çerçevede, dış politika amaçlarından üçünde gerileme
veya ek maliyetler, ikisinde ise kısmi bir ilerleme söz konusu olduğundan,
Rus-Gürcü savaşında Türkiye’nin saygınlık arayışının daha çok ‘‘negatif’’
duruma yakın olduğu görülmektedir. Yine de kriz taze olduğundan bu konuda
kesin bir resim ortaya koyma olanağı yoktur. Bu konudaki tablo önümüzdeki
birkaç yılda daha netleşebilecektir.
Rus-Gürcü savaşında Türkiye tarafından benimsenen dış politikanın daha çok
‘‘saygınlık arayışı’’ olarak nitelendirilmesi olasıdır. Zira bölgedeki herhangi
bir çatışmanın Türkiye için acil ve hayati sonuçlar üretmesi söz konusu
değildir. Yaşanan savaş, bir kısım farklılıklarının yanında, Türkiye açısından
1990’lı yıllarda yaşanan Karabağ ve Çeçenistan savaşlarıyla benzerlik arz
etmektedir. Aradan geçen süre içerisinde Karabağ ve Çeçenistan’ın Türkiye
için sahip olduğu olumsuzluk düzeyi ortadadır. Gürcistan’ın Ruslar tarafından
işgal edilmesinin de benzer sonuçlardan daha fazla sonuçları olmayacaktır. Bu
nedenle, Rus-Gürcü savaşında Türkiye tarafından dillendirilen bir kısım
öneriler Türkiye’nin bölgeye kayıtsız olmadığını gösteren saygınlık arayışıyla
ilgilidir.
Medeniyetler Arası Diyalog
Dış Politika Amaçları
ABD’ye karşı gerçekleştirilen 11 Eylül saldırıları, Soğuk Savaş sonrasında
ülkeler arasındaki çatışmaların medeniyetler ekseninde olacağı yönündeki
iddiayı destekler mahiyettedir (Santagostino, 2004). Saldırıların radikal İslamcı
al-Kaide örgütü tarafından üstlenilmesi neticesinde ABD Afganistan ve Irak’a
6
Türkiye’nin Soğuk Savaş yılları boyunca Sovyetler Birliği-ABD arasında bulmaya çalıştığı
dengeyle karşılaştırıldığında, yeni dönemde Rusya-ABD arasında ağırlığın yine ABD tarafında
olacağı bir denge bulması zorlaşmış görünmektedir. Zira önceki döneme göre AB’nin bölgesel
sorunlarla daha fazla ilgilenmesi nedeniyle küresel ve Sovyetlerin dağılmasından sonra da bölgesel
aktörlerin sayısı hayli artmış vaziyettedir. Soğuk Savaş döneminde üç aktöre (Türkiye-ABDSSCB) dayalı yapı bugün çok daha karmaşık vaziyettedir (Türkiye-ABD-AB-Rusya-Güney
Kafkasya Cumhuriyetleri). Bu karmaşıklığa Türkiye’nin özellikle doğal gaz konusunda Rusya’ya
olan bağımlılığı da eklenmelidir. Diğer yandan Rusya’nın Çeçenistan ve Gürcistan konusunda
birbirine zıt görünen politikalarının orta ve uzun vadede Rusya Federasyonu içerisindeki özerk
cumhuriyetlere Abhazya ve Güney Osetya örnekleri doğrultusunda yansıması da muhtemeldir.
Böyle bir sonuç bölge politikalarını daha da karmaşık yapabilecektir.
122
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136
2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı
karşı uzun soluklu sürmesi beklenen savaşlar serisini başlatmıştır. Ardından
söz konusu terör örgütünün Londra, Madrid ve İstanbul gibi merkezlerde bir
dizi saldırılara girişmesi ABD-al-Kaide arasındaki çatışmayı adeta küresel bir
savaşa dönüştürmüştür. Savaşın doğu tarafında terörist eylemlerine İslam’daki
cihat kavramından meşruiyet zemini bulduğunu ileri süren bir örgüt, batı
tarafında ise ABD’nin liderliğini üstlendiği gelişmiş ülkeler bulunmaktadır.
ABD Başkanı’nın Afganistan savaşı başında kullandığı ‘‘haçlı seferi’’ gibi
tanımlamalar bir yerde al-Kaide’nin ‘‘cihat’’ına karşılık gelmiş ve terörizmin
gelişmesine uygun ortam yaratılmıştır (Kausch ve Barrenada, 2005: 4).
Herhangi bir devlete sahip olmayan ve devlet gibi hareket etmeyen örgüt ana
stratejisini terörist eylemler üzerine bina etmiştir. Her ne kadar ABD
tarafından oluşturulan Guantanamo üssü ve orada tutulanların statüsü
konusunda bir hukuksuzluk mevcut olsa da, ABD liderliğindeki koalisyon
sonuçta devletlerden oluşmaktadır ve devletlerin gereklerine uygun hareket
etme yükümlülüğü ile bağlanmıştır. Bu gelişmeler doğu-batı veya MüslümanHıristiyan dünyalar arasındaki gerginlikleri artırmıştır (Kausch ve Barrenada,
2005: 3). Böyle bir ortamda, medeniyetler (Güven, 2003), kültürler ve dinler
arasındaki diyalogun geliştirilmesi ve hoşgörünün artırılması, bu bağlamda
doğu-batı arasında köprü vaziyetinde bulunan Türkiye’nin stratejik öneminin
yeniden teyit edilmesi Türkiye’nin başlıca dış politika amaçları olarak ortaya
çıkmıştır (Erdoğan, 2004).
Dış Politika Değişikliği
Orta Doğu ülkeleriyle ve İslam dünyasıyla dış ilişkilerinde genelde kayıtsız
davranan Türkiye İslam dini kaynaklı küresel terör tehdidi karşısında kayıtsız
kalmayacağını
2002
sonrasında
sergilediği
tavırla
göstermiştir.
Batı
kamuoyunda Müslümanların hepsini terörist sınıfına koyan veya terörün bizzat
İslam’ın kendisinden kaynaklandığını ileri süren görüşleri çürütmeye dönük
karşı iddialar gündeme getirilmiştir. Aşırılığın herhangi bir dinin bir kısım
mensuplarında bulunmasının o dini inancı taşıyan herkesin suçlanmasını
123
Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136
Davut Ateş
zorunlu kılmayacağı dile getirilmiş ve aşırılıklardan uzak inançlı kesimlerin
kaybedilmemesi gerektiği ifade edilmiştir. Dolayısıyla dinler ve kültürler
arasındaki diyalogun önemi vurgulanmış, küresel terör tehdidinin ancak
kültürler arası diyalogun geliştirilmesiyle yenilebileceği ileri sürülmüştür.
Bunlar, geleneksel Türk dış politikasının sınırları içerisinde verilemeyecek
demeçlerdir. Türkiye sadece bu demeçleri vermekle kalmamış, aynı zamanda
doğu-batı arasındaki diyalogun geliştirilmesi amacıyla BM Genel Sekreteri
tarafından 2005 yılında başlatılan ve Türkiye ve İspanya başbakanlarının
himayelerinde yürütülen Medeniyetler İttifakı Girişimi’nin sürekli bir
platforma dönüşmesine de öncülük etmiştir (Birleşmiş Milletler, 2006).
Medeniyetler arasında kültürel ve siyasal boşlukların giderilmesine katkı
yapmayı amaçlayan bu girişim (Kausch ve Barrenada, 2005: 1) Türkiye’nin
uluslararası toplumdaki saygınlığını artırmış görünmektedir. Diğer taraftan,
AB üyelik süreci de medeniyetler arası diyalog girişimlerinde Türkiye’ye özel
işlevler yüklemektedir (Santagostino, 2004). 11 Eylül olayından sonra AvrupaAkdeniz Ortaklığı (Euro-Med Partnership) girişiminin en önemli gündem
maddelerinden birinin medeniyetler ve kültürler arası diyalog olması, hem
Akdeniz ülkesi hem Müslüman hem de AB adayı olan Türkiye’nin bu
çerçevede hassas ülkelerden biri olarak dikkatleri üzerine çekmesi olağan
görünmektedir.
Saygınlık Arayışı ve Dış Politika Amaçları
Ortaya konan yeni dış politikalar Tablo 5’te görüldüğü gibi Türkiye’nin
medeniyetler arası diyalog alanındaki dış politika amaçlarının birinde herhangi
bir değişim yokken, diğerinde ise ek maliyeti olmayan bir ilerleme söz
konusudur. Medeniyetler arasındaki hoşgörünün artırılması konusunda
herhangi bir ilerleme olduğunu söylemek zordur. Zira Türkiye’de ve başka
İslam ülkelerinde yapılan araştırmalar halkın çoğunun batıyı hala düşman
olarak görmeye devam ettiğini göstermektedir. Benzer eğilim batılı toplumlar
için de geçerlidir (Kausch ve Barrenada, 2005). Diğer taraftan, doğu-batı
124
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136
2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı
medeniyetleri arasındaki diyaloğun geliştirilmesinde Türkiye’nin stratejik
konumu teyit edilmiştir (EU Parliament Speaker, 2005; Kausch ve Barrenada,
2005: 1). Türkiye’nin AB üyelik süreci de bu kapsamda Türkiye’nin hassas
konumunun tanınmasına katkı sağlamıştır (Kausch ve Berrenada, 2005: 5-6).
Bu yüzden, medeniyetler arası diyalog alanında Türkiye’nin saygınlık
arayışındaki tabloyu ‘‘pozitif’’ biçimde değerlendirmek mümkündür.
Tablo 5: Medeniyetler Arası Diyalogda Dış Politika Amaçları ve Saygınlık
Arayışı
Saygınlık
Arayışında Yeni
Politikalar
Doğu-Batı veya
İslam-Hıristiyan
dünyalarını
temsilen Türkiye
ve İspanya’nın
eşbaşkanlıklarını
yaptıkları bir
platform
oluşturulması
Başlıca Dış
Politika Amaçları
Medeniyetler,
kültürler ve dinler
arasındaki
hoşgörünün
artırılması
Doğu-batı arasında
Türkiye’nin
stratejik öneminin
korunması
Amaçların
Korunması
veya
İlerletilmesi
Ek
Maliyetler
veya
Gerileme
Yok
Yok
Dış
Politika
Alanındaki
Genel
Durum
Pozitif
Var
Yok
Medeniyetler arası diyalog girişiminde Türkiye tarafından sergilenen
politikalar büyük oranda ‘‘saygınlık arayışı’’nın bir sonucudur. Girişim
kapsamında bir kısım ilerlemeler kaydedilmesi veya gerilemeler olması
Türkiye için acil ve hayati sonuçlar üretecek boyutta değildir. Böyle bir
girişimin yokluğunda yüzyıllardır ilişki içinde bulunan batı ve doğu kültürleri
arasındaki etkileşimin söz konusu girişimle kökten değişmesini ve ülkelerin dış
politika davranışlarına ivedi biçimde olumlu yansımasını beklemek gerçekçi
değildir. Dolayısıyla, Avrupa’daki en büyük Müslüman nüfusa sahip ve AB’ne
aday ülke olan Türkiye’nin kendisini doğu-batı arasında sadece jeostratejik
değil aynı zamanda kültürel anlamda bir köprü olarak sunması ülkenin hem
doğuda hem de batıda saygınlığını artırmaya dönük bir girişimdir.
125
Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136
Davut Ateş
SAYGINLIK ARAYIŞINDA TÜRKİYE’NİN KONUMU
Devletler ulusal çıkarlarını korumak veya yükseltmek için içinde bulundukları
ortamda sahip oldukları gücü ve saygınlığı artırma ve bunu sağlamak için de
belirlenen dış politika hedeflerini gerçekleştirme peşindedir. Bu çalışmada bir
ülkenin uluslararası toplumdaki saygınlığı ‘‘öteki devletlerin gözünde sahip
olduğu meşru emretme kabiliyeti’’ olarak tanımlanmıştır. Uluslararası
ilişkilerdeki güç politikasının saygınlıktan bağımsız biçimde yürütüldüğü ve
ülkenin maddi varlığının artırılması ve etkinleştirilmesi biçiminde algılanan
gücün kaçınılmaz olarak saygınlığı beraberinde getireceği yönündeki kabul
fazlasıyla tartışmaya açıktır. Örneğin son dönemde ABD’nin uyguladığı güç
politikasının ABD’ye saygınlık getirmediği ortadadır. Bu çerçevede, saygınlık
politikasının ‘‘devletlerin güç politikasındaki konumlarını güçlendirmek ve
başkaları nezdinde meşru emretme kabiliyeti kazanmak için giriştikleri dış
politika davranışları’’ şeklinde tanımlanması olasıdır.
Bu açıdan, 2002 yılından sonra Türkiye’nin geleneksel tutumunun aksine
içinde bulunduğu bölgede saygınlık arayışı sergilediği ve daha önce müdahil
olmadığı pek çok konuyla yakından ilgilendiği görülmektedir. Bunun birçok
nedeni olmakla birlikte, bu durumun en önemli nedenlerinden biri 2002’den
sonra ülke yönetiminde bulunanların iç organizasyondan memnun olmamaları
ve bu memnuniyetsizliğin giderilebilmesinin sadece iç politikaya yoğunlaşarak
sağlanamayacağına olan inançlarıdır. Türkiye içinde hayata geçirilecek
değişimin sadece iç dinamiklerle desteklenerek canlı tutulması mümkün
görülmemiştir. İçerdeki girişimlerin uluslararası toplum tarafından da
onaylanması ve kabullenilmesi değişim uğraşının başarı şansını olumlu
etkileyecek bir unsur olarak görülmüştür. Bu nedenle, içerde ekonomi ve
siyaset alanındaki değişimlere paralel olarak daha aktif bir dış politika izlenmiş
ve Türkiye’nin hem bölgesel hem de küresel düzeyde daha saygın bir konuma
gelmesi için çaba sarf edilmiştir. Dolayısıyla iç organizasyona ilişkin ciddi
değişimlere
girişilmesi
ile
dışarıdaki
126
saygınlık
arayışı
birbirini
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136
2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı
tamamlamaktadır. İç organizasyon ve uluslararası toplumdaki saygınlık arayışı
arasındaki etkileşim, ülkeyi yönetenlerin içerdeki konumlarını güçlendirme
çabasının bir yansıması olarak algılanabilir.
İç organizasyonun değişimi için bir kısım girişimler sergileyen yeni yönetim,
ülkenin yeni imajının uluslararası toplumda kabul edilebilmesini teminen dış
politikasını iki unsurla destekleme yolunu seçmiştir. Birincisi, daha önce
fazlaca ilgili olunmayan alanlara müdahil olunarak doğrudan saygınlık
arayışına girilmiştir. Arap-İsrail sorunu ve yeni Orta Doğu politikası, nükleer
İran ve Ermenistan ile ilişkiler, Rus-Gürcü savaşında benimsenen tutum ve
medeniyetler arası diyalog girişimi bunlardandır. İkincisi ise, güç politikası
kapsamındaki dış politika alanlarında önceki dönemde görülmeyen yeni
açılımlar benimsenmiştir. AB, Kıbrıs, Irak ve ABD ile ilişkiler ve kısmen iç
organizasyondaki değişim girişimleri de bunlardandır. Buna rağmen, özellikle
Kıbrıs, AB ve Irak gibi doğrudan güç dağılımını ilgilendiren dış politika
alanlarında son dönemde görülen sıkışıklık bahse konu iç faktörün dışarıya
yansıyan bir yönüdür. Aktif dış politikada daha çok saygınlık arayışı ön plana
çıkmış olduğundan, güç dağılımını ilgilendiren konularda sınırlı politika
değişikliklerine rağmen geleneksel tutum büyük oranda sürdürülmüştür. Bu
yüzden güçle bağlantılı alanlardaki saygınlık azalma eğilimine girerken, bu
olumsuzluk saygınlık arayışına ilişkin politikalarla dengelenmeye çalışılmıştır.
Tablo 6’de özetlendiği gibi Türkiye’nin 2002 sonrasında saygınlık arayışında
olumlu bir resim bulunmaktadır.
Üç dış politika alanındaki (Arap-İsrail sorunu, nükleer İran, medeniyetler arası
diyalog) görünüm pozitif iken ikisinde (Ermenistan, Rus-Gürcü savaşı)
negatiftir. Üstelik negatif olarak nitelendirilen alanlar henüz taze olaylar
içermekte
olup,
yeni
gelişmelere
bağlı
olarak
görünümün
pozitife
döndürülmesi imkan dâhilindedir. 2002-2008 döneminde Türkiye saygınlık
dağılımına ilişkin dış politika hedeflerinin çoğunu elde etmiştir. Ancak,
saygınlık dağılımına ilişkin alanlar eylemsizlik durumunda Türkiye’ye acil ve
127
Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136
Davut Ateş
hayati tehditler yöneltebilecek konular olmadığından, bunlardaki olumlu resim
güç dağılımı alanındaki sıkışmayı rahatlatabilecek konumda değildir.
Türkiye’nin Orta Doğu, nükleer İran, Kafkasya krizi, Ermenistan ve
medeniyetler arası diyalog alanlarındaki çabaları AB ve ABD tarafından takdir
edilmekle birlikte, bu takdirin Kıbrıs, Irak ve ABD ile ilişkilerde ve AB
bütünleşme sürecinde ivedi olumlu sonuçlar doğurmasını beklemek zordur.
Diğer bir ifadeyle, Türkiye’nin artan saygınlığının kısa vadede güç politikası
alanlarına kanalize edilebilmesi beklenmemektedir. Buna rağmen, uzun vadede
Türkiye’nin elde ettiği saygınlığın güce katkı sağlayacağı, bunun da Kıbrıs,
AB ve ABD ile ilişkilerde Türkiye’nin konumunu sağlamlaştırabileceği
beklenebilir.
Öte yandan, ülkelerin sahip olduğu saygınlığı daha çok iç organizasyon
dinamiklerine bağlı olarak belirlemeye dönük çalışmalarda da Türkiye’nin
konumunda 2002-2008 arasında ciddi bir ilerleme olduğunu söylemek zordur.
Örneğin, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından
hazırlanan İnsani Gelişim Endeksi bunu göstermektedir. 1999 verilerine dayalı
2002 yılı endeksine göre küresel bazda 85. sırada bulunan (UNDP, 2002: 150)
Türkiye 2005 yılı verilerine dayalı 2007/2008 endeksinde de ancak 84. sırada
yer alabilmiştir (UNDP, 2007: 230). Veri yılları itibariyle 1999-2005 arası
dönemde öteki ülkelere kıyasla kayda değer bir ilerleme mevcut değildir. Her
ne kadar Türkiye aynı dönemde İnsani Gelişim Değerini 0.753’ten 0.775’
yükselttiyse de, Türkiye ile aynı kategoride değerlendirilebilecek diğer bir
kısım ülkeler daha iyi performans sergilemiştir. Örneğin, Çin 0.732’den
0.777’ye, Romanya 0.780’den 0.813’e, Macaristan 0.845’den 0.874’e, İran
0.722’den 0.759’a, Endonezya 0.692’den 0.728’e, Hindistan 0.578’den
0.619’a, Pakistan 0.516’dan 0.551’e, Mısır 0.659’dan 0.708’e çıkmıştır
(UNDP, 2007: 235-236).
Ülkelerin kendi içlerinde veya komşularıyla ilişkilerinde ne kadar barışçıl
olduğunu göstermeyi amaçlayan Küresel Barış Endeksi’ne göre de Türkiye’nin
128
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136
2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı
konumu
pek
olumlu
bir
görünüm
sergilememektedir.
121
ülkenin
değerlendirildiği 2007’de Türkiye 91. sırada yer alırken, 140 ülkenin
değerlendirildiği 2008’de ise 115. sırada yer almıştır.7 Söz konusu verilerden,
Türkiye’nin uluslararası toplumda artan saygınlığının iç dinamiklerle uyumlu
olmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır. İnsani gelişmişlikte öteki ülkeler ile
arasındaki farkı kapatmada önemli sıçrama yapamayan Türkiye, kendisiyle ve
komşularıyla
ne
kadar
barışçıl
olduğu
konusunda
da
ilerleme
kaydedememiştir. Bu durum, 2002-2008 döneminde Türkiye tarafından
saygınlık arayışı amacıyla takip edilen aktif dış politikanın sürdürülme şansını
azaltabilecek ve dış politikada artan saygınlığın güç alanındaki dış politika
amaçlarına kanalize edilebilmesini zorlaştıracaktır. Çünkü iç dinamiklerle
beslenmeyen saygınlık arayışları öteki ülkelerin gözünde yeterince ikna edici
olmayabilecektir.
Tablo 6: 2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışındaki
Konumu
Saygınlık/Dış
Dış Politika Alanı
Politika
Ülkenin Konumu
Etkileşimi
Arap-İsrail Sorunu ve Orta
Pozitif
Artan saygınlık
Doğu
Pozitif
Artan saygınlık
İran
Negatif
Azalan saygınlık
Ermenistan
Negatif
Azalan saygınlık
Rus-Gürcü Savaşı
Pozitif
Artan saygınlık
Medeniyetler Arası Diyalog
SONUÇ
Çalışma boyunca incelenen başlıca dış politika alanları, 2002-2008 döneminde
Türkiye’nin uluslararası toplumdaki saygınlığını artırdığı ileri sürülen yeni
politika açılımları yapılmış olanlardır. Elbette Rusya, Balkanlar, Kafkasya ve
Orta Asya Cumhuriyetleri ile genel olarak İslam ülkelerine yönelik
Türkiye’nin başka dış politika amaçları ve bu kapsamda uygulanan politikalar
7
http://www.visionofhumanity.org/gpi/results/
129
Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136
Davut Ateş
da mevcuttur. Ancak bunlar çoğu kere 2002 öncesi dönemde uygulana gelen
politikaların devamı veya bunların önemsizleşmesi biçiminde olduğundan
2002-2008
döneminde
Türkiye’nin
saygınlık
arayışı
kapsamında
değerlendirilmemiştir. Diğer yandan, aynı dönemde yakın coğrafyada başka
açılımların yapılabileceği, saygınlık arayışının sergilenebileceği başka bölgeler
de mevcut olmakla birlikte, buralarda ciddi bir atılım gözlenmemiştir. Örneğin,
Orta Asya ve Kafkasya’da bulunan Türki Cumhuriyetler ile ilişkiler önceki
dönemlere oranla canlılığını kaybetmiştir. Halbuki, Sovyetler Birliği’nin
dağıldığı 1990’ların başında Türkiye ile bu bölgeler arasındaki ilişkiler bugün
olduğundan çok daha fazla yoğundur. Üstelik o dönemde Türkiye yeni
bağımsızlığını kazanan cumhuriyetlere model olarak arz ediliyordu (Sürücü:
2002: 445-447) ve Türki Cumhuriyetlerin Türk dış politikasındaki yeri çok
daha üst sıralardaydı. O zaman Orta Asya ve Kafkasya’ya yönelik başlatılan
açılımlar
da
Türkiye’nin
saygılık
arayışının
birer
sonucu
olarak
gösterilmekteydi (Oran, 1996: 354). Benzer biçimde 1990’ların başında Sovyet
tehdidinin ortadan kalkmasıyla AB ve ABD ile ilişkilerin belirsizleşmesi
üzerine Türkiye’nin girişimiyle oluşturulan Karadeniz Ekonomik İşbirliği
Örgütü konusunda da bir ilerleme olmamıştır (Sam, 2008: 13-14).
Bir dönem bir ülkenin saygınlık arayışında üst sıralarda olan bir konunun,
önemini korumasına rağmen başka bir dönemde rafa kaldırılması doğal olarak
saygınlığın devamlılığının sorgulanmasına neden olmaktadır. Bir diğer deyişle
1990’larda Türk dış politikasında statükoculuğun terk edilmesi girişimi o
dönemde Sovyetler Birliği’nin -dış etken- yıkılmasından sonra ortaya çıkan
heyecanın bir yansıması (Oran, 1996: 356) olarak ele alınabilir. Benzer
biçimde, 2002’den sonra Türk dış politikasında görülen canlılık da uzun yıllar
ülke içindeki iktidar erkinden uzak tutulduğuna inanan kesimlerin -iç etkendış politikaya kattığı dönemsel bir katkı olarak değerlendirilebilir.
Bir ülkenin uluslararası toplumda saygınlık arayışının bu şekilde iç veya dış
etkenlere bağlı olarak konjontürel nitelik arz etmesi; bir taraftan güç dağılımı
130
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136
2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı
alanındaki çabaları olumsuz etkilerken diğer yandan da bazı alanlarda elde
edilen saygınlığın başka dış politika amaçlarının gerçekleştirilmesine
yönlendirilememesi gibi olumsuzluklar taşımaktadır. Zira belirli iç veya dış
etkenlerin dönemsel olarak dış politika hedeflerinin takip edilmesinde
belirleyici öğe konumuna gelmesi, ulusal çıkarın sürekliliğini ve günün
gereklerine uygun biçimde güncellenmesini gölgede bırakabilmektedir.
1990’larda Orta Asya ve Kafkasya nedeniyle adından sıkça söz edilen Türkiye
2000’li yıllarda da 11 Eylül olayının etkisiyle Orta Doğu veya İslam dünyasına
yönelik politika planlamalarında sıkça gündeme gelmiştir. Bu durum
Türkiye’nin saygınlık arayışı politikalarına destek olurken güç arayışında çok
da destekleyici görünmemektedir.
1990’lardaki Orta Asya ve Kafkasya’nın dış politikadaki ağırlığının 2002’den
sonra Orta Doğu bölgesine doğru kayması, dış politikanın iktidarların ideolojik
öncelikleriyle yakından ilgili olabileceği ihtimalini de ortaya çıkarmaktadır.
Nükleer teknoloji anlaşmazlığında İran-ABD, Orta Doğu barış sürecinde
Filistin-İsrail ve İsrail-Suriye, hatta Filistin’in iç sorununda Hamas-Fetih
arasında üstlenilen arabuluculuk girişimlerinin çok önemli bir ortak noktası
bulunmaktadır: Her bir sorundaki taraflardan biri Orta Doğu bölgesindedir ve
başta ABD olmak üzere uluslararası toplum tarafından dışlanmış vaziyettedir.
Dolayısıyla, 1990’larda Orta Asya ve Kafkasya’ya model biçiminde arz edilen
ve bunun gereklerini dış politika üzerinden gerçekleştirmeye çalışan Türkiye
2002 sonrasında Orta Doğu bölgelerine model biçiminde sunulmaya
başlanmış, bunun doğal uzantısı kendisini dış politikada da göstermiştir. Bir
diğer deyişle, dış politika üzerinden Türkiye’nin saygınlık arayışı ülkeyi
yönetenlerin öncelikleriyle biçimlendirilmiştir.
Bu nedenle, saygınlık arayışındaki olumlu gelişmeler güç arayışına ilişkin
(Kıbrıs, AB, ABD, Irak) dış politika hedeflerini desteklememiştir. Politikaya
muhatap bölge ülkeleri Türkiye’de dış politikayı yürütenlerin ideolojik
tercihlerinin farkındadır ve bunun süreklilik arz etmeyeceğini hesaba
131
Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136
Davut Ateş
katmaktadır. Uygulanan politikalar her ne kadar konjonktürel olarak ülkenin
saygınlığını artıyor görünse de, artan saygınlık güç arayışına doğrusal biçimde
yansımamaktadır. Zira dış politikanın belirli bir alanında iletişim kurulan
muhatap,
Türk
dış
politikasının
ideolojik
tercihli
yapısına
güvenmeyebilmektedir. Bu güvensizlik artan saygınlığın sürekliliği üzerindeki
kuşkuyu ve güç arayışına neden yansıtılamadığını kısmen açıklar.
Örneğin, İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreterliğine bir Türk’ün atanması
veya Türkiye’nin rakiplerine oranla daha fazla oy toplayarak BM Güvenlik
Konseyi Geçici Üyeliğine seçilmesi Türkiye’nin uluslararası toplumda artan
saygınlığının göstergeleridir. Buna rağmen, artan saygınlık güç arayışına
yeterince yansıtılamamıştır. Bunun en önemli nedenlerinden biri dış
politikadaki
saygınlık
artışının
iç
organizasyon
dinamiklerinden
kaynaklanmıyor olmasıdır. UNDP İnsani Gelişim Endeksi’nde Türkiye 20022008
döneminde
öteki
ülkelerle
kıyaslandığında
önemli
atılımlar
yapamamıştır. Ayrıca Küresel Barış Endeksi’ndeki yeri de pek iç açıcı
görünmemektedir. İç organizasyonun bu durumu nedeniyle, saygınlık
arayışında aktif politikalar benimseyen Türkiye artan saygınlığını güce
dönüştürmede yeterince becerili olamamıştır. Bu durum, iç dinamiklere
dayanmayan ve uluslararası toplumda sadece dış politika yoluyla sergilenen
saygınlık arayışının bir ülkeye ötekiler üzerinde meşru emretme kabiliyeti
kazandırmayacağını göstermektedir.
Sonuç olarak, 2002-2008 döneminde saygınlık arayışında belirlenen dış
politika amaçlarının çoğunda kaydedilen ilerleme nedeniyle Türkiye’nin
saygınlığının arttığı iddia edilebilir (Arap-İsrail sorunu ve Orta Doğu, nükleer
İran, medeniyetler arası diyalog gibi). Çalışma kapsamındaki tarihsel kesitte
tanımlanan Türk dış politikası amaçlarından bazılarının zaman içerisinde
değişime uğraması, güncelliğini yitirmesi veya daha güçlü biçimde elde
edilmesi gereken hedefler olarak yeniden tanımlanması elbette olasıdır. Zira
uluslararası ilişkiler dinamik nitelik arz etmektedir ve öteki devletlerin değişen
132
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136
2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı
konumlarına göre Türkiye’nin ulusal çıkar dahilindeki dış politika amaçlarının
geçerliliğini sürekli gözden geçirmesi doğaldır. Bu nedenle, burada belirli dış
politika hedefleri çerçevesinde belirli bir tarihsel döneme ilişkin olarak yapılan
saygınlık arayışı analizi, konunun 2008 sonrasında da aynı biçimde
değerlendirilebileceği anlamına gelmemektedir.
Üstelik dış politika amaçları doğrultusunda yürütülen temasların olumlu veya
olumsuz sonuçlarının incelemeye tabi dönemde ortaya çıkmayabileceği de
gözden kaçırılmamalıdır.
Sosyal olgulardaki
geri döngünün takvime
bağlanması imkanı sınırlı olduğundan, 2002-2008 dönemini kapsayan
incelemenin ortaya koyduğu sonuçların bugün itibariyle -2008 yılı sonugeçerlilik arz edebileceği, belirli bir zaman sonra değişen şartlar dahilinde
geçerliliğini kaybedebileceği açıktır. Çalışma boyunca yapılmaya çalışılan şey;
Türkiye’nin belirli bir dönemde uluslararası toplumda sergilediği saygınlık
arayışının hangi politika alanlarında ve nasıl olumlu veya olumsuz sonuçlar
ürettiğinin ve güç politikasına nasıl yansıdığının ortaya konulmasıdır. Böylece,
Türkiye’nin saygınlık arayışı, bu kapsamda belirlediği dış politika hedefleri ve
bütün bunları yöneten karar vericiler ile öteki iç ve dış etkenler arasındaki
etkileşim resminin açığa çıkarılması ve bundan sonraki olası dış politika
planlamasının aydınlatılması mümkün olabilecektir.
KAYNAKÇA
BRIDGES, A: “Newsletter of the Christian-Muslim Network”, No 36, 2007.
DAĞI, İHSAN D. (ed.): “Türk Dış Politikasında Gelenek ve Değişim”, Siyasal
Kitabevi, Ankara, 1998.
ERDOĞAN, R.TAYYİP: “Conference Message”, Laura Wong (ed.), The
International Ministrerial Conference on Dialogue among Civilizations: Quest
for New Perspectives, UNESCO, Paris, 2004.
GILPIN, ROBERT: War and Change in World Politics, Cambridge University
Pres, Cambridge, 1981.
133
Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136
Davut Ateş
GÖZEN, RAMAZAN: “Türk Dış Politikası Barış Vizyonu”, Palme Yayıncılık,
Ankara, 2006.
GÜVEN, HALİL: ‘‘Dialogue of Civilizations’’, Adel Safty ve Halil Güven
(Ed.), Learship and Human Development, Universal Publishers, USA, 2003.
HALE, WILLIAM: “Türk Dış Politikası: 1774-2000”, Çeviren Petek Demir,
Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2003.
HOLSTİ, KALEVİ J.: “International Politics: A Framework for Analysis,”
Prentice Hall, Englewood, 1995.
KAUSCH, KRİSTİNA, ISAİAS BARRENADA: ‘‘Alliance of Civilizations:
International Security and Cosmopolitan Democracy’’, ICEI WP 03/05FRIDE Working Paper, No 13, 2005.
KONA, GAMZE G.: ‘‘Ortadoğu’da Güvenlik Algılaması ve Dahili Risk
Faktörlerinin Etkisi’’, Akdeniz Üniversitesi İİBF Dergisi, Sayı 8, 2004.
KONA, GAMZE G.: ‘‘Kerkük ve Rusya Federasyonu’’, Global Strateji, Cilt 3,
Sayı 8, 2007.
MORGENTHAU, HANS J.: “Politics Among Nations”, McGraw Hill, New
York, 1992.
MUMCU
Yaklaşımla
CUMHUR,
1998
YASEMİN
Türkiye-Suriye
KAHRAMANER:
Krizinin
Analizi’’,
‘‘Oyun
Teorik
İstanbul
Ticaret
Üniversitesi Dergisi, Cilt 3, Sayı 6, 2004.
ORAN, BASKIN: ‘‘Türk Dış Politikası: Temel İlkeleri ve Soğuk Savaş
Ertesindeki Durumu Üzerine Notlar’’, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi Dergisi, Cilt 51, Sayı 1, 1996.
SAM, RIZA: ‘‘Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler ve
Türkiye’nin Politika Açmazları’’, Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar
Dergisi, Cilt 1, Sayı 1, 2008.
SANTAGOSTİNO, ANGELO: ‘‘A Magna Europe for Solidarity between
Civilizations’’, DG-EAC/Jean Monnet Project, EC, (Brussels, 2004).
134
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136
2002-2008 Döneminde Türkiye’nin Saygınlık Arayışı
SÖNMEZOĞLU, FARUK (Ed.): “Türk Dış Politikasının Analizi”, İstanbul,
Der Yayınları, İstanbul, 1998.
SÜRÜCÜ, CENGİZ: ‘‘Kavramsal Tartışmalar, Pratik Oluşumlar Işığında
Orta Asya Geçiş Süreci’’, Mustafa Türkeş ve İlhan Uzgel (ed.), Türkiye’nin
Komşuları, Ankara, İmge Kitabevi, Ankara, 2002.
TANRISEVER, OKTAY F.: ‘‘Sovyet Sonrası Dönemde Rusya’nın Kafkasya
Politikası’’, Mustafa Türkeş ve İlhan Uzgel (Ed.), Türkiye’nin Komşuları,
İmge Kitabevi, Ankara, 2002.
TURAN, KEMAL: ‘‘İran Nükleer Krizinde Bıçak Sırtında Siyaset’, Güvenlik
Stratejileri Dergisi, Cilt 4, Sayı 7, 2008.
TÜRKEŞ, M. VE İLHAN UZGEL (Ed.): “Türkiye’nin Komşuları”, İmge
Kitabevi, Ankara, 2002.
United Nations Development Programme: “Human Development Report
2002”, Oxford University Press, New York, 2002.
United Nations Development Programme: “Human Development Report
2007/2008”, Palgrave Macmillan, New York, 2007.
WALTZ, KENNETH N.: “Theory of International Politics”, Random House,
New York, 1979.
WINDSOR, JENNIFER L.: ‘‘Promoting Democratization can Combat
Terrorism’’, The Washington Quarterly, Vol. 26, No 3, 2003).
WOHLFORTH, WILLIAM C.: “The Elusive Balance: Power and Perceptions
during the Cold War”, Cornell University Pres, Ithaca, 1993.
YALÇINKAYA, ALÂEDDİN: ‘‘6 Ekim 2004 Tarihli AB Raporlarında Fırat
ve Dicle Suları ile İlgili Düzenlemelerin Hukuksal Tahlili’’, Su Politikaları
Kongresi (2. Cilt), TMMOB, 2006.
Web Siteleri:
BERİŞ, YAKUP: ‘‘Genişletilmiş Orta Doğu Girişimi ve Türkiye’’, (2004),
www.tusiad.us, Erişim Tarihi 19/9/2008.
135
Journal of Social Sciences 1 (02), 2008, 99-136
Davut Ateş
Birleşmiş Milletler: Medeniyetler İttifakı: Yüksek Düzeyli Grup Raporu, (New
York, 2006), www.medeniyetlerittifakı.gov.tr, Erişim Tarihi 29/9/2008.
Hürriyet: ‘‘Üçlü Diyaloğa Devam’’, www.hürriyet.com.tr, (27/9/2008).
Hürriyet: ‘‘Ermenistan’dan Müthiş Türkiye Açılımı’’, www.hurriyet.com.tr,
28/10/2008, Erişim Tarihi 28/10/2008.
EU: ‘‘EU Parliament Speaker Endorses Alliance of Civilizations’’, (2005),
http://newsgroups.derkeiler.com/Archive/Soc/soc.culture.canada/2005−09/msg
00194.html, Erişim Tarihi 29/9/2008.
KHOURİ, RAMİ G., ‘‘Iraq-Next Steps: How can Democratic Institutions
Succeed in Iraq and the Middle East’’, Statement to the U.S. Senate Foreign
Relations
Committee
Hearing,
Washington
D.C.
(2003),
www.globalsecurity.org/military/library/congress/2003hr/khouritestimony,
Erişim Tarihi 10/10/2008.
ÖZKAN,
GÜNER:
‘‘Türkiye’nin
Kafkasya
İttifakı
Teklifi’’,
2008,
http://www.usak.org.tr/ haber.asp?id=37, Erişim Tarihi 9/10/2008.
REHN, OLİ: “Müzakerelerin Sonucu Türkiye’ye Bağlı’’, www.hurriyet.com.tr,
3/10/2008, Erişim Tarihi 8/10/2008.
T.C. Dışişleri Bakanlığı: ‘‘İsrail-Suriye Arasındaki Aracılı Barış Görüşmeleri
Hk.’’, Basın Açıklaması No 174, www.mfa.gov.tr, Erişim Tarihi 29/9/2008.
USAK: ‘‘USAK Gürcistan Krizi Değerlendirme Raporu’’, Uluslararası
Stratejik Araştırmalar Kurumu (Ağustos 2008), www.usak.org.tr, Erişim
Tarihi 10/10/2008.
USAK Bilgi Notları: ‘‘Rusya’nın Güney Osetya ve Abhazya’yı Tanıma
Kararı’’, Erişim Tarihi 9/10/2008, USAK (2008),
http://www.articlevideo.com/G%C3%BCrcistan_Krizi_ve_Tanima.pdf,
YASED: “Foreign Direct Investment Report”, Yabancı Sermaye Derneği,
(July 2007),
http://www.yased.org.tr/webportal/English/istatistikler/tudyi/yr/Documents/FD
IReport-june07.pdf, Erişim Tarihi 15/10/2008.
136
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (2), 2008,99-136
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies ? (?),2008,137-159
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
KIBRIS’TA FEDERAL ÇÖZÜMÜ DESTEKLEYENLERLE,
KARŞI ÇIKANLARIN GÖRÜŞLERİ VE
BUNLARIN MUKAYESESİ
Soyalp Tamçelik∗
Özet
Bu araştırmada, Kıbrıs Türk ve Rum toplumları içinde federal çözümü ‘destekleyenler’
ile ‘karşı çıkanların’ görüşleri ve savundukları kavramların özellikleri ele alınmıştır.
Bundan hareketle araştırmanın temel amacı, Kıbrıs’ta kurulması düşünülen federatif
sistemi destekleyenlerle, karşı çıkanların mukayesesini yapmak ve bunların savunduğu
görüşleri ortaya koymaktır. Araştırma, iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde
federalist-bütünleşmesi ve merkeziyetçi görüşe göre federal devletin yapısı, şekli ve
özelliklerinin ne olduğu belirtilmiştir. İkinci ve son bölümde ise milliyetçi-millî devletçi
ve adem-i merkeziyetçi görüşe göre kurulacak federal devletin nasıl olacağı mukayeseli
bir şekilde incelenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Kıbrıslılık, Federasyon, Milliyetçi, Self-determinasyon, Kimlik,
Egemenlik.
Abstract
In this research, the opinions of ‘the supporters’ and ‘the opposers’ of a solution which
stipulates founding a federal system in Cyprus and the characteristics of the notions
they argue for were discussed. Thereby, the fundamental objective of the research is to
compare the supporters and opposers of the federative system thought to be founded in
Cyprus and to put forward the opinions they argue for. This research is composed of
two sections. In the section 1 the structure, form and features of federal state according
to federalist-integrationist and nationalist approach were explained. In the section 2
how a federal state would be founded according to nationalist, nation-statist, noncentralist opinion was comparatively studied.
Key Words: Cypriotism, Federation, Nationalist, Self-determination, Identity,
Sovereignty.
GİRİŞ
Kıbrıs’ın siyasî ve coğrafî olarak ikiye bölünmesinden sonra her iki toplum
içinde, bu bölünmeye karşı birtakım tepkiler gelişmiştir. Bu tepkilerin başlıca
konusu, Kıbrıs meselenin çözümlenmesine bağlı olarak oluşacak yeni siyasal
sistemin birey, grup ve devlet kavramları temelinde sorgulanması noktasında
∗
Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, [email protected]
Soyalp Tamçelik
odaklanmıştır. Bu açıdan bakıldığında, her iki toplum içindeki siyasal güçlerin
genel olarak iki farklı grupta toplandıkları görülmektedir. Bu gruplaşmanın bir
yanında, iki toplumun ortaklığına dayalı bir Kıbrıs devletinin, belirli siyasal
kriterlerle tanımlanan ‘toplum hakları’ (Vural, 1996: 242) temelinde yeniden
yapılanmasını gerekli gören federalist, ki bunlar bütünleşmeci ve merkeziyetçi
eğilim tarzı içindedirler, öte yanda ise ‘grup haklarını’ bir bütünleşme unsuru
olarak değil, ‘millî’ egemenliğin bir unsuru olarak değerlendiren milliyetçi,
millî devletçi ve adem-i merkeziyetçi bir kümeleşme eğilimi vardır.
Bu iki temel yaklaşımın birbiriyle çelişen eğilimlerine karşın, etnik ilişkileri,
‘toplum hakları’ temelinde değerlendirme yaptıkları söylenebilir. Bireysel
haklarda olduğu gibi buna sahip olan birime bazı yetkiler ve sorumluluklar
sağladığı düşünülürse,
ilişkilendirilen
‘toplum
hakları’
‘self-determinasyon’
kavramını
ilkesinin
ve
konuyla
bu
ilgisi
kavramla
olduğu
görülecektir. Aslında toplumsal haklar kavramına, iki farklı açıdan yaklaşmak
gerekmektedir. Bunlardan ilki, bu hakları ‘sonradan edinilen’, öbürü de ‘tabiî
ve yaradılıştan kaynaklanan’ haklar olarak kabul edilmektedirler (Dyke, 1977:
345). Bir başka deyişle tabiî haklar, belirli bir grubun, kendiliğinden elde ettiği
(Vural, 1996: 242), herhangi bir otoritenin onayını olmayan haklar olarak
değerlendirilebilir. Buna karşın sonradan edinilen haklar, toplum üyeleri veya
devlet tarafından gruba devredilen haklar olarak ifade edilebilirler (Vural,
1996: 242). Kaldı ki toplum haklarının, toplumun var oluşunun bir sonucu
olarak nitelendirilmesi, bu hakların sınırlanamayacağı anlamına gelmektedir.
Böyle bir yaklaşım ise etnik toplumların, içinde bulundukları siyasal sistemin
özelliklerine ve toplum haklarına ilişkin hukukî düzenlemelerin niteliklerine
bakılmaksızın, ‘kendi kaderlerini belirleme hakkına’ da sahip oldukları gibi bir
sonuca yol açmaktadır. Öte yandan toplum haklarının, etnik toplumun var
oluşunun değil, siyasî ve hukukî düzenlemelerin bir sonucu olarak görülmesi,
bu hakların sınırlanabileceği anlamına gelmektedir.
138
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,137-159
Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve
Bunların Mukayesesi
Konuyu uluslararası hukuk ve siyaset açısından inceleyen bazı yazarlar,
toplum hakkı olarak değerlendirilen ‘kendi kaderini belirleme hakkının veya
ilkesinin’ (Knight, 1985: 268-269) ikili bir işleve sahip olduğunu ileri
sürmektedirler. Buna göre bu ilkenin birinci işlevi, egemen bir siyasal birim
olan devletin toprak bütünlüğünü korumayı öngörürken, ikinci işlevi de devlet
tarafından baskı altına alınan etnik grupların devlet kurma haklarını
meşrulaştırmasıdır (Knight, 1985: 268-269). Bu ikili işlev nedeniyle, sabit ve
her koşulda uygulanabilir bir self-determinasyon kavramının oluşturulmasının
zor olduğu da ileri sürülmektedir. Bu açıdan bakıldığında, Kıbrıs’ta, federalistbütünleşmeci ve milliyetçi yaklaşımların toplum haklarını farklı içeriklerle
yorumladıkları görülmektedir. Dolayısıyla Kıbrıs’ta etnik ilişkilerin, hâlen
içinde bulunduğu dönemdeki gelişiminin seyri ve gelecekteki yapılanmanın
kavranabilmesi için bu gruplaşmanın siyasî bakımdan taşıdığı önemin
anlaşılması gerekmektedir.
FEDERALİST-BÜTÜNLEŞMECİ
VE
MERKEZİYETÇİ
GÖRÜŞE
GÖRE FEDERAL DEVLETİN YAPISI
Her iki toplum içindeki federalistler, Kıbrıs devletinin gelecekteki siyasî
statüsü ve etnik ilişkiler konularında tam bir görüş birliği içinde olmamakla
birlikte, federal sistemin başlıca iki temel ilkesi olan ‘kitle katılımı’ ve ‘toplum
dair
yaklaşımda,
zaman
zaman
paylaşmaktadırlar.
Federalistler,
Kıbrıs
devletinin
özerkliğine’
aynı
siyasal
federal
bir
çizgiyi
sistem
çerçevesinde yeniden teşkilâtlanması gerektiğini ileri sürerken (Vural, 1996:
243),
açık
olarak
dile
getirmeseler
bile,
bunu
iki
temel
ilkeye
dayanmaktadırlar. Bunun dışında fizikî ve siyasî bölünmenin engellenmesi,
barış ve siyasal istikrarın sağlanması gibi gerekçeler de federalistlerin
dayandığı diğer temel noktalardır (Vural, 1996: 243). Bu nedenle, Kıbrıs
sorununun ayrılmaz bir parçası durumunda olan dış garantiler konusu, her iki
federe birimin denetiminde bulunacak toprak miktarı ya da siyasal
139
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 137-159
Soyalp Tamçelik
ideolojilerden kaynaklanan diğer farklı düşünceler, adadaki iki toplumun ve
dolayısıyla federalist çevrelerin doğrudan bir siyasal etkileşim içinde
olmamalarından kaynaklanan farklılıkların, birinci derecede önemli olmadığı
söylenebilir. Bundan hareketle iki toplum içindeki bazı siyasî grupların ayni
grup içinde olması doğal karşılanmalıdır.
Kıbrıs Türk Toplumundaki Federalist-Bütünleşmeci ve Merkeziyetçi
Görüşler
Türk federalistler, Kıbrıs’ta iki farklı kimlik grubunun var olduğunu iddia
etseler de, aslında Kıbrıs’ta ‘tek bir ulusal kimlikten’ (Kızılyürek, 1991: 2) söz
etmektedirler. Hatta gelecekte bir ‘Kıbrıslı Kimliği’nin’ yaratılabileceğini iddia
edenler ve düşünenler vardır. Bu şekilde düşünenler, geleceğin uyumlu
toplumunu, yani Kıbrıslı Türklerin ve Rumların etnik kimliklerini çatışan
unsurlarından arındırarak, zaten bünyesinde var olan ‘Kıbrıslılık bilincine’
dayanacağını belirtirken, bunun, Kıbrıslı Türk ve Rum kimliklerinin inkârı
anlamına da gelmediğini ileri sürmektedirler (Kızılyürek, 1991: 2). Buna
istinaden iki farklı kültürel kimliği tanımlamak için de ‘toplum’ ya da ‘halk’
kavramlarını kullanmaktadırlar.
Lakin ‘iki toplumluluk’ ya da ‘halklarla’ ilgili kavramlara, azınlık-çoğunluk
ilişkisi yaratacak bir şekilde yaklaşmamaktadırlar. Bunun ötesinde Türk
federalistler, ‘Kıbrıslılık bilincine’, Kıbrıs’ın gelecekteki siyasal statüsü
açısından
da
önem
vermektedirler.
Buna
göre
“Kıbrıs
adası,
biz
Kıbrıslılarındır. Yunanistan ve Türkiye nasıl bu ülkelerin halklarına yetiyorsa,
Kıbrıs da biz Kıbrıslılara yeterli olmalıdır... Nasıl milyonlarca Helen’in,
milyonlarca Türk’ün bayrakları varsa, biz Kıbrıslıların da üzerinde
titreyeceğimiz bir bayrağımız olmalıdır...” (Adalı, 1992: 1) veya “...Bizi ayıran
değil, birleştiren bayraklara sarılmalıyız” (Adalı, 1992: 1) demektedirler.
Bu yaklaşımlarından ötürü, iki kimlik grubunun ‘siyasal eşitlik’ (Vural, 1996:
244) temelinde
devlet
yönetimine
katılmaları öngörülmektedir.
Bazı
federalistler, siyasal eşitliği her iki toplumun ayrı ayrı self-determinasyon
140
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,137-159
Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve
Bunların Mukayesesi
hakkına sahip olmalarının doğrudan bir sonucu olarak görmelerine rağmen,
bunu bir ulus-devlet yaratma amacıyla değil, tam tersine federal bir devlet
kurma amacıyla ilişkilendirmektedirler (Ortam Gazetesi, 17 Nisan 1989).
Gerçek şu ki federalist yaklaşım içinde dile getirilen bir başka görüş ise selfdeterminasyon ilkesini her ‘millet’ ya da ‘milliyetin’ demokratik bir hakkı
olarak tanımlamakta (Eraslan, 1989: 1), ama bu ilkenin uygulanmasının belirli
koşullara bağlı olduğunu ileri sürmektedir.
Aslında
Türk
federalistler,
siyasetin
‘kültürel
kimlik’
ekseninde
biçimlenmesinin, ‘milliyetçi çatışmaya’ (Vural, 1996: 244) yol açacağına
inanmaktadırlar. Bu yaklaşıma göre Rum milliyetçiliği, iki kültürel kimlik
grubunu
çoğunluk-azınlık
ilişkisi
içinde
değerlendirip
‘çoğunluğun
egemenliği’ kavramını ileri sürmekte, Türk milliyetçiliği ise iki toplumun
ilişkisine ‘ayrılıkçı’ bir eğilimle yaklaşmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla
federalistler, ‘milliyetçi çatışmaya’ yol açan bu zıtlaşmanın önlenmesi için
siyasal sürecin toplumsal çatışmaya dayandırılmasından kaçınılmasını gerekli
görmektedirler.
Türk federalistlerin, kültürel kimliğin siyasal süreç içinde çatışma ve siyasal
istikrarsızlığa yol açmasına engel olmak için henüz çok ayrıntılı bir program
oluşturduklarını söylemek mümkün değildir. Ama merkezî siyasal kurumlar
içinde iki toplumun siyasal işbirliğini gündeme getiren görüşleri, bu çerçeve
içinde değerlendirmek gereklidir. Buna göre:
“Federal Kıbrıs Cumhuriyetinde yasalar ya da hükümet kararnameleri, federal
organlara
ırkçılık
temelinde
mi,
yoksa
sınıfsal temel üzerinde
mi
hazırlanacaktır? [Bu] ırkçılık temelinde [olacaksa], zaten o federasyon, ne
önlem alınırsa alınsın yaşayamaz, çöker... “Meclise gelecek olan, örneğin bir
federal vergi yasasında, Türk milletvekillerinin hep bir doğrultuda, Rum
milletvekillerinin
de
tümüyle
diğer
doğrultuda
oy
kullanmaları
beklenmemelidir. [Çünkü] oyların yönünü, partilerin temsil ettikleri sınıf ve
141
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 137-159
Soyalp Tamçelik
katmanların çıkarları belirleyecektir” (Yeni Düzen Gazetesi, 1 Şubat 1991)
anlayışı hakimdir.
Aslında siyasal, toplumsal ve ekonomik teşkilâtlanmaların federe devlet
düzeyinde olduğu gibi, federal düzeyde de etkinlik göstermelerini gündeme
getiren bir başka düşünce de vardır (An, 1990: 6). Özellikle siyasal partilerin
merkezî olarak teşkilâtlanmasının, siyasal sistemin istikrarı açısından
sağlayacağı yararları ifade ediyor olması, bu yaklaşımı daha da önemli
kılmaktadır.
Bunun dışında Türk federalistler, Kıbrıs Türk toplumu ile Türkiye arasında var
olan kültürel kimliğe ilişkin benzerliklere, siyasal bir anlam yüklenmesine
(Vural, 1996: 245) özellikle karşı çıkmaktadırlar. Bunun ötesinde özgün bir
Kıbrıs Türk kimliğinin var olduğunu ve Türkiye’den Kıbrıs’a yönelik göç
hareketlerinin bu kimliği bozulmakta (Yeni Düzen Gazetesi, 17 Nisan 1989)
olduğunu ileri sürmektedirler. Rum milliyetçiliğine olduğu kadar Türk
milliyetçiliğine de tepki duyan Türk federalistlerin, ‘çoğunluk yönetimi’ ve
‘millî merkezle bütünleşme’ yaklaşımlarına karşı tepkisi de şu şekilde ortaya
çıkmaktadır:
“Kıbrıslı Türkler olarak ne Rumların egemenliğinde bir azınlık, ne de
Türkiye’nin bir ili ya da ilçesi olmak istiyoruz. Kendi toplumsal kimliğimiz,
kültürümüzle küçücük bir toplum olarak insanlık değerlerini herkesle
paylaşmak istiyoruz. Nasıl ki Rumların hâkimiyetine girmek istemiyoruz, ayni
şekilde Turancı idealler uğruna Kıbrıslı Türk karakter ve kimliğimizin de
silinmesini istemiyoruz” (Soyer, 1992: 1) şeklindedir.
Milliyetçiler tarafından sıklıkla vurgulanan ve Kıbrıs Türk toplumunu, ‘Türk
ulusunun ayrılmaz bir parçası’ (Vural, 1996: 245) olarak niteleyen söylemine
karşılık, federalistler, Türkiye Cumhuriyeti’ne yaklaşımlarında hukukî
kavramlar
kullanma
eğilimindedirler.
Türkiye
ile
olan
ilişkilerin,
‘duygusallıktan uzak, gerçekçi bir zemine’ (Ortam Gazetesi, 17 Nisan 1989)
dayanması gerektiğini ve Kıbrıs Türk toplumunun kendi kendini yönetmesine
142
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,137-159
Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve
Bunların Mukayesesi
engel olacak bir içerik taşımaması gerektiğini ileri süren bu çevreler,
Türkiye’ye, sahip olduğu garanti hakları çerçevesinde bir yaklaşım
göstermektedirler. Buna göre Türk toplumunun güvenliğinin sağlanması için
Türkiye’nin garantörlük hakları aynen devam etmelidir. Ama bu şekilde dıştan
sağlanacak bir garantinin, silahların gölgesinde bir garanti olacağı ileri
sürülmekte ve bunun sonsuza dek sürdürülemeyeceği vurgulanmaktadır.
Bunun yerine ‘iki halk arasında oluşacak güven, işbirliği ve anlayış’ (Ortam
Gazetesi, 17 Nisan 1989) ortamının, ‘gerçek ve kalıcı bir güvenlik’ (Vural,
1996: 245) sağlayacağına inanılmaktadırlar.
Kıbrıs Rum Toplumundaki Federalist-Bütünleşmeci ve Merkeziyetçi
Görüşler
Rum toplumunda federalist eğilimi temsil eden siyasal grupların kültürel
kimliğe ilişkin yaklaşımları (Ortam Gazetesi, 17 Nisan 1989), ‘iki toplum ve
tek halk’ (Deliceırmak, 1993: 178) kavramını temel almaktadırlar. Aslında
federalist görüşü savunan Rumlar, ‘iki toplumluluk’ kavramını azınlıkçoğunluk
ilişkisine
dayandırmayarak,
siyasal
eşitlik
prensibiyle
ilişkilendirmektedirler. Bu çevreler, iki toplumun siyasal eşitliğini kabul
etmenin, birey hakları ve yurttaşların eşitliği kavramlarını reddetme anlamına
gelmediğini ileri sürmektedirler (Stavrinides, 1975: 41). Ayrıca siyasal eşitliği
sağlamanın bir aracı olarak görülen kitle katılımı ve toplumların özerkliği
ilkesi, iki bölgeli federal bir devletin kurulmasıyla gerçekleşebileceğini iddia
etmektedirler. Buna göre:
“Kıbrıs’ın federal sisteminde iki toplum arasında eşitlik olacaktır. Çünkü
Kuzey Kıbrıs’ta Kıbrıs Türk toplumu çoğunluktadır ve idarede de kendileri
olacaktır. Güneyde ise Rumlar çoğunlukta olup, onlar da idarede olacaktır. İki
toplumun eşit olması, iki eyaletin eşit olması ile de ifade edilecektir. Çünkü her
iki eyalet, merkezî federal anayasanın verdiği yetkilere dayanarak ayni yetki ve
fonksiyona sahip olacaktır. [Böylece] siyasal eşitlik, her iki toplumun merkezî
yasama organı olan üst meclis ve yargı organlarına eşit bir şekilde
143
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 137-159
Soyalp Tamçelik
katılmalarıyla sağlanacaktır” (Yeni Düzen Gazetesi, 20 Mart 1991)
görüşündedirler.
Aslında iki toplumun siyasal eşitliğinin 1960 yılından beri var olduğunu
savunan bu yaklaşım (Angelides, 1990: 9-12), Rum milliyetçilerinin ileri
sürdüğü ‘çoğunluğun yönetimi’ ilkesini reddetmekle sınırlı kalmıyordu. Aynı
zamanda onlar, birey haklarının yerine toplum haklarına önem veriyorlardı.
Aslında yaklaşımın, belirli bir ideolojik zemine dayandığı görülmektedir.
‘Kıbrıslılık’ kavramına bilinçli ideolojik bir tercih olarak yaklaşan Rum solu
ve liberalleri, Elen millî kimliğiyle olan ilişkinin, ‘Kıbrıs halkının’ kültürel
kimliğini etkilediğini kabul etmekle birlikte, bu ilişkiye belirleyici bir önem
vermekten özellikle kaçınmaktadırlar. Böylece, ‘Kıbrıslılık’1 siyaseti, ‘kültürel
bir temele’ dayanmasını zorunlu gören milliyetçi ideolojiye karşı, sol ve liberal
çevrelerin bir yanıtı olarak yeniden tanımlanmış olmaktadır. Buna göre
Kıbrıslı Rumlarla Türklerin yakınlaşması, AKEL’in baştan beri izlediği
çizginin ayrılmaz bir parçasını teşkil etmektedir. Aslında bu görüş, parti
ideolojisinin enternasyonal ve anti-şoven karakterinden ve AKEL’in Kıbrıslı
Rumların ve Kıbrıslı Türklerin birlikte bir halkı, yani ‘Kıbrıs halkını’ (Yeni
Düzen Gazetesi, 21 Mart 1989) oluşturduğu ve Kıbrıs’ın, her iki halk için de
ortak bir vatan olduğu tezinden kaynaklanmaktadır.
Ne var ki, siyasal yapının kültürel unsurlara dayanmasını öngören
milliyetçiliğe karşı geliştirilen ve ‘Kıbrıslılık’ kavramını temel alan
bütünleşmeci eğilimin, toplum haklarına önem vermesiyle ilgili ciddi bir
çelişki yaşamaktadır. Bütünleşmeci eğilimi temsil eden çevrelerin genellikle
sol ve liberal gruplardan oluştuğu dikkate alındığında, bu çelişki daha da
önemli bir anlam taşımaktadır. Bilindiği gibi solcu Rumlar siyaseti, sınıf ve
1
Kıbrıs’ta 1960’lı yıllarda elit düzey arasında, iki toplumun ayrı kültürel kimliği yok sayılmadan
ve ortak ‘Kıbrıslı kimliği’ vurgulanan ‘Kıbrıslılık’ lafzı ortaya çıkmıştır. Bu akımının ilk
temsilcilerinden olan Nikos Lanitis’in de vurgulamış olduğu gibi, “Enosis ve yalnız Enosis
sloganı” aslında olumsuz bir politikadır. Ona göre Kıbrıslı Rumlar Zürih ve Londra
Antlaşmalarına sadık kalmalı ve Kıbrıslı Türklerin güvenini kazanmalıdırlar. Bunun için bkz...
Metallênos, 1998: 87-88; Heraclides, 2002: 263.
144
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,137-159
Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve
Bunların Mukayesesi
sınıf çelişkisi kavramlarıyla açıklama eğilimindedirler. Rum liberalleri ise
siyasal süreçte bireyi temel almakta, toplumu da ötelemektedirler. Bu yüzden
siyasete kimlik grupları düzeyinde katılım, her iki ideolojik yaklaşımın temel
tezleriyle çelişmektedir. Bu açık çelişkiye karşın, liberal ve sol grupların kitle
katılımına destek vermesi, pratik bir gereklilik olarak ortaya çıkarmaktadır.
Çünkü ideolojik yaklaşımlarına aykırı olsa bile siyasal süreç, kültürel kimlik
üzerinde şekillenmiştir. Ama bütünleşmeci eğilim, ideolojik bir seçenek olarak
bunu reddetmekte ve iki toplum üyelerinin bireysel ya da sınıfsal düzeyde
işbirliği yapmalarını, gelecekteki siyasal yapı ve ilişkiler için gerekli
öngörmektedirler. Bu nedenle, Federal Kıbrıs devletinin, ‘Kıbrıslılık’
kimliğine dayanması gerektiği ileri sürülmekte, siyasal ya da toplumsal
örgütlere üyeliğin kimliğe göre sınırlandırılmasına karşı çıkılmaktadırlar (Yeni
Düzen Gazetesi, 17 Nisan 1989). Türk federalistlerin siyasal kurumlar içinde
öngördüğü ve siyaseti, sınıfsal açıdan tanımlamalarının bir sonucu olarak ‘iki
toplum üyelerinin işbirliği’ (Vural, 1996: 248) yaklaşımına karşılık, Rum
federalistler,
‘ortak
siyasal
örgütlenmeler’2
şeklinde
olmasını
savunmaktadırlar.
Rum federalistlere göre ‘millî merkez’ olarak görülen Yunanistan’la olan
ilişkiler,
Garantörlük
Antlaşması
çerçevesinde
yürütülmelidir.
Rum
milliyetçiliğinin Kıbrıs’ı siyasal ve kültürel bakımdan ‘Elenizmin uzantısı’
olarak gören yaklaşımına karşılık federalistler, kurulması düşünülen federal
Kıbrıs Devleti’nin ayrı siyasal ve uluslararası kişiliğinin, bu ilişkilerden
olumsuz yönde etkilenmesine karşı çıkmaktadırlar (Haravgi Gazetesi, 11 Eylül
1994). Kıbrıs sorununun Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunlardan ayrı
tutulması gerektiğini ileri süren federalistler, milliyetçiler tarafından gündeme
2
Bu görüşe binaen AKEL, kendini “Kıbrıslı Türk ve Rum emekçilerinin partisi” olarak
tanımlamaktadır. Bunun için bkz... Çölaşan, 1980: 7.
145
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 137-159
Soyalp Tamçelik
getirilen
‘Ortak
Savunma
Doktrini’ne’3
de
aynı
gerekçeyle
karşı
çıkmaktaydılar.
Federalistlere göre Kıbrıs meselesi, “Elenizmin millî davası” (Filelefteros
Gazetesi, 8 Ekim 1988) olarak tanımlanamaz ve bulunacak çözümün, Türk ve
Yunan milletlerinden ziyade, Kıbrıs halkının çıkarlarına hizmet etmesi temel
savlarından birisidir. Gerçi Kıbrıs’ı ayrı bir siyasal birim olarak kavrayan bu
yaklaşımların yanı sıra, Elen dünyası ile Rum toplumu arasında kültürel bir
yakınlığın olmadığını ileri süren farklı düşüncelerin olması da federalist
eğilimi daha önemli kılar. Kıbrıslı Rum kimliğinin, Yunan dilinin
kullanılmasından ötürü, ‘Yunan millî kimliğinin bir uzantısı olarak kabul
edilemeyeceğini’ (Yeni Düzen Gazetesi, 10 Nisan 1992) ileri süren bu görüşe
göre Yunanistan, ‘herhangi bir yabancı devletten farksızdır’ (Vural, 1996:
248-249).
MİLLİYETÇİ-MİLLÎ DEVLETÇİ VE ADEM-İ MERKEZİYETÇİ
GÖRÜŞE GÖRE FEDERAL DEVLETİN YAPISI
Kültürel kimliğe ilişkin ‘iki toplumluluk’ ve ‘Kıbrıslılık’ kavramları
çerçevesinde oluşan ve ‘millî merkezlerle’ ilişkileri sadece hukukî düzeyde ele
alan federalist-bütünleşmeci ve merkeziyetçi eğilime karşın, her iki toplum
içindeki milliyetçiler, millî merkezlere yönelik kültürel ve siyasal bağlılığı
temel almakta ve yerel düzeyde özgün bir kültürel kimliğin varlığını
reddetmektedirler. Bundan hareketle Türk ve Rum milliyetçilerin federal
devlete dair görüşleri şu şekilde değerlendirilebilir.
Kıbrıs
Türk
Toplumundaki
Milliyetçi-Millî
Devletçi
ve
Adem-i
Merkeziyetçi Görüşler
3
Ortak Savunma Doktrini, Türkiye’nin Yunanistan’ı ve Kıbrıs Devleti’ni askerî bir saldırıyla
tehdit ettiğini ileri süren ve tüm Elen dünyasını, bu saldırıya karşı korumayı öngören bir askerî
işbirliği anlaşmasına dayanmaktadır. Aslında doktrinle, böyle bir saldırının güncel bir tehlike
olduğunu ve bu saldırının defedilebilmesi için Kıbrıs Rum ve Yunan silahlı kuvvetlerinin
stratejik işbirliğinin şart olduğunu iddia etmektedirler.
146
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,137-159
Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve
Bunların Mukayesesi
Kıbrıs’ta iki toplumu kapsayan bir millileşme sürecinin yaşanmadığını ileri
süren Türk milliyetçilere göre etnik ilişkiler, temelde her iki toplumun
birbiriyle çatışmasına ve tarihî düşmanlığa dayanmaktadır. Buradan hareketle
her toplum, kendi ‘millî tarihini’ ayrı ayrı yaratmıştır. Türk milliyetçiler için
‘Kıbrıslılık’, sadece coğrafî (Vural, 1996: 249) anlamı olan bir kavramdır.
Onlara göre Rumlar ve Yunanlılar, Türk toplumunu millî kimliğinden ayırmak
için bu kavramı kullanmamışlardır. Buna göre Yunanlılar ve Rumlar,
Panhelenistik ideallerine uygun olarak ‘Kıbrıslılık’ kavramına çok önem
vermektedirler. Aslında onlara göre Kıbrıslılık, Yunanlılıkla aynı şeydir.
Dolayısıyla Türk milliyetçilerine göre ‘Kıbrıslıyım’ diyerek ada Türklerini
Türklük bilincinin unutturulacağını ve kendilerini bir pota içerisinde
eritilmesine neden olacağını iddia etmektedirler (Çengel Dergisi, 1988:10-12).
Bu yaklaşıma göre Kıbrıs’ta iki kültürel kimlik arasında bazı biçimsel
benzerlikler olmasına rağmen, ortak bir kimlikten söz edilemez. Çünkü “adı
üstünde biz Türk’üz, onlar ise kendilerini Yunan sayan .... bir halk[tır]... Tarih
bunu belgeleri ile kanıtlamaktadır. Kaldı ki ayni kimliği paylaşmadığımız
içindir ki, bunca yıldır çatışıp duruyoruz” (İsmail, 1989: 5) görüşü ağır
basmaktadır.
Türk milliyetçiler, birbirinden farklı iki kültürel kimliğin varlığı nedeniyle,
Kıbrıs sorununun, ‘doğal’ (Deliceırmak, 1991: 7) bir hak olan ‘selfdeterminasyon’4 ilkesinin uygulanmasıyla çözümlenebileceğini ya da Türk
4
Aslında adadaki Rum ve Türk toplumları self-determinasyon ilkesi üzerindeki görüşleri
birbirlerinden çok farklıdır. Kıbrıslı Rumlar, Türkleri ‘halk’ unvanını alacak durumda
olmadığını, onların ancak ‘azınlık’ statüsünde bir toplum olduğunu belirtmektedirler. Ayrıca
azınlık olan bir halkın da ‘self-determinasyon’ ilkesini kullanacak kadar lüksü olmadığını ifade
etmektedirler. Bu yüzden Kıbrıslı Türklere azınlık statüsünde oldukları için ‘geniş otonomi’
verilmesi gerektiğini iddia emektedirler. (Bunun için bkz... Self-determination and The Turkish
Cypriots Minority, 1984: 4-5; Necatigil, 1998: 221). Çünkü BM’nin uygulamasında yer aldığı
biçimi ile bu ilkenin, özerk olmayan ve vesayet altındaki ülkelere, yani sömürgelere
uygulanmasının hedef alındığı üzerinde bir görüş birliği bulunmaktadır. Nitekim bu ilke,
Antlaşmaya konulurken, bunun ‘azınlıkların ayrılması’ biçiminde yorumlanmayacağı açıkça
belirtilmiştir. Bunun için bkz... United Nations Conference on International Organization,
Document:343 1/1/16, s. 1.
Aslında azınlıkların ayrılması hakkının, bu hükümlerin kapsamı içine alınması hâlinde
dünyadaki hemen hemen tüm devletlerin temelinden sarsılacağı, dolayısıyla da devletlere
147
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 137-159
Soyalp Tamçelik
toplumunun
bu
hakkı
ayrı
devlet
kurma
yönünde
kullandığı
için
çözümlendiğini ileri sürmektedirler. Aslında bu yaklaşım, millî kimliği
kültürel anlamının ötesinde, siyasal bir kavram olarak görme ve kültürel birim
ile siyasal birimin tam bir uyum içinde olmasını öngören ulus-devlet modelinin
doğal ve ideal bir yapılanma olarak tanımlama eğilimini yansıtmaktadır. Bu
nedenle toplum hakları ve siyasal eşitlik gibi federalist bütünleşmeci eğilimin
savunduğu ilkelere, daha farklı anlamlar yüklemektedirler. Buna göre özellikle
yüklenen anlam şudur: ‘Kuzey Kıbrıs toprakları üzerinde her şeyi ile egemen
olan KKTC Devleti vardır ve bu egemenlik, Türk milletinin uzantısı olan
Kıbrıs Türk halkındadır’.
Kaldı ki KKTC’nin Bağımsızlık Bildirgesi’nde, Kıbrıs sorununun çözümünde
belirli koşullar çerçevesinde Rumlarla bir federasyona gidilebilmesine imkân
veren bazı maddeler vardı. Aynı zamanda Cumhuriyet Meclisi’nin oy
birliğiyle aldığı bazı kararlarda da yine bir federasyona gidilebilmesine imkân
veriyordu (Vural, 1996: 250). Fakat ‘milliyetçiler’, GKRY gibi toprakları
üzerinde
egemenlik
iddia
eden
bir
yönetimle
federasyona
gitmek
istemiyorlardı. Şayet bir federasyona gidilecekse, Türk’ün de kuzeydeki
egemenliği tanınarak olmalıydı. Çünkü onlara göre egemenlik, ‘kayıtsız ve
şartsız Kıbrıs Türk ulusunundur’ (Kortun, 1988: 6).
Aslında millî egemenlik, Kıbrıs Türk milliyetçiler için yeni bir kavram
değildir. Özellikle 1963 Aralık bunalımından önce ve sonra, Türk iktidar eliti
içinde yer alan bir grup, siyasal meşruiyetin kaynağının Kıbrıs halkı ya da bir
bütün olarak iki topluma değil (Vural, 1996: 250), millî kimliğe sahip
toplumlarla ayrı ayrı bağlantılı olduğunu ileri sürülmüştür. Kıbrıs Türk
milliyetçiler, 1974 yılından sonra, iki toplumun fizikî ve siyasî olarak
birbirinden ayrılmasıyla ortaya çıkan fiilî siyasal koşulların ideal çözümü
oluşturduğunu, bundan geri adım atmanın ‘millî egemenlik’ ilkesiyle
dayanan uluslararası düzenin bozulacağı ve yeryüzünde bir anarşik durumun ortaya çıkacağı
ileri sürülmüştür (Gönlübol, 1993: 349). İşte Rumların dayandığı tezin esasları bu görüşe
dayanmaktadır.
148
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,137-159
Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve
Bunların Mukayesesi
çelişeceğini dile getirmektedirler (İsmail, 1998b: 423). Onlara göre, egemen
iki siyasal birim arasında, yani bir başka deyişle Kıbrıs Türk ve Rum devletleri
arasında, ve ancak iyi komşuluk ilişkileri içerisinde kurulabilirdi. Bundan
hareketle KKTC olgusunu dışlayan, yetkilerini paylaşan veya onun üstünde bir
başka yönetim şekline dönüşen herhangi bir yapıya şiddetle karşı
çıkılmaktadırlar (Birlik Gazetesi, 2 Temmuz 1988). Bir başka deyişle
KKTC’yi, Türk Federe Devleti’ne dönüştürecek herhangi bir plâna karşı
çıkmaktadırlar.
Aslında bu görüşe dair yaklaşım, iki toplumun ortak bir devlet çatısı altında
birleşmesini
tarihî,
kültürel
ve
siyasal
nedenlerden
ötürü
imkânsız
görmektedirler. Buna göre iki toplum, tarihin hiçbir döneminde bağımsız bir
devlet kurmayı amaçlayan ortak bir mücadele içine girmemiş (Gazioğlu, 1986:
286-291), tam tersine, Rumlar Yunanistan’a, Türkler de Türkiye’ye
bağlanmayı tercih etmişlerdir. Ayrıca ortak bir devlet oluşturmak, kimlik
farklılaşması nedeniyle de imkânsızdır. Bugünkü fiilî siyasal yapıyı göz ardı
ederek ortak bir devlet kurulması hâlinde, Türk toplumu sahip olduğu
egemenlik haklarını, Rum toplumuyla paylaşmak (Yeni Düzen Gazetesi, 12
Eylül 1991) zorunda kalacağından, federal bir yapıyı desteklememektedirler.
Buna karşın ada Türklerini, ‘millî bütünün bir uzantısı’ olarak gören Kıbrıslı
Türk milliyetçiler, ‘Kıbrıslılık’ kavramını ileri süren Türk federalistleri de
‘Kıbrıslı Türkleri anavatan Türkiye’den koparmaya çalışmakla’ (Birlik
Gazetesi, 26 Şubat 1994) suçlamaktadırlar. Kaldı ki Türk milliyetçiler, iki
toplum arasındaki kültürel farklılıkları vurgularken, Türk toplumunun ayrı bir
millî kimliğe sahip olduğunu ileri sürmektedirler. Ama Türk federalistlerin
Kıbrıslı Türklerin Türkiye’den de ayrı ve ‘özgün bir kimliği’ (Vural, 1996:
251) bulunduğuna ilişkin yaklaşımlarına da karşı çıkarak, ‘tek Türk kimliğinin’
savunucusu olmuşlardır.
Bu yaklaşıma göre Ankara’daki Türk’ün Ankaralı, Konya’daki Türk’ün
Konyalı, Van’daki Türk’ün de Vanlı olduğu kadar Kıbrıslı Türkler de
149
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 137-159
Soyalp Tamçelik
Kıbrıslıydılar (Birlik Gazetesi, 6 Şubat 1994). Kıbrıslı Türkleri, Türk
milletinin ayrılmaz bir parçası olarak gören bu yaklaşımın, sadece kültürel
kimliği tanımlamakla sınırlı kaldığı söylenemez. Çünkü milliyetçiler, kültürel
benzerliklerini aynı zamanda siyasal bağlılığa da dönüştürme eğilimindedirler.
Buna göre Kıbrıslı Türkler, esmekte olan federasyon rüzgârına karşı
dayanacak güçtedirler. Dolayısıyla Kıbrıs Türk toplumunun devleti olan
KKTC, hangi barış koşullarında ortaya çıkmışsa, ayni barış koşullarında ve
kimlerle federasyona gidecekse bunu kararlaştırabilecek güçtedir (Kortun,
1988: 5). Çünkü Kıbrıs Türk milliyetçilerine göre KKTC, ‘Kıbrıs
Cumhuriyeti’ ile federasyon kuracak kadar güçsüz bir devlet değildir.
Dolayısıyla Türk milliyetçileri, federasyonu, ancak iki ‘devletin’ bir araya
gelerek oluşturacakları bir ‘federal devlete’, kendi egemenliklerinden bir
kısmını devretmesiyle mümkün olabileceğine inanmaktadırlar (Soysal, 2001:
13). Zira onlara göre devletlerin varlığı ve egemenliği, yetkilerinin bir
bölümünü devredebilmek ve sınır ayarlaması yapabilmek için bile hukuk
açısından zorunlu bir önkoşuldur. Bu da gösteriyor ki milliyetçiler için
egemenlik, çözüm için tek ve en önemli argümandır.
Rum Toplumu İçindeki Milliyetçi-Millî Devletçi ve Adem-i Merkeziyetçi
Görüşler
Aslında Rum milliyetçilerin kültürel kimliğe ilişkin yaklaşımları, Türk
milliyetçilerin yaklaşımlarıyla kavramsal düzeyde büyük bir benzerlik
içindedir. Rum milliyetçiliği de ‘Kıbrıslılık’ ya da ‘ortak kimlik’ gibi
federalist-bütünleşmeci ve merkeziyetçi eğilimin ileri sürdüğü kavramları,
millî açıdan tehlikeli bulmaktadır (Sokratus, 1988: 5-6). Rum milliyetçilerine
göre bu kavramlar, Rumları anavatan Yunanistan’dan uzaklaştırmakta ve
Kıbrıs’ın Elen karakterini yıpratmaktadır (Sokratus, 1988: 5-6). Zaten bu
yaklaşım, Kıbrıslı Rumların özgün bir kültürel kimliğinin bulunmadığı
görüşüne de terstir. Bu yüzden iki toplum ilişkileri düzeyinde ele alındığında
Rum milliyetçiliği, Elenizmin ‘çoğunluk’, Kıbrıs Türk toplumunun da ‘azınlık
150
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,137-159
Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve
Bunların Mukayesesi
kültürünü’5 oluşturduğunu ileri sürmektedir. Zaten iki milliyetçilik arasındaki
fark da bu noktada ortaya çıkmaktadır.
Türk milliyetçiliği, iki toplumu anavatanların millî kimliğinin birer uzantısı
olarak görmesine karşın, Rum milliyetçiliği, ‘içinde Türk azınlığın da
bulunduğu Kıbrıs halkının’ Elenizmin kültürel uzantısı olduğunu ileri
sürmektedir. Kaldı ki Rum milliyetçiler için ‘Kıbrıslılık’, sadece coğrafya ile
sınırlı bir kavramdır. Böylece kültürel kimliklerin tanımlanmasından elde
edilen ‘çoğunluk’ ve ‘azınlık’ kavramlarına, siyasal6 bir anlam yüklenmektedir.
Buna göre Kıbrıslı Türkler egemenlik haklarına sahip bir halk değil, bir azınlık
toplumu olarak kabul edilmektedir (TAK RBÖ, 7 Şubat 1992). Aslında bu
yaklaşımı savunanlar, her iki toplum içindeki federalist-bütünleşmeci ve
merkeziyetçi eğilim tarafından öne sürülen toplum hakları ve siyasal eşitlik
kavramları, ‘çoğunlukla azınlığı eşit tutulmasının demokrasi ilkesiyle
çeliştiğini’ (Agon Gazetesi, 28 Ağustos 1988) ileri sürerek reddetmişlerdir.
Zaten Rum milliyetçilerin, Kıbrıslı Türklerin toplum haklarını ve siyasal eşitlik
ilkesini reddetmelerinin, sadece demokrasi kavramıyla sınırlı olmadığı
bilinmektedir. Toplum hakları yerine, birey (Polemitis, 1992: 8-9) haklarına
önem veren bir yaklaşımla hareket eden bu çevrelere göre insanlar arasında
kültürel kimliğe bakılarak ayrım yapılmaması (Simerini Gazetesi, 27 Ekim
1992) ve çoğunluğun yönettiği azınlığın ise denetim işlevini gördüğü ‘üniter
bir devletin’ (Moran, 1997: 4) kurulması sağlanmalıdır. Aslında Rum
milliyetçiliğinin toplum haklarına karşı birey haklarını ileri sürmesi, siyaseti
kimlik oluşumlarından ayrı tuttuğu anlamına gelmez. Tam tersine iki kimlik
arasında azınlık-çoğunluk ayrımı yaparak, egemenliği çoğunluktaki kültürel
5
Rum milliyetçilerine göre Türklerin dinî ve kültürel hakları dışında hiçbir hakları olamazdı.
Hele adanın mukadderatının tayininde veto hakları hiç olamazdı. Bunun için bkz... Eleftheria
Gazetesi, 21-31 Ocak 1972; Denktaş, 1998: 306.
6
Bununla ilgili olarak bkz... TESEV Kıbrıs Politikaları Gündemi, (21 Temmuz 2001),
tesev.com.tr; Ayrıca bkz... “Klerides, 24 Ağustos 1971 tarihli mektubunda görüşlerini aynen
tekrarlamakta, yani Kıbrıs Türklerini ‘imtiyazlı azınlık’ statüsüne indirgeyecek formüllerin
müdafaasını yapmaktadır. Hedef, Rum çoğunluğuna tâbi üniter bir devlet oluşturmaktır”
(Denktaş, 1998: 213; Denktash, 1997: 2).
151
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 137-159
Soyalp Tamçelik
grubun kimliğiyle tanımlamakta ve toplum haklarını sadece çoğunluk için
geçerli olacak şekilde kabul etmektedirler.
Yine Rum milliyetçilere göre Elen milletinin ayrılmaz bir parçası olan Kıbrıslı
Rumlar için ‘Yunanistan’dan ayrı siyasal bir gelecek’ (Simerini Gazetesi, 15
Ocak 1992; Cyprus Reality, 1996: 1) düşünülemez. Onlara göre adil ve
gerçekçi tek çözüm Enosis’tir (Simerini Gazetesi, 13 Temmuz 1992; Kıbrıs
Gerçeğinin Bilinmeyen Yönleri, 1992: 92; Unknown Aspects of The Cyprus
Reality, 1992: 93). Dolayısıyla ‘Enosis’ dışındaki çözümler, Kıbrıs’ın bir
kısmının ‘Türkleşmesine’ (TAK RHÖ, 19 Temmuz 1992) neden olacağından
kabul etmemektedirler. Kıbrıs meselesinin Elenizm’in ‘millî davası’ olarak
niteleyen bu çevreler, bulunacak çözümün de ‘millî’ (Simerini Gazetesi, 15
Ocak 1992) olması gerektiğini ileri sürmektedirler. Çünkü Kıbrıslı Rumların
toplumsal zihinlerinde, Kıbrıs’ta sadece bir Rum devletinin kurulması
yatmaktadır (The Turkish Republic of Northern Cyprus, 1992: 14).
Dolayısıyla Kıbrıslı Türkleri azınlık statüsünde koyarak, bu devletlerini
kurmak istemektedirler (Clerides, 1990: 105). Sırf bu yüzden Rum
milliyetçiler arasında federal çözümü destekleyen ciddi bir tavır yoktur
(Heraclides, 2002: 286). Şayet federasyona dayalı bir çözüm olacaksa, gevşek
bir federasyon değil, merkezî hükûmeti güçlü olan bir federasyon
istemektedirler (Soysal, 2001: 13). Dolayısıyla Türklerin savunduğu
federasyon tezi, bir çözüm biçimi olarak kabul edilemezdi. Zira bunun
dayandırılacağı coğrafî temel yoktur. Ayrıca federal devlet biçimi, zorunlu
nüfus değişimini gerektirmekle birlikte, Kıbrıs Devleti’nin ikiye bölünmesini
sağlayan bir çözüm olması nedeniyle uygun görmemektedirler. Çünkü amaç,
Kıbrıs Devleti’nin ortadan kaldırılması değil, varlığını devam ettirmesidir
(Necatigil, 1986: 69). Bundan hareketle Türk toplumunun hakları, başka
yollardan da güvence altına alınabilirdi.
Bu yüzden Rum milliyetçilerine göre bir anlaşma için iki devletin varlığı
gerekmiyordu. Kıbrıs’ta zaten herkesçe tanınan bir devlet vardı. O devlet de
152
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,137-159
Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve
Bunların Mukayesesi
Rum toplumunun egemenliğinde bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti’dir.
Dolayısıyla yapılması gereken, basit bir anayasal değişiklikle (İsmail, 1998a:
339), mevcut devleti idarî bakımdan iki federe bölgeye ayırmak ve mevcut
Kıbrıs Cumhuriyeti devletine federal bir nitelik kazandırmaktır. Bu konuyla
ilgili olarak kendilerine Belçika’yı örnek almaktadırlar. Bilindiği gibi
Belçika’da üniter merkezi devlet, anayasasını değiştirerek Valon ve
Flamanlara (İsmail, 1998b: 413) belli konularda ayrı bir özerk yönetim
kurmasına imkân vermiştir. Ancak bu yaklaşım Türkler tarafından şu
nedenlerle reddedilmiştir:
1. Kıbrıs’ta hiçbir zaman üniter bir devlet olmadığı gibi, Rum
yönetimi de yeniden idarî yapılanmaya gidecek meşru bir devlet değildir.
2. Kıbrıs’ta 1963’ten sonra Türkleri de bağlayan meşru bir anayasa
yoktur.
Dolayısıyla
güneyde
geçerli
olan
anayasa,
Rum
devletinin
anayasasıdır.
3. Bütün bunlar olmasa bile, yukarıdan aşağıya idarî bir yapılanmada,
federe yönetimlere verilecek haklar, merkezî devlet tarafından verilmiş
olacağından, egemenliğe dayanmayacak ve merkezî yönetim tarafından
istediği anda bu haklar verildiği gibi geri alınabilecektir.
Dolayısıyla Türklere göre bu haklar, merkezî yönetimlerin özerk belediyelere
verdiği ‘beledî haklar’ niteliğindedir. Aslında bu yönü ile sorun, anayasal
sorun değildir. Zira Rum devletinin anayasasına yeni bir şekil verilerek
çözülmesi de mümkün değildir. Zaten eskiden Kıbrıs’ta iki eşit ve egemen
halkın kurucu ortaklığına dayanan fonksiyonel federatif bir devlet vardı. Bu
ortaklık Rum ortağın saldırısı sonucu yıkılınca, eski ortak ve egemen
halklardan biri, kendi bağımsız devletini kurmuş, diğeri ise gasp ettiği ortaklık
devletini bir Rum devletine dönüştürerek yoluna devam etmiştir (İsmail,
1998b: 413). Şimdi söz konusu olan bu iki eski ortağını oluşturduğu egemen
ve bağımsız iki devletin hangi koşullar ve ilkeler çerçevesinde yeniden işbirliği
yapacağıdır. Yani beledî yetkilere sahip birimlerin yukarıdan aşağıya
153
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 137-159
Soyalp Tamçelik
oluşturduğu idarî bir ‘federal’ yapı değil, bağımsız ve egemen devletlerin, bu
niteliklerini ve ayrılma hakkı dahil, self-determinasyon haklarını koruyarak
aşağıdan
yukarıya
doğru
oluşturacakları
iki
devletli
bir
anlaşma
istemektedirler.
SONUÇ
Sonuç olarak federalist ve milliyetçi yaklaşımların ileri sürdüğü tezler dikkatli
incelendiğinde, bu iki temel eğilim arasındaki başlıca farklılığın, toplum
haklarının tanımlanmasında ortaya çıktığı görülmektedir.
Federalist eğilim, bu hakları, siyasal katılma ve özerklik ilkeleriyle bağlantılı
ve siyasal çoğulculuğun bir unsuru olarak görmektedir. Bu açıdan bakıldığında
her iki toplum içindeki federalist eğilimin savunduğu ‘Kıbrıslılık’ kavramı,
‘milliyetçilik’ ve ‘millî devlet’ kavramlarını içermeyen, buna karşın çok
kültürlü bir siyasal birimde, devlet yönetimine toplum düzeyinde katılma ve
siyasal bütünleşmeye ideolojik zemin hazırlayan siyasal bir kavram olarak ileri
sürülmektedir. Bundan hareketle federalist eğilimin toplum haklarını, ‘belirli
koşullarda edinilen siyasal haklar’ olarak gördüğü ve bunların hukukî
yönlerine önem verdiği ortaya çıkmaktadır.
Her iki toplum içindeki milliyetçi eğilimler ise farklı siyasal amaçlarına
rağmen, toplum haklarını self-determinasyon ilkesiyle ilişkilendirmektedirler.
Yani bir başka deyişle milliyetçiler, toplum haklarını, iki toplumu ayırıcı bir
unsur olarak görmektedirler. Her iki toplum içindeki milliyetçilerin,
‘Kıbrıslılık’ kavramına karşı gösterdikleri tepki, toplum merkezine yönelik
siyasal yaklaşımları ve toplum haklarını, ‘sınırsız, önceden belirlenmiş ve
doğal’ (Vural, 1996: 253) haklar olarak tanımlama girişimleri, sadece etnik
çatışmanın sürdürülmesini değil, federalist-bütünleşmeci ve merkeziyetçi
eğilime karşı açık bir tepki şeklinde ortaya çıkmıştır.
Aslında tarafların üzerinde titizlikle durulmasına rağmen federasyon önerisi,
bugüne kadar sadece kâğıt üzerinde kalmıştır. Çünkü anlaşmayla öngörülen
154
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,137-159
Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve
Bunların Mukayesesi
birçok hususun henüz yerine getirilmemiş olması, federasyonun nasıl olacağı
konusunda ciddi bir tartışmaya yol açmıştır. Yani federasyon, iki halktan teşkil
edilen bir ‘topluluk’ (Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler) mu, yoksa siyasî iki
birliğin bir araya gelerek oluşturdukları bir ‘oluşum’ (GKRY ve KKTC) olarak
mı anlaşılmalıdır. Burada taraflar arasında ciddi bir anlaşmazlık söz
konusudur. Birinci durumda Rum tarafının yorumu, federal merkeziyetçilik söz
konusudur. İkinci durumda ise Türklerin düşündüğü, etnik olarak ayrılmış ikili
bir oluşum vardır.
Aslında Türk ve Rum tezleri göz önüne alınıp iki taraf açısından
incelendiğinde, aynı kavrama verilen anlamların ve getirilen açıklamaların,
birbirine taban tabana zıt oldukları görülmektedir. Dolayısıyla Kıbrıs sorununa
çözüm aramak amacıyla konuya yaklaşanların, iki tarafın aynı kavramlara
verdikleri değişik anlamların da ötesinde, iki toplumun belli bir çatı altında
beraberce yaşamaya gerçekten istekli, inançlı ve kararlı olup olmadıklarının
bilinmesi gerekir.
Gerçekten de tarafların ileri sürülen tezler ve kavramlara verdiği anlamlar
üzerinde derinlemesine bir inceleme yapıldığında, her iki tarafın siyasal
liderliği iç içe yaşama şartından çok uzakta olduğu görülecektir.
Türk tarafı, Kıbrıs’ta tek çözümün bağımsız ve yansız iki eşit bölgedeki7
halktan oluşan ve barışı çiğnenemez güvencelere bağlanmış (İsmail, 1998a:
339; İsmail, 1998b: 429) federal bir Kıbrıs isterken, buna karşın Rumlar,
bağımsız, bağlantısız, yansız (Adams-Cottrell, 1968: 76) ve toprak bütünlüğü
olan federal bir Kıbrıs devletini (Kıbrıs Gerçeğinin Bilinmeyen Yönleri, 1992:
94; Unknown Aspects of The Cyprus Reality, 1992: 94; Adams-Cottrell, 1968:
76) tasarlamaktadırlar.
7
Kıbrıs Türk nüfusunun tümü kuzeydedir ve eski kasaba ve köylerine dönmeyeceği kuvvetle
muhtemeldir. O zaman bütünleşmiş bir Kıbrıs ulus-devletinin yararları ne olursa olsun, adadaki
var olan demografik gerçeğin, iki bölgeli federasyondan başka bir çözüm şekline imkân
vermediği sonucuna varılabilir. Bunun için bkz... Stavrinides, 1975: 96; Alkan, 2002: 14.
155
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 137-159
Soyalp Tamçelik
KAYNAKÇA
ADALI, Kutlu: “Kıbrıs İçin Yürüyelim”, Yeni Düzen Gazetesi, (16 Nisan
1992).
ADAMS Thomas W., COTTRELL Alvin J.: “Cyprus Between East and West”,
The Washington Center of Foreign Policy Research School of Advanced
International Studies, The Johns Hopkins Press, Baltimore, 1968.
Agon Gazetesi: “EDEK Genel Başkanı Vasos Lissarides’le Söyleşi”, Basın
Raporu, No:191, (28 Ağustos 1988).
ALKAN, Hüseyin: “Kıbrıs’a Karadağ Modeli”, Hürriyet Gazetesi, (27 Mart
2002).
AN, Ahmet: “Federalizm Üzerine Düşünceler”, Yeni Düzen Gazetesi, (2
Şubat 1990).
ANGELİDES, Stavros: “M.S. 2040 Yılına Doğru”, Filelefteros Gazetesi, Basın
Raporu, (19 Şubat 1990).
Birlik Gazetesi: “Milliyetçi Düşünce Derneği’nin 1 Temmuz 1988’de KKTC
Cumhurbaşkanı’na Sunduğu Muhtıra Nitelikli Yazı”, (2 Temmuz 1988).
Birlik Gazetesi: “Kıbrıslılık ve Anavatan”, (6 Şubat 1994).
Birlik Gazetesi: “Anavatan’a Hediye”, (26 Şubat 1994).
CLERIDES, Glafkos: “Cyprus: My Deposition”, Vol. I-IV., Alithia Publishing
Co. Ltd., Nicosia, 1991.
Çengel Dergisi: “Doğal Vatan Tüm Dünya, Siyasal Vatan KKTC”, No:9,
(Haziran-Temmuz 1988).
ÇÖLAŞAN, Emin: “Kıbrıs”, Milliyet Gazetesi, (4 Kasım 1980).
DELİCEIRMAK, Cumhur: “Doğal Bir Hak Olarak Self-Determinasyon”,
Çengel Dergisi, 1991.
DELİCEIRMAK, Orbay (Der.): “Haklılık ve Kararlılık (Tepkiler Demeti)”,
Lefkoşa, 1993.
DENKTASH R. R.: “Amnesia A Key Element in The Cyprus Problem”, TRNC
Ministry of Foreign Affairs, Lefkoşa, 1997.
156
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,137-159
Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve
Bunların Mukayesesi
DENKTAŞ Raif Rauf: “Rauf Raif Denktaş’ın Hatıraları 1971-1972: Arşiv
Belgeleri ve Notlarla O Günler”, 8. Cilt, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1998.
DYKE, Vernon Van: “The Individual, The State and Ethnic Communities in
Political Theory”, World Politics, XXIX (3), 1997.
Eleftheria Gazetesi, No:496-551, (21-31 Ocak 1972).
ERASLAN, Burhan: “Kendi Kaderini Tayin Hakkı” Yeni Düzen Gazetesi, (18
Nisan 1989).
Filelefteros Gazetesi: “Türk Ulusunun Menfaatleri”, (8 Ekim 1988).
GAZİOĞLU, Ahmet: “Kıbrıs Sorunu ve Bağımsızlık”, Cyrep Yay., Lefkoşa,
1986.
GÖNLÜBOL, Mehmet: “Uluslararası Politika İlkeler–Kavramlar–Kurumlar”,
4. Baskı, Attila Kitabevi, Ankara, 1993.
Greek Cypriots, PIO: “Self-determination and The Turkish Cypriots
Minority”, (1984).
Haravgi Gazetesi: “AKEL Meclis Grubu Sözcüsü Andreas Hristu ile Söyleşi”,
(11 Eylül 1994).
HERACLIDES, Alexis: “Yunanistan ve Doğudan Gelen Tehlike Türkiye TürkYunan İlişkilerimde Çıkmazlar ve Çözüm Yolları”, Çev. Mihalis Vasilyadis ve
Herkül Millas, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002.
International Affairs Agency: “Unknown Aspects of The Cyprus Reality”,
(1992), Istanbul, 1992.
International Affairs Agency: “Cyprus Reality”, A-N Graphics, Nicosia, 1996.
İSMAİL, Sabahattin: “Demokrafik Yapı ve Kimlik,” Halkın Sesi Gazetesi, (1
Mart 1989).
İSMAİL, Sabahattin: “150 Soruda Kıbrıs Sorunu”, Kastaş Yayınları, İstanbul,
1989/a.
İSMAİL, Sabahattin: “Kıbrıs Üzerine Bildiriler”, Kıbrıs Araştırma ve Yayın
Merkezi (CYREP) Yayınları, Lefkoşa, 1989/b.
157
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 137-159
Soyalp Tamçelik
KIZILYÜREK, Niyazi: “Kimlik ve İktidar”, Yeni Düzen Gazetesi, (1 Şubat
1991).
KNIGHT, David B.: “Territory and People or People and Territory: Thoughts
on Postcolonial Self Determination”, International Political Science Review,
VI (2), 1985.
KORTUN, Mustafa: “Federasyon Rüzgârları”, Birlik Gazetesi, (20 Ağustos
1988).
METALLÊNOS B., GEÔRGİOS D.: “Tourkokratia: Hoi Hellênes Stên
Othômanikê Historia-Akritas”, Athena, 1998.
MORAN, Michael: “Why, So Far, The Cyprus Problem Has Remained
Unsolved”, Nicosia, 1997.
NECATİGİL, Zaim M.: “The Cyprus Question and The Turkish Position in
International Law”, Revised 2. Edt., Biddles Ltd Guildford and King’s Lynn,
Oxford University Press, London, 1998.
NECATİGİL, Zaim: “Son 25 Yılda Kıbrıs ve Birleşmiş Milletler”, BM Türk
Derneği, Ankara, 1986.
Ortam Gazetesi: “TKP X. Kurultay Kararları”, (17 Nisan 1989).
POLEMİTİS, Stelios: “Halkın Saati”, Simerini Gazetesi, (21 Nisan 1992).
Simerini Gazetesi: “Yeni Yol Derneği’nin Bildirisi”, TAK RBÖ, (15 Ocak
1992).
Simerini Gazetesi: “DİSİ Öğrenci Kolu ‘Protoporia’ Adına Yayınlanan
Bildiri”, Türk Ajansı Kıbrıs [TAK], Rum Basın Özetleri, 15 Ocak 1992.
Simerini Gazetesi: “EOKA-Siyasî Tutuklular Derneği Başkanı Yannis
Spanos’un Açıklaması”, TAK RBÖ, (13 Temmuz 1992).
Simerini Gazetesi: “Yeni Yol Derneği Tarafından Düzenlenen Pan-Kıbrıs
Kongresinde Kabul Edilen Karar”, TAK RBÖ, (27 Ekim 1992).
SOKRATUS, Yeogios: “Elenizmin Zayıflatılması”, Simerini Gazetesi, TAK
RBÖ: “Özgür Girne Derneği’nin Bildirisi”, (7 Şubat 1992).
158
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,137-159
Kıbrıs’ta Federal Çözümü Destekleyenlerle, Karşı Çıkanların Görüşleri Ve
Bunların Mukayesesi
SOYER, Ferdi Sabit: “Kökümüz ve Cuco’nun Raporu”, Yeni Düzen Gazetesi,
(2 Nisan 1992).
SOYSAL, Mümtaz: “100 Soruda Anayasanın Anlamı”, 11. Baskı, Gerçek
Yayınevi, İstanbul.
STAVRINIDES, Zenon: “The Cyprus Conflict–National Identity and
Statehood”, Nicosia, 1975.
TAK RHÖ: “Yeni Yol Derneği’nin Bildirisi”, (19 Temmuz 1992).
TAK RBÖ: (16 Kasım 1988).
TESEV Kıbrıs Politikaları Gündemi: (21 Temmuz 2001), tesev.com.tr.
TRNC: “The Turkish Republic of Northern Cyprus”, The Department of Public
Relations, Office of The Prime Minister, Nicosia, 1992.
Uluslararası İlişkiler Ajansı Yayınları: “Kıbrıs Gerçeğinin Bilinmeyen
Yönleri”, INAF, İstanbul, 1992.
United Nations Conference on International Organization, Document:343
1/1/16, s. 1.
VURAL, Yücel: “Kıbrıs’ta Etnik İlişkilerin Gelişim ve Siyasal Sisteme
Etkileri”, Ankara Üniversitesi Sos. Bil. Enst. Kamu Yönetimi ve Siyaset
Bilimi Anabilim Dalı Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 1996.
Yeni Düzen Gazetesi: “AKEL’in Merkez Kurul Kararları”, (21 Mart 1989).
Yeni Düzen Gazetesi: “Özker Özgür’ün Konuşması”, (17 Nisan 1989).
Yeni Düzen Gazetesi: “AKEL Genel Sekreteri Dimitris Hristofyas’la Söyleşi”,
(17 Nisan 1989).
Yeni Düzen Gazetesi: “Federal Devlet”, (1 Şubat 1991).
Yeni Düzen Gazetesi: “Nasıl Bir Federasyon İstiyoruz”, (12 Eylül 1991).
Yeni Düzen Gazetesi: “Şubat 1991’de yapılan AKEL’in XVII. Kongresinde
Kabul Edilen Tezler”, (20 Mart 1991).
Yeni Düzen Gazetesi: “Andreas Panayotu’nun Çarpıcı Görüşleri”, (10 Nisan
1992).
159
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 137-159
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,160-188
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
DÜNDEN BUGÜNE AVRUPA BİRLİĞİ
Mehmet Akif Özer∗
Özet
Avrupa Birliği, 21. yüzyılın medeniyetler rekabetinde öne çıkan ABD, Çin-JaponyaRusya karşısında kendisine bir kulvar belirleyen ve gelecekte bu ülkelerin önüne
geçebilmek amacıyla oluşturulmuş yeni bir siyasal birlikteliktir. Her ne kadar yeni bir
birlik gibi algılansa da, Avrupa’da birlik fikirlerin geçmişi oldukça eskidir. Son yıllarda
Türkiye’nin Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerine başlamış olması, Birliğin
Türkiye’de yoğun bir şekilde tartışılmasına yol açmıştır. Bu çalışmada, söz konusu
tartışmalara teorik katkı sağlaması açısından dünden bugüne Avrupa Birliği’nin
geçirdiği seyir ana hatlarıyla ele alınmaktadır. Bu kapsamda; geçmişte Avrupa ve birlik
fikri, Avrupa Birliği'nin kuruluşu ve Avrupa birliği'nin genişlemesi gibi konular
incelenmektedir.
Anahtar Kelimeler: Medeniyetler Rekabeti, Avrupa Birliği, Birlik Fikri, Genişleme,
Siyaset
Abstract
European Union is a new union that wants to be in a course facing to United States,
Chinese, Japan and Russian itself in competition of twenty first century civilizations. In
spite of the perception that this union is new, European Union history is former fairly.
In last years, beginning of Turkey-European Union full membership negotiations made
way for new discussions about Union in Turkey. In this study, for making theoretical
contributions to these discussions, European Union historical backgrounds and some
new events about Union are being evaluated. In this context, Europe and union idea in
the past, foundation of European Union and enlargement of European Union are
analyzed.
Key Words: Competition of Civilizations, European Union, Union Idea, Enlargement,
Policy.
GİRİŞ
Türkiye’nin 1987 yılında Avrupa Topluluğu’na tam üyelik başvurusunda
bulunması, 1959 yılında yapılan ortak üyelik müracaatı ile başlayan TürkiyeAB ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuştur. Türkiye, Tanzimat’tan bu yana
Batıya yönelmiş dünyadaki tek Müslüman ülkedir. Ayrıca Türkiye, laik ve
∗
Dr., Gazi Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü, [email protected]
Dünden Bugüne Avrupa Birliği
demokratik ilkeleri benimsemiş, Batı dünyası ile ortak sınıra sahip ve ona
komşu AB ülkeleri ile tarihi ilişkileri bulunan dünyadaki İslam ülkeleri
arasında ekonomik, politik, sosyal, kültürel alanlarda en gelişmişler arasında
yer alan, hayat tarzı olarak kendi kültürel değerlerini koruyarak Batı’yı seçmiş
bir ülkedir.
Aslında Türkiye'nin Batı ile ilişkileri çok daha eskilere dayanmaktadır.
Geçmişten beri Türk toplumu için sunulan ve bir kısmının uygulandığı değişik
modeller, Batı dünyası ile aramızdaki farkı kapatmaya yetmemiştir. Ülkemiz
ile AB'ye üye ülkeler arasında bir karşılaştırma yapıldığında gerek sosyal
anlamda gerekse de ekonomik düzeyde AB ülkeleri ile aramızda farklar
olduğu görülmektedir. Ancak, aradaki gelişmişlik farkını ortadan kaldıracak ve
Türk toplumunun AB ülkelerindeki emsallerinin düzeyinde bir yaşama
kavuşturacak çalışmaların yapıldığı da göz ardı edilmemelidir
GEÇMİŞTE AVRUPA VE BİRLİK FİKRİ
Dünya tarihi, siyasal, sosyal, kültürel alanlarda sürekli olarak eskinin yerini
yeninin aldığı kısırdöngüler zincirinden oluşmaktadır. Bu süreçte dünyanın beş
kıtasının her birinde de birçok medeniyet kurulmuş, bunlar misyonlarını
tamamlayınca yerlerini yenilere bırakmış ve bugünkü gelişmişlik düzeyine
ulaşmışlardır. Bu düzey bundan binlerce yıl öncesinde olduğu gibi bugün de
içinde radikal eşitsizlikleri barındırmaktadır. Bugün dünyada gelişmişlik
düzeyinde üst seviyelere çıkan toplumlar olduğu gibi, hâlâ ilkel dönemlerin
kalıntıları ile yaşamlarını sürdüren topluluklara rastlanmaktadır.
Böyle bir ortamda AB; 21. yüzyılın medeniyetler rekabetinde öne çıkan ABD,
Çin, Japonya ve Rusya karşısında kendisine bir kulvar belirleyen ve gelecekte
bu ülkelerin önüne geçebilmek amacıyla oluşturulmuş yeni bir siyasal
birlikteliktir. Her ne kadar yeni bir birlik gibi algılansa da, Avrupa’da birlik
fikirlerin geçmişi oldukça eskidir.
161
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188
Mehmet Akif Özer
Avrupa (Europe) terimi, karşımıza ilk kez eski Yunan dünyasında mitoslar
âleminin bir parçası olarak çıkmaktadır. Mitolojide bir prenses ve ilahe adı
olan Avrupa’nın kısa zaman içinde mekana ilişkin bir anlam kazanarak belli
bir kara parçasını adlandırması ve Yunan kolonilerinin yayılmasıyla Avrupa
adının Yunanistan’ın batısında ve kuzeyindeki ülkeleri de kapsar (Yurdusev,
2001: 31) hale gelmesi, bugün söz konusu bu coğrafyayı dünyanın belli başlı
kıtalarından biri haline getirmiştir. Sınırları tam olarak belirlenemeyen bu
coğrafyada birlik oluşturulması fikri, son derece geniş bir tarihsel süreç
içerisinde üretilen düşüncelere, yaşanan deneyimlere ve ilk örgütlenme
girişimlerine dayanmaktadır.
Bunların tümü, birbirleri üzerine eklemlenen, birbirlerini besleyen etkiler
yaratmış ve örgütlü kimliğini 20. yüzyılda da ortaya koymayı başaran AB’nin
ortaya çıkmasını sağlamıştır. İleri sürülen tüm tezler ve projeler, AB’nin
üyeleri arasında homojenlik yaratan düşünsel alt yapıyı oluşturmuş ve bu yolla
AB,
kültür,
uygarlık,
hukuk,
normlar
ve
ilkeler
bütünü
olarak
değerlendirilebilecek “Avrupalılık” kavramını kendisinde toplama olanağı
bulmuştur. Avrupa Birleşik Devletleri oluşturulması biçimindeki önerilerle
Avrupa bütünleşme modellemelerinin yapılmaya başlamış olması da,
günümüzdeki AB’nin kurumsal ve yapısal çerçevesinin çizilmesine katkı
sağlamıştır (Dedeoğlu, 2003/a: 38).
Tarihsel olarak, Avrupa’da modern ve egemen ulus devlet fikri 1648
Westphalia Barışı’ndan sonra ortaya çıkmış ve düşünce konsepti savaş sonrası
döneme kadar dünya tarihinde çok önemli roller oynamıştır. Bu dönemde,
devlet kurma ve ulus bilinci oluşturma girişimleri, birlikte gelişen hareketler
olmuştur. O dönemde Westphalia Barışı’nın ürünü olan egemen devletler
kendi güvenliklerini ve refahlarını sağlamaktan tek tek sorumlu idiler. Devlet,
kendi iç ve dış sorunları ile nasıl başa çıkacağına diğer devletlerden yardım
alarak veya almayarak kendisi karar veriyor ve kendi stratejilerini ve
kararlarını kendisi geliştiriyordu (Tekin, 2002: 71). Bu durum belirli
162
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188
Dünden Bugüne Avrupa Birliği
bölgelerde kendi sınırları içerisinde kendi iradelerini kullanabilen egemen
devletlerin oluşum sürecini hızlandırmıştır. Ancak gelecek yıllar kendi sınırları
içinde her istediğini yapabilen egemen devlet fikrinin, bölgesel işbirliği ve
ortak karar alma zorunluluğunun hissedilmeye başlanmasıyla, yıpranmasına
tanıklık edecektir.
Doğaldır ki, Avrupa, 17. yüzyılda ortaya çıkan modern ve egemen ulus devlet
aşamasına kolay gelmemiştir. Bu süreçte birçok mücadele yapılmış ve çok
önemli süreçlerden geçilmiştir. Belçikalı iktisat tarihçisi Henry Pirenne,
Avrupa’nın ilk kez 8. yüzyılda denizden karaya yönelerek varlık göstermeye
başladığını belirtmektedir. Pirenne, o dönemde Müslüman Arapların
Akdeniz’e ulaştıklarını, ticari ilişkilerin kesintiye uğradığını ve Antikçağ
döneminden kalma deniz ağırlıklı Avrupa’dan Kıta Avrupa’sına geçildiğini
ifade etmektedir. Bu gelişmenin sonucu olarak; İskenderiye, Antakya, Atina ve
Roma merkezli Hıristiyanlık dünyasının Paris, Aachan ve Magdeburg
bölgelerine kaymasıyla Kuzeybatı Avrupa’da bir yeni siyasal düzen fikri
etrafında siyasal askeri bir güç oluşumu kendini göstermeye başlamıştır
(Canbolat, 1998: 3).
Avrupa kavramının siyasi ve ayırıcı bir medeniyet kimliği kazanması ise
nispeten daha yakın bir zamana rastlamaktadır. Bunda ilk aşama, İslam’ın
ortaya çıkması, Akdeniz’in güneyinin İslam devletinin denetimi altına geçmesi
ve kuzeye doğru bir basıncın oluşmasıdır. İslam akınları denizden, İber
Yarımadası’ndan ve Anadolu’dan, Avrupa kıtası üzerindeki Hıristiyan
kavimleri sıkıştırmış, adeta belli bir coğrafyaya, yani Akdeniz’in kuzeyine
hapsetmiştir. Çaresizlik içinde birbirlerine yaklaşan bu halklar zaman içinde
ortak düşmana ek olarak benzeşen yönlerini ön plâna çıkarmaya başlamışlardır
(Laçiner, 2005: 16).
Avrupa son iki yüzyılda kolonilerinden ayrılmış ve yaşadığı büyük savaşlardan
önemli dersler çıkarmayı başarabilen bir coğrafi bölge olmuştur. Ancak bu
başarı büyük bedeller ödenerek ortaya çıkmıştır. Hitler Almanyası ve
163
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188
Mehmet Akif Özer
uygulamaları, faşizm, iki dünya savaşındaki kayıplar, ırkçılık, sömürgelerdeki
insanlık dışı uygulamalar, sosyal ve ekonomik alanda, 19. yüzyıldaki insan
haklarına aykırı uygulamalar, bunlardan sadece bir kaçıdır. Öncelikle Avrupa
bu acı tecrübelerden hareketle yeni bir savaşın çıkmamasını ve insan haklarını
korunması ve geliştirilmesini en önemli önceliği saymıştır. AB’nin kurulması
ve genişlemesi bu düşünce temelinde kendine yer bulmuştur. Bu başarı,
bölgesel entegrasyon teorilerini şaşırtacak şekilde gelişmiştir. Temelinde ise
askeri caydırıcılık yerine ortak paylaşım, ortak değerlerde uzlaşı ve herkesin
kazanımını esas alması bulunmaktadır. Paradigmalarda değişim yaşanmakta,
başkalarının kaybı bizim kazanımız söylemi yerine başkalarının kazanımı
bizim de kazanımız söylemi Avrupa ulusları arasındaki uluslararası ilişkilerin
temel taşlarından birisini oluşturmaktadır (Bal, 2005: 156).
Ancak belirtilen bu savlar, bizlere, tarih boyunca bu bölgede her zaman büyük
güçler arasındaki savaşımların çok boyutta yaşandığı gerçeğini göz ardı
ettirmemelidir.
Dünya politikasına yön vermiş birçok ulus tarafından
bölüşülmenin yol açtığı kutuplaşma süreci, burada tarihin en eski çağlarından
soğuk savaş dönemine dek sürekli bir rekabet ortamının oluşmasına neden
olmuştur. Bu süreç aynı zamanda tarihin evrimine yön vermiş, büyük güçlerin
soğuk savaş sonuna dek bu coğrafyayı bir savaş alanına dönüştürmesine de
tanık olmuştur. Bununla birlikte, Soğuk Savaş sonrası dönemde yaşlı kıtadaki
ideolojik kutuplaşmalar, yerlerini daha uzlaşmacı yapılara bırakmaya
başlamışlardır. Bu bağlamda, ikili ilişkilerin karşılıklı iyi niyet çerçevesinde
yeniden tanımlanması söz konusu olmuş ve bu şekilde çok taraflı diplomatik
girişimler sayıca artmaya başlamıştır (Büyükakıncı, 2003: 329).
SOMUT ADIMLARLA AVRUPA BİRLİĞİ'NE
Her ne kadar Avrupa’nın sınırlarını nereler olduğu tartışması yoğunluk
kazanmış olsa da, yaşanan ekonomik, sosyal ve stratejik sorunlar, Avrupa’da
birleşme fikrini her zaman canlı tutmuştur. Bunun yanında 20. yüzyılda
164
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188
Dünden Bugüne Avrupa Birliği
dünyada yaşanan hızlı değişim, doğal olarak Avrupa kıtasını da çok
etkilemiştir. Bu dönemde Avrupa haritası yaşanan iki dünya savaşı ile önemli
değişimlere uğramış ve özellikle 2. Dünya Savaşından sonra oluşan
bloklaşmalar sonucunda gerek siyasi gerekse ekonomik anlamda ikiye
bölünmüştür. Bu bloklaşmanın bir tarafında kapalı ekonomileriyle Varşova
Paktı üyesi ülkeler, diğer tarafında ise, liberal ekonomik politikaları
uygulamaya çalışan Batı Avrupa ülkeleri yer almıştır (Yetkin, 2005: 1). Böyle
bir ortamda Avrupa devletleri, yaşanan tüm olumsuzluklar karşısında sağlanan
barış ortamının devamı için her türlü fedakârlığın yapılması gerektiğine
inanmışlardır. Victor Hugo’dan sonra bu düşünceyi somutlaştıran ilk kişi ise,
yapmış olduğu bir konuşmada “Birleşik Avrupa”dan bahseden Winston
Churchill olmuştur. Bu konuşma sonrasında Avrupa’da birleşmelerin yolu
açılmış ve söz konusu süreç hızlanmıştır.
2. Dünya Savaşı sonrası Winston Churchill’in somut olarak ortaya attığı
Avrupa’da birleşme fikri ile gündeme gelen yeni siyasal süreç, ilk olarak Kont
Richard Kalergi’nin 1922 yılında Pan-Avrupa girişimini başlatması ve 1923’te
Pan Avrupa başlıklı küçük bir kitap yayınlaması ile başlamıştır. Ona göre
barışın teminatı, Avrupa’da kurulacak siyasal bir birlikten geçmektedir. Bu
birlik, işbirliğini geliştirirken siyasal sistemlerin modernizasyonuna da hizmet
edecektir. Avrupa’nın kuracağı birliğin, dünyanın diğer bölgelerindeki birlik
çabalarını teşvik edeceğini ve bunun dünya barışını sağlayacağını ileri süren
Kalergi, SSCB’yi de Avrupa devletlerinden saymıştır.
AB’nin 26 üye devletin temsilcilerinden oluşan bir Temsilciler Konferansı
gerçekleştirmesini,
karşılaşılan
anlaşmazlıkların
Antlaşmalarla
düzenlenmesini, Birlik dilinin evrensel dil olan İngilizce olmasını ve bir
gümrük birliği oluşturularak Avrupa Federasyonu Anayasası hazırlanmasını
savunmuştur. Kalergi’nin çizdiği bu model aşamalı bir bütünleşmeye işaret
etmektedir. Buna göre ilk aşamada, homojen ekonomik alan oluşturulacak ve
bu alanı yönetecek bir Pan Avrupa Konferansı, bir Hakem Divanı ve Gümrük
165
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188
Mehmet Akif Özer
Birliği oluşturulacaktır. İkinci aşamada ise, federasyon kurulacak ve Avrupa
Anayasası ilan edilecektir. Bu yolla kurulacak Avrupa Birleşik Devletlerinin,
biri halklardan diğeri her üye ülkenin bir temsilcisinden oluşan iki meclisli
parlamentosu bulunacaktır (Dedeoğlu, 2003/b: 43).
1927 yılında Fransa Dışişleri Bakanı Aristide Briand’ın Kalergi’nin kurduğu
Pan Avrupa Birliği’nin başkanlığını kabul etmesi ise yukarda belirtilen sürecin
siyasal ortamda da somutlaşmasını ve Avrupa’da birleşme fikirlerinin ön plana
çıkmasını hızlandırmıştır. Briand birleşme konusunda bir rapor hazırlamış ve
muhtıra şeklindeki bu çalışma 1930 yılında Milletler Cemiyeti’ne üye 26
Avrupa Devletine dağıtılmıştır. Muhtırada kurulacak federasyona üye
devletlerin
hiçbir
şekilde
egemenliklerinden
fedakarlık
etmeyecekleri
belirtiliyordu. Kurulacak yeni yapı, Milletler Cemiyetine üye bütün Avrupa
devletlerinin temsil edileceği bir Avrupa Konferansı, Bir Sekretarya ve bir de
Daimi Siyasi Komiteden oluşan bir örgüt yapısı öngörüyordu (Kabaalioğlu,
1997: 35).
Churchill, 5 Mart 1946 tarihinde, İngiltere’de Westminster Kolejinde yaptığı
konuşmada; "Avrupa Kıtası, Adriyatik Denizi'nden Baltık Denizi'ne doğru
uzanan bir demir perde ile bölünmüştür. Bu perdenin gerisinde ise, Merkezi ve
Doğu Avrupa'nın eski ülkeleri; Varşova, Berlin, Prag, Viyana, Belgrat,
Budapeşte, Bükreş ve Sofya bulunmaktadır. Bu, uğruna savaştığımız
'Özgür Avrupa' değildir." ifadesini kullanmıştır. 19 Eylül 1946 tarihinde
Zürich Üniversitesinde yaptığı başka bir konuşmada ise, Batı Dünyasında
doğal gruplaşmaların bulunduğunu, Birleşik Krallığın da (İngiltere) İngiliz
Uluslar Topluluğunun bir parçası olduğunu ve söz konusu gruplaşmaların,
Dünyadaki yapılanmayı desteklediğini belirtmiştir.
Zürich konuşmasında, ayrıca, benzer bir yapılanmanın;
Avrupa Birleşik
Devletleri’nin, Fransa ve Almanya’nın önderliğinde Avrupa’da da oluşturulması
için derhal harekete geçilmesi gerektiğini açıklamış ve İngiltere, A.B.D. ve
Sovyetler Birliği’nin de böyle bir girişimi destekleyeceğini vurgulamıştır.
166
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188
Dünden Bugüne Avrupa Birliği
Churchill, ayrıca, A.B.D. Başkanı Truman'a yazdığı bir mektupta ise,
İngiltere'nin Avrupa'daki
içerisinde
yer
bütünleşme
çabalarını
almayacağını belirtmiştir.
destekleyeceğini, ancak
Churchill’e
göre,
İngiltere;
Avrupa'daki yeni yapılanmada, ABD ve İngiliz Uluslar Topluluğu arasında
"hayati bir bağ" işlevini görecektir (Kavalalı, 2005: 3).
Esasında Churchill’in bu görüşlerinin arkasında 2. Dünya Savaşı’ndan sonra
Avrupa’nın “geleneksel güç dengesinin merkezi olma özelliğini kaybetmesi ve
ABD ile Sovyetler Birliği’nin iki süper güç olarak ortaya çıkmış olması
yatmaktadır. Ayrıca bu dönemde Avrupa’nın büyük güçleri, Avrupa dışındaki
siyasal ve ekonomik sömürgelerin başkaldırısı ile karşılaşmışlardır. Diğer
taraftan savaştan hemen sonra Doğu Avrupa ülkelerinin çoğunda komünist
yönetimler oluşturulmuş ve Avrupa Sovyetler Birliği’nin güdümündeki Doğu
Bloğu tehdidine karşı, öncelikle “Batı Avrupa olarak bir araya gelme gereğini
duymaya başlamıştı (Canbolat, 2002: 81). Bu dönemde Hıristiyan ve hümanist
dünya
görüşü
temelinde
komünist
tehlikeye
karşı
Batı
Avrupa’nın
birleşmesinin zorunluluğuna herkes inanmaya başlamıştı. Artık süreç daha
sağlam bir zemine dayanarak gelişmeye başladı.
Bu sürece ivme kazandıran diğer gelişmeler ise, özellikle sömürgelerinden
büyük gelirler sağlayan ülkelerde görülmeye başlanmıştır. 1947 yılında,
İngiltere'nin Hindistan'ın koşulsuz olarak bağımsızlığını tanımasıyla birlikte,
sömürgelerin İngiliz İmparatorluğundan ayrılma süreci ivme kazanmıştır.
Benzer bir şekilde, Fransa, Hollanda, Belçika ve Portekiz de sömürgelerini
kaybetmişlerdir. Böylece, söz konusu ülkeler, özellikle, ucuz ham madde ve
pazar kaybı bakımından, geleneksel ekonomik avantajlarını kaybetmişler,
ancak sömürgelerin savunması ve idari harcamalarının azalması bakımından
ise belli ekonomik kazançlar elde etmişlerdir (Kavalalı, 2005: 3).
Sömürge gelirlerinin azaldığı bir dönemde, Avrupa entegrasyonu projesiyle
Fransa ve Almanya arasında büyük sorunlara yol açan geleneksel gerginliğin
ortadan kalkacağı ve Batı ittifakı için gerekli olan Almanya’nın desteği ve
167
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188
Mehmet Akif Özer
katılımının sağlanacağı düşünülmüştür. Bu düşüncenin en büyük destekçileri
olan ABD yöneticileri, böyle bir Avrupa’nın oluşturulabilmesi için gerekli
büyük çapta mali desteği Marshall Plânı’yla sağlamış ve Avrupa entegrasyonu
için uygun bir ortamın oluşmasında önemli rol oynamışlardır (Eralp, 1997: 88).
Marshall Plânı, savaş sonrasının olumsuzluklarının en fazla hissedildiği
zamanda, ekonomik sorunlarına çözüm arayan ve bir taraftan da Sovyet
tehlikesini hissetmeye başlayan Avrupa için adeta bir “kurtarıcı” olmuştur.
ABD, bu şekilde Avrupa’nın bütünleşmesine yardımcı olmaya başlamıştır.
ABD Dış işleri Bakanı George Marshall 1947 yılında Harvard Üniversitesinde
yaptığı bir konuşmada; Avrupa’nın ekonomik sorunlarının çözümünde
yardımcı olacaklarını, ancak bunun için Avrupa’nın ekonomik kaynakların
ortaklaşa kullanılmasına ve kendi aralarında işbirliğine hazır olmaları
gerektiğine vurgu yapmıştır (Canbolat, 2002: 96).
AVRUPA BİRLİĞİ'NİN KURULUŞU
Marshall’ın yukarda özetlenen çağrısı üzerine 1947 Paris Konferansında bir
araya gelen Avrupa ülkeleri, çeşitli önerileri tartıştıktan sonra, 1948’de Avrupa
Ekonomik işbirliği Örgütünü (OEEC) kurdular. 18 ülkenin katılımıyla kurulan
bu örgüt ulusal devletler arasında işbirliği esasına dayanıyordu ve daha çok
İngiltere tarafından temsil edilen geleneksel görüşe uygundu. Ancak İngiltere,
uluslar üstü örgütlerin her türlüsüne karşıydı. Buna rağmen, Avrupa Ekonomik
İşbirliği Örgütü, bu farklı pozisyonun ortaya çıkması ve AB’nin ileriye dönük
gelişimi bakımından tarihsel bir rol oynadı (Canbolat, 2002: 97).
Dört bir koldan AB için sivil toplum örgütleri kurulmasına girişildi.
Hollanda’nın La Haye kentinde 7-11 Mayıs 1948’de bir kongre toplandı.
Kuşkusuz bu kongre, Avrupa’nın bütünleşmesi sürecinde önemli bir yere
sahiptir. Sonraki sürecin rengi de bu kongrede belirlenmiştir (Coşkun, 2001:
40). 16 ülkeden 663 delegenin katıldığı Kongreyi çok sayıda gözlemci
izlemiştir. Kongrenin amacı; AB yolunda geniş desteği sergilemek, harekete
168
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188
Dünden Bugüne Avrupa Birliği
canlılık katmak ve amaçlarını gerçekleştirebilmek için uygulanabilecek tavsiye
kararları almaktı (Kabaalioğlu, 1997: 53). Kongrede bu doğrultuda
Federalistlerle Birlikçilerin görüşleri, tartışmaların odağında yer almıştır.
Sonuçta bu iki görüşün üzerinde uzlaştığı bir politik metin kabul edilmiştir.
Kongre, bir Avrupa Konseyi kurulması önerisini kabul etmiştir(Coşkun, 2001:
41).
Savaşın olumsuz etkilerinin çok fazla hissedilmeye başlandığı bu dönemde,
Avrupa’da yeniden yeşeren birlik olma eğilimi kısa sürede somut sonuç
vermeye başlamıştır (Bulaç, 2001: 18). Ayrıca bu ortamda Sovyet tehdidinin
yarattığı baskı, İngiltere, Fransa ve Benelüks ülkeleri arasında, ekonomik ve
askeri işbirliği amaçlı Brüksel Antlaşması'nın 17 Mart 1948 tarihinde
imzalanmasına neden olmuştur (Kavalalı, 2005: 3). Ardından da 1950
Mayıs’ında Fransa Plânlama Teşkilatı adına Jean Monnet ve Dışişleri Bakanı
Robert Schuman, Fransız ve Alman demir-çelik üretimini, üst yetkilerle
donatılmış
ortak
bir
kurumun
denetimine
bırakacak
bir
bildirge
imzalamışlardır.
Schuman deklarasyonu olarak bilinen bu sözleşme kısa sürede, Belçika, İtalya,
Lüksemburg ve Hollanda’nın katılımıyla Paris Antlaşması ismi ile resmilik
kazanmış ve böylelikle de Avrupa Kömür-Çelik Topluluğu (AKÇT) kurularak,
bugünkü AB’nin ilk temeli atılmıştır. 2. Dünya Savaşı sonrasında 1950’lilerin
Batı Avrupa’sı, hızla sömürgeciliğin tasfiye edildiği, sosyal devlet ilkesinin
yerleştiği ve liberal ekonominin tüm kurumlarıyla uygulandığı bir blok haline
gelmiştir. Yine aynı dönemde, ticarette uygulanan liberalizasyon politikaları
doğrultusunda imzalanan uluslararası ticaret Antlaşmaları, 1950'lerden beri
devam eden tarife oranlarındaki düşüşler ve bunların yanı sıra Uruguay Round
Görüşmeleri çerçevesinde, ülkelerin tarife dışı engelleri aşamalı olarak
kaldırmaları, dünya ticaret hacminin dünya üretiminden daha hızlı artmasına
yol açmıştır (Yetkin, 2005: 1). Avrupa’da 1950’den sonra tasarruflar ve
teknoloji belli düzeyin üstüne çoktan çıktığından, yan koşullar tamamlandığı
169
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188
Mehmet Akif Özer
için serbest mal dolaşımı politikası taraftar toplamış ve özellikle Amerikan
firmalarının rekabeti Avrupalı büyük sanayicileri uyandırıp bir an önce
harekete geçme konusunda teşvik etmeye başlamıştır (Aytür, 1970: 87).
Ancak tüm bu çabalara rağmen, Avrupa birliğinin kurulması yolundaki bütün
girişimler zayıf bir karakterde kalmıştır. Kendisini toparlayan bir Almanya’yı
denetleyebilecek güçte hiçbir merkezi örgüt kurulamamıştır. Bu sebeple
Fransızların gözünde Alman sorunu çözülmemiştir. Diğer taraftan da işgal
altında olan ve kendilerini savunmaktan aciz, tehdit altında hisseden Almanların
bu durumu ise geçici bir aşama olarak kabul edilebilirdi. Bu nedenlerden dolayı,
özellikle Fransa’nın önderliğinde AKÇT, BAB, AST, AAET gibi birliklerin
kurulması gündeme gelmiştir (Bozkurt, 2001: 60).
AKÇT’nin uluslar üstü statüsü Fransa’yı öylesine heyecanlandırmıştır ki, bu
örgütün kurulmasının hemen ardından, Fransa doğrudan savunma alanında
birleşmeyi gündeme getirmiştir. Ancak AKÇT üyelerinin silahlı kuvvetlerinin
uluslararası bir ortak yönetime bırakılmasını öngören Avrupa Savunma
Topluluğu girişimi, 1954 yılında bizzat Fransız Parlamentosunun muhalefetine
takılmıştır. Bu nedenle bütünleşme hareketinin, başlangıçta öngörülmüş
olduğu gibi yavaş seyretmesini doğal karşılamak gerekmektedir (DPT, 2005:
2).
Aslında
söz
konusu
kuruluşlarda
Fransa
hakimiyetinin
olması;
Almanya’nın ekonomik gücünün 1914, 1938, 1939 yıllarında olduğu gibi,
tekrar politik ve askeri yönden egemen olma taleplerine dönüşme tehlikesini
ortadan kaldırmak için Batı Almanya’yı ekonomik olarak bünyesine almak
şeklinde yorumlanmıştır (Stapelfeld, 2001: 56).
1950 yılında AKÇT ile ekonomik alanda elde edilen başarıların yanında, 1952
yılında Avrupa Savunma Topluluğu ve 1953 yılında Avrupa Siyasal Topluluğu
gibi bütünleşme girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 1952 tarihli Avrupa
Savunma Topluluğu, 1954 tarihinde onaylanmak üzere getirildiği Fransız
parlamentosunda reddedilmiştir. Bu siyasi topluluğu oluşturma çalışmalarının
başarısızlığa uğraması ve federasyon düşüncesinin terk edilmesi sonucunu
170
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188
Dünden Bugüne Avrupa Birliği
doğurmuştur. Bu sebeple ekonomik entegrasyon gerçekleştirilmeksizin siyasi
entegrasyona ulaşılamayacağı şeklindeki görüş ortaya çıkmış ve bu doğrultuda
ekonomik entegrasyon çabaları yoğunluk kazanmaya başlamıştır (Yazgıç,
2005: 17-18).
AKÇT’nin kuruluşundaki ve bununla ilgili uygulamadaki başarılar, Avrupa
ülkelerinin farklı yeni oluşumlara gitmelerine yol açmıştır. Bu süreçte
Venedik’te “Genel Bir İktisadi Birlik ve Nükleer Alanda Bir Birlik Kurulması
İmkânları” başlıklı rapor kabul edilmiş, AKÇT’ye üye ülkeler 1955’te Messina
Konferansında daha geniş kapsamlı bir Avrupa Ekonomik Topluluğu ve
Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) kurulmasını benimsemişlerdir.
Amaç, gümrük birliği ve ortak pazar yoluyla Avrupa’nın entegrasyonunu
kolaylaştırmaktı. Her iki topluluğun kuruluşuna ilişkin sözleşmeler 1957’de
Roma’da imzalandı. Kuruluşlar ise 1958 başında Brüksel’de etkinliklere
başladılar. Bünyesinde komisyon, bakanlar konseyi, parlamento ve adalet
divanı bulundurmaları ile, bu iki topluluk da Avrupa Kömür ve Çelik
Topluluğu modeline uygundu (Canbolat, 2002: 98).
Bu önemli gelişmelerin ilk adımı ise 6 Mayıs 1956’da Belçika Dışişleri Bakanı
Paul-Henry Spak’ın, AKÇT üyelerine Avrupa Ekonomik Topluluğu ve Avrupa
Atom Enerjisi Topluluğu kurulmasına ilişkin bir proje sunmasıyla başladı.
Spak’ın projesi kısa sürede olumlu karşılandı ve 29 Mayıs 1956 tarihinde
Venedik’te toplanan üye ülkelerin dış işleri bakanları, bu iki topluluğun
kurulması için görüşmeler yapmak üzere bir hükümetler arası konferans
düzenlenmesine karar verdiler. 26 Haziran 1956 günü ise AET ve AAET
kurulması için Brüksel’de görüşmelere başlandı (Coşkun, 2001: 48). Bu
konferansta iki yeni Avrupa Topluluğunun daha kurulması kararlaştırılmıştır.
Uzun süren görüşmeler ve teknik çalışmalardan sonra 25 Mart 1957’de bu kez
Roma’da imzalanan antlaşmalar ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve
Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) kurulmuştur (Yazgıç, 2005:
18).
171
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188
Mehmet Akif Özer
AB’nin kurulmasındaki en önemli temel taşı kabul edilen, Avrupa Ekonomik
Topluluğu (AET) 1957 yılında altı Batı Avrupa Devleti (Almanya, Fransa,
Belçika, Hollanda, Lüksemburg ve İtalya) arasında imzalanan “Roma
Antlaşması” ile kurulmuştur. AET’ye hukuken ve fiilen uluslararası bir
kuruluş olma niteliğini kazandıran Antlaşma, 01 Ocak 1958 tarihinde
yürürlüğe girmiştir. Üye devletler arasındaki gümrük birliği ise, 1 Temmuz
1968’de gerçekleşmiştir (Ertan, 2005: 1). Avrupa Topluluğu (AT) 1951 Paris
Antlaşması ile kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) ve Roma
Antlaşması ile kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom
Enerjisi Topluluğu (EURATOM)’dan oluşmaktadır (Emirhan-Gün, 2001: 42).
Organların birleştirilmesi esnasında AKÇT’yi kuran Paris Antlaşması ile
Avrupa Ekonomik Topluluğu, Avrupa Atom Enerjisi Topluluğunu kuran
Roma Antlaşması yerine geçecek tek bir anlaşmayla kurulacak bir Avrupa
Topluluğu oluşturulması doğrultusunda ilk adımdır (Noel, 1980: 6).
Tüm bu Antlaşmalar; Avrupa ülkeleri arasında daha sıkı bir işbirliğinin
kurulması,
ekonomik
gelişmenin
sağlanması,
Gümrük
Birliğinin
oluşturulması, istihdam koşullarının ve yaşam kalitesinin sürekli iyileştirilmesi
gibi birçok amacın gerçekleştirilmesi sürecinde ilk adımlar olmuştur. Bu
süreçte oluşturulan Birliğin temel amacı ise, üye ülkelerin, önce ekonomik ve
sonuçta da siyasal birlik içinde bütünleşmesini sağlamaktı. Ancak böylece
ortaya çıkacak olan büyük bir pazarın yaratacağı imkânlardan yararlanılarak
Avrupa’ya eski gücünü kazandırmak ve Birliğe katılan ülke halklarının refah
seviyesini yükseltmek mümkün olacaktır (Bulaç, 2001: 26). Bu amaçla
Avrupa’da bir federal devlet oluşturmaya öncülük edenler 1957 yılında kabul
edilen Roma Antlaşmasıyla AET’nin kurulmasına razı olmuşlardır. Ama
ekonomi alanında bir birleşmeyi öngören bu antlaşmanın Avrupa’yı gelecekte
bir siyasal birliğe götüreceği umudunu korumuşlardır. Bu umut Antlaşmada
“ever
closer
union-her
geçen
gün
Birliğe
daha
yakın”
ibaresinde
somutlaşmıştır (Tekeli-İlkin; 2000: 563).
172
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188
Dünden Bugüne Avrupa Birliği
AET, kuruluşunun ertesinde, Avrupa’nın bütünleşmesinde temel araç işlevini
görmeye başlamıştır. Ancak, başarılı olduğu genel olarak kabul edilmekle
birlikte Avrupa'daki bütünleşme süreci, dört genişleme hareketi sonucunda
kurucu altı üye ülkeye zaman içerisinde katılan dokuz yeni üye ülke ile sadece
Batı Avrupa ülkelerini kapsayan bir bütünleşme hareketinden oluşmuştur
(Kavalalı, 2005: 1). Bu sürecin somut ürünü olan AET ise, kısa bir müddet
içinde dünyanın en büyük ithalâtçısı ve ikinci büyük ihracatçısı olması, söz
konusu bu genişlemeye zemin hazırlamıştır. AET ülkelerinde 1958-1962
yılları arasında milli gelir %21 (ABD’de %18) ve sanayi üretimi %37
(ABD’de %28) artmıştır (Koçdemir, 2000: 57).
AB’nin, üye ülkelerin bir anlamda ulusal yetkilerinin bir kısmını uluslar üstü
bir teşkilata devrederek, istikrara ve refaha dayalı Birleşik bir Avrupa’nın
oluşturulması yönünde entegrasyonu sağlama ve ortak politikalar oluşturma
hareketi olduğunu söyleyebiliriz. Demokratik yollarla seçilen Parlamentosu,
periyodik aralıklarla toplanan Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi, kurucu
anlaşmaların ve yürürlükteki birlik müktesebatının koruyucusu Komisyonu,
birlik hukukuna yönelik ihlalleri önleyen Adalet Divanı, birliğin akçalı
yönetimine ilişkin işlemleri izleyen Sayıştay, birlik bünyesinde projeleri,
finanse eden Bankası ve danışma niteliğindeki çeşitli komitelerle, sosyal ve
bölgesel çıkar gruplarının temsil eden grup ve kurulları ile topluluk (Pıtırlı,
2000: 17), bu çapta bir kuruluş için fazla sayılamayacak yarım asırlık bir
zaman süreci içinde uluslararası camiada güçlü ve saygın yerini almıştır
Bugünkü AB’nin temeli ve başlangıçta B.Almanya, Fransa, İtalya ve üç
Benelüks ülkesi Belçika, Hollanda ve Lüksemburg tarafından kurulan AET’nin
üye sayısı 1970’lerde İngiltere, İrlanda ve Danimarka’nın katılımıyla 6’dan 9’a
yükselmiştir. 1980’lerde Yunanistan, İspanya, Portekiz, 1990’larda Avusturya,
İsveç, Finlandiya’nın katılımı ile Topluluk 15 üyeye ve 375 milyon nüfusa
sahip büyük bir pazar haline gelmiştir. Nihayet 1990’ların başında imzalanan
Maastrich Antlaşması ile topluluk ekonomik birliktelikten siyasal birliğe doğru
173
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188
Mehmet Akif Özer
kurumsal yapılanmasında önemli adımlar atmıştır (Dartan, 2002: 99).
Böylesine bir süreçten geçen Avrupa bütünleşme hareketinin temelinde
yepyeni bir felsefenin ürünü yatmaktadır. Ulusal düşmanlıkları aşan,
üyelerinin farklı çıkarlarını ortak hedefler çevresinde birleştiren bu felsefe,
doğal olarak, ortak ilke ve değerlerle anlam kazanmıştır. Bu ilke ve değerler,
demokrasi, insan hakları ve temel özgürlüklerdir. Bunları benimsemiş
insanlardan oluşan toplumlar, bu toplumların demokratik kurallarla seçecekleri
yönetimler,
kuşkusuz,
Avrupa’da
birlik
ve
beraberliğin
güvencesini
oluşturacaktır. Bu ilke ve değerlerin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması
amacıyla Avrupa Konseyi kurulmuştur (DPT, 2005: 2).
AVRUPA BİRLİĞİ'NİN GENİŞLEMESİ
AB’nin bugünkü konumuna ulaşması, daha çok genişleme sürecinde elde
edilen başarılardan kaynaklanmaktadır. Bu sürece biraz daha ayrıntılı
baktığımızda 1969 yılına kadar gitmek gerekmektedir. Bu tarihte AB’yi kuran
6 temel ülke için “görev başarılmış” bir ortam söz konusu idi. Çünkü yola
çıkışları sadece ekonomik birlik ve bundan güç sağlamaktı. Ancak neden bu
ülkeler bu noktada durmadılar ve genişleme için çaba harcadılar? Bu soruya
çeşitli şekillerde cevap veriliyor. Öncelikle özellikle tarım ve rekabette
uygulanan
politikaların
uygulanması
için
yönetim
mekanizması
gerekmekteydi. Bunun yanında hiçbir zaman ideal bir ortak pazara
ulaşılamamıştı. Bu süreçte ortaya çıkan boşlukların doldurulması ve
eksikliklerin giderilmesi gerekiyordu (El-Agraa, 2004/a: 414-515). Bunun
yönteminin ise genişlemek ve bir an önce kurumsal yapıyı güçlendirmek
olduğu yönünde kamuoyunda yaygın bir konsensüs bulunmaktaydı.
AB’nin genişlemesinin teorik temelleri; 21 Ekim 1970’te topluluk üyesi
devletler Lahey’de alınan kararlar doğrultusunda siyasal işbirliğinin ve bu
amaçla üye devletlerin dışişleri bakanlarının periyodik olarak toplanmasını ve
üye ülkelerin dış politikalarının uyumlaştırılmasını öngören Davignon
174
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188
Dünden Bugüne Avrupa Birliği
Raporu’nu onaylamalarıyla atılmıştır. Yine hükümet ve devlet başkanları; bu
rapora paralel bir şekilde; Ekim 1972’de gerçekleştirilen Paris Zirvesi’nde
çevre, enerji ve bölgesel konularda yeni politikaların geliştirilmesi, Aralık
1974 zirvesinde ise, Topluluğun uğraştığı iç sorunlardan kurtularak, hızlı, aktif
ve verimli çalışması üzerinde durmuşlar ve bunun sonucunda bir hareket plânı
hazırlamışlardır.
Buna göre, Avrupa Parlamentosu üyelerinin doğrudan halk tarafından
seçilmesi ve hükümet ya da devlet başkanlarının katıldıkları zirvenin Avrupa
Konseyi’ne dönüştürülmesi kararlaştırılmıştır. Bu sırada Belçika Devlet
Başkanı Leo Tindemans’ın hazırladığı rapor ise; dış politika, savunma ve
ekonomi gibi konuların ve ilişkilerin ortak hale getirilmesi, topluluk içinde
bölgesel dengesizliklerin giderilmesi için gerekli çalışmaların yapılması, AB
konusunda halkın desteğinin güçlendirilmesi ve ortak kurumların yetkilerinin
artırılması gibi hususları gündeme getirerek, genişleme sürecinin teorik
temellerinin atılmasına önemli katkı sağlamıştır.
Bu dönemde hazırlanan Genscher Colombo Plânı ise Avrupa Konseyi’ni ortak
karar sürecine dahil etmek, Avrupa toplulukları ve siyasi işbirliği konularında
tek bir bakanlar konseyi oluşturmak, Avrupa Parlamentosu’nun gücünü
artırmak, siyasal işbirliğini yürütecek bir sekretarya oluşturmak gibi yeni
öneriler gündeme getirmiştir (Özer, 2003: 58). Önerileri bu tarihte pek kabul
görmese de, söz konusu rapor daha sonra hazırlanacak Tek Avrupa Senedine
ilham kaynağı olmuştur.
Yukarda belirtilen çalışmalar ve hazırlanan raporlarla teorik alt yapısı
hazırlanan Topluluğun ilk genişlemesi, 1973 yılında gerçekleşmiştir.
Topluluğun ilk kez genişlemesi, 10 Ocak 1973’te İngiltere, Danimarka ve
İrlanda’nın katılımıyla olmuştur. Norveç ise, halkının referandum sonucu
katılımı istememesi nedeniyle, 1973 yılında Topluluk ile sadece serbest ticaret
anlaşması imzalamıştır. İngiltere’nin AB içindeki konumu tarihsel açıdan hep
farklılıklar içermiştir. Bu ilk genişleme dalgasının en önemli aktörü ise yine
175
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188
Mehmet Akif Özer
İngiltere olmuştur. Nitekim bu ülke AB’ye uzun yıllar sıcak bakmamış ve
temelleri 1957’de atılan Birliğe ancak 1973’te üye olabilmiştir. Gerçi
1960’ların sonunda Fransa’nın vetosuyla karşılaşmış, De Gaulle İngiltere’yi
Avrupa Topluluğu içinde ABD’nin bir “Truva Atı” gibi görmüş ve üyeliğine
karşı çıkmıştır (Hacısalihoğlu, 2001: 78).
İngiltere, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, 1948 yılında imalat sanayi üretim
endeksi en yüksek ülke iken, 1967 yılında oldukça düşük endekse sahip
olmuştur. Bu durumun, 1961 yılı itibarıyla, Almanya'nın yabancı sermayeyi
özendirici düzenlemeleri azaltma yönüne gittiği ve diğer ülkelerden iş gücü
talebinde bulunduğu bir dönemde, İngiltere'nin neden AT'ye üye olma
talebinde bulunduğunu, ekonomik yönden açıkladığı düşünülmektedir. Böyle
bir ortamda İngiltere’nin, 1959 yılında, tamamen ekonomik hedeflere yönelik
ve uluslararası yapıda ve bir bakıma AET’yi dengeleme amacını da güden,
"Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi’nin (EFTA)" kurulmasına öncülük etmesi ise
hiç şaşırtıcı olmamıştır.
Ancak, eski sömürgeleriyle özel ilişkileri bulunmakla birlikte, İngiltere'nin
ucuz
ham
madde
ve
avantajlarının erozyona
pazar kaybı bakımından geleneksel ekonomik
uğradığı bir dönemde, EFTA'nın kuruluşundan
beklenen ekonomik kazanımları yeterince sağlayamadığı da söylenebilir
(Kavalalı, 2005: 1-3). Böylece, EFTA kurucu üyelerinden İngiltere ve
Norveç, sırasıyla, 9 ve 10 Ağustos 1961 tarihlerinde, İrlanda'nın 31 Temmuz
1961 tarihinde yaptığı başvurunun ardından, AT'ye üye olmak için resmen
başvuruda bulunmuştur. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi Fransa Devlet
Başkanı General de Gaulle, İngiltere'nin üye olmak istediğinden kuşku
duyduğunu 14 Ocak 1963 tarihinde yaptığı bir basın toplantısında dile getirmiş,
bir kaç gün sonra ise, adaylık başvurusunda bulunan ülkelerle ilgili müzakereler
askıya alınmıştır.
İngiltere, 11 Mayıs 1967 tarihinde, AT'ye katılmak için tekrar başvuruda
bulunmuştur. İngiltere'nin üyelik başvurusunu, İrlanda, Danimarka ve
176
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188
Dünden Bugüne Avrupa Birliği
Norveç'in başvuruları izlemiştir. Ancak, General de Gaulle, İngiltere'nin AT'ye
katılma isteğini kabul etme konusundaki olumsuz tutumunu sürdürmüştür.
Bununla birlikte, Komisyon, İngiltere, Danimarka, İrlanda ve Norveç’in AT'ye
üyelik başvuruları konusunda görüşünü 13 Eylül 1967 tarihinde bildirmiştir.
Konsey, 22-23 Temmuz 1969 tarihlerinde gerçekleştirdiği toplantıda,
Komisyonun anılan ülkeler ile ilgili görüşünü güncelleştirmesini talep etmiş ve
Komisyon, 1 Ekim 1969 tarihinde görüşünü güncelleştirmiştir (Kavalalı, 2005:
3). 30 Haziran 1970 tarihinde ise, aday ülkeler ile katılım müzakereleri
Lüksemburg'ta başlamış ve Danimarka, İrlanda ile İngiltere 1 Ocak 1973
tarihinde AT’ye katılmışlardır. Norveç’in katılma Antlaşması ise, bu ülkede
yapılan bir referandum ile reddedilmiştir (Ertan, 2005: 1).1969 yılında yapılan
La Haye Zirvesinde, Topluluklara katılma talebinde bulunan İngiltere, İrlanda,
Danimarka ve Norveç ile konuya ilişkin müzakerelerin başlatılması zaten
kabul edilmişti (Manisalı, 2002: 52).
1971 yılı bütünleşme sürecinin gelişmesinde durgunluk dönemecidir. Avrupa
ekonomilerinin para ve genişleme sorunları, 1973-1974 yıllarında enerji
kriziyle daha da büyümüştür. Kriz, daha ileri bir genişleme ile 1975'te 46
Afrika, Karaip ve Pasifik ülkesiyle, 1976’da COMECON ülkeleri, 19761977’de Kuzey Afrika ve bazı Orta Doğu ülkeleri, 1978’de Çin ile yeni
kurulan veya tazelenen ticari bağlantılar aracılığıyla çözülmeye çalışılmıştır.
1970’li
yıllarda
bütünleşmenin
derinleşmesine
ilerleyişi
ise
Avrupa
Parlamentosu’nun doğrudan seçimlerle oluşturulması ve 1979’da Avrupa para
sisteminin işlerliği kavuşturulması için yapılan girişimler de somutluk
kazanmıştır (Güler, 1988: 166).
AB’de ilk genişleme dalgasının görüldüğü 1970’lerde tüm dünyada
uluslararası sistemde önemli ekonomik ve siyasi sorunlar baş göstermiştir.
Bretton Woods düzeninin önemli bir öğesi olan ve uluslararası para
piyasalarında istikrarı sağlamayı amaçlayan sabit kur sistemi bu dönemde
çözülmüştür. Bu sistemin çözülmesinde; ABD, Avrupa ve Japonya arasındaki
177
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188
Mehmet Akif Özer
1950 ve 1960’lardaki uyumun bozulmasının, ekonomik politikalarda
işbirliğinin azalmasının ve ekonomik rekabetin artmasının büyük etkileri
olmuştur.
ABD sabit kur sisteminde doların devalüe edilmemesinden dolayı doların
değerinin arttığını ve Amerikan dış ticaretini olumsuz etkilediğini savunurken,
Avrupalılar
ABD’nin
doların
Bretton
Woods
sistemindeki
merkezi
konumundan yararlanarak uluslararası piyasalara haddinden fazla dolar
sürdüğünü iddia etmişlerdir. Uluslararası para sistemine ilişkin bu tartışmalar
1973 yılındaki petrol fiyatlarındaki aşırı artışlardan sonra daha da ivme
kazanmıştır. Bu durum ise Batı ittifakında petrol ithalâtına bağımlı olan
Avrupa ülkelerini ve Japonya’yı ABD’den daha fazla sarsmıştır (Eralp, 1997:
94). Böyle bir ortamda Avrupa ülkeleri mevcut politikalarını gözden
geçirmeye başlamışlardır.
AB’nin ikinci genişlemesi ise 1975 yılında Yunanistan’ın tam üyelik
başvurusunda bulunmasıyla gerçekleşmiştir. Bu başvuru ile başlayan
müzakereler 6 yılda tamamlanmış ve ikinci genişlemenin tek ülkesi olan
Yunanistan ancak 1 Ocak 1981’de Topluluk üyesi olabilmiştir. Yunanistan’ın
ardından Topluluğa tam üye olabilmek için İspanya ve Portekiz, 1977 yılında
başvuruda bulunmuşlar, ancak 1986 yılında tam üye olabilmişlerdir. Bu
şekilde her iki ülke de, Avrupa Topluluğunun üçüncü genişlemesinde yerlerini
almışlardır.
Avrupa Topluluğunun ikinci ve üçüncü genişlemesi; Yunanistan'ın "Albaylar
Cuntası (1967-1974)", İspanya'nın "Franco Rejimi (1939-1975)" ve Portekiz’in
ise "Salazar Rejimi (1932-1968)"nden sonra demokrasiye geçişleri, özellikle
demokrasiyi yaşatma çabalarının bir sonucu olarak, Topluluğa ayrı ayrı üyelik
başvuruları ve bu başvuruların, esasen siyasi gerekçelerle Topluluk tarafından
desteklemesi ile, anılan ülkelerin Topluluğa katılımları ile tamamlanmıştır.
Topluluk 1994 yılında dördüncü büyük genişlemesini gerçekleştirmiştir. Bu
tarihte Topluluğa tam üyelik için başvurularını yapmış olan Avusturya, İsveç
178
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188
Dünden Bugüne Avrupa Birliği
ve Finlandiya ile katılım müzakereleri başlatılmış, 30 Mart 1994 tarihinde
üyeliğe kabul edilmeleri ve bu kararın 1 Ocak 1995’te yürürlüğe girmesi ile
üçüncü genişleme gerçekleşmiştir. Böylece AT’nin üye sayısı 15’e
yükselmiştir.
Avrupa Topluluğunun söz konusu bu dördüncü genişlemesi; 9 Kasım 1989
tarihinde Berlin Duvarının yıkılmasının ardından, "tek kutup"lu ve tarafsızlığın
"Soğuk Savaş" dönemine göre öneminin kalmadığı bir dönemde ve AB
Antlaşmasının 1 Kasım 1993 tarihinde onay işlemlerinin tamamlanarak
yürürlüğe girdiği, böylece AB tarafından Ortak Dış ve Güvenlik Politikasının
oluşturulması sonrasında, belirtilen üç ülkenin AB'ne katılımları ile
gerçekleşmiştir (Kavalalı, 2005: 3).
1 Mayıs 2004 tarihinde Estonya, Litvanya, Letonya, Macaristan, Çek
Cumhuriyeti, Slovakya, Polonya, Kuzey Kıbrıs, Malta ve Slovenya Avrupa
Birliği’ne üye olmuştur. Bu genişlemenin son aşaması da geçtiğimiz günlerde
1 Ocak 2007 tarihinde Bulgaristan ve Romanya’nın da Birliğe katılmasıyla
tamamlanmıştır. Avrupa Birliği artık 27 üye ülkeyi içeren geniş bir politik
oluşum olarak dünya konjonktüründe yerini almıştır.
Son genişleme, Avrupa kıtasının büyük bir kısmını kapsayarak Avrupa
Birliği’nin küresel platformda özellikle uluslar arası güvenlik ve işbirliği gibi
konularda daha fazla söz sahibi olmasını sağlayarak Avrupa Birliği’ne dünya
politik gündeminde daha etkin bir rol yüklemiştir. Bu şekilde, son genişleme
ülkelerinin üyelik süreçleri ve nihai üyelikleri, demokrasi, azınlık hakları gibi
kavramların Avrupa Birliği bünyesinde daha etkin bir biçimde ele alınarak
Birliğin normatif yapısı daha fazla ön plana çıkmıştır.
Avrupa Birliği, ekonomik bir birlikten politik bir oluşuma doğru bütünleşme
sürecinde ilerlerken bugün geldiği noktada kendini bu normatif yanıyla ve
liberal demokratik değerlere bağlı kalınarak uygulanan çok yönlü uzlaşım
politikalarıyla tanımlayan bir oluşum olarak dünyadaki yerini belirlemektedir
ve bu değerler çerçevesinde Avrupalı kimliğini yaratmaktadır. Bu durum,
179
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188
Mehmet Akif Özer
Birliğe üye olmak için çaba gösteren ülkeler açısından farklı zorlukları
beraberinde getirecektir. Avrupa Birliği üyeliği, özellikle 1980’ler boyunca
devam eden ve Yunanistan, İspanya ve Portekiz’in Birliğe katıldığı dönemde
süregelmiş olan politikaları kısmen geride bırakarak normatif yanı ağır basan
bir oluşum içine girmiştir. Bu oluşum özellikle son genişleme ile pekişerek
aday ülkelerin şartlarını zorlamaktadır (Erdin, 2008: 1).
AB bütünleşme sürecinde ilerlerken, hem uluslararası sistemden, hem de AB
sisteminden kaynaklanan çeşitli krizlerle karşılaşmıştır. Bu krizler sonrasında,
AB'nin, kaybettiği dinamizmi genişleme hareketlerinde aradığı ve yakalamayı
başardığı, ayrıca, genişleme süreçleri sonucunda bütünleşmeye kaldığı yerden
devam ettiği düşünülmektedir. Bütün genişlemeler sırasında çözülmesi
gerekenin, altı kurucu ülke için oluşturulan sistemin daha fazla sayıda ülke için
nasıl işletileceği sorununda olduğu şeklinde yaygın bir konsensüs oluşmuştur.
Bu sorun, esasen kurucu antlaşmalarda yapılan değişikler ile giderilmeye
çalışılsa da, 27 üyeli AB’nin halâ nasıl genişleyeceğinin tartışıldığı günümüzde
de çözüm beklemektedir.
SONUÇ
AB, iyimser bir bakış açısıyla, demokratik ilkelerin hakim olduğu, üye
ülkelerin sosyal politikalarında çağdaş demokratik ve liberal, insan hak ve
özgürlükleri ve hukukun üstünlüğünün gözetildiği, yönetenlerle yönetilenlerin
genelde uyum içinde olduğu, dünya çapında önemli bir birlik görünümündedir.
Tüm dünya geneline baktığımızda AB’ye üye ülkeler, sanayileşmiş hatta çoğu
sanayi
devrimini
başlatmış
ülkeler
grubunda
yer
almaktadırlar.
Sanayileşmeden kaynaklanan sosyal sorunların çözümü için demokratik
mekanizmalar geliştirmişlerdir. Birlikte eskiden beri yerleşmiş olan sanayi ve
ticaret geleneği ve bunun bir sonucu da sermaye birikimi mevcuttur. Bu ve
sahip olduğu kalifiye işgücü ile Birlik, 21. yüzyılda bir sanayi ötesi toplumu
olma hedefindedir.
180
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188
Dünden Bugüne Avrupa Birliği
Avrupa’da birlik fikirlerinin hararetle tartışılmaya başlandığı 20. yüzyılın
başından
sonuna
dek,
Avrupalıların
ekonomik
ve
siyasal
güçlerini
birleştirebilecekleri bir birlik oluşturmaları fikrinin arkasında da bu düşünceler
yatmaktadır. Yani AB’de, küreselleşen dünyada ABD, Japonya, Çin, Rusya
gibi aktörlerin önünde en güçlüsü olmak istemektedir. En güçlü olan süreçten
en çok katkıyı elde edecektir. Ancak AB’nin çok güçlü bir birlik olması,
karşılaştığı sorunları çok çabuk çözmesi kadar kolay görünmüyor. Kuruluş
aşamasında dahi birçok sorunla karşılaşan, bütçesini oluştururken üyeleri
anlaşamayan, henüz herkesin kabul ettiği bir Anayasası olmayan bir Birlik,
nasıl dünyanın en güçlü küresel aktörü olacaktır? Bu sorunun cevabını kimse
bilmiyor.
Bugünden baktığımızda, AB’yi gelecekte bugün olduğundan çok daha büyük
sorunların beklediği çok açık olarak görülmektedir. Özellikle küresel rekabet
konusunda karşısında önemli rakipler bulunmaktadır. Bunlar ABD ile birlikte,
Çin, Rusya ve Japonya’dır. Bu veriler gelecekte dünyanın çok kutuplu bir yapı
sergileyeceğinin mesajını vermektedir. Eğer AB süper güç olmak istiyorsa,
Türkiye gibi büyük bir gücü de arkasına almak zorundadır. Türkiye’nin
yüzyıllar boyunca bölgesinde yaşadığı tecrübe ve ilişki düzeyinin verdiği
stratejik güç, AB’ye katkı sağlayabileceği en önemli unsurları başında
gelmektedir. Ayrıca Türkiye’nin AB’nin çok önem verdiği doğal gaz ve petrol
kaynaklarının dünyaya ulaşması için gerekli yolların tam üzerinde güvenli bir
ülke olarak bulunması da, AB’nin Türkiye’yi yanına almasının gerekliliğini
ortaya koyan çok önemli bir nedendir. Körfez petrol yatakları sona erdikten
sonra dünya petrol ihtiyacını ve doğal gaz ihtiyacını karşılayabilecek en
önemli rezervler Orta Asya’da ve Kafkasya’da bulunmaktadır ve bu
kaynakların AB ülkelerine güvenilir bir şekilde aktarılabilmesi için
Türkiye’den daha önemli bir ülke bulunmamaktadır (Demir, 2006: 2).
AB ile ilgili yapılan değerlendirmelerde, bugüne kadar AB’nin yalnızca siyasal
bir toplum oluşturmadığı, aynı zamanda bir birliğin paylaşması gereken
181
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188
Mehmet Akif Özer
değerleri de ortaya koyduğu belirtilmektedir. Öncelikle AB halkı üzerinde
doğrudan etkisi ve uygulamaları olan hükümetlerce uygulanan bir yönetişim
sistemi geliştirmiştir. Bunun yanında hükümetlere kaynak kullanma ve
yargılama hakkı vermiş ve AB hukukunun uluslar üstü olmasının tüm üyelerce
kabul edilmesini sağlamıştır. AB yargılamasının başarısızlığı veya diğer
olumsuzluklar karşısında üye devletlerin inisiyatifi sürdürülerek, üyelere
içişlerinde bir serbestlik tanınmıştır. Azınlıkların görüşlerini de dikkate alan,
Adalet Divanı ile üye ülkeler arasında çıkan anlaşmazlıkları üst bir irade ile
çözen, seçilmiş vekillerden oluşan parlamentosu (El-Agraa, 2004/b: 524-525)
ile demokrasiyi işleten böyle bir birliğin, gelecekte, temelini iyi kurmasından
dolayı çok başarılı olacağı söylenmektedir. Ancak bu başarı yine AB’nin
kendisine bağlıdır. Özellikle genişleme gibi süreçleri iyi yönetemeyen bir
AB’nin gelecekte karşılaşacağı büyük açmazlarla nasıl mücadele edeceği
bilinmemektedir.
Bu açmazların en büyüğü de yakın gelecekte Avrupa Birleşik Devletleri yerine
daha çok konfederal yapıyla işleyen bir birlik modeli kurulmasında
yaşanacaktır. Bu durumda ise dış politikada ve jeopolitik yönelimlerde üyeler
arasında farklılıkların olması kaçınılmaz olacaktır. AB’nin kendi içinde ayrışan
jeopolitik reflekslerine karşın, Fransa ve özellikle de Almanya’nın ekonomik
potansiyellerini ve Avrupa kıtasının özellikle batısında olgunlaşan kültürel
gücünü arkasına alarak, küresel çapta söz sahibi olma, siyasal etki
oluşturabilme arzuları besledikleri söylenebilir. Özellikle Almanya’nın AB
içindeki nüfus ve ekonomik güç bakımından taşıdığı ağırlığın önemiyle ve son
yıllarda özellikle yüksek teknolojik gelişme çizgisini artırabilme çabaları
gözden kaçmamaktadır (Hacısalihoğlu, 2001: 81). Bu durum ise doğal olarak
Birliğin diğer ağır topu İngiltere’yi oldukça rahatsız etmektedir.
Son dönemde AB kurumları tarafından alınan birçok karara İngiltere’nin karşı
çıkması,
bütçe
sürecini
sekteye
uğratması
hep
bu
tedirginliğinden
kaynaklanmaktadır. AB’nin başarısı öncelikle Avrupa bütünleşmesi sürecinin
182
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188
Dünden Bugüne Avrupa Birliği
başarısından geçmektedir. Bunun için de Avrupa halkı ve kimliği duygusunun
geliştirilmesi gerekmektedir. Ancak Avrupa bütünleşmesinin başarısını doğru
olarak ölçebilmek için ekonomik büyümeye, sosyal refah düzeyine, bölgesel
sistem içindeki pozitif güvenlik dinamiklerine bakmak büyük önem
taşımaktadır. Bu durum doğal olarak AB’nin jeopolitik konumunu ön plâna
çıkarmıştır (Stefanova, 2005: 51). Artık bu çerçevede oluşturulan genişleme
ve güvenlik politikaları üzerinde durulmaya başlanmıştır.
Son yıllardaki gelişmelere baktığımızda AB’nin genişlemesinin; Merkezi
Doğu Avrupa (MDA) ülkelerinden AB’ye katılımların sağlanması (bu süreç
tamamlanıyor) ve coğrafi yayılmanın gerçekleri, Batı balkanlarla uzun dönemli
bütünleşme
stratejisinin
gerçekleşmesi
ve
Avrupa’nın
genişlemesi
çerçevesinde demokratikleşme ve politik istikrar ve açıklık aracılığıyla Avrupa
Komşuluk Politikasının kademeli olarak geliştirilmesi şeklindeki üç boyutlu
bir süreçten oluşmaktadır. Henüz bu sürecin başındayız ve görülüyor ki süreç
beklenenden daha uzun sürecek. Ancak bu süreci inceleyip, AB’nin genişleme
ekseni içine giren ülkeleri ve coğrafi konumlarını dikkate aldığımızda, AB’nin
siyasal
refleksinin
ekonomik
entegrasyon
arayışının
önüne
geçtiğini
görüyoruz.
AB’nin siyasal entegrasyonda başarılı olabilmesi ise, söz konusu sürecin
meşruiyetin sürekli sağlanmasını gerektirmektedir. Resmi düzeyde, AB’nin
politika üretme mekanizmalarının demokratik olarak denetlenebilmelidir.
Genel siyasi destek düzeyinde ise, prosedürlerin daha saydam olması ve
kişiselleşmesi şarttır. Siyasi sorumluluk ile karar mekanizmalarındaki
denetlenebilirlik arasındaki çizgi belirgin değildir. Avrupa politikalarının
meşruiyeti, AB’nin geleneksel değerleri olan kamu refahı ve kamu güvenliğine
yapacağı katkının artmasına dayalı olarak gelişecektir.
Bugün sürecin meşruiyetinin sağlanmasında AB kurumları, yeterince etkin
olarak çalışmamaktadır. Yönetim birimlerinin büyüklükleri, prosedürlerin
karmaşıklığı ve Birliğin yetkilerinin dağılımı ile ele alınış biçimlerine dayanan
183
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188
Mehmet Akif Özer
tartışmalar, kamuoyunda gitgide kötü yönetim uygulamaları olarak görülmeye
başlanmıştır. Genişleme sürecinde AB’nin desteğini almaya başlayan aday
ülkeler, gerek kendi kurumsal yapısının gerekse de AB’nin kurumsal yapısının
olumsuzluklarının giderilebilmesi için önemli taahhütler altına girmektedirler
(Esfahani, 2003: 824).
Gerek bütünleşme gerekse de bunun bir sonucu olan genişleme süreci, federal
dengedeki gerçek ve beklentisel rahatsızlıklardan, başka bir deyişle,
merkezkaç ve merkezcil kuvvetler arasındaki denge ile büyük ve güçlü
üyelerle
küçük
ve
zayıf
üyeler
arasındaki
dengeden
ciddi
olarak
etkilenmektedir. Güçler dengesi tarzı taktikler ve kayıplarla kazançların
birbirini götürdüğü pazarlık politikaları (Janning, 1997: 30), son olarak 2006
Brüksel Zirvesinde de görüldüğü gibi AB’nin ortak tarım politikasının
belirlenmesinde ve 2008-2013 bütçe rakamlarının onaylanması sürecinde, AB
ülkeleri arasında hararetli tartışmaların çıkmasına yol açmıştır. Tüm bunlara
rağmen bugün Avrupa Birliği 30'a yakın üyesiyle dünyada en önemli küresel
aktör olma yolunda ilerlemektedir. Böylesine büyük bir gücün kendi içinde
sorunlar yaşamasını da doğal kabul etmek gerekir. Önemli olan ABD, Japonya,
Çin ve Rusya karşısında AB belirlediği hedeflere nasıl ulaşacağıdır.
KAYNAKÇA
AYTÜR, Memduh: “Ortak Pazar”, Amme İdaresi Dergisi, C.3, 1970.
BAL, İhsan: “The Security Policies of the Turkey-EU Axis in Fighting Global
Terror: An Alternative?”, EU With Turkey-The Possible Impact of Turkey’s
Membership on the EU, Ed.S.Laçiner, M.Özcan, ISRO Pub., Ankara, 2005.
BAŞLAR, Kemal: “AB’nin Normatif Supranasyonelliği”, Amme İdaresi
Dergisi, C.30, 1997.
BOZKURT, Veysel: “Avrupa Birliği ve Türkiye”, Vipaş Yay., Bursa, 2001.
BULAÇ Ali: “AB ve Türkiye”, Eylül Yay., İstanbul, 2001.
184
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188
Dünden Bugüne Avrupa Birliği
BÜYÜKAKINCI, Erhan: “AB-Rusya Federasyonu İlişkilerinde Güvenlik
Sorunsalı”, Dünden Bugüne AB, Der. B. Dedeoğlu, Boyut Yay., İstanbul,
2003.
CANBOLAT İbrahim S.: “Uluslarüstü Sistem AB, Bir Dönüşümün Analizi”,
Geliştirilmiş 2. Baskı, Alfa Yay., İstanbul, 1998.
CANBOLAT, İbrahim S.: “AB, Genişleme Sürecinde Türkiye İle İlişkiler”,
Güncelleştirilmiş 3. Baskı, Alfa Yay., İstanbul, 2002.
CANSEL, Erol: “Türk Hukukunun AT Hukukuna Uyumu”, Amme İdaresi
Dergisi, C.25, S.2, Haziran, 1992.
COŞKUN, Enis: “Bütünleşme Sürecinde AB ve Türkiye”, Cem Yayınevi,
İstanbul, 2001.
DARTAN Muzaffer: “Türkiye-AB İlişkileri”, Tüm Yönleriyle Türkiye-AB
İlişkileri, Ed.M.Aykaç-Z. Parlak, Elif Kitabevi Yay., İstanbul, 2002.
DEDEOĞLU Beril: “AB Bütünleşme Süreci I: Tarihsel Birikimler”, Dünden
Bugüne AB, Der. Beril Dedeoğlu, Boyut Yay., İstanbul, 2003/a.
DEDEOĞLU, Beril: “AB Bütünleşme Süreci II: AB’nin Yakın Geçmişi”,
Dünden Bugüne AB, Der. Beril Dedeoğlu, Boyut Yay., İstanbul, 2003/b.
DEMİR, Recep: “AB ve Türkiye
İlişkileri”, http://www.geocities.com/
begunay13.htm (20.03.2006).
DPT: “Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı”, Türkiye-AB İlişkileri Özel İhtisas
Komisyonu Raporu, DPT Yay., Ankara, 2005.
El-AGRAA Ali: “Has The EU Been Successful?”, Ed. A. El-Agraa, The EU,
Economics&Policies, Seventh Edition, Prentice Hall, England, 2004/a.
El-AGRAA, Ali: “The Future of the EU?”, Ed. A. El-Agraa, The EU,
Economics&Policies, Seventh Edition, Prentice Hall, England, 2004/b.
EMİRHAN P. Narin, GÜN Rengin: “AB’nin Gelişme Perspektifi Açısından
Türkiye’nin Ekonomik ve Siyasi Durumu: Konverjans (Yakınlaştırma) ve
Kopenhag Kriterleri Bazında Makro Göstergelerin Karşılaştırmalı Analizi”, 9
Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 3, Sayı:3, 2001.
185
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188
Mehmet Akif Özer
ERALP Atila: “Soğuk Savaştan Günümüze Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri”,
Türkiye ve Avrupa, Ed. Atila ERALP, İmge Yay., Ankara, 1997.
ERYILMAZ, Bilal: “Türkiye’nin Avrupa Topluluğuna Üyeliğinde Kültür
Sorunu”, Türk İdare Dergisi, S.391, 1991.
ESFAHANİ, Hadi Selahi: “Fatal attraction: Turkey’s troubled relationship
with the EU”, The Quarterly Review of Economics and Finance, Vol.43, 2003.
GÜLER, Birgül: “Avrupa Topluluğu ve Tek Avrupa Yasasının Getirdikleri”,
Türk İdare Dergisi, S.379, 1988.
GÜNUĞUR, Haluk: “Avrupa Birliği Bütünleşmesinin Tarihsel Gelişimi
(Dünü, Bugünü, Yarını)”, Avrupa Birliği El Kitabı, Ed.M.Özdemir-S.Altınışık,
T.C. Merkez Bankası Yay., Ankara, 1995.
HACISALİHOĞLU, Yaşar: “Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye-Jeopolitik
Analiz”, Çantay Kitabevi, İstanbul, 2001.
IŞIKTÜRK, M. Bilge: “Türkiye Kriterleri ve AB”, Tanı Yay., Ankara, 2005.
JANNING, Josef: “Avrupa Birliği’nin Reforme Edilmesi: Hükümetlerarası
Konferans’ta Konular ve Bakış Açıları”, Çev.E. Zeybekoğlu, Avrupa Yeniden
Yapılanırken Türkiye, Friedrich Ebert V., İstanbul, 1997.
KABAALİOĞLU, Haluk: “AB Kurumları ve Avrupa Hukukunun Uluslarüstü
Özellikleri Işığında Avrupa Birliği ve Kıbrıs”, Yeditepe Üniversitesi Yayını,
İstanbul, 1997.
KAVALALI, Murat: “AB’nin Genişleme Süreci”, DPT Yay, Ankara, 2005.
KOÇDEMİR, Kadir: “AB Hukuku ve Mahalli İdareler”, Türk İdare Dergisi,
S.428, 2000.
LAÇİNER, Sedat: “Possible Impacts of Turkey’s Full Membership To EU’s
Foreign Policy”, EU With Turkey-The Possible Impact of Turkey’s
Membership on the EU, Ed.S.Laçiner vd., ISRO Pub., Ankara, 2005.
MANİSALI, Erol: “İçyüzü ve Perde Arkasıyla Avrupa Çıkmazı”, Otopsi,
İstanbul, 2002.
NOEL, Emile: “Avrupa Topluluğu Organları”, Ankara, 1980.
186
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188
Dünden Bugüne Avrupa Birliği
ÖZER, Ahmet: “Avrupa Birliği”, Türk İdare Dergisi, S.432, Eylül, 2001.
ÖZER, Ahmet: “Tanzimat’tan Bugüne Batılılaşma ve Avrupa Birliği”, Elips,
Ankara, 2003.
PITIRLI, Ali: “AB’nin Eşiğinde İnsan Hakları ve Mülki İdare”, Türk İdare
Dergisi, S.428, 2000.
SANDIKLI, Atila: “Türkiye’nin Dış Politikasında AB ve Alternatifleri”, Harp
Akademileri Komutanlığı Yay., İstanbul, 2001.
STAPELFELD Gerhard: “AB’nin Ortak Ekonomik ve Para Birliği-Avrupa
Entegrasyonunun Prensipleri ve Sorunları”, Avrupa Yolunda Değişim
Sürecinde İki Aday Ülke, Konrad Adenauer V, Ankara, 2001.
STEFANOVA, Boyka: “The European Union As A Security Actor-Security
Provision Through Enlargement”, World Affairs, Vol.168, No.2, Fall, 2005.
TANUGİ, L. Cohen: “The End of Europe”, Foreign Affairs, 84, No.6, 2005.
TEKELİ İlhan, İLKİN Selim: “Türkiye ve Avrupa Birliği 3-Ulus Devletini
Aşma Çabasındaki Avrupa’ya Türkiye’nin Yaklaşımı”, İstanbul, 2000.
TEKİN, Kazım: “AB ve Egemenlik Kavramı”, Türk İdare Dergisi, S.434, 2002.
TEZCAN, Ercüment: “AB’nin Kurumsal Yapısı ve Karar Alma Mekanizması:
Üye Devletlerin Rolü Üzerine Değerlendirmeler”, Dünden Bugüne AB, Der.
Beril Dedeoğlu, Boyut Yay., İstanbul, 2003/a.
TEZCAN, Ercüment: “AB Rekabet Politikasının Hukuksal Boyutu”, Dünden
Bugüne AB, Der. Beril Dedeoğlu, Boyut Yay., İstanbul, 2003/b.
YAZGIÇ, Suavi Kemal: “Avrupa Birliği”, İnsan Yay., İstanbul.
YURDUSEV, Nuri: “Avrupa Kimliğinin Oluşumu ve Türk Kimliği”, Türkiye
ve Avrupa, Ed. Atila ERALP, İmge Yay., Ankara, 1997.
YÜKSEL, Mehmet: “Küreselleşme, Ulusal Hukuk ve Türkiye”, Siyasal
Kitabevi, Ankara, 2001.
Web Siteleri:
ERDİN, Müjde: “Son Dönem Avrupa Birliği Gelişmeleri”, www.tasam.org/ab
(20.03.2008).
187
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 160-188
Mehmet Akif Özer
ERTAN, İren: “AB Sürecinde Türkiye-AB İlişkilerinde Ortaya Çıkacak
Gelişmeler”, www.cetarisparibus.com (20-10-2005).
YETKİN, Münir Nuri: “Türkiye-AB İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi ve
Değerlendirilmesi”, www.cetarisparibus.com (20.10.05).
188
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(2),2008, 160-188
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1(2),2008, 189-212
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
TANIDIK TEHLİKE ÇANLARININ YENİ ADRESİ:
KOSOVA- BOSNA EKSENİ
Ümit HACIOĞLU∗
ÖZET
Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesi Balkanlarda yeni bir krizi beraberinde
getirmektedir. Dayton Barış Antlaşması - DPA (1995) yoğun bir askeri müdahale
olmaksızın barışı sürdüren antlaşmaların en önemlilerinden biridir. Yine de, etnik
gruplar arasında kolektif karar alma mekanizması ve güç paylaşımını içeren yeni bir
devlet yapısının oluşumu nedeni ile DPA’nın yetersiz kaldığı söylenebilir. Bununla
birlikte, Kosova’nın bağımsızlığını takiben Sırp tarafında canlanacak tarihi kinin
Bosna’da etnik gruplar arasında sağlanan yapay barış ortamını istikrarsızlığa sürükleme
ihtimali belirmektedir. Kosova’nın bağımsızlığının ilanı ve Uluslararası Savaş Suçları
Mahkemesi’nin etkinliğinin tartışıldığı bu günlerde Sırp Cumhuriyeti’ni ihtiva eden
Bosna Hersek Konfederasyonu dahilinde bir iç savaş riski yeniden belirmiştir.
Anahtar Kelimeler: Soykırım, Kosova, Bosna Hersek, ICTY, Çatışma.
ABSTRACT
The Independence of Kosovo at region is likely to create another Balkan Crisis. The
Dayton Peace Accord (1995) is one of the most exclusive peace agreements putting an
end to unbalanced war without intensive military intervention. However, DPA has
established the peace with limited success creating the new state structure with joint
decision- making and power sharing among ethnic groups. Furthermore interethnic
peace within Bosnia is also vulnerable to instability via a possible revival of age-old
hatred by Serbs following the Independence of Kosovo. As the echoes of Kosovo’s
declaration of Independence remains unclear at region and the effectiveness of
International Criminal Tribunals for the Former Yugoslavia (ICTY) is being criticized,
the future of Bosnia I Herzegovina Confederation including Republika Srpska and
interethnic peace are prone to an interwar again.
Key Words: Genocide, Kosovo, Bosnia and Herzegovina, ICTY, Conflict.
GİRİŞ
Uluslararası aktörlerin ve Türk dış politikasının Ortadoğu ve Irak'taki
istikrarsızlığa odaklandığı bu günlerde Kosova- Bosna eksenli yükselen tehlike
sinyalleri bölgede Dayton Barış Antlaşması (1995) ve NATO'nun Kosova'ya
müdahalesinin ardından sağlanan yapay istikrar ortamının önlem alınmazsa
∗
Beykent Üniversitesi Öğretim Görevlisi, [email protected]
Ümit Hacıoğlu
tekrar kaosa sürüklenebileceğini haber vermektedir. Bosna’da savaşın
durmasını sağlayan bu Antlaşmanın genel çerçevesine göre; Bosna Hersek
Federasyonu (BiH) bağımsız bir devlet olarak dünya sahnesinde yer
almaktadır. BiH, Boşnak Hırvat Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti’den (RS)
teşkil olan bir konfederasyon niteliğindedir. Antlaşmaya göre BİH toprakların
%51’i Federasyona, %49’u ise Sırp Cumhuriyeti’ne bırakılırken, kolektif
başkanlık sistemine geçilmiştir. Kolektif yürütme süreci birer Boşnak, Hırvat
ve Sırp üyenin katılımı ile sağlanmaktadır. Kolektif başkanlık sisteminde
yaşanan derin görüş ayrılıkları yürütme mekanizması içinde tıkanmalara neden
olmaktadır. Böylece Federasyon’u oluşturan etnik gruplar federasyondan
ayrılma tehdidinde bulunmaktadır.1 Dayton Antlaşması’nın derinleştirdiği
etnik heterojenite olası dağılma sürecinde çatışma riskini tetiklemektedir.
Özellikle Uluslararası Adalet Divanı’nın Srebrenitza soykırımında Sırbistan’ı
aklayan kararı ve Eski Yugoslavya için oluşturulan Savaş Suçları
Mahkemesinin (ICTY) etkinliğinin akademik ve siyasi platformlarda
tartışıldığı şu günlerde (Barria ve Roper, 2005: 349-368), AB’nin desteği ile
Kosova Parlamentosu’nun 17 Şubat 2008’de bağımsızlık ilan etmesi,
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeleri arasında ve AB içinde siyasi
çatlağa neden olmuştur. Ayrıca Sırbistan’da ve Bosnalı Sırplar arasında
yükselen
radikal
sesler
Balkanlardaki
istikrar
ortamı
için
tehlike
oluşturmaktadır. Sırp Bağımsız Dernekleri Hareketi (SPONA) Başkanı
Branislav Dukiç ve diğer milletvekilleri Banja Luka'da düzenlenen basın
toplantısında: “Kosova bağımsızlık ilan ederse Sırp Cumhuriyeti için de
bağımsızlık talep edeceğiz”, şeklindeki açıklaması bu tutuma bir örnektir
(15/02/08; Reuters). Ayrıca, Dayton Antlaşması sonrası oluşturulan yapay
1
Bosna’lı Sırp kanun koyucular BiH içindeki Sırp Cumhuriyeti’nin Federasyon’dan ayrılma
hakkını tanıyan bir yasayı kabul etmiştir. Sırp Cumhuriyeti (RS) Başbakanı Miroslav Dodik’in
Radio Free Europe için vermiş olduğu demeçte “BiH’e duygusal bağım veya sevgim
bulunmamaktadır. Ancak duygusal olarak Sırp Cumhuriyeti’ne bağlı ve onun işlevsel
olabileceğine inanmaktayım.” demiştir. Reuters, AFP, AP, DPA, HINA, B92 - 15/10/08; Office of
the High Representative -- 10/10/08 - 15/10/08)
190 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212
Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni
istikrar ortamında mikro Yugoslavya olarak tanımlanan Bosna Hersek’in çift
devletli ve çift parlamentolu yapısında görülen tıkanıklıklar, Bosna Devleti
içinde Sırp Cumhuriyetinin (Republika Srpska- RS) sert tutumu Kosova’nın
bağımsızlığı sonrasında Federasyonun geleceğine ilişkin kuşkuları da
beraberinde getirmektedir.
Bağımsızlığın ilan edilmesinden önce BM Geçici Yönetim Misyonu altında
bulunan Kosova’da son yapılan yerel seçimlerin ardından parlamento 2008
Ocak ayında Kosova Demokrat Parti ( PDK) Başkanı Haşim Taçi'ye koalisyon
hükümetine başbakanlık etme yetkisini vermiş ve bunu takiben Başbakan Taçi
Kosova'nın bağımsızlığının çok kısa bir süre içinde ilan edileceğini
açıklamıştı. Yapılan yerel seçimlerin ardından, BM Geçici Yönetim Misyonu
altında bulunan Kosova'da, Parlamento’nun 9/01/2008'de Haşim Taçi'ye
koalisyon hükümetine başbakanlık yetkisinin vermesini takiben Başbakan Taçi
Kosova'nın bağımsızlığının ilan edileceğini bildirmişti. Nitekim 17 Şubatta bu
bağımsızlık ilanı tek taraflı gerçekleşmiştir.
Kosova-Bosna eksenindeki çatışma riskini tetikleyen unsurların başında; BM
Güvenlik Konseyi’nde yaşanan fikir ayrılıkları, Sırp hükümeti ve Rusya’nın
Kosova'nın Sırbistan'ın ayrılmaz bir parçası olduğu yönündeki dış politikası
yer almaktadır. Ayrıca, Sırbistan ve Rusya’nın askeri müdahale işareti
vermektedir2. Kosova, Bosna ve Hırvatistan içindeki Sırplar için emsal teşkil
edebilir. Balkan ülkelerinde ekonomik gelişmişlik düzeyinin yetersizliği, etnik
gruplar arasında kaynak ayrımındaki adaletsizlik, 2008 yılında yaşanan küresel
ekonomik krizin bölgeye yönelik AB Fonlarını azaltması çatışmaları
tetikleyebilecek yardımcı unsurlar olarak görülmektedir. Kosova ekonomisinin
%70’i Sırbistan’la kurulan ekonomik ilişkilere dayanmaktadır. Nitekim,
bağımsızlık ilanını takip eden günlerde Kosova’nın ana elektrik sağlayıcısı
2
Rusya’nın bütün itiraz ve tehditlerine rağmen ABD’nin desteği ile Kosova’nın bağımsızlığını
ilan etmesinin ardından, misilleme olarak 8 Ağustos’ta Rusya Gürcistan’a savaş açmıştır. Rusya
bu müdahalenin ardından Güney Osetya ve Abhazya’ nın tek taraflı bağımsızlığını tanımıştır.
Rusya’nın Güney Osetya’yı Gürcistan’dan ayıracak bu hamlesinin ardında Kafkasya’da genişleyen
ABD ve NATO etkisini kısıtlamak ve Kosova’nın bağımsızlığının rövanşını almaktır.
191
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 189-212
Ümit Hacıoğlu
olan Sırbistan’ın ekonomik ambargo uygulayacağı ve enerji akışını keseceği
bildirilmekteydi. (www.setimes.com)
Bağımsızlığın ilanının ardından BM Güvenlik Konseyi’nde fikir ayrılığı
yaşanması, Sırp yetkililerin her ne şekilde olursa olsun Kosova'nın Sırbistan'ın
ayrılmaz bir parçası olduğunu dile getirmeleri ve müdahale olasılığı bölgedeki
silahlanma eğilimini hızlandırmaktadır. Kosova- Bosna ekseninde uluslararası
toplumun istikrara yaptığı katkıya rağmen, Yugoslavya’nın dağılmasının
ardından, Bosna, Sırbistan, Kosova, Makedonya gibi ülkelerde tam anlamıyla
istenilen ekonomik gelişme düzeyi elde edilememiştir. Yüksek işsizlik oranı,
etnik gruplar arasında kaynak ayrımında görülen adaletsizlik, dönüşümlü
başkanlık sisteminin gölgesinde adil olmayan özelleştirme süreci de bağımsız
diğer ülkeler gibi Bosna ekonomisinin de en zayıf tarafını oluşturmaktadır.
Ayrıca mülteci sorunu ile etnik gruplar arasında kaynak dağılımı sıkıntısı
arasında bir ilişki görülmektedir. Ancak Dayton Antlaşması’nın 4. maddesi
gereğince bütün taraflar insan hakları, mülteciler ve göçmen sorunu, milli yapı
ve tarihi eserlerin korunması konularında oluşturulacak komisyona ve alacağı
kararlara uymak zorunda olacaklarını beyan etmişlerdir.
Her ne kadar Dayton Antlaşması ile mülteciler ve yerinden olanlar sorununa
çözüm getirilmeye çalışılsa da bölgede değişen iktisadi ve siyasi yapı
mültecilerin bu bölgelere tam anlamıyla geri dönmelerini engellemektedir.
Örneğin, Sırp kontrolündeki Banja Luka’da bulunan iktisadi teşebbüslerin
özelleştirilmesi sürecinde Sırp kökenli vatandaşlara istihdamda öncelik
verilmesi Dayton’un işlevsellik sorununu göstermektedir. Ayrıca 2008 yılında
yaşanan ekonomik kriz sonrasında başlayan küresel ekonomik durgunluğun
AB ülkelerini etkilemesi AB fonlarının bölgeden çekilme ihtimalini
güçlendirmiştir. Bu ihtimali güçlendiren bir diğer unsur da özellikle savaş
suçlarının tespiti ve suçluların yakalanması konusunda Hırvat ve Sırp
hükümetlerinin ICTY ile yeterince işbirliğine girmemesidir. Bu nedenle
ekonomik ve siyasi yaptırımlar sürekli gündeme gelmektedir.
192 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212
Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni
Ekonomik anlamda Bosna, Sırbistan, Kosova ve Makedonya gibi ülkeler dış
krediler,
Dünya
Bankası
ve
AB’nin
Yeniden
Yapılanma
Programı
(Reconstruction Program) çerçevesinde sağlanan dış fonlar yardımı ile alt yapı
sorunlarını aşmaya çalışmaktadır ( Kreimer, et al, 2000: 90). Olası bir küresel
kriz karşısında AB fonlarının3 bölgeden çekilme ihtimali, yapay da olsa
sağlanan ekonomik istikrar ortamını tehdit etmekle birlikte ciddi bir çatışma
riskini de beraberinde getirmektedir. Ekonomik gelişmişlik düzeyinin istenen
seviyeye
getirilememesi siyasi
kaygıları artırmaktadır.
Siyasi açıdan
bakıldığında ise Dayton sonrası oluşturulan çift parlamentolu ve çift devletli
bir Konfederasyon olan Bosna Hersek (BiH)’te etnik gruplar, bu grupları
temsil eden aydınlar ve politikacılar geleceği AB üyeliğinde görmektedir
(Hacıoğlu, 2005:26).
Etnik olarak Bosna Hersek içindeki Hırvatlar Bosna’nın Hırvatistan sınırına
yakın bölgelerde yoğunluk gösterirken, Bosnalı Sırplar ise Bosna’nın Sırbistan
sınırına yakın bölgelerde yoğun olarak yaşamaktadırlar. Jeo-stratejik açıdan iki
etnik grup arasında sıkışmış olan Boşnakların muhtemel bir çatışma karşısında
tekrar çember içinde kalacakları öngörülebilir. Kosova’nın bağımsızlığının
Bosna’da Sırp ve Hırvatlara örnek teşkil etmesi ve ana ülkelerine bağlanma
isteği Bosna’nın geleceği için büyük tehdit oluşturmaktadır. “Savaş
kalıntılarının hala boy gösterdiği Bosna’da Avrupa ve Amerikalı yetkililerin
sağlamaya çalıştığı entegre devlet sistemi ve birleşik-milli bilinç asla
sağlanamamıştır”(Solioz ve Petritsch, 2003). Ayrıca Bosnalı Sırp Yetkililer
Yüksek Temsilcinin4 karşı çıkmasına rağmen Kosova’nın bağımsızlığının ilanı
3
Fon kavramı ile Bölge ülkelerinin sağladıkları dış mali destek, portföy yatırımları ve doğrudan
dış yatırımlar ile sağlanan mali kaynağı ifade etmektedir. 2008 Global kriz sermaye hareketlerinin
dünya çapında ve bölgede oynak hale gelmesine ve bölgeden fon çıkışlarının artmasına neden
olmuştur. Ekonomik veriler için bkz. UNCTAD, World Investement Report, 2006, 2007; UN
World Economic Situation and Prospects, 2008
4
Yüksek Temsilcilik Ofisi; Dayton Antlaşması’nın medeni alanda uygulanışını denetler. Bu ofisin
geniş müdahale yetkisi mevcuttur. Örneğin siyasetçileri Dayton hükümlerine aykırı davrandıkları
gerekçesi ile görevlerinden uzaklaştırma yetkisine sahiptir. Yüksek Temsilcilik Ofisi'nin temsilcisi
Barışı Yeniden Kurma Konseyi tarafından belirlenir ve belirlenen kişi BM Güvenlik Konseyi
tarafından onaylanır.
193
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 189-212
Ümit Hacıoğlu
ardından Republika Srpska (RS)’nin Sırbistan’a katılımını sıklıkla gündeme
getirmektedirler.
Kosova’nın bağımsızlığını takiben Bosna Devleti içinde Sırp Cumhuriyeti’nin
bağımsızlığını istemesi ve Boşnak- Hırvat Federasyonu içinde yaşayan diğer
Sırp azınlıklar için de toprak veya genişletilmiş özerklik talep etmesi
beraberinde çatışma ihtimalini yeniden gün yüzüne çıkarmaktadır. Kısa
dönemde NATO gücü KFOR’un ve AB Polis Misyonu’nun ülkedeki
mevcudiyeti çatışma riskini önlese de bu kısa vadeli bir çözüm olarak
görülmektedir. AB içinde Yunanistan, BM Güvenlik Konseyi içinde Rusya’nın
sert tepkisi Kosova’nın tek taraflı bağımsızlığının uluslararası hukuka aykırılık
çerçevesinde değerlendirilmesine neden olmaktadır.
Rusya Başbakan 1. Yardımcısı Sergey İvanov da Avrupa'nın Kosova'nın tek
taraflı bağımsızlık ilanını tanıması halinde ‘Pandora'nın kutusunu’ açabileceği
konusunda uyarıda bulunurken, Kosova'nın önemli bir uluslararası emsal teşkil
edebileceğini vurgulamıştır. Yetkili, AB ülkelerinin Kosova'yı tanıması
halinde kendi kendini devlet ilan eden Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni de
tanımaları gerektiği konusunu dile getirmiştir ( Reuters:10/02/08). Kosova’nın
tek taraflı bağımsızlığını ilan etmesi ve Rusya’nın bunu kendi içinde bir iç
politik çatışma nedeni olarak görmesi Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesinde
çabuk ve sert reaksiyon vermesine neden olmuştur.
Kosova Bosna ekseninde ortaya çıkacak çatışma riski Türkiye için de bir tehdit
oluşturmaktadır. Türkiye’nin tarihi ve kültürel mirasının korunması için
çatışma riskinin kontrol altına alınması gerekmektedir. Bunun için Türkiye’nin
bölgede etkin rol oynaması gerekirken bağımsızlık girişimi karşısında kendi iç
sıkıntıları nedeni ile temkinli davrandığı görülmektedir. Kosova’nın tek taraflı
bağımsızlığının Rusya’da Çeçenistan, Kuzey Kıbrıs, Kuzey Irak’taki Kürt
yönetimi için de örnek teşkil etmesi uluslararası kamuoyunda egemenlik ve
bağımsızlık konularında hareketli günlerin yaşanacağını da işaret etmektedir.
AB katılım sürecinde Kıbrıs’ın ardından Sırbistan’ın birliğe üye olması AB
194 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212
Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni
içinde Yunanistan-Kıbrıs-Sırbistan ittifakı karşısında Türkiye’nin katılım
umutlarını da ayrıca zorlaştıracağı dikkate alınmalıdır. Bu ittifak karşısında
Bosna-Hersek’in birlik içine girme şansı da Türkiye ile orta vadede paralellik
arz etmesi ayrıca beklenmektedir.
KOSOVA’NIN STATÜ MACERASI
Bağımsızlığın Bosna Hersek Üzerinde Olası Etkileri
Bağımsızlığın ardından Kosova-Bosna ekseninde beliren çatışma ve soykırım
riskinin tarihi temellerinin olduğu görülmektedir. Osmanlı idaresi altında
yaklaşık 500 yıl huzur içinde yaşayan etnik gruplar özellikle Osmanlı
Devleti’nin bölgedeki kontrolünün azalmaya başlaması ve Rusya’nın bölgede
Ortodoks azınlıkları kışkırtması bölgenin kaosa sürüklenmesine neden
olmuştur (Hagen, 1999). “Kosovalı Arnavutlar, Türkler ve Boşnaklar Osmanlı
entelektüel geleneğinin temelini oluşturan İslam dininin birleştirici özelliği ile
aralarında ayrım yapmaz iken, yükselen etnik milliyetçilik karşısında 19. yy’da
Osmanlı İmparatorluğu’nun da zayıflaması üzerine elde ettikleri imtiyazları
kaybetmeye başlamışlardır (Bieber,2000:13-28). Hatırlanacağı üzere 1875-78
yılları arasında yaşanan “Doğu Krizi” ve milliyetçilik akımları ile zayıflayan
Osmanlı Devleti, kendi iç problemleri ile uğraşırken bu dönemde politik,
ekonomik ve kültürel etkinliğini artıran Avusturya bu topraklarda hakim devlet
konumuna gelmiş idi. Bu durumdan rahatsız olan Rusya dini ve milliyetçi
motifleri kullanarak Sırpları kışkırtmış ve 1912 Balkan savaşı sırasında
Kosova’nın Sırplar tarafından işgaline zemin hazırlamıştır. Kısa bir süre sonra
"Osmanlı Devleti'nden bağımsızlıklarını kazanan Sırplar I. Dünya Savaşı sıras
ve sonrasında Bosna, Kosova, Arnavutluk ve Slovenlere karşı büyük katliamlar
gerçekleştirmişlerdir”(Hagen, 1999:52).
I.
Dünya
Savaşı
sonrasında
Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu'nun
lağvedilmesi ile ayrılan Kosova, Bosna-Hersek, Sırp ve Sloven toplumları,
Sırp Krallığı ile birlikte Yugoslavya altında toplanmıştır. I. Dünya Savaşı
195
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 189-212
Ümit Hacıoğlu
sonrası kurulan bu yeni devlet Sloven, Sırp, Karadağ, Bosna-Hersek,
Makedonya ve Hırvatistan’dan oluşan 6 federe devletten oluşmakta idi. Bunun
yanında Sırbistan'da Ortodoks, Slovenya ve Hırvatistan da Katolik, BosnaHersek, Makedonya ve Kosova'da Müslümanlar olmak üzere üç ayrı dine
yayılmış bir sosyo-kültürel yapı bulunmaktaydı. İki dünya savaşı arasında
Kosova ve Bosna Yugoslavya'nın bir kolonisi durumunda kalırken bölgede
hakimiyet arzulayan Sırbistan “Büyük Sırbistan” hayali ile bu bölgedeki
Müslümanlar “Sırplaştırma Politikası”na maruz kalmışlardır.
1941'de, Hitler Almanya'sı Yugoslavya ve İtalya'yı işgal ederken, II. Dünya
Savaşı sırasında Tito Ustaşa5, Nazi istilasına karşı İngiltere ve Rusya
tarafından desteklenen bir direniş başlatmıştır. Almanya'nın savaşı kaybetmesi
ile
birlikte
Tito'nun
yönetimindeki
Yugoslav
partizanlar
ülkeyi
bağımsızlaştırmayı başarmıştır. 1945'de kendisini mareşal ilan eden Tito
uyguladığı baskıcı politikalarla faklı grupları bir araya getirmeyi başarmıştır.
Tito Sovyet idaresi altında izole olmaktan kaçınarak ülkeye özgü milli bir
komünizm
kurmuştur.
Bununla
beraber
ülkede
entelektüel
özgürlük
kısıtlanarak ayrılıkçı Sırp ve Hırvat milliyetçiliği baskı altında tutulmuştur.
Kosova’nın Tito dönemindeki yasal statü durumuna ise Balcı (2004) şu şekilde
değinmiştir:
“Tito, 1974'te yasamanın daha katılımcı hale getirilmesi amacı ile federe
devletlere onay ve veto yetkisi tanımıştır. Bu dönemde federe devletler daha
otonom bir hale dönüşmüştür. 1974 tarihli anayasa'nın 1. ve 2. maddelerinde
‘Kosova'nın federasyonu oluşturan anayasal bir parça olduğu’, 5 maddesi de
‘Kosova'nın kendine ait bir bölgesi ve rızası olmadan değiştirilemeyecek
sınırları"
olduğu
belirtilmektedir”(Balcı,2004:171).
Ayrıca
Kosova’nın
Federasyon içindeki diğer Cumhuriyetlerin statüleri ile eşit durumda olduğuna
değinilmiştir. Aynı şekilde 399. madde ve 402. maddede belirtildiği üzere
‘Kosova'nın
5
eski
Yugoslavya
anayasasının
değiştirilmesi
ve
ıslahı
Hitler'in izniyle Bağımsız Hırvatistan'ı yöneten faşist İktidar Partisi
196 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212
Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni
meselelerinde diğer Cumhuriyetler ile eşit durumda olduğu’ yer almaktadır
(Balcı,2004:171).
Tito'nun 1980'de ölmesinin ardından kolektif başkanlık sistemine geçilirken
yeni anayasanın özerk Kosova'ya tanıdığı haklar Federasyon içindeki Sırpları
oldukça rahatsız etmiştir. “1986 yılında Belgrad'ta akademisyen, edebiyatçı ve
entelektüellerin bir araya geldiği Sırp Bilim ve Sanatlar Akademisi bir
memorandum yayınlayarak Tito Yugoslavyası’nın Sırpları cezalandırdığı ve
Kosova'nın federal hale gelmesi ile Sırbistan’dan koparıldığını belirtilerek
önlem alınması istenmiştir” (Kasumoviç, Temmuz 2003). 1987-1990 yılları
arasında çalkantılı bir dönem geçiren Kosova Meclisi 2 Temmuz 1990'da
toplanarak Kosova'nın diğer Cumhuriyetler ile eşit olduğunu ilan ederken 7
Eylül 1990'da ise kendi kaderini tayin hakkı ve egemenlik eşitlik ilkesine
dayanan Kosova Cumhuriyeti'nin yeni Anayasası'nı kabul etmiştir (Hasani,
1998:127).
Müteakiben
Kosova
Meclisi
ve
Hükümeti
Sırbistan’ın
başkanlığındaki Yugoslavya tarafından feshedildi. Kosovalı Arnavutlar işten
çıkarıldı. 26 Eylül 1991’de Kosova Arnavutları Kosova'nın bağımsızlığı için
kendi kaderini tayin hakkı (Self Determinasyon) çerçevesinde bir referandum
düzenlediler ve sonunda ordusu, polisi olmayan bir bağımsız Kosova
Cumhuriyet'i ortaya çıktı (Balcı,2004:172).
Bu dönemde siyasi baskıların yanında işsizlik ve ekonomik sıkıntılarla
boğuşan Kosova 1995 yılındaki Dayton Anlaşması’na kadar olan dönemde
İbrahim Rugova liderliğindeki Kosova Demokratik Birliği ile Batının desteğini
almayı beklemekteydi ama yeterince başarılı olamadı. Kosovalı Arnavutların
Sırplar tarafından devamlı şiddete maruz kalması Kosovalı Arnavutları silahlı
mücadeleye teşvik etti. Bu düşünce ile kurulan UÇK (Kosova Kurtuluş
Ordusu) silahlı savunma eylemlerine başlamıştır. 1996 ve 1997'de Miloseviç
Dayton Antlaşmasından da cesaret alarak bölgede zorla Sırplaştırma ve “bölge
açma” politikası izlemiş ve bölgeye Sırplar yerleştirilmiştir.
197
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 189-212
Ümit Hacıoğlu
1999’da çatışmalar daha da şiddetlenirken, Bosna'da olduğu gibi Sırbistan
Kosova'da paramiliter güçleri kullanarak toplu katliamlara yönelmiştir. Bu
katliamlara NATO sessiz kalmamış, BM Güvenlik Konseyi kararını
beklemeden hızlı ve kararlı bir şekilde müdahale etmiştir. Kosova'nın yönetimi
UNMIK'e
(BM
Geçici
Yönetim
Misyonu)
devredilmiştir.
Sırbistan
anayasasına göre Kosova’nın Sırbistan'ın ayrılmaz bir parçası olduğu iddia
edilmesi bugünkü statü probleminin temel çıkmazını oluşturmaktadır.
Kosova'daki Sırplar kendi çoğunluk bölgelerindeki6 belediyelerde tam özerklik
isterken, Kosova'da azınlıkta oldukları bölgelerdeki Ortodoks Kiliselerin tam
korunma altına alınmasını istemektedirler. Kosovalı Arnavutlar ise tam
bağımsızlık istemektedir. Bu çelişki yerel çatışmalara neden olmaktadır.
Sırbistan’da Miloseviç'in devrilmesinin ardından oluşturulmaya çalışılan
demokratik toplum ve açık piyasa ekonomisi tam anlamıyla batıyla entegre
olamamıştır. Bu problemin temelinde ICTY ile koordinasyon sorunu ve
yapısal reformların sağlanamaması gelmektedir. Bunun doğal sonucu olarak
AB’nin Sırbistan’la müzakere sürecini kısmen askıya alma kararı AB
hayallerini
azaltırken,
işsizlik
ve
enflasyon
sorunun
çözülememesi,
Sırbistan'da demokrat partiler arasındaki artan anlaşmazlıklar, Ocak 2007'de
yapılan son seçimlerde aşırı radikal Sırp partisinin seçimden galip ayrılmasına
neden olmuştu. Sırp medyasında Kosova’lı Sırpların baskı ve şiddete maruz
kaldıkları yönünde yapılan haber ve programlar da Sırp milliyetçiliğinin
yükselmesine neden olmaktadır.
AB’nin Hırvatistan ve Slovenya ile yakın ilişkileri de ayrıca Sırplar üzerinde
olumsuz bir yargı oluşturmaktadır. Özellikle Savaş sonrası yeniden yapılanma
sürecine
giren
Sırbistan’da
dışarıdan
destekli
ekonomik
ve
altyapı
reformlarının başarıya kısmen ulaşması finansal piyasaların derinleşmesini
sağlayamamış ve issizlik sorunun bölgede çözülmesine yardımcı olamamıştır.
6
Yaklaşık 2 Milyon civarında nüfusu olan Kosova’da %10 Sırp %5 Türk Nüfus bulunmaktadır.
Yugoslavya’nın dağılmasının ardından bölgede nüfus sayımı yapılmamıştır.
198 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212
Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni
Fakat Yugoslavya'nın dağılmasının ardından bağımsızlığını ilan eden
Hırvatistan ve Slovenya Avrupa Birliği'nin desteğini almış ve ekonomik
açıdan Sırbistan’a göre çok daha istikrarlı gelişim sağlamışlardır (UNCTAD,
World Investement Report, 2007). Slovenya Birliğe üye olurken Hırvatistan
üyeliğe en yakın aday konumundadır. Fakat Hırvat hükümeti bazı Hırvat asıllı
savaş
suçlularının
"Eski
Yugoslavya
Uluslararası
Savaş
Suçları
Mahkemesi"nde yargılanmasında tam işbirliğine girmemesi bu süreci kimi
zaman durma noktasına getirmiştir.
Bosna'da ise kolektif başkanlık sisteminin mevcudiyeti, çift meclisli yasama
sisteminin zaman zaman tıkanması ve Yüksek Temsilci kararının bu süreçte
halen bağlayıcı olması yanında ekonomik reformların başarısızlığı, etnik
heterojenitenin bölgede karmaşıklığı devam ettirmesi kaygan bir zemin ortaya
çıkarmıştır. Kosova’nın bağımsızlığı, ekonomik sıkıntılar, yüksek işsizlik ve
Sırbistan’ın AB ile üyelik sürecinde yaşanan sıkıntılar karşısında yükselen Sırp
Milliyetçiliği; Kosova'da ortaya çıkacak etnik tabanlı bir çatışmanın etkisini
Bosna’da göstererek bütün bölgeyi tekrar kaos ortamına sürükleme potansiyeli
taşımaktadır. Her ne kadar KFOR ve AB Polis Misyonu bölgede güvenliği ve
barışı sağlasa da, ABD'nin Irak'ta askeri başarısının tartışıldığı bir dönemde
ABD kamuoyu bölgede ortaya çıkabilecek kaosa müdahalede isteksiz
davranacaktır.
2008 küresel krizinin toplumsal yapı üzerindeki etkisi ve Amerika’nın Başkan
George Bush döneminde sergilediği dış politika zaaflarının ülkedeki güvenlik
sorunlarını alarm düzeyine getirmesi Amerika’da sosyal infial ihtimalini
gündeme getirmektedir (Panarin, 1998; Kane, 2008). Hala askeri operasyonel
yeteneği kısıtlı olan AB ise böyle bir buhrana müdahalede istekli
olamayacaktır. Kısa vadede NATO'nun askeri gücünü artırması, BM’nin
Kosova’nın bağımsızlığını tanıması, orta vadede bölge ülkeleri tarafından
ekonomik reformların hızla uygulamaya konulması, bölgesel ekonomik
işbirliğinin artırılması, AB'nin dış yatırım ve ticarette bölge ülkelerine tam
199
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 189-212
Ümit Hacıoğlu
destek vermesi sorunun çözümünde önemli bir role sahip olacaktır. Bosna’da
ise karşılıklı ekonomik işbirliği ve bağımlılık yaratılarak Sırp-Boşnak ve
Hırvatlar arasındaki siyasi entegrasyon desteklenmelidir. Ekonomik işbirliği ve
etnik gruplar arasında kaynak dağılımında adaletin sağlanamaması iç savaşa
yol açabilir (Collier, 2004).
Sorunun Bugünkü Önemi
1990'lı yılların başında yaşanan savaşın izleri halen tazeliğini korurken,
Balkanlarda Kosova merkezli politik ve kültürel kaos sinyalleri tekrar
görülmektedir. Dayton Antlaşması’nın Bosna’da istikrarın sağlanması ile
sınırlı tutulması ve Kosova’daki durumun göz ardı edilmesi 1995-1999 yılları
arasında çatışmalara neden olmuştur. Her ne kadar NATO müdahalesi
yoğunlaşan çatışmaları durdurma ve istikrarı sağlama amaçlı gerçekleşmiş olsa
da, Kosova’nın bağımsızlığının BM tarafından tanınmaması ve ülkenin BM
Kosova İçin Geçici Yönetim Misyonu (UNMIK) altında kısa bir süre daha
yönetilmesi gelecekte yaşanacak gerilimlere zemin hazırlamıştır. BM Güvenlik
Konseyinin daimi üyesi Rusya’nın Kosova’nın bağımsızlığına karşı çıkmış,
Sırp yetkililer Kosova’nın bağımsızlığının Sırbistan tarafından Anayasal suç
olarak görüldüğü ifade edilmiştir. BM Güvenlik Konseyinin onayının
alınmaması sorunun bağımsızlık ilanı ile de çözülemeyeceği göstermektedir.
Sırbistan Cumhurbaşkanı Boris Tadic 8 Şubat 2008’de Kosova’nın statüsü
sorunuyla ilgili müzakerelerin devamı yönünde çağrıda bulunurken, bu çağrıda
eyaletin tek taraflı bir bağımsızlık ilan etmesi halinde herkesin yüksek bir
bedel ödeyeceği tehdidini dile getirmesi durumun bölge için ciddiyetini bir kez
daha göstermektedir (11.02.2008: Setimes News). Aynı zamanda AB'nin
Genişlemeden Sorumlu Komisyon Üyesi Olli Rehn ise, Kosova'nın
bağımsızlığının sözde "küçük Balkan ülkeleri sendromuna" yol açıp
Balkanlar'da başka bölgelerin de aynı örneği izleyip bağımsızlık talep etmesine
neden olacağı fikrini net bir şekilde reddetmesi AB’nin aslında Kosova’nın
200 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212
Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni
bağımsızlığının en önemli destekçisi olduğunu işaret etmektedir (Telegrafi,
B92, Tanjug - 03/02/08).
Bütün bu gelişmeler ışığında, yaşanan bürokratik tıkanmalar ve Kosova’nın
bağımsızlık ilanı ile birlikte Sırp Cumhuriyeti’nin (Republika Srpska)
federasyon içinden ayrılma eğilimi göstermesi Bosna’da barışın Kosova-Bosna
ekseninde pamuk ipliğine bağlı olduğunu göstermektedir. Bosna Hersek’te
Dayton Antlaşması gereği dönüşümlü başkanlık sistemi uygulana gelmektedir.
Sırp Cumhurbaşkanlığı üyesi Nebojsa Radmanoviç 9 Şubat 2008’ de yaptığı
açıklamada, BiH’in tek taraflı bir ilan halinde Kosova’nın Bağımsızlığını
tanımayacağını söylemiştir (ITAR-TASS, SRNA, RTRS; 10/02/2008). Bosnalı
lider ve akademisyenlerin böylesi bir devlet yapısı içinde bütün umutları AB
üyeliği ile paralel görmesi de ayrıca sorgulanmaktadır. Dayton sonrası Bosna
ordusunun küçültüldüğü ve Hırvatların da oluşturulan Bosna ordusu ve polis
teşkilatında görev yaptıkları göz önünde bulundurulduğunda durumun daha
karmaşık hale geldiği görülmektedir.
Dönüşümlü başkanlık sistemi içinde Devlet mekanizmasının işleme sürecinde
yaşanan aksaklıklar Boşnakların polis teşkilatı içindeki operasyonel yeteneğini
de ayrıca kısıtlamaktadır. Bosna’da dönüşümlü başkanlığın tıkandığı noktada
Yüksek Temsilcinin bağlayıcı rolü bilinmektedir. AB’nin sağladığı ekonomik
imtiyazlar karşısında Boşnaklar, gelecek umutlarını bağladıkları AB üyelik
sürecinde, önerilen reformların hemen hayata geçirilmesi konusunda Yüksek
Temsilci, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (PACE) Temsil Heyeti ve
Komisyon tarafından sürekli yaptırımlarla uyarılmaktadır. Son yaşanan polis
teşkilatı reform önerisine Boşnak Liderlerin verdikleri tepki tehditle
karşılanmıştır. BH'nin önde gelen iki Boşnak lideri Haris Silayciç ve Süleyman
Tihiç, Yüksek Temsilci Miroslav Lajcak'ın sunduğu yeni bir polis reformu
önerisini “tasarıda mevcut polis yapısının yasal hale getirildiği ve Sırp
201
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 189-212
Ümit Hacıoğlu
Cumhuriyeti polis teşkilatının korunduğu” gerekçesini göstererek reddetmesi
AB sürecinde de sıkıntılar doğurmaktadır7.
Kosova’da zaman zaman yerel Sırpların kışkırtması ile yaşanan etnik ayrım ve
çatışmalar Sırbistan yönetimini bölgeye müdahale için teşvik etmektedir.
Belgrat’taki sivil toplum örgütlerinin yaptığı çağrıda Belgrat yönetimi’nin
Kosova’ya asker göndermesi istenmiş ve bu çatışmalar karşısında Sırpların
maruz kaldıkları tehlikelerin önlenmesi istenmiştir. Üst düzey bir Belgratlı
yetkili yaptığı açıklamada, BM Güvenlik Konseyi'nin 1244 sayılı kararını
gerekçe göstererek, Kosova'da yaşayan etnik Sırpları korumak için eyalete Sırp
asker ve polis memurları gönderme "zamanının geldiğini" dile getirmiştir.
Kosova'da görevli NATO ve BM yetkilileri ise Sırbistan'ın eyalete yüzlerce
asker ve polis memuru gönderme yönündeki taleplerini kesin bir dille
reddetmektedirler. Kosova ve Bosna tarihi üzeride tarafsız çalışmaları ile
bilinen Noel Malcolm’ün Sırpların Yugoslavya’nın dağılma sürecinde de
benzer yöntemler uygulayarak asker ve polis müdahalelerinde bulunduklarını
ifade etmesi akıllara gelmektedir. KFOR sözcüsü Albay Michael Knop 18
Ağustos 2008 günü "Sırp güçlerinin geri dönmesine izin verilmeyecek,
Kosova'da güvenlikten KFOR sorumludur ve böyle bir kararı onaylamaya
niyetimiz yoktur.” açıklaması da bu isteklere bir cevap niteliğindedir.
TÜRK HİNTERLANDI İÇİNDE KOSOVA BOSNA EKSENİ
Türk Dış Politikası Açısından Kosova-Bosna Ekseni
Balkanlar tarih boyunca stratejik öneminden ve kültürel kesişim noktaları
üzerinde olmasından dolayı iç ve dış aktörlerin politikalarının her zaman odak
noktasında olmuştur. Dünya sahnesinde tarihi olaylara ev sahipliği yapan
Balkanlarda egemen güçler ayrıca politikalarını bu bölge üzerinde uzun süre
7
Yüksek Temsilci tarafından önerilen reform paketinde; yolsuzluk, organize suç ve savaş
suçlularının toplumun dokusuna zarar vermeye devam ettiğini belirtilerek, suçla mücadelede daha
etkili stratejiler için Birlikte istikrar ve Ortaklık Sağlamada AB Polis teşkilatına genişletici yetkiler
verilmesi önerilmektedir
202 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212
Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni
uygulaya gelmişlerdir. Türkiye, gerek tarihi mirası, gerek jeo-stratejik konumu
itibari ile Balkanların ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilmektedir.
Balkanların Türkiye için taşıdığı önemin bir boyutu ise bu eksende Türk ve
Müslüman nüfusun İslam coğrafyasında sadece Türkiye’ye ilgi ve bağlılık
duymasıdır. Balkanlar’daki gelişmeler üzerinde etkili olamayan bir Anadolu
ülkesi ne bu hassas jeopolitik alan üzerinde bütünlüğünü muhafaza edebilir, ne
de dünyaya açılabilir (Davutoğlu, 2001: 119).
Türk güvenliği ve bölge barışı için ortaya çıkan konjonktürel tehditlerin en aza
indirgenmesi, bölgedeki fırsatların ise uluslararası dayanışma ile üst düzeye
çıkarılması için gerekli bir çalışma zeminine ihtiyaç duyulmaktadır. Her ne
kadar Osmanlı bakiyesinin ve Türk kültürel varlığının Balkanlardaki
mevcudiyeti bu bölgeye Türklerin duygusal yaklaşmasına neden olsa da
Türkiye’nin reel-politik bir bakış açısı ile bölgede önemli atılımlarda
bulunması gerekmektedir (Hacıoğlu, 2005: 52). Balkanlarda yaşanan savaş
sırasında bir çok tarihi eser bilinçli bir şekilde yok edilirken, günümüze değin
ayakta kalmayı başarmış eserler ise restorasyon sürecinde tahribata uğratılarak
Osmanlı hat sanatı, çiniler ve ahşap oymaları yok edilerek burada Türk İzleri
silinmeye çalışılmıştır. Balkanlar’da Türkiye aleyhine oluşabilecek stratejik
ittifaklara karşı bölgedeki Türk kültürel alanları önemli bir savunma hattı
oluşturmaktadır. Bu savunma hatlarının canlı tutulması hayati önem arz
etmektedir. Eski Yugoslavya’daki Bosna-Hersek, Kosova ve Sancak gibi
Türk-Müslüman
bölgeleri
asimilasyon
tehlikesine
karşı
yalnız
bırakılmamalıdır. Bunun için Türkiye’nin özellikle bağımsız Balkan ülkeleri
ile ekonomik ilişkilerini geliştirmesi gereklidir (Hacıoğlu, 2005: 21-60).
Bosna Hersek ve Kosova’da olduğu gibi, bu bölgede Türk ve Müslüman
unsurlara uygulanacak asimilasyon, etnik temizlik, zorla göç gibi politik, gayri
ahlaki ve insani olmayan uygulamaların uzun vadede önlenmesi için
Balkanlar’da istikrarın sağlanması önem arz etmektedir. Türkiye, Balkanlarda
oluşabilecek insani olmayan uygulamalara karşı bölge dışı güçlerle ve
203
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 189-212
Ümit Hacıoğlu
uluslararası örgütlerle olan işbirliğini kuvvetlendirmelidir. Özellikle bölge
ülkeleri ile siyasi ve ekonomik ilişkiler geliştirilmelidir. Bu bağlamda
Türkiye’nin iktisadi sınırlarını bölgeyi kapsayacak şekilde genişletmesiyle
ortaya çıkacak siyasi etki bu istikrar ortamının sağlanmasında önemli rol
oynayacak ve uluslararası bir meşruiyet kazandıracaktır.
ICTY’NİN ETKİ PROBLEMİ VE ULUSLARARASI ADALET
Soykırım ve ICTY’nin Etki Gücünün Sorgulanması
Kosova-Bosna ekseninde çatışma riskinin anlaşılmasında Yugoslavya’nın
dağılma sürecinde Bosna’da yaşanan soykırım ve Uluslararası Adaletin eksik
kalmasının doğurduğu sonuçlar önem arz etmektedir. Bosna’da 1991-1995
yılları arasında yaşanan buhranın ardından uluslararası adaletin sağlanamaması
ve özellikle Yugoslavya İçin Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nin
(ICTY)
etkinliğinin
tam
anlamı
ile
ortaya
çıkmaması;
Kosova’nın
bağımsızlığının ardından bölgede yaşanabilecek etnik çatışmaların soykırıma
dönüşme riskini artırmaktadır. Uluslararası hukuk savaş suçlarını önlemede ve
Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi de savaş suçlularını cezalandırmada
yetersiz kalmaktadır.
Literatürde her ne kadar Bosna’da yaşananların etnik temizlik mi yoksa
soykırım mı olduğu yönünde ihtilaf bulunsa da; Adalet Divanı’nın almış
olduğu karar Bosna’da yaşananların tartışmasız sistematik olarak yürütülen bir
soykırım hadisesi olduğu sonucunu ortaya koymaktadır. Bu kararda
Srebrenitza’da yaşananların bir soykırım olduğu açıkça ifade edilirken,
Çetniklere (Sırp paramiliter güçler) lojistik destek sağlayan Sırbistan suçsuz
bulunmuştur. Lahey'deki Uluslararası Adalet Divanı’nın almış olduğu bu karar
dünyada sert tartışmalara neden olurken eş zamanlı olarak Hollanda İçişleri
Bakanlığı’nın katliamların yaşandığı BM Güvenli Bölgesi olan Srebrenitza’da
şehri savunmadan teslim eden görevli Hollandalı askerlere Onur Madalyası
204 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212
Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni
vermesi de bölgede infiale neden olmuştur8. Bu gelişmeler ve eksik
değerlendirilen hukuki dosyalar ICTY’nin savaş suçlarını cezalandırmada
ölçek ve nitelik bakımından yetersiz kaldığını gösterirken, yaşanan soykırım
hadiselerinden sadece tespit edilebilenlerin değerlendirilmesi Uluslararası
Adalet kavramını güvenilir bir konumdan uzaklaştırmıştır.
Uluslararası adaletin kamuoyunu tatmin edecek şekilde sağlanamaması
milliyetçi Sırpları ödüllendirirken Kosova’nın bağımsızlığı karşısındaki sert
tutumlarını da cesaretlendirmektedir. Uluslararası Adalet Divanı'nın Şubat
2007’de almış olduğu karar ile Srebrenitza'da yaşananları soykırım olarak
tanımlanırken, Sırbistan ise katliamın planlayıcısı ve çetniklere finansman ve
askeri mühimmat sağlayıcısı olduğu halde bu konuda "suçsuz" bulmuştur.
Adalet Divanı’nın bu kararın alınmasındaki teknik detaya bakıldığında ise
Sırbistan'ı yeni bir devlet olarak kabul etmesi, soykırımın da Eski
Yugoslavya'da yaşanan iç savaş sırasında yerel Sırplar tarafından yapıldığı
düşüncesi görülmektedir. Ancak bu kararın arkasındaki gerçekler farklıdır.
Sırbistan Srebrenitza soykırımında suçlu bulunmuş olsa idi, Boşnaklar
Milyarlarca dolarlık tazminatlar elde edecek hatta
toprak talebinde
bulunabileceklerdi. Bu da bir anlamda Dayton’ın tasfiyesi anlamına
gelmektedir. Bu karar ile ekonomik durumu kötü olan Sırbistan koruma altına
alınmış, Sırp milliyetçiliğinin daha da yükselmesine izin verilmemiştir. Bunun
meyveleri de 2008’de Sırbistan’da yapılan seçimlerde alınmış Batı yanlısı
Cumhurbaşkanı ve hükümet göreve gelmiştir.
Ancak Batı’nın bu desteği kısa vadeli önlem niteliğindedir. Bu kararın
sonuçları uzun vadede ele alınacak olur ise; soykırımda bir devletin rolünün
göz ardı edilmesi savaş suçlarını teşvik ederken, özellikle bağımsız Kosova’da,
8
Korumakla görevli olduğu 8 bin Boşnak'ın Sırplar tarafından öldürülmesine göz yuman Hollanda
Srebrenitza katliamı' na seyirci kalan askerleri 04.12.2006’de altın onur madalyası ile ödüllendirdi.
205
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 189-212
Ümit Hacıoğlu
Kuzey Irak9 ve hatta bütün dünyada ortaya çıkabilecek soykırım ve savaş
suçlarını teşvik edecek niteliktedir.
Bosna’da yaşanan soykırımın bölge için taşıdığı tehlike; Yugoslavya’nın
sıkıntılı dağılma sürecinde komşular arasında yaşanan tarihi nefret ve intikam
duygusu ile açıklanmaya çalışılmıştır. Bu tanımlamada etnik grupların birbiri
üzerinde egemen olmadığı, dini ve etnik farklılıkların karşılıklı nefrete
dönüştüğü, bu nefretin de sonuçta sistematik olmayan fakat mahalle
çatışmalarıyla başlayan iç savaşa neden olduğu görüşü savunulmaktadır.
Ancak, Yugoslavya’nın dağılmasının ardından ortaya çıkan savaş sırasında
yaşananlar ve İnsan Hakları Gözlem Raporlarına (A Helsinki Watch Report;
Human Rights Watch, 1992;1993) geçen tanık ifadeleri Bosna’da yaşananların
etnik bir savaştan öte, Sırplar tarafından yapılan sistematik bir soykırım eylemi
olduğu görülmektedir. İnsan Hakları Gözlem Raporları10 Bosna’da tek bir
etnik grubun, Boşnakların, inançları dolayısı ile toplu ölümlere maruz
kaldıklarını ortaya koymaktadır. 1992-1995 yılları arasında Avrupa’nın
göbeğinde Sava Nehri Havzası, Brcko, Zepce, Tuzla, Zenica, Bihac ve
özellikle Srebrenitza’da yaşananlar tarihe kanlı bir dönem olarak geçmiştir.
Sırpların ellerine bırakılan Boşnaklara yaşam hakkı tanınmazken, dünya sessiz
kaldı (Hacıoğlu, 2005:35-19). Binlerce Müslüman Boşnak’ın futbol sahası,
9
Özellikle stratejik güç boşluğu alanı içinde bulunan Kerkük’te etnik homojenitenin
sağlanamaması ve bölgenin önemli bir petrol havzasında bulunması burada dış aktörler tarafından
kaos istenmesine neden olmaktadır. Böyle bir kaos durumunda Kerkük’teki Türkmenlerin durumu
yakından dikkat edilmeli ve Türkiye’nin dış güvenliği kapsamında değerlendirilmelidir.
10
Yaşanan savaş suçları ile ayrıntılı bilgi almak için bkz. A Helsinki Watch ReportÇ: Human
Rights Watch: War Crimes in Bosnia and Herzegovina, (1993),Volume I; ve Volume II (1992),
Mestrovic, S., Genocide after Emotion, Routhledge, 1996 Newyork; Peterson, J., Bosnia by
Television, (1996)British Film Institute; Hupchik, D., Conflict and Chaos in Eastern Europe, St.
Martin’s Pres NY 1995); Karşı görüş için ayrıca bkz. A.N. Dragnich., “Serbia and Yugoslavia:
Historical Studies and Contemporary Commentaries”, East European Monegraphs, Colombia
University Pres, (NY 1998); Dragnic, “ the Roots of the Wars in Yugoslavia”, The Journal of
Genocide Reseach, Routledge, (September 2006) Vol 8, N:3, ss. 249-254; Pollack, M.S.,
“Intentions of Burial: Mourning, Politics and Memorials Following the Massacre at Srebrenitza”,
Death Studies, 27, BrunnerRoutledge, (2003), ss. 125-142
206 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212
Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni
hangar ve ormanlık alanda Sırplar tarafından yok edilmiştir (Holbrook, 1998:
69).
Dayton’ın idari ve siyasi yapıda ortaya çıkardığı boşluklar ile özellikle savaş
suçlarını cezalandırmada Yugoslavya için oluşturulan Uluslararası Savaş
Suçları Mahkemesi’nin (ICTY) etkinliğinin sorgulanır hale gelmesi gelecekte
muhtemel diğer soykırım girişimlerinin de tetikleyicisi olabilir. Soykırım
insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak düşünülmelidir. Bosna’da yaşanan
soykırımda sadece Bosnalı Müslümanlar yaşamlarını kaybetmemiş, aynı
zamanda Türk kültürüne ait eserler de sistematik bir şekilde imha edilmiştir.
Kaybolan ve yok edilen Türk tarihine ait sanat eserleri, edebi metinleri, el
yazmaları ve sanatsal kitabeler asırlarca varlığını sürdürmüş ve Avrupa’da
Müslüman bir topluluğun ulus olma yolunda gelecek nesillere ilham kaynağı
olmuştur.
Bosnia in the Post Conflict Era adlı çalışmanın sahibi Profesor Alibasic ile
yapılan söyleşide soykırıma dair detaylar şu şekilde aktarılmıştır;
“Savaş esnasında 1992’de Zvornik’te yaşananlar asla insanlığın hafızasından
silinmeyecektir. Çetnikler savaş öncesi tamamen Boşnak Müslümanlar’dan
oluşan bu yerde bulunan insanları katlettiler ve buradaki tarihi eserleri
ortadan kaldırdılar. Dinamitlenen camilerin enkazı arasından komutan
Branko Grujic “ Burada asla Cami Olmadı” derken tarihe kinini kusuyordu.
Sırplar tarafından işgal edilen yerlerde İkinci Dünya Savaşı’ndaki görüntüleri
anımsatan esir ve tecavüz kampları kuruldu. Visegrad ve Foça’da Drina nehri
civarında, Bratunac’ta stadyum ve Sırpların denetimindeki yerlerdeki cami,
okul ve diğer kapalı alanlarda birçok kamp kuruldu. Osmanlılar tarafından
inşa edilen ünlü Visegrad Drina Köprüsü’nde Sırp Askerleri her gece
yaptıkları katliamları “ spor festivali” olarak adlandırıyorlardı. Özellikle de
Banja Luka ve Bijeljina’da gerçekleşen sistematik katliamlarda bir çok
Boşnak aydını, avukat, hakim, doktor, işadamları, dini liderler, şairler,
müzisyen ve öğretmenler ilk kurbanlar arasındaydı. Bu kampların en korkunç
207
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 189-212
Ümit Hacıoğlu
olanı Brcko Yakınlarındaki Lopare kampıdır. Uluslararası Kızıl Haç
Örgütü’nün teftişine kapalı olan bu bölgelerdeki katliamı durdurmak için
yapılan olağanüstü çağrılara o dönemde NATO kayıtsız kalmıştır.” (Röportaj:
Ahmet Alibasic, :Haziran 2004) 11.
Bosna’da yaşananların etnik temizlik olduğunu öne süren araştırmacılar
yaşananların sistematik yönetilen bir eylem olduğunu göz ardı etmektedirler.
Sava Nehri Havzasında yaşananlar bu eylemlerin komşular arasında spontane
gelişen bir hadise olmadığını ortaya koymaktadır. Görgü tanıkları ve İnsan
Hakları Gözlem Raporlarından alınan bilgilerde bu eylemlerin planlanmış ve
uzman askerler tarafından yönetilme özelliği ortaya çıkmaktadır. “Brcko’ya
düzenlenen bir saldırı esnasında Çetnikleri temsil eden 6 grup görev almıştır.
Bir mağdurun ifadesinde: Bize saldıranlar arasında bir tek Brcko’lu Sırp
yoktu…” (Lieberman, 2006:295) ifadesi dikkat çekmektedir. ICTY’nin
özellikle BM güvenli bölgelerinde yaşanan soykırımlarda, bazı eski Sırp
ordusu yetkilileri hakkında suçlamaları değerlendirmemesi ve diğer yaşanan
fakat kayda geçirilmeyen suçlarda dosyaları kapatması etkinliğine ayrıca gölge
düşürmektedir. Sırbistan ve Hırvatistan’ın savaş suçlularının yakalanmasında
tam işbirliğine girmemesi de ayrıca ICTY ile ilgili şüpheleri artırmaktadır.
Karadzic’in 2008 yılı ortasında yakalanmasına rağmen Zeljko Raznjatovic
“Arkan”
(http://www.un.org/icty/indictment )
suçlularının
henüz
yakalanamamış
olması
ve
Miladic
adalet
gibi
savaş
olgusuna
gölge
düşürmektedir. İnsan Hakları Gözlem Müfettişleri ile olan koordinasyon
eksikliği ICTY’nin etkinliğini ayrıca kısıtlamaktadır (Lieberman, 2006: 297).
Radovan Karadzic’in yakalandığı ilk anda Dayton
mimarı Richard
Holbrook’un kendisine kimliğini gizleme şartı ile dokunulmayacağı garantisini
verdiğini, bu nedenle kendisinin serbest bırakılmasını istemesi son derece
11
Bu konuda detaylı bilgi için bkz. From the Editor, “Neighbours and War: Genocide in the
Central Balkans”, Journal of Genocide Reseach, Routledge, (September 2006) Vol 8, N:3, ss. 249254; Pollack, M.S., “Intentions of Burial: Mourning, Politics and Memorials Following the
Massacre at Srebrenitza”, Death Studies, 27, BrunnerRoutledge, (2003), ss. 125-142
208 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212
Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni
düşündürücüdür. Bu sözler Dayton Anlaşması’nın güvenilirliği tartışmalarını
yeniden hararetlendirmiştir. ICTY’nin etkinliğinin tam olarak sağlanamaması,
Dayton Antlaşmasının prematüre bir Antlaşma olmasından kaynaklanan Bosna
Devlet düzeyinde idari ve yönetsel zaaflar, Kosova’nın bağımsızlığı
konusunda AB ve BMGK arasındaki ciddi görüş ayrılığı olması; Kosova’da da
benzer çatışmaların habercisi olabilir. Bağımsızlık sonrası bölgede yükselen
tansiyonun Bosna üzerindeki olası etkileri AB tarafından absorbe edilmeye
çalışılsa da, uzun vadede barış sağlanabilmesi için uluslararası adalet
mekanizmasının etkinliğinin eksiksiz sağlanması hayati önem teşkil etmektedir
(Bieber, 2000: 13-28).
SONUÇ
Kosova’nın bağımsızlığının ilanı ile başlayan süreçte Kosova- Bosna eksenli
yükselen tehlike sinyalleri bölgede Dayton ve NATO'nun Kosova'ya
müdahalesinin ardından sağlanan yapay istikrar ortamının önlem alınmazsa
tekrar kaosa sürüklenebileceğini haber vermektedir. Bosna-Hersek’in çift
devletli ve çift parlamentolu yapısında görülen tıkanıklıklar ve Bosna Sırp
tarafının (RS) sert tutumu Kosova’nın bağımsızlığı sonrasında Bosna
Devleti’nin geleceğine ilişkin kuşkuları tetiklemektedir. ABD ve AB’nin
bölgeye
gereken
önemi
göstermemesinden
dolayı
DPA’nın
mimarı
Holbrook’un Bosna’nın parçalanma sürecine girdiğini ifade etmesi bu
kuşkuları artırmaktadır (Reuters; AA; 16/10/2008). Siyasi belirsizliklerin
yaşandığı bölgede 2008 küresel ekonomik krizi ile birlikte ekonomik sıkıntılar
da başlıca belirsizlik kaynağı oluşturmaktadır.
Yugoslavya’nın dağılmasının ardından, iç savaş sonrası Bosna, Sırbistan,
Kosova, Makedonya gibi ülkelerde tam anlamıyla istenilen ekonomik düzey
elde edilememiştir. 2008 ekonomik kriz ve dünya ekonomisinin küçülmeye
başlamasını takiben AB fonunun bölgeden çekilme ihtimali, yapay da olsa
sağlanan siyasi istikrar ortamını tehdit etmekte ve çatışma riskini artırmaktadır.
209
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 189-212
Ümit Hacıoğlu
Sırp Yetkililer Kosova’nın bağımsızlığı sonrası RS’nin Sırbistan’a ilhakının
gündeme geleceği getirmesi ve Boşnak Hırvat Federasyonu ve hatta
Hırvatistan içindeki Sırplar için özerklik talep edeceklerini sık sık dile
getirmeleri bölgedeki tehlike çanlarının seslerini dünyaya duyurmaktadır.
Bağımsızlık sonrası Balkanlarda ortaya çıkacak yeni bir çatışma Türkiye’nin
dış güvenliğini ve bölgedeki kültürel alanları da ayrıca tehdit etmektedir.
Türkiye gerek tarihi mirası, gerek jeo-stratejik konumu itibari ile Balkanların
ayrılmaz bir parçasıdır. Bosna Hersek ve Kosova’da Türk ve Müslüman
unsurlara uygulanacak asimilasyon ve etnik temizlik uygulamalarının uzun
vadede önlenmesi için Balkanlar’da istikrarın sağlanması önem arz etmektedir.
Kosova’nın bağımsızlığının ardından istikrarın uzun dönemli sağlanabilmesi
ve Bosna’nın parçalanmaması için öncelikle siyasi belirsizliklerin uluslararası
katılımla çözülmesi, ICTY’nin etkinliğinin sağlanması, savaş suçlularının
yakalanması ve cezalandırılması, bölge ülkelerinin ekonomik entegrasyonun
sağlanması önem teşkil etmektedir.
KAYNAKÇA
A HELSİNKİ WATCH REPORT: “Human Rights Watch, War Crimes in
Bosnia and Herzegovina”, Volume I (1992); ve Volume II (1993)
AJAMİ, F. “ Under Western Eyes: The Fate of Bosnia”, Survival, Vol 41,
No.2, (Summer 1999)
BALCI, ALİ, "Kosova: Arnavut Sorununun Kilit Bölgesi", Kemal İnat et al,
(2004) (Der) Dünya Çatışma Bölgeleri, Nobel, (2004)
BİEBER, FLORİAN (2002), “Bosnia- Herzegovina: Developments towards a
More Integrated State?”, Journal of Muslim Minority Affairs, Vol. 22, No. 1, ,
“Muslim Identity in the Balkans Before the Establishment of Nation States”,
National Papers, Vol 28, No. 1, (2000)
210 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212
Tanıdık Tehlike Çanlarının Yeni Adresi: Kosova- Bosna Ekseni
CATHİE CARMİCHAEL,“ Violance and ethnic Boundary maintenance in
Bosnia in the 1990s”, Journal of Genocide Research, Vol 8, No 3, (September
2006)
C. SOLİOZ with WOLFGANG PETRİTSCH, “ The Interview: The Fate of
Bosnia and Herzegovina”, Journal of Southern Europe and the Balkans, Vol.
5, No. 3, (December 2003)
COLLIER, P. “Doing Well out of WAR” Conference on Economic Agendas in
Civil Wars, the World Bank, London i .(2000) Doing Well Out of War. in
Greed and Grievance: Economic Agendas in Civil Wars, Mats Berdal and
David Malone (eds.), Boulder, CO: Lynne Rienner, ( 1999)
COLLIER, P, and Anke Hoeffler, Greed and Grievance in Civil War., Oxford
Economic Papers, 56, 2004, ss. 563-595, (2004)
DAVİD
CAMPBELL,
“Atrocity,
memory,
potography:
imaging
the
concentration camps of Bosnia- the case of ITN, Part 2”, Journal of Human
Rights, Vol 1 , No.2, (June 2002)
DAVUTOĞLU, A., Stratejik Derinlik, Küre Yayınları, (2001)
DRAGNİCH, A. N., “Serbia and Yugoslavia: Historical Studies and
Contemporary Commentaries”, East European Monegraphs, Colombia,
(1998).
University Pres, NY;, “ The Roots of the Wars in Yugoslavia”, The South Slav
Journal, vol 18, Spring, London , (1997) “ War Crimes and the Wars in
Yugoslavia”, Serbian Studies, Vol.11, (1997).
HAGEN, W., “The Balkans in the Mid 18th Century”, Foreign Affairs,
c:78,S:4 July/August (1999)
HOLBROOKE, R., To End A War, Random House, NY, (1998),
HUPCHİK, D., Conflict and Chaos in Eastern Europe, St. Martin’s Pres, NY
(1995)
KANE, S. “Professor Igor Panarin Says US Headed For Collaspe” in the Post
Chronicle, (Nov. 2008)
211
Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 189-212
Ümit Hacıoğlu
KERR, R,“ The Road From Dayton to Brussels? The International Criminal
Tribunal for the Former Yugoslavia and the Politics of War Crimes in
Bosnia”, European Security, Vol. 14, No.3, .(September 2005)
KREİMER, ALCİRA et al., “Bosnia and Herzegovina: Post- Conflict
reconstruction”, The World Bank, Washington, (2000)
LİEBERMAN,B., “Nationalist Narratives, Violance between Neighbours and
Ethnic Cleansing in Bosnia-Herzegovina: A case of Cognitive Dissonance?”,
Journal of Genocide Research, Routledge, Vol. 8 N:(3), (September, 2006)
LİLİAN A.B., S. D.ROPER, “How effective are International Criminal
Tribunals? An Analysis of the ICTY and the ICTR”, The International Journal
of Human Rights, Vol.9, N. 3, (September 2005)
McCARTHY, J., “ Muslims in Otoman Europe: Population From 1800 to
1912”, Nationalities Papers, Vol 28, No 1, (2000)
MESTROVİC, S., Genocide after Emotion, Routhledge, NY, (1996)
PANARIN, I., International Confrence on Informational War, Austria, (1998)
PETERSON, J.,Bosnia by Television, British Film Institute, (1996)
POLLACK,C.E., Intentions of Burial: Mourning, Politics, and Memorials
Following the Massacre at Srebrenica”, Death Studies, 27, (2003)
SELLS, M., “ Religion, History and Genocide in Bosnia Herzegovina”,
Courtright and Majzes(Der): The Religion and the War in Bosnia, American
Academy of Religion, Scholars Pres, Georgia, (1998)
HACIOĞLU,Ü. “Türkiye’nin Dış Güvenliği Açısından Bosna- Hersek’in
Önemi”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Beykent Üniversitesi, (2005 İstanbul)
YENİGÜN, CÜNEYT, HACIOĞLU, ÜMİT , “Bosna Hersek: Etnik SavaşEksik Antlaşma”, K. İnat et al., (Der): Dünya Çatışma Bölgeleri, Nobel
Yayınları, (2004 İstanbul).
212 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,189-212
Stratejik Araştırmalar Dergisi /Journal of Strategic Studies 1(02),2008,213-241
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
TÜRKİYE’DE ULUSLARARASI LOJİSTİK’İN
SORUNLARI VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Özlem Diken, Hande Selimoğlu∗
Özet
Lojistik, önemi 2. Dünya Savaşı sırasında anlaşılmış askeri terim olarak karşımıza
çıkmaktadır. Günümüzde lojistik, kendini sürekli yenileyen dev bir sektör olmuştur.
Son yıllarda başta Amerika olmak üzere Avrupa ve Asya ülkeleri GSMH’lerinin büyük
kısımlarını bu sektörün gelişimi için harcamaktadır. Türkiye de ise lojistiğin öneminin
son yıllarda farkına varılması bu sektörün gelişmesini engelleyecek birden fazla
unsurun bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Temel olarak bu unsurlar Türkiye’nin kendi
içinde çözmesi gereken iç faktörler ve diğer ülkelerle çözmesi gereken dış faktörler
olarak karşımıza çıkmaktadır. Ülke içindeki yetersizliklerden kaynaklanan sorunlar ve
yanında ülkelerarası kota, entegre yollar ve siyasi ilişkiler gibi dış sorunlar da
bulunmaktadır. Bu sorunların çözümleri; Türkiye’yi lojistik anlamda ileri taşıyarak
gelişmişliğini artıracaktır. Bu yazıda Türkiye’nin lojistik sektöründe gelişimini
engelleyen unsurlar ele alınmış ve sorunlar hakkında çözüm önerileri getirilmiştir.
Anahtar kelimeler: X-RAY, Gümrük Mevzuatı, E-belge, Kotalar, Siyasi İlişkiler,
Entegre Yollar.
Abstract
Logistics is a military term which’s importance has been understood during the World
War 2. Nowadays Logistics becomes huge sector which recreates itself continuously.
Of late years European and Asian countries especially America, spends huge rate of
money from their Gross National Product for this sectors evoluation. But at Turkey,
recognition of logistics importance brings out that there are so many factors affecting
the improvement of this sector. Fundemantally these factors go into division as internal
factors which Turkey has to solve by itself and external factors which Turkey has to
solve with other countries. The problems that result from handicaps and defficiency in
Turkey and the external problems that result from quotas between countries,integrated
systems, political situations can be dangerous from the side of a developing country.
However solutions will contribute into development of Turkey in the future by using
logistical capabilities of Turkey. In this article factors affecting the evoluation of
Turkey’s Logistics sector has been taken under debate and solution suggestions has
been tried to explaine.
Key words: X-RAY, Customs Regulation, EDI, Quotas, Political Relations, Integrated
Systems.
∗
BÜSAM Lojistik Masası Uzmanları, [email protected], [email protected]
Özlem Diken Hande Selimoğlu
GİRİŞ
Türkiye takip etmesi güç bir hızla gelişen dünyaya ticari anlamda uyum
sağlamaya çalışan bir politika izlerken ticari gelişimimizin en önemli
faktörlerinden biri olan lojistik ve taşımacılık unsuru, Türkiye’nin gelişimini
engelleyen bir takım iç ve dış sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. İç
faktörlerden bahsedecek olursak; alt yapı ve planlama eksiklikleri, eğitim
sorunu, gümrük mevzuatı, depolarla ile ilgili problemler ve son olarak
teknolojik geri kalmışlık olmak üzere beş ana başlıkta inceleyeceğiz. İlk olarak
alt yapı ve planlama eksiklikleri konusunda karşımıza; yetersiz ulaşım
kanalları, ülkemizde lojistiğe yeterli yatırım yapılmaması, deniz, kara, demir
yollarındaki ve taşıma modlarının birbirleriyle olan entegrasyonundaki
eksiklikler ve lojistik köylerinin merkezde bulunmaması hususları üzerinde
durulacaktır.
Lojistikteki eğitim sorunu başlığı altında ise Türkiye’de ki bilinçlendirme
çalışmalarının eksikliğinden ve mesleki yeterlilik belgelerinden bahsedilmiştir.
Gümrük mevzuatıyla ilgili olan kısımda, gümrük otomasyonu hakkında bilgi
verilmiş, gümrük süreçlerinin nasıl işlediği anlatılmış ve farklı ülkelerdeki
gümrüklerin birbirlerinden farklı uygulamalar içinde olduğu açıklanmıştır.
Lojistikte depolardaki problemlerin nedeni olarak; depoların kapasite altı
çalışması, firma sahiplerinin dış kaynak kullanımındaki tutuculuğu ve
depolardaki yetersiz bilişim alt yapısı gösterilmiştir. Son başlık olan
lojistikteki teknolojik konusunda E-belge uygulamaları, EDI sistemi ve
gümrüklerdeki X-RAY uygulamaları incelenmiştir.
Dış faktörler konusunu ise genel olarak; karayolu ihracatımızı engelleyen
faktörler, yakın geçmişteki siyasi ilişkilerimizin lojistiğe etkileri ve ulaşım
ağlarının Türkiye ile entegrasyonu olmak üzere üç ana başlıkta inceleyeceğiz.
Karayolu ihracatımız konusunda karşımıza sıkça çıkan sorunlar; geçiş
belgeleri kotaları (Almanya, Fransa, İngiltere, İspanya, İtalya ve AB’ye üye
yeni ülkelerin koyduğu kotalar), artırılan geçiş belgesi fiyatları, karayolu
214
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241
Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri
vergileri, genel vize problemleri (Şoförler için vize alımının zorlaştırılması,
vize kuyrukları ve zaman kaybı) ve AB içindeki özellikle Kıbrıs Rum Kesimi
ile ilgili siyasi çekişmelerdir.
Ticareti büyük ölçüde etkileyen siyasi ilişkiler konusunda Türkiye’nin verilen
lojistik kararları da etkileyen yakın süreçteki siyasi ilişkilerinde karşı karşıya
olduğu en kritik ülkeler olan İran, Irak ve Rusya ile ilgili analizler
bulunmaktadır. Yurtdışındaki ulaşım ağlarının Türkiye ile entegrasyonunu
konusunda ise yeniden canlandırılması düşünülen İpek Yolu yani Traceca
Projesi önemli rol oynamaktadır. Yazının 2. ve 3. bölümlerinde iç ve dış
faktörleri ayrıntılı olarak analiz ettikten sonra, sonuç bölümünde Türkiye’nin
lojistik gelişimini engelleyen bu faktörlere çözüm olabilecek öneriler
getirilmektedir.
İÇ FAKTÖRLER
Alt Yapı Ve Planlama Eksiklikleri
Ülkemizin coğrafi konumu itibariyle, üç kıtanın kesişme noktası (hub) bölgesi
olması kaçınılmazdır. Ayrıca lojistik kavramının geniş içeriği düşünüldüğünde
birçok alt sektöre bağlı olduğundan ülke ekonomisine katkısı göz ardı
edilemeyecek kadar fazladır. Sektörde en büyük sorun alt yapı eksiklikleri ve
plansız büyümeden kaynaklanmaktadır. Ulaşım kanallarının eksikliği ya da
lojistik köylerinin merkezde bulunmaması diğer akla gelen sorunlardandır.
Kuvvetli ve entegre bir alt yapı yoksa burada lojistikten, lojistik aktivitelerinin
doğru işlediğinden söz etmek zor olacaktır. Fakat iyi bir altyapı içinse ciddi
yatırımlar yapılması gerekmektedir. Ülkemizde lojistik alt yapı yatırımlarına
gereken özen gösterilmemektedir. Geniş bütçeler ayrılamamakta fakat büyük
firmalar kendi alt yapılarını güçlendirmeye çalışmaktadır. Ülkemizin üç yanı
denizlerle çevrili olmasına rağmen limanlara değil yol çalışmalarına daha çok
önem verilmiş ve yatırım yapılmıştır. Fakat karayolu taşımacılığı diğer
ulaştırma türlerine oranla daha pahalıdır. Karayolunun bu denli rağbet
215
Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241
Özlem Diken Hande Selimoğlu
görmesinin nedeni elbette ki esneklik ve kapıdan kapıya ulaşım imkanı
sunabilmesidir.
Tablo1: Avrupa Ülkelerine İhraç Taşımalar (Sefer)
Yıllık
Boşaltma Ülkesi
2004
Değişim
Yıllık
2005
Değişim
Yıllık
2006
Değişim
Yıllık
2007
Değişim
ALMANYA
60.651
13%
65.464
8%
72.165
10%
80.872
12%
İTALYA
30.836
22%
38.061
23%
37.798
-1%
38.063
1%
ROMANYA
25.694
13%
33.848
32%
38.590
14%
53.470
39%
YUNANİSTAN
20.981
29%
22.780
9%
24.956
10%
28.492
14%
FRANSA
17.406
0%
19.826
14%
23.115
17%
25.717
11%
İNGİLTERE
17.049
16%
18.243
7%
20.709
14%
23.689
14%
BULGARİSTAN 12.786
52%
18.333
43%
23.674
29%
25.195
6%
HOLLANDA
8.149
7%
8.762
8%
9.283
6%
11.237
21%
AVUSTURYA
6.011
-1%
7.285
21%
7.503
3%
7.769
4%
BELÇİKA
5.815
2%
5.090
-12%
6.238
23%
7.114
14%
MAKEDONYA 4.830
-7%
4.688
-3%
4.629
-1%
5.898
27%
SIRBİSTAN
5.412
16%
5.736
6%
7.185
25%
9.197
28%
MACARİSTAN 4.746
16%
5.461
15%
5.983
10%
6.376
7%
MOLDOVYA
1.218
24%
1.194
-2%
2.160
81%
2.776
29%
POLONYA
5.192
53%
5.603
8%
7.283
30%
10.957
50%
İSPANYA
3.866
32%
4.624
20%
5.456
18%
7.382
35%
ARNAVUTLUK 3.102
7%
3.744
21%
3.342
-11%
4.718
41%
HIRVATİSTAN 2.620
-3%
2.783
6%
3.844
38%
3.957
3%
İSVEÇ
2.186
-15%
2.559
17%
2.803
10%
3.513
25%
İSVİÇRE
2.014
40%
2.004
0%
2.246
12%
2.620
17%
DANİMARKA
1.213
25%
1.733
43%
2.302
33%
2.276
-1%
ÇEK CUM.
1.033
27%
1.528
48%
1.648
8%
2.651
61%
SLOVAKYA
500
-30%
727
45%
881
21%
1.751
99%
SLOVENYA
985
53%
1.117
13%
1.145
3%
1.543
35%
LÜKSEMBURG 252
22%
389
54%
304
-22%
139
-54%
NORVEÇ
96%
367
16%
490
34%
534
9%
317
216
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241
Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri
FİNLANDİYA
228
50%
360
58%
356
-1%
510
43%
PORTEKİZ
101
-23%
145
44%
141
-3%
285
102%
İRLANDA
316
182%
375
19%
229
-39%
341
49%
BOSNA
140
65%
699
399%
435
-38%
334
-23%
LİTVANYA
121
27%
129
7%
211
64%
303
44%
LETONYA
3
0%
24
0%
94
0%
115
22%
ESTONYA
5
0%
1
-80%
31
3000% 69
123%
KARADAĞ
0
-
0
-
0
-
62
-
KOSOVA
0
-
0
-
0
-
64
-
TOPLAM
245.778 16%
317.229
12%
369.376
16%
283.682 15%
Kaynak: UND, Uluslararası Karayolu Taşımacılığı Sektörü 2007 Raporu, s.22.
Nakliye alanında kara yoluna verilen yoğunluk trafik sorunu da artırmaktadır.
Örneğin İstanbul'a her gün 6 bin kamyon girmektedir. Entegre taşımacılığın
sağlanmasıyla bu sayının yüzde 30 azalacağı ve böylece İstanbul’un trafik
sorununun çözülebileceği değerlendirilmektedir (Atılgan, 2008). Liman
sayısının azlığı ve olan limanlarımızın düşük kapasiteleri ise başka bir problem
olarak
karşımıza
çıkmaktadır.
Liman
sayısının
fazlalaştırılması
için
özelleştirme yoluna gidilmiştir. Limanların yetersiz olması sadece lojistik
sektörüne değil bu sektörle bütünleşik diğer sektörleri de etkilemektedir. En
fazla etkilenen sektörlerden biri ise turizmdir. Birçok bölgemiz gemi ile tatilin
cazip olabileceği ülkemizde liman yetersizliğinden yabancı turistin ilgisini
çekememektedir. Bir çok seyahat programına da bu sebepten dolayı dahil
olamayan Türkiye, ülke ekonomisinde bu yönden kayıp yaşamaktadır.
Demiryolu taşımacılığındaki eksiklikler ise kombine taşımacılıktaki eksik
halka olarak tanımlanmaktadır (Tırman, 2008). Demiryollarının kombine
taşımacılık ile birlikte düşünülmesi gerekmektedir. Gündemde olan Marmaray
Projesi ile demiryolu yapılanmasının büyük bir kısmı başlamıştır. Bu proje
İstanbul Boğazının her iki yakasını demiryolu ile birbirine bağlayacaktır.
Marmaray Projesinin yaklaşık maliyeti 3400 milyon$ olmakla birlikte 607
217
Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241
Özlem Diken Hande Selimoğlu
km’si ana hat ve tali hatlarla birlikte 10.508 km uzunluğundadır. Demiryolu
ağı mevcut olup, Ülkemizin nüfusu, yüzölçümü ve ekonomik potansiyeli
dikkate alındığında var olan demiryolu ağı yetersiz kalmaktadır. Devam eden
projeler ise şu şekildedir (ubak.gov.tr; 2008);
-
Menemen-Aliağa Çift Hat Demiryolu
-
Gebze-Haydarpaşa,
Sirkeci-Halkalı
Banliyö Hattının
iyileştirilmesi ve Demiryolu Boğaz Tüp Geçişi İnşaatı
-
Kemalpaşa Organize Sanayi Bölgesi Demiryolu Bağlantı
-
Kars-Ahilkelek-Tiflis-Bakü demiryolu,
-
Bandırma-Bursa-Ayazma-Osmaneli,
-
Ayazma-İnegöl-Bozüyük-İnönü demiryolu,
-
Tekirdağ-Muratlı Demiryolu.
Hattı,
Ulaşım kanallarının yeterli derecede entegre olamamasının bir nedeni ise
ülkemizde “lojistik köyleri” kavramının gelişmemesidir. Hadımköy ve TuzlaOrhanlı’da olmak üzere iki adet lojistik köy kurulması planlanmış olmakla
birlikte İstanbul Büyük Şehir Belediyesi tarafından onay beklemektedir.
Avrupa da ise yaklaşık yüz adet lojistik köy bulunmaktadır ki rekor
Almanya’dadır. Lojistik köylerinin kurulması için kesinlikle hükümetin
desteği şarttır. Lojistik köyler demiryolu karayolu hatta limanlara yakın olan
ancak şehir trafiğini etkilemeyecek şehir dışı noktalar olarak tanımlanabilir.
Lojistik köylerde öncelikli hedef tüm taşıma modlarının entegrasyonu
olmalıdır. Bir çok taşıma moduyla entegre depolama, yükleme-boşaltma,
elleçleme gibi lojistik faaliyetlerinin aynı yerde koordineli olarak yapılması
şirketlerin aynı noktada toplanmasını ve böylece rekabet gücünün de artmasını
sağlayacaktır.
TCDD’nin 2007 yatırım programına aldığı altı lojistik köyden ilki olan
Samsun-Gelemen Lojistik Köyü 333 bin m2'lik alana kurulmuştur.
Gelemen'den sonra İstanbul-Halkalı, İzmit-Köseköy, Eskişehir-Hasanbey,
218
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241
Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri
Kayseri-Boğazköprü ve Balıkesir-Gökköyde yük lojistik köyü kurma
çalışmalarını sürdürmektedir. (ris-mersin.info; 10.04.2008)
Lojistik köylerinin yapılanması aynı zamanda ulaşımda saat kısıtlamalarıyla da
yakından ilgilidir. Lojistik köylerinin şehir dışında kurulması trafiği büyük
ölçüde rahatlatacaktır. Örneğin İstanbul da trafik sorununu azaltabilmek için
İstanbul Büyükşehir Belediyesi sabah ve akşam trafiğinin yoğun olduğu
saatlerde TIR’ların Tem ve Fatih Sultan Mehmet köprülerinden geçişlerini
kısıtlamıştır. Birinci köprüden geçişleri yasak olan TIR’lar için bir de diğer
geçiş yolları da kısıtlanınca “demuraj” ücreti olarak adlandırılan bekleme
nedeniyle oluşan ek masraflar firmalar için büyük bir sorun haline gelmiştir.
Beklemeden dolayı ek masraflara maruz kalan firmalar, bu yasak yüzünden
dolaylı olarak ihracat hacimlerinde düşüş göstermektedir. Bu kısıtlamada
ilginç olan kısım ise sadece yerli plakalı TIR’ların bu uygulamaya dahil
olmasıdır. Bu durumda yabancı plakalı TIR’lar daha fazla yük taşıdığından
ihracat hacmini geliştirmeye devam etmektedirler.
Eğitim Sorunu
Lojistik sektöründe müşteri tatmini çok büyük bir önceliktir. Firmalar
ilerleyebilmek ve gelişebilmek için müşteri odaklı olmalı ve kaliteli hizmet
sunmalıdır. Müşterinin tatmin edilebilmesi malın doğru zamanda, en az
maliyetle, doğru yerde olması sağlanabilir. Lojistik sektörü hizmete
dayandığından bu sektörde nitelikli iş gücünün önemi oldukça fazladır. Fakat
Türkiye’de lojistikteki nitelikli iş gücünü arttırmaya yönelik pek fazla
girişimde bulunulmadığı da başka bir gerçektir. Lojistik konusunda eğitimi
geliştirmede en fazla pay üniversitelere düşmektedir. Ülkemizde lojistik
mezunları yok denecek kadar azdır. Meslek Yüksek Okulları henüz açılmakta
ve az sayıda dört yıllık lisans eğitimi veren üniversite bulunmaktadır. Şu anda
lojistik sektöründe görev yapan yöneticilerin birçoğu Endüstri Mühendisliği,
219
Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241
Özlem Diken Hande Selimoğlu
İşletme veya Kamu Yönetimi bölümlerden mezunlardır. Şu an ki yöneticilerin
birçoğu lojistik eğitimi alarak bulundukları konuma gelmemişlerdir.
Lojistik sektöründe çalışan nitelikli iş gücü bir yana akademik açıdan da bu
konuda, müfredat, makale, kitap konusunda oldukça fazla açık bulunmaktadır.
Türkiye’nin lojistik eğitimi ve diğer sorunlarda bu kadar geri kalmasının
nedeni ise “Lojistik” kelimesinin Türkiye için yeni bir kavram olmasından
kaynaklanmaktadır. Birkaç sene öncesine kadar lojistik kelimesi insanlara
kurye, evden eve nakliye gibi çağrışımlar yapmaktaydı. Bu kavramın yerine
oturmasını sağlayan ise üniversitelerdir. Fakat dört yıllık lisans eğitimi, iki
yıllık eğitim ya da sertifika programlarıyla sektörü çok iyi tanımak veya
lojistiği çok iyi öğrenmek zordur.
Üniversite eğitimi meslek edindirmekten ziyade vizyon kazandırmaktır.
Önemli olan kişinin kendini ne yönde ne kadar geliştirdiğidir. Bu açıdan bazı
üniversiteler stajı zorunlu tutmuştur. Fakat staj konusunda da ne kadar yarar
sağlanabileceği gene kişinin kendi performansına bağlıdır. Çoğu şirket stajyere
işi daha iyi öğrenmesi için sorumluluk vermemektedir. Stajyerin ne kadar bu
konuya eğilimi, eğitimi, ilgisi varsa o doğrultuda sorumluluk almasına izin
verilmektedir. Stajın kalitesi öğrencinin kendisini ne kadar sunduğuyla ve tabi
ki firmaya göre değişkenlik göstermektedir. Bazı öğrenciler stajları boyunca
yalnızca fotokopi çekerken bazıları pratikte bazı şeyler öğrenmeye hatta
sorumluluk almaya başlamış olabilir. Sonuç olarak, üniversitelerdeki eğitimin
pratik ile tamamlayıcı olması için üniversite-sektör işbirliğine ihtiyaç vardır.
Eğitim sorunu nedeni ile lojistik kavramının bile anlaşılmasında zorluk
yaşanmaktadır. Lojistik kelimesinin sadece yük taşıma, bir yerden bir yere
götürme olarak algılayan girişimci; kamyonuna “evden eve lojistik” yazarak
lojistiğin sadece kapıdan kapıya ev taşıma olduğunu saymakta, birkaç kamyon
ve depo ile sektöre girmekte böylece başka sorunlara da davetiye
çıkarmaktadır. Bir yükün gönderimindeki belgeler, kanunlar rasgele yapılacak
işler değildir. Aksi halde birçok farklı sorunlara yol açabilir. Şirketler ise
220
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241
Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri
eğitim yerine eş dost tavsiyesi ile şoför almaktadırlar. Bilinçlendirilmiş
şoförler şirkete fayda sağlamakla birlikte dolaylı olarak diğer sorunların
çözümlenmesine de yardımcı olacaktır. Trafik kazalarını örnek olarak
verebiliriz. Bilinçsiz şoförler daha fazla para kazanmak amacı ile istihap
haddini aşarak daha fazla yük taşımakta, bu da trafik kazalarına hatta yolların
zarar görmesine sebebiyet vermektedir. Bu gibi sorunlara sebebiyet vermemek
için Ulaştırma Bakanlığı tarafından üç tip mesleki yeterlilik belgesi
çıkartılmıştır. Mesleki Yeterlilik Belgesi türleri; üst düzey yönetici (ÜDY),
orta düzey yönetici (ODY) ve sürücü (SRC) türü mesleki yeterlilik belgesi
olmak üzere üç ana grupta değerlendirilir (tugem.com.tr: 06.09.2008).
Tablo 2: 28.01.2008 Tarihi İtibariyle Mesleki Yeterlilik Belgelerinde Son
Durum
İSTATİSTİKİ VERİLER
SRC
İncelenen Başvuru Sayısı
ÜDY- ODY TOPLAM
1.105.803
31.760
1.137.563
Belge Almayı Hak Edenlerin Sayısı
912.329
13.682
926.011
Belge Almayı Hak Edemeyenlerin Sayısı
153.699
17.703
171.402
Teslim Edilen Belge Sayısı
823.701
-
823.701
Kaynak:http://www.kugm.gov.tr/dosyalar/diger/sagbolum11.xls– 22.05.2008
Tablo 2’de mesleki yeterlilik belgesi alımında son durum görülmektedir. Hem
araç işletenlerinin hem de şoförlerin uymaları gereken mevzuatları da iyi
bilmeleri gerekmektedir. Örneğin Karayolları Trafik Yönetmeliği Üçüncü
Bölümünde yer alan araç işletenlerinin;
-
Otobüs, kamyon ve çekici araçlarında takoğraf cihazı
bulundurmaları ve bunların işler durumda olmalarını sağlamaları,
-
Araçlarına ait takoğraf kayıtlarını, kayıt tarihinden itibaren 1
ay süreyle araçlarda, 5 yıl süreyle de iş yerlerinde, iş yeri yoksa araçlarında
muhafaza etmeleri veya ettirmeleri gerekmektedir. Taşıt şoförlerinin ise
Mesleki Yeterlilik Belgesi alarak araç sürmeleri ve zorunlu olduğu halde
221
Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241
Özlem Diken Hande Selimoğlu
takoğraf bulundurmayan veya takoğrafları işler durumda olmayan taşıtları
trafiğe çıkarmamaları gerekir (ÜDY: 158).
Gümrük Mevzuatı
Gümrükler, gelişmiş dünya ülkelerinde, uluslararası ticareti düzenleyen bütün
ticari faaliyetler çerçevesinde değerlendirilen ve ticareti engelleyici olmaktan
çok, kolaylaştırıcı bir işleve sahiptir. Lojistik konusunda eğitim sorununun
yaşandığı belli başlı alanlardan birini gümrük mevzuatı oluşturmaktadır.
Gümrük işlemlerinde sorunlar firma elemanlarının yetersizliğinden ve bu
konuda
bilgi
eksikliğinden
kaynaklanmaktadır.
Firma
elemanlarının
yetersizliğinden dolayı bu fonksiyon daha çok gümrük müşavirliği
firmalarınca yerine getirilmektedir. Yalnızca firmaların değil gümrükte çalışan
memurların da eğitimlerinin yetersiz olduğu gözlenmektedir. Bu durum fazla
mesaiye neden olmakta ve bu da kalitenin düşmesine sebep olmaktadır.
Yetersiz eleman açığını kapamak ve gümrükteki süreci hızlandırmak amacı ile
alt yapısı sağlam bir gümrük otomasyonu kurulmasına ihtiyaç vardır. Halen
gümrük işlemlerinin yüzde 98’i elektronik ortamda gerçekleştirilmekte ve
yüzde 80’e yakını da gümrük müşavirlerinin bürolarından elektronik veri
transferiyle yapılmaktadır. (ntvmsnbc.com: 25.07.2008). Gümrükler ve ilgili
taraflar arasında ortak bir veri tabanı oluşturulması ve bilgi alışverişinin online
olarak sağlanması oldukça önemli bir adım olacaktır.
Kamu ve özel sektör kuruluşlarının verimli bir biçimde iletişim kurma
ihtiyacından doğan Elektronik Veri Değişim (EDI) sistemi dış ticaret ve
gümrük işlemlerinde etkin bir şekilde kullanılmaktadır. Türkiye’de gümrük
işlemlerinde EDI sistemi uygulaması olarak bilgisayarlı Gümrük Etkinlikleri
Yazılımı (BİLGE) sistemi kullanılmaya başlanmıştır. Bilgisayarlı Gümrük
Etkinlikleri Sistemi (BİLGE), gümrük işlemlerinin yaklaşık %99’unu
gerçekleştiren 58 noktada 64 gümrük müdürlüğünde kullanılan ve gümrük
işlemlerinin bilgisayar ortamında yapılmasına olanak sağlayan, esas itibariyle
222
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241
Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri
4 ana modülden oluşan gümrük bilgisayar sistemidir (bilgiyonetimi.org:
22.05.2008).
BİLGE sisteminin kullanılmasıyla evrakların kurumlar arası dolaşmasından
dolayı oluşan maliyette ve zaman kaybında azalama olacaktır. Gümrüklerde
birçok belge istenmekte ve bu yüzden zorluklar yaşanmaktadır. Örneğin gelen
ve giden taşıtların kontrolünde: asıl manifesto, müfrez manifesto, konşimento,
yük senedi, soru kağıdı, boş gitme kağıdı gibi belgeler istenmektedir. ( Ay: 10)
İstenilen belgeler çok fazla olduğundan vakit almakta bu durum gümrük
kapılarında beklemelere sebebiyet vermektedir. Gümrüklerde eğitimsizlikten,
otomasyondan ve fazla belge istenmesinden kaynaklanan yavaşlığın yanı sıra
bir de gümrüklerin birbirinden farklı uygulama prosedürlerinden kaynaklanan
problemler vardır. Avrupa Birliği’ne üye olan ülkelerde de her üye ülkenin
kendi gümrük idaresi de olduğundan, uygulanan gümrük kurallarında
farklılıklar olmakta bu da firmaların gümrük süreçlerinde aksaklığa sebep
olmaktadır.
Depolar
Depolardaki problemlerden biri kapasitelerinin altında çalışıyor olmalarıdır.
Lojistik köylerin şehir dışına kurulması bir yandan trafiği rahatlatırken
depoların da verimini arttıracaktır. Ülkemizde lojistik köy kavramının
gelişmemesi neticesi depolar çok farklı yerlerde konumlanmakta, bu da
depoların verimsiz kullanımına yol açmaktadır. Farklı yerlerde ve gereğinden
fazla depo olması yanında mevcutların da tam kapasite ile çalışmaması nedeni
ile maliyetleri artmaktadır. Depolama lojistiğin en temel faaliyetlerinden
biridir ancak lojistik sektöründeki her şirketin muhakkak bir depo sahibi
olmasına gerek yoktur. Depolar “outsource” edilebilir yani dış kaynak
kullanımı ile sağlanabilir.
Dış kaynak kullanımı Türkiye’de lojistik süreçlerin yüzde 38’ni oluştururken,
bu oran AB ülkelerinde yüzde 60’lar seviyesindedir (kobifinans.com.tr:
223
Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241
Özlem Diken Hande Selimoğlu
25.06.2008). Ülkemizde dış kaynak kullanımındaki tutuculuk; depoların
gereksiz
yere
açılmasına,
firmaların
maliyetlerini
yükseltmesine
yol
açmaktadır. Bu nedenle birçoğu kapasitesinin altında çalışmaktadır. Bunun
dışında depolarda yetersiz bilişim alt yapısı kullanılmaktadır. Bilişim alt yapısı
ile entegre olmuş depolar müşteri tatmini arttırırken depo sahibinin de
maliyetlerini azaltabilmektedir. Bilişim alt yapısının kurumu ilk başta maliyetli
olsa da, yatırımın geri dönüşü kısa zamanda alınabilmektedir. Bilişim alt yapısı
malların kaybolma veya çalınma riskini de ortadan kaldırmaktadır. Örneğin
RFID1 sistemi kurulmuş bir depoda ürünün nerede olduğu kolayca bulunabilir,
böylece süreç daha etkin kullanılarak daha iyi hizmet ile müşteri tatmini
sağlanabilir. Aslında RFID hayatımızın yeteri kadar içindedir. Fakat yeterli
yatırım yapılmadığından depolarımıza yeterince girememiştir.
Teknolojideki Geri Kalmışlık
Teknolojide geri kalmış olmamız sadece depo uygulamalarının değil lojistik
süreçlerin de süresini uzatmaktadır. E-belge uygulamasına hala geçilmemiş
olması hem kağıt sarfiyatını arttırmakta hem de süreçlerin uzamasına neden
olmaktadır (Gülenç, 2008: 8). EDI2, farklı kuruluşlardaki uygulamalar arasında
yapısal veri değişimi şeklinde tanımlanmaktadır. Bu tanımda yer alan yapısal
veri değişimi, EDI'nin iş dünyasında kullanılan kağıt belge değişiminin yerine
geçtiği anlamına gelir ve Elektronik Ticaret konusu ile doğrudan ilgilidir. EDI
uygulamalarında veri, yapısal bir formatta transfer edilmektedir. Bu formata
EDIFACT (İdari, Ticaret ve Nakliyata İlişkin Elektronik Veri Değişimi) adı
verilir (igmd.org: 25.06.2008).
EDI sistemi (Tablo 3), E-Lojistik kullanımında olduğu gibi süreçlerin
kısalmasına yardımcı olmaktadır. Süreçlerin kısalması ve işlemlerin daha kısa
sürede yapılabilmesi için Gümrük Müsteşarlığı EDI sistemine başlamıştır.
1
2
RFID: Radio Frequency Identification.
EDI: Electronic Data Interchange.
224
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241
Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri
Gümrük işlemlerinin bilgisayar ortamında yapılmasına yönelik olarak
hazırlanan BİLGE yazılımının pilot uygulaması Atatürk Havalimanı Giriş ve
Çıkış Gümrük Müdürlüklerinde başlamış, 2001 yılı Ekim ayı itibariyle diğer
gümrük
idarelerinde
de
uygulamaya
geçilmiştir
(customs-edi.gov.tr:
27.06.2008).
Tablo 3: EDI Sistemi
Kaynak: www.customs-edi.gov.tr/icerik.aspx?id=edinedir
Teknolojik açıdan geri kaldığımız konulardan biri ise gümrüklerimizdir.
Gümrük sisteminde x-ray uygulamasının başlatılması konusunda ülkemiz geç
kalmıştır. Türkiye'nin 143 gümrük kapısı bulunmasına rağmen, bu kapılarda
sadece dört X-Ray cihazı bulunmaktadır (Şahin, 2008). Türkiye’nin giriş ve
çıkış olmak üzere toplam 286 X-Ray cihazına ihtiyaç duyduğu dikkate alınırsa,
gümrük kapılarındaki zafiyet daha iyi anlaşılacaktır.
DIŞ FAKTÖRLER
İhracatımızı Engelleyen Faktörler
Türkiye ile AT arasında 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanıp 1 Aralık 1964
tarihinde yürürlüğe giren Ankara Anlaşması Ortaklığı bulunmaktadır. Bu
ortaklık Türkiye’nin tam AB üyeliğine kadar olan süreçte Avrupa
225
Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241
Özlem Diken Hande Selimoğlu
Topluluğu’nun bir ortağı olduğunu nitelemektedir. Ayrıca Gümrük Birliği’ne
üye olması ile birlikte Türkiye’nin Avrupa’daki mallarının serbest dolaşımı
ilkesi söz konusu olmaktadır. Ancak günümüzde karayolu ile yapılan
ihracatlarımızın analizini yapacak olursak önümüze çıkan engelleri aşağıdaki
şekilde sıralayabiliriz.
Geçiş Belgelerine Getirilen Kotalar
Gümrük Birliği’ne göre Avrupa genelinde sanayi ürünlerinin serbest
dolaşımını engelleyen tarife engelleri (gümrük vergileri ve gümrük vergileri ile
eş etkili vergiler), tarife dışı engeller (getirilen kotalar) ve ürünlere getirilen
miktar kısıtlamaları gerçekte yasaktır. Buna rağmen AB’nin bu engelleri
uygulamakta ve bu durum sadece kara taşımacıları için değil Türk sanayi
ürünlerinin serbest dolaşımını da engellemektedir (Baydarol: 2). İhracat
yaptığımız ülkelerin geçiş belgelerine getirdiği kotalar, ticaretimizi köreltmeye
yöneliktir. Bu ülkeler üzerinden transit geçişlere getirilen kısıtlamalar da
Türkiye’ye ek masraflar getirmektedir. Türkiye minimum masraf ve zamanla
gideceği yolu, başka yollar üzerinden üç kat zaman harcayarak değişik
güzergahlardan ihracatını gerçekleştirme çabasındadır. Almanya, İngiltere,
Fransa, İspanya, İtalya bu kozu kullanan ülkelerin başında gelmektedir. Buna
ek olarak AB’ye yeni üye olan ülkelerden Macaristan ve Bulgaristan da
önceden geçiş sınırlandırması uygulamazken, tam üyelikten sonra ticaretimizi
önemli ölçüde zorlaştıran kotalar getirmeye başlamışlardır.
UND’nin yaptığı araştırmalara göre ihracatımızın %60’ı AB ülkelerine yönelik
ve bu ihracatın %90’ı Karayolu taşımacılığı ile gerçekleşmekte iken
taşımalarımız, geçiş kotaları yüzünden kalite-maliyet-vakit etkinliğine uygun
ve verimli gerçekleşememektedir. Kullanılan yol güzergahının uzaması, en
başta yakıt maliyetini çok fazla etkilemekte ve zamanında ulaştırma
yapılamadığı için müşterinin beklentilerine de ters düşmektedir. Ticaretimiz ve
ihracatımızdaki büyük gelişmeye oranla geçiş belgelerinin sayısındaki küçük
artışın dengesiz bir ilişki yarattığını aşağıdaki tablolarda görebiliriz.
226
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241
Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri
Tablo 4: Türkiye-İtalya Dış Ticareti ile Geçiş Belgesi Kotalarının
Gelişimine İlişkin Bir Kıyaslama
2002-2006
2002
2003
2004
2005
2006
Değişim %
Geçiş Belgesi Kotası
21.000
21.000
27.000
28.000
31.500
%50
İhracatımız (milyar $)
2,3
3,1
4,6
5,6
6,7
%184
İthalatımız (milyar $)
4
5,4
6,8
7,5
8,6
%111
Dış ticaretimiz (milyar $)
6,4
8,6
11,5
13,1
15,4
%138
Kaynak: UND, Türkiye-AB Karma İstişare Komitesi Toplantısı İçin Hazırlanan Rapor,
s.7.
Macaristan AB’ye üye olduktan sonra giriş çıkış belgelerinin sürelerini
kısaltmış ve tek giriş çıkışta ulaştırma yetişmediği için bir çok taşıma ikinci
kez giriş belgesi alma zorunluluğuna dahil olmuş ve alınabilecek geçiş
belgeleri bu uygulama yüzünden daha çabuk tükenir olmuştur. Bulgaristan ise
AB’ye üye olduktan sonra Türkiye ile olan Karayolu Anlaşması’nı tek taraflı
olarak fesh etmiş ve Türkiye’ye 200.000’lik geçiş belgesi kotası koymuştur ve
sınır kapılarındaki transit vize alımlarını durdurmuştur. Bulgaristan’ın
Türkiye’nin transit taşımaları için önemi oldukça fazladır. Vize uygulaması
Bulgaristan’ın Schengen vizesiyle geçişi kabul etmesinden sonra çözülmüştür.
Ancak kotalar Türkiye’nin Avrupa’ya ulaşımında büyük zorluklara neden
olmaktadır.
Bulgaristan bu tavrını AB’den aldığı destekle sürdürmektedir çünkü AB
Bulgaristan’ı üye ülkeler arasında Asya’yı Avrupa’ya bağlayan en stratejik
noktada görmekte ve bu konumla ilgili stratejiler yürütmektedir. Bu ülkeler en
çok kota sıkıntısı yaşadığımız ülkeler olmasına rağmen UND kaynaklarından
ticaret
hacmimizin
ne
denli
büyüdüğünü
değişim
oranlarından
görebilmekteyiz. Hal böyleyken bu büyümenin Türkiye’ye aşırı nakliye
masrafları, yakıt masrafları ve belgeler için ek masraflara neden olmasından
dolayı faydalı bir büyüme olduğundan söz edememekteyiz. AB ülkeleri ile
ilgili durum böyle iken Türkiye’nin kendi topraklarında aldığı tavır ise dikkat
227
Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241
Özlem Diken Hande Selimoğlu
çekicidir
çünkü
Türkiye’ye
giren
yabancı
kamyonlara
hiçbir
sınır
getirilmemekle beraber kendi kamyonlarımız köprülerden geçişlerde belli saat
sınırlandırmalarına tabi tutulurken, yabancı kamyonlara böyle bir sınır
getirilmemiştir. Türkiye’nin AB ile ilgili taşımacılık ilişkilerinde de, AB’nin
Türkiye’yi ne kadar kolay bir ülke olarak gördüğünün anlamak zor değildir.
Artırılan Geçiş Belgesi Fiyatları ve Karayolu Vergileri
Küreselleşen dünyada ticari ve geçiş engelleri bir kere de ülkelerin geçiş
belgesi fiyatlarını artırmasıyla karşımıza çıkmaktadır. Türkiye, Avrupa ülkeleri
çapında yaygınlaşmakta olan yeni “karayolu vergileriyle” de karşı karşıya
kalmaktadır. 2004 yılında Avusturya’da, 2005 yılında Almanya’da ve 2007
yılında Çek Cumhuriyeti’nde uygulamaya konan yeni karayolu ücretlendirme
sistemleri ile karayolu yük araçları bu ülkelerde kat ettikleri mesafe oranında
vergi ödemek zorundadır. Fransa’da 12 ton ve üzeri ağır yük araçlarına yönelik
yeni bir karayolu ücretlendirme sisteminin denenmesi kararlaştırılırken, yeni
sistem kapsamında yol geçiş ücretlerinin iki dingilli araçlar için km başına
0.06 Avro, üç dingilli araçlar için km başına 0.09 Avro, dört dingilli araçlar
için km başına 0.12 Avro ve beş dingilli ağır yük araçları için ise km başına
0.15 Avro olması öngörülmektedir. Slovakya ise yaklaşık 2400 km
uzunluğundaki otoyol ağı üzerinde müsaade edilen azami ağırlığı 3,5 ton üzeri
tüm araçlar için geçerli olacak bir elektronik karayolu ücretli geçiş sistemini
uygulamaya koymak üzere bir ihale süreci başlatmıştır (UND; 2007: 14).
Genel Vize Problemleri
Malların serbest dolaşımı Gümrük Birliği ile sağlanması gereken bir kural iken
karayolu taşımacılığı yapan kamyonlara getirilen miktar sınırlandırmaların
yanı sıra bu kamyon sürücülerinin vize almaları da oldukça zorlaştırılmıştır
Sürücülerin serbest dolaşımı olmadan bu taşımacılık operasyonları başarı ile
sürdürülememektedir. Taşımacılığın zaman ve teknik engellere takılmadan
verimli ilerleyebilmesi için karayolu sürücülerinin de deniz ve havayolu
çalışanlarında olduğu gibi sorunsuz bir şekilde seyahat edebilmeleri
228
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241
Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri
gerekmektedir. Bu hak onlara zaten verilmiş olmalıdır. Ancak Türk kamyon
şoförleri vize almak için bir turistten fazla vize kuyruğunda beklemektedir ve
bu da zamanın çok verimsiz kullanıldığını göstermekle birlikte asıl işlerine
odaklanmaları gereken sürede başka prosedürlerle uğraştırıldıkları anlamına
gelmektedir. Sürücülerin vize için kaybettikleri süre geçiş belgelerindeki
miktar kısıtlaması yasağıyla eş etkide olan bir sorundur, çünkü ek maliyetlere
ve zaman kaybına yol açmaktadır. Diğer taşımacılık modlarında çalışanların
vizeden muaf olduğu gibi karayolu şoförlerinin de yurtdışında kalış ve vize
geçerlilik sürelerine sınırlandırmalar getirilmemesi gerekirken, araçların
ilerleyişinin önüne böyle bir sorunun çıkarılması AB içinde Türkiye’nin
pozisyonunu gözler önüne sermektedir (UND Raporu: 2008).
Türkiye’de Türkiye Cumhuriyeti pasaportuna sahip Bulgarlar, Ruslar, Araplar,
Rumlar, Romenler ve Türki Cumhuriyetlerden insanlar bulunmaktadır. Bu
hususa taşımacılık açısından bakacak olursak, şoför ve benzer görevler
verilerek bu insanların kullanılması taşıma yaptığımız ülkeler açısından kendi
insanlarıyla iş yapmanın kolaylığını yaşamalarını sağlasa da Türkiye açısından
pahalıya mal olduğu için bir dezavantajdır. Çünkü bu insanlar kendi insanımız
kadar ucuza çalışmamaktadır. Ancak vize uygulamaları maalesef kendi
insanımızı çalıştırmamızı zorlaştırmaktadır. (Diken: 09.05.2008).
Kıbrıs Rum Kesimi İle İlişkilerin AB İçinde Gerginlik Yaratması
Kıbrıs Rum kesimi, adanın tamamını temsilen AB üyesi olmasından sonra
Gümrük Birliği’ne dayanarak Türkiye’nin deniz ve hava sahalarını Güney
Kıbrıs’ın uçak ve gemilerine açmasını talep etmiştir ancak Türkiye Gümrük
Birliği’nin deniz ve hava sahasını değil kara ulaştırmasını konu alan bir
anlaşma olduğunu vurgulayarak AB’nin de Güney Kıbrıs’ı desteklemesine
rağmen bu talebi geri çevirmiş ve siyasi kararlılığını sürdürmüştür. Eğer
Türkiye sahalarını bu gemi ve uçaklara açarsa Güney Kıbrıs’ın hukuken
üstünlüğünü tanımış olacaktır. Güney Kıbrıs ve Türkiye arasındaki bu husus
229
Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241
Özlem Diken Hande Selimoğlu
Türkiye ile olacak AB müzakerelerinin 8 başlıkta askıya alınma kararlarından
birisi olmuştur. (Baydarol, Can: 11-12.)
SİYASİ İLİŞKİLERİMİZİN LOJİSTİĞE ETKİLERİ
UND Küresel Lojistik Performans Endeksi ve Türkiye Araştırmasında 150
ülke içinde 34’ncü olan Türkiye bu sayıyı daha yukarı basamaklara ancak
globalleşen dünyanın ticaret kavramına ayak uydurarak sağlayabilecektir.
Küresel rekabet eşliğinde özellikle güçlü ülkeler siyasi ve ticari açıdan kendi
ülkeleri adına taşımacılıkla ilgili yeni uygulamalar getirmekte ve Türkiye gibi
ülkelerin önünü bu uygulamalarla kesmektedirler. Ülkelerin uluslararası
taşımacılık anlamındaki ilişkileri ülkelerin ticari ilişkilerinden etkilendiği gibi
ticari ilişkiler de ülkelerin siyasi ilişkilerinden etkilenebilmektedir. Bu
durumda lojistik kararlarda siyasi ilişkilere dayanabilmektedir. Bu başlık
altında analiz ettiğimizde son yıllarda Türkiye’nin komşularına ve diğer ticaret
yaptığı ülkelere bakarsak bunların içinde en büyük sorun yaşadığımız ülkeler
olarak İran, Irak ve Rusya’yı görmekteyiz.
Türkiye-İran
İran ve Türkiye’nin bölgenin stratejik önem taşıyan özelliklerinden dolayı iki
ülke arasındaki siyasi ilişkiler, ekonomik ve ticari ilişkilerin geliştirilmesiyle
iyileşebilecektir. Ancak, İran ile ticari ilişkilerimiz 2003 yılında artmasına
rağmen oldukça geriden seyretmektedir. Bunun nedeni ise İran’ın kendi içine
dönük korumacı ekonomik siyasetidir.
İthalatımız petrol ve petrol ürünlerinden oluşurken, ihraç ettiğimiz mallar
genelde tüketim maddeleri ve işlenmiş ürünlerden oluşmaktadır. Tablo 5’de de
görüldüğü üzere, ihracat ve ithalatımız arasında büyük fark vardır ve bu fark
her yıl daha fazla artarak İran’a petrol açısından ne kadar bağımlı olduğumuzu
göstermektedir. İran’ın korumacı ekonomik siyaseti, stratejik önemi yeni
projeler için de çok büyük olan Türkiye’ye lojistik açıdan çok fazla problem
230
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241
Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri
yaratmaktadır. Bunların başında vize problemleri ve izin belgelerine getirilen
sınırlandırmalar gelmektedir.
Tablo 5:Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri
Yıllar
İhracat
İthalat
Hacim
Denge
2001
353.537
839.750
1.193.287
-468.213
2002
299.200
918.600
1.218.200
-619.000
2003
523.99
1.857.797
2.381.196
-1.333.204
2004
803.186
1.957.797
2.760.984
-1.154.611
2005
899.500
3.469.000
4.368.500
-2.569.500
2006
1.100.000
5.600.000
6.700.000
-4.500.000
Kaynak: UND,Uluslararası Karayolu Taşımacılığı Sektörü 2007 Raporu, s.24.
Radikal İslam rejimi ile bölgesel güç konumunu güçlendirmeye çalışan İran bu
tavrıyla özellikle Amerika ve Batı ile karşı karşıya gelmektedir. İran’ın
ambargolara rağmen ayakta kalabilmek için Rusya ile ilişkilerini geliştirmiştir.
Rusya ve İran’ın ortak ideolojilerinden biri Kuzey-Güney hattını hayata
geçirerek Türkiye’yi devre dışı bırakmak ve bölgesel lojistik ağları Türkiye’yi
by-pass ederek kuvvetlendirmektir. (Diken: 09.05.2008).
Irak-Türkiye
Ortadoğu ülkeleriyle olan ihracat hacmimize ve değişim oranlarına
baktığımızda Irak’ın %1 gelişme göstermiş olması doğrultusunda terörün
Irak’a girmemizi engelleyen birinci faktör olduğunu söyleyebiliriz.
Tablo 6: Ortadoğu Ülkelerine İhraç Taşımalar (Sefer)
Boşaltma
Ülkesi
2004
Yıllık
2005
Değişim
IRAK
483.753
94%
Yıllık
2006
Değişim
565.054
17%
Yıllık
2007
Değişim
309.680 -45%
Yıllık
Değişim
313.362
1%
Kaynak:http://www.mfa.gov.tr/turkiye-iran-ekonomik-iliskileri.tr.mfa – 04.04.2008
Türkiye-Irak arasındaki zorlu taşıma trafiğinin Türkiye-Suriye sınırına
yönlendirilmesi amacıyla Türk ve Suriyeli yetkililer arasında kararlaştırıldığı
üzere, Mardin’in güneyinde Nusaybin yakınında ve Suriye’nin sınır kenti
231
Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241
Özlem Diken Hande Selimoğlu
Kamışlı’nın karşısında yeni bir sınır kapısının açılması planlanmıştır. Yeni
açılacak sınır kapısı Nusaybin’e 6 kilometre uzaklıkta bulunacak ve yük
taşımalarının Suriye üzerinden, Kamışlı by-pass edilerek Irak’ın Rabia sınır
kapısına yönlendirilmesine olanak sağlayacaktır. Söz konusu güzergah Türkiye
ile Irak arasındaki Kürt yönetimindeki kuzey bölgesinden geçiş zorunluluğunu
ortadan
kaldırarak
Irak’ın
merkezi
ve
güneyine
yönelik
taşımaları
kolaylaştıracaktır. Uzun süredir Kürt yönetimindeki Kuzey Irak bölgesinde
resmi olmayan “transit vizeleri” almak zorunda bırakılan ve bu maliyetlerin
yanında uzun bekleme sürelerine katlanmak durumunda kalan nakliyeciler için
önemli bir açılım sağlayacaktır.
Güvenlik tehdidi oluşturan Güney bölgemize baktığımızda Lübnan’daki
karışıklıklar ve İsrail-Filistin meselesi gitgide zor bir hal aldığı için Mısır’a
doğru giden yolda tehlike unsurları oldukça yüksektir. Bu durumda karayolu
güzergahımızı değiştirip Süveyş Kanalı üzerinden taşımaya yönelmekteyiz.
Rusya-Türkiye
Hazar havzasında çıkan petrolün hangi güzergah üzerinden geçerek
dağıtılacağı konusu günümüzde Türkiye ile Rusya arasındaki siyasi ilişkileri
ve dolayısıyla lojistik faaliyetleri etkileyen en önemli sorunlardan birisi
olmuştur. Türk-Rus ilişkilerindeki temel sorun olan Bakü-Ceyhan Hattı ve
Bakü-Novorossisk Hattı rekabeti ile Bakü’de çıkacak olan petrolün dağıtılması
için kurulacak güzergahın seçimiyle ilgilidir. Petrolün sahibi olan devletler ve
işleticiler Rusya’nın siyasi ve ekonomik çıkarlarını abartmasından dolayı bu
güzergahın tek bir ülke (Rusya) üzerinden olması yanlısı değildir. Rusya Dış
İşleri Bakanlığı’na göre, Hazar’daki petrol aramalarına açılacak ulusal bölgeler
önceden anlaşmalarla belirlenen 12 mil sınırını aşamaz ve 12 millik alanın
dışında kalan bölgeler kıyı devletlerinin ortak egemenliği altındadır. Azeri
yönetimi ise Hazar’ın bir deniz olduğunu ve böyle su kütlelerinin üstünde
egemenlik kurulamayacağını savunmaktadır.
232
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241
Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri
Bakü-Novorossisk Hattı (kuzey hattı), önceleri Rusya ham petrolünün Azeri
rafinerilerine taşınırken kullanılan hattın tamir edilmesiyle Rusya’nın
Novorossisk limanına Bakü’den petrol taşımayı hedeflediler. 1411 km’si
Rusya’da olan bu hattın 153 km’si ise siyasi anlamda problemli bir bölge olan
Çeçenistan’dan geçmektedir. Bunun için 1997 yılında Çeçenistan’ı by-pass
eden bir hat Dağistan üzerinden geçecek şekilde inşa edilmeye başlanmıştır.
Diğer yandan 1730 km’lik Bakü-Ceyhan Hattı’nın 268km’lik bölümü
Azerbaycan’da, 225 km’lik bölümü Gürcistan’da ve 1037km’lik bölümü ise
Türkiye’de kalmaktadır (botas.gov.tr: Şubat 2004).
Bakü-Ceyhan projesinin gerçekleştirilmesinde Türkiye’nin elindeki en büyük
değerlerden biri boğazlardır. Türkiye bu kozu etkili bir şekilde dünya
ülkelerine duyurmuş ve İstanbul’un güvenliği ve eko dengenin korunması
açısından boğazlardan daha fazla petrol taşımacılığı yapılamayacağını
vurgulamıştır. Çünkü kazaların arttığı İstanbul Boğazı’ndan tehlikeli yük
taşınması riskleri çok artıracaktır. Ceyhan limanı yılın önemli zamanlarında
hava muhalefetleri nedeniyle tam çalışamayan Novorossisk limanına göre daha
verimli çalışacaktır. Aynı zamanda Ceyhan Hattı petrol satıcıları açısından
avantaj taşımaktadır çünkü Türkiye’nin bu taşınacak petrolün müşterisi olması
durumu söz konusudur. Amerika’nın bu rekabet ortamında Bakü-Ceyhan
Hattı’na artan bir şekilde destek vermesinin en önemli stratejik nedeni,
Ceyhan’a gidecek olan petrolün alıcılarından birinin de İsrail olmasıdır. Diğer
yandan Bakü-Ceyhan’ın “terör sorunu’’ yüzünden güvenli olmadığını
savunanlarda vardır. Türkiye bu hattın tamamlanmasıyla etraftaki diğer
ülkelerinde Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmayı hedeflemektedir. Sonuç
olarak, Türkiye ve Rusya’nın enerji güzergahları ile ilgili rekabetini sürmeye
devam edeceği görülmektedir.
ULAŞIM AĞLARININ TÜRKİYE İLE ENTEGRASYONU
Yeniden Canlanan İpek Yolu – Trececa Projesi
233
Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241
Özlem Diken Hande Selimoğlu
Traceca, Avrupa Birliği tarafından 21. yüzyılın İpek Yolu olarak adlandırılan;
Avrupa, Karadeniz, Kafkasya, Hazar Denizi ve Asya bölgelerinin taşımacılık
açısından gelişmesi ve entegre bir düzen kurulması için Avrupa-KafkasyaAsya Ulaştırma Koridoru olmayı hedefleyen projedir. 1993 yılında Brüksel’de
3 Kafkas ülkesi; Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan ve beş Orta Asya ülkesi;
Kazakistan, Tacikistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan’ın katılımıyla
ortaya çıkmıştır. Projeye 1996 yılında Moğolistan ve Ukrayna, 1998’de
Moldova dahil olmuşlardır. Daha sonrasında Mart 2000’de ise ilk yıllık
toplantıda Bulgaristan, Romanya ve Türkiye Traceca Projesine katılmışlardır.
Adı, TRAnsport Corridor Europe Caucuses Asia’nın baş harflerinden
gelmektedir (traceca.org.tr: 24.04.2008).
Orta Asya ve Uzakdoğu ticari bağlantılarının yeniden gelişmesi içinde stratejik
önem taşımaktadır. Karayolları taşımacılığı, demiryolu taşımacılığı, su
taşımacılığı, hava taşımacılığı, konteynır taşımacılığı ve boru hattı taşımacılığı
ile entegre bir ulaşım ağı sağlamaktadır. İlk başlarda AB tarafından finanse
edilen Traceca, 2004 yılından itibaren üye ülkeler tarafından finanse edilmeye
başlanmıştır. AB’nin Traceca ile zengin Orta Asya’yı Avrupa’ya özellikle
demiryolu ile bağlamak istediği değerlendirilmektedir.
Amerika Rusya’ya olan bağımsızlığı azaltmak için başlangıçta Kars-TiflisBakü demiryolu hattı programına destek vereceğini söylerken, daha sonradan
finansal anlamda destek vermeyerek Ermeni diasporasının etkisinde kalmıştır.
Hatta 2006 yılında Kars-Tiflis-Bakü için destek verilmemesini sağlamak için
yasa çıkarmış ve bankalarının bu projeye kredi anlamında destek vermesini
engellemiştir. Bu nedenle Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye kendi
imkanlarıyla bu projeyi hayata geçirmiştir. Rusya ile Türkiye’yi de birbirine
daha çok yaklaştıracak bu proje Bakü-Ceyhan-Tiflis ve Erzurum-Tiflis
arasındaki petrol boru hattından sonra üçüncü stratejik öneme sahip proje
olacaktır.
234
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241
Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri
İran bu projeye Orta Asya’dan kendine gelebilecek ticari zararlardan ötürü
tepki göstermiş, İran-Türkmenistan demiryolu hattını kurmuş ve Kuzey-Güney
hattını canlandırma çabasına girmiştir. Ayrıca İran, Azerbaycan ve Rusya ile
Kuzey-Güney ulaşım koridoru bağlantılı bir demiryolu anlaşması imzalamıştır.
Bu anlaşma ile İran Türkiye’yi yok sayarak Avrupa’ya ulaşmayı hedeflemekte
ve aynı amaçla Türkmenistan ve Kazakistan ile de bir demiryolu projesi hayata
geçirmek istemektedir. İran, Türkiye’yi ticari anlamdaki kardan yoksun kılmak
için Kars-Tiflis-Bakü demiryolundan dışlamak istemekte ve Orta Asya’da
ilerleyen Türk karayolu araçlarına caydırıcı maliyetler getirmektedir.
Çin ise ticaret yapan ülkeler açısından büyük bir kaynak olmasına rağmen,
limanlarındaki sıkışıklıklardan dolayı çıkan sorunlar yüzünden yeni ulaşım
projelerine açık bir ülkedir. (circassiancanada.com) Öte yandan Çin pazarının
geleceği ile ilgili fikir ayrılıkları bulunmaktadır. Bazı kaynaklar Çin’in üretim
ve lojistik açısından daha da büyüyeceğini söylemektedir. Çin’de dünyanın en
teknolojik işçiliğini yapan bir işçinin en büyük hayali; motosiklet sahibi
olmak, 40m olan bir evde oturmak ve çocuğunu iyi yetiştirebilmektir. Çin’de
insan hakları ile ilgili dramatik durum işçilerin yönetime karşı ayaklanmasına
yol açabilir ve sonuç Çin’in geleceği için parlak olmayabilir. Ayrıca Çin’in en
büyük müşterisi olan Amerika eğer Mortage krizi ve kredi kartları patlaması
gibi bir takım olaylardan dolayı geri çekilir ve müşterisi olmaktan çıkarsa
Çin’de lojistik anlamda limanlardaki sıkışıklıklar yerine boşluklar konuşuluyor
olacaktır (Diken: 2008).
Türkiye’nin uluslar arası lojistik alanında stratejik görevleri üstlenebilmesi için
alt yapı alanında önemli çalışmalara başlanmalıdır. Nitekim Asya’yı
Avrupa’ya boğazdan bağlayacak olan tüp geçit projesinin yapımı devam
etmektedir. Yine Türkiye’de Kars-Tiflis-Bakü demiryolu hattının etrafındaki
karayolları düzeltilmekte ve rehabilitasyon çalışmaları devam etmektedir. Bu
proje kapsamında birçok ülke Doğu-Batı eksenine destek verirken; İran gibi
bazıları da Kuzey-Güney eksenine destek vererek bu projeyi baltalamaya
235
Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241
Özlem Diken Hande Selimoğlu
çalışmaktadır. Bu projenin gerçekleşmesi, Türkiye’nin daha da önemli bir
konuma gelmesini sağlayacak; Güney Kafkasya ülkeleri, Asya ülkeleri ve
Avrupa ülkeleri ile olan ticari hacmini genişletecek, aynı zamanda yurt içinde
de demir yolu, deniz yolu bağlantılarını iyileştirip, limanların verimliliğini
artırarak ülke içi taşımacılığında da yeniden yapılanmasına yardım edecektir.
Kısacası
Türkiye
Avrupa-Asya
trafiğinde
merkezi
bir
üs
olacaktır
(circassiancanada).
SONUÇ
Türkiye’nin lojistik gelişimini engelleyen iç faktörlere bakıldığında her bir
etmenin birbiri ile ilişkili olduğunu görmekteyiz. Alt yapı ve planlama
eksikliklerinin giderilmesi için hükümetin de desteği ile bir master programı
çerçevesinde hedefler saptanmalı, nasıl uygulanacağına ilişkin stratejiler
belirlenmelidir. Plan eksikliği ile birlikte yatırım eksikliği de göze
çarpmaktadır. Belirli bir yatırım politikası çerçevesinde yetersiz ulaşım
kanallarımız yeniden düzenlenmeli böylece kara taşımacılığından çok deniz
taşımacılığına ya da demiryolu taşımacılığına ağırlık verilmesi sağlanmalıdır.
Limanlarımızdaki
eksiklikler,
demiryolunun
kullanım
azlığını
ilişkin
problemler de yatırım programının kapsamına alınmalıdır.
Yatırımlar ile demiryolları çalışmaları hızlandırılmalı ve arttırılmalı, denizyolu
ile ilgili olarak ise limanlarımızın sayısı arttırılmalıdır. Bu yatırımların en iyi
şekilde yapılabilmesi için, gerekli kadroların yetiştirilmesi gereklidir.
Yatırımlar eğitimli ve yetişmiş elemanlarla gerçekleşebilir. Örneğin 1997
yılında kapatılan Demiryolu Meslek Liselerinin tekrar açılması ile eğitimli
eleman açığı kapatılmaya başlanabilir. Karayoluyla taşımada karşılaşılan
güçlükler demiryolu ile çözümlenebilir. Suriye ve Irak ile sınırlarımız yakın
olduğundan mal gönderiminde karayolu tercih edilmektedir. Fakat siyasi
problemler yüzünden mesafe yakın olmasına rağmen navlun ücretleri artmış
taşıma süreleri gümrük kapılarındaki tıkanmalar yüzünden uzamıştır. Irak ile
236
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241
Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri
olan demiryolunu iyileştirilmesi ticarete bu açıdan
yeni bir soluk
kazandıracaktır.
Taşıma modları birbirinden ayrı görülmemeli, her bir taşıma modu birbiriyle
entegre edilerek taşımacılık daha etkili hale getirilmelidir. Lojistik köylerin
kurulamamasının ya da merkezlerde bulunmamasının asıl sebebi planlama
eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Lojistik sektöründe
plansız büyüme
gerçekleştiğinden lojistik köy ile lojistik aktivitelerinin tek elde toplanması
yerine her firma işlemlerini kendi imkanları doğrultusunda gerçekleştirmeye
çalışmaktadır. Lojistik köylerinin kurulması taşıma modlarının entegre
olmasını, faaliyetlerin bir arada toplanmasını ve tek elden yönetilmesini
böylece çeşitli maliyetlerin düşürülmesi gibi birçok avantajı da beraberinde
getirecektir. Lojistik köylerinin kurulması aynı zamanda kamyonların şehir
içindeki saat kısıtlamalarına yönelik bir çözüm niteliği taşımaktadır. Böylece
İstanbul’un trafik sorunu da lojistik köyler sayesinde rahatlayacaktır.
Lojistik kavramının Türkiye de yeni olmasından henüz bu konu hakkında
yatırım ve planlamaya yönelik adımlar atılmamıştır. Lojistik kavramını
geliştirmek ve yaymak ise öncelikle üniversitelere sonra ise şirketlere
düşmektedir. Yalnızca dört adet lisans programı olan lojistik bölümü nitelikli
iş gücünü arttırmak amacı ile daha çok üniversitede yalnızca ders olarak değil
bölüm olarak okutulmalıdır. Eğitimle birlikte bu sektörde çalışanlar için belli
standartların belirlenmesi de Türkiye’nin diğer ülkeler ile arasındaki lojistik
aktiviteleri arttıracaktır. Yalnızca üst düzey yöneticilerin eğitim alması da
yeterli olmayacaktır. Sektörde en üstten en alta kadar çalışan her bireyin
bilinçlenmesi ve eğitimi için uygun bir eğitim sistemi geliştirilmelidir. Her
seviyede yeterli eğitim almış elemanlardan kurulu bir şirket sorunları daha
hızlı çözüp, yeniliklere daha çabuk adapte olabilme yetisi kazanabilecektir ve
böylece başarı çok daha hızlı, kolay gelecektir. Şirketlerde kişiler için çeşitli
eğitim programlarının hazırlanması, kişilerin bilinçlendirilmesi bu sektörü
daha çok ileriye taşıyacaktır.
237
Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241
Özlem Diken Hande Selimoğlu
Gümrüklerimizde ise gerek kanundaki eksikliklerden gerekse teknolojik alt
yapı
eksikliğinden
mevzuatındaki
kaynaklanan
eksikliklerin
sorunlar
giderilmesi
bulunmaktadır.
büyük
ölçüde
Gümrük
teknoloji
ile
bağlantılıdır. Gümrüklerdeki yetersiz eleman açığı alt yapısı sağlam gümrük
otomasyonuyla desteklenmelidir. Gümrük ve gümrük müşavirliklerindeki
işlemlerin yüzde 98’i değil tamamı elektronik veri transferiyle yapılmalıdır.
Gümrük süreçlerinin uzun olması ise E-belge uygulamasına tam anlamı ile
geçilememesinden kaynaklanmaktadır. E-belge uygulaması ile hem zaman
hem kağıt tasarrufu yapılarak kazanç sağlanabilir. E-devlet, e-belge
uygulamaları hızla yaygınlaştırılmalı ve desteklenmelidir (e-vergi, e-tescil, esözleşme, e-imza, e-beyanname vb.).
E-ticaretin uygulanması gerekli ürünlerin temini, ürünlerin koşullara uygun
yerlere konumlandırılması, ürünlerin rekabet edilebilir fiyatla sunulması,
ürünlerin ihtiyaçları olundukları sırada kullanılır halde bulundurulması ve
ürünlerin müşterilere doğru zamanda teslim edilmesi faydalarını sağlayacaktır.
Bunlara ek olarak Türkiye gümrükleri ile diğer ülke gümrükleri arasında
entegrasyon sağlanmalıdır. Birbirinden farklı süreçler izleyen gümrükler
gümrük işlemlerinin aksamasına sebebiyet vermektedir.
Depolardaki en önemli sorunlardan biri depoların tam kapasite ile
çalışamamasından kaynaklanmaktadır. Depoların kapasite altı çalışmasının
sebebi ise alt yapı ve planlama eksikliklerinde söz edilen lojistik köylerin
eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Lojistik köyler kurulursa lojistik aktiviteleri
tek yerde toplanacak ve depoların sayısı şimdikinden daha az olmasına rağmen
daha efektif kullanılacağından daha fazla kazanç sağlayacaktır. Depo kullanımı
ile ilgili bir başka problem yaratan faktör ise dış kaynak kullanımındaki
tutuculuktur. Şirket sahipleri kazançlarını arttırmak adına dış kaynak
kullanımına teşvik edilmelidir. Bunun yolu ise bilinçlendirme çalışmalarından
geçmektedir. Şirket sahiplerinin depolardan kazanç sağlayamamasının
nedenleri aynı zamanda teknolojik geri kalmışlık ile de bağlantılıdır.
238
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241
Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri
Depolarımızda RFID sisteminin kurulması gerekmektedir. Bunun içinse
yatırım gerekmektedir. RFID kurulmuş depolar çok daha fazla verimlilik
sağlayacaktır.
Teknolojik eksiklikler yalnızca depolarımızda değil gümrüklerimizde de
görülmektedir. Daha önce de bahsedildiği gibi E-belge uygulamasına ve
elektronik veri değişimi ile yapılan gümrük süreçleri daha hızlı olacaktır.
Gümrüklerde halen X-RAY uygulamasına geçilmemiş olması kaçakçılık
oranını arttırmaktadır. Her gümrüğümüze X-RAY cihazları kurulmalı böylece
kaçakçılığın önüne geçilmelidir.
Türkiye’nin lojistik gelişimini engelleyen dış faktörlere baktığımızda, artırılan
geçiş belgeleri kotaları, fiyatları ve vergiler ticaret yapmamızı engelleyen
faktörlerdir. Bu engelleri ticaret yapmak istediğimiz ülkeye gidip, ofis açıp o
ülkenin kendi plakasıyla taşımacılık yaparak aşma fikri çözüm gibi gözükse de
bir süre sonra buna da engeller geleceği için bu yol tam anlamıyla bir çözüm
sayılamaz ve bir süre sonra beklenmedik sonuçlar doğurabilir. Dış sorunlar,
Türkiye’nin gelişmekte olan ihracatına sınırlar getirmekte
ve ticari
gelişimimizi engellemektedir. Ürünlerini dışarıya pazarlayamayan üretici ise
verimliliğini kaybetmektedir. Türkiye ekonomisine de ek masraflar getiren ve
ekonomimizin gelişimine mani olan kota, genel vize sorunlarına çözüm
olabilecek noktalar, karayolu taşımacıları haricinde üreticiyi de etkileyecek ve
çözüm ortağı durumuna getirecek unsurlardır. AB ile olan sorunları aşabilmek
için diplomasi yoluyla şikayetlerimiz üretici firmalar, işçi birlikleri ve kara
taşımacıları tarafından zarar ispatları ile birlikte sorun yaşadığımız ülkelerin
mahkemelerine ve Avrupa Topluluğu Adalet Divanı’na çıkarılmalıdır.
Türkiye doğu-batı koridorunda, Rusya-İran işbirliğinin Türkiye’yi by-pass
etme çabalarına karşı akıllıca tavır almalı, ihracat ve ithalat gibi diğer ticari
eylemlerini olumsuz etkileyen sonuçlar doğuracak ve tartışma yaratacak
platformlardan kaçınmalıdır. Buna ek olarak Avrupa ile entegre olacak
Marmaray, Kars-Tiflis-Bakü demiryolu hattı, Bakü-Ceyhan-Tiflis ve Erzurum-
239
Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241
Özlem Diken Hande Selimoğlu
Tiflis arasındaki petrol boru hatlarının gelişimi için hazırlanan bütçe alt yapı,
fizibilite ve yapım faaliyetleri sırasında hiçbir giderden kaçınılmadan
kullanılmalıdır ki Türkiye bir an önce Avrupa ile Asya arasındaki büyük
boşluğu en verimli şekilde doldurabilsin.
KAYNAKÇA:
AY, FAİK: “T.C Süleyman Demirel Üniversitesi Isparta Meslek Yüksek Okulu
İthalat İhracat Bölümü Dış Ticarette İşletmelerin Gümrük Ve Gümrükleme
Sorunları ile İlgili Çalışma”.
BAYDAROL, CAN: “Türkiye-AB İlişkileri Çerçevesinde AB Ülkeleri
Tarafından Nakliyecilerimize Uygulanan Taşıma Kotaları Sorunu”, UND
Bilgi Notu.
BAYDAROL, CAN: “Yapılmayan Bir Gümrük Birliği Tartışması Dokümanı”,
UND.
DİKEN, ÖZLEM: “Türkiye’nin Lojistik Gelişimini Engelleyen Dış Faktörler’’
konulu Metin Çavuşlar ile yapılan röportaj, (09.05.2008).
DİKEN, ÖZLEM: “RODER Genel Müdürü Cumhur Atılgan İle Yapılan
Söyleşi”, 2008.
DİKEN, ÖZLEM: “Demiryolu Taşımacılığı Derneği Başkanı Mete Tırman İle
Yapılan Söyleşi”, 2008.
DİKEN, ÖZLEM: “Gümrük Müsteşar Vekili Mehmet Şahin İle Yapılan
Söyleşi”, 2008.
GÜLENÇ, FİGEN VE KARAGÖZ, BİHTER: “E-Lojistik Ve Türkiye’de ELojistik Uygulamaları”, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi, 1:73-91, (2008).
SARAÇ, FERHAT: “Trafik Güvenliği Ve AETR Koşulları”, ÜDY-3 Eğitim
Kitabı, 2007.
ŞAĞUL, TUNÇ: “Sağlık, Emniyet, Çevre Ve Güvenlik”, ÜDY-3 Eğitim
Kitabı, 2007.
240
Stratejik Araştırmalar Dergisi 1(02),2008,213-241
Türkiye’de Uluslararası Lojistik’in Sorunları ve Çözüm Önerileri
UND: “Türkiye-AB Karma İstişare Komitesi Toplantısı İçin Hazırlanan
Rapor”, 2007.
UND: “Uluslararası Karayolu Taşımacılığı Sektörü Raporu”, 2007.
Web siteleri:
http://www.ubak.gov.tr/tr/dlh/Demiryollari/d_baslik.htm-15.05.2008
http://www.kugm.gov.tr/dosyalar/diger/sagbolum11.xls -10.04.2008
http://www.ris-mersin.info/files/files-web/File/TCDD% 20lojistik%
20koyleri.doc -10.04.2008
http://www.tugem.com.tr/default.aspx?pid=49859 – 06.09.2008
http://www.kugm.gov.tr/dosyalar/diger/sagbolum11.xls – 22.05.2008
http://www.ntvmsnbc.com/news/201607.asp - 25.07.2008
http://www.bilgiyonetimi.org/cm/pages/mkl_gos.php?nt=622#_ftn23 22.05.2008
http://www.kobifinans.com.tr/tr/sektor/011408/17685 - 25.06.2008
http://www.igmd.org/sssEDI.asp -25.06.2008
http://www.customs-edi.gov.tr/icerik.aspx?id=genelbilgiler -26.06.2008
www.customs-edi.gov.tr/icerik.aspx?id=edinedir -26.06.2008
http://www.mfa.gov.tr/turkiye-iran-ekonomik-iliskileri.tr.mfa - 04.04.2008
http://www.botas.gov.tr/sunumlar.asp,Şubat2004
http://www.traceca.org.tr/sss.htm - 24.04.2008
http://www.circassiancanada.com/tr/arastirma/0178_demirdenipekyolu.htm
241
Journal of Strategic Studies 1(2), 2008,213-241
YAYIN KURALLARI:
1. Beykent Üniversitesi, Stratejik Araştırmalar Dergisi, yılda iki kez
yayınlanan hakemli bir dergidir. Dergi; uluslararası ilişkiler, dış politika, ulusal
ve uluslararası güvenlik alanında özgün çalışmaları amaçlayan bir dergidir.
Aynı zamanda disiplinler arası çalışmalara yer vermektedir.
2. Hazırlanan makaleler; “Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi,
Sıraselviler Cad. No.65, 34437, Taksim, İstanbul” adresine gönderilmelidir.
Tel: 0090 212 867 55 82. Faks: 0090 212 867 55 77. Elektronik başvurular
Microsoft Word dosyası şeklinde aşağıdaki elektronik posta adreslerine
[email protected]
gönderilebilir: [email protected]
3. Dergiye gönderilen makaleler orijinal olmalı, aynı anda başka bir yayında
yayımlanmak için gönderilmemiş olmalıdır. Eğer gönderilen makalenin bir
kopyası diğer bir yayın kuruluşuna gönderilmiş veya burada
yayınlanmış/yayınlanacaksa bu durum yazar tarafından başvuru esnasında
açıkça ifade edilmelidir.
4. Yayın için gönderilen makaleler hakem değerlendirmesine tabidir. Editör ve
redaksiyon kurulu tarafından gözden geçirilen makaleler bilimsel yazım
kuralları açısından gözden geçirilir. Uygun görülen makaleler daha sonra ilgili
alanlardaki üç hakeme akademik inceleme için gönderilir. Editör ve hakemler
gönderilen makaleleri üç aşamalı bir metot ile inceleyecekledir: a) Edebi
niteliği: yazım tarzı, dil kullanımı, metnin organizasyonu. b) Referans
kullanımı: referans yazım uygunluğu, kaynaklar, dipnotların metinle ilişkisi. c)
Bilimsel kalitesi: Araştırmanın derinliği, niteliği, bilime katkısı, orijinalliği ve
bilimsel inandırıcılığı. Hakemlerin kararına göre, makaleler dergide
yayımlanacak veya yayını uygun görülmeyecektir. Hakem raporları gizli
tutulacak ve beş yıl süre ile arşiv olarak muhafaza edilecektir.
5. Metinler bir buçuk veya çift aralıklı olarak A4 boyutlu kağıdın bir yüzüne
yazılacaktır. Sayfalar sırasına uygun olarak numaralandırılacaktır. Gönderilen
metinler geri verilmeyeceğinden, yazar bir nüshasını muhafaza etmelidir.
Editörler, metinlerin kaybolması veya hasar görmesinden sorumlu değildir.
6. Metinler aşağıdaki sıraya göre düzenlenmelidir: İlk sayfada; başlık, (varsa)
alt başlık, yazar isimi (leri), bağlantılı olduğu kuruluş, tam posta adresi, telefon
ve faks numarası. Devam eden sayfalarda; metinin ana bölümü, referans listesi
ve dipnotlar, ekler, tablolar.
7. Kural olarak makaleler, dip notlar hariç, 10.000 kelimeyi geçmemelidir.
Kitap incelemeleri 2.500 kelime civarında olmalıdır.
8. Yazarlar bu dergi için öngörülen yazım tarzına uygun olarak makalelerini
hazırlamaktan sorumludur.
242
9. Makale başlıkları 12 punto, kalın ve büyük harfle yazılmalıdır.
10. Her makalede metnin ana tartışma konularını ve sonuçlarını özetleyen bir
özet (abstract) ile altıdan fazla olmayan anahtar kelime bulunmalıdır.
11. Dipnotlar makale içinde sırası ile yükseltilmiş numara ile
numaralandırılmalı ve makale sonunda listelenen dipnotlara atıf yapılmalıdır.
Dipnotlar asgari düzeyde tutulmalıdır. Kitap referansları: yazarın soy ismi,
isminin ilk harfi(leri), italik olarak kitabın başlığı, yayıncı kuruluş, parantez
içinde basım yeri ve yılı, sayfa no.(ları) şeklinde olmalıdır. Makale referansları
yazarın ismi ve soy ismi, aktarma işareti içinde makalenin başlığı, altı çizgili
olarak yayının adı, Cilt no., parantez içinde yayın yılı ve sayfa no.(ları)
şeklinde olacaktır. Aynı referansa müteakip atıflar sadece yazarın ismi, yayın
yılı ve sayfa no.(ları) şeklinde olabilir.
12. Tablolar ve Şekiller metin içine konulmalıdır. Üstünde kısa bir tanımlayıcı
başlık, altında ise açıklamaları ve dipnota atıf yer almalıdır. Şekiller gerekli
kısaltmayı sağlayacak şekilde isimlendirilmelidir.
13. Telif hakları: Yazarlar makalelerinin ve özetlerinin her türlü telif ve izin
verme hakkını Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi’ne ait
olduğunu kabul ederler. Yazarlar, makalelerinin yayınından sonra Beykent
Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin iznine tabi olarak makalelerini
başka yayınlarda kullanabilirler.
TELİF TRANSFERİ:
Yayını halinde……………………………………… başlıklı makalenin
yazar/ları olarak, tüm telif haklarını Beykent Üniversitesi’ne devrediyorum/z.
Yazar/lar: Ad/Soyad:
İmza:
Kurumu:
Adres:
İLETİŞİM:
Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Sıra Selviler Cad. No.65,
34437 Taksim İstanbul. Tel: 0212 867 55 71-867 55 82
Faks: 0212 867 55 77, www.beykent.edu.tr
243
PUBLICATION REGULATIONS:
1. Beykent University, Journal of Strategic Studies is a refereed journal and
published twice a year. The Journal (JSS) focuses on international relations,
foreign policy, and national and international security studies. The journal also
encourages interdisciplinary studies.
2. Manuscripts should be sent to Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar
Merkezi, Sıraselviler Cad. No.65, 34437, Taksim, Istanbul. Phone: 0090 212
867 55 82. Fax: 0090 212 867 55 77.
Electronic submissions as a Microsft world attachment file are also welcome at
[email protected] or [email protected]
3. Articles submitted to JSS should be original contributions and should not be
under consideration for any other publication at the same time. If another
version of the article is under consideration by another publication or has been
or will be published elsewhere authors should clearly indicate this at the time
of submission.
4. Articles submitted for consideration of publication are subject to peer
review. The editorial board and editors previously takes consideration whether
submitted manuscript follows the rules of scientific writing. The appropriate
articles are then sent to three referees known for their academic reputation in
that respective areas. The Editors and referees use three-step guidelines in
assessing submissions: a) Literary quality: writing style, usage of the language,
organization of the text, b) Use of references: referencing, sources,
relationships of the footnotes to the text, and c) Scholarship quality: depth of
the research, quality, contribution originality, and plausibility of the argument.
Upon the referees’ decision, the articles will be published in the journal, or
rejected for publication. The referee reports are kept confidential and stored in
the archives for five years.
5. Manuscripts should be one-and-half or double spaced throughout and typed
in English on single sides of A4 paper. Pages should be numbered
consecutively. The author should retain a copy, as submitted manuscripts
cannot be returned. The Editorial Board cannot accept responsibility for loss
of, or damage to, the manuscripts.
6. Manuscripts should be arranged in the following order of presentation: First
sheet: title, subtitle (if any), author(s), name(s), affiliation, full postal address,
telephone and fax numbers. Subsequent sheets: main body of text, list of
references and footnotes, appendices, tables.
7. Articles as a rule should not exceed 10.000 words, not including footnotes.
Book reviews should be about 2.500 word- length.
244
8. Authors are responsible for ensuring that their manuscripts conform to the
JSS style. Editors will not undertake retyping of manuscripts before
publication.
9. Titles in the article should be 12 punt, bold and in uppercase form.
10. Each manuscripts should be summarized in an abstract, which should
describe the main arguments and conclusions of the manuscripts and up to six
keywords.
11. Notes should be numbered consecutively throughout the article and
indicated in the text by a raised numeral, referring to the list of notes, which
should be placed at the end of the article. Notes should be kept to a minimum.
References to books should give the author’s surname preceded by the initial
letters of his/her forename, The title of the book should be in italics, and the
place, publisher and year of publication should follow in brackets. References
to articles should give the author’s forename and surname, the title of the
article in single quotation marks, the name of publication underlined the
number of volume in Arabic numerals, the year of publication in brackets and
the page numbers. Subsequent references to a book or article may be made
only the author’s name.
12. Tables and figures should be embedded in the text. A short descriptive title
should appear above each table with a clear legend and any footnotes suitably
identified below. All units must be included. Figures should be completely
labeled, taking into account necessary reduction.
13. Copyright. It is a condition of publication that authors vest or license
copyright in their articles, including abstracts, in Beykent University Center
for Strategic Studies. The author may use the material elsewhere after
publication providing prior permission from the Center for Strategic Studies.
TRANSFER OF COPYRIGHT:
In the event of its publication we, as the writer(s) of the article titled …………
transfer all of its copyrights to Beykent University.
Writer(s): Name/Surname
Signature:
Institution: Address:
CONTACT INFORMATION:
Beykent Üniversitesi, Stratejik Araştırmalar Merkezi (Beykent University,
Strategic Research Center), Sıra Selviler Cad. No.65, 34437 Taksim, Istanbul.
Telephone: 0212 867 55 71-867 55 82,
Fax: 0212 867 55 77, www.beykent.edu.tr
245
BEYKENT ÜNİVERSİTESİ
STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ
MAKALE – YAYIN İNCELEME FORMU
MAKALE YAZARI VE MAKALE ADI
Makalenin Yazarı
Makalenin Adı
İNCELEYENİN
Unvanı, Adı ve Soyadı, İmzası
Adresi (Kurumu)
Telefon Numarası
İnceleme Tarihi
İNCELEME ESASLARI
Çok Uygun - Hiç Uygun Değil
5
4
3
2
1
Genel Değerlendirme
Makale başlığı içeriğe uygun mudur?
Özet uygun mudur?
Yazının dili anlaşılabilir midir?
Makale ilgili bilim dalına veya uygulamaya katkı
yapabilecek nitelikte midir?
Yazıda kullanılan araştırma yöntemi amaca uygun
mudur?
Sonuçlar objektif bir biçimde elde edilmiş midir?
Konuyla ilgili kaynaklar yeterli midir?
Sonuç bölümünde bulgular irdelenmiş midir?
Tablolar uygun ve anlaşılabilir midir?
Şekiller uygun ve anlaşılabilir midir?
* 1’den 5’e kadar puan veriniz. (5: Çok Uygun, 4: Uygun, 3: Küçük Düzeltmeler
Gerekli, 2: Önemli Değişiklikler Gerekli, 1: Hiç Uygun Değil)
İMZA
246
SONUÇ
DEĞERLENDİRME SONUCU
Tarih:
( ) Olduğu gibi yayınlanabilir.
İmza
…………………….
…………………….
( ) Küçük düzeltmelerle yayınlanabilir.
( ) Önemli değişikliklerin yapılması zorunludur.
e-posta:
( ) Kesinlikle yayınlanamaz.
* Başka görüşleriniz varsa lütfen aşağıya yazınız. Yazacaklarınız uzun ise ek sayfa(lar)
kullanabilirsiniz.
.
247
İLETİŞİM BİLGİLERİ:
CORRESPONDENCE ADDRESES:
Editör:
Editor:
Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ
Beykent Üniversitesi
Stratejik Araştırmalar Merkezi
Sıraselviler Cad. No:65 Taksim,
İstanbul
Tel: 212 867 55 82-71
e-mail: [email protected]
Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ
Beykent University
Strategıc Research Center
Sıraselviler Cad. No:65 Taksim,
İstanbul
Tel: 212 867 55 82-71
e-mail: [email protected]
248
Download