Gus Van Sant: “Festivaller her zaman benim gibi sinemacılar için bir sığınak olmuştur.” 12 Nisan 2007 Perşembe günü Albert Long Hall’de dünyaca ünlü bir yönetmeni ağırladık. Gus Van Sant, uluslararası İstanbul Film Festivali ve Mithat Alam Film Merkezi işbirliğiyle bir master class vermek üzere Boğaziçi Üniversitesi’ndeydi. Söyleşi öncesinde hafta boyunca yönetmenin üç filmi gösterildi. Gus Van Sant’ın filmlerine duyulan hayranlık, katılımın da yüksek olmasından anlaşılabilirdi. Ünlü yönetmen sinema serüveninden ve filmlerinden bahsetti, dinleyiciler de sorularıyla söyleşinin yönünü tayin etti. Söyleşi sonrasında Gus Van Sant’ın, gece yarısına kadar Mithat Alam Film Merkezi’nde gönüllü öğrencilerle sohbet edip, vakit geçirdiğini de söylemeden geçmeyelim. G us Van Sant: İlk defa bir master class yapıyorum, o nedenle benim için de ilginç bir tecrübe olacak. Yanımda eski çalışmalarımdan bir kolaj getirdim. İlk olarak sinemayla nasıl ilgilenmeye başladığımdan ve sinemaya olan ilgimin nasıl artarak devam ettiğinden bahsedeyim. Genellikle sıradan bir başlangıç olmaz, herkesin de kendine özgü bir sinemaya adım atma yolculuğu vardır. Sinemaya ilk girdiğim yıllarda ressam olarak çalışıyordum. Lisede yağlı boya resimlerle ilgilenen ve kendine has bir tarzı olan ressam bir öğretmenim vardı. Bu öğretmenimin stilini taklit etmeye çalışırdım. Daha çok reklâmcı stiliyle resim yapardı. Dergilerde görebileceğiniz türden, 60’lı yılların başlarını açığa vuran, bu yıllardaki farkındalığı yansı- 248 Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007 tan bir tarzı vardı. Gerçekten çok ilgimi çekerdi onun tarzı. En iyi öğrencileri onun resimlerini kendilerince yapma usulünü geliştirmişlerdi. New York’a bir saat uzaklıkta yaşıyordum. Daha çok iş adamlarının bulunduğu bir camianın içindeydim, çünkü babam bir iş adamıydı. 12 yaşındaydım, tam bir yeni yetmeydim. Eziyetli yeni yetmelikten ve beden eğitimi derslerinden kaçıp sanat dersine sığınırdım. Sözünü ettiğim öğretmenim ayrıca gözle görülür biçimde bir eşcinseldi. O zaman için bu çok ilginç gelirdi bana, çünkü 1960’ların ABD’sinde benim tanıştığım ilk eşcinseldi o. Onun sınıfında geçirirdik vaktimizin çoğunu. Sam adlı başka bir öğretmenimiz daha vardı, İngilizce öğretmeniydi. Derslerinde film izletirdi. Mesela, izlediğimiz filmlerden biri Yurttaş Kane’di (Citizen Kane, Yön: Orson Wellles, 1941). Ayrıca kısa ve deneysel filmler de gösteriyordu. Mesela, bir keresinde Very Nice, Very Nice (Yön: Arthur Lipsett, 1961) diye bir film izlemiştik. Filmler kadar öğretmenimiz Sam da oldukça ilginç biriydi. Gösterdiği filmler o kadar büyük heyecan uyandırıyordu ki gidip ressam hocam Robert’a anlatmıştım. O ise savunmaya geçip “Onun gösterdiği filmler sanat filmleri, sanat filmleri, İngilizce bölümünde değil, Sanat bölümünde olmalı” demişti. Bir daha da bu konuyu konuşmadık hiç aramızda, çünkü Robert İngilizce bölümünün sanat filmleri göstermesine hayli kızıyordu. Daha sonra “hareket eden sanat” gibi bir terim öğrendim, hareket eden tablo, resim gibi ya da film üzerindeki baskı gibi ya da animasyon yapmak gibi. Öğrencilerden bazıları kendi filmlerini yapmaya başladılar. Ben de bir tane yaptım, benim ilk filmim bir animasyondu. Evdeki kameramızla yapmıştım, çok basit bir kurgusu vardı. Hayatımda ilk defa sinema alanında kendi başıma bir şey yapmıştım. Yurttaş Kane gibi sanat filmlerinin dışında başka uzun filmler de gösteriliyordu. Ama James Bond filmlerinin yapıldığı bir dönemdi ve Yurttaş Kane bana sinemanın aksiyondan ibaret olmadığını, psikolojik teoriyle ilgili durumların da işlenebileceğini fark ettirdi. Dolayısıyla, Yurttaş Kane bende sinemaya olan hayranlığı uyandıran filmdir. Gus Van Sant 249 Yaz işinden kazandığım paramla çok pahalı bir kamera alıp dramatik filmler, o dönemde izlediğim türde filmler çekmek istiyordum. Kendimi içten içe bir ressam olarak hissediyordum, o nedenle de bir olay örgüsünün olduğu filmlerden çok deneysel şeyler çekiyordum. Daha sonra hem resim hem de sinema eğitimi almaya başladım. O zaman tamamen kendi başına bir film sayılabilecek bir şey yaptığımı fark ettim. 1968 dönemiydi ve Sinema o kadar zordu ki onunla yatıp onunla kalkmanız gerekiyordu. Önceleri resim eğitimimden dolayı bu biraz zor oldu, ama bir süre sonre ben tamamen sinema için yaşamaya başladım. Ama o dönemde yönetmen olamayacağıma inanıyordum. Çünkü yönetmen olmak için fazla çekingen, fazla soğuk bir yapım vardı. Oysa bir film yönetmeninin çok daha dominant ve sözünü geçirir biri olması gerekiyordu. Fakat zaman geçtikçe tek bir yönetmenlik tarifi olmadığını fark ettim. Bundan sonra da dramatik unsurları adeta deneysel bir biçimde kullanmaya başladım. Yıllar sonra yapacağım Fil (Elephant) filminin ilk nüvesi olarak değerlendirebileceğimiz ilk filmimim de o dönemde gerçekleştirdim. İlk filmim Mala Noche (1985) Berlin de dâhil olmak üzere pek çok festivalde gösterildi. Festivaller her zaman benim için ve benim gibi sinemacılar için bir sığınak olmuştur. O filmden sonra da Drugstore Cowboy (1989) filmini tamamladım. Bu filmde hayallerimi süsleyen bir oyuncu kadrosu ile çalışma şansı buldum. Ardından da müzik videoları yapmaya başladım. Dinleyici Soruları Paris, Seni Seviyorum (Paris, Je t’aime, Yön: Olivier Assayas, Ethan Coen, Joel Coen, Wes Craven, Gérard Depardieu, Gus Van Sant, Tom Tykwer, Alexander Payne, Daniela Thomas, Christopher Doyle, 2006) filminin tamamını gördüm. Filmin bütününden çıkarılmış bir sahne olduğunu fark ediyorum. Bu kurguda yapılan bir çıkarılma mıydı? Ne yazık ki öyle oldu. Film Türkiye’de gösterime girdiğine göre, filmle ilgili bilgi verebilirim. Filmde, bütün filmleri 250 Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007 birbirine bağlayan bir bağlantı sahnesi vardı. Bizim filmimizde de, çok masraflı sahneler, farklı karakterler vardı. Filmin bitmiş hâlinde bütün bu bağlantı sahnelerini çıkarıp yerine çekim yapılan bölgeden ve şehirden sahneler koydular. Benim çekim yaptığım Müslüman bölgesinde de mekâna ait güzel çekimler yapıldı. Ayrıca bağlantı sahnesinin olduğu bölümde Elie'ın şaşırmış yüz ifadesiyle göründüğü bir çekim vardı. Ondan sonra bir örümcek adam sahnesindeki gibi koşturdular onu, ama bağlantı sahnesi olduğu için sahne çıkarıldı. Fakat bundan başka filmde bir çıkarılma olmadı. Belli bir projeye başlarken ilginizi çeken ya da cazip bulduğunuz ne olur? G us Van Sant: Bu her defasında değişiyor. O zamana kadar üzerine düşündüğüm ve ilgimi çekmiş meseleler hareket noktam oluyor. Bu bir olay ya da bir mekân olabilir. Her zaman senaryo/öykü tek başına yetmez, bazen de bir şeyler yapma fırsatı nedeniniz olabilir. Dediğim gibi, her zaman sadece öykü yetmez, Can Dostum (Good Will Hunting, 1997) filmimde olduğu gibi. Can Dostum’un öyküsü, hayatımın farklı bir döneminde görmeye alıştığım belli bir türde öykü olmasının dışında özel olarak ilgimi çekmemişti. Filmin öyküsü 1970’lerde sinemalarda gösterilecek türden bir film öyküsüydü. Dolayısıyla her seferinde farklı bir neden olur önümde. Can Dostum ve Psycho’nun (Sapık, 1998) yeni versiyonundan sonra, kendinizi daha çok ana akım sinemaya mı yakın hissettiniz? Mesela, Can Dostum filminin Miramax tarafından dağıtıldığını biliyorum, onlar o dönemde bağımsız sinemayı destekliyorlardı. Can Dostum çok seyirci dostu bir filmdi. Can Dostum’dan önce yavaş yavaş Hollywood’da çalışmaya başlamıştım. Drugstore Cowboy, Mala Noche gibi bir film olabilirdi çünkü. Mala Noche’yi 20 bin dolar daha az para ile çekmiştik. Drugstore Cowboy için sponsor bulabileceğimi düşünmüştüm. Bir prodüksiyon şirketiyle görüştüm, belli bir miktar parayla yapılabilecek filmleri şirketlerinin Gus Van Sant 251 prodüksiyonuyla çekmeye gönüllülerdi ki sundukları miktar benim o an aradığım paraya göre oldukça fazlaydı. Bundan sonra Mala Noche’deki bütçemden daha fazlasıyla filmler çekmenin yollarını aradım. O arada başka filmler de çektim. Mesela, Benim Güzel Idahom (My Own Private Idaho, 1991) benim için çok özel ve kişisel bir projeydi. To Die For (Sonsuz İhtiras, 1995) filmini çektiğim zamanlarda ise bildiğimiz geleneksel Hollywood sineması içindeydim daha çok. Can Dostum’un senaryosu bana bir Miramax yetkilisi tarafından verilmişti. Ben Affleck ve Matt Damon ile daha önceden tanışmıştım ve hatta Ben Affleck’in küçük kardeşi Casey Affleck’le önceden çalışmıştım. Casey’den Ben’in telefon numarasını isteyip onu aradım ve senaryoyu çok beğendiğimi, çekmek istediğimi söyledim. Ben bunu der demez, Miramax farklı bir yönetmen arayışına girdi. “Gus senaryoyla ilgilendiğine göre biz başka bir yönetmene soralım” dediler. Bir ara Mel Gibson’ın çekmesini bile düşündüler. Robert Redford da düşünülmüştü. Bağımsız olmayan, geleneksel tarzda yönetmenler aranıyordu. Miramax bana şüpheyle yaklaşıyordu çünkü beni çok iyi tanımıyorlardı. Herkese sorduktan ve “hayır” cevabını aldıktan sonra, onlarla bir uzlaşmaya varmak istedim, görüşmeler yapıldı. Sonra tekrar nasıl olduysa görüşmeler koptu ve onlar başka yönetmenler aramaya devam ettiler. Ben de öylece ortada kaldım. Bazı ticari film yapan ve uzun metraj film çekmemiş yönetmenlere dahi teklif götürdüler. Michael Mann Ben ve Matt'la çalışmanın kendisi için çok riskli olduğunu düşündüğü için teklifi kabul etmedi, çünkü tanınmıyorlardı. Hatta onlarla oyunculuk yapıp yapmadıklarını görmek için birkaç deneme çekimi bile yapmıştı. 7 ay kadar arayışları devam etti. Francis Coppola, Matt Damon’a bir rol verdi filminde1. Anında her şey değişti ve Hollywood’daki en ünlü yapımcı filmin çekilmesinde etkili oldu. Arada da benim öyküyü filme çekmek istediğimi bilen arkadaşlarım olunca işi kaptım. Film çok para kazandı. Seyircinin özellikle hoşuna gidecek 1 Bahsi geçen film The Rainmaker (1997)’dır. 252 Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007 tarzda kurgulanmış bir film olduğunu kabul ediyorum. Bağımsız bir film değil kesinlikle. Geleneksel çizgide. Benim için bu korkutucuydu, çünkü ben sinemamı ne kadar anti-kahramanlara dayandırdığımı bilmiyordum. Belki de sıradan bir öykü yapacaktım ve kötü olacaktı, bilmiyorum. Bu olaylardan sonra zaten Ben Affleck ve Matt Damon Oscar’a aday gösterilmişlerdi. Ben de artık ana akım çizgiden çıkmak istedim ve Psycho’nun yeni bir versiyonunu yapmak istedim. Universal Stüdyoları’yla bu konuda görüşmeler yaptım, onlar da fikri çok beğendiler. Aslında önceden böyle bir öneriyle tekrar tekrar karşılarına çıkıp onları ikna etmeye çalıştığımda fikri çok saçma bulduklarını söylemişlerdi. Ama Can Dostum’un Oscar’da En İyi Senaryo ile öne çıkmasından sonra benim tercihlerimin haklılığını görüp Pyscho’nun yeni versiyonu projesini desteklediler. Bu fikri ilk ortaya attığımda kendi yakın arkadaşlarım bile “Eleştirmenler seni öldürecek” diyorlardı. Ama eleştirmenlerden korkmanın filmi yapmamak için neden olduğunu düşünmüyorum. Tabii sonradan eleştirmenler beni çok hırpaladı, o kadar hırpaladılar ki hâlâ acıyor. Bu olaylardan sonra da farklı bir yeni versiyon yapmaya karar verdim. Can Dostum’a değişik açılardan benzeyen Finding Forrester'i (Forrester’ı Bulmak, 2000) yapma fikri gündeme geldi. Bu projeden sonra da artık tamamen kendi yapmak istediğim projeleri hayata geçirmek istedim. Hollywood’la oynadığım oyunu bırakma vakti gelmişti, Gerry (2002) bunun ürünü olarak doğmuş bir proje. Böylelikle de kendi kariyerim açısından bir geriye dönüş yaşamış oldum. Fil (Elephant, 1989) filminizin perde arkasındaki yapılış sürecini ve Alan Clarke'ın Fil filmiyle ilişkisini öğrenmek istiyorum. G us Van Sant: Alan Clarke’ın filmi 1989’da yapıldı ve İrlanda’daki şiddetle ilgiliydi. O dönem İrlanda’da Katolikler ile Protestanlar arasındaki çatışmalar en yüksek noktasına ulaşmıştı. Ölümlerin ve silahlı saldırıların yaşandığı bir dönemdi. Benim çektiğim Fil filminde geçen dönemdeyse, Amerika’nın Colorado eyaletinin bir lisesinde Gus Van Sant 253 bir katliam yaşanmıştı2. Ben de her sıradan vatandaş gibi medyanın bu olayla ilgili haber bombardımanına maruz kaldım. Gazetelerde ve televizyonlarda her yerde bu olayın nasıl yaşandığını anlatan haberler, köşe yazıları, fotoğraflar yayımlanıyordu. Bu bombardımanın etkisinde kalmamak mümkün değildi. O dönemde gazetecilik ve televizyonculuk açısından da değişimin olduğu bir dönemdi. Giderek belgesellerin kurmaca, kurmaca yapımların belgesel gibi olduğu bir dönem başlıyordu. Bu film yapımcılığına da yansıdı sonunda. 1940’larda geçerli olan gazetecilik anlayışı değişerek haberin içine yorum, drama katılmaya başlandığı bir dönem oldu. Bu da bana aslında Amerika’da dramatik bir film yapmak için en uygun dönem olduğu izlenimini verdi. Böyle bir projeyi gerçekleştirmek için en uygun araç televizyondu aslında, ama o dönemde televizyon kanalları bu projeye katkıda bulunmada çok gönüllü olmadılar. Zaten o dönemde televizyonlar katliamla ilgili haberlere, öldürmenin nasıl gerçekleştiğine ve öteki bütün ayrıntılara fazlasıyla yer veriyorlardı. O yüzden de o dönemde bu proje için HBO şirketi dışında kimse bana para vermeye yanaşmadı. Ancak HBO’dan bu filmin adını ‘Columbine’ koymak yerine ‘Elephant’ koyma önerisi geldi. Ben Elephant’ın ne olduğunu sorunca Alan Clarke’ın filmi olduğunu söyledi. Ben o dönemde filmi seyretmemiştim. Fakat bu filmin senaryosu için konuştuğum arkadaşım en çok sevdiği filmin Elephant olduğunu söylemişti. İki yakın arkadaşımın da çok sevdiği filmi benim de izlemem gerek diye düşündüm. O dönemde filme ulaşmak zor oldu ama daha sonra filmi izleyebildim. Aslında konu ya da biçim açısından iki film arasında bir ilişki olduğunu söylemek zor. Herkesin dikkitni çeken bir benzerlik iki filmde de uzun parçaların ve uzun metinlerin olması. Bence de bu en önemli benzerlik. Ama Alan Clarke’in filmi bizimkine göre çok daha basit. Orada insanların birbirini öldürmesi 2 Amerika Colorado’da 20 Nisan 1999’da ik lise öğrencisinin 12 öğrenciyi öldürdüğü olay büyük yankı uyandırmıştı. 254 Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007 dışında çok da bir konu olduğu söylenemez. Bizim filmimizin bakış açısı ise böyle değil. Filmin adının neden Fil olduğu sorusunun cevabı aslında başka bir isim bulamamış olmamız kısaca. Çünkü katliamın adını film adı olarak koyamazdık. Bir de filin başka bir anlamı var. Oturma odasında, gözümüzün önünde bir fil var, ama biz onu yok sayıyoruz. Tıpkı çok büyük sorunlar yaşayan bir ailede, sorunun kökeninin aile babasının alkolik olmasından kaynaklanması ama aile bireylerinin bunun farkında değilmişçesine davranmaları gibi. En önemli farkın bu olduğunu düşünüyorum. Ayrıca Columbine ismini koysaydık, o dönemde çok tepki çekebilirdi, zaten insanların sürekli konuşup tartıştığı bir meseleydi Colonbine katliamı. İnsanlar katliamın anılarını yaşıyorlardı. Biz de daha iyi bir isim bulamadığımız ve Columbine ismi daha kötü bir felakete işaret ettiği için Fil ismini koyduk. Benim Güzel Idahom’daki karakterlerle sizin hayatınız bir benzerlik gösteriyor mu? Sizin gençliğinize bir göndermede bulunuyor mu? G us Van Sant: Filmde kullandığım ve ‘cut-up3’ adı verilen teknik bakımından benzerlik gösteren çok önemli yönleri var. Film üç öyküden oluşuyor. Bunların bir tanesinde genç bir adam ile onun daha genç kuzeninin başından geçenler anlatılıyor. Ailesi olmayan bu gençler sokaklarda yaşıyorlar. Daha sonra ailelerinin kökenlerini bulmak için İspanya’nın Seville kentine gidiyorlar. Şehir onları çok etkiliyor ve buradan ayrılamıyorlar. Çevrelerindeki insanlar da onlara akrabalarıymış, aileymiş gibi davranıyor. Kuzenlerden yaşca büyük olanı burada âşık oluyor ve kuzenini bırakıyor. İkinci öyküde de bir erkek fahişe ile Alman tezgâhtar arasındaki ilişki ve aralarındaki gerilim anlatılıyor. Üçüncü öykü daha çok Shakespeare oyunları tarzında bir öykü. Shakespeare’in IV. Henry oyununun 1. 3 Yazılı ya da görsel herhangi bir metni linear olmayan bir şekilde parçalara ayırmak olarak tanımlanabilir. Gus Van Sant 255 2. ve 4. sahnelerinden ve bir Orson Welles filminden etkilenerek oluşturulmuş bir parça. Diyalogları değiştirmedim ama bütün film ‘cut-up’ tekniğine sadık kalınarak oluşturuldu. Bu üç öykü daha sonra Hollywood’da da, başka yerlerde gösterildi. Aslında Keanu Reeves Shakespeare’in IV. Henry’sindeki Prens Hall karakterini oynayacaktı, yani gerçek bir karakteri değil de, kral olmadan önce sorumluluklarını kabul edip etmeme aşamasında ve tedirginliğinde bir kahramanı yansıtıyordu. Daha sonra Benim Güzel Idahom’daki karakteri oynaması için Reeves’le irtibata geçtim. O aslında bir sokak çocuğunu oynayacaktı, bu da bizim filmin asıl karakteri için ana kaynağı teşkil edecek tiplemeydi. Reeves bu karakteri oynamakta hiç zorluk çekmedi. Karakterin benim deneyimlerime benzerlik gösterdiği de söylenebilir. Narkolepsi4 sorunu olan bir karakterdi. Çok ciddi unutkanlık sorunları da vardı. Ama bunun dışında belediye başkanı ve onun oğlu gibi çok değişik karakterler de vardı. Bunları düşündüğümde çok da benim hayatımı yansıttığı ya da bana atıfta bulunduğunu söyleyemem. Son Günler (2005) filminizi ve filmde Kurt Cobain’i ele alış tarzınızı çok beğendim. Herkesin hayranlık duyduğu bir rock yıldızı olmasından öte, onu bir kişi olarak da ele alıyorsunuz filmde. Seni Seviyorum Paris filminde de Kurt Cobain’e küçük bir gönderme vardı. Kurt Cobain Portland’a iki buçuk saatlik uzaklıkta Seattle’da yaşıyordu. Müzik geçmişi açısından düşünüldüğünde Kurt Cobain'in yaşadığı yer ile benim yaşadığım yer arasında benzerlikler vardı. Her şeyden önce iki yerde de ‘underground’ müzik dinleniyor. Seattle da müzik gruplarıyla ünlü, San Francisco ve Portland da. Kurt Cobain öldüğü zaman sanki kendi içimizden biri, kendi sokağımızdan biri öldü gibi hissetmiştik. Aslında ben Kurt Cobain dinleyen nesilden 10 yaş daha büyüğüm. Buna rağmen, 4 Gece ne kadar uyunmuş olunursa olsun gündüzleri şiddetli uyuma arzusu şeklinde kendini gösteren bir hastalık. 256 Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007 aradaki coğrafi yakınlıktan da dolayı çok üzüldük ve gerçekten kendi yakınımızı kaybetmiş gibi hissettik. Yerel öykülerin gücüne inanıyorum. Kurt Cobain'in öyküsü de kendi mahallemizde yaşanmış bir olayın öykü edilmesi gibiydi. Onunla birkaç defa aynı ortamlarda bulunmuştuk. Sanırım Drugstore Cowboy’dan bu yana kendi yerel çevremde tanınan bir film yapımcısıyım. Kurt de yine o çevrede tanınan bir rock yıldızıydı. İkimizdeki bu ortak yön yollarımızın o ya da bu şekilde belli zamanlarda kesişeceği anlamına geliyordu. Kendisi okullarda eşcinsel öğretmenlerin çalışmasına karşı çıkan bir uyarının uygulanmasını önlemek için çalışmalar yapıp bağış toplayan bir vakıf için gelip müzik yapmıştı. O bölgede çalışmalar yapan diğer gruplarla da tanıştım. Kurt Cobain’in hayatında nasıl geçtiğini bilmediğimiz, sır olarak kalan bir son üç gün var. Aslında bu kayıp üç gün benim kişisel olarak da deneyimlerimi yansıtan bir üç gün. İlk başta yıldızı parlayan bir sanatçı gibi kariyerinize başlıyorsunuz, daha sonra yavaş yavaş yerel düzeyde tanınan bir sanatçı hâline geliyorsunuz. Gerçekten yapmak istemediğiniz şeyleri yapar, söylemek istemediğiniz şeyleri söyler durumda buluyorsunuz kendinizi. Örneğin bir kasabada büyük bir ev alıyorsunuz, o mahallede olup bitenlere katkıda bulunuyorsunuz, bir vakfa üye oluyorsunuz, herkesin gittiği yerlere gidiyorsunuz, kısaca oradaki topluluğun bir parçası oluyorsunuz. Bu çok hızlı bir geçiş dönemine işaret ediyordu aslında. Ben de bunu çok iyi bir şekilde öyküye aktarılabileceğimi düşündüm. Aslında proje kafamda ilk başta çok soyut başladı. Holger Thaarup isminde 14 yaşında Danimarkalı bir çocukla çalışacaktım önce, ama ben parayı buluncaya dek söz konusu oyuncunun yaşı büyüdü. Aynı durum Michael Pitt için de geçerli. O da biz parayı bulana dek geçen süre içinde büyümüştü. Saçlarını uzatmıştı, enstrüman çalıyordu. Bilinmeyen ve gizemli olan sürece ışık tutmaya çalıştım. Aslında bu süreçte çok da fazla bir şey olmamıştı. Kurt Cobain açısından olaysız olarak nitelendirilebilecek bir üç gündü. Kendi var oluşuyla ilgili bir kapana kısılmışlığı ifade eden bir üç gündü. Zaten amacımız da buydu. Gus Van Sant 257 Genç yönetmenleri ve sanatçıları nasıl buluyorsunuz? Beğendikleriniz var mı? Genç film yapımcılarıyla ilgileniyor musunuz? G us Van Sant: New York’taki genç yönetmenler festivali aklıma geliyor. Ben genelde bu tür festivallerde çok şaşırtıcı ve etkileyici çalışmalarını görüyorum genç yönetmenlerin. Gençlerin beğendiğim yanı hiçbir sınırlarının olmaması, kendilerini sınırlayacak koşulları çok da dikkate almamaları. Onlar için ya yapmak vardır ya da yapmamak. Engel tanımıyorlar, enerji ve sezgilerine güvenerek hareket ediyorlar. Önemli işlerin büyük bölümünün genç yönetmenlerden çıktığını düşünüyorum. To Die For filminizle ilgili sormak istiyorum. Bu projeyle nasıl ilgilenmeye başladınız? Mainstream de kabul edilebilecek, ama çok da fark edilmeyen bir film olduğunu düşünüyoru, mesela oradaki Madam Bovary karakteri. Nasıl bu projeyle ilgilenmeye başladınız? Bu proje yapımcıdan gelen bir teklifle başladı. Laura Ziskin Örümcek Adam (Spider Man) filmlerinin de yapımcılarından ve bu projeyle çok ilgileniyordu. Pretty Woman (Özel Bir Kadın, Gary Marshall, 1990) filminin senaristi de olan Buck Henry de bu senaryoyu yazmıştı. İlk olarak bana bu projeyle gelindiği zaman biraz şüpheci yaklaştım, çünkü bir stüdyo filmi olacaktı. Ellerinde zaten bir yapımcı ve senarist vardı, ihtiyaç duydukları bir tek yönetmen kalmıştı. Onlar da bu kara komediyi Gus çekebilir diye düşünmüşler. İlk başta “Sadece yönetirim, senaryoya karışmam” demiştim. Ama proje başladıktan sonra zaman zaman soru işaretleri oluştu kafamda, doğru proje olup olmadığıyla ilgili. Fazla mainstream olmasıyla ilgili endişelerim vardı. Ama artık bir kez başlamıştım. Ara ara kaytarmaya çalıştıysam da başaramadım. Nicole Kidman oynadı başrolde ama aslında bizim ilk seçimimiz Nicole değildi. Gerçi daha sonra bu kararımızdan dolayı hiç de pişman olmadık ama başlangıçta Meg Ryan’ı ya da Patricia Arquette’i düşünmüştük ama olamadı. Biz bu arayışlardanken Nicole beni aradı ve “Bu rolü oynamak benim kaderim” dedi. ‘Kader’ sözcüğünü duyunca “Tamam bu rolü 258 Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007 kaptın” dedim ona. Aslında Nicole’le ilgili soru işaretleri vardı kafamda. Tom Cruise’la evliydi, acaba filme kendini verebilecek mi diye endişeleniyordum. Tabii ben o dönemde bilmesem de Nicole Kidman meğer oldukça iddialı ve hırslı bir karaktere sahipmiş, bunu rolüne hazırlanmasını görünce anladım. 6 ay boyunca bir hukuk firmasında staj yaptı. Bence çok da iyi bir rol çıkarttı ve o anlamda da beni şaşırttı. Benim sorum İstanbul’la ilgili olacak. Paris Je t’aime filmi Paris’le özdeşleştirdiğimiz romantizm/aşk gibi temaları içeriyor. İstanbul’la ilgili bir film çekecek olsanız, hangi gözlemlere dayanarak çekerdiniz? İstanbul’la ilgili karakteristik özellikler sizce nedir? Siz neleri ön plana çıkarırdınız? G us Van Sant: Bu soruya şöyle cevap verebilirim. San Fransisco’da bir proje gerçekleştiriyorum. Öldürülmüş olan San Fransisco polis şefi ile ilgili bir film çekiyorum. San Fransisco’da film çekmek (mekân açısından) gerçekten çok zor. Şimdi etrafıma bakınca aynı zorluğu İstanbul’da da yaşacağımı düşünüyorum. Gus Van Sant 259 Gus Van Sant Kimdir? Gus Van Sant, 1952’de doğdu. Lise yıllarından itibaren sanata ilgi duyan yönetmen, kariyerine reklâm filmleri çekerek başladı. Zamanla Amerikan sinemasının en öne çıkan bağımsız yönetmenlerinden biri oldu. Gus Van Sant Fotoğrafçı, müzisyen ve yazar kimliğiyle de dikkat çekmektedir. Başlıca Filmleri Paranoid Park (2007) Paris, je t’aime (2006) Last Days (2005) Elephant (2003) Gerry (2002) Finding Forrester (2000) Psycho (1998) Good Will Hunting (1997) To Die For (1995) My Own Private Idaho (1995) Drugstore Cowboy (1989) Mala Noche (1985) Başlıca Ödülleri 2007 Cannes Film Festivali, 60. Yıl Özel Ödülü (Paranoid Park) 2003 Cannes Film Festivali, En İyi Yönetmen, Altın Palmiye (Elephant)