kurtuluş, namussuzlara karşı savunulan vatandır

advertisement
KURTULUŞ
2
EMPERYALİST SALDIRI...... 3-4
ORTADOĞU HALKLARI DİZ
ÇÖKMEYECEK.........................5
ANTİ-EMPERYALİST
MÜCADELE BİR PARTİ-CEPHE
GELENEĞİDİR........... ,........6-7
KÜRDİSTAN. ......................8-9
REFORMİZM.........................10
KURTULUŞ BASKINDİRENİŞ. ........................ 11-18
ÖZGÜR TUTSAK.................. 19
BU TARİH BİZİM. ................ 20
ORDU MU İLERİCİ,
TEORİSYENLER Mİ KÖR....... 21
ÖVÜNÜN İŞTE AHLAKINIZ...22
YOLDAŞLAR BİZİ AŞIN........ 23
EMPERYALİZMİN SUÇ
DOSYASI.........................24-25
HALKSINIFI................ 26-27
ŞEHİT ANLATIMLARI........ 28
FAŞİZME KARŞI
MÜCADELEMİZ...............29-32
EĞİTİM TARZIMIZ.......... 33-34
HALK GERÇEĞİMİZ............... 35
OKMEYDANI-DOLAPDERE
İMAR PLANI....................36-37
HALKIN DEĞERLERİNİ
SAVUNUYORUM DİYENLER
HANİ NEREDESİNİZ. ........... 38
İNSAN HAKLARI. ................. 39
İŞÇİ/MEMUR....................40/41
GENÇLİK.............................. 42
KÜLTÜR/SANAT...................43
GÖRÜNENKÖY..................... 44
YURTDIŞI....................... 45-46
21 Şubat 1998
KURTULUŞ KAVGANIN TARİHİNİ YAZIYOR
TARİH KURTULUŞUN ONURLU KAVGASINI YAZACAK
On yılı aşkın zamandır savaşıyoruz bu
mevzide. On yılı aşkın sürede, oligarşinin
her türlü baskısı, yasağı, cezasıyla karşı
karşıya kaldık. Bürolarımız talan edildi,
tutsak edildik, işkencelerden geçtik,
katledildik.
Ama Kurtuluş susmadı.
Susturamadılar.
Susturamazlardı da.
Çünkü Kurtuluş, evet, onların
anladığı anlamda, onların görmek istediği
biçimde bir gazete değildi. Kurtuluş'un
muhabirleri, onların anladığı anlamda
gazeteciler değildi.
Susturamazlardı.
Çünkü Kurtuluş halkın sesiydi. Halkı
susturamadıkları sürece, Kurtuluş'u susturmaları mümkün değildi.
Susturamazlardı.
Çünkü Kurtuluş kavganın sesiydi.
Kavga bitmediği sürece Kurtuluş'u da
bitiremezlerdi.
Susturamazlardı.
Çünkü Kurtuluş, bu ülkedeki sınıflar
mücadelesinin son 30 yılına damgasını
vuran Kurtuluş Cephesi'nin sesiydi.
Cephe'yi susturamayacakları, bitiremeyecekleri kesindi.
30 yıldır, cuntalarıyla, zindanlarıyla,
infazlarıyla, kayıplarıyla bunu başarmaya
çalışmıştı oligarşi. 30 yılın sonunda
kanıtlanan, Cephe'nin bitirilemeyeceği,
tüketilemeyeceği, savaşının
durdurulamayacağıdır.
Kurtuluş susmayacaktır.
Kurtuluşun sesi hep daha büyüyecek,
hep daha gürleşecek, ülkenin dört bir
yanına ulaşacaktır.
Kavganın onurlu, güçlü sesi olmaya
çalışırken, devrimci basın mevzisinde
verdiğimiz şehitler, bunun kanıtıdır.
Biz militan gazetecilerdik.
Biz, Cephe'nin, Halk Güçleri'nin
neferleriydik.
Haberleri en iyi biçimde yansıtmaya
çalıştık hep. Direnişlerin coşkusunu en
canlı biçimde taşımaya çalıştık Türkiye
halklarına.
Yoldaşlarımızın katledildiğinin
haberini yazarken, kendi öfkemizi, kinimizi kattık o haberlerin içine.
Bürolarımıza, gazetemize yönelik
saldırılar karşısına militanca çıktık. Gün
geldi sokaklarda, gün geldi
bürolarımızda barikatlarda döğüştük.
Ama bunun, bunların da ötesinde,
militan gazetecilik anlayışımız bize ufkumuzu sadece dergi-gazete bürolarıyla
sınırlamamayı öğretti.
Biz gazeteciydik ama her şeyden önce
devrimciydik.
Her devrimci gibi bize nerede ihtiyaç
varsa orada olmalıyız diyerek hareket
ettik.
Kimimiz yıllarca büyük bir inanç ve
kararlılıkla bürolarımızdan birinde görev
yaptık, bulunduğumuz bölgelerde genç
devrimcilerin yetişmesinde bizim de
payımız oldu.
Ama oligarşi bu alanda mücadele
etmemizi engellediğinde, asla teslim
olmadık, yılmadık, mücadelenin farklı
alanlarında yeni görevler için yola çıktık.
Gün oldu sendikalarda bir devrimci
işçi, mahallelerde Halk Meclisi üyesi,
gençlik içinde bir militan, şehirlerde ve
kırlarda halkın adalet özleminin ifadesi
olan savaşçı, dağlarda gerilla olduk.
Bu mücadele mevzilerinde de tutsak
düştük, şehit düştük.
Onlar şehitlikleriyle basın mevziinizi
korumakla görevli onlarca yoldaşımız
için rehber oldular, yaşamlarıyla öğretiyor, yol gösteriyorlar.
Onlar Kurtuluş'un hiç susmadığının
ve susturulamayacağının destansı
kanıtıdırlar.
Bülent ÜLKÜ; Gemlik'te çıkan
yerel Körfeze Bakış'ın yazıişleri müdürlüğünü ve Bursa Yeni Çözüm
temsilciliğini yaptı, işçi alanında
çalışırken Mart 1992'de kontrgerilla
tarafından kaçırıldı ve işkenceyle
katledildi.
Ayşe NİL ERGEN; Kültür ve Sanatta
TAVIR çalışanıydı. 16-17 Nisan
Operasyonunda katledildi.
Rıza GÜNEŞER; Halkın Gücü
gazetesinin sahibiydi. Darbeci kontra
çetesi tarafından 14 Temmuz 1993 günü
kurulan bir pusuda şehit düştü.
Tarık KOÇOĞLU; Adana'da bir süre
Yeni ÇÖZÜM bürosunda çalıştı. 31
Temmuz 1993'de Silifke Kırobası'nda
şehit düştüğünde Akdeniz bölgesi siyasi
sorumlusuydu.
İrfan YENİLMEZ , Bursa'da Yeni
ÇÖZÜM ve MÜCADELE'nin temsilciliklerini yaptı. 12 Mart 1994 Ordu da şehit
düştüğünde Karadeniz Kır Gerilla Birliği
üyesiydi.
Recep GÜLER, Yeni ÇÖZÜM dergisinin İstanbul Merkez Bürosu ile izmir
bürosunda çalıştı. 1994 Nisan'ında kontrgerilla tarafından kaçırılarak kaybedildi.
Halil İbrahim EKİCİBİL;
MÜCADELE Elazığ bürosunda çalıştı. 9
Ekim 1994'te Dersım'de gerilla olarak
şehit duştu
Ahmet ÖZTÜRK; MUCADELE'nin
Adana temsilciliğini yaptı Bürolarımızın
Akdeniz bölgesi geneline yayılmasında
önemli çabaları oldu. Mersin'de Zeynep
Gültekin ile birlikte 26 Ekim 1994'te
katledildi.
Rıfat ÖZGÜNGÖR;
MÜCADELE'nin Sivas temsilciliğini
yaptı. Ve Sivas kırsalında 15 Eylül 1994
günü sağ yakalandı. Kendisini
konuşturamayan işkenceciler tarafından
katledildi.
Erkan AKÇALI; Elazığ
MÜCADELE'DE çalıştı. Dersim Hozat'ta
Çaytaşı köyünde 6 Aralık 1994 günü
diğer yoldaşları ile birlikte destansı bir
direniş yaratarak şehit düştü.
Ahmet GÜDER; Yeni ÇÖZÜM ve
MÜCADELE'nin Elazığ bürolarında
sorumluluk yaptı. 6 Aralık çatışmasında
bir gerilla olarak şehit düştü.
Mikail GÜVEN; MÜCADELE
Malatya bürosunda çalıştı. Kır gerillası
olarak 6 Aralık çatışmasında şehit düştü.
Hüseyin COŞKUN'; Uşak Yeni
ÇÖZÜM temsilciliğini yaptı. 4 Nisan
1995 günü Gaziantep'te SPB komutanı
olarak çatışarak şehit düştü.
Suat ALKAN; Özgür
KARADENlZ'de bir dönem çalıştı. 13
Nisan 1995 günü Tokat'ta iki yoldaşıyla
birlikte çatışarak şehit düştü. Birlikte
şehit düştüğü Zeliha GODENOĞLU da
MÜCADELE'nin Konya bürosunu en
kötü koşullarda dahi sahiplenmeyi
bilmişti.
Mustafa AKTAŞ; DEVRİMCİ
GENÇLİK DERGİSİNİN Ankara temsilcisiydi. 30 Ocak 1996 da Mete Nezihi
Altınay ve diğer yoldaşları ile birlikte
gerilla olarak şehit düştü.
İrfan AĞDAŞ; 17 yaşında bir KURTULUŞ dağıtımcısıydı. Lisede okuyordu
ve polis tarafından 13 Mayıs 1996 günü
Alibeyköy de sokak ortasında katledildi.
S e ne m A D A LI- M uha m me d
KAYA; KURTULUŞ dağıtımcısıydılar. 20
Ağustos'ta Alibeyköy'deki evlerinde
katledildiler.
Mehmet TOPALOĞLU; Adana
KURTULUŞ temsilcisiydi. 28 Ocak
1998'de Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi
gerillaları Besat Ayyıldız ve Bülent Dil'le
birlikte Adana'da katledildi.
69 gün süren ve her anı eylem olan
Ölüm Orucu'nda da basın mevzisinden
gelen yoldaşlarımız vardı.
Altan Berdan KERİMGİLLER;
Ankara'da Yeni Çözüm dergisinde temsilcilik yaptı. Bir savaşçı olarak şehir ve kır
SDB'lerinde yer aldı. Ölüm Orucu
savaşçısı olarak 23 Temmuz 1996'da
Sağmalcılar Hapishanesinde şehit düştü.
Müjdat YANAT; izmir Yeni Çözüm
temsilciliğini yaptı. 25 Temmuz günü
Ölüm Orucu savaşçısı olarak Aydın
Hapishanesinde şehit düştü.
Ayçe İdil ERKMEN; Kültür ve
Sanatta Tavır dergisi çalışanıydı.
Çanakkale HapishanesindeÖlüm Orucu
savaşçısı olarak 26 Temmuz günü şehit
düştü.
Yemliha KAYâ; Yoksul HALKIN
GÜCÜ gazetesinin sahibi ve yazı işleri
müdürlüğü yapıyordu. Bu görevini
sürdürürken tutsak düştü. 27
Temmuz'da Sağmalcılar Hapishanesinde
Ölüm Orucu savaşçısı olarak şehit
düştü.
3
EMPERYALİZM
21 Şubat 1998
KURTULUŞ
Emperyalizm Ortadoğu Halklarına, Oligarşi Türkiye Halklarına Saldırıyor.
Emperyalizm ve Oligarşi, Ortadoğu ve Türkiye Halklarını Kan, Acı, Yoksulluk İçinde Boğmak İstiyor.
Emperyalizm Saddam'ın Kimyasal Silahlarını,
Oligarşi, Körfez Krizini Saldırılarının Gerekçesi Olarak Gösteriyorlar.
EMPERYALİST SALDIRGANLIĞA VE
OLİGARŞİNİN TERÖRÜNE KARŞI
MÜCADELEYİ YÜKSELTELİM
Ağustos 1990'da, Irak'ın Kuveyt'i işgal edişini bahane ederek Irak nezdinde Ortadoğu halklarına saldıran emperyalizm, aradan yedi yıl geçtikten
sonra yine sahte bir gerekçeyle emperyalist savaşa start vermiş durumda. Tarihe "Körfez Krizi" diye geçen 1990 sürecindeki emperyalist saldırıyla binlerce Iraklıyı katleden, Arap halklarının
ulusal onurlarını, haklarını ayaklar altına alan emperyalizm, tıpkı o dönemde
olduğu gibi asıl amacını gizleme-perdeleme faaliyeti içinde savaş seferberliğini sürdürüyor. Gerek emperyalist ülkeler arasında gerekse de Ortadoğu'daki
işbirlikçi iktidarlarla yoğun bir görüşme
trafiği sürdürülüyor. Bu haksız savaşa
destek sağlama turları, emperyalist
saldırganlığa meşruiyet kazandırma
amaçlı haber ve yayınlarla da güçlendirilerek tüm dünya ABD'ye göre düşünmeye ve davranmaya zorlanıyor. Bütün
emperyalist medya tekelleri ve oların
yerli işbirlikçileri, neredeyse 24 saat
yaptıkları yayınlarda yalana, demagojiye ve spekülasyona dayalı haberler veriyorlar. Saddam'ın eli kanlı bir diktatör, bir cani olduğu, elinde bulunduğu
iddia edilen biyolojik silahların tehlikeleri üzerine yapılan program ve haberleri, emperyalistlerin ne denli barış savunucusu olduğunu ispatlamaya çalışan yayınlar izliyor. Uluslararası tekelci
medya emperyalist savaşı adeta kutsuyor.
ABD emperyalizmi, Ortadoğu üzerine
kurduğu planlarını bozan bir çıban başı
durumundaki Irak'ı yola getirme
hedefindedir. Emperyalizm Saddam'ın
emperyalizme
tam
teslimiyeti
reddeden tavrına tahammülsüzdür. İşte
bunun için Irak halkının bir kez daha
ölüm fermanının imzalanmasının nedeni, biyolojik silah meselesi değil,
ABD'nin dünya egemenliğini sağlamlaştırma hedefidir. Ve tıpkı 1990 sürecinde olduğu gibi emperyalistler ve onların yıllardır böl-parçala yöntemiyle
dağıtıp bağımlı birer uşak durumuna
getirdiği gerici devletler de, ortaya çıkan bu bunalımdan en karlı nasıl çıkabileceklerinin hesabı içinde tavır belirliyorlar. İşte Türkiye... İşbirlikçi Mesut
Yılmaz Hükümeti ABD politikaları ekseninde çoktan emperyalizmin Ortadoğu'daki bu hegemonya savaşma katılmış durumdadır. Emperyalist işbirlikçiliği tescilli iktidarın başka bir tavır
göstermesi mümkün de değildir.
Dünya alem biliyor ki, Türkiye ABD
emperyalizminin savaş jandarmalarından biridir. İncirlik üssünün kullandırılıp kullandırılmayacağı tartışmaları,
işbirlikçi iktidarın buna izin verip vermeyeceği üzerine koparılan fırtına bu
nedenle sahtedir. Nitekim gelişmeler
emperyalizmin istediği rotada seyretmekte, işbirlikçi iktidar, savaşı, içinde
bulunduğu krizin daha fazla derinleşmesinin önüne geçebilmek için uygun
bir fırsat olarak görmektedir. Daha şimdiden "Körfez Krizi"ni neden göstererek adımlar atmaya başladılar bile... İşbirlikçi iktidara göre Susurluk gibi, enflasyon gibi, ülkenin stratejik tesislerinin satışı gibi pek çok şeyi gündemden
düşürmenin ya da perdelemenin, halk
düşmanı politikaları ve uygulamaları
hayata geçirmenin tam da zamanıdır.
Savaşın Yükü Halka,
Sefası Tekellere
Bu savaş işçilerin, köylülerin, bir
bütün olarak yoksul halkların savaşı
değil, para babalarının, emperyalist tekellerin savaşıdır. Bu savaş, Ortadoğu
zenginliklerini, petrolünü yağma ve talan savaşıdır. Dolayısıyla işbirlikçi Mesut Yılmaz Hükümeti'nin izleyeceği siyaset de aynı zihniyette olacaktır. Emperyalizm Irak halkını katlederken oligarşi içerde sömürü, terör ve katliamı
arttıracak; açlık ve sefaleti daha da derinleştirecektir.
Gelişmelerin bu yönde olacağının
verileri şimdiden açıkça ortadadır. Bunun için işbirlikçi iktidarın son birkaç
günde yaptığı açıklamalara bakmak bile
yeterlidir. Bakın Mesut Yılmaz ne diyor:
"Yaklaşan bir Körfez krizi var. Açık
politikalarımıza, uygulamalarımıza uygun tedbirler alacağız... Ekonomiden
Sorumlu Devlet Bakanı Güneş Taner de
aynı ağızdan konuşuyor ve "Körfez'deki
duruma göre ekonomiyi yeniden ayarlamak gerekecek" diyor. Petrol zammının otomatiğe bağlanmasının gerekçesi
"körfez krizi nedeniyle petrol fiyatlarının artması" olarak açıklandı. Yani,
emperyalist savaş para babalarının, tekellerin cebini dolduracak ve yeni savaş
zenginleri yaratacak olduğu halde, bunun bedelini halka ödeteceklerini söylüyor Güneş Taner.
"Körfez Krizi"ne alkış tutan başkaları da var elbette. Ege Sanayicileri ve
İşadamları Derneği Yönetim Kurulu
Başkanı, "Krizden tüm sektörler olum-
suz etkilenecek ve işten çıkarmalar
başlayacaktır" diyerek, işçi sınıfını
bekleyen saldırıların haberini veriyor.
Kısacası, "Körfez Krizi", ekonomik, sosyal ve siyasal açmazlar içerisinde neredeyse boğulan işbirlikçi iktidarın bir
anlamda imdadına yetişti.
Daha bir hafta öncesinde yıllık enflasyon yüzde 101,6 olarak açıklandığında sözde şoka giren ve nasıl bir açıklama getireceğini bilemeyen Anasol-D
Hükümeti, savaş gündeminin birinci
sıraya yükselmesiyle aylardır çerçevesi
netleştirilmeye çalışılan ekonomik saldırının son rötuşlarını yapıyor. Elbette
amaçları, faiz ve rant yoluyla kendilerine büyük kazançlar sağlayan enflasyonu indirmek değildir. "Enflasyonla mücadele" adı altında, faşist devletin soygun ve talan düzeninin bekası için gerekli "reform"ları yasallaştıracak, asıl
yükü "kemer sıkma" yalanıyla yoksul
halkın sırtına bindireceklerdir.
Ekonomik Terör ve
Demagoji Atbaşı Sürüyor
Tekelciler ve hükümetleri, ekonomik saldırıları tepki almadan hayata
geçiremeyeceklerini biliyorlar. Bu nedenle, cumhurbaşkanına varıncaya dek
tüm iktidar, tekelci patronlar, ekonomik saldırılar hayata geçirilirken "dengelerin gözetilmesi"nden söz ediyorlar. "Yoksul halkın sabrının sınırına
vardığını biliyoruz" diyeninden, yoksulluğun getireceği çalkantılardan ve
sosyal patlamalardan endişe edenine
kadar hepsi enflasyonun herkesin sorunu olduğu yalanım söyleyip tüm kesimleri fedakarlığa davet ediyorlar. Davet ettikleri fedakarlığın anlamı, vergi
"reformu"na, sosyal güvenlik "reformu"na, özelleştirme satışlarının hızlandırılmasına, zamlara, işten atmalara, grevlerin ertelenmesine, hatta yasaklanmasına vb. ses çıkartılmamasıdır.
İşte "Körfez Krizi" tam da bu aranan
"gerekçe" olmuştur. Örneğin "altı ay
zam yok" diyenler şimdi "Eee, n'apalım
mecburuz" diyorlar. Halkın muhtemel
tepkilerini bertaraf edebilmek için de
yoğun bir şekilde ideolojik propaganda sürdürüyorlar. Her şey ters yüz
ediliyor.
Örneğin,
"enflasyonun
temel
nedeni bütçe açıklarıdır" diyor ve meseleyi emeklilik yaşına kadar getiriyorlar. Bu teoriye göre enflasyonun nedeni
bütçe açığı; bütçe açığının 3'te l'i sos-
yal güvenlik sistemine yapılan harcamalardan kaynaklanmaktadır, ve bunun temel nedeni ise emeklilik yaşının
düşük olmasıdır... Var olan sisteme göre devlet emekliye 21 yıl maaş ödüyormuş. Oysa emeklilik yaşı 58-60 olsa,
devlet böylesi bir yükten kurtulurmuş
vs... Kısacası yıllarca emeğini ve alınterini sofrasına katık eden yoksul halkın
ekmeğine gözlerini dikmiş, onların
gözlerinin içine baka baka yalan söylüyor, uygulayacakları ekonomik terör
için "ikna" etmeye çalışıyorlar.
MGK sendikacıları
Yine îş Başında
Basın yayın yoluyla yapılan bu ikna
ve fedakarlığa davet faaliyetinin bir de
özel görevlileri var. Anasol-D Hükümeti'nin kuruluşunda da canla başla çalışan işçi ve patron örgütleri yine iş başındalar. Türk-İş, DİSK, TESK, TİSK,
TÜSİAD, TOBB yeniden bir araya gelmenin hazırlığını yapıyorlar. MGK sendikacıları patronlarla kol kola "Yüksek
enflasyonun sorumluluğu herkese aittir"
yalanını söyleyen Refik Baydur'un
izinden gidiyorlar. Refik Baydur misyonlarını bakın nasıl ifade ediyor: "Bu
bizim son şansımız. İşçi, işveren, özel,
kamu enflasyona karşı birleşmeliyiz.
Artık işveren 'eh'ne yapayım piyasa koşulları böyle' diyerek zam yapmamalı,
işçi ücretlerine zam isterken buna dikkat etmeli... şimdi tüm kesimler demokrasi, laiklik, rejim adına yaptığımız birleşmeyi enflasyonda da yapmalıyız..."
Anlaşılan önümüzdeki günler Ekonomik Sosyal Konsey'de (ESK) bu işin
karşılıklı pazarlıkları yapılacaktır. İşçi,
memur, küçük esnaf ve zanaatkar gibi
halkın tüm sınıf ve tabakalarını bire bir
ilgilendiren konularda, halkın bu kesimlerine hiç sormadan kararlar alınacak ve bu kararlar halka dayatılmaya
çalışılacaktır.
Tüm bu gelişmeler, işbirlikçi iktidarın savaş gerginliğini kullanarak toplumsal muhalefeti nasıl sindiririm hesapları içerisinde olduğunu göstermektedir.
Efendi Irak'a,Uşak Kendi
Halkına Saldırıyor
1990 emperyalist savaş sürecinde
"Bir koyup üç alacağız" diyen Turgut
Özal ve işbirlikçi ANAP iktidarının, o
dönemi fırsat bilip halka nasıl bir top-
KURTULUŞ
4
yekûn savaş açtığı hala hatırlardadır.
Olağanüstü hal hazırlıkları, savaş
zamları, grev yasakları, üçlü vardiya ve
seferberlik hazırlıklarıyla halk kuşatma altına alınmıştı. Ardı ardına yapılan savaş zamları ve peşi sıra gelen iflaslarla yoksul emekçi halkın sefaletinin daha bir boyutlandığı o günlerde,
özetle baskı ve terör yoğunlaşmış, savaşa dönük politikalarla oligarşi krizini hafifletmeye çalışmıştı. Kürt halkına yönelik saldırılara hız verilmiş, karakollarda ve işkencehanelerde devrimciler, yurtseverler infaz edilmişti.
Peş peşe yapılan baskınlarla dernekler
ve parti binaları talan ve tahrip edilmiş, hemen tüm demokratik kurumlara
yönelik yıldırma harekatı düzenlenmişti, iki ay süreyle ertelenen hatta yasaklanan grevler olmuş, yoksul gecekondu mahallelerine polis ve jandarma saldırıları yapılmıştı... Anti-terör
Yasası yine bu dönemde gündeme gelmiş, tutsaklara yönelik tecrit etme ve
teslim alma amaçlı "hücre tipi hapishane" saldırısı yine bu dönemde uygulamaya konulmuştu.
İktidar, bu anlamda tarihi tekerrür
ettiriyor. Adana'da Kurtuluş gazetesi
Adana temsilcisi Mehmet Topa-loğlu
ve iki DHKC gerillasının katledilmesinin ardından, neredeyse tüm basın açıklamalarına, protesto gösterilerine polisin silahlı müdahalesi oldu ve
sadece istanbul'da 500'ü aşan gözaltılar yaşandı; istanbul Fatih'te iki PKK'lı
katledilirken, HADEP Genel Merkezi'ne, İstanbul ve Ankara'daki ilçe örgütlerine, "arama" adı altında baskınlar düzenlendi, parti yöneticileri dahil
pek çok kişi gözaltına alındı; sadece
Bayrampaşa Hapishanesi önünde bir
günde gözaltına alınan ziyaretçi sayısı
50'yi buldu, Kurtuluş Merkez bürosu
basıldı, ve onlarca kişi gözaltına alındı;
daha savaşın düğmesine basılmadan
krizi fırsat bilen işbirlikçi iktidar,
ABD'den aldığı açık çek sayesinde sınır
ötesi harekatla tampon bölge oluşturup, Kürt halkına yönelik saldırılarını
yoğunlaştırdı.
Bunlara birçok örnek daha eklenebilir. Ama "Körfez Krizi"nin daha ilk
günlerinde hemen göreve başlatılan
"Kriz Koordinasyon Merkezi" de düşünüldüğünde, işbirlikçi iktidarın bu
süreçten azami ölçüde yararlanmaya
çalışacağı görülür. Gelişmeler beklenildiğinden de hızlı olacaktır.
Mesut Yılmaz'ın televizyon ekranlarından yüksek sesle ilan ettiği ve enflasyona dayandırdığı "topyekün savaş" siyasi ve ekonomik terörün iç içe
geçeceğinin ve boyutlanacağının bir
göstergesidir. Demokratik haklara pervasızca saldırılacak, işten atılmalar hız
kazanacak, gözaltılar, işkenceler sürdürülecek, zam üstüne zam yapılacaktır. Aslında bunlar bir öngörü de değil,
zaten yaşanmakta olanlardır. Derinleşmesinin önüne bir türlü geçemediği, geçmek için umudunu emperyalist
savaşa bağladığı kriz, oligarşiyi her geçen gün batağa sürükleyen politikaları
uygulamaya yöneltecektir. Bu politikanın "halka karşı savaş" olduğu tartışmasızdır.
Bu anlamda, sürecin devrimcilere
ve yurtseverlere, insani değerlerini yitirmemiş herkese yüklediği görevler
bellidir. Şu anda var olan koşullarda
EMPERYALİZM
dahi yaşadığı açlık, sefalet ve zulümle
zaten dayanma sınırının sonuna gelmiş yoksul halk, tepkilerini çok değişik
biçimlerde dile getirecektir. Bunlar örgütlü ya da kendiliğinden de ortaya çıkabilir. Bu çok da fazla önemli değildir.
Önemli olan bu noktada, tüm halk kesimlerini içine alabilen, kendi içinde
bir iradiliği, merkeziliği barındıran,
kararlı ve sürekli bir direnişin örgütlenip örgütlenemeyeceğidir.
Emperyalist saldırganlığa tavır almak ve beraberinde oligarşinin saldırı
dalgasına set çekmek ve geri püskürtmek bugünün öncelikli görevleridir.
Hayatın her alanında direniş örnekleri
yaratmak, yaratılmış gelenekleri sürdürmek, bu görevin yerine getirilmesinin öncelikli koşuludur. Direnilmeden, süreci "ucuz atlatma" tespitleri
yaparak saldırı göğüslenemez. içeride
"Ne darbe, ne şeriat" deyip MGK ve
21 Şubat 1998
onun politikalarının, oligarşinin karşısına açıkça çıkmadan, uluslararası
planda "Ne Sam, Ne Saddam" deyip
tek hedef olarak emperyalizme yönelinmeden bu sürecin devrimcilere, demokratlara yüklediği görevlerin üstesinden gelinemez. Oligarşinin, tekellerin, Susurluk Devletinin ve emperyalizmin karşısında netlik, Türkiye halklarına yapılacak mücadele çağrısının
tek doğru zeminidir.
21 Şubat 1998
5
EMPERYALİZM
KURTULUŞ
ORTADOĞU HALKLARI
EMPERYALİZMİN ÖNÜNDE
DİZ ÇÖKMEYECEK
"Elinde acemice silah tutan bir kadının
ABD'nin savaş makinası karşısında hiçbir
gücü yok. Ancak savaşın karşı-propagandası için önemli..."
Ekranda görülen eli silahlı Iraklı kadın
için Star televizyonunun yaptığı yorum
böyleydi. Buna benzer yorumlara televizyon kanalları ve gazete haberlerinde sıkça
rastlıyoruz. Savaş çığırtkanlığı yapan burjuva medya, emperyalizmin silah gücü
karşısında "direnmenin hiçbir anlamı yok",
"teslim olmaktan başka çare yok" diyor.
Ancak işte burada sorulması gereken
soru şudur: Mademki, elinde acemice silah tutan kadının ABD'nin askeri teknolojisi karşısında hiçbir gücü yoktur, o zaman
emperyalizmi korkutan nedir?
Hiç kuşkusuz bu sorunun cevabı', Ortadoğu halklarının anti-emperyalist direncidir. Bunun bir başka cevabı yoktur. İşte bu
nedenle emperyalizmin hedefi tek başına
Saddam değildir. Onu asıl korkutan Ortadoğu halklarının boyun eğmeyişi, teslim
olmayışıdır.
Bütün bu saldırılar, tehditler, Irak halkının ve diğer Ortadoğu halklarının emperyalizme olan öfkesini daha da arttırıyor
ve anti-emperyalist bilinci daha da perçinlemekten başka bir işe yaramıyor. Yarım
asırdan fazladır emperyalizmin saldırılarına maruz kalan Ortadoğu halklarını bugün
aynı saldırılarla karşı karşıya getiren de
emperyalizme boyun eğmeyişleridir.
Çocuğu ilaç ambargosu nedeniyle
ölümle pençeleşen bir kadının, "Oğlum
yaşayacak ve ABD'ye karşı savaşacak"
sözleri bu bilincin en özlü ifadesidir.
Bugün Ortadoğu ülkelerinin hemen
hepsinde halklar emperyalizme duydukları
öfkeyi dile getiriyorlar. Emperyalizmin
teslim alamadığı Filistin halfanın gösterileri
başta olmak üzere bütün Arap halkları
emperyalist saldırıya karşı tavrını Amerikan bayraklarını yakarak gösteriyorlar.
Halkların mücadelesi, emperyalizmin kurmak istediği dengeleri hiç istemediği süreçlerde alt üst ediyor.
Emperyalizm saldırmaktan, Ortadoğu
halkları da direnmekten vazgeçmiyorlar.
Emperyalizm tüm teşhir olmuşluğuna,
halkların nefretini kazanmasına rağmen
kendisi için stratejik önemde olan bu bölgeden asla vazgeçmemektedir.
21. yüzyılın ayaklanmalar çağı olacağı
tespitini yapan emperyalizm bu ayaklanmaların yaşanacağı bölgelerin başında Ortadoğu'yu gösteriyor. Asya, Afrika ve Avrupa gibi üç büyük kıtanın kesiştiği bölge
olan Ortadoğu gerek jeopolitik ve stratejik
açıdan, gerekse zengin petrol rezervlerine
sahip olmasından dolayı emperyalizm için
büyük öneme sahiptir.
Bu nedenlerden dolayı Ortadoğu emperyalizmin kaybetmeye tahammül edemeyeceği bölgelerin başında geliyor. Emperyalistler 1. Paylaşım Savaşı'ndan bu yana pek çok yönteme başvurarak Ortadoğu'yu elinde tutmaya çalıştı.
Bu yöntemlerin bir yanı halkları bölüp
parçalamak, suni sınırlarla ayırmak, açık
işgallerle teslim almak olurken, önemli bir
diğer yanı da işbirlikçi iktidarlar ve kukla
devletlerle bölgede hakimiyetini süreklileştirmek oldu.
Bu coğrafyada ikili bir gerçek vardır.
Bir yanda direnen.emperyalizme teslim olmayan halklar, diğer yanda emperyalizmin
işbirlikçisi kukla rejimler ve devletler...
Arap halklarının emperyalizme tavır
alışlarında önderlikler hiç şüphesiz
belirleyici olmuştur. Arap milliyetçiliği ve
İslam radikalizmi etrafında gelişmiş olan
anti-emperyalist
bilinç
önderliklerin
niteliliğine göre kimi zaman zayıfladı, kimi
zaman da emperyalizme radikal tavır
alışları beraberinde getirdi.
İşte emperyalizm bu noktada Ortadoğu'da işbirlikçiler yaratıp, ulusal kurtuluşçu ülke ve örgüt yönetimlerini halktan koparıp, halkları bölüp parçalayarak bölgedeki hakimiyetini pekiştirmeye çalıştı.
1940-'50'li yıllarda Ortadoğu'nun kaderini belirleyecek gelişmeler peşpeşe geldi.
Emperyalizmin Ortadoğu'ya İsrail'i yerleştirmesinin ardından bölgede önemli
değişimler oldu. Emperyalizm artık bölgede
vurucu bir güce sahipti.
Ama en az bunun kadar önemli bir
başka gelişme sosyalizmin Ortadoğu üzerindeki etkisiydi. 2. Paylaşım Savaşı sonrasında dünyanın yeni efendisi ABD'nin karşısında sosyalist sistemin bir güç olarak ortaya çıkması ve halklar üzerindeki prestijinin de artmasıyla ulusal kurtuluş savaşları
hız kazandı. Arap dünyasında gerici rejimler birbiri ardına devrilirken iktidarlara anti-emperyalist Arap milliyetçileri oturuyordu. Bu küçük burjuva iktidarların öne
çıkanlarından biri de 1952 yılında Mısırda
oluşturuldu. Cemal Abdül Nasır'ın önderliğindeki Hür Subaylar Örgütü Mısır Krallığı'nı devirdi.
Nasır'ın emperyalizme karşı giderek
gelişen, Filistin sorunuyla birlikte bölgedeki
gerici ve işbirlikçilerle çatışmaya varan
tavrı Arap dünyasında ve Arap halklarında
derin etkiler yarattı. Arap dünyasını ileriye
taşıyan bir diğer örgütlenme ise temelleri
1947 yılında Suriye'de atılan BAAS Partisi
oldu. Suriye ve Irak'ta gerici iktidarları deviren BAAS Partisinin de amacı Nasırcılıktan pek farklı değildi. BAAS Partisi Arap
dünyasını birleştirmeyi amaçlıyordu. Ancak küçük burjuva milliyetçi önderliklerin
kendi iç çelişkileri yüzünden bu amaç gerçekleşemedi.
Artık Ortadoğu'da Irak'tan Libya'ya, Suriye'den Yemen'e geniş bir anti-emperyalist cephe vardı.
Emperyalizmin Ortadoğu halklarına
yönelik saldırıları bu süreçlerle birlikte daha
da arttı. Örneğin 1958'de Lübnan'daki
ilerici gelişmeye karşı İncirlik üssünden
hareket eden 10 bin Amerikan Deniz Piyadesi Lübnan'ı işgal etti. Aynı günlerde gelişen ilerici bir harekete karşı İngiliz paraşüt
birlikleri Ürdün'e indi. Ancak bütün bunlar
Arap halklarının emperyalizme karşı savaşma, boyun eğmeme geleneğinin de temellerini oluşturan önemli gelişmelerdi.
Arap halklarının milliyetçi, ilerici temelde gelişen mücadelesini engellemek
için hiçbir fırsatı kaçırmayan İsrail'e karşı
da anti-Siyonist mücadele kök salmaya
başladı.. önce silahlı mücadele temelinde,
ardından taşlan ve şovlarıyla İsrail'e karşı
savaşan Filistinliler emperyalizme ve siyonizme karşı boyun eğmeyişin simgesi haline
geldiler. Filistin halkının emperyalizme
karşı geriletilemeyen onurlu direnişi Ortadoğu halklarına önemli bir mesajdı. Arap
halkları üzerinde giderek daha fazla sempati yaratan Filistin halkının direnişi, Ortadoğu'daki birçok çelişkinin ana halkalarından birini oluşturmaktaydı. Emperyalizmin bölgedeki jandarması İsrail'in saldırılarına karşı yalnızca Filistin halkı değil bölge devletleri de karşı koydu ve savaştı.
Emperyalizm de saldırılarını İsrail aracılığıyla sürdürdü. Ortadoğu'da siyonizme
karşı mücadele emperyalizme karşı mücadele demekti. Emperyalizm Ortadoğu'da
elini kolunu sallayarak dolaşamayacağını
defalarca gördü. Emperyalizme ve siyonizme karşi sayısız direnişler örgütlendi. Emperyalizmin Ortadoğu halklarına yönelen
her saldırısı kendisini vuran silaha dönüştü. Ortadoğu emperyalizm için dikensiz
gül bahçesi olmuyor, emperyalizm bölgede dikiş tutturamıyordu.
Ta ki 1990'lara kadar. Bu yıllara gelindiğinde bölgedeki dengeler emperyalizmin
lehine dönse de süreklilik taşımayacaktı.
'9O'lı yıllarda Sovyetler Birliği'nin dağılmasından da güç alan emperyalizm bölgeyi
kendisi ve işbirlikçisi İsrail için istikrarlı bir
rotaya sokma politikasını, Irak'ın Kuveyt'i
işgalini bahane göstererek uygulamaya
koydu. Körfez Savaşını başlattı ve Irak halkının üzerine bombalar yağdırdı.
Körfez Savaşma kadar anti-emperyalist söylemleri olan milliyetçi önderlikler
Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte dayanak-
sız kaldılar ve ABD'nin gücü karşısında
yalpaladılar. ABD'ye karşı tavır geliştiremediler veya cılız tavır geliştirdiler.
Bu süreçte emperyalizmin Irak'a saldırısı karşısında tavır alan Arafat yönetimindeki FKÖ ve diğer Filistin örgütleri oldu.
Bunun yanında İslamcı örgütler de Irak
halkının yanında olduklarını açıklayan bir
tavır alış içerisinde oldular. Ancak tavır
alışlarının ideolojik zemini güçlü olmadığından yaptırım güçleri de olmamıştır.
Körfez Savaşını takiben özellikle
FKÖ'nün Irak halkının yanında yer almasına tepki gösteren ABD emperyalizmi ve
gerici Arap yönetimlerinin FKÖ'ye yönelik
politikalarındaki tavır alışlar FKÖ'yü
hemen geriletti ve bu süreç ABD emperyalizminin denetimindeki İsrail-FKÖ
barışıyla sonuçlandı. Yine aynı süreçte,
ABD emperyalizmi Filistin'den sonra bölgedeki ikinci önemli direniş odağını oluşturan Kürt sorununa yönelik manevralarını artırdı, bölgedeki Kürt önderliklerden Barzani ve Talabani büyük ölçüde emperyalizmin denetimi altına alındı.
Ne var ki, hiçbir şey ABD'ye bölgede istediği mutlak hakimiyeti sağlayamadı.
ABD emperyalizmi Ortadoğu'da son
süreçte geliştirdiği politikaların bir gereği
olarak Türkiye-İsrail yakınlaşmasını sağladı. Emperyalizm için askeri açıdan
önemli bir adım olan bu gelişme, diğer
yandan Arap ülkelerinin tepkisine neden
olmuş, ABD siyasal açıdan bölgede daha
zayıf duruma düşmüştür.
İşte bu siyasal ortamda yeniden Irak'a
saldırıyı gündeme getiren ABD, bölgede
aradığı desteği bulamamıştır. Ortadoğu ülkelerinin bu tavrında bölgedeki yerel ve
uluslararası çıkar çelişkileri de etkili olmakla beraber, bir diğer neden Arap rejimlerinin Ortadoğu halklarının emperyalizme olan tepkisinden çekinmeleridir.
ABD askeri gücüyle yine Ortadoğu'ya
bombalar yağdıracak. Ancak Ortadoğu
halklarına yine diz çöktüremeyecektir.
Zayıf ya da güçlü, tutarlı ya da tutarsız, bölgede hala ulusal ve sosyal kurtuluş
mücadelesini sürdüren örgütlerin varlığı,
bunların emperyalizm ve işbirlikçileri
tarafından yok edilememesi, emperyalizme şu ya da bu ölçüde tavır alan ülkelerin
varlığı, emperyalizmin politikalarının
başarısının önündeki engeldir. Yine
görülen odur ki şimdiden başlayan emperyalizme karşı gösteriler ve Irak'a yönelik
yapılacak bir saldırıyı protesto eden Arap
halkları, yine emperyalizmin bölgede tam
denetim kurmasını engelleyen faktörlerin
başında yer almaya devam edecektir.
KURTULUŞ
6
GELENEĞİMİZ
ANTİ-EMPERYALİST MÜCADELE
BİR PARTİ CEPHE GELENEĞİDİR
Halklarımızın kurtuluş
mücadelesinin tarihi aynı zamanda
emperyalizme karşı savaşın da
tarihidir.
Bu tarih; topraklarını emperyalist postallardan temizlemek uğruna cansiperane vuruBeşikteki bebeden, tarladaki köylüye kadar kene misali kanı emilen milyonlarca insanın emperyalizme karşı, yok olma pahasına
mücadale etmesinin tarihidir.
Bu tarih; Karayılan, Sütçüimam, Mehmet
Sait, Demirci Mehmet Efe gibi halk kahramanı
ve önderlerinin yaratmış olduğu nice değeri
günümüze taşıyan, gelenek yaratan, anti-emperyalizmi bayrak edinen Parti-Cephe'nin tarihidir.
Emperyalizm bugüne değin tüm dünya
halklarına yönelik uyguladığı, katliam, sindirme ve baskı politikalarıyla milyonlarca insanın yaşamını yitirmesine neden olmuş, ilişkiye geçip sömürgesi haline getirdiği ülkelerin
oligarşileriyle birlikte yaptığı daha birçok katliamın da altına imzasını atmıştır. Latin Amerika, Afrika, Asya ve özellikle de Ortadoğu emperyalizmin böl, parçala, yönet politikalarıyla
sürekli denetimi altına almaya çalıştığı bölgeler olmuştur. Ortadoğu'nun zengin yeraltı ve
yerüstü kaynakları emperyalistlerin karlarına
kar katması için talan edilmiş ve kazanılacak
yeni dolarlar, yeni sterlinler için türlü türlü
vahşi yöntem denenmiştir.
Ama ülkemiz ve dünya halkları emperyalizmin uyguladığı bu politikalarına karşın hiçbir zaman boyun eğmedi, emperyalizmin zulmüne karşı direnmeyi, savaşmayı tek çıkar yol
gördü...
Ülkemiz emperyalizme karşı savaşın ivme
kazandığı, anti-emperyalist bilincin yaygınlaştığı ve pekiştiği bir mücadele tarihine sahiptir. Kuşku yok ki anti-emperyalist bir mücadele hattı izleyen Parti-Cephe de kökleri eskiye dayanan bu tarihin yazılmasında önemli
roller üstlendi.
Ülkemiz ve dünyadaki emperyalizm nedenli hiçbir gelişmeye sessiz kalmadı. Dünya
halklarının arasındaki dayanışmayı geliştirmeyi ve güçlendirmeyi zorunlu bir görev olarak gördü. Enternasyonalist dayanışma bilinciyle hareket edip, emperyalizme ve onun işbirlikçilerine karşı savaşan halkların mücadelesini destekledi. Emperyalist hedeflere yönelik gerçekleştirdiği eylemlerle halkların yanında olduğunu dosta ve düşmana defalarca kez
gösterdi.
Parti-Cephe Türkiye ve dünya halklarının
haklı gururunu taşıyacağı, yarınlara miras olarak bırakacağı tarihin yazıcısıdır. Bu tarihin
onur sayfalarını ise herkese ve herşeye rağmen yaratılan nice örnekler doldurmuştur.
Açalım bu sayfaları... yeniden ve yeniden
okuyalım...
Açalım ki, okuduğumuz her satır günümüze ışık tutsun... bize yol göstersin.
Açalım ki, bu tarihin bir tanığı da bizler
olalım...
"KAHROLSUN AMERİKAN
EMPERYALİZMİ, YAŞASIN
BAĞIMSIZ TÜRKİYE"
Ülkemizdeki egemen sınıflar ve temsilcileri '50'li yıllarla birlikte emperyalizmle olan
ilişkilerine resmi bir nitelik kazandırırlar ve
gizli açık onlarca ikili anlaşmaya imza koyarlar... Bu anlaşmalarla birlikte Türkiye NATO,
CENTO, IMF, Dünya Bankası gibi emperyalist
kurum ve kuruluşlarla yönetilmeye başlar.
Ülke ekonomisinin direkt olarak emperyalizmin eline geçmesi, sürekli varolacak bir
askeri tehdit daha fazla sömürü, daha fazla açlık, ulusal onur ve namusun ayaklar altına
alınması anlamına gelen bu durum devrimci
ve yurtseverlerce protesto edilir; bedeli ne
olursa olsun denilerek emperyalizme karşı bir
mücadele sürecine girilir.
1965 sonrası emperyalizmin ülkedeki
ağırlığını daha fazla hissettirmesiyle birlikte
"Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi, Yaşasın
Bağımsız Türkiye" şiarıyla hareket edilir. Ve
başta öğrenci gençlik olmak üzere işçi ve köylülerin anti-emperyalist mücadeleleri döneme damgasını vurur...
1965-1971 yıllan arasında dünyada emperyalizme karşı halkların mücadelesinde ivme kazanıldığı süreçtir.
DEV-GENÇ, bu süreçte gerçekleşen tüm
boykot, grev, toprak işgallerine anti-emperyalist bir nitelik kattı ve önderlik etti. DEV-GENÇ
tüm bunların yanı sıra reformist ve oportünistlerin sahip oldukları tüm statükoları parçaladı ve bu siyasi anlayışların 50 yıllık geleneklerine de son noktayı koydu...
"6. Filo'ya yönelik eylemler devrimci
gençliğin öfkesini doğru hedeflere yöneltmesi
anlamında dikkat çekicidir.
DEV-GENÇ'in önderliğindeki devrimci
gençlik İstanbul'a gelen 6. Filo'yu 15 Temmuz
1968'de Dolmabahçe rıhtımında karşıladılar...
Gönderdeki bayrakları yarıya kadar indirdiler
ve yakaladıkları her Amerikan askerini dövüp
denize attılar. Ardından Taksim'e yürüyüşe geçen devrimci gençlik, bağımsızlık şiarını burada
da haykırdı. Devrimci Gençlik, kitlesel eylemlilikler haricinde emperyalist kurumlara
yönelik tahrip eylemleri de gerçekleştirdi... Ve
süren pratik içinde ilk şehidi Vedat Demircioğlu'nu kaybetti. Devlet Vedat'ın ardından saldırılarını tırmandırdı, Mehmet'i, Battal'ı ve Taylanlar'ı katlederek emperyalizme karşı uşaklık
rolünü devam ettirdi.
Anti-emperyalist hatta gelişen mücadele
gençlik dışında işçi ve köylüleri de kucaklayınca
iyice pervasızlaşan devlet çareyi provokasyonlar yaratarak yeni katliamlar yapmakta
buldu. Kanlı Pazar adıyla da anılan bu provokasyon da bağımsızlık istemiyle yürüyen ve
Taksim'de toplanan 30 bin kişiye polis ve gerici
faşistler birlikte saldırdılar. Saldırı sonucunda
birçok kişi yaralandı ve iki işçi de yaşamını
kaybetti.
Şehitler veriliyor, bedeller ödeniyor, mücadele can pahasına sürdürülüyordu.
ODTÜ'yü ziyaret eden Vietnam Kasabı
Commer'in arabasının yakılması, eylem akabinde beş-altı bin üniversite öğrencisinin Ankara'ya doğru yürüyüşe geçmesi, İzmir, Malatya
ve Samsun'da büyük anti-emperyalist mitinglerin yapılması, İstanbul Üniversitesi Siyasal
Bilimler Fakültesi'nde başlayıp sonradan tüm
fakültelere yayılan işgaller, Sıhhiye'deki
Amerikan ikmal karargahı Tuslog'un basılıp
tahrip edilmesi yine DEV-GENÇ'in önderliğinde gerçekleşen eylemlerdir.
DEV-GENÇ yürüttüğü anti-emperyalist,
anti-faşist mücadeleyi okul sınırlarının dışına
taşırdı. Köylülerin toprak işgallerinin örgüt-
lenmesinde, köylü miting ve gösterilerinde
aktif görevler üstlendi.
Bu sürecin tümü değerlendirildiğinde ortaya şu politik sonuç çıkıyor; Dev-Genç antiemperyalist mücadeleyi sadece öğrenci gençlikle sınırlı tutmayıp en geniş halk kesimlerine
ulaştırdı. Halkın anti-emperyalist bilincinin
yaratılmasında emek sarfedip emperyalizme
olan tepkisini açığa çıkarttı ve bu çizgide halkın birleşik eylemliliğini örgütledi.
12 MART DARBESİ GELİŞEN ANTİEMPERYALİST ENGELLEMEYE
YETMİYOR
Oligarşi, 12 Mart Darbesiyle sistemli veya
devrimcileri katletmeyi, mücadeleyi kesintiye
uğratmayı başarsa da anti-emperyalist mücadele herşeye rağmen devam etti. THKP-C ve
THKO'nun eylemleri başta olmak üzere emperyelist kurum ve kuruluşlara yönelik sayısız
tahrip ve cezalandırma eylemi gerçekleşti. Efrahim Elrom'un THKP-C tarafından cezalandırılması emperyalizm ve siyonizmin ciddi bir
şekilde darbe yemesine, 12 Mart faşizminin
yüzünün halklarımız nezninde açığa çıkmasına
neden oldu.
Ülkede gelişen ve bütün halk kesimlerine
ulaşan devrimci mücadele oligarşiyi yeni yollar
aramaya itti. Sivil faşistler bu süreçte devletin
imdadına bir cankurtaran gibi yetişerek
devrimcilerin ve halkın karşısına çıkarıldı.
Mücadele artık tarihsel bir noktaya ulaşmıştı.
Anti-.faşizm, süregelen anti-emperyalist mücadeleye kadar ön plana çıktı ve 1975-1980 sürecindeki derinleşen çatışmalarla ağırlığını
hissettirdi.
Dev-Gençliler bu süreçte faşizme karşı
mücadeleyi sürdürürken anti-emperyalist bilinçle hareket ettiler ve mücadeleyi doğrudan
devletle emperyalizmi hedefler durumuna getirdiler.
Dev-Genç'in NATO'YA HAYIR temelinde
yürüttüğü kampanya darbe sonrasındaki en
nitelikli kampanyalardan biridir. Nato'ya Hayır
Kampanyasında "Halkların Baş Düşmanı
ABD Emperyalizmi Ülkemizden Defol", "Nato
Emperyalizmin Saldırgan Gücüdür", "Nato"ya
Hayır" sloganları yapılan her eylemde yerini
buldu ve İstanbul'un tüm semt ve sokakları
onbinlerce afişle donatıldı.
Dev-Genç'in bu süreçte "Nato'ya Hayır"
kampanyası dışındaki diğer eylemlilikleride
şöyle sıralanabilir.
Nisan 1977... Şili Diktatörü Pinochet faşizminin işkence merkezlerinden biri olan Esmeralda isimli geminin İstanbul'a gelmesine karşı
tavır alındı; Şili konsolosluğunun önünde
kitlesel bir gösteri düzenleyerek konsolosluk
tahrip edildi. Haziran 1977... Hollanda'nın
Moluka gerillalarını katletmesi üzerine İstanbul Hollanda Başkonsolosluğu önünde kitlesel bir eylem gerçekleşti ve konsolosluk atılan
patlayıcılarla tahrip edildi.
Eylül 1977... Nato'nun yapacağı tatbikatlar
için Boğazda demirli halde bekleyen ABD savaş gemileri örgütlenen bir kampanyayla protesto edildi.
Bu kampanyada tüm İstanbul yazılamalarla ve afişlerle donatıldı. İTÜ Maden Fakültesi
DEV-GENÇ tarafından işgal edüdi, onlarca
kitlesel gösteriler düzenlendi.
Kasım 1977... Mogadişu Havaalanına bir
baskın düzenleyerek iki Filistinli gerillayı katleden Alman emperyalizmi, Alman Kültür
21 Şubat 1998
Merkezi önünde düzenlenen bir gösteri ve
kültür merkezinin bombalanmasıyla protesto
edildi.
Haziran 1978 Fransa'nın Batı Sahra'nın
kurtuluşu için mücadele eden Polisario'ya
karşı harekata girişip uçaklardan attığı bombalarla katliam düzenlemesi Devrimci Sol
Güçler (DSG) tarafından Fransa Konsolosluğu
önünde yapılan kitlesel bir gösteri ve sonrasındaki konsolosluk bombalanmasıyla protesto
edildi.
Ağustos 1978... Faşist şah rejimine karşı
İran halkının yanında yeralandı ve Iran Konsolosluğu önünde bir gösteri düzenlendi. Şah'ın
maketinin yakıldığı eylemde aynı gün İran Havayolları'nın bombalanmasıyla tamamlandı.
Kasım 1978... Belçika'nın Kangolu Kananga gerillarma yönelik yaptığı katliam DSG'nin
konsolosluğu bombalanmasıyla lanetlendi.
Kasım 1978... Filistin halkını katletmeye
yönelik imzalanan Camp David anlaşması,,
anlaşmaya imza koyan ABD, Mısır ve İsrail
konsolosluklarının önünde aynı gün düzenlenen gösterilerle protesto edildi. Gösteride ülke
bayrakları yakılırken, atılan patlayıcılarla konsolosluklar imha edildi.
Aralık 1978... Ecevit Hükümetinin ABD üslerini yeniden açması yaygınlaştırılan eylemlerle protesto edildi. Binlerce afiş ve el ilanı ile
birlikte kitlesel gösteriler, tahrip eylemleri de
gerçekleşti. Pan-Am İstanbul Bürosu önünde
lastikler yakılarak yangın yerine çevrilerek, yol
kapatılarak büro taşlandı ve patlayıcılarla imha
edildi. Eylem sonrasında ise ABD Kültür
Ateşesinin yolu kesilerek, ateşe arabadan indirilerek kurşunlandı, bombalanarak imha edildi.
IMF'nin 1978 Mart ve 1979 Haziran aylarında uygulamaya koyduğu "İstikrar Paketleri",
"IMF'nin yönettiği değil Bağımsız Türkiye" şiarı
çerçevesinde örgütlenen bir kampanyayla
protesto edildi. Emperyalizm, emperyalist ve
işbirlikçi tekeller hedefli eylemler gerçekleştirildi. Sayısız duvar yazılaması yapılırken,
bombalı, bombasız pankartlar asıldı. Yüzbinlerce el ilanı dağıtıldı, pullamalar yapıldı. Ünilever adlı çok uluslu şirket ve Migros'a yönelik
kamulaştırma eylemleri gerçekleşti. Emperyalist tekeller ve işbirlikçilere ait altı işyeri basıldı, bürolar tahrip edilerek anti-emperyalist
içerikte yazılamalar büro duvarlarına yazıldı,
pencerelere pankartlar asıldı. 24 Ocak Kararları'na karşı da bir kampanya yaşama geçirildi.
Bu kampanya çerçevesinde tüm İstanbul'da
esnafın kepenk kapatması sağlandı, beş Migros kamyonuna el konarak, içindeki malzemeler
yoksul halka dağıtıldı.
10 Eylül 1980'de Edirne'de başlayan NATO
Anvil Expres '80 tatbikatına karşı bir hafta sürecek protesto kampanyası başlatıldı. İki gün
sonra gerçekleşen '80 darbesinin kampanyayı
engellemesine rağmen tüm caddeler bombalı,
bombasız yüzlerce pankartla donatılarak,
yüzbinlerce el ilanı ve bildiri dağıtıldı.
Darbe sonrasında da devam eden antiemperyalist mücadele geleneği Devrimci Sol
Güçler faşist generallerin bütün "Yok Ettik, Bitirdik" demagojilerine rağmen gücü oranında
dünyadaki gelişmelere karşı politikaları yaşama geçirdiler ve anti-emperyalist geleneği
onurla taşımaya devam ettiler...
ABD emperyalizminin Libya'yı bombalamasına karşı ilk eylem yine Devrimci Sol Güçler'den geldi. Tavrını Libya halfandan yana belirledi. Konuyla ilgili yaygın bir şekilde pankartlar asıldı. Bir ABD bankası bombalandı.
1987'de gerçekleşen Filistin intifadası karşısında Devrimci Sol Güçler Filistin halkının
yanında yeralarak İsrail'i protesto ettiler. İstanbul ve Ankara'da yaygın bir şekilde pankartlamalar yapıldı. 1980 sonrasının ilk militan gösterileri Filistin halkıyla dayanışmak
amacıyla düzenlendi.
21 Şubat 1998
Panama'nın ABD işgaline uğraması yine DSG'ce protesto edildi. Kitle gösterileri ve pankartlamalarm yanında ABD başkonsolosluğu önünde kitlesel bir protesto gösterisi düzenlendi. \
24 Eylül 1990-HiramAbas
199O'lı yıllara gelindiğinde sosyalist blok emperyalizm kökenli üretilen politikalarla birlikte bir çözülüş sürecine girdi. Romanya da bu politikaların vahşice
uygulandığı ülkelerden biri oldu... Romanya'da emperyalizm tarzında desteklenen, revizyonizm tarafından da senaryosu yazılan ve uygulanan bir karşı-devrim
gerçekleşti. Devrimci Sol Güçler bu süreci değerlendirirken Çavuşesku ve yanındakilerin emperyalizm tarafından bir komployla karşı karşıya olduğunu ve devrimcilerin tüm eleştirilecek yönlerine rağmen Çavuşesku'yu desteklemesi gerektiğini belirterek yeni bir kampanya sürecine girdiler. Yapılan ajitasyon ve propagandalarla dünya halklarının Çavuşesku'nun yanında olması gerektiğini haykırdılar. Solun siyasi körlüğü bu süreçte de devam etti ve tavırsız kalmayı yeğ tuttu.
1990 Temmuz'unda tüm dünyanın gözleri yine Ortadoğu'ya çevrildi... ABD,
Irak'ın Kuveyt'i ilhakını bahane ederek savaş naraları attı ve Irak'ı bombaladı. O
dönemki Özal hükümeti de ABD'nin çıkarları doğrultusunda hareket etti, üslerini
açarak halkların katledilmesine ortak oldu... Devrimci Sol ise "Ortadoğu Ortadoğu
Halklarmmdır" şiarıyla anti-emperyalist bir tutum izleyerek yeni bir kampanya
sürecine girdi. Örgütlü olduğu her alanda "Emperyalist Savaşa Hayır Komiteleri"
kurarak Emperyalist Savaşa Hayır şiarını yükseltti. İstanbul, Ankara, İzmir ve
Bursa başta olmak üzere Türkiye'nin dört bir yanında yüzlerce gösteri örgütlendi,
milyonlarca bildiri ve el ilanı dağıtıldı, yine birçok ilde sık sık aralıklarla bombalı,
bombasız pankart asıldı... Memurlardan, sanatçılardan, işçilerden gençliğe
tüm halk kesimleri bu süreçte Devrimci Sol Güçler öncülüğünde emperyalist
savaştan çıkarları olmadığını haykırdılar. Kampanya süresince yapılan askeri
eylemlikleri ve cezalandırmalar emperyalizmin Türkiye oligarşisinin korkulu
anlar yaşamasına neden oldu.
İşte bazı eylemliliklerden örnekler;
27 Eylül 1990'da MİT Şefi, CIA ve MOSSAD işbirlikçisi Hiram Abas cezalandırıldı.
30 Ocak 1991'de Kürt Kasabı olarak tanınan eski Asayiş Birlikleri Komutanı
emekli Korgeneral Hulusi Sayın SDB'ler tarafından cezalandırıldı. İstanbul Maslak'ta ABD'ye ait askeri lojistik amaçlı, ABD İncirlik Üssü bağlantılı MTMC Outpart, Tahtakale'de Türk Amerika Board Heyeti Bürosu, Kabataş Setüstü'nde Amerika Denizcilik Şirketi, Teşvikiye'de Avrasya Gözlemevi (CIA ile ilişkili), Mecidiyeköy'de Commercial Union sigorta şirketi, Beyoğlu'ndaki İtalyan Konsolosluğu;
Adana'da Amerikan Konsolosluğu ile Türk-Amerika Derneği, Ankara'da Fransız Hava Yolları ile Suudi, Japonya, Kanada, Avusturya Hava Yollarının bulunduğu
bina.
İzmir'de Amerika Tuslog, Amerikan Kültür ile Fransız Kültür Binaları bomba
ile tahrip edildi.
21 Ocak 1991 'de Beyoğlu Emniyet Amirliği bombalandı.
21 Mart 1991'de Tuslog Genel Müdürü John Gandy SDB'lerce ölümle cezalandırıldı. (NATO kuryesi VBR Genel Müdürü)
Ankara İnterbank ile Amerikan IBM, Adana'da Türk Amerikan Kültür Merkezi
ile Amerikan Life sigorta şirketi, İzmir'de ABD Araç Bakım Merkezi ile Amerikan
General Motors, İstanbul'da Bank Of Boston, SKY Courier İntemationel-İNT-BSS
adlı Amerikan şirketleri, Amerikan Neşriyat Merkezi, Pepsi Cola İdari Merkezi,
Amerikan Sabancı ortaklığı Cinga-SA sigorta şirketleri ile Amerikan General
Motors şirketleri de bombalanarak imha edildi.
İzmir Çay Mahallesi Karakolu SDB'lerce bombalandı.
Bu kampanya çerçevesinde İzmir'de yapılan bir askeri eylem sırasında Kahraman Altun elinde bomba patlaması sonucunda şehit düşerken Ali Rıza Ağdoğan'da Beyoğlu Emniyeti'nin üçüncü katından aşağıya atılarak katledildi.
Ülkemizin ABD emperyalizmine bağımlılığının teslimiyete dönüştüğü bir
dönemde anti-emperyalist mücadelenin bayrağı oldu Kahraman.
O, hayatım mücadeleye adamış bir devrim hamalı. Daha çocuk yaştayken simitçilik, boyacılık yaparak ailesine yardım etmeye çalıştı. Onun yaşamı haksızlığa, zorbalığa olan öfkesiyle anılır. İşte bu öfkesiyle lise yıllarında Liseli Dev-Genç
saflarında mücadeleye atıldı. Gelişmeye açık, samimi, dürüst yönü onu hep en
öne attı. Ortadoğu halklarına yönelik bir saldın varken, emperyalistler savaş hazırlığındayken elbette sessiz kalamazdı. ABD Dışişleri Bakanı James Baker'a bir
karşılama töreni hazırlığındaydılar. Dünya halklarının katillerine gereken cevap
verilmeliydi. Kahraman, Mahirlerin, Denizlerin başlattığı anti-emperyalist mücadele geleneğinin '9O'lı yıllarda devamcısı oldu.
Kahraman Altun devrimcilerin ülke topraklarını kanlarıyla sulayarak, şehitler
vererek bağımsızlık bayrağını yukarı kaldırdığının bu uğurda Vedat'lar, Taylan'lar,
Mehmet'ler, Battal'lar başta olmak üzere binlerce devrimcinin toprağa düştüğünün bilincindeydi.
Kahraman, İstanbul Dolmabahçe'ye gelen Amerikan 6. Filo'nun erlerini denize döken, şehirde her gördükleri yerde conileri döven, "Bağımsız Türkiye",
"Yankee Go Home" diye haykıran, Ankara'da ODTÜ'de Commer'in arabasını yakan, Amerikan Haber merkezi, Pan-Amerikan Havayolları ve Amerikan Kültür
Merkezini molotoflayan ve daha onlarca anti-emperyalist eylem ve gösteri yapan
Devrimci Gençlik geleneğinden geliyordu. O Devrimci Gençlik ki anti-emperyalist
bayrağı hiç elinden düşürmemişti. Ve buna binlerce şehit eklenerek o günlere
gelinmişti. Devrimci Gençlik anti-emperyalist mücadele geleneğini kan
dökerek, can vererek yaratmıştı.
Bu onurlu tarihin devamcısı olan Kahraman da anti emperyalist bir eylem
hazırlığındayken bombanın elinde patlaması sonucu şehit düştü. Onun
mücadele bayrağı şimdi parti-cephelilerin elinde.
Evet 1960'h yıllardan başlayan 1990'lara dek süren bir tarih gözler önüne
yeniden serildi.
GELENEĞİMİZ
7
KURTULUŞ
"EMPERYALİST SAVAŞA" HAYIR!
Emperyalist savaş kapıda. ABD ve İngiliz emperyalizmi Körfez'e askeri yığmağım yaptı ve vurmayı bekliyor.
Saldırının başlaması için artık günler sayılıyor. Belki bu yazı yayınlandığında emperyalizm saldırmış olacak.
ABD, '91 Körfez Savaşı'ndaki gibi Irak halkına saldırarak dünyanın "tek efendisi" olduğunu ilan etmeye hazırlanıyor. Yine Irak Halkı'nın üzerine bombalar yağacak, binlerce Iraklı katledilecek. ABD Emperyalizmi, bunu
fırsat bilip elindeki yeni silahlarını da deneyecek.
Ortadoğu halkları öfkeli, tepkili. Ama parçalanmış.
Halklarımızın emperyalizmi daha somut hissettiği, yakından gördüğü bir sürece girilmiş durumda. Aynı
zamanda devrimcilerin, yurtseverlerin, ilericilerin ve demokratların da yakından görüleceği, sınavdan geçeceği
bir süreç bu. Böylesi süreçler anti-emperyalist tavır ve enternasyonalizm gibi kavramların yerli yerine oturduğu,
pratikte sınandığı dönemlerdir. Tıpkı sekiz yıl önce olduğu gibi.
Emperyalist saldırganlık karşısında ülkemiz solu ne diyor?
Çeşitli dergilerdeki başlıklara göz gezdiriyoruz: "Emperyalist Katliama İzin Verme"; "Halklar Boyun Eğmeyecek"; "Irak'a Emperyalist Müdahale Hazırlığı"; Hemen hepsi "Emperyalist Savaşa Hayır" diyor, emperyalist
savaşa karşı çıkmaya çağırıyorlar.
Esasında solun bir kesimi açısından bu başlıklar, öne çıkarılan vurgular sekiz yıl öncesinden farklıdır. Ama
bu farklılığın ne ölçüde bir olumluluğa tekabül ettiğini kestirmek zordur. Çünkü, geçmişin, yani '91 'de ABD'nin
körfezdeki vahşi saldırısı karşısındaki tavrın muhasebesini sağlıklı yapmadan bugün ya da yarın atacağı adımlar çok da sağlam olmayacaktır.
Sol o zaman ne demişti?
Körfez krizi, 1990 yılının yaz aylarında başlar. Emperyalizm Irak Halkı'na vurmaya hazırlanırken, Ortadoğu'da jandarmalık görevi verdiği Türkiye de bu savaşın içine sokulmak istenir. Bu savaş haksız bir savaştır ve
gerçekler tüm çıplaklığıyla ortadadır. Saldırı, bugünkünden çok daha boyutludur ve emperyalist savaş, Özal iktidarının izlediği politikalar sonucu bugünkünden çok daha fazla Türkiye'nin "iç" sorunu, "günlük" sorunu haline getirilmiştir.
Mücadele Dergisi'nde aylarca bu gelişmeler yorumlanır, aktarılır. Solun büyük çoğunluğu savaşın çıkacağına inanmaz, bu konuda herhangi bir öngörüleri de yoktur. Herşeye rağmen Devrimci Sol politikalar üretir ve
hedef gösterir. Şiar nettir: "Emperyalist Savaşa Hayır!" Dergilerde, demokratik kitle örgütlerinde, sendikalarda,
mahallelerde, okullarda, fabrikalarda tüm halka, sol kesimlere çağrı yapılır. Gün; emperyalizme karşı tavır alma,
halkta oluşan tepkiyi örgütleme ve devrime kanalize etme günüdür. Yaşanan tarihi bir süreçtir. Devrimci Sol
Güçlerin önerileri doğrultusunda, DKÖ'ler, Sendikalar Platformu, Dergiler Platformu güç ve eylem birliği için
yan yana gelirler. Ne var ki, öncülüğü kaptırmak, erime kaygısı, küçük hesaplar emperyalist saldırganlığın,
halkların çıkarlarının önüne geçmiş, enternasyonalizm, antı-emperyalist tavır alış grup çıkarlarına kurban
edilmiştir. Öyle ki oportünist sol, "Bu sloganları önce siz attınız", "bu sloganlar, bu örgütlenmeler size maloldu,
doğru olsa da değiştirmeliyiz''gibi gerekçeler ileri sürüp birlik bozgunculuğu yapacak kadar sürece duyarsızdır.
Sözkonusu olan sloganlar ve örgütlenmeler nelerdir peki? "Emperyalist Savaşa Hayır", "Emperyalizm Kan-lı
Ellerini Ortadoğu'dan Çek!" Önerilen örgütlenmeler nelerdir? "Emperyalist Savaşa Hayır Komiteleri". O gün
ürettikleri ne bir slogan, ne bir örgütlenme modeli, ne de bir politika vardır. Tartışmalar tıkanır, birlikler dağılır. Hatta Dergiler Platformu'nda olduğu gibi, Mücadele dıştalanarak, bu sürecin yüklerinden kurtulmaya çalışılır.
Ama oportünizmin en büyük açmazı, sloganlar, örgütlenme biçimleri falan değil, süreci tahlil edişidir. Sol
o günkü durumu "İt Dalaşı" olarak nitelendirmekte, "Ne ABD, Ne Saddam", "Saddam kötü, emperyalistler saldırgan"
deyip esasında tavırsızlığm teorisini yapmaktadır. Yani aynen bugün ÖDP'lüerin söylediği gibi "Ne Sam Ne
Saddam" türü hedefi bulandıran bir tavır izlenmiştir.
Sol, işi yüzde hesaplarına vurmaya kadar götürüp "ABD suçlu, Saddam da suçlu", "Yüzde 50 Saddam, yüzde
50 ABD" diyebilmiştir.
Ve aradan sekiz yıl geçti. Dün kararsız olan sol, bugün hedefini emperyalizm olarak belirledi. Peki ne değişmiştir? O, ÖDP'nin bugünkü politikasını dün savunuyordu. Bugün seçtikleri sloganlar, vurgular ÖDP'den farklı. Peki farklılık ne? Bugün neden ÖDP gibi "Ne Sam, Ne Saddam" demiyorlar? Emperyalizm aynı emperyalizmdir. Geçmişte neyse, bugün de aynı hesaplar ve çıkarlar için halklara saldırıyor. Saddam da aynı diktatör Saddam'dır.
Her şey yerli yerindedir ve aslında değişen bir şey yoktur. Sol, o günün tozu dumanı arasında, esen sağ rüzgarlar karşısında sağlam devrimci bir "duruş" sergileyememiştir. Emperyalizmin ideolojik bombardımanından,
demagojilerinin etkisinden kendini kurtaramamıştır. Sosyalist ülkelerdeki karşı-devrimci komploları emperyalizmin medyasına bakıp "halk devrimi" diye alkışlayan sol, beynini öylesine kaptırmıştır ki, Körfez krizinde
de kendini CNN'nin etkisinden kurtaramamıştır. O gün olan budur.
Tabii bugün herşey daha nettir. Devrimci Sol, emperyalizmin saldırılarına cepheden tavır alıp bu sürecin
dünya çapında ve ülkemizde netleşmesini sağlayan bir güçtür. Sol bugün daha net görüyorsa bu, Parti-Cephe'nin ödediği bedeller ve kararlı anti-emperyalist tavrından bağımsız değildir.
Artık herşey bu kadar açıkken "Ne Sam, Ne Saddam" diyebilmek için ÖDP gibi bir reformist, reformistler gibi
yeni dünya düzenine teslim olmuş bir politikaya, bu tür politikacılar gibi emperyalizmden insan hakları, demokrasi
bekleyen bir kafaya sahip olmak gerek.
Bugünün anti-emperyalizminde dünün muhasebesi var mı? Oportünizmin cevabını vermesi gereken bir
sorudur bu. Onun anti-emperyalist tavır alışını da, bu temelde kiminle nereye kadar birlikte yürüyebileceğini
de belirleyecek olan budur.
Anti-emperyâlizm, bugün tüm Ortadoğu halklarının birliği için, ülke içinde Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden halklarımızın birliği için, ilerici, devrimcî, demokrat, yurtsever tüm örgütlü halk güçlerinin birliği için en
uygun ve en gerekli zeminlerden biridir.
Bu zeminde mücadeleyi yükseltebilmenin asgari koşulu da, elbette net ve tutarlı bir anti-emperyalist çizgiye sahip olmaktır.
KURTULUŞ
8
KÜRDİSTAN
21 Şubat 1998
HADEP Binaları Peş peşe Basıldı, Genel
Merkez Yöneticileri Tutuklandı...
OLİGARŞİNİN HADEP'İN "BARIŞ"INA
BİLE TAHAMMÜLÜ YOK
HADEP Yöneticileri Tutuklandı
Son zamanlarda HADEP üzerinde
yoğunlaşan baskılar ve tutuklamalar
28 Şubat'ın devamıdır. Refah
Partisi'nin hükümetten düşürülmesi
ve kapatılması için açılan davayla
başlatılan partileri hizaya getirme
operasyonu HADEP'le
sürdürülmektedir.
MGK 28 Şubat kararlarını
uygulamaya soktuğunda
canlanan reformiz'min ayağa kalkıp
MGK'yı bir alkışlamadığı kalmıştı.
Üzerinden epeyce zaman geçip
umutlar sönmeye yüz tutmaya
başlayınca bu defa gündeme
Genelkurmay'ın "Milli Güvenlik
Siyaset Belgesi" geldi. O güne kadar
başbakanlardan başka kimsenin bilgi
sahibi olmadığı söylenen belgenin bir
kısmı bu defa her nedense basına
"sızdırıldı".
"Sızdırma"nın bilinçli olarak
Genelkurmay tarafından
tezgahlandığı açıktı. Nitekim reformist
ve yurtsever çevrelerce
kontrgerillanın belgesine olmadık
misyonlar biçildi.
Belgenin içinden cımbızla çekilen
bir iki kelimeye bakılarak bugüne
kadar yaptığı faşist darbeler
nedeniyle lanetle anılan orduda
"ilericilik" bile keşfedildi.
"Ordu aslında Kürt sorununu
çözmekten yana, belgede bunun
işaretleri var" yorumları yapıldı.
Hatta daha da ileri gidilip "ordu
siyasal çözüm için adım atmaktan
yana, sivil yöneticilerde bu adımı
atacak cesaret yok" değerlendirmeleri
yapıldı.
Oysa bu
değerlendirmeler
yapılırken bile Ordu
Kürdistan'da bombalar
yağdırıyor, katliamlarını
sürdürüyor, Kuzey
Irak'a o güne kadarki en
büyük sınır ötesi
operasyonları
gerçekleştiriyordu.
Ancak o günlerden
bu yana özellikle son
birkaç aylık gelişmeler
görmek istemeyenlere
de çok açık olarak
gösteriyor ki
"İMKANLAR" VE "İMKANSIZLIKLAR"
Susurluk devletinde hiç bir değişiklik
yoktur. Eskisi gibi iktidarını ve
icraatlarını sürdürmektedir.
28 Şubat MGK kararlarıyla
başlatılan sürecin amacı, kontrgerilla
devletinin Susurluk'la aldığı yaraları
sarmak, güç toplamak ve devleti iç
savaşa göre yeniden organize ederek
halka karşı çok daha azgınca bir
saldırıya hazırlamaktı. Ama bunu
farklı görmek isteyenler farklı
değerlendirdiler ve boş hayallere
kapıldılar.
Son dönemde gerçekleştirilen
saldırıların ilk amacının HADEP'i
bulunduğu noktadan daha da
geriletmek olduğu açıktır. Oligarşi bu
saldırıları öncekiler gibi HADEP'İ
sadece geriletmek, daha da düzen
21 Şubat 1998
içine çekmek için mi gerçekleştiriyor, yoksa tümden
kapatıp işbirlikçi farklı oluşumların önünü açma
manevrası mı yapıyor, bu da yakında görülecektir.
Ancak üzerinde tartışılamayacak ve farklı
yorumlar yapılamayacak kadar açık bir gerçek var
ki, o da, oligarşi Kürt sorununda düzen ilişkileri
içinde dahi herhangi bir çözüm arayışı içinde
değildir. Çözüm olarak sunduğu tek seçenek, Kürt
halkının ulusal haklarından vazgeçerek teslim
olması, boyun eğmesidir.
Oligarşi Kürt sorununu kendi açısından ezerek
"çözmek" istiyor. On yıllardır sürdürülen bu
politikada hiç bir değişiklik yok ve bu politikanın
başını çeken de beklentilerin tersine "Kürtler
Türktür" brifingleri düzenleyen, "Kürtleri Türk
olduklarına ikna etmeliyiz" diyen, kendisinde
ilericilik aranan ordudur.
Görülüyor ki, oligarşi "ayrı devlet kurmak
istemiyoruz" şeklinde verilen mesajlara, "barış"
çağrılarına hiç mi hiç itibar etmiyor. Baştan beri
Susurluk'un üzerini örtmek için elinden gelen
gayreti gösterdiği bir süreçte oligarşiden başka bir
yaklaşım beklemek de ham hayaldir zaten. MGK
Kürt halkının taleplerini boğmak için kuşatma
harekatı başlatmıştır. Kuşatma sadece Kürt halkının
talepleriyle sınırlı değildir. Tüm Türkiye halklarına,
devrimcilere, yurtseverlere yöneliktir. Adana,
ardından Fatih'teki infaz, son aylarda Cephelilere
yönelik yaygın gözaltı ve tutuklamalar, HADEP
üzerinde yoğunlaşan baskılar, Kürdistan'da
yoğunlaşan saldırılar kuşatmanın savaşan güçleri
öncelikli hedef olarak önüne koyduğunu
göstermektedir.
HADEP'in bu kuşatmayı yarabilmesi için önünde
tek yol vardır: Ayakta kalmak, Kürt halkının
taleplerinin onurlu bir savunucusu olmak istiyorsa
oligarşinin tüm baskılarına karşı icazet aramadan
direnmek zorundadır. Bundan başka aranacak her
yol teslimiyetle, tükenişle bitecek bir yoldur.
Bunun örnekleri çoktur. HADEP "parti açık
kalsın" kaygısıyla geçmişte düştüğü hatalara bir
daha düşmemelidir. Direnmek, boyun eğmeyi
reddetmek daha fazla bedel ödemeyi de birlikte
getirecektir. Ancak daha fazla bedelin karşılığı Kürt
halkının da Türk halkının da daha fazla desteğini
almak olacaktır.
9
KÜRDİSTAN
HADEP NE YAPACAK? NE YAPMALI?
HADEP'e yönelik saldırı Kürt ulusalcı çevrelerde,
egemen sınıfların bugünkü politikalarına biraz olsun
daha gerçekçi bakabilmelerini sağlamış görünüyor.
Ancak oligarşinin HADEP'e baskılarla işbirlikçi
Kürtlerin önünü açmaya çalıştığını tahlil ederken
bile, derin bir kafa karışıklığını yansıtıyorlar.
Böyle bir karışıklık, son derece doğaldır. Çünkü
daha dün TÜSİAD'ın politikalarına, ardından
MGK'nın politikalarına ilişkin tahlilleri hayat
tarafından açıkça yalanlanmıştır. Bugün MGK'ya
ilişkin tersi tahliller yapmaktadırlar. Ama tahlillerdeki
bu değişiklikler o kadar kısa aralıklarla yapılmaktadır
ki, kafaların karışmaması mümkün değildir.
MGK'nın 28 Şubat kararlarından ve de gizli
siyaset belgesinden sonra Kürt milliyetçi çevreleri ve
bir kısım reformist sol, MGK'nın Kürt meselesine
karşı yumuşadığı, hatta çözmek istediği, sola karşı
yumuşayacağı tespitleri yapmış ve hatta kimileri
hızını alamayarak o süreçte tutuklu bulunan bazı
HADEP'lilerin serbest bırakılmasını bile bu
politikaya bağlamıştı. Ondan sonra bu yöndeki
teorilerin, tahlillerin ardı arkası kesilmemişti.
MGK'nın o güne kadar sola haksızlık yaptığını tespit
ettiğinden, askerin Kürt sorununu çözmek istediği,
ama sivillerin bunu yapacak çapta olmadığı gibi
"orijinal" teoriler birbiri peşi sıra gazete, dergi
sayfalarını doldurdu.
Şimdi ise bu söylediklerini unutmuş,
HADEP'lilerin tutuklanması, "oligarşinin Irak'ta Kürt
federasyonuna karşı çıktığı anlamına geliyor" gibi
anlamsız "tespit'ler yapıyorlar. Türkiye oligarşisi
buna karşı olduğunu hiç saklamadı ki. Tam tersine, şu
anda yaşanmakta olan sürecin başlangıcında
ABD'nin Irak'a saldırısına destek verip vermemekteki
ikircikli tavrın nedeni ABD'nin Irak'ta "Kürt devleti"
kuracağı endişesiydi ve özellikle de Ecevit nezdinde
dile getirilen bu endişe ABD, İngiltere gibi
emperyalistler tarafından böyle bir şey olmayacağına
dair güvence verilerek giderildi. Ve şimdi Türkiye
'91'deki körfez krizinde olduğu gibi ABD'nin
yanındadır.
Türkiye oligarşisi ABD ile birliktedir. Bunun
tartışması bitmiştir artık. Oligarşi bu birlikteliğe
dayanarak Kuzey Irak'ta bir tampon bölge
oluşturmaya çoktan girişmiştir bile. Bu da Kürt
sorununda oligarşinin, MGK'nın politikasında bir
değişiklik olmadığını, daha kısa süre önce, bir
cümleden, birkaç kişinin bırakılmasından hareketle
yapılan tespitlerin ne kadar sübjektif olduğunu
göstermeye yeter.
Güncel politika adına, taktik adına her gün bir şey
söylemek, dün söylediğini unutmak devrimci
politika olamaz. Devrimcilerin ciddi ve temel
görüşleri, süreçlere ilişkin tespitleri, taktikleri her gün
değişemez. Kürt milliyetçilerinin günü birlik
söylediklerine, yazdıklarına bakacak olursak,
oligarşi, MGK, bir hafta Kürt sorununun
çözümünden yana, öbür hafta vazgeçiyor, bir kaç
hafta "çözüm"cüler inisiyatifi ele geçiriyor, öbür
haftalarda "özel savaş kliği"... Elbette böyle bir şey
yoktur. Bunlar, egemen sınıflar arası ilişki ve
çelişkileri doğru çözümleyemeyip yapılan
yakıştırmalardan ibarettir.
KURTULUŞ
HADEP'e saldırı da farklı bir
politikanın "köklü" bir şekilde
değiştiğinin işareti, ifadesi değildir.
Oligarşi, HADEP'e 28 Şubat kararlarının
devamı, mantıki sonucu olarak
saldırmaktadır. Refahtan sonra
devrimcilere, özellikle de hareketimize
ve HADEP'e yoğun saldırılar
başlatmışlardır. MGK, HADEP'i kitleden
soyutlamak, sindirmek ve giderek bütün
düzen karşıtı güçleri sindirip arenada
burjuva partileri ve burjuva partilerinden özde farklı
olmayan bir iki reformist grubu yaşatmak istiyor...
Bu reformistler ise demokrasicilik oyunu için,
düzenin vitrini için gereklidir. Bunun dışındaki herkes
şu veya bu ölçüde MGK'nın hedefidir.
HADEP ve Kürt milliyetçi çevreleri ne devlet, ne
de MGK gerçeğini henüz anlayamadıklarından ham
hayaller peşindedirler. HADEP'in devrimcilerden
sürekli kaçması, ÖDP'nin yanı başından ayrılmaması
da onu kurtaramamıştır. Faşizm kime nasıl
yaklaşacağını iyi bilmektedir.
MGK'ya, orduya olmadık roller atfettikten sonra
bugün farklı bir uç noktaya savrulunmakta ve derin
tehlikelerden söz edilmektedir. Bu derin tehlikeler
yeni değildir. Dün de bugün de Kürt ulusal hareketini
zor yoluyla bitirmek, ardı sıra kısmi kültürel haklar
ve yerel yönetimlerle sorunu çözmek gündemdeydi.
Bunun için de onların deyimiyle "önce terörün
bitirilmesi" gerekir. Bu çerçevedeki baskılar ve
propagandalar sonucunda gerekli iç ve dış kamuoyu
oluşturulduğunda bu tür uygulamalar da
yapacaklardır. Ama bu politikada gerçekte söz
konusu olan bir Kürt sorunu açısından, Kürt halkı
açısından bir "çözüm" değildir.
MGK açısından sorun Kürt meselesini çözmek
değil, oligarşinin istikrarını yeniden sağlamak ve
iktidarı sağlamlaştırmaktır.
MGK bugün her türlü yöntemle bu sonuca
ulaşmak istiyor. Mesele bu kadar basit ve açıktır.
Ama, her hükümete, her MGK toplantısına ve
neredeyse her MGK açıklamasına, burjuva
politikacıların demeçlerine büyük misyonlar
biçenler ve buna büyük politikalar diyenler
yanıldıklarını tekrar ve tekrar göreceklerdir.
Tüm bunlardan bir sonuç çıkarmak
gerekmektedir. HADEP, eğer ki mevcut durumda
MGK'nın tasfiyesine direnmek istiyorsa, reformist
çalışma tarzından vazgeçmelidir. ÖDP'nin koltuk
değneği olmaktan vazgeçmelidir. Faşizme karşı
direnmenin başka biçimleri de olduğunu, sadece
yasal sınırlar içerisinde mücadele edilemeyeceğini,
Kürt halkının direnişinin yasalara
sığdırılmayacağım bilmelidir. Bütün alanlar,
sokaklar, binalar, her yer direniş alanıdır. HADEP
merkez yöneticileri sessiz sedasız polis merkezine
gitmek zorunda değillerdir.
Kürt halkı öyle temsil edilemez. Direniş örnekleri
yaratmalıdırlar. Bu, Kürt milliyetçilerinin
demokratik alanda hatta parlamenter mücadelede
nasıl var olunacağına ilişkin eski bir sorunudur.
HADEP tarihini bu yanıyla tümden sorgulamalıdır.
HADEP, ben partiyim, ben yasalara bağlı bir
partiyim, ancak partilerle ittifak yaparım gibi
reformist, icazetli düşüncelerden vazgeçip
devrimcilerle birlikte olmalıdır. Direniş oradadır,
aksi halde reformist yasalcı tarzını sürdürecektir ve
bu tarzla da MGK'nın baskılarına karşı gerektiği gibi
direnilemez.
Devrimci bir hattan yürünecekse, ittifaklar,
demokratikte çalışma tarzı, eylem tarzı her şey buna
göre ele alınıp biçimlendirilecektir. Yok hayır, dünkü
tarzda ısrar edilecekse, hala egemen sınıflardan
beklentilerle zaman kaybedilecekse, mevcut
koşullara, baskılara şu veya bu biçimde teslim
olunacak demektir. Bu Kürt halkına da zaman ve
enerji kaybettirmekten başka bir şey değildir.
KURTULUŞ
10
REFORMİZM
21 Şubat 1998
MGK Solculuğunun Anti-Emperyalizmi:
"Ne Sam, Ne Saddam"
Elbette Saddam bir diktatör
olarak başta Kürt halkı olmak
üzere halkların kanını
dökmüştür. Ancak bugün ÖDP
gibilerinin sorunu burjuvazinin
"Saddamcı" etiketinden
kurtulmak isterken
emperyalizmin kucağına
düşmektir. Bu, emperyalizmin
ideolojik etki alanına girmektir.
İşte ÖDP'nin durumu tam da
budur. Ama bu bilerek ve
isteyerek yapılan bir tercihtir.
Dün "Ne Refah-Yol, Ne Hazır
Ol" diyerek MGK politikalarına
güç veren ÖDP, bugün de "Ne
Sam, Ne Saddam" diyerek
emperyalist saldırganlığı
meşrulaştırmaktadır. MGK
solculuğunun "antiemperyalizmi" böyle oluyor.
"Siyasi tarihleri boyunca öz güçlerine güvenmemiş, revizyonist ve oportünist komünist partilerin kucağında
büyümüş bu sollar, bir kez daha emperyalizmin tüm vahşetiyle Irak Halkını katletme ve Irak'ı yerle bir etme
saldırısına karşı açık ve net, ideolojik,
pratik tavır almayarak, emperyalist
saldırıya ortak olmuş ve suç ortaklığı
yapmışlardır. 'İT DALAŞI', 'SADDAM
KÖTÜ, EMPERYALİSTLER SALDIRGAN' şeklindeki bir değerlendirme ile
emperyalizme tavır almamak, tam da
emperyalizmin istediği bir tavırdır.
Böylece emperyalizm kendisine yönelmesi gereken güçleri etkisizleştirmiş,
saf dışı etmişti. Tarafsız bir konuma itmişti. Emperyalizme karşı mücadelede
tarafsızlık olmaz. Bu tavır, emperyalizmi cüretlendiren, halkların mücadelesini zayıflatan bir tavırdı." (Dursun
Karataş, Kongre Raporu)
1991 Körfez Savaşı sırasındaki solun tutumunu ortaya koyan bu alıntıdaki yaklaşım, bugün yine karşımızdadır. '91 'de emperyalizmin Ortadoğu
halklarına yönelik saldırganlığı karşısında "İt Dalaşı" diyerek tavırsız ve tarafsız kalmayı seçenlerin bir kısmı bugün de benzer tavırlarını sürdürmektedirler.
Bunların başında da ÖDP gelmektedir.
ÖDP'liler geçtiğimiz hafta Ankara'dan Adana'ya bir yürüyüş yaptılar.
Bu yürüyüş "Ne Sam, Ne Saddam" adını
taşıyordu.
Peki, "ABD'ye karşı" gibi görünen
bu yürüyüşün adı neden böyle konulmuştu?
Bugün, ABD Emperyalizmi savaş
makinasını Ortadoğu'ya yığmış ve Or-
tadoğu halklarına gözdağı vererek sindirmeye çalışmaktadır. Ortadoğu'da
emperyalizmin sergilediği bu güç gösterisi aslında tüm dünya halklarına yöneliktir. Emperyalizmin mesajı kısa ve
nettir: "Çıkarlarıma karşı çıkan her kim
olursa olsun katlederim, ezerim" demektedir.
Bu durum karşısında kendine sol,
sosyalist vb. diyenlerin politikası ne olmalıdır? Bu sorunun cevabı da kısa ve
nettir aslında. Muğlaklığa, hedef bulanıklaştırmaya, tarafsızlığa izin vermeyen kararlı bir anti-emperyalizm...
Evet, sol olmanın ölçütü de budur.
O halde sol olmanın bu ölçütüne
göre ÖDP'nin "Ne Sam, Ne Saddanfcı
anti-emperyalizmini nereye koyacağız?
Öncelikle bu tavıra yön veren antiemperyalizm değildir. Nasıl ki, düzenin
has adamı Bülent Ecevit'in sözde ABD
karşıtı tavırları anti-emperyalizm değilse, ÖDP'nin bu tavrının da emperyalizme karşı olmakla bir ilgisi yoktur.
Bülent Ecevit'in bile ABD'nin saldırı
hazırlığına sözde karşı çıktığı günümüzde ÖDP'ye sessiz kalmak yakışmazdı(!) Ama ne yapacaklardı? Şöyle
ya da böyle bir tavır almasalar olmazdı.
Hem o zaman sol olduklarını halka nasıl anlatırlardı. Ancak emperyalizmin
ve oligarşinin icazetinde politika yaptıkları için emperyalizme cepheden
karşı çıkmaları da düşünülemezdi. Ayrıca emperyalizme karşı kararlı bir tavır
alış bedel ödemeyi göze almayı gerektirirdi. Bedel kelimesi bile başlı başına
ÖDP'liler için bir kabustu. Bu durumda
MGK solculuğunun sloganını üretmekte
gecikmediler: "Ne Sam, Ne Saddam."
Bu sloganla, "Ne Sam" diyecek kadarlık anti-emperyalistliklerini hemen
ardından "Ne Saddam" diyerek dengelemeye çalışmışlardır.
Çünkü, ola ki yanlış anlaşılır ve
Sam Amcaları ÖDP'nin kulağının
çekilmesi kararını verebilirdi. Korkuları
budur. Bu öyle bir korkudur ki, böyle
"önemli ve ciddi" bir eylemin
tanımlanmasında
tüm
savaş
makinasıyla Ortadoğu'da terör estiren
ABD emperyalizmine, "SAM AMCA" diyecek kadar ÖDP'lileri yumuşatmıştır.
"Ne Sam, Ne Saddam"cı ÖDP,
Emperyalist Saldırganlığı Görmezden Geliyor; MGK solculuğu
nun temel karakteri "düzen içi" olmaktır. Bir diğer ifadeyle emperyalizmin ve
oligarşinin icazetinde bir solculuktur
bu. Hal böyle olunca emperyalizme
söylem olarak dahi karşı çıkmak, teşhir
etmek ve kitlelere hedef göstermek
mümkün değildir. Bu yanıyla MGK solculuğu emperyalizmi ve emperyalist
saldırganlığı meşru görür. Onların diliyle yazarsak "bu bir realitedir", yani
emperyalizm güçlüdür, ona karşı çıkmanın anlamı yoktur. Bu teslimiyetçi
düşüncenin sahipleri, ÖDP ve benzeri
yasalcı reformistlerdir. Ve tümü birden
MGK solcusudur.
ÖDP, "Ne Sam, Ne Saddam" demek
için parti meclisini toplamış ve oy çokluğuyla bu kararı almışlardır. Bu kararın akabinde ÖDP'liler ABD emperyalizmini "teşhir" amaçlı propagandalara
hız vermişlerdir. Nasıl mı?
"Ortadoğu macerası, gönül macerasına benzemez" diyerek Sam Amcalarını kendilerince teşhir etmeye başlamışlardır. Kuşkusuz bunda şaşıracak
bir yan yoktur. Kendilerine "Aşkın Partisi" diyenler, emperyalizmi de ancak
böyle teşhir edebilirlerdi.
Peki tüm bunların anlamı nedir?
Açıktır ki, emperyalist saldırganlık görmezden gelinerek meşru kabul edilmektedir. Bu yasalcı reformistlerin
onur, ahlak ve vicdanları kalmamıştır.
Sol adına hiçbir değeri savunacak cüretleri ve ahlakları yoktur. "Ortadoğu
macerası gönül macerasına benzemez"
derken bir yandan emperyalist saldırganlığı görmezden geliyorlar, bir yandan da adeta katledilecek olan Irak
Halkıyla alay ediyorlar. İşte MGK solculuğu böyle bir alçalmanın adıdır.
"Saddamcı"lık Yerine Sam
Amcanın Uslu Çocuğu Olmak;
ÖDP'nin başlattığı "Ne Sam, Ne Saddam" cı yürüyüş en nihayetinde Adana'da noktalandı. Burada yapılan mitingde işlenen ana tema "Üslerin bir oldu-bittiyle kullanılmasına karşı çıkmak" oldu.
Bilindiği gibi ABD, kimi zaman çeşitli düzen partilerinin itirazlarına rağmen her daim İncirlik Üssü'nü bölge
halklarına yönelik saldırı amaçlı kullanmıştır. Bugün "İncirlik Üssü bir oldu-bittiyle kullanılmasın" demek Deniz Baykal, Bülent Ecevit gibilerinin demagojik söylemleridir. Deniz Baykal,
Bülent Ecevit biliniyor. Onlara ittifak
gözüyle bakan ÖDP'ye sormak gerekiyor. Peki, bir oldu bittiyle kullanılmasın
da, nasıl kullanılsın? Örneğin vatan hainlerinin oluşturduğu ve sizin de koltuklarında oturmayı düşlediğiniz meclis kanalıyla mı kullanılsın?
Kısaca sorun, yasak savma anlamında "ABD İncirlik'i bir oldu bittiyle
kullanmasın" demek değildir. Esas olan
tutarlı bir anti-emperyalizmdir. Antiemperyalizm ise emperyalist savaşa ve
emperyalizmin bölgedeki ve ülkemizdeki egemenliğine karşı savaşmaktan
geçiyor. Kuşkusuz eski-tüfek ÖDP'liler
de bunu bilirler. Ama bu söylem bile
bedel ödemeyi gerektirdiğinden "ne şiş
yansın ne kebap" mantığıyla "Ne Sam,
Ne Saddam" diyerek emperyalist saldırganlığa soldan destek olmaktadırlar.
Kuşkusuz uyanık ÖDP'liler "Ne
Sam, Ne Saddam" diyerek burjuva
medyanın emperyalist savaşa karşı çıkan herkese taktığı "Saddamcı" demagojisinden de kurtulmuş oluyorlar. Oy-
sa sorun, "Saddameı" olup olmama sorunu değildir. '91'deki emperyalist savaş sırasında da oligarşi ve emperyalizmle birlikte çeşitli sol kesimler devrimcilere "Saddameı" demagojisiyle
saldırmışlardı. Oysa sorun emperyalizmin bölgedeki hedeflerinin karşısına
çıkmak ve emperyalist saldırganlığa
karşı kararlı bir tavır almaktır. İşte bu
noktada tarafsızlık olmaz. Kendine
"devrimciyim, solum, sosyalistim" diyenlerin tarafı Ortadoğu halklarının yanıdır. Bu gerçekliğe rağmen "Ne Sam,
Ne Saddam" gibi demagojilerle halkı
kandırmaya çalışanların safı kaçınılmaz olarak emperyalizmin saflarıdır.
Elbette Saddam bir diktatör olarak,
başta Kürt Halkı olmak üzere halkların
kanını dökmüştür. Ancak bugün ÖDP
gibilerinin sorunu burjuvazinin "Saddameı" etiketinden kurtulmak isterken
emperyalizmin kucağına düşmektir.
Bu, emperyalizmin ideolojik etki alanına girmektir. İşte ÖDP'nin durumu
tam da budur. Ama bu bilerek ve isteyerek yapılan bir tercihtir.
Dün "Ne Refah-Yol, Ne Hazır Ol" diyerek MGK politikalarına güç veren
ÖDP, bugün de "Ne Sam, Ne Saddam"
diyerek emperyalist saldırganlığı meşrulaştırmaktadır. MGK solculuğunun
"anti-emperyalizmi" böyle oluyor.
Oysa "bu emperyalist vahşete ve zulme tavır almak için, Marksist-Leninist,
sosyalist olmak da gerekmiyordu. Namuslu olmak, emperyalizme karşı olmak, halkların dostu olmak yeterliydi."
İşte ÖDP'de ve ÖDP'nin politikalarını
belirleyen yılgınlarda, yorgunlarda olmayan erdemler de bunlardır.*
Kocaeli'den
ABD'yi
Protesto
ABD emperyalizminin Irak
özgülünde tüm Ortadoğu halklarına
yönelik saldırı çabaları, gazetemizin
Kocaeli temsilciliği tarafından 17
Şubat günü yazılı bir basın
açııklaması yapılarak protesto edildi.
Yapılan açııklamada ABD'nin
1991'deki saldırısında başarısızlığa
uğradığı, tüm zulmüne karşın
Ortadoğu'da tam hakimiyetini
kuramadığı vurgulandı. Bugün de
aynı amaçla çeşitli bahanelerle
saldırıya hazırlandığı belirtilerek,
emperyalizmin saldırıyla halkların
kurtuluş mücadelesinin önüne
geçemeyeceği söylenerek "ABD'nin
emperyalist çıkarları uğruna Irak
halkına saldırı girişimini kınıyor ve
Irak halkının ABD emperyalizmine
karşı direnişini destekliyoruz"
denildi.
DİRENİŞ
21 Şubat 1998
KURTULUŞ, NAMUSSUZLARA
KARŞI SAVUNULAN VATANDIR
Saldırdılar yine. Halkın onurlu
sesi gazetemize saldırdılar. 22
arkadaşımızı işkencehaneye taşıdılar.
Şu anda işkencede arkadaşlarımız,
direniyorlar, zulme karşı direniyorlar,
uyuşturucu taciri, namussuz leş kargalarına karşı direniyorlar.
Tarih 17 Şubat'ı gösteriyordu. Mehmet'imizi katledeli daha 20 gün olmuştu.
Acımız tazeydi, ancak öfkemiz, kinimiz de
o derece büyüktü. Üç gün önce basın
açıklaması yapan arkadaşlarımıza Kadıköy'de saldırmışlardı ve arkadaşlarımız
işkence merkezindeydiler. Yine bir gün
önce basın açıklamasına giden arkadaşlarımıza daha açıklama yerine varmadan
saldırıp gözaltına almışlar, analarımızı da
alçakça tartaklamalardı. O gün meydan
okumuştuk çete artıklarına, "Yıldıramazsınız yarin yine açıklama yapacağız, göstereceğiz halkımızın bki nasıl sahiplendiğini onlara" demiştik. Saat 13.3ö'da açıklamamızı yapmıştık yüzlerle. Çevikleri, sivili, resmisiyle gelmişler ancak cesaret edememişlerdi "müdahele" etmeye. Açıklama sonrası bir süre daha beklemişler,
özellikle orada bekleyen basın emekçilerine "Siz dağdın biz de gidelim" dedikten
sonra kısa süreli çekilmişlerdi. Ama ne zaman sözlerini tutmuşlardı ki katil sürüleri, tabii ki bu sözlerini de tutmadılar.
Saat 15.30'u bulurken dayandılar bü-
“14 OCAK 98 KADIKÖY İSKELE MEYDANI"
"Susurluk Devleti Katletmekle
Bizleri Susturamayacak"
Adana temsilcimiz Mehmet Topaloğlu'nun katledilmesiyle birlikte gazetemiz
üzerindeki baskıları protesto etmek amacıyla 14 Şubat Cumartesi günü Kadıköy
İskelesi önünde yaptığımız basın açıklamasında yine saldırı oldu. Saat 15.00'da
başlayan basın açıklamasında "Evde ya-
pılan
incelemelerde
bütün kurşun izleri
gösteriyordu ki atışlar
içeri girdikten sonra
yapılmıştı. Kapı hiç
kırılmadan açılmış ve
bütün
kilitler
sağlamdı...
Temsilcimiz Mehmet
Topaloğlu ve DHKC
savaşçıları Bülent Dil
ve Besat Ayyıldız'ın
üzerinde yapılan incelemelerde işkence
izlerine
rastlandı."
"Halkın onurlu sesini katletmekle susturamayacaklar" denildi. Açıklamaların ardından "Kavganın Onurlu Sesi Susturulamaz." "Halkız Haklıyız Kazanacağız" sloganları atıldı. Daha sonra sivil ve resmi
polisler açıklamayı yapan muhabirlerimize ve
okuyucularımıza saldırdılar. Birinci
romuzun kapısına. Ellerine aldıkları "işkence izni" ile. Devlet Güvenlik Mahkemesi adındaki kontrgerilla onay merkezinden aldıkları belgeyi göstererek girmek
istiyorlardı. Ancak biz biliyorduk onların
ne amaçla geldiğini, ne istediklerini!...
"Aranan var kimlik kontrolü yapacağız"
şeklindeki beyanları sahtekarlığın örtüsü
olabilirdi ancak. Hatta bu konuda "namus" sözü veriyorlardı. Hemen barikatlarımızı kurarak direnişe geçtik işkencecilere
karşı. Öyle ellerini kollarını sallayarak
giremeyeceklerdi, giremezlerdi de. Daha
önce olduğu gibi irademiz karşısında diz
çökeceklerdi, bizim isteğimiz doğrultusunda hareket edeceklerdi. Acizlik içinde
saldırıda muhabirimiz Nebahat Arslan ve
Bektaş Özden, okurlarımızdan 3 kişi yerlerde sürüklenerek gözaltına alındılar.
Daha sonra arkadaşlarını orada bırakmayacaklarını göstermek için pankart açan
çalışanlarımız "Kahrolsun Faşizm Yaşasın
Mücadelemiz" sloganını atarak "Halk İçin
Kurtuluş Gazetesi" pankartını açtılar.
Polisler tekrar saldırıya geçerek tek tek
kopardıkları insanları gözaltına aldılar.
Pervesızlığını sürdüren polis muhabirimizin görevini yapmasını engellemek
için üzerdine saldırdı ve kamerasını kırdı.
Basın emekçilerine de saldırmaktan geri
durmayan polisler muhabirimizin halk
tarafından sahiplenmesi üzerine gözaltına
alamadılar.
Okurlarımızın ve muhabirlerimizin
gözaltına alınmasından sonra polis saldırılarına devam etti. Kadıköy'de bulunan
Bülent Aydınel Dershanesi'ne girerek
kantinde bulunan öğrencileri gözaltına
aldı. Özlem Fidan ve iki demokrat öğrenciyide gözaltına aldılar.
Gözaltına alınan muhabirlerimizden
Nebahat Arslan ve Bekta'ş Özden 18 Şubat
günü saat 17.00'da çıkarıldıkları mahkemede serbest bırakılırken okurlarımızdan
5 kişi ise tutuklandı.
11
KURTULUŞ
yemin billah pazarlığa giriştiler. Barikatın
arkasından şartlarımızı belirtirken bir
yandan da kamuoyunu bilgilendiriyor,
destek çağrılarında bulunuyorduk. Pencerelerden "Devrimci Gazetecileri Katlederek Tüketemezsiniz KURTULUŞ Susturulamaz" pankartımızı asmış, ellerinde
"Devrim Şehitleri Ölümsüzdür", "Gözaltındaki Arkadaşlarımız Serbest Bırakılsın",
"KURTULUŞ Halkındır Susturulamaz",
"Devrimci Basın Susturulamaz" dövizleriyle, zafer işaretleri ile arkadaşlarımız direnişi ilan ediyorlardı, basına; destek için
gelen halkımıza, okurlarımıza. "Devrimci
Basın Susturulamaz" sloganları daha da
acizleştiriyor katil sürülerini. Bir de üniversiteli, liseli, işçisi, memuru, sanatçısı,
kondulusu, halk meclisleriyle yaklaşık 100
kişi ellerinde "Onurun Sesi" gazetemizle
gelmişlerdi, Kurtuluş emekçilerinin yanlarında olduklarını göstermek için. Sloganlardaki sesler birleşiyordu, yüreklerimizle beraber. Bir tarih daha yazılıyordu
kavgamızın şehri istanbul'un, Cağaloğlu'sunda. Devrimci basın, militan gazetecilik cephesinden. O sırada avukatlarımız
geldi, Halkın Hukuk Bürosundan Behiç
Aşçı ve ÇHD'li Gülizar Tuncer.
Pazarlık, Saldırı ve Direniş
Coşkumuz, marşlarımızla, sloganlarımızla en üst boyuttaydı. Bizim coşkumuz
yükselirken, küçülüyordu karanlığın bekçileri. Acizleştikçe verdikleri sözler daha
da artıyor, avukatlarımıza yalvarıyorlardı
adeta. Avukatlarımızın da araya girmesini
le sadece kimlik kontrolü yapmak için güvenlik şubeden üç polisin avukatlarımızla
birlikte içeri gireceği konusunda anlaşılarak barikat kaldırıldı.
Ancak kapının açılmasıyla leş
kargaları gibi içeri doldu katil sürüleri.
Önce kimlik kontrolü ile arama yapmaya
başlarken, bir süre sonra "GBT tesbiti için
içeride bulunan herkesi güvenlik şubeye
götüreceklerini" söylediler. Biraz önce
yalvaran papazlar gitmiş, gerçek cellat
yüzüyle karşımızdaydılar.
Onların sözlerini de, ikiyüzlülüklerini
de biliyorduk, onca insanın önünde
verdikleri namus sözlerini bir anda
gözardı ederek kişiliklerini ortaya
koyuyorlardı.
Gözaltına
almak
istiyorlardı.
Tabii ki onlara boyun eğemezdik.
Hiçbir şekilde gidilmeyeceği vurgulandı.
Bunun üzerine saldıran faşist güruha
karşı önce kenetlenilerek sloganlarla
direnildi.
Bu sırada Ufuk Doğubay, Banu
Güdenoğlu, Zehra Kutay, Ceyhun Sertel,
Bülent Tegün.Vahap Kaya, Barış Bayer,
Yaşar Bilibay ve Kıymet Kılıç isimli
çalışan ve misafirlerimiz diğer arkadşlarımızdan koparılıp vahşice dövülerek gözaltına alındılar.
Kan revan içinde arkadaşlarımız
arabaya götürülürken, Zehra Kutay adlı
çalışanımız merdivenden aşağı atılarak
katledilmeye çalışıldı. Arkadaşlarımızın
bir bir gözaltına alınması üzerine bu
çapulcu sürülerine karşı saldırıya geçerek
arkadaşlarımıza kalkan ellerini kırmak
için harekete geçtik. Ellerimizde hiç bir
şey olmamasına rağmen bi-
KURTULUŞ
12
linçimiz ve inancımızla gerçekleştirdiğimiz müdahale sonucunda adeta birbirini
ezerek arkalarına bakmadan it sürüsü gibi
kaçtılar. Odanın dışına kaçtılar. Biz bu katil sürülerini Ümraniye'de de, Buca'da da
böyle püskürtmüştük. Katil sürülerini
püskürttükten sonra büronun girişindeki
bekleme salonuna barikat kurularak yeniden direnişe geçildi.
Aynı esnada dışarıda da hareketlilik yaşanıyordu. Destek için gelen okurlarımız,
arkadaşlarımızın kan revan içinde arabalara bindirilmesi üzerine faşist sürülerine
karşı öfkelerini dile getirdiler ve bir çatışma başladı. Onlara da saldıran polis buradan da Saffet Ercan, Aydın Aktaş, Mahir
Öncü Arslan, Yusuf Arıcı, Çayan Güner,
Muzaffer Aslan, Nebiha Aracı, Ebru Türkoğlu, Tülin Soyhan, Nurhan Yılmaz ve
Fevziye Kaya tartaklanarak gözaltına
alındı. Orada bulunan yaklaşık 100 kişi de
dağıtılırken, ikiye ayrılan gruptan yukarı
Sultanahmet tarafına çıkanlar taşlarla saldırıya geçerek, işkencecileri püskürttüler.
Bu defa kendilerini korumak telaşıyla kalkanlarının altına siniyorlardı. Bu sırada
robocop denilen güruhun da geldiği gözlendi. Yine bu saldırıda Cumhuriyet ve
Milliyet muhabirleri de yaralandı. Tabii
bu arada polislerin de birçoğu yaralandı.
Direniş yeni bir boyut kazandı. Coşku
ve öfke daha dâ yükselmişti. Marşlar ve
sloganlar daha yüksek atılıyordu şimdi.
Sokak basın dahil boşaltılmıştı, çeviki,
Robocopu, sivili, resmisi tümüyle polisle
doluydu. Başlarında Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Arpacı ve Terörle Mücadeleden Sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı Atilla Çınar'ın bulunduğu katiller
bekliyordu. Saat 16.30 civarında ise Halkın Hukuk Bürosundan Metin Narin,
ÇHD İstanbul Şube Başkanı Murat Çelik
ile Several Demir, Oğuz Demir, Metin Fi-
DİRENİŞ
17 Şubat MERKEZ BÜRO ÖNÜ
Kontrgerilla devletinin halka, özelde de gazetemize yönelik
saldırıları, Adana temsilcimiz Mehmet Topa-loğlu'nun
katledilmesi sonrasındaki tepkilere çetelerin saldırıları, en son
olarakta 14 Şubat Cumartesi günü Kadıköy İskele
Meydanı'ndaki basın açıklamasına yapılan saldırı sonrasında
ikisi büro çalışanı beş kişinin, daha sonra da 16 Şubat günü
açıklama yapmaya giden beşi gazetemiz muhabiri 11 kişinin
gözaltına alınmasını protesto etmek için bir basın açıklaması
yapıldı. 17 Şubat Salı günü Cağaloğlu'nda bulunan merkez
büronun önünde saat 13.30'da gazetemiz çalışanları, TAYAD'lı
aileler, İYÖ-DER'li ve DLMK'lı öğrenciler, Halk Meclisi
üyeleriyle gazetemiz okurlarından oluşan yaklaşık 150 kişi
biraraya geldi. Ellerinde Mehmet Topa-loğlu ve irfan Ağdaş'ın
resimleri, "Devrimci Basın Susturula-maz", "Halkın Onurlu
Sesi Kurtuluş Susturulamaz" vb. dövizlerle, "Devrimci
Gazetecileri
Katlederek
Tüketemezsiniz
KURTULUŞ
Susturulamaz" yazılı pankart açıldı. Yapılan açıklamadan
lorinalı, Muhittin Köylüoğlu, Muharrem
Çöpür ve Nurhayat İşyapan'dan oluşan
avukatlar grubu gelmişti.
Yeni bir pazarlık ve irade savaşı başlamıştı. Barikatın bir yanında I. Şahinlerin,
M. Ağarların, Menzirlerin çömezleri,
uyuşturucu taciri, daha birkaç dakika önce namus sözlerini hiç tereddütsüz yutan
eli kanlı katiller, pisliğin bekçileri
vardı. Diğer tarafta ise topu topu
20 metrekarelik bir alanda ise 14
devrimci, 14 direnişçi vardı.
Ancak bu 20 metrekarede sadece
14 kişi yoktu, öncelikle Mehmet
de vardı Çukurova'nın en ücra
köşelerine sesimizi ulaştırmaya
çalışan militan kişiliğiyle, irfan
vardı "Halkın Sesi KURTULUŞ
Yazıyoor." diyen gür ve coşkulu
sesiyle, Rıfat vardı Sivas'ın
şahanlar diyarının coşkusuyla,
yüzler,
binler,
onbinler,
milyonlarca ezilen sömürülen halk vardı.
Zulme karşı başkaldırının tarihi vardı. O
20 metrekare özgür vatan toprağıydı artık
zulmün karşısında savunulan. Barikat
süresince Genel Yayın Yönetmenimiz, istanbul'a yayın yapan Çevre Radyo ile canlı
te lefon bağlantısına girerek direnişin
coşkusunu ve sesini tüm İstanbul'a ulaştırdı.
Acizleşen halk düşmanları bir yandan
yeni "namus-şeref" sözleriyle uzlaşmaya
çalışırken, diğer yandan da gaz bombaları
hazırlıyorlardı. İçeriden "Bedel öderken
Kadıköy İskele
Me ydanı'n da,
Adana'da katledipaloğlu için 14
Şubat Cumartesi
günü yapılan basın açıklamasına
polis saldırdı ve
zinde aralarında bulunduğu yedi arkadaşımız gözaltına alındı. Bu saldırıyı
protesto etmek için 16 Şubat Pazartesi günü Gazeteciler Cemiyeti önünde yapılan
basın açıklamasına gazetemiz çalışanları, TAYAD'lı Aileler ve gazetemiz okurları
katıldılar. Polis daha basın açıklaması okunmadan ve hiç bir uyarıda bulunmadan
saldırarak 11 arkadaşımızı gözaltına aldı. Sekiz saat gözaltında kalan arkadaşlarımız
çıkartıldıkları Sultanahmet Adliyesi'nde mahkemeye sevk edilerek serbest
bırakılmışlardır.
21 Şubat 1998
sonra ise sokak ortasında gazetemizi satarken katledilen irfan Ağdaş'ın yengesi
Şükran Ağdaş bir konuşma yaptı. Şükran
Ağdaş konuşmasında polislere hitaben
"Irfan'ımın katilleri
belki de aranızda,
onun ciğerini söküp
alacağım ve onun da
anası ağlayacak, hepiniz hesap vereceksiniz!" diyerek katillerden hesap sordu.
Daha sonra "Anaların Öfkesi Katilleri Boğacak", "Halkın Onurlu
Sesi Kurtuluş Susturulamaz", "Baskılar Bizleri Yıldıramaz", "Halkız Haklıyız Kazanacağız" sloganları atıldıktan sonra alkışlarla
açıklama sona erdi.
bedel de ödeteceğiz" kararlılığı onları daha da titretiyordu, amirleri konuşurken
titriyordu artık. Orada bulunan 10'un
üzerindeki avukatın yanında tekrar tekrar
verilen şeref sözüyle sadece güvenlik şubesinde kimlik kontrolü yapılacağının
belirtilmesi, çeşitli garantilerin de verilmesi üzerine barikat saat 21.00 civarında
kaldırıldı. Ve büroda bulunan Hamdi Kayısı, Aynur Cihan Alak, Sevda Göktaş, Tunay Akan, Şengül Akkurt, Aynur Korucu,
Yüksel Doğan, Mustafa Balcı, Şahin Erdoğan, Laser Fidan, Fethi Dolu, Mahmut Kı-
nu ailelerin oluşturduğu 50-60 civarında
insan destek için büroya gelmiş ancak polis tarafından içeri alınmamıştır.
lılı, Ömer Tuncer ve Ecevit Ulavur gözaltına alınarak güvenlik şubesine götürüldüler.
Polisler ise avukatlarla birlikte arama
adı altında adeta talana başladılar. Zaten
direniş esnasında diğer odalar talan edilmiş, şehit resimleri acizliklerinin bir göstergesi olarak kırılmıştı. Telefon santrali,
telefon cihazları, fakslar, masalar, sandalyeler, güvenlik kamerası kırılırken, fotoğraf tab makinasına zarar verilmiş, bir bilgi
sayar hard diski, gazetenin arşivleri ve
birçok belge ve yazılı doküman götürülmüş, milyarlara varan zarar verilirken büro
tek kelimeyle savaş alanına çevrilmişti.
Saat 22.00 civarında avukatlarla birlikte
polisler büroyu terk etmişlerdir.
Bu arada arkadaşlarımız gözaltına
alındıktan kısa bir süre sonra çoğunluğu-
şubeye götürülürken, 18 Şubat günü destek için gelen ve oradan gözaltına alınan
11 kişi adliyeden serbest bırakıldı. Bürodan alınan 23 arkadaşımız ise Siyasi Şubenin işkencecilerine teslim edilerek işkence için ek süre alındı. 10'un üzerinde
avukatın yanında namus, şeref sözü verenlerin namussuzluğu, şerefsizliklerine
böylece birçok kimse de tanık oldu.
Kendi raporlarında dahi uyuşturucu,
kadın pazarlama işini yaptıkları her türlü
alçaklığın, çürümenin temsilcisi oldukları
bugün bir kez daha perçinlendi.
Bu çürümüşlüğün, halk düşmanlarının
saldırıları kendi bitişlerinin ilanıdır. Tüm
çalışanlarımız gözaltına alınsa da, bürolarımız yerle bir edilse de Kurtuluş'umuzun
sesini boğamayacaklar. Aksine, halklarımızla bağlarımız daha da güçlenecek sesimiz daha da gür çıkacak ve çıkıyor...
Namussuzluğun Şerefsizliğin
İkinci Kez Tasdik Ettirilmesi
Gözaltına alınan arkadaşlarımız gece
Haseki Hastanesine götürüldüler. Buraya
giden avukatlarımızın gözlemine göre
birçoğunun kolu, kafası, burnu kırılırken
özellikle Zehra Kutay'ın baygın ve şuurunun büyük oranda kapalı olduğu belirtilmişti. Daha sonra arkadaşlarımız tekrar
21 Şubat 1998
BİZ ANALARIMIZIN
GÖZYAŞLARIYIZ!
GÖZYAŞLARINDAN AKAN
ÖFKEYİZ,ACIYIZ,
HASRETİZ!
Kurtuluşumuzun sevdası düştü bir kez yüreğimize. Namussuzların, şerefsizlerin çizmesi altında ezilirken yurdumuz; onurumuzu ve ahlakımızı kuşanıp çıktık yola. Kızıldere'den, 12 Eylül
zindanlarından, Çiftehavuzlar'dan, Bağcılar'dan
günümüze dek şehitlerimizin dilinden dökülen
son sözler hep Kurtuluş oldu... Yola çıkarken el
ele, yan yana durduğumuz insanlarımızın son
sözleri oldu Kurtuluş. Kıskançlıkla koruyacağımız bir mirasın imzaları oldu bizim için bu sözler, bu isimler. Ölesiye sahiplendik onları; hep bir
adım ileriye taşımak için döktük terimizi. Bu İrfan'ımızm teriydi, kanıydı; Rıfat'ımızın, Ahmet'imizin, Senem'in, Muhammed'in, Mehmet'in emeği var bu terde, şehitlerimizin canı
var bu kanda.
Kıskançlıkla koruyoruz; çünkü emeği ve onuru yağmalananlara bir umuttur Kurtuluş. Bir dilim ekmeğe muhtaç edilmişlere, evleri başına yıkılmışlara, hastane kapılarında, emekli kuyruklarında düşenlere bir umuttur Kurtuluş. Koskoca
bir hayatın sayfalara akışı değildir sadece Kurtuluş; yepyeni bir hayatı yaratmak için harcanan
emektir. Namussuz, şerefsiz bir devlete karşı kıran kırana yürütülen bir savaşın adıdır. Baskılara, katliamlara karşı umudun soluğudur. Ev ev,
kapı kapı dolaşan özgür, eşit, yaşanası bir hayatın adıdır; Kanla yazılan tarihtir... Şehirde, dağda
gerillanın sesidir; grev yerindeki işçinin, pankartının ucuna sıkı sıkıya yapışmış düşmana teslim
etmeyen direnen bir öğrencinin direncidir, halkın sesidir, özlemidir Kurtuluş.
Analarımız şehit evlatlarının bayrağını vatan
diye kucaklayıp her öptüğünde, yanaklarına
akan gözyaşları oldu Kurtuluş. Dökülen her gözyaşında öfke vardır; hınç vardır, acı vardır, acılarla çelikleşen bedenlerimiz, irademiz vardır.
Tüm bu değerleri, değerlerimizi, geleneklerimizi bağrımızda toplayıp halkımızın, kavganın
onurlu sesi oldu Kurtuluş.
İşte bu yüzden hedef olduk kan emicilere,
halkın sırtına çöreklenmiş kenelere, sülüklere.
Kaç kez gelip dayandılar kapılarımıza, kaç kez
sürükleyerek götürdüler işkencehanelerine, kaç
kez dar ettik inlerini onlara. Yine geldiler, yine
dayandılar kapılarımıza. Yine kuduz bir köpek
gibi kudurgan ve vahşiydiler, yine korkudan tir
tir titriyorlardı ve yine yenileceklerdi. Yine dayanmışlardı kapılarımıza. Ve biz yine direndik.
Yine sürdük ön cepheye barikatlarımızı. Yine
türkülerimiz marşlarımız ve halklarımız vardı
yanıbaşımızda. Penceremizden sarkan pankartımızla selamladık halkımızı, kapımızın önünde
bizlerle beraber direnenleri selamladık. Birlikte
direndik düşmana. Barikatların ardında Buca'daydık, barikatların ardında Ümraniye'deydik;
barikatların ardında Mecit'e, Gültekin'e, Uğur'a,
Yusuf'a bir selam yolladık. Barikatların ardında
özgürdük.
Namusu ve şerefi olmayan bir düşmana karşı
savaşıyoruz. Bu devlete karşı barikat örmek, saldırmak, direnmek, vurmak herşeyiyle meşrudur.
Meşru hakkımızı kullanıyoruz ve direniyoruz
Namusu ve şerefi olmayan bir düşmana karşı
savaşıyoruz. Bu namussuzlara karşı mevzilerimizin her karışını savunacak bir mangal gibi yüreğimiz var. Bu yürekte vatanımıza ve halkımıza
duyduğumuz yürekten sevgi var, özgür vatana
tutkumuz var; bu tutkunun ateşi namussuzların
iktidarını yakacak!
13
DİRENİŞ
KURTULUŞ
NAMUSUN MESLEĞİ YOKTUR,
HALKIN ADALETİNE HESAP VERMENİN DE...
Doktorluk... Ne de çok önem verir halkımız bu mesleğe. Çocuğu, Tıp Fakültesi'nde okuyan ana-babalar, gururla kabartır
göğsünü; "Oğlum Tıp okuyor", "Kızım doktor olacak", Ahlaklı ve onurlu bir meslektir çünkü doktorluk.
Doktorlar, insan anatomisini çok iyi bilirler. Onurlu bir doktor, bu bilgisini sağlığı için kullanır. Hastalan iyileştirir, bir çok
hayat kurtarır. Peki ya onursuzu, namussuzu?
Onlarca yıldır, Hipokrat'ın kemikleri sızım sızım sızlıyor bu dünyada ve Türkiye'de. Nazi faşizminde tutsakları kobay olarak
kullanan Mengele'den, 12 Eylül faşizminin derin araştırmalar (!) yapan işkencehanelerinde...
Onurlu bir mesleğin tarihine kara bir leke gibi düşen insan müsveddeleri...
17 Şubat günü, gazetemizin merkez bürosuna, düzenin namus bekçileri zincirlerinden boşalırcasına saldırdı. Namus sözü
vermişlerdi oysa, saldırmayacaklardı. Pekala biliyorduk oysa, Manııkyan'ın çocuklarının namustan, ahlaktan ne denli
uzak olduklarını."
Merdivenlerde sürüklenerek gözaltına alındı insanlarımız. Saldırı sırasında muhabirimiz Zehra Kutay, polisler tarafından
merdivenlerden aşağı atılmasından dolayı baygınlık geçirdi. Zehra, işkenceden hastaneye götürülürken hala baygın durumdaydı. Haseki I lastanesi'ne gittiklerinde ise, bir başka namussuzla tanışacaklardı...
Baygın durumdaki Zehra'yı "birşeyi yok" diyerek işkencehaneye geri gönderen doktor! Peki sen ne diyeceksin şimdi? Sende
"Korktum" mu diyeceksin? yoksa "kariyerim mi"? Peki ya hipokrat yemini, meslek ahlakı, bilimsel namus? Tüm bunları bir
yana bırak, halklarımızın erdem saydığı insani duygularından; namustan, onurdan, dürüstlükten zerrece eser kalmadı mı sende?
Görüyoruz ki kalmamış. Sen de suçlusun!. Bir insanın hayatına kastetmekten suçlusun!. İnsandan yana olan ne varsa
yüreğinin kapılarını onlara kapatanlar insanlık adına tek bir söz söyleyemezler. Sen de söyleyemezsin, açıklayamazsın
suçlarını. Daha kaç kişiyi böyle pervasız yolladın işkencehanelere, daha kaç kişinin canına kastettin? Açıkla!
Açıklayamazsın doktor bey, açıklayamazsın. Ve kabuslarına girecek olan o gün gelip çattığında da açıklayamayacaksın....
Baskı, terör, katliam...
İşte, bu ülkenin on yıllardır
değişmeyen gerçeği, fotoğrafı...
Bugün halkın gerçekleri öğrenme
hakkı büyük bedellerle; soruşturmalar,
toplatmalar, gözaltı ve hapislikler,
artarak devam eden cezalar ve
katliamlarla anılmaktadır.
Bu "büyük bedeller"in muhatapları
olan devrimci basın emekçileri ise
basın yayın alanında yeni bir gazeteci
tipini yaratacak adımlar; baskılar
karşısında militan bir hat (barikat)
oluşturan, halkın gerçekleri öğrenme
hakkını onur sayan bu onur için
direnen, direncine yeni değerler katan
bir gelenek yaratmaktadır.
Bu gelenek giderek bütün basın
emekçilerini kendi gerçekleriyle
hesaplaşmaya itecek; basın meslek
ahlakı ve ilkelerini halkın gerçeğiyle
besleyecektir. Böylece edilgen, kendine
güvensiz, halka yabancı bir
gazetecilikten, yüzünü halka dönen,
halkın gerçeğiyle dönüşen dahası plaza
patronlarıyla ve onların ait olduğu
sistemle dövüşen militan bir
gazetecilik tipinin önü açılmış
olacaktır. Bugün bu sürecin nüvelerini
potansiyel gücünü devrimci basın
emekçileri temsil etmektedir.
Kimileri onları küçümseyebilir;
yayın faaliyetlerine burun kıvırabilir,
'genç' hatta 'çocuk' dahi görebilir.
Ancak bu yaklaşımların hiçbiri, onlann
bugün erişmiş oldukları seviyeden ve
bu seviyeden doğan sonuçtan, basın
meslek ahlakı ve ilkelerini ayaklan yere
basan bir gerçeğe niteliğe
dönüştürdükleri militan karakterden
alıkoyamaz.
NASIL BİR ÜLKEDE
NEDEN MİLİTAN
GAZETECİLİK
Yazımızın başında ülkemizin
fotoğrafını üç ana gerçekle (baskı,
terör, katliam) tanımladık.
Yani; hak ve özgürlüklerinin artık
tarifine bile gerek kalmayan Susurluk
Devleti eliyle nasıl bir cendereye
sokulduğunu; gelecek kaygısı taşıyan
milyonlarca insanın umudarını,
yaşama sevinçlerini yok etmeye
çalışan; gecekondusunu başına yıkan,
namusuna, onuruna tuzaklar kuran
düzenin bekası ve esenliği için
evlatlarını dağlarda, sokaklarda,
evlerde kurşuna dizen, yerlerinden
yurtlarından eden, ülkenin topraklarım
emperyalistlere peşkeş çeken doğal
zenginliklerimizi yağmalayıp talan
eden bir sistemde gazeteci olmak,
militanca bir duruşu dayatıyor. Bu
demektir ki, bağımsız, demokratik bir
ülke için emeğini halkın emeğiyle
birleştiren; düşünce ve duygularını
halkla paylaşan ve halkının istem ve
taleplerine tercüman olan, bunun için
mücadele eden, mücadelesiyle
örgütleyen, örgütlenen bir gazetecilik
gerekiyor...
Bugün bu misyonu yeni değerlerle
bir adım daha ileriye taşıyan; devrimci
gazetecilik geleneğindeki yerleri dost,
düşman herkes tarafından ilgiyle
izlenen Kurtuluş Gazetesi temsil
etmektedir.
Bu temsil hakkı ne bahşedilmiş hak, ne
de kendi kendine verilen ucuz bir
payedir.
Tam tersine bu teksil hakkı inatia
dişe diş kanla, canla kazanılmış, dost
düşman herkesin şaşkınlıkla ve
sarsılarak izlediği ve dersler çıkaracağı
bir tarihsellik taşımaktadır.
Namussuzlara karşı namusumuz
için direnmek geleneğimizdir. Bu
gelenek Kurtuluş emekçilerinin
direnişinde 'militan gazatecilik'
tanımlamasını kan bedeli bir gerçeğe,
onura dönüştürmüştür.
Bu direniş, bu onur
özgürlüğümüzdür. Özgürlüğün bedeli
bir kez daha bedenlerimizde açılan
derin yaralarla dile geldi.
Kavganın onurlu sesi şimdi bir adım
daha önde. Militanca direnmenin baş
fotoğrafıdır.
Bu fotoğraf elden ele dolaşacak militan
gazeteciliğin simgesi olacaktır. O'nu
onurla koruyacağız.*
KURTULUŞ
14
DİRENİŞ
Gazetemizin basılması sırasında başından sonuna kadar
bulunan, olaylara tanık olan Halkın Hukuk Bürosu avukatlarından Behiç Aşçı'yla görüştük:
SUSURLUK İKTİDARININ
NAMUSU VE ŞEREFİ YOKTUR
17 Şubat günü Kurtuluş Gazetesi'nin merkez bürosu
işkenceci
polisler tarafından
basıldı.
DGM,
Kurtuluş
çalışanlarının
gözaltına
alınması ve işkenceye alınmaları için yazılı
olarak izin vermişti. Mahkeme tarafin-dan
verilen arama izninde gerekçe olarak şu
gösterilmiştir: "Kurtuluş Gazetesi Merkez
Bürosu'nda aranan kişiler bulunmaktadır.
Ayrıca bu adreste her sayısı toplatılan
Kurtuluş isimli gazete yayınlanmaktadır".
Bağımsız ve Demokratik bir ülke mücadelesi
veren kişi ve kurumlar böylesi durumlarda
olduğu gibi yasallık ve meşruluğun karşı
karşıya geldiği durumlarla karşılaşabilirler.
Kurtuluş'a yapılan baskında görünüşte
yasallık kılıfı hazırlanmaya çalışılmıştır.
Aranan kişiler Kurtuluş gazetesinde
barınmaktadırlar. Aranan kimdir? Kaç aranan kişi hangi zamanlarda, ne şekilde büroda, barınmaktadır? Bunlar belli değildir. Arama kararının gerekçesi dahi asıl amacın ne
olduğunu göstermektedir. Yani mızrak çuvala
sığmamaktadır.
Bina önüne geldiğimizde işkenceciler tarafından hemen önümüze arama kararı getirildi. Bu arama kararıyla kendi yaptıklarının
haklılığını kanıtlamaya çalışıyorlardı. Arama
kararını getiren amirleri arama izninin Güvenlik Şube'ye tarafından alındığını, büroda
sadece arama yapılacağını ve kimlik
kontrolü yapılacağını belirterek barikatın
kaldırılmasını istediler. Aramanın sadece
güvenlik şubesi polislerince yapılacağına
ve kimlik kontrolünün dışında herhangi bir
işlem yapılmayacağına dair şeref ve
namusları üzerine söz verilince Kurtuluş çalışanları tarafından barikat kaldırıldı. Ancak
kapının açılmasıyla birlikte işkenceciler sürü
halinde içeriye doluştular. Barikat kaldırılıp
kapı açıldıktan sonra gerçek yüzlerini de
gösterdiler. Büroda aranan kişi olup
olmadığının
kontrolünün
mümkün
olamayacağını,
dolayısıyla
da
tüm
çalışanların güvenlik şubesine götürülüp
aranır durumda olup olmadıklarının kontrol
edilmesi gerektiğini söylemeye başladılar.
Daha da ileri giderek insanların ifadelerini
alacaklarını söylemeye başladılar. İfade demenin ne anlama geldiğini hepimiz biliyoruz, ifade demek işkence demektir.
Bu duruma itiraz ettik. Çünkü mahkeme
kararı dahi sadece aramaya ilişkindi ve
gözaltına alınmaya ilişkin herhangi bir
talimat içermiyordu.
Bu tartışmalar içinde güvenlik şubesinin
yaptığı arama sona erdirildi. Amirleri daha
da pervasızlaşarak tüm insanların gözaltına
alınacağını, yapılacak işlemin gözaltı olduğunu, hukuki prosedürün kendisini ilgilen-
17 ŞUBAT DİRENİŞİMİZ VE BURJUVA BASIN
12 yıldır Türk, Kürt, Arap, Laz,
Çerkez tüm milliyetlerden ve
inançlardan emekçi halklarımızın özgür, bağımsız, demokratik
bir ülke taleplerine sayfalarımızda
yer veriyor, 12 yıldır kavganın
onurlu sesini ülkemizin en ücra
köşelerine ulaştırmaya çalışıyoruz. Yayın hayatımıza başladığımız günden bu yana tüm sayılarımız toplatıldı, çalışanlarımız yüzlerce kez gözaltına alınarak işkencelerden geçirildi. Hakkımızda
onlarca yıllık cezalar verildi, katledildik ama yine susmadık. Son
olarak Adana temsilcimiz Mehmet TOPALOĞLU kontrgerilla
devletinin kiralık katilleri tarafından katledildi, yine yılmadık.
Mehmet'imizin kanının yerde
kalmayacağını, katillerin er geç
halkın adaletine hasap vereceklerini haykırdık.
Mehmet'imizi sahiplenmemizden, katliamcı terörist yüzlerini teşhir etmemizden korktular,
korktukları için de yine ağızlarında salyalarıyla saldırdılar. 17 Şubat günü akşam saatlerinde merkez büromuzu basarak çalışanla-
rımızı döverek gözaltına aldılar.
Yıllardır sayfalarında "demokrasiden, basın özgürlüğünden,
halktan, adaletten" söz eden
burjuva basın merkez büromuza
yapılan baskının tümünü izlemesine ve çalışanlarımıza yapılan işkencelere şahit olmasına rağmen
ertesi günkü sayfalarında Merkez
büromuza yapılan baskına kerhen ya da gerçekleri çarpıtarak
yer verdiler.
Hemen hemen hergün basın
özgürlüğünden yana olduğunu
çarşaf çarşaf yazan Cumhuriyet
Gazetesi baskın haberini bir fotoğraf ve bir sütunluk yazıyla geçiştirmiştir.
Bir yazarın kontrgerilla devletinin katlettiği muhabirlerinin
haber izlerken dövüldüğünü "Demokrat" olduğunu iddia eden
Cumhuriyet'in başlığı "Polis, yine
gazeteci dövdü, 50 kişi gözaltına
alındı" idi.
Haberde gazetemizin basıldığı
ve çalışanlarımızın sürüklenerek
gözaltına alındıkları ve çıkan çatışmada biri emniyet amiri ve iki
polisinde bulunduğu çok sayıda
21 Şubat 1998
dirmediğini, bizlerin de istediğimiz yere şikayet edebileceğimizi söyledi. Artık tüm çirkin yüzleriyle ortada idiler. Kapının açılması
ve barikatın kaldırılması için şeref ve namusları üzerine sözler verdiklerini hatırladık. Şeref, namus halkımızın uğruna öldüğü
ve öldürdüğü saf ve temiz değerlerimizdi.
Eğer ki bir insan şeref ve namusu üzerine söz
vermişse her koşulda, halkımızın deyimiyle
iki el kanda da olsa tutulacağını hepimiz biliriz. Öte yandan da polisleri hem biz, hem
de Kurtuluş çalışanları tanımaktadır. Şerefleri
ve namusları üzerine verdikleri sözlerini
tutmayarak ne olduklarım da gösterdiler. Bir
meslektaşımız bu durumu "şeref ve namusu
olmayanların bu değerler üzerine rahatlıkla
tutamayacakları sözler verebilecekleri" şeklinde değerlendirdi. Büroya Çevik Kuvvet
Polisleri doluştuğunda artık pazarlıkta olmayacaktı. Hepimizin karşısında resmisi, sivili, çevik polis vardı. Bu polis parasız, demokratik, eğitini isteyen öğrencilere saldıran
polisti, gecekondusunu koruyan yoksul halka
saldıran polisti, örgütlenme mücadelesi
veren işçi ve memurun kafasını kıran polisti.
Bağımsız Demokratik bir ülke istediği için
insanlarımızı katleden polisti. Ve Kurtuluş
bu polisin karşısında halk olarak vardı. Kaskları, devasa korunaklı giysileriyle saldıran
polisin karşısında tek silahları inançları idi.
Çevik kuvvet polislerinin saldırısıyla birlikte
sloganlar da patladı. İnsanlar birbirlerine
kenetlenerek polis saldırısına karşı kendilerini korumaya çalıştılar. Bu arada sekiz kişi
dövülerek, tekme ve tokatlarla gözaltına
alındı. Kurtuluş çalışanları meşru haklarını
kullanarak polislere karşı kendilerini savunmaya başladılar. İşte bu noktada da o kasklı
robocopların aslında boş, ham ve kof olduklarını gördük. Altı-yedi saniye içinde odada
bulunan onlarca polis birbirlerini ezerek
odadan dışarı kendilerini zor attılar. Arkalarına dahi bakmaya korkuyorlardı. Odanın
boşalmasıyla birlikte Kurtuluş çalışanları kapıyı kapatarak barikat kurdular. Odada bulu
nan Kurtuluş çalışanları bir yandan içeride
kendilerini gözaltına almaya çalışan polise
insanın yaralandığı belirtilmiştir.
Yine Cumhuriyet muhabirleri
Bertan AĞANOĞLU ve Alper
TURGUT, Milliyet'ten Dinç ÇOBAN'ın yaralandığı belirtilmiş.
Başlığa dikkat ettiyseniz dövüldüğü belirtilen gazeteciler sadece
Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerinin muhabirleri. Gözaltına alınanlar onlara göre gazeteci değiller. Sanki kollan kırılarak, kafaları patlatılarak, zorla polis arabalarına doldurulanlar yoktur. Hatta
onlar gazeteci bile değillerdir
Cumhuriyet'e göre.
Onlara göre gözaltına almanlar sadece kişidir. Meslekleri,
kimlikleri yoktur onların. Mantık,
düzen sınırlarının dışına çıkmayınca gözler kör, kulaklar sağır
oluyor elbette. Yıllardır demokrasiden, insan haklarından, basın
özgürlüğünden dem vuran, ancak bunun için hiç bir zaman düzene karşı cepheden bir karşı duruş sergilemeyen, yaptığı yayınlarla emekçi halklarımızı düzene
yedeklemeye çalışan Cumhuriyet'e gazetecilik ve özgürlük anlayışı da bu kadar olacaktır. Onla-
hak ettikleri dersi verirken, diğer yandan da
binanın önünde bekleyen insanlara saldıran
polise öfkelerini gösteriyorlardı.
Yeni gelen emniyet amirleri, emniyet
müdür yardımcısı Hüseyin Arpacı aynı isteklerle tekrar pazarlığa girmek istedi. Söyledikleri aynı idi. Kendilerine talimat verilmişti.
Yapabilecekleri bir şey yoktu. İçeride bulunanlar sadece kimlik kontrolü ve aranır durumda olup olmadıklarının araştırılması için
güvenlik şubesine götürülecekti. Bu konuda
şeref ve namusları üzerine söz veriyorlardı.
Kendileri bu sözün bizzat garantisi idiler.
Üstelik şeref ve namusları üzerine de yemin
ediyorlardı. Bu teklife Kurtuluş çalışanlarının yanıtı açık ve kısa oldu: "Bedel ödeyen
değil, aynı zamanda bedel ödeten de olacağız. Polis araması meşru değildir. Arkadaşlarımızın nasıl dövülerek gözaltına alındığını
gördük. Polis bizi böyle kolay alamayacak".
Ayrıca kendileri ile yaptığımız görüşmelerde
de kararlılıklarını da ifade ettiler. Yapılan görüşmelerde polis şeflerinin tekrar tekrar verdikleri şeref ve namus sözleri üzerine akşam
saat 18.00'a de barikatı kaldırarak aşağıya indiler. Bütün polis şefleri gözaltına alınan kişilerin sadece güvenlik şubesine götürüleceği, gözaltı işleminin yapılmayacağı, aranan
kişilerden olup olmadıklarının belirlenmesinden sonra da herkesin bırakılacağını tekrar tekrar şerefleri ve namusları üzerine yemin ederek garanti verdiler. Bu sözler üzerine Kurtuluş çalışanları barikatı kaldırarak
aşağıya indiler, insanların aşağıya inmesinden sonra büroya Atilla Çınar yönetiminde
siyasi şube polisleri doluştu. Şimdi de onlar
arama yapacaklardı. Atilla Çınar aramaya
avukatların nezaret etmesini özellikle isterken, emrindeki polisler başlarında bulunan
avukatlara küfürler ediyor, tehditler yağdırıyordu. Yağmacı ve talana yüzlerini bir kez
daha göstererek bütün büroyu talan ettiler.
Büroda bulunan ve Kurtuluş'un teknik hazırlıklarının yapıldığı bir bilgisayara el koydular. Büronun girişinde bulunan güvenlik
kamerası da polis teröründen nasibini aldı
çünkü bu kamera polislerin çekimlerini ya-
ra göre gazeteci sarı basın kartı
olan, düzenle kolkola giren, her
turlu üçkağıdı çevirenler gazetecidir ancak. Diğerleri yani dürüst
ve onurlu basın emekçileri ile birlikte, tüm baskı ve işkencelere göğüs gererek mücadele eden sosyalist basın emekçileri ise sadece
kişidir ve de önemsizdir. Dövülselerde, işkencelere maruz kalsalarda hatta katledilselerde onlar
için önemli değillerdir . Bizden
hatırlatması Kutlu Savaş'ın raporuyla katillere bir kez daha bizim,
gibi düşünmeyenleri öldürün
ama bunu elinize yüzünüze bulaştırmadan yapın denildi. Yani
sözün kısası kontrgerilla devleti
ve onun beslemesi kiralık katilleri
hala iş başında ve icraatlarına bütün hızlarıyla devam ediyorlar.
Yeni Yüzyıl'da gazetemize karşı
yapılan saldırı, "Cağaloğlunda çatışma: Altı yaralı" başlığı ile verilmiş. Haberin alt başlığı şöyle devam ediyor; "Kurtuluş Gazetesi'nde arama yapmak isteyen polis, direnenleri zorla dışarı çıkardı. Bina önünde ise bir başka
grup polisi taşladı. Olaylarda üçü
polis, üçü gazeteci altı kişi yaralandı" denilerek baskın haberi veriliyor. Baskın sırasında yaralananlar yine polisler ve üç gazete-
ci. Kurtuluş emekçileri onlara göre
de gazeteci değiller. Gözaltına
alınırken yaralanmadılar, işkence
görmediler, polis arabalarına güle
oynaya kendi istekleriyle bindiler.
Saatlerce süren bir direniş sanki
Cağaloğlu'nun göbeğinde yaşan madı. Haberde barikatı arkadaşlarımız tarafından kaldırılmadan
önce polisin verdiği sözler de yok.
Barikat polis tarafından sökülememiş, "Namusumuz, şerefimiz
üzerine söz veriyoruz kimseyi gözaltına almayacağız, sadece verilen emri uygulayarak gideceğiz"
sözlerine de yer verilmemiştir.
Bunları yazmazlar. Yazarlarsa düzenle araları açılır, düzenin ni~
metlerinden mahrum kalırlar.
Muhabirleri yazsa bile yazıişleri
ve patronlar muhabirlerin haberini koymazlar sayfalarına. Çünkü
hepsi bu düzenin birer parçası
dırlar, ve varlıklarını bu düzene
borçludurlar. Haberin devamında, "binanın dışında toplanan 20
kişilik grupta bina dışında önlem
almaya çalışan polis ekiplerine
saldırdı" deniliyor. Öncelikle belirtmek gerekir, dışarıda birikenler halktı, gazetemizin okurlarıydı. Baskın haberini duyar duymaz
İstanbul'un dört bir yanından ge
lerek gazetemizi sahiplenmişler.
21 Şubat 1998
pıyordu. Dolayısıyla da cezalandırılması gerekiyordu. Bunun için kamerayı kırdılar bağlantı kablolarını kestiler. Böylece kamera polislerin çekimini yapmasını hayatıyla ödedi.
Kapının zili, fotoğraf tab makinesi, fotokopi
makinesi polisin teröründen kaçamayan
teknik cihazlardı. En büyük tahammülsüzlüklerini şehitlerin fotoğrafları karşısında
gösterdiler. Fotoğrafları kesmek, küfürler etmek acizliklerinin göstergesi idi. Büroda arama ve diğer işlemler bitirildikten sonra akşam saat 22.00'de bürodan ayrıldık. Gözaltına alınan arkadaşlarımız Haseki Hastanesi'ne götürüldüğü için hemen oraya gittik,
ilk gözaltına alınan sekiz kişinin hepsinde
yaralar vardı. Kolu kırılan, kafası kınlan, burnu kırılan arkadaşlarımız vardı. Ama durumu en ağır olan Zehra Kutay idi. Zehra baygın durumda ve şuuru kapalı idi. Serviste,
sedyede tutulmakta idi. Çıplak gözle bakıldığında dahi durumunun ağır olduğu anlaşılabiliyorken, doktor, polis baskısıyla Zehra'yı
işkence yapılması için teslim etti. Burada da
doktorluk mesleğinin anlamını düşündük.
Bir yanda Ölüm Orucu direnişçilerini asker
ve polise karşı bedenlerini siper ederek koruyan doktorlar vardı. Diğer yanda da bunun gibi doktorlar. Bir kez daha hatırlatmak
gerekiyor, sadece Tıp Fakültesini bitirmekle,
beyaz önlük giymekle doktor olunmuyor. İnsan yaşamını tüm teröristlere karşı koruma
dürüstlüğünü göstermek gerekiyor. 18 Şubat
günü polis müdürlerinin üzerlerine yeminler ettikleri şeref ve namuslarını gördük.
Çünkü verilen sözlere rağmen sadece 11 arkadaşımız adliyeye getirildi. Bu 11 kişi Kurtuluş basılırken, destek amacıyla gelip polis
tarafından gözaltına alınan insanlardı. Binadan gözaltına alınan bütün Kurtuluş çalışanları siyasi şubeye işkenceye götürüldü. Oysa
böyle bir işlemin yapılmayacağına dair emniyet müdür yardımcıları şereflerini ve namuslarını ortaya koymuşlardı. Ve buna 15
kadar avukat da tanıktı. Adliyeye getirilen, 11
kişiden birinin burnu, bir diğerinin kolu,
başka birinin de kafası kırılmıştı. Diğer arkadaşların da hemen hepsinde darp izleri ol-
DİRENİŞ
masına rağmen arkadaşlarımız polise mukavemet etmekten, toplantı ve gösteri yasasına muhalefetten yargılanmaya başlandılar. Adliyeye getirildiklerinde yapılan ilk duruşmalarında da tahliye edildiler. Şu an Kurtuluş'un tüm çalışanları siyasi şubede işkence
görmektedir. Susurluk'ta iktidarın ortaya
çıkmasından sonra kontrgerilla faaliyetlerine ara verildiğini görüyoruz. Çünkü halk Susurluk'un hesabını soruyordu, açıklama istiyordu, adalet istiyordu. Sürece kendini meşrulaştırarak müdahale eden MGK denetiminde Kutlu Savaş tarafından hazırlanan raporun açıklanmasından hemen sonra infazlara, katliamlara, işkencelere hız verildi.
Çünkü rapor esas olarak faili meçhul cinayetleri, infazları, işkenceleri sorgulamıyor
sadece "yapın ama usulüne uygun yapın,
birbirinize girmeyin" diyordu. Öyle de yaptılar Adana'da, Kurtuluş Adana temsilcisi
Mehmet Topaloğlu ile birlikte Besat Ayyıldız
ve Bülent Dil'i "çatışma, kırdan eylem için
geldiler" yalanlarıyla infaz ettiler. İstanbul
Fatih'te 15 yaşmda bir konfeksiyon işçisini
evinde infaz ettiler. Açıklama yine aynı idi.
Örgüt üyesi idi çatışmaya girdi. Öldürüldü.
Kadıköy'de basın açıklaması yapmak isteyen
Kurtuluş çalışanları ve okurlarına polis saldırdı. Yedi kişi gözaltına alındı. Bu saldırıyı
protesto etmek için basın açıklaması yapmak isteyen kitleye polis saldırdı. Yaşlı analarımızla birlikte onlarca insan gözaltına alındı.
HADEP genel merkez yöneticileri provokasyon ve komplo ile tutuklandılar. Görülüyor ki siyasi iktidar halkın muhalefetine tahammül edemiyor, korkuyor ve bunun için
de saldırılarının şiddetini artırıyor. Sözlük
anlamıyla terör artıyor. Kurtuluş'un merkez
bürosunun basılması da artan terörün parçasıdır. Bütün gazete çalışanları gözaltına
alınarak yeni komplolar kurulmaya çalışılmaktadır. Sanılmaktadır ki Kurtuluş çalışanları gözaltına alınırsa gazete çıkmayacaktır.
Oysa yanılıyorlar. Kurtuluş halkındır, hepimizindir. Zamanı geldiğinde yine raflardaki
yerini alacaktır.
15
KURTULUŞ
Merkez Büro Muhabirleri Nebahat Arslan ve
Bektaş Özder yaşadıkları gözaltı sürecini anlattı;
Bektaş Özder
28 Ocak 1998 tarihinde Adana Temsilcimiz Mehmet Topaloğlu'nun katledilmesi ve gazetemiz üzerindeki baskıları
protesto etmek için Kadıköy İskele Meydanı'nda basın açıklaması yaptık. Açıklamayı okuduktan sonra işkenceciler vahşice saldırdılar ve beş kişiyi yerde sürükleyerek gözaltına aldı. Önce Kadıköy Karakolu'na ardından İçerenköy işkence
merkezine onun ardından Aksaray'daki işkence merkezine
götürüldük. Burada dört gün boyunca fiziki ve psikolojik işkenceye maruz kaldık ve işkencecilerin yazdıklarımıza bile
ne kadar tahammülsüzlüğünü gördük. "Sürekli neden Kurtuluş niye başka bir gazete değil?" ve buna benzer korkularını
ifade eden konuşmalarına tanık olduk.
Çarşamba günü Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne çıktığımızda, da savcı da aynı korkaklığı göstererek gazetemiz okuru olan Deniz Parlak, Ali Haydar Parlak, Cemil Köymen,
Emre Karadeniz, Ebru Taşdelen'i tutuklayarak Ümraniye Hapishanesi'ne gönderdi.
Bu saldırılar Kavganın Onurlu Sesi Kurtuluşu susturamayacak. Doğruları halkımıza
ulaştırmaya devam edeceğiz.
KUR TUL UŞ
16
DİRENİŞ
""öğrendik. Ayrıca tutsaklar "Halkın"
Sesi Kurtuluş Onurumuzdur,
Susturulamaz" sloganıyla geldiler.
Daha sonra tutsakları getiren
jandarmalardan bir tanesi
işkencecinin yanına geldi. Aralarında
şöyle bir diyaloğa geçti. Jandarma:
Kolay gelsin, bunlar siyasi
Nasıl gözaltına alındınız? Neler
yaşadınız anlatır mısınız?
NebahatArslan
- Bilindiği gibi 28 Ocak tarihinde
gazetemizin Adana, temsilcisi
Mehmet Topaloğlu Susurluk
Devleti'nin eli kanlı katilleri
tarafından katledildi.
Mehmet kavganın onurlu sesi
gazetemizi Anadolu'nun en ücra
köşelerine kadar ulaştırdığı, devrimci
gazeteci olduğu için katledildi. Bizler
Mehmet'in katledilmesine asla sessiz
kalamazdık. Bununla ilgili olarak
çeşitli eylemlilikler yaptık. Son olarak,
her hafta gazete dağıtımı için
çıktığımız Kadıköy Meydanı'nda bir
basın açıklaması yaptık. Açıklamamıza
polis acizce saldırdı ve beş kişi
gözaltına alınarak ilk önce Kadıköy
Karakolu'na götürüldük. Basın
açıklamasını yaklaşık otuz kişi
yapmıştık. Ama it sürüleri o kadar
korkmuşlardı ki şaşkın bir halde
karakofun içinde bir o tarafa, bir bu
tarafa koşturarak "Amirim 80 hatta
100 kişilerdi, slogan attılar", pankartı
göstererek; "işte bu pankartı
taşıyorlardı, kırmızı dövizler
açmışlardı" sözleriyle korkularını
açıkça gösteriyorlardı.
Daha sonra İçerenköy Karakolu'na,
oradan da Vatan Caddesi'nde
işkencehaneye götürüldük.
İşkencecilerin gözleri dönmüştü.
Gider gitmez tekme tokat dövmeye
başladılar. Ardından acizlikleri devam
etti. İşkencecilerden bir tanesi "Kızım
eğer bizim istediğimiz gibi
olmazsanız her türlü yöntemi deneriz.
Sizin deyiminizle işkence yaparız,
katlederiz, bizim deyimimizle zor
kullanırız" diyerek onlar gibi onursuz,
namussuz, kişiliksiz olmamızı
istiyordu. Bizden kendilerince
olumsuz bir cevap alamayınca
işkencelerine başladılar. Askı, cinsel
taciz, tazyikli su, kaba dayak gibi
insanlık dışı uygulamalarıyla
"bırakacaksınız, bırakmazsanız
sonunuz Senem gibi, Mehmet gibi
olacak" diyerek tehditler
yağdırıyorlardı. Arada yumuşak
davranmaya çalışıyorlar fakat, onu da
yapamayıp yine gerçek yüzlerini
göstererek iğrenç küfürlerine,
hakaretlerine devam ediyorlardı. İki
gün boyunca işkenceleri devam etti.
Daha sonra yalakalık yaparak
işkenceci yüzlerini gizleme çabalarına
girdiler. Yaralarımıza ilaçlar
getiriyorlar "bir isteğiniz, ihtiyacınız
varmı?" diye soruyorlardı. Gözaltının
beşinci günü mahkemeye çıkarılmak
üzere Beşiktaş DGM'ye götürüldük.
Bekleme sırasında TİM l'in
işkencecilerinden bir tanesi
başımızda bekliyordu. Mahkemeye
çıkarılmak üzere Sakarya
Hapishanesi'nden tutsaklar da oraya
getirilmişlerdi. Büromuzda yapılan
saldırıyı ve direnişi tutsaklardan
İşkenceci: Siyasi
Jandarma: Senin memleketin neresi
İşkenceci: (Gözlerimizin içine bakıp
düşündükten sonra) İstanbul
Jandarma: Ya bırak hem şehrim,
zengin çocuklarının polis, asker olduğu
nerde görülmüş. Sen İç Anadolulular'a
benziyorsun.
İşkenceci: Ya öyle de, (bizi
göstererek) bunlar var söyleyemem.
Sana bu konuda eğitim vermek lazım.
Jandarma: Ne zamandır bu
meslektesin hemşehrim?
İşkenceci: (Yine çekingen bir tavırla
gözlerimizin içine bakarak) İki senedir
Jandarma: Ya bizim meslek zor iş. Bir
sürü istifa eden var. Sizin meslek nasıl,
istifa oluyor mu?
İşkenceci: (Biraz kekeledikten sonra)
Yok yok, bizim meslekte istifa pek
olmuyor
Jandarma: Öyle mi?
İşkenceci: (Yine gözlerimizin içine
bakarak, biraz da kendini kurtarma
çabasıyla) Zaten ben birkaç ay sonra
istifa edeceğim. Mesele para değil, iyi
Jandarma: Daha sonra hangi
meslekte çalışmayı düşünüyorsun?
İşkenceci: (yine kekeleyerek) Birkaç
tane iş teklifi var işte.
Jandarma: Ne bu iş teklifleri?
İşkenceci: Ya... bunlar gitsin ondan
sonra konuşuruz...
-Dialogdan da belli olduğu gibi,
korkuyordu. Yaptığı sözde mesleğin
onursuzluk olduğunu biliyor ve kendini
biraz da affettirebileceğini
zannediyordu.
İfadelerimizi verdikten sonra serbest
bırakıldık.
Son olarak söylemek istediğiniz
bir şey varmı?
- Daha öncede defalarca gözaltına
alındık. Yazı işleri müdürlerimiz,
muhabirlerimiz tutuklandı. Büromuz
bombalandı, dağıtımcımız, temsilcimiz
katledildi. Bizler susmadık,
susmayacağız. İşkencecilerin korkuları,
halkın haklının onurlu sesi olmaya
devam edeceğiz. *
105.7 ÇEVRE RADYO
BERAAT ETTİ
1 Mayıs 1997 için Taksim Meydanı'na çağrı yaparak "halkı suça
teşvik etmek" iddiasıyla haklarında dava açılan Çevre Radyo Genel
Yayın Yönetmeni Ruhan Mavruk
ve program yapımcısı Nilgün Mete
beraat etti. 18 Şubat Çarşamba
günü Şişli 2. Asli Ceza Mahkemesi'nde görülen duruşmaya Mavruk ve Mete'nin yanısıra Çevre
Radyo'nun avukatlarından Ali Rıza
Dizdar, TAYAD Genel Başkanı
Mustafa Eryüksel, Yar Yayınları'ndan Osman Y. Çobanoğlu ve
Emekli-Sen'den Avni Erakalm da
katıldı. •
HER ALANDAN
AKACAĞIZ DAĞLARA...
Besat, Bülent, Mehmet yoldaşlarımızla,
bir kez daha Toroslar'da yankılandı gerillanın
Artık ülkemizin bütün dağları bizim olacaktır. Kemal Askeri'lerin yerini General
Cemler, Bahattin'lerin yerini Ali Haydar'lar,
Nurettin'lerin yerini Cömertler, Tankların
yerini Besatlar ve tüm şehit gerillalarımızın
yerini yenileri doldurmuşsa, bütün dağlar bizim olacaktır.
Dağlardan yükselen her isyan sesi, zaferi
müjdeleyen bir savaş çağrısıdır halklarımıza,
savaşa katılma çağrısıdır hapishanelerdeki
tutsak yoldaşlarına... Yıllar boyu halkların
zulme isyanlarının mekanı olan dağlar, Halk
Kurtuluş Savaşımız'da da zaferimizin garantisi, güvencesi olan savaş alanlarının başında
gelmektedir. Dağlar, gerilla demektir; ve gerillasız bir savaş, gerillasız bir zafer, gerillasız
bir devrimi hayal etmek bile mümkün değildir.
Çünkü gerilla kurtuluştur, halkın zulme,
sömürüye, bağımlılığa başkaldırısıdır. Gerilla
umuttur; vatan topraklarını özgürleştirmenin, Türkiye halklarının özgürce, insanca yaşayacağı bir geleceğin umududur. Gerilla
güçtür; en güçlü silahlar, en güçlü düşman
karşısında, vatan sevgisinin, halkların birliğinin, yaratıcılığının, cüretinin, kazanma azminin, silahlanmış halkın yenilmez gücüdür.
Gerilla, vatan topraklarının özgürleşmesidır. Gerillanın adım attığı her yer, özgür vatan
toprağıdır. Bugün ülkemizin Kürdistan dahil
hemen tüm dağlarında emperyalizm uşağı
ordunun, kontrgerillanın önemli oranda
denetiminin olduğu söylenebilir. Bu güçler
büyük bir zulmün, halklarımızın çektiği
büyük acıların başlıca nedenidir. Öyle ki;
geçmişten bu yana bu ordu, halklarımıza yönelik baskı ve katliamların, halkın onuruna,
namusuna saldırının uygulayıcısı olmuştur.
Özellikle ülkemizde emperyalizmin egemenliğinin iyice pekişmesinden sonra, adım attığı
her yerde emperyalizmin halklarımız üzerindeki sömürüsünün güvencesi, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin çıkarlarının
temel savunucu gücü olmuş, halklarımız
kendi topraklarımızda emperyalizmin egemenliğini en ücra köşelere varıncaya kadar
hissetmiştir.
Buna karşılık gerillamızın kırda, şehirde
yürüttüğü savaş, halklarımıza daima umudun, onurlu bir yaşamın, bağımsızlığın, özgürlüğün taşıyıcısı olmuştur. Bunun içindir
ki; ülkemizin dağlarını, şehirlerini adım
adım savaşarak özgürleştirmek onurlu bir
yaşamın, sömürü ve zulümden, emperyalizmden ve uşaklarından kurtuluşun tek yoludur.
Gerilla olmanın, gerilla kültürüyle yaşamanın, gerilla gibi düşünmenin, gerilla gibi
savaşmanın mekanı olmaz. Dağlara sevdalı
yürekler, gerilla bilinciyle donanmış beyinleri hiçbir güç hapsedemez.
Besatlar'a sözümüz, düşmanımızdan ise
sorulacak hesabımız var. Gerilla yoldaşımız
Besat'm "... irade savaşının zorluğu gerçeğinden, bir dayanıklılığın her alanda gerekli
olduğunu öğrendik. İnancımızda, karnımızda, dizlerimizde... herşeyimizde bizi takatten düşürecek, düşmana prim verdirecek,
düşmana zafer kazandıracak herşeyin
21 Şubat 1998
kendimizi tanımadaki eksiklikten ve kendimizi
tanıyıp
değiştirmedeki
eksikliklerden
kaynaklandığını öğrendik. Savaşı yaymak için
başarmak zorunda olduğumuzu öğrendik..."
dediği gibi şimdi hapishanelerde, Buca'da,
Ümraniye'de, Ölüm Orucu'nda kazandığımız
zaferleri daha da büyütmek için tartışıyor,
sorguluyor ve yeni zaferlerin önünü açmayı
amaçlıyoruz. Beynimizde ve yüreğimizde
yoldaşlarımıza verdiğimiz sözü tutmanın
bilinciyle dağlara sevdamızı büyütüyoruz.
Saflarımızda bu bilincin, gerilla özleminin, dağlara çıkma, savaşma isteğinin oldukça üst düzeyde olduğunu söyleyebiliriz. Kuşkusuz, bu hapishaneler için de geçerlidir.
Ancak gerçekte kafalarda şekillenen gerillanın ve buna bağlı olarak yaşamımızın, ne kadar gerilla tarzımızla, savaş gerçeğimizle
uyum gösterdiği tartışılıp netleştirilmek durumundadır.
Gerilla olmak, savaşmak, zaferler kazanmak, vatan topraklarının özgürleştirmek, tüm
dünya halklarının özgürlüğünü hedeflemek
büyük bir amaç, onurlu bir görevdir. Ancak
doğaldır ki; bu görev belki her alanda olduğundan daha fazla yaratıcılığa, fedakarlığa,
özveriye, örgütçülüğe, "yok'ları, "olmaz'ları
"olur" kılmaya, inatçılığa; koşullar ve zorluklar
ne olursa olsun yaratıcılıkta, fedakarlıkta,
cesarette sınır tanımayarak düşmanı yenme
hırsına ihtiyaç vardır.
"Şimdi Hapishanelerde Yüzlerce Dağlara
Sevdalı Yürek Yetişiyor"... Bu, şehit yol-
daşlarımız başta olmak üzere önderimize,
Parti-Cephemiz'e, halklarımıza verdiğimiz
zaferi kazanma sözüdür.
Bu sözün gereklerini yerine getirmeyi sadece dağlara çıkma, savaşma özlemi, tutkusu
olarak kavramak yetersizdir.
Bu sözü, zaferi kazanma sözü olarak algılamalıyız.
Bu sözden, kendimizi dağlarda savaşmaya
hazırlamanın yanında, esas olarak savaşın her
türlü zorluklarına göğüs gerebilmeyi,
dağlarda savaşıp şehit düşmek kadar, belki
daha fazla dağlarda savaşın gerillayı ülkenin
her yanına yayabilmenin geretaesini yerine
getirmeyi anlamalıyız.
Bu sözden, koşullarımız ve olanaklarımız ne olursa olsun düşmana darbeler vurmayı, adım adım düşmanı geriletmeyi, zorluklara teslim olmamayı, kısaca zafer kazanmayı, bunları başaracak bir kişilik yapısını
hedefleyen tarzda kendimizi eğitmeyi anlamalıyız.
Bunları başarmanın, kendi bireysel yaşamından başka birşey düşünmeyenlerin, nerede olursa olsun kendi yaşamının devamını
temel alanların, ülke toprakları ve halklarımız emperyalizmin egemenliği altında ezilirken devrimciliği bıratap yurtdışında bireysel kurtuluş arayacak kadar, kendini "yurtdışına çıkıp maddi yardımda bulunurum'\a sınırlayacak kadar ulusal onur ve vatan sevgisinden yoksun olanların, yoldaşlık sevgisinden, halk sevgisinden yoksun olanların ya da
kurallı, disiplinli, ilkeli bir yaşamı kaldıramayanların, asalak bir yaşamı, serseri bir kültürü
dayatanların, en küçük bir işi dahi yaparken
yokları ve olmazları partiye dayatanların...
işi olmadığı, olamayacağı açıktır.
Bu sözü yerine getirmek için, her şeyden
önce bu olumsuzluklardan arınmaya, kişiliğimizi ve irademizi güçlendirmeye, şehit yoldaşlarımız kadar halk ve vatan sevgisine sahip olmaya ihtiyacımız vardır ve bunu başarmak istisnasız tüm yoldaşlarımızın görevidir.
Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi
Tutsaklar Örgütlenmesi
RÖPORTAJLAR
21 Şubat 1998
Direniş sırasında gazetemizi
sahiplenmeye gelen ÇHD'li avukatlarla
yaşanan üzerine görüştük:
MURAT Çelik
(ÇHD İst. Şb. Başkanı)
Operasyon başlamak üzere iken dergi
bürosuna İst. Em. Md. Yrd. Hüseyin Arpacı
geldi. Az sonra operasyonun başlayacağını, bizlerin binayı terk etmemiz
gerektiğini söyledi. Kendisine o ana
kadar olan gelişmelerden bahsettik. O da
GBT'den
sonra
herkesin
serbest
bırakılacağı konusunda her türlü sözü
verdi. Gazete çalışanlarının sadece
güvenlik şubeye götürüleceği, siyasi
şubeye götürülmeyeceği teminatını verdi.
Bunun üzerine gazete çalışanları oda
kapısını açarak dışarı çıktılar. Bizlerle
birlikte bina dışına çıkıldı. Polis arabasına
avukat arkadaşlarla birlikte binildi, ist.
Em. Müd. Güvenlik Şubeye gelindi. Geç
saatlere kadar bekledik. Yine birlikte sağlık
kontrolü amacıyla Haseki Hastanesi'ne gidildi. Sağlık durumu kötü olan birçok kişiye acil müdahalede bulunuldu.
Ertesi gün, DGM'den alınan izin ile bu
kişilerin güvenlik şubeden siyasi şubeye
götürülerek sorgulandıklarını öğrendik.
Aldığımız duyumlara göre gözaltındakilere yoğun işkence uygulanmaktadır. Polis
saldırısı sırasında hepsi çok ciddi yaralanmıştır. Öncelikle hastanede ciddi tedavilerinin yapılması gerekmektedir.
Devletin muhalif güçlere baskısı infaz,
kayıp, gözaltı ve işkenceler ile devam etmektedir. Son 20 gün içinde Adana'da aralarında Kurtuluş muhabiri Mehmet Topaloğlu'nun da bulunduğu üç kişi, İstanbul'da iki kişi yargısız infaz edilmişlerdir.
HADEP Genel Merkezi'ne baskın yapılmış, başkan ve yöneticiler gözaltına alınarak keyfi biçimde tutuklanmıştır.
Sonuç olarak Kurtuluş Gazetesi de bu
baskılardan nasibini almıştır. Merkez büro
"arama" adı altında talan edilmiş, çalışanlar verilen tüm sözlere rağmen keyfi biçimde gözaltına alınmıştır.
Siyasi iktidar bir yandan demokratikleşme vaadinde bulunurken öbür yanda
muhalif gördüklerine karşı acımasızca
baskı ve şiddet uygulamaktadır. Buna karşı tavır almak, herkesin sorumluluğudur.
Muharrem Çöpür
..
olay yerine gelen Eminönü Emni
yet Müdürü ile İstanbul Emniyet Müdür
Yardımcısı Hüseyin Arpacı içerdekilerin
kılına dokunulmayacağını, onları TEM'e
vermeyeceklerini, isterlerse hakime çıkın
caya kadar avukatları ile yan yana buluna
bileceklerini belirterek namus ve şeref sö
zü verdiler. Bu sözler üzerine esas olarak
eylemin başarıya ulaştığını gören dergi ça
lışanları barikatları kaldırıp avukatlarının
nezaretinde polis otosuna bindiler.
Ancak bugün (18.2.1998) öğrendiğime
göre gözaltına alınan Kurtuluş Gazetesi
Merkez Büro çalışanları Terörle Mücadele
Şube Müdürlüğü'ne teslim edilmişler. Burada bu sayın polis şeflerine sormak lazım. "Hani, TEM'e teslim etmeyecekleri
konusunda namus, şeref sözü vermişti-
niz... Devlet olma ciddiyeti bu mudur? Peki
bundan sonra sizlere ve sözünüzü bizler
nasıl güvenerek arabuluculuk yapacağız?"
Aslında söylenecek çok şey var. Ancak
şunu belirtmeden geçemeyeceğim. Devlet adamı olmak ciddiyet ister. Sözünün
takipçisi olmayı gerektirir. Eğer yerine getiremeyecekseniz, ya o sözü vermeyin ya
da hemen bugünden istifa ediniz. Söz
vermeyeydiniz. Zira Robocop denilen polisleriniz, gaz maskelerini takmış saldırıya
hazır bekliyordu. Hiç değilse hevesleri
kursaklarında kalmazdı. Robocoplar birkaç kişiyi sakat bırakacak da olsa barikatları aşar, çalışanları gözaltına alabilirdi.
Evet dostlar... Türkiye ciddi olduğu kadar da tehlikeli bir süreçten geçiyor. Bir
yandan düzene karşı yığınların mücadelesi, diğer yansız saldırılar... Bu
saldırılar ne ilk,
ne de son olacaktır. Ama şunu
dost düşman herkes iyi bilsin ki;
sonuçta iyiyi güzeli savunanlar
kazanacaktır. Sizlere "geçmiş olsun" diyemeyeceğim.
Çünkü
sizler onurlu ve onurlu olduğu kadar da
zor bir mücadele veriyorsunuz. Sizler ne
ilk, ne de son kez Terörle Mücadele ye
gidiyorsunuz. Çok zorluklar çektiğinizi,
işkence
tezgahlarından
geçtiğinizin
tanığıyım. Bu nedenle sizlere değil sizlere
ve bizlere söz verip de duramayanlara
"geçmiş olsun" diyorum. Başarılarınızın
devamını diliyorum.
GülizarTuncer
Son zamanlarda basına ve özellikle de
Kurtuluş gazetesine yönelik açık saldırılar
başladı ve 17 Şubat 1998 tarihinde yapılan
baskınla gördük
ki
tamamiyle
hukuksuzluğun,
usulsüzlüğün ve
keyfiliğin egemen
olduğu
çete
devletinde verilen hiçbir söze
güvenilmez.
Basın özgürlüğünün değil,
baskın özgürlüülkemizde, Kurtuluş Gazetesi'ne yönelik
son derece kanlı bitecek bir operasyon
yapması da çarpıcı bir gelişmeydi. Gazeteye destek için gelen insanların ve özelliklede gazete çalışanlarının komalık olacak derecede dövülmesi, eşyaların talan
edilmesi, sivil ve resmi polislerin gazete
binasında ve sokakta estirdikleri terör
tam bir polis devleti vahşetiydi. Ve bu baskın İstanbul DGM'nin arama kararına dayandırılmış olsa da hukuki kılıf ve gerekçesi ne olursa olsun esas amacı toplatılmış yayın ve hakkında yakalama emri bulunan şahısları almak olmadığı, gözdağı
vermek olduğunu göstermiştir. Herşeye
rağmen Kurtuluş gazetesi çalışanlarının
saatlerce süren direnişi olaya damgasını
vurmuştur. Ve anlamlı olan da budur.
17
KURTULUŞ
KURTULUŞ
18
Bizler Direniş Emekçileri olarak,
Kurtuluş Gazetesi'ne yapılan baskını
protesto ediyoruz. Bütün gücümüzle
Kurtuluş'un yanındayız!
Devlet, devrimci basına geri adım
attırmayı şimdiye kadar başaramadı.
Bizleri, onca bedel ödeyerek
tutunduğumuz mevzilerimizden
söküp atabilmeleri mümkün
değildir.
Özgür Basın Susturulamaz!
Kurtuluş Susmayacak!"
DİRENİŞ
Son günlerde Kurtuluş Gazetesi
nezdinde devrimci basın
kurumlarına ve çalışanlarına yönelik
faşist teröre karşı tüm devrimci,
demokrat kurumları göreve
çağırıyoruz. Yaşanan saldırı tüm
hepimize yapılmıştır. Faşist
kudurganlığı, militan ve kitlesel karşı
kovuşla püskürtelim.
E.K.K Alınteri Gazetesi
Direnişinizde Sizlerleyiz!...
Kurtuluş Gazetesi'ne saldırıyı tüm
sınıf kinimizle lanetliyoruz.
Barikatların arkasında yalnız
değilsiniz. Faşist devletin bu
saldırıları öfkemizi büyütüyor; tüm
kinimizle yanınızdayız. Ve
direnişinizi coşkuyla karşılıyoruz.
Kurtuluş Gazetesi Yalnız Değildir!
Yaşasın Devrimci Dayanışma!
PARTİZAN
ÖZGÜR GELECEK
YENİ DEMOKRAT GENÇLİK
Susurluk kazasıyla ortaya çıkan
devlet içindeki çeteleşme,
mafyalaşma ve organize suç
örgütleri ülkemizi karanlık bir
kaosun içine sürüklemektedir. Bu
karanlık düzeni istemeyen, herhangi
bir pisliğe bulaşmamış halkın en
küçük bir tepkisini kaldıramayan
çete düzeni özgürlük ve demokrasi
isteyenleri susturmak istiyor.
Haftalık Kurtuluş Dergisi İstanbul
Temsilciliği'ne yapılan bu çirkin
saldırıyı kınıyoruz, gözaltına alınan
dergi çalışanlarının derhal serbest
bırakılmasını istiyoruz.
DURSUN SEVİM
(ÖDP KOCAELİ İL ÖRGÜTÜ)
Kurtuluş Gazetesi'ne yönelik
saldırılar da devrimci muhalefete
yönelik ezme hareketinin topyekün
bu saldırıların uzantılarıdır.
Topyekün bir saldırı ancak topyekün
bir tepki ile püskürtülebilir. Bu
pervasız saldırılar yanıtsız bırakıldığı
takdirde saldırıların kapsamı ve
dozajı gittikçe artacaktır. Sıranın
kendisine gelmesini beklemeyen bir
tarzda birleşik mücadele örmek
yakıcı hale gelmiştir. Kurtuluş'a
yönelik saldırılara karşı alınacak
tutum ve sahiplenici tavrın böylesi
ATILIM Gazetesi
Faşizm saldırıyor. Halkın sesi
direniyor.
Bizler Demokratik Lise Mücadele
TEPKİLER
Komiteleri olarak Kurtuluş
Gazetesi'ne yapılan bu keyfi baskını
kınıyoruz. Arkadaşlarımız derhal
serbest bırakılmalıdırlar.
DEMOKRATİK LİSE İÇİN
MÜCADELE KOMİTELERİ
LİSELİ GENÇLİK DERGİSİ
Kurtuluş Susmayacak,
Susmayacağız;
Halkın yanında ve halkın sesi olan
Halk İçin Kurtuluş Gazetesi'ne
yapılan baskınla Kurtuluş'u
susturacaklarını zannettiler. Fakat
Kurtuluş çalışanları içeride "Sonuna
kadar direneceğiz. Bizi
alamayacaklar" derken biz de gençlik
olarak kapının önünde onlara sahip
çıktık. Sloganlarımızla onları yalnız
bırakmayacağımızı söyledik. Ne
onlar, ne de biz susmadık
susmayacağız!
Devrimci Gençlik Dergisi
TÖDEF/İYÖ-DER
Baskılara ve saldırılara karşı, tüm
sosyalist basın ve kendine "ben
devrimci ve demokratım diyen" tüm
halkımızı, bu saldırılar ve katliamlar
karşısında susmak yerine inanç ve
öfkeyle haykırmaya çağırıyoruz.
Şunu bilmeliyiz ki, bu saldırılar ve
baskılar sadece Kurtuluş Gazetesi'ne
değil tüm sosyalist basına yapılan
saldırıdır.
Bizler sosyalist basın olarak bu tür
saldırıları ve katliamları kınayarak
sesimizi yükseltmeliyiz. Bu saldırı ve
katliamları şiddetle kınamalıyız.
Bizler Kurtuluş çalışanları olarak
şunları söylüyoruz; baskıların ve
katliamların bizleri
yıldıramayacağını, mücadelemizi
daha da yükselteceğimizi
belirtiyoruz. Ve Kurtuluş hiçbir
zaman susturulamaz diyoruz.
DEVRİMCİ BASIN
SUSTURULAMAZ!
BEDEL ÖDEDİK
BEDEL
ÖDETECEĞİZ!
HAKLIYIZ
KAZANACAĞIZ
HALK İÇİN
KURTULUŞ
GAZETESİ ADANA
TEMSİLCİLİĞİ
BU SESİ
HİÇ KİMSE
SUSTURAMAYACAK!
Devlet Susurluk
sürecinin ardından halka
saldırmaya başlamış ve devletin
ilerici gördüğü her kesim bu
saldırılardan payını almıştır. Kurtuluş
Gazetesi de halkın yanında yaptığı
yayınla devletin bu saldırılarından en
çok payını alan kesim olmuştur.
ABD emperyalizminin Ortadoğu
halklarına saldırmaya hazırlandığı şu
günlerde onun kukla hükümeti de bu
savaş hazırlıkları sırasında gördüğü
ciddi ve diri muhalefeti kırmaya
çalışıyor. Önce devrimcileri
susturacak ve dilediğini rahatça
hayata geçirecek. HAYIR! Buna
müsaade etmeyeceğiz.
Susmayacağız! Halkımızın onurlu
sesi Kurtuluş'u baskılarla, gözaltılarla
teslim alamayacaksınız! Kurtuluş her
yerde halkın yanı başında olacak!
HAKLAR
VE ÖZGÜRLÜKLER
PLATFORMU
Son dönemlerde artan baskılar
halk muhalefetini susturmayı
hedeflemekte, bunun için parti
merkezlerinin basılmasından
tutuklamalara kadar hukukla
bağdaşmayacak yöntemler
kullanılmaktadır. Bunlar Susurluk
uygulamalarının devam ettiğini
göstermektedir. Bu saldırıları
protesto ediyor, gözaltına alınanların
derhal serbest bırakılmasını
Veysi Ülgen
SES Genel Başkanı
Merkez Yönetim Kurulu Adına
Bu ülkede artık herşey herkesin
gözü önünde oluyor.
Dün yine görüldü ki Kurtuluş
Gazetesi tamamen keyfi ve vahşi bir
biçimde basılıp çalışanları komaya
sokularak gözaltına alındılar.
Büroları tahrip edildi. Bu vahşeti
görüntüleyen diğer basın emekçileri
de bu vahşetten nasiplerini aldılar.
Bu keyfi uyulamaları, bu vahşeti
protesto ediyor. Tüm basın
emekçilerinin yanında olduğumuzu
İETT ÇALIŞANLARI DERNEĞİ
GENEL MERKEZİ GENEL
SEKRETER FUAT ÇELİK GENEL
BAŞKAN ZEYNEL KILIÇ
Yurdumuzda çok sık görülen,
basın özgürlüğüne vurulmuş bir
darbe daha. Yani, son derece
düşündürücü, üzüntü verici,
kınanması gereken bir
davranış. Yani artık
burası böyle. İnsanların
dilediği yere, dilediği
biçimde böyle baskın
yapıp, arayıp tarayıp
sorgulayacağı garip bir
düzenin hakim olduğu
günler yaşıyoruz. Üzüntü
verici bu ne diyebilirim
ki başka. Kaldı ki bir
gerekçe de yok bildiğim
kadarıyla.
ZUHAL OLCAY (Sinema
ve Tiyatro Sanatçısı)
KURTULUŞ GAZETESİ
HALKIN SESİDİR
SUSTURULAMAZ
Kurtuluş Gazetesi okurları
direnişe, direnişle destek vererek
gazeteye sahip çıkmıştır.
Susurluk'un üstünü örtmeye
çalışan devlet, kendini aklamak
kaygısıyla demokratik örgütlülüklere
saldırıyor.
Emperyalist savaş öncesinde
karşısında gördüğü ciddi muhalefet
odaklarını sindirmeye
21 Şubat 1998
çalışıyor. Kurtuluş Gazetesine
yapılan saldırılar bunun en açık
örneğidir.
Kurtuluş Gazetesi halkın onurlu
sesidir. Bu sesi hiç kimse
susturamaz.
Anadolu ÖZGÜR-DER
KURTULUŞ ÇALIŞANLARI
İŞKENCECİLERE TESLİM EDİLDİ
Görülüyor ki bu devletin halka
verip tutacağı tek bir sözü yoktur. Bu
devletin namusu, erdemi
kalmamıştır. O'nun namusu,
Susurluk'takilerdir. Onun
namusunun göstergesi, ülkemizi
fuhuş, eroin, uyuşturucu batağına
çevirenlerdir.
Susurluk Devleti namussuzdur!
Bu namussuzlardan hesap sormak
emeğini, onurunu savunan herkesin
en doğal hakkıdır. Tüm
vatanseverler, Kurtuluş Gazetesi'nde
çalışan ve baskın sırasında gazete
önünde destekleyen herkes bu
meşru hakkını savunmuştur;
namussuzların iktidarından hesap
sorma hakkını kullanmıştır. Bu
meşru hakkı biz de sahipleniyoruz.
Kurtuluş'un balkonunda bir söz
yankılandı: "GELİN BİZDE MANGAL
GİBİ YÜREK VAR!" Bu yürek
hepimizde var ve bu yürekte vatan
sevgisi var, özgür vatana olan tutku
var. Bu tutkunun ateşi namussuzların
iktidarını da yakacak!
BİZ HALKIZ!
HALKI
SUSTURAMAYACAKSINIZ!
GRUP YORUM
ÖZGÜRLÜK TÜRKÜSÜ
AYŞE GÜLEN HALK SAHNESİ
AYŞE NİL HALK KÜTÜPHANESİ
FOTOĞRAF
VE SİNEMA
EMEKÇİLERİ(FOSEM)
KÜLTÜR SANATTA TAVIR
DERGİSİ
OKMEYDANI
HALK KÜLTÜR MERKEZİ
İDİL KÜLTÜR MERKEZİ
Susurluk raporuyla birlikte
demokratikleşme, özgür basın gibi
söylemlerde bulunan devlet gerçek
yüzünü bir kez daha göstermekte
gecikmedi. Bizler Eskişehir Kurtuluş
Gazetesi Temsilciliği ve Kurtuluş
Gazetesi okurları olarak yapılan
saldırıları kınıyoruz.
Üzerinde insanca ve eşitçe
yaşayabileceğimiz bir ülke kurana
dek bu ses hiç susmayacaktır.
Kavganın onurlu sesi Kurtuluş
susturulamaz
Kurtuluş Gazetesi
Eskişehir Temsilciliği
Kavga dostlarımızın yanındayız.
Böylesi bir süreçte devrimci
dayanışma saldırıları önleyecektir.
Sosyalizm Yolunda
Kızıl Bayrak Gazetesi
Devrimci-Sosyalist basın olarak
çete devletinin saldırıları karşısında
21 Şubat 1998
yılmayacağımızı ve halklarımızdan
aldığımız sonsuz güç ve destek
doğrultusunda samimiyetle
inandığımız yolda sebatla
ilerleyeceğimizi bir kez daha dosta
düşmana ilan ediyoruz.
Kurtuluş Gazetesi'ne yapılan
saldırıları protesto ediyor, maddi ve
manevi her türlü desteğimizle
Kurtuluş Gazetesi'nin yanında
olduğumuzu bir kez daha
belirtiyoruz.
Halkın Günlüğü Haber Merkezi
Buradan bir kez daha ilan
ediyoruz ki hiçbir baskı ve katliam
yöntemi bizi yıldıramayacak.
Üzerimizdeki baskıları protesto
ediyor, tüm ilerici demokrat
kamuoyunu Susurluk Devleti'nin bu
politikalarını boşa çıkarmak için
dayanışmaya çağırıyoruz
Kurtuluş Gazetesi
Malatya Temsilciliği
Devrimci Selam ve Dayanışma
Duygularımızla
Kurtuluş Gazetesi, çalışkanlık
özveri ve direngenlik örneği
gösteriyor. Öteki devrimci ve
marksist basın-yayın faaliyetleri
gibi, gazeteniz de kavgasında asla
yalnız değildir.
Anın görevi, işçi sınıfı ve emekçi
halkların bölgemizdeki uyanış ve
yönelişlerini doğru değerlendirerek
tutarlı bir anti-emperyalist
mücadele hattının ne anlama
geldiğini bilince çıkartmaktır.
Tekelci-militarist polis devletinin
cenahımıza yönelttiği baskı, terör ve
saldırılar, emperyalist tekelci
hegemonların da isteğidir.
Kapitalizm-emperyalizm bütün
kışkırtma ve saldırılarıyla karşıtını
da yaratıyor.
Devrimci ve Marksist sol
kadroların (herbirimizin)
sorumluluğu işte burada sınanıyor.
Hegemonların krizini
derinleştirmek, oyunlarını açığa
vurmak ve asla yeri
doldurulamayacak değerli
insanlarımızı, kurumlarımızı
koruyup sahiplenmek görevlerimiz
arasındadır.
Sorun Yayınları
Kollektif Çalışanları Adına
Sırrı Öztürk
Bizler, bağımsız, demokratik,
ulusların ve halkların özgür olduğu,
emeğin en yüce değer sayıldığı
halkın yönettiği bir ülke için
mücadelemize faşist saldırılar ve
baskılardan yılmadan devam
edeceğiz.
Halk İçin Kurtuluş Gazetesi'ne
yapılan bu saldırıları kınıyoruz.
Halkız Haklıyız Kazanacağız.
Kocaeli TÖDEF
Kurtuluş Gazetesi'ne yönelik
şiddet kampanyasının, Ortadoğu'ya
emperyalist saldırı ile eş zamanlı
oluşu dikkat çekicidir. Meşruiyet
krizi içinde bulunan egemenlik
sistemi hukuk ve yasa tanımazlığını
kendi bürokratları aracılığıyla da
TEPKİLER
ilan etmiştir. Kurtuluş Gazetesi'ne ve
olaylar esnasında görev yapan diğer
gazetecilere yönelik saldırıyı
kınıyorum.
Av. Suat Parlar
BASKILAR BİZLERİ YILDIRAMAZ
Susurluk Devleti böyle
gözaltılarla, katliamlarla bizleri
yıldırmaya ve artan halk
muhalefetini sindirmeye
çalışmaktadır.
Ancak şunu iyi biliyoruz ki faşist
devletin bu uygulamalarına boyun
eğmeyecek haklı mücadelemizi daha
da genişletecek ve hesabını
soracağız.
SAKARYA TÖDEF
Polis; Kurtuluş Gazetesi'ne illegal
yayınmış gibi gelip basıyor. Kangren
oldu. Neyin ne olduğunu bizler de
bilemiyoruz. Hiç kimse hiçbir şeyin
hesabını sormuyor. Ne ilk, ne de son
olacak böyle giderse. Bu olaylar tam
olarak kangren haline geldi.
Gazeteciler dövülüyor, tutuklanıyor.
Aytaç Arman (Sinema Sanatçısı)
Emperyalizmin, Ortadoğu'da
savaş çığlıkları attığı günümüzde,
işbirlikçi tekelci burjuvazi, bir
yandan savaş hukukunu kendince
tahkim etmeye çalışarak, sömürü ve
zulmünü sözde meşru zeminlere
dayamaya, diğer yandan da halkın
devrimci muhalefetini susturma ve
etkisiz kılma operasyonlarını
ağırlaştırmaya başladı.
Bu doğrultuda devrimci halk
muhalefetinin gür sesi Halk İçin
Kurtuluş Gazetesi'ne saldırılmıştır.
Kurtuluş Gazetesi ve HADEP'e
yönelik saldırılar devrimci
muhalefetin iki ana gövdesini
etkisizleştirmeye yöneliktir.
Yapılan saldırılar da göstermiştir
ki, halkımızın doğal örgütlülükleri
gelişen savaş konseptine göre
yetersiz kalmakta, kitleler topyekun
seferber edilememektedir. Her ne
kadar son baskınlarda gerek
HADEP'e, gerek Kurtuluş
Gazetesi'ne toplu sahip çıkmalar
olduysa da, bu tayin edici bir '
konuma gelememiştir.
İşbirlikçi Tekelci Burjuvazinin,
HADEP'e, devrimci demokrat basına
ve Kurtuluş Gazetesi'ne saldırıp
çalışanlarının pervasızca dövülerek
gözaltına alınması tesadüfi değil,
yeni savaş konseptinin bir
ürünüdür. Toplumun çıkarı
emperyalizm ve kapitalizmle çelişen
bütün
muhalif ve
muaflık
kesimleri
daha büyük
ve daha katı
baskılara
kendini
hazırlayarak,
mevcut örgütlülüklerini geliştirip
birlikte mücadele etme gereğini
iliklerinde hissederek, topyekun
karşı koyma geleneğini yaratmak
zorundadırlar. Süreç, bunu tüm halk
kesimlerine dayatmaktadır.*
Önce Kurtuluş Adana temsilcisi Mehmet Topaloğlu katledildi. Kurtuluş'u susturamadılar.
Ardından katliamı protesto edenler
saldırıya uğradı, gözaltına alındı susturamadılar.
Okurları tek tek evlerinde gözaltına
alındı, sokaklarda kurşunlandı, yine susŞimdi de Kurtuluş Merkez Büro'ya
vahşice saldırdılar. Onlarca Kurtuluş çalışanının barikatlarıyla karşılaştılar. Kurtuluş çalışanları yerlerde sürüklenerek, dövülerek yaralandı, gözaltına alındı.
Bu saldırılar ne ilkti, ne de son olacaktır.
Yine susturamayacaklar.
Susurluk'taki devletten hesap sormaya devam edeceğiz.
Tahammülsüzler; bu tahammülsüzlükle saldırıyorlar. Çaresizler; çaresizliğin
korkusuyla saldırıyorlar.
Çünkü Kurtuluş halkın sesidir; onurlu mücadelenin sesidir. Kurtuluş işçinin,
memurun, köylünün, yoksul gecekondulunun, öğrencinin, ülkesinin bağımsızlığı
için, halkın kurtuluşu için savaşanların,
biz tutsakların sesidir. Kurtuluş'a saldırı
halka saldırıdır, tutsaklara saldırıdır.
Halkın onurlu sesi Kurtuluş baskı, terör ve katletmekle susturulamaz. Halkımızın kurtuluş mücadelesi, bedeller üzerinde yükseliyor. Bizler, vatanımız ve
onurumuz için bedel ödemeye her zaman hazırız. Bedel ödetenler de bedel
ödemeye hazır olmalıdır.
Kurtuluş halkımızın bedellerle kazandığı bir mevzidir. Bu mevzi hepimizindir.
Biz Parti-Cepheli tutsaklar, yapılan
bu saldırıyı protesto etmek için 18 Şubat
1998 tarihinde sayım vermeme eylemi
yapıyoruz. Tüm halkımızı faşist saldırılara
direnmeye, gazeteleri Kurtuluş'a sahip
çıkmaya çağırıyoruz.
Halkın Onurlu Sesi Kurtuluş Susturulamaz!
Saldırıların Katliamların Hesabını Soracağız!
DHKP-C Tutsaklar Örgütlenmesi
Kurtuluş gazetesi emekçilerine
Merhaba,
Kurtuluş'u Bir Direniş Mevzisine Dönüştürenleri Selamlıyoruz!
Mehmet Topaloğlu yoldaşınızı şehit
verdiniz. Bu ilk şehidiniz de değildi.
Onlarca emekçiniz tutsaklıklar yaşadı, faşist saldırılarda zulme uğradınız.
Ama boyun eğmediniz.
Halkın onurlu sesi susturulamadı...
Kurtuluş susturulamaz!
Halkla bütünleşmiş geleneği hiçbir
güç yenemez!
Faşizm halka karşı saldırılarını tırmandıracaktır. Kurtuluş gazetesine yapılan saldırı bunun bir parçası olarak halka
karşı yapılmıştır.
Halklarımızın KURTULUŞ' unu boğmaya çalışanlar BAŞARAMAYACAKLAR!
Kurtuluş halkın sesidir, soluğudur
susturulamaz!
Saldırıların Katliamların Hesabını
Mutlaka Soracağız!
DHKP-C Tutsaklar Örgütlenmesi
19
KURTULUŞ
Merhaba,
Halkımızın onurlu sesi Kurtuluş asla
susturulamayacak:
Saldırıyorlar... Çaresizler...
Korkuyorlar. Düzenleri sarsılıyor temellerinden, çünkü halkın öfkesiyle hergün daha da büyüyen Parti-Cephemiz
var.
Ve Parti-Cephemizle hergün daha da
büyüyen onur, namus, adalet kavgamız
var.
Bu kavganın onurlu sesi olan Kurtuluşumuza tahammül edemiyorlar.
Bulunduğumuz her yer bir direniş
Katletmekle
tüketemeyeceksiniz:
Baskı ve terörle susturamayacaksınız: Bizimle karşılaştığınız her yerde Sabolar'ın,
Edalar'ın, Mecitler'in, Orhanlar'ın kavga
ve direniş sloganlarıyla karşılaşacaksınız
Korkun:
Mehmetlerimizin, yoldaşlarımızın
akıttığınız her damla kanın hesabını soracağız.
Dün olduğu gibi bugün de, yarın da
düşlerinizde karabasan olmaya devam
edeceğiz.
Yiğitçe direnen Kurtuluş emekçileri;
Gelenek sürüyor, sürdürüyorsunuz...
Bu gurur hepimizindir.
Direnişinizi selamlıyoruz.
Kurtuluş Halktır, Halkı Yenemezler!
Çanakkale Hapishanesi
DHKP-C Tutsakları
Kurtuluş gazetesi emekçilerine
Merhaba,
Kurtuluş'u Bir Direniş Mevzisine Dönüştürenleri Selamlıyoruz!
Mehmet Topaloğlu yoldaşınızı şehit
verdiniz. Bu ilk şehidiniz de değildi.
Onlarca emekçiniz tutsaklıklar yaşadı, faşist saldırılarda zulme uğradınız.
Ama boyun eğmediniz.
Halkın onurlu sesi susturulamadı...
Kurtuluş susturulamaz!
Halkla bütünleşmiş geleneği hiçbir
güç yenemez!
Faşizm halka karşı saldırılarını tırmandıracaktır. Kurtuluş gazetesine yapılan saldırı bunun bir parçası olarak halka
karşı yapılmıştır.
Halklarımızın KURTULUŞ' unu boğmaya çalışanlar BAŞARAMAYACAKLAR;
Kurtuluş halkın sesidir, soluğudur
susturulamaz!
Saldırıların Katliamların Hesabını
Mutlaka Soracağız!
DHKP-C Tutsaklar Örgütlenmesi
Bu saldırı karşısında göstermiş olduğunuz direniş tavrı, demokratik alanın
bütün kesimlerine örnek olup perspektif
sunacak nitelikteydi. Bu çizginin sürdürüleceğine ve daha da yaygınlaşarak "gözaltı politikasını boşa çıkaracağına inanıyoruz.
Saldırılar, sadece kurumlarımızın binalarını insanlarımızı değil, aynı zamanda bedeller ödeyerek yarattığımız meşruluğu da hedefliyorlar. Başaramayacaklar!
Saldırıyı lanetliyor, çalışmalarımızda ve
direnişlerinizde başarılar diliyoruz.
Malatya Hapishanesi
DHKP-C Tutsakları
KURTULUŞ
20
TARİHİMİZDEN
21 Şubat 1998
22 Şubat 1995 - Ramazanı bahane eden
KISA faşist çeteler, Marmara Üniversitesi
KISA Göztepe Kampusu öğrencilerine
saldırarak 11 öğrenciyi yaraladılar.
İŞÇİLER DİRENİYOR
Şubat'ın son haftası, '91'den bu yana hep direnişlere tanıklık etmiş. Elbette yalnız Şubat'ın son
haftasına özgü bir şey değil bu. işçi sınıfı '87'lerden bu yana neredeyse sürekli direnişler içinde. 22-28
Şubat'ın "Bu Tarih"i de bunu gösteriyor yalnızca. Ve "Bu Tarih", işçi sınıfı içinde gerçekleştirilen
direnişlerle, gerçekleştirilen devrimci örgütlenmeler arasında ne kadar büyük bir fark olduğunu, bu
direnişlerin merkezileştirilmesi ve direnişlerden devrimci örgütlülükler yaratılması noktasında
gerçekte sürecin ne kadar gerisinde kalındığını da gösteriyor. Bir direnişi ekonomik-demokratik
açıdan kazanımla sonuçlandırmak kadar, o direnişten devrimci bir örgütlülük yaratmak da asla
üzerinden atlanmaması gereken bir hedef olmalıdır. Ancak o zaman direnişlerimiz kadar yaygın
devrimci örgütlülüklere de sahip olabiliriz.
25 Şubat 1991 Mağa Direnişi; Mağa
Deri işçileri, ücret ve
sosyal haklarının
verilmemesi üzerine, 21 Ocak'ta greve çıkma
kararı aldılar. Ancak aynı günlerde pek çok
grev Bakanlar Kurulu kararıyla ertelendi.
Mağa da ertelenen grevler kapsamındaydı.
Hemen ardından Mağa patronu Ali Şen
"zarar ediyorum, ücretlerini
ödeyemeyeceğim" gerekçesiyle 535 işçiyi
işten attı. İşçiler, tazminatları ve sosyal
hakları için günlerce fabrika önünde
beklediler. Sonunda, 25 Şubat'ta
tazminatlarının ödeneceği sözü verildi. Ali
Şen'in bu sözünde de durmaması üzerine
işçiler, 25 Şubat'ta fabrikayı işgal ettiler.
Direniş sürerken Ali Şen'e ait helikopterler
Devrimci Sol tarafından bombalanarak
tahrip edildi. Direniş boyunca ortada
görünmeyen Ali Şen bu olaydan sonra
sendika yöneticileriyle görüşmelere başladı.
İşgal 75 gün sürdü ve işçilerin taleplerinin
karşılanacağı anlaşmasıyla kazanımla
bitirildi
23 Şubat 1993 - Petrol-İş'te Açlık Grevi;
ibrahim Etem ilaç Fabrikası'nda
sendikalaşma mücadelesi veren 22 işçinin
işten çıkartılması yürüyüş ve viziteye çıkma
gibi eylemlerle protesto edildi, işten atılan
22 işçi ve 3 şube yöneticisi, 23 Şubat'ta
Petrol-İş Sendikası'nın istanbul Şubesi'nde
süresiz açlık grevine başladılar.
25 Şubat 1993 - Kağıthane Direnişi'yle
Dayanışma; Belediye-Iş Sendikası Beyoğlu
Şubesi, 25 Şubat'ta "Kağıthane işçileriyle
Dayanışma Mitingi" düzenledi. Mitinge
Humanic işçileri ve BEM-SEN'liler de
katıldılar.
Hak Gasplarına Tavır
22 Şubat 1993 - Bursa Merinos Yün
Fabrikası işçileri, sözleşme görüşmelerindeki
tıkanıklığı protesto etmek için, 22 Şubat'ta
fabrika bahçesinde oturma eylemi yaptılar.
23 Şubat 1994 - iki yıldır sosyal hakları
gasp edilen, maaş farkları ödenmeyen
Altındağ Belediye işçileri, 23 Şubat'ta süresiz
iş bırakma eylemine başladılar.
24 Şubat 1994 - Gaziosmanpaşa
Belediyesi işçileri, yedi aydır maaşlarını
alamadıkları için 24 Şubat'ta, Fen işleri
önünde yaklaşık 900 kişiyle bir protesto
yürüyüşü gerçekleştirdiler.
22 Şubat 1994 - Memurlar İş Bıraktı;
Kamu çalışanları, üretimden gelen güçlerini
siyasi iktidara bir kez daha gösterdiler ve
ülke genelinde iş bıraktılar.
24 Şubat 1995 - Tekstil'de Grev; Tekstil
işkolunda çalışan 17 bin 500 işçi adına toplu
sözleşme görüşmelerini sürdüren Tekstil ve
Öz-Iplik iş Sendikaları, anlaşma
sağlanamadığından dolayı 24 Şubat'ta
istanbul, Adana, Bursa ve Yalova'da greve
çıktılar. Greve çıkan DlSK Tekstil işçileri,
grevi bir yürüyüşle ilan ettiler.
24 Şubat 1995 - Havaş'ta Grev; Havaş
işçileri greve çıktılar. Grev, hava ulaşımına
yönelik yer hizmetlerinde çalışan 2300
işçinin katılımıyla başladı ve Atatürk Hava
Limanı'ndaki onlarca işyerine aynı anda "Bu
işyerinde Grev Var - Hava-Iş" yazılı
pankartlar asıldı.
26-27 Şubat 1995 - Kargo İşçilerine
Saldırı; Küçükköy'deki Express Kargo'da
işten çıkarmalara karşı çadır kurarak direnişe
geçen işçilere 26 Şubat'ta polis saldırdı ve
60'a yakın işçiyi gözaltına aldı. 27 Şubat'ta da
İzmir Express Kargo Şubeleri önünde işten
atıldıkları için bekleyen işçilere polis saldırdı
ve 20 işçiyi gözaltına aldı.
Özelleştirme Saldırısına Karşı Eylemler
23 Şubat 1997 - Muğla Yatağan Termik
Santrali ve Kömür Ocakları'nın
özelleştirilmek istenmesine karşı, Maden-Iş
ve Tes-iş tarafından, 23 Şubat'ta, Muğla
Yatağan'da "Özelleştirmeye Hayır" mitingi
düzenlendi.
25 Şubat 1997 - Hava-Iş Sendikası
emekçileri hak gaspları, sürgün, gözaltı ve
baskıları protesto etmek için 25 Şubat'ta
Yeşilköy Havalimam'nda 4 bin işçinin
katılımıyla bir yürüyüş yaptılar.
26 Şubat 1997 - Kartal Belediyesi'ne
bağlı Kayapsan A.Ş'de, "işyeri zarar ediyor"
bahanesiyle 9 işçinin işten çıkartılması
üzerine işçiler, 26 Şubat'ta işleri durdurarak
direnişe geçtiler.
24 Şubat 1995 - Marmara Üniversitesinde 22
Şubat'taki saldırıya katılan iki faşist, devrimci
öğrenciler tarafından rehin alındılar. Polis, okulu
kuşatarak faşistleri kurtarma operasyonu başlattı.
Fakat öğrencilerin kurduğu barikatları aşamadı.
Rehin alınan faşistlerin kitleye ve basına teşhir
edilerek serbest bırakılmasından sonra öğrencilere
saldıran polis, 150 kişiyi gözaltına aldı.
24 Şubat 1993 - Ege Üniversitesi öğrencileri,
ikinci öğrenim dönemine paralı eğitime karşı
kampanya ile başladılar. Kampanya boyunca 8 bin
imza toplanırken, 24 Şubat'ta yaklaşık 700 kişinin
katıldığı bir yürüyüş yapılarak paralı eğitim ve
har(a)ç zamları protesto edildi.
26-27 Şubat 1993 - BEM-SEN 26 Şubat'ta
Ankara Keçiören Kültür Merkezi'nde, SAĞLIK-SEN
ise 27 Şubat'ta İstanbul La Bella Salonu'nda
"Gelecek Ellerimizde" adını taşıyan birer gece
düzenlediler. Gecelere, toplam 4000 kamu emekçisi
katıldı.
Av. Metin Can
Dr. Hasan Kaya
27 Şubat 1993 - Kontrgerilla tarafından 21
Şubat'ta kaçırılan Av. Metin Can ve Dr. Hasan
Kaya'nın cesetleri 27 Şubat'ta, Tuncpli'den 15
km. uzaklıktaki Dinar Köprüsü altında bulundu.
Haberin Elazığ'a ulaşması üzerine, aynı gün Can ve
Kaya'nın yakınlarıyla birlikte avukatlar, bazı SHP
yetkilileri, IHD, EHADKAD, SAĞLIK-SEN'den
temsilciler, Cumhuriyet ve Mücadele gazetesi
muhabirlerinden oluşan bir grup, cesetlerin
bulunduğu Dinar Köprüsü'ne gitti. Vücutlarında
çok belirgin işkence izlerinin bulunduğu Can ve
Kaya, elleri arkadan bakır tellerle bağlı ve başlarına
birer kurşun sıkılarak katledilmişlerdi.
27 Şubat-6 Mart 1991 - Şırnak ve İdil'de, kömür
ocaklarında halkın geçim kaynağı olan 600 katırın
özel tim ve askerler tarafından taranarak
öldürülmesi üzerine direnişe geçen halk, kömür
ocaklarından 4 km. uzaktaki Şırnak Valiliği'ne
doğru yürüyüşe geçtiler. Cizre-Şırnak yoluna
geldiklerinde, özel timin ateş açmasıyla 2 kişi
katledildi ve birçok kişi yaralandı.
28 Şubat 1994 - 25 Şubat'ta, Filistin'in El Halil
kentindeki Hz. İbrahim Camii'nde cuma namazı
kılan Filistinliler'in üzerine açılan ateşle 63 kişi
katledildi, 200'e yakın Filistinli de yaralandı.
Filistin'de yaşanan bu Siyonist katliamı protesto
eden Devrimci Sol Güçler ve Filistinliler,
Almanya'nın başkenti Bonn'da bulunan Arap
Birliği binasını işgal ettiler.
28 Şubat 1995 - Yozgat Hapishanesi'nde, akşam
sayımından yarım saat sonra DHKP-C tutsaklarının
bulunduğu 11. Koğuşa idare tarafından yapılan
saldırıda DHKP-C temsilcisi ve iki tutsak yaralandı.
21 Şubat 1998
"SOL"
21
KURTULUŞ
Ordu mu İlerici,
Yoksa Teorisyenler mi Kör?
Türkiye'deki faşizm gerçeğini çözümleyemeyenler, ya da bunu bilip de
düzen içi politika arayışında olanlar
Susurluk'tan sonra yaşanan gelişmeleri
bir türlü yerli yerine oturtamadılar. Pusulanın iyice şaşmaya başlamasının
esas dönüm noktası ise MGK'nın 28
Şubat kararları oldu.
Orduyu "laik-demokratik Türkiye'nin güvencesi" gören, hatta "ABD
emperyalizmine tavır aldığını" söyleyerek anti-emperyalist ilan eden, esasında eskisinden farklı bir tutum da
sergilemeyen, Genelkurmay'ın birinci
elden sözcülüğünü yapan ve zaten sol
içinde görmediğimiz karşı-devrimci
İP'i bir kenara bırakıyoruz.
Ancak bu süreç boyunca reformistlerin ve Kürt yurtseverlerinin ordu
hakkında yaptığı öyle değerlendirmelere ve buna bağlı öyle tavır alışlara şahit olduk ki, kendileri şimdi ne düşünür bilemeyiz ama bugün bunları önüne alıp üzerinde biraz sağlıklı bir değerlendirme yapan birinin bu değerlendirme ve tavırların sol bir kafadan
çıktığına inanması güç, hatta imkansızlık noktasında olacaktır.
Öyle ki kontrgerilla devletinin tüm
pisliklerinin ortaya serildiği ve bu
kontrgerilla devletinin çekirdeğinde
ordunun olduğu bilindiği ve daha da
açığa çıktığı bir süreçte ortaya bir
"MGK solculuğu" çıkmıştır. O güne kadar ordunun, genelkurmayın ne olup
olmadığı, bugüne kadar yaptıkları adeta
unutulmuş, 28 Şubat MGK kararlarına
bakılarak orduda bir "ilericilik"
aranmaya başlanmıştır. "Barış"ın, "demokrasinin" ordu eliyle sağlanabileceği
hayalleri kurulmuş, hayalden de öteye
bunlar teorileştirilerek büyük tespitler,
politikalarmışçasına açıklanıp halkın
kafası bulandırılmaya çalışılmıştır.
Örnekleri çoktur. Ancak bu konudaki çarpık değerlendirmelerin genel
mantığını yansıtan birkaç örnek üzerinden devam edelim.
Bir dirseğini ÖDP'ye bir dirseğini
PKK çevresine dayamış olan Yalçın Küçük'ün Mayıs 97 tarihli "hep ileri" dergisinin 2. sayısının ilk yazısında şöyle
deniyor:
"Hepileri'nin ilk sayısındaki 'Restorasyon' başlıklı yazı büyük dikkatle
okunmalıdır. Bu yazıdan ordunun bir
'umut' olduğu sonucunu çıkarmak, en
hafif deyimle okuduğunu anlamamak
olacaktır."
Hepileri'nin ilk sayısı MGK'nın 28
Şubat kararlarının hemen arkasından
çıkmıştır. Arzu eden elbette bir kez daha "dikkatlice" okuyabilir. Ama ne kadar dikkatlice okunursa okunsun orada görülecek olan yine de ikinci sayıda
söylenenin aksine "ordunun umut olduğu sonucu"dur. Böyle olduğu içindir
ki yazılan yazıya gelen eleştiriler çerçevesinde ikinci sayıda savunmaya geçilmektedir. Eğer böyle bir sonuç çıkarılması istenmiyorsa ya yazıyı yazanların
kafası gerçekten çok karışmıştır ne yaz-
dıklarını kendileri de bilmiyorlardır ya
da çok yeteneksizdirler düşündüklerini
yazıya dökerken kalemlerinden çok
daha farklı şeyler çıkıyorduk Ama öyle
değildir. Öyle olmadığı savunma amacıyla yazılmış yazıda çok daha net olarak görülmektedir:
"Söylenen şudur; 196O'lı yıllardan
itibaren sol dalgadan ve 1980'li yıllarda
Kürt yükselişinden ürküntüye kapılan
Kemalist düzen, varlığını sürdürebilmek için, kendisini değiştirmeye başlamıştır. Dinci gericiliğin karanlığına sarılmıştır. Genelkurmay bunun başındadır, imam okullarının açılıp yayılmasında, bunlara bütün fakülte kapılarının açılmasında, hepsinde Genelkurmay'ın imzası vardır. 12 Eylül'den
sonra sola eğilimli genç subay ve astsubaylar işkencelerden geçirilerek ordudan atılırken, dinci gericiliğin uzantılarına dokunulmamış, askeri gemilere
bile mescidler açılmıştır. Bütün büyük
garnizon şehirlerinin dinci gericiliğin
kaleleri haline gelişi tesadüf olmamalıdır. Bunlar açıktır."
Doğru, gerçekten de çok açıktır.
Mesela, Cunta Şefi Genelkurmay Başkam Kenan Evren'in nutuklarına başlarken ayetler, sureler okuması, yurtdışındaki devlet görevlisi imamların maaşlarının Suudi kökenli gerici Rabıta
tarafından Evren'in onayıyla ödendiği,
sürecin cuntadan sonra da hızlanarak
sürdüğü eklenebilir. Hatta çok daha
yakın olarak Refah Partisi'nin Doğru
Yol partisi ile koalisyon kurup hükümet olmasının Genelkurmay'ın onayıyla olduğu da eklenebilir. Devam
edelim.
"Ya ülkücü cinayet şebekeleri? Katil
Çatlı ile polis Kocadağ'ın Siverek reisi
Bucak'ın kalesini karargah olarak kullanmaları hiç kuşkusuz Genelkurmay'ın bilgisi altındadır. Katilleri Kürdistan'a taşıyan bunlardır."
Yalnız bu kadar mı? 1952'de CIA ile
birlikte Ankara'nın göbeğinde sözde
Amerikan yardım kuruluşu, aslında
CIA'nın faaliyet üssü olan binada
kontrgerillayı (Özel Harp Dairesi) kuran Genelkurmay'dır. CIA'nın finanse
ettiği bu halk düşmanı kuruluşu yıllarca parlamentodan, başbakanlardan
saklayan Genelkurmay'dır. Darbeler
yapıp cuntalar kurarak yüzbinlerce kişiyi işkencelerden geçiren, asan, kesen,
hapishanelere dolduran ordu, Genelkurmay'dır. '90'dan bu yana binlerce
devrimci, yurtsever, halktan insanları
katleden, herkesin gözü önünde infazlar yapan, yüzlerce kayıbın, binlerce
"faili meçhul"ün sorumlusu kontrgerillanm merkezi Özel Harp Dairesi,
onun da yöneticisi Genelkurmay'dır,
MGK'dır. Bunları bugün sıradan insanlar bile öğrenmiştir, bilmektedir. Ama
bakın "Hep ileri"nin yazarı sonra nasıl
"ileri" bir tespit daha yapıyor:
"Ünlü hikayedir; bir hrıstiyan bir
gün durup dururken yahudi komşusunun yakasına yapışır. Hırpalamaya
başlar. Zavallı yahudi neye uğradığını
anlayamaz. Hrıstiyan hem hırpalar
hem de İsa'yı siz öldürdünüz'diye bağırır. Zavallı yahudi, 'ama ikibin yıl önceydi' der şaşkınlıkla. 'Olsun' der hrıstiyan, 'ben yeni öğrendim'. Genelkurmay'ın hikayeside budur. Dinci gericiliği
ve cinayet şebekelerini yeni öğrenmiş
gibidir. Bunlar bizim için açıktır."
Vay canına şu yazılana bakın. Eğer
bunlar bir Aydmlık'ta ya da kontrgerillayı aklamaya soyunmuş bir burjuva
kalemşörünün kaleminden çıkmış olsaydı çok görülmezdi ama "sol", "sosyalistlik" iddiası taşıyan bir dergide yazılıyor bunlar. Çok açık, deniyor ki,
geçmişte olan bitenden şimdiki Genelkurmay'ın haberi yok, herşeyi yeni
öğrendi. Bugüne kadar halka en büyük
zulmü yapan orduyu birisi eğer aklamak isteseydi bundan iyi bir senaryo
üretemezdi herhalde. Bu kadar iddialı
bir görüşü burjuva yazarlarının büyük
çoğunluğu bile cesaret edip ileri süremedi. Peki bu düşünceye nasıl varıyor?
O da yazının devamında açıklanıyor.
"Ancak açık olan birşey daha vardır;
bir mücadele başlamıştır. Başlamıştır,
ama abartılmamalıdır. Yeni parti' henüz çok zayıftır. Hem güçsüzdür ve hem
de korkaktır. Özellikle içeride çok zayıftır.
Dinci gericiliğe cephe almıştır, ancak henüz sonuç alamamıştır...
Cinayet şebekesine karşı ise tereddüt doludur. 'Kaza'dan hemen sonra
Kırcı bütün televizyonlara çıkmış ve
yaptıklarını saklamamıştır. Buna rağmen kayıplara karışmıştır. Yirmi yedi
yaşında bir çocuk, Sedat Peker, İstanbul'un bütün 'polis' işlevlerini eline almıştır. Oral Çelik, sadece hakkındaki
yazılanların soruşturması yıllarca sürebileceği halde, inanılmaz bir hızla
serbest kalmıştır. Devlet silahı ve yeşil
pasaport taşıyan ülkücü eskileri hala
ortadadır."
Pes vallahi! MGK'nın 28 Şubat'ta
yaptığı manevrayla bu sözde solcuların
kafasını nasıl bulandırdığını, kendisini
onların nezdinde nasıl akladığını görebiliyor musunuz? Bir ağaç da değil, bir
çöpü gözlerinin önüne koyarak koca
bir ormanı görmelerini engelliyor. Bir
"şeriat-irtica tehlikesi" yaratıp, Refah'a
biraz tavır alarak, bir kaç kuran kursu
kapatarak, zorunlu eğitimi sekiz yıla çıkararak, birkaç katil polisi, mafya çetesini içeri alıp bırakarak beyinleri teslim
alıp MGK solcuları yarattılar, onların
gözünde koskoca kontrgerilla devletini
üç beş özel timci, bir-iki polis şefi,
MÎT'çi, birkaç mafya çetesinden ibaret
hale getirdiler.
"Bir mücadele başlamıştır" deniyor.
Halkın Susurluk devletine karşı başlattığı mücadeleden bahsedilmiyor.
MGK'nm sözde "şeriat"a, çetelere karşı
başlattığı "mücadeleyi" söylüyor. "Yeni
parti" dediği MGK. Üstelikte henüz çok
güçsüzmüş. Peşin peşi. Cuntalar kuran, hükümetler kurdurup düşüren,
burjuva partilerini mum gibi bir hizaya
dizen, susurluk devletini yaratan ve yöneten ordu henüz "hem çok güçsüz,
hem de korkakmış." Böylece neden aylardır Susurluk'un üzerine gidilemediğini de açıklamış oluyor. Ordu, MGK istiyor ama güçsüz olduğu için üzerine
gidemiyormuş. Şimdi bu söylenenlerden, yazılanlardan siz "ordunun bir
umut olarak" görülmediğini mi anlıyorsunuz? Bugüne kadar orduda "ilericilik" arayan, "demokratikleşmeyi" ordudan bekleyenlerin tümündeki mantık üç aşağı beş yukarı bu şekilde çalışmıştır.
Şimdi bir de bu büyük tespitlerin
esas sahiplerinden Yalçın Küçük'ün
söylediklerine bakalım. O da aynı derginin aynı sayısında "Yorgunlar Savaşı"
başlıklı yazısında ne inciler dökü-yor.
"Savaşın generallerin kendine güvenini
kırdığını", bu işin artık "böyle
gitmeyeceğini kafalarına kaktığını",
"yorgun düştüklerini" ve ordunun Susurluk kazasından önce, ağustos ayından itibaren bir "değişim" sürecine girdiğini söylüyor. Elbette bu Küçük'e göre
olumlu yönde bir değişimdir.
"Peki? Bu yorgunlar savaşı şimdilik
nereye gidiyor? Şimdilik gittiği yeri
abartmamız mümkün değildir; şimdi
görebildiğimiz, 'kirli olmayan bir savaşa doğru yol aldığıdır. (...) Ben sosyalist
öğretide aşamalara inanmam: ancak,
'kirli savaş' aşamasını geride bırakmak
üzereyiz, öyle görünüyor. Şimdi bizi
'kirşiz savaş' bekliyor".
Demek ki Küçük'e göre savaş tümüyle sona ermese bile artık bundan
sonra en azından infazlar, faili meçhuller, kayıplar olmayacak, köyler yakılıp
yıkılmayacak, zorunlu göç dayatılmayacak. Söylenenlerin başka anlamı
yoktur.
Bu sonuca nasıl mı varıyor? Özel
Tim Şefi İbrahim Şahin'in, itirafçıların
bir bölümünün, bazı kurmay albaylar
ve binbaşıların hapiste olmasından,
Jandarma Genel Komutanı Teoman
Koman'ın "JİTEM yoktur" demesini
"bundan sonra JİTEM'in olmayacağı
anlamına geldiği" şeklinde yorumlayarak, "Yeşil'in, kırlının, hırlının kudurmuş katiller olduğu(nun) kabul ediliyor" olmasından. Bunları ordudaki
KURTULUŞ
22
"değişimin" işaretleri olarak kabul ediyor. Yani kısacası Küçük de orduda
"umut" ışığı keşfedenlerden. Tüm bunlar "solculuk" adına, "devrimcilik" adına, devrimcilikten uzak, sınıf perspektifinden uzak, burjuva politikacılığına
özenen küçük burjuva pragmatizminin, burjuva politikalarına baka baka
politika belirlerken burjuvazinin yönlendirmesine girmenin, dezenformasyonun etkisinde kalmanın sonuçlardır.
Ama orduda "ışık" gören, "ilericilik"
keşifleri yapan tek Yalçın Küçük gibileri, ÖDP gibileri değildi. Yıllardır faşist
orduya karşı silahlı mücadele veren
PKK'nın önderliği de bu "ileri" tespitlere
pek çok kez katıldı. Çok daha yakında
ordu Kuzey Irak'a bugüne kadar
yaptığı operasyonların en büyüğünü
yaparken, Kürdistan'da yakıp yıkmaya,
bombalamaya devam ederken "ordunun siyasal çözüm için adım atmaya
çalıştığı, ancak politikacıların çok korkak oldukları, bu adımı atacak cesareti
gösteremedikleri"nden, özal'ın bu konudaki "girişimlerinden" övgüyle söz
edilmesi oldukça ilginçti. Benzer söylemleri MGK'nı "milli siyaset belgesindeki bazı bölümlerin açıklanmasından sonra da gördük. Kontrgerilla
belgesinde geçen "mahalli, bölgesel
kültürel özellikler" kelimelerine atfen,
dün ve bugün ne yaptığına bakmadan
belgede geçen bu iki üç kelimeye bakarak ordunun Kürt sorununda siyasal
çözüm arayışı içinde olduğu gibi zorlama, abartılı yorumlar çokça yapıldı.
28 Şubat'tan sonra reformizm ve
Kürt yurtseverleri "barış" sloganına
çok daha bir sıkı sarıldı. Sık sık "barış",
"uzlaşma" çağrıları yapıldı.
Peki sonuç?
Bugün gelinen nokta kimsenin reddedemeyeceği kadar çok açıktır. MGK
oyununu ustaca oynamış, soldan da
belli çevreleri kendine yedeklemiş,
"değişim" beklentileri yaratarak oyalamış, bu arada güç toplamış, ölüm
mangalarına moral vererek tekrar organize etmiş ve tekrar halka saldırıya
geçmiştir.
Ordu aynı ordu, genelkurmay aynı
genelkurmaydır. Yakın zamana kadar
"ilericilik" keşifleri yapılan, siyasal çözüm arayışından yana olduğu tespitleri
yapılan ordu, Susurluk öncesinden de
daha geriye giderek brifingler düzenleyip "Kürtlerin Türk olduğunu"
anlatmakta, "Kürtlerin Türk olduklarına
inandırılması gerektiğinden" söz etmektedir.
İbrahim Şahin, Mehmet Ağar, Çiller, Mehmet Eymür, Korkut Eken, Çatlı,
Yeşil yok şimdi. Raporlarda isimleri geçen, üzerinde çok tantanalar çıkarılan
isimlerin neredeyse tamamı "teslim"
oldu. Şöyle bir hapishanede geçici olarak misafir edilip hepsi bırakıldı. Numunelik biri bile kalmadı içerde.
Ama işkence, infazlar, kayıplar, koruculuk dayatmaları artarak sürüyor.
Kontrgerilla Adana'nın, İstanbul'un
göbeğinde herkesin gözü önünde pervasızca infazlarına devam ediyor. Demokratik kurumlar, partiler basılıyor.
Operasyonlarda yüzlerce kişi birden
gözaltına alınıp işkenceden geçiriliyor.
Veli Küçük, o hapiste olduğu sanı-
DÜZENÎN AHLAKI
Övünün İşte
Ahlakınız
21 Şubat 1998
Ağar'ın yurtdışından gelen heyetlere
pazarladığı dansözler yer almıştı.
Susurluk Kazası'nda ölenlerden Gonca
Us'un, Çatlı'nın dostu olduğu günlerce
tartışıldı durdu. Bu devletin bütün
kadroları uyuşturucu, fuhuş, kara para
aklayıcılığı, kaçakçılık pisliğine
bulaşmıştır. Tüm bu pis işlerin
organizasyonunu yapmaktadırlar. Yani,
Susurluk Devleti'nin kadroları bu
pislikle yoğrulmaktadır.
Bu devletin tepesindekilere ne de
güzel sesleniyordu şehitlerimiz "Sizin
babanız Bush, ananız Manukyandır"
diyerek. Bu devletin namusu
Clinton'dan, Bush'tan, Manukyan'dan
sorulur. Bu devletin namus (suzluğ) unu
Manukyanlar, Ağarlar, Çatlılar, Şahinler,
Evrenler, Yusuf Kenan Doğanlar temsil
ediyor. Övünsünler işte ahlakları
budur!
Namusu ve şerefi olmayan bir
düşmana karşı namus ve şeref
bayrağına sıkı sıkıya sarılarak
savaşıyoruz. Halkın namusuyuz.
Temsilcilerimiz şehitlerimizdir.
Temsilcilerimiz Sabolar, Esmalar,
işkencede ser verip sır vermeyenlerimiz
Birtan, Baki, İbrahim Yalçın Arkan,
Recai Dinçel, Hamiyet, Berdan, İdil gibi
yüzlerce şehidimizdir. Devrime
yürüyen milyonlarca insanımızdır. Bu
ülkede halkın ahlakını, namusunu ve
şerefini, adaletini bizler temsil ediyoruz,
devrimciler temsil ediyor.
"Bu da Türk Fermuar-gate!"
"Fermuar-gate Mahkemelik.
Adalet Bakanlığı Müsteşarı Yusuf
Kenan Doğan..."
"Eski manken Hülya Arık'in üç
yaşındaki kızının babasının Hüseyin
Kocadağ olduğu belirtildi."
Gazetelerin sayfalarında,
manşetlerde günlerdir oligarşinin
bekçilerinin yediği haltlar yeralıyor.
Ölümünün üzerinden 1,5 yıla yakın
bir zaman geçmesine rağmen eli
kanlı katil Hüseyin Kocadağ'm yeni
yeni pislikleri çıkıyor ortaya.
Geçtiğimiz günlerde bir bankayı
sadece dikkat çekmek için soymak
istediğini söyleyen Gazi Koçkaya
isimli bir kişi şu anda evli bulunduğu
eski bir manken olan Hülya Arık'ın,
Hüseyin Kocadağ'dan çocuğunun
olduğunu söyledi. Şimdi olayın
doğruluğunu araştırmak için
Kocadağ'ın mezarı açılacak ve
kemikleri üzeı inden DNA Testi
yapılmaya hazırlanılıyor.
Bir başka haberde ise Adalet
Bakanlığı Müsteşarı Yusuf Kenan
Doğan'in yetkisini kullanarak
onlarca bayan memura tacizde
bulunduğu, birçoğuyla ahlaksız bir
ilişkiye girdiği belirtiliyor. Yusuf
Kenan Doğan, bunun bir komplo
olduğunu söylerken iddiaların
yeraldığı raporu hazırlayan müfettiş,
Doğan hakkında dava açıyor.
Kimdir bu Yusuf Kenan Doğan?
O'nun adı Hüseyin Kocadağ kadar
ünlü değil belki ama O'da en az
onun kadar suçludur. Ülkemizdeki
devrimci tutsaklar, tutsak yakınları iyi
tanır Y. Kenan Doğan'ı. En az
Kocadağ kadar suça ve devrimci
kanına bulaşmıştır eli. Buca'daki,
Ümraniye'deki katliamlarda birinci
dereceden suçludur. Şimdi de adı,
kendi kişiliğine layık bir skandala
karıştı.
Bu devlet tüm birimleriyle,
yöneticileriyle pisliğe bulaşmıştır,
çürümüştür. Susurluk Devleti'nin
yönetememe krizi sadece siyasi
değildir. Ahlak olarak da tamamen
çürümüş ve pisliğe bulanmış bir
devlete karşı savaşıyoruz. Yusuf
Kenan Doğan ve Hüseyin Kocadağ bu
çürümüş düzenin sadece iki
temsilcisidir. Bu devletin içinde ırz
düşmanı olan, pislikle haşır neşir
olan daha nice Kocadağlar ve
Doğanlar vardır. Hatırlarsınız bir
önceki sayımızda Susurluk
Raporu'ndan alman bir bölümü
aktarmıştık sizlere. Bu yazıda Hadi
Özcan ve bir MlT'çi arasındaki
konuşmalar yer alıyordu. Hadi Özcan
"İzmit'te kadın satmak serbest ama
tombalaya izin çıkmıyor" diye
yakınıyordu.
Veli Küçük için kadın satmak bu
kadar doğalken tombalaya neden izin
verilmiyordu? Bunlar çıkarları için
sadece kadınlarımızı, kızlarımızı
değil vatanımızı da emperyalistlere
pazarlıyorlar. Küçük bir çıkar
çatışması Veli Küçük'ün de pisliğin
tam ortasında olduğunu
belgeliyordu.
Peki tüm bu yaşananlara karşı
devlet ne yapıyor, nasıl önlem alıyor?
Hiçbir şey yapmıyor. Çünkü bu devlet
bekçilerine "devrimcileri yok et, bitir
ne yaparsan yap, nasıl yaşarsan yaşa,
hangi pis işe bulaşırsan bulaş hiç
önemli değil" diyerek olanak sağlıyor.
Susurluk Devleti'nin ahlakı ve
namusu yoktur; bu yeni açığa çıkan
birşey de değildir. 12 Eylül sürecinin
MİT raporlarında Necdet Üruğ'un
dost hayatı yaşadığı kişiler, Mehmet
Ahlaksız, düşkünleşmiş ve çürümüş
bir düşmana karşı savaşıyoruz. Bu
düşmanı yenmek boynumuzun
borcudur. Bu düşmanı yenmek için çok
güçlü silahlarımız var. İnancımız, ahlaki
değerlerimiz, şerefimiz var.
Düşmanımızın tankı topu bombaları
var ama onda bizim silahlarımızın
zerresi yok. Bunun için BİZ
KAZANACAĞIZ!*
lan kurmay albaylar falan da görevlerinin başında. "Kirli" savaşı daha da yaymak için yeni görevlerle ödüllendiriliyorlar. Dün Meclis Susurluk Araştırma
Komisyonu'na gitmeyen Teoman Koman televizyona çıkıp Susurluk devletini savunuyor. Hiçte ne "yorgun", ne
de kendine "güvensiz" görünüyor. Adeta
karşısındaki gazetecilerle, halkla alay
ediyor. JİTEM diye bir kuruluşun
resmi olarak olmadığını söylerken aslında gayri resmi olarak var olduğunu
kabul ediyor. Veli Küçük hakkındaki
bilgilerin, belgelerin onu suçlamaya
yetmeyeceğini söylüyor. "Faili meçhul"ler, infazlar için "doyuma ulaşıldı,
sıra masumlara geldi demeyeceğim"
diyerek, infazların, "faili meçhuF'lerin
devam edeceğini ima ederek tehditlerini sürdürüyor.
"Gericiliğe cephe aldığı" söylenen
ordu, dini kullanmaya devam ediyor.
En büyük tarikatlardan birinin hocası
Fethullah Gülen'le ilişkiler geliştiriliyor. Cumhurbaşkanı, Fethullah Gülen
Hoca'nın elinden ödül alırken bunu
herhalde Genelkurmay'dan bağımsız
kendi başına karar verip yapmıyor. Ramazanda harp okulları gazetecilere
toplu olarak ziyarete açılıyor. Günlerce
burjuva gazetelerinde subayların yarısına yakınının oruç tuttuğundan, isteyenin istediği gibi ibadetini yerine getirdiğinden, kışlalardaki camilerden,
mescidlerden bahseden yazılar yazılıyor.
Kısacası kontrgerilla, ordu, MGK işbaşında, Susurluk'tan önceki gibi icraatlarını sürdürüyor. Ama tüm bunlar
karşısında halk sokaklarda "Susurluk'u
ancak halk yargılayabilir" derken, Susurluk devleti ile orduyu birbirinden
ayrı görmezken, MGK solculuğuna soyunanların, orduda "değişim",
"ilericilik" tespiti yapanların da halka
söyleyecekleri birşeyler olmalı. Ordu
içinde bizim göremediğimiz bir darbe
olup kontrgerillacılar tekrar iktidara
mı gelmişlerdir yoksa kendileri mi
yanılmıştır, bunun hesabı halka verilmek durumundadır.
Bu çürümüş, ahlaksızların hüküm
sürdüğü düzeni yıkacak olan ve yerine
tertemiz bir iktidarı, halkın iktidarım
kuracak olan da devrimcilerdir. Akılları
uçkurlarında her türlü pisliğe bulaşmış
bu halk düşmanlarının, halkımızın
kanını emmesine biz son vereceğiz,
devrimciler son verecek.
ŞEHİTLERİMİZ
21 Şubat 1998
1956 yılında Sivas
Divriği'de doğdu.
Cezaevinde gördüğü
işkencelerle
hastalığının ilerlemesi
ve tedavi
ettirilmemesi sonucu
26 Şubat 1983'te
aramızdan ayrıldı.
İstanbul Şehremini' de
çalıştığı inşaatta sivil
faşistler tarafından
katledildi. 1957
doğumluydu.
Beşiktaş Mimarlık
Yüksekokulu'nu basan
sivil faşistler
tarafından katledildi.
Sivas Zara
doğumluydu. DevGenç örgütlenmesi
içinde yer alıyordu.
1992'de Hacettepe Tıp
Fakültesi'nde tedavi
görürken Karadeniz
Devrimci Sol
operasyonunda
işkenceciler
tarafından hasta
yatağına
zincirlendi. Tedavisi
tamamlanmadan
tutuklandı. İlerleyen
hastalığı nedeniyle
tahliye olduktan sonra
doğum yeri olan
Rize'de yaşamını
yitirdi.
26 Şubat 1983
23
KURTULUŞ
ŞEHİTLERİMİZ,CENAZELERİMİZ
DÜŞMANI KORKUTUYOR
Düşman şehitlerimizden dahi korkuyor.
Bunu bugüne kadar pek çok kez gördük.
Sonuncusu ise Adana'da üç Cephelinin
kontrgerilla çeteleri tarafından infaz
edilmesinde yaşandı. Katliamın üzerinden
daha bir kaç gün geçmişti ki polis iki
yoldaşımızın cenazesini morgdan kaçırarak
alelacele kimsesizler mezarlığına gömdü.
Kontra basını "cenazelere sahip çıkılmadı" diye
haber yaptı. Oysa cenazelerin yasal olarak
morgda 15 gün bekletilme süresi bile
Benzerlerini bugüne kadar hemen her
katliam sonrasında, cenazeleri kaçırmaya
çalışma, ailelere baskı yaparak tören
yapılmasından caydırma, cenazelere katılımı
fiili olarak engelleme gibi çok çeşitli biçimlerde
yaşadık. Düşmanın korkusunun bir yanı
katliamcı yüzünün, işlediği suçların, vahşetinin
açığa çıkmasıdır, ama ondan daha önemlisi
şehitlerin sahiplenilmesine olan
tahammülsüzlüğü, cenazelere katılanların
öfkesinden duyduğu korkudur.
Düşmanın korkusunu daha da
büyütmeliyiz. Bunun için şehitlerimize çok
daha güçlü olarak sahip çıkıp cenazelerimizi
şehitlerimize çok daha layık bir biçimde
gömmeliyiz. Bu konuda yarattığımız gelenekler
ısrarla, kararlılıkla savunulmalı, değerlerimiz
kıskançlıkla korunmalıdır.
İnfaz haberini duyar duymaz olay
mahalline koşmalıyız. Çok kez yazılmış,
söylenmiştir, gerek kuşatmanın, infazın
yapıldığı yere gitmek, gerekse cenazeye
katılmak için ne bir talimat beklemeye, ne de
bir yere danışmaya gerek yoktur. Elbette bir
Cepheli'nin şehidimizin cenazesi karşısındaki
görevi, sadece kendisinin katılımını sağlamakla
sınırlı olamaz. Cepheli gerek biriminde en geniş
katılımı sağlamak, gerekse de ulaşabileceği tüm
ilişkilerinin, tanıdıklarının da katılımını
sağlamakla görevlidir.
Derhal şehit ailesine, yakınlarına
ulaşmaya çalışmalıyız. Şehitlerin
sahiplenilmesinde, cenazelerin alınması için
bir takım yasal prosedürlerin yerine
getirilmesinde polisin, çeşitli devlet
kurumlarının şehidin ailesinin, olmamasını
gerekçe gösterdiğini biliyoruz. Bu engellemeleri
ortadan kaldırmak, en aza indirmek için vakit
kaybetmeden ailelere ulaşmak için çaba
harcamak, bunun için iradi olarak
görevlendirmeler yapmalıyız. Kaldı ki şehit
ailesine biran önce haber vermek hem
şehidimize hem ailesine bir saygı, vefa
borcudur. Aynı şekilde avukatlara da öncelikle
haber vererek olaya müdahale etmelerini
sağlamalıyız.
Cenazelerin kaçırılmasına engel
olmalıyız. Bunun için gerekirse gruplar
halinde ya da kitlesel olarak morg önünde veya
cenaze evde ise cenaze evinde nöbet tutmak
dahil her türlü önlemi almalıyız. Otopsi
yapılmasını sağlayıp Adli Tıp raporu alarak
katliamı, işkenceyi belgelemeliyiz.
Şehit ailesiyle, yakınlarıyla önceden
konuşmalıyız. Özelikle devrimci mücadelenin
dışında kalmış, devrimcileri yeterince
tanımayan, geleneklerimizi bilmeyen ailelerin
polisin baskısından etkilenmesini engellemek,
oynayabileceği oyunlara karşı uyarmak,
cenazede çıkabilecek olumsuz tutumların
önceden önüne geçmek için bu mutlaka
yapılmalıdır. Ailenin hem acısını paylaşmalı,
hem de şehidimizin geleneklerimize göre
gömülmesi için ikna etmeliyiz.
Dini kuralların yerine getirilmesi, eğer
şehit düşen yoldaşımızın bu konuda özel bir
vasiyeti yoksa cenazenin cami ya da
cemevinden kaldırılması, mezar başında dua
okutulması gibi konularda ailenin kararına
saygı gösterilmelidir. Ancak bunda da
inisiyatifli davranarak, bu konuda
yapılacakların kitlenin motivasyonunu
düşürecek, cenazeyi dini tören havasına
sokacak kadar uzatılmasının önüne
geçilmelidir. Bunun için de dini gerekleri yerine
getiren imam, dede vb. ile önceden
konuşulmalıdır.
Şehitlerimizi bayrağa sarma geleneğimiz
korunmalıdır. Şehitlerimizin tabutunu PartiCephe bayrağına sararak taşıma, en azından
gömerken bayrağa sarma artık yerleşmiş bir
geleneğimizdir. Bu geleneğimizi titizlikle
korumalıyız. Çıkabilecek olumsuzlukları
önceden düşünüp önlemini almalıyız.
Şehitlerimizin mezarlarına özen
göstermeliyiz. Şehidimizin gömülmesinden
sonra en kısa zamanda yapılacak ilk iş mezar
yapımı olmalıdır. Şehit ailesiyle konuşarak,
maddi olanakları elverişsizse gerekli masrafı
üstlenerek bu görevimizi yerine getirmeliyiz.
Zaman zaman kontrol ederek ailesiyle ilişki
kurarak mezarın korunmasını, bakımını
yapmalıyız.
Şehit anmalarını ihmal etmemeliyiz.
Şehitlerimizin özellikle yoğunlaştığı kentlerde
ayrı ayrı anmalar düzenlemek her zaman için
mümkün olmayabilir. Ancak büyük şehirlerde
özellikle belli yıldönümlerinde çok daha büyük
anmalarla bunu telafi etmeliyiz.
Anadolu'da ise anmalar çok daha büyük bir
önem taşır. Her Cepheli bulunduğu ilde, ilçede,
bölgede bulunan şehitlerimizin mezarlarının
yerlerini bilmelidir. Şehitlerimizin ölüm
yıldönümlerinde mezarları başında olmak,
Cepheliler için hem siyasi, hem ahlaki bir
borçtur.
Şehitlerimize sahip çıkmak tarihimize sahip
çıkmaktır.
Şehitlerimize sahip çıkmak mücadeleye,
devrimci harekete sahip çıkmaktır.
Şehitlerimize sahip çıkmak vatana,
geleceğimize, devrime sahip çıkmaktır.
Daha güçlü sahip çıkalım. Düşmanın
korkusunu daha çok büyütelim.
KURTULUŞ
E
24
mperyalizm yüzyıldır
Ortadoğu'da. Öyle ki
Ortadoğu'nun bugünkü sınırları
emperyalistler tarafından çizilmiş,
pek çok ülkedeki yönetimler
emperyalistler tarafından işbaşına
getirilmiş veya desteklenmektedirler.
ABD'nin emperyalist
saldırganlığının yeni bir örneğini
gösterdiği Irak'a saldırı hazırlıkları
Ortadoğu'yu tekrar dünya gündemine
çıkardı. Dünya kamuoyu "kim halkı"
diye tartışıyor. Böyle tartışması
isteniyor. Sorunun, "Saddam'ın
saraylarının denetime açılıp
açılmaması" olmadığı açıktır. Herkes
bilmektedir ki bu ABD'nin
saldırganlığını, zorbalığını gizlemek
için uydurulmuş koca bir yalandır.
Yalnızca, emperyalizmin
Ortadoğu'daki bu yüzyıllık tarihine
bakıldığında bile, emperyalizmin
Ortadoğu'ya ayak basmasının tek bir
defaya mahsus bile olsa, halklar
yararına olmadığı görülecektir.
Emperyalizmin her ayak basışında,
her müdahalesinde, geriya Ortadoğu
halklarına kan, acı, gözyaşı ve
yoksulluk kalmıştır.
Irak halkına yönelen ABD saldırısı
aynı zamanda tüm Ortadoğu
halklarına yöneliktir. ABD
emperyalizminin saldırısının altında
Ortadoğu'nun önemi ve ABD'nin
bölgeye ilişkin emperyalist planları
yatmaktadır.
Bu saldırganlığı Ortadoğu halkları
EMPERYALİZM
tarihleri boyunca yaşamışlardır.
Ortadoğu'nun yeraltı zenginlikleri
emperyalizmin hep iştahını kabartmış
ve yüzyıl boyunca emperyalizmin
saldırılarına hedef olmuştur.
Ortadoğu'da
"Böl ve Yönet" Politikaları
Dünyanın en eski yerleşim
bölgelerinden biri olan Ortadoğu
yüzyıllar boyunca çeşitli halklara ev
sahipliği yapmış ve çok milliyetli ve
çok dinli bir merkez olagelmiştir.
Müslümanlığın burada ortaya
çıkması ve buradan yayılmasıyla
birlikte din savaşları görünümü
altında bitmek bilmeyen egemenlik
savaşları yaşanmıştır.
Savaşlar Ortadoğu'da yaşayan •
halkların yerleşimini de en çok
etkileyen faktör oldu. Yedinci yüzyılda
Müslüman Araplar Suriye'yi ele
geçirirler. (O zamanlar bu bölge;
Lübnan, Filistin ve günümüz
Suriye'sini kapsıyordu.) Daha sonra
Müslüman kabileleri Bizans
saldırılarını püskürtmek için bu
bölgelere yerleştirildiler.
Daha önce bu bölgede yaşayan ve
yerlerinden atılan Hristiyanlar ise
Lübnan'ın dağlık kesimlerine
yerleştiler.
Haçlı Seferleri farklı dini gruplara
mensup olan kavimlerin yerlerinden
edilmesine yol açtı.
Daha sonra bu bölgeye
Osmanlıların müdahalesi oldu.
21 Şubat 1998
EMPERY
ORTADOĞU
"Böl ve yönet" politikası ile halkları
birbirine kırdırarak on yıllarca sürecek
savaşların başlatıcısı da oldular.
Sınırlar öylesine sorun yaratacak
tarzda çizildi ki, emperyalistlere karşı
çıkması gereken halklar, yaratılan suni
düşmanlıklarla birbirlerini kırdılar.
Paramparça, zayıf, güçsüz ve
emperyalistlere muhtaç hale getirilen
kukla devletler, kolayca
emperyalistlere teslim oldular.
Ürdün, Lübnan, Katar, Kuveyt,
Bahreyn gibi pek çok küçük devlet
emperyalistlerin parçalama ve bölme
politikalarının bir sonucu olarak
ortaya çıktı.
Yine emperyalistler Ortadoğu'da
güvenilir ve sağlam bir üs oluşturmak
amacıyla İsrail'i de bu dönemde
yarattılar.
Fransız ve İngiliz emperyalistleri
Yüzyıllardır aynı coğrafi sınırlar
"hasta adam" diye nitelendirdikleri
içerisinde yaşamış, aynı kaderi
Osmanlıyı bölgeden tümüyle tasfiye
paylaşmış, pek çok ortak özelliğe
etmek amacıyla planlar yaptılar. Bölge
sahip olan halklar arasında,
halklarının Osmanlıya karşı olan
milliyetleri, dinleri kullanarak ortak
memnuniyetsizliğini körükleyerek
bir cephenin, kardeşliğin
Ortadoğu halklarının "bağımsızlığının"
kurulmasının önüne geçtiler.
destekçisi pozlarına hüründüler.
Böylece, Türk, Kürt, Arap, Filistin,
1916 yılında Fransız ve İngiliz
Acem, Dürzi, tüm Ortadoğu
emperyalistleri "Sykes-Picot"
halklarının emperyalizme ve yerli
Anlaşmasıyla Ortadoğu'yu aralarında
işbirlikçilerine karşı mücadelesi
paylaşarak egemenlik alanlarını
engellenmeye çalışıldı.
belirlediler.
Ancak tüm bunlara karşın
Birinci Paylaşım Savaşı sonrası Alman
emperyalizmin hesaplarını bozan,
emperyalistlerinin yenilmesi,
ona darbeler vuran önemli gelişmeler
Osmanlı'nın parçalanması sonucunda
de oldu.
Ortadoğu'daki Fransız ve İngiliz
Bir yandan Sovyetler Birliği'nin
egemenliği daha da pekişti.
desteğinde" ilerici" bir blok
İkinci Paylaşım Savaşı sırasında
oluşturulurken, öte yandan İkinci
emperyalistler arasındaki pazar
Paylaşım Savaşı'nda güçten düşen
kavgasında Alman faşizminin göz diktiği İngiliz ve Fransız emperyalizminin
bölgeler arasında Ortadoğu da vardı.
Ortadoğu'daki pazarına dünyanın
Bölgeyi ele geçirmek, Fransız ve
jandarmalığına soyunan ABD de göz
İngilizlere bırakmak istemeyen Alman
dikecek ve bölgeye yerleşmeye
emperyalizmi binlerce tankını Mısır'a
başlayacaktır. Artık bundan sonra
soktu.
bölgede ağırlıklı olarak ABD
politikalarına, saldırılarına göre
İkinci Paylaşım Savaşı sonrası
biçimlenecek bir süreç yaşanacaktı.
emperyalistler coğrafi ve siyasi olarak
parçalanmış bir Ortadoğu haritası
Ortadoğu ve Emperyalist Yağma
yaratmak için seferber oldular. "Böl ve
Ortadoğu, emperyalizm açısından
yönet" politikası ile yaratılan kukla
sıradan bir pazar değildir.
devletler, işbirlikçi yönetimler
Bu kadar özel önem verilmesinin
emperyalistlerin de en yakın müttefiki
nedeni dünya üzerinde bulunduğu
oldular.
Jeo-politik ve stratejik konumu ve
Bu kukla yönetimlerle emperyalistler zengin petrol kaynaklarına sahip
hem bölgeyi uzun vadeli çıkarlarını
koruyabilecek hale getirdiler, hem de
Coğrafi olarak üç kıtanın birleştiği
bölgede kalıcı olmanın koşullarını
bir merkez üzerinde bulunmaktadır.
oluşturdular.
Dünyanın en önemli ulaşım yolları bu
Osmanlı Padişahı birinci Selim,
Memlüklüleri (Suriye ve Mısır'ın
hakimleri) 1516 yılında Suriye'de
yenilgiye uğratıp buraları da vergiye
bağlar.
Osmanlı'nın buralarda uzun
sayılabilecek bir egemenliği oldu. Ancak,
buraları sürekli elde tutacak ekonomik ve
siyasi güce sahip değildi. Özellikle çöküş
döneminde denetimi elinden çıkacak ve
devreye Alman emperyalizmi girecekti.
Yüzyılın başından itibaren Alman
emperyalizmi büyük bir ekonomik
potansiyele ve stratejik öneme sahip olan
Ortadoğu'yu ele geçirmek için adımlar
attı. Bu amaçla Osmanlılara yaklaştı ve
Ortadoğu'da nüfuz bölgeleri ele geçirmeye
başladı. Ancak bölgeye ilişkin hesapları
olan sadece Almanya değildi.
EMPERYALİZM
21 Şubat 1998
ALİZMİN
UÇ DOSYASI"
bölgeden geçmektedir. Jeo-stratejik
önemini artıran bu avantajlar başta
petrol olmak üzere zengin yeraltı
kaynakları, ekonomik potansiyel ve
çeşitli olanaklarla da birleşince
emperyalizmin asla vazgeçemeyeceği
önemde bir bölge haline gelmektedir.
Bunun içindir ki, Doğu Akdeniz,
tarihteki en önemli uygarlıkların beşiği
olmuş, belli başlı dinler bu bölgede
ortaya çıkmıştır. İpek Yolu ve
Hindistan-Avrupa Yolu, buraları
denetlemek isteyen imparatorluklar
arasında savaşlara sebep olmuştur.
Tüm emperyalistler için hayati
önem taşıyan dünyadaki petrol
rezervlerinin büyük bir kısmı bu
topraklardadır. Japonya petrol
tüketiminin %75'ini, Avrupa yarısına
yakınını, ABD ise %20'sini
Ortadoğu'dan karşılamaktadır. Yine
önemli bir su kanalı olan ve Uzakdoğu
ile Avrupa arasındaki deniz
ulaşımında önemli bir kolaylık
sağlayan stratejik önemdeki Süveyş
Kanalı buradadır.Ortadoğu,
emperyalist silah tekellerinin at
oynattığı, vazgeçilmez bir silah
pazarıdır da aynı zamanda. Halkları
birbirine karşı düşman ederek
silahlandıranlar, böylelikle bu pazarı
da canlı tutmaktadırlar.
Sosyalizmin prestijinin yüksek
olduğu dönemlerde Ortadoğu'da bir
çok kurtuluş hareketi ve ilerici Arap
yönetimleri bundan etkilenerek
Sovyetler Birliği ile dostluk kurmuştur.
Bu durum emperyalistleri
telaşlandırmış, "Sovyetlerin sıcak
denizlere inmesini önleme" politikası
adı altında Ortadoğu'daki gerici Arap
rejimlerini besleyerek onları
güçlendirmişlerdir.Kısacası tüm bu
özellikleriyle Ortadoğu, geri
bıraktırılmış yapısıyla, yeni-sömürge
ülkeleriyle emperyalist tekellerin
yağmadan pay kapmak için
birbirleriyle kavga ettikleri önemli bir
pazardır ABD'nin Ortadoğu'daki Varlığı
Yağma, Sömürü ve Saldırı Demektir
İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında
yeni güç dengeleri oluşurken
Ortadoğu halkları açısından değişen
bir şey olmamıştı. Değişen sadece
dünyada ve Ortadoğu'da ABD
etkinliğinin artmasıydı.
ABD'nin İkinci Paylaşım
Savaşı'nda kazançlı çıkmasının ve
dünyanın jandarması olmasının
yanında Ortadoğu'da egemenlik
kurmasında ve bunu pekiştirmesinde
Siyonist İsrail devleti ayrıca önemli bir
rol oynamıştır.
Kuruluş çalışmaları İngiliz
emperyalizmi tarafından yürütülen ve
yine onun desteği ile 1948 Mayıs'ında
kurulan Siyonist İsrail devleti
Ortadoğu halklarına karşı ABD'nin
vurucu gücü ve önemli üssü olacaktı.
İsrail, emperyalizmin desteğiyle
sağladığı varlığım kabul ettirmek için
işgaller dahil her yolu denedi.
Emperyalizmin bölgede halkların
mücadelesini bastırmak ve
sömürüsünü sürdürmek için
uyguladığı terörün temel dayanağı da
İsrail olmuştur.
Bunun karşılığı olarak da
emperyalistlerden en büyük askeri ve
ekonomik yardımı alan ülkelerden
birisi İsrail olmuştur.
İkinci Paylaşım Savaşı sonrası
sosyalizmin bir güç odağı olması,
dünyanın yaklaşık üçte birinin
emperyalizmin yönetim ve sömürü
ağı dışına çıkması, üçüncü bunalım
dönemi ile birlikte ulusal ve sosyal
kurtuluş savaşlarının gelişmesi, bu
dönemde
emperyalizmi tehdit
eden başlıca
gelişmeler olarak
öne çıktı.
Bu korkuyla başta
ABD olmak üzere
emperyalist ülkeler
"Soğuk Savaş" diye
niteledikleri antikomünist, antiSovyetik kampanyayı
başlattılar. Güya
halkları
"Komünizmden
Korumak" adına
olmadık saldırılar ve
katliamlar yaptılar.
Eisenhovver Doktrini,
Ortadoğu'da çeşitli
ülkelerde özel üs ve
karakol noktalarının
artırılması başlıca
adımlardı. CENTO
adını alan Bağdat
Paktı'nın kurulması
da bu politikanın bir
sonucudur.
Emperyalizm
Ortadoğu'daki tüm
saldırılarını, darbelerini, işgallerini
"Komünizme karşı savaş"mak adına
yaptı. Yağma, talan ve sömürüsünü
bununla gizleme yoluna gitti.
İran'da 1950'li yılların başlarında
iktidara gelen Musaddık ilk iş olarak
emperyalistlerce yağmalanan İran
petrollerini millileştirdi. İran'ın ulusal
çıkarlarını ön planda tutan Musaddık
bu nedenle CIA patentli bir darbe ile
iktidardan devrildi. Bu kez bir başka
örnek 1956 yılında Mısır'da yaşandı.
Küçük burjuva Arap milliyetçisi bir
çizgi izleyen ve anti-emperyalist
radikal tavırlar alan Nasır da
emperyalizmin hoşuna gitmedi. 1956
yılında Nasır'in İngiliz ve Fransız
emperyalistlerinin denetiminde olan
Süveyş Kanalını millileştirmesi
üzerine bunu bahane eden
emperyalistler devreye İsrail'i sokarak
saldırdılar.
Artık emperyalizm Ortadoğu'da
açık bir saldırganlık politikası
izliyordu. Mısır'dan sonra hedefte
Lübnan vardı. ABD emperyalizmi
Lübnan'da ilericilere karşı işbirlikçi
Falanjistleri desteklemek için deniz
piyadeleri ile Lübnan'ı işgal etti.
Lübnan'a yapılan bu saldırıda ABD'yi
destekleyenlerden biri de işbirlikçi
Menderes Hükümeti olmuştur. Aynı
sıralarda İngilizler de Kıbrıs üzerinden
paraşütçülerini Ürdün'e indirdi.
1960-70 döneminde emperyalizm
açısından başlıca tehlikeler Mısır'da
Nasır, Irak'da BAAS yönetimlerinde
odaklanan radikal, küçük-burjuva
milliyetçi akımlardı. Ve yine 1965
yılında ilk silahlı eylemini örgütlü
tarzda gerçekleştirerek ortaya çıkan
silahlı Filistin Kurtuluş Hareketi idi.
Nitekim bu kesitte de ABD, Arap
halklarına ve anti-emperyalist ilerici
güçlere karşı İsrail saldırısı için yeşil
ışık yaktı. 1967 yılında İsrail, Suriye ve
Mısır'a ait bazı bölgeleri işgal etti.
Ürdün, Mısır gibi "kararsız"
yönetimleri Arap dünyasından
koparıp İsrail ile anlaşmalar yaptırarak
Arap dünyasını zayıflatmak
25 KURTULUŞ
için ittifaklar oluşturdu. 1970
sonrasında ABD ve israil saldırıları
Ortadoğu'da devam etti.
1991 yılına gelindiğinde ABD,
Irak'ın Kuvveyt'i işgal etmesini gerekçi
göstererek Irak'a saldırdı. Binlerce
askerini, dev savaş aygıtını
Ortadoğu'ya yığarak binlerce Iraklıyı
katletti.
ABD, bu saldırıyla birlikte dünya ve
Ortadoğu halklarına gözdağı veriyor,
onları sindirmeyi amaçlıyordu. Bu
nedenle saldırı sadece Irak'a yönelik
değildi. Arap'ı, Acem'i, Kürt'ü,
Türk'üyle tüm Ortadoğu halkları
hedefti.
Yeni Dünya Düzeni çerçevesinde
Ortadoğu'ya yeniden bir şekil vermeye
çalışan ABD, bölgede bulunan ilerici
ülkeleri ve örgütleri tehdit ediyordu.
Gerçekten de emperyalizm, bu
saldırısında ne kadar vahşi
olabileceğini, ne kadar yıkıcı, öldürücü
silahlara sahip olduğunu gösterdi
dünyaya. Irak'ı Kuveyt'ten çıkartıp,
Irak'ın de önemli bir bölgesini kendi
denetimine aldı. Ama bu kadarla kaldı.
Ortadoğu'ya ilişkin bunun dışındaki
amaçlarına ulaşamadı emperyalizm.
Çeşitli milliyetçi güçleri şu veya bu
ölçüde etkiledi ama, ne Irak
yönetimini, ne Irak halkını, ne de
Ortadoğu halklarını teslim alamadı.
'91'deki saldırı, emperyalizmin
Ortadoğu'daki suç dosyasına eklenen
en kalın sayfalardan biri olarak
tarihteki yerini aldı.
Emperyalizm bugün bu dosyasına
yeni sayfalar eklemektedir.
Yine amaçladıklarına
ulaşamayacaktır. Ancak bundan
öncekilerde olduğu gibi, bu
saldırganlığı Az. onun suç dosyasına
eklenecek, ve bu dosyanın hesabı bir
gün Ortadoğu halkları tarafından
sorulacaktır.
Emperyalizmin devasa askeri
gücü kendisini halklar
mahkemesinde sanık sandalyesine
oturmaktan kurtaramayacaktır.
KURTULUŞ
26
Savaş sürüyor. Kontrgerilla devleti halka
açtığı savaşı katliamlar, kayıplar, gözaltılar, işkence ve hapishanelerle sürdürüyor. Susurluk
Devleti, Adana'daki katliamın üzerinden çok
geçmeden İstanbul'da bir katliam daha
gerçekleştirdi. Saldırılarında giderek daha da
pervasızlaşıyor. Bu bizim için sürpriz değil.
Çok daha öncesinden kontrgerillanın saldırılarının bir ölçüde yavaşladığı Susurluk sürecinin bittiğim, bundan sonra oligarşinin saldırılarını artırarak sürdüreceğini biliyor ve
söylüyorduk. Savaş ülke topraklarının dışında
tüm Ortadoğu'ya yayılacak gibi görünüyor.
Emperyalizm, Irak Halkı'na saldırmak için
bölgeye habire askeri yığınak yapıyor.
Oligarşinin katliamları, emperyalizmin Irak'a
salara hazırlıkları... Aslında hiçbiri birbirinden bağımsız değil. Aynı sömürü, zulüm zincirinin halkaları. Türkiye halklarının da, Irak
ve Ortadoğu halklarının da düşmanları aynı;
emperyalizm ve işbirlikçileri. Tüm sömürü,
zulüm, işkence ve katliamların arkasında onların çıkarları var. Tabii halkların bu ortak
düşmanına karşı halkların birliğini, dayanışmasını sağlamak, emperyalist savaşın eli kulağında olduğu bu günlerde çok daha büyük
önem taşıyor. ABD Emperyalizmi'nin saldırısı
hepimize yöneliktir. Biz de bu çerçevede
mahallemizde hem emperyalizme hem de
ona destek veren işbirlikçisi oligarşiye karşı
bir çalışma başlattık. Halkımız bu konuda aslında epeyce bilinçli de. '90'daki Körfez krizi
'91 'deki emperyalist savaş ve o gündenbu yana yaşanan gelişmelerden emperyalizmin ne
yapmak istediğini, en azından Saddam'ın
elindeki kimyasal silahlar senaryosunun bahane olduğunu biliyor. Sorun; bu bilinci tepkiye, eyleme dönüştürebilmekte. Çalışmalarımız daha çok bu yönde, çeşitli protesto eylemleri örgütlemeye çalışıyoruz.
— Evet arkadaşlar, daha sonra yapacaklarımızı tartışmaya devam ederiz. Şimdi dersimize geçen hafta kaldığımız yerden devam
edelim. Lenin, emperyalizmin can çekişen
kapitalizm olduğunu, başka bir ifadeyle em-
EĞİTİM
peryalist dönemin proleter devrimler çağını
başlattığını söylüyor. Konuya bu noktalardan
devam edelim. Evet Selma, Lenin neden emperyalizme can çekişen kapitalizm demiş?
— Geçen derslerimizde kapitalizmin em
peryalist aşamaya ulaşmasıyla, artık üretici
güçleri geliştiren yeni bir üretim ilişkisi ol
maktan çıktığım, üretimde çok büyük bir
toplumsallaşma yaşanmasına rağmen üre
tim araçlarının özel mülkiyetinin çok küçük
bir azınlığın elinde toplandığını, bunun da
üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel
oluşturmaya başladığım, yani kapitalizmin
artık eskidiğini, çürümeye başladığını söyle
miştik. Yine kapitalizmin eski devrevi buna
lımlarının emperyalizmde çok sık tekrarla
nan sürekli bir genel bunalıma dönüştüğünü
anlatmıştık. Ortaya çıkardığı başka sonuçlar
la birlikte tüm bunlar, emperyalizm döne
minde kapitalizmin daha önce de var olan
çelişkilerinin alabildiğince derinleşmesine
neden olur.
— Hangi çelişkiler bunlar peki?
— Çok çeşitli tabii, ama içlerinde en
önemli ve belirleyici olanları l)Emek ile ser
maye arasındaki çelişki, 2)Emperyalist güç
ler arasındaki çelişki, 3)Emperyalizm ile sö
mürge ve bağımlı ülkelerin halklan arasın
daki çelişkidir.
Emperyalizm, emekçi sınıfların çok daha
yoğun bir şekilde sömürülmesine ve yoksullaşmasına yol açar. Tabii bu durum, ister istemez sınıf çelişkilerinin yani burjuvaziyle sömürülen emekçi sınıfların arasındaki çelişkinin keskinleşmesini de beraberinde getirir,
işçi sınıfı, ekonomik ve parlamenter mücadele yöntemleriyle durumunda iyileştirmeler
-sağlayamaz hale gelir. Bu durumda devrim
baskı ve sömürüden kurtulabilmenin tek yolu
haline gelir, işçi sınıfı, kurtuluşu için devrime
yönelir.
Tekeller, karlarım artırmak amacıyla birbirlerinin pazarlarım, sahip oldukları hammadde kaynaklarını, toprakları ele geçirmek
için birbirleriyle rekabet halindedir. Bu reka-
bet ister istemez bir çatışmaya, çatışmalar
emperyalist savaşlara yol açar. Bu çatışmalar
ve emperyalist savaşlar, bir bütün olarak kapitalizmin gücünü zayıflatan işlev görür. Dolayısıyla bu, devrimi kolaylaştıran ve yaklaştıran bir sonuca da yol açar.
Sömürgelerin emperyalizm tarafından
işgali, buralarda gelişmeye başlayan kapitalizm, ulusal bilincin gelişmesine ve emperyalizme karşı kurtuluş hareketlerinin güçlenmesine yol açar.
işte tüm bu çelişkilerin derinleşmesi,
emperyalizmin sonunu hazırlayan nedenlerdir. Tabii bu çelişkiler derinleşti diye emperyalizm kendi kendine yok olacak değildir. Bunu
sağlayacak olan halkların mücadelesi,
devrimler, ulusal kurtuluş hareketlerinin kazanacağı zaferlerdir. Halklar, sömürgeler emperyalizmin sömürü ağından kurtuldukça,
emperyalizm güçten düşecek, zayıflayacak
ve çöküşe yaklaşacaktır. Lenin, bu nedenle
emperyalizm can çekişen kapitalizm derken
bunu proleter devrimlerin artık sadece emperyalist ülkeler için değil, kapitalizmin çok
daha az gelişmiş olduğu tek tek sömürge ve
bağımlı ülkeler için de geçerli olduğu anlamında ele alır.
— Bu noktayı biraz açalım istersen Sel— Daha önce sözetmiştik. Marks ve Engels'in tekel öncesi kapitalizm dönemine iliş
kin devrim kuramı, devrimin kapitalizmin en
gelişmiş olduğu, işçi sınıfının nüfusun ço
ğunluğunu oluşturduğu bir ya da bir kaç ül
kede birden başlayacağı ve bunun diğer kapi
talist ülkelerin tümüne, en azından büyük
çoğunluğuna yayılarak aynı zaman dilimi
içinde gerçekleşecek bir dünya devrimiyle
başarıya ulaşabileceği şeklindedir. Ancak
emperyalizmle birlikte bu görüş, yeni döne
min ortaya çıkardığı özellikler nedeniyle ge
çerliliğini yitirir. Lenin, aynı süreçte her ülke
deki kapitalizmin gelişiminin ve devrimin ol
gunlaşmasının bir olmadığı gerçeğinden ha
reketle, devrimin tüm kapitalist ülkelerde ya
da çoğunluğunda birden aynı anda başlama
sının ve zafere ulaşmasının mümkün olama
yacağı sonucuna varır. Ama aynı zamanda
"Ekonomik ve politik gelişmenin eşitsizliği,
kapitalizmin mutlak yasasıdır. Bundan şu
sonuç çıkar ki, sosyalizmin zaferi ilk olarak
az sayıda kapitalist ülkede ya da hatta tek
başına bir ülkede bile mümkündür" der.
Çünkü emperyalizmle birlikte kapitalizm
bir dünya sistemi haline, sömürge ve bağımlı
ülkeler de bu sistemin birer parçası haline gelirler. Dolayısıyla bu tek sistem içerisinde yer
alan ülkelerin tümünde devrimin objektif koşullan oluşur. Sömürge ve bağımlı ülkelerde
kapitalizmin az gelişmiş, geri düzeyde olması, devrimin önünde engel değildir. Bu ülkelerde devrimci bir partiye sahip olan proletarya, köylülükle ittifak kurarak, emekçi halkları bayrağı altında toplayarak devrimi gerçekleştirebilir. Emperyalizmin bunalımı, sömürü ve baskısı bu ülkelerde çok daha fazla
hissedilir. Bu ülkeler dünya sistemine dönüşen emperyalizmin yumuşak karnı, en zayıf
halkaları durumundadır. Dolayısıyla sömürge
ve bağımlı ülkeler, devrime emperyalist ülkelerden daha yakın durumdadır.
Evet, Lenin özet olarak bunları tespit etmişti. Sonraki gelişmeleri biliyorsunuz, Rusya'da ve daha sonra Çin, Doğu Avrupa ülkeleri, Vietnam, Kore, Küba, Nikaragua gibi ve Afrika'da bir dizi ülkede gerçekleşen devrimler,
Lenin'in tespitlerinin ne kadar yerinde ve
doğru olduğunu ortaya koydu Yanı somut
olarak
kapitalizm
emperyalizme
dönüşmesiyle
esasında
ömrünü
tamamlamıştır. Ama tabii ölmemek için
direniyor. Elinden gelen herşeyi yapıyor.
Dünya halklarını daha çok sömürerek, yeni
sömürü yöntemleri geliştire-
21 Şubat 1998
rek varlığını sürdürmeye çalışıyor.
— Aslında pek çok eski sosyalist ülkede
kapitalizme geri dönüşler ve sosyalist siste
min dağılması gerçekten kötü oldu. Emper
yalizm sömürecek yeni pazarlar elde etmiş
oldu.
— Doğru, bu ona biraz daha can verdi,
ömrünü uzatmasına yol açtı. Ama bakın, ye
ni pazarlar bulması bile bunalımını sona er
dirmiyor. Gerek geri dönüşü yaşayan ülkeler
de gerekse yeni-sömürgelerde, hatta emper
yalist ülkelerin kendisinde halkların mücade
lesi yükseliyor. Sosyalist sistemin dağılması
ve geriye dönüşler moral açıdan emperyaliz
me üstünlük sağlamıştı, artık onun etkileri de
kayboluyor. Sosyalizmin öldüğü, kapitaliz
min tek seçenek olduğu şeklindeki emperya
list propagandalar artık eskisi gibi itibar gör
müyor. Halkların kurtuluşu için devrimlerin
ve sosyalizmin tek seçenek olduğu gerçeği
emperyalizmin aksi yöndeki tüm propagan
dalarına rağmen giderek kendini daha çok
kabullendiriyor. Yani emperyalizm, ne yapıp
ederse etsin, sonuçta yok olmaya mahkum.
— Evet arkadaşlar şimdi, emperyalist sa
vaşlardan başlayarak günümüze gelelim is
terseniz. Bu bölüme sen hazırlanacaktın
Ömer.
— Okuldaki tarih kitaplarında 1. Dünya
Savaşı diye geçen 1. Paylaşım Savaşı'nın, em
peryalist ülkeler arasındaki pazar kavgasın
dan çıktığını biliyoruz. Daha önce kapitaliz
min her ülkede eşit düzeyde gelişmediğini,
dolayısıyla kapitalizmden emperyalist aşa
maya geçişin de her ülkede aynı zamanda
gerçekleşmediğini anlatmıştık. Bu durum
emperyalist aşamaya ulaşmış yeni ülkelerle
eski emperyalist ülkeler arasında çelişkilerin,
çatışmaların çıkmasına neden olur. Çünkü
yeni emperyalist ülkenin pazarları daha dar
dır, sömürgeleri yoktur ya da çok azdır, bu
nedenle yeni pazarlara ihtiyacı artar, bu da
pazarları ele geçirme mücadelesini kızıştırır
ve emperyalist devletler arasında savaşlara
yol açar. Gelişme Lenin'in de öngördüğü gibi
bu yönde oldu.
Avrupa'da İngiltere ve Fransa ilk büyük
emperyalist devletler olarak ortaya çıktı. Ancak kapitalist gelişmenin daha geç başladığı
Almanya hızlı, sıçramak bir gelişme gösterdi
ve 1900'lü yılların başında İngiltere ve Fransa'yı geçerek Avrupa'nın 1., dünyanın 2. büyük gücü haline geldi. Tabii onlann pazarlarına
da el attı. ingiltere ve Fransa'nın sömürgelerinin bir bölümünü ele geçirirken, İngiltere'nin denizlerdeki egemenliğine son vermek, Ortadoğu'dan ingiltere'yi kovarak tüm
Ortadoğu ve Güney Avrupa'yı ele geçirmek,
Çarlık Rusyası'nın elinden de Ukrayna, Polonya ve Balük bölgesini almak istiyordu. İngiltere ise, Almanya'nın pazarlarını ele geçirme çabasını geri püskürtmek, Ortadoğu ve
Afrika kıtasını tamamen egemenliği altına almak amacındaydı. Fransa da Almanya'nın
1870'de işgal ettiği Alsas-Loren'i geri almak ve
Starr bölgesini ele geçirmek için uğraşırken,
zaten pek çok sömürgeye sahip Çarlık Rusyası ise, sömürgelerini korumak ve sınırlarını
genişletmek çabasındaydı. Tabii diğer emperyalistleşen ülkeler de pazar kavgasından
pay almak peşindeydi, işte ekonomik dengelerin değişmesiyle kızışan bu pazar kavgası
içinde İngiltere ve Fransa ile Almanya arasında dünyanın yeniden paylaşımı uğruna savaş
patlak verdi. Savaş onlarla da sınırlı kalmadı.
ABD, Japonya gibi büyük emperyalist devletleri ve başka bir dizi ülkeyi de içine alarak bir
dünya savaşma dönüştü.
Tabii bundan sonra da milyonlarca halkın katledilmesi, ülkelerin işgal ve işgal edilen
toprakların yağmalanması başladı. 70 milyon kişinin silah altına alındığı savaşta 10
milyon kişi ölürken 20 milyondan fazla insan
21 Şubat 1998
sakat kaldı. Milyonlarca insan da açlıktan ve
salgın hastalıklardan öldü. Emperyalist savaş
halklar için kân, gözyaşı, acı, tam bir yıkım
ve yoksulluk olurken tekellerse karlarına kar
kattılar. Savaş sırasında daha da güçlendiler,
devletler üzerinde daha etkili bir güç haline
geldiler.
— Peki nasıl olmuş bu? Hem bir yanda
savaş yıkım, halkın yoksullaşması var, hem
de diğer yanda üstelik savaşa giren ülkelerde
ki tekellerin daha çok kar etmesi, daha çok
güçlenmesi.
— Nasıl olmasın ki, bir kere burjuvazi gi
dip savaşmıyor. O kendi canım malını, mül
künü emniyete alıp sonra da yeni mülkler
ediniyor. Mesela İngiltere, Fransa, İtalya, Çar
lık Rusyası gibi emperyalist güçler hatta kapi
talist gelişme yolundaki Yunanistan bile bok
böcekleri gibi üşüşüp dört bir yandan yarısömürge durumundaki Türkiye'yi işgal etti
ler. Her biri ülkenin bir parçasını ele geçirip
sömürgeleştirmek amacındaydı. Şimdi, işgal
etmek için gelip savaşanlar herhalde burju
vazi değildi. İşgal için gelen askerler de em
peryalist ülkelerin yoksul halkından insanlar
dı. Emperyalist tekeller çıkarları, sömürüleri
için halkları birbirine kırdırıyorlar. Sonra da
işgal ettikleri toprakları yağmalayarak, bura
daki halkları da sömürerek karlarına kar katı
yorlar.
Tabii savaş sırasındaki büyük karlarını
sadece sömürgelerden, işgal ettikleri yerlerden sağlamıyorlar, "savaş hali" deyip kendi
halklarım da daha çok sömürme gerekçesi
yaratıyorlar. Yükselen enflasyonun yardımıyla
gerçek ücretleri iyice düşürüyorlar. Grevler,
gösteriler yasaklanıyor. Günlük çalışma Süreleri uzatılıyor. Yiyecek karneye bağlanıp halk
açlıktan, yoksulluktan kıvranırken zorunlu
çalışma uygulamaları başlatılıyor. Ama esas
karlarım savaş giderlerinden elde ediyorlar.
Savaşa giren devlet, halkı soyup soğana çevirerek oluşturduğu bütçenin büyük bölümünü
askeri malzeme, araç gereç, silah ve diğer bir
sürü malzemeyi üreten tekellere aktarıyor.
Tekelci burjuvazi, "fırsat bu fırsattır deyip
muazzam karlar ediyor. Savaş içindeki devlet
de ister istemez tekellere daha bağımlı hale
geliyor. Savaş koşullarında küçük ve orta işletmelerin büyük bir bölümü iflas ediyor ya
da zorla kapatılıyor, meydan hepten büyük
patronlara, tekellere kalıyor.
1. Paylaşım Savaşı'ndan en karlı çıkan ise,
savaşı doğrudan kendi topraklarında yaşamayan ABD Emperyalizmi oldu. ABD tekellerinin 1917'deki karları 1914'deki karlarının
üç-dört katı tutuyordu. Beş yıl süren savaş
boyunca ABD'nin büyük tekelleri önceki döneme göre 10-20 hatta daha fazla katıyla kar
ettiler.
— Tekeller savaştan büyük karlarla çıkı
yorlar ama bu arada Sovyet Devrimi'yle dün
yanın altıda biri büyüklüğündeki bir pazarı
da kaybettiler.
— Doğru. Emperyalistler açısından pay
laşım savaşlarının bir de böyle emperyalizmi
zayıflatan, güçten düşüren bir çıkmazı var.
Paylaşım savaşlarının olduğu dönemler aynı
zamanda bazı ülkeler özelinde ulusal, sosyal
kurtuluş hareketleri için, devrimler için de
daha uygun koşullar demektir. Emperyalizm
le birlikte sınıf çelişkilerinin keskinleşmesi,
proletaryanın mücadelesinin yükselmesi,
emperyalist güçler arasında savaşlara yol
açan çatışmalar, sömürgelerdeki halkların
kurtuluş mücadelelerinin yükselmesi, tüm
bunlar, emperyalist sistemi zayıflatan, kapi
talizmi dünya çapında genel bir bunalıma
sürükleyen nedenlerdir. Bu hem ekonomik,
hem de politik bir genel bunalımdır. Emper
yalist ve sömürge ülkelerin tümünü etkisi al
tına alır. Sömürgelerdeki etkisi daha da yıkıcı,
ağır olur ve tek tek ülkelerin sistemden kop-
27 Kurtuluş
EĞİTİM
malarına yol açar. 1. Paylaşım Savaşı, işte bu
bunalımın sonucu olarak ortaya çıktı ve bu
aynı zamanda emperyalizmin 1. Bunalım
Dönemi olarak ifade edilir.
Savaş ise bu bunalımı sona erdiremedi,
aksine Sovyet Devrimi'yle büyük bir pazarın
kaybedilmesi, Sovyet Devrimi'nin halklar
üzerinde yarattığı motivasyonun da büyük
etkisiyle savaştan sonra emperyalist ülkelerde ve sömürgelerdeki halkların mücadelesinin yükselmesi bunalımın daha da derinleşerek sürmesine neden oldu.
Pazar sorunu ve işsizlik, artık kronik bir
vakadır. Halkların daha da yoksullaştırılması,
tüketim olanaklarının daha da kısıtlanması
demekti, ki bu tekellerin pazar problemini
daha da büyüttü. Daha önce serbest rekabetçi
kapitalizmin sadece kriz dönemlerinde görülen sanayi işletmelerinin mevcut üretim
kapasitesinin altında çalıştırılması, artık sürekli bir hale geldi. Bu, kapitalizmin genel bunalımının ortaya çıkardığı en belirgin ve
önemli özelliğidir. 1. Paylaşım Savaşı'ndan
önce 8-12 senede bir görülen kriz dönemleri,
artık çok daha sık aralıklarla, çok daha şiddetli
ve uzun süreli olarak yaşanmaya başlandı.
Mesela, 1920-21 yılları arası böyle bir dönemdir. 1924'te kriz hafifler, 1925 yılıyla birlikte ise ekonomide beUi bir rahatlama dönemi başlar. Bu yıllarda emperyalist, kapitalist
ülkelerin çoğunda işçi sınıfının mücadelesi
de geri çekilir, sımf çelişkilerinde bir yumuşama
görülür. Ancak çok geçmeden 1929'da yeni ve
bu kez daha derin bir kriz daha baş gösterir ve
1933'e kadar sürer. Bunu 1937-38 krizi takip
eder. Bu kısa aralıklarla yaşanan derin kriz
dönemleri ile kapitalizmin genel bunalımı
birbirlerini karşılıklı olarak etkiler. Krizler
genel bunalımın bir nedeni olarak ortaya çıkar ama ortaya çıktıktan sonra da kapitalizmin genel bunalımım daha da ağırlaştıran ve
hızlandıran bir etkide bulunur.
Bu arada 1. Paylaşım Savaşı'ndan yenilgiyle çıkan Almanya, aldığı dış yardımlarla
ağır sanayisini tekrar kurarak hızlı bir sanayileşme atağı başlatmıştı. Kısa bir süre sonra
eski gücüne tekrar ulaştı ve tabii yine pazar
sorunu gelişiminin önüne büyük bir engel
olarak çıktı. Tekrar dünya pazarlarına göz
dikti.
Kapitalizmin bunalımların sonucu olarak ortaya çıkan durgunluk, istikrarsızlık ortamında sömürüsünü artırmak, göz koydukları dünya pazarındaki paylarını büyütmek
isteyen ve ağır ekonomik krizlerin sınıf çelişkilerini keskinleştirdiği koşullarda iktidarlarını
kaybetmekten korkan tekeller, Almanya,
İtalya, Japonya'da faşizmi iktidar yaparak eski parlamenter ve burjuva demokrasisi yönetim biçimlerine son verdiler. Yalnız bu ülkelerde faşizm, iktidara gelirken arkalarına kitle
desteği almayı da başardı. Faşist partiler, ekonomik krizlerin halk üzerinde yarattığı bıkkınlığı kendi leylilerine iyi değerlendirdiler.
İktidara geldiklerinde halka eşitlik, refah, daha
fazla haklar vaad ettiler. Yani demagoji ve
yalanlarla, milliyetçiliği de kullanarak halkın
önemli bir kesimini kandırıp yanlarına almayı
başardılar. Bunda bu ülkelerdeki sosyalist, sol
partilerin de tehlikeyi önceden görememeleri, faşizme karşı direnişi geliştirmede zaafa düşmeleri de önemli rol oynadı. Tabii faşizm iktidar olduktan sonra da tüm sol, demokrat, ilerici güçler ezilmeye başlandı. Faşizme karşı gelen herkes düşman ilan edildi.
Bu arada silahlanmaya hız vererek savaş
hazırlıklarını artırdılar. Almanya pazardan
pay istemeye başladı. Aynı şekilde İtalya da
çeşitli sömürgeler üzerinde hak iddia ederken, Japon emperyalizmi ise Çin'e saldırdı.
Sonuçta 2. Paylaşım Savaşı, Almanya,
İtalya, Japonya'nın oluşturduğu faşist devletler ittifakı tarafından başlatıldı. Karşısında
ise ABD, İngiltere, Fransa emperyalist devletleri yer aldı. ABD çevresinde oluşan ittifak,
Hitler faşizmini mümkün olduğunca yıkılmasını arzu ettikleri Sovyetler Birliği üzerine
yöneltmeye çalıştılar. Almanya'nın Sovyetler
Birliği'ne saldırmasıyla Sovyet Halkı da emperyalist savaşın bir yanında yer almak zorunda kaldı. Ve faşizmin yenilgiye uğratılmasında belirleyici rol oynadı. Ancak Japonya
ABD limanlarına, Almanya İngiltere'ye doğrudan saldırdıktan sonradır ki, ABD ve İngiltere faşizme karşı savaşta aktif olarak yer alıp
müdahalede bulunmaya başladılar. ABD'nin
Avrupa'daki savaşa fiili olarak müdahalesi ise,
neredeyse artık faşizmin kesin yenilgisi belli
olduktan sonradır. Onu bu kadarına bile
yönlendiren, esas olarak savaş sonrasında yapılacak antlaşmalarda söz sahibi olmak, ağırlığım koymak içindir.
Sonuçta, savaş faşizmin yenilgisiyle sona
erdi ama halklar açısından ortaya çıkardığı
bilanço 1. Paylaşım Savaşı'ndan çok daha büyük oldu. Sadece Sovyet Halkının savaşta verdiği şehit 20 milyonu buldu. SBKP iki milyona yakın parti üyesini faşizme karşı direnişte
kaybetti. 6 milyondan fazla yahudi ve komünist, faşizm tarafından toplama kamplarında
ve gaz odalarında katledildi. Toplam 30 milyon insan ölürken, 35 milyon insan geriye sakat olarak kaldı.
— Halk milyonlarla katledilirken, açlık ve
yoksulluktan kıvranırken tekeller yine savaş
tan karlı çıkıyorlar ama.
— Evet, savaş sonrasında Almanya, İtalya
ve Japonya askeri olarak çökertildi, ancak, sa
vaş sırasında yenüen ülkelerin de, yenen ül
kelerin de tekelleri korkunç karlar etti. Ama
en çok da, yine Amerikan tekelleri bu savaş
tan karlı çıktı. 1938 yılında 3,3 milyar dolar
olan karları 1941'de 17 milyar dolara, 1942'de
21 milyara, 1943'de 25 milyar dolara, 1944'de
ise 24 milyar dolara yükseldi. ABD tekelleri
dünya çapında da güçlerini ve etkilerini bü
yüttüler.
— Vay canına korkunç bir şey bu! Bir
avuç tekel kar edecek diye milyonlarca insan
katlediliyor, dünyanın altı üstüne getiriliyor,
halklar birbirine düşman ediliyor ama onlar
habire kasalarım dolduruyorlar. Hiçbir şey
olmamış gibi el ele verip savaştan sonra da
dünyayı sömürmeye devam ediyorlar.
— Doğru, tekeller karlarını büyütüyorlar
ama, her büyük savaştan sonra da sömürge
lerinin bir bölümünü kaybediyorlar. 2. Payla
şım Savaşı'nda da bu sefer dünya pazarının
daha da büyük bir bölümünü kaybettiler. Fa
şizmi yenen Sovyet Kızıl Ordusu'nun da ver
diği destekle Polonya, Çekoslovakya, Maca
ristan, Romanya, Bulgaristan ve Arnavut
luk'ta gerici ve faşist iktidarlar yıkılarak bura
larda demokratik halk cumhuriyetleri kurul
du. Emperyalist Almanya ise ikiye bölünerek
doğusunda Demokratik Almanya kuruldu.
OKUMA PARÇASI:
"Kapitalizmin Genel Bunalımı En
büyük
kapitalist
devletlerin,
dünyanın yeniden paylaşımı uğruna
emperyalist mücadelesi, birinci emperyalist dünya savaşma (1914-1918)
yol açtı. Bu savaş dünya kapitalizminin tüm sistemini sarstı ve böylece
onun genel bunalım dönemini başlattı. Savaş, savaşan ülkelerin tüm ulusal
ekonomisini kendi hizmetine zorladı,
devlet kapitalizminin demir yumruğunu yarattı, üretken olmayan harcamaları baş döndürücü bir yüksekliğe çıkarttı, muazzam miktarlarda üretim
aracını ve canlı işgücünü yok etti, nüfusun geniş tabakalarını perişan etti ve
sanayi işçilerinin, köylülerin ve sö-
Yine hemen savaşı izleyen yıllarda Asya kıtasında Çin gibi dev bir ülke, devrimle emperyalist sistemden koptu. Emperyalizm toplam
olarak dünyanın üçte birini kaybetmişti.
Karşısında artık sadece Sovyetler Birliği değil,
sosyalist bir blok vardı. Elbette bu durum,
emperyalist ülkelerin gelecek kaygılarını da
oldukça büyüttü. Çıkardıkları her savaştan
sonra daha büyük bîr pazarı kaybediyorlardı.
Yani savaşlarla bunalımlarına çare ararlarken
kendi sonlarını daha da yakınlaştırmış oluyorlardı.
işte büyüyen bu tehlike karşısında emperyalist ülkeler, aralarında zorunlu bir entegrasyona gittiler. Üstelik giderek geliştirdikleri nükleer ve diğer imha silahları bundan sonra birbirleriyle yapacakları savaşlarda
kendilerinin de tümden yok olmaları, bir daha
ayağa kalkamayacak kadar ağır bir yıkıma
uğramaları riskini çok büyük ölçüde artırıyordu. Bu nedenle emperyalist ülkeler ve tekeller arasındaki rekabet sona ermedi ama
kendi aralarındaki çelişkileri birbirleriyle
doğrudan savaşmadan çözmeye yöneldiler.
Karşılarında önemli bir tehlike olarak gördükleri sosyalist ülkelere ve sömürgelerdeki
kurtuluş savaşlarına karşı ortak bir cephe
oluşturmaya başladılar. Yeni strateji ve taktikler
geliştirdiler. Aralarında ekonomik ve askeri
antlaşmalar yapıp güçlerini birleştirme yoluna
gittiler. Mesela emperyalist devletlerin ortak
askeri bir gücü olarak NATO böyle oluştu.
Daha sonra bunun çerçevesini genişleterek
bazı yeni sömürgeleri de dahil ettiler.
Ekonomik anlamda IMF, Dünya Bankası gibi
kuruluşlar emperyalizmin ekonomik çıkarlarını korumak ve yeni yöntemlerle sömürüsünü
sürdürmek, sömürge ve yeni sömürge ülkelerin ekonomisini denetim altına almak,
yönlendirmek için kuruldu. Bunun yanında
kıtalar, bölgeler düzeyinde, birkaç ülke arasında veya ikili olarak birçok askeri ekonomik
anlaşmalar, paktlar gündeme getirildi. Tabii
tüm bu emperyalist kuruluşlarda, yapılan
anlaşmalarda emperyalist sistemin en büyük
gücü haline gelmiş olan ve emperyalizmin
jandarmalığına soyunan ABD'nin ağırlığı,
inisiyatifi vardır.
İşte bu dönem de 3. Bunalım Dönemi'dir. Elbette bu yeni dönemdeki yani emperyalizmin girdiği 3. bunalım dönemindeki
değişiklikler sadece bunlar değildir. Önemli
değişikliklerden biri emperyalist işgallere ve
sömürgeciliğe karşı dünyanın hemen her tarafında ulusal kurtuluş hareketlerinin ortaya
çıkması nedeniyle sömürgecilik ilişkilerinde
de yeni yöntemler geliştirilmesi, bir diğeri ise
emperyalist ülke ekonomilerinin askerileştirilmesidir.
— Burada kesip, bu konuları da haftaya
işleyelim isterseniz arkadaşlar. Şimdi biraz
ara verelim sonra mahalledeki işlerimizi
konuşmaya devam ederiz.*
mürge halklarının sırtına ölçüsüz yükler bindirdi. Açık devrimci kitle eylemlerine ve iç savaşa dönüşen sınıf mücadelesini keskinleştirdi. Emperyalist
cephe en zayıf noktasından -Çarlık
Rusyası' nda yarıldı. 1917 yılındaki
Şubat Devrimi feodal mutlakıyeti devirdi; Elcim Devrimi ise burjuvaziyi. Bu
muzaffer proleter devrimi, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirdi. üretim
araçlarını burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin elinden çekti aldı; ve
insanlık tarihinde ilk kez, dev bir ülkede
proletarya diktatörlüğünü kurdu ve
pekiştirdi, yeni bir devlet tipini, Sovyet
Devleti'ni yarattı ve böylece uluslararası proleter devrimini başlattı." (J.
Stalin, Leninizmin Sorunları, Cilt II)
KURTULUŞ
28
GÖREVİNİ
YAKMANIN
SADELİĞİ
BESAT AYYILDIZ
1991 yılının ilk-haftasıydı. Devrimci
Sol tutsakları olarak Ankara Merkez Kapalı Hapishanesinin 4. koğuşunda kalıyoruz. Yılbaşı öncesinde dışarıda gençlik alanına yönelik operesyon olmuştu.
Gözaltında DEV-GENÇ'li arkadaşların
olduğu haberi geldi. İçlerinde tutuklanan olur mu diye beklerken, 9 Ocak günü temsilci arkadaş idareye çağrıldı.
Aradan fazla bir zaman geçmedi ki, yanında zayıf, elbiselerin içinde kaybolmuş sessiz bir arkadaşla çıkıp geldi. İçimizden tanıyanlar vardı. Hemen yöneldiler, boynuna sarılıp kucaklaştık. İlk
dikkatimi çeken zayıflığı ve sessizliğiydi.
Aramıza katılan bu arkadaşımız Ankara Dil Tarih'ten Besat'tı. Kış günüydü.
Koğuşun içindeki sobanın etrafında kümelenmiştik. Bir yandan da banyo yapabilmesi için hazırlıklar yapıldı.
Şubeden, işkenceden gelmenin bir
yorgunluğu vardı üzerinde. Bundan da
öte işkenceciler ellerini şubede kızgın
kalorifer peteklerinin arasına sıkıştırıp
yakmışlardı. Olayın ayrıntılarını anlattı
daha sonra.
Besat'ı, yılbaşı öncesi Ankara'daki
korsan gösterilerimizden birinden sonra
gözaltına alıyor polis. Şubeye götürür
götürmez başlıyorlar işkenceye. Bir, iki,
üç... hangi yöntemi denerlerse denesinler bir sonuç alamıyorlar. Besat kararlı,
tavizsiz direnişi karşısında işkenceciler
kuduruyorlar. İşkence aralarında koridorda ayakta bekletiyorlar. Uyutmuyorlar, ama bir türlü istediklerini alamıyorlar. Yıllardır yaratılan DAL fobisine, korkusuna bir tekmede Besat vuruyor.
DAL'a giren konuşmadan çıkamaz propagandasının Besat üzerinde sonuç
vermediğini görünce kuduruyor işkenceciler ve bir gece yine ayakta bekletirken iki işkenceci zorla ellerini iki kalorifer peteğinin arasına sokup yakıyorlar.
Bununla da kalmıyorlar. Yanık ellerini
bu defa da çiğniyorlar. Tuz basıyorlar
yaralarına Besat'ın. Ama hiçbirinden
sonuç alamıyorlar. Besat DEV-GENÇ'e
yaraşır direniş tavrını sonuna kadar
sürdürüyor.
Besat'a günlük yaşamda ilk zamanlar Besat demeye dilimiz dönmedi. Çoğu zaman "Behsat" dedik. Banyo yaptırırken ellerini güzelce sarardık. Ellerini
iyileşene kadar yemeğini bizler yedirdik. Bir çocuk doğallığı ve saflığı taşıyordu. Yoldaşlarının arasında olmanın
mutluluğunu anlatırdı. Günlük yaşamda çok sessizdi. Ama çalışkandı.
Üretkendi. Okumayı, araştırmayı
severdi. Direnişçi kişiliği, koğuş
içindeki
yaşantısıyla
örnek
insanlarımızdandı.
O dönem DAL'dan direnerek çıkma,
ifade vermeme geleneğimiz yeni yeni
oturuyordu. Besat misyonunun farkında hareket ederdi. O aralar tutuklanıp
gelen başka öğrenci arkadaşlarımız da
vardı. Besat'ın davasını da onlarla birleştirdiler. Yasadışı DEV-GENÇ üyesi olmaktan haklarında dava açılmıştı.
Dört ay birlikte kaldık Besat'la. Ona
takılırdık; "Ya Besat, Yozgat'tan pek devrimci çıkmaz. Sen nasıl bulaştın bu işle-
EĞİTİM
re" diye. "Öyle demeyin" derdi. "Yozgat'ta da devrimci potansiyel var. Sorun
bizim bulup çıkarmamızda" der ve başlar bize Yozgat'ın durumunu anlatmaya. '80 öncesi hangi ilçesinde hangi siyasetlerin devrimci çalışması olduğunu
tek tek anlatmaya. Şahiti de hazırdı: Kasım amca.
Kasım Yılmaz amcamız da Yozgat'ın
Akdağmadeni ilçesinin köylerinden birinde muhtardı. Polisin komplosu sonucu tutuklanıp hapishaneye gelince
bizimle kaldı. Besat'ı da hemşehrisi olarak çok severdi. Yozgat'a; Yozgatlılara birisi birşey söylese hemen Besat'ı örnek
gösterirdi.
Kasım amcamız tahliyesinden kısa
bir süre sonra trafik kazasında hayatını
yitirdi. "Hemşehri"sinin sonraki devrimci yaşantısına tanık olamadı. Ama o
Besat'a hep güvenmiş, onunla gurur
duymuştu. Besat'ta o devrimci inanç, o
başeğmezlik, o savaşma azmi olduğu
sürece sonuna kadar yürüyeceğine inanıyordu. Besat'ta elde silah Amanoslar'ı
mesken tutarak, onu sevenlerin göğsünü kabarttı. Parti-Cepheli halk kurtuluş
savaşımızın büyütülmesinde bedel
ödemekte tereddüt etmedi.
Mücadelesi, yaşamı, mütevazılığı,
kararlılığı, doğallığı örnektir bizlere.
Devrimci selamlar Besat Yoldaş,
Devrimci selamlar olsun sizlere Adana
şehitlerimiz...
BİZ DURURSAK
DÜNYA DURUR
BESAT AYYILDIZ
1992 senesiydi. Örgütlü ilişkiler içine gireli daha birkaç ay olmuştu. Sorumlum olan yoldaşım, artık başka bir
yoldaşımızla ilişki sürdüreceğimi, kendisiyle bir daha görüşemeyeceğimi söylemişti. Bir yandan sorumlumla bir daha görüşemeyeceğimize üzülürken yeni
gelen yoldaşımızın kim, nasıl biri olacağını merak etmekten kendimi alamamıştım.
Bu haberi öğrendikten birkaç gün
sonra, randevu yerine gidip, gelecek
olan yoldaşımızı beklemeye başladık.
Birkaç dakika sonra yoldaşımız gülümseyerek yanımıza geldi. Gelen Besat'tı.
Yapmacık tavır, davranışlardan, gösterişten, abartıdan uzak, sakin, mütevazı... Ve O ilk anda nasılsa hep öyleydi.
Sağa-sola savrulmayan tavır davranışları
ile, oturmuş kişiliği, soyutluktan, gereksiz fazlalıklardan uzak, düşünce ve
konuşmalarıyla somut, sade, anlaşılır
olmasıyla hep örnek oldu.
Bir gün olsa "bu yeni insandır" diyerek gereksiz kaygılara kapılmamış, tüm
eksik ve zaaflarıma müdahale etmiş,
ama asla sekter olmamıştır. Zaaflı, yanlış tavır ve davranışlarımın, düşüncelerimizin neden yanlış ve eksik olduğunu
bitap usanmadan anlatmış, yorulmamış, tahammülsüz davranmamıştı.
Bir yönetici olarak her zaman
üzerinde
taşıdığı
sorumluluğun
bilinciyle
hareket
etmiş,
bu
sorumluluğun
gereğini
yerine
getirmişti.
Yalnızca görev verip "yap-et" demek, sonradan verdiği görevin nasıl yapılıp-yapılmadığını denetlememek bir
yönetici olarak onun yanından bile geçmemişti.
21 Şubat 1998
Halk Meclisleri
EMPERYALİZMİ ORTADAN
KALDIRACAĞIZ VE YERİNE
HALKIN İKTİDARINI KURACAĞIZ
Her pazar günü Bakırköy özgürlük Meydanı'nda biraaya gelen Halk Meclislerinin bu haftaki konusu ABD emperyalizmi idi.
15 Şubat Pazar günü saat 13.00'de alkışlar, zılgıtlarla meydana gelen Halk
Meclisleri "ABD Emperyalizmi Ortadoğu Halklarını Teslim Alamaz-Halk
Meclisleri" pankartının yanı sıra "ABD Emperyalizmi Ortadoğu'dan Defol",
"Yaşasın Halkların Kardeşliği", "Halkız Haklıyız Kazanacağız" dövizlerinin
açılmasıyla eylemlerine başladılar. Coşkulu bir şekilde halayların çekildiği,
türkülerin söylendiği eylem daha sonra basın açıklamasıyla devam etti. Açıklamada; "Emperyalizmin uşaklığını yapan Susurluk devleti kendi halklarına
yaptıkları yetmiyormuşçasına bugün emperyalizmin Irak nezdinde Ortadoğu halklarına yönelik saldırı hazırlığının içinde emperyalizmin TC devletine
verdiği görevleri yerine getiriyor. Ortadoğu'da bugün emperyalist bir savaşın
hiçbir dünya halkına yararı yoktur. Aksine Ortadoğu'daki savaş Ortadoğu
halklarına yüzlerce, binlerce şehitten başka birşey sağlamayacaktır. Biz emperyalizmin saldırısı karşısında Saddam'ı değil yoksul Irak halkını savunuyoruz. Çünkü bu saldırı Irak halkı nezdinde tüm Ortadoğu halklarına ve emperyalizme karşı savaşan tüm dünya halklarına yönelik bir gözdağıdır" denildi. Emperyalizmin kanlı yüzünün bir kez daha açığa çıktığını belirten
Halk Meclisleri getirilen temsili ABD füzesini yakarak "Emperyalist Savaşa
Hayır" dedi.
Ayrıca Haklar ve Özgürlükler Platformu sözcüsü Oya Gökbayrak 1991 yılında emperyalist savaşa karşı çıktığı için gözaltına alınarak Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü'nün dördüncü katından aşağı atılarak katledilen Ali Rıza Ağdoğan'ın Sütlüce Mezarlığında yapılacak olan anmasına çağrıda bulundu.
Bir görev verirken nasıl yapacağımı
ayrıntılarıyla, kavradığıma ikna oluncaya kadar sabırla anlatmıştır. Görev bittikten sonra "yaptın mı?" diye sormakla
yetinmemiş, yapılan işleri yerinde denetlemiş, eksikliklerimi ortaya koymuş,
daha iyisinin nasıl yapılabileceğini yeniden kavratmaya çalışmıştı.
Besat bir yönetici, bir yoldaş olarak
her zaman, her yerde güven vermiştir.
Hareketimizin kimliğini, kendi kişiliğinde somutlamış, bizlere her zaman, hareketimizin yanı başımızda olduğunu
hissettirmiştir. Çabalarıyla hareketimize duyduğumuz bağlılık, sevgi, saygı
daha da büyümüş, hareketimizin bir
parçası olduğumuzu hissettirmişti.
Yeni insan olmama, birçok olum-
suzluğu üzerimde taşıyor olmama rağmen, farkında olmadığım halde, kendi
eksikliklerini ortaya koymaktan hiç çekinmemiş, bunlarıda kendisi için olduğu kadar benim içinde bir eğitime dönüştürmeye çalışmıştır.
Mütevazılığını hep korumuş, yoldaşlarına karşı hep güven duymuş, en
küçük emeğimize bile değer vermiştir.
Yoldaşım, bir gün "biz durursak
dünya durur" demiştin.
Sen hiç durmadın. Bir kez daha
örnek, yol gösterici oldun. Senin
mücadele dolu yaşamından çok şey
öğrendik, öğrenmeye devam ediyoruz.
Senin yürüdüğün yolda, senin gibi
yürüyecek, senin gibi olacak, sana layık
olacağız.
29
EĞİTİM
21 Şubat 1998
KURTULUŞ
EĞİTİM TARZIMIZ
"Eğitim, her şeyden önce bir coşku, inanç, ruh olayıdır.
İnanmayan, hissetmeyen anlatamaz, eğitemez. Donuk,
cansız bir eğitim ikna edemez. Katılacağı eğitim
çalışmasına iyi hazırlanmayan, emek sarf etmeyen bir
yönetici, anlatamaz, inandırıcı olamaz, etkileyici olamaz.
Dahası, eğitimin önemi, gereği üzerine tüm söylenenleri
bizzat pratiğiyle yadsıyor demektir. Onun eğitiminin
kitlelere vereceği hiçbir şey yoktur; tersine eğitimin
önemsenmemesi noktasında o ancak kötü, olumsuz bir
örnek olabilir."
Eğitim; insanları yeniden şekillendirmek, yönlendirmek ve yeni insanı yaratmaktır. Eğitim; psikoloji, kültür, tarih
vb. birçok dalı da kapsayan geniş bir
kayranıdır. Devrimci eğitimin teorisine
ve pratiğine Önemli katkılarda bulunan
devrimci önderlerden Kalinin, eğitimi
"öğrencinin psikolojik ve manevi yönünü etkilemek, öğrenimi süresince onu
belli yönde ve insan olarak biçimlendirmektir" diye tanımlamıştır. Yani eğitim
doğru bir şekilde hayata geçirildiğinde,
eğitme sanatı verimli bir şekilde ele alındığında, elimizdeki önemli bir güçtür.
Daha ayrıntılı söylersek, doğanın ve
toplumun gelişme yasalarının öğretilmesi, belli bir dünya görüşünün, bir ahlakın, toplum kurallarının kavratılması
ve benimsetilmesi, karakterin ve iradenin, belli bedensel niteliklerin geliştirilmesi, eğitimin içeriğini oluşturur. Özü,
öğrenme, öğretme ve yeniden şekillendirmedir.
Eğitim, kurum olarak da, sonuçları
açısından da, sınıflar mücadelesinde bir
güçtür. Bu gücü burjuvazi oldukça başarılı kullanmaktadır. Elindeki birçok olanakla kitlelere ulaşmakta, yönlendirmektedir. İnsan, doğumundan ölümüne
kadar, hayatının her saniyesinde burjuvazinin çeşitli biçimlerdeki yönlendirmeleriyle iç içedir. Burjuvazi eğitimi sınıflarüstü bir olgu, bir faaliyet olarak
gösterir. Oysa ki sınıflarüstü bir eğitim
yoktur; mevcut düzende eğitim, egemenlerin ideolojisine göre şekillenir. Tek
hedefi, kendi sistemini güçlendirmektir.
Bu nedenledir ki; halka gerçek tarihi öğretmez, doğanın, toplumun gerçek gelişme yasalarını öğretmez, bunun yerine
kafaları hurafelerle, anti-bilimsel gerçeklerle doldurur, halkın yüreklilik,
mertlik, dayanışma vb. niteliklerini geliştirmek istemez; yerine bireyciliği kutsayan bir ideolojiyi öğretir.
Devrimci eğitim ise kitlelerin bilinçlerini köreltmek için değil, aksine siyasal
bilinçlerinin, kültürel özelliklerinin gelişmesine ve yaratıcılıklarının, inisiyatiflerinin yükselmesine hizmet eder. Eğitim, kitlelerin kendi özgücünün farkına
varmasını, düşmanını tanımasını sağlar.
Bunun içindir ki; kitleleri güçlü kılmak
istiyorsak eğitimi özel olarak ele almalı,
geniş kitleleri bu eğitim faaliyetine katabilmeyi hedeflemeliyiz. Eğitimimizdeki
temel nokta; yürüttüğümüz devrimci
mücadeledir. Kullanılan her yöntem,
eğitimin programı, hedefleri bu temel
çerçevesinde belirlenir.
Eğitimin genel muhtevası üzerine
daha pek çok şey söylenebilir; ancak bugün asıl olarak öne çıkan, bunun pratikte
nasıl biçimlendirileceği sorunudur. Bu
pratikte eğitenlerin ve eğitilenlerin
üzerine düşen görevlerin netleştirilmesi,
çalışmanın hangi temeller üzerine geliştirileceğinin netleştirilmesi, eğitimi sürecimize uygun bir tarzda yürütebilmenin ön koşulu durumundadır.
İLK ADIM, EĞİTİCİLERİN
KENDİNİ EĞİTMESİDİR
Eğitim faaliyetinin başarısı, verimi,
her şeyden önce o alanda, birimde eğitimin önemi ve gerekliliğinin kavranmış
olmasına, bu önem ve gereğe uygun bir
pratiğin ısrarla örgütlenmesine bağlıdır.
Elbette ki bu noktada alanın yönetici,
sorumlu kadroları belirleyici bir roldedir. Eğitim faaliyetindeki ısrarın, ciddiyetin takipçisi olacak olan, her şeyden
önce onlardır. Ne var ki, bu görev de "yapın, edin" talimatlarıyla yerine getirilemez. Sorumlu, yönetici kadrolar, bizzat
o eğitim çalışmasının içinde yer almalıdırlar. Eğitime verilen önemi, bizzat
kendileri çalışma içinde göstermelidirler.
Bunun pratikteki ifadesi, öncelikle
iki noktada somutlanmalıdır:
Bir; her kadronun mutlaka içinde
bizzat yer aldığı bir eğitim grubu olmalıdır. Doğrudan eğittiği insanlar olmayan,
eğitim faaliyetindeki yeri yalnızca dışarıdan talimatlar vermekle sınırlı olan bir
yönetici, sorumlu görevini yerine getirmiyor demektir.
İki; Eğitim, her şeyden önce bir coşku, inanç, ruh olayıdır. İnanmayan, hissetmeyen anlatamaz, eğitemez. Donuk,
cansız bir eğitim ikna edemez. Katılacağı eğitim çalışmasına iyi hazırlanmayan,
emek sarf etmeyen bir yönetici, anlata-
maz, inandırıcı olamaz, etkileyici olamaz. Dahası, eğitimin önemi, gereği
üzerine tüm söylenenleri bizzat pratiğiyle yadsıyor demektir. Onun eğitiminin kitlelere vereceği hiçbir şey yoktur;
tersine eğitimin önemsenmemesi noktasında o ancak kötü, olumsuz bir örnek
olabilir.
Dolayısıyla eğitim, öğrenmekten ve
öğretmekten zevk alan, bunu devrimci
bir görev ve coşku verici bir iş olarak
kavrayan yöneticilerin işidir. Kendisi
okumayan, araştırmayan, öğrenmeyen,
tartışmayan bir yönetici, bunları altındakilere yaptırabilir mi? Kendisi okumayan, araştırmayan bir yönetici, bu eksikliğini gizlemek için eğitim çalışmalarına katılmamak, bir eğitim grubunun
sorumluluğunu üstlenmemek için kırk
dereden su getirecek, gerekçeler bulacaktır. Ama bu ne kendisini, ne birimini
geliştirmez, tersine kaçışının asıl gerekçesi şu veya bu biçimde açığa çıkacak,
altındaki insanlar onun tembelliğini görecek ve onun konumu tartışılır bir konum haline gelecektir.
Eğitim, zor olan işlerden biridir.
Özellikle sorumlu, yönetici durumunda
olanların sürekli kafa yormasını, yaratıcılığım, sürekli gelişimini gerekli kılar.
Onların gelişiminin durduğu noktada
eğitim de sürekli, verimli olamaz.
Kaldı ki eğitim, yalnızca üç-beş kişilik grupların eğitimiyle sınırlı değildir.
Biz aynı zamanda kitlelerin eğitiminden
bahsediyoruz. Eğitimi sadece birkaç kişilik grup çalışması olarak düşündüğümüzde faaliyetimizi baştan kısırlaştırmış, tek düzeliğe hapsetmiş, dahası sürecin temel görevlerinden birini yadsımış
oluruz.
Eğitim,
sürecin
ihtiyaçlarına, kitlelerin özelliklerine
göre biçimlenmeli, gelişmelidir. Her
süreçte aynı söylemlerle, aynı programla
hareket ettiğimizde eğitimin kapsamını
daraltmış, etki alanını küçültmüş oluruz.
Elimizdeki gücü kullanamadığımızda
kitleleri burjuvazinin etki alanından
çıkarmamız mümkün değildir. Sürece
göre biçimlendirebilmek-se, öncelikle
belirttiğimiz gibi kadroların sürecin
görevlerini,
özelliklerini
doğru
kavramasıyla, politik bir üretkenlik içinde
olmalarıyla, kendilerini teorik, politik
sürekli geliştirmeleriyle mümkündür.
Bir eğitmen teorik, politik olarak kitlelerin önünde olmalıdır. Ancak, bunu
kitlelere "çok bilmiş"ce, "ukalaca" da
aktarmaya kalkmamalıdır. Böyle bir üslup, onu eğittiği kitleden koparır. İnandırıcılığı, ikna ediciliği bu defa bu noktadan zedelenir. Politik birikimini kişiliğine
olgunluk, mütevazilik olarak yansıtan bir
öğretmen başarıya ulaşır ve kitleler
tarafından sahiplenilir. Bu, Parti-Cephe
politikalarını kitlelere kavratabilmemizde kendim gösterecektir. Öğretirken öğrenmesini bilen, öğrendiklerini devrimci
bir tarzda kitlelere ulaştırabilen, kitlelerle bütünleşmiş öğretmenler bu başarıların altına imza atacaklardır.
EĞİTİMDE VERİM ALMANIN
KOŞULU, KİTLEYİ TANIMAKTIR
Halkın öfkeyle ve özlemle dopdolu
olduğu, Gazi Ayaklanması'ndan, 1 Mayıs'lara, ışık eylemlerine kadar pek çok
örnekte onbinlerle alanlara çıkıp kavgaya girebildiği bir ortamda, geniş kitlelere
seslenmek, onları dönüştürmek ve devrim mücadelesine akmasını sağlamak,
önemli bir görev olarak karşımıza çıkıyor. Bugün eğitimi, dar grup çalışmalarının yanı sıra, yüzlere, binlere seslenen,
binleri yönlendiren bir muhtevada, buna
uygun biçimler ve yöntemlerle ele almalıyız.
Eğitim, kitlelerle aramızdaki bağı
güçlendirecek, belli bir temele oturtacak
en önemli faaliyetlerden biridir. Bu bağ
elbette onların geri yanlarına seslenmekle, onlarla birlikte sorunların çokluğundan bahsetmekle kurulmayacaktır.
Bu şekilde başlangıçta kolay ilişki kurulabilir belki ama kitlelerde hiçbir iz bırakmayan, hiçbir dönüştürücü işlevi olmayan bir bağ gelişir. Bizim kitlelerle
aramızdaki bağ yönlendirici, geliştirici
ve ileriye taşıyıcı olmak durumundadır.
Bu bağ güçlendikçe halkın kadrolaşması,
kitlelerin başkaldırısı güçlenecektir.
"Kitleleri nasıl yönlendireceği?? Nasıl
eğiteceğiz?" sorularına vereceğimiz cevaplar, aslında yıllarca söylediğimiz kitle
çalışmasının bütünüdür. Eğitim, kitle
çalışmasının temel bir parçasıdır.
Kitleleri tanımak birinci adımdır.
Onlarla aramızdaki bağın biçimi de, içeriği de buna göre şekillenecektir. Seslendiğimiz, eğitmeyi hedeflediğimiz kitlenin niteliği birçok şeyi belirleyendir. Seslendiğimiz kitlenin geçmişten günümüze mücadele tarihi, bu tarihin içinde
oluşan kültürel gelenekleri, eğitim düzeyi, devletle yaşadığı çelişkilerin boyutu,
sorunları, beklentileri vb. birçok özellik
kitlenin ruhsal şekillenmesini oluşturmaktadır. Bütün bunları öğrenmeyi ve
tekrar devrimci düşüncelerle yoğurup
kitlelerle bütünleştirmeyi sağladığımızda
eğitimimiz daha işlevsel ve verimli
olacaktır.
Kitlelerin eğitimine, kitlelerin öğrencisi olmakla başlayan böyle bir tarz, kitlelerle doğrudan bağ kurmamızı, onları
hissetmemizi ve düşünce sistematiğini,
davranışlarının nedenini daha kolay
kavramamızı sağlayacaktır. Bu, bize aynı
zamanda ajitasyon-propaganda çalışmamızda önemli malzemeler verecektir.
Örneğin halkın kurtuluş savaşındaki
kahramanlıkların bilinçli, sistemli bir
tarzda işlenmesi, o halkın savaşçı niteliklerine daha kolay ulaşmamızı sağlamaz mı? Veya geleneklerde var olan dayanışmayı ön plana çıkararak, yaşamda,
KURTULUŞ
30
"Eğitimi hayatın içine
yaydığımızda görürüz ki,
her örgütlülük aynı
zamanda bir eğitim
zeminidir. Örneğin her
komitemiz aynı zamanda
bir eğitim gurubudur.
Örneğin her Meclis, kitlesel
eğitim kurumlarıdır...
Kitleler içindeki bu yaygın
eğitim, halk kültürünün
geliştiği, yeniden üretildiği,
her insanın halka karşı,
mücadeleye karşı
sorumluluğunun geliştiği,
düşmanı tanıdığı, sistemi
çözümlediği, halk
iktidarına yöneldiği ve
daha güçlü nasıl
yürüyeceğini öğrendiği bir
muhtevaya sahip olabildiği
ölçüde savaşın gelişmesini
ve halklaşmasını
hızlandıran bir rol
oynayacaktır."
alışkanlıklarda bir ortaklaşmayı sağlamak daha kolay ve etkili olmaz mı? Halk,
eğitimin içinde kendini buldukça daha
fazla yer alacak, üretecek, tartışacaktır.
Yani halkın eğitime gönüllü katılımı, eğitimi düzendeki gibi tek yanlı bir faaliyet
olmaktan çıkaracak, halkın sahiplendiği,
geliştirdiği," birebir eğitimciyle bütünleştiği bir faaliyete dönüştürecektir.
Soyut, güncel ihtiyaçlara cevap vermeyen bir programla eğitimi ele aldığımızda, belki programı hayata geçiririz
ama bunun adı eğitim olmaz, işlevi de
devrimci mücadeleyi geliştirmek değildir. Bu, olsa olsa düzenin eğitim anlayışının kötü bir kopyası olur. Eğitimin başarısı, kitlelerle Parti-Cephe'yi buluşturabilmesi, savaşı daha ileriye taşıyabilmesindedir.
EĞİTİM
İkinci bir nokta; kitleleri tanıma sadece tarihsel, kültürel vb. özelliklerin bilinmesi değildir. Kitlelerden söz ederken
doğal ki bu kitlelerin içinde çocuğu, genci, kadını, erkeği vb. birçok kesim vardır.
Aynı anda tüm bu kesimlere aynı kelimelerle, aynı cümlelerle nasıl seslenebileceğiz? Hepsi açısından can alıcı noktalara değinebilmek ve hepsinin nabzını
elimizde tutmak, aramızdaki ilişkiyi daha canlı kılacak, dinamik! estirecektir. Bu
da kitlelerin birbirinden farklı özelliklerini devrim mücadelesi açısından kendi
özgün yerine oturtabilmekle mümkündür. Yani örneğin, çocuğun çocukluğuna, saflığına, temizliğine, gencin atılganlığına, gözüpekliğine, yaşlının deney ve
tecrübesine, görmüş geçirmişliğine, kadının evi tek başına çekip çevirmesine
seslenebiliriz. Amacımız bu özelliklere
halk hareketi içinde devrimci bir misyon
kazandırabilmektir.
EĞİTİMDE DİSİPLİN, BAŞARIYA
GİDEN İKİNCİ ADIMDIR
Eğitimde disiplin, hangi konuyu ne
mak, her koşul altında bu programı hayata geçirmede ısrarlı olmak ve en iyi şekilde uygulamaktır. Bu genel bir tanım
olarak her zaman söylediğimiz, çoğu zaman da çevremize kavratmaya çalıştığımız bir tanımdır. Ancak bu genel doğruyu
hayata geçirirken farklı uygulamalarla
karşılaşırız. Program çıkarıp hayata
geçiririz belki ama, bu tek başına eğitimde yeten'i verimi almamıza yetmez. Kitlenin ihtiyaçlarına cevap verecek, sürece
göre şekillenecek, koşullara göre esneklik taşıyacak bir eğitim programı bizi istediğimiz disipline götürecektir. Bir çalışmadan istediğimiz verimi alabiliyorsak, bu başarıdır ve o çalışma belli bir disiplin içinde gitmiş demektir. Eğitimin
başarısı eğitim faaliyetine katılan eğitimci ve eğitilen arasındaki bağın da
güçlenmesidir. Bu bağ aynı zamanda ikili
bir denetimi sağlayacaktır.
Disiplin asıl olarak verimli, herkesin
öğrenmenin hazzını yaşadığı bir çalışmada mümkündür. Kitlelere seslendiğimizde kafalarındaki soru işaretleri cevaplanıyorsa, anlatılan, söylenen şeyleri
günlük yaşamında bulup somutlayabiliyorlarsa, işte o zaman katılım aktif ve di-
siplinli bir katılıma dönüşecektir. Disiplin, karşılıklı bir alış-verişin adı ve denetimin kendisi olacaktır. Kitleler bilinçli
ve istekli olmadığı sürece programlar kağıt üzerinde kalır ve istenilen verim alınamaz. Eğitimde disiplinin temel noktası, kitlenin gönüllü, istekli katılımıdır.
Kitlelerin moral gücünü canlı tuttuğumuzda, bunun disipline yansıması da
görülecektir. Başarabileceğini gören, gücünün farkına varan, öğrenmenin, gelişip dönüşmenin sonuçlarını alan kitle
daha fazlasını isteyecektir. Bu durumda
koşullar ne olursa olsun eğitim kitlenin
sahiplenmesi ve yaratıcılığıyla sistemli
bir eğitime dönüşecektir.
EĞİTİM, HAYATIN BÜTÜNÜNE
CEVAP VERMELİDİR
Eğitim gruplarında, oluşturabildiğimiz ölçüde halk sınıfı, halk okulu ve parti
okullarında ve kitlesel eğitimin her biçiminde, halkın ve devrimin ihtiyacı
olan bilgilerin kazanılmasıyla, mücadele
içinde uzmanlaşma sağlanması amacımızdır. Eğitim bu anlamda halk savaşının kadrolarını yetiştirecek faaliyetin
adıdır. Bina olarak, biçim olarak okullarımız olmayabilir; ama eğitimi giderek
okullaştırmalıyız. Okul, bir eğitim yöntemi olarak, eğitimin sistemli, düzenli ve
disiplinli bir hale sokulmasıdır. Biz bunu, bugün bilinen biçimdeki okullar olmadan da başarabiliriz. Örneğin; hapishanelerin bir okul olma esprisinin en
önemli ayaklarından biri, orada eğitimin
sistemli, düzenli ve disiplinli bir hale sokulmuş olmasındandır.
Eğitimimiz, bilgiyle günlük yaşamı
birbirinden koparmayacak, öğrendiğimiz her şey günlük yaşamda pratikte
uygulayabilme olanağını yaratacaktır.
Biz savaşta uzmanlaşmış, yetkinleşmiş
ve kendi sorunlarının çözüm yöntemlerini bulan bir halk istiyoruz. Halk kitlelerine nasıl en iyi şekilde savaşacağını
öğretmek, eğitimin sadece bir parçası
olacaktır. Diğer bir parçası ise; yaşam
içinde karşılaştığı her türlü sorunun
devrimci bir tarzda çözümünü öğretmektir. Bu iki parçayı birleştiremediğimizde, eğitimimiz monotonlaşacak, "ihtiyaçlara cevap" olmaktan uzaklaşacaktır. "Eğer halkı, sadece savaşı yürütmek
için seferber eder ve başka hiçbir şeyi
yapmazsak, düşmanı yenmeyi başarabilir miyiz? Elbette hayır(.. kitlelerin günlük
hayatındaki bütün pratik sorunlara
önem vermeliyiz. Eğer bu sorunlarla ilgilenir, bunları çözer ve kitlelerin ihtiyaçlarını karşılarsak, kitlelerin refahını gerçekten sağlarız. Ve onlar da gerçekten bizim yanımızda saf tutar ve bizi içtenlikle
desteklerler."(Mao) Savaşçı bir halk kendi
sorunlarını devrimci bir tarzda çözümleyebilen bir halktır. Kendi alternatiflerini, kendi örgütlülüklerini yaratan ve geliştiren bir halktır.
Eğitim çalışmaları, gerek kitlesel
düzeyde, gerekse de dar, grupsal düzeyde,
yanlışları, eksiklikleri de ortaya koyan,
sorgulayan bir muhtevada olmalıdır. Ne
kitlesel eğitimde yalnızca halkın olumlu
özelliklerine övgü dizmek, ne de dar
çalışmalarda yalnızca soyut teoriyle
uğraşmak, bir eğitim faaliyetinden beklenen sonucun alınmasına engel olur.
Yaşanılanları olduğu gibi anlatmak, doğruları koymak her zaman bize kazandırır. Eveleyip-gevelemeden, yanlışlara,
eksiklikleri, olumsuzluklara göz yum-
21 Şubat 1998
madan yürüteceğimiz çalışma kitlelere
doğal geleceği gibi, sorgulatıcı da olacaktır. Yanlışlarımızı ve hatalarımızı da
ortaya koymaktan kaçınmamalıyız.
Bunları da bir eğitim aracına dönüştürmek, bizim asıl başarımız olacaktır.
Eğitimi hayatın içine yaydığımızda
görürüz ki, her örgütlülük aynı zamanda
bir eğitim zeminidir. Örneğin her komitemiz aynı zamanda bir eğitim gurubudur. Örneğin her Meclis, kitlesel eğitim kurumlarıdır. Kitlesel eğitimde bugün önemli bir araca sahibiz. Halk Meclisleri, halkın iradesini esas alan örgütlülükler olarak bugün hızla gelişmektedir.
Bu gelişimin içinde bir okul olma, kitle
eğitiminin önemli bir zemini olma işlevini de üstlenmektedir. Halkın planlayacağı, şekillendireceği, belli bir zaman
aralığında tamamlanacak, eğitim, öğretim faaliyeti halk meclislerinin de dönüşümünü, gelişimini sağlayacak bir rol
üstlenir. Halk Meclisleri bir iradeyi temsil
ediyorsa, bir güçse; bu zeminde kurumlaştırılacak halk eğitimi veya halk
okulları da o gücü tamamlayan, o iradeyi
sağlamlaştıran bir işleve sahip olacaktır.
Düzenin eğitim sistemine alternatif bir
güç olacaktır. Kitleler içindeki bu
yaygın eğitim, halk kültürünün geliştiği,
yeniden üretildiği, her insanın halka
karşı, mücadeleye karşı sorumluluğunun geliştiği, düşmanı tanıdığı, sistemi
çözümlediği, halk iktidarına yöneldiği ve
daha güçlü nasıl yürüyeceğini öğrendiği
bir muhtevaya sahip olabildiği ölçüde
savaşın gelişmesini ve halklaşmasını
hızlandıran bir rol oynayacaktır.
Eğitimin ve bu doğrultuda oluşturacağımız kurumların önemli bir başka işlevi; ideolojimizin, devrimci yaşamın,
Parti-Cephe kültürünün kurumlaşmasını
ifade etmesidir. Bu kurumlaşma her
sürecin, ihtiyacına göre şekillenecek, sürekli olarak halk kadrolarının yetişmesini ve aynı zamanda halk içinde kök salmamızı sağlayacaktır.
AJİTASYON-PROPAGANDA
EĞİTİMİN BİR PARÇASIDIR
Hayatın içinde bir eğitim oluşturmak,
eğitimi belli zaman aralıklarıyla sınırlı
tutmak değil, 24 saate yaymaktır. ' İçinde
bulunduğumuz her türlü faaliyeti, eğitimin
bir parçası olarak ele almaktır.
Faşizmin saldırılarının her geçen
gün boyutlandığı koşullarda eğitim de
bu koşullara uygun bir biçimde sürdürülebilir. Her zaman bir mekan, eğitime
ayrılmış bir zaman vb. yaratma olanakları olmayabilir. Bu koşullarda birçok gerekçe sıralamak, işin kolayı olacaktır.
Ama eğitim "haklı" gerekçelerle üstünden atlanabilecek bir faaliyet değildir.
Kaldı ki iktidara yürümek, devrimi yapmak iddiasındaki bir parti için önemi de
tartışılmazdır.
Bu nedenle eğitim olayı, büyük bir
zenginlik ve ustalık istiyor. İstediğimiz
koşullan beklemek, kitlelerin savaşa katılımını "en uygun koşullara" yaymak
lüksüne sahip değiliz. Bu nedenle de bizi
kitlelere ulaştıran, bağ kurmamızı sağlayan her yöntem en verimli, en pratik
şekilde kullanılmalıdır.
Bu, ajitasyon-propaganda çalışmalarımızda daha net somutlanır. Ajitasyonpropaganda, kitleleri eğitmenin pratik
yaşamdaki en önemli parçalarından biridir. Özellikle toplu eğitim faaliyetlerini
21 Şubat 1998
örgütleyemediğimiz koşullarda, ajirasyon-propaganda çalışmaları daha da
önem kazanır. Örgütlülüğümüzün güçlü
olduğu, eğitim faaliyetinin az-çok sistemli, sürekli hale geldiği yerlerde de
eğitimi destekleyen, tamamlayan bir
yandır. Bir bildiri, kuşlama, duvar yazısı,
kahve konuşmaları, bu nedenle kesinlikle baştan savma, kalıplardan ibaret olmamalı, her somut durumda kitleleri
eğiten bir muhteva taşımalıdır.
Ajitasyon-propagandanın böyle bir
işlevi yerine getirebilmesi, onun muhtevası ve biçiminin doğruluğuna bağlıdır.
Dikkat edeceğimiz birinci nokta, ajitasyon-propagandanın içinde yaşadığımız çevreye, koşullara uygun olması gerektiğidir.
İkincisi; ajitasyon-propaganda her
süreçte o sürece özgü bir muhtevaya sahip olmalıdır. Süreçlerdeki, koşullardaki
değişiklikler dikkate alınmadan yapılan
her çalışma sonuçlan açısından soyut,
sürecin gerisinde olacaktır. Örneğin bir
Susurluk öncesi ile yaygın kitle eylemlerinin yaşandığı sonrası sürecin propaganda ve ajitasyonu kuşkusuz birbirinden farklı olmak zorundadır. Bu gelişme
ve değişmeyi yakalayamadığımızda kitlelerin taleplerinin gerisinde kalmış olacağız ki, bu da kitle gücünü kullanmamızın önünde engel olacaktır.
Halka yönelen saldırıların yoğunlaştığı ve giderek sistemli bir baskının yeniden organize edilmeye çalışıldığı bugünlerde, sürecin ihtiyacı, bu saldırılar
karşısında güçlü duruşların ötgütlenebilmesidir. Bu görev, doğallıkla ajitasyonumuza ve eğitimimize de yansımalıdır.
Bu noktada yürütülecek ajitasyonpropagândada, eğitimde tarihimiz, yarattığımız gelenekler ve kitleler üzerindeki
etkisi, en önemli eğitim materyalimizdir.
Mesela; bir 16-17 Nisan'da yarattığımız
direniş, yıllarca yazılıp-söyle-nenleri
saatlere sığdırmıştır. "Cesaretiniz Varsa
Gelin" şiarı halkın bilincine kazınmıştır.
Bütün bu direnişlerin Gazi gibi
ayaklanmaları yaratmada çok belirleyici
bir etkisi olmuştur. O halde kitlelerin
cüretli adımlar atması, kahramanlıkların
altına imza atması, kuşatmalarda direnebilmesi, kendine güven duyabilmesi
için tarihimizi her Parti-Cephe'linin, her
eğitmenin çok iyi bilmesi ve eğitimin bir
parçası olarak aktarması asla ihmal edilmeyecek bir yandır.
Burada dikkat edeceğimiz nokta ise
tarihimizi olduğu gibi anlatabilmektir.
Abartılardan ve gereksiz mütevazılıklardan kaçınmalıyız. Bu, halkın güvenini
kazanmamızı sağlayacaktır. Aynı zamanda bu, yaşanılanların etki gücünü
azaltmadan kitlelere ulaştırmak anlamına
gelir. Sade, yalın, anlaşılır olmak eğitimimizde bize güç verecek özelliklerdir.
Tarihimizi böyle ortaya koyduğumuzda,
kitleler kendilerinin de kahramanlıklar
yaratabileceğini görecek, hissedecektir.
Bu kavramları onların ulaşamayacağı erdemler haline getirmemeli, tersine tüm
bu tavırların halkın direnişinin parçası
olduğunu, halkın aynı yoldan yürüyebileceğini ve yürümesi gerektiğini kavratabilmeliyiz. Bunun başarılması, düşmanın her türlü saldırısı karşısında başkaldıran, kahramanlıklar yaratan bir halk
demektir.
Eğitim ve eğitmen, ancak bu sonuç
ortaya çıktığında, tarihsel, örgütsel rolünü yerine getirmiş olur.
31
EĞİTİM
Emperyalist-kapitalist düzen, çarkları
arasında insanları azgınca sömürürken,
onların her türde olumlu değerlerini, kültürlerini de o çarklar içinde öğütür. Kendi
karşısında yalnızlaşmış, dayanacak hiçbir
şeyi olmayan "bireyler ister. Bunun için
tüketici, bencil, "Her koyun kendi bacağından asılır", "Gemisini kurtaran kaptan"
felsefesiyle hareket eden insan tipleri
yaratmayı amaçlar. Bağlılığın, emeğin,
sadakatin olmadığı, başkalarının omuzlarına basarak yükselmenin "başarı" sayıldığı, düşene bir tekme daha vurulduğu,
köşeyi dönmenin tek amaç haline geldiği
çıkarlar dünyasıdır bu.
Halklar, emperyalizmin insani
değerlere yönelik saldırıları karşısında
ancak geçmişten taşıdığı değerleri,
gelenekleri ve kültürüyle direnmeye
çalışmaktadır. Anadolu halklarının
geçmişten bugüne taşıdığı güçlü
geleneklerinden biri de kan bağı, yani
günlük dildeki karşılığıyla akrabalıktır.
Akrabalık ilişkileri; aynen aile
ilişkilerinde olduğu gibi, içinde
olumsuzlukları
ve
olumlulukları
birlikte taşır. Dayanışma, paylaşma,
çıkarsız bir bağlılık, bu ilişkideki olumlu
yandır. Ne vaı ki; kapitalist kültür ve
ilişkiler ağı, bugün geniş halk kitleleri
içinde bu ilişkileri zayıflatabilmiş,
dejenerasyona uğratabilmiştir.
Akrabalığın öne çıkan en önemli
özelliklerinden biri, sahiplenmektir,
kendi
kanından
olan
insanları
kötülüklere, olumsuzluklara, tehlikelere
karşı korumak, onun yanında yer
almaktır. Oysa bugün, bunun tam tersi
örnekler hiç de azımsanmayacak
derecede yaşanabilmektedir. Yine büyük
bir kesim içerisinde akrabalık bağı geçmiş kültürün etkisiyle tümden yok
sayılmasa
dasözde
kalmakta,
sahiplenme, kötü gününde yanında olma
gibi olumluluklar yok olmaya yüz tutmaktadır.
"Amca babanın yarısıdır" denir. Oysa
yaşananlar, çoğunlukla bunun uzağındadır. Bir insan ekonomik olarak zor durumdadır. Amcasından yardım ister. Bırakalım yardım almayı, bir tekme de amcası vurur. Amcası yaşlanır, elden ayaktan
düşer, yeğeni dönüp bakmaz bile. İlişkilere
yön veren menfaatlerdir, çıkarlardır.
Düşenin kim olduğu, neden düştüğü
önemli değildir. Sorun nedir? Bencilliktir,
kapitalizmin insanı insana yabancılaştırmasıdır. Öyle ki; birinci dereceden akraba
olmak da dahil, birçok akrabasını tanımayan, yüzünü bile görmemiş insanlar vardır.
Güven yanıyla olsun, bağlılık yanıyla
olsun, birçok boyutuyla akrabalık duygusu
kapitalist kültüre karşı bir olumluluktur.
Özü itibarıyla duygularında sahtecilik,
çıkarcılık, bencillik taşımaz.
Ve düzen ilişkileri içerisinde,
ailesinden sonra insana en yakın olan
kesim de akraba çevresidir. Eğer
kapitalizmin saldırıları karşısında ayakta
kalabilmişse, büyük bir yozlaş-
maya uğramamışsa akrabalar
düşünülür, sahip çıkılır. Özellikle
insani boyutuyla, insan için en
önemli olan, duyguların en yoğun yaşandığı anlarda ilk akla gelenlerin başında akrabalar vardır.
Cenaze, düğün, bayram gibi
önemli zamanlarda, akrabalar
ellerinden gelen her türlü maddi-manevi yardımı gerçekleştirerek sahiplenirler. Bu noktada fedakarlıktan, özveriden kaçınılmaz. Böylesi zamanlarda akrabalık bağı
daha güçlü yaşanır. Acılar, sevinçler,
üzüntüler, mutluluklar onlarla da
paylaşılır. Akraba içerisinde bir cenaze
varsa, aynı süreçte düğün de varsa, düğün
ertelenir. Bunlar olumlu, insani değerlerdir. insanın insana verdiği değerin bir
göstergesidir.
Akrabalık ilişkileri, devrimci mücadele
içerisine de çok farklı biçimlerde yansımaktadır. Olumlu örnekler olduğu gibi,
olumsuzluklar da yaşanabilmektedir. Bir-
AKRABALIK
çok şehit, tutsak yakını, özellikle cenazelerin kaldırılacağı ya da hapishanelerde
direniş yaşandığı süreçte akrabalarını sahiplenmekte, duyarlılık göstermekte ve
eylemlere katılmaktadır. Ancak bunun
tersi örnekler daha çoktur. Kuşkusuz ki,
bunda birçok etken vardır, korkular, kaygılar, düzen beklentileri bunda etkili olmakta, bunlar akrabalık duygularının
önüne çıkmaktadır. Eğer faşist değilse,
karşı-devrimci saflarda yer almıyorsa, akrabaların böylesi durumlarda güçlü sanedeni budur diyebiliriz.
Akrabalık ilişkileri veya çevresi, çeşitli
açılardan ailenin misyonunu üstlenmekte, örneğin akrabalık ilişkilerini kullanarak yakınının devrimci mücadeleye girmesini engellemeye, bunun önüne geçmeye çalışabilmektedirler. Bu çoğu kez
"başına gelebileceklerden koruma" olarak,
onu sevme olarak ifade edilir. Oysa ona
yön veren gerçekten koruma, sahiplenme, sevgi olsa, öncelikle insani değerleri yok eden kapitalizme karşı, zalime ve
zorbalığa karşı olurdu. Tabii bu durumda
öğütlenen de boyun eğmemek, mücadele
etmek, özgür bir vatan kurma kavgasına
katılmak olurdu. Mücadeleyi birlikte
omuzlamak olurdu.
Birçok akraba bu duygularını ifade
ederken, kuşkusuz ki art niyetli değildir.
Ama ya bildikleri halde korkularından
böyle davranmaktadırlar ya da gerçeği
yanlış kavramışlardır.
Feodal bir kültür olan akrabalığın
olumsuz yanları günlük davranışlarda da
KURTULUŞ
karşımıza çıkabilir. Örneğin sahiplenme,
bağlılık gibi duygular olumsuzlukları büyüten bir rol de oynayabilir. Sahiplenme,
olumsuzluğu, yanlışı sahiplenme biçiminde de kendini gösterebilir. Ya da ilişkilerinde akrabalarına öncelik tanıyarak,
eşitsizlik, adaletsizlik yapabilir. Akrabalığın bağrında taşıdığı bu yanlar, devrimci
saflarda değiştirilmediği, dönüştürülmediği sürece mücadele içerisinde engelleyici
rol oynar. Devrimci saflarda bu olumsuzluklarda biçim değişse de, öz aynıdır.
Mesela akraba çevresinin baskısıyla mücadeleden kopar. En azından akrabalarını
devrimci saflara kazanmayı, onlarla birlikte mücadeleyi büyütmeyi düşünmez,
akrabalarını kavganın dışında görür. Onlarla kavganın güzelliklerini, emeği, fedakarlığı paylaşmaz. Veya akrabasıyla birlikte
devrimci mücadele içerisindedir. Akrabası
mücadeleyi bıraktığında, olumsuzluğa
düştüğünde o da saflardan kopar,
olumsuzluğu büyütür. Devrimci bir tavır
alış içerisine girmez. Orada duygularına
yön veren düzen bağlarıdır. Çünkü olması
gereken tavrı aldığında "ailem, akraba
çevrem ne der" diye düşünür ya da
devrimciliği akrabalığı kadardır.
"Olması gereken"
üzerine
Bağcılar
şehidimiz Özlem
Kılıç'ın
tavrı
örnektir. Özlem
Kılıç, amcasına
son
derece
bağlıdır.
O'nu
örnek alır. O'na
devrimciliği
öğreten bir yerde
O'dur. Amcasıyla
gurur
duyar.
Ancak O'nun bu
duygulan
devrimci
özle
bütünleşmiştir.
Amcası darbeci olduğunda, devrime ve
devrimci harekete ihanet ettiğinde
tereddütsüz tavır alır. En ufak bir
ikirciklenme göstermez. "Amcam"dır demez ve yapılması gerekeni en önde kendisi
yapar.
Akrabalık bağları, olumluluklarını
büyüttüğümüz, olumsuzluklarını ortadan
kaldırdığımız sürece ilerletici bir ilişkinin
zemini de olabilir. Saflarımızda pek çok
akraba vardır. Bu, işte bu zeminde doğan
bir devrimcileşmedir. Ama elbette
devrimciliğin ayakları bu zeminde kalmamalıdır. Feodal, körü körüne bir sahiplenme vb. değil, mücadeleyle, geleceği birlikte
yaratma umuduyla bütünleştiğinde örgütlenmemizi, en azından çeşitli alanlarda
ilişkilerimizi yaygınlaştıran bir özellik
kazanır. Ailemizi devrimcileştirmeliyiz,
devrimci mücadeleye katmalıyız diyoruz.
Bu halkayı biraz daha genişletip akrabalarımızı devrimci saflara kazanabilmeliyiz.
Geçmişten gelen bu kültürümüzdeki sahiplenmeyi, bağlılığı devrimci ilişkilere,
devrimin ilişkilerine dönüştürmeyi hedeflemeliyiz.
Bu bakış açısıyla akraba çevremize
dönüp baktığımızda göreceğiz ki; karşımızda hem devrim için belli olanaklar ve
ilişkiler yaratmak açısından, hem de kapitalizmin insanı tüketen kültürü karşısında insani değerlerin, halkın paylaşımcı
kültürünün yaşatılması açısından geniş
bir potansiyel durmaktadır. Bu potansiyeli değerlendirebildiğimizde, demek ki
hem örgütsel, hem kültürel anlamda iki
cephede birden kazanan biz olacağız,
halkımız olacaktır.
KURTULUŞ
32
ARAŞTIRMA-İNCELEME
Şubat'ta bu sayı 200'e yaklaşmıştı.
Sonraki aylar ise artık rakamlar 300'le
ifade ediliyordu.
Polisin katliamları da aynı şekilde
her geçen gün tırmandırıldı. Polis veya
asker tarafından katledilenlerin sayısı,
açık tespit edilebildiği kadarıyla
Ocak'ta 13, Şubat'ta 18, Mart'ta 17, Nisan'da 38 olmuştu.
Ancak terörün böylesine azgınlaştığı koşullarda bile oligarşi istediği sonucu elde edemedi. Çünkü bu saldırılar cevapsız bırakılmıyor, halkın direnişi sürüyordu.
TARİŞ'İN
FAŞİSTLEŞTİRİLMESİ VE
DİRENİŞ
1980;
SİVİL FAŞİST TERÖRLE
DEVLET TERÖRÜ BİRLEŞTİ!
1978, 79 boyunca sivil
faşist çeteler devletin desteğinde kitle katliamları
düzenlemiş, her türlü provokasyona
başvurmuş,
ama halk hareketini teslim
almak, devrimci mücadeleyi geriletmek bir yana,
pek çok alanda gerileyen
kendileri olmuştu. Oligarşi
sadece sivil faşist çetelerle
sonuç
alamayacağını
gördükçe de polisini, askerini, MiT'ini, kontrgerillasını daha fazla devreye
soktu. 1980 sivil faşist terörle devlet terörünün içice geçtiği ve giderek de
devlet terörünün daha
öne çıktığı bir süreçtir. Sivili resmisiyle faşist terörün amacı netti: "Bitmek
bilmeyen tutuklama, katla
halkın sindirilmesi ve
faşist demagoji altına sokulması... işte bu amaçla
AP faşist hükümeti en hızlı
bir biçimde tüm bürokrat
kademelerini yenilemiş ve
planlı faşist devlet terörüyle
saldırıya
geçmiştir."
(Devrimci Sol, S. 2, Mayıs
1980)
Elbette devlet terörünün açıkça öne çıkması,
sivil faşist çetelerin cinayetlerden, katliamlardan
vazgeçtiği anlamına gelmiyordu. Saldırı çok boyutlanmıştı
gerçekten.
1980'in Ocak ayında 150'yi
aşkın devrimci, demokrat,
halktan insan katledildi.
1. MC Hükümeti'yle birlikte pek
çok devlet işletmesinde olduğu gibi,
TARiŞ'te de yoğun bir faşistleştirme
politikası yürütülmüş, işletmeye
MHP'li faşistler doldurulmuştu. Tariş'i faşistlerin arpalığı ve bir saldırı üssü
haline
getirilmesi
operasyonu
'80'de tamamlanacaktı.
22 Ocak günü "arama" bahanesiyle
yüzlerce polis ve jandarma panzerlerle,
kariyerlerle TARiŞ'e baskın yaptılar.
Çeşitli işletmelerde bu baskınlara karşı
direnişler gerçekleştirildi. Olay kısa
sürede yayıldı. İzmir'in, özellikle de
TARİŞ işçilerinin oturduğu Çimentepe, Gültepe gibi gecekondu bölgelerinde halk sokağa döküldü. Ege Üniversitesi öğrencileri üniversiteyi işgal
ederek, TARİŞ direnişini desteklediler
Hem gecekondu semtlerinde, hem
üniversitede polisle çatışmalar oldu,
yüzlerce öğrenci ve gecekondulu gözaltına alındı.
7 Şubat günü polis tekrar Tariş'e
saldırdı. İşçiler işletmelerde barikatlar
kurarak polisi içeri sokmadılar. İşçiler
günlerce barikatlarda direndiler. Gecekondulardaki direnişler de devam
etti, İzmir genelinde pek çok destek
eylemi yapıldı, İzmir AP İl binası Devrimci Sol tarafından basıldı. Polis tek
tek işletmelerdeki direnişleri kırıp yüzlerce işçiyi gözaltına aldı. En son direnişe devam eden İplik fabrikası işçilerine karşı 10 Şubat'ta bir operasyon
başlatıldı. Sabaha karşı onbine yakın
asker, polis, kariyerlerle, helikopterlerle fabrikaya baskın düzenlediler. Olaylardan sonra işçilerin çoğunluğunun
işlerine son verildi ve yerlerine MHP'li
faşist militanlar dolduruldu.
Tariş direnişi halkın faşist teröre
karşı militanca direnmeye hazır olduğunun bir göstergesi olurken, reformist, revizyonist siyasetlerin faşist terör karşısında izledikleri uzlaşmacı
çizginin, faşist terörü geriletmekten
uzak olduğu da bir kez daha görüldü.
TEPKİLER, CİNAYETLER,
KATLİAMLAR...
DİSK 26 Ocak 1980'de İzmir'de, 9
Şubat'ta Antalya'da, 23 Şubat'ta Ordu'da, 22 Mart'ta İzmit'te "İşçi Kıyımına,
Zamlara, Pahalılığa, Sürgünlere, AntiDemokratik Baskı ve Uygulamalara,
Faşist Saldırılara Karşı Demokrasi
Mitingleri" yaptı. Bu mitinglere
onbinlerce emekçi katıldı.
Faşist hareket aydınlara yönelik
saldırılarını 1980'de de sürdürdü. 11
21 Şubat 1998
Nisan 1980'de araştırmacı-yazar Ümit
Kaftancıoğlu katledildi. Kaftancıoğlu'nun öldürüleceğini Türkeş bir gün
önce ilan etmişti. Türkeş televizyonda
verdiği bir demecinde "MHP'lilere dönük yalan ve iftira kampanyasını
CHP'li yöneticilerle birlikte komünist
bir yazarın bir senaryo halinde sahneye
koyarak bazı gazeteleri alet ettiklerini"
belirterek Kaftancıoğlu'nu suçlamış,
ardından da Kaftancıoğlu faşistler
tarafından katledilmişti. 11 Kasım
'80'de yakalanan Ahmet Mustafa Kıvılcım isimli bir faşist katliam emrini İstanbul ÜGD Başkanı Hasan Küçük'ten
aldığını itiraf etti.
23 Nisan günü, Tarsus'ta AdanaMersin karayolunda 15 yaşındaki bir
kız çocuğu kamyon altında kalarak öldü. Halk bu yolda daha önce de 24
kurban vermiş, önlem alınması için
sayısız defa yetkili mercilere başvurmuş, ama sonuç alamamıştı. 23 Nisan'da küçük kızın ölümünden sonra
civarda yaşayan halk kaza yerinde toplanarak yola barikat kurdu ve gösteri
yaptı.
Çok geçmeden polis ve jandarma
halkın çevresini kuşattı. Jandarmayla
tartışma sürerken, bir subayın ateş
emri vermesi üzerine jandarma ateş
açtı. Halktan 10 kişi katledildi.
GÜN SAZAK
CEZALANDIRILIYOR
Kahramanmaraş katliamının planlayıcılarından, II. MC iktidarı döneminde MHP'den Gümrük ve Tekel Bakanlığı yapmış olan ve bu görevi sırasında oluşturduğu "Denetçi Gruplarla Türkiye genelinde sivil faşist örgütlenmeyi organize eden faşist şef Gün
SAZAK, MHP'nin yeni kitlesel katliamlar planladığı bir dönemde, 27 Mayıs '80'de DEVRİMCİ SOL tarafından
cezalandırıldı.
Faşistler bu cezalandırmayla büyük bir darbe yediler. Bunun etkisiyle
bir çok yerde saldırılara giriştiler. Ancak bu saldırılar plansızdı ve faşistler
istedikleri sonucu alamadılar.
MHP'nin devlet destekli Çorum
katliamı planının erken doğum yapması ve başarısızlığa uğraması, bunun
göstergesi olmuştur. Ardından faşistler bir daha önemli bîr saldırıya yeltenememişlerdir. Sivil faşist hareket bu
kesitte saldırılarını alt düzeyde sürdürmüş, fakat bunların da devrimcilerce göğüslenmesiyle hüsrana uğramışlardır. Sivil faşistlerin yeni katliam
planlan ve girişimleri, daha başından
direniş gösterilmesi nedeniyle boşa çıkarılmıştır.
Gün SAZAK eylemiyle birlikte faşist saflarda panik, korku ve geri çekilme eğilimi hakim olmuştur ki, bu,
DEVRİMCÎ SOL' un beklediği eylem
sonuçlarından biridir. Devrimci Sol bu
eylemin hemen ardından da faşist saldırı karşısında geri çekilmemiş, bulunduğu yerlerde halkın direnişini örgütlerken, faşistlere vuruşlara da devam
etmiştir. Solun bütününde böyle bir
yönelme olsaydı, faşist saflardaki panik ve geri çekilme daha da derinleştirilebilirdi kuşkusuz, ancak solun antifaşist mücadeledeki çarpık yaklaşımları bu görevi görmelerini de, böyle bir
savaşı geliştirmelerini de engellemiş-
21 Şubat 1998
tir. Halkta ve devrimci saflarda coşku
yaratan bu eylem, oportünist-revizyonist saflarda şaşkınlıkla karşılanmıştır.
Faşistlerin topyekün saldırıya geçeceğinden ve devrimcilerin bunu göğüs leyemeyeceğinden korkan revizyonist-oportünist sol, üstelik bunu önlemek için de hiç bir şey yapmayıp tersine çoğu ortalıktan çekilmeyi tercih etmiştir.
ÇORUM'DA KATLİAM
GİRİŞİMİ VE DİRENİŞ
Faşistlerin Sazak'ın cezalandırılmasından sonra gerçekleştirdiği saldırılardan en büyüğü Çorum'da olmuş,
ancak bu saldırıdan da istedikleri sonucu alamamışlardır.
Faşistler Çorum'da Mayıs ayında
Pol-Bir'li faşist polislerin de desteğini
- alarak halka saldırdılar. Dönemin İçişleri Bakanı Mustafa Gülcügil bu olayların ardından "Çorum'da devleti yıkmak isteyen solun karşısına devlete
destek fikrinden hareket eden sağ çıktı"
şeklindeki açıklamayla iktidarın bu
saldırıda faşistlere açıktan destek verdiğini ortaya koymuştu.
Tahrikler ve saldırılar '80 yılının
Temmuz ayında doruk noktasına ulaştı.
Faşistler Çorum'u ikinci Maraş yapmak
istediler. Katliamın zemini zaten daha
önceden yaratılmıştı. Haziran ayı
içerisinde Alevi ve Sünniler azınlıkta
oldukları yerlerden göçedip kendi
mezheplerinden olanların mahallelerine yerleşmeye başladılar. Bu arada
Çorum merkeze bağlı köylerde de gerginlik sürüyordu. Yine Haziran ayı içerisinde Alevi köylerinde dört kişi tarlada öldürülmüş olarak bulundu. Bir
çok Alevi köylü kaybedildi. Bunun
üzerine artık köylüler tarlada çalışmamaya başladılar. Faşistler de Sünni
köylerinde Alevilerin "Müslümanları
nasıl'kestikleri" propagandasını yapıyor "Çorum'u Maraş'a çevireceklerini"
söylüyorlardı.
Faşistler 30 Haziran'da CHP'lilerin
ve devrimcilerin ağırlıklı olduğu semtlerde ateş açarak saldırıyı başlattılar. 1
Temmuz'da da Sünni köylerinde ve faşistlerin üslendiği SSK hastanesi çevresinde halkı cihada çağıran bildiriler
dağıtıldı. Aynı gün akşam saatlerinde
de saldırılar Pol-Bir'li polislerin de
desteğiyle tırmandırıldı. Faşist polisler
Mayıs ayında yaşanan çatışmalarda 3
Pol-Bir'li polisin cezalandırılması üzerine daha da saldırganlaşmalardı.
Polis bir yandan keyfi bir şekilde
Alevilerin önde
gelenlerini ve
devrimcileri tutuklarken bir yandan
da faşistler Alevilerin yaşadığı
Terlemez
Evleri
ve
Üçevler
mahallelerini yüksek binalardan ateş
açarak taradılar. Ardından da yüzlerce
evi ateşe verdiler. İtfaiyenin olay
yerine ulaşmasını da barikat kurarak
engellediler. Bu olaylarda 4 kişi
katledildi. Ertesi gün sokağa çıkma yasağı ilan edilse de bu fiilen gerçekleşmedi. Pazar için çevre köylerden Çorum'a gelen Alevi'ler faşistler tarafından dövüldü, eşyaları yağmalandı.
Ertesi gün yani 3 Temmuz, nispeten olaysız geçti. Ancak sessizlik büyük olayların da habercisi gibiydi ve
ertesi gün "cuma"ydı. 4 Temmuz'da
hedef faşistlere karşı direnişin odağı
olan Milönü Mahallesiydi. İlk önce
33
ARAŞTIRMA-İNCELEME
polis panzerlerle mahalleye gelerek direnişin önde gelenlerini tutuklamaya
başladı. Faşistler de bu arada etkisi altında bıraktıkları Sünni köylerden
yüzlerce silahlı insanı ve Yozgat'tan getirdikleri faşistleri Çorum'a yığmışlardı. Cuma namazı sırasında faşistler
Çorum'un bütün camilerinde "komünistler Alaaddin Camiini ateşe verdi"
diyerek kitleyi galeyana getirdiler. Kitle
camiden çıktığında saldırı için kamyonlardan kendilerine sopa ve silah
dağıtıldı. Bu faşist güruh ilk önce Ulu
Camiinin yanında para bozduran bir
Alevi'yi katletti. Ardından da Milönü
Mahallesinin girişinde bulunan Alaaddin Camiinin hoparlöründen "Allah
Allah" sesleri duyulmaya başlandı. Bunun mahallelerine yönelik bir saldırı
olduğunu düşünen Milönü halkı camiye doğru koşmaya başladı. Ancak
tam bu sırada caminin yanındaki inşaattan ve polis panzerlerinden halkın
üzerine ateş açılmaya başlandı. Polis,
jandarma ve faşistler birlikte halka
ateş açıyorlardı. Bu ateş sırasında çok
sayıda insan katledildi.
Faşistler Alevi mahallelerinden rehin olarak aldıkları 10 kişiyi MHP il
başkanı İsmail Taştan ve Çorum ÜYD
başkanı Seydi Esenyel'in emriyle tıpkı
Maraş'taki gibi şişleyerek, kafalarını
baltayla parçalayarak, yakarak katlettiler. Çorum olayları sırasında Demirel
"Çorum'u bırakın Fatsa'ya bakın" diyor, ardından da olaylara yol açan tahriklerin başında komünistlerin olduğunu iddia ediyordu.
Çorum'da Mayıs-Temmuz olaylarında 50'ye yakın insan faşistler tarafından katledildi. Yüze yakın insan yaralandı. Binalar yakılıp yıkıldı. Ancak
Çorum yine de bir Maraş olmadı.
Milönü'de yaşanan direniş çok çeşitli açılardan oldukça öğreticidir.
Devrimciler faşistlerin ne yapmak istediklerini önceden görmüş, buna göre halkı örgütlemişlerdir.
29 Mayıs'ta üç koldan gelen saldırılara karşı halk direndi, polis bazı devrimcileri almak istese de halk devrimcileri polise vermedi. Yine aynı gece
mahallede barikatlar kuruldu. Milönü
halkı direnişiyle diğer Alevi köylerine
de örnek oluyor, onlara moral veriyordu. Çevre köylerde de halk köy girişlerine barikatlar kurdular. Çok sayıda insan Milönü'ye destek vermek için silahlanıp traktörlerle kente indiler.
"Çorum mahallelerinde bütün siyasal eğilimlerin de katılımıyla 40 tane
komite oluşturuldu. Bunlar üç ana komitede merkezileşerek direniş boyunca
nöbet, mühimmat ve para sorunlarını
çözmeye çalıştılar. Komiteler kiraları
iki bin lira civarında dondurduktan
sonra, ihtiyacı olanların para ve yiyecek sorunlarını üstlendi. Örneğin çatışmalardan sonra bir yardım kampanyası açıldı ve 4 Temmuz'da faşistlerin
bölgesinde sabaha kadar direndikten
sonra köylere çekilmek zorunda kalan
30-40 aileye ev ve gerekli ev eşyası sağlandı. Öte yandan Nurettin Paşa Caddesinde faşistlerce yakılan yüz kadar
dükkan el birliğiyle onarıldı ve burada
KURTULUŞ
kurulan bir esnaf komitesi dükkanların yeniden açılması işini devraldı. Komiteler ayrıca devrimcilerin denetimi
altındaki bölgelerde bağnaz Alevilerin
baskısıyla göç etmek isteyen Sünnileri
ikna etmeye çalıştılar ve bağnaz Alevilere karşı bir mücadele başlattılar."
ÇORUM DİRENİŞİ ÜLKE
ÇAPINDA SAHİPLENİLİYOR
Faşistlerin Gün Sazak'ın cezalandırılmasından sonra ülke çapında geliştirdiği terörün halkı teslim alamadığının en iyi göstergesi Çorum direnişiydi, ama bunun da ötesinde aynı süreç
ülke genelinde faşizme karşı öfkenin
açığa çıktığı, halk kitlelerinin faşizme
karşı mücadelede cezalandırmalarla
moral bulduğu bir süreçtir. Faşistlerin
halka karşı uyguladığı terör İstanbul,
Ankara, İzmir gibi şehirlerin yanısıra
Zonguldak, Mersin, Antalya, Tunceli,
Tarsus, Suluova, Havza, Gümüşhacıköy, Bursa, Edirne, Samsun, Trabzon,
Rize, Artvin vb gibi yerlerde düzenlenen grev, korsan gösteri ve yürüyüşlerle protesto edildi.
"KENDİNDEN OLMAYAN
HERKESE..."
CHP'lilere yönelik saldırılar 1980
yılında da sürdü. '80'in ilk yarısında
50'ye yakın CHP yöneticisi faşistler tarafından katledildi. Bunlardan biri de
Nevşehir il başkanı ve eski milletvekili
Zeki Tekinel'di. Tekinel'in katledilmesinden sonra kentte gerginlik uzun süre devam etti. 18 Haziran'da da CHP
KURTULUŞUN YOLU FAŞİZME KARŞI
DEVRİMCİ ŞİDDETTEN GEÇER!...
KURTULUŞ
34
ARAŞTIRMA-İNCELEME
BAHÇELİEVLER POLİS KARAKOLU VE
MHP BİNASININ TAHRİBİ
Çorum halkına saldıran faşistler, halkın w devrimcilerin direnişi} lc
karşılaştı. Saldırılar püskürtüldü. Çorum olayları bir kez daha gösterdi ki, resmi
ve sivil faşist güçler, faşist saldırıların ve katliamın suç ortaklarıydılar.
Çorum halkının faşist katillere karşı direnişini desteklemek ve resmi faşist
güçlerle sivil faşistlerin suç ortaklıklarını açığa çıkarmak için, DEVRİMCİ
SOL'un yürüttüğü kampanya çerçevesinde yapılan devrimci şiddet
eylemlerinden birisi de Bahçelievler polis karakolu ile MHP binasına aynı
anda bîr saldırı düzenlenmesiydi.
Bakırköy- Bahçelievler'de polis karakolu ile MHP aynı yerdeydi. Faşistler ve
polisler bölge halkına ve devrimcilere karşı terör estiriyorlardı. Faşistler
karakolla yanyana olmalarına rağmen silahlı nöbet tutuyor, devriye geziyor,
yoldan geçenlere zor kullanıyor, terör estirerek bölgede egemenlik kurmaya
çalışıyorlardı.
Eylem üçerli iki ekip tarafından gerçekleştirildi. Birinci grup esas hedef
olan MHP binasını kurşun yağmuruna tuttu. Binadaki faşistleri silahlarını
kullanmaya fırsat bulamadılar. Devrimci Sol savaşçıları MHP binasının önüne
"ÇORUM KATLİAMININ SORUMLUSU MHP'Lİ FAŞİSTLER VE FAŞİST
DEVLETTİR/ DEVRİMCİ SOL" yazılı pankartı astılar.
Bu arada ikinci ekiptekiler de polis karakolunu ateş altında tuttular.
Eylemin tamamlanmasından sonra, savaşçılar geri çekildiler. Eylemde bir
faşist Ölümle cezalandırılmış, biri polis olmak üzere dört faşist de
yaralanmıştı.*
Genel Başkanı Bülent Ecevit ve birçok
milletvekilinin bulunduğu cenaze kortejine faşistler ateş açtılar. Ateş sonucu
bir çok insan yaralandı. Ecevit ve yanındakiler Vali konağına sığındılar. Faşist saldırının ardından İçişleri Bakanı
Orhan Eren "olaylarda sadece taş atıldığını" söylüyordu.
CHP'lilere olan saldırılar Haziran
ve Temmuz aylarında da sürdü. 15
Temmuz'da CHP İstanbul milletvekili
Abdurrahman
Kök-saloğlu
işyerinde öldürüldü.
22 Temmuz 1980'de
DİSK Genel Başkanı Kemal Türker faşistler tarafından katledildi. Bir
gün sonra Türker'in katledilmesini protesto etmek amacıyla yüzbinlerce işçi iş bıraktı. 25
Temmuz'da yapılan cenaze törenine katılan bir
milyon kişilik bir kitle
faşist saldırıyı lanetledi.
Faşistlerin önde gelen
isimlerinden
Yılma
Durak ve Celal Adan (ki
şu anda DYP İstanbul İl
Başkanıdır)
cuntadan
sonraki ifadelerinde cinayet emrini Türkeş'in
verdiğini itiraf ettiler.
Buna
göre
Tür-keş,
"Yakacık'taki köşkünde
kendisini ziyaret eden
Adan ve Durak'a 'DİSK
komünist
hareketin
kaynağı
olduğunu'
söylemiş,
Durak'ın
'Kemal Türker'i öldürelim mi?'diye
sorması üzerine eliyle ot biçer gibi bir
hareket yapmıştı." Bunun üzerine
başka cinayetlerden de aranan faşist
katil
Ünal
Osmanağaoğlu
yönetimindeki bir gruba bu görev
verilmişti.
"ÇUVAL CİNAYETLERİ"
Faşist terör halkı sindirmek için
her geçen gün daha da boyutlanıyor,
vahşileşiyordu. 1980'de yılın ilk altı
ayında faşistler kaçırdıkları 33 kişiyi
naylon ip veya telle boğma, tecavüz
etme, cinsel organlarına sert cisimler
sokma gibi çeşitli işkencelerle katlettiler. Faşistler işkenceyle katlettikleri insanları torbaların ve televizyon kutularının içine koyarak çeşitli yerlere bırakıyorlardı.
21 Temmuz'da Demokrat Gazetesi
muhabirlerinden Recai Ünal faşistler
tarafından kaçırıldıktan sonra işkenceyle katledildi. Ünal'ın cesedinden
işkence yapıldığı açıkça anlaşılıyordu.
Ceset sigara yanıklarıyla doluydu.
İstanbul 2 No'lu Askeri Mahkemesinde görülen MHP davasında yargıla-
yapıyorlardı. Sorgulama sonucu alınan bilgiler değerlendirildikten sonra
da bu kişiler boğma teli veya naylon
iple, çoğu zaman da komando düğümü atılarak boğulmaya bırakılır, bir
battaniye, televizyon kutusu ya da çuvala sarılarak, içerisine de genellikle
"Şeriatçı İntikam Tugayı" bildirileriyle
komünistlerin hakim olduğu bölgelerden birine bırakılırdı."
Ancak sivil faşist çeteler her geçen
gün kitleler nezdinde teşhir de oluyorlardı. Öyle ki, faşist basın teşhir olmanın telaşıyla artık herkesin bildiği faşist
katilleri kendileriyle ilgisiz gibi
göstermeye girişmişti. Hergün gibi faşist gazeteler faşist katillerden Veli
Can Oduncu'yu sara hastası, Cengiz
Ayhan'ı komünist, Ferhat Tüysüz ve
Cengizhan Cengiz'i de akıl hastası gibi
göstererek MHP'yi aklama telaşındaydı. Ama bu boşuna bir çabaydı.
GEMLİK, AYBASTI...
ANTİ-FAŞİST
MÜCADELEDE MEVZİ
SAVAŞLARI
Gemlik ve Aybastı, uzun süren anti-faşist mücadeleden sonra faşistlerden büyük ölçüde temizlenen ilçelerdendir. Devrimci hareketin anti-faşist
mücadele perspektifinin uygulandığı
bu ilçelerde şehitler verilmesi pahasına faşistler etkisizleştirilmiştir. Buralardaki mücadele ve alınan sonuç, diğer sol gruplarla Devrimci Sol'un mücadele anlayışının farkının oldukça
net görülebildiği bir pratik süreç olmuştur.
Sivil faşist hareketin Gemlik'teki
örgütlenme planları DEVRİMCİ SOL
tarafından bozulmuş, engellenmiş ve
21 Şubat 1998
Benzer bir süreç ve benzer eylemler Aybastı'da da yaşanır.
Faşistler Kabataş kasabasına düzenledikleri baskın sonucu, devrimcilerle ilişkisi olan Fatma ÖZÇELİK, Yusuf TECİM ve Adem TECİM'i katlettiler.
Bu kişiler Devrimci Hareketin üyesi
değil, devrimcilere sempati duyan,
yakın çevreleri devrimci olan halktan
insanlardı. Faşistler devrimcilere uzanamayacaklarını, yoksa gerekli dersi
alacaklarını bildikleri için, kasaba sınırındaki eve saldırmışlar, daha sonra da
telaşla kaçmışlardı.
Halka yönelik bu saldırının hesabının sorulması gerekiyordu. Kasaba
içinde faaliyet gösteren devrimcilerin,
faşistleri takip etmelerinin olanağı
yoktu. Dolayısıyla bu görev Aybastı yöresindeki Devrimci Sol yarı-gerilla ekibine düşüyordu.
Ekip elemanları, ormanlık bir bölgede yaşayan faşistlerin yerini tespit
etti ve kaldıkları ev sarıldı. Hedef alınan faşist cezalandırılarak, faşistlere
yaptıkları hiç bir şeyin karşılıksız kalmayacağı bir kez daha gösterildi.
Anadolu'daki anti-faşist mücadelenin yol göstericisi büyük ölçüde İstanbul pratiğiydi. İstanbul'da yürütülen mücadele, elde ettiği somut ve kalıcı başarılarla; doğru bir mücadele
çizgisine sahip olunması, kararlılık ve
cesaretle bu çizginin hayata giçirilmesi koşulu yla- faşist çetelerin
geriletilmesinin hiçte zor olmadığın
göstermiş, Türkiye genelinde derin bir
sempati
yaratmıştır. Anti-faşist
mücadeleyi kısırlıktan ve tek düzelikten kurtararak, sol'daki kaos perdesini
ortadan kaldırarak her türlü revizyonist ve oportünistlerin faşizme karşı
teslimiyetçiliklerini pratik ideolojik
olarak açıkça ortaya koymuştur.
HALKIN DİRENİŞİ
SÜRÜYOR, OLİGARŞİ
CUNTAYA
HAZIRLANIYOR
Tüm tehditlere, oligarşinin özellikle
kentleri, meydanlarını adeta işgal
etmesine rağmen 1 Mayıs'ta ülke
çapında yaygın gösteriler yapıldı.
Faşizme karşı iş bırakmalar, gösteriler,
mitingler, Mayıs ayı boyunca da sürdü.
nan ve yıllar sonra kamuoyunun karşısına "Mafya babası" olarak çıkan Nurullah Tevfik Ağansoy'un itiraflarında
bu olaylar şöyle anlatılıyordu;
"... Solu bir yandan şikayet ederken
bir yandan da temizlik hareketi yürütülüyordu. İl başkanlıklarının talimatına göre, bölgedeki bazı militanlar, öldürülmesi gereken komünistleri cadde
ortasında vurmak yerine, silah tehdidiyle kaçırarak, parti veya dernek binasına getiriyorlar, sonra bunları işkenceye tabi tutarak, sorgulamalarını
MHP ilçe binasını bir daha açmamak
üzere kapatmak zorunda kalmışlardır.
Kalan faşistler, saldırarak birkez daha
şanslarını denerler. 23 Haziran 1980'de
çıkan çatışmada Devrimci Sol militanı
Recep SİNAN'ı katlederler. Recep SİNAN'ın hesabı sorulmalıdır.
Gemlik MHP ilçe Başkanı Erol
PINAR'ın
cezalandırılması
kararı
alınır. Ve yaklaşık bir ay sonra da 3
Ağustos'ta Erol Pınar cezalandırılır.
Misilleme etkisini gösterir ve faşistler
bir daha ortalarda gözükemezler.
12 Haziran 1980... İzmir İnciraltı
Yurtlarında Üniversite sınavları öncesi
öğrencilerin düzenlediği moral gecesi,
polis ve jandarma tarafından basılıyor.
Ortada bir şenlikten başka birşey yok.
Ama burada polisin, jandarmanın
namlularından çıkan kurşunlarla altı
öğrenci
katlediliyor,
onlarcası
yaralanıyor.
Süreç artık devlet terörünün alabildiğine tırmandırıldığı bir süreçtir.
Fatsa'da, Aybastı'da gerçekleştirilen
faşist saldırılar ve operasyonlar,
sürecin gelişiminde önemli bir gösterge niteliğindeydiler. Fatsa'ya düzenlenen "Nokta Operasyonları" oligarşi
açısından hem halka karşı açık bir tehdit ve hem cuntaya doğru bir hazırlık
niteliğindeydi.
Faşistler,
bu
operasyonlara
doğrudan polis ve askerle birlikte
katıldılar.
Operasyonlar öncesi Ordu
Valiliği'ne, Türkeş'e gönderdiği "Başbuğum" diye başlayan mektuplarıyla
21 Şubat 1998
tanınan MHP'li Reşat Akkaya atanm ıştı . Ata ma e mr i ni ver e n
Demirel'di.
Reşat Akkaya, Ordu Emniyet
Müdürlüğü'ne, Amasya'da halktan
birinin ölümüne yol açan MHP
militanı Z. Abidin Aksoy'u, Milli
Eğitim Müdürlüğü'ne de yine Ülkü
Ocakları kurucusu Celal Şahin'i
atayarak saldırı hazırlıklarını
tamamlar.
Sivil faşistler bu dönemde Ordu
ve ilçelerinde elini kolunu sallayarak
halka saldırmaya, gözdağı vermeye
başladılar. Haziranın son günlerinde
Aybastı yolu üzerinde yaptıkları katliamda beş kişiyi öldürdüler. Temmuz başında Fatsa'da bir esnaf
faşistler tarafından dükkanının
önünde öldürüldü. Fatsa'da Devrimci Yol'un "meşruluğu" uzlaşmada
arayan çizgisi nedeniyle bu saldırılar
ve "nokta operasyonları" karşısında
halkın direnişi örgütlenemezken, Aybastı'da süreç farklı gelişti. Faşist saldırılar cevapsız kalmadı. Aybastı'daki
katliamdan sonra, halkın faşistlere
karşı kitlesel silahlı direnişleri başladı.
Ülke genelinde de çatışmalar
Ağustos ayının başından 12 Eylül'e kadar geçen 42 günlük süre
İçinde meydana gelen olaylarda 571
kişi hayatını kaybetmişti.
Gazeteler hergün büyük şehirlerin dışında Gaziantep'ten Kayseri'ye, Adana'dan Konya'ya, Samsun'dan Tarsus'a kadar ülkenin her
ilinden, kasabasından çatışına
haberleriyle doluydu. Faşistlerle
çatışmalar sürüyor, ancak artık sık
sık polis "müdahalelerinde" halktan
ve devrimcilerden insanlar katlediliyordu.
ANTİ-OLİGARŞÎK
MÜCADELE ÖNE ÇIKIYOR
Devrimci şiddet bu süreçte
giderek doğrudan devlet terörüne
yöneldi. Oligarşinin karakolları, işkenceci polisler artık öncelikli hedeflerdi. Sivil faşist çetelerin saldırılarının pek çok yerde püskürtülerek gitgide önemini kaybetmesiyle, mücadele anti-oligarşik
içerik kazanarak boyutlanmış, asıl
hedefe yönelmektedir. Halkın
direnişi ve devrimci mücadelenin
doğrudan devleti hedefleyerek
gelişimi karşısında artık oligarşi
açısından mevcut politikalarla sonuç
alma, halkı sindirme imkanı kalmamıştı.
Ordunun elinde zaten her zaman
hazır durumda bulunan darbe planı
artık yürürlüğe konulacaktır. İşte bu
günlerde Genelkurmay Başkanı,
Kuvvet Komutanlarını çağırarak
daha sonra kamuoyuna yansıyacak
olan şu hareket emrini uzatır:
"BÜTÜN ORDU KOMUTANLARINA:
BAYRAK PLANININ UYGULAMAYA
GİRİŞ GÜNÜ 11 TEMMUZ, SAATİ
İSE 04.00'DÜR." Bu emrin adı "Bayrak planı"ydı. Cunta çeşitli neden-.
lerle emirde belirtildiği gibi 11 Temmuz'da değil, iki ay gecikmeli olarak
12 Eylül'de yapıldı, ama artık sürecin
niteliği belirlenmişti.*
ARAŞTIRMA-İNCELEME
FAŞİST TERÖRE KARŞI DEVRİMCİ MÜCADELEDE
İKİ TAKTİK
35
KURTULUŞ
KURTULUŞ
YIKIMLAR
36 21 Şubat 1998
"Dolapdere-Piyalepaşa İmar Planı"
Susurluk Devletinin Yıkım Saldırışıdır
Oligarşinin gözü doymak bilmiyor.
Çeşitli gecekondu mahallelerini türlü
gerekçelerle boşaltma amaçlı saldırılarından sonra, şimdi de Okmeydanı ve
çevresi halkının evlerini elinden almaya
çalışıyor. Bunun bahanesi de hazır:
"Dolapdere-Piyalepaşa İmar Planı"...
Yani yıkım.
Bu plana göre; Okmeydanı, Hasköy
ve Kasımpaşa'da büyük bir yıkım olacak.
Hacıhüsrev tamamen yok edilerek
yerine gökdelenler ve iş merkezleri
inşa
edilecek.
DolapderePiyalepaşa ulaşım arteri 30
metreye çıkarılacak. Kasımpaşa
Çarşısı'ndan yol
geçecek.
Okmeydanındaki
Fatih
Sultan
Mehmet Caddesi
genişletilerek E5'e bağlanacak.
Yol genişletme
çalışmalarına
bağlı
olarak,
bölgesel iş alanlarının açılmasından dolayı en
az iki bin konut
yıkılacak.
Peki, neden yıkılacak bu konutlar?
Söylendiği gibi halkın daha rahat yaşaması ve ulaşım sorununun çözülmesi
için mi bunca ev yıkılacak?... Kesinlikle
hayır! Susurluk Devleti'nin halkı düşünmediği artık herkes tarafından biliniyor,
"imar planı" adı altındaki bu yıkım saldırısına gerekçe olan nedenlerin birer
aldatmaca olduğu açıktır. Amaç; direnen, mücadele eden bir semti fiziken
tasfiye ederken, artık şehrin merkezinde
kalan bu bölgenin tekellere peşkeş
çekilerek "iş merkezi" haline getirilmesidir.
Bilindiği gibi Okmeydanı, Hasköy,
Kasımpaşa mahalleleri, istanbul'un giderek büyümesiyle birlikte artık "şehrin
merkezinde" sayılabilecek bir konumdadırlar. Bu yanıyla uzun bir süredir,
sözkonusu bölge, tekellerin iştahını kabartmaktadır. Bu nedenle bölgenin ele
geçirilmesi için öncelikle burada yaşayan halkın tasfiyesi gerekmektedir. Bu
amaçla sözkonusu yıkım planı çeşitli
partilere mensup Belediye Başkanları
aracılığıyla uzun süredir uygulanmak istenmektedir.
Bu amaçla, ilk olarak 1989 yılında
dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye
Başkanı ANAP'lı Bedrettin Dalan tarafından "Dolapdere-Piyalepaşa imar Planı" hazırlandı. Ancak imar planı kağıt
üzerinde kalır, devlet planı hayata geçiremez. Belediye Başkanları değişir.
ANAP'lı Dalan'ın yerini SHP'li Nurettin
Sözen alır. Ancak devletin yıkım planı
değişmez. Bu sefer planı uygulamak görevi Nurettin Sözen'indir. Sözen, halkın
tepkisini dikkate alarak imar planında
kısmi değişikliklere giderek revizyona
uğratır. Ancak plan yine uygulanamaz.
Devlet, halka karşı saldırısında ısrarlıdır. 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde
"Adil Düzen" sloganlarıyla gelen, ama
çok geçmeden maskesi düşen takiyyeci
RP'li Erdoğan, aradan yaklaşık
mıştır. Sözkonusu "imar planı" Büyükşehir Belediye Meclisi'nden geçmiş, yine RP'li olan Beyoğlu Belediye Meclisi'nde de kabul edilmiştir. Hatta son
günlerde yöre halkının evlerine "evinizi
boşaltın" yazılı resmi tebligatlar gönderilmeye başlanmıştır. Kısacası halkın
kapısına, evlerine yıkım araçlarının dayanmasından önceki yasal prosedür
göstermelik olarak tamamlanmıştır.
Yıkım için geriye sayımın başladığını
Büyükşehir Belediyesi Basın Danışmanı
RP'li Hüseyin Beşli açıklamıştır. Beşli,
kendisiyle yapılan bir röportajda
'Okmeydanı Dikilitaş etrafında bir düzenleme' yapıyoruz. Tapusuz gecekondular yıkılacak. Onlara aynı bölgede imarlı
daireler verilecek" diyerek gerçek niyetlerini göstermiştir.
"Gecekondular Yıkılacak,
Daireler Verilecek" Yalanı
on yıl geçmesine rağmen bu yıkım planım biraz daha revizyona uğratıp tekrar
halkın karşısına çıkardı.
Burada dikkat edilmesi gereken
yan; bu yıkım ve tasfiye planının, Belediye Başkanlarının tasarrufundan öte,
doğrudan Susurluk Devleti'nin bir saldırısı
olduğudur. Zira, 1989'dan bu yana
sırasıyla ANAP, SHP-CHP ve Refah Partisi, belediye yönetimine gelmiş ancak bu
yıkım planı hiç değişmemiştir. Çünkü
bu yıkım planının arkasında yağmacı,
talana Susurluk Devleti vardır.
Oligarşinin Maşası RP'li
Belediye Başkanı,
TayyipErdoğanı
Oligarşinin bu yıkım planım bu kez
RP'li Belediye Başkam Tayyip Erdoğan
uygulamak istemektedir. Ancak "imar
planı" adı altındaki yıkım saldırısını
açıkladıkları ilk günden itibaren halkın
tepkisiyle karşılaşan RP'li Belediye Başkanı, hemen manevralarına da başlamıştır. Takiyyeci Tayyip Erdoğan, çeşitli
demagojilerle halkın tepkilerini nötralize etmeye çalışmaktadır. Bu amaçla
"Hacı Hüsrev'in yıkılmasının sözkonusu
olmadığını, bu yöndeki beyanların yanlış anlaşıldığını" söylemeye başladı.
Kuşkusuz Tayyip Erdoğan'ın bu ve benzeri açıklamaları halkın öfkesini nötralize etme ve tepki gösteren yöre halkını
bölme amaçlıdır.
Yıkım saldırısının muhatabı olan
yöre halkını kandırmaya çalışan Tayyip
Erdoğan, aslında yıkım planını onayla-
"İmar Projesi" diyerek YIKIM SALDIRlSl'nı gizlemeye çalışan RP'li Belediye Başkanı, halkın tepkileri karşısında
boş umutlar yaratacak demagoji ve yalanlara başvurmaktadır.
"Tapusuz gecekondular yıkılacak,
yerine imarlı daireler verilecek" yalanı,
halkın direndiği, direneceğinin bilindiği
her yıkım öncesi söylenen koca bir palavradır. Bölgeyi yağmalamayı hedefleyen Susurluk devleti ve onun belediyelerinin niyetinin halka "imarlı daire" vb.
vermek olmadığı herkesçe bilinmektedir. Ancak bu konuda çok daha değişik
yalan ve demagojilere de başvurabilirler. Zira yalan, demagoji ve komplo kurmakta Susurluk devleti yaratıcıdır. Örneğin yağmalanacak bölgedeki ev sahiplerine arsa, para, iş yeri vb. dahi teklif edebilirler.
Tüm yalan vaadler, halkı bölüp parçalamak içindir. Böylece kandırılan, bölünen halk güçten düşürülecek, yıkım
planı adım adım hayata geçirilecek ve
sonuçta halkın evleri başına yıkılacaktır.
Yıkım Saldırısını Boşa
Çıkartmak İçin Birleşmeliyiz
Karşımızda halk düşmanı bir devlet
vardır. Karşımızda karlarından başka
birşey düşünmeyen tekeller vardır. Devlet bu bölgeyi tekellere peşkeş çekmek
için yağmalamaya hazırlanmaktadır.
Bu amaçla bir yandan yıkımın yasal
alt yapısını hazırlamakta, bir yandan boş
vaatlerle halkı bölecek manevralara
girişmekte, bir yandan da "evinizi
boşaltın" tebligatlarıyla halka gözdağı
vermektedir.
Kısacası yıkım saldırısı boyutlu ve
kapsamlıdır. Bu nedenle saldırı ciddiye
alınmaz ve gerekli hazırlıklar şimdiden
yapılmazsa soyguncular, talancılar daha
da pervasızlaşacaktır. Ve bir gün yıkım
araçları, polisler, zabıtalar, dozerler ka-
pılara dayanacaktır.
Bu nedenle saldırıyı püskürtmek
için en temel şart birlikte hareket etmek, birlik olmaktır. Kürdüyle, Türküyle, alevisi, sünnisiyle, işçisi, memuru,
esnafıyla, genci yaşlısıyla yöre halkı birlik olduğunda, birlikte harekete geçtiğinde saldırıyı püskürtmek mümkündür. Yıkıma karşı direnişi başarıya götürecek olan, halfan birlikte mücadelesini
örgütlemektir.
Bu sadece Okmeydanı ve çevresinde
yaşayan halfan sorunu olarak da görülmemelidir. Devlet, burada yıkımları başarırsa diğer gecekondu mahallelerine
de şu veya bu gerekçeyle yıkım için saldıracaktır. Bu yüzden değişik mahallelerdeki halk güçleri Okmeydanı, Kasımpaşa halfana destek olmalı, kendini bu
direnişin bir parçası olarak görmelidir.
Yıkım Saldırısını Boşa
Çıkartmak İçin
Örgütlenmeliyiz
Evet, yıkım saldırılarına karşı direnmek için örgütlenmek zorunludur. Örgütsüz bir direniş başarı kazanamaz.
Dahası, bir süre sonra etkisini yitirerek
sona erer. Oysa, oligarşinin bölge ve
bölge halfa üzerindeki planlarını, yıkım
saldırılarını boşa çıkartacak olan örgütlü
bir direniş hattıdır.
Bunun zemini bölgede her zamankinden daha çok vardır. Yıkım herkesin
birleşebileceği bir zemindir. Hiç kimse
evinin başına yıkılmasını istemez. Karda, faşta, soğukta evsiz, barksız sokakta
kalmak istemez. İki yakasını zar zor bir
araya getiren işçisi, memuru, esnafı kısaca herkes, yıkıma karşı direniş içinde
yer alacaktır. Birçok gelişmeye duyarsız
kalan bir aile bile yıkıma karşı direnişe
"evet" der. Çünkü artık soygun, talan
devleti kapısına dayanmıştır. İşte bu durum, yıkıma karşı direnişin maddi zeminidir.
Ancak bu noktada direnişin nasıl
olacağı önem kazanıyor. Bilinmelidir fa;
üç-beş basın açıklaması, bir kaç yürüyüşle, protestoyla bu saldırı boşa çıkartılamaz.
Aslolan; halk örgütlülükleridir,
saldırının karşısına halfan öz örgütlülükleri ile çıkmaktır. Kısacası yıkım saldırısına karşı direnişi örgütleyecek ve
boşa çıkartacak olan Halk Meclisleri'dir. Düzen solcusu, reformist parti ya
da oportünist kesimlerin yıkım saldırısına karşı direniş hattının sürekliliğini,
kalıcılığını ve birliğini sağlamaktan uzak
reklamcı tavırlarıyla böylesi saldırılar alt
edilemez.
Gecekondu Halkının
Direniş Tarihi Bugüne
Işık Tutuyor
Bu ve benzeri yıkımların nasıl boşa
çıkartılacağının cevabı, yine gecekondu
21 Şubat 1998
Cayan Mahallesi'nin tarihinden farklı
değildir. Halk, yine halk komitelerinde
örgütlenir. Demokratik bir işleyişe sahip
olan komitelerde halkın inisiyatifi geliştirilir, kendine güveni sağlanır. Yıkımlara karşı direnilir, saldırılar püskürtülür.
'80 sonrası yıkım denildiğinde ilk
akla gelen Küçükarmutlu olur. Düşmanın medyasıyla, polisiyle yıkmak için
sürekli saldırdığı bir yerdir Küçükarmutlu. "Terör yuvası", "Armutlu'ya devlet giremiyor" türünden yalan ve
provokatif haberler medyadan hiç eksik
olmamış, kah "yasadışı yapılaşma" kah
"Boğazın güvenliği için uçaksavar yerleştirmek" bahaneleriyle sürekli saldınlmıştır. Buna rağmen Armutlu, yıkımlara
karşı direndi, saldırıları bir bir püskürttü. Tüm gecekondu mahallelerinde
yıkını gündeme geldiğinde Armutlu örnek alındı.
Bu mahallelerde yapılan her evin
harcında, temelinde, örülen her tuğlasında Devrimci Solcular'ın emeği,
alınteri vardır. Polisin, zabıtanın eşliğin-
"Siyanürlü Şirket
Türkiye'yi Terk Et"
Eurogald'a karşı direnişlerini
sürdüren Bergama köylüleri bir
kez daha İstanbul'dan seslerini
duyurdular. Geçen yılda
İstanbul'a gelip Boğaz
Köprüsü'nde eylem yapan
Bergama köylüleri 14 Şubat'ta
Eurogold'u, yani siyanürcü
şirketi. Sekiz yıldır Bergama
halkının sağlığıyla oynayan,
ülkemizin yeraltı ve yerüstü
zenginliklerini sömürmeye,
yok etmeye çalışan o lanet
şirketi.
Ancak izin vermedi
Bergama'da direnen 17
köy. Yıllardır sürdürdüler
mücadelelerini siyanürcü
şirkete karşı. Emperyalist
sömürüye, geleceklerinin
olmak için mücadele
ettiler. Birçok eylem
yaptılar. Susmadılar.
Bereketli Ege toprağını,
küle çevirmelerine,
cehenneme
yine İstanbul'daydılar. Polisi
yanıltmakta ustalaşan Bergama
köylüleri önce el altından Vatan
Caddesi'nde yürüyeceklerini
yaydılar. Bunu duyan İstanbul
polisi Vatan Caddesi'nde önlem
aldığı sırada köylüler İstiklal
Caddesi'nde yürümeye
başladılar. Önce Tünel'e sonra
da Taksim'e doğru yürüyen
kadınlı erkekli köylüler sık sık
"Halkız Haklıyız Kazanacağız",
"Siyanürlü Şirket Türkiye'yi
Terket" gibi sloganları
haykırdılar.
Yanlarında taşıdıkları
ekmekleride kendilerini
destekleyen ve alkışlayan
İstanbul halkıyla bölüşen
Bergama köylüleri Taksim
Meydanı'nda yaptıkları
konuşmalardan sonra
eylemlerini bitirdiler.
Evet Bergama köylüleri
bıkmadan, usanmadan haklı
davalarına sahip çıkıp Eurogold
şirketine karşı direnişlerini
hepimiz yakından tanıyoruz
37
YIKIMLAR
mahallelerinin direniş tarihindedir. Bugün yıkım tehditi altında olan Okmeydanı'nın hemen yakınındaki Çayan Mahallesi (Nurtepe)'nin yıkımlara karşı
geçmişte nasıl bir direniş sergilediği bu
güne de ışık tutmaktadır. Nurtepe, '80
öncesinde vakıf ve büyük şirketlerin
arazilerine Devrimci Solcular'ın halkla
birlikte el koyarak gecekonduların yapılmasıyla kurulur. Mahalle, DevGenç'li mimar ve mühendislerin yoldan
suya, elektriğe kadar tüm alt yapısıyla
projesi çıkartılarak, halkla birlikte inşa
edilir.
Devlet, askeri, polisiyle yıkmak için
Çayan Mahallesi'ne saldırır. Ancak saldırılar püskürtülür. Devrimci Sol'un önderliğinde oluşturulan halk komitelerinde halk örgütlenir ve yıkıma karşı direnilir. Halkla birlikte kararlar alınır,
halkla birlikte uygulanır. Halkla birlikte
silahlı nöbetler tutulur, yeri geldiğinde
yıkıma karşı silahlı çatışmalar yaşanır ve
direnişler örgütlenir.
Zira, 1 Mayıs Mahallesi'nin tarihi de
vermediler. Kararlıydılar.
Hiçbir zorluk karşısında
yılmadılar ve haykırdılar
"Siyanürcü Şirket Bergama'mı
Terket" diye.
Eurogold'da boş durmadı bu
süre içinde. Binbir türlü oyuna
başvurdu. Bergama'da direnen
17 köyü susturmak için "Koca
Devleti" arkasına aldı.
Jandarmayı polisi kullandı.
Devlet her türlü zemini hazırladı
siyanürcüler için.
Ama yılmadı 17 köy.
Önce 17 köydüler. Sonra tüm
Türkiye oldular. Her yeri
mücadele alanına çevirdiler.
Herkese anlattılar Bergama
Ovacık'ta yapılmak istenenleri.
Emperyalizmin insanlık dışı,
halk düşmanı, insanlık düşmanı,
çevre düşmanı yüzünü
gösterdiler.
Ve artık yalnız değiller. Bütün
halk yanlarındaydı. Artık daha
da güçlenmişlerdi. Bergama
denildi mi onlar geliyor akıllara;
mücadele, kararlılık geliyor..
de gelen yıkım ekipleri şiddetli çatışmalar, direnişler, barikatlarla karşılanmıştır. Halk, örgütlendirilmiş, birlikte
tartışılmış, ortak kararlar alınmış ve saldırılar halkın direnişleriyle püskürtülmüştür.
Yıkım Saldırılarına Karşı
Halk Medisleri'ni
Güçlendirelim
Yıkıma Karşı Mücadele
Komiteleri'ni Örgütleyelim
Bu gün yıkım saldırısına maruz
kalan Okmeydanı, Piyalepaşa, Kaptanpaşa, Hasköy, Kasımpaşa mahalleleri,
barındırdıkları
devrimci-demokrat
potansiyelle ve Cephe'nin on yıllardır
halkla kurduğu güçlü bağlardan dolayı
direniş için son derece uygundur.
Bu mahallelerde yaşayan halkımız
yıllardır kendi içinden çıkardığı evlatlarını Cephe'ye, gerillaya, savaşa yollamıştır. Şehitler vermiştir. Birçok evladı
hapishanelerde tutsaktır. Kısacası bu
KURTULUŞ
mahallelerde yaşayan hemen herkes şu
ya da bu şekilde halkın mücadelesiyle
ilgilidir. Ve en önemlisi bir süredir
kurulmuş olan Okmeydanı Halk Meclisi
vardır. Duyarlılığı ve örnek etkinlikleriyle öne çıkan Okmeydanı Halk Meclisi, Susurluk Devleti'nin yıkım saldırısına karşı halkın direnişinin örgütleneceği tek mevzidir. Yıkım saldırısına
karşı evini, onurunu korumak isteyenlerin bir araya gelip direnişlerini güçlendirecekleri bir örgütlülüktür.
Yıkım saldırısına karşı Meclis bünyesindeki Yıkıma Karşı Mücadele
Komiteleri, direnişi örgütleyecek ve
Susurluk Devleti'nin bu saldırısını boşa
çıkartacaktır. Halk Meclisi'nde yıkım
saldırısına karşı alınan direniş kararları,
bizzat bu komiteler tarafından hayata
geçirilecektir. Halk Meclisi'nde tartışarak ortak karar alan yöre halkı,
Susurluk Devleti'nin karşısına çıkarak
düşmanın "yıkım kararlılığını" bozacak
ve saldırıyı püskürtecektir. *
Okmeydanı Halk Meclisi Batakhanelere Karşı
Eylemlerine İnatla Devam Ediyor
EYLEMİMİZ NE İLKTİ, NE DE SON OLACAK,
OKMEYDANI'NDA BATAKHANE KALMAYACAK
Görülen odur ki canımızın, namusumuzun
hiçbir güvenliği kalmamıştır diyen Okmeydanı
halkı Okmeydanı Halk Meclisi nin öncülüğünde;
düzen tarafından bilinçli bir şekilde desteklenen
pislik yuvalarından halkın adaletiyle hesap
soruyor.
İnsanları yozlaştırmanın, ahlaki, namusu değerlerini unutturmanın ve ülke
gerçeğinden uzaklaştırmanın bir başka
yöntemi olan bar, pavyon, birahanelere
karşı Okmeydanı
Halk
Meclisi'nin
eylemleri
devam
ediyor.
Artık her hafta
bir başka batakhaneyi basarak Okbar, pavyon, birahaneleri kaldırmaya
kararlı olan Okmeydanı halkı 14
Şubat Cumartesi günü saat 21.00'de Okmeydanı Halk Meclisi binasında yapılan
bir toplantının ardından binadan çıkarak
sloganlarla yürüyüşe geçtiler. Yiırüvüş öncesinde batakhanelerin etrafında biriken
sekiz çevik otobüsü pislik yuvalarını halktan korumaya çalıştılar. Açıkça görülen bu
görüntü batakhanelerin kimler tarafından
açıldığını ve kimlerin çıkarma olduğunu
gösteriyordu. "Okmeydanı'nda Bar, Pavyon, Birahane İstemiyoruz" pankartının
yanı sıra "Okmeydanı Batakhane Olmayacak", "Fuhuşa Son", "Okmeydanı Beyoğlu
Olmayacak" vb. dövizleri taşıyan Halk
Meclisleri Anadolu Kahvesi'ne gelerek batakhaneleri "İşte Burası Pislik Yuvası" sloganıyla tek tek teşhir ettiler. Halk Meclisinin geldiğini gören birkaç batakhane sahibi ahlaksızlıklarından korkarak kepenklerini kapatıp kaçarken aileler ellerinde sopalarıyla "Babanın Yeri" isimli batakhaneyi
bastı. Aileler içeride bulunanlara"... çoluğunuz, çocuğunuz, eşleriniz evde aç; siz
burada pislik yapıyorsunuz... bir daha sizi
burada görmeyeceğiz, bizler ekmek parası
bulamıyoruz sizler batakhanelerde gönül
eğlendiriyorsunuz. Bunlara izin vermeyeceğiz, Okmeydanı'nda batakhane kalmayacak" diyerek hesap sordular. Batakhane
sahiplerinden halkın adaletiyle hesap soran Halk Meclisleri daha sonra Anadolu
Kahvesi'nin önünde bir basın açıklaması
yaptılar. Açıklamada " Okmeydanı'nda bir
süreden beri sistemli bir çürütme ve ahlaksızlaştırma
politikası
sürdürülmektedir. Halkın
ileri değerleri ve ahlakı
ayaklar altına alınarak
ahlaki
çürüme
ve
yozlaşma
hayatımıza
sokulmaya çalışılmaktadır.
Bunun bir parçası da
semtimizde giderek artan
ve polis taralından da el
altından desteklenen bar,
pavyon ve batakhanelerdir.
Artık sokak aralarına giren
ve aileleri tedirgin etmeye başlayan bu
pislik yuvaları yüzünden semtimizde fuhuş,
kumar, adam yaralama ve haraç kesme
olayları artmıştır. İşe, eve ve okulumuza
giderken de görülen odur ki canımımızın ve namusumuzun hiçbir güvenliği
kalmamıştır"
dediler.
Düzenin
Okmeydanı'nın demokrat yapısını kırmak
için desteklediği bilinçli bir şekilde yapılan
bu ah-laksızlaştırma politikasına karşı
eylemimiz ne ilktir, ne de son olacaktır
diyen Okmeydanı Halk Meclisi bundan
sonra her hafta eylemlerini yapacaklarını
ve batakhaneler kaldırılıncaya kadar inatla
eylemlerini
devam
ettireceklerini
belirttiler.
150'yi aşkın insanın katıldığı eylem saat
21.40'da basın açıklamasının okunmasının
ardından "Bar Pavyon Birahane İstemiyoruz", "Ne İstiyoruz Adalet, Kim İçin
Halk İçin, Yaşasın Halkın Adaleti" sloganlarının atılmasıyla sona erdi.*
KURTULUŞ
38
BATAKHANELER
21 Şubat 1998
Halkın Değerlerini
Savunuyorum Diyenler, Kumara,
Fuhuşa, Uyuşturucuya Karşıyım
Diyenler, Hani Neredesiniz?
Kumar, uyuşturucu, fuhuş, meyhane, bar,
pavyon... hemen herkes biliyor ki hızla yaygınlaşıp giderek halkın çok daha geniş kesimlerini zehirleyen bu illet alışkanlıklar ve mekanlar toplumdaki yozlaşmamn, ahlaki dejenerasyonun, çürümenin önemli nedenlerinden ve göstergelerinden biridir.
Halkı zehirleyen, yozlaştıran sırf bu alışkanlıklar, pislik yuvalan yüzünden nice evler
yıkılıyor, yuvalar dağılıyor, ailelerin bitmek
bilmeyen huzursuzluğunun, kavgalarının nedeni oluyor. Alkolle, uyuşturucuyla genç bedenler zehirlenerek eriyor. Bu pis alışkanlıklar
yüzünden onbinlercesi vakitsiz, genç yaşta
ölümle tanışıyor.
Evet halk zehirleniyor, uyuşturuluyor ama
birileride bu zehirlenmenin, yozlaşmanın,
pislik yuvalarının üzerinden milyarlar, trilyonlar kazanıyor. Sömürü, zulüm düzeninin
sürmesinde çıkarı olanların, egemen sınıfla-
"OKMEYDANI'NDA
OLANLAR
Son iki haftadır İstanbul'un Okmeydanı
semtinde cereyan eden olaylar ilgi çekicidir
ve üzerinde durulmaya değer. Buradaki anneler, babalar, delikanlılar, genç kızlar ve hatta
çocuklar ellerine pankartlar alarak yürüyüş
yapıyorlar ve mahallelerinde açılmış olan
"bar, pavyon, meyhane, birahane" gibi yerlerin varlığını protesto ediyor, kapanmasını istiyorlar. Bazı kereler yaşmaklı anneler ve
gençler bu yerlere girip masaları itiyor ve içki
kadehlerini boşaltıp kırıyorlar.
Bu anneler, babalar ve gençler ne istiyorlar, neyi savunuyorlar? Mesele çok açık: Mahallelerinde böyle pavyon, meyhane türü
yerler faaliyet gösterdikçe genç çocuklarının,
oğlanları ve kızlarının geleceklerinden korkuyorlar, buraların onlara zarar vereceklerinden çekiniyorlar, mahallelerinde huzur ve temizlik istiyorlar. Savundukları ise bu ülkenin
gençleri, ailesi ve sağlıklı bir toplum. İstiyorlar ki sosyal doku bozulmasın, çözülmesin ve
çürümesin. Bundan daha haklı ne olabilir?
Olay, gerçekte daha da manalı. Türkiye'nin
İstanbul şehrinde bir semtin sakinleri aslında
"sosyal devletin fonksiyonlarım savunuyorlar. O kadar yerinde ki gazeteciler bu işyerlerinin sahiplerine bu protestoları sorunca onlar "haklıdırlar" diyorlar ve ancak yetkili makamların kararı ile kapanabileceklerini de
söylüyorlar.
İşte o zaman sorumlu kamu görevlilerine
sormak gerekiyor: "Böyle sosyal yapıyı korumak isteyen, gelecek nesillerini düşünen bir
halkı nerede bulacaksınız, niçin bu mahallelerin "bar, pavyon, meyhanelerle dolmasına
izin verdiniz? Neden şimdi hareket edip görevinizi yerine getirmiyorsunuz? İlla "ihkak-ı
hak" olaylarının baş gösterip kanunsuzluğun
kural haline gelmesini mi beklemek gerekiyor?
Halkın haklı sesini dinleyelim."
(17 Şubat 1998, Türkiye,
Nevzat Yalçıntaş)
rın işine geliyor bu. Hem havadan büyük kazançlar sağlıyorlar, hem de halk hakkını arayacağına, sömürü, zulüm düzenine karşı çıkıp
başkaldıracağına varsın zehirlensin, uyuşsun,
düşkünleşsin istiyorlar. Susurluk devletinin
kendisi en büyük mafya babalığım, uyuşturucu tacirliğim, pezevenkliği yapıyor. Parlamentosundan, polisine, ordusuna kadar devletin
tüm kurumları bu pisliğe ortaktır.
Bunun yanında sol'un hemen her kesimi,
öte yandan özellikle islamcı kesimler toplumdaki bu kötü alışkanlıklardan, yozlaşmadan,
çürümeden, ahlaki dejenerasyondan senelerdir sık sık bahseder. Sözde herkes karşıdır çürümeye, yozlaşmaya. Ama hep sözde kalır. Yanıbaşlarında olup bitenlere, yaşananlara seyircidirler. Hatta teoride karşı gibi gözüküp,
pratiğiyle, yaşamıyla bu yozlaşmaya ortak
olanlar da az değildir.
HALK MECLİSLERİ'nde gücünü birleşteren halk seyirci kalmıyor bunlara. Sorununa
sahip çıkıyor. Sahip çıkışını sözde bırakmıyor.
Örneğin, Okmeydanı Halk Meclisi bir seneyi
aşkın süredir mahallelerinde fuhuşa, kumara,
alkole, uyuşturucuya karşı mücadele ediyor.
Yürüyüşler, gösteriler düzenliyor. Halk barları,
pavyonları basıp halkı zehirleyenleri bundan
vazgeçmeleri için uyarıyor.
Ve bunları da hemen herkes görüyor.
Uzunca bir süredir burjuva medyamn TV ekranlarından, gazete sayfalarına kadar bile
yansıyor olup bitenler. Düzenin savunucusu
burjuva medya haber boyutuyla bile olsa bir
biçimiyle ilgisiz kalmazken, yozlaşmaya, çürümeye karşıyız diyenlerden nedense ses çıkmıyor.
Evet neden ses çıkmıyor? Memnunmusunuz yoksa yaşananlardan?
Halka verdiği zararlar bir yana, inançları
gereği için bile olsa karşı çıkmaları, mücadele
etmeleri gereken islamcılar;
Fuhuşa, kumara, uyuşturucuya, bara,
pavyona karşıyız diyenler;
Namus ve ahlakım kaybetmemiş olanlar;
Madem karşısınız, neden verilen müca-
ANKARA'DA OTURMA EYLEMİNDE 12.
HAFTA
Her hafta Cumartesi günü Yüksel Caddesi İnsan
1 lakları anın önünde yapılan oturma eylemi bu
hafta 20()'ü aşkın kişinin katılımıyla gerçekleşti. 12.
haftasına giren eyleme Ankara I laklar ve Özgürlükler
Platformu, HADEP, İHD katıldı. Eylem her hafta
olduğu gibi saat 12.30'da başladı. İHD Genel Başkanı Akın Birdal bir konuşma yaptı. Konuşmada;
HADEP'in basılmasını protesto ettiklerini, Susurluk Raporunun açıklanmasından hemen sonra
Adana, Batman ve İstanbul'da yedi kişinin yargısız
infazların yapıldığını belirten Âkın Birdal "Haklar
ve Özgürlüklere kavuşuncaya kadar sesimizi yükseltmeye devam edeceğiz" diyerek konuşmasını bitirdi. Akın Birdal'dan sonra HADEP Ankara 11 Başkanı bir basın açıklaması okudu. Açıklamada; HADEP Genel Merkezinin ve Ankara il Başkanının
keyfi olarak basılmasını ve yöneticilerinden yedi kişinin gözaltına alınmasını kınadıklarını belirtti.
Daha sonra Halkın Hukuk Bürosu Avukatlarından Zeki Rüzgar; Adana'da yaşanan katliamla ilgili
bir açıklama yaptı. Açıklamada "Kontrgcrillanın faaliyetlerine devam ettiği, Adana'da yaşanan olayın
çatışma değil bir infaz olduğunun ortaya çıktığının, Bülent Dil'in cenazesi üzerinde yapılan incelemede sağ olarak yakalandığı daha sonra boynu kırılarak ya da sıkılarak yoğun işkenceler sonucu öldürüldüğünü belirtti. Bülent Dil'in fotoğraflarını
basma dağıtan avukat Zeki Rüzgar "Ellerinde bulunan fotoğrafta görüldüğü gibi, koltuk altındaki derinin tamamen yüzülmüş olduğu, sağ dirseğinin kırılmış ve dirseğinin parçalanmış olduğunu, omuza
yağ ya da asit dökülerek yakıldığı, vücudunda sigara
yanıklarının tespit edildiğinin ve bu fotoğraflarla
suçüstü yakalandığını belirtti. Eylemde; "Katiller
Halka Hesap Verecek", "Zindanlar Boşalsın Tutsaklara Özgürlük", "Yaşasın Halkların Kardeşliği",
"Çeteler Mecliste Devrimciler Hapiste" sloganları
sık sık atıldı. Eylem boyunca Adana şehitlerinin
resimleri taşındı. Yaklaşık yarım saat süren eylem
alkışlarla sona erdi.
deleye katılmıyorsunuz?
Neden destek vermiyorsunuz?
Halkın değerlerini savunduğunu söyleyen
Can Dündar ve onun gibiler; ilerici, demokrat
olduğunu iddia edenler; halktan yana gözüken ÖDP ve benzerleri, siz neredesiniz, neden
yoksunuz? Bize ne mi diyorsunuz? Herkesin
bireysel sorunudur mu diyorsunuz? Yoksa
bunlar o çok özendiğiniz Avrupa'da da var,
bizde de olsa ne olur, dünya mı batar diyorsusunuz?
Ama şunu bilesiniz ki bir gün sizinde bulunduğunuz, hiç kalkmadığınız barlara gelip
oraları da yıkacağız. O zaman sakın ola ki biz
ilericiyiz, bize, bizim mekanımıza dokunmayın demeyin. Bu mücadeleye katılmayanlar
bar, pavyon, kumarı, bu düzeni, bu düzenin
pisliklerini savunuyor demektir. Çürümeye,
yozlaşmaya ortak oluyorlar demektir. Halfan
değerlerinin, çıkarlarının karşısındadırlar.
Pislik Yuvalarına karşı
Mücadele Edelim
Kimse bana ne, beni ilgilendirmiyor diyemez.
Halkı zehirleyen pislik yuvalan, uyuşturucu, kumar, fuhuş her geçen gün yaygınlaşırken, mahallelerimize, okullarımıza kadar girerken, ben, benim ailem, benim çocuklarım
bundan etkilenmez, pislik bize bulaşmaz diye
Bulaşır. Duyuyoruz, görüyoruz, okuyoruz.
Böyle düşünen pek çok kimse, pek çok aile,
hiç ummadığı, beklemediği bir anda acı gerçeklerle yüz yüze kalıyor.
Çürüme bir kere başladı mı, mücadele
edilmediğinde, mikroplar temizlenmediğinde, yılan zehirini akıtmaya devam edecek, zehir tüm bünyeyi saracak bizi de içine alacak
demektir.
Halkı yozlaştıran kumara, fuhuşa, uyuşturucuya, bara, pavyona karşı mücadele etmeyenler halkını sevmiyor, ona değer vermiyor
demektir. Doğrudan veya dolaylı olarak bunlardan yanadır, ahlaksızlıktan yanadır, halkın
çürümesinden yanadır.
Halkı zehirlemek, yozlaştırmak suçtur.
Suçun işlenmesine seyirci kalmak, suça ortak
olmaktır.
Halkımızı, kendimizi, ailemizi, çocuklarımızın geleceğini düşünüyorsak, bar, pavyon,
içki ve kumarın yaygın olduğu her mahallede
bu pislik yuvalarına karşı mücadele edelim.
Örgütlenelim, gücümüzü birleştirelim,
pislik yuvalarını temizleyerek yaşamasına izin
vermeyelim.
Galatasaray'da
144. Oturma Eylemi
Kayıpların hesabını
sormak ve katillerin cezalandırılması amacıyla
her Cumartesi Galatasaray
lisesi önünde gerçekleşen
oturma
eylemi
144.
haftasında.
Saat 12.00'de başlayan
eyleme
DLMK,
TÖDEF/İYÖ-DER ve TAYAD'h aileler kızıl bantlarıyla katıldılar.
Eylemin 144. haftasında üç yıl önce 12
Şubat 1995 tarihinde kaybedilen Cüneyt
Aydınlar anıldı. Kayıp ve tutsak aileleri
adına yapılan açıklamada "Gözaltında
kayıplar,
hukuksuzluğun
tescilidir.
Gözaltında kayıplar yasaların
gerçekle işlendiğinin kanıtıdır.
Kayıplar konusunda bir ilerleme sağlamak her türlü anti demokratik uygulamanın devam edeceğinin
itirafıdır" denildi. "Eylem Anaların
Öfkesi Katilleri Boğacak" sloganıyla
sona erdi.
21 Şubat 1998
HABER-YORUM
GAZİ DAVASI
39
KURTULUŞ
MERSİN'DE, BASIN AÇIKLAMASI ENGELLENDİ
GAZİ DAVASINA SAHİP ÇIKALIM
KATİLLLERİN AKLANMASINA
İZİN VERMEYELİM
Susurluk kazası sonrasında halkın sokaklarda, meydanlarda katillerden, çetelerden ve Susurluk Devleti'nden hesap sormak için, adalete özlemlerini binler, onbinlerle dile getirmesi sonucu, Gazi Katliamı Davası'nda da bazı kazanımlarımız oldu. Katillerden birkaç tanesi katliam için emir aldığı yerden, aldığı başka emir ile teslim oldular.
Şu anda sekiz tutuklu polisten ikisi tahliye edildi. Bu durum bir süredir savunmada olan Susurluk Devleti'nin savunmadan çekildiğini ve saldırıya geçtiğini gösteriyor.
Bizler bunu Trabzon'da bizzat vali ve emniyet müdürünün organize ettiği
saldırılarla yaşayarak görüyoruz. Mahallemizde bir süreden beri sıkça yaşanmakta olan ev baskınları, kitlesel gözaltılar ve tehditlerle her gün yaşıyoruz.
Ama her şeye rağmen Gazi Halkı olarak yapılan tüm baskılara rağmen katillerden hesap sormaya devam edeceğiz.
Susurluk Devleti kendi çetelerine, tetikçilerine sahip çıkacak ve onları kendi mahkemelerinde aklamaya çalışacaklardır, çalışıyor da...
Trabzon'da görüşmeye giderken bizleri engelleyen Emniyet Müdür Yardımcısı kitlesel bir sahiplenmenin yarattığı hırçınlıkla "Orada bizim arkadaşlarımız
yargılanıyor, size yargılatmayacağız" diyordu.
Dördüncü duruşmada kısmen daha iyi sayılabilecek bir katılım oldu. Özellikle Ankara'da HÖP'ün çabaları bunda etkili oldu ve iki otobüs insan bizlerle
birlikte Trabzon'daydı.
Bu duruşmaya daha kitlesel katılmalıyız. Susurluk Devleti'nin bir bütün
olarak yargılandığı bu dava, çetelerden hesap sormak isteyen, haksızlıklara,
adaletsizliklere boyun eğmeyen, onuruyla özgür ve başı dik yaşamak isteyen
herkesin katılması gereken bir dava Gazi Katliamı Davası...
GâZİ Davası'nı Sahiplenmek Onurdur
Gazi Davasi'ni Sahiplenmek Fedakarlıktır
Gazi Davası'nı Sahiplenmek Halkımızın üzerinde estirilmeye çalışılan terör
politikalarına karşı çıkmak baskılara boyun eğmemektir
Bir kez daha söylüyoruz Gazi Davası'nı her türlü baskıya rağmen sahipleneceğiz. Katillerin aklanmasına izin vermeyeceğiz.
Gazi Halk Meclisi
Mersin'de, Adana katliamının protesto edilmesi engellendi. Adana'da, 28
Ocak günü gerçekleştirilen katliam ve gazetemiz üzerindeki baskıları protesto
etmek için 18 Şubat günü Mersin'de bir basın açıklaması yapılmak istendi.
Gazetemizin Mersin temsilciliğince Taş Bina önüne gelen çalışan ve okurlarımıza
müdahale eden polis basın açıklaması, dövizler ve gazetelerimize zorla el koydu.
Daha sonra da, kitle tehditle ve zorla dağıtıldı.*
"SABANCI'YI ASLA UNUTMAYACAĞIZ"
Sabancı Center baskını ile ilgili dava 17 Şubat günü İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde yapıldı.
Sabancı Center'in 25. katına çıkan Halk Kurtuluş Savaşçılan oligarşiyi beyninden vurmuştu.
Bunun yankısı iki yılı geçmesine rağmen hala devam ediyor. Bu konuyla ilgili her dava kamuoyunda yankısını da bulmakta çünkü her duruşma ezenlerle, zalimlerle halkın bir hesaplaşmasına dönüşmekte. 17 Şubat günü de istanbul DGM'de yine Sabancı davası vardı. Duruşmaya Ercan Kartal, Ferhan Taş, Mehmet Gökmen, Ejder Güngör, Murtaza Deveci ile tutuksuz yargılanan Av. Metin Narin katılırken itirafçı hain Mustafa Duyar gelmedi. Duruşmaya yine ilgi yoğundu, halktan birçok insan davayı izledi.
Davada Ercan Kartal üç tane dilekçe okudu. Dilekçenin birisi Sakıp Sabancı'ya hitabendi.
Burada Sabancı'nın ülkemizde işlenen tüm infaz ve katliamların, işkencelerin sorumlusu olduğu, bu yüzden de er geç halkın adaletine hesap vereceği, Sakıp Sabancı'nın asla affedilmeyeceğini vurguladı. Diğer dilekçede ise Susurluk'ta ortaya çıkan pis ilişkiler ve Kutlu Savaş'ın Susurluk
Raporu sonrasındaki gelişmeler değerlendirildi.
Daha sonra söz alan Av. Behiç Aşçı ise Sakıp Sabancı hakkında suç duyurusunda bulunarak,
dava açılmasını ve suç işlemedeki istikran göz önüne alınarak tutuklanmasını talep etti. Gerekçe
olarakta Sabancı'nın sürmekte olan bir davaya yönelik beyanatlar vererek davayı etkilediği ve
TCK'nın 232. maddesini ihlal ettiğini belirtti. Sabancı'nın baskından bu yana sürekli konuştuğu
ve onun her konuşmasından sonra yüzlerce insanın gözaltına alındığı, Halkın Hukuk Bürosu'nun da bu süreçte hedef alınarak basıldığı, çalışanlannın gözaltına alındığı da örnek olarak
gösterildi. Konuşmalan sürdüğü müddetçe yaşlı tutsak analannın işkenceden geçirildiği, gecekondulann basıldığı, yoksul halkın işkencelere götürüldüğünü vurgulayan Av. Aşçı "Sabancı artık
konuşmuyor fetva veriyor, asın burdan" diyor dedikten sonra bu talebe cevap Sabancı'nın
Avukatı Vehbi Kahveciden geldi. Ve sanki Sabancı'dan aldığı güçle savunmanlığı bir kenara bırakarak yargılanan devrimcilere ve avukatlara saldırdı. Ara verildikten sonra Sabancı'nın avukatına cevap verilmesine izin verilmeden duruşma ertelendi.
Konu hakkında görüştüğümüz Av. Behiç Aşçı, Sabancı'nın avukatının kendisini savunmanlık
sınırında tutmayarak, Sabancı'yla kendisini özdeşleştirdiğini vurgulayarak, "önce aynı davada
yargılanan Av. Metin Narin için 'Metin Narin adlı kişi' diye bahsederek avukatlık kanununa
göre suç işledi. Daha sonra da Sakıp Sabancı'nın yargılanması ve tutuklanmasına ilişkin talebimizi "ertesi gün basında çıkması için şov yapıyorsunuz" diye tanımladı, işte bu iki durum, bu
avukatın savunmanlık mesleğinin sınırları dışına çıkarak artık Sabancı'laştığını gösteriyor. Yoksul
insanlar, halkımız evini korumak istediğinde, işini korumak istediğinde, vatanını korumak
istediğinde hemen gözaltına alınıyor, işkence görüp tutuklanıyor. Ama Sakıp Ağa tüm iktidarın
kendisi için çalıştığını bildiğinden rahatlıkla yasaları çiğnemekten çekilmiyor. Nasıl olsa iktidar
onun için çalışıyorken yasaların ona karşı işletilmesi mümkün değil. Mahkeme Başkanı olacaklan tahmin ettiği için olsa gerek bizim yanıt vermemize fırsat bırakmadan celseyi kapattı. Tabi
ki gelecek celse söylememiz gerekenleri söyleyeceğiz" dedi.*
CEYHAN HAPİSHANESİNDE
BASKILAR SÜRÜYOR
ALİ RIZA AYDOĞAN
MEZARI BAŞINDA ANILDI.
ABD emperyalizminin Ortadoğu üzerine yaptığı baskıyı protesto ederken 1991
yılında gözaltına alman ve götürüldüğü Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü'nün üçüncü
katından atılarak katledilen Ali Rıza Ağdoğan 15 Şubat Pazartesi günü Sütlüce'deki
mezarı başında anıldı.
Haklar ve Özgürlükler Platformu, Halk Meclisleri, TÖDEF ve DLMK'lı öğrencilerin
katıldığı anmada "Ali Rıza Ağdoğan Katliamını Unutmadık, Unutmayacağız" pankartı
açılarak başlandı. Anmaya 'Anaların Öfkesi Katilleri Boğacak", "Kahrolsun ABD
Emperyalizmi" dövizleri açılarak ve devrim şehitleri için yapılan saygı duruşuyla devam
edildi. Ardından mezara karanfiller bırakılarak marşlar söylendi.
Daha sonra Haklar ve Özgürlükler Platformu Sözcüsü Oya Gökbayrak Ali Rıza'nın
katledilişini anlatan bir metin okudu. Metinde, "katleden devlettir fakat hesabı halk
soracaktır" denildi. Çeşminaz Ağdoğan'in oğlu için yaktığı Kürtçe ağıtlardan sonra marşlar
söylenerek anma bitirildi.
Ceyhan Hapishanesi'ndeki devrimci tutsaklar uygulanmaya çalışılan çeşitli baskılara karşı
13 Şubat günü yazdı bir açıklama yaparak kamuoyunu duyarlılığa davet ettiler.
Hemen tüm hapishanelerde özellikle hücre tipi ağırlığında devrimci tutsaklara yönelik
geliştirilen saldırılar sürüyor. Ceyhan Hapishanesi'nde bulunan DHKP-C, TKP(ML), TİKB,
EKİM, TKP/ML davası tutsakları 13 Şubat günü yazılı bir açıklama yaparak kamuoyunu
duyarlılığa davet ettiler. Açıklamada diğer hapishanelerde gerçekleşen saldırıların yanında
kendi özgüllerinde de tahliye olan arkadaşlarının hapishaneden çıkmadan itirafçılık
dayatmasıyla karşılaştıkları, yine ziyaretçilerin gözaltına alınıp, işkenceye tabi tutulduğu,
ziyaretçilerin getirdiği birçok eşyanın içeri alınmadığı, DGM hücrelerinde kelepçelerin
çıkarılmadığı bu konular için birçok defa görüşülmesine rağmen yetkililerce bu sorunların
çözülmediği belirtildi. Ve bu saldırıların, kendilerini yıldırmayacağı, direnişle kazandıkları
haklarından asla ödün vermeyecekleri vurgulanarak, kamuoyu duyarlılığa çağrıldı.*
ADANA KATLİAMINA
DKÖ'LERDEN ORTAK TEPKİ
Adana katliamı konusunda Mersin'de bir araya gelen çeşitli DKÖ'ler katliam yapılan
evde incelemelerde bulunduktan sonra yazılı bir basın açıklaması yaptılar.
Mersin'de, Haklar ve Özgürlükler Platformu'nun çağrısıyla Liman-Iş, İHD, MKM,
HADEP İl Örgütü, TAY-DER, Emeğin Partisi İl Örgütü ve Alınteri tarafından bir araya gelen
heyet Adana'ya giderek katliam yapılan evde incelemelerde bulunduktan sonra yazılı bir
basın açıklaması yaptı. Açıklamada Susurluk Raporu açıklanarak "Susurluk'u çözüyoruz"
denilerek halkın kandırılmaya çalışıldığı vurgulanıyor. Bunun kanıtının da Adana'daki
katliam olduğu anlatılıyor. Ev ve çatışma konusundaki senaryoların sahteliği hakkındaki
gözlemler açıklandıktan sonra yapılanın açık bir infaz olduğu belirtilerek "Bu zamana
kadar adaleti sağlama diye bir sorun yoktur. Gazi Davası'nda, Metin Göktepe Davası'nda,
16-17 Nisan katliamlarının davasında olduğu gibi bu katliamın da hesabını biz soracağız.
Hesabı halk soracak. Halkın adaleti soracak" denilerek açıklama bitirildi.*
KURTULUŞ
40
İŞÇİ/MEMUR
21 Şubat 1998
Devrimci Memur Hareketi'nin
KESK GYK Değerlendirmesi
KESK 3. Olağanüstü Genel Yönetim
Kurulu toplantısı 7-8 Şubat tarihlerinde
Ankara'da bulunan Genel-İş Sendikası'nm
Genel merkez toplantı salonunda
gerçekleştirildi. Toplantının iki gün boyunca;
TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nun
görüşüp kabul ederek, meclis genel kuruluna
sunulmak üzere mecliste bekletilen "Kamu
Görevlileri Sendikaları Yasa Tasarısı" ve bu
Başbakan Mesut Yılmaz 9 Şubat tarihinde DİSK'i ziyaret ederek
yasaya karşı KESK'in alacağı tavır tartışıldı.
Anasol-D hükümetinin kurulmasına verdiği destek için DlSK'e
Hükümetin kamu emekçilerinin
teşekkür etti.
mücadelesini engellemek ve Kamu
Başbakan Mesut Yılmaz'a "enflasyon %100 iken işçilerin
Emekçilerinin kendi mücadeleleri sonucu
nemalarına neden %17 faiz ödediniz?" diye soranlara Yılmaz'dan önce kurduğu sendikalarını yok etmeyi amaçlayan
DİSK Genel Başkanı Rıdvan Budak atıldı ve cevap verdi: "Bu konuda
yasa tasarısının tartışıldığı bir süreçte KESK
başbakanın bir kabahati yok sayın başbakana sormanıza gerek de
Genel Yönetim Kurulu'nun toplanarak bir
yok biz zaten mahkemeye başvurduk". Böylece hem Başbakan Mesut tavır belirlemek istemesi tüm Kamu
Yılmaz'ı zor durumdan kurtardı, hem de hükümete desteğinin hala
Emekçilerinin ilgisinin bu toplantıya
devam ettiğinin işaretini verdi.
çevrilmesine neden olmuştu. Bunun için
İşçiler adına hesap sormak yerine MGK sendikacıları
işyerlerinde ve sendikalarda bu yasaya karşı
başbakandan bir ricada bulundular. Birleşik Metal-İş sendikasının şu bakış açısı ile alınması gereken tutumlar
tartışılarak kararlara dönüştürülüp, çıkan
anda grevde olduğu Makine Kalıp işyeri için Yılmaz'dan
sonuçlar sendikaların sonuçları olarak Genel
arabuluculuk yapmasını istediler.
Yönetim Kurulu'na sunulacak bu doğrultuda
Yılmaz bunu memnuniyetle kabul etti ve hemen yanındaki
kararlar alınması istenecekti. Çünkü bu yasa
bakanlardan birisini bu işle görevlendirdi. Bu durum DİSK'li
her şeyin sonu değildi, ancak dokuz yıllık
yöneticileri memnun etti onlara göre bu bir başarıydı.
mücadele sonucu gelinen noktada ödünler
Birleşik Metal İş sendikası şu anda DİSK'in en büyük
verilerek en başa dönmek anlamına
sendikasıdır.DİSK genel kurulunda Rıdvan Budak'ı desteklemişti.
geliyordu. Toplantı çağrısının olağanüstü
Rıdvan Budak'a destek vermelerinin nedenini şöyle açıklamışlardı:
yapılması ilk anda KESK'e hakim anlayışında
Bizim Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası MESS'le grup
bu gelişmeleri ciddi olarak bu yönde bir tavır
sözleşmemiz var, Rıdvan Budak'ın hem işverenlerle, hem de
takınacağını düşündürtüyordu. Ancak bunun
hükümetle arası iyi olduğu için bize yardıma olacaktır.
böyle olmadığı gerek toplantının gündem
Bugün Mesut Yılmaz'dan aracı olmasını isterken Rıdvan Budak
önceliklerinin tartışılmasında, gereksede
görevini yerine getirmenin mutluluğunu yaşıyordu.
süreç değerlendirmeleri ve toplantıyı sabote
Nedir arabuluculuk? Aslında işçi sendikası ya da işçi
etme davranışlarında ortaya çıkacaktı. KESK
konfederasyonu taraflara arabuluculuk yapması kendisini inkar
Genel Başkanı Siyami Erdem toplantıyı
etmesi demektir. Bir işçi sendikası işçi ile işveren arasında
açarken yaptığı konuşmada ağırlığı TBMM'de
arabuluculuk yapıyorsa işçi sendikası misyonunu kaybetmiş
yaptıkları görüşmeler ve bu görüşmelerin ne
demektir. Sendika ve sözleşme mevzuatında bir arabuluculuk
kadar etkili olduğunu ve bu görüşmelerin
kurumu vardır. Taraflar yani sendika ile işveren toplu sözleşme
bundan sonra daha ciddi
pazarlığında anlaşamadıkları takdirde anlaşmazlık konularını
sürdürülmesine ayırması bu sürece
belirten bir tutanak tutarak çalışma bakanlığından bir arabulucu
talebinde bulunurlar. Arabulucuda tarafları uzlaştırmazsa işçilerin ve yaklaşımdaki farklılığı ortaya koyuyordu.
işçi sendikasının grev hakkı doğar ve işçiler greve çıkarlar. Artık greve Verilen mesaj açıktı. Teslimiyet ve uzlaşma.
Konuşmasının bir bölümünde de geçmiş
çıktıktan sonra işçi sendikasının bir arabulucu araması yararsızdır.
Bu her şeyden önce işçilerin dolayısıyla sendikanın güçsüz olduğunu dönemlerde hükümet ortaklığı yapmış bir
siyasi partinin tavrındaki değişikliği sanki bu
gösterir. Madem ki arabulucu arayacaktın neden greve çıktın demez
partinin emek dostu bir parti olduğu
mi işveren?
yönünde mesaj vermeye çalışarak bu parti ile
Ama ülkemizde Türk-İş tarafından yerleştirilen gelenek hep
bunun tersi olmuştur. Masada sözde keskin tavırlar, işçilere gösteriş ÖDP'ni seçim ittifakı çabalanmnda ipuçlarını
da veriyordu. Bu partiye puan kazandırmak
olsun diye masaya yumruk vurmalar ama greve çıktıktan sonra
için hedef şu anda hükümette bulunan ve
grevden en fazla korkanda kendileridir. Bu nedenle Türk-İş
sendikacılığı ne işçilerde samimi bulunmuş, ne de işveren bu blöfleri kendisine sol maskesi takan siyasi partinin
teşhiri hedefleniyordu.
ciddiye almıştır. Nitekim hep öyle olmuş kazara Türk-İş'e bağlı bir
Asıl gündeme yönelik sendikaların yazılı
sendika greve gitmişse arkasından grevin bitirilmesi için
görüşleri sendika genel başkanları tarafından
hükümetlerin, bakanların kapısında arabulucu olmaları için
sunulduğunda, görüşlerin büyük oranda bu
yalvarmıştır. Bunun nedeni işçilere ve greve inanmadığı içindir.
yasa
tasarısının kabul edilmesinin mümkün
Greve çıkması inandığı için değil mecbur kalmasından ötürüdür.
olmadığını ve bu yasa tasarısının geri
Pişmanlık duyması bundandır. 1987 MİGROS grevinde Koç'a
çekilmesi için gerektiğinde her türlü bedelin
yaranmak için ne kadar ilgili ilgisiz kişi varsa arabulucu olmak için
araya girmişti. İstanbul Belediye Başkanı Bedrettin Dalan, Çalışma ve göze alınarak, yapılabilinecek her türlü eylem
ve etkinliğin hayata geçirilmesi gerektiğiydi.
Sosyal Güvenlik Bakanı İmren Aykut, Türk-İş Genel Başkanı Şevket
Yılmaz.'Devlet bakanı ve Özal'ın başdanışmanı Adnan Kahveci. Hatta Bunun için uzun yürüyüşler, işyeri işgalleri ve
uzun süreli grev vb. birçok öneri getiriliyordu.
Adnan Kahveci Şube başkanı Aynur Karaaslan'ı ziyaret ederek
Toplantının ilk günü üç kişilik bir komisyon
"Başkan sen bana ne yapacağımı söyle ben işi hallederim" demişti.
oluşturularak sendikaların sunmuş oldukları
Ama manevralar reddedilmişti, hayır demişti sendika başkanı
yazılı önerilerde ortaklaşanların yazılı hale
arabulucuya ne gerek var biz işvereni işveren bizi biliyor biz kendi
getirip ikinci günkü toplantıya sunulması
göbeğimizi kendimiz keseriz demiş ve sonunda büyük bir zafer
kararı ile bitirildi.
kazanmışlardı Migros işçileri.
Toplantının ikinci günü komisyonun
Bugün DİSK'in Mesut Yılmaz'dan arabuluculuk talep etmesi yeni
hazırlamış olduğu raporun okunmasıyla
bir şey değildir. Yıllardır Türk-İş'in başvurduğu bir yöntemdir. DİSK
yöneticileri sadece Türk-İş'in ilkelerini değil onun yalakalıklarını ve başlandı. Rapor kısmende olsa ortaya bir
profil çıkarmıştı. Beklenen GYK üyelerinin
diyalog yöntemlerini de DİSK'e taşımıştır.
Arabuluculuk Ve DİSK
bunun üzerindeki görüşlerini somut olarak
sunup bu önerileri daha da zenginleştirmeleri
idi. Bunun içinde her GYK üyesine beş
dakikalık bir konuşma süresi belirlendi.
Konuşmak isteyen konuşmacıların (GYK
üyeleri) isimleri alınarak toplantı başladı.
Zaman ilerledikçe konuşmacı sayısı
azalacağına çoğalıyor, konuşma süreleri
uzuyor, toplantı her iki-üç konuşmacının
konuşmasından sonra beş dakikalık sigara
molası denilerek yarım saati aşan aralar
veriliyordu. Bu da özellikle ÖDP çevresinin
toplantıyı geç saate bırakarak, toplantıdan
somut eylem kararlarının çıkmasını
engellemek ve kararı MYK'ya bırakarak
sorumluluktan da kurtulmak amaçlı bilinçli
bir tavrı idi. Defalarca kürsüden yaptığımız
uyarılar dikkate alınmıyor, sözde yine
demokrasiye sığınılıyordu. Toplantıda
bulunup konuşma hakkı istemeyen ÖDP'li
hemen hemen yok gibidir. Hepsi konuştuğu
gibi kendilerininde bu yasayı
kabullenmediklerini, bunun için ne yapılması
gerekiyorsa yapılmasını ancak eylem
takviminin MYK'ya bırakılmasını belirtiyor
ve gündemle hiç ilgisi olmayan konular
hakkında nutuklar atıyorlardı. ÖDP'liler bu
defa yalnızlaştırılmıştı. Çünkü EMEP ve
yurtsever çevrelerde takvimlendirmenin
GYK'ca yapılmasını istiyordu. Yaptıkları
görüşmeler ve kulislerde ortaklaşamamışlardı.
Bunun için taktik ve yöntem geliştiriyorlardı.
Konuşmalarımızda sık sık sürecin kamu
emekçileri açısından tarihi bir süreç
olduğunu, tüm kamu emekçilerinin doğal
olarak bu toplantıdan bir sonuç beklediğini,
GYK'nın sorumluluğunu bir başka organa
devrederek bu sorumluluktan kaçamayacağını
ve yaşanacak olumsuzlukları kamu
emekçileri ile değerlendireceğimize vurgu
yapmamız ve yalnız kalmalarından dolayı
ÖDP'liler zamanın da kalmaması ile birlikte
yeni bir tavır almak zorunda kaldılar.
Bu tavırda toplantıda sayısal çoğunluğa sahip
olmalarına rağmen kamu emekçileri
nezdinde daha fazla teşhir olmamak için
kararlara azınlık olarak karşı olduklarını
belirtip toplantıyı bitirmeleri idi.
Sonuçta uzlaşmacı ve reformist anlayış
toplantıdan sağlıklı sonuçlar çıkarılmasını
engelledi.
Gerçi GYK'nin mevcut yapısıyla sağlıklı
karar almanın çok zor olduğu ortada. Ancak
sürecin geldiği nokta açısından bakıldığında
daha farklı bir tavır almanın zorunluluğunu
gören çevrelerdeki yönelimle yeni eylem
tarzları geliştirilebilirdi. Fakat bu olmadı.
Sonuçta GYK 3. olağanüstü toplantısı da
daha öncekilerde olduğu gibi bir yandan
mücadeleden kaçmanın teorileri ile birlikte,
görüntüyü kurtarma amaçlı birkaç bürokratik
görüşme, ne amaçla yapılacağı belli olmayan
bir kadro yürüyüşü ve kimin nasıl katılacağı
belli olmayan adına iş bırakma denilip basın
açıklamasına dönüştürülmek istenen ve yine
toplantıda olduğu gibi bu eylemlerinde
sağlıklı hayata geçmesini engelleyecek olan
çevre böylece ne kadar haklı olduğunu
kanıtlamaya çalışacak.
Gelişmelerin gösterdiği görev yine
yıllardır olduğu gibi en ağır bedelleri ödeme
pahasına mücadelenin yükünü omuzlayan
devrimci memurlar ve Devrimci Memur
Hareketi'ne düşmektedir.
21 Şubat I998
Eminönü Belediyesinde
Kamu Emekçileri Eylemde
Nemaların ödenmemesini protesto eden kamu
emekçileri 18 Şubat günün Eminönü Belediyesi önünde
basın açıklaması yaptı.
1994'de yerel yönetim seçimleriyle Eminönü Belediye
başkanlığına seçilen Ahmet Çetinsaya yönetime geldiğinden
bugüne Eminönü çalışanları üzerinde her türlü baskıyı
uygulamış ve uygulamaya
Kamu emekçileri üzerinde faşizan bir baskı kuran
Çetinsaya birçok kamu emekçisine soruşturmalar açmış,
sicillerini bozmuş, hatta açığa almıştır. Bu uygulamalarıyla
çalışanlardan bir tepki gelmemesi yönünde de kullanmaya
çalışmıştır.
Çetinsaya emekçilere bu tür baskılar uygulanırken diğer
yandan emekçilerin ücretlerinden kesilen Nema ücretlerini
bankaya yatırmayarak çalışanların paralarını gasp
etmektedir. Ayda milyarlarca parayı kendi çevresinde
bulunan mütahitlere aktaran Çetinsaya çalışanların
nemalarını ödemeyerek suç işlemeye devam etmektedir.
Nemaları gasp edilen Eminönü Belediyesi çalışanları
Bem-Sen işyeri temsilciliği ve T.Bel-Sen işyeri temsilciliği
öncülüğünde bir süre önce bir dizi eylem kararı almışlardır.
Yemekhanede her öğlen slogan atma ve masalara vurma
eylemi, akşam işyeri çıkışı servis araçlarına toplu olarak
sloganlı yürüme eylemlerini hayata geçiren çalışanlar
Çetinsaya'nın yeni bir baskısıyla karşılaştılar. 13 Şubat'tan
bu yana Kamu Emekçilerinin servislerini kaldıran Çetinsaya
baskılarını ve eylemi kırmak için her türlü yöntemi
denemektedir.
Bu baskıları kınamak ve nemaların bankaya
yatırılmasını isteyen Eminönü çalışanları örgütlü
bulundukları Bem-Sen istanbul 1 No'lu Şb. ve T.Bel-Sen 1
No'lu Şb. öncülüğünde 18 Şubat 1998 tarihinde Eminönü
belediyesi önünde bir basın açıklaması yaptılar. Basın
açıklamasında Çetinsaya'nın yolsuzluklarından, Nemaların
nasıl gasp edilip kimlere peşkeş çekildiğini vurgulayan
Kamu emekçileri Nemaların derhal faiizleriyle birlikte
ödenmesini istediler.
Yaklaşık iki yüz kamu emekçisinin katıldığı açıklamaya
çeşitli kitle örgütü ve siyasi partilerde desteklerini sundular.
KAMU EMEKÇİLERİ KÖLELİK
YASASINI DAYATAN İKTİDAR
PARTİLERİNİ PROTESTO EDİYOR
41
İŞÇİ/MEMUR
KESK'in Reformist Önderliği
Meşru Değildir, Devrimci
Sendikacılığı Hayata
Geçirelim
Sahte sendika hızla yol alıyor. Plan ve Bütçe
Komisyonu'nda kabul edildikten sonra Meclis
İnsan Hakları Komisyonu'nda görüşülmek üzere
gündeme alındı. Yasa bu günlerde komisyonda
da görüşülecek ve Meclise sunulacak. Meclis'e
geldiğinde 45 gün içerisinde görüşülüp sonuca
bağlanması öngörülüyordu.
KESK, bu puslu ortamda oldukça gamsız ve
rahat bir tablo çiziyor. Arasıra verilen basın
demeçleri ve çıkardıkları bir-iki bildiri dışında
oldukça fazla bir rehavet gözleniyor. Bir de 24
Ocak'ta yapılan Ankara basın açıklamasını
unutmayalım.
Bu hava altında 7-8 Şubat'ta KESK Genel
Yönetim Kurulu toplantısı yapıldı. Tabandaki
dinamikleri üst boyuta sıçratma yerine, baskı
altına alma ve düzenle uzlaşma üzerine kurulu
KESK bürokratik yapısının en üst karar organı
olan Genel Yönetim Kurulu'nda doğaldı ki
direnme ve düzenle çatışma noktasında bir
program üretebilecek cesarette ve nitelikte
unsurlar ya hiç olmayacak, olsa da
dinlenilmeyecekti. Devrimci unsurların etkili
olduğu birkaç sendika aracılığıyla gelen önerilerin
böyle hastalıklı bir ortamda kabul görmesi
imkansızdır.
Pekala ne önerilmiş, ne karar alınmıştır?
Bunları özet olarak karşılaştıralım. Devrimci
Memur Hareketi bir önceki Kurtuluş Gazetesi
sayısında da yayınlanan tüm basın ve sendikalara
fakslanan eylem programı önerisi ile birlikte, SES
Genel Merkez, SES Merkez Temsilciler Kurulu
Şubelerinin birçoğu, Enerji Yapı Yol-Sen Genel
Merkez, BEM-SEN Genel Merkez, Tüm MaliyeSen 1 No'lu, Konya Haber-Sen, İzmir Tarım GıdaSen ve birçok sendika şubesi, sendika
yöneticileri tarafından önerilen aralarında küçük
farklar olmakla birlikte esasında hak alıcı genel
bir direniş hattını içeren program önerileri şu
başlıklarla toplanıyordu.
"Meclise sunulan yasanın hiçbir koşulda
kabul edilmeyeceğinden yola çıkarak, hiç zaman
kaybetmeksizin;
- Tüm illerden Ankara'ya kadro düzeyinde 1015 günlük yürüyüş
- Parti, çalışma bakanlığı, işyeri işgalleri
- Süresiz iş bırakma
- Meclis yürüyüşü ve bu önerilere parelel
olarak pek çok etkinlik, miting, oturma eylemleri,
kokart, bildiri, halkla bütünleşme çalışmaları ile
zenginleştirme önerileri"
Devrimci Memur Hareketi önerileri
doğrultusunda gelişen ve pek çok sendikada ve
kamu emekçilerinde yankısını bulan bu
önermeler KESK Genel Yönetim Kurulu'na
değişik kanallarla taşınmış, ayrıca KESK Genel
Yönetim Kurulu'na Devrimci Memur Hareketi
bizzat katılarak hem konuşma, hem de bildiri
şeklinde Genel Yönetim Kurulu üyelerine bizzat
ulaşılmıştır.
Genel Yönetim Kurulu toplantısında süren
KURTULUŞ
tartışmaların hikayesine girmeden
sonuçlara şöyle bir bakalım ve
değerlendirelim;
Siyasi partilerin Genel merkez
ve İl Örgütlerine siyah çelenk
bırakma ve oturma eylemi,
Değişik kollardan Ankara
yürüyüşü ve 4-5 Mart'ta iki günlük
iş bırakma
Oturma eylemleri, telgraf,
mektup gönderme vb. etkinlikler
Bir de bu kararlara "Merkez
Yönetim Kurulu bu kararlan sürece
göre değiştirebilir,
zenginleştirilebilir" şeklinde bir bölüm
konulmuş ve Merkez Yönetim Kurulu, Genel
Yönetim Kurulu toplantısında alınan bu
kararlarıda budamış
bulunmaktadır.
Merkez Yönetim kurulu üyelerinin
oybirliğiyle alman (içlerinde muhalif
olduğunu
savunan anlayışlarda var) budanmış kararlar
şunlar;
- Partilerin önlerine çelenk bırakma
- Milletvekillerine telgraf ve mektup
gönderme
- Bir saatlik oturma eylemi
Yine her zaman olduğu gibi "yasa bir meclise
gelsin, bakın neler yapacağız" türünden kuru
tehditler.
"Siz bu tehditinizle kuşları bile
güldürürsünüz" sözü oldukça yerinde olsa gerek"
Devletin çok yönlü saldırısı karşısında
sürekliliği olmayan ve gerilimi yükseltmeyen bir
program olmadıkça başarı elde edileceğine
inanmak ancak reformistlerin işidir.
Şu sorular bile KESK'in reformist
önderliğinin
yüzünü
teşhir
etmeye
yetecektir.
- En ufak hak kırıntılarının bile büyük
bedellerle kazanıldığı bir ülkede, bir varoluşyok oluş durumuna denk düşen bu kararlar hangi
akla hizmettir?
- 20 Aralık'ı, 16-17 Nisan'ı ve yakın bir tarih
olan 11 Aralık'ı yaratan Kamu Emekçileri size
daha ne zaman haklarını almadaki kararlılığım
göstereceklerdir?
-15-16 Haziran'ı DlSK'li işçilerin yine yasal
bir saldırıya karşı başlattığını hiç mi duymadınız,
okumadınız?
Sendikalarımızın dokuz yıllık büyük
bedellerle geldiği durum hiç iç açıcı durumda
değildir. KESK'in icazetçi reformist önderliği sarı
sendikacılık yolunda hızla ilerlemekle, devrimci
dinamiklerin tabanın önerilerine kulak
tıkamaktadır.
KESK'in reformist önderliği kaderi değildir.
Bunu kitlelere anlatmak, göstermek Devrimci
Memur Hareketi'nin omuzlarındadır. Uzun
zamandır reformist, oportünist kesimlerle fazla
çatışmadan uyum içinde olma ve birbirini idare
etme anlayışı bizden değildir. Görevimiz icazet
kokan kararlan aşmak, militan bir sendikacılık
anlayışıyla kitlelere öncülük etmektir. Devrimci
Memur Hareketi olarak sunduğumuz eylem
programını gücümüz yettiğince fiili olarak hayata
geçirme çabasında olacağız. Bunun için gerek
düzenle, gerekse reformist oportünist kesimlerle
çatışmaktan çekinmeyeceğiz.
Yaptıklarımızı kitlelere mutlaka anlatmalı,
reformizmi kitlelere teşhir etmeli ve kitlelerle
birlikte hareket etme zemini yaratmalıyız.
Memur Meclisleri'ni kurmak şimdi her
zamankinden daha acil bir görev olarak
karşımızda duruyor.
Devrimci Memur Hareketi gücünü tarihinden,
değerlerinden almaktadır. Bu güce tüm devrimci
memurlar güvenmeli, bu güvenle hareket
etmelidir. Devrimci değerlere ve politikalarımıza
dört elle sarılalım.
KURTULUŞ
42
GENÇLİK
GENÇLİK VE
ANTİ-EMPERYALİZM
Birçok şehrimizin "Kurtuluş"
günleri vardır. 1. Paylaşım Savaşında
vatanımız düşmanlarca işgal edilmiş
ve halk olarak silahlanıp, onları
atmışızdır. İşte şehrimizin kurtuluş
günü, "düşman işgalinden kurtuluş
günü"dür. Kimlerden kurtulduk
peki? Düşmandan... Düşmanlar
kimlerdir? Emperyalistler...
Çok duyarız emperyalizm
sözcüğünü. Hatta okul kitaplarında
bile çok geçer. Nedir emperyalizm,
kimdir? Ülkemize neden gelmişler
ve neden bunca zulüm
uygulamışlardır? "Gavur"dur halkın
dilinde adları. Vatanımızın tüm
güzelliklerini, yeraltı-yerüstü tüm
kaynaklarını sömürmek için
tankları, toplan ve yüzbinlerce
ordusuyla işgal etmişlerdir. Gavur
sözcüğü kötüdür, küfürdür, bugün.
Çünkü ölüm kusmuşlardır
vatanımıza. Kurtuluş Savaşı'yla attık
onları. Peki anlaşma yapıyor, çeşitli
düzeylerde ekonomik, askeri, sosyal ve
kültürel ilişkilere giriliyor. Aklımıza
geliyor mu acaba; "Biz bu ülkelerle o
zaman savaşmıştık, yüzbinlerce
insanımız bunlarla savaşırken
öldüler, peki o zaman nedir bunlarla
yürütülen ilişkilerin özü? Bu
ülkeler-emperyalistler ne
düşünüyorlar bizim için?..."
Evet gelmeli. Bunları
düşünmeliyiz. Neden mi? Çünkü
aydınız. Halkın aydını olabilmek,
vatanımızı sevmeyi, halkımızı
sevmeyi gerektirir. '68'i hatırlayın. 6.
Filo'nun (ABD donanması)
askerlerinin Dolmabahçe önlerinde
denize dökülüşü, "Bağımsız
Türkiye" sloganlarının ülkenin dört
bir yanından göklere yükselişini
hatırlayın, işte bu anti-emperyalist
bilinçtir. Kurtuluş savaşında "gavur"
a karşı dizginsiz öfkenin, bugün çok
değişik biçimlerde vatanımızı tekrar
işgal eden emperyalizme karşı
oluşan anlayış tarzı olarak
ifadesidir bu. Öncülüğü de gençlik
yürütmektedir.
Bugün sadece bize saldırmıyor
emperyalizm. İşte yanı başımızdaki
bir ülkeyi, Irak'ı bombalamak
üzere... '91 yılında yoksul Irak
Halkının üzerine yağdırdıkları
bombaların çok daha fazlasını
yüklüyorlar bugün uçaklarına,
bekliyorlar Clinton'un... Ölümdür
emperyalizm, kandır, vahşettir...
Azgınca sömürmektir halkları.
Resmi tarih kitaplarında bile
gizlenemeyen bir şekilde öyle
tanımlanmak zorunda kalınan
"emperyalizmin pazar kavgaları"
daha fazla kar hırsı yüzünden çıkan
iki paylaşım savaşında ölen, sakat
kalan milyonlarca yoksul halkın
hesabını da taşıyor emperyalizm.
Vietnam'daki napalm bombalarıyla
yanan yüzbinlerin; Cezayir'de çöl
sıcağında Fransızların kurşunlarıyla
ölenlerin; Sovyetler Birliği'nde
Alman faşizmine direnen
milyonların; Japon işgaline direnen
milyonlarca Çinli'nin; uzağa
gitmeye gerek yok, Kurtuluş
savaşında emperyalistlerin işgaline
karşı 7'den 70'e direnen, ölen
yüzbinlerce Türkün, Kürdün, Lazın,
Çerkesin ve daha sayamayacağımız,
gerçekte sayılamayacak çoğunlukta
insanların kanı var ellerinde
emperyalizmin...
Artık askeriyle, topuyla, tankıyla
saldırmıyor belki. Gerçi gerek
gördüğünde ('91 yılında Irak'ta
olduğu gibi) onu da yapıyor. Ancak
bugün sömürüsünü farklı
biçimlerde hayata geçiriyor. Çıkın
bakın İstiklal Caddesi'ne, Yüksel
Caddesi'ne, Alsancak'a, Kızılay'a,
Taksim'e... okumakta, telafuz
etmekte güçlük çekeceğiniz yüzlerce
marka görürsünüz. Üstünüze
giydiğiniz pantolona, ayağınıza
taktığınız ayakkabılarınıza bir bakın.
Gördüğünüz markalar yine aynı
değil mi? Kimindir bunlar? Nereden
gelmişlerdir? Sabancı'nın sonlarına
"SA" eklediği şirketler, Mercedesler,
Renaultlar, FİAT'lar, Fordlar
kimlerdir? İşte bunlardır Vietnam'a
ölüm kusanlar. İşte bunlardır Irak'ı
kan gölüne çevirenler. İşte
bunlardır Anadolu'yu işgal edip,
halkımızı katledenler. Ne kadar
"masum" görünüyorlar değil mi?
Ama halkı iliklerine kadar
sömürenler onlardır. Ölüm kusan
silahlan imal eden ve satan onlardır.
Uyuşturucu üreten, pazarlayan,
gençliği pençesinden
kurtulamayacağı bir batağa
sürükleyen onlardır. "Daha fazla
tüket, azgınca tüket" diyen,
"kendinden başkasını düşünme"
öğütlerini sıralayan onlardır. Şili'de,
Arjantin'de, İspanya'da, Portekiz'de
ve daha pek çok ülkede faşist
darbeler tezgahlayan, kanlı
diktatörlükler kuran, onları besleyen
onlardır. Faşizmle yönetilen
ülkelerin diktatörlerini,
cuntacılarını, işkencecilerini,
orûusunu, polisini kendi okullarında
"eğiten", "yetiştiren" nasıl
sömüreceklerini, halkı nasıl
susturacaklarını, insanlara nasıl
işkence yapacaklarını gösteren yine
onlardır. Onlardır tüm dünyadaki
baskıların, işkencelerin, zulmün,
sömürünün kaynağı. Hiçbiri masum
değildir. Hiçbiri suçsuz değildir. Ve
tarih sahnesinden silinene kadar
bütün pislikleri üreten halk düşmanı
politikalarını
uygulayacak/uygulatacak olan yine
onlardır.
Dedik ya "gavur"dur isimleri,
emperyalizmdir. Ve bu ülkede onlara
karşı mücadelenin onurlu bir
geçmişi vardır. Anti-emperyalizm
denilince de akla gençlik ve DEVGENÇ gelir. DEV-GENÇ'in tarihi
emperyalizme karşı mücadelenin
onurlu örnekleriyle doludur. Yani bir
miras vardır bugüne aktarılan. Bu
mirasa sahip çıkmalıyız. Niye mi?
En başta insan olduğumuz, aydın
olduğumuz için. Herkesten önce
bizim sorumluluğumuz olduğu için.
Ne mi yapmalıyız? Yapacaklarımız
hiç de zor değil. Yanıbaşımızda daha
dün tonlarca bomba yağdırılan bir
ülke var: IRAK... Kimdi bu
bombaları halkın üzerine yağdıran?
ABD'ydi, İngiltere'ydi, Fransa'ydı,
Almanya'ydı. Emperyalizmdi. İşte bu
gerçeği kavrayacağız önce. Bu
gerçeği bilincimize kazıyacak ve
anti-emperyalist gerçeği
kavratacağız tüm halka. Peki çok mu
zor bu bilinci kazanmak? Hayır.
Anti-emperyalist bilinç; bugün
"Katil ABD Ortadoğu'dan Defol"
diyebilmek, Irak'a yağdırılacak olan,
ölüm kusan bombalarının önüne
geçmek, bu haksız savaşı
lanetlemektir.
Anti-emperyalist bilinç; bugün
kan, vahşet getirecek olan
bambaların. silahların önünde
bedeninle, yüreğinle,
sloğanlarınla
21 Şubat 1998
öfke ve kininle siper olabilmektir.
Anti-emperyalist bilinç; bugün
Irak halkının yedi yıldır çektiği
açlığın, yoksulluğun, ilaçsızlıktan
yaşamlarını kaybeden binlerce
üslerin vatanımızdan defolmasını
haykırabilmektir.
Anti emperyalist bilinç; bugün
Vietnam'ı, Cezayir'i, Somali'yi,
Kurtuluş Savaşı'nı, Stalingrad
önünde yaşamlarını kaybeden 20
milyon Sovyet halkını unutmamak,
hesabını sorumlularından
sorabilmektir.
Anti-emparyalist bilinç; bugün
İncirlik üssünü emperyalizmin
kullanımına açarak, yüzbinlerce
Iraklının katledilmesine ortak olan
bu faşist düzene ve onun beslemesi
olan sivil faşistlere yaşam hakkı
tanımamaktır.
Anti-emparyalist bilinç; bugün
okullarda, yurtlarda devrimcilerin,
demokratların üzerine azgınca
saldıran sivil faşistlere karşı Faşizme
Karşı Savunma ve Mücadele
Komiteleri'nde örgütlenmek, onlara
karşı mücadelenin aynı zamanda
emperyalizme de darbe vuracağı
bilincine sahip olmaktır. Çünkü
anti-emperyalizmin bir gereğidir
anti-faşist olmak.
Anti-emperyalist bilinç; bugün
bir Amerikan bayrağını yakanlara bir
çakmak verebilmek, ağız dolusu
"Kahrolsun ABD Emperyalizmi"
sloganını haykırabilmektir.
Anti-emperyalist bilinç;
direnmek, savaşmak, mücadele
etmektir.
Anti-emperyalist bilinç; insan
olmaktır.
Anti-emparyalist bilinç; kendi
ülkende bağımsızlık, demokrasi ve
demokratik halk iktidarı
mücadelesinin bir parçası
olabilmektir.
Gençlik bu bilinci
kazanacaktır/kazanmalıdır. Bu güce,
inanca sahiptir. Gençlik aydındır,
sorunlarına, halkın sorunlarına
duyarlıdır.
Gençlik, emperyalizme öfkeyi,
kini büyütmelidir. Bu, herkesten
fazla gençliğin görevidir.
21 Şubat 1998
Kalinin, Sovyet Devrimi'nin önder
kadrolarından biridir. 25 yıl boyunca
Parti'nin verdiği görevleri canla başla yerine getirmeye çalışmış, devrime önemli
katkılarda bulunmuştur. Lenin'in önerisiyle Tüm Rusya Merkez Yürütme Komitesi Başkanlığı yapmış, Sovyet delegesi
olmuş ve Prezidyum Başkanlığı'na seçilmiştir.
Kendini uzmanlaştırdığı alan, eğitim
alanıdır. Kalinin, gençliğe ve gençliğin siyasal eğitim sorununa özel bir önem vermiştir. Eğitim, öğretim, yöntem, örgütlenme, ajitasyon ve propaganda üzerine
teorik ve pratik katkılarıyla genç devrimcilere yol göstermiştir. Hayat deneyimini, tecrübesini, içtenliğini ve yalınlığını
konuşmalarına, söylevlerine ve yazılarına aktarmıştır. Bu kitap, O'nun konuşma
ve yazılarının bir araya getirilmesi ile hazırlanmıştır.
Kalinin'in gençliğe aşılamaya çalıştığı kültür, devrimci kültürün algılanması
ve kavranması gereken temel noktalarını
oluşturur. İşte bu nedenle bu söylev ve
yazılardaki vurgular, bugün de özellikle
üzerinde durmamız gereken noktalardır.
Bunlardan bazılarını burada kısaca
aktarmaya çalışacağız. Ancak elbette bütüne vakıf olunabilmesi için kitabın
okunmasını öneriyoruz.
Kalinin, günlük hayat içerisinde önüne çıkan sorunları çözüp aşamayan bir
insanın ufkunun daralacağını, sosyalizm
ve komünizm davasından uzaklaşacağını vurguluyor ve şöyle diyor:
"Partili işçi için en önemli şey, sıradan
günlük çalışmayı başarabilmesi, pratik
hayatın her gün, her saat önüne çıkardığı,
onun yükselişini engelleyen şeyleri
şevkle aşabilmesidir. Bu gündelik işlerin
çirkin engelleri onun azmini geliştirmeli
ve güçlendirmelidir ki; gündelik sıradan
işlerde bile nihai hedefi görebilsin ve
komünizm uğruna savaştığını asla gözden
kaçırmasın..."
Kalinin, davaya kendini adamış bir
insanın aşamayacağı hiçbir sorun olmayacağını özellikle vurguluyor:
"Sosyalizm davası için yaşamak isteyen yaratır, hayatı değiştirir, savaşı
yürütür, eskiyi yıkıp döker, yeniyi yaratıp
kurar."
"Ailevi sorunlar" konusunda da çok
yerinde bir belirleme yapıyor Kalinin:
"Gerçek sosyalistin özel yaşamı
ikinci plandadır. Ailende herhangi bir
tatsızlık varsa, bu çok üzücü bir şeydir.
Ancak, sosyalizm bundan zarar görmemeli.
Açıktır ki sen yalnız kendini ve yavuklunu
düşünürsen gerçek sosyalist olamazsın."
Kalinin, Marksizm-Leninizmi pratik
yaşam içinde tüm sorunlarımıza karşı
düşünme ve çözümleme yeteneğini kazandıran bir "anahtar" olarak görüyor:
"(...) Marksizm-Leninizm bize şu ya da
bu sorunu çözümleme olanağı veren
KÜLTÜR-SANAT
bir anahtardır. O, sadece
sorunlara doğru olarak
yaklaşma
ve
çözümleme konusunda
olanaklar
sağlar,
çözmez. Ancak bu,
hayattaki tüm olaylar
için hazır bir reçete
değildir. Gerçek bir
Bolşevik-Marksist'in
kim olduğu, ezbercinin
ve metinlere saplananın kim olduğu özellikle gündelik yaşama
ilişkin sorunların çözümünde, bunlara
yaklaşımda kendini gösterir."
Kalinin, hitap ve insanlara yaklaşımın bulunulan, yaşanılan ortamın özgünlüğüne göre şekillenmesi gerektiğini
ve insanları ancak bu sayede etkileyip
onları geliştirebileceğimizi özellikle vurguluyor. Hazır cümlelerden kaçınmamızı, kendi cümlelerimizi ve doğallığımızı
kullanmamızı öğütlüyor.
"Hazır cümlelerle konuşmak düşüncenin değil, yalnızca dilin çalıştığını
gösterir. Siz hazır cümlelerle insanların
dikkatini çekemezsiniz. Çünkü onlar bu
sözleri, siz söylemeseniz de bilmektedirler. Siz kendinize özgü cümlelere
başvurduğunuzda, bunun gerektiği kadar
güzel olmayacağından korkuyorsunuz.
Oysa böyle düşünmekle aldanıyorsunuz.
Sizin kendi sözünüz her zaman daha iyi
dinlenecek ve daha yerinde olacaktır."
Yine öğretmenlere hitaben yaptığı
bir konuşmada Kalinin, genç Sovyet öğretmenlerinden sadece öğrencilerine öğretmenlik yapmalarım değil, aynı zamanda hayattan, yaşamdan ve bilimden
sürekli öğrenmelerini ve iyi bir öğrenci
olmalarını, kendilerini sürekli geliştirmelerini istiyor. Ancak, gelişen öğretmenlerin yeni nesilleri ve kendilerini geleceğe hazırlayabileceğini söylüyor:
"Öğretmen enerjisini, kanını, kendisi
için değerli olan her şeyi öğrencilerine,
halka verir. Fakat yoldaşlar, eğer siz sahip
olduğunuz her şeyi verir, bu arada kendinizi
yenilemezseniz, sizde de bir-şey kalmaz.
Öğretmen bir yandan verir, diğer yandan
sünger gibi emer. Halktan, hayattan ve
bilimden en iyi olan her şeyi alır. Bu en
iyileri tekrar çocuklara verir."
Kalinin bir eğitimcide, bir devrimcide
bulunması gereken vasıfları ortaya
koyarken, en önemli vasıflardan biri olarak da devrimci ahlakı vurguluyor. Devrimci ahlakın kişiyi motive eden, ileriye
götüren, kahramanlıklar yaratmasına
neden olan manevi güç olduğunu söylerken devrim için mücadele etmenin bu
ahlakı sahiplenmek olduğunu söylüyor.
"... Lenin-Stalin partisinin ahlakı,
halkımızın ahlakıdır. Bu ahlak, ... çok
büyük bir direnç gücü vermektedir. Bu
ahlak ... emekçileri esinlendirmekte,
cephedeki kahramanlıkları kitlesel hale
getirmektedir. Bu ahlak zaferin en
önemli öğelerinden biridir."
Kitap bir bütün olarak ajitasyon, eğitim ve ahlak hakkında okuyana çok değerli bilgiler sunmakta, onlara yöntem
önermekte, kişinin ufkunu ve düşünce
sistematiğini geliştirmektedir.
Kalinin bu kitapta, on yılların tecrübe
ve birikimiyle eğitim ve öğretimde
yapılması gerekenleri yalın ve sade bir
dille ortaya koyuyor.
43
KURTULUŞ
HALK SAHNESİ Tiyatro Atelyesi,
Kayıtlarına Başladı.
Genel Sanat Yönetmenliği'ni tiyatro sanatçısı Yiğit Tuncay'ın üstlendiği Halk
Sahnesi-Tiyatro Atelyesi'ne katılmak için İdil Kültür Merkezi'nden temin
edilebilecek olan başvuru formlarının 1 Mart Pazar günü saat 12.00'de yapılacak
olan elemelere, başvuru sahibinin kendisi tarafından getirilmesi gerekmektedir.
Tiyatro Atelyesi, çalışmalarını îdil Kültür Merkezi'nde sürdürecektir.
İDİL KÜLTÜR MERKEZİ
Dereboyu Cad. No: 110/55 Ortaköy Tel: (0212) 261 32 19
AYŞE NİL
HALK
KÜTÜPHANESİ
22 Şubat Pazar
16.00 Film:
"Fatih Pelle"
28 Şubat Cumartesi
15.00 Belgesel Film:
"Gazi Belgeseli"
16.00 Söyleşi ve
Dinleti:
"Özgürlük Türküsü"
kısa kısa...
- İstanbul'da uluslararası kitap fuarı.
İstanbul'da ilk defa gerçekleşecek
olan uluslararası kitap fuarı CNR Fuar
Merkezi'nde 20-29 Mart tarihleri
arasında görülebilecek.
Fuarda, yurtiçi ve yurtdışından
birçok yazar ve yayıncı biraraya
gelecek. Fuarda gerçekleşecek olan
etkinliklerden birkaçı ise şöyle:
* Kübalı Fotoğrafçı Alberto
Korda' nın Che Guevera fotoğrafları
sergisi
* 250 kitap ve posterden oluşan
Bertol Brecht Koleksiyonu Sergisi
22 Şubat'98
KONSER
16.00
özgürlük
turkusu
idil kültür merkezi
dereboyu cad. no: 110/55
ortaköy
tel: (212) 261 32 19
-1001 Belgesel Film Festivali
başladı.
18 Şubat'ta başlayan, 6 Mart'a
kadar devam edecek olan Belgesel
Film Festivali, 2. Belgesel Sinemacılar
Ulusal Konferansı ile sona erecek.
Festival kapsamındaki film
gösterimleri, her gün 11.00-19.00
arasında Belgesel Evi ve Evrensel
Sanatlar Müzik Merkezi'yle, İstanbul,
İstanbul Teknik, Galatasaray, Boğaziçi
Üniversiteleri'nde, Mimar Sinan
Güzel Sanatlarda yapılacak. Amatör,
profesyonel, yerli, yabancı 200'ün
üzerinde filmin gösterileceği
festivalde tüm etkinlikler ücretsiz.
KURTULUŞ
44
MİZAH
21 Şubat 1998
Gavurun
ekmeğini
yiyen, gavurun
kılıcını
sallar
(Emperyalizm
şakşakçılarının
durumunu
açıklayıcı bir halk
deyişi)
SUÇ DUYURUSU
Yargıtay Sivas davasıyla ilgili gerekçeli kararında sanıklara neden "idam" verildiğini
şöyle açıklamış:
Sanıkların sabit eylemleri vahimdir... 35 kişiyi yakarak
öldürmüşlerdir. Sanıkların yanan kişilerin "Bizi kurtarın" çığlıklarına rağmen,
bırakın kutdarmayı, güçenlik
kuvvetlerinin ve itfaiyenin yanan kişileri
kurtarma teşebbüs'üne bile engel olmuşlardır. Yanan kişilerin ölüm çığlıkları
karşısında kılları bile kıpırdamamış, ölmelerini şeriat yanlısı slogan atarak
zevkle izlemişlerdir..."
Katliamı kılları bile kıpırdamadan izleyen başkaları da vardır. Katliam girişimi
kendilerine bildirildiği halde hiçbir şey yapmamış, yapılmasına engel olmuş ve
büyük ihtimalle sözkonusu sanıklarla AYNI ZEVKİ duymuşlardır. Onlar hakkında da
aynı kararın verilmesi gerektiğini belirterek suç duyurusunda bulunuyoruz.
Çoğu Ankara'da görevli bu şahısların isimleri aşağıda belirtilmiştir.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Tansu Çiller, Başbakan
Yardımcısı Erdal İnönü, İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu, Sıvas Belediye Başkanı
Temel Karamollaoğlu, RP üyesi Cafer Erçakmak, Emniyet Müdürü Doğukan Öner,
Vali Ahmet Karabilgin.
18 Şubat 1998 tarihli Hürriyet'te
İsmet Solak yazıyor:
"Kiralık tetikçileri, Sapanca
yakınında atış talimi yapabiliyor.
Yörede, daha önce Kürt kökenli
işadamları öldürtülmüştü. Hala
kontrol yok.
Alaattin Çakıcı, daha önce bazı
gazetecileri de tehdit etmişti, üstelik,
insanın tüylerini diken diken eden
senaryolar çizerek... Bu kez, hedefte
Cavit Çağlar var....
Benim şaşıp kaldığım nedir
biliyor musunuz? Çakıcı ite şimdiki
Devlet Bakanı Eyüp Aşık
konuşmuştu. Hatırladınız mı? Bir
bakan mafya lideri ile görüşüp
konuşur mu? Nasıl iş arkadaş?
Devlet, Devlet Bakanı'nın
konuştuğu birini bulup da
yakalayamaz mı? bu ülkede insanlar
kime güvenecek?
(...) Devletimi istiyorum,
devletimi."
İsmet Solak yanılıyor. Onun
aradığı devlet zaten başındaki
DİSK öyle işler yapmaya başladı,
MGK sendikacılığında işi o kadar
ileriye götürdü ki, artık burjuva basında
bile bu kadarına hayret edilir oldu. İşte
bunlardan biri:
Hürriyet'ten Zeynep Atikkan, Tansu
Çilleri siyaset sahnesine sokan Yalım
Erez'in şimdi demokrasi savunucusu,
değişimci kesilmesine şaşırıyor:
"Hangi ülkede, sicilinde Tansu
Çiller'in pazarlamacısı yazan bir
siyasetçiden hesap sorulmaz?
Hangi ülkede, Tansu Çiller'in bir
zamanlar en yakınındaki bir
insanın değişim çizimlerine umut
bağlanır?"
Ama onu daha da fazla şaşırtan
şey DİSK'in tavrı:
"Bütün bu olup bitenlerin bence
en ilginç ve de umut kırıcı olan yönü
ise Yalım Erez'in değişim
hamlelerinin DÎSK başkanı
tarafından da desteklenmesi.
Yanı, 5 Nisan 1994 kararlarıyla,
işçilerin geliri yarı yarıya düşerken
Tansu Çiller'in fikir babası olan
Erez'e bugün işçi kesimin de destek
vermesi. Verebilmesi.
5 Nisan kararlarının hesabı
sorulmadığı için sorumluları
alınları açık bugün ortada
dolaşabiliyorlar.
Dünya siyasi tarihinde hele de işçi
hareketi tarihinde eşine
rastlanmayacak gariplikte bir
gelişme bu..." (17 Şubat 1998,
Hürriyet)*
DURUMA GÖRE DEMOKRAT!
Duyduk duymadık demeyin, bundan böyle 16 Şubat "Tatvan'ın
Kurtuluş Günü" olarak kutlanacakmış.
Bu da nereden çıktı demeyin.
Güya, ilki 80 yıl önce 16 Şubat'ta kutlanmışmış.
Peki o zamandan bugüne kadar niye kutlanmamış derseniz,
Genelkurmay, ona açık bir cevap veriyor:
UNUTULMUŞ!
RP Genel Başkanı Erbakan,
HADEP merkezine yapılan
saldırıyı "tecavüz" olarak
nitelendirmiş. Oysa aynı
Erbakan DEP'liler, HADEP'liler
Meclis'ten yakapaça götürülüp
tutuklanırken, HEP; DEP sırayla
kapatılırken hiç oralı değildi.
Şimdi kendi partisi de
kapatılınca demokrat kesiliyor.
Düzen kendisini kabul
edince, o da düzenin tüm
katliamlarını, baskılarını kabul
edip onaylıyor, hatta bizzat
uygulayıcısı oluyor.
Düzen kendini kabul
etmeyince bu defa "demokrat"
oluyor.
Tabii bu siyasetin adı da
siyasi literatürde RİYAKARLIK
oluyor.
Şimdi kendi KKTC'de
Nakşibendi Tarikatı lideri Şeyh
Nazım Kıbrısi'nin müridleri
"Bizim Parti" adıyla yeni bir
siyasi parti kurmuş.
Bu Şeyh Nazım Türkiye'deki
islamcı çevrelerin pek çoğunda
da "muteber" bir kişidir.
Şeyh'in kurdurduğu Bizim
Parti'nin programında partinin
amaçları arasında şöyle bir
madde var mesela:
"- Polis heybetini gösterecek.
2 metrelik kaplan gibi gözüpek,
tokadı yenmez, şakaya gelmez
genç polisler istihdam edilecek.
Polis döveceği kişiyi içeride
dövmeyecek. Bunun faydası
azdır. Polis suçluya suçu işlediği
yerde Öyle bir Osmanlı tokadı
vuracak ki pişman olsun ve
seyredenlerin ilikleri donsun..."
Bugünlerde demokrasi
savunucusu kesilen RP'liler bu
partiye ve programına ne derler
acaba?
21 Şubat 1998
YURTDIŞI
Bülent Dil ve Besat Ayyıldız'ı
Yeniden Gerillaya Yolladık
14 Şubat Cumartesi günü
Almanya'nın Dortmund
şehrinde Avrupa'dan gerillaya
uğurlanan yoldaşlarımız Bülent
Dil ve Besat Ayyıldız ile Adana
Kurtuluş bürosu temsilcimiz
Mehmet Topaloğlu anıldı.
Anma Toros Şahanları Bülent,
Besat ve Mehmet ve tüm dünya
devrim şehitleri için yapılan
bir dakikalık saygı duruşuyla
başladı. Ardından oynanan bir
tiyatro oyunu ile 28 Ocak
1998'de Adana Kiremithane'de
gerçekleşen çatışma
canlandırıldı. Yapılan
konuşmada o gün orada Bülent
ve Besat'ın düğününü
kutlamak için biraraya geldiği
vurgulandı. Bu günün matem
günü olmadığı, Bülent'in ve
Besat'ın Avrupa'da yaşayan
Cephelilere yol gösterdiği
onların izinden gidilmesi
gerektiği söylendi. Her
Avrupa'da yaşayan Cephelinin
artık birer Bülent, birer Besat
olup ülkeden, vatandan kaç
kilometre uzakta olunursa
olunsun, ora ile iç içe
yaşanması gerektiği, Bülent'in
ve Besat'ın bu konuda
öğretmen oldukları vurgulandı.
Onlar için ağlamak yerine
onların silahını kuşanıp
yoldaşların verdiği cesaret ile,
kin ile, öfke ile düşmana daha
güçlü vurulması gerektiği
vurgulandı. Anma bir anamızın
Besat'ı anlatması ve "Bülentler
ölmedi! Besatlar ölmedi! Onlar
aramızda! Onlar Yaşıyor!
Devrim Şehitleri Ölümsüzdür!"
demesinin ve kendileri anmaya
katılamadıkları için Bülent'i ve
Besat'ı yazılı olarak
anlatanların yazılarının
okunmasından sonra Bülent
Dil'in kendisine ait olan şiirler
okundu. Dayanışma amacıyla
katılan yöresel bir sanatçının
verdiği dinletiyle devam etti.
Verilen bir aradan sonra
anmanın ikinci bölümü
Bülent'in, Besat'ın ve
Mehmet'in görüntülerinin yer
aldığı bir sinevizyon gösterildi.
Anma söylenen marşlar ve
halayların ardından devrim
andı ile son buldu.
Ayrıca anmada dikkat çeken
bir başka nokta sahnede üzeri
Cephe bayrağı örtülmüş ve
karanfillerle süslenmiş bir
katafalkın başında ellerinde
meşaleler ile nöbet tutan iki
45
KURTULUŞ
temsili gerillanın bulunması
idi.
Bülent Dil'in 30 Ocak
1996'da Sivas'ta şehit düşenler
için yazdığı bir şiir:
SİVAS ŞAHANLARIN Bugün bir
başka gece Karanlık herşeyini
gizliyor Açarken yedi kardelen
çiçeği Düşmanlar pusu
kurmuş izliyor
Kanıyor Sivas
Haykırıyor Sivas Her
damla kanda Yeni
kardelenler açıyor
Kardelenler büyüyor
Buca oluyor Ümraniye
oluyor PARTİ-CEPHE
oluyor
Yedi Halk Kurtuluş Savaşçısı
Yedi kır çiçeği
Sularken kanlarıyla toprağı
Ateş olup karanlığı yakıyor
Titriyor
Küçülüyor düşmanlar
Kalmayacak kanları yerde
Hesabı sorulacak Korkacak
halk düşmanları Her 30
Ocak'ta Yeniden açacak
kardelenler Yaşayacak SİVAS
ŞAHANLARI
18 ŞUBAT 1996
Bülent Dil*
Şehitleri,
hepimiz için özel bir önem
ve anlam taşıyor. Yaşamları, davaya
bağlılıkları, sevdaları, özlemleri;
herşeyleriyle örnek oluyor. Onlarla büyüyoruz. Besat ve Bülent'in şehitlikleri
yurtdışında bulunan bizler için bir parça
daha özelleştiriyor bu anlamı. Çünkü
aramızda olan, içimizde olan insanlardı
onlar. Daha önce de yazıp söylediğimiz
gibi,
ekmeğimizi,
çayımızı,
türkülerimizi ve halaylarımızı, yani
birçok şeyimizi pay-laştıklarımızdı.
Ve üstüne üstlük, Avrupa gibi çürümenin had safhada olduğu bir alanda,
bu çürümeyi reddeden, kendilerim
aşan, bu düzenin kendilerine verdiklerini ellerininin tersiyle iten insanlardı.
Koşullar aynıdır, ortam aynıdır; peki
Bülent'i ve Besat'ı bu alanda bulunup da
çürümüş, diğerlerinde ayrı kılan, farklı
kılan şey nedir? Bu davaya olan
bağlılıkları, inançları, özlemleri yüksek
halk sevgileridir
Vatanlarından ister bin, ister beşbin
kilometre, isterse de kıtalar boyu uzakta
olsunlar, bu vatan bilinci ve bu kurtuluş
sözlemiyle yanıp tutuşmalarıdır.
Onları farklı kılan Parti-Cepheli olmaları, örgütlü olmaları, inançlarını ve
ideallerini herşeyin üzerinde tutmalarıdır.Onları örnek alıyoruz. Anmalarımızdaki sloganlarda yazdığımız gibi, burada
halklarından öğrenen, gittikleri yerde de
halkları için ölenlerdir.
Bu yüzden öğretmen oldular.
Öğretmek ve öğrenmek mücadelemizin vazgeçilmezleridir. Fintöz Dikme'lerin, Ahmet Başçavuşların kervanına katılan Bülent ve Besat öğrenen ve
öğreten olmuşlardır.*
KURTULUŞ
46
Londra'dan Adana
Şehitlerine Anma
13 Şubat 1998 Cuma günü Londra şehrinde Adanaüa katledilen DHKC savaşçıla-n
Bülent Dil ve Beşat Ayyıldız ile Kurtuluş
Adana temsilcisi Mehmet Topaloğlu için
bir anma yapıldı. Salonu donatmış "Onlar
İçin Ana Kucağı Vatandı, Halkları Çağırdı
Gittiler, Savaştılar, Şehit Düştüler", "Dediler
ki; Gettoların Zavallı eşleri olmayacağız.
Kurtuluş Ateşlerinin Yandığı Dağların Çocuklarıyız Biz.", "Kurtuluşa Kadar Savaş",
"Haklıyız Kazanacağız", "Cephemizle Zafere
Yürüyoruz." yazılı pankartların yanısıra
Cephe bayrağı ve Kurtuluş pankartı asılı
sahnenin yanına karafiller içerisine Bülent
Dil'in resmi Cephe bayrağı ve sazı bulunuyor. Anma iki kişinin Bülent'in fotoğrafını
selamlamasının ardından saygı duruşu ile
başladı. Hep birlikte haykırılan "Devrim
Şehitleri Ölümsüzdür!" sloganının ardından Londra Halklar Kültür Merkezi semah
ekibinin gösterisi ile devam etti. Adana
operasyonunun canlandırıldığı Londra
Halk Sahnesi'nin sunduğu tiyatro sırasında
izleyicilerin duygusallığı öfkeleriyle biledikleri gözleniyor. Bülent Dil ve Besat Ayyıldız hakkında yapılan konuşmada "onlar
Avrupa'nın kültürüyle yaşamı reddedip ülkemizin bağımsızlığı, kurtuluşu için gittiler.
Bu anlamda Bülent, Besat bizim yol göstericimiz, öğretmenimizdir. Bülent'in gözleri
üzerimizde ve eğer bu rejimin yıkılmasını
istiyorsak bizlerde her şeyimizi vermek zorundayız. Bülentleri anmak yaşamımızın
içinde olmalı ve ancak o zaman ona olan
sevgimizi yaşama geçirmiş olacağız. Bülentleri anmak şehitlerimizin taşıdığı saflığı,
dürüstlüğü, coşkuyu taşımak ve yaşatmak
demektir. Onlar öyle yaşadı, bizler de
onlara layık olacağız. Toroslarda, Amanoslarda, Tokatlarda... Dadaloğlularm, Pir Sultanların torunları olacağız.
Toros Şehitleri
Hamburg'da da Anıldı
15 Şubat 1998 Pazar günü Almanya'da
Hamburg Halk Kültürevi'nde Adana'da katledilen DHKC Akdeniz Bölge Komutanlığı Kır
Silahlı Propaganda Birliği savaşçıları Bülent
Dil ve Besat Ayyıldız ile Kurtuluş Gazetesi
Adana temsilcisi Mehmet Topaloğlu için bir
anma düzenlendi. Yaklaşık dört saat süren
anma boyunca temsili olarak düzenlenmiş
olan katafalkın önünde dönüşümlü olarak
saygı nöbeti tutuldu. Cephe bayrağına sanlı
katafalkı iki meşale aydınlatıyordu. Kültürevi'nin hemen her yeri şehitlerimizin resimleri
YURTDIŞI
Tarihimiz, dökülen kanımız, bedellerimiz
var. Her birimiz yeni Bülent, Besat, Mehmet
olacağız. Mehmetler, Besatlar, Bülentler
ölümsüzdür, devrim şehitleri ölümsüzdür."
dendi. Cemevi'nden bir kişinin konuşmasının
ardından Bülent ile birçok ortak anılan olan
Devrimci Halk Güçleri onun kişiliğini,
Parti'ye olan bağlılığını, coşkusunu anlattı.
Bülent'in de bir zamanlar elemanı olduğu
Grup Nisan Bülent'in sevdiği türküler ve
marşlarla kitlenin coşmasının ardından şiirler
okundu. Gösterilen sinevizyon-da Bülent'in
İngiltere'de kaldığı süre içerisinde katıldığı
etkinliklerden görüntüleri sergilendi.
Sinevizyon gösterimi esnasında ve anma
boyunca "Umudun Adı DHKP-C", "Mahir,
Hüseyin, Ulaş Kurtuluşa Kadar Savaş",
"Kurtuluş Kavgada Zafer Cephe'de", "Parti
Cephe Gerillaları Ölümsüzdür", "Yaşasın
Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi" sloganları
atıldı. Yaklaşık 600 kişinin katıldığı anma
Grup Nisan'm söylediği marşlar ve halaylar
ile sona erdi.
ve çeşitli sloganların yazıldığı dövizler ile donatılmıştı.
Anma bir dakikalık saygı duruşunun ardından yapılan bir açılış konuşması ile başladı. Konuşma sonrası DHKC Basın Bürosu'nun olay ve şehitlerimizle ilgili açıklaması
okundu.
Ardından iki kişinin şiir dinletisi vermesinden sonra Devrimci Sol ve DHKC şehitlerinin resimlerinin bulunduğu dia gösterisi sunuldu. Verilen kısa bir aradan sonra Almanya'nın Kiel şehrinden gelen Dev-Genç
Halk Müzik Grubu kitleye bir müzik dinletisi
sundu. Anma tüm kitlenin katıldığı söyleşi ile
son buldu. Anmada ayrıca Bülent Dil'in yakınlan da hazır bulundular.
21 Şubat 1998
Download