ÜNİTE ÜNİTE

advertisement
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
DİN, TASAVVUF VE EDEBİYAT
İLİŞKİSİ
•
•
•
•
•
Din
Dinin Kaynağı
Din ve Edebiyat
Tasavvufun Kaynağı
Tasavvuf ve Edebiyat
TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
Prof. Dr. Süleyman ÇALDAK
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İnsanların neden tanrıya inandıklarını
kavrayabilecek,
• Din ile edebiyat ilişkisini anlayabilecek,
• Tasavvufun çıkış ve gelişim sürecini
öğrenebilecek,
• Tasavvuf ile edebiyat ilişkisini
kavrayabileceksiniz.
ÜNİTE
ÜNİTE
11
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
GİRİŞ
İnsanlık tarihinin en eski kurumu dindir. Din veya dinin yerine ikame edilen
mistik anlayışlara sahip olmayan toplum neredeyse yoktur. Din ve tasavvuf aynı
şeyler değildir; ama biri diğerinden ayrı da düşünülemez. Bunların her biri aynı
hakikatin bir yüzünü temsil eder. Din; zahirî (egzoterik), tasavvuf ise bâtini
(ezoterik) bir mahiyet arz eder.
Din ve bâtini öğretiler kadar eski bir kurum da edebiyattır. İlk edebî ürünlerin
dua ve ibadetlere dayandığı kabul edilir. Edebiyat, aynı zamanda din ve tasavvufun
dile getirilmesi, tebliği ve aktarılması için kullanılan en etkin araçtır. Edebiyat, bir
yandan din ve tasavvuftan beslenirken, öte taraftan da dinî ve tasavvufi düşünüş
ve yaşayış biçimini besler.
DİN
Din; insanın Tanrı, evren ve insanlar karşısındaki konumunu belirleyen,
onlarla olan ilişkilerini düzenleyen kurallar bütününe verilen addır. Dolayısıyla din
insanla var olmuş ve onunla devam ede gelmiştir. İnsanlık tarihi boyunca içinde
bulunduğu dönem, toplum ve coğrafyaya göre çeşitlilik arz eden dinler, toplumun
her davranışına kök salmış en etkili kurumlarından biridir.
Dîn, (d.y.n.), Arapçada “deyn” kökünden türemiş mastar ya da isim olarak
kullanılan bir kelimedir. “Ceza, karşılık, âdet, örf, inkıyat, hâkimiyet, saltanat,
millet, şeriat vb.” anlamlarda kullanılan din kelimesinin terim anlamı, Tanrı’ya,
doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren ve
bu nitelikteki inançları, kurumlar, töreler ve semboller biçiminde düzenleyen
değerler bütünüdür.
Kuran’da din kelimesi, üçü kelimenin ayrı türevi olmak üzere doksan iki defa
geçmektedir. Bu kelime Kuran’da genellikle “yönetme, yönetilme, itaat, hüküm,
tapınma, tevhit, İslam, şeriat, hudut, âdet, ceza, hesap ve millet” anlamlarıyla
karşımıza çıkar. Surelerin nüzul kronolojisi çerçevesinde “din” kavramının, değişik
anlamlara delalet etmiş olması dikkat çekmektedir.
Kuran’da, din genel anlamıyla bütün inanç sistemlerini de ifade edecek
şekilde kullanılmakla beraber, özel anlamda “din” kavramıyla kastedilen
İslamiyet’tir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
“Kim, İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla
kabul edilmeyecek ve o, ziyan edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 3/85)
“…İbrahim’in, Allah’ı bir tanıyan dinine tabi olan kimseden dince daha güzel
kim vardır.” (Nisâ, 4/125)
“Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için
din olarak İslam’ı beğendim.” (Mâide, 5/3)
Dinin Kaynağı
Ruh ve bedenden mürekkep insan, yaratılışı itibarıyla dine muhtaçtır. Ruhi
melekeleriyle oldukça gelişmiş, derin ve karmaşık bir yapıya sahiptir. Bu yüzden
insan, evrende görünen ve görünmeyen her şeye, hatta fizik ötesi âlemlere ilgi
duyar. Fiziki yapısı bakımından oldukça mükemmel bir mekanizmaya sahip
olmasına karşın, diğer canlılara göre daha savunmasız ve donanımsızdır. Diğer
canlılar hayatlarını sürdürebilmek için az şeye ihtiyaç duyarken, insan neredeyse
var olan her şeye muhtaçtır.
Maddi ve manevi pek çok şeyle irtibatı bulunan, yaşamını sürdürmek için
sayısız şeye muhtaç olan insanın sahip olduğu araç ve imkânlar ihtiyaçlarını
gidermeye yeterli değildir. Diğer yönüyle, birçok tehditle karşı karşıyadır; oysa bu
tehdit edici unsurların tehlikesini savacak donanıma da sahip değildir. Bu sebeple
insan, ihtiyaçlarını görüp sesini işitecek, gereksinimlerini bilip temin edebilecek güç
ve iradeye sahip yüce bir varlığa yönelir, ondan yardım ister. Yine şu evrende insanı
tehdit eden pek çok unsur karşısında sığınacağı, dayanacağı ve güveneceği, her
şeye gücü yeten bir kudrete dua ve niyaz ile iltica etmek zorunda kalır. Tam bu
noktada tanrı kavramı ve din olgusu kendini gösterir. İnsan, umduğuna
kavuşturacak üstün bir güçten dua ile ister; korktuğundan emin edecek bir güce
niyaz ile sığınır. İnsan ruhunun derinliklerinde yer alan bu eğilimler, korku ve umut
duyguları olarak tezahür etmiştir. Bu iki duygu insanda öylesine güçlüdür ki, tarih
boyunca bütün insanların şöyle veya böyle, bir nesne, kişi ya da varlığa kutsallık
atfederek bağlanmasına sebep olmuştur.
İşte olguculuk (pozitivizm) ve maddeciliğin (materyalizm) etkisinde kalan
çağımız bilim adamları, insanın yaratılışındaki bu köklü duygulardan hareketle
dinlerin kaynağını ve gelişim sürecini evrimci (tekamülcü) teoriye göre açıklamayı
tercih ederler. Onlar; arkeolojik, antropolojik ve paleontolojik araştırmalarda elde
ettikleri bulgulara dayanarak dinlerin kaynağı hakkında farklı teoriler ileri sürerler:
Kimi, tarih öncesi toplumlarda insanların doğada muhatap oldukları bazı olay ve
nesnelerin kendi hayatlarında bıraktıkları derin izlerin etkisiyle onlara kutsallık
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
(natürizm) atfettiklerine inanır. Kimi, işleyişini kavrayamadığı olaylar karşısında,
ilkel insanların, çevrelerindeki canlı cansız her varlığı yöneten bir cevherin
(ruh/kişilik) varlığına ve özellikle ölü ruhların bedensiz varlıklarını sürdürdüklerine
olan inancın ise, atalarının ruhlarına tapınma (animizm) kültünü doğurduğunu ileri
sürer. Kimi, ilkel klanlarda insan ile bitki, hayvan vb. varlıklar arasında bir akrabalık,
ruh birliği ve özdeşliğin olduğuna inanılarak o varlıklara kutsallık (totemizm)
verildiğini ve bu inanışların bütün dinlere kaynaklık ettiğini iddia eder.
Evrimci nazariyeyi savunan bilim adamlarına göre dinler, insanların birey ve
toplum olarak benimsedikleri inançlardan ibarettir; tanrı ve dinler insan
muhayyilesinin ürünüdür. Buna göre, kendilerini tehdit eden kontrol edilemez
doğa unsurlarına bir kutsallık vererek onun şerrinden emin olacaklarına; muhtaç
oldukları unsurları da kutsallaştırarak umduklarına ulaşabileceklerine inanmışlardır.
İlk çağlardan günümüze, insanlar, içgüdüsel olarak kutsallaştırdıkları şeylerin
etrafında oluşturulan hurafe, asılsız inanç ve kabuller kendilerinin kültür ve
bilinçlerinin takip ettiği çizgiye paralel bir gelişim ile tek tanrılı inanca ulaşmıştır.
Onlara göre, animizmle başlayan din, fetişizm, totemizm, paganizm, politeizm,
düalizm ve monoteizme doğru hareket eden bir evrim geçirerek günümüze kadar
gelmiştir.
Kutsal kitaplar, semavî dinlere mensup düşünürler ve İslam bilginleri, hak
dini benimseme eğiliminin insanlarda fıtri (doğal) olduğunu ifade ederler. Dinin
insanlarda fıtri olduğu Kuran’da şöyle ifade edilmektedir:
“(Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah’ın fıtratına (insanları hangi
fıtrat üzere yaratmış ise ona) çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte
dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm 30/30)
İnsanlarda, her düşmanı alt edecek güce sahip “kadir-i mutlak” bir tanrıya
dayanmak, her ihtiyacı temin edecek ve sonsuz servete malik “rahim-i mutlak” bir
ilaha sığınmak şeklinde kendini gösteren bu fıtri temayül, bilim adamlarının
iddialarının aksine hak dinin varlığının bir kanıtıdır. Çünkü insanların fıtratında yer
alan bu köklü duygu, gerçek bir dinin, hak bir tanrının var olduğunu gösterir.
Nitekim dünyaya gelen her yavrunun, besin ihtiyacını karşılamak için besin
kaynaklarına yönelme içgüdüsüne ve onlardan yararlanmak için gerekli donanıma
sahip olması, dış âlemde bu ihtiyacı giderecek besin kaynaklarının varlığını gösterir.
Kimi bu dürtü sonucu ihtiyacını karşılamayacak (biberon, emzik vb.) bir nesneye
yapışır, kimi gerçek kaynağa ulaşır. Her ne olursa olsun besin kaynağına yönelme
dürtüsü, gerçek bir kaynağın mevcudiyetinin kesin kanıtıdır. İnsanlarda din inancı,
tanrıya inanma ve dayanma fıtri bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç, gerçek bir tanrının ve
dinin varlığını gösterir. İnsanların bir kısmı ancak bu gerçek kaynağa ulaşır; diğerleri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
ise, gerçeğin yerine ikame ettikleri birtakım inanç sistemlerine saplanıp kalırlar.
Yeni bazı bilimsel araştırmalarla elde edilen veriler de kutsal kitapların tezini
destekler niteliktedir. Bu veriler, evrimci bilim adamlarının dinlerin oluşum süreci
hakkında ileri sürdükleri tezlerin tam aksini ortaya koymaktadır. İnsana, yüce bir
varlığa bağlanma ve güvenme fıtratını veren Allah, onun bu ihtiyacını karşılayacak
olan inanç sistemini de vahiy yoluyla ona bildirmiştir. Yani “ahsen-i takvim” üzere
yaratılan insanlar, önce tek tanrılı “tevhit” dinine sahip idiler; daha sonra asli
kaynağından uzaklaşan bu hak din, ilk safiyetini kaybederek hurafelerle dolu “çok
tanrılı dinler” hâline dönüşmüştür. Genelde dinler, oluşum süreçlerinin başında,
mutlak kudret sahibi yüce bir varlık inancını özlerinde barındırdıkları hâlde, tarihîkültürel değişmeler sonucu politeizm, animizm vb. inançlara dönüşmüştür. Bilimsel
verilerde tevhidî dinlere ait izlerin bu muharref dinlerde hâlâ mevcut olduğunu
göstermiştir.
Semavi dinlerin sonuncusu, Hz. Muhammed (s.a.v)’in tebliğ ettiği en
mütekâmil din olan İslam’dır. O, Allah tarafından insanlık âlemine gönderilen son
ilahî kanundur. İslam, kıyamete kadar insanların ruhani ve cismani bütün
gereksinimlerine cevap verecek ve hayatlarını düzenleyecek güce sahip bir
sistemdir. İslam, telkin ettiği inanç esasları, ibadet şekilleri ve ahlak sistemi ile
insanın asli fıtratına dönüşüdür.
İnanç, ibadet, ahkam ve ahlaki değerleriyle bir bütünlük arz eden İslam
dininin dört temel kaynağı bulunmaktadır: Kitap (Kuran), sünnet, kıyas-ı fukaha ve
icma-ı ümmet.
Din ve Edebiyat
Tarih boyunca bütün toplumlarda evrensel bir olgu olarak kendini gösteren
din, insanı her yönüyle kuşatan; onun ahlak, karakter, inanç, düşünce ve
davranışlarını şekillendiren en etkin disiplindir. Kişi, iç dünyası ve dış dünyasıyla
belli değerler çerçevesinde gelişimini tamamlayarak, erdemli ve olgun bir insan
düzeyine din sayesinde ulaşır. Şu hâlde insan; yalnızlık, çaresizlik; korkular, tasalar,
hastalıklar, bela ve felaketler karşısında en büyük umut ve dayanağını dinde bulur.
İnsan, diğer insanlarla ilişkilerinde nasıl davranacağını; evreni nasıl algılayacağını ve
nasıl yorumlayacağını; Allah’a karşı sorumluluklarının ne olduğunu din aracılığıyla
öğrenir.
Toplumların tarih boyunca ürettikleri değerlerde de dinin büyük bir payı
vardır. Mimari, heykeltıraşlık, musiki, resim, edebiyat vb. güzel sanatlara ait
eserlerde; kişi ve yer adları, örf ve âdetler, hukuk ve siyaset, askerlik ve ekonomi
gibi bütün sosyal, kültürel alanlarda dinî öğe ve motiflerin izlerini görmek
mümkündür. Hatta bazı bilim adamlarına göre; mimari, heykel, resim, müzik, dans
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
vb. sanat dalları önce dinî ayinlerden doğmuş, uzun süre tamamen dinî bir etkinlik
olarak devam etmiştir. Bu güzel sanatlar, hâlen de ilhamını doğrudan veya dolaylı
olarak dinden alır, ondan beslenir ve onun etkisiyle şekillenir.
Bunu somut örneklerle açıklayacak olursak, her şeyi hikmet ve maslahat
gözeterek sanatla yaratan Hakîm ve Sâni bir yaratıcıyı kabul eden kişi, bütün
evrenin bir tasarım ve hikmetin eseri olduğunu kabul etmiş olur. Bu bakış açısı,
bütün sanat dallarında düzen, oran, ahenk ve işlevsellik gibi klasik estetik ölçülerin
geçerli olmasını zorunlu kılar. Sözgelimi; İslami dönem klasik edebiyatımızda, nazım
ve nesir bütün tür ve şekilleriyle belirlenmiş olup sıkı kurallarla disipline edilmiştir.
Vezinde uzun-kısa, açık-kapalı heceleri esas alan ritimli, ahenkli ve armonik
oluşuyla öne çıkan aruz kabul edilmiştir. Kafiyesiz şiirin olabileceği akla
getirilmemiş, kafiye de kesin kurallarla sınırlandırılmıştır. Edebî sanatlar, teorik
altyapılarıyla kesin çizgiler hâlinde ortaya konmuş ve titizlikle uygulanmıştır. Klasik
edebiyatımızdaki kaside, gazel, mesnevi, rubai vb. nazım şekillerinin; biçimleri,
içerikleri, işlevleri gibi özellikleriyle, hatta divanların içindeki hiyerarşik
makamlarıyla kurallara bağlanmış olması hiçbir şeyi tesadüfe bırakmayan bu tevhit
inancının bir sonucudur. Bütün bunlar, hayatın en uç detayını oluşturan bir sanat
faaliyetinde bile dinin, ne denli köklü ve kesin etkilere sahip olduğunu gösterir.
Güzel sanatlar içinde din ile en çok irtibatlı olanı kuşkusuz edebiyattır. Zira
insanlığın ilk edebî ürünlerinin dinî ayinlere, ibadet ve dualara dayandığı
bilinmektedir. İnsanlar tanrıya yalvarırken, çaresizliklerini itiraf ederken, onu tazim
ederken, ondan bir şey isterken edebî değere sahip, şiirselliği bulunan ezgili ve
ritimli sözler kullanmışlardır.
Dinlere ait kutsal metinlerin pek çoğu aynı zamanda edebî değere sahip
metinlerdir. Özellikle İslamiyet’in kutsal kitabı Kuran’ın en önemli özelliklerinden
biri icazıdır; yani insanların bir benzerini ortaya koymaktan aciz oldukları değerde
belagat ve fesahatin zirvesini temsil eden bir üsluba sahip olmasıdır. Kuran, kutsal
kitaplar arasında edebî değeriyle en mümtaz eser olduğunu beyan etmiş, bizzat bu
yönüyle, muhaliflerine meydan okumuştur. Tarih boyunca da Kuran’ın bu mucizevi
özelliği karşısında beşer aciz kalmıştır.
İslam’dan önce edebiyat ve şiirde önemli bir düzeye ulaşmış olan Araplar,
Kuran’ın etkisiyle edebî yeteneklerini ve onun ürünü olan eserleri daha da ileriye
taşımışlardır. Özellikle Kuran model alınarak edebiyat teorilerinin temeli atılmış,
ulaşabilecekleri en üst düzeye taşınmıştır. Edebiyat dinden iki kanalla beslenir:
Bunlardan ilki, tamamen din (Kuran, hadis)den ve dinî (tefsir, kelam, siyer
vb.) ilimlerden beslenen şair/yazarların dinî heyecanlarının ifadesi olarak kaleme
aldıkları; dini öğretmek, din duygusunu ve heyecanını aşılamak amacıyla ortaya
koymuş oldukları edebî ürünlerdir. Belli bir din bilincine sahip yazar ve şairler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
eserlerini de bu doğrultuda vermeye gayret etmişlerdir. Klasik edebiyatımıza ait
konu ve türler çerçevesinde bu yazar ve şairler tarafından kaleme alınmış birçok
eser bulunmaktadır. “Tevhit, münacat, esma-i hüsna, naat, esma-i nebi, siret-i
nebi, mucizat-ı nebi, hicretname, miracname, mevlid, hilye vb.” pek çok edebî tür
tamamen dinî amaçlarla kaleme alınmış edebî metinlerdir.
İkinci olarak şunu söylemek mümkündür: Dinin edebiyatla ilgisinden söz
edilirken sadece “dinî edebiyat” anlaşılmamalıdır. Dinî bir eğitim ve kültür
ortamında yetişen şair ve yazarların düşünce dünyaları, inanç sistemleri hep dinin
etkisiyle şekillenir. Bu sanatçıların evreni algılama biçimleri, olayları yorumlama
tarzları ve insanlarla olan ilişkilerinin dinî bir perspektife sahip olması kaçınılmazdır.
Eserlerinde dinden hiç söz etmedikleri hâlde, onun dünya ve ahlak görüşünü
paylaşan, fakat dinin propagandasını yapmayan pek çok yazar ve şairin varlığı
unutulmamalıdır.
İslam kültürüyle yetişmiş şairler, kâinatta hiçbir şeyin hikmetsiz ve anlamsız
olmadığına inanırlar. Onların nazarında kâinat, hikmetle dolu bir kitaptır. Bütün
yaratılmışlar ilahî sanat eserlerini “lisan-ı hâl” ile anlatan yazılardır. Mesela,
aşağıdaki beyitlerde şairler, dinî bir duyguyu dile getirmek amacını
taşımamaktadırlar. Şair, bir olay karşısında yoğunlaşan duygularını, bilinçaltına
hâkim olan dinî bakış açısının prizmasından geçirerek dile getirir. Ancak bu, şairin
bilinçli olarak yaptığı bir eylem değildir:
Bu âlem bir kitâb-ı hikmet-endûz-ı hakâyıktır
Me’âlin her kim istihrâc ederse âferin bâdâ
Nabi
*Bu âlem, içinde hikmet barındıran bir hakikatler kitabıdır; anlamını bulup
çıkarana aferin.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
Sevâd-ı mümkinât âsâr-ı sun’ı bî-sühan söyler
Kitâb-ı kâinât esrâr-ı Hakk’ı bî-dehen söyler
Nabi
*Mümkinat (sonradan var edilenler) defteri, (Allah’ın) sanat eserlerini sözsüz bir
şekilde söyler. Kâinat kitabı, Hakk’ın sırlarını ağız olmaksızın söyler.+
Hâl-i âlem ezelî böyle perişân ancak
Kimi handân kimi giryân kimi nâlân ancak
Baki
*Dünyanın hali ezelden böyle perişandır (farklılıklar arz eden, karışık); ancak,
kimi güler, kimi ağlar, kimi(de) inler.]
Ser-â-pâ çeşm-i ibretten geçirdim nüsha-i dehri
İçinde ma’ni-i ârâma dâir bir ibâret yok
Nabi
*Felek/dünya nüshasını baştanbaşa ibret gözüyle inceledim, içinde rahatlık
ifade eder
bir ibare
bulamadım.+
Allah herkesinanlamını
rızkına kefildir;
kimse
rızkından
fazlasını elde edemez. Onun
için kanaat etmek gerekir. Allah neyi dilemişse şüphesiz o olacaktır, kimse onu
engelleyemez. Öyleyse bugünün tasasını, yarının endişesini çekmeye gerek yok:
Yok sende kanaat gözün aç olduğu oldur
Rızkın irişür yoksa eger subh u eger şâm
Ruhi
*Açgözlü olduğun için sende kanaat yok, yoksa rızkın ya sabah gelir ya da
akşam.+
Çün kâr-ı nihânî-i meşiyyet ola ma’lûm
Çekme gam-ı imrûz ile endîşe-i ferdâ
Sami
*İlahî iradenin gizli işlerini nereden bilebilirsin; bugünün tasasını yarının
endişesini çekme.+
Sıdk ile rızâ-dâde-i takdîr-i Hudâ ol
Virme halecân kalbine tedbîr ile asla
Sami
*Allah’ın takdirine gönülden razı ol, tedbir ile asla kalbine heyecan verme.+
TASAVVUF
Tasavvuf kelimesinin kökeni hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ancak
bütün görüşler arasında köken bilimi (etimolojik) açısından kabul edileni, kelimenin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
Tasavvuf tamamen
edepten ibarettir.
Ebu Hafs
“yün” veya “yün elbise” anlamındaki “suf”tan geldiğidir. İslam’ın ilk dönemlerinde,
bazı müslümanlar, saf bir dinî hayat yaşamak için dünya ve lezzetlerinden uzaklaşır;
züht ve takvayı ilke edinerek fakir halkın giydiği “kaba yün elbiseler” giymeye
başlar. Bundan dolayı “sufi” diye adlandırılırlar. Bu kıyafet zamanla dünyadan elini
eteğini çekmenin bir sembolü hâline gelir.
Aslında bu giysinin Peygamber zamanında da kullanıldığı söylenmektedir.
Çünkü kaynaklarda, Hz. Peygamber ve ashabının tevazu ve zühtlerinin bir delili
olarak “yün elbise giydikleri” ifade edilir. İlk iki asra ait metinlerde rastlanan
“Lebise’s-sûf” (yün elbise giydi) ifadesi, özellikle “dünyayı terk eden ve züht
hayatını benimseyen kişiler” için kullanılır. Zühdün tasavvufa dönüştüğü dönemde
ise bu ibare, “sufi oldu”, anlamını ifade eder.
Terim olarak tasavvufun tanımı şöyledir: Tasavvuf, Kuran ve sünnete uygun
ahlak ve davranışlar edinip Allah’ın rızasını kazanmak; nefis ve kalbin
arındırılmasıyla Hakk’ın tecellilerine mazhar olup ilahî sırlara, manevi hakikatlere
vakıf olmaktır.
Her sufinin kendi meşrebine göre farklı bir tasavvuf tanımı vardır:
Tasavvuf, gerçekleri almak, mahlukatın elinde olan şeylere gönül bağlamamak
ve eşyanın hakikatine bakıp, bilgisini terk etmektir.
Maruf el-Kerhi
Tasavvuf, az yemek, Cenab-ı Hakk’ın huzurunda rahata kavuşmak ve
insanlardan kalben uzaklaşmaktır.
Sehl b. Abdillah et-Tüsteri
Tasavvuf, Hakk’ın seni senden gidermesi ve kendisiyle ihya etmesidir.
Cüneyd el-Bağdadi
Tasavvuf, emeli ihmal ve amele devam etmektir.
Ebu’l-hasan el-Büşenci
İnisiyasyon: Bireyin ruhi
gelişimi için rehber
eşliğinde disipline
edilerek eğitilmesi.
Tasavvuf, yabancı araştırmacılar tarafından genellikle mysticisme (mistisizm)
veya İslam mistisizmi kelimeleriyle karşılanır. Ancak Rene Guenon, tasavvufun
mistisizmle aynı şey olmadığını iddia ederek şöyle der: “Batıya, özellikle
Hıristiyanlığa özgü mistisizm kavramının, doğunun bâtıni (ezoterik) ve irşadi
(inisiyatik) hareketleri için kullanma yanılgısı, doğubilimcilerin her şeyi Batıya ait
bakış açısına indirgeme eğiliminden kaynaklanmaktadır.” (Guenon 2003, I/ 17.)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
Tasavvufun Kaynağı
Tasavvuf hareketi veya anlayışının kaynağı hakkında pek çok şey
söylenegelmiştir. Tasavvufta görülen bazı düşünce, davranış ve metotların Budizm,
Hıristiyanlık, Yahudilik, Yunan felsefesi gibi sistemlerle bir benzerlik arz etmesi,
tasavvufun bunların etkisiyle oluştuğu düşüncesini doğurmuştur. Tasavvufun çıkış
noktasının İslamiyet olduğu, ancak gelişim sürecinde, doğup geliştiği coğrafyada
yüzyıllardır varlıklarını sürdüren din ve mezheplerin etkisinde kaldığı
araştırmacıların çoğu tarafından kabul edilmiştir.
Tasavvuf ismi ve hareketi İslamiyet’in ilk kuşakları (sahabe, tabiin, tebeü’ttabiin) arasında açık bir şekilde görülmez. Ancak o dönemde bu anlayışın nüvesini
oluşturacak münferit eğilimlerin varlığı bilinmektedir.
Tasavvufun temel amacı göz önünde bulundurulduğunda asıl kaynağının
Kuran, sünnet ve erken dönem Müslümanlarının uygulamalarına dayandığı
söylenebilir. Daha sonraki mutasavvıfların uygulama ve metotlarında, Mısır,
Mezopotamya ve Horasan bölgelerinde varlıklarını sürdüren kadim dinlerden,
ezoterik (bâtıni) ve gnostik (sezgi ve tefekkür yoluyla bilgilenmeyi esas alan, irfani)
mezhep ve akımlardan etkilenmiş olmaları mümkündür.
Mutasavvıflar uygulamalarının kaynağı olarak “Cibril” hadisini gösterirler:
Bir gün Resulullah’ın huzurunda oturmakta iken elbiseleri bembeyaz, saçları
simsiyah, üzerinde yolculuğun izleri görülmeyen ve aramızdan kimsenin tanımadığı
bir adam çıkageldi. Resulullah’ın önünde oturdu. İki dizini onun dizlerine dayadı,
ellerini dizleri üzerine koyarak şöyle dedi: “Ya Muhammed, bana İslam hakkında
haber ver.” Resulullah şöyle buyurdu: "İslam, Allah'tan başka ilah olmadığına,
Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik etmen, namazı dosdoğru kılman,
zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman, gücün yettiği takdirde Beytullah’ı
haccetmendir." Adam: “Doğru söyledin.”, dedi. Adama hayret ettik. Hem soru
soruyor, hem de söyleneni doğruluyordu. Yine sordu: “O hâlde bana imandan
haber ver.” Resulullah şöyle buyurdu: "İman, Allah'a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine ve ahiret gününe iman edip hayrıyla, şerriyle kadere de
inanmandır." Adam: “Doğru söyledin.”, dedi. Bu sefer: “O hâlde bana ihsana dair
haber ver.”, dedi. Peygamber buyurdu: “İhsan, Allah'a onu görüyormuşsun gibi
ibadet etmendir. Sen onu görmüyorsan da o seni görür." Sonra o adam geçip gitti.
Bir süre sonra Resulullah buyurdu: "Ya Ömer! O soru soran kişinin kim olduğunu
biliyor musun?" Ben: “Allah ve Resulü daha iyi bilir.”, deyince şöyle buyurdu: "O,
Cibril idi. Size dininizi öğretmek üzere geldi. (Müslim, İman,1; Nesâi, İman, 6)
Mutasavvıflar, bu hadisin nefis terbiyesinde izledikleri seyr ü sülukun bir
özeti olduğunu iddia ederler. İslamı “zahir”, imanı “batın”, ihsanı da “zahir ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
batının hakikati” diye yorumlayan bu sufiler, tasavvufta önemli bir yeri olan
murakabeyi de bu hadise dayandırırlar. Aslında hadiste “Allah’a, onu görüyor gibi
ibadet etmen” diye tanımlanan “ihsan” tam da ilk sufilerin ulaşmak istedikleri
şeydir.
Tasavvufi hareket, uygulama ve düşünce boyutunda ilk başladığı sadeliğinde
kalmaz. Zamanla gelişerek söylem ve uygulamada günden güne, bölgeden bölgeye
değişime uğrayarak geniş kitlelerin ilgisini kazanır. Zamanla toplumun hemen
hemen her katmanını, hatta yönetimleri de etkisi altına alır. Bu toplulukların içinde
yetişen bazı şahsiyetler, zamanla birer manevi otorite hâline gelerek İslam toplumu
içinde birer model hâlini alır.
Bütün çeşitliliğine rağmen tarihî gelişim sürecinde gösterdiği değişim çizgisi
esas alınacak olursa tasavvufu, genel hatlarıyla üç dönemde deüerlendirmek
mümkündür:
1. Züht dönemi: H.II. (M. VIII.) asrın sonuna kadar süren bu dönemde
tasavvufun temel niteliği, maddi değerlerden yüz çevirme ve katışıksız bir dinî
hayatı gerçekleştirme çabasıdır. Hz. Peygamber ve ashabının temsil ettiği saf
dindarlık anlayışı ve ahlaki sorumluluk bilinci, İslam'ın ilk yüzyılı içinde gelişen bu
hareketin özünü oluşturur. Hz. Peygamber’in vefatından sonra iç çekişmeler ve dış
fetihler şeklinde baş gösteren sosyal ve siyasal olayların etkisiyle dünya eksenli bir
yaşam tarzına tepki gösteren insanlar, züht yolunu tercih ederler. Bu zahitler
kendilerini toplumdan soyutlayarak (uzlet/inziva) sade bir hayata yönelirler. Bu
hayat biçimi; zamanla tevekkül (mutlak manada Allah'a teslimiyet), riyazet ve
mücahede (nefsin arındırılmasına yönelik çile ve yoğun ibadet), sabır (belaları
kabullenme, günahlara direnme ve ibadette devamlılık), haşyetullah (Allah’ın
gazabından korkma), aşk (Allah'a duyulan sınırsız sevgi), vera (günah kuşkusu olan
şeylerden uzaklaşma) ve hüzün (geçmişte yapılan iş ve davranışlardan dolayı
pişmanlık, geleceğe duyulan endişe) gibi öğelerle beslenerek zenginleştirilir.
Bu dönemin tasavvuf erbabı; zahit, abit (kulluk eden), nâsik (boyun eğen,
ibadet eden), kurra (okuyan, kendini ibadete veren), bekkaun (Allah aşkıyla
ağlayanlar) ve haifun (Allah'tan korkanlar) gibi adlarla anılırlar. Bu dönemde
tasavvufi hayatı temsil eden bazı zahitler daha sonraki dönemlerde de etkili olmuş,
pek çok mutasavvıf için örnek kabul edilmişlerdir. Bu zahitler şunlardır: Üveyse’lKarani (ö. 37/657), Hasanü’l-Basri (ö.110/728), Caferu’s-Sadık (ö. 148/769),
İbrahim bin Ethem (ö. 161/777), Süfyanü’s-Sevri (ö. 161/777), Şakiku’l-Belhi (ö.
164/7803), Davudu’t-Tai (ö. 165/781), Fudayl bin İyaz (ö. 187/802) ve Rabiatu'lAdeviye (ö. 185/801).
2. Vect Dönemi: H. III. (M. IX.) yüzyılın başından itibaren üç asır boyunca
tasavvuf, sistemleşme sürecine girer. Bu sistemleşme, züht dönemine oranla bir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
farklılaşmayı da beraberinde getirir. Büyük sufilerin yetiştiği bu dönemde,
tasavvufla ilgili birtakım eserler kaleme alınır. Tasavvuf ehlinin düşünceleri, ruhi
deneyimleri sayesinde gelişen tasavvufi hayat biçimi temel ilkeleriyle yazılı hâle
getirilir.
Maruf el-Kerhi (ö.200/815), Seri es-Sakati (ö.251/865), Haris el-Muhasibi
(ö.243/857), Cüneyd el-Bağdadi (ö.296/909) gibi büyük şahsiyetler, Irak bölgesinde
tasavvuf adıyla İslam’ın daha samimi duygularla yaşanması için çaba gösterirler.
Horasan bölgesinde ise, Hamdun el-Kassar (ö.271/884) melâmet adı altında bu dinî
yaşantının farklı bir yorumunu ortaya kor. Ebu Hafs (ö.270/883), Ahmed b.
Hadraveyh (ö.240/854) ve Şah Şuca-ı Kirmani (ö.276/889) gibi Horasanlı sufiler ise,
daha çok fütüvvet ve mürüvvet kavramlarında yoğunlaşırlar. Melameti savunanlar
ihlas ve riya konusuna vurgu yaparken, fütüvvet ehli ise özellikle insan şahsiyeti
üzerinde dururlar.
Bu dönemde tasavvuf, yalın ve sade olmakla beraber derin ve anlamlı bir
manevi yaşam biçimidir. Geniş ölçüde uygulamaya dayanan bu tasavvuf anlayışının
nazari yönü oldukça sınırlıdır. Bu dönem sufileri; hâl, makam, his, varidat gibi daha
çok vect hâlinin bir sonucu olan ve din psikolojisi açısından büyük önem arz eden
ruhi ve kalbî bir hayat tarzını vurgulu bir şekilde ön plana çıkarırlar.
Bu döneme ait tasavvufi söylem ve öğretilerde felsefe ve kadim kültürlerin
etkisi oldukça azdır. Ancak sufilerin manevi tecrübelerinden ve bu tecrübelerle ilgili
yorum ve ifadelerinden ortaya çıkan bir tasavvuf felsefesi de oluşmuştur. Sufilerin
bireysel deneyimleri sonucu ortaya koydukları bu özgün felsefe ve yaşam biçimi,
özde İslami geleneğe bağlı kalmıştır. Bundan dolayıdır ki, bu sufiler başta İbn
Teymiyye (ö. 728/1328) ve İbnü’l-Kayyim (ö. 691/1299) olmak üzere bu hareket ve
düşüncenin bazı yönlerini sert bir şekilde eleştiren fakihler tarafından da saygı ve
takdirle karşılanmıştır.
Bu dönemde, tasavvufla ilgili olarak kaleme alınan ve sonraki dönem
mutasavvıflarının referans aldıkları eserlerden en tanınmışları şunlardır:
Theos (Tanrı) ve sophia
(bilgelik) kelimelerinden
türetilen teosofik,
tanrının bilgisine
ulaşma yolu demektir.
Haris el-Muhasibi (ö. 243/857) er-Riaye li-hukuki’llah, Cüneyd el-Bağdadi
(ö.297/909) Resail, Sehl b. Abdullah et-Tüsteri (ö. 283/896) et-Tefsir, Hakim etTirmizi (ö. 320/932) Hatmü’l-velaye, Hallac-ı Mansur (ö. 309/921) Kitabu’t-tevasin,
Ebu Nasr es-Serrac (ö. 378/988) el-Lum’a, Kelabazi (ö. 380/990) et-Taarruf, Ebu
Tali el-Mekki (ö.386/996) Kutu’l-kulub, Kuşeyri (ö.465/1072) er-Risale, Hücviri (ö.
470/1077) Keşfu’l-mahcub, Gazzali (ö. 405/1111) İhyau Ulumi’d-din.
3. Teosofik Dönem: Tasavvuf, önceki dönemlerde daha çok bir manevi hayat
tarzı olarak ön plana çıkmıştı. Bu dönemde ise tasavvuf, ilke, kural ve yöntemleri
bakımından sistematik bir yapıya kavuşmuştur. Ayrıca tasavvufi hareketler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
örgütlenerek kurumsallaşır. Tasavvuf sistemleştirilirken çözüm bekleyen sorunlar
ve cevabı aranan sorular bir arayışı zorunlu kılmıştır. Bu sorunlar çözüme
kavuşturulurken ve sorular cevaplandırılırken zaman zaman kadim kültürlere ve
Yunan felsefesine başvurulmuştur. Böylece tasavvufun hem uygulamaya ait
prensipleri hem de onların teorik altyapıları belli bir oranda bu kadim geleneklerin
etkisi altına girmiştir. Aslında bu etkiler, İslam dini tarafından reddedilmeyen ve
onun temel değerleriyle çelişmeyen öğeler olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla bu
yeni unsurlara Kuran, sünnet ve ilk dönem Müslümanlarının uygulamalarında
referans bulmaya özen gösterilmiştir. Bu kavramlar için kullanılacak terimler de
yine İslami gelenekten alınmıştır.
.
Bilal KEMİKLİ,Dost İlinden
Gelen Ses
Bu dönemde mutasavvıfların iki temel sorun üzerinde yoğunlaştıkları
görülür. Bunlardan ilki bilgi nazariyesi (marifet, epistemoloji); diğeri ise, varlık
nazariyesi (vücut, ontoloji)dir. Duyu ve akıl ile elde edilen bilginin yetersizliğine ve
yanıltıcı olduğuna inanan sufiler, sezgi yoluyla, onların ifadesi ile kalp ve ruha gelen
ilham, işrak ve feyizle elde edilen bilginin daha sağlıklı olduğunu kabul ederler.
Buna ulaşmanın usulü ise nefsin arındırılması, kalbin tasfiyesi ve ruhun inkişafıdır.
Bunlar da ancak dünya sevgisinden, nefsin heva ve hevesinden, günahların
lekesinden uzaklaşmakla gerçekleşir. Kendi nefislerini hakikatiyle tanıyabilmek;
evrenin, yani kesretin asıl mahiyetini öğrenmek, Allah’ın zatı, isim ve sıfatları
hakkında gerçek bilgiye ulaşmak için “ilm-i ledün” de denen bu sezgisel bilgiye
ulaşmak gerekir. Bunun yöntem ve yorumları hakkında mutasavvıflar arasında pek
çok farklı eğilimler belirir.
Diğeri ise, varlık (ontoloji) sorunudur. Mutasavvıfların, özellikle İbn Arabi’nin
bu soruna getirdiği yorum, bir derece “Yeni Eflatunculuk”un etkisindedir. Onların
“vücud-ı mutlak” ve evrenin oluşumunda kabul ettikleri “sudur nazariyesi” model
alınarak, Kuran’daki “halk ve ca’l” kavramlarının yerine; “tecelli ve feyiz” nazariyesi
geliştirilmiştir:
Allah, ezeli ve ebedi olup vücudu zorunlu (vacibü’l-vücud)dur. Zatında hiçbir
şeye muhtaç değildir. O, isim ve sıfatlarıyla gizli bir hazine idi. O vardı, başka bir şey
yoktu. Şu görünen âlemdeki (âlem-i şahadet) nesneler, ilmî suretleriyle, yani a’yanı sabite denen potansiyel varlıklarıyla onun zatında meknuz (gizli, saklı) idi. Kemal
ve cemalini görmek ve göstermek istedi. İşte Cenab-ı Hakk’ın bu “aşk-ı zati”si,
âlemin yaratılmasına sebep oldu. Bunun üzerine kâinat aynasında tecelli etti, yani
zatında bâtın (gizli) iken kâinatla zahir oldu. Aynada yansıyan her suret nasıl bir
gölge, bir görüntüden ibaretse, kesret (tek olan mutlak varlığın aynalardaki farklı
görüntüleri) denen bütün bu şeyler de gerçek varlıklar olmayıp birer hayalden
ibarettir. O, kesintisiz bir şekilde şahadet âleminin sayısız suretlerinde tecelli
etmektedir. Suretlerden başka bir şey olmayan evren, bu tecelli ile her an yeniden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
tezahür eder. Cenab-ı Hak bir an tecelli etmemeyi dilese, aslında birer görüntü ve
suret olan bütün bu varlıklar mutlak yokluğa düşer.
Mutasavvıflar tecellinin keyfiyeti ve safhaları hakkında farklı görüşler ileri
sürerler. Bu tecelli ve feyiz, çeşitli merhalelerden geçerek kemale erer. Genelde
tecellinin; “gayb-ı mutlak, ceberut, melekût, şehadet ve insan-ı kâmil” olmak üzere
beş mertebede tahakkuk ettiği kabul edilir. Bu insan-ı kâmil mertebesi diğer dört
mertebeyi de içerir. Bütün kâinatta ayrıntılı ve dağınık (tafsilen) bir şekilde tecelli
eden isim ve sıfatları bir noktada temerküz edip insan olarak tezahür etmiştir.
İnsan görünürde küçük bir âlem (âlem-i asgar), özünde ise büyük bir âlem (âlem-i
ekber)dir. İnsan, hem kâinatın küçük bir kopyası hem de yaratılış ağacının (hilkat
şeceresi) en mükemmel bir meyvesidir. İnsan, iniş zincirinin (kavs-i nüzul) son
halkasıdır.
İnsanlar, mutlak anlamda çok değerli ve yüce olmakla beraber hepsi aynı
derecede değildir. Sufiler insanı üç gruba ayırırlar: Son mertebeye varan kâmil
insan, seyr ü süluka başlamış insan (salik), bunların dışında ve henüz yola girmemiş
(dalalette) olan insan. Kamil insan mazhar olduğu tecellilerin farkında olup
yaratılışında taşıdığı aşk ile Hakk’a kavuşmak için dönüş yoluna (seyr ilallah) girer.
Önce dalaletten, masivadan (Allah’tan başka her şey), her türlü dünyevi
bağlantılardan, benlikten (ene) kurtularak nefsine hâkim olması gerekir. İşte insan,
bütün bu merhalelerden geçerek fenafillah ve bekabillah makamına ulaşarak
dönüş zincirinin (kavs-i uruç) halkalarını tamamlamış olur.
Sevgiliyi anarak sürekli
şarap içtik.
Onunla sarhoş olduk,
daha üzüm bağı
yaratılmadan.
İbn Farız
Salik, Hakk’a giden yola (seyr ü süluk) girince önünde en büyük engel olan
nefsini, masivayı gerçek mahiyetiyle tanıması gerekir. İlme’l-yakin ve ayne’lyakinden hakka’l-yakine ulaşan bu bilgi, kalp ve nefsin arınmasından sonra ilham,
müşahede ve varidat ile kazanılan marifettir. Bu bilgi, salikin manevi âlemlerdeki
bireysel tecrübe ve müşahedesine dayandığı için kişiden kişiye değişiklik arz eden
bir öznelliğe sahiptir. Sufilerin nefis ve evren hakkındaki ontolojik (varlık bilgisine
dair) açıklamaları bu ruhi deneyim ve müşahedelerinin ürünü olduğundan biri
diğerine uymaz. İbn Arabi’nin de varlığın birliği üzerine söyledikleri bu tür bir
tecrübenin felsefi formda ifade edilmesinden ibarettir.
Hakk’a yöneliş yolunda, salik için en büyük araç aşktır. Çünkü tecellinin ilk
sebebi aşk idi, yine insanı vuslata götürecek olan da aşktır. Mutasavvıfların, hadis-i
kutsi olarak sıkça referans gösterdikleri, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim.
Onun için kâinatı yarattım.” (el-Acluni, 1352, 2/132) sözü, mutlak cemal sahibi olan
Cenab-ı Hakk’ın, mutlak hüsün ile mutlak aşkı birlikte zatında barındırdığını ifade
eder. Hüsün ile aşkın ehadiyet makamındaki bu birlikteliği kâinatta ayrıntılı bir
şekilde, insanda ise öz olarak tecelli etmiştir. Parça bütüne iştiyak duyduğu gibi, bu
aşk da aslına özlem duyar. İnsan, ilkin kâinatta somutlaşmış cüzi güzellikleri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
farkeder. Riyazet ve mücahede ile nefsi arınıp kalbi aydınlanınca eşyanın hakikatini
görür, o güzellerin ve güzelliklerin aslında birer gölge ve görüntüden ibaret
olduğunu idrak eder. Mutlak ve mücerret hüsne yönelir, gerçek aşkı bulmuş olur.
Tasavvufi düşüncede aşk, insanın bütün benliğini kuşatarak sadece maşuka
odaklanmasını sağlayacak yegâne duygudur. Gerçek aşk, insan ruhunun Allah’a
karşı duyduğu şiddetli iştiyaktır.
Aşk hakkındaki bu tasavvufi yorumlar şiirlerde mazmun olarak sık sık
kullanılmıştır. Aşkın bu yorumu divan şairlerinin dilinde şöyle ifadesini bulmuştur:
Yâr kendin görmeğe âyîne îcâd eylemiş
Sûret-i îcâd-ı âlemden bu ma’nâdır garaz
Fuzuli
(Âlemin yaratılış suretinden maksat şu manadır: Sevgili kendisini görmek
için ayna icat etmiş.)
Kendi hüsnün hûblar şeklinde peydâ eyledin
Çeşm-i âşıktan dönüp sonra temâşâ eyledin
Yenişehirli Avni
(Kendi güzelliğini güzeller şeklinde ortaya koydun, sonra dönüp aşığın gözünden
kendi güzelliğini seyrettin.)
Çünki sen âyîne-i kevne tecellâ eyledin
Öz cemâlin çeşm-i âşıktan temâşa eyledin
Yenişehirli Avni
(Sen, kainat aynasına tecelli edince kendi güzelliğini aşığın gözünden seyrettin.)
Tasavvufun kazandığı bu yeni biçim, fakihler tarafından şiddetli bir eleştiriye
tabi tutuldu. Kimi mutasavvıflar zındıklıkla suçlanarak cezalandırılsa da bu tasavvuf
anlayışı gelişimini sürdürerek felsefi bir niteliğe büründü. Özellikle Muhyiddin İbn
Arabi’nin (ö. 637/1239) geliştirdiği varlığın birliği (vahdet-i vücud) öğretisi,
öğrencisi ve evlatlığı Sadreddin Konevi’nin (ö. 673/1274) yorumlarıyla sistematik
hâle geldi. Tasavvufun bu yeni oluşumuna katkıda bulunan mutasavvıfların önde
gelenleri şunlardır: Feridüddin Attar (ö.620/1220), Mevlana Celaleddin Rumi (ö.
672/1273), Sadreddin Konevi (ö. 673/1274), Fahreddin Iraki (ö.688/1493),
Abdulkerim el-Cili (ö.805/1402), Kemaleddin Kaşani (ö.730/1330), Şebüsteri (ö.
720/1320), Abdullah Bosnavi (ö. 1054/1644).
Sufi şairler tarafından büyük bir coşkuyla işlenen bu varlığın birliği (vahdet-i
vücud) anlayışına yöneltilen şiddetli eleştiriler ikinci bir anlayışın gelişmesini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
Allah ki mucid-i
cihandır.
Bin türlü nikaptan ıyandır
Kesrette hezar renge
girmiş
Her mazhara başka reng
vermiş
Muallim Naci
sağladı. İslam’ın değer yargıları açısından yeniden yorumlanan bu kurama (vahdet-i
vücud) alternatif olarak, görülenlerin birliği (vahdet-i şuhud) anlayışı geliştirildi.
Birinciler düşüncelerini “Lâ mevcûde illa hû: Ondan başka mevcut yoktur.” sözüyle,
ikinciler de “Lâ meşhûde illa hû: Ondan başka görünen yoktur” ibaresiyle formüle
etmiştir. Bu anlayışın en önemli temsilcisi İmam Rabbani’dir (ö. 1034/1625) .
Tasavvuf, H.VI./M.XII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir taraftan
sistemleşerek kuramsal gelişimini tamamlarken, öte yandan kurumlaşma,
örgütlenme sürecine girer. Sufilerin çeşitli farklılıklarla ortaya koydukları kural ve
yöntemleri, yavaş yavaş genellikle kendi adlarıyla anılan tarikatlara dönüşür.
Tasavvufun geniş halk kitleleri arasında daha etkin ve daha hızlı bir biçimde
yayılmasını sağlayan bu tarikatlar, varlıklarını tüm İslam dünyasında günümüze
kadar sürdürdüler. Tarikat kurucusu sufilerin en ünlüleri şunlardır: Abdulkadir
Geylani (ö. 561/1165, Kadiriye), Ahmet Rıfai (ö. 578/1182, Rıfaiye), Necmeddin
Kübra (ö. 618/1221, Kübreviye), Sühreverdi (ö. 632/1235, Sühreverdiye), Ebu'lHasan eş-Şazili (ö. 632/1273, Şaziliye), Mevlana Celaleddin Rumi (ö. 672/1273,
Mevleviye), Bahaeddin Nakşibend (ö. 791/1388, Nakşibendiye), Hacı Bayram Veli
(ö. 833/1429, Bayramiye).
Tasavvuf ve Edebiyat
Bir hayat tarzı olarak başlayıp felsefi bir yapıya bürünen tasavvufun dile
getirilişi daha çok edebiyat ile gerçekleşir. Felsefe aklı referans alır, bundan dolayı
da mantıksal delil ve kıyaslar üzerine kurulmuş kendine özgü bir dil kullanır.
Hâlbuki sufi, kendi iç dünyasında, farklı bir varlık boyutunda yaşadığı tecrübe
(zevk), vect (aşkınlık) ve müşahedelerini yorumlarken; bunları yaşamayan,
hissetmeyen ve tatmayan kitlelere aktarırken edebiyat/şiir dilini kullanmak
zorunda kalır. Çünkü edebiyat, özellikle şiir, kalbin dilidir; düşünceden ziyade
duyguların ifade biçimidir. Şiir, özel bir iletişim kanalıdır. Şiirin amacı, anlatmak
değil, bir hâli, bir anı hissettirmek, yaşatmaktır.
Mutasavvıflar, öğretilerini geniş halk kitlelerine ulaştırmak ve müritlerine
talim etmek için araç olarak edebiyatı kullanmışlardır. Bir sohbetinde, “Yanıma
gelen dostlar benden hep şiir istiyorlar, yoksa şiir nerde ben nerde.” (Mevlana,
1994: 70.) diyen Mevlana (ö. 672/1273), şiirin bu didaktik amacına dikkat çeker.
Hayat felsefeleri doğrultusunda suretten çok manaya, biçimden çok içeriğe
önem veren sufiler, çoğu zaman edebiyatın ifade kalıplarını aşarak anlama
yoğunlaşırlar. Anlam için en uygun kalıp da şiirdir. Sufinin kalbine gelen ilhamlar,
şiir kalıbıyla dile gelir; çünkü şiir ilhamın ifade biçimidir. Bu yüzden şair olmadıkları
hâlde sufilerin çoğu şiir söylemiştir. Bunun en güzel örneği Mevlana, tasavvufi
hayat tarzını benimsedikten sonra şiir söylemeye başladığını şöyle ifade eder:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
Aşkın gönlüme dolduğundan beri
Aşkından başka neyim varsa hep yandı
Aklı, dersi, kitabı hepsini rafa kaldırdım
Ama şiirler, gazeller, rubailer öğrendim
(Mevlana 1997: 465)
Tasavvuf düşüncesi ve hareketine yön veren büyük sufilerin neredeyse
tamamı, edebiyat ve şiire ilgi duymuştur. Arapçada Hallac-ı Mansur (ö. 309/921),
İbn Farız (ö. 395/1004), İbn Arabi (ö. 638/1240); Farsçada Baba Tahir (ö.
410/1019), Senaî (ö. 525/1131), Attar (ö. 625/1223), Mevlana (ö. 672/1273),
Fahrettin-i Iraki (ö. 688 /1289), Cami (ö. 898/1492); Türkçede Ahmed Yesevi (ö.
562/1166), Yunus Emre (ö. 720/1320), Yazıcıoğlu Ahmed (ö. 855/1451), Eşrefoğlu
Rumi (ö. 874/1469), Sunullah Gaybi (ö. 1087/1676), Niyazi-i Mısri (ö. 1150/1737)
vb. sufiler tasavvufi edebiyatın temellerini atarak bu edebiyatın dilini inşa
etmişlerdir.
Edebiyatın mensur (düz yazı) formlarının yanı sıra manzum (şiir) formlarının
tamamını kullanan sufiler, nazmın sadece tasavvufa özgü menakıpname,
fütüvvetname, hikmet, devriye, şathiye, nefes gibi şekil ve türlerini de
kullanmışlardır. Şekillerle meşgul olmayan sufiler, aruzu hece ile, gazeli koşmayla,
mesneviyi mani ile buluşturmuşlardır.
Kalbî ve ruhi tecrübeleriyle mana âleminde elde ettikleri bâtıni (ezoterik)
bilgileri ifade etmede dilin ve muhatapların yetersizliğinden kaynaklanan zorluklar
sufileri, sembolik bir dil kullanmaya mecbur etmiştir. Özellikle ilahî aşk düzleminde
yaşananlar ve hissedilenler dile getirilirken reel dünyanın kavramları tercih
edilmiştir. Tezkiretü’ş-şuara yazarı Latifi bu durumu şöyle ifade eder:
“Şairlerin kullandıkları def, ney, maşuk, mey vb. söz ve istiareleri görüp de şarap
ve güzeli betimledikleri zannedilmesin. Tarikat erbabı ve hakikat ehli yanında,
her sözün bir manası, her ismin (gösterge) bir müsemması (gösterileni), her
söylenenin bir tevili (yorumu), her tevilin bir temsili olur. Sözleri zahiren
güzellerin evsafı gibi görünür amma hakikatte yüce yaratıcıya hamd ü senadır.”
(Latifi 2000: 83).
Burada iki kavram ön plana çıkar: Hüsün/güzellik ve aşk. Bu iki kavram
çevresinde mazmun ve mefhum diye adlandırılan birtakım semboller oluşur. Bu
semboller, aşk ve şarap şiirlerinden alınan kavramlara tasavvufi anlamlar
yüklenerek elde edilmiştir. Bu tasavvufi semboller, durağan (statik) değil değişken
(dinamik) bir yapıya sahiptir. Tasavvufi şiirlerde mazmun ve mefhum olarak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
karşımıza çıkan bu sembollerin, bağlamına göre farklı gösterilenlerin göstergesi
olarak kullanıldıkları göz ardı edilmemelidir.
Hüsün için, cinsiyet gözetilmeksizin insan güzelliği model kabul edilir. İnsana
ait güzellik unsurları da ilahî tecellilerin mertebe ve dereceleri için birer
gösterge/sembol olarak kullanılır. Mutasavvıf olmayan şairlerin de sıkça
başvurdukları bu mazmunlardan en yaygın olanları şunlardır:
bazû: Bilek; ilahî irade ve kudretin
zuhuru.
bûs: Öpmek, suri ve manevi kelamın
keyfiyetini kabul ve bu yeteneğe
sahip olma.
bûse: Öpücük, batının feyiz ve
cezbesi.
büt: Put, sevgili, nefs-i emmare;
vahdet; salikin mana aleminde
yaşadığı hâller.
bütgede: Puthane; mabet; tekke;
mecazi aşktan kurtulamamış salikin
kalbi.
cânân: Sevgili; kayyum sıfatı.
cemâl: Güzellik; yüz; vahdet makamı.
çâh-ı zekan/zenah: Çene çukuru;
müşahede sırlarının anlaşılmazlığı.
çehre: Sima; maddedeki tecelliler.
çehre-i gülgun: Gül renkli sima; ilahî
tecelli nurlarının zuhuru.
çeşm: Göz; Allah’ın basar ve cemal
sıfatı.
çeşm-i ahû: Ceylan gözü; salikin
istidraçtan hâli olmayan makamı,
kusurlarının örtülmesi.
çeşm-i mest: Mahmur bakış; salikin
mazhar
olduğu
ilahî
hâllerin
gizlenmesi.
dehan: Ağız; Hakk’ın konuşması.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
dîde: Göz; Hakk’ın her şeye ıttılaı.
dilber: Sevgili;
tutukluluk) hâli.
kabz
(manevi
dildâr: Sevgili; bast (manevi inkişaf)
hâli.
ebru: Kaş; salikin manevi düşüşü;
ehadiyet ve cemal sıfatı.
gabgab: Gerdan; ilahî işaretin zevki,
hazzı.
gisû: Saç; zat-ı ehadiyetin sıfatı.
had: Yanak; ilahî tecellinin aynaları.
hâl: Yüzdeki siyah nokta, ben; zat-ı
ilahî; hakiki vahdet noktası; günah
karanlığı.
ham-ı zülf: Saç kıvrımı; ilahî sırlar.
hat: Yüzdeki ince tüyler, ayva tüyleri;
gayb alemi.
işve: Cilve; cemal tecellisi.
kad: Boy; Hakk’ın salike tecellisi.
la’l: Kırmızı dudak; dervişin gönlü.
leb: Dudak; kelam; hayat sıfatı.
maşuk: Sevgili; Allah.
mû-miyân: İnce bel; tarikatin ince
sırları.
sîb-i zenah: Çene; ilm-i ledün.
zülf: Saç; kesret.
18
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
Aşkın ruhi ve fiziki etkileri şarabın etkisi (sekr: sarhoşluk) ile özdeştirilerek
“aşk” kavramı için “şarap” kelimesi sembolleştirilir. Bu sembol, sarhoşluk ve
meyhane kavramları çevresinde yeni mazmunların oluşmasını sağlar. Aşk kavramı
çevresinde oluşturulan sembollerden en yaygın olanları şunlardır:
bade: Şarap, sülukun başındaki aşk.
humâr:
Sarhoşluk;
bade-fürûş: İçki satan, mürşid
makamından isteyerek dönmek.
câm: Kadeh; âşıkın kalbi; hâller.
humhane:Şarap mahzeni; tecellilerin
cür’a: Kadehin son yudumu; tortu;
inişi; salikin kalbi.
salikten gizlenen sırlar, makamlar.
kadeh: Âşığın kalbi; cezbe.
hammâr:Meyhaneci; insan-ı kamil;
mest: Sarhoş; cezbe, coşkunluk, vect
salik; âşık; mürşit.
hâli.
harabât: Viranelik; alem-i nasut;
mey:
tekke; beşeriyetin perişanlığı.
meydana gelen zevkler, aşk hâli.
hum: Şarap küpü; âşığın kalbi.
meykede: Meyhane; tekke; gönül;
Şarap;
salikin
vücut
kalbinde
manevi sığınak.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
meyhane: Tekke; salikin marifetle
sâki: Mürşit; mana âlemine yol
dolu kalbi.
gösteren ve teşvik eden.
muğbeçe: Meyhaneci yamağı; mürit.
sak-i bezm-i elest: Elest meclisinin
pîr-i
sakisi; Allah.
mugân:
Ateşgede
rahibi;
meyhaneci; mürşid-i kamil.
sekr: Sarhoşluk; cemal tecellileriyle
peymâne: Kadeh; gayb nurlarının
kendinden geçme.
müşahede edildiği yer.
şarap: İlahi aşk; aşkın coşkusu.
piyale: Kadeh; sevgili.
şaraphane: Âlem-i melekut; arifin
sagar: Kadeh; arifin gönlü; gayb
şevkle dolu bâtını.
nurlarının müşahede edildiği yer.
şürb: İçme; keşf ve tecelli sonucu
oluşan haz.
Örnek beyitler:
Çıktım erik dalına anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıdı der ne yersin kozumu
Erik, şeriat; üzüm, tarikat; koz (ceviz) ise hakikattir. Bostan sahibi mürşid-i
kâmil, müridin şeriat ağacından tarikat meyvesini yemeye kalkışmasına
kızıyor. Beyitte, her bilgi ve marifete ulaşmanın kendine has bir yolu olduğu
vurgulanmaktadır.
Yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez
Münafıklar elinden örter mana yüzünü
Görünürde anlamsız olan bu sözler hakikatte ilahî sırları barındırmaktadır.
Güzeller, namahremlerden gizlenmek için yüzlerine peçe örttükleri gibi, ehil
olmayandan korumak için bu ince manalar sembollerle perdelenmiştir.
(Tatçı 2005)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
Esrâr-ı kâinâta ezel cür’adân iken
Ben hânkâh-ı aşkda hayran idüm sana
Hayali
*Ezel, kâinatın esrarına hokka (esrarın konduğu kap) iken ben aşk tekkesinde
sana hayran idim.]
Esrar, sırlar ve uyuşturucu madde; cür’adan, esrar vb. maddelerin saklandığı
hokka, kap; hankah, tekke; hayran, beğeniyle seyretmek, esrar komasına
girmek demektir. Sufiler, Allah, “elest” meclisinde cemalini gösterdiğinde
ruhların bu olağanüstü güzellik karşısında kendilerinden geçerek sarhoş ve
hayran olduklarına inanır. İşte şair bu durumu, esrar ile ilgili kavramları
kullanarak anlatır: Allah’ın cemal sıfatının, kesret denen kâinatta henüz tecelli
etmediği ve gizli olduğu “ezel” gününde, kaptaki esrarı kullanmadan komaya
giren kişi gibi ben de aşk makamında sana hayrandım.
(Şentürk 1999)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Özet
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
•Yaratılışı itibarıyla İnsan, yüce bir tanrıya inanma eğilimindedir.
Bunun bir sonucu olarak, ya hak bir dine ya da, onun yerine ikame
edilen herhangi bir inanışa bağlanır.
•Dini daha derinden ve samimi duygularla yaşamak isteyen insan,
bireysel ruhi tecrübeye dayanan, gizemli bir hayat biçimini arar. Duygu
ekseninde gelişen bu yaşam biçimi, aşkın (transandantal) hâlleri ve
davranış biçimleriyle kendisine özgü uygulamaları, ilke ve kuralları
bulunan kurumları oluşturur. İslam kültürü dairesinde gelişen bu
düşünce ve kurumlara genel olarak tasavvuf denir.
•Din ve tasavvufun toplum üzerindeki etkisi tartışılmazdır. Bu
kurumların, birey ve toplulukların duygu, düşünce, davranışlarından
bilinçaltlarına kadar uzanan köklü etkileri bulunmaktadır. Bu etkilerin
sanat ve kültür alanına yansıması kaçınılmazdır.
•Din ve tasavvufun güzel sanatlar içinde en çok ilgili olduğu alan
edebiyattır. Öğretilerin geniş kitlelere ulaştırılması ve sonraki nesillere
aktarılması için edebiyat en uygun kanaldır. Tasavvuf kültürü dairesinde
yetişen pek çok şair ve yazar, geliştirdikleri sembolik bir dil ile duygu ve
heyecanlarını dile getirmişlerdir. Hatta dinî olmayan konuları işleyen
(profan) şairlerin, şiirlerine bir derinlik ve gizemlilik kazandırmak için bu
tasavvufi sembolleri kullandıkları görülmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi “din” kelimesinin anlamlarından değildir?
a) Ceza
b) Saltanat
c) Kıraat
d) İtaat
e) Millet
2. İnsan ile hayvan ve bitki gibi varlıklar arasındaki ruh özdeşliğine dayanan
inanış aşağıdakilerden hangisidir?
a) Natürizm
b) Materyalizm
c) Totemizm
d) Animizm
e) Pozitivizm
3. Ataların ruhuna tapınma kültüne ne ad verilir?
a) Paganizm
b) Totemizm
c) Monoteizm
d) Şamanizm
e) Animizm
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
4. Tasavvuf kelimesi aşağıdakilerden hangisinden türemiştir?
a) Safa
b) Suffe
c) Suf
d) Sofos
e) Saff
5. Sufilerin benimsedikleri
hangisidir?
hayat
tarzının
kaynağı
aşağıdakilerden
a) Yunan felsefesi
b) İslamiyet
c) Yahudilik
d) Budizm
e) Hıristiyanlık
6. Aşağıdakilerden hangisi tasavvuf hakkında doğru değildir?
a) Katışıksız bir dinî hayat yaşamaktır.
b) Manen yükselerek Tanrı ile bütünleşmektir.
c) Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmaktır.
d) Dünya lezzetlerini terk etmektir.
e) Eşyanın hakikatini bilip, bilgisini terk etmektir.
7. Varlığın birliğini savunan ve bunu “Lâ mevcûde illâ hû” formülü ile ifade
eden tasavvufi düşünce hangisidir?
a) Melamilik
b) Vahdetü’l-vücud
c) Mistisizm
d) Vahdetü’ş-şuhud
e) Egzoterizm
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
8. Tasavvufi bir terim olan “Kavs-ı nüzul” aşağıdakilerden hangisini ifade
etmektedir?
a) Kâinatın yaratılış evrelerini
b) Salikin seyr ü sülukta takip ettiği yolu
c) Ayetlerin nüzul sırasını
d) Tarikattaki örgütlenmenin düzenini
e) Sufilerin kalbine ilhamın inişini
9. Tasavvuf şairleri neden sembolik bir dil kullanma ihtiyacını duymuşlar?
a) Şiirlerini gizemli hâle getirmek
b) Geniş kitlelerin dikkatini çekmek
c) Öğretilerini daha anlaşılır kılmak
d) Ruhi tecrübelerden kazandıkları bâtıni bilgileri başka türlü ifade
edememek
e) Kendilerini farklı göstermek
10. “Şarap” kelimesinin tasavvuf
aşağıdakilerden hangisidir?
edebiyatında
ifade
ettiği
anlam
a) Sevgiliye duyulan aşk
b) İlahi nurların kalbe gelmesi
c) Alkollü içecekler
d) İlahi aşk
e) Dünya sevgisi
Cevap Anahtarı
1-c, 2-c, 3-e, 4-c, 5-b, 6-b, 7-b, 8-a, 9-d, 10-d
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
YARARLANILAN KAYNAKLAR
el-Aclunî, İsmail b. Muhammed, (1352), Keşfü’l-hafâ ve Müzîlü’l-ilbâs: Beyrut.
Algül, Hüseyin vd., (1998), İlmihal-İman ve İbadetler: İstanbul:
Eliot, Thomas Stearns, (2007), Edebiyat Üzerine Düşünceler: İstanbul.
Gener, Cihangir, (2007), Ezoterik-Batınî Doktrinler Tarihi: Ankara.
Gibb, E.J.Wilkinson, (1999), Osmanlı Şiir Tarihi, (Çev. Ali Çavuşoğlu): Ankara.
Güzel, Abdurrahman, (2004), Dinî Tasavvufi Türk Edebiyatı: Ankara.
Guenon, Rene, (2003), İnisiyasyona Toplu Bakışlar, (Çev. Mahmut Kanık), C.I:
Ankara.
el-Hekim, Suad, (2004), İbnü’l-arabî Sözlüğü: İstanbul.
İz, Mahir (1997), Tasavvuf: İstanbul.
İzutsu, Toshihiko, (2005), İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar, (Çev.
Ahmed Yüksel Özemre): İstanbul.
Kemikli, Bilal, (2004), Dost İlinden Gelen Ses: İstanbul.
Kemikli, Bilal, (2009), Şiir ve İrfan: İstanbul.
Kılıç, Mahmut Erol, (2004), Sufi ve Şiir: İstanbul.
Kırkkılıç, Ahmet, (1994), Başlangıcından Günümüze Tasavvuf: Erzurum.
Köprülü, M. Fuad, (1981), Türk Edebiyatı Tarihi: İstanbul.
Köprülü, M. Fuad, (1976), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar: Ankara.
Kuşeyrî, Abdülkerim, (2009), er-Risâletü’l-Kuşeyriyye fi’t-tasavvuf, (Çev. Dilaver
Selvi): İstanbul.
Latifî, Abdüllatif,(2000), Tezkiretü’ş-şu’arâ, (Haz. Rıdvan Canım): Ankara.
Levend, Agâh Sırrı, (1984), Divan Edebiyatı: İstanbul.
Mevlana, Celaleddin, (1994), Fihi Ma Fih, (Çev. Ahmed Avni Konuk): İstanbul.
Mevlana, Celaleddin, (1997), Mevlana’nın Rubaileri, (Çev. M. Nuri Gençosman):
İstanbul.
Nicholson, R. A., (2004), Tasavvufun Menşei Problemi, (Çev. Abdullah Kartal):
İstanbul.
Rabbanî, (İmam) Ahmed el-Serhendi, (2006), Mektubât: İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
Şentürk, Ahmet Atilla, (1999), Osmanlı Şiiri Antolojisi,: İstanbul.
Şerif, M.Mardin, (1990), İslam Düşüncesi Tarihi, (Haz. Mustafa Armağan): C.I.
Tatçı, Mustafa, (2005), Yunus Emre Şerhleri: İstanbul.
Tümer, Günay, (1994), “Din”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.9: İstanbul.
Vergote, Antoine, (1999), Din, İnanç ve İnançsızlık: İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
TÜRK İSLAM EDEBİYATININ
KAYNAKLARI
• Muhteva Kaynakları
• Tarihsel Kaynaklar
• Biyografik kaynaklar
• Bibliyografik Kaynaklar
TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
Yrd. Doç. Dr. Mehmet GÖKTAŞ
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Türk İslam Edebiyatının Kaynaklarını kavrayabilecek,
• Bu kaynakların edebiyatımız açısından ne kadar
önemli olduğunu anlayabilecek,
• Şair ve yazarların bu zengin kaynaklardan nasıl
ustaca yararlandıklarını görebilecek,
• Sanatkâr ve eseri hakkında hangi kaynaklara
müracaat edilmesi gerektiğini öğrenecebileceksiniz.
ÜNİTE
2
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
GİRİŞ
Türk milletinin, fikrî, edebî ve ideolojik hayatı üzerinde büyük değişiklikler
yapan İslam medeniyeti dönemi, milletimizin ilim, fikir ve edebiyat tarihi açısından
da çok önemli bir dönüm noktasıdır. Nitekim dikkat çekici ilk değişme dilde
olmuştur. Türkler, İslam medeniyetini ve bu medeniyeti tesis eden Kuran’ı çok iyi
anlayabilmek için Arapçayı ve klasik İslami edebiyat dili Farsçayı kısa zamanda
öğrendiler.
İslamiyet’ten sonraki Türk edebiyatında mevzu, tema, kültür ve ideoloji
değişikliği dil değişmelerinden daha fazladır. İslam’ın kabulüne kadar yerli ve kavmî
bir edebiyat yaparak birbirine benzer şifahi terennümler ile yetinen Türkler,
İslamiyet’ten sonra beşerî çehresi, millî çehresinden daha zengin, sosyal ve coğrafî
çizgileri eskisinden daha başka bir edebiyat meydana getirmişlerdir.
Bilindiği gibi, hicri ikinci asırdan itibaren İslami ilimler oluşmaya başladı. Bu
dinin kutsal kitabı Kuran’ın şerh ve izahı için tefsir ilmi, Hz. Peygamberin söz, fiil ve
davranışlarının tespiti için hadis ilmi, Kur’an ve Hadis’e dayalı olarak dünyada
kişinin leh ve aleyhine olan hükümleri bilmesi demek olan fıkıh ilmi ortaya çıktı.
Ayrıca temel inanç esaslarının doğru bir şekilde tespit ve izahı için akaid ve kelam
ilimleri ortaya çıktı ve bu çerçevede farklı görüşlere bağlı olarak ekoller oluştu. Hz.
Peygamber ve ashabının yaşadığı hayata bir özlemin tezahürü olarak tasavvuf,
geniş kitleler üzerinde etki yapan bir fikir ve disiplin olarak sistemleşti.
Türklerin İslamiyet’i kabulünden günümüze uzanan çizgide bu ilimleri âlimler
izah için uğraşmışlar, kitaplar telif etmişler, her biri çok iyi eğitim almış olan şairler
bu ilim ve fikirlerden aldıkları ilhamlarla duygu ve düşüncelerini en güzel şekilde
ifadeye çalışmışlardır.
MUHTEVA KAYNAKLARI
Kuran-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler
Her büyük edebiyatın kendisini meydana getiren medeniyete uygun, bir
sanat anlayışına, bir ilim ve tefekkür kaynağına dayandığı görülür. İslami Türk
edebiyatının ilim ve fikir kaynağı bizde tamamıyla Kuran’dır. Kuran, Hz.
Peygamber’e vahyedildiği asır Arap dünyası dikkate alındığında muazzam bir
mucizedir. İslam medeniyeti bu muazzam mucizeyle başlamış ve devam etmiştir.
Fuzuli, Kur’an’ın bu yönüne temas eden bir beytinde şöyle der;
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Bireysel
Etkinlik
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
• Mehmet Âkif ERSOY’un Kur’an’a Hitap başlıklı manzumesini
Safahat isimli esrinden bulup okuyunuz.
Bâkî-i mu’ciz ne hâcet dîn-i hakk isbâtına
Âlem içre mu’ciz-i bâkî yeter Kuran sana
Fuzuli
Kuran-ı Kerim’de, Allah’a, dünyanın ve insanın yaratılışına, meleklere,
kıyamet gününe, cennet ve cehenneme, ibadetlere, geçmiş peygamberler ve
ümmetlerine, hukuka, ahlaka, faziletlere, suçlara ve onlara verilecek cezalara ait
bölümler ve bilgiler vardır.
İktibas; bir şair veya
yazarın kendi eserine
âyet veya hadislerden
birini katmasıdır. Bu
yolla anlamı
pekiştirmek, söze
güzellik ve güç katmak
amaçlanır.
(Bilgegil 1989:268)
Kuran’ın ayetlerini ya doğrudan doğruya yahut ilk ve en manalı kelimeleri ile
edebî eserlerde zikretmek, İslami Edebiyatın iktibas adı verilen ve sözün kıymetini
ışıklandıran geleneklerinden olmuştur. Bu yolla söze manevi bir güzellik veya
ilahilik verilmek istenmiştir. Tam ve kısmi veya manevi ve lafzi iktibas şeklinde
kullanımı bulunmaktadır. Bir sözün tamamı alınmışsa iktibas-ı tam (tam iktibas),
yarısı veya bir parçası alınmışsa iktibas-ı gayr-ı tam (yarım iktibas) meydana çıkar.
Bî-bekâdır bu menzil ey ahbâb
Fettakullâhe yâ uli’l-elbâb
Ahmed Paşa
Şair, burada Maide suresinin 100. ayetinde geçen “Ey akıl sahipleri Allah’a
karşı gelmekten sakının”, kısmını aynen lafzi olarak iktibas etmiştir.
Rûz-ı mahşerde nidâ cennetten ere ümmete
Hâzihî cennâtu adnin fe’dhulûhâ hâlidîn
Muhibbî
Muhteşem Süleyman olarak bilinen Kanuni Sultan Süleyman, aynı zamanda
“Muhibbî” mahlaslı bir divan şairidir. Yukarıdaki beytinde Fatır Suresi’nin 33 ve
Zümer Suresi’nin 73. ayetlerinden iktibaslarda bulunmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Mehmet Akif de; “İnsan için ancak çalıştığı vardır” (Necm, 3/39),
mealindeki ayeti lafzen iktibas eder:
Leyse li’l-insâni illâ mâ se´â derken Hudâ;
Anlamam hiç meskenetten sen ne beklersin daha;
Mehmet Akif
Hz. Peygamber’in sözleri, filleri ve davranışları anlamına gelen hadis, Türk
edebiyatının muhteva kaynaklarından biridir. İslam kültürü etkisinde gelişen Türk
edebiyatının gösterdiği özellikler açısından, divan edebiyatı, tekke edebiyatı
(tasavvuf edebiyatı) ve halk edebiyatı olmak üzere üç kolda gelişme gösterdiğini
görüyoruz. (Şener ve Yıldız 2010: 34) Bu üç kolda eser veren şairler çok zengin bir
hazine olan ayet ve hadisleri telmihen, mealen yahut aynen eserlerine almışlardır.
Vezin zaruretinden kaynaklanan sebeplerle bu alıntılarda ufak bazı değişiklikler de
yapmışlardır.
“El-fakru fahrî el-fakru fahrî”
Demedi mi ol âlemler fahri
“İlimsiz şi’r esası yok divâr
kimi olur ve esassız divâr
gâyette bi-itibâr olur.
Pâye-i şi’rimi hilye-i
ilimden muarrâ olmağı
mûcib-i ihânet bilüp ve
ilimsiz şi’rden kaleb-i birûh kim teneffür kılup bir
müddet nakd-i hayâtım
sarf-ı iktisâb-ı fünûn-ı ilm-i
aklî vü naklî ve hâsıl-i
ömrüm bezl-i iktisâb-ı
fevâid-i şâhid-i nazmıma
pirâyeler mürettep kıldım
ve tedric ile tetebbu-i
tefâsir ü ehâdis edip
fazilet-i şi’re mezemmet
isnâdı naks-i himmet
olduğunun hakikatin
bildim.”
Fuzuli
Hacı Bayram Veli
Şair, “Fakr (her an Allaha muhtaç olma hâli), benim övüncümdür; ben onunla
övünürüm”, hadisini aynen iktibas etmişir.
Naklidüp bu kelâmı didi Nebî
“Sebakat rahmetî ´alâ gadabî”
Taşlıcalı Yahya
Aşkiyâ ölmezden ön öl kim hadîs-i aşkda
Âşıkın sanındadır “mûtû ve kable en temût”
Aşki
“Ölmeden önce ölünüz” mealindeki hadis bu beyitte hem anlam olarak, hem
de metin olarak verilmiştir.
Aşağıya aldığımız beyitte hadis mana olarak iktibas edilmiştir.
Karı tatlîki için bak ne diyor Peygamber
“Bir talâk oldu mu dünyada semâlar titrer”
Mehmet Akif
Türkçe Divan Önsözünden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Dinî İlimler
Çoğu, yaşadıkları dönem itibariyle, iyi bir eğitim almış olan şairlerin Tefsir,
hadis, fıkıh, akaid, kelam, siyer ve tasavvuf gibi İslam kültürünün bilim dallarından
istifade etmeleri ve sanat telakkisiyle eserlerinde bu ilimlerden telmih ve iktibas
yoluyla bahsetmeleri çok tabiidir. Özellikle tevhid, münacat, naat ve benzeri
türlerde bu ilimlere dayalı fikir ve düşüncelere sıkça yer verilir. Ehl-i sünnet inanç
ve akideleri yanında, bazı bâtıni mezhep görüş ve düşüncelerine de şairler
tarafından yer verildiği görülür.
Allah’ın Hz. Âdem’i yarattıktan sonra meleklerin ona secde etmelerini
emretmesi şair tarafından şöyle ifade edilir:
Envârının olduğu müsellem
Mescûd-ı melâ`ik oldu Âdem
Nabi
İnsanlar Allah’ın verdiği had ve hesaba gelmez bunca nimetin kadrini
bilmezler ve şikayet etmekten de geri durmazlar. “Allah’ın nimetlerini saymaya
kalksanız sayamazsınız. Şüphesiz insan çok zalim ve çok nankördür” (İbrahim,
14/34), ayetini hatırlatan Nabi’nin şu ifadeleri çok manidardır:
Bu denlû n i’met-i bî imtinânın kadrini bilmez
Aceb küfrân-ı nâ-şükrândır ekser merdüm-i dünyâ
Bu denlû ni’met-i ma’lûme vü meçhûleden sonra
İder takdîrden bast-ı şikâyet itmez istihyâ
Nabi
Katl ile zulm-i beşer eylemeden eyle hazer
“Beşşiri’l-kâtile bi’lkatli” didi Peygamber.
Laedri
beytinde İslam hukukunda kasden bir kişiyi öldürenin kısas hükmü gereği
öldürüleceğini bildiren bir kaideyi sanat zemininde ifade etmiştir.
İslam inanç esaslarından biri de “kadere imandır.” Mukadder olan başa gelir.
Takdire boyun eğmekten başka çare de yoktur. Takdiri değiştirmek de mümkün
değildir.
Çâre yok şîve-i takdîre rızâdan gayri
Fehmolunmaz hikem-i sırr-ı hafiy-yi Bârî
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Sami
Kadere itiraz ve şikayet eder tarzda ifadeler de doğru değildir.
Deme şu niçin şöyle
Yerincedir ol öyle
Bak sonunu sabreyle
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Erzurumlu İbrahim Hakkı
Kelam, Allah’ın varlığından, birliğinden, sıfat ve isimlerinden bahseden
ilimdir. Özellikle tevhid, münacaat ve tazarrunamelerde Cenab-ı Hakk’ın güzel
isimleri, kudretinin sonsuzluğu, fiilleri ve sıfatları sürekli işlenen mevzulardır.
Kelâm, uluhiyyeti bir sistem dahilinde ispata çalışır. Hudus ve imkan delili bu
ilmin konularındandır.
Mükevvenât-ı hudûs ol Kadîmdendir kim
Kemâl-i zâtına mümkin değil kabûl-i fenâ
Fuzuli
Şair bu beytinde hadis olan her şey, Kadim olan Allah’tandır; Allah fani
değildir, diyor.
Kainatı Allah yaratmıştır ve Allah mekândan münezzehtir. Allah’ı bu beden
gözüyle görmek mümkün değildir. Ancak basiret gözü tüm varlıkların yüzlerinde
Allah’ın nurunu hissedebilir.
Ey İlâh-ı kâinat ey masdar-ı sun'-ı kemâl
Varlığındır var olan yoktur o varlıkta zevâl
Ey cenâb-ı kibriyâ bizler gibi âcizlere
Kibriyâ-yı Zât'ını mümkün müdür etmek hayâl
Nigar Hanım
Samed, Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarından biridir. Bütün varlıklar varlıklarını ve
varlıklarının devamını ona borçludurlar, ona muhtaçtırlar. O hiçbir şeye muhtaç
değildir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Olsa her saat dilimde “kul hüva’llâhu ehad”
Kalbimi eyler münevver nûr-ı “Allahu’s-samed”
Bireysel
Etkinlik
Aşki
• 1. uniteye yeniden değerlendiriniz.
Tasavvuf, Hz. Peygamber’in ve ashabının yaşadığı hayata özlemin bir neticesi
olarak ortaya çıkmıştır. Muhteva kaynakları bağlamında edebiyatımızda müstesna
bir yeri olan tasavvufun manzum olarak birçok tarifleri de yapılmıştır.
Bidâyette tasvvuf sûfi-i bî-cân olmağa derler
Nihâyette gönül tahtında sultân olmağa derler
Tasavvuf “urvetü’l-vüskâ” yükün cân ile çekmektir
Tasavvuf mazhar-ı âyât-ı gufrân olmağa derler
Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi
Her fikrin en güzel
ifadesi ancak edebiyatla
mümkündür.
Tasavvuf, hicri beşinci asırda çok güçlenmiş ve birçok mutasavvıf
yetişmiştir. Bu akımın zamanla edebiyata intikal ettiğini görülmektedir. Her fikrin
en güzel ifadesi ancak edebiyatla mümkündür. Bu itibarla tasavvufun en güzel
ifadesini de edebiyatta görmek mümkündür. İslam’ın kabulünden sonra üç kolda
gelişme gösteren edebiyatımızda bütün fikir ve akideleri sembollerle ifade eden
tasavvufi edanın estetik bir kıymeti vardır. Divan edebiyatımız da, halk
edebiyatımız da tasavvufun tesiri altında kalmıştır. Tasavvuf, Melamilik, Mevlevilik,
Rufailik, Kadirilik, Nakşibendilik ve Halvetilik gibi birçok tarikatın meydana
gelmesine vesile olmuştur.
Kâdirî’yiz döneriz aşk ile devrânîyiz
Mest-i şûrîde-ser-i neşve-i Geylânî’yiz
Hersekli Arif Hikmet
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Tasavvufi düşüncede “vahdet-i vücut” nazariyesi önemli bir yer tutar. Buna
göre, yegâne varlık Allah’tır. Eşya ve mevcudat, Allah’ın muhtelif tecellisinden
ibarettir hakikî ve müstakil bir mevcudiyete malik değildir.
Ben bilmez idim gizli ıyan hep sen imişsin
Canlarda vü tenlerde nihan hep sen imişsin
Senden bu cihan içre nişan ister idim ben
Âhir bunu bildim ki cihan hep sen imişsin
Naili
Kâinat ve insan bir aynadır. İnsan nasıl kendini görmek için aynaya bakarsa,
Cenab-ı Hak da bütün güzelliklerin kaynağı olan cemalini temaşa için kâinatı ve
insanı yaratmıştır.
Yâr kendin görmeğe âyîne îcâd eylemiş
Sûret-i icâd-ı âlemden bu ma’nâdır garaz
Laedri
İnsan, ilahi sırlar hazinesidir. Allah’ın güzel isimleri diğer varlıklarda tafsilen
dağınık bir surette bulunduğu halde, insanda mücmel, fakat tam olarak bulunur.
Afakta olan her şey kevn-i cami olan insanda da mevcuttur.
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Şeyh Galip
Haberdâr olmamışsın kendi zatından da hâlâ sen
“Muhakkar bir vücûdum” dersin ey insan fakat bilsen…
Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir:
Avâlim sende pinhândır cihânlar sende matvîdir:
Mehmet Akif
Bütün tarikatların müşterek esası zikirdir. Zikrin de kısımları vardır.
Tarikatlardan her birinin kendine mahsus ayini, erkan ve adabı olduğu gibi her
birinin hususi kisvesi, zaviyesi ve kabul töreni de vardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Her nefeste zikr-i Hakk tevfîk-i Rahmân’dır bize
Âyet-i “zikren kesîren”emr-i Kuran’dır bize
Hoca Halil Ağa
İslam Tarihi ve Peygamber Kıssaları
İslam Tarihi Hz. Âdem ile başlar ve Asr-ı Saadet’te kemal bulur. Bir sanatkâra
çok zengin malzeme sunan İslam tarihi ve peygamber kıssalarına şairlerin kayıtsız
kalması elbette düşünülemez. Şair tarih içindeki önemli olayları, kişileri, savaşları,
değişimleri, fikir akımlarını vs. sanat içinde ele alır; topluma bir ibret ve örnek
olarak takdim eder.
Hz. Âdem ’ın yasak meyveden yemesi ve dünyaya gönderilişi;
Hoş-dem idi Hazret-i Âdem ezel
Zevkine dünya gamı oldu bedel
Taşlıcalı Yahya
Hz. Nuh ’ın kendisine inananlarla birlikte tufandan kurtuluşu,
Sensin bizi muhlis yine garkâb-ı fenâdan
Ne zevrak u ne Nûh u ne tûfân bilürüz biz
Naili- Kadim
Hz. Eyyub ’un yıllarca bir imtihan vesilesi olarak yara bere içinde kalması;
Eyyûb’u illet-i beden inletti zâr zâr
Ziya Paşa
Hz. İbrahim ’ın, kaybolup gidenlerin ilah olamayacağı; Allah’ın ezelî ve ebedî
oluşunu ispat sadedinde Kur’an’da geçen kıssası;
Âftâb-ı hüsn-i hûbân âkibet eyler ufûl
Ben muhibb-i lâ-yezâlim“lâ uhibbu’l-âfilîn”
Laedri
Üzerine gece karanlığı basınca, bir yıldız gördü, “İşte Rabbim!” dedi.
Yıldız batınca da, “Ben öyle batanları sevmem” dedi. (Enam 6/76)
Hz. İsmâil’in, babası İbrahim tarafından Allah’a kurban olarak sunulması,
Gerçi İsmâîl’e kurbân gökten inmiş kadr içün
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Hakk bilür kadr içün İsmâîl ana kurbân olur
Fuzuli
İsmâ’il’em Hakk yoluna cânımı kurbân eylerem
Bil ki bu cân kurbân imiş koçu kurbânı neylerem
Yunus Emre
Hz. Davud’un sesinin güzelliği ve Zebur’dan ayetler okuması esnasında
kuşların onu dinlemeye gelmesi;
Hüsn-i sadâ ile okurdu Zebûr
Dinlemeye cem’ olur idi tuyûr
Taşlıcalı Yahya
Hz. Süleyman’ın mucize eseri olarak kuşların dilini bilmesi ve onları istihdam
etmesi;
Süleyman kuş dilin bilür dediler
Süleymân var Süleymân’dan içerü
Yunus Emre
Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelişi; Cebrail’in Hz. Meryem’e ruh üflemesiyle
hamile kalmasına işaret eden aşağıdaki beyit;
Sûrette n’ola zerre isek ma’nîde yuhuz
Rûhu’l-kudüs’ün Meryem’e nefhettiği rûhuz
Ruhi–i Bağdadi
Yine yukarıda bir kısmına temas ettiğimiz örneklerde de ifade edildiği gibi
peygamber kıssaları şairlerimiz tarafından sanat zemininde işlenir.
Akşemseddin’in telmih ve iktibaslarla anlattığı peygamber kıssalarına temas
eden manzumesini toplu bir örnek olması sebebiyle buraya alıyoruz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
AĞLAR
Düşelden ten kuyusuna,
Gözüm Yûsuf’layın ağlar,
Örnek
Kalup kurbet diyârında,
Gözüm Yâkûb’layın ağlar.
Bana dostum belâ saldı;
Meger inildimi sevdi;
Direm “messeniye’z-zurru;
Gözüm Eyyûb’layın ağlar.
Bu cân kuşı kafes tende,
Diler uça gide anda;
Sanasın batn-ı balıkda,
Gözüm Yûnus’layın ağlar.
Ezel görüp biz işidüp,
Terânî vâdesin dostun,
Yine görem diyu dün gün,
Gözüm Mûsâ’layın ağlar.
Bu Şemseddîn diler cânı,
İçe ol âb-ı hayvânı,
Temâşâ eyleye ânı,
Gözüm ırmaklayın ağlar.
Akşemseddin
Hz. Muhammed, edebiyatımızda en çok işlenen konuların başında gelir. Hz.
Âdem’le başlayan peygamberlik silsilesi Hz. Muhammed’le son bulmuştur. O,
peygamberlerin en faziletlisidir. Kur’an ona nazil olmuştur. Müslümanlıkta ilk
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
mevzu, kelime-i şehadette de ifadesini bulan, vahdaniyyet-i ilahiyye ve risalet-i
Muhammediye’dir. Türklerin İslam’ı kabulünden sonra yazılan mensur ve manzum
eserlerin, “besmele, hamdele ve salvele” ile başlaması bir gelenekti. Manzum
eserlerde bu sıra “besmele, tevhid, münacat, naat” şeklindedir. Hemen hemen
bütün nazım şekillerinde yazılan naatlarda Hz. Peygamber’in çeşitli meziyetleri,
bütün güzel sıfatları, ümmiliği, yetimliği, beşerin en hayırlısı oluşu, doğduğu sırada
meydana gelen hadiseler, makam-ı mahmud sahibi oluşu, şefaat talebi, Kuran’da
zikredilen hususiyetleri, şemaili ve gösterdiği mucizeleri gibi birçok sebep
vesilesiyle bahse konu edilir.
İltifât ibrâz edip, ey mefhar-ı devrân sana
Nezdine da´vette ikrâm eyledi Yezdân sana
Hâk-i pây oldu efendim çarh-ı nûr-efşân sana
Hâke indi gökten istikbâl için Kuran sana
Makbule Leman
Levlâk ile zât-ı pâki mevsûf
Kuran’a sıfâtı zarf u mazrûf
Şeyh Galip
Peygamberlerden başka raşit halifeler, ehl-i beyt, ashab-ı kiram, Kerbela
olayı, ünlü İslam büyükleri temayüz eden yönleriyle ele alınırlar. Hz. Ebubekir ilk
Müslümanlardan oluşu, “sıddik” sıfatı ve mağara arkadaşlığı sebebiyle; Hz. Ömer
adaletiyle; Hz. Osman hayası; Hz. Ali, cesareti, ilim şehrinin kapısı olması, şah-ı
velayet oluşu gibi özellikleriyle bahse konu edilir;
İlk Müslümân, Hadîce,
Haberi öğrenince
Teslîm oldu büsbütün…
Ardından Ebûbekir
İspâtı aşan fikir,
His ki, akıldan üstün…
Necip Fazıl
Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu!
Mehmet Akif
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Düştü Hüseyn atından sahrâ-yı Kerbelâ’ya
Cibrîl var haber ver Sultân-ı enbiyâ’ya
Kazım Paşa
Mucizeler ve Kerametler
Peygamberlerin peygamberliklerini ispat, münkirleri de ikna sadedinde vaki
olağanüstü hâller olan mucizeler, şairlerin asla ihmal edemeyeceği ve bir sanatkâra
çok fazla malzeme sunan kaynaklardır. Şairler yeri geldikçe telmih yoluyla, başta
Hz. Peygamber olmak üzere diğer peygamberlerin mucizelerinden ve evliyaullahın
kerametlerinden bahsetmeleri şiire bir inanç ve hayal zenginliği katar.
Hz. Peygamber’in parmağının işaretiyle ayı ikiye bölmesi (şakku’l-kamer),
parmaklarından suyun akması, hayvanlarla konuşması, kuru direğin ve taşların
konuşması, ölüleri diriltmesi, duasının bereketiyle yemeğin çoğalması, miracı gibi
yüzlerce mucizenin yanında Hz. Musa’nın asasının ejderha olması, yed-i beyza,
taştan su çıkarma ve Kızıldeniz’i yarması, Hz. İbrahim’i ateşin yakmaması, Hz.
İsmail’i bıçağın kesmemesi, Salih’ın devesi, Hz. Davud’un demiri hamur gibi
yumuşatması, Hz. Süleyman’ın kuş dilini bilmesi, Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi,
hastaları iyileştirmesi gibi daha burada sayamayacağımız nice mucizeler, raşid
halifelere, evliyaullahın büyüklerine ait kerametler, telmihlerle teşbihlerle öğüt
vermek maksadıyla bahse konu edilir;
Hayret ilen parmağın dişler kim itse istimâ’
Parmağından virdiği şiddet günü Ensâra su
Fuzuli
Tabîb-i kâinâta redd-i rûh-ı mürde bir şey mi
İzzet Molla
Mukaddes parmak göğe doğru… Ve ay iki şakk;
Vurduğu granit kaya, külden daha yumuşak.
Necip Fazıl
Tarihî ve Efsanevi Kişilerin Maceraları
Tarihin kaydettiği birçok meşhur alim, şair ve bilge kişilerle birlikte, zenginliği
cömertliği, adaleti, cesareti efsane hâline gelmiş kahramanların adları ve özellikleri
edebiyatımızda sık sık geçer. Bu efsanevi kahramanların şöhretlerine sebep olan
hususiyetlerine telmihler yapılır. Pek çok ilmî ve dinî kitapta bahsedilen bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
kahramanlar ve özellikleri zengin bir hayal dünyasına sahip şairler için vazgeçilmez
bir kaynaktır.
Bu başlık altında ele almayı düşündüğümüz konular “Varlık ve İnsan” başlıklı
ünitede ayrıntılı olarak işlenmiştir (Ünite 9). Burada sadece Kuran’da da bahsi
geçen Karun’dan bahsetmekle yetineceğiz. Karun, Hz. Musa ’nın muasırıdır.
Zenginliği ve hasisliğiyle meşhurdur. Kuran’da kıssası anlatılan Karun, servetiyle
beraber yere batırılmıştır.
Tecrîd ile felekte oldum Mesîh-i sânî
Mâlıyla yere geçsün Kârûn’a minnetim yok
Fakri Dede
Sen Ferîdûn hazînesin Nûşirevân genciyle
Kârûn malını alıp bunca mala kattın tut
Yunus
“Şüphesiz Karun, Musa’nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz ona,
anahtarlarını (bile taşımak) güçlü bir topluluğa ağır gelecek hazineler verdik...”
(Kasas, 28/76)
“Sonunda onu da, sarayını da yerin dibine batırdık.” (Kasas, 28/81)
Çağın İlimleri
Gerek pozitif (müsbet) ilimler, gerekse felsefi ve batıl ilimler; hemen hepsi
biligili, kültürlü, iyi eğitim almış şairleri ilgilendiren konulardı. Eğitim gördükleri
medreselerde Arapça ve Farsça’yı öğrenmekle birlikte yaşadıkları çağın bütün ilim
dallarını da ders olarak görmekteydiler. Şairler doğu kültürüyle beslenmiş bu
ilimlere yönelik faâliyetlerini veya halkın bildiği ve ilgilendiği yaygın konuları sanat
düşüncesi içerisinde eserlerinde söz konusu etmişlerdir. Şair ve yazarların
eserlerine kaynaklık eden ilimlerin başlıcaları şunlardır: Hikmet-i kadime, felsefe,
mantık, tıp, astronomi, eczacılık, kimya, geometri, tecvit, gramer, remil, ilm-i
nücum, ilm-i kıyafet, rüya tabiri, musiki, riyaziye gibi. Şair, gerek ilgi alanı, gerekse
aldığı eğitimin neticesinde bu ilimlerle ilgili terim ve deyimleri, herkesin bilebileceği
birtakım gerçekleri ele alır ve sanatla işler.
Mübtedâsından olmayan haberi
Oldu hayvân-ı nâtık-ı âlem
Taşlıcalı Yahya
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Bu beyitte şair, medreselerde okutulan eski Yunan düşüncesinin insana ait
bir tanımı zikrederken, Arap dilinin gramer kaidelerinden olan mübtedâ ve haber
konusuna da işaret eder.
İslam’da fal, sihir, büyü, yıldızlardan hareketle gayba ait birtakım hükümler
vermek haramdır. Şairlerin yukarıda sayılan batıl ilimlerle ilgili beyanları İslami
düşünce doğrultusundadır.
Remlin ahkâmını gerçek sanma
Gaybı Allah bilir aldanma
Nabi
Organların şeklinden, renginden ve hususiyetinden insanın ahlak ve tabiatını
tanıma ilmi olan kıyafet de şairlerin ilgilendiği mevzulardandır. Bu husuta,
Hamdullah Hamdi ve Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi, müstakil kıyafetname kaleme
alan sanatçılar vardır.
Kim ki boyudur tavîl
Sâde-dil olur cemîl
Kim ki vasat boyludur
Âkil ü hoş huyludur
İbrahim Hakkı
Kuran-ı Kerim’i usulüne bağlı kalarak okuma ilmi olan tecvitin bir kuralı olan
medd-i muttasıla Fuzuli bir beytinde şöyle temas eder;
Sadâ-yı seyl çeker meddi muttasıl ya’ni
Ki meddi muttasıl ile olur kırâat-i mâ`
Fuzuli
Sağlığa, hastalığa ve tedaviye ait olan düşünce ve tavsiyeleri edebiyatımızda
çokça görmek mümkündür. İnsan sağlığıyla ilgili olan tıp ilmi bütün asırlarda en
cazip ilim dallarından olmuştur.
Mü’mine farzdır eyâ rûh-ı revân
İlm-i ebdân ile ilm-i edyân
Tıbdır akvâ-yı mühimmât-ı fünûn
Anı münkir değil illâ mecnûn
Nabi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Kültür
Herhangi bir edebiyatın, bulunduğu dönemin hayatını yansıtmaması
mümkün değildir. Şair ve sanatkârlar da yaşadıkları dönemin ve içinde doğdukları
toplumun değer yargılarından, hayat telakkilerinden, kültüründen etkilenirler ve
bu etki onların eserlerine de yansır. Bu yönüyle edebiyat toplum biliminin en temel
kaynakları arasında yer alır. Kültürel düzeyi yüksek ediplerimiz, toplum düzenini,
dönemin siyasi durumunu, sosyal değişmeleri ve çevrelerinde olup bitenleri çok iyi
değerlendirmişlerdir. Yaşadıkları toplumda hayatın bütün renklerini eserlerinde
yansıtırlar. Hayat ile edebiyatı yoğururken ramazanı, bayramı, düğünü, ölümü,
merasimi, mektebi, medreseyi, eğlenceyi, zamaneden şikayeti şiirlerine
nakşederler. Onlar da insandır; şaka yapar, eğlenir ve üzülürler. Beşerî duygularını
dolduran olayları şiirlerinde zevkle ifade ederler (Pala, 1992:52). Duygu ve
düşünceler, özellikle Osmanlı toplumunda, çoğunlukla şiirsel söylem içinde ifade
edildiğinden şairler aynı zamanda yaşadıkları dönemin bilgesidirler.
On iki ayın sultanı olan ramazan, iftarıyla, sahuruyla, mahyalarıyla,
mukabeleleriyle, teravihiyle, bu aya mahsus olarak tesis edilen eğlence
mekânlarıyla, büyükküçük herkesin hoşça vakit geçirecek vesileler bulduğu
mübarek bir aydır.
Böyle bir mâh-ı mübârek ola mı mü’mine hîç
Şem’-i gufrân-ı Hudâ her şeb olur şu’le-feşân
Vasıf
Ramazânda bir âli-şan ederler
O şehr-i sıyâmı zîşân ederler
Fukarâ gönlünü gülşen ederler
Mevlâya emanet olsun Erzurum
Alvarlı Muhammet Lutfi
Ramazanın sonu bayramdır. İki ay on gün sonra da Kurban Bayramı idrak
edilir. Bu her iki dinî bayram kendine özgü hususiyetleriyle bahse konu edilir.
Âfâk bütün hande, cihân başka cihândır;
Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamândır!
Mehmet Akif
Merhamet eyleye merhamet kânı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Iyd-i udhiyeniz mübârek olsun
Alvarlı Muhammed Lutfi
Edipler zaman zaman devirlerinde işlenen kötülüklerden, haksızlıklardan,
olumsuzluklardan şikayet ederler.
Asrda zındık-sîmâ şeyhler
Müstecâb’üd-da’valıkla laf atar
Gaybden mansıb virüp tâliplere
Aldatup halkı velâyetler satar
Nabi
Bir alay mekteb-i âlî denen yerler var;
Sorunuz bunlara millet ne verir? Milyonlar.
Şu ne? Mükiyye. Bu? Tıbbiyye. Bu? Bahriyye. O ne?
O mu? Baytar. Bu? Zirâ’at. Şu? Mühendishâne.
Çok güzel, hiçbiri hakkında sözüm yok; yalnız,
Ne yetişdirdi ki şunlar acaba? Anlatınız.
Mehmet Akif
“Her nefis ölümü tadacaktır.” ayetinde ifade edildiği gibi ölümden kurtuluş
yoktur. Hadisteki ifadesiyle ölüm, hâdimül’-lezzât’tır; yani lezzetleri acılaştırandır.
Hayattan daha gerçektir.
Kanı ol ışk eri heyhât kanı ol merd-i pür tâ`at
Hayıf kim hâdimü’l-lezzet bize her nef’i zarr kıldı
Kemal Ümmi
Şu yalan dünyaya konup göçenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Yunus
Büyük randevu ne zaman, saat kaçta?
Tabutumun tahtası bilsem hangi ağaçta?
Necip Fazıl
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Bireysel
Etkinlik
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
• Yahya Kemal BEYATLI’nın “Sessiz Gemi” başlıklı şiirini bulup
okuyunuz.
Dil
Edebiyatın ana malzemesi dildir. Dilin inceliklerinden faydalanan sanatkâr,
kendine has bir tarz ve üslup edinir ve eserine çekicilik kazandırır.
Atasözleri, vecizeler, deyimler, tabirler; ayet ve hadislerde olduğu gibi iktibas
yapılır. Çoğu zaman irsal-i mesel (örnek getirme) yöntemiyle ele alınır; anlam
çağrışımlarıyla birlikte hatırlanırlar. Hem Arapça ve Farsça’da mevcut olan
atasözleri, hem de halkın dilinde dolaşan anlamlı söz ve deyimler, anlatıma canlılık
ve zenginlik kazandırdığı için tercih edilir.
“Safâyı al, kederi (sana üzüntü vereni) bırak” manasına gelen, “Huz mâ-safâ
da’ mâ -keder” sözünü şair bir beytinde şu şekilde kullanır;
Al ele câm-ı safâyı kahve fincanın gider
Bu mesel meşhurdur “huz mâsafâ da’ mâ keder”
Mehmet Çelebi
Farsça “dest ber bâlâ-yı dest” olarak ifade edilen “el elden üstündür”
atasözünü bir beyitte lafzan iktibas edilerek şöyle ifade edilir;
Pençe-i şîr olsa pençen âhir eylerler şikest
Bu mesel meşhûrdur kim “dest ber bâlâ-yı dest”
Şairler, halk dilinde mevcut olan ve herkes tarafından tekrar edilegelen
Türkçe atasözlerinden de çokça istifade etmişlerdir. “Sabırla koruk helva olur”
sözü, şair tarafından bir beyitte şu şekilde işlenir;
Sabrı elden komamaktır evlâ
“Ki olur sabr ile koruk helvâ”
Taşlıcalı Yahya
Bunlardan başka kendileri atasözü hâline gelmiş, müstesna güzellikte
beyitler ve mısralar da vardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi
Muhibbi
İnsana sadâkat yakışur görse de ikrâh
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allâh
Ziya Paşa
Şairler, halk arasında kullanılan tabirlere, ifadeyi güzelleştirme adına, sıkça
başvururlar. “Ekmeğini taştan çıkarmak” tabiri de bir beyitte şu şekilde işlenir;
Âkil isen rızk içün gerdûn-ı dûna eğme ser
Âsiyâb-âsâ yürü var “ekmeğini taştan çıkar”
Bursalı Haşimi
Tarihsel Kaynaklar
Türk edebiyatının tarihsel kaynakları, sanatkâr ve eseri hakkında bilgi veren
kaynaklardır. Bunlar; biyografik kaynaklar ve bibliyografik kaynaklar olmak üzere
iki şekilde ele alınabilir.
Biyografik Kaynaklar
Biyografik kaynaklar, sanatkâra ilişkin kişisel bilgilere ve sanatına dair
değerlendirmelere yer veren kaynaklardır.
Türk edebiyatının biyografik kaynakları kısaca şunlardır:
Şair Tezkireleri: Şairler hakkında bilgi veren önemli kaynaklardır. Bunlardan
başka Mevlevî şairler, Enderun şairleri, illere mahsus olmak üzere bir ilin şairlerini
toplayan ve o ilin ismiyle anılan şair tezkireleri gibi, şairleri ayrı ayrı toplayan
tezkireler de vardır (Levend, 1988: 249) .
Şair tezkirelerinde şairler hakkında kısa bilgiler bulunur. Bazen şairin sadece
adını zikreden tezkireler vardır. Şair hakkında kısa bilgiden başka, şiirlerinden
örnekler vererek şairliğine dair bir iki cümle de olsa değerlendirme yapan tezkireler
de vardır. Bu bakımdan klasik şiirin eleştiri kaynakları olarak da tezkireler ayrıca
önemlidir (Kemikli, 2010: 34) . Bunlardan bazılarına yazarları ile birlikte aşağıda
kısaca işaret edilmiştir.
 Mecâlisü’n-Nefâis: Türk edebiyatında bilinen ilk tezkire, Ali Şir Nevai’nin (14411501) 1491’de kaleme aldığı eseridir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
 Heşt Behişt: 1538 yılında, Edirneli Sehi Bey (ö. 1548) tarafından yazılmıştır. Sehi
Tezkiresi olarak da adlandırılır.
 Tezkiretü’ş-Şuarâ: Latifi (1491-1582) tarafından yazılmıştır. Türkiye Türkçesiyle
yazılan ikinci tezkiredir. 1546 yılında yazılarak Kanuni’ye sunulmuştur. Latifi
Tezkiresi olarak da bilinir.
 Meşâiru’ş-Şuarâ: Âşık Çelebi (1519-1571) tarafından kaleme alınmıştır.
Son asırda:
 Bursalı Mehmed Tahir’in Osmanlı Müellifleri,
 İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Son Asır Türk Şairleri,
 Sadettin Nüzhet Ergun’un Türk Şairleri,
 Nail Tuman’ın Tuhfe-i Naili adlı eseri, tezkirecilik geleneğini devam ettiren
önemli kaynaklardır.
Sakıb Dede’nin Sefine-i Mevleviye’sinde olduğu gibi sadece Mevlevileri
anlatan; Kilari Ahmed Refi’nin manzum olarak kaleme aldığı Enderunlu Şairler,
Hattatlar, Musikişinaslar Tezkiresi’nde olduğu gibi sadece Enderunda yetişen
şairleri işleyen; yine Ali Emiri’nin Diyarbakır’da yetişen şairleri tanıttığı Tezkire-i
Şura-yı Amid’de olduğu gibi, sadece bir şehirde yetişen şairleri ele alan tezkireler
de vardır.
Şekâiku’n-Nu’maniyye, Çeviri ve Zeyilleri: Osmanlı’nın kurucusu Osman
Gazi’den başlayarak her padişah zamanında yetişen âlimlerin, şeyhlerin ve şairlerin
biyografisini toplayan, hayatları hakkında bilgi veren önemli bir kaynaktır.
Meşhur kişilerin ölüm tarihlerini ve yerlerini bildiren eserler: Vefeyat,
Hadikatü’l-Cevami.
Mecmuâtu’t-Terâcimler: Alim, şair, sufi, devlet adamı gibi toplum içinde
temayüz etmiş şahısları anlatan muhtelif biyografik eserlerdir.
Biyografik-Bibliyografik kaynaklar: Keşfu’z-Zünun ve Esmaü’l-Müellifin gibi
eserler (Kemikli 2010: 33).
Bibliyografik Kaynaklar
Edebî eser hakkında bilgi veren kaynaklarımız çok azdır. Bunlar, Mevzu`atu’lUlum, Keşfü’z-Zünun ve zeyilleri, Mahzenü’l-Ulum’dur.
Mevzuâtu’l-Ulûm, Arapça yazılmış olan Miftahu’s-Saade ve Misbahu’s-Siyade
adlı eserin, Taşköpri-zade Ahmed Efendi’nin Kemali mahlaslı oğlu Kemaleddin
Mehmed (1551-1620) tarafından yapılan çevirisidir.Eser, iki cilt hâlinde basılmıştır.
Keşfü’z-Zunûn an Esâmi’l-Kütübi ve’l-Fünûn, Katip Çelebi tarafından Arapça
olarak yazılmıştır. Eserde 15.000’e yakın kitap, 10.000 kadar da yazar adı vardır.
300’den çok bilimin de konuları gösterilmiştir. Katip Çelebi, kitaplıklarda görüp
okuduğu binlerce kitap ile yirmi yıldır sahaflarda rastladığı kitapları eserine almıştır.
Daha sonraki dönemlerde bu eserin zeyilleri de yazılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Özet
Mahzenü’l-Ulûm, Sergis Orpilyan ve Seyyid Abdülaziz-zâde Mehmed Tahir’in
birlikte gerçekleştirmek istedikleri bu eserin ancak birinci bölümünü kapsayan ilk
cildi basılabilmiştir (Levend 1988: 444) .
•Türk İslam edebiyatının kaynakları iki açıdan ele alınıp incelenebilir:
•1. Sanatkârı ilmî ve fikrî düzeyde besleyen kaynaklar,
•2. Sanatkâr ve eseri hakkında bilgi veren kaynaklar.
•İnsanlar gibi medeniyetler de birbirlerini etkileme ve etkilenme
özelliğinden uzak değillerdir. Türk İslam edebiyatı, İslam medeniyeti
etkisi altında gelişen bir edebiyattır. Edebî eserin muhtevasına
kaynaklık eden pek çok amil vardır.
•Türk İslam Edebiyatı, İslâm dininin ve özellikle tevhit inancının
oluşturduğu telakkiler, kavramlar ve bilgilerden yararlanarak gelişmiş
bir edebiyattır.
•İslam medeniyeti havzasında gelişen ilimler, İslam estetiğini ve sanat
telakkisini beslediği gibi, edebî eserin muhtevasını da oluşturmuşur.
•Türk İslam edebiyatı, genel olarak kitabi ve mücerret bir edebiyattır. Bu
bakımdan lafzi ve manevi iktibas yoluyla Kuran ve hadis metinleri,
peygamberlerin kıssaları ve mucizeleri, tarihî ve efsanevi kişiler ve
maceraları, dinî ve felsefî telakkiler, çağın batıl ve hakiki olmak üzere
tüm ilimleri, kültür ve dil bu edebiyatın muhteva kaynakları arasında
yer alır.
•Sanatkâr ve eseri hakkında bilgi veren kaynaklara tarihsel kaynaklar
denir. Bu kaynaklar da iki grupta ele alınmaktadır:
•1. Şaire ilişkin şahsi bilgilere ve sanatına dair değerlendirmelere yer
veren Biyorafik kaynaklar,
•2. Edebî eser hakkında bilgi veren Bibliyografik kaynaklar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Bir şair veya yazarın eserinde ayet veya hadise yer vermesine ne ad verilir?
a) İntihal
b) İktibas
c) İntibak
d) İnikas
e) Hiçbiri
2. Aşağıda boş bırakılan yere gelmesi gereken ifadeler hangi seçenekte doğru
olarak verilmiştir?
İslam kültürü etkisinde gelişen Türk edebiyatının gösterdiği özellikler
açısından, ………………………, ………………………………….. ve ……………………………
olmak üzere üç kolda gelişme gösterdiğini görüyoruz.
a) Tekke edebiyatı-Tasavvuf edebiyatı- Dinî edebiyat
b) Enderun edebiyatı- Eski Türk edebiyatı- Yüksek zümre edebiyatı
c) Divan edebiyatı- Tekke/Tasavvuf edebiyatı-Halk edebiyatı
d) Halk edebiyatı-İran etkisinde gelişen Türk edebiyatı
e) Hiçbiri
3. “Remlin ahkâmını gerçek sanma/Gaybı Allah bilir aldanma” beytinde
edebiyatımızın muhteva kaynaklarından hangisine temas edilmiştir?
a) Kur’an
b) Hadis
c) Peygamber kıssaları
d) Çağın ilimleri
e) Mucize ve Kerametler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
4. Aşağıdaki beyitte şair, hangi İslami ilim dalına ait kavramlara işaret
etmektedir?
Mükevvenât-ı hudûs ol Kadîm’dendir kim
Kemâl-i zâtına mümkin değil kabûl-i fenâ
a) Kelam
b) Hadis
c) Akaid
d) Tefsir
e) Fıkıh
5. Aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
a) Şair tezkirelerinde şairler hakkında kısa bilgiler bulunur.
b) Bazen şairin sadece adını kaydeden tezkireler vardır.
c) Klasik şiirin eleştiri kaynakları olarak da tezkireler ayrıca önemlidir.
d) Şairlerin şiirlerinden örnekler vererek şairliğine dair bir iki cümle de
olsa değerlendirme yapan tezkireler de vardır.
e) Tezkireler şairleri; meslek, meşrep ve bölge ayrımı gözetmeksizin
toplamış önemli kaynaklardır.
Tabîb-i kâinâta redd-i rûh-ı mürde bir şey mi?
6. mısraında edebiyatın hangi kaynağına gönderme yapılmıştır?
a) Tıp ilmine
b) Haşir akidesine
c) Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi mucizesine
d) Öldükten sonra dirilmenin sadece ruhen olacağına
e) Diriltme mucizesine
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
7. Türk edebiyatında bilinen ilk tezkire ve yazarı hangi seçenekte doğru
olarak verilmiştir?
a) Osmanlı Müellifleri- Bursalı Mehmed Tahir
b) Sehi Bey Tezkiresi- Sehi Bey
c) Mecalisünnefais- Ali Şir Nevai
d) Meşairuşşuara- Âşık Çelebi
e) Hiçbiri
8. Boş bırakılan yerlere gelmesi gereken uygun kelimeler hangi seçenekte
doğru olarak verilmiştir?
Türk edebiyatının tarihsel kaynakları, sanatkâr ve eseri hakkında bilgi veren
kaynaklardır. Bu kaynaklar …………………. ve ………………… olmak üzere iki
şekilde ele alınabilir.
a) Tezkire ve tezakir
b) Biyografik ve bibliyografik
c) Panoramik ve biyografya
d) Hayat ve hatırat
e) Kuran ve hadis
9. Aşağıdaki eser ve yazar eşleşmelerinden hangisi yanlıştır?
a) Bursalı Mehmed Tahir-Osmanlı Müellifleri,
b) İbnülemin Mahmud Kemal İnal-Son Asır Türk Şairleri
c) Sadettin Nüzhet Ergun -Türk Şairleri
d) Nail Tuman-Tuhfe-i Naili
e) Sakıb Dede-Mevzuatululum
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
10.Edebî eser hakkında bilgi veren tarihsel kaynaklarımız çok azdır. Bu
kaynaklar hangi seçenekte doğru olarak verilmiştir?
a) Mevzuatululum-Keşfüzzünun ve zeyilleri-Mahzenülulum
b) Mevzuatululum-Mucemulüfehres-Silsilename
c) Mahzenülulum–Heştbehişt–Müellefat-ı Osmani
d) Keşfüzzünun ve zeyille –Vefeyat–Atrabulasar
e) Menakıb-ı Hünerveran-Tuhfetül-Hattatin-Tezkiretülevliya
Cevap Anahtarı
1-b, 2-c, 3-d, 4-a, 5-e, 6-e, 7-c ,8-b, 9-e, 10-a
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akkuş, Metin (2000), Divan Şiirinde İnsan-I Dinî Kişilikler: Erzurum.
Akyüz, Kenan vd., (1990). Fuzûlî Divanı: Ankara.
Eraydın, Selçuk (1994), Tasavvuf ve Tarikatlar: İstanbul.
Ersoy, Mehmet Âkif (2006). Safahat: İstanbul.
Göktaş, Mehmet (2003), Divân Şiirinde İnsan Telâkkisi (Basılmamış Doktora Tezi):
Erzurum.
Güzel, Abdurrahman (2009) Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı El Kitabı: Ankara.
Kemikli, Bilâl(2010), Türk İslâm Edebiyatı Giriş: İstanbul.
Kısakürek, Necip Fâzıl (1993), Es-selâm, Mukaddes Hayattan Levhalar: İstanbul.
Levend, Âgâh Sırrı (1988), Türk Edebiyatı Tarihi: Ankara.
Levend, Âgâh Sırrı (1984), Divan Edebiyatı, Kelimeler ve Remizler Mazmunlar ve
Mefhumlar: İstanbul.
Lutfi, Hace Muhammed (1996), Hulâsâtü’l-Hakâyık ve Mektûbât-ı Hâce
Muhammed Lutfî: İstanbul.
Pala, İskander (1989), Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü: Cilt: I-II. Ankara.
Pala, İskander (1996), Divan Edebiyatı: İstanbul.
Pekolcay, Neclâ (2002), İslâmî Türk Edebiyatı: İstanbul.
Şardağ, Rüştü (1976), Klasik Divan Şiirimiz: İstanbul.
Şener, H. İbrahim ve Âlim Yıldız (2010), Türk İslâm Edebiyatı: İstanbul.
Tolasa, Harun (1973) Ahmet Paşa’nın Şiir Dünyası: Ankara.
Yılmaz, Mehmet (1992), Edebiyatımızda İslâmî Kaynaklı Sözler: İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
İÇİNDEKİLER
NAZIM ŞEKİLLERİ
• Beyit Esasına Dayanan Nazım
Şekilleri
• Bent Esasına Dayanan Nazım
Şekilleri
TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
HEDEFLER
Doç. Dr. Alim YILDIZ
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Türk İslam Edebiyatı'nda şiirin önemini
kavrayabilecek,
• Beyit esasına dayalı nazım şekillerinden mısra, beyit,
gazel, kaside, mesnevi vb. gibi nazım şekilleri
hakkında bilgi sahibi olabiecek,
• Bent esasına dayalı nazım şekillerinden rübai, tuyug,
murabba, muhammes, müseddes, terkib-i bent ve
terci-i bent vb. nazım şekilleri hakkında bilgi sahibi
olacabileceksiniz .
ÜNİTE
3
Nazım Şekilleri
GİRİŞ
Birçok kimse tarafından çeşitli tanımlamaları yapılan şiirin, herkes tarafından
kabul edilen bir tarifi bulunmamaktadır. Bu yüzden şiir, tarifini yapan kimselere
göre farklı bir yönüyle karşımıza çıkmaktadır. Bu durumu da doğal karşılamamız
gerekir. Çünkü herkesin üzerinde mutabık kalacağı bir tarif, şiirin kendi özünü,
anlamını ya da varoluş sebebini ortadan kaldırmak olacaktır. Şiir dört duvarla
sınırlanacak bir obje veya nesne değildir. Şiir hayaller dünyasına olduğu kadar hayal
ötesine uzanan, akıl ve mantığın sınırlamalarına aldırmayan bir süreçtir. Şair,
hayallerini kullanmak suretiyle, aklına estiği anda kendine has mükemmel bir
dünya kurar; kendine hayranlıkla bakan insanlara oradan seslenir. Olmazları olur,
düşünülmezleri düşünülür hâle getirir.
Şair, bakan değil baktığını gören hem de başkalarının görmediklerini gören
kimsedir. Bütün bunları yaparken kelimelerin sihrinden yararlanır. Az sözle çok şey
anlatır. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı şiir, insanlık tarihi boyunca edebiyatın en
önemli ve en vazgeçilmez kısmı olmuştur. Türk İslam edebiyatında da şiir,
edebiyatın en önemli konusunu oluşturur.
Manzumelerin mısra sayısı, bent sayısı, bunların sıralanış şekli, kafiye
örgüleri, kompozisyonu gibi dış yapıları ile ilgili kuruluş özelliklerine göre aldıkları
isme nazım şekli denir. Eski edebiyatımızda mısra esasına dayalı bir nazım
şeklinden bahsetmek gerekir. Esasen nazım, nesir mukabili olarak, “vezinli ve
kafiyeli söz” demektir. Divan şiirinde nazım şekilleri beyit veya bentlerden
meydana gelmekte, beyit ve bent sayılarına göre de farklı isimler almaktadır. Biz de
bu ünitede, beyit esasına göre nazım şekilleri ve bent esasına göre nazım şekilleri
olmak üzere iki ana bölüm hâlinde konuyu ele alacağız.
BEYİT ESASINA DAYALI NAZIM ŞEKİLLERİ
Divan şiirinin asıl nazım birimi beyittir. Beyit ise, iki mısradan oluşur. Beyt,
“ev” anlamına gelen Arapça bir kelimedir. Böyle olunca her bir mısra da birer
kapıya benzetilir.
Nazım şekillerinin büyük bir kısmı, beyit sayı ve kafiyelenişine göre
isimlenirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Nazım Şekilleri
Âzâde Mısra
Azade, ikinci mısraya ihtiyaç duymayan ve tam bir anlam ifade eden
mısradır. Muallim Naci’nin, kendi resmi altına yazdığı “Muzhıkât-ı dehre ben ölsem
de tasvîrim güler” mısraı, azade mısraya güzel bir örnektir.
Azade adı verilen mısralar, genelde, ders alınması gereken veya nükte
yapılmış olan sözlerdir. Aşağıdaki azadeler Ragıb Paşa’ya aittir:
“Şecâ‘at arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler”
“Eğer maksûd eserse mısrâ‘-ı berceste kâfîdir”
“Ne ararsan bulunur derde devâdan gayri”
Beyit
Aynı vezinle yazılmış, anlamca birbirine bağlı iki mısradan oluşan nazım
birimine beyit denir.
Bu tanıma göre beyit, aynı vezinde olan iki mısradan meydana gelmelidir.
Vezinleri farklı olan iki mısraya beyit denilemez. Ayrıca, beyti oluşturan mısraların
birbirleriyle kafiyeli olması da gerekmemektedir.
İki mısraı da birbiriyle kafiyeli olan beyte musarrâ‘ adı verilir. Bir şiirde
musarrâ‘ olan ilk beyte Matladenir.
Beyit, tek başına bulunabildiği gibi, bir şiirin parçası da olabilir.
Kimesne çekdiğim bilmez benim Allâh’dan gayrı
Nice mihnet çeker gönlüm kemend-i âhdan gayrı
Enveri
Kesb-i mahâret eylemeyince tüfengle
Mümkün mü kimse gâlib ola hasma cengle
Şeyhülislam Arif Hikmet
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Nazım Şekilleri
Ferd
Divanların sonlarında yer alan beyitlerdir. Buna müfred de denir. Müfredler,
genel olarak, bir nükte veya hikmeti içerir. İlk mısra ile ikinci mısra arasında kafiye
şartı aranmaz.
Bu âlemde kimesne gamsız olmaz
Eger olsa benî âdem degildir
Hamdullah Hamdi
Cemâlin zeyn eden hep dilber olmaz
Her âyîne düzen İskender olmaz
Cem Sultan
Bileydim sevmez idim sevdiğimi bilmedi bilmem
Gözüm görmüş gönül sevmiş özüm bilmişdir bilmem
Esrar Dede
Gazel
Arapça kökenli olan gazelin kelime anlamı: “Mahbûbenin hüsn ü hâlini medh
ederek kendine takılma, bu yolda şiir söyleyerek mahbûbe ile eğlenme” ve “Güzel
kadınlar sözü ve medhi ve dahi kadınlar musâhabetin sevmek” demektir.
Kadınlarla sevgi üzerine konuşmak, söyleşmek anlamına gelen gazel, Arap
edebiyatında ayrı bir nazım şekli olmayıp kasidelerin başında “aşktan, sevgiliden”
söz eden bölümlere verilen addır ve nesip karşılığında kullanılmıştır. Daha sonraki
zaman içerisinde, şairin aşk, sevgili, şarap, bahar gibi coşkulu durumlar karşısındaki
duygularını anlatan uzun yahut kısa şiirlere gazel denilmiştir.
İran’ın İslam’ı kabulünden sonra gazel, Arap edebiyatı etkisinde gelişen; İran
edebiyatında lirik şiirin en beğenilen nazım şekillerinden biri olmuştur.
Gazel, köken itibariyle, kaynağı eski Arap şiirine dayanmaktadır. Oradan İran
edebiyatına geçmiş olup bağımsız bir nazım şeklini kazandıktan sonra, aynı
niteliklerle Türk edebiyatındaki özel yerini almıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Nazım Şekilleri
Divan şiirinin en yaygın nazım şekillerinden olan gazelin kafiye örgüsü “aa
/ba /ca /da” şeklinde olup bazı beyitlerle içindeki kısımlara özel isimler verilmiştir.
İlk beyit kendi arasında kafiyeli (musarra‘), sonraki beyitlerin ilk mısraları serbest;
ikinci mısraları ilk beyitle kafiyeli olan gazelin ilk beytine matla, son beytine
maktadenir. İkinci beytine hüsn-i matla, sondan bir önceki beyte de hüsn-i
maktaadı verilir. Bu beyitlerin matlave maktabeyitlerinden güzel olmasına özen
gösterilir. İlk beytin mısralarından biri, maktada ikinci mısra olarak tekrar edilirse
buna redd-i matla, aynı yerde diğer mısralardan biri tekrar edilirse redd-i mısra
denir. Bu şekil gazel, daha çok Tanzimat döneminde görülür. Şair, mahlasını son
veya sondan bir önceki beyitte söyler; bu beyte mahlas beyti veya mahlas-hâne adı
verilir. Mahlas edinmeye “tahallus etme” denir. Şairin, mahlasını son iki beyitten
önceki beyitlerde de söylediği vakidir.
Gazelin ilk beytinden sonraki iki beyit kendi aralarında kafiyeli olursa bu
gazele gazel-i dü-beyt; üç beyit kendi aralarında kafiyeli olur ise, buna da zâtü’lmetâli‘ veya zü’l-metâli‘ adı verilir.
Gazel, genel olarak, 5-15 beyitten oluşur. Beyit sayıları, daha çok 5, 7, 9, 11
olan gazeller çoğunluktadır. Beyit sayısı 15’ten fazla olursa buna mutavvel gazel
denir. Eger şair, mahlasının geçtiği beyitten sonra zamanın padişahını, bazı tarikat
ulularını över ise, bu tip gazellere müzeyyel gazel adı verilir. Gazel beş beyitten az
ise, buna nâ-tamam (eksik) gazel denir. Gazelin en güzel beytine beytü’l-gazel veya
şeh beyit adı verilir. Şair, gazelin bütün beyitlerini en güzel şekilde yazmaya özen
gösterir. Her beyti aynı güzellikte olan gazellere yek-âvâz; tamamında tek konu
işlenen ve anlam bakımından birbirini tamamlayan gazellere de yek-âhenk adı
verilir. Bir mısraı veya mısraın bir kısmı Arapça veya Farsça yazılmış gazellere de
mülemma‘ gazel adı verilir.
Musammat gazel adı verilen bir gazel çeşidi vardır. Mısra sonlarında olduğu
gibi, mısra ortalarında da iç kafiye bulunan gazellere musammat gazel denir.
Musammat gazeller, genel olarak, aruzun iki eşit parçaya bölünebilen kalıplarıyla
yazılır. Bu kalıplar, daha çok 4 mefâ‘îlün veya 4 müstef‘ilün kalıplarıdır. İlk veya
ikinci beyitten başlayarak bu eşit parçalardan ilk üçü kendi aralarında kafiyelenerek
her beyit küçük bir dörtlük şeklini alır. Buna göre kafiye şeması: aa/xa/xa/xa/xa
olan
bir
gazelin
kafiyelenişi:
xaxa/bbba/ccca/ddda/eeea
veya:
baba/ccca/ddda/eeea şeklini alır. Bir örnek:
Beni cândan usandırdı - cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı âhumdan - murâdım şem’i yanmaz mı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Nazım Şekilleri
Kamu bîmârına cânan - devâ-yı derd eder ihsân
Niçün kılmaz bana dermân - beni bîmâr sanmaz mı
Gamım pinhân dutardım ben - didiler yâre kıl rûşen
Disem ol bî-vefâ bilmem - inanır mı inanmaz mı
Şeb-i hicrân yanar cânım - döker kan çeşm-i giryânım
Uyarur halkı efgânım - kara bahtım uyanmaz mı
Gül-i ruhsâruna karşu - gözümden kanlu akar su
Habîbim fasl-ı güldür bu - akar sular bulanmaz mı
Değildim ben sana mâil - sen itdin aklımı zâil
Bana ta‘n eyleyen gâfil - seni görgeç utanmaz mı
Fuzûlî rind-i şeydâdır - hemîşe halka rüsvâdır
Görün kim bu ne sevdâdır - bu sevdâdan usanmaz mı
Divan şiirinde gazele fevkalâde önem verilmiştir. Çünkü bir şairin şairliği,
yazdığı gazel ile ölçülür. Fuzuli, bu hususa şu beyitlerle işâret eder:
Gazel bildirir şâ‘irin kudretin
Gazel artırır nâzımın şöhretin
Ki her mahfilin zînetidir gazel
Hıredmendler san‘atıdır gazel
Gazeller, işlenen konulara ve bu konulara bağlı üsluplara göre, şu isimleri
alır:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Nazım Şekilleri
Aşkla ilgili her türlü acı, sıkıntı, mutluluk, sevgi, yakarış ve benzeri içli
duyguların anlatıldığı gazellere “âşıkâne gazel” denir. Fuzuli ’nin gazelleri gibi. İçki
ve şarap ile ilgili çeşitli düşünceler, dünya ve hayata aldırış etmeme, yaşamaktan
zevk alma ve benzeri konulu gazellere “rindâne gazel” denir. Baki ’nin gazelleri gibi.
Kadın ve ten zevklerinin ağır bastığı bir aşkı anlatan gazellere “şûhâne gazel”
denilir. Nedim’in gazelleri gibi. Hayat dersi veren, öğretici ve veciz söyleyişli
gazellere de “hakîmâne gazel” adı verilir. Nâbî ’nin gazelleri gibi.
Bestelenmek üzere yazılmış gazeller de vardır. Gazelleri makamla okuyan
kişilere gazelhân adı verilir. Gazel şeklinde şiir yazan usta şairlere gazelserâ adı
verilir. Türk şiirinin en ünlü gazelserâları; Fuzuli, Baki, Nevi, Şeyhulislam Yahya,
Nâbî, Nedim ve Sebk-i Hindî tarzı gazeller yazan Şeyh Galip’tir.
Kasîde
Bilerek ve isteyerek bir işe teşebbüs etmek, girişmek anlamına gelen kaside,
“belli bir amaçla yazılmış manzume” şeklinde tarif edilmektedir. Bir başka tarifi de
şöyledir: “İkişer mısralık ve son mısraları birbiri ile kafiyeli beyitlerden müteşekkil,
emek mahsulü manzumeler olup, aynı zamanda muayyen mevzuların dahilî bir
tertip ve nizam içinde işlenmesini de gerektiren bir edebî nevidir.” Türk
edebiyatında, din ve devlet büyüklerini övmek maksadıyla, belirli kurallar içinde
yazılan uzun şiirlere kaside denir. Kasideler yazıldıkları devrin insanlarının; yönetici
ve büyüklere karşı bakış açılarını, onları nasıl gördüklerini ve onlara nasıl hitap
ettiklerini göstermesi bakımından da kültür tarihimize ışık tutan önemli
eserlerdendir.
Kaside, Arap edebiyatında ilk dönemlerden beri var olan bir nazım şeklidir.
Rivayete göre, ilk kasideyi Arap şairlerinden Mühelhil b. Rebî‘a et-Tağlibî
söylemiştir. R. Blachèr’e göre, muhtemelen kaside, miladi V. Yüzyılın ortalarında
Doğu Arabistan’da Bekir ve Tağlib kabileleri arasında gelişmiş, Hira muhiti
vasıtasıyla yayılma imkânı bulmuştur.
Kaside, önce İran edebiyatına, buradan da Türk edebiyatına geçmiştir.
Kaside, beyitlerle yazılan bir nazım şeklidir. Kafiyelenişi, gazel ile aynıdır.
Ancak, gazelden çok uzundur. Kasidenin ilk beytine matla, son beytine makta
denir. Matlatekrar edilir veya yenilenirse buna redd-i matla veya tecdîd-i matla
denir. Bu matlalar birden fazla olursa, bunlar, sırasıyla, matla-ı evvel, matla-ı sânî,
matla-ı sâlis adını alırlar. Böyle kasidelere zü‘l-metâli veya zâtü’l-metâli denir.
Şairin mahlasının geçtiği beyte tâc beyt adı verilir ve son beyitlere doğru
bulunur. Kasidenin en güzel ve anlamlı beytine ise, beytü’l-kasîd denir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Nazım Şekilleri
Kasidede beyit sayısı en az 31, en fazla 99’dur. Beyit sayısı 31’den aşağı olan
Kaside olduğu gibi, 99’dan yukarı olanlar da vardır. Arap edebiyatında ise, bu sayı
30-120 arasında olmakla beraber, İbnü’l-Fârız’da görüldüğü gibi 700 beyti aştığı da
olmuştur.
Beyitler hâlinde yazılan kasidenin ilk beyti kendi arasında, sonraki beyitler ise
ilk beytin ikinci mısraı ile kafiyeli olup kafiye şeması: (aa/ba/ca/da..) şeklindedir.
Türk şiirinde kaside, XV. Yüzyıldan itibaren kendini gösterir. Şeyhi ve Ahmed
Paşa’nın kasideleri, bu yüzyılın başta gelen örnekleridir. XVI. Yüzyılda Hayali, Fuzuli,
Nevi, Baki ve Ruhi gibi şairlerin elinde gelişen Türk kasideciliği; XVII. Yüzyılda en
büyük kaside ustası olan Nefi’yi yetiştirmiştir.
Kaside, nesip (teşbip), girizgah (giriz), methiye, tegazzül, fahriye, dua olmak
üzere altı bölümden oluşmaktadır.
Nesîb-Teşbîb
Kasidenin girişi ve şiir yönü en ağır basan bölümüdür. Beyit sayısı 15-20
arasındadır. Kasidede asıl amaç bir büyüğü övmektir. Fakat şair doğrudan övgüye
başlamaz kasidenin mukaddimesi sayılan nesip bölümüne bir tasvirle başlamak
ister. Nesibin konusu ise, bahar, kış, gece, savaş alanı, at, bir güzelin anlatılması,
tasviri gibi çok çeşitlidir. Kasideler, genel olarak, nesip bölümünde işlenen konulara
göre isimlendirilir. Bazen da redifi, redif yoksa kafiyesine göre ad verilir. Nesip
bölümünde anlatılan konulara göre şu isimleri alır: bahariye, şitaiye, temmuziye,
ramazaniye, ıydiye, nevruziye, rahşiye, hammamiye, dariye, cülusiye, kudumiye
(istikbaliye), fethiye, sulhiye” adlandırmaları da, kasidelere başlık olan diğer edebî
tür adlarıdır.
Bazı kasideler de rediflerine göre; gül, sünbül, kerem, güneş, su, tig, kalem
(kasidesi) şeklinde adlandırılırlar.
Girîzgâh (Girîz)
Kasidelerin nesip bölümünden methiye bölümüne geçerken söylenen beyit
veya beyitler demektir. Mensur yazılarda veya hutbelerdeki “ammâ ba‘d” sözüne
mukabil, kasidedeki girizgah beyti, gelişigüzel söylenmeyip yerine göre uygun
nükteli bir veya iki beyitle methiye bölümüne geçer. Bu işin ustası Nedim ve
benzeri şairlerdir.
Medhiyye
Kasidenin asıl bölümü, methiye kısmıdır. Çünkü kaside, büyükleri övmek,
medh etmek maksadıyla yazılır. Bu bölümde şair, kendi becerisini ve şiir yeteneğini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Nazım Şekilleri
göstermek için, övülen kişide dile getirdiği özelliklerin olup olmadığını dikkate
almaksızın övgüler söyler. Şair, bu bölümde bütün maharetini gösterir. Edebî
sanatlardan teşbih sanatı, en çok bu bölümde kullanılır. Bu da, kendine kaside
yazılan kişiyi lutuf ve ihsanı, cömertlik, adalet, güç, kuvvet ve haşmetiyle tanınmış
tarihî ve efsanevi kahramanlarla karşılaştırarak yapılır. Bu bölümün şiir yönü
oldukça zayıftır. Dil, diğer bölümlere nazaran daha ağır ve ağdalıdır.
Tegazzül
Tegazzül, Arapça olup, gazel söyleme, gazel tarzında şiir söyleme anlamına
gelmektedir. Kasidenin bir bölümü olması nedeniyle, genel olarak nesip (teşbip)
bölümünden sonra yazılır ve tecdîd-i matla ile başlar, mahlas beyti ile sona erer.
Şair, bir fırsatını bularak, aynı ölçü ve kafiyede bir gazel söyler. Şair, gazel
söyleyeceğini, duruma uygun bir beyitle haber verir.
Fahriyye
Övünülecek şey anlamına gelen fahriye, şairin kaside içinde kendini övdüğü
bölümdür. Şemseddin Sami fahriyeyi, “Şairin eski Arab usûlü üzre kendi evsâf ve
fezâilini ve ale’l-husûs şecâ‘at, kerem ve sehâvetiyle fesâhatını ta‘dâd ve medh
yolunda söylediği kaside”, diye tarif etmektedir. Şair, methiye bölümünde
kullandığı benzetmeleri, bu defa fahriye bölümünde, İran şairleriyle kendini
karşılaştırmak suretiyle yapar. Böylece kendini İran şairlerinden üstün göstererek
övülen kişiyi sıradan bir şairin değil, usta bir şairin övdüğünü söylemek ister.
Kasidenin bu bölümünde de, en başarılı şairin, kaside ustası Nefi olduğu
görülmektedir. Nefi, fahriye bölümünde sadece kendini değil, şiiri ve şairliği de
önemli bir sanat olarak övmüştür. Nefi, bununla da kalmamış, bazı kasidelerine
fahriye ile başlamıştır ki, nesip bölümü bulunmayan bu kasideler de bir nevi
methiye demektir.
Du’â
Kasidenin son bölümü olan dua, birkaç beyitten ibarettir. Bu bölümde şair,
övdüğü kişinin işlerinde başarılı, ömrünün uzun; talihinin iyi ve açık olması
dilekleriyle dua eder. Şair, dua bölümüne geçtiğini uygun bir beyitle belirtir.
Kasideler içerisinde musammat kaside tarzında yazılmış kasideler de vardır.
Musammat gazellerde olduğu gibi, musammat kasideler de genel olarak iki eşit
parçaya bölünebilen kalıplarla yazılırlar. Bu kasidelerin dış kafiyelerinden başka, iç
kafiyeleri de bulunur. Beyitlerde bulunan iç kafiyeden sonraki kısımları, beyitlerin
altına gelecek şekilde yazıldığı zaman, halk edebiyatı nazım şekillerinden koşma
tarzına dönüşmüş olur. Bu husus, gazellerde daha çok görülür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Nazım Şekilleri
Mesnevî
Klasik Türk edebiyatında değişik konuların işlenmesinde çok kullanılmış olan
nazım şekillerinden biri de mesnevidir. Bir edebiyat terimi olarak mesnevinin ilk
olarak İran edebiyatında kullanıldığı söyleniyorsa da, bu nazım şeklinin ilk örnekleri
Arap edebiyatında görülmektedir. Buna göre Araplar, kendi arasında kafiyeli
beyitlerden oluşan mesnevi nazım şekline müzdevice, aruzun recez bahri ile
yazıldığı için de recez veya bunun çoğulu olan urcuze kelimesiyle ifade etmişlerdir.
Urcuze, aruzun kısa bahirleriyle yazılan şiir demektir.
Divan edebiyatında kaside ve gazelden sonra en yaygın nazım şekli olan
mesnevi, “her beyti kendi arasında kafiyeli olan manzumeler” demektir. Konuları
uzun eser ve hikayeler bu nazım şekliyle yazılır. Çünkü bu nazım şeklinde kaside ve
gazeldeki gibi kafiye sıkıntısı yoktur.
Mesnevi, bir terim ve bir nazım şekli olarak Türk edebiyatına İran
edebiyatından geçmiş; XI. Yüzyıldan XIX. Yüzyıla kadar bu türde sayısız eserler
verilmiştir. İran edebiyatında, ilk zamanlarda, daha çok, destani konuların
işlenmesinde mesnevi nazım şeklinin gelişmiş ilk örneği Firdevs-i Tusi’nin Şeh-nâme
(X-XI. Yy.) isimli eserinin etkisi vardır. Mesnevi nazım şekli, sadece destani
eserlerde kullanılan bir nazım türü olarak kalmamış, tasavvufi ve ahlaki konularla
aşk ve macera hikâyeleri de bu nazım şekliyle yazılmıştır.
Mesnevi, kendi arasında kafiyeli beyitlerden oluşan bir nazım şekli olup
kafiye şeması (aa/bb/cc...) şeklinde devam etmektedir. Beyit sayısında, diğer nazım
şekillerinde olduğu gibi, her hangi bir kısıtlama olmaması, beyitler arasında kafiye
bağlantısı bulunmaması, şairlere, işledikleri konuları istedikleri genişlikte işleme
serbestîsini vermiştir. Mesnevi nazım şeklinin çok kullanılmasının sebepleri başında
da bu gelmektedir.
Kıt`a
Aynı vezinde iki beyitten ibaret ve başlı başına bir anlam ifade eden
nazımdır. Kıtalarda, daha çok 2. ve 4. mısralar kafiyeli olur. Kıtalarda matla ve
mahlas beyti bulunmaz. Kafiye şeması, gazelde olduğu gibi, (xa/xa) şeklindedir. İki
beyitli kıtaların (ab/ab) şeklinde kafiyeli olanları da vardır. Beyit sayısı 35-40 beyte
varan kıtalara kıta-i kebîre denir. Matla beyti olmayan bir gazel gibidir. Tarihler,
genel olarak, kıta nazım şekliyle yazılır. İlk beyti kafiyeli olanlara nazım adı verilir.
Kıtalarda beyitler arasında anlam bütünlüğü vardır ve beyitler birbirini tamamlayıcı
niteliktedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Nazım Şekilleri
Kıtalarda, felsefi ve tasavvufi fikirler, bir kişiyi övme veya yerme, bir olayın
tarihi, bir hayat görüşü, bir nükte gibi çeşitli konulara yer verilmiştir. Uzun kıtalarda
bazan şairin mahlasını da söylediği görülür.
Kıta ile rübai çoğu zaman karıştırılır. Kıtanın en bariz özelliği, ilk beytinin
kafiyeli olmayışıdır.
Yâ Rab ne eksilirdi deryâ-yı rahmetinden
Peymâne-i vücûda zehr-âb dolmasaydı
Âzâde-ser olurdum âsîb-i derd ü gamdan
Ya dehre gelmeseydim ya aklım olmasaydı
Ziya Paşa
Kalem olsun eli ol kâtib-i bed-tahrîrün
Ki fesâd-ı rakamı sûrumuzu şûr eyler
Gâh bir harf sükûtıyla eder nâdiri nâr
Gâh bir nokta kusûrıyla gözi kûr eyler
Fuzuli
Müstezâd
Bazı manzumelerde, özellikle gazellerde mısraların sonuna kısa ve manzum
bir parça eklenir. Bu parçalara ziyade adı verilir. Böyle ziyadeli manzumelere
müstezat denir.
Eklenmiş anlamına gelen müstezat, gazelden türemiştir. Çoğunlukla aruzun
(mef‘ûlü/mefâ‘îlü/mefâ‘îlü/fe‘ûlün) kalıbıyla yazılır, her mısradan sonra bu kalıbın
ilk ve son tefileleri olan (mef‘ûlü/fe‘ûlün) kalıbına uygun ve ziyâde denilen bir kısa
mısra söylenir. Böylece müstezatın her beyti iki kısa mısra ilavesiyle dört mısradan
oluşur. Bu nazım şekli, divan şiirinin sanatlı şekillerindendir. Kısa mısralar okunsa
da okunmasa da beytin anlamı bir bütünlük arz eder. Bu bakımdan uzun ve kısa
kalıplarla yazılmış iki ayrı gazelin içiçe girmiş hâli gibidir. Müstezatın bu şekline
müstezat-ı südâsiye adı da verilmektedir. Bu müstezata südâsiye (altılı) denmesi
ise, uzun ve kısa mısralardaki tefilelerin toplamının altı tane olmasındandır.
Sayıları az da olsa, bazen her uzun mısradan sonra iki ziyâdeli müstezatlar da
söylenmiştir. Böyle olan müstezatın kafiye şeması:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Nazım Şekilleri
Aaa Aaa/BbbAaa/CccAaa/... şeklinde olur. Ziyadesi bir olan müstezatlara
sade, iki mısra olanlara ise çift adı verilir.
Bu nazım şekli, halk edebiyatında divan edebiyatından daha çok kullanılmış
ve ziyade yerine yedekli-ayaklı gibi isimlerle yaygın bir nazım şekli hâline gelmiştir.
Servet-i fünun edebiyatıyla ortaya çıkan serbest müstezat ise, aruzun hemen
her kalıbıyla yazılmış olup klasik müstezat ile uzun ve kısa mısralı oluşundan başka
benzer tarafı bulunmamaktadır.
Keçecizade İzzet Molla’nın bülbüle hitaben söylediği şu şiir bir müstezattır:
Bülbül, yetişir bağrımı hûn etti figânın
Zabt eyle dehânın
Hançer gibi deldi yüregim tîg-ı zebânın
Te’sîr-i lisânın
Âh etse n`ola bülbül-i dil meşhedim üzre
Tâ mahşer olunca
Çok çekdi gam-hârını gülzâr-ı cihânın
Bu bâğ-ı fenânın
İki ziyadeli müstezata örnek olarak da şu şiiri verebiliriz:
Hey hey ne acâib bezemiş hüsn ile Bârî
Bu sûret-i yâri
Bu nakş-ı nigârı
Her ehl-i nazar kim göre tahsîn ola kârı
Bu çeşm ü izârı
Kalmaya karârı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Nazım Şekilleri
Ey mutrib-i dil-keş ele al çeng ü rebâbı
Çâk eyle hicâbı
Ref‘ eyle nikâbı
Ey sâkî-i meh-veş taşa çal şîşe-i ârı
Sun câm-ı ukârı
Def‘ eyle humârı
Uşşâkı katâr eyledi aşk içre Muhammed
Ol şâh-ı mümecced
Ol matlab-ı maksad
Ey üştür-i dil sen olagör pîş-i katârı
Çek aşk ile bârı
Ye derd ile hârı
Müstezatın bir başka şekli de, başka bir şairin gazeline ziyadeler ilave ederek
yazılan müstezattır. Adli’nin gazeline, Osmanzade Taib mizahi anlamlı ziyadeler
ekleyerek bir müstezat oluşturmuştur. Bu şiirin ilk beyti şöyledir:
“O dem ki mültefit-i yâr-ı dil-firîb olurum”
Dürüst söyleyemem
“Fenâ-resîde-i ser-mâye-i rakîb olurum” (Adli)
Fenâ-resen diyemem (Osmanzade Taib)
BENT ESASINA DAYALI NAZIM ŞEKİLLERİ
Rübâ´î
Dörtlü demek olan rübai, dört mısralık ve kendine has vezni olan, bağımsız
bir nazım şeklidir. 1, 2 ve 4. mısralar kafiyeli, 3. mısra serbesttir. Kafiye şeması
“aaxa” şeklindedir. Rübainin üçüncü mısraı kafiyesiz olması nedeniyle hasi (hadım)
denilmiştir. Rübaiye Farsça olarak; terane, dü-beyt, çar-mısra/çehar-mısra adları da
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Nazım Şekilleri
verilmiştir. Dört mısralı nazım ve tuyugdan ayrılan yanı, kendine has vezinlerle
yazılmış olmasıdır.
Kendine has vezinlerle yazılan rübainin, bahr-i hezecden yirmi dört kalıbı
vardır ki, bunlar: ahrem ve ahreb diye ikiye ayrılır. Her ikisi de on ikişer kalıptır.
(Mef‘ûlü) tefilesiyle başlayanlara ahreb, (mef‘ûlün) tefilesiyle başlayanlara da
ahrem denir. Türk edebiyatında daha çok ahreb kalıpları ve bunların da ahenkli
olanları kullanılmıştır. Şair, hepsi ahreb kalıplarından olmak üzere, rübaide ayrı ayrı
kalıpları karışık olarak kullanabilir. Rübainin her mısraı ayrı ayrı vezinde olabildiği
gibi, dört mısraı da aynı vezinde olabilir.
Genel olarak, bir rübaide iki kalıp kullanılmıştır. Bu iki kalıptan biri 1, 2 , ve 4.
mısrada, diğeri ise 3. mısrada kullanılır ki bu tertip, rübainin 3. mısrada en güçlü
düşünceyi söyleme ve uyumu sağlama ilkesine uygundur.
Rübailer, divanların tertibinde “Rubâiyyât” bölümünde kafiyelerine göre
sıralanırlar.
Rübai nazım şekli, edebiyatımıza İran edebiyatından geçmiştir. Değişik
konularda yazılan rübailerde şairler, dünya görüşlerini, felsefelerini, dinî ve
tasavvufi düşüncelerini, rindane tavırlarını, maddi ve manevi aşk anlayışlarını kısa
ve özlü bir şekilde ancak rübaide anlatabilirler.
Rübai nazım şekli, Türk edebiyatında XIV. Yüzyıldan sonra görülmeye
başlamıştır. Rübai denilince akla gelen ilk şairler, Arap edebiyatında İbnü’l-Fârız;
İran edebiyatında Ömer Hayyâm; Türk edebiyatında Azmizade Haleti’dir. XX.
Yüzyılda ise, Yahya Kemal ile Arif Nihat Asya ilk akla gelen şairlerimizdir. Azmizade
Haleti’nin rübai söylemede olan ustalığı hakkinda Nedim; “Hâletî, evc-i rübaide
uçar ankâ gibi”, demiştir.
Rübai nazım şekli, ince duygu ve düşüncelere, nükteli buluşlara çok uygun
olması sebebiyle, divan edebiyatı nazım şekilleri içinde, günümüze kadar gelebilmiş
nadir rastlanan nazım şekillerindendir.
Bir de rübai-i musarra vardır ki, dört mısraı da birbiriyle kafiyeli olan
rübailerdir. Şeması (aaaa) şeklindedir. Ancak, böyle olan rübailerde, aynı kafiyede
olması sebebiyle 3. mısrada kafiye değişikliği olmadığından, 4. mısrada asıl
söylenmek istenen duygu ve düşünce tam bir tesir bırakmaz.
Rübai vezniyle yazılan şiirler dört mısraı geçmezken, XVII. Yüzyıl gazel ustası
Şeyhülislam Yahya, rübai vezniyle bir gazel yazarak, bu alanda bir yenilik getirmeye
çalışmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Nazım Şekilleri
Derd ehli odur ki sormayup râh-ı necât
Yanında bir ola hâr u gül zehr ü nebât
Hükmün viremez bu kâr-ı zâr-ı aşkın
Şemşîr-i belâyı bilmeyen âb-ı hayât
Azmizade Haleti
Yâ Rab dilimi sehv ü hatâdan sakla
Endîşemi tezvîr ü riyâdan sakla
Basdım reh-i vâdî-i rubâ‘îye kadem
Ta‘n-ı har-ı nâdân-ı dü-pâdan sakla
Nefi
Âlemde huzûr etmege bir dem yoğimiş
Âzâde-i gam aceb bir âdem yoğimiş
Ya hep var imiş anlamadık biz yâhûd
Âdem yoğimiş dem yoğimiş gam yoğimiş
Ziya Paşa
Tuyug
Tuyug, kafiye şekli rübai gibi aruzun sadece (fâ‘ilâtün/fâ‘ilâtün/fâ‘ilün)
vezniyle yazılan 4 mısralık bir nazım şeklidir. 1, 2 ve 4. mısraları kafiyeli, 3. mısra
serbesttir. Şeması ise, rübaide olduğu gibi, (aaxa) şeklindedir. Az da olsa (aaaa)
tarzında yazılmış tuyuglar da vardır. Dört mısraı da kafiyeli olan bu tuyuga musarra
tuyug denilmektedir. Halk edebiyatında, on birli hece ölçüsüyle yazılan mâni
şeklindeki dörtlüklere de tuyug denmektedir. Tuyug, Türk edebiyatına mahsus tek
bentli bir nazım şeklidir. Halk edebiyatındaki mani karşılığı sayılır. Manide olduğu
gibi, tuyugta da, genellikle, cinaslı kafiye kullanılır. Ancak bu tarza, daha çok Azeri
ve Çağatay edebiyatlarında tesadüf edilmektedir.
Edebiyatımızda tuyugun başta gelen temsilcisi olarak Kadı Burhâneddin
kabul edilmektedir. Divanı’ndaki tuyug sayısı 169’dur. Tuyuglarıyla tanınmış olan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Nazım Şekilleri
diğer şairler Nesimi, İvaz Paşazade Atayi ve Ali Şir Nevai’dir. Tuyugta da, rübaide
olduğu gibi, önemli fikir ve düşünceler özlü bir şekilde söylenir, mahlas söylenmez.
Aşağıdaki örneklerden ilki normal tuyuga, diğeri musarra tuyuga örnektir.
Gönlüm oldu aşkının âvâresi
Gamzenin gitmez gönülden yâresi
Derdime çok istedim dermân velî
Yoğ imiş la‘linden özge çâresi
İvaz Paşazade Atayi
Âlemi yüzün gülistân eylemiş
Bülbülü ser-mest ü hayrân eylemiş
Anberîn zülfün perîşân eylemiş
Mâhını ebrinde pinhân eylemiş
Nesimi
Murabba‘
Murabba, bent adı verilen dört mısralık kıtalardan oluşur. Genel olarak
kafiye şeması (aaaa/bbba/ccca/ddda...) şeklindedir. İlk bentin ilk üç mısraı kendi
aralarında kafiyeli olabilir. Buna göre kafiye şeması (bbba/ccca/ddda/eeea..)
şeklinde olur. Bu durumda dördüncü mısranın, diğer bentlerin dördüncü
mısralarıyla kafiyeli olması gerekir. Birinci bentin dördüncü mıraı diğer bentlerin
dördüncü mısraı olarak tekrar ederse, böyle murabbalara murabba-ı mütekerrir,
her bentte değişik ise buna da murabba-ı müzdevic denir. Şairin mahlası son bentin
her hangi bir mısraında geçer.
Murabbaın bent sayısı 3-7 arasında değişir. Her konuda murabba yazılabilir.
Murabba-ı mütekerrir’e örnek:
Perîşân hâlin oldum sormadın hâl-i perîşânım
Gamından derde düşdüm kılmadın tedbîr-i dermânım
Ne dersin rûzgârım böyle mi geçsin güzel hânım
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Nazım Şekilleri
Gözüm cânım efendim sevdiğim devletlü sultânım
...
Esîr-i dâm-ı aşkın olalı senden vefâ görmem
Seni her kanda görsem ehl-i derde âşinâ görmem
Vefâ vü âşinâlık resmini senden revâ görmem
Gözüm cânım efendim sevdiğim devletlü sultânım
Fuzuli
Şarkı
Türk edebiyatının ürünü olan ve şekil bakımından murabbaya benzeyen
şarkı, dörtlüklerden kurulur ve temel kafiye, her dörtlüğün dördüncü mısraında
tekrarlanır. Genel olarak kafiye şeması (aaaa/bbba/ccca/ddda..) şeklindedir. Bu
ana kafiye, bazen ilk dörtlüğün 2. mısraında da olur. Bu durumda ilk dörtlüğün 2.
ve 4. mısraları, diğer dörtlüklerin 4. mısraı olarak takrarlanır ki, buna nakarat denir.
Kafiye şeması (aa aa/bbba/ccca/ddda...) şeklindedir. Nakaratsız şarkılar da vardır.
(baba/ccca/ddda/eeea..). İlk dörtlüğün 3. mısraı kafiyesiz olan şarkılar da bulunur.
Bunların kafiye şemaları (aaxa/bbba/ccca/ddda..; aaxa/bbba/ccca/ddda...)
şeklindedir.
Bestelenmek için yazıldıklarından dolayı bent sayısı azdır. Bu amaçla yazılan
şarkılar, daha çok, (mef‘ûlü/mefâ‘îlü/mefâ‘îlü/fe‘ûlün) kalıbıyla yazılır. Şarkıda 3.
mısraya miyan veya miyanhane adı verilir. Söz ve bestenin en dokunaklı yeri
miyana denk getirilir. Divan edebiyatında şarkı ustası olarak Nedim bilinir.
Şarkılarının dili oldukça sadedir. Nedim’den başka Enderunlu Fazıl ve Enderunlu
Vasıf da şarkı yazmışlardır. Ancak, Nedim’in şarkıları kadar başarılı değildirler.
Şarkılarda konu, genelde, aşk, sevgili, şarap ve eğlencedir.
Sevdiğim cânım yolunda hâke yeksân olduğum
İyddir çık nâz ile seyrâna kurbân olduğum
Ey benin aşkıyla bülbül gibi nâlân olduğum
İyddir çık nâz ile seyrâna kurbân olduğum
Nedim
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Nazım Şekilleri
Yeni Türk edebiyatı döneminde yazılan şarkılar, genel olarak, iki bentli
ve nakaratlıdır.
Kalbim yine üzgün seni andım da derinden,
Geçtin yine dün eski hazân bahçelerinden!
Üzgün ve kırılmış gibi en ince yerinden,
Geçtin yine dün eski hazân bahçelerinden!
Senden boşalan bağrıma gözyaşları dolmuş!
Gördüm ki yazın bastığımız otları solmuş.
Son demde bu mevsim gibi benzim de kül olmuş,
Geçtin yine dün eski hazân bahçelerinden!
Yahya Kemal
Terbi‘
Terbi kelimesinin sözlük anlamı “dörtleme, dörtlü hâle getirme” demektir.
Bir gazelin beyitlerinden önce, başka bir şair tarafından, aynı vezin ve kafiyede
ikişer mısra eklenerek yapılan murabbaya denir. Gazelde matladan sonraki
beyitlerin birinci mısraları serbest olduğundan terbi, o mısraın kafiyesine göre
yapılır. Kafiyelenişi şöyledir: aaaa/bbba/ccca/ddda/ eeea.
Eklenen beyitlere zamime denir. Bu zamîmenin, eklendiği beyitle anlam
bakımından birbiriyle kaynaşması gerekir. Az kullanılmış bir şekildir.
Muhammes
Her bendi beş mısradan oluşan nazım şekline muhammes (beşli) denir. İlk
bentin 4. ve 5. veya sadece 5. mısraı diğer bentlerin sonunda tekrar ediyorsa buna
muhammes-i mütekerrir denir. Bu iki durumda da kafiye şeması şöyledir: (aaaan
/bbban /cccan /dddan an...) , (aaaaan/bbbban/ccccan/ddddan..).
Bazan her bendin ilk üç mısraı kendi aralarında kafiyeli olduğu hâlde, son iki
mısra bütün bentlerde aynı şekilde kafiyelenir. Bu durumda ise kafiye şeması şöyle
olur: (bbbaa/cccaa/dddaa/eeeaa...). 4. ve 5. mısralar nakarat olarak da tekrar
edebilir. Bentlerin beşinci mısraları değişiyorsa, buna muhammes-i müzdevic denir.
Kafiye şeması şöyledir: (aaaaa/bbbba/cccca/dddda...).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Nazım Şekilleri
Muhammeslerde hemen her konu işlenebilir. Ayrıca muhammes şekliyle
şarkı da yazılır ki, bu tarzda yazılan şarkılara muhammes şarkı adı verilir. Aşağıya iki
bendini aldığımız Enderunlu Vasıf’ın muhammesi, muhammes şarkıya örnektir.
Bir nihâl-i nev-edâ
Sevdim ammâ bî-vefâ
Tarz u tavrı dil-rübâ
Kaddi mevzûn ince bel
Kıt`ası gâyet güzel
....
Zülfü sünbül destedir
Vâsıfâ dil-hastedir
Dahi pek nevrestedir
Kaddi mevzûn ince bel
Kıt`ası gâyet güzel
Tardiyye
Beşer mısralık bentlerden oluşan tardiye, muhammesin özel bir şeklidir.
Muhammes, aruzun her kalıbıyla yazıldığı hâlde, tardiye sadece
(mef‘ûlü/mefâ‘ilün/fe‘ûlün) kalıbıyla yazılır. Tardiyyenin muhammesten ayrılan
diğer özelliği ise, temel kafiyenin bentlerin sadece 5. mısralarında olmasıdır. Kafiye
şeması şöyledir ve başka şekli yoktur: (bbbba/cccca/dddda/eeeea.)
Tardiyeye tard u rekb de denir. Mesnevilerde şairler, eseri monotonluktan
kurtarmak için, olayın kahramanlarının ağzından yer yer gazel, murabba gibi
manzumeler söylerlerdi. Bunlara da tardiye denilirdi.
Türk edebiyatında tardiye oldukça az kullanılan bir nazım şeklidir. Ancak,
Şeyh Galip tardiyeye özel bir değer vermiş ve Türk edebiyatının en güzel
tardiyelerini yazmıştır. Aşağıda ilk ve son bendini verdiğimiz tardiye Hüsn ü Aşk
mesnevisindendir.
Hoş geldin eyâ berîd-i cânân
Bahş et bana bir nüvîd-i cânân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Nazım Şekilleri
Cân ola fedâ-yı îd-i cânân
Bî-sûd ola mı ümîd-i cânân
Yârin bize bir selâmı yok mu
….
Dil hayret-i gamla lâl kaldı
Gâlib gibi bî-mecâl kaldı
Gönderdiğim arz-ı hâl kaldı
El-ân bir ihtimâl kaldı
İnsâfın o yerde nâmı yok mu
Şeyh Galip
Tardiye, Şeyh Galip’ten önce Nedim tarafından da kullanılmıştır. Abdülhak
Hamit ise, Şeyh Galip’ten çok etkilenerek, Eşber isimli manzum tiyatrosunda iki
yerde tardiye kullanmıştır.
Tahmis
Sözlük anlamı “beşleme, beşli duruma getirme” demek olan tahmis, bir
gazelin beyitlerinin önüne aynı vezin ve kafiyede üçer mısra ekleyerek yazılmış olan
muhammes
demektir.
Kafiye
şeması
ise
şöyledir:
(aaaaa/bbbba/cccca/dddda/eeeea.)
Gazelde matladan sonraki beyitlerin ilk mısraları serbest olduğundan, tahmis
o mısraın kafiyesine göre yapılır. Şayet serbest olan mısraın son kelimesi kafiyeye
uygun gelmezse, ondan evvelki kelime ile kafiye yapılır, son kelime ise redif olarak
kalır. Tahmiste, ilave mısraların, gazelin beyitleriyle anlam ve değer itibariyle
kaynaşmış olması gerekir. Aksi takdirde ek mısralar birer yama gibi kalır ve
başarısız bir tahmis yapılmış olur. Gazelin makta beytinde şairin mahlası geçtiği
gibi, tahmis yapan şair de aynı bentte mahlasına yer verir.
Tahmis, daha çok gazellere yapılmakla birlikte kasidelere de tahmis
yapılmıştır. Tahmis, divan edebiyatında muhammesten daha çok benimsenmiş bir
nazım şeklidir. Çoğu şair, kendinden önceki ve çağdaşı şairlerin birkaç gazelini
tahmis etmiştir. Ayrıca kendi gazelini tahmis ederek muhammes hâle getiren
şairler de vardır. Bu nevi tahmislere divanlarda “tahmîs-i gazel-i hod” başlığı
altında yer verilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Nazım Şekilleri
Tahmis edilen gazel, musammat bir gazel ise, tahmis de musammat olarak
yapılır. Baki’nin, Fuzuli’nin musammat gazeline yaptığı tahmisinin ilk iki bendi
şöyledir:
Aceb ol şâh-ı zâlim âşıkın hûnına kanmaz mı
Bu denlü nâle bir gün ana te‘sîr ide sanmaz mı
Kıyâmet yok mudur sanır yâhûd haşre inanmaz mı
“Meni cândan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı”
Felekler yandı âhımdan murâdım şem‘i yanmaz mı”
Dem-â-dem ol gül-i handân ider cân bülbülün seyrân
Nasîbi illerin ihsân benim endûh-ı bî-pâyân
Eder gayrileri handân beni bin derd ile giryân
“Kamu bîmârına cânân devâ-yı derd ider ihsân”
Niçin kılmaz bana dermân beni bîmâr sanmaz mı”
Taştir
Taştir; terbi, tahmis ve tesdisin başka bir şeklidir. Kelime anlamı ikiye
ayırmak, demek olan taştir, her hangi bir şairin beyit esasına göre kurulmuş
manzumesinin, özellikle gazelinin her beytini ikiye ayırarak ortalarına iki veya daha
fazla mısralar ilave etmek, demektir. İki mısra ilavesiyle murabba, üç mısra
ilavesiyle muhammes, dört mısra ilavesiyle de müseddes yapılmış olur.
Taştirde, ilave edilen mısraların vezin, kafiye ve beytin ihtiva ettiği anlam
yönüyle asıl beyit ile uyuşması, kaynaşması gerekir.
Taştirin kafiye şeması “AaaaA/BbbbA/CcccA/DdddA/EeeeA.” şeklindedir.
Şair, mahlasını, ötekilerde olduğu gibi yine son bentte söyler.
Baki’nin bir gazeline Yahya Kemal’in yaptığı bir taştirin ilk iki bendi şöyledir:
“Fermân-ı aşka cân iledir inkıyâdımız”
Pürdür hayâl-i yâr ile her lâhza yâdımız
Mevkûfdur o mâha samîm-i fuâdımız
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Nazım Şekilleri
Âhir varınca haddine hestî-i şâdımız
“Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdımız”
“Baş eğmeziz edânîye dünyâ-yı dûn içün”
Ettik fedâ zevâhiri şevk-i derûn içün
Sattık metâ‘-ı ömrü mey-i la‘l-gûn içün
Nevbet çalınca rihlet-i milk-i sükûn içün
“Allâhâdır tevekkülümüz i‘timâdımız”
Müseddes
Altılı demek olan müseddes, bentleri altışar mısradan oluşan nazım şekline
denir. Kafiyelenişi, daha çok (aaaaaa /bbbbba /ccccca /ddddda…) şeklinde olan
müseddeslere müseddes-i müzdevic denir. (aaaaaa /bbbbcc /ddddee /ffffgg…;
bbbbca /ddddca /eeeeca/ffffca…) şeklinde kafiyelenen müseddes-i müzdevicler de
vardır.
Eğer, ilk bendin 5. ve 6. mısraı veya sadece 6. mısraı öteki bentlerde
tekrarlanıyorsa buna müseddes-i mütekerrir denir.
Müseddes, çeşitli konularda yazılabilir. Naili-i Kadim’in bir müseddes-i
mütekerrinin ilk iki bendi şöyledir:
Firâşım seng-i hârâ pûşişim şevk-i kıtâd olsun
Yerim beytü’l-hazen kârım figân-ı girye-zâd olsun
Ten-i mecrûhuma ta‘n-ı adû zahm-ı ziyâd olsun
Edenler gönlümü âzürde mesrûru’l-fuâd olsun
Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı yâ Rabbi şâd olsun
Benim-çün nâ-murâd olsun diyenler ber-murâd olsun
Sipihr-i kîne-cûdan bî-vefâlık resm-i âdîdir
Felekden bî-niyâz olmak dahi bir özge vâdîdir
Verâ-yı kâm-cûyân-ı mahabbet nâ-murâdîdir
Gönül bu matla‘ın memnûn-ı ma‘nâ-yı ma‘âdîdir
Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı yâ Rabbi şâd olsun
Benim-çün nâ-murâd olsun diyenler ber-murâd olsun
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Nazım Şekilleri
Naili-i Kadim
Tesdis
Altılama, altıya tamamlama demek olan tesdis, tahmis gibidir. Sadece
gazelin beyitleri üstüne 3 mısra yerine, aynı vezin ve kafiyede dört mısra ilave
edilerek yazılan nazım şekline tesdis denir. Az kullanılmış bir nazım şeklidir. Kafiye
şeması ise şöyledir: (aaaaaa/bbbbba/ccccca/ddddda.)
Müsebba‘
Yedili anlamına gelen müsebba, bentlerinin mısra sayısı yedi olan nazım şekli
demektir. Çok nadir kullanılmıştır.
Müsemmen
Sekizli demek olan müsemmen, bentlerinin mısra sayısı sekiz olan bir nazım
şeklidir. Kafiye şeması şöyledir: (aaaaaaaa/bbbbbbba/ccccccca/ddddddda.) Şu
şekilde kafiyelenenler de vardır: (aaaaaabb/ccccccdd/eeeeeeff/gggggghh.)
Mütessa‘
Dokuzlu anlamına gelen mütessa, bentleri dokuz mısra olan bir nazım
şeklidir. Hemen hemen hiç kullanılmamıştır.
Muaşşer
Onlu anlamına gelen muaşşer, bentlerinin mısra sayısı on olan nazım şeklidir.
Nadiren kullanılmıştır. Hayali’nin bir muaşşerinin ilk iki bendi şöyledir:
Bir güzel gördüm ki reşk-i sûret-i büt-hânedir
Kendisinden gayriye âteş gibi bîgânedir
Kim zebânından gelen efsûn ile efsânedir
Mü’min ü küffâr ile hem-sohbet ü hem-hânedir
Câm-ı zerrîn nûş ider bir bî-vefâ mestânedir
Nûş iden bir cür‘asın bin yıl yeri meyhânedir
Tuğ çekmiş bir dil-âverdir ki kasdı cânadır
Nûr-ı tab’ımdan çerâğın yakmamışdır yâ nedir
Râstı ben şem‘-i dil-sûzem adû pervânedir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Nazım Şekilleri
Kim dolaşsa âteşe pervâne yâ dîvânedir
Bir nihâlem kim bana berg-i hazân oldu nasîb
Sûd içinde gayriler bana ziyân oldı nasîb
Cismden âr eyler oldum tâ ki cân oldı nasîb
Bir Hümâ-yı nûr-bâlem üstühân oldı nasîb
Gel haber ver aşkdan çün kim zebân oldı nasîb
Sûz-ı hasret âşkârâ vü nihân oldı nasîb
Bana yanmak bî-tereddüd bî-figân oldı nasîb
Kendi hâlimden bana çün kim beyân oldı nasîb
Râstı ben şem‘-i dil-sûzem adû pervânedir
Kim dolaşsa âteşe pervâne yâ dîvânedir
Hayali
Terkîb-i Bend ve Tercî-i Bend
Terkîb-i Bend
Bentlerden kurulmuş olan uzun bir nazım şeklidir. Her bent iki bölümden
oluşur. Birinci bölüme terkib-hane adı verilir. Buna kıta da denmiştir. Genel olarak
kısaca bent tabir edilir. Her bent, sayısı 5-10 arasında değişen beyitlerden oluşur.
Bentlerin kafiye şeması gazele benzer. Bazan bentlerin bütün mısraları her bentte
ayrı ayrı olmak üzere kendi aralarında kafiyelenir. Bent sayısı 5-10 arasında değişir.
Daha fazla da olabilir. Bendin son beytine vasıta beyti veya bendiye denir. Bu beyit
her bendin sonunda değişir ve mutlaka kendi mısraları arasında, bentten ayrı
olarak, kafiyelenir. Terkib-i bendin kafiye şeması şöyledir: (aa xa xa xa xa bb/cc xc
xc xc xc dd..). Şu şekilde de olabilir: (aa aa aa aa aa bb/cc cc cc cc cc dd..). Her iki
şekilde de kafiyeleri “bb” ve “dd” harfleriyle gösterilen beyitler vasıta beytidir.
Terkib-i bentlerde, genel olarak, talih ve hayattan şikayetler, dinî, tasavvufi,
felsefi düşünceler anlatılmış, toplumla ilgili yergi niteliğinde tenkitlere yer
verilmiştir. Mersiyeler de genel olarak, terkib-i bentle yazılır.
Terkib-i bent ve terci-i bentte beyit sayısı çok olursa bunlara terkib-i bend-i
kebir ve terci-i bend-i kebir adı verilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Nazım Şekilleri
Altılı (müseddes), yedili (müsebba), sekizli (müsemmen), dokuzlu (mütessa)
ve onlu (muaşşer) musammatlar küçük bir terkib-i bent ve terci-i bende benzerler.
Bundan dolayı bunların müzdevic olanları terkib-i bent, mütekerrir olanları da
terci-i bent diye de isimlenir. Terkib-i bend-i müseddes, terci-i bend-i müseddes
gibi.
Konusu toplumla ilgili yergi olan en meşhur terkib-i bent Bağdatlı
Ruhi’nindir. Kendi döneminde büyük bir üne kavuşan bu Terkib-i bende üç yüzden
fazla nazire yazılmıştır. Bunlardan en güzeli ve yaygın olanı da Ziya Paşa’nın Terkib-i
bendidir.
Bağdatlı Ruhi’nin terkib-i bendi yedi beyitlik (vasıta beyti ile sekiz) on yedi
bentten oluşmaktadır. Ziya Paşa’nın Terkib-i bendi ise on, beyitlik (vasıta ile on bir)
on iki bentten müteşekkildir.
Tercî-i Bend
Şekil ve kafiye yönünden terkib-i bent gibidir. Ancak, tercî-i bentte, bentleri
birbirine bağlayan vasıta beyitleri, her bendin sonunda tekrarlanır. Her biri on
beyte yakın, 10-12 bentlik bir şiirde bütün bentlerin böyle tek beyte bağlanabilmesi
için, anlam bakımından hepsinin bu beyitli ilgili olması gerekir.
Vasıta beytinin her bendin sonunda tekrarlanması şiire bir monotonluk
verdiği gibi, anlam ilgisi kurma yönünden de güçlük doğurur.
Terci-i bentlerde, genel olarak, Allah’ın kudreti, kainat sonsuzluğu, tabiatın
ve hayatın zıtlıkları gibi konular işlenmiştir. Şeyh Galip’in bir terci-i bendinin iki
bendi şöyledir:
I
Kabûl eyler mi yâ Rab zahm-ı pür-nâsûrrumuz bih-bûd
Kalır mı yoksa bu âteşle dâğ-ı dil gibi pür-dûd
Alırsa pençeye yazık beni bu baht-ı nâ-mes‘ûd
Kıyâmet kopsa gevher tutsa âlem olmayam hoşnûd
Ferah nâmın dahi yâd idemez bu cân-ı zehr-âlûd
Rızâdır çâresi her ne dilerse Hazret-i Ma‘bûd
Belâ mevc-âver-i girdâb-ı hayret nâ-Hudâ nâ-bûd
Adem sâhillerin tutdu dirîgâ bâng-i nâ-mevcûd
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Nazım Şekilleri
II
Düşüp dâm-ı hevâya hasret-i gül-zâr kaldım ben
Gidip nefh-i Mesîhâ-veş sabâ bîmâr kaldım ben
Gül-i ümmîd soldu mübtelâ-yı hâr kaldım ben
Bu gülşen külhân oldu çeşmime nâ-çâr kaldım ben
Şarâb-ı ye’se düştüm teşne-i dîdâr kaldım ben
Başımdan aştı seyl-âb-ı keder bîzâr kaldım ben
Belâ mevc-âver-i girdâb-ı hayret nâ-Hudâ nâ-bûd
Adem sâhillerin tutdu dirîgâ bâng-i nâ-mevcûd
Şeyh Galip
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Bireysel Etkinlik
Nazım Şekilleri
•Aşağıda web adresi ve görüntüsü verilen eseri özellikle kaside
ve diğer nazım şekilleri açısından değerlendiriniz.
•Nefi Divanı (Akkuş 1993).
•http://www.idefix.com/kitap/nefi-divani-metinakkus/tanim.asp?sid=PWPNHNP1NN2ACUG1XHAV
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Özet
Nazım Şekilleri
•Edebiyatımız, şiir ağırlıklı bir edebiyattır. Osmanlı döneminde meydana
getirilen edebi eserlerden büyük çoğunluğu manzum olarak kaleme
alınmıştır.
•Edebiyatımızda görülen nazım şekillerini genel olarak iki ana kısımda
incelemek mümkündür. Bunlardan ilki "Beyit esasına dayanan nazım
şekilleri", ikincisi ise "Bent esasına dayanan nazım şekilleri"dir.
•Beyit esasına dayanan nazım şekilleri denildiğinde akla ilk gelen kaside,
gazel ve mesneviler olacaktır. Bunların dışında kıtalar, müfred ya da
ferdler ile müstezatlar da bu nevi içerisinde yer alan nazım şekilleridir.
•Bent esasına dayanan nazım şekilleri denildiğinde farklı sayıdaki
mısralardan müteşekkil bendlerden oluşan şiirler akla gelmektedir.
Musammat da denilen bu nazım şekilleri bentlerdeki mısra sayılarına
göre farklı adlarla anılmaktadırlar. Murabba, rübai, terbi, şarkı,
muhammes, müseddes, terci-i bent ve terkib-i bent vb. gibi isimlerle
anılan nazım şekilleri bunlardandır.
• Hemen her konudaki şiirler bu nazım şekilleriyle kaleme alınmaktadır.
Bent esasına dayanan nazım şekillerinden bazılarının örnekleri nadir
olarak görülür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Nazım Şekilleri
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. İkinci bir mısraya ihtiyaç duymayan ve tam bir anlam ifade eden mısraya
ne ad verilir?
a) Beyit
b) Gazel
c) Azade
d) Kaside
e) Girizgah
2. İki mısraı da birbiriyle kafiyeli olan beyte ne denir?
a) Mutavvel
b) Müzeyyel
c) Makta
d) Musarra
e) Tegazzül
3. Sevgili, aşk, şarap, bahar vb. gibi konuları anlatan nazım şekli hangisidir?
a) Gazel
b) Kaside
c) Mesnevi
d) Terci-i bent
e) Murabba
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Nazım Şekilleri
4. Aşağıdakilerden hangisi övgü şiiridir?
a) Gazel
b) Kaside
c) Mesnevi
d) Terkib-i bent
e) Muhammes
5. Mısra sonlarında olduğu gibi mısra ortalarında da iç kafiye bulunan gazel
çeşidi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Mutavvel gazel
b) Müzeyyel gazel
c) Na-tamam gazel
d) Yek-ahenk gazel
e) Musammat gazel
6. Aşağıdakilerden hangisi beyt esasına dayalı nazım şekillerinden biri
değildir?
a) Gazel
b) Kaside
c) Kıta
d) Mesnevi
e) Rübai
7. Aşağıdakilerden hangisi kasidenin bölümlerinden biri değildir?
a) Nesib
b) Girizgah
c) Kudumiyye
d) Dua
e) Fahriye
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Nazım Şekilleri
8. Kafiye şekli “aaxa” olan ve aruzun sadece “fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün”
vezniyle yazılan dört mısralık nazım şekli aşağıdakilerden hangisidir?
a) Rübai
b) Tuyug
c) Murabba
d) Şarkı
e) Terbi
9. Aşağıdakilerden hangisi bent esasına göre yazılan nazım şekillerinden biri
değildir?
a) Murabba
b) Muhammes
c) Taştir
d) Kıta
e) Tardiye
10.Sekizer mısralık bentlerden oluşan nazım şekline ne ad verilir?
a) Müsemmen
b) Müsebba
c) Mütessa
d) Tesdis
e) Tesbi
Cevap Anahtarı
1-c, 2-d, 3-a, 4-b, 5-e, 6-e, 7-c, 8-b, 9-d, 10-a
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
Nazım Şekilleri
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Ahmed Cevdet (1311), Belâgat-ı Osmâniye: İstanbul.
Aksoy, Hasan (1987), “Kınalızade Ali Çelebi ve Mülema’ Na’tı”, M.Ü. İlahiyat
Fakültesi Dergisi: İstanbul.
Ali Cânib (1340), Edebiyat (Nesir-Nazım): İstanbul.
Banarlı, Nihat Sami (1997), Resimli Türk Edebiyatı Tarihi: İstanbul.
Cengiz, Halil Erdoğan (1983), Divan Şiiri Antolojisi: Ankara.
Çavuşoğlu, Mehmet (1986), “Kaside”, Türk Dili Türk Şiiri Özel Sayısı II (Divan Şiiri),
Sayı: 415, 416, 417: Ankara.
Dilçin, Cem (1986), “Divan Şiirinde Gazel”, Türk Dili Türk Şiiri Özel Sayısı II (Divan
Şiiri), Sayı: 415, 416, 417: Ankara.
Dilçin, Cem (1983), Örneklerle Türk Şiir Bilgisi: Ankara.
İpekten, Haluk (1996), “Gazel”, DİA: İstanbul.
Kemikli, Bilal (2010), Türk İslam Edebiyatı Giriş: Bursa.
Akyüz, Kenan (tsz.), Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi: İstanbul.
Muallim Naci (1307), Istılâhât-ı Edebiyye: İstanbul.
Pala, İskender (2001), “Kasîde (Türk Edebiyatı)”, DİA: İstanbul.
Şener, Halil İbrahim ve- Yıldız, Alim (2003), Türk İslam Edebiyatı: İstanbul.
Ünver, İsmail (1986), “Mesnevî”, Türk Dili (Türk Şiiri Özel Sayısı) II (Divan Şiiri), S.
415,416,417: Ankara.
Yazıcı, Tahsin - Kurnaz, Cemal (1997), “Hamse”, DİA: İstanbul.
Yıldız, Alim (2011), Şiirin Gölgesinde: İstanbul.
Yıldız, Alim (2011), Şuarâ Meclisi: İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
EDEBÎ TARZLAR
• Edebî Tarzlarla İlgili Temel
Kavramlar
• Fahriye
• Firkatname
• Hasbihal
• Hicviye
• Methiye
• Muamma
• Münacat
• Münazara
• Nasihatname
• Tarih Düşürme
• Tasvir
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Tür-tarz ilişkilerini anlayabilecek,
• Tür ve tarz kavramlarını ayırtedebilcek,
• Tarzın metinler içindeki görünüşlerini tespit edebilecek
• Tarzların tarihî süreç içindeki gelişimini takip edebilecek,
• Tarzların örnek metinlerini görebilecek,
• Metinler içinde belirlenmemiş tarzları tanımlayabilecek,
• Tarzların insani ihtiyaçları nasıl karşıladığına tanıklık
edebilecek,
• Tarz örneği metinler üzerine yazılmış kaynakları
tanıyabilecek,
• Klasik edebi gelenek içinde yer alan tarzların modern
Türk edebiyatında da temsil edildiğini görecebileceksiniz.
TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
Prof. Dr. Metin AKKUŞ
ÜNİTE
4
Edebî Tarzlar
GİRİŞ
Edebî kavramların kümelere ayrılarak öğretilmesi bilginin özümsenmesinde
kolaylık sağlar. Klasik Türk edebiyatının temel kavramları; nazım şekilleri, edebî
sanatlar, mazmunlar vb. kümelendirme başlıklarıyla değerlendirilmiştir. Aynı
şekilde, edebî türlerin ve edebî tarzların da, ayrı başlıklar altında değerlendirilmesi,
edebî metinlerin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.
Edebî tür başlığı, yakın dönem araştırma çalışmalarında açılmış yeni
başlıklardandır. Son yıllarda yazılan klasik Türk edebiyatı el kitapları bu başlığı
eserin bir bölümü olarak işlemişlerdir (Bk. Kaynakça).
Klasik edebiyat çalışmalarında edebî tür ve tarzlar, diğer
kümelendirmelerden bağımsız olarak henüz iki araştırma eserinde
değerlendirilmiştir. Bu eserler; Klasik Türk Şiirinin Anlam Dünyası/Edebî Türler ve
Tarzlar (2008) ve Divan Edebiyatında Türler (2010) künyeli araştırma çalışmalarıdır.
Tür ve tarz konusu bu çalışmalarda bir arada değerlendirilirken, ilk defa bu
ders notlarında ayrı ayrı üniteler hâlinde incelenmiştir. Bu bölüme ad olan
kavramla birlikte, üslup ve stil de, yakın anlamlarıyla birbirinin yerine kullanılır.
Türkçe karşılıklarıyla, anlatım tarzı/biçimi/şekli veya ifade tarzı/biçimi/şekli
adlandırmaları da edebî tarz yerine kullanılacaktır. Bu adlandırmalarla kastedilen
de, bir metnin okuyucuya nasıl aktarıldığını göstermektir.
http://www.kidap.com.
tr/klasik-turk-siirininanlam-dunyasi-edebiturler-ve-tarzlar-metinakkus-k69168.kitap
Metin Akkuş, Klasik
Türk Şiirinin Anlam
Dünyası/ Edebî Türler
ve Tarzlar (2008)
Türk İslam edebiyatında, bir metnin okuyucuya aktarılma biçimleri, yaygınlık
sırasına göre; methiye, fahriye, hicviye, münacat, nasihatname, hasbihâl,
münazara, muamma/lügaz, tarih düşürme, tasvir ve firkatname gibi çeşitli
başlıkları oluşturur. Bu kavramlar, Türkçedeki; övme, övünme, öğüt, yerinme,
tartışma, söyleşi ve bilmece gibi adlandırmaların karşılıklarıdır.
Bilim çevrelerinde henüz tüm ayrıntılarıyla tartışılmamış niyazname,
istimdadname, mededname, duaname, şefaatname, pendname, firakname,
gurbetname, hecrname, tahassürname, tavsif, tazallüm ve arzıhâl gibi terimler de,
ilgilerine göre bu ana başlıklar altında değerlendirilmiştir.
Edebî türlere ve tarzlara ait kavramlar temel olarak, metnin içeriği ve metnin
sunuş biçimi ile birbirinden ayrılabilir. Bu ders notlarında, edebî eserin neden
bahsettiği, edebî tür; eserin nasıl anlatıldığı, edebî tarz kavramlarıyla
adlandırılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Edebî Tarzlar
Edebî Tarzlarla İlgili Temel Kavramlar
Fahriyye
http://kitap.antoloji.co
m/kisi.asp?CAS=132871
Rıdvan Canım, Divan
Edebiyatında Türler
(2010)
Arapçada fahr, öğünülecek şey; övülmeye layık kişi; böbürlenme,
büyüklenme ve övünme anlamındadır. Edebiyatta fahriye ise, kendini övme ve
yüceltmeye dair metin anlamına gelen bir kavramdır. Doğu edebiyatlarında çokça
kullanılan fahriyelere, Türk edebiyatında, Orhun Abideleri’nden itibaren yazılmış
birçok manzum ve mensur eserde, değişik ölçü ve içeriklerde rastlanır. Mensur
eserlerin dibacelerinde de, tevhit, münacaat, naat gibi, genellikle kaside nazım
şekliyle oluşan yapılar arasında, küçük birimler hâlinde bulunabilir.
Klasik edebiyatta fahriyeler çoğunlukla, şairlerin kendi sanat özelliklerini
övdükleri bağımsız şiirler veya şiirlerin bir bölümüdür. Şair, kendi sanatıyla diğer
şairlerin şiir yeteneğini ve başarısını karşılaştırır, kendi sanat gücünü ve
üstünlüğünü savunur. Şair/yazarın kendi yetersizliğini ve ihtiyaç içinde olduğunu
vurgulayan tazallüm (yerinme) tarzı eserler de, fahriye tarzını zenginleştiren
anlatım biçimleridir.
Fahriyeler ayrı yazılabileceği gibi, kasidelerin bir bölümü de olabilirler.
Fahriye, konuyu işleyiş bakımından kasidenin dört ana bölümünden üçüncüsüdür.
Kasidenin bir bölümü olarak düzenlendiğinde ancak birkaç beyitten oluşmakla
birlikte, XVII. Yüzyıl
şairi Nefi, bu bölümü zenginleştirmiştir. Kasidelerin
methiyeden sonra gelen bir bölümü olarak düzenlendiklerinde, şairin kendini
övdüğü birkaç beyitle sınırlandırılır. Bir kaside, fahriye bölümü ile de başlatılabilir.
Gazellerde mahlas beytinde, şairin kendinden söz etmesi, küçük bir fahriye örneği
oluşturur. Gazel ve kıtalarla da fahriye yazıldığı gibi, mensur eserlerde de bu tarzın
örnekleri vardır.
Fahriyelerde asıl amaç, şairin söz sanatındaki ustalığının sergilenmesidir.
Şair/yazarın övünmeleri söz çevresindedir. Fahriyeler, ilgili oldukları toplum
hareketlerinin de yansıtıcısı olabilir. Bu durumda şair, kendinden ve mensubu
olmakla gurur duyduğu gruplar ve yaşadığı yerleşimin özellikleriyle övünür.
Fahriyeler, klasik Türk musikisinde de bestelenmiş metinlerdendir. Bu anlatım
tarzında, abartma (mübalağa) ve benzetme (teşbih) sanatlarına çokça yer
verilmiştir.
Bir fahriye beyti örneği:
Kim bilirdi şu’arâ olmasa ger sâbıkta
Dehre devletle gelip yine giden şâhânı
Nefi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Edebî Tarzlar
Türk edebiyatında fahriyenin usta şairi Nefi’dir. Bu üslup onun kasidede
takipçisi olan Nedim’de de görülür. Kendini övme, başkalarını yerme ile de,
fahriye-hicviye-methiye tarzları bir arada kullanılabilir.
Örnek
Naat Türünde, Fahriye Tarzıyla Yazılmış Kaside:
DER NA’T-İ SEYYİD-İ KÂİNÂT
(’ALEYHİ EFDALÜSSALEVÂT)
‘Ukde-i ser-rişte-i râz-ı nihânîdir sözüm
Silk-i tesbîh-i dür-i seb’a’l-mesânîdir sözüm
Bir güherdir kim nazîrin görmemişdir rûzgâr
Rûzgâra âlem-i gayb armağanıdır sözüm
Rûzgâr ihsânımı bilmiş benim yâ bilmemiş
Âleme feyz-i hayât-ı câvidânîdir sözüm
Ehl olan kadrin bilir ben cevherim medh eylemem
Âlemin sermâye-i deryâ vü kânıdır sözüm
Bî-araz bir cevher-i sâfîdir ammâ muttasıl
Ehl-i tab’ın zîver-i tîg u sinânıdır sözüm
Ya’nî kim endîşe-sencân-ı cihânın dâ’imâ
Hem sarîr-i kilki hem vird-i zebânıdır sözüm
Bir benim gibi ciger-dâr ehl-i tab’ olmaz dahi
Cevher-i tîg-ı kazâ-yı nâgehânîdir sözüm
Gamze-i dilber n’ola reşk eylese endîşeme
Hırz-ı bâzû-yı dil-i sâhib-kırânîdir sözüm
Ol kadar pür-şîvedir gûyâ ki bikr-i fikrimin
Gamze-i merd-efgen-i nâ-mihribânıdır sözüm
Ol kadar dil-dûzdur gûyâ ki bir şûh âfetin
Nâvek-i müşgîn-kemân-ı ebruvânıdır sözüm
…
Nefİ
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Bireysel Etkinlik
Edebî Tarzlar
• Tuba Işınsu İsen (2002), Divan Şiirinde Fahriye, BÜ, SBE,
YLT. kayıtlı kaynağı web ortamında araştırınız.
Firkat-nâme
1884-1934 yılları
arasında yaşamış
mürettep divan sahibi,
Kıratoğlu Emin’in
Firakiyye adlı eseri, Hz.
Peygamberin ölümüyle
duyulan üzüntünün
anlatıldığı bir
mersiyedir. 613 beyitle
İslam Peygamberi’nin
vefatı anlatılmıştır
(Değirmençay 2006:79).
Ayrılık acısını dile getiren metinlerdir. Firak, ayrılma ve bedenen ayrılık
demektir. Ayrılık acısının anlatıldığı metinlerin anlatım tarzı olan firkatnamelere,
firakname, firkatname, iftirakname, firakiyye gibi, aynı kökten türetilmiş kelimeler
başlık olmuştur. Yine, hemen hemen aynı anlamlara gelen gurbetname, hecrname,
tahassürname ifadeleri de bu anlatım tarzıyla yazılmış metinlere ad olabilir.
Fürkatname (Âşık Paşa), Fürkatname (Halîlî), Hecrname (Bursalı Celilî); Firâkı Mahmut Paşa, Firâkname (Kadı Hasan bin Ali, Bursalı Lamii Çelebi), Firâk-nâme-i
Sultan Bâyezid, İftirâkname (Adile Sultan), Mersiye-i Mahsûsa-i Firkat-nümâ der
hakk-ı Cenâb-ı Hüseyn-i Şehid-i Kerbelâ, Firâkiyye (Kıratoğlu Emin), Şikâyet-i Hicr,
Tercî-i Bend ender Şikâyet-i Mehcûrî ve Dûrî, Der-Şikâyet-i Hasret ü Firâk, DerŞikâyet-i Fürkat-ı Iztırârî (Hayreti) gibi başlıklı bağımsız eserlerde ve küçük çaplı
metinlerin adlandırılmalarında bu çeşitlilik açıkça görülmektedir.
Çoğunlukla otobiyografik bilgilere yer verilen tarzın örnekleri, metni yazanın
veya bir kişinin; vatanından, yaşadığı yerden, görevinden veya sevdiği birinden
ayrılmasını ifade eder. Aşığın sevgiliden ayrılıp gurbete düşmesi, sevgiliye yazılan
mektuplar; eş, dost, akraba veya tanıdıkların ölümündeki ayrılık acısı ve
şikayetlenmeleri, padişahların tahttan indirilmeleri, devlet adamlarının bulunduğu
makamdan ayrılmaları, azledilmeleri, ölümü veya öldürülmeleri nedeniyle yazılan
ağıt özelliğindeki metinler de bu özelliktedir (Tavukçu 2004: 90).
Firkatnameler, klasik Türk edebiyatında sergüzeştname veya hasbihâl
başlıkları altında değerlendirilmişlerdir. Tarzın örnekleri bağımsız kitap örnekleri
olabildiği gibi, çeşitli nazım şekilleriyle yazılmış şiirler veya düzyazı örnekleri olarak
da düzenlenmiştir. Mersiye/maktel, sergüzeşt ve azliye türlerinin yaygın anlatım
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Edebî Tarzlar
tarzlarıdır. Şikayet, tazallüm, hicviye ve hasbihâl tarzlarıyla aynı metinde bir arada
kullanılırlar.
Adile Sultan Divanı’nda
İftirâk-nâme başlığıyla
yer alan 22 beyitlik
mesnevi, yakınlarını
kaybetmenin acısıyla
yazılmış bir mersiyedir.
Bu şiirde ölüm, daha
çok bir ayrılığa sebep
olması yönüyle ele
alınmıştır
(Koçak, 1996: 19)
Tarzın örnekleri, şiir ve düzyazıyla verilmiştir. Düzyazıda, mektup; şiirde,
mesnevi, musammat (murabba, terci-i bent) ve kıta nazım şekilleriyle
yazılmışlardır.
Klasik Türk edebiyatında bu tarzın bilinen ilk eseri Âşık Paşa’nın mesnevisidir.
Gurbette sevgiliden ayrı kalmanın zorluğu; Fatih’in meşhur sadrazamı Mahmud
Paşa’nın görevden azli ve öldürülmesi; Sultan II. Bayezid’in, oğlu Yavuz Sultan Selim
tarafından tahttan indirildikten sonra zehirlenerek öldürülmesi, bu tarzın
edebiyatımızdaki diğer eserlerinde yer alan temalardır. Halilî’nin Fürkatname adlı
mesnevisi, ayrılık çerçevesinde şairin hayatının 1334 beyitte anlatıldığı bir
sergüzeştname; Bursalı Celilî’nin, Hecrname adlı eseri ise, Halilî’nin taklitidir.
(Tavukçu 2004: 92-117).
Hasb-i Hâl
Anlatıcının, yaşanan durumları, iç konuşmalarla veya bir muhataba
yönlendirerek anlattığı metinler hasbihâl veya arzıhâl tarzını oluştururlar.
Günümüzde, hâlini, derdini anlatma, arzıhâl; durum hakkında sohbet, görüşme,
dertleşme, hâlleşme; sohbet tarzında konuşma ve söyleşi de hasbihâl terimlerinin
karşılığıdır. Aynı tavır ve ruh hâlini yansıtan hatırını sorma, ziyaretinde bulunma ve
hasta ziyareti de ıyadet teriminin karşılığıdır.
Edebiyatta hasbihâl, şairin kendi hâlinden söz ettiği veya samimi bir
sohbet ortamı, hâl hatır sorma tavrını ifade eden metinlerdir. Anlatıcı (şair/yazar),
ikinci şahıslarla konuşabildiği gibi, teşhis yoluyla rüzgar, felek vb. varlıkları da
muhatap olarak alabilir. Sohbet bir iç monolog hâlinde, şairin kendi kendiyle
konuşması şeklinde de düzenlenebilir. Hasbihâllerde şair, kendi hâlini anlatır,
şikayetlerini dile getirir, hâlinden dert yanar. Döneminden, zamandan yakınır,
başından geçen olaylara yer verir. Bu durumda bir özel ad gibi kullanılan
şikayetname, hasbihâl veya arzıhâlin bir alt basamak tarzıdır. Hasbihâllerde içten
anlatım, açık ve yalın bir cümle kuruluşu vardır.
Tarzın örnekleri, divanlarda daha çok kaside teşbipleriyle verilmiştir.
Teşbiplerdeki hasbihâller konuşmaya dayalı anlatım tekniklerindendir (Mengi
2000: 137). Bu tarz, bağımsız eserlerin de anlatım biçimidir. Klasik edebiyatta
sergüzeştname türü hasbihâl tarzıyla birlikte anılır olmuştur. Tasvir, tahkiye,
nasihatname, firkatname gibi tarzlarla hasbihâl iç içe veya birbirini takibeden
metinler hâlinde işlenebilmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Edebî Tarzlar
Tanınmış eserlerde tarzın başlıkları:
Bağımsız mesnevi örneklerinde: Hasbihâl , Nevî, Edirneli Güfti, Safi.
Bireysel Etkinlik
Divan’lardan başlıklar: Der-Iyâdet-i Şâh-ı Devrân, Ahmet Paşa, Cem Sultan;
Manzûme-i Hasb-i Hâl ve Sitâyiş-i Seyyid Mehmed Gâzî, Fuzuli; Kasîde-i Hazâniyye-i
Latîfe, Nev’î; Kasîde Der-Hasb-i Hâl-i Zamâne Gofte Şod, Bağdatlı Rûhî; Kıt’a Der
Hasbihâl-i Hod-Gûyed, Nef’î.
• Selami Ece ( 2006), “Hasbihâl Türü ve Örnekleri”, Muyî,
Nalân u Handân, s. 16-18
Hicviyye
Türkçe adıyla yergi, edebiyatta, biriyle, şiir yoluyla alay etme, şiir yoluyla
birini gülünç hâle koyma, yerme anlamındadır. Arapça hecâ’, Osmanlı Türkçesinde
hicv şekliyle kullanılmıştır. Çokluk şekli hicviyyattır. Halk kültüründe taşlama bu
tarzın karşılığıdır.
Heca-gu, şiir veya nesir
yoluyla birinin
aleyhinde bulunan,
birini zemmeden,
hicveden, yeren;
heccav, çok hicveden,
çok yeren; hicvi, hicivle
ilgili, yermeli terimleri
de hecv’in farklı
türevleridir.
Klasik Türk edebiyatında, mizah (gülmece) ve hiciv (yergi) iç içe geçmiş
anlatım biçimleridir. Hicvin, alay, küçümseme anlamları gibi, eleştirme anlamına da
gelmesi, mizah ve yerginin birbiri yerine kullanılma nedenidir. Klasik kültürde
gülmece ve yerginin farklı aşamalarının karşılığı olan, mezemmet (kınama, yerme,
yerilecek, kınanacak), hezliyat, letaif, nükte, mutayebe, şathiye ve fıkra da tarzın
farklı adlandırmalarındandır.
Hicviyeler, şiir ve düzyazı ile oluşturulur. Örnekleri daha çok şiirle verilmiştir.
Şiirde; mesnevi, kaside, gazel, musammat ve dörtlük şekilleri kullanılmıştır. Ancak,
hafızalarda kolayca yer etmesi ve kolay yayılma özellikleri nedeniyle dörtlükler
özellikle tercih edilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Edebî Tarzlar
Örnek
Hicviyelerde genellikle açık ve basit bir dil kullanılır. Usta şairler ise, telmih,
tariz, tevriye, cinas, kinaye, iham gibi muhtelif sanatlardan geniş ölçüde
yararlanmışlardır.
Siham-ı Kaza’dan, hicviye tarzında kaleme alınmış bir kaside:
Gürcü hınzîri a samsûn-ı muazzam a köpek
Kande sen kande nigehbânî-i âlem a köpek
Vây ol devlete kim ola mürebbîsi anın
Bir senin gibi denî cehl-i mücessem a köpek
Ne güne kaldı meded Devlet-i Âl-i Osmân
Hey yazık hey ne musîbet bu ne mâtem a köpek
Ne ihânetdür o sadra bu zamânda ki anın
Olmaya sahibi bir Âsaf-ı ekrem a köpek
Hidmet-i devlete sâ`ir vüzerâdan göreler
Bir fürûmâye koca ayıyı akdem a köpek
Bu mahallerde ki Bagdâdı ala şâh-ı Acem
Arz-ı Rûmı ede teshîr Abaza hem a köpek
Satdınuz iki …sız bir olup hânlıgı
Kimseyi etmedinüz bu işe mahrem a köpek
Pâymâl eylediniz saltanatın ırzını hem
Yok yere oldu telef ol kadar âdem a köpek
Hîç hânlık satılır mı hey edebsiz hâ`in
Tutalım olmamış ol fitne muazzam a köpek
Gide Bagdâd'a kıra askeri hân-ı Tâtâr
Olasın sen yine düstûr-ı müfehhem a köpek
…
Nefi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Edebî Tarzlar
http://www.akcag.com
.tr/default.aspx?_Args
=ProductImage,304,Od
esisMc,305
Hicviye, Arap cahiliye döneminde kabileler arası çatışmaları konu edinir.
İslamiyet döneminde hiciv, Müslümanların savunma silahıdır. Hassan bin Sabit,
Abdullah b. Ravaha, İslamiyeti ve Müslümanları hicivleriyle sürekli rahatsız eden
Mekkelileri hicvetmişlerdir.
İran edebiyatında yergi ve mizah iç içedir. Tayyibat (şaka şiirleri), küfriyat
(sövgü şiirleri), hamriyat (içki, şarap şiirleri), hezliyat (nükte, alay şiirleri) ve
düzyazıda latife veya letaif birer anlatma biçimi ve edebî tür olarak anılan
örneklerdir.
Türk edebiyatındaki hiciv örneklerinde, bireysel olarak kişiler, bir grup veya
grup davranışı yerilmiştir. Âşık ve rakibin anlaşmazlıkları; rind ve zahidin
geçimsizliklerinin yergisi hiciv ve mizah eserlerinin ana başlıklarıdır. Zamandan,
felekten ve dünya hâllerinden şikayet tarzındaki eserler de yergi tarzının bir başka
görünüşüdür.
Arap edebiyatında Başşar, el-Farazdak; Fars edebiyatında Zakanî, Yağma;
Osmanlı sahasında ise , Nefi ve Haşmet tarzın tanınmış şairleridir.
Edebiyatımızda yergi üslubunun en meşhur eseri, XVII. Yüzyıl şairi Nefi’nin,
Sihamıkaza (Kaza Okları) başlıklı hiciv mecmuasıdır. Eserde, devlet adamları, sanat
erbabı, şair ve yazarlar yergi ve gülmece tarzındaki şiirlere konu olmuştur. Eser
seçmeler hâlinde basılmıştır. (Saffet Sıtkı *Bilmen+, 1943; Metin Akkuş, 1998)
Şeyhi, Bağdatlı Ruhi, Tokatlı Ebubekir Kani de bu tarzın farklı yönlerini
örnekleyen eserlerin sahipleridir. Son dönem Türk edebiyatı şairlerinden Namık
Kemal; Akif Paşa, Ziya Paşa, ve Direktör Ali Bey’in farklı türlerdeki eserleri, bu
anlatım biçimini devam ettiren örneklerdendir.
Medhiyye
Medh, Arapça bir kelimedir. Övme, övgü kelime karşılığıyla; birinin iyiliğini
söyleme anlamına gelir. Aynı kökten türetilmiş medhiyye de övgü demektir. Halk
edebiyatında, meddah (öykü anlatan sanatçı) aynı kökten türetilmiştir.
Methiye, bir kimseyi veya bir kişiyi övmek için yazılmış metinlerin anlatım
tarzıdır. Yerleşim veya varlıkları övmek için yazılmış örnekleri de vardır.
Methiye öncelikle kasidenin bir bölümünün adıdır. Girizgah bölümünden
sonra yer alır. Maksad yahut maksud olarak da adlandırılır. Mesnevi, gazel;
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Edebî Tarzlar
musammat, terci-i bent, şarkı vb. farklı nazım şekilleriyle de yazılmışlardır.
Müzeyyel gazel ve mutavvel gazel çeşitleri methiyenin işlendiği şiirlerdir. Müzeyyel
gazeller, zeyl bölümleri övgü (medh) konusuna ayrılmış manzumelerdir. Methiye,
terkip ve terci-i bentlerin özel sunuş tarzları arasında yer alır.
http://www.kidap.com
.tr/mevlanamethiyeleri-halukgokalp-k116883.kitap
Methiyeler kaside şeklinde ise, genellikle Farsça başlıklıdır: Der Medh-i
Sultân…; Der-Medh-i Vezîr-i A`zam…; Der-Sitâyiş-i Sadr-ı A`zam…; Bahâriyye DerMedh-i Şeyhülislâm…; Der-Medh-i Âğa-yı Darüssa`âde…; Berây-ı Sultân... vd. bu
başlıkların en yaygınlarındandır. Methiye, kasidenin bir bölümü olarak
düzenlenmişse, bu bölüme geçilmeden önce mevsimlerden, sosyal yaşam vb.
konulardan söz açılarak bir döşeme yapıldıktan sonra övgü kısmına geçilir.
Kasidede övülen kişiye memduh denir. Memduh, erdemlerle donanmış
seçkin kişidir. Övülen bir devlet adamı ise, büyüklüğü, bağışı, cömertliği; bilgeliği,
ileri görüşlülüğü; adalet, kuvvet ve haşmetiyle tanınmış tarihî ve efsanevi
kahramanlarla karşılaştırılır. Methiyeler, Padişah, sadrazam, vezir, dört halife, din
ve devlet büyüklerini övme amacıyla yazılmış bir anlatım tarzıdır. Bağımsız bir
örnek olarak yazılmış bir methiyede, girizgah, nesip, taç, tegazzül, fahriye, dua gibi
kasideye mahsus bölümler bulunmaz.
Methiyeler, mürettep divanlarda dinî içerikli kasideler veya dört halife,
Mevlana vb. tasavvuf uluları ile ilgili kasidelerden sonra yer alırlar.
Genellikle şiirde tercih edilen methiye anlatım tarzının düzyazı örnekleri
de vardır. Bazı methiyeler klasik Türk müziğinin güfteleridir. Klasik edebiyatta,
överken yerme veya yererken övme tarzında yazılmış eserler de methiyelerin
farklı görünüşleridir.
Allah ve Peygamber için yazılmış eserlerin dışında kalan şiirlere halk şairleri
ilahi, aruz şairleri istigase (yardım isteme), saz şairleri methiye derler (Onay, 1996:
225). Alevi-Bektaşi edebiyatında On İki İmam övgüsü, tarikat ehli şairler tarafından
tarikat uluları için söylenen bazı nefesler de böyledir. Din ulularının övgüsü için
yazılan bu tarz şiirlerin amacı, söz konusu kişilerin ruhlarından yardım almak ve
şefaatlerine ulaşmaktır.
Methiyeler, klasik edebiyatta en yaygın anlatım tarzlarındandır. Ahmet
Paşa, Fuzuli, Baki, Yahya Bey, Nefi, Nedim ve Şeyh Galip gibi pek çok şairin
divanında bu anlatım tarzıyla yazılmış çok sayıda örneğe rastlanır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Saz şiirinde, muamma
asma- muamma
indirme terimleri, şiirle
sorulmuş olan
bilmecenin, başka
âşıklar tarafından,
bilinmezse kendisi
tarafından çözülmesi ve
toplanan bahşişle
ödüllendirme
geleneğini ifade eder.
Bireysel Etkinlik
Edebî Tarzlar
•Yaşar Aydemir, (1996), “Kasidede Muhteva Unsurları”, GÜ, FEF, SBD,
1, 137
•Kadir Güler, (1996), “19. Asır Şuarasından Arifî ve Pesendî’nin
Kütahya Methiyeleri”, EÜ, SBED, 7, 279.
•künyeli metinleri web sahifelerinden bulup okuyunuz.
Muammâ
Muamma ve lugaz, günümüz Türkçesinde bilmece demektir. Arapçada lugaz;
bilmece, bulmaca, yanıltmaca; edebiyatta, manzum bilmece demektir. Elgâz
çokluk şeklidir. Halk dilinde, hece vezni ile yazılmış olan bilmeceler de bu adla
anılır. Saz şiiri geleneğinde, her türlü soru şiiri muammadır.
Edebî tarz olarak lugaz, bir şeyin özelliklerinin sıralanarak ne olduğunun
bilinmesini istemek amacıyla kaleme alınan şiirlerdir. Muamma ise, usulüne göre
düzenlenmiş ve çoğu defa bir ada gönderme yapan bilmece, yanıltmaca
anlamındadır.
Ali Fuat Bilkan (2000),
Türk Edebiyatında
Muamma: Ankara.
http://www.idefix.com
/kitap/turkedebiyatindamuamma-ali-fuatbilkan/tanim.asp?sid=I
Q5IGRRFVE1EPVPRUD7
A
Günlük dilde muamma, anlaşılmaz iş, gizli ve güç anlaşılır söz, şekil vb. mecaz
anlamıyla yaygınlaşmıştır. Kelimelerin çokluk şekilleri, elgâz ve muammeyât,
divanların genellikle sonunda yer alan bilmece tarzında düzenlenmiş metinlerin
bölüm başlığıdır. Muamma ile lugaz arasındaki temel fark şudur: Muammada,
bulunması istenen gizli ad, Allah’ın sıfatlarından biri veya bir insan adıdır.
Muammada sorular arkasındaki kişi, bir devlet veya din adamı, bir tasavvuf ulusu
veya sevgilidir. Lugazde ise, varlık; canlı ya da cansız; somut ya da soyut bir kavram
veya eşya sorulur. Şiire; Ol nedir ki… şeklinde bir kalıpla başlanması gelenek hâline
gelmiştir. Bilmecelerin nasıl çözümleneceğine dair eserlerin yazılması da bir başka
gelenektir.
Bilmece tarzının klasik edebiyattaki örnekleri beyit, kıta gibi kısa; kaside ve
mesnevi gibi uzun soluklu manzumeler hâlindedir. Fars edebiyatında Cami’nin
konu hakkında üç eseri vardır. Türk edebiyatında ilk örnekleri XV. Yüzyıldan
itibaren verilmiştir. Türk edebiyatında, Edirneli Emri, alfabetik düzende, 600’ü
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Edebî Tarzlar
aşkın muammasıyla bu tarzın ustasıdır. Fuzuli, Nabi, Kınalızade Ali Efendi,
Sünbülzade Vehbi ve Fıtnat Hanım da, çok sayıda muamma örneği yazmış
şairlerdendir.
Nabi, kendi mahlasını şu beyitle bilmeceye dönüştürmüş:
Bende yok sabr u sükûn sende vefâdan zerre
İki yoktan ne çıkar fikredelim bir kerre
Mir Hüseyin
Muammayi, ömrünü
muammaya adamış
şairlerdendir.
Bireysel Etkinlik
[Cevap] Nâ-bî
• İlgilendiyseniz, Cem Sultan’ın Türkçe Divanı'nın
(Ersoylu 1989: 234-241) Fi’l-Mu´ammeyât
bölümündeki beyitlerde özellikle kişi adları
bilmeceleri ve diğerlerini de siz okuyup
değerlendiriniz.
Münâcât
Şair ya da yazarın sığınma, yardım dileme, korunma ihtiyaçlarını dile
getirdiği metinlerin genel başlığı niyaznamedir. Kulun yaratıcı karşısındaki konumu
(münacat); müminin Peygamber’i karşısındaki durumu (şefaat) ve vatandaşın,
egemen güç sahibi yönetici karşısındaki hâli (tazallüm); aralarında küçük uygulama
ve ifade farklılıkları olan çeşitli anlatım tarzlarını oluştururlar.
Şairin, kul olarak kendinin ve insan soyunun yaratıcı karşısındaki
yetersizliği, ihtiyaçlarına karşılık dilemesi münacat/tazarru adlı metinlerin anlatım
tarzıdır.
Müminin Peygamber, din ve tasavvuf ulularından beklentilerini dile
getirdiği metinler şefaatname tarzının örnekleridir. Bu tarzdaki metinlerde, şair, bir
din ve tarikat ulusundan yardım talep ediyorsa bu dilek ve temenniler ulu
şahsiyetin manevi şahsiyetine sığınma ve yardım dileme şeklindedir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Edebî Tarzlar
(mededname/istimdadname). Kaside ve mesnevi benzeri metinlerin dua,
bölümleri; bireyin kendini acındırma tavrıyla içinde bulunduğu hâlleri ifade ettiği
yerinme, kendini acındırma tarzındaki; tazallüm ise, daha çok varlık ve güç sahibi
devlet adamlarının koruması altında olma dileği ve şairin ihtiyaç içinde olduğunu
ifade ettiği metinlerdir.
Tarzın en meşhur örneği münacattır. Birinin kulağına bir şey söyleme,
fısıldama; Allah’a gizlice yalvarma, yakarma, dua etme anlamındaki münacat,
edebiyatta; Allah’a yakarış, yalvarma, af dileme ve dua içerikli metinlere ad
olmuştur. Tazarru ve çokluk şekli tazarruat (yalvarmalar) da aynı anlamdadır.
Şairler, günahlarının çokluğunu ve büyüklüğünü dile getirerek yaratıcının
sınırsız bağışlayıcılık sıfatına sığınır; benlik ifadelerinden uzak samimi duygularını
dile getirirler. Metinlerin başlangıcında İlâhî! Hudâyâ! vb. seslenişler vardır. Tarzın
düzyazıdaki tanınmış örneği, Sinan Paşa’nın Tazarruname (Tazarruat) adlı eseridir.
Münacatlar manzum ve mensur olarak yazılırlar. Yakarış tarzındaki şiir örnekleri;
beyitler, kaside, mesnevi, terkip, terci ve diğer musammatlar; kıta ve rübai nazım
şekilleriyle yazılmışlardır.
Klasik şiir geleneğinde münacat, divan ve mesnevilerin başında yer alır.
Yusuf Has Hacib (Kutadgubilig), Hoca Ahmet Yesevi (Divan-ı Hikmet), Ali Şir Nevai,
Süleyman Çelebi, Larendeli Hamdi, Yahya Bey ve Hamdullah Hamdi, bağımsız
eserler olarak yazdıkları mesnevilerinde, münacat tarzında şiirlere yer ayırmış
şairlerdir. Fuzuli, Nabi, Hâletî, Hersekli Arif Hikmet (Tazarru), Nigar Hanım da farklı
nazım şekilleriyle münacat örneği vermiş şairlerdendir.
Gelenek, Tanzimat’tan sonra da; Ziya Paşa, Muallim Naci ve Şinasi
tarafından devam ettirilmiştir.
Münacat metinlerinin bestelenmiş örnekleri de vardır. Daha çok tekke
edebiyatı örnekleri, tasavvuf musikisi örnekleri olarak seslendirilmiştir. AleviBektaşi kültüründe muharrem ayının matem günlerinde dua kabilinden okunan
tercümanlar da, münacat veya selamname olarak anılmıştır.
Tazarruname (Tazarruat).
XV. Yüzyıl yazarı Sinan Paşa’nın tasavvuf konulu mensur eseri. Manzum
örneklere de yer verilmiştir. Tanrının sıfatları ve Tanrı aşkı işlenmiştir. Tazarruat,
aşk konusunun işlendiği eserin birinci kısmıdır. Eser; Allah’ı birleme (tevhit),
yalvarma (münacat), peygamberi (naat) ve diğer din ulularını övme (medh) gibi,
edebî tür ve tarz uygulamalarıyla birlikte, zengin hikaye ve öğüt bölümleriyle de
varlık problemini işler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Edebî Tarzlar
Şefaat, Yaratıcı-kul arasındaki ilişkilerde, birinin suçunun affedilmesi veya
dileğinin yerine getirilmesi için yapılan aracılık anlamındadır. İslam inancında, İslam
Peygamberi’nin, diğer peygamberler, melekler, şehitler, bilginler; tutulan oruç,
okunan Kuran ve salih kullar, aracı sayılmışlardır.
Edebî metinlerde, İslam Peygamberi vasfında yazılmış olan naatlerin dua
mahiyetindeki bölümleri şefaatname olarak düzenlenebilir. Şefaatnameler, daha
çok kaside düzenindeki naatlerde yer alır. Şairler, peygamberin sıfatlarını sayar,
yerinme üslubuyla da, kendi günahlarını, acizliklerini ve affedilmelerine aracı
olunmasını isterler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Edebî Tarzlar
Örnek
Mesnevi nazım şekliyle münacat
Ey kamû kâsıda olan maksûd
Âbidi nûra gark eden ma´bûd
Çünkü lutfundan erdi bize vücûd
Bizde ilm olmadın dahi mevcûd
Şimdi kim fazlına tutaram ümîd
Bizi hâşâ kim edesin nevmîd
Evvel âhir çü senden oldu kerem
Senden âhir sa´âdet dilerem
Ayn-ı afvınla ol bize nâzır
Sözümüz budur evvel ü âhır
Hamdi Çelebi, Kıyafetname
Ahmet Yesevi’nin
Divan-ı Hikmet’inde
uzun soluklu bir
münacat vardır.
Münâzara
Münazara, karşılıklı konuşma; bilimsel tartışma demektir. Klasik Türk
edebiyatında, birbirine zıt iki konunun tartışıldığı temsili hikayelerdir. Ancak, daha
Tam metin için Bk.
http://www.divanihikm
et.net/munacat.html
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Edebî Tarzlar
çok, kaside nazım şeklinde kullanılan bir anlatım tarzı olarak yaygınlaşmıştır. Âşık
edebiyatında deyişmeli destanlar ve atışmalar da bu tarzın örnekleridir.
Klasik Türk edebiyatında birbirine zıt kavram ve varlıklar arasındaki zıtlıklar
kıssalarla zenginleştirilir. Örnekleri manzum, mensur veya karışık olarak verilmiştir.
Temsil yardımıyla, savunulan düşünce daha güçlü işlenir, karşıt fikir yetersiz ve
zayıf bırakılır. Genel olarak küme oluşturan varlık, nesne, hayvan ve bitkiler tarzın
sembolik tipleridir. Mizah, ahlak, tasavvuf, hikmet, tarzın tercih edilen konu
başlıklarıdır. Örnekleri, 15.-18. yüzyıllar arasında verilmiştir. Tarzın oluşumunda,
Kelile ve Dimne, Marzubanname benzeri, çeviri eserlerin etkisi vardır.
Münazara tarzı, teşhis ve intak sanatlarının anlatım imkanlarından yararlanır.
Zengin örnekleri, Çağatay Türkçesiyle verilmiştir.
Klasik Türk edebiyatında, Lamii Çelebi’nin, Münazara-i Sultân-ı Bahâr bâŞehriyâr-ı Şitâ, Münâzara-i Nefs ü Rûh (mensur); Fuzuli’nin, Rindüzâhid ve Beng ü
Bâde (manzum) tarzın meşhur örnekleridir.
Meşhur münazara başlıkları: Münazara-i Ganî vü Fakîr; Münâzara-i Tîg u
Kalem; Münâzara-i Gül ü Mül, Münâzara-i Şeb u Rûz, Beng ü Çağır; Münâzara-i
Gül ü Husrev; Ok-Yay Münâzarası, Münâzara-i Savm u Îd, Münâzara-i Tûtî Be-Zâg;
Münâzara-i Seyf ü Kalem.
Nasîhât-nâme
Nasihat ya da pend, öğüt anlamındadır. Edebiyatta nasihatnameler, İslami
temellere dayalı ahlaki davranış kurallarını öğretici, öğüt kitaplarıdır. Mutluluk
bilgisini öğretmeyi, bireyin ruh ve ahlak eğitimini esas alır. Düzyazı ve şiirle
yazılmışlardır. Farsça, pend-name de bu tarzın diğer adlandırmasıdır.
Nabi’nin Hayriyye (Halep, 1701) adlı eseri, bir öğüt kitabıdır. Şair, oğlu
Ebulhayr Muhammed için yazmıştır. Eser bir mesnevidir. Şair, yaşamdan edinilen
tecrübe ve yaşamın anlamına dair kanaatleriyle dönemin insan tipini çizmiştir.
Eser, İslam’ın şartları, çeşitli ilimlerin öğrenilmesi; istiğna, ahlak, şiir, eğlence,
ziraat, tıp; divan katipliği, kaza, kader konularında genç kuşağa öğüt
mahiyetindedir.
Nasihatnameler, bağımsız manzum eserler hâlinde düzenlendiklerinde
mesnevi olarak kaleme alınmışlardır. Diğer örnekleri, divanlarda kaside; kıta ve
musammat nazım şekilleriyle yazılmıştır. Tarzın ilk örnekleri yazıtlar ve
atasözleriyle zenginleştirilmiş destanlardır.
Kutadgubilig, Atabetülhakâyık, Ahmet Yesevi’nin Hikmetleri, Yunus Emre’nin
Risâletünnushiyye’si, Sinan Paşa’nın, Maârifname’si, Güvahi’nin Pendnâmesi,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Edebî Tarzlar
Nabi’nin Hayriyye’si, Sünbülzade Vehbi’nin Lütfiyye’si tarzın İslamiyet sonrası
bağımsız örnekleridir.
Fars edebiyatında Attar’ın ,din ve tarikat ulularının da sözlerine yön veren
iyi ahlaklı insan olmanın kurallarını öğreten öğüt kitabı (Pendname), klasik Türk
edebiyatında bu tarzda eserlerin yaygınlaşmasında etkili olmuştur (AB 1989:
17/504). Eser, mesnevi nazım şekliyle yazılmıştır.
Sinan Paşa’nın,
Nasihatname olarak da
bilinen Maarifname adlı
eseri (Hikmet Ertaylan,
tıpkıbasım, İstanbul
1961), ahlaki konuların
ele alındığı dinî
tasavvufi, lirik
örneklerdendir.
Klasik Türk edebiyatında nasihatnameler, öncelikle siyasetname
türünde tercih edilmiştir. Gelibolulu Ali, Nasîhatüsselâtin; Defterdar Sarı
Mehmed Paşa Nasîhatülvüzerâ; Kâbusname bu anlatım tarzıyla yazılmış
siyasetname örnekleridir. Fütüvvetname benzeri türlerde de nasihatname
tarzı tercih edilmiştir.
Öğüt kitapları, atasözleri ve deyimler açısından zengin kaynak
eserleridir. Günümüzde kullanılan atasözleri ve deyimlerin eski dildeki
şekillerini ve zengin metin örneklerini içerirler. Şiirde atasözü kullanma
alışkanlığı olan Necati, Edirneli Hıfzi, Nabi, Sabit, Ragıp Paşa gibi pek çok şair
bu tarzı zenginleştirmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Örnek
Edebî Tarzlar
Yazıldığı dönemin ahlak anlayışlarından bir
mesneviye yansıyan öğütler:
Annenin oğula öğüdü (Mecnun’a öğüt): Baş
olacak adam hükümdarların yolunu tutar, kahraman
olur; itikadın güçlü olsun! Bir güzele takılırsan onun
çirkinliklerini de görmeye çalış! Arzularının esiri olma!
Bağımlı olmayı değil, özgürlüğü tercih et! Güzele ve
güzelliğe düşen iman ve aklını kaybeder; Şiire
heveslenme, yalandan ibarettir. Yaban yolu tutma,
soyunla ilişiğini kesme (s. 160-164);
Babanın öğüdü: Her yaşta kendine yakışanı yap!
Gençlikte aşk bir marifettir, olgunlaştırır; Olgun yaşta
ayıplanmaktan sakın, aklını başına devşir! Devamlı
kendinde olmayış bir utançtır; sözünde duran güzeli sev!
Aşk oyunundan vaz geç! Canını ateşe atma! Eninde
sonunda ayrılacağın sevgiliye kavuşmayı düşünme!
Allah’a yönel; dünyada bir işle meşgul ol! Tembel olma,
iş gör! Malı mülkü yabancıya kaptırma! Kimsesiz ve
muhtaç olursun! Umutlarını kırma, ileri görüşlü ol! (s.
344-350)
Fuzûlî, Leylâ ve Mecnûn (Doğan 2000).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Şeyh Galip, Divanı’nda
(Haz. M. Muhsin
Kalkışım, Ankara 1994)
beyit, kıta, gazel ve
kaside şekilleriyle
tarihler düşürmüştür.
Divan’da tarih düşürme
örneği 70 şiir
bulunmaktadır.
Bireysel Etkinlik
Edebî Tarzlar
•Hayriyye- i Nabi (Haz. Mahmut Kaplan), Ankara, 2008 künyeli öğüt
kitabının tanıtım bilgilerine ulaşınız:
•http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=462458
Tarih Düşürme
Klasik edebiyatta harflerin rakam değerleri esas alınarak oluşturulan
metinler bir olayın gerçekleşme tarihini gösterir. 28 harften oluşan Arap harflerinin
ilk üçünün okunmasından oluşan ebced ve bu kısaltma kullanılarak oluşturulan
ebced hesabı, klasik edebiyatta tarih düşürmenin karşılığıdır. Tarih söyleme, tarih
deme ve tarih yazma da aynı uygulamanın farklı adlandırmalarıdır.
Geleneksel tarih düşürme metinleri, hicri tarihe göre düzenlenirler.
Şairin bir vesile ile tarihini söylemek istediği bir olay, bu uygulamanın temel
görünüşüdür. Doğum, ölüm, doğal afetler, imar faaliyetleri, savaş, hastalık vb.
toplumsal olaylar, düzenlenen şiirin son beytinde bir tarih kaydıyla yer alır.
Tarihler, tarih metnini oluşturan dizeldeki kelimelerin, noktalı-noktasız
(mu’cem-mühmel) oluşuna; dizede tarih belirten ifadenin açıkça söylenmesi
(lafzen tarih) veya kodlanmasına (ma’nen tarih); ibarenin tam (tam tarih) veya
eksiltmeli oluşuna (tamiyeli tarih) veya bir dizede tarihin iki ibarede yer almasına
(dütâ/dübâlâ) göre çeşitlendirilir ve farklı adlarla anılırlar.
Tarih düşürme örnekleri, klasik edebiyat geleneğinde, şiir kitapları
divanların kasidelerden sonraki bölümünü oluşturur. Bu bölüm kıta-i
kebirelere ayrılmıştır. 17. Yüzyıldan sonraki divanlarda daha çok tevârîh
bölüm başlığı ile toplanmışlardır.
Tarih metinleri, beyit, kıta, gazel ve kaside gibi, çeşitlilik arzeden
nazım şekilleriyle yazılırlar. Ancak en yaygın kullanım kıta-i kebire
lehindedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Edebî Tarzlar
Süruri, Nefi, Cevri, Şeref Hanım, Şeyh Galip, Enderunlu Fazıl, divanlarında
tarih düşürme örnekleri veren şairlerden bazılarıdır.
Dariye, pendname, sıhhatname gibi bir çok metinde de, tarih düşürme
tarzına yer verilmiştir. Hicri veya kamerî yılbaşını kutlama ve yeni yılı tespit
(tevarih-i sal: ebcet hesabıyla yeni yılı gösterme) amacıyla kaleme alınmış
saliye/salname şiirleri, aynı zamanda tarih düşürme örneği metinlerdir.
Mesela, Cevri, Sadi, Ayni, Şeref Hanım, surname türünde tarih düşürme örnekleri
vermişlerdir (Aslan 1999: V-VI).
Bireysel Etkinlik
Tarih düşürme metinleri, toplumsal gelişmelerin edebî metinlerde
takip edilmesinde önemli bir görev yüklenmişlerdir. Mesela, bir sanat yapısı
olarak bir sarayın hangi tarihte yapıldığını, tarihî gelişim içerisinde saraya
yapılan eklemeleri, çıkarmaları; onarımları, farklı dönemlerin şairleri
tarafından aynı bina için düşürülen tarihlerden takip etmek mümkündür.
•Târih-i Cülûs-ı Sultân Bâyezîd
•(Sultan Bayezit’in Tahta Çıkışına Tarih Düşürme)
•…
•Yazdı levh üzre kalem târihini
•Kayser oldu Ruma Sultân Bâyezîd (886/1481)
•(Tamamı 39 beyittir)
•Ahmet Paşa, Divan, Tr 2
•Kaside nazım şekliyle, tarih düşürme örneği olarak düzenlenmiş
cülusiye türünde tam metin örneği için bkz.
•Ali Nihat Tarlan, Ahmet Paşa Divanı, Ankara, 1992.
Tasvîr
Bir şeyi söz ve yazıyla anlatım tarzına tasvir denir. Söz ve yazıyla resim
yapma, fotoğraf çekme işlevindedir. Tarzın malzemesi, kişi, mevsim, tabiat, mekan,
varlık, olay, mekan ve nesnelerdir. Klasik Türk edebiyatında, tasvir terimi yerine,
vasf, evsâf, tavsîf, ta’rîf kelimeleri de bu görevle metinlere başlık olmuştur.
Mesnevi ve kaside gibi uzun soluklu anlatmalarda felekler, gün, doğa, tabiat
olaylarına bakış, okuyucuyu metne hazırlayıcı veya rahatlatıcı bölümlerdir. Asıl
konuya geçiş veya konuyu anlatıştaki tek düzeliği kırma; anlatıma güç
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Edebî Tarzlar
kazandırmada bir süsleme öğesidir. Daha çok kasidelerin giriş bölümleri sayılan
nesip de teşbip de tasvir ağırlıklıdır. Nesipler, çoğu zaman tasvir, zaman zaman da
tahkiye, hasbihâl ya da fahriye tarzlarına geçmek için hazırlık mahiyetindedir.
Bireysel Etkinlik
Klasik Türk edebiyatında tarzın zengin örnekleri dariye, bahariye vb. tasviri
anlatıma dayalı metinlerde yer almıştır. Tasvir örneklerine ilk yazılı ürünlerimizden
itibaren rastlanabilmektedir. Atabetülhâkayık’ta Kün Togdı tasviri bir bahariye
örneğidir.
•Lamii Çelebi’nin Bursa Şehrengizi’nde, 545-571. beyitler bahar
tasvirine yer verilmiştir. (Metin AKKUŞ, Türk Edebiyatında Şehrengizler ve Bursa Şehr-engizleri, AÜ, SBE, Yüksek Lisans Tezi, Erzurum
1987, 207s. (Yön.: Doç. Dr. Haluk İPEKTEN), AÜ, Edebiyat Fakültesi,
Araştırma Merkezi, +549/T11; s. 134-137).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Özet
Edebî Tarzlar
•Klasik Türk edebiyatı çalışmalarında tür ve tarz başlıkları yeni açılmış
başlıklardandır. Edebî türlere ve tarzlara ait kavramlar, temel olarak,
metnin içeriği ve metnin sunuş biçimi ile birbirinden ayrılabilir. Edebî
eserin neden bahsettiği, edebî tür; eserin nasıl anlatıldığı, edebî tarz
kavramlarıyla adlandırılabilir. Edebî tarzlar, günlük konuşma dilinde
kullandığımız bazı kavramların, edebiyatta Arapça, Farsça kavramlarla
kullanılmasından ibarettir. Türkçede , övme, övünme, yerme, eleştirme,
söyleşi, öğüt, sohbet vb. kavramlar edebiyatta; fahriye, medhiye, hicviye,
nasihatname, hasbihâl gibi kavramlarla karşılanmıştır. Şair/yazar anlatıcı,
edebî metinde bir yönüyle insanı olaylara, çevresine, doğaya; kısaca,
kendine ait her şeye olumlu veya olumsuz bakışına göre bir tavır belirler.
Buna göre, klasik edebiyatta anlatıcı beğenilerini, medhiye-fahriye;
hoşlanmadıklarını, hicviye-tazallüm-firkatname gibi edebî kavramlarla
ifade etmiştir. Nasihat-münazara-hasbihâl vb. tarzdaki pek çok metinde
ise, beğenme veya beğenmeme tavırları birleştirilir. insanın yaşam
içindeki temel davranışları, edebî metindeki üsluba dönüştürülür. Bu
temel insani tavırların zamana, mekana, döneme ve insana göre
gösterdiği değişkenlikler de, edebî metinlerde temel kavramların alt
başlıklarındaki kavramlarla karşılanmışlardır. Henüz yaygın olarak
bilinmeyen hasret, gurbet, ölüm, acı, ayrılık gibi, temel insani güdülerle
düzenlenmiş onlarca metin de, çağdaş kuşakların keşif ve ilgilerini
beklemektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Edebî Tarzlar
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Fahriye tarzının usta şairi kimdir?
a) Nabi
b) Ahmet Yesevi
c) Yusuf Has Hacib
d) Nefi
e) Hiçbiri
2. Aşağıdakilerden hangisi, hasbihâl tarzıyla iç içe geçen veya birbirini takip
eden metinler hâlinde işlenen edebî tarzlardan biri değildir?
a) Tasvir
b) Tahkiye
c) Nasihatname
d) Firkatname
e) Muamma
3. Aşağıdaki kavramlardan hangisi, klasik Türk edebiyatında, hicivle iç içe
geçmiş anlatım biçimidir?
a) Mizah
b) Firkatname
c) Fetihname
d) Kısasıenbiya
e) Nevruziye
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Edebî Tarzlar
4. Edebiyatımızda yergi üslubunun en meşhur eseri, hangi seçenekte
verilmiştir?
a) Hüsnüaşk
b) Heştbehişt
c) Sihamıkaza
d) Tuhfei Nailî
e) Vesiletünnecat
5. Kasidede övülen kişiye ne ad verilir?
a) Heccav
b) Memduh
c) Taşlamacı
d) Madih
e) Meddah
6. Türk edebiyatında, alfabetik düzende, 600’ü aşkın örnek vermiş olan
muamma tarzının usta şairi kimdir?
a) Fuzuli
b) Sünbülzade Vehbi
c) Fıtnat Hanım
d) Edirneli Emri
e) Nabi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Edebî Tarzlar
7. Hangisi münacat tarzıyla aynı işlevi yüklenen edebî tarz kavramlarından
değildir?
a) Niyazname
b) Tazarru
c) Şefaatname
d) Mededname
e) Münazara
8. Klasik Türk edebiyatında, Münâzara-i Sultân-ı Bahâr ba Şehriyâr-ı Şitâ
adlı eser, aşağıdaki şairlerden hangisine aittir?
a) Nabi
b) Seyyid Vehbi
c) Fıtnat Hanım
d) Lamii Çelebi
e) Fuzuli
9. Klasik Türk edebiyatında nasihatname tarzı, hangi edebî türde öncelikle
tercih edilmiştir?
a) Cülusiye
b) Gazavatname
c) Surname
d) Bahariye
e) Siyasetname
f)
Münacat
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Edebî Tarzlar
10. Hangisi, firkatname tarzının metinde bir arada kullanılabildiği edebî
tarzlardan değildir?
a) Şikayet
b) Hasbihâl
c) Tazallüm
d) Hicviye
e) Tasvir
Cevap Anahtarı
1-d, 2-e, 3-a, 4-c, 5-b, 6-d, 7-e, 8-d, 9-d, 10-b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Edebî Tarzlar
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Aça, Mehmet vd. (2009), Başlangıçtan Günümüze Türk Edebiyatında Tür ve Şekil:
İstanbul.
Ahmet Talat [Onay+ (1996), Halk Şiirlerinin Şekil ve Nev‘i (Haz. Cemal Kurnaz):
Ankara.
Akkuş, Metin (1998), Hicvin Ankaları : Nefi ve Sihâmı Kazâ: Ankara.
Akkuş, Metin (2008), Klasik Türk Şiirinin Anlam Dünyası/Edebî Türler ve Tarzlar:
Erzurum.
Ana Yayıncılık (1987), Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, 22 c: İstanbul.
Aslan, Mehmet (1999), Türk Edebiyatında Manzûm Sûr-nâmeler: Osmanlı Saray
Düğünleri ve Şenlikleri: Ankara.
Batislam, H. Dilek (2005), “Tarih ve Kültür Kaynağı Olarak Hasb-i Hâller", Gazi
Üniversitesi, Gazi Türkiyat Araştırmaları Merkezi I. Türkiyat Araştırmaları
Sempozyumu (11-13 Mayıs): Ankara.
Bilgin, Azmi (1998). Terceme-i Pendnâme-i Attar: İstanbul.
Bilkan, Ali Fuat (2000), Türk Edebiyatında Muamma: Ankara.
Canım, Rıdvan (2010), Divan Edebiyatında Türler: Ankara.
Değirmençay, Veyis (2006), “Kıratoğlu Emin ve Firakiyyesinden Birkaç Şiir”, Klasik
Türk Edebiyatı Sempozyumu, Prof. Dr. Abdulkadir Karahan’a Armağan, s. 72-83:
Şanlıurfa.
Dilçin, Cem (1983). Örneklerle Türk Şiir Bilgisi: Ankara
Doğan, Muhammed Nur (2000), Fuzûlî, Leylâ vü Mecnûn: İstanbul.
Ece, Selami (2006), Muyî, Nâlân u Handân (Hasbıhâl): Erzurum.
Ersoylu, İ. Halil (1989), Cem Sultân’ın Türkçe Divanı: Ankara.
Gökalp, Haluk (2006); “Divan Şiirinde Sıhhat-nâmeler”, Türk Kültürü İncelemeleri
Dergisi, 14, 101-130 : İstanbul.
Gökalp, Haluk (2009) Eski Türk Edebiyatında Manzum Sergüzeşt-nâmeler: İstanbul.
Gökalp, Haluk (2009); Divan Şiirinde Hasb-i Hâller ve Mûyî’nin Nâlan u Handân’ı :
Adana.
Gökalp, Haluk, (2009) Mevlâna Methiyeleri: İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Edebî Tarzlar
Güzel, Abdurrahman (2006), Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı: Ankara.
Hengirmen, Mehmet (1983), Güvahî, Pendname (Öğütler ve Atasözleri): Ankara.
İsen, Mustafa (1993). Acıyı Bal Eylemek: Ankara.
İsen, Mustafa vd. (2003), “Türler”, Eski Türk Edebiyatı El kitabı, s. 245-265: Ankara.
İsmail Habib *Sevük+ (1942), “Divan Edebiyatında Neviler”; “Nesirde Edebî Neviler”,
Edebiyat Bilgileri, 147-172; 281-342: İstanbul.
Levend, Âgâh Sırrı (1984). Türk Edebiyatı Tarihi: Ankara.
Mengi, Mine (2000), “Kaside Nesiplerinde Hasbihâller Üzerine”, Divan Şiiri Yazıları,
122-138: Ankara.
Mermer, Ahmet vd. (2006), Üniversiteler İçin Eski Türk Edebiyatına Giriş: Ankara.
Mermer, Ahmet ve Neslihan Koç Keskin (2005), Eski Türk Edebiyatı Terimleri
Sözlüğü: Ankara.
Nazımdan Nesire Edebî Türler-Bildiriler (2009), (Haz. Hatice Aynur vd.), Eski Türk
Edebiyatı Çalışmaları 4, (25 Nisan 2008)
Okuyucu, Cihan (2009), Klâsik Dönem Osmanlı Nesri: İstanbul.
Pakalın, M. Zeki (1993). Osmanlı Tarih Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü: Ankara
Pala, İskender (1995). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü: Ankara
Saffet Sıtkı *Bilmen+ (1943), Nef’î ve Sihâmı Kazâsı: İstanbul.
Tahirü’l-Mevlevî (1994). Edebiyat Lûgati: İstanbul.
Tavukçu, O. Kemal (1993), Halîlî, Firkat-nâme (inceleme-metin), AÜ, SBE, YLT:
Erzurum.
Tavukçu, O. Kemal (2004), “Türk Edebiyatında Firâk-nâme Adlı Eserler”, Türk
Kültürü İncelemeleri Dergisi / The Journal of Turkish Cultural Studies, 10, 89-122.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
TÜRLER
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
DİNÎ TÜRLER
Tevhit
Esma-i Hüsna
Naat
Mevlit
Miraciye
Kırk Hadis
Hilye-i Şerif
Esmi-ı Nebi
Siyer-i Nebi
Hicretname
Ramazaniye
TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
Doç. Dr. Ömer ÖZKAN
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Türk İslam edebiyatında tür kavramını tanıyacak ve
kavrayacak,
• Dinî türleri diğer edebî türlerden ayıran temel
özellikleri öğrenerek bunlar arasındaki benzer ve
farklı yönleri ayırt edebilecek,
• Dinî türlerin genel özelliklerini
değerlendirebileceksiniz.
ÜNİTE
5
Türk İslam Edebiyatında Türler
TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA TÜRLER
Türk İslam edebiyatı, Türklerin İslamlaşması sonrasında ortaya çıkan bir
edebiyattır. İlk eserler dikkate alınırsa, bu edebiyat, 12. Yüzyıl sonları ile 20. Yüzyıl
başlarını kapsayan geniş bir yelpazeyi içine alır. Bu edebî saha, özellikle Osmanlı
döneminde klasikleşmiştir. Aynı zamanda bir imparatorluk geleneği niteliğindeki bu
uzun soluklu edebî dönem içerisinde, şuara tezkirelerinde yer almayanlar da dahil,
divanı elimizde olsun olmasın, bütün şairler dikkate alındığında yaklaşık 5000
civarında şairle karşılaşırız. Bu şairler topluluğundan miras olarak bugün elimizde
binlerce divan ve farklı konularda kaleme alınmış binlerce eser vardır. Bu eserlerin
tasnifi ve tedkiki konusunda ise son bir asırdır önemli aşamalar kat edilmiş;
yüzlerce eser günümüz Türkçesine aktarılmış ve bu edebî geleneğin sanat anlayışını
ve değişik konularını irdeleyen sayısız çalışmaya imza atılmıştır.
Divanlar konusundaki incelemeleri saymazsak, bu çalışma ve araştırmaların
önemli kısmını “türler” bahsi teşkil eder. Türk İslam edebiyatında türler
denildiğinde daima, manzum veya mensur olmasına bakılmaksızın ortaya konulan
eserlerin konularına göre adlandırılması hususu anlaşılmıştır. Osmanlı klasik
edebiyatı geleneği üzerindeki yorum ve değerlendirmelerin neredeyse tamamı
nazım üzerinden yürütüldüğünden, türler konusu da kaynak kitaplarda çoğunlukla
“nazım türleri” başlığı altında ele alınmıştır. Oysa seyahatname, tezkire ve münşeat
örneklerinde olduğu gibi, kimi türlerin ağırlıklı olarak mensur örnekleriyle
karşılaşırız. Yine, Yazıcıoğlu Mehmed’in Muhammediyye’si, Süleyman Çelebi’nin
Vesîletü’n-necât’ı gibi, kimi türler müstakil kitaplar olarak, kimi türler ise, Fuzuli’nin
Su Kasidesi, Şeyh Galip’in Naat’ı gibi divanlarda yer alan şiirlerin ana konusu olarak
veya Baki’nin Bahariyye’si gibi, şiirlerin bir parçası olarak karşımıza çıkarlar.
Dolayısıyla, esasında türlerin tasnifi ve adlandırması konusunda henüz, efradını
cami ağyarını mani (eksiksiz ve fazlası) bir çerçeveden söz etmek güçtür. Bu
hususta araştırmacılar arasında değişik görüş ve tartışmaların hâlen devam ettiğini
burada belirtmek gerekir.
Biz tüm bu tartışmaların dışına çıkarak, Türk İslam Edebiyatında türler
bahsini, manzum ya da mensur olmasına bakmaksızın, içeriğini esas alarak; Dinî
Türler ve Muhtelif Konularda Yazılmış Diğer Türler olmak üzere iki ana bölümde
inceliyoruz.
Bilindiği gibi, klasik edebiyat ağırlıklı olarak İslam kültürünün hinterlandı
içindedir. İslam dininin temel kitabı olan Kuran başta olmak üzere peygamberler
tarihi, mucizeler, hadis, fıkıh, kıssalar ve diğer dinî ilimlerin yoğun tesiri altındadır.
Bu yüzden tevhid, Esma-i hüsna, hilye-i şerif, kısas-ı enbiya, naat gibi önemli miktar
ve çeşitlilikte dinî içerikli türün yazıldığını görürüz. Diğer türler ise kıyafetname,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Türk İslam Edebiyatında Türler
gazavatname, surname gibi türlerde sosyal hayat; bahariye, hazaniye gibi türlerde
ise, tabiat, çok farklı yönleriyle ele alınarak yazılmışlardır.
DİNÎ TÜRLER
Türk İslam edebiyatındaki türlerin büyük çoğunluğunu dinî türler oluşturur.
Bunları da Allah ile ilgili olanlar, Hz. Peygamber etrafında geliştirilenler ve diğer dinî
konulardan müteşekkil türler olmak üzere üç temel gruba ayırabiliriz. Allah ile ilgili
türleri; tevhid, esma-i hüsna, kırk ayet tercümeleri; Hz. Peygamber etrafında
geliştirilen türleri; naat, mevlid, miraciye, kırk hadis, hilye, siyer-i nebi, hicretname,
şefaatname; diğer dinî konulardan oluşan türleri ise; ramazaniye, kısas-ı enbiya
olarak sıralayabiliriz. Şimdi bu türleri genel olarak tanıyalım.
Tevhîd
Sözlüklerde “bir etme, birleme” anlamlarına gelen tevhidi dinî türlerin en
başında zikretmek gerekir. Çünkü İslam dininde her şey tevhid yani Allah’ın bir ve
tek olduğunu kabul ile başlar. Dolayısıyla, kelime-i tevhidi, lâ ilâhe illallâh, dil ile
söyleyip kalp ile tasdik eden Müslümanlar, Allah’ın bütün sıfat ve fiilleriyle tek ve
benzersiz olduğuna iman etmiş olurlar.
Bir edebiyat terimi olarak tevhid ise, Allah’ın varlığına, birliğine, bütün sıfat
ve fiilleriyle kudretine, azametine dair, övgü mahiyetinde kaleme alınmış manzum
ya da mensur eserlere denilir. Edebiyatımızdaki tevhid örnekleri, müstakil kitaplar
olmaktan ziyade, daha çok kaside, gazel, kıta şeklindeki şiirler olarak veya Leylâ ve
Mecnûn, Hüsn ü Aşk gibi müstakil kitaplar şeklindeki uzun mesnevilerin ve muhtelif
konulu mensur eserlerin baş kısmında kısa bölümler olarak karşımıza çıkarlar. Nasıl
ki Müslüman toplumlarda tevhid inanışı zihniyet dünyasının en tepesinde yer alıp
şehir düzeni, mimari vs. sosyal yaşamı şekillendirmişse; sanat faaliyetlerinde de
hiyerarşik yapının başında yer almayı sürdürmüştür. Şöyle ki, her şeyden evvel,
divan edebiyatı geleneği içerisinde tevhid türüne yer vermeyen şair yok gibidir.
Hangi divanı açsanız, divanın en başında mutlaka tevhid şiirlerini görürsünüz.
Divanlar dışındaki hangi esere baksanız, mutlaka ya besmeleyle başlar veya Allah’ın
yüceliğine ve kudretine atfedilmiş bir bölüme girişte yer verir. Mensur eserlerin
giriş kısmındaki, tevhidi de içeren bölüme hamdele de denmiştir.
Bir tevhid şiirinde genellikle Allah’ın zati ve sübuti sıfatlarının övgüsü,
bunlara dair yorumlar ve münâcât ifadeleri yer alır. Bazı tevhidlerde ise, kelime-i
tevhid lafzına yer verildiğini görürüz ki, bunların en meşhuru 15. Yüzyıl şairlerinden
Şeyhi’nin meşhur lâ ilâhe illallâh redifli tevhid kasidesidir. Tasavvufi yönü ağır
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Türk İslam Edebiyatında Türler
basan kimi tevhidlerde de şairlerin zaman zaman kâinatın başlangıcı, yaratılış ve
varlığın birliği (vahdet-i vücut) gibi teolojik konulara girdikleri görülür.
İslami dönemin ilk eseri kabul edilen Yusuf Has Hacip’e ait Kutadgu Bilig’deki
tevhid bölümünden başlayarak günümüze kadar sayısız tevhid örnekleriyle
karşılaşırız. Cem Sultan (15. Yy.), Fuzuli (16. Yy.), Ruhi (16. Yy.), Niyazi-i Mısri (17.
Yy.), Nabi (17. Yy.) gibi çok sayıda isim tevhid türüne şiirlerinde yer vermişlerdir.
Cem Sultan’a ait kaside şeklinde kaleme alınmış şu tevhid bunların bir nümunesi
kabul edilebilir.
Tevhid Kasidesi
Ey emîr-i bî-vezîr ü ey alîm-i bî-misâl
Örnek
V’ey habîr-i bî-nazîr ü ey rahîm-i Zü’l-celâl
Senden umar iki âlem halkı rahmet ey rahîm
Kim kadîm-i lem-yezelsin hem hakîm-i lâ-yezâl
Cümle mahlûk-ı zemâne zikrini tesbîh eder
Cümle âlem halkı eyler emrin üzre imtisâl
Kuru ney içini kıldı kudretin tolu şeker
Seng-i hârâdan akıtdı hikmetin âb-ı zülâl
Hükmün ile mihri eylersin felekde bî-karâr
Emrin ile mâh’edersin gâh bedr ü geh hilâl
İbtidâna yok nihâyet intihâna hem-çünân
Müddeti yokdur bekânın ey kerîm-i bî-misâl
Hükmün ile oldı gül gülzârda şâh-ı çemen
Kudretinle buldı bülbül bâgda nutk u makâl
Cümle mahlûkun görürsün dâ’imâ ahvâlini
On sekiz bin âlemin rızkın verirsin bî-su’âl
Cümle eşyâ birligine şâhid olupdur senin
Cümle varlık varlıgına âlem içre oldı dâll
Akl-ı küll cehd eyleyip mâhiyyetini bilemez
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Türk İslam Edebiyatında Türler
Kimsene eyleyemez keyfiyyetinde kîl ü kâl
İbtidâsı yok bekânın ey hudâvend-i kadîm
Ger devr eyler felekler gerdiş eyler mâh u sâl
Kudretinden oldı keyvân çarh üzre pâs-bân
Hikmetinden oldı mirrîh âsmânda kût-vâl
Mihri lûtfunla felekde şâh-ı encüm eyledin
Hikmetini gösterip bagışladın ana kemâl
Zâtının mâhiyyetine eremez fehm ü ukûl
Hikmetinin kudretine eremez vehm ü hayâl
Çün günehkâr oldı Cem olgıl Hudâya dest-gîr
Kıl inâyet olmasın mahşer gününde pây-mâl
Cem Sultan
Esmâ’-i Hüsnâ
Allah’ın “en güzel isimler”i anlamına gelen esma-i hüsna terkibi, Allah’ın,
Kuran ve hadis kitaplarında geçen 99 güzel ismine delâlet eder. Mutasavvıflar,
kâinattaki her şeyin Allah’ın, celal ve cemal sıfatları şeklinde iki gruba ayrılan bu
isimlerinin tecellisinden ibaret olduğunu söylerler. Bu güzel isimler şunlardır: Allâh,
Er-Rahmân, Er-Rahîm, El-Melik, El-Kuddûs, Es-Selâm, El-Mü’min, El-Müheymin, ElAzîz, El-Cebbâr, El-Mütekebbir, El-Hâlik, El-Bârî, El-Musavvir, El-Gaffâr, El-Kahhâr,
El-Vehhâb, Er-Rezzâk, El-Fettâh, El-Alîm, El-Kâbız, El-Bâsıt, El-Hâfız, Er-Râfi’, ElMu’izz, El-Müzill, Es-Semî’, El-Basîr, El-Hakem, El-Adl, El-Latîf, El-Habîr, El-Halîm, ElAzîm, El-Gafûr, Eş-Şekûr, El-Aliyy, El-Kebîr, El-Hâfız, El-Mukît, El-Hasîb, El-Celîl, ElKerîm, Er-Rakîb, El-Mucîb, El-Vâsi’, El-Hakîm, El-Vedûd, El-Mecîd, El-Bâ’is, Eş-Şehîd,
El-Hakk, El-Vekîl, El-Kaviyy, El-Metîn, El-Veliyy, El-Hamîd, El-Muhsî, El-Mübdî, ElMu’îd, El-Muhyî, El-Mumît, El-Hayy, El-Kayyûm, El-Vâcid, El-Mâcid, El-Vâhid, EsSamed, El-Kâdir, El-Muktedir, El-Mukaddim, El-Mu’ahhir, El-Evvel, El-Âhir, Ez-Zâhir,
El-Bâtın, El-Vâlî, El-Müte’âlî, El-Berr, Et-Tevvâb, El-Müntekim, El-Afüvv, Er-Ra’ûf, ElMâlik’ül-Mülk, Zü’l-Celâli Ve’l-İkrâm, El-Muksıt, El-Câmi’, El-Ganiyy, El-Mugnî, ElMâni’, Ed-Dâr, En-Nâfi’, En-Nûr, El-Hâdî, El-Bedî, El-Bâkî, El-Vâris, Er-Reşîd, EsSabûr.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Türk İslam Edebiyatında Türler
Kültürümüzde bu kutsal isimlere müstesna bir yer verilmiş, hattatların
kaleme aldığı esma-i hüsna levhaları evleri ve camileri süslemiş ve asırlardır, bu
isimleri anlamlarını bilerek ezberleyip dua şeklinde okumak sevap; hatta kimi
dertler için de deva kabul edilmiştir.
Esma-i hüsna, bir edebî tür olarak da kültürümüzde önemli yer etmiş;
manzum ve mensur olmak üzere Allah’ın güzel isimlerini konu edinen değerli
eserler kaleme alınmıştır. Esma-i hüsnanın açıklama ve şerhini esas alan bu
eserlerde Allah’ın güzel isimleri, “Der-İsm-i Hallâk”, “Der-İsm-i Sübhân”, “Der-İsm-i
Feyyâz” gibi başlıklar altında, kendine mahsus hikmet ve yönleriyle tasvir edilir.
İlyas bin Saruhani’nin (16. Yy.) Beyân-ı Şerâit-i Esmâ adlı eseri türün en
meşhur örneğidir. Yine Lamii Çelebi’nin (16. Yy.) Şerh-i Mu’ammeyât Alâ Esmâ’ilHüsnâ’sı ve Bursalı Subhî Mehmed Ali Çelebi’nin manzum Esmâ-i Hüsnâ Şerhi de
türün dikkat çeken örneklerindendir.
Na’t
Bir şeyi medhederek anlatma, vasıflandırma anlamlarına gelen naat; Hz.
Peygamber’i konu alan en meşhur türlerdendir. Bilindiği gibi peygamber sevgisi
kültürümüzün en belirgin vasıflarındandır. Nitekim edebiyatımızda en çok tür Hz.
Peygamber etrafında oluşturulmuştur.
Ka’b Bin Zübeyr’in Kasîde-i Bürde diye bildiğimiz eseri, içerisinde Hz.
Peygambere övgülerin de yer alması nedeniyle, naat türünün Arap edebiyatındaki
en tanınmış örneği kabul edilir. Naatler Hz. Peygamber övgüsünü konu edinen
şiirlerdir. Fakat şairlerin zaman zaman, dört halife için yazdıkları medhiyelere
“Na’t-i Çâr-yâr”, “Na’t-i Hulefâ-yı Râşidîn”, “Na’t-i Ali” gibi başlıklar koymaları,
“naat” teriminin dört halife medhiyeleri için de kullanıldığını gösterir.
Arap edebiyatından Fars edebiyatına ve daha sonra da Türk edebiyatına
geçmiş olan naatin Türk edebiyatındaki ilk örneği Yusuf Has Hacip’in Kutadgu
Bilig’inde yer alır. Bu eserden günümüze gelinceye kadar sayısız naat örneği
kaleme alınmıştır.
Divan edebiyatı geleneğinde naatlerin hemen hemen tamamı manzum
olarak ve kaside nazım şekliyle dile getirilmiştir. Genellikle divanlarda tevhid
şiirlerinden sonra gelseler de Nefi (17. Yy..), Nedim (18. Yy.) ve Şeyh Galip (18. Yy.)
gibi kimi şairler divanlarına doğrudan naat şiirleriyle başlamışlardır. Ayrıca,
müstakil kitaplar olarak yazılan; Garibname, Leyla ve Mecnun, Yusuf u Züleyha, Can
u Canan gibi hemen hemen bütün mesnevilerin giriş kısmında da mutlaka naat
örnekleri bulunur. Ancak, Yazıcıoğlu Mehmed’in (15. Yy.) Megâribü’z-Zamân adlı
Arapça mensur eserinden yine kendisinin nazmen tercüme ettiği 9008 beyitlik
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Türk İslam Edebiyatında Türler
Muhammediye, Hz. Peygamber’in hayatını anlatan bir siret olmasına rağmen;
eserin adından ve “Kitâb-ı Muhammediye Fî-Na’t-i Seyyidi’l-Âlemîn Habîbullâhi’lAzîm” başlığından anlaşıldığı gibi bütün tahkiyeli yönleri yanında baştan sona
müstakil bir naat görünümündedir. Neticede, Yazıcıoğlu’nun Muhammediye’si
müstakil hacimli bir siret şeklinde yazılan naat türünün yegâne örneğidir (Yeniterzi,
1993:46).
Fuzuli’nin (16. Yy.) Su Kasidesi ve Şeyh Galip’in “efendim” redifli müseddesi
edebiyatımızdaki en tanınmış naatlerdir. Yakın dönem şairlerimizden Arif Nihat
Asya’nın Naat’i ise, türün, son dönemde kaleme alınmış en etkili ve güzel örneği
kabul edilebilir.
Hz. Peygambere duyulan muhabbet, sadece manzum veya mensur naatler
kaleme almakla kalmamış, aynı zamanda hattatlar tarafından naat levhaları
yazılması; musiki erbabınca naatlar söylenip bestelenmesi ve camilerde, dinî
merasimlerde terennüm edilmesi şeklinde bir gelenek de meydana getirmiştir.
Itri’nin rast makamındaki, “Yâ hazreti Mevlânâ Hak dost” diye başlayan meşhur
bestesi, yıllarca okunup dinlenmiştir. Yine, Dede Efendi ve Hafız Post gibi nice
musiki ustası nadide besteler yapmışlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Türk İslam Edebiyatında Türler
Müseddes-i Na’t-ı Şerîf-i Nebevî
Örnek
Sultân-ı rusül şâh-ı mümeccedsin efendim
Bî-çârelere devlet-i sermedsin efendim
Dîvân-ı ilâhîde ser-âmedsin efendim
Menşûr-ı le'amrükle mü'eyyedsin efendim
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hakdan bize sultân-ı mü'eyyedsin efendim
Tâbiş-dih-i ervâh-ı mücerred güherindir
Mâlişgeh-i ruhsâr-ı melik hâk-i derindir
Ayîne-i dîdâr-ı tecellî nazarındır
Bû Bekr Ömer Osmân ü Alî yârlarındır
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hakdan bize sultân-ı mü'eyyedsin efendim
Hutben okunur minber-i iklîm-i bekâda
Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-ı cezâda
Gül-bâng-ı kudûmün çekilir Arş-ı Hudâda
Esmâ-i Şerîfin anılır arz u semâda
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hakdan bize sultân-ı mü'eyyedsin efendim
Ol dem ki velîlerle nebîler kala hayrân
Nefsî deyü dehşetle kopa cümleden efgân
Ye's ile usâtın ola ahvâli perîşân
Destûr-ı şefâ'atla senindir yine meydân
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hakdan bize sultân-ı mü'eyyedsin efendim
Bir gün ki dalıp bahr-ı gama fikrete gitdim
İlden getirip kendimi bî-hodluğa yitdim
Atatürk İsyânım
Üniversitesi
Açıköğretim Fakültesi
anıp âkıbetimden hazer itdim
Bu matla'ı yâd eyledi bir seyyid işitdim
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
8
Türk İslam Edebiyatında Türler
Mevlid
Doğum, doğum yeri ve doğum zamanı gibi anlamlara gelen mevlid; Hz.
Peygamber’i konu alan, naatten sonraki en yaygın türdür. Çoğunlukla manzum ve
mesnevi nazım şekliyle yazılmış örneklerine rastlanır.
Mevlid, Arap edebiyatından aldığımız bir türdür, ancak İslami edebiyatlar
içerisinde en fazla gelişmeyi ve rağbeti Türk kültür ve edebiyatında bulmuştur. Zira
kültür tarihimize baktığımızda mevlid metinlerinin ve törenlerinin asırlardır ibadet
vecdiyle kabul gördüğüne şahit oluruz.
Hz. Peygamber’i konu alan naat, hilye, miraciyye ve esma-ı nebi gibi türler
mevlid türü ile daima ilgi hâlindedir. Çünkü mevlid metinlerinin içerisinde mutlaka
bu türleri de kapsayan bölümler, parçalar yer alır. Ancak bir mevlid metni
genellikle, Hz. Peygamber’in doğumu (viladet), peygamberliği (risalet), göğe
yükselişi (miraç) ve vefatı (rıhlet) temel bölümlerinden oluşur. Edebiyatımızdaki ilk
ve en mükemmel mevlid, Vesîletü’n-Necât adıyla Süleyman Çelebi (15. Yy.)
tarafından kaleme alınmıştır. 730 beyitlik bu eser o kadar benimsenip sevilmiştir ki,
edebiyatımızda onlarca mevlid metni kaleme alınmış olmasına rağmen, mevlid
denildiğinde hemen daima Süleyman Çelebi’nin eseri anlaşılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Türk İslam Edebiyatında Türler
Rivayete göre, bir vâiz Bakara suresinde geçen bir ayete dayanarak Hz.
Peygamber’in diğer peygamberlerden bir farkı ve üstünlüğü olmadığını uzun uzun
anlatıp yorumlamış. Vaazı dinleyenlerden birisi buna karşı çıkmış ve vâiz hakkında
fetvalar almışsa da halkı vâzin haksızlığına dair ikna edememiş. İşte bu olayı duyan
Süleyman Çelebi çok üzülmüş ve Vesîletü’n-Necât’ı yazmaya başlamış.
Bu eserin Anadolu’da bir “mevlid çığırı” açtığı ve kendisinden sonraki eserleri
etkilediği açıktır. Sinanoğlu (15. Yy.), Ebul-Hayr (15. Yy.), Halil (15. Yy.), Hamdi (15.
Yy.), Şemseddin Sivasi (16. Yy.) ve Şahidi (16. Yy.) gibi, nice şair mevlidler
yazmışlardır. Bunlardan Hamdullah Hamdi’nin Ahmediyye adlı mevlidi de Süleyman
Çelebi’nin eserine yakın bir ilgiyle rağbet görüp model alınmıştır. Yine meşhur
“Merhabâ ey …” faslını yazdığı öne sürülen, Süleyman Çelebi ile çağdaş Ahmed
isimli şairi de burada anmak gerekir.
Mevlidhanlar tarafından, devam eden asırlarda tüm mevlidlerden seçmeler
yapılarak mevlid, bir anlamda anonimleştirilmiş; mevlid kandillerinde camilerde
yapılan merasimlerden, doğum, ölüm, düğün, bayram ve askere uğurlama
âdetlerine varıncaya kadar pek çok yerde okunmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Türk İslam Edebiyatında Türler
Mevlid’den
Allâh adın zikr idelüm evvelâ
Örnek
Vâcib oldur cümle işde her kula
Allâh adın her kim ol evvel ana
Her işi âsân ide Allâh ana
Allâh adı olsa her işin öni
Hergiz ebter olmaya anun sonı
Her nefesde Allâh adın di müdâm
Allâh adıyla olur her iş temâm
Bir kez Allâh dise aşk ile lisân
Dökülür cümle günah misl-i hazân
İsm-i pâkin pâk olur zikr eyleyen
Her murâda irişür Allâh diyen
Aşk ile gel imdi Allâh diyelüm
Derd ile göz yaşile âh idelüm
Ola kim rahmet kıla ol pâdişâh
Ol Kerîm ü ol Rahîm ü ol ilâh
Birdür ol birligine şek yok durur
Gerçi yanlış söyleyenler çok durur
Cümle âlem yog iken ol var idi
Yaradılmışdan Ganî Cebbâr idi
Var iken ol yog idi ins ü melek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Türk İslam Edebiyatında Türler
Arş u ferş ü ay u gün hem nüh felek
Sun’ ile bunları ol var eyledi
Birligine cümle ikrâr eyledi
Ol didi bir kerre var oldı cihân
Olma dirse mahv olur ol dem hemân
Varı yok yogı var iden ol durur
Dünyede her olanı ol oldurur
Bârî ne hâcet kılavuz sözi çok
Birdür Allâh andan artuk Tanrı yok
Haşre dek ger dinilürse bu kelâm
Niçe haşr ola bu olmaya temâm
Pes Muhammed’dür bu varlıga sebeb
Sıdk ile anun rızâsın kıl taleb
Ger dilersiz bulasız oddan necât
Aşk ile derd ile eydün es-salât
İy azîzler uşda başlaruz söze
Bir vasiyyet kıluruz illâ size
Ol vasiyyet kim direm her kim tuta
Misk gibi kokusı cânlarda tüte
Hak Teâlâ rahmet eyleye ana
Kim beni ol bir duâ ile ana
Her ki diler bu duâda bulına
Fâtiha ihsân ide ben kulına
Süleyman Çelebi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Türk İslam Edebiyatında Türler
Mi’râciyye
Hz. Peygamber’in Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i
Aksa’ya gelişine İsra; Mescid-i Aksa’dan Sidre-i Münteha’ya kadar devam eden
manevi yolculuğuna da miraç denmiştir. Kuran’da İsra Suresinde “Bir gece
kendisine bazı delillerimizi gösterelim diye kulu Muhammed’i, Mescid-i Aksa’ya
götüren o zatın şanı yücedir, bütün eksikliklerden uzaktır. Gerçekten her şeyi gören
odur.” ifadeleriyle geçen miraç olayının gerçek anlam ve mahiyeti tam olarak
bilinemese de etrafında pek çok rivayet ve hikaye oluşmuştur. Miraç hadisesinin
gerçekleştiği Recep ayının 27. gecesi kutsal ve ulvi bir vakit olarak kabul edilmiş ve
Miraç Kandili olarak halk tarafından asırlardır kutlanmıştır. İnanışa göre, namaz
vakitlerinin belirli olarak farz oluşu, Bakara suresinin son iki ayetinin nazil oluşu ve
tahiyyat duasının müminlere hediye edilişi bu gece vesilesiyle olmuştur.
İşte, İslami edebiyatlarda miraciye olarak adlandırılan tür de Hz.
Peygamber’in bu büyük mucizesini anlatan eserlere denir. Edebiyatımızda
çoğunlukla manzum ve kaside nazım şekliyle kaleme alınan bu türün, az da olsa
müstakil kitaplar şeklindeki örneklerine rastlanır.
Lamii Çelebi (16. Yy.), Ganizade Nadiri (17. Yy.), Neşati (17. Yy.), Nahifi (18.
Yy.), Sabit (18. Yy.), İzzet Molla (19. Yy.) ve daha birçok şairin divanında güzel
miraciye örnekleri bulmak mümkündür. En meşhur miraciyenin Ganizade Nadiri’ye
ait olduğu ve bu eserin birçok şairi etkilediği kabul edilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Türk İslam Edebiyatında Türler
Mi‘râc-nâme-i İbrahim Beg’den
…
Müşerref kıldı cümle hâs u ‘âmı
Örnek
Ki böldi kısmını Rûmî vü Şâmî
…
Hakîkat zâhir oldı hem şerî‘at
Şerî‘at neyise oldur hakîkat
Hakîkat hâli oldı şer‘ kâli
Birikdi vahdet ile kâl ü hâli
İbâret kâbe kavseyn andan oldı
İkiden geçdi ev ednâyı buldı
İki bahr arasında berzah oldur
Agac u yaprag arasında güldür
…
Teniyle ol sebebden kıldı mi‘râc
Delîle olmayavuz dahı muhtâc
İrişdi bir gice Cibrîl-i derrâk
Burâk-ı berk elinde cüst ü çâlâk
Didi iy şâh selâm itti ilâhun
Sa‘âdet matla‘ında togdı mâhun
Okur ummâna sen dürr-i yetîmi
Gidergil tizcek üstünden kilîmi
Bu âyet vaktidür ola münebbih
Ki sübhânellezî esrâ bi-‘abdih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Türk İslam Edebiyatında Türler
İrişdi vahy-i ikra' b'ismi rabbik
Hilâfet sancagın ‘arş üstine dik
…
Nebîler cânı sana muntazırdur
Visâlün bahşişine müftekırdur
Müdebbirler cemâlün görmek ister
Ayagun yüzlerine sürmek ister
Göz açup gözedürler cümle yılduz
Ki kankı yoldan ire şâh-ı pervîz
Var altunlarını saçu saçalar
İlerü yüriyib kapu açalar
Elüne dizginin algıl Burakun
Bilürem hadden aşdı iştiyâkun
Pes imdi vaktidür kılgıl azîmet
Visâle degşürülsün cümle fürkat
Egerçi olmadum ben senden ayru
Kaçan sen dahı olduñ benden ayru
Göñülden her nefes mi‘râc idersin
Bu zâhir sûreti koyup gidersin
İrer bî-vâsıta saña kelâmum
Kelâmıla tahıyyât u selâmum
Velî na‘lînüñe müştak durur ‘arş
Ayagun altına olmak diler ferş
Bu kudsî ‘âleme irsün şerefler
Bu bahr içinde dürr bulsun sadefler
Makâmı her resûlüñ bir felekde
Kalıpdur her birisi bir dilekde
…
(Duman 1997)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Türk İslam Edebiyatında Türler
Kırk Hadis
Arapçada hadis-i erbain, Farsçada, çihil hadis olarak adlandırılan kırk hadis,
Hz. Peygamber’in hadislerinden 40 tanesini seçip manzum ya da mensur olarak bir
araya getirmektir. Bu tür eserlerin kaynağı, Hz. Peygamber’in “Her kim benim
hadislerimden kırk tanesini belleyip başkalarına da öğretirse, kıyamet gününde
Allah onu bilginler ve fakihler arasında diriltsin.” mealindeki hadisidir. Bu hadis
gereği, Hz. Peygamber’in bu müjdesine nail olmak için sayısız sanatkâr, onun
sözlerinden seçmeler yaparak kırk hadis türünden eserler meydana getirmiştir.
Kırk hadislerde İslamın şartlarına dair, Kuran’ın faziletiyle ve diğer akaid
konularıyla ilgili vs. yaklaşık her farklı konudaki hadisler derlenmiş ve çoğu zaman
ise bu hadis metinleri birebir tercüme edilmeyip izahlara da yer verilmiştir.
İslam edebiyatlarında ilk kırk hadisin Abdullah Mervezi (8. Yy.) tarafından
tertip edildiği, fakat bu eserin sonradan kaybolduğu söylenir. Ebu İsa Muhammed
Tirmızi (9. Yy.), İbn Veda (11. Yy.) ve Ebu Tahirüs-Selefi (12. Yy.) de kırk hadis
yazmışlardır. Türün en muhteşem örneği ise, Muhyiddin Nevevi (13. Yy.) tarafından
kaleme alınmıştır. Bu eserin pek çok kez çevirisi ve şerhi yapılmıştır. İran
edebiyatında ise, en meşhur ve etkili kırk hadis Molla Cami (15. Yy.) tarafından
yazılmıştır.
Edebiyatımızda kırk hadis geleneği naat ve mevlid türleri gibi ilgi görmüş ve
pek çok şair Arapça ve Farsçadan kırk hadis tercüme etmiş veya derleme eserler
meydana getirmiştir. Mahmud bin Ali (14. Yy.), Kemal Ümmi (15. Yy.), Usuli (16.
Yy.), Fuzuli (16. Yy., Mecdi (16. Yy.), Ali (16. Yy.), Feyzi (17. Yy.), Hakani (17. Yy.),
Nabi (17. Yy.), Osmanzade Taib (18. Yy.) ve Müstakimzade S. Sadettin (18. Yy.) gibi
şairler bu türün güzel örneklerini vermişlerdir.
Hilye-i Şerîf
Sözlüklerde “zinet-i çehre”, “suret” ve “heyet” gibi anlamlar verilen hilye
kelimesi, bir edebiyat terimi olarak Hz. Peygamber’in ve dört büyük halifenin iç ve
dış güzelliklerini, örnek davranış biçimlerini tasvir eden eserlere verilen addır.
Kaynaklarda bu tür için zaman zaman, şemail-i şerif, şemail-i nebi veya şemailname
gibi ifadeler kullanılsa da kast edilen aynı türdür. Ancak bu eserlere karşılık olarak
daha çok hilye-i saadet veya hilye-i şerif terkibi tercih edilmiştir.
Söz konusu olan Hz. Peygamber ve dört halife olduğundan, bu tür eserlerin
ana kaynağı hadisler olmuştur. Zaman içerisinde, Hz. Peygambere dair hilye
niteliğindeki tüm hadis ve rivayetleri toplamak ve ezberlemek, duvara vs. asmak
kutsal kabul edilmiştir. Hatta etrafında, kimi âfetlere iyi geleceğine dair inançlar
oluşmuştur. Aynı inanç ve geleneğin günümüzde devam ettiği görülmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Türk İslam Edebiyatında Türler
İslami edebiyatlar içerisinde ilk hilye eş-Şemâ’ilü’n-Nebeviyye ve’l-Hasâ’isü’lMustafaviyye adıyla ve Arapça olarak İmam Tırmizi (9. Yy.) tarafından yazılmıştır.
Yıllar içerisinde bu esere çok sayıda şerh ve hâşiye yapılmıştır.
Edebiyatımızda manzum ve mensur örneklerine rastlayabileceğimiz çok
sayıda hilye kaleme alınmıştır. Hakanî Mehmed Bey’in (16. Yy.) Hilye-i Hâkânî isimli
hilyesi bunların ilki ve en meşhurudur. İnsanlar tarafından yıllarca hürmetle kabul
edilip ezberlenen bu eser, pek çok şairi de etkilemiştir. Süleyman Nahifi (18.
Yy.)’nin Hilyetü’l-Envâr’ı ve Nesimi Mehmed’in Gülistân-ı Şemâil’i de yine
edebiyatımızda çok beğenilmiş hilyeler arasındadır.
Başlangıçta sadece Hz. Peygamber’i konu edinen hilye türünün zaman
içerisinde kapsamını genişleterek diğer peygamberleri ve dört halifeyi de içerdiği
görülür. Cevrî İbrahim Çelebi’nin (17. Yy.) Hilye-i Çehâr-yâr-ı Güzîn’i ve Neşati
Dede’nin (18. Yy.) Hilye-i Enbiyâ’sı bu durumun güzel örnekleridir.
Hilye-i Hâkânî’den
Örnek
Ol görür gözleri masnû’âtun
Muktezâsıyıdı tecelliyâtın
Anı göz nûrı gibi seyr-i cemâl
Bî-misâl etmiş idi bi’l-icmâl
Çeşm-i hâk-bîni inen ahsen idi
İki şehbâz-ı şikâr-efgen idi
Görinürdi gözi dâim mekhûl
Hadd-i zâtında siyeh-çeşm idi ol
Şîve-i gamze-i lâzım nâzı
Âlemün olmış idi mümtâzı
Gûşe-i çeşm ile etdükce nigâh
Gaşy olurlardı sürûş-ı dergâh
Hîn-i ru’yetde açardı nazarı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Türk İslam Edebiyatında Türler
Nükte-i sırr-ı ke-lemhi’l-basarı
Gark-ı hûn etmiş idi nâfe-misâl
Hoten âhûların ol çeşm-i gazâl
Örnek
Gözinün ağı beyâz idi katı
Kâbil-i vasf değüldi sıfatı
Hem siyah idi gâyetde şedîd
Bir idi ana karîb ile baîd
Hem rivâyetdür o tâvûs-ı cinân
Olsa bir cânibe gâhî nigerân
Vâsî-i hûb u latîf idi gözi
Nûr-ı mahz idi saâdetlü yüzi
Kuvvet-i bâsıra-i Mustafavî
Gece gündüz gibi görürdi kavî
Ol iki dîde-i bî-sürme siyâh
Dâim olmışdı nazargâ-ı İlâh
Müteveccih olup a’zâsı ile
Cism-i pâkiyile dönerdi bile
Serine tâbi ederdi cesedi
Bunı terk etmemiş idi ebedî
Dönüp etrafına kıldukca nazar
Secde eylerdi cemâdât u şecer
Nereye dönse o kadd-i çâlâk
Hâsılı bile dönerdi eflâk
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Türk İslam Edebiyatında Türler
Esmâ-i Nebî
Allah’ın güzel 99 ismini konu alan esma-i hüsna adlı eserlerdeki gibi, kimi
sanatkârlar da esma-i nebi adıyla kaleme aldıkları eserlerinde Hz. Peygamber’in 99
isim ve sıfatından söz etmişlerdir. Manzum ve mensur örnekleri bulunan ve fakat
müstakil kitaplar olarak karşımıza çıkmayan esma-i nebiler daha çok muhtelif
konulu eserlerin bir bölümü şeklindedirler. Hasib Efendi 1000 beyitlik bir esma-i
nebi yazmıştır (Çelebioğlu 1988:357).
Siyer-i Nebî
Siyer, “tavır, hareket, ahlak ve gidiş” anlamlarına gelen siret kelimesinin
çoğuludur ve bir terim olarak, Hz. Peygamber’in ahlak ve yüksek vasıfları ile birlikte
hayatını konu edinen eserlere verilen isimdir. Kaynaklarda bu türden eserler için
bazen, siretü’n-nebi terkibi kullanılsa da siyer-i nebi adlandırması daha yaygındır.
Erzurumlu Mustafa Darir’in (14. Yy.) Arapçadan dilimize çevirdiği, oldukça
hacimli olan mensur Siyer-i Nebî’si bu türün edebiyatımızdaki ilk örneklerindendir.
Ancak bu konuda kaleme alınmış en meşhur örnek Yazıcıoğlu Mehmed’in (15. Yy.)
Megâribü’z-Zamân adlı Arapça mensur eserinden yine kendisinin manzum olarak
çevirisini yaptığı 9008 beyitlik Muhammediye’sidir. Siyer-i Nebi türünde kaleme
alınan eserler hiç şüphesiz ki Hz. Peygamber’i konu alan diğer naat, mevlid ve
miraciyye gibi türlerle iç içedirler. Nitekim Yazıcoğlu’nun bu eseri, önemli bir kısmı
naat niteliği taşıdığından, naatler konusunda kapsamlı çalışması bulunan Emine
Yeniterzi tarafından müstakil bir naat kitabı gibi kabul edilmiştir (Bk. Na’t).
Veysi’nin (17. Yy.) Dürretü’t-Tâc fî Sâhibi’l-Mi’râc isimli, Siyer-i Veysî
terkibiyle meşhur olmuş mensur eseri de oldukça beğenilmiş ve defalarca
çoğaltılan bu esere zeyller yazılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Türk İslam Edebiyatında Türler
Muhammediye’den
…
Eger ismin okudunsa müsemmâsın taleb eyle
Örnek
Yücede istegil ayı ki suda aksidir ednâ
Musaffâ ol sıfâtından nitekim açılır âhen
Göresin zâtını sâfî açıla âyine asfâ
Bulasın gönlün içinde ulûm-ı enbiyâyı sen
Kim anda ne kitâb ola ne ders ola ne hod fetvâ
Erişe cânın ol nûrun makamına hakîkat bil
Ki Peygamber buyurmuşdur ki nûrumdur benim ebhâ
Göriser ümmetim cânı beni şol nûr ile dedi
Ki ben ol nûr ile her dem görürem onları esnâ
Onun ol nûr-ı lâhûtu ihâta kıldı nâsûtu
Egerçi ol yüce zâtı gözükdü oldu hem ahfâ
Olupdu elli üç yıl Mekke menzil
Medîne’de hem on yıl oldu nâzil
Çü yaşı altmış üç oldu Resûlün
Hilâli bedr olup doldu Resûlün
Pes indi âhir âyet işbu Furkân
Tamâm oldu onunla cümle Kur’ân
Ki korkun çün kim âhir ölisersiz
Şu gün kim Hakk’a râci’ olısarsız
Bulısar küllü nefs nice kılına
Ki Hak zulm eylemez aslâ kuluna
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Türk İslam Edebiyatında Türler
Çü Cebrâil gelip Hak’dan bu vahyi eyledi pertâb
Bu âyetden Resûlullâh ecel hükmün edip deryâb
Bilâl’e emr kıldı kim namâza cem’ ede halkı
Derildiler dolup mescid oturdular kamu ashâb
Çıkıp minberde Allah’ın kemâline senâ etdi
Nihâyetçe belâgetde hitâbet eyledi îcâb
Cinâna eyledi teşvîk cehennemden edip tahzîr
Cihâda eyledi tahrîz nasîhatde edip itnâb
Şu resme korkdular ashâb ki kanlı yaş akıtdılar
Dediler yâ Resûlullâh bu hâli etdin isti’câb
Dedi kim bilin ey ashâb vedâ idervenin size
Ki sâdıklardınız dinde size olmuş idim nessâb
…
Hicret-nâme
Arapça “hecr” kökünden gelen hicret, bir yerden başka bir yere göç etmek
anlamına gelir. Ancak bildiğimiz gibi, hicret denildiğinde asırlardır, Hz.
Peygamber’in 622 yılında Mekke’den Medine’ye göç etmesi anlaşılmıştır. Hicri yılın
da başlangıcı kabul edilen bu olay, bütün ayrıntılarıyla manzum ve mensur eserlere
konu olmuştur. İşte hicretname dediğimiz tür de Hz. Peygamber’in hicretini konu
edinen eserlere denmiştir.
Edebiyatımızda diğer dinî türler kadar yaygın olmasa da manzum ve mensur
örneklerine rastlanır. Süleyman Nahifi’nin (18. Yy.) yaklaşık 800 beyitten oluşan
Hicretü’n-Nebî isimli eseri bu konudaki en meşhur müstakil kitaplardandır. Bunun
dışında hicret konusuna, pek çok manzum ve mensur eserin içerisinde kısa da olsa
değinildiği görülür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Türk İslam Edebiyatında Türler
Hicretü’n-Nebî’den
Bismillâhirrahmânirrahîm
Rehber-i ferhunde-i bî-havf u bîm
Örnek
Oldı Ebû Bekr’e çü Fahrü’l-beşer
Çünki haber-dâde-i emr-i sefer
Menzil-i pür-nûrına ol reşg-i mâh
Geldi yine itmege tedbîr-i râh
Didi Alî’ye o nebiyy-i enâm
Eyle bu şeb hâb-gehimde menâm
Pûşiş idüp bürde-i pâkimle sen
Çekme elem düşman-ı gaddârdan
Hakka tevekkül idüp eyle sebât
Eyleme ol hâr u hasa iltifât
Virdi ana cümle emânetleri
Didi benim zimmetim eyle berî
Her birin ashâbına teslîm kıl
Tavsiyemi vak’amı tefhîm kıl
Olmak ile zimmet ü ahdi emîn
Herkes emânâtın iderdi rehîn
Vakt-i ışâ geçdigi sâ’at hemân
Oldu adû dâr-ı nebîye revân
Eylediler anda tarassud tamâm
Cem’ ola tâ müfterikân-ı hısâm
Oldu abâ-pûş-ı tevekkül o mâh
Eyledi bâ-avn-i Hudâ azm-i râh
Virdin idüp âyet-i lâ-yübsirûn
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Türk İslam Edebiyatında Türler
Hak-fişân oldu o mu’ciz-nümûn
Her kime itdiyse isâbet o hâk
Ma’reke-i Bedr’de oldu helâk
Hasm arasından o şeh-i dil-sitân
Berk misâli güzer itdi hemân
Gâlib olup her birinün gafleti
Görmedi kat’â biri ol hazreti
…
Ramazâniyye
Kamerî ayların dokuzuncusu ve on bir ayın sultanı veya ramazan-ı şerif
olarak vasıflandırılan Ramazan, İslam dünyasının en kutsal ayıdır. Zira Kuran bu
ayda inmeye başlamıştır. Müslümanlar, Kuran’ın emriyle, şehr-i sıyam veya oruç ayı
diye de adlandırılan bu ayı oruçlu geçirirler ve sonunda bayram ederler. Ramazanın
başlayışı ayın görünmesiyle ve bitişi de şevval hilalinin ortaya çıkışıyla olduğundan
İslam dünyasında asırlardır, özellikle bu aylarda ayın hareketleri büyük bir dikkatle
takip edilmiştir.
Oruç ibadetinin farz olmasından bu yana Ramazan, her Müslüman toplumda
iftar sofraları, eğlence hayatı, sahurları, imsakları, mahyaları, kandilleri ve
teravihleriyle kendine mahsus bir gelenek ve iklim oluşturmuştur. Ancak Osmanlı
toplum hayatında, başta Osmanlı sultanı ve saray çevresi olmak üzere, bütün halk
nezdinde mümtaz bir yer edinmiş ve her yıl artarak devam eden bir ibadet aşkıyla
ve festival neşesiyle kabul görüp idrak edilmiştir.
İşte edebiyatımızda ramazaniye veya ramazanname diye adlandırdığımız
edebî tür de bu kültürün sanat cephesindeki yansımalarındandır. Ramazaniye, çok
genel bir tanımla, ramazan hayatını konu edinen şiirlere denmiştir. Kaynaklar
ağırlıklı olarak kaside nazım şekliyle kaleme alınan bu türden şiirlerin eskiden daha
çok, öncelikle sultan olmak üzere, devlet büyüklerine, çeşitli vesilelerle takdim
edildiğini kaydederler. Enderunlu Fâzıl (18. Yy.) bu şairlerin en meşhurudur. Zira,
III. Selim’e ve diğer devlet erkanına pek çok ramazaniye takdim etmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Türk İslam Edebiyatında Türler
Kaside nazım şekli dışında gazel, mesnevi, terkib-bent; hatta mani formunda
ramazan şiirleri yazılmıştır. Bunların tamamı birer ramazaniye örneğidir. Süleyman
Nahifi’nin (18. Yy.) Fazîlet-i Savm isimli eseri, mesnevi formuyla müstakil olarak
yazılmış yegâne örnektir. Nabi’nin (17. Yy.) Hayriyye adlı mesnevisinin Der-Beyân-ı
Şeref-i Farz-ı Sıyâm isimli bölümü ramazaniye niteliğindedir. Cafer Çelebi (15. Yy.),
Fuzuli (16. Yy.), Zati (16. Yy.), Ruhi (16. Yy.) ve daha pek çok şairin divanında ise
gazel formuyla yazılmış ramazaniye örnekleri yer alır. Enderunlu Fazıl’ın 13 beyitlik
bir terkip-bendi ramazaniye özelliği taşır.
Edebiyatımızdaki en güzel ramazaniye örneğinin ise Sabit’in (18. Yy.) Baltacı
Mehmet Paşa’ya sunduğu kaside olduğu söylenir. Yine 18. asır şairlerinden Nedim,
Sami, Seyyid Vehbi de bu türün güzel örneklerini vermişlerdir.
Ramazânİyye Der-Sitâyiş-i Sadr-ı a'zam
İbrahim Pâşâ
Örnek
Bağteten sabit olup gurre firâşında imâm
Hâb içün yatmış iken etdi terâvîhe kıyam
Baş kaldırmadılar öğleye dek uyhudan
Yevm-i şek zevkına hazırlanan ahbâb-ı kiram
Serdi-i fasl-ı bahar etmiş iken tab'a eser
Ataş-ı rûze ana kıldı mükâfat tamâm
Şu soğuk günlere bir pare ısındırdı bizi
Bir gün evvel erişüp geldi hele mâh-ı siyam
Pâsban verdi kudûmiyle cevâb eyleyene
Ramazan geldi mi âyâ diyerek istifham
Çeşm-i Zerkâ-yı Yemâmeyle mi bakdı bilmem
Nazar-ı şahide ahsentü zihî dikkat-i tâm
Bilemem ben de ki şâhidde mi takvimde mi
Hele bir kizb var ortada budur sıdk-ı kelâm
Ehl-i keyfin birisi der ki behey sultânım
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Türk İslam Edebiyatında Türler
Aydın ay bellü hesâb olmadı şa'bân tamâm
Bir iki meblağ-i berş ile urup öldürecek
Geldiler eylediler böyle cihanı sersâm
Olacak oldu heman çâre ne şimden sonra
Edelim hükm-i kaza destine teslîm-i zimâm
Şevkimiz şimdi ana düşdi ki in-şâ'a'llah
Ola sıhhatle selâmetle meh-i rûze tamâm
Kıla erbâb-ı dili âb-ı hayâta sîr-âb
Erişüp Hızr gibi âh mübarek bayram
İbtidâ ıyd gün icrâ-yı merasimle geçüp
Gecesi dahi olup maslahat-ı hâb tamâm
Çün ikinci gün ola böylece ahd eylemişdim
Yine sabr eyleyim ol gün ne direng ü ârâm
Çekdirüp pek seheri doğruca Sa'd-âbâda
Tutayım zinde iken cennet-i a'lâda makam
Varayım hâk-i tarab-nâkine yüzler süreyim
Bir gün olsun alayım bari felekden bir kâm
Havzdan kevser-i pâkîzeyi nûş eyleyeyim
Kasrdan bûy-ı cinânı edeyim istişmâm
Iyd ola fasl-ı bahar ola da Sa'd-âbâdın
Zevkini eylemeyim sıhhat olur bana haram
…
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Türk İslam Edebiyatında Türler
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdaki edebî türlerden hangisi dinî türler sınıfına girmez?
a) Tevhid
b) Naat
c) Hilye
d) Esmaihüsna
e) Şehrengiz
2. Divan edebiyatına ait aşağıdaki edebî türlerden hangisi Hz. Peygamber ile
ilgili türlerdendir?
a) Tezkire
b) Miraciye
c) Esmaihüsna
d) Mersiye
e) Tevhid
3. Dinî edebiyatın türleri arasında yer alan ve Hz. Peygamber başta olmak
üzere dört halifenin övgüsü esasına dayanan eserlere ne ad verilir?
a) Miraciye
b) Naat
c) Esmaihüsna
d) Mevlid
e) Kırk Hadis
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Türk İslam Edebiyatında Türler
4. Hz. Peygamber’in iç ve dış güzelliklerini tasvir ederek anlatmayı konu
edinen ve kaynaklarda zaman zaman şemail-i şerif diye de geçen tür
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Esmainebi
b) Siyerinebi
c) Hilye
d) Hicretname
e) Şefaatname
5. İçerisinde Hz. Peygamber’e övgülerin de bulunduğu, naat türünün Arap
edebiyatındaki en meşhur örneği olarak gösterilen eser aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Na’t-i Çâr-yâr
b) Na’t-i Ali
c) Cân ü Cânân
d) Kaside-i Bürde
e) Su Kasidesi
6. Edebiyatımızda bilinen ilk ve en mükemmel mevlid olarak kabul edilen, 15.
yüzyılda kaleme alınmış Vesîletü’n-Necât isimli eser aşağıdaki şairlerden
hangi şaire aittir?
a) Evliya Çelebi
b) Katip Çelebi
c) Süleyman Çelebi
d) Musa Çelebi
e) Fuzuli
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Türk İslam Edebiyatında Türler
7. Doğum, doğum yeri ve zamanı anlamına da gelen, Hz. Peygamber’i konu
alan naatten sonraki en yaygın tür aşağıdakilerden hangisidir?
a) Miraciye
b) Hilye
c) Şefaatname
d) Esmainebi
e) Mevlid
8. Yazıcıoğlu Mehmed’in, Megâribü’z-Zamân adlı Arapça mensur eserinden
yine kendisinin manzum olarak Türkçeye çevirdiği, siyer-i nebi türünün en
meşhur örneği kabul edilen eserinin ismi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Muhammediye
b) Hicretünnebi
c) Gülşen-i Raz
d) Gül-i Sadberg
e) Kaside-i Bürde
9. Aşağıdakilerden hangisi, tevhid ve naat türünün ortak yönüdür?
a) Allah’ın varlık ve birliğini temel alır.
b) Temel olarak, Hz. Peygamber’in medhini yapar.
c) Dinî içeriklidir.
d) Hz. Peygamber’in iç ve dış özelliklerini tasvir eder.
e) Allah’ın 99 güzel isminden bahseder.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Türk İslam Edebiyatında Türler
10.Aşağıdaki dinî türleri kendi içerisinde gruplara ayırdığımızda hangisi
dışarıda kalır?
a) Tevhid
b) Esmaihüsna
c) Naat
d) Miraciye
e) Ramazaniye
Cevap Anahtarı
1-e, 2-b, 3-b, 4-c, 5-d, 6-c, 7-e, 8-a, 9-c, 10-e
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Türk İslam Edebiyatında Türler
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Akar, Metin. (1980).Türk Edebiyatında Manzum Miracnâmeler.( Doktora Tezi).
Ankara: Hacettepe Üniversitesi
Akkuş, Metin (2006). Klasik Türk Şiirinin Anlam Dünyası, Edebî Türler ve Tarzlar.
Ankara
Akkuş, Metin (1998). Nef’î, Siham-ı Kazâ. Ankara
Arslan, Mehmet (1999). Türk Edebiyatında Manzum Surnameler. Ankara
Ateş, Ahmet (1954). Vesiletü’n-Necat, Mevlid. Ankara
Aymutlu, Ahmet (1995), Süleyman Çelebi ve Mevlid-i Şerîf, İstanbul
Banarlı, Nihat Sami (1987). Resimli Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul
Bilgin, Azmi (1998). Terceme-i Pendnâme-i Attar. İstanbul
Bilkan, Ali Fuat (2000). Türk Edebiyatında Muamma. Ankara
Canım, Rıdvan (2010). Divan Edebiyatında Türler. Ankara
Canım, Rıdvan (2000). Latîfî/Tezkiretü’ş-Şuarâ. Ankara
Coşkun, Menderes (2002). Manzum ve Mensur Osmanlı Hac Seyahatnâmeleri ve
Nâbi’nin Tuhfetü’l-Haremeyn’i. Ankara
Çavuşoğlu, Mehmet (1982). Şehzade Mustafa Mersiyeleri. İstanbul
Çelebioğlu, Âmil. Ramazannâme. İstanbul
Çelebioğlu, Âmil (1988). Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları. İstanbul
Çavuşoğlu, Ali (2004). Kıyafetnameler. Ankara
Dilçin, Cem (1983). Örneklerle Türk Şiir Bilgisi. Ankara
İsen, Mustafa (1993). Acıyı Bal Eylemek. Ankara
İsen, Mustafa (1998). Heşt Behişt. Ankara
İsen, Mustafa-Macit, Muhsin (1992). Türk Edebiyatında Tevhidler. Ankara
Kara, Mehmet (1998). Bir Başka Açıdan Kutadgu Bilig. Ankara
Kılıç, Filiz-Macit, Muhsin (1995). Türk Şiirinde Ramazan ve Ramazaniyeler. Ankara
Köksal, M. Fatih (2009). Mevlidnâme, Türk Edebiyatında Mevlid Türü ve Yeni
Mevlid Metinleri. Kırşehir
Kurnaz, Cemal (1997). Divan Edebiyatı Yazıları. Ankara
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Türk İslam Edebiyatında Türler
Kürkçüoğlu, Kemal Edip (1951), Fuzuli, Kırk Hadis Tercümesi. Ankara
Levend, Âgâh Sırrı (2000). Gazavâtnâmeler ve Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavâtnâmesi.
Ankara
Levend, Âgâh Sırrı (1958). Türk Edebiyatında Şehrengizler ve Şehrengizlerde
İstanbul. İstanbul
Levend, Âgâh Sırrı (1984). Türk Edebiyatı Tarihi. Ankara
Mermer, Ahmet vd. (2006). Eski Türk Edebiyatına Giriş. Ankara
Öztoprak, Nihat (1993). Klasik Türk Edebiyatında Manzum Yüz Hadisler. İstanbul
Pakalın, M. Zeki (1993). Osmanlı Tarih Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü. Ankara
Pala, İskender (1995). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü. Ankara
Pekolcay, Necla (1993). Mevlid. Ankara.
Tahirü’l-Mevlevî (1994). Edebiyat Lûgati. İstanbul
Timurtaş, F. Kadri (1990). Mevlid, Süleyman Çelebi. Ankara
Yeniterzi, Emine (1993). Divan Şiirinde Na’t. Ankara
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
TÜRLER
• TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA MUHTELİF
KONULAR
• Bahariye
• Bahname
• Gazavatname
• Fetihname
• Kıyafetname
• Mersiye
• Sakiname
• Sefaretname
• Selimname
• Seyahatname
• Siyasetname
• Surname
• Süleymanname
• Şehrengiz
• Şitaiye
• Tezkire
• Zafername
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Muhtelif konularda yazılmış türlerin genel
özelliklerini tanıyabilecek,
• Bu türlerin, birini diğerinden ayıran farklılıkları
ve dinî türlerden ayrıldıkları yönleri kavrayacak
ve değerlendirebileceksiniz.
TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
Doç. Dr. Ömer ÖZKAN
ÜNİTE
6
Türk İslam Edebiyatında Türler
TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA MUHTELİF KONULAR
Klasik Türk edebiyatı geleneğindeki türlerin tasnifi konusunda tartışmaların
hâlen devam ettiği bir önceki ünitede belirtilmişti. Belki de bu tasnifin en zor
kısmını, burada üzerinde durulacak türler oluşturmaktadır. Zira, Dinî Türler başlığı
altında ele aldığımız eserleri belirli gruplara ayırmamız daha kolaydır. Allah ile ilgili
olanlar, Hz. Peygamber’le ilgili olanlar ve diğer dinî konuları kapsayanlar. Neticede,
edebiyat tarihimizde, dinî içerikli manzum veya mensur herhangi bir eserle
karşılaştığımızda bu eserin bu üç gruptan herhangi birine aidiyeti konusunda çok
güçlük çekmeyiz. Ancak burada ele alacağımız türler için böylesine kapsayıcı bir
gruplandırma yapmak şimdilik çok da kolay görünmemektedir. Bu hususa işaret
eden çalışmalara baktığımızda, dinî muhtevalı türlerin tasnifinde büyük ölçüde
ittifakın olduğu, fakat diğerleri konusunda çeşitli tasnif denemelerinin bulunduğu
görülür.
Bu farklılığın en önemli nedeni edebiyatımızdaki konu zenginliğidir. Farklı
konulu türler olunca bunların müşterek bir gruba dâhil edilmesi de hâliyle kolay
değildir. Bu türler sınıflandırılmak istendiğinde neredeyse eser ismi kadar grup ismi
yazmak gerekecektir. Bu sebeple burada, dinî muhtevalı türlerin dışında kalan
diğer türler Muhtelif Konular başlığı altında alfabetik olarak incelenmiştir.
Bahâriyye
Dilimize Farsçadan geçen “bahar” kelimesi, bilindiği gibi bütün bitkilerin ve
canlıların yeniden dirilip yeşerdiği mevsimi ifade eder. Bu kelimeden mülhem
olarak kullanılan bahariye ise, nesip bölümlerinde bahar tasvirine yer veren
kasideler için kullanılan bir terimdir. Aynı zamanda bir çiçekler resmî geçiti olan
divan edebiyatı dünyasının vazgeçilmez mevsimidir bahar. En başta lale ve gül
olmak üzere sünbül, nilüfer, gelincik, nergis ve sûsen gibi daha nice çiçek hangi
divanı açsanız yüzünüze bir bahar esintisi gibi çarpıverir. Şairlerin hayallerini
süsleyen bu çiçekler bin bir hayale konu olur. Bahar, elbette sadece çiçekleriyle
değil yağmur, bulut vb. diğer tabiat unsurlarıyla da şiire dahil olur.
Kaynak kitaplar, her ne kadar bahariye terimini kasidelerle sınırlamış olsalar
da, divanlarda zaman zaman, baştan sona bahar tasviri yapan gazel veya diğer
nazım şekilleriyle karşılaşırız ki, bunları da bahariye olarak değerlendirmek gerekir.
Edebiyatımızdaki ilkbahar tasvirlerini, 11. Yüzyıl eserlerimizden Kutadgu
Bilig, Dîvânü Lûgati’t-Türk ve Atabetü’l-Hakâyık’ta görürüz.
Sultanüş-şuara Baki’nin (16. Yy.), “Rûh-bahş oldu Mesîhâ-sıfat enfâs-ı bahâr“
masrasıyla başlayan bahariyesi, Türk edebiyatının en usta kaside şairi kabul edilen
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Türk İslam Edebiyatında Türler
Nefi’nin (17. Yy.), “Esdi nesîm-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem” mısrasıyla
başlayan bahariyesi edebiyatımızda öne çıkan bahariye örneklerindendir.
Kasîde-i Bahâr Berây-i Sultân Süleymân Hân
Hâb-ı gafletde iken oldu göz açıp bîdâr
Kudret-i Hakka nazar kıldı uyûn-ı ezhâr
Örnek
Her şükûfe dehen ü berg zebândur gûyâ
Zikr eder Hâlikini hâl diliyle eşcâr
Gönlü katılara erse yeridir neşv ü nemâ
Bu fusûl içre ki sebze bitiriptir ahcâr
Çekti âvâze-i Dâvûdunu her bülbül-i mest
Yed-i Beyzâsını arz eyledi gül Mûsâ-vâr
Bâd tahrîk edicek nâyı sadâ eyle deyu
Nefesin tutdu o dem çaldı biraz mûsikâr
Gece bâlîn-i ferâgatde yatarken nâgeh
Hâtif-i gayb dedi sem'ime cân gözün uyar
Bir nazarla gör iki âlemi nergis-mânend
Başına ister isen giymege tâc-ı zerkâr
Bu kadar ömr içün goncayı dil-teng görüp
Sahn-ı gülşende eder ağız açıp hande enâr
Şâha arz etmeğe mülk-i çemenin mahsûlün
Elde evrâk tutar güller olup defterdâr
…
Nice kim cünd-i şitâ gâret edip gülzârı
Eyledikçe anı mağlûb şeh-i mülk-i bahâr
Düşmanının ola pejmürde bahâr-ı ömrü
Vird edindi Hayâlî bunu leylen ve nehâr
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Türk İslam Edebiyatında Türler
Bâh-nâme
Şehvet, anlamına gelen “bah” kelimesiyle bağlantılı olan bahname, bir
edebiyat terimi olarak, içerisinde cinsel içerikli bilgi ve figürlerin bulunduğu
eserlere denmiştir. Manzum ve mensur biçimlerine rastlayabileceğimiz bu türün
edebiyatımızda çoğunluğu Arapça veya Farsçadan tercüme olan örnekleri
mevcuttur.
Bir nevi tıp kitabı niteliğindeki bu eserlerde tenasül hastalıkları, hamilelik,
bunları önleyici ilaçlar, doğum, hamilelik esnasında ve sonrasında ortaya çıkan
rahatsızlıklar, sebepleri, tedavi usulleri, yeni doğan çocuklarla ilgili çeşitli tıbbi
bilgiler, çocuk yetiştirme ve terbiyesi hakkında tavsiyeler, çeşitli bölümler hâlinde,
bu tür kitaplarda yer almıştır (Canım 2010: 25-26).
Edebiyatımızdaki ilk örnek, Selahaddin (14. Yy.) adlı bir sanatkâr tarafından
Saruhanoğlu Yakup Bey adına, Nasuriddin Tusi’nin Farsça olan eserinden tercüme
edilmiş Bâhnâme-i Pâdişâhî isimli eserdir. Nasuriddin Tusi’nin bu eserinin ikinci bir
tercümesi de daha sonra, Musa bin Mesud tarafından II. Murad adına yapılmıştır.
Gazali Mehmed’in (16. Yy.), Ebu Bekir bin İsmail’den tercüme ettiği Dâfi’u’lGumûm ve Râfi’u’l-Hümûm adlı eseri; Şeyhülislam Kemalpaşazade’nin (16. Yy.),
Yusuf et-Tıfaşi’nin Rücû’u’ş-Şeyh ilâ Sıbâh fi’l-Kuvveti Ale’l-bâh isimli eserini çevirisi
ve Gelibolulu Ali’nin (16. Yy.) de et-Tıfaşi’nin aynı eserini Râhatü’n-Nüfûs ismiyle
yaptığı tercümesi; Katibzade Mehmed Refi’nin (18. Yy.) Risâle fi’l-Bâh’ı türün
tanınmış örneklerindendir.
Gazavât-nâme
Gaza, kutsal amaçlar doğrultusunda din düşmanlarıyla yapılan savaşlara
denir ki, Türk edebiyatında bu savaşların konu edildiği eserlere; eğer tek bir savaş
söz konusu ise, gazaname; birden çok savaş anlatılıyorsa gazavatname adı
verilmiştir.
Gazavatname türündeki bu eserlerin ilk örnekleri, Batı Hıristiyan dünyasına
dönük Osmanlı akınlarının yoğun şekilde yaşandığı 15. yüzyılda görülür. İlerleyen
yüzyıllarda, özellikle de Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman zamanında
en verimli dönemini yaşar. Konusunu gazalardan alan bu türler, doğal olarak,
Osmanlı akınlarının azaldığı ilerleyen yüzyıllarda ise son örneklerini verir. Agah Sırrı
Levend, Gazavat-nâmeler ve Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavât-nâmesi adlı eserinde
Osmanlı döneminde kaleme alınmış bu eserlerin pek çoğunu listelemiş ve her biri
hakkında bilgiler vermiştir.
Türk edebiyatında eski destanların bir nevi devamı sayılan gazavatnameler,
edebî eser olmalarının yanında, geçmiş devirlerdeki savaşları ve kahramanlıkları ele
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Türk İslam Edebiyatında Türler
almaları, bu sayede pek çok tarihî şahsiyete ve olaya tanıklık etmeleri
münasebetiyle tarihî vesikalar olarak da değerlendirilirler.Gerçi bu eserler Tevarîh-i
Âl-i Osmân’lar, vakanüvis tarihleri ya da değişik adlar altında yazılmış klasik tarih
kitapları gibi değillerdir. Nitekim gazavatnamelerin dili genellikle epik bir karakter
taşır ve olayların ele alınışında hamaset ve abartı hâkimdir. Eser sahiplerinin
tarihçilik yönlerinden ziyade edebî yönleri ön plandadır. Bu bakımdan bu eserlerde
anlatılanları birebir tarihî doğrular olarak kabul etmek yanıltıcı olabilir. Ancak
yazıldıkları devrin zihniyet dünyasının birer ürünü olduklarından mutlaka tarihî
gerçekleri de içerirler. Çünkü her edebî metin, mutlaka onu üreten devrin
gerçekliğini yansıtır.
Suzi Çelebi’nin (15. Yy.) Gazavâtnâme’si, II. Murad devrindeki gazaları
anlatan yazarı bilinmeyen Gazavât-ı Sultan Murâd adlı eser, Gubari’nin (16. Yy.)
Gazavatnâme-i Midilli’si, Uzun Firdevsi’nin (16. Yy.) Kutbnâme’si, Vuslati’nin (17.
Yy.) Gazânâme-i Çehrin’i edebiyatımızdaki gazavatname örneklerindendir.
16. asrın hemen başında, II. Bayezid’in saltanat yıllarındaki Midilli
savaşlarından canlı bir savaş sahnesini tasvir eden şu ifadeler Gubari’nin 1418
beyitlik eserinden alınmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Türk İslam Edebiyatında Türler
Gazavatnâme-i Midilli’den
…
Hisâr ehlini kıldılar haberdâr
Örnek
Olurlar uykudan bir lahza bîdâr
Donatdılar çü şem’ ile hisârı
Temâşâ-gâha geldi cümle vârı
Hisârı küllî tezyîn eylediler
Edâ-yı resm ü âyîn eylediler
Erenler çagırurdı Allâh Allâh
Bize sensin kuruda yaşda hem-râh
Kuruda vü gemiler içre küffâr
Hisârun şenliginden oldı bîdâr
Adûnun arasına düşdi korhu
Dutarlar bir zamân gönülde kaygu
Oturup her biri hâlinde hâmûş
Olur barçaya nâgâh gözleri tuş
Yanar kumbaradan atdukları od
Dutar barça içini âteş ü dûd
Yanar içindeki esbâb u âlet
Adû makhûr olup düşdiler âlet
Direk başına işlerdi çâg âteş
Yenilmeyip olurdı şöyle serkeş
Gubari
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Türk İslam Edebiyatında Türler
Fetih-nâme
Aslı Arapça olan fetih/feth kelimesi sözlüklerde “açma, açılma, zapt etme”
anlamlarına gelir. Fetihname ise, yapılan gazalar neticesinde ele geçirilen yerleri,
diğer ülkelerin ve hanlıkların hükümdarlarına ilan eden mektuplardır.
Edebiyatımızda ayrıca, nesip bölümünde, bir yerin fethedilmesini tasvir eden
kasideler de kaleme alınmıştır ki, bunlara da fethiye denmiştir.
Eskiden hemen her devlette, bilhassa şarkta İslam devletlerinde fetihname
göndermek adettendi. Osmanlıda fetihnameler Türkçe, Arapça ve Farsça yazılırdı.
Fetihnamelerin bilhassa baş tarafları mukaddime hükmünde olup name, icabına
göre mahal ve mevkie münasip ayet-i kerime, hadis-i şerif ve Arapça hikemi
cümlelerle süslenirdi. Bu yazılar dost devletlere müjde amaçlı yazıldığı gibi, bazen
de düşman devletlere onları müteessir etmek için kaleme alınırdı. Fetihnameler
resmî memurlar tarafından yazıldığı gibi hususi kişiler tarafından da kaleme alınırdı.
İstanbul’un fethi Fatih tarafından Molla Gürani’ye kaleme aldırılıp Mısır
hükümdarına gönderilen name resmî, Nişancı Tâcizade Cafer Çelebi’nin yazdığı
Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi de hususi birer fetihnemedir (Pakalın 1993: I/614615).
Fetihnameler, saltanatın ihtişamını da temsil ettiklerinden özenli ve
gösterişli bir dille yazılırlardı. Bu bakımdan edebî bakımdan da kıymet taşırlardı.
Şeklen de gerek yazıldıkları kağıt olsun, gerekse kullanılan yazı çeşidi olsun sıradan
yazılardan ayrı hususiyetler gösterirlerdi.
Sayi’nin Feth-i Kal’a-i Belgrad, Bahârî’nin Fetihnâme-i Engürüs’ü,
Karaçelebizade Abdülaziz Efendi’nin Târîh-i Feth-i Revân ü Bagdâd’ı, Vak’anüvis
Raşid’in Fetihnâme-i Cezîre-i Mora’sı, Kıvami’nin Fetihnâme-i Sultan Mehmed’i belli
başlı fetihname örneklerindendir.
Hayali’ye (16. Yy.) ait, Kanuni Sultan Süleyman’ın Rodos’u fethi üzerine
kaleme alınan şu kaside önemli bir fethiye örneğidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Türk İslam Edebiyatında Türler
Kasîde-i Feth-i Rodos Berây-i Sultân Süleymân Hân
Burûc-ı kal'a-i gerdûnda yine vakt-i seher
Örnek
Dikildi sancak-ı zerrîn-i husrev-i hâver
Sipâh-ı zengî şeb oldu münhezim nitekim
Adû-yı Husrev-i rûşen-dil ü Ferîdûn-fer
Meh-i sipihr-i şeref Hazret-i Süleymân Hân
Ki devleti güneşi kıldı âlemi enver
Giderdi zulmet-i küfrü zamâneden tîgi
Şuâ-ı mihr gibi tuttu dehri ser-tâ-ser
Havâyi topu Şehün oldu âsumânî kazâ
Rodosu eyledi bir dem içinde zîr ü zeber
Egerçi kanzil olup döktü zehrini küffâr
Ve lîk çanına ot tıktı top-ı ejder-ser
Tükendi dâneleri kiştzâr-ı mihnette
Kamusu girye ile tohm-ı eşk-i dîde eker
Havâyi top varıp yıktı âsiyâlarını
Yerinde şimdi hemân her birisinin yel eser
Şehâ Hayâlî ayağın tozuna kıldı nisâr
Hazâyin-i dil ü cândan hezâr dürr ü güher
…
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Türk İslam Edebiyatında Türler
Kıyâfet-nâme
Kıyafet, “şekil, heyet, suret” anlamlarına gelir, kıyafetname ise bir edebî tür
olarak; insanların dış görünüşlerine bakarak karakterleri ve huyları ile ilgili
yorumlar, tespitler yapan eserlere denir. İslamî literatürde bu ilme, ilm-i kıyafet
veya bilmek, basiret sahibi olmak anlamına gelen firaset ya da ilm-i firaset
denmiştir.
Esasında, insanın dış yönüyle iç yapısı arasındaki ilişki eskiden beri bütün
kültürlerde merak konusu olmuş; konu etrafında çeşitli araştırmalar ve çalışmalar
yapılmıştır. Eski Mısır, Hind ve Yunan uygarlıklarında görülen bu ilim, Batı
dünyasında fizyonomi kelimesiyle ifade edilmiştir. Hipokrat, hastalarını bu ilimden
faydalanarak tedavi edermiş. Yine Aristo, Eflatun ve diğer birçok filozof da bu ilim
dalıyla iştigal etmişlerdir.
İslam dünyasında, bu konudaki ilk çalışmanın İmam Şâfî’ye ait hacimce küçük
bir kıyafetname olduğu kaydedilir. El-Kindi, Aristo’nun bu konudaki bir kitabını
Arapçaya çevirmiştir. Yine, İbni Sina’nın da bu hususta bir eseri olduğu rivayet
edilir. Fahrüddin Razi’nin Kitâbü’l-Firâset isimli eseri türün önemli
örneklerindendir. Meşhur sufi Muhyiddin Arabi de bu hususla ilgili çalışmalar
yapmıştır. Onun et-Tedbîrâtü İlâhiye fî Islâhi’l-Memleketi’l-İnsâniye’sinin bir
bölümü firasetnamedir.
İslami Türk edebiyatında ilk kıyafetname örneklerine Kutadgu Bilig’de
rastlarız. Yusuf Has Hacib’in didaktik bir karakter taşıyan bu eserinde zaman zaman
insanların şekil özellikleri ve karakter yapısı arasında ilgi kurmak şeklinde
tavsiyelerde bulunduğu görülür. Bedr-i Dilşâd’ın (15. Yy.) Muradnâme adlı
mesnevisi de yine bu konudaki ilk örnekleri muhtevidir. Edebiyatımızda bu
konudaki ilk müstakil kitap ise, Hamdullah Hamdi’nin (15. Yy.) Kıyafetnâme’sidir.
Ayrıca Uzun Firdevsi’nin (15. Yy.) Firâsetnâme’si, İlyas bin Saruhani’nin (16. Yy.)
Kıyafetnâme’si, Balizade Mustafa’nın (16. Yy.) Kıyafetnâme’si ve Erzurumlu
İbrahim Hakkı’nın
(18. Yy.) Mârifetnâme’nin bir bölümünü teşkil eden
Kıyâfetnâme’si de bu türün önemli eserlerindendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Türk İslam Edebiyatında Türler
Kıyâfetnâme’den
Kim ki boyudur tavîl
Sâde-dil olur cemîl
Kim ki boyudur kasîr
Örnek
Hilesi vardır kesîr
Kim ki vasat boylıdur
Âkıl ve hoş huyludur
Kim ki saçı sarıdır
Kibr ve gazab kârıdır
Kumral ise saç güzel
Sâhibidir bî-bedel
Saçı az olan latîf
Oldu ârif ü zarîf
Başı küçük aklı az
Olsa ana deme râz
Başı büyük olanın
Aklı çok olur anın
Yassı ise fark-ı ser
Sahibi çekmez keder
İnce olan kaş ucu
Fitnedir işi gücü
Kaşta çok olan kılı
Mükesser olur gussalı
Kaşı açık dogrudur
Çatma ise ugrudur
İnce kaş olur cemîl
Kibre tavîli delil
Kaşı mukavves olan
Dilber olur her zaman
Göz çukur olsa kalîl
Olur o kibre delîl
Erzurumlu İbrahim Hakkı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Türk İslam Edebiyatında Türler
Mersiye
Mersiye sözlüklerde “sagu, ağıt” anlamlarına gelen mersiye; bir edebiyat
terimi olarak, ölmüş kişilerin arkasından onların güzel hasletlerini saymak ve
ölümden duyulan üzüntüyü dile getirmek maksadıyla kaleme alınan manzumelere
denir. Divan edebiyatının en yaygın türlerinden bir tanesidir. Türk edebiyatında bu
tür şiirler hemen hemen daima terkib-i bent nazım şekliyle yazılmışlardır.
İslami edebiyatlar içerisinde en çok mersiye hiç şüphesiz ki, Hz. Hüseyin için
tertip edilmiştir. Divan edebiyatındaki mersiyelerin büyük çoğunluğunun konusunu
ise padişahlar, şehzadeler ve diğer devlet erkânı oluşturur. Ancak bunların dışında
başka kişilere ve diğer canlılara; hatta kaybedilmiş şehirlere yazılmış mersiyeler
dahi vardır.
Hakkında en çok mersiye yazılan devlet adamı ise, gerçekten ölümüyle
bütün memleketi yasa boğan, o esnada Osmanlı topraklarında olan kimi yabancı
seyyahların dahi kitaplarında elemle uzun uzun bahsettikleri Kanuni Sultan
Süleyman’ın oğlu Şehzade Mustafa’dır. Şair Yahya Bey’in onun ölümüne yazdığı,
“Meded meded bu cihânın yıkıldı bir yanı / Ecel Celâlîleri aldı Mustafa Hân’ı” diye
başlayan mersiye oldukça etkileyicidir. Şehzadenin öldürülmesi şairi derinden
sarsmış olmalı ki, mersiyenin dili son derece dokunaklı ve bu olaya neden olanları
suçlayıcıdır. Hatta bu yüzden şairin Rüstem Paşa tarafından ölümle tehdit edildiği
bile rivayet olunur.
16. yüzyıl şairlerinden Sultanüş-şuara Baki’nin Kanuni Mersiyesi diye
bildiğimiz eseri ise, sadece bu türün değil belki de edebiyatımızın
şaheserlerindendir. Bilindiği gibi Kanuni Sultan Süleyman, Batının Suleiman The
Magnificent dediği muhteşem bir hükümdardı. Yaşadığı çağda yeryüzünün en
önemli komutanı ve hükümdarı durumunda idi. Kanuni’nin yakınında bulunan Baki
ise, söz ülkesinin hükümdarı idi. Sultan Süleyman hükümdarlığını eserleri ve
hizmetleriyle süslerken Baki de bunları şiirlerine katarak ölümsüzleştiriyordu. İşte
böylesi bir hükümdarın ölümü, onun hemen yakında bulunan, Türk edebiyatının en
önemli şairlerinden Baki’yi çok müteessir etmiş ve Baki bu ulu hakanın ardından
büyük bir vefa göstererek, adeta her şeyi mateme davet eden harika bir mersiye
yazmıştır.
Edebiyatımızda ayrıca Ahmedi (14. Yy.), Necati Bey (15. Yy.), Hayali Bey (16.
Yy.), Atayi (17. Yy.), Neşati (17. Yy.), Şeyh Galip (18. Yy.), Leyla Hanım (19. Yy.),
Şeref Hanım (19. Yy.) da güzel mersiyeler yazmışlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Türk İslam Edebiyatında Türler
Kânûnî Mersiyesi’nden
Örnek
Ey pây-bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm u neng
Tâ key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bî-direng
An ol güni ki âhır olup nev-bahâr-ı ‘ömr
Berg-i hazâne dönse gerek rûy-ı lâle-reng
Âhır mekânun olsa gerek cür’a gibi hâk
Devrân elinden irse gerek câm-ı ‘ayşa seng
İnsân odur ki âyine-veş kalbi saf ola
Sînende n’eyler âdem isen kîne-i peleng
İbret gözinde niceye dek gaflet uyhusı
Yitmez mi sana vâkı’a-i Şâh-ı şîr-ceng
Ol şeh-süvâr-ı mülk-i sa’âdet ki rahşına
Cevlân deminde ‘arsa-i âlem gelürdi teng
Baş egdi âb-ı tîgina küffâr-ı Üngürûs
Şemşîri gevherini pesend eyledi Freng
Yüz yire kodı lutf ile gül-berg-i ter gibi
Sandûka saldı hâzin-i devrân güher gibi
II
Hakkâ ki zîb ü zînet-i ikbâl ü câh idi
Şâh-ı Sikender-efser ü Dârâ-sipâh idi
Gerdûn ayagı tozına eylerdi ser-fürû
Dünyâya hâk-i bâr-gehi secde-gâh idi
Kem-ter gedâyı az atası kılurdı bay
Bir lutfı çok mürüvveti çok pâdişâh idi
Hâk-i cenâb-ı hazreti der-gâh-ı devleti
FazI u belâgat ehline ümmîd-gâh idi
Hükm-i kazâya virdi rızâyı egerçi kim
Şâh-ı kazâ-tevân u kader-dest-gâh idi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Türk İslam Edebiyatında Türler
Gerdûn-ı dûna zâr u zebûn oldı sanmanuz
Maksûdı terk-i câh ile kurb-ı İlâh idi
Cân u cihânı gözlerimüz görmese n’ola
Rûşen cemâli ‘âleme hûrşîd ü mâh idi
Hûrşîde baksa gözleri halkun tola gelür
Zîrâ görince hâtıra ol meh-likâ gelür
…
Baki
Sâkî-nâme
Saki, sözlüklerde “kadeh, içki sunan, su dağıtan” anlamlarına gelir. Edebî bir
terim olarak sakiname ise, içki ve eğlence meclislerini tasvir eden eserlere verilen
genel isimdir. Arap edebiyatındaki hamriye isimli tür, gerek Fars gerekse Türk
edebiyatındaki sakinamelerin kaynağını teşkil eder.
Fars edebiyatında sakiname türünde çok sayıda örnek bulmak mümkündür.
Nizami, Hüsrev-i Dehlevi, Hacu-yı Kirmani, Hafız-ı Şirazi ve Zuhuri bu türün İran
edebiyatındaki güzel örneklerini vermişlerdir.
Sakinamelerde içki meclislerinin canlı şekilde tasvirleri yer alır ve bu hususa
dair zengin bir terminolojiye yer verilir. Yine bu meclislerin ayrılmaz parçalarından
olan musiki ile ilgili de geniş bir kelime kadrosuyla karşılaşırız. Sakinameler daha
çok mesnevi nazım şekliyle yazılmış olsalar da terkib-i bent, terci-i bent, kaside vs.
diğer nazım şekilleriyle kaleme alınmış örnekleri de vardır.
Şarap, tasavvufta İlahi aşkın sembolüdür. Bu bağlamda kimi sakinamelerin
tasavvufi içerikli olduğunu söyleyebiliriz. Şeyhülislam Yahya (17. Yy.), Sabuhi (17.
Yy.), Şeyhülislam Bahayi (17. Yy.) ve Şeyh Galip’in (18. Yy.) sakinamelerini bu
yönüyle düşünmek gerekir.
Sakiname türünün Anadolu sahası Türk edebiyatındaki ilk dikkate değer
örneği Edirneli Revani’nin (16. Yy.), Yavuz Sultan Selim’e takdim olunan İşretnâme
adlı mesnevisidir. Ayrıca Hayreti’nin (16. Yy.) Sâkînâme’si, Fuzuli’nin (16. Yy.) Beng
ü Bâde ve Sâkînâme’si, Yahya Bey’in (16. Yy.) Sâkînâme’si, Faizi’nin (17. Yy.)
Sâkînâme’si türün diğer önemli örneklerindendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Türk İslam Edebiyatında Türler
İşretnâme’den
…
Dahı artuğa tâlib olduğınca
Örnek
Şarâb içmeğe râgıb olduğınca
Anunla irişür 'akluna hiffet
İder divânelik ana sirâyet
Olur Mecnûn gibi hâli diger-gûn
İder yazıları nice ki meymûn
N´idem kim başa çıka mı bihârı
Kişinün gider elden ihtiyârı
Gözi atun döner rengin akîka
Yümn seyrân eyler fi'l-hakîka
İder durduğı yirde hây u hûyı
Ki bir dem durmaz akar ağzı suyı
Katı mest ola tutmaz anı zencîr
Düşirür halkı ızdırâba çün şîr
Aşuran şürbünü hadden ziyâde
Virirmiş 'aklunı bâdıyla bâde
Ki dayim hem kadeh olur kabağa
Uyuklayup kalur başı aşağa
Geçüben kendüden kalur yabânda
Yatur hınzîr gibi horlar anda
Bu çâr evsâf ki oldı bunda merkûm
Biri zevk ehli içre hayli mezmûm
Anun üç vasfıdur insâna lâyık
İdün dördünciden kat'-ı 'alâyık
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Türk İslam Edebiyatında Türler
Ne hâcet sarhoş olup cenk idesin
Kamu bezm ehlini dil-teng idesin
İdesin sohbet içinde yavuzluk
Yaraşmaz âdem olana tonuzluk
Revânî sözlerini gûş eylen
Anunla hâtırımız hôş eylen
Sefare-t-nâme
Sefir, elçi; sefaret de elçilik demektir. Sefaretname ise, herhangi yabancı bir
ülkeye sefir olarak gönderilen kişilerin bu ülkedeki siyasi, sosyal, ekonomik vs.
gözlemlerini, siyasi tecrübelerini aktardıkları eserlere denir. Bu tür eserlerde, söz
konusu ülkenin sosyal yapısıyla ilgili her türlü bilgiyi bulmak mümkündür. Bu
bilgilerden bir kısmı resmî görev gereği hazırlanan raporlar olabildiği gibi, sefirin
kişisel gözlemlerinden de oluşabilir.
Edebiyatımızda sefaretname türündeki eserler çoğunlukla 18. yüzyıldan
itibaren görülür. Bunun temelinde, Osmanlı Devleti’nin artık bu asırdan itibaren
Batı karşısında gerilediğini kabul edip yeniden derlenip toparlanmak için dışarıya
açılma ve özellikle de Batı’nın tecrübesinden yararlanma politikası bulunmaktadır.
Osmanlı Devleti’nin her dönemde değişik ülkelerde elçileri bulunmuş olsa da
elimizdeki ilk sefaretname örneği 17. Yüzyılda Kara Mehmet Çelebi tarafından
yazılan Viyana Sefaretnâmesi’dir. Sefaretname türünün Osmanlıdaki ilk önemli
örneği ise, 18. Yüzyılda Yirmisekiz Çelebi Mehmet tarafından yazılan Fransa
Sefâretnâmesi’dir.
İbrahim Paşa’nın (18. Yy.) Viyana Sefâretnâmesi, Nişli Mehmet Ağa’nın (18.
Yy.) Rusya Sefâretnâmesi, Ahmed Dürrî Efendi’nin (18. Yy.) İran Sefâretnâmesi,
Mehmet Efendi’nin (18. Yy.) Lehistan Sefâretnâmesi, Abdürrezzak Bahri Efendi’nin
(19. Yy.) Paris-Londra Sefâretnâmesi türün belli başlı örneklerindendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Türk İslam Edebiyatında Türler
Selim-nâme
16. yüzyıl hükümdarlarından Yavuz Sultan Selim’in saltanatını, genellikle
şehzadeliğinden vefatına kadar konu edinen, onun devrindeki belirli olayları tasvir
eden manzum veya mensur eserlere verilen isimdir. Edebî bakımdan oldukça
kıymetli olan bu tür eserlerin, tarihî olarak da değeri büyüktür.
İlk Selimname örneği İshak Çelebi (16. Yy.)’ye aittir. Eser, İshaknâme adıyla
da bilinmektedir. Keşfî Mehmet Çelebi’nin (16. Yy.) Selimnâme’si de bu türün ilk
örneklerinden sayılır. İdris-i Bitlisi (16. Yy.), bizzat padişahın isteği doğrultusunda
Farsça bir Selimnâme kaleme almıştır. Celalzade Mustafa Çelebi’nin (16. Yy.)
Selimnâme’si, Kemalpaşazade’nin (16. Yy.) Selimnâme’si, Muhyî’nin (16. Yy.)
Selimnâme’si de türün önemli örneklerindendir.
Yakın dönem şairlerinden Yahya Kemal Beyatlı’nın da Selimnâme isimli bir
şiiri vardır. Şair burada, tıpkı diğer selimnamelerdeki gibi, Yavuz Sultan Selim’in
zaferlerini coşkulu bir dille anlatır.
Seyahat-nâme
Gezilip görülen yerlerin anlatıldığı eserlere verilen isimdir. Sefaretnameler
de bir çeşit seyahatname özelliği gösterseler de, sefirler (elçi) tarafından kaleme
alınmış olmaları ve resmî yönleri bulunması sebebiyle seyahatnamelerden
ayrılırlar.
Pîrî Reis’in (16. Yy.) Mir’atü’l-Memâlik ve Kitâb-ı Bahriye’si, Ahmed bin
İbrahim’in (16. Yy.) Acâibnâme-i Hindistan’ı, Trabzonlu Mehmed Âşık’ın (16. Yy.)
Menâzırü’l-Avâlim adlı eserleri seyahatname türünün edebiyatımızdaki ilk
örneklerindendir. Katip Çelebi’nin (17. Yy.) Cihannümâ’sı da kısmen seyahatname
özelliği taşır.
Seyahatname türünün edebiyatımızda çok fazla örneği bulunmaz. Ancak 17.
yüzyılın ve bütün bir Türk kültür ve tarihinin en önemli simalarından olan Evliya
Çelebi tarafından kaleme alınan oldukça hacimli Seyâhatnâme, belki de bu çeşit
eserlerin dünyadaki en önde gelen birkaç örneğindendir. Meşhur hikâyeye göre
Evliya Çelebi, Hz. Peygamber’i rüyasında görmüş ve “Şefaat ya Rasulallah!”
diyeceği yerde sehven “Seyahat ya Rasulallah!” deyivermiş ve bu isteğinin kabul
görmesi neticesinde seyyah olmuş ve ünlü eserini meydana getirmiştir.
Ayrıca 17. asrın ünlü şairi Urfalı Nabi’nin hac yolculuğunu ve Mekke ile
Medine’yi anlattığı Tuhfetü’l-Haremeyn’i, Keçecizade İzzet Molla’nın (19. Yy.)
Keşan sürgününü anlattığı Mihnet-i Keşân’ı, Hayrullah Efendi’nin (19. Yy.) Yolculuk
Kitabı edebiyatımızdaki önemli seyahatnamelerdendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Türk İslam Edebiyatında Türler
Örnek
Nehr-i Tuna’nın İslambol’a cereyân etdigin beyân ider
Bu uyûn-ı Bınarhisar hakkında müverrihân-ı Rûm ve
Latin kavilleri üzre bu nehir tâ Tuna Demirkapusundan gelir,
derler, muhakkakdır, zîrâ bu hakîr Tuna Fethülislâmı yanında
bir demir kapu vardır. Rûm ve Arab ve Acem seyyâhânları
mâbeynlerinde meşhûrdur. Kaçan kim nehr-i Tuna’nın
tenezzülde olsa ol demir kafes kapu nümâyân olur. Bu
kapudan nehr-i Tuna ejdehâ gibi kıjgırup (girüp) tâ on konak
yer altından cereyân edüp bu Bınarhisâra gelir. Ve Çelebi
Sultan Mehmed ibn Yıldırım Hân evkâfnâmelerinde yazar kim
kaçan kim Mehemmed Hân Tuna kenarında Urusçuk kal’ası
mukâbelesinde Tuna aşırı Yergöğü kal’asın Eflak tarafında
binâ ederken gemiler ile Tuna sevâhillerin temâşâ ederek
mezkûr demir kapuyu görüp su’âl etdikde, Pâdişâhım
İslambol’u binâ eden Yanko ibn Madyan’ın karındaşı Yanvan
Kral, Makedonya yani İslambol’da benim de bir hayrâtım
olsun deyü var kuvveti bâzûya getirip bu demir kapudan
yarup tâ İslambol’a ka’r-ı zemînden yollar edüp İslambol’un
Terkoz ve Âzâdlı dağlarından geçüp Dâvûdpaşa kırlarından
Yenibağçe içre cereyân ederek Aksaray mahallesinden geçüp
Lanka kapusu dibinde Bahr-i Rûm’a nehr-i Tuna mahlût olup
yedi sene kâmil İslambol içre nehr-i Tuna’nın bir tar’ası
cereyân ederdi. Ba’dehû Yanvan Kral karındaşı Yanko Kral ile
buluşdukda, İşte bürader, nehr-i Tuna’yı avret gibi saçından
çeküp senin Makedonya şehrine akıtdım, deyince hemân biemr-i Hayy u Kadîr kuvvet ve kudret-i azamet-i sun’un izhâr
içün emr-i Hak ile Tuna gerüye dönüp Büyük Çekmece ve
Küçük Çekmece yolunda Tuna nehri zâhir olup andan deryâya
girüp ol zamanlar bu heyre-i Çekmeceler bend olmuştur…
Evliya Çelebi, Seyâhâtnâme’den
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Türk İslam Edebiyatında Türler
Siyaset-nâme
Siyaset, aslen Arapça bir kelimedir ve “idare etme, politika, diplomasi”
anlamlarına gelir. Bir edebî tür olarak siyasetname ise, devlet yönetimi hakkında
yöneticilere bilgi vermek maksadıyla kaleme alınmış, didaktik karakterli manzum
veya mensur eserlere verilen isimdir.
Arapça, Farsça ve Türkçe kaleme alınan siyasetnamelerde, işlenen konuyla
bağlantılı şekilde, ağırlıklı olarak Kuran’dan ayetler veya hadisii şeriflerden
yararlanıldığı görülür. Bu eserlerin üslubu; hükümdara veya devlet büyüklerine
direktifler vermek şeklinde değil de daha çok, tavsiyelerde bulunmak ve ilgili
hususlarla bağlantılı eski tecrübeleri aktarmak biçimindedir.
Edebiyatımızdaki ilk örnek 1069 yılında Yusuf Has Hacib tarafından tertip
edilerek Karahanlı hükümdarı Tavgaç Bugra Han’a sunulan Kutadgu Bilig adlı
eserdir. Ünlü Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün (11. Yy.) Siyâsetnâme’si ve
Keykavus’un (11. Yy.) Kâbusnâme’si de Farsça yazılmış olmalarına rağmen bu türün
en etkili örneklerindendir.
Yine Osmanlı Devleti’nin özellikle gerileme
dönemlerinde devlet yönetimine sunulan layihaları da siyasetname türünden
eserler olarak değerlendirmek gerekir.
Bursalı Mehmet Tahir, Siyasete Müteallik Âsâr-ı İslâmiyye isimli eserinde 172
adet siyasetnameden söz eder. Bunlardan bir kısmı Arapça, bir kısmı Farsça ve bir
kısmı da Türkçeye tercümedir.
Lütfi Paşa’nın (16. Yy.) Âsâfnâme’si, Gelibolulu Ali’nin (16. Yy.) Nasîhatü’sSelâtîn’i, Kâtip Çelebi’nin (17. Yy.) Düstûru’l-Amel li-Islâhi’l-Halel’i, Sarı Abdullah
Efendi’nin (17. Yy.) Tedbîrü’n-Neş’eteyn ve Islâhu’n-Nushateyn’i, Pertevi Ali
Efendi’nin (17. Yy.) Düstûrü’l-Vüzerâ’sı, Nahifî Süleyman Efendi’nin (18. Yy.)
Nasîhatü’l-Vüzerâ’sı, İsmail Hakkı Bursevi’nin (18. Yy.) Sülûkü’l-Mülûk’ü türün
edebiyatımızdaki önemli örneklerindendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Türk İslam Edebiyatında Türler
Kutadgu Bilig’den (Kara 1998)
Örnek
Biligsiz bile hiç sözüm yok mening
Ay bile özüm uş tapugçı sening
…
Bu birkaç neng ol kör kişike yavuz
Munı bilse yalnguk ılıkar et öz
…
Bularda birisi bu til yalganı
Munıngda basası sözüg kıygan
…
Bu yalgan kişiler vefasız bolur
Vefasız kişi halkka tengsiz kılur
…
Kişi yalganında tileme vefa
Bu bir söz sınanmış öküş yılkı ol
(Benim bilgisiz ile hiç sözüm yoktur, ey bilgili işte ben senin kulunum.)
(Bak, şu birkaç şey insan için kötüdür, insan bunları bilirse kendisini
korumuş olur.)
(Bunlardan birisi, yalan söylemektir, ikincisi, verilen sözden dönmektir.)
(Yalancı insanlar vefasız olur, vefasız kimseler halkın hayrına uygun
olmayan işler yaparlar.)
(Yalancı adamdan vefa bekleme, bu uzun yıllardan beri tecrübe edilmiş
bir sözdür.)
Yusuf Has Hacip
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Türk İslam Edebiyatında Türler
Sur-nâme
Aslı Farça olan “sur” kelimesi, “düğün, ziyafet, şenlik” anlamlarına gelir.
Surname ise, şehzadelerin düğün törenleri ile hanım sultanların doğum ve evlilik
törenlerini konu alan manzum veya mensur eserlere denir. Bu türden eserler
genellikle müstakil kitaplar şeklinde olmakla birlikte kimi divanlarda da bazen
kasidelerin giriş kısımlarında düğünlerin tasvir edildiğini görürüz ki, bu tür
kasidelere de suriyye kasidesi denmiştir. Yine kimi divanlarda şehzade düğünlerini
veya doğum şenliklerini anlatan tarihler de vardır ki, bunlar da suriyye tarihleri
olarak adlandırılır.
Surnameler, sadece padişah ve çevresinin şenliklerini konu edinmesine
rağmen; suriyye kasideleri saray çevrisinin dışındaki şenlikler için de
yazılabiliyordu. Mesela Nevi’nin Der-Vasf-ı Sûr-ı Sünnet-i Mahdûm-ı Muhammed
Çelebi Merhûm başlıklı 25 beyitlik kasidesi bunun örneğidir (Arslan 1999: 6).
Surnameler de diğer pek çok edebî tür gibi, belki onlardan daha fazla
düzeyde, Osmanlı sosyal hayatına ve kültür tarihine dair malzemeler içerir. Bilindiği
gibi, saray tarafından tertip edilen düğünler büyük bir festival havasında geçiyor ve
İstanbul halkının büyük çoğunluğu bu törenlere iştirak ediyordu. Günlerce süren bu
eğlencelerde yüzlerce çeşit gösteriler tertip ediliyor, ziyafetler veriliyor, sarayın
ihtişamı ve zenginliği, bir anlamda halkla paylaşılıyordu.
Sur-ı Hümayun denilen bu saray düğünleri, elbette tarih kitapları tarafından
da kaydediliyordu. Ancak tabii ki şairler bu sıra dışı kutlamalara vakanüvislerden
farklı olarak daha estetik ve edebî bir üslup çerçevesinde yer veriyorlardı.
Figani’nin (16. Yy.) Kanuni Sultan Süleyman’ın şehzadeleri için yazdığı 41 beyitlik
Suriyye Kasidesi edebiyatımızdaki ilk örnek olarak gösterilir.
Hayali Bey’in (16. Yy.) İbrahim Paşa’nın düğünü ve Kanuni’nin şehzadelerinin
sünnet düğünü için yazdığı Sûriyye Kasideleri, Nevi’nin (16. Yy.) III. Murad’ın
şehzadeleri için yazdığı Suriyye Kasideleri, Gelibolulu Ali’nin (16. Yy.) Câmi’ü’lHubûr Der Mecâlis-i Sûr adlı eseri, İntizami’nin (16. Yy.) mensur Sûrnâme-i
Hümâyûn’u, Nabi’nin (17. Yy.) Sûrnâme’si, Abdi’nin (17. Yy.) Sûrnâme’si, Seyyid
Vehbi’nin (18. Yy.) Sûrnâme’si, Rıfat’ın (19. Yy.) II. Mahmud’un kızının evlenmesi
münasebetiyle yazdığı Gülşen-i Haremî adıyla bilinen Sûrnâme’si edebiyatımızın
önemli örneklerindendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Türk İslam Edebiyatında Türler
Kasîde Der Sûr-ı İbrâhim Paşa
Örnek
Gözüm tuş oldu eylerken seher vaktinde seyrânı
Semend-i nâza binmişlerle dolmuş At Meydanı
Dem-i sûrnâ sadâ salmış bu mehterhâne-i çarha
Dögülür kûslar güm güm kurulmuş taht-ı sultanî
Temâşâ eyler iken cân gözüyle nâgehân gördüm
O taht üzre oturmuş bir saâdet mülkünün hânı
Gözü yağmacı şehr-âşûblarla çevresi dolmuş
Sanasın ortaya yıldızlar almış mâh-ı tâbânı
Güneş gibi bu çarh-ı lâciverdîden olup peydâ
Şuâ-ı nûr-ı hüsnü birle kılmış dehri nurânî
Temâşâ eyledim bişmiş hezârân türlü nimetler
Cemi-i halka bahş oldu o demde hân-ı ihsânı
Felek gûyâ döşenmiş sofra idi ol konuklukta
Kim anun olmuş idi kurs-ı mihr ü meh iki nânı
Pilavın günbedin sarı yağını çünki seyr ettim
Temâşâ eyledim er türbesinde nûr-ı yezdânı
Tekellüfsüz yenirsin sen dediği'çin ana eller
Hacâletten kızarmıştır be-gâyet kuzu biryânı
Çörek bir buğday anlu lâle-ruh mahbûbtur gûyâ
K'anın bâdâmı olmuştu yüzünde çeşm-i fettânı
Bu ni'metler yenip çünkim içildi sâfi şerbetler
Şebîhûn etti şâh-i rûza ceyş-i leyl-i zulmânî
Geceyi gündüze katıp safâ vü zevk kılmağa
O bezmin yaktılar her gûşesinde şem'-i tâbânı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Türk İslam Edebiyatında Türler
Şu donlu âsumânîler atıldı her yanadan kim
Şirâr-ı âsumânîlerle çarhın doldu dâmânı
Suâl ettim nedendir bu temâşâ deyu bir ehle
Dedi ol dem cevâbın verip ol dehrin suhan-dânı
Vezîr-i Azam İbrâhim Paşanın düğünüdür
Ziyâfet etmek için da'vet etti Şâh-ı Devrânı
…
Süleyman-nâme
Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanat yıllarını konu alan, onun dönemindeki
belirli olayları anlatan manzum veya mensur eserlere verilen isimdir. Hz. Süleyman
anlatmalarına yer veren eserlerden bazıları de bu adla anılmıştır. Selimnameler
gibi, bu tür eserler de hem edebî hem de tarihî bakımdan kıymetlidirler.
Türk edebiyatında yazarı bilinen veya bilinmeyen elli civarında
Süleymanname yazılmıştır (Pala 1995). Bunlardan dikkate değer olanlarını şöyle
sıralayabiliriz: Mustafa Bostan Çelebi (16. Yy.), Culûs-ı Sultan Süleymân; Sadi (16.
Yy.), Süleymânnâme; Ferdi (16. Yy.), Süleymannâme; Şemseddin Sivasi (16. Yy.),
Süleymânnâme; Karaçelebizade Abdülaziz (17. Yy.), Süleymânnâme.
Ayrıca Firdevsi-i Rumi ve Firdevsi-i Tavil (Uzun Firdevsi) lakaplarıyla bilinen
Firdevsi (16. Yy.) de bir Süleymânnâme kaleme almıştır; fakat bu eser Hz. Süleyman
hakkındadır.
Şehr-engîz
Arapça, belde ve kent anlamındaki “şehr”; Farsça, karıştıran ve koparan gibi
anlamlara gelen “-engiz” kelimelerinden oluşan şehrengiz, bir edebiyat terimi
olarak, bir şehrin güzel ve güzelliklerini anlatan eserlere verilen genel isimdir.
Çoğunlukla mesnevi nazım şekliyle yazılmış örneklerine rastladığımız şehrengiz,
sadece Türk edebiyatında gelişmiş bir türdür.
Divanlarda, küçük mesneviler şeklinde kaleme alınmış şehrengizler olduğu
gibi müstakil kitaplar şeklinde tertip edilenler de vardır. Şehrengizler, divanlarda
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Türk İslam Edebiyatında Türler
gazel, dörtlük benzeri küçük metin örnekleri olarak da düzenlenmişlerdir.
Şehrengizlerin büyük çoğunluğu, mesnevi nazım şekliyle yazıldığından,
bölümlenmesi de tevhid, naat ve konunun işlendiği bölüm ve dua şeklinde, klasik
mesnevi tertibine uygundur.
Hakkında şehrengiz veya şehrengizler yazılan şehirler elbette sıradan
mekanlar değildir. Bunlar daima, başta İstanbul olmak üzere Bursa, Edirne gibi
Osmanlı Devleti’nin kültürel merkezi durumunda olan ya da bir özelliğiyle mutlaka
ön plana çıkmış şehirler olmuştur. Bir şehrengizde sadece söz konusu şehirle ilgili
mimari bilgiler yer almakla kalmaz o dönemin sosyal ve ekonomik hayatına; yer ve
kişi adlarına, yemek ve çiçek isimlerine varıncaya kadar pek çok bilgi yer alır.
Ayrıca, bu eserlerde yer alan mizahi üslubun, onları tarih kitabı olmaktan çıkaran
önemli bir husus olduğunu da zikretmek gerekir.
Bütün kaynakların ittifakla zikrettiği gibi, edebiyatımızdaki ilk şehrengiz, 15.
asrın ünlü şairi Mesîhî tarafından, Edirne şehri hakkında yazılan ve şairin divanında
yer alan 178 beyitlik Edirne Şehrengizi’dir.
Zati’nin (16. Yy.) Edirne Şehrengizi, Hayreti’nin (16. Yy.) Belgrat Şehrengizi
ve Yenice Şehrengizi, Yahya Bey’in (16. Yy.) Edirne Şehrengizi, Lamii Çelebi’nin (16.
Yy.) Şehrengiz-i Bursa’sı, İshak Çelebi’nin (16. Yy.) Bursa Şehrengizi ve Üsküp
Şehrengizi, Neşati’nin (17. Yy.) Edirne Şehrengizi, Beliğ’in (18. Yy.) Bursa
Şehrengizi, Vahid-i Mahtumi’nin (18. Yy.) Yenişehir Şehrengizi Türk edebiyatındaki
bilinen önemli şehrengizlerdendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Türk İslam Edebiyatında Türler
Edirne Şehrengizi’nden
Çün ol gün mu'tedil gördi cihânı
Örnek
Göçüp Şâh itdi tebdîl-i mekânı
Devâm-ı devlet ile bir iki yıl
İdindi Edrine şehrini menzil
Çü ihsânından irmiş idi behre
Sürünerek bile geldüm bu şehre
Aceb şehr ol ki anun bâğ u râğı
Virür kişiye cennetden ferâğı
İçinde suları mevzûn u reftâr
Bulutlar başı ucında havâ-dâr
Temâşâ eylesen her bir minâre
Dönüpdür serv-kâmet bir nigâra
Soyınup Tunca’ya girer güzeller
Açılur ak göğüsler ince beller
Siyeh futa kuşanur ak dilber
Olur san gice vü gündüz berâber
Futada Hak komış bir sırr-ı gaybı
Ki örter dâmeniyle görse 'aybı
Su içre bunlara kılsan nigâhı
Görürsin burc-ı âbî içre mâhı
Bulardan vasl uman abdâla benzer
Ki bunlar suya düşmiş bala benzer
Gözün yaşı Merîç olsa nazarda
Ne mümkin biri kol boynuna Arda
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Türk İslam Edebiyatında Türler
Gören bu şehri bu resme kıyâmet
Sanur bununla tokuz oldı cennet
Zihî cennet ki girer her güneh-kâr
Görür 'âsî vü 'âbid anda dîdâr
İçinde var anun bir kaç melekler
Ki mislin görmemiş devr-i felekler
Bugün meydân-ı hüsn içre ser-âmed
Güzel dirsen Na'l-bend-oğlı Ahmed
Cemâli kıble-i ashâb olupdur
Dükânı na'lden mihrâb olupdur
…
Mesihi
Şitâiyye
Aslen Arapça olan “şita” kelimesi, kış anlamına gelir. Bir edebî tür olarak
şitaiye ise, giriş kısmında kış tasvirlerine yer veren kasidelere denmiştir. Bu türden
kasideler bazen de Farsça, kar anlamına gelen “berf” kelimesine nispetle berfiye
olarak anılır. Doğrusu, divan edebiyatı geleneği içerisinde, şairlerin hayallerine
konu olan en yaygın mevsim bahardır. Gül, bülbül ve diğer pek çok bitki baharla
bağlantılı olarak şiirlerde yer alır. Dolayısıyla, kış konusunun çok sık işlendiği
söylenemez. Ancak bu konuda Lamii Çelebi’nin Münâzara-i Bahâr bâ-Şehriyâr-i
Şitâ’sı önemli bir eserdir (Eğri 2001).
Tezkire
Kamus-ı Türki’de “Yad etmeye vesile olan kâğıd” anlamı verilen tezkire, Fars
ve Türk edebiyatlarında biyografik nitelikli edebî eserleri ifade eder. Edebiyat tarihi
kitaplarının ilk örnekleri sayabileceğimiz bu eserler biyografisi verilen kişilere veya
meslek gruplarına göre de farklı adlar almışlardır. Ermiş kişileri anlatanlara
tezkiretü’l-evliya, hattatları konu edinenlere tezkiretü’l-hattatin ve şairlerden
bahsedenlere tezkiretü’ş-şu’ara denmiştir (İsen 1997). Bu türdeki eserlerin ilk
örneği Fars edebiyatında 13. yüzyılda, Muhammed Avfi’nin yazdığı Lübâbü’lElbâb’dır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Türk İslam Edebiyatında Türler
Türk edebiyatında 30’ya yakın tezkire yazıldığı kaydedilir. Anadolu
sahasındaki ilk tezkire ise, 16. yüzyılda Sehî Bey tarafından kaleme alınan Heşt
Behişt’tir. Bu eserin devamında aynı devirde Latifi, Âşık Çelebi, Hasan Çelebi,
Beyani, Gelibolulu Ali gibi şairler de tezkireler yazmışlardır. Bu eserlerin pek çoğu,
gerek tertip tarzı bakımından gerekse şairlerin ele alınış tekniği açısından ortak
yönler taşırlar. Bu durum, Anadolu sahasında kaleme alınacak sonraki tezkireleri de
etkileyecektir. Araştırmacılar, bu ilk tezkirelerin ve doğal olarak sonraki dönemlere
ait diğer tezkirelerin, Çağatay sahasında Herat Ekolü diye isimlendirilen tezkirecilik
geleneğini model aldıklarını vurgularlar. Molla Cami Bahâristân’ında şairlere bir
bölüm ayırır. Yine Devletşah’ın Tezkiretü’ş-Şua’arâ’sı vardır. Ali Şir Nevai’nin de
Mecâlisü’n-Nefâis adı verilen meşhur bir tezkiresi bulunmaktadır. Herat Ekolü’nü
temsil eden bu üç tezkire şairlerin ele alınış tarzı ve eserin tertip şekli gibi birçok
bakımdan Anadolu’daki tezkireleri etkilemiştir.
Sehi Bey, eserinde “Bu fakîr ve hatırı kırık hakîr, adı geçen kitapları elden
geçirip inceleyince Mecâlisü’n-Nefâis ile gamlı gönlüm dost ve gönül çeken
Baharistân ile nemli gözüm mûnis oldu. Bunların her birinin incelemesinden cana
rahat ve hasta gönle sıhhat ulaşıp yaratıcı gönle hâtıralar ve heyecanlar hücûm
etti. Keşke Anadolu’da yetişip şöhret bulan değerli şairlerin adına da bir kitap
yazılsa ve zamanın geçmesiyle bunların adı, gaddar zaman ve zâlim feleğin eliyle
zamane defterinden kazınmasa, devran mecmualarında ayrılmayıp, unutulmasa
diye düşündüm. Bu iş gönül defterine saplanmıştı ve gücümün yettiği kadarıyla
onları yazıp kâğıda geçirmek en büyük arzumdu …” (İsen 1998: 37-38)
ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, Heşt Behişt’i yazma fikrinin Herat Ekolü’nün
çalışmalarından mülhem olduğunu dile getirir. Benzeri söylemler Latifi ve diğer bazı
tezkirelerde de dile getirilir. Latifi de eserinin mukaddimesinde önce
Bahâristân’dan, daha sonra Mecâlisü’n-Nefâis’ten söz ederek bu çalışmaların,
şairlerin varlıklarını ihya kılan, isim ve şanlarını fani dünyada ebedîleştiren önemli
kitaplar olduğunu vurgular; kendinin de Anadolu’daki şairleri ölümsüzleştirmek ve
adlarının daima hayır dua ile anılması niyetiyle böyle bir çalışmaya giriştiğini
kaydeder (Canım 2000: 88-89).
Böylelikle, Sehi Bey ve Latifi’nin Herat’taki eserleri model alarak meydana
getirdikleri tezkireleriyle Anadolu sahasında da şairler tezkiresi yazma geleneği
başlamış olur. Türk edebiyatında, İbnülemin Mahmut Kemal’in 1930-42 yılları
arasında basılan Son Asır Türk Şairleri’ne ve Nail Tuman’ın 1949 yılında
tamamladığı Tuhfe-i Nâilî’ye varıncaya kadar otuz civarında tezkire kaleme alındı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Türk İslam Edebiyatında Türler
Örnek
Gülşen-i Şu’arâ’dan
Rûhî: Bagdâdîdür ammâ asl-ı pâk-nihâdı ve neseb-i ferruhnijâdı Rûmîdür. Zîrâ ki vâlid-i ekremi sâbıkan merhûm Sultân
Süleymân zamânında vilâyet-i Bagdâda beglerbegi olan Ayas Paşanun
bendelerinden olup Bagdâdda gönüllü bölügüne geçüp te'ehhül
itmişler. Mezkûr Rûhî Bagdâdda vücûda gelmegin Bagdâdî yâd olundı.
Nâm-ı vâcibü'l-ihtirâmı Osmân ve zât-ı huceste-kirâmı pesend-i yârân
ve zihn-i mustakîmi çâlâk ve kadd-i bülendi letâfet gülşeninün nâzüknihâli ve rûy-i ferah-bahşı ma'rifet gülzârınun gül-i âli ve gülistân-ı
nazmda tab'-ı nüktedânı gonce gibi zîver-i hüner ile ârâste ve bustân-ı
ma'rifetde vücûd-ı latîf-i zarîfi ma'lûmât ile pîrâstedür. Rûz u şeb
tetebbu'-ı eş'âr-ı şu'arâ-yı nâmdâr ve dem-be-dem peyrev-i fusahâ-yı
suhen-güzâr olup yârân-ı suhen-güster ile hem-dem-i tûtî-i şîrîn-dem
olup her vechile gazel dimek tab'-ı pâkine müsellem ve tabi'at-ı
şi'riyyesi hûb ve ebyât-ı nâzügi mergûbdur. Ekser bu diyâra gelen
dervişân u şâ'irân-ı dil-rişân ile eş'âr-ı dürer-bâr ve nazm-ı belâgatdisâr dimege meşgûl ve erbâb-ı kemâl içre söyledügi eş'âr makbûldür.
Bu bir nice beyt ve gazel-i âbdâr anlarundur tahrîr oldı...
Ahdi
Zafer-nâme
Kazanılan savaşlar neticesinde kaleme alınan manzum veya mensur eserlere
verilen genel isimdir. Bu tür, gazavatname ve fetihname ile benzer özellikler taşısa
da sadece zaferle sonuçlanan savaşları konu alması bakımından onlardan ayrılır.
Kemalpaşazade’nin (16. Yy.), aynı zamanda Tevârîh-i Âl-i Osman adlı eserinin
bir bölümü olan Zafernâme-i Sultan Süleyman’ı, Abdullah Çelebi’nin (17. Yy.)
Zafernâme-i Kal’a-i Üstüvâr’ı, Karaçelebizade Abdülaziz’in (17. Yy.) Zafernâme’si,
Sabit’in (18. Yy.) Zafernâme’si belli başlı zafernâme örneklerindendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Türk İslam Edebiyatında Türler
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Kimi kasidelerin nesip yani giriş kısımlarında bahar tasvirleri yapılır. Bu tür
şiirlere edebiyatımızda ne ad verilir?
a) Bahname
b) Gazavatname
c) Bahariyye
d) Kaside
e) Selimname
2. Gazalar neticesinde ele geçirilen yerleri, diğer ülkelere, hanlıklara vs.
hükümdarlara ilan eden mektuplar, aşağıdaki edebî türlerden hangisinin
kapsamına girer?
a) Selimname
b) Gazavatname
c) Fetihname
d) Bahname
e) Sakiname
3. İnsanların dış görünüşlerine bakarak karakterleri ve huyları ile ilgili
yorumların, tespitlerin yer aldığı edebî türlere ne ad verilmiştir?
a) Sakiname
b) Surname
c) Siyasetname
d) Kıyafetname
e) Şehrengiz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Türk İslam Edebiyatında Türler
4. Hemen hemen daima terkib-i bent nazım şekliyle yazılan; ölmüş kişilerin
arkasından onların güzel hasletlerini saymak ve ölümüne duyulan
üzüntüyü dile getirmek maksadıyla tertip edilen manzumelere ne ad
verilir?
a) Mersiye
b) Sakiname
c) Süleymanname
d) Bahname
e) Seyahatname
5. Aşağıdakilerden hangisi, bir şehrin güzellerini ve güzelliklerini konu edinen
ve genellikle mesnevi nazım şekliyle kaleme alınan edebî türdür?
a) Seyahatname
b) Sefaretname
c) Şehrengiz
d) Bahname
e) Surname
6. Aşağıdakilerden hangisi seyahatname türünde kaleme alınmış bir eser
olarak kabul edilemez?
a) Miratül-Memalik
b) Cihannüma
c) Tuhfetül-Haremeyn
d) Mihnet-i Keşan
e) Kabusname
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Türk İslam Edebiyatında Türler
7. Devlet yönetimi hakkında yöneticilere bilgi vermek maksadıyla kaleme
alınmış, didaktik karakterli manzum veya mensur eserlere ne ad verilir?
a) Bahname
b) Süleymanname
c) Surname
d) Sefaretname
e) Siyasetname
8. Aşağıdakilerden hangisi, bir padişahın saltanat yıllarında meydana gelen
savaşları ve çeşitli olayları konu edinen türler sınıfına girer?
a) Gazavatname
b) Fetihname
c) Zafername
d) Süleymanname
e) Sefaretname
9. Aşağıdaki edebî türlerden hangisinin içeriğinde savaş konusu yoktur?
a) Zafername
b) Gazavatname
c) Fetihname
d) Süleymanname
e) Surname
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Türk İslam Edebiyatında Türler
Fars ve Türk edebiyatlarında biyografik nitelikli eserlere tezkire denilmiştir.
Bu eserler, biyografisi verilen kişilere ya da meslek gruplarına göre farklı
isimler alırlar.
10.Aşağıdakilerden hangisi şairleri konu edinen tezkireler sınıfına girmez?
a) Heşt Behişt
b) Mecalisün-Nefais
c) Tezkiretül-Hattatin
d) Gülşen-i Şuara
e) Tezkiretüş-Şuara
Cevap Anahtarı
1c 2c 3d 4a 5c 6e 7e 8d 9e 10c
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
İÇİNDEKİLER
AHENK UNSURLARI
•
•
•
•
•
•
•
Ses Tekrarları
Kelime Tekrarları
Mısra Tekrarları
Vezin
Kafiye
Redif
Ahenge Katkı Sağlayan Tekrar
Sanatları
TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
HEDEFLER
Prof. Dr. Ahmet MERMER
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Ahenk kavramının ne olduğunu kavrayabilecek ,
• Türk edebiyatında ahengi sağlayan unsurları
tanıyabilecek,
• Bir şiir metninde kafiye, redif ve vezni
bulabileceksiniz.
ÜNİTE
7
Ahenk Unsurları
GİRİŞ
Şiir dilinin en önemli ögelerinden biri ahenktir. Şairler; kafiye, ses ve söz
tekrarları, vezin yardımıyla belli bir müzikalite yakalamaya çalışırlar. Bu
müzikalitenin okuyucuda bir etki bıraktığı onu farklı bir atmosfere soktuğu açıktır.
Bundan dolayı özellikle mutasavvıf şairler şiirdeki müzikalitenin vecd hâli
oluşturucu özelliğinden sıkça yararlanmışlardır. Bu ünitede şiirin önemli
niteliklerinden biri olduğu için ahenk üzerinde durulacaktır. Ayrıca Türk İslam
edebiyatı çerçevesinde kaleme alınmış ürünlerde dikkati çeken ahenk unsurları
örnekler ışığında tanıtılmaya çalışılacaktır.
ÂHENK
Ahenk, sözlü ve yazılı anlatımlarda “duygu, düşünce ve hayalin etkili
kılınması için, kelime ve cümlelerin kulağa hoş gelen uyumu” anlamına gelen bir
terimdir. Şiir üslubunun önemli bir unsuru sayılan ahenk kelimesi, sözlük anlamıyla
musiki terimi karşılığı kullanılır. Ahenk, şiiri musikiye yaklaştıran bir özellik taşır.
Fakat bu musiki, saf musiki değildir. Şiir hiçbir zaman gerçek musikinin ses
zenginliği ile yarışamaz. Şiirde ahenk büyük oranda kelimelerin ses değerlerinden
sağlanır. Birden çok kelimenin bir araya gelmesiyle edebî metinde kelimelerin ses
değeri yüksek olanlardan seçilmesi bunların bir kompozisyon hâlinde istif edilmesi
önem arz eder. Klasik Türk edebiyatında ahenk, fesahat kavramı ile ifade edilmiştir.
Ayrıca tezkire, divan ön sözleri ve bazı gazellerin mahlas beyitlerinde yine ahengin
karşılığı olarak insicâm, tecânüs, teellüf, elfâz, edâ, mevzûn, selîs ve selâset gibi
kavramlar kullanılmıştır. Mesela Âşık Çelebi, Tezkire’sinde, Bîdârî adlı şairin
aşağıdaki matlaını, gerek tekrarlar ve gerekse aynı anlamlı kelimelerin bir arada
kullanılması açısından “selîs” olarak nitelemiştir:
Göz göz itdüm cism-i zârı nâvek-i dildârdan
Ser-be-ser çeşm oldum ammâ toymadum dîdârdan
Bu kavramların yanı sıra ahenksiz ifadeler için, özellikle Âşık Çelebi ve
Gelibolulu Âli’nin tezkirelerinde rekâket terimi kullanılır. Ahengi edebî terim olarak
ilk defa kullanan Recaizade Ekrem, bu terimi tek başına değil, harmonie/ahenk
karşılığı olarak âheng-i selâset tamlaması içinde zikreder. Recaizade ve sonrasında
gelen yazarlar ahengi; kelimede ahenk, cümlede ahenk ve taklidî ahenk şeklinde üç
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Ahenk Unsurları
bölümde inceler. Bu sınıflandırma açısından bakıldığında Klasik Türk edebiyatında,
taklidî ahenk ön plandadır. Mesela Şeyh Galip’in şu beyti buna tipik bir örnektir:
Güm güm öter âsmân sadâdan
Güm-geşte zemin bu mâcerâdan
Ahenk, sözlü ve yazılı
anlatımlarda “duygu,
düşünce ve hayalin
etkili kılınması için,
kelime ve cümlelerin
kulağa hoş gelen
uyumu” anlamına gelen
bir terimdir.
Bu beyitte bir fırtınadaki gök gürültüsü “güm güm” kelimeleri ile kaybolmuş
anlamında “güm-geşte” bir araya getirilerek ahenk sağlanmaya çalışılmıştır. Türk
edebiyatında ahengi sağlayan unsurlar; söz tekrarları, ses tekrarları, vezin, kafiye
ve redif olarak sıralayabiliriz.
Ses Tekrarları
Aliterasyon: Mısra, beyit, bend veya bir ifadede ünsüz harflerin konuya ve
anlama uygun biçimde birden fazla tekrarıyla elde edilen ahenktir. Bu çeşit
ahenkten akılda kalıcılığa yardımcı olması sebebiyle yalnızca şiirde değil, reklam
kampanyalarından atasözlerine varıncaya kadar yararlanılır.
Şeyhülislam Yahya’nın şu beytinde, “s” harfinin bilinçli tekrarıyla bir ahenk
elde edilmiştir.
Sun sâgarı sâkî bana mestâne disünler
Uslanmadı gitdi gör o dîvâne disünler
Aliterasyon: Mısra,
beyit, bent veya bir
ifadede ünsüz harflerin
konuya ve anlama
uygun biçimde birden
fazla tekrarıyla elde
edilen âhenktir.
Yine Necip Fazıl’ın şu mısralarında “s” ünsüzünün tekrarı dikkati
çekmektedir.
Sırma renginde pislik dünyanın süsü püsü
Bende tek aziz eşya annemin başörtüsü
Aşağıdaki bentte ise, Nedim ses ve anlam bütünlüğünü güzel bir şekilde
oluşturmuştur.
Sînemi deldi bugün bir âfet-i çârpâreli
Gül yanaklı gülgüli kerrâkeli mor hâreli
Çifte benli sîm gerdenli güneş ruhsâreli
Gül yanaklı gülgüli kerrâkeli mor hâreli
Asonans: Mısra, beyit, bend veya bir ifadenin ünlü harflerinin birden fazla
tekrarıdır. Ünlü harflerin tekrarından amaç bir uyum ve müzikalite yakalamaktır.
Cahit Külebi aşağıdaki mısralarda “a” ünlüsünü on beş kez kullanarak
ahenge bir zenginlik kazandırmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Ahenk Unsurları
bent veya bir ifadenin
ünlü harflerinin birden
fazla tekrarıdır.
Örnek
Karaydı ölüm haberi kara
Asonans: Mısra, beyit,
Serildi yataklara
Herkes döküldü sokaklara
Ağlayanın bini bin para
Gömüldü topraklara
Aşk olsun hatırlayacaklara
Hasretin türküsü duyulur
Kırlar boyunca bir garib söyler
Dumanlar yükselir bacalardan
Dumanlar gibi tüter köyler
Cahit Külebi
Kelime Tekrarları
Mısra Başı Tekrarları: Hitabette aynı kelimenin cümle başında, şiirde bir
kelimenin veya kelimelerin art arda gelen mısralarda tekrarıdır. Bu durum tek
kelimenin, bağlacın veya iki kelimenin yinelenmesiyle elde edilir. Necip Fazıl’ın şu
dörtlüğünde mısra başı tekrarını görürüz.
Mısra Başı Tekrarları:
Hitabette aynı
kelimenin cümle
başında, şiirde bir
kelimenin veya
kelimelerin art arda
gelen mısralarda
tekrarıdır.
Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır
Kaldırımlar, duyulur ses kesilince sesi
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır
Sezai Karakoç’un şu mısralarında ise iki kelimelik mısra başı tekrarını
görürüz.
Birinin sesi sanki atlardan örülen kemerdi
Birinin sesi çılgın atlara vurulmuş bir eğerdi
Birinin sesi kubbe kurşunlarından ağır
Birinin sesi lâğımlar birliği gibi akıyordu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Ahenk Unsurları
Birinin sesi bütün aynaları paslandırıyordu
Yine Yunus Emre’nin şu beytinde mısra başında iki kelime tekrarı vardır:
Bir dem sanasın kış gibi şol zemheri olmuş gibi
Bir dem beşâretten toğar hoş bâğ ile bostân olur
Mısra İçi Kelime Tekrarları: Bir kelimenin bir mısra içinde birden çok tekrar
edilmesidir. Bazen şairler aynı kelimenin tekrarıyla bir mısraı oluşturur. Aşağıdaki
beyit aynı kelimenin mısra başı ve sonunda tekrarına örnektir.
Mısra İçi Kelime
Tekrarları: Bir
kelimenin bir mısra
içinde birden çok tekrar
edilmesidir.
Kamuya bencileyin sen dirîğ kamulara
Yiğ ise âlemün ayruklarıyla âh bana
Ahmed Paşa
Bu örnekte ise; aynı kelimenin mısra boyunca tekrarı söz konusudur.
En güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz
Ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz
Ziya Osman Saba
Bir Şiir Bütününde
Görülen Kelime
Tekrarları: Tekrar eden
kelime veya kelimelerin
birden çok mısra veya
beyitte yaygınlık
kazanmasıdır.
Örnek
Bir Şiir Bütününde Görülen Kelime Tekrarları: Tekrar eden kelime veya
kelimelerin birden çok mısra veya beyitte yaygınlık kazanmasıdır.
Güzeller geldi bayrama beg olmuş
Donanmış bir birinden yig olmuş
Güzeller gibi bayram ile nevruz
Bezenmiş bir birinden yek-renk olmuş
Güzeller gibi bayram ile nevruz
Semenler sebzede gönlekcek olmuş
Güzeller ârızından yandı lâle
Libâsı ana oddan gönlek olmuş
Güzel sâki yükin yitirdi halkun
Yine sâfî ile sofu hek olmuş
Güzeller yine sûret verdi aşka
Dediklerin Necâtî gerçek olmuş
Necati
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Ahenk Unsurları
İkilemeler: Şiirde anlamı pekiştirip ahengi sağlamak için aynı kelimenin yan
yana kullanılmasıdır. Aşağıdaki beyitlerde ikileme örneklerini görmekteyiz.
İkilemeler: Şiirde
anlamı pekiştirip,
ahengi sağlamak için
aynı kelimenin yan yana
kullanılmasıdır.
Ne tâze tâze zeminler bulurdu Gâlib-i zâr
Sözün felekde melekler pesend edinceye dek
Şeyh Galip
Kadem kadem gece teşrîfi Nâilî o mehin
Cihân cihân elem-i intizâra değmez mi
Naili
Pâre pâre yüreğimi rîze rîze bağrımı
Tîğ-i hicrinle nice bir şerha şerha yarasın
Necati
Kedim, ayak ucuna büzülmüş, uyumakta,
İplik iplik sarıyor sükûtu bir yumakta,
Hırıl hırıl
Hırıl hırıl
Necib Fazıl
Mısra Tekrarı:Bir şiirde mısra ve beyitlerin birden çok tekrar edilmesidir. Bu
tür tekrarlara nakarat denir. Halk şiirinde nakarat kavuştak veya bağlama olarak
adlandırılır.
Mısra Tekrarı: Bir şiirde
mısra ve beyitlerin
birden çok tekrar
edilmesidir.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgâr esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Orhan Veli Kanık
VEZİN/ÖLÇÜ
Şiir sanatının en temel öğelerinden biri kabul edilen vezin, edebiyat tarihimiz
içinde önemli bir yere sahiptir. Günümüzde etkisi azalsa da varlığını
sürdürmektedir. Türk şiirinin hece ve aruz olarak iki temel vezni vardır. Türklerin
İslamiyeti kabulü öncesinden günümüze gelen hece vezni; mısraları meydana
getiren hece sayılarını esas olarak kabul eder. İslamiyetin kabulü sonrası Arap ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Ahenk Unsurları
Fars edebiyatlarından şiirimize giren aruz vezni ise; hecelerin uzunluk-kısalık ve
açıklık –kapalılığından doğmuştur. Günümüz şiirinde aruz ve hece vezninin yanında
serbest vezin de kullanılmaktadır. Veznin şiirdeki, asıl varlık sebebi sözü ahenkli
hâle getirmektir.
Arûz
Türk şiirinin hece ve
aruz olarak iki temel
vezni vardır.
Arûz, her mısra‘ın
baştan sona kadar tüm
hecelerinin, kendinden
sonra gelen bütün
mısraların aynı hizadaki
heceleriyle açıklık ve
kapalılık noktasında
denk olma durumudur.
Sözlükte “yön/taraf, yol, usûl, Mekke, Medine ve etrafı, serkeş deve, çadırın
orta direği…” gibi anlamlara gelen aruz, Arap dili ve edebiyatının veznine ve bir
beytin birinci mısraının son tef’ilesine/parçasına verilen addır. Aruz, her mısraın
baştan sona kadar tüm hecelerinin, kendinden sonra gelen bütün mısraların aynı
hizadaki heceleriyle açıklık ve kapalılık noktasında denk olma durumudur. Aruz
vezni, Arap edebiyatında doğmuş, onun dil yapısına, edebî geleneğine ve zevkine
göre, değişikliklere uğrayarak başta Fars ve Türk edebiyatları olmak üzere, İslam
medeniyetine/Doğu edebiyatlarına girmiştir. Aruzun Cahiliye Devri’ne kadar
uzanan bir geçmişi vardır. İlk zamanlarda aruz, dağınık ve düzensizdi. Büyük Arap
alimi olan İmam Halil, IX. yy.da bu vezni sistemleştiren ve tertip eden kişidir. İmam
Halil, aruz kalıplarını bahir adıyla gruplandırıp bunların birbirlerine olan
yakınlıklarını ve birbirleriyle ilişkilerini bir daire üzerinde göstermiştir.
Arap aruzunda 15 bahir vardır. Bunlar beş dairede toplanmıştır. Aruz,
Araplarda başlı başına bir ilim sayıldığından dolayı terim noktasında çok zenginlik
gösterir. Farslar, aruzu oldukça değişikliğe uğratmıştır. Türkler de Fars edebiyatında
değişikliğe uğrayan ve gelişen aruzu almıştır. Türkler, İslamiyet’i kabul ettikten
sonra bu vezni kullanmaya başlamış ve yakın zamana kadar da kullanmaya devam
etmişlerdir. Aruz vezninde pek çok kalıp var ise de, Türk edebiyatında tamamı
kullanılmamıştır. Edebiyatımızda kullanılan aruz kalıpları Türkçe’nin snyleyişine ve
zevkine uygun olarak seçilmiştir.
Aruz vezni bir ahenk unsuru olduğu kadar, nazımda metni doğru okumanın
da başka bir aracıdır. Müzikte “usul” ne ise, şiirde de aruz odur. Türk edebiyatında
düz/basit kalıplar ile karışık/muhtelif kalıplar ön planda tutulmuştur. Türk
edebiyatında kullanılan kalıplardaki tefilelerin/kalıp parçalarının adları şunlardır:
- + - - fâ’ilâtün
- + - + fâ’ilâtü
+ + - - fe’ilâtün
+ - + - mefâ’ilün
+ - - - mefâ’îlün
+--+ mefâ’îlü
- - + mef’ûlü
--+-++++-++-++-
müstef’ilün
müfte’ilün
mütefâ’ilün
müfâ’aletün
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
- + - fâ’ilün
+ + - fe’ilün
+ - - fe’ûlün
- - fâ’lün
fâ’
7
Ahenk Unsurları
Daha önce de belirtildiği gibi aruzda hecenin niteliği/açık – kapalı ve uzunlukkısalık durumu söz konusudur.
Aruz vezni bir ahenk
unsuru olduğu kadar,
nazımda metni doğru
okumanın da başka bir
aracıdır. Müzikte “usul”
ne ise, şiirde de aruz
odur.
Açık Hece: Aruz vezninde sonu kısa ünlüyle biten heceye açık hece denir.
Açık hece bazı kaynaklarda kısa hece, muallak adıyla da anılır. Eski yazıya göre bir
harf ve üstündeki bir harekeden oluşan hecedir: A-na-do-lu gibi. Bu çalışmada, aruz
vezinlerini gösterirken açık/kısa heceler (+) işaretiyle belirtilmiştir.
Kapalı Hece: Sonu ünsüz veya uzun ünlü harfle biten hecelere kapalı hece
denir. Bu tip heceye mutavassıt, uzun hece, tam hece de denir. Aruz vezninde (-)
işaretiyle gösterilir. Kâ-tip, tan-bûr gibi. Mısraların son heceleri ister açık ister
kapalı heceyle bitsin, kural olarak daima kapalı hece ile gösterilir.
Türkçede bazı kelimeler aruz veznini kullanmayı güçleştirmektedir. Bu
bakımdan şairler aruzu rahat kullanabilmeleri için, kendilerine bazı yollar
bulmuşlardır. Bu yollar ise, imale, ulama ve zihaf’tır.
Mısraların son heceleri
ister açık ister kapalı
heceyle bitsin dâimâ
kapalı hece ile
gösterilir.
Ulama: Eskiler vasl olarak adlandırırlar. Aruz terimi olarak, bir kelimenin
sonundaki sessiz harf ile ardından gelen kelimenin başındaki sesli harf birleşir ve
hece kısa/açık hece hâline getirilirse vasl/ulama yapılmış olur. Konuşma dilimizde
sonu sessiz harfle biten kelimelerin o harfini, sonraki kelimenin ilk harfi ünlü ise
ona birleştirerek konuşuruz. Aruzla şiir yazan şairlerimiz dilimizin bu özelliğine sıkı
sıkıya uymuşlardır.
İmâle: Bir hece aslında açık olduğu hâlde vezin zoruyla medli/uzun okunursa
bu okunuşa medli/imale denir. Beyitlerde (↑) işaretiyle gösterilmiştir. Mesela
Nefi’nin:
Tûtî-i mu‘cize-gûyem ne disem lâf degül
↑
↑
Çerh ile söyleşemem âyinesi sâf degül
beytindeki ile kelimesindeki “le” hecesi ve âyinesi kelimesindeki “si” hecesi
böyle imaleli okunan hecelerdir.
Edebiyat teorisyenleri, bunu genellikle aruz kusuru saymış iseler de, aslında
her zaman kusur sayılmamalıdır. Tam tersi hüner sayılmalıdır. Meselâ Baki’nin şu
beytinde anlamı güçlendiren bir unsur olarak bilerek imale yapılmıştır:
↑
Nâm u nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan
↑
Düşdi çemende berg-i dıraht itibârdan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Ahenk Unsurları
Bu beyitteki u hecesi ve di edatı uzun okunmalıdır.
Zihâf: İmalenin aksine, uzun/kapalı (medli) okunması gereken bir heceyi
kısa, açık hece gibi okumaya zihaf adı verilir. Aruzda kusur sayıldığından çok az
rastlanılır.
İmâle: Bir hece aslında
açık olduğu halde vezin
zoruyla medli/uzun
okunursa bu okunuşa
medli/imâle denir.
Sekt-i Melih: Güzel duraklama anlamına gelen sekt-i melih, bir aruz terimi
olarak mefûlü/ mefâilün/ feûlün kalıbının mefûlün/ fâilün/ feûlün şekline
dönüşmesi ve böylece bir hecenin eksilmesine verilen addır.
Arapça ve Farsçadan dilimize geçmiş bazı kelimelerde sonu sessiz harfle
biten hecelerde, sonraki sessiz harften önce (dâr, çâk, pâk, rûh, tîğ) örneklerindeki
gibi bir imaleli harf veya (çarh, fakr, derd, zırh, murg) örneklerindeki gibi sonunda
iki sessiz harf bulunursa, o hece bir kapalı bir açık iki hece gibi okunur. Yukarıdaki
beytin ikinci mısraındaki “sâf” kelimesi bir kapalı bir açık hece *- +] gibi
değerlendirilir. Buna bir buçuk hece veya medli hece adı verilir.
Farsça tamlamaları bağlayan, gramer özelliği olan “-ı, -i” gibi harflerle,
kelimeleri birbirlerine bağlayan “–u, -ü” harfleri, veznin durumuna göre bazen kısa,
bazen uzun okunurlar.
ARÛZ VEZİNLERİ
Aruzun pek çok kalıbı vardır. Bunlardan Türkçeye uyan ve Türk İslam
edebiyatında sık kullanılan vezinler şunlardır:
Mefâîlün Mefâîlün Mefâîlün Mefâîlün
Aruz terimi olarak, bir
kelimenin sonundaki
sessiz harf ile ardından
gelen kelimenin
başındaki sesli harf
birleşir ve hece
kısa/açık hece hâline
getirilirse vasl/ulama
yapılmış olur.
(+ - - - / + - - - / + - - - /+ - - -)
Türk edebiyatında çok kullanılan kalıplardandır. Divan şiirinde en çok
musammat kasideler, musammat gazeller, kıtalar ve şarkılar bu kalıpla yazılmıştır.
Hâyâl-i yârdan dûr olsa bir dem cânım eylenmez
Ne çâre hâtırım vîrânedir sultânım eylenmez
Şeyh Galip
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Ahenk Unsurları
Mef`ûlü Mefâîlü Mefâîlü Feûlün
(- - + / + - - + / + - - + / + - -)
Türk şairlerinin çok sevdikleri ve çok kullandıkları vezinler arasında yer alan
bir kalıptır. Ayrıca aruzun hareketli ve ahenkli kalıbıdır. Divan edebiyatında
müstezatlar bu kalıpla yazılır, eklemeler (--+/+--) şeklindedir. Halk edebiyatının âşık
tarzında özel bir beste ile okunan kalenderilerin de bu kalıpla yazıldığı görülür.
Ayrıca bu kalıbın bir başka şekli de şudur: mef`ûlü fâilâtü mefâîlü feûlün
Döndürdü felek men’-i semâ’ eylediğinden
Devrâne müdârâya kıyâm eyledi vâiz
Şeyh Galip
Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün
(- - + - /
--+- / --+-
/ --+-)
Divan edebiyatında mısraın oldukça uzun, iki eşit parçaya ayrılmasına uygun,
İç kafiyeli musammat kasîde ve gazellerde uygulanan bir kalıptır. Bu kalıbın
mesnevîlerde görülen ikili şekli de yer alır.
Gördüm bu vechin Hakkını ayne’l-yâkîn yâ Hû derem
Ger sûfî lâdan dem urur ben her dem illâ Hû derem
Akşemseddin
Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün
(- + - - / - + - - / - + - - / - + -)
Türk şiirinde çok kullanılan kalıplardan biridir. Divanlarda yer alan şiirlerin
kalıplarına göre, önde gelen bir aruz kalıbıdır. Âşık edebiyatında muayyen bir
besteyle söylenilen divanlar bu vezinle yazılırdı.
Sâlikin matlûbu Hû’dur ârifin irfânı Hû
Âşıkın mâ’şûku Hû’dur tâlibin seyrânı Hû
Yunus Emre
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Ahenk Unsurları
Feilâtün (Fâilâtün) Feilâtün Feilâtün Feilün (Fa’lün)
(+ + - - (- + - -) / + + - - /+ + - - /+ + - (- -) )
Türk şiirinde failatün tefileleriyle oluşan kalıptan sonra, bu kalıp da çok
kullanılanlar arasındadır. Bu kalıbın ilk parçası feilâtün yerine fâilâtün de olabilir.
Divan şiirinde daha çok bu şekli tercih edilirdi.
Âteş-i hüsni gönüllere kodı cilve-i aşk
Sâgara şu’le-i hâlkerde kodı cilve-i aşk
Şeyh Galip
Feilâtün (Fâilâtün) Mefâilün Feilün (Fa’lün)
(+ + - - (- + - -) / + - + - / + + - (- -) )
Duhteriz def-i zahm-ı endûha
Gül gibi bir tabîbdir dirler
Raşit
Mefâilün Feilâtün Mefâilün Feilün (Fâ’lün)
(+ - + - / + + - - / + - + - / + + - (- -) )
Bu iki kalıp Türkçeye en uygun bahirlerden biridir. Türk şiirinde çok kullanılan
bir kalıptır.
Görünce şu’le-i rûyunda dûd pervâne
Yanardı nâr-ı gama hem-çü ‘ûd pervâne
Şeyh Galip
Mef’ûlü Fâilâtü Mefâîlü Fâilün
(- - + / - + - +/ + - - + /- + -)
Ser-geştegân-ı aşkı kayırmaz mı rûzgâr
Çarh ile bir hesâb çevirmez mi rûzgâr
Şeyh Galip
Burada konuyu bitirmeden şu önemli noktaları belirtmeye çalışalım:
Fâ‛ilâtün’lü kalıpların sonu, fâ‛ilün (-+-); fe‛ilâtün’lü kalıpların sonu fe‛ilün (++-) ile
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Ahenk Unsurları
biter. Mısraların sondan bir önceki hecesi kendiliğinden kapalı ise, fâ‛ilün (- +-),
fe‛ilün (++-)=fa‛lün(- -)dür.
Aruz kalıpları incelendiğinde karışık kalıplarda şöyle bir durum vardır:
Birbirinden farklı iki kalıp parçası yan yana gelmiş ise, bir mısrada aynı sırada aynen
bir kere daha tekrar edilir. Böyle kalıplara karışık kalıplar adı verilir. Mesela mef‛ûlü
fâilâtün mef‛ûlü fâilâtün gibi.
RUBÂÎ KALIPLARI
Rübai kalıplarından on
ikisi –Mef’ûlü- cüz’iyle
başlar ki, Ahreb
vezinleri adını alır.
“Mefûlün” ile başlayan
diğer on ikisine de
Ahrem vezinleri denir.
Rubai tarzı İran edebiyatından doğmuş ve oradan Arap edebiyatına ve Türk
edebiyatına geçmiştir. Rubainin 24 vezni vardır. Bunlardan on ikisi –mef’ûlücüzüyle başlar ki, ahreb vezinleri adını alır. Bunlar arasındaki bir takım önemsiz
farklar bir tarafa bırakılarak altıya indirilmişlerdir.

mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûl
- - + / + - - +/ + - - + / + -

mef’ûlü mefâîlün mef’ûlü feûl
--+ / +--- / --+ /+-

mef’ûlü mefâilün mefâîlü feûl
- - + / + - + - / + - - +/ + -

mef’ûlü mefâîlü mefâîlü fâ’
- - + / + - - +/ + - - +/ -

mef’ûlü mefâîlün mef’ûlün fâ’
--+ / +--- / --- / -

mef’ûlü mefâilün mefâîlü fâ’
--+ / +-+-/ +--+ / -
“Mef`ûlün” ile başlayan diğer on ikisine de ahrem vezinleri denir. Bunlar da
aynı şekilde altıya indirilmiştir.

mefûlün mef’ûlü mefâîlü feûl
- - - / - - + / + - - +/+ -

mef’ûlün mef’ûlün mef’ûlü feûl
--- / --- / --+ / +-

mef’ûlün fâilün mefâîlü feûl
- - - / - + - / + - - +/+ -

mef’ûlün mefûlü mefâîlün fâ’
--- /--+ /+--- /-
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Ahenk Unsurları
Hece vezninin esası
mısralardaki hece
sayısına dayanır.

mef’ûlün mef’ûlün mef’ûlün fâ’
--- / --- / --- /-

mef’ûlün fâilün mefâîlün fâ’
--- / -+-/+--- /-
Rubaide ahreb ve ahrem vezinlerinin karıştırılması uygun değildir. Fakat
aynı türden altı veznin birkaçı bir tek rubai içinde bulunabilir. Bununla beraber her
iki kısmın vezinlerini bir rubaide toplayan şairler görülmüştür. Bizim divanlarımızda,
dört mısralık kıtaların başında bazen rubai yazıldığı görülür. Kıta, rubai vezninde
olmadığı hâlde böyle yazılması “dörtlük” anlamında olmasından ileri gelmektedir.
Hece Vezni
Hece ölçüsünün
esasında mısraın belli
yerlerinden bölünmeler
olur, bu bölümlere
durgu denir.
Türk dilinin kendi ölçüsü hece veznidir. Bu veznin esası mısralardaki hece
sayısına dayanır. Kelimelerde hecelerin değerleri göz önüne alınmaz, sadece hece
kümelerinin sayısı göz önüne alınır. Bu vezin Türk dilinin tarihi boyunca
kullanılagelmiştir. Mısralarda heceler parmakla sayıldığından ayrıca bu vezne
parmak hesabı/hisâb-ı benân adı da verilir.
Hece ölçüsünün esasında mısraın belli yerlerinden bölünmeler olur, bu
bölümlere durak denir. Mesela 11’li hece ölçüsüyle yazılan bir mısrada 6+5/4+4+3
olmak üzere iki ve üç durgu vardır. Bu vezindeki durgular rakamla gösterilir. Bu
durgular şairin tercihine göre ayrılan bölünmeler değildir. Şiirdeki söyleyiş ahengi
ve akıcılığına göre doğal söyleyişe yakın veya uygun olmalıdır. Bir başka söyleyişle
kalıp şairin tercihi olduğu kadar, durgular sözün gerektirdiği bir durumdur. Mesela
11 heceli olan,
Bir rüyadan artakalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden
Mısralarının ilki 6+5 ile durgulanmıyor ancak bu mısra 4+7’li bölünürse doğal
söyleyişe veya hece ölçüsünün kuralına uygun düşüyor. Şair bu duraklarla sözün
ritmini sık sık değiştirip zenginleştirmesini sağlar.
Hece ölçüsünde hece sayısı 2-17 heceli kalıplar görülmüştür. Bu kalıplar
durgulu kullanıldığı gibi durgusuz da kullanılabilir. Hece ölçüsünün eskiden beri çok
kullanılmış ve örneklerine sıkça rastlanılan hece ölçüsünün belli başlı kalıpları
şunlardır:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Ahenk Unsurları
Yedi Heceliler
(3+4)
(4+3)
Çağırdım/erenlere
Ecel geldi/cihane
Bu derdi verenlere
Baş ağrısı bahane
Bu derdi verdi bana
Arsız neden arlanır
Vermesin yarenlere
Çaput giyer sallanır
Sekiz Heceliler
(4+4)
Ben susadım/yandı yürek
Gönlüm düştü/bir sevdâya
Gitmek oldu ilden gerek
Gel gör beni aşk n’eyledi
Anam babam eyler firak
Başımı verdim gavgâya
Sefer düştü gider oldum
Gel gör beni aşk n’eyledi
Şeyh Mehmed
Yunus Emre
On Heceliler
(5+5)
Padişah oldun/taht senin değil
Satın alırsan kul senin değil
Emanet beslenir can senin değil
A dünya senin neni övsünler
On Bir Heceliler
(6+5)
Urum abdâlları/gelür dost diyü
Geydükleri nemet ile post diyü
Hastalarda gelür dermân isteyü
Saglar gelür Sultan Abdâl Musa’ya
Kaygusuz Abdal
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Ahenk Unsurları
On Dörtlü
(7+7)
Cânını terk etmedin/cânânı arzularsın
Zünnârını kesmedin îmânı arzularsın
Şol uşacuklar gibi binersin ağaç ata
Çevgân ile topun yok meydânı arzularsın
…
Var sen Niyâzî yüri atma okun ileri
Derd ile kul olmadın sultânı arzularsın
Niyazi-i Mısri
SERBEST VEZİN
Kafiyesiz, ölçüsüz ve sabit nazım şekillerine bağlı olmayan mısralardan
meydana gelmiş şiirlerdir. Bu tür şiirlerde ahenk genellikle iç ritimle oluşturulur.
Özellikle 1930’lu yıllardan sonra yaygınlaşmaya başlayan serbest şiir günümüzün
en çok tercih edilen şiir şeklidir.
Ayna
Örnek
Serbest şiirler, kafiyesiz,
ölçüsüz ve sabit nazım
şekillerine bağlı
olmayan mısralardan
meydana gelmiş
şiirlerdir.
Ve gözüm eşyamda değil
Yoruldum maddemden
Tâ ki dünya bitti
Köşk kurdum sâkin oldum
…
Büyük yeni bir hayat bildim
Yeni yeni bildim yoksa ölüyordu bir şey
İnsan binası yıkılıyordu durmadan
Cahit Zarifoğlu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Ahenk Unsurları
KÂFİYE
Mısra sonu ses
tekrarları bize kafiyeyi
verir.
Mısra sonu ses tekrarları bize kafiyeyi verir. Uyak olarak da adlandırılan
kafiyeye halk şiirinde ayak da denilmektedir. Eski Türk şiirinde kafiye sistemi
çoğunlukla mısra başındaydı. Buna “baş kafiye” veya “ön kafiye” denmekteydi.
Türk şiirinde göz için kafiye ve kulak için kafiye olarak iki farklı yaklaşımın
benimsendiği göze çarpar. Divan şiirinde kafiyenin göze hitap etmesi amaçlanırken,
kafiyeli kelimelerin aynı kelime türünden olmasına dikkat edilirdi. Kafiye divan
şiirinde meydana getirilirken kelimelerin ses değerleri üzerinde durulmayıp bir çizgi
sanatı gibi şiir göze yönlendirilir. Divan şiirinde kafiyeyle ilgili kavramlar ve kafiye
çeşitleri konusunda çok fazla terim vardır.Burada divan şiirindeki bu geniş terimler
ve kavramlar dünyasından bahsedilmeyip daha çok günümüz sınıflandırmasına
göre kafiye çeşitlerinden bahsedilecektir.
Kafiye Çeşitleri
Mısra sonundaki ses tekrarı ve tekrarı oluşturan harflerin sayısına göre
kafiyeyi şu şekilde tasnif edebiliriz.
Yarım Kafiye: Tek ses benzerliğine dayanan kafiye çeşididir. Yarım kafiye
Tek ses benzerliğine
dayanan kafiye
çeşididir.
çoğunlukla Halk şiirinde karşımıza çıkar. Halk şairleri ayak adını verdikleri kafiye
hususunda daha rahat bir tavır göstermişlerdir. Halk şiirinin sazlı ve sözlü olması
onların kulakta bir ahenk oluşturan her ses benzerliğini kafiye olarak
değerlendirmelerine yol açmıştır. Yarım kafiye halk şiirinin tesiriyle Cumhuriyet
döneminde de benimsenmiştir.
Canlı bir yüz bana yaklaştı mehâbetle dolu
Kim bu? Nerden geliş? Hangi yolun yolcusu bu
Faruk Nafiz Çamlıbel
Ben çektiğim kimler çeker
Gözlerim kanlı yaş döker
Bulanık bulanık akar
Dağların seliyim şimdi
Kul Mustafa
Tam Kafiye: Türk şiirinde en çok kullanılan kafiye çeşidi olup bir ünlü ve bir
ünsüzün ses benzerliğine dayanır. Fakat kökeni Arapça ve Farsça olan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Ahenk Unsurları
kelimelerdeki uzun â, û, î seslileri iki ses sayıldığından bunlar da tam kafiye olarak
düşünülmelidir.
Türk şiirinde en çok
kullanılan kafiye çeşidi
olup, bir ünlü ve bir
ünsüzün ses
benzerliğine dayanır.
Şiir ve onu oluşturan kelimeler Arap harfleriyle yazıldığında harflerin
sayılarında farklılık oluşmaktadır. Bundan dolayı kafiyeyi meydana getiren sesleri
tespit ederken şiirin Latin harfleriyle yazılışını esas almak daha uygun düşecektir.
Sizleri görüyorum bahçemizdeki çamlar
Bütün gün gölgesinde oynadığım dost badem
Derken dallardan, ılık iniveren akşamlar
Evine dönen babam, cam da bekleyen annem
Ziya Osman Saba
Elinden dal gibi düşerken ümit
Ne bir hasret dinle, ne bir âh işit
Bir yaprak ol esen rüzgârlarla git
Kırık bir tekne ol dalgalarla gel
Necip Fazıl Kısakürek
Zengin Kafiye: Mısra sonlarında ikiden fazla ses benzerliğine dayanan
Mısra sonlarında ikiden
fazla ses benzerliğine
dayanan kafiye
çeşididir.
kafiye çeşididir. Kafiyeli kelimelerden biri diğer kelimenin sonunda tekrarlanıyorsa
bu tür kafiyeye tunç kafiye de denir.
Bir çözülmez bilmece;
Hep sayı, harf ve hece…
Necip Fazıl Kısakürek
Şüpheler bağrımda yara
Ellerim boş yüzüm kara
Çağır beni ışıklara
Zaman ve mekân, efendim!
Halide Nusret Zorlutuna
Cinaslı Kafiye: Ses bakımından aynı, anlam, yönünden farklı kelimelerin
oluşturduğu kafiyedir. Halk şiirinde özellikle mânilerde karşımıza çıkar. Divan
şiirinde ise gazellerin matla beyitlerinde cinas kullanımı yaygındır. Baştan sona
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Ahenk Unsurları
cinasla örülü gazellerle de karşılaşırız. Cinas daha çok bir söz oyunu sayılır ve ince
bir mizaha dayanır.
Ne var ne var âlemde
Ses bakımından aynı,
anlam, yönünden farklı
kelimelerin oluşturduğu
kafiyedir.
Belâ kadar çekici
Örse benzer kellemde
Belaların çekici
Necip Fazıl Kısakürek
Ayırma beni senden Yaradan
Düştüm ölürüm ben bu yaradan
Yunus Emre
REDİF
Sözlük karşılığı arkadan
gelen olan redif,
mısraların sonunda
kafiyeden sonra gelen
ses benzerlikleridir.
Sözlük karşılığı arkadan gelen olan redif, mısraların sonunda kafiyeden sonra
gelen ses benzerlikleridir. Kafiyenin sonunda yazılışları, anlamları, görevleri aynı
olan ek, kelime, ek kelime, ek kelime grupları bize redifi verir. Özellikle redif divan
şiirinde simetrik tekrarı ile şiiri belli bir kavram ve konu etrafında toplar. Şaire geniş
bir çağrışım zenginliği kazandırır. Redif şiirde kafiyenin bütünleyicisi ve
zenginleştiricisidir. Redif, divan ve halk şiirindeki önemli yerini yeni Türk şiirinde
önemli ölçüde yitirmiştir.
Bu beyitte mısra sonlarındaki olsunlar kelime redife örnektir.
Nice bir mübtelâ-yı aşka hicrân-ı belâ olsun
İlâhi kendü gibi bî-vefâya mübtelâ olsun
Baki
Yine aşağıdaki dörtlükte kelime redif vardır.
Lâleyi, sümbülü, gülü hâr almış
Zevk ü şevk ehline âh u zâr almış
Süleyman tahtını sanki mâr almış
Gama tebdîl olmuş ülfetin çağı
Bayburtlu Zihni
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Ahenk Unsurları
Bu beyitte ise; -dan gayrılar ek kelime rediftir.
Dime kim yârda yok cevr ü cefâdan gayrı
Ne dilersen bulunur mihr ü vefâdan gayrı
Necati
Karamanlı Ayni’nin aşağıdaki beyti kelime grubu redife güzel bir örnektir.
Gönül bedrin hilâli aldı gitti
Dili fikr-i mahâli aldı gitti
Karamanlı Ayni
AHENGE KATKI SAĞLAYAN TEKRAR SANATLARI
Seci, kalb, iştikak, iade,
akis, tasri, irsat, cinas,
tedvir, tekrir, tensik gibi
sanatların da ahenge
katkıları söz konusudur.
Seci, kalb, iştikak, iade, akis, tasri, irsat, cinas, tedvir, tekrir, tensik gibi
sanatların da ahenge katkıları söz konusudur. Bu sanatlarla ilgili tanımlamalar ve
örnekler bu ders kitabının Edebi Sanatlar ünitesinde verilecektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Özet
Ahenk Unsurları
•Ahenk, duygu düşüce ve hayalin etkili olabilmesi için ses, kelime ve
cümlelerin kulağa hoş gelecek biçimde uyumlu sıralanışıdır. Edebî
metnin vazgeçilmez unsurlarından olan ahenk söz tekrarları, ses
tekrarları, vezin, kafiye, redif ve bazı edebî sanatlarla karşımıza çıkar.
Türk İslam edebiyatı anlayışı çizgisinde eser veren şair ve yazarlar
okuyucu üzerinde belli bir etki bırakmak ve onu farklı bir atmosfere
sokmak için ahenk unsurlarına başvururlar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Ahenk Unsurları
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi ahenk unsurlarından biri değildir?
a) Aliterasyon
b) Kelime tekrarı
c) Kafiye
d) Aruz ölçüsü
e) Telmih sanatı
2. “Bir edebî metinde ünlü harflerin birden fazla tekrarı” tanımına uygun
düşen edebî terim aşağıdakilerden hangisidir?
a) Assonans
b) Redif
c) Aliterasyon
d) Hece ölçüsü
e) Mısra tekrarı
3. Aşağıdaki aruz kalıpları içinde rubai kalıbını bulunuz.
a) Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
b) Müstefilün müstefilün müstefilün müstefilün
c) Mefûlü mefâîlü mefâîlü feûl
d) Mefûlü fâilâtü mefâîlü fâilün
e) Fâilâtun fâilâtun fâilâtun fâilun
4. Aşağıdakilerden hangisi bir aruz kusurudur?
a) Açık hece
b) Zihaf
c) Kapalı hece
d) Aruz bahri
e) Tefile
5. Aşağıdaki beyitlerin hangisinde cinas vardır?
a) Ne kâdir itmege bahs-i neşat ehl-i gama
Sıkılmayan bu harâbâtda usâre gibi
b) Her gören ayb itdi âb-ı dîde-i giryânumı
Eyledüm tahkîk görmiş kimse yok cânânumı
c) Bulur encâm gerçi cevr-i felek
Sabr-ı eyyûb ömr-i nûh gerek
d) Kısmetündür gezdiren yer yer seni
Arşa çıksan âkibet yer yer seni
e) Göz gördi gönül sevdi seni oy yüzü mâhum
Kurbânun olam var mı benüm bunda günâhum
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Ahenk Unsurları
6. Aşağıdaki dörtlüklerin hangisinde kelime redif vardır?
a) Buralardan çok uzakta bir köydü
Beyaz billûr bir derecik içinden
Hıçkırırdı sevinerek geçerken
Kenârında vardı birçok söğüdü
b) Hiç kalmadı asla ağıt tutanım
Sıra ile kol üstüne yatanım
Mecnûn oldum terk eyledim vatanım
Bizim eller nere bilmem ağlarım
c) Dün ü gün fikrim budur kim aceb erkân nedir?
Ten nedir aslı nedir ten içinde cân nedir?
Yerleri gör kim niçin toprağa urmuş yüzün
Bulutlarda dün ü gün gerdiş-i gerdân nedir?
d) Her kim merdâne
Gelsin meydâne
Bakmasın cane
Kimde hüner var
e) Sükût indi karanlıkla yorgun denize
Ufuklarda uğuldayan rüzgâr uyudu
Ay gecenin elinde bir sedef yelpaze
Ölgün sular gök halkının rüyalı yurdu
7. Aşağıdakilerden hangisi ahengi sağlayan tekrar sanatlarından biri değildir?
a) Hüsn-i talil
b) İştikak
c) Akis
d) Kalb
e) İrsat
8. Aşağıdakilerden hangisi durgu terimini tanımlamaktadır?
a) Sonu ünsüz veya uzun ünlüyle biten hecedir.
b) Edebî metin içinde ünsüz harflerin birden fazla tekrarıdır.
c) Mısra sonunda kafiyeden sonunda gelen ses benzerlikleridir.
d) Hece ölçüsüyle yazılmış mısraların belli yerlerinden bölünmesidir.
e) Mefûlün cüzüyle başlayan aruz vezinlerine denir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Ahenk Unsurları
9. Aşağıdaki beyitlerin hangisinde kelime tekrarı vardır?
a) Cânâ ne var garibüne itmezsin iltifât
Vuslat sizün diyârda âdet degül midir
b) Dûd-ı âhum ne aceb göklere tutsa yüzüni
Âşıkun kimisi var ola Hudâ’dan gayrı
c)
Ölüm işi Hak işidir ondan kim incinir
Yâr Necâtî gayr ile görmekdür ölüm
d) Varlığın bile ne hâcet küre-i âlem ile
Yeter isbâtına halk ettiği bir zerre bile
e) Bülbüller öter güller açar şâd gönül yok
Hiç böyleliğin görmemişüz fasl-ı bâhârın
10. Aşağıdaki beyitte görülen kafiye ve redif ile ilgili aşağıdaki
eşleştirmelerden doğru olanı bulunuz?
Dinle neyden hikâyet kılmada
Ayrılıklardan şikâyet kılmada
a)
b)
c)
d)
e)
Yarım kafiye-kelime redif
Zengin kafiye-kelime redif
Tam kafiye-kelime grubu redif
Yarım kafiye-ek redif
Zengin kafiye-kelime grubu redif
Cevap Anahtarı
1-e, 2-a, 3-c, 4-b, 5-d, 6-c, 7-a, 8-d, 9-c,10-b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Ahenk Unsurları
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Aksan, Doğan(1999). Şiir Dili ve Türk Şiir Dili: Ankara.
Ayyıldız, Mustafa ve Hamdi Birgören (2005), Edebiyat Bilgi ve Teorileri: Ankara.
Cengiz, Halil Erdoğan(1983), Divan Şiiri Antolojisi: İstanbul.
Coşkun, Menderes (2010), Sözün Büyüsü Edebî Sanatlar: İstanbul.
Çetin, Nurullah(2003), Şiir Çözümleme Yöntemi: Ankara.
Çetişli, İsmail (1998), Cahit Külebi ve Şiirleri: Ankara.
Çetişli, İsmail (2004), Metin Tahlillerine Giriş/1 Şiir: Ankara.
Dilçin, Cem(2000), Örneklerle Türk Şiir Bilgisi: Ankara.
İpekten, Haluk (1999), Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri ve Arûz: İstanbul.
Kısakürek, Necip Fazıl(1989), Çile: İstanbul.
Külekçi, Numan (2005), Edebî Sanatlar: Ankara.
Macit, Muhsin(1996), Divan Şiirinde Ahenk Unsurları: Ankara.
Mermer, Ahmet vd. (2010), Eski Türk Edebiyatına Giriş, Ankara.
Mermer, Ahmet ve Neslihan Koç Keskin (2005), Eski Türk Edebiyatı Terimleri
Sözlüğü: Ankara.
Miyasoğlu, Mustafa(1999), Ziya Osman Saba: Ankara.
Onay, Ahmet Talat(1996), Türk Şiirlerinin Vezni, (Haz.Cemal Kurnaz): Ankara.
Pala, İskender (2010), Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü: İstanbul.
Saraç, Yekta (2006). Klasik Edebiyat Bilgisi Belagat: İstanbul.
Şafak, Yakup (1996), “Fars ve Türk Edebiyatlarındaki Arûz Vezinlerinin Ritmik
Yapıları Üzerine Düşünceler”, Yedi İklim, X (70), 31-34.
Tarlan, Ali Nihat (1992), Necâtî Bey Divanı: Ankara.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İÇİNDEKİLER
EDEBÎ SANATLAR
• Mecazlar
• Anlam Sanatları
• Söz Sanatları
TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
HEDEFLER
Doç. Dr. Alim YILDIZ
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Türk İslam Edebiyatı'nda edebî sanatların önem ve
gerekliliğini kavrayabilecek,
• Mecazlardan; istiare, kinaye, mecaz-ı mürsel, tariz,
teşbih, teşhis ve intak hakkında bilgi sahibi
olabilecek,
• Anlam sanatlarından, hüsn-i talil, iktibas, iltifat,
istifham, iham vb. sanatların ne olduğunu
anlayabilecek,
• Söz sanatlarından akis, cinas, iade ve iştikak
hakkında bilgi sahibi olabileceksiniz.
ÜNİTE
8
Edebî Sanatlar
GİRİŞ
Türk İslam edebiyatında edebî sanatlar özel bir öneme sahiptir. Bir şairin,
bütün birikimlerini edebî sanatlarla süslemesi veya mana denilen dilberi, edebî
sanat adı verilen süs eşyası ile donatması en tabii hakkı ve üzerine titrediği bir
husustur. Hiç şüphesiz bu, bir yetenek ve kabiliyet işidir. Her bir sözü bir sanatla
süslemek kadar bu sanatı keşfetmek ve anlamak da önemlidir. Zaman zaman bir
beyitte birkaç sanatla karşılaşan okuyucu, aynı zamanda bu edebiyatın ihtişamını
da farkeder.
Sanat yapmak için dilin ağır, ağdalı ve zor anlaşılır olması şart değildir. Şair,
kabiliyet ve yeteneği nispetinde, edebî sanatları, günlük konuşma dilinin sadeliğiyle
verebilir.
Söz konusu edebî sanatlar, üç bölümde ele alınır: Mecazlar, Anlam Sanatları
ve Söz Sanatları.
MECAZLAR
Bir kelimeyi gerçek anlamından başka bir anlamda kullanarak söze canlılık,
güzellik, çarpıcılık ve etkinlik kazandırmak maksadıyla yapılan sanatlardır. Teşbih,
İstiare, kinaye, mecaz-ı mürsel, tariz bu nevidendir.
Teşbîh
Sözü daha etkili bir duruma getirmek için, aralarında türlü yönlerden ilgi
bulunan iki şeyden, benzerlik bakımından güçsüz durumda olanı nitelikçe daha
üstün ve güçlü olana benzetmektir. Teşbih yapılan iki şey arasında hakikat veya
mecaz yönüyle bir ilgi olması gerekir. Teşhis, genellikle benzeyen, benzetilen,
benzetme yönü ve benzetme edatı gibi unsurlarla yapılır. Bu unsurlardan bir veya
birkaçının kullanılıp kullanılmamasına göre; mufassal, mücmel, müekked, beliğ ve
mürsel teşbih gibi farklı isimler alır.
Firâkınla gözüm yaşı edipdir Nîl gibi tuğyân
Vücûdum milkini lutf et be-küllî gark-ı âb etme
Fenayi Cennet Efendi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Edebî Sanatlar
Dünyâyı harâb etdi o mestâne bakışlar
Ol çeşm süzüşler o gazâlâne bakışlar
Şeyhülislam Bahayi
İstiâre
Bir sözün, benzetme amacıyla başka bir söz yerine kullanılmasıdır. Bu sanat
hem bir mecaz hem de bir benzetme sanatıdır. Teşbihin tekamül etmiş şeklidir.
İstiare, açık, kapalı ve yaygın olmak üzere üçe ayrılır.
1. Açık İstiare: Benzetme öğelerinden sadece benzetilen ile yapılan
istiaredir. Bu istiare türünde benzetilen söylenir ama benzeyen söylenmez.
Kadem kadem gece teşrîfi o mehin
Cihân cihân elem-i intizâra değmez mi
Naili
Bu beyitte sevgili aya benzetilmiştir. Ancak benzeyen durumundaki sevgili
söylenmemiş benzetilen konumundaki meh (ay) söylenerek açık istiare yapılmıştır.
2.Kapalı İstiare: Benzetme öğelerinden sadece benzeyen ile yapılan
istiaredir.
Eşcâr-ı bâğ hırka-ı tecrîde girdiler
Bâd-ı hazan çemende el aldı çenârdan
Baki
Bu örnekte ise, ağaçlar ve sonbahar rüzgarı müride; çınar ağacı ise, mürşide
benzetilmiştir. Ancak, benzetilen durumunda olan mürit ve mürşit söylenilmeyerek
kapalı istiare yapılmıştır.
3. Yaygın İstiare: Bir düşünce, davranış ya da eylemin daha kolay
anlatılabilmesi için simgelerle canlandırılarak somut hâle getirilmesidir. Modern
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Edebî Sanatlar
Türk şiirinde daha çok kullanılmıştır. Örneğin Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi” isimli
şiirindeki “gemi”, ölümü temsil etmektedir.
Sessiz Gemi
Örnek
Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Mechûle giden bir gemi kalkar bu limandan
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli
Günlerce siyah ufka bakan gözleri nemli
Bîçâre gönüller! Ne giden son gemidir bu
Hicranlı hayatın ne de son mâtemidir bu!
Dünyâda sevilmiş ve seven nâfile bekler
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler
Birçok gidenin her biri memnûn ki yerinden
Birçok seneler geçti dönen yok seferinden
Yahya Kemal Beyatlı
Kinâye
Bir gerçeği mecaz yoluyla dolaylı olarak, üstü kapalı bir şekilde anlatma
sanatıdır. Kullanılan sözde hem gerçek hem de mecaz anlam bulunmasına rağmen
mecaz anlam gerçek anlamdan daha üstün durumdadır. Deyimlerden çoğu bu
yönüyle kinayeli sözlerdir.
Leb-i la‘line sanman hat gelip hüsn ü bahâ gitti
Bana bir âşık olsa demeden ağzında tüy bitti
Cemali
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Edebî Sanatlar
Mecâz-ı Mürsel
Bir sözü gerçek anlamı dışında benzetme amacı gütmeksizin bir başka
anlamda kullanma sanatıdır. Bu sanattan amaç, söze güzellik, canlılık ve etkinlik
katmaktır.
Sende seyr-i ahsen-i takvîme isti‘dâd yok
Yoksa olmaz sûret-i insân-ı kâmil nâ-bedîd
Hersekli Arif Hikmet
Ta‘rîz
Biriyle alay etmek, onu küçük düşürmek maksadıyla söylenen sözün, gerçek
ve mecaz anlamının dışında, tam tersini kastetme sanatıdır. Oldukça sık kullanılan
sanatlardandır.
Bize kâfir demiş Müftî Efendi
Tutalım ben ana diyem müselmân
Varıldıkda yarın rûz-ı cezâya
İkimiz de çıkarız anda yalan
Nefi
Benim züğürtlük ile ellerim taş altında
Muzahrafâtın o dürr ü güher satar Hân’a
Nefi
Teşhîs ve İntâk
Teşhis, insan dışındaki varlıkları düşünen, duyan ve hareket eden bir insan
kişiliğinde göstermek, onları kişileştirmektir. Teşhis, istiare gibi diğer sanatlardan
da yararlanır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Edebî Sanatlar
İnsan cinsinden olmayan ve konuşma özelliğine sahip bulunmayan varlıkları
konuşturma sanatına ise intak adı verilir.
Gül hasretinle yollara tutsun kulağını
Nergis gibi kıyâmete dek çeksin intizâr
Baki
Benim adım dertli dolap
Suyum akar yalap yalap
Böyle emreylemiş Çalap
Derdim vardır inilerim
Yunus Emre
Sordum sarı çiçeğe annen baban var mıdır
Çiçek eydür derviş baba annem babam toprakdır
Yunus Emre
Uğrayı geldi bir eşek nâgâh
Sordu hâlini kıldı derd ile âh
Şeyhi
ANLAM SANATLARI
Kelimelerin gerçek anlamları ile kelimeler arası anlam ilişkilerini bir nükte ile
ifade eden sanatlardır. Bunlar; hüsn-i talil, iham, iktibas, istihdam, istidrak,
istifham, leff ü neşr, mubalağa, sihr-i helal, tecahül-i arif, telmih, tensik, tenasüb,
tevriye ve tezat gibi sanatlarlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Edebî Sanatlar
Hüsn-i Ta‘lîl
Anlatıma bir güzellik katmak amacıyla, herhangi bir gerçek olayın
meydana gelmesini, hayalî ve güzel bir sebebe bağlamaktır. Ancak bu nedenin
kesin bir yargıya dayanması gerekir.
Hurşîde baksa gözleri halkın dola gelir
Zîrâ görünce hâtıra ol meh-likâ gelir
Baki
Yâri görsem girye-i bî-ihtiyâr eyler gulüv
Âfitâba kim bakarsa çeşmi lâ-büd yaşlanır
Ahmed Hamdi
İktibas
Söze, anlamı pekiştirmek amacıyla ayet, hadis ya da bunlardan parçalar
almaktır. Tam ve kısmi veya manevi ve lafzi iktibas şeklinde kullanımı
bulunmaktadır.
Hâlim harâb bağrım kebâb mahbûb ise ‘âlî-cenâb
Hüsn-i cemâline eren tûbâ lehû hüsne meâb (Ra‘d, 13/29)
Fenayi Cennet Efendi
Senin hakkında geldi çünki mûtû
Gel imdi meyyit ol kabl’en-temûtû (Hadis)
İbrahim Gülşeni
İltifât
Bir konu anlatılırken, o anda doğan bir duygunun etkisiyle, konu dışına
çıkmadan, sözü hitap edilen kişiden bir başkasına yöneltme sanatıdır. Sözü gaipten
muhataba, muhataptan gaibe döndürme sanatı olarak da tanımlanır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Edebî Sanatlar
Pâyına yüz sürdüğün buldı bu kadri güneş
Ey güneş hoş südde-i ülyâya etdin ittikâ
Şemi
Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor
Bir hilâl uğruna yâ Rab ne güneşler batıyor
M. Akif Ersoy
İstifhâm
Şairin cevabını bildiği bir konuyu soru şeklinde sorarak söylemesine istifham
sanatı denir. Dikkat çekmek için sorulan bu sorunun cevabı beklenmez.
Beni cândan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan murâdım şem‘i yanmaz mı
Fuzuli
Nedendir bâğ-ı ‘âlemde çiçekler muhtelif elvân
Boyacısı bir iken hep bu eşcâr ile ezhârın
Fenayi Cennet Efendi
İstihdâm
Bir sözcük ya da deyimi hem gerçek hem de mecazi anlamda kullanma
sanatıdır. Şiir her iki anlamıyla da açıklanabilir.
Zâhidâ sâgârı çekmek eğer olduysa günâh
Sen sevâb içre bulun biz bu günâhı çekelim
Hayali
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Edebî Sanatlar
Zamân o gül gibi gül görmemiş zamân olalı
Gülün güzelliği dillerde destân olalı
Yahya Kemal Beyatlı
Îham
İki ya da ikiden fazla anlamı bulunan bir sözcüğü bir dize veya beyit içinde
bütün anlamlarını kastederek kullanma sanatıdır. Okuyucu bu kelimenin hangi
anlamı kastedilerek kullanıldığında şüpheye düşer.
N´ola şâdî olursa hüdhüd-i dil
Peyâm-ı yâr erişdirdi sabâdan
Fenayi Cennet Efendi
Gam-ı hattıyla yârin nice bir dil pür melâl olsun
Sür ey sâkî ayağı mûr-ı gussâ pây-mâl olsun
Baki
Leff ü Neşr
Genellikle bir beyit içinde, birinci dizede en az iki şeyi söyleyip, ikinci dizede
bunlarla ilgili benzerlik ve karşılıkları vermektir. Birinci dizede verilen kelimelerle
ikinci dizede verilenler belli bir sıra takip ediyorsa “leff ü neşr-i müretteb”, belli bir
sıra takip edilmeksizin yer alıyorsa “leff ü neşr-i gayr-i müretteb” ismini alır.
1. Leff ü neşr-i mürettep:
Letâfetde leb ü dendânın u alnın yüzün olmuş
Biri Kevser biri Necm ü biri Nûr u biri Tâ-Hâ
Ahmedi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Edebî Sanatlar
2. Leff ü neşr-i gayr-i müretteb:
Dahi farz u sünneti eyle edâ
Kavl-i Ahmed dürür ü emr-i Hudâ
İbrahim Gülşeni
Mâil olmaz gül ü şimşâd-ı çemen seyrine dil
Göreli gül-şen-i hüsnünde kad ü ruhsârın
Baki
Mübâlaga
Bir sözün etkisini güçlendirmek maksadıyla, o şeyi olağanüstü bir tarzda
anlatma sanatıdır. Bu sanatta, söz konusu edilen şey abartılı bir şekilde anlatılır.
Şöyle nâz uykusuna varmış o yâr ey Bâkî
Ki cihân halkı figân eylese bîdâr olmaz
Baki
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın
Gömelim gel seni târihe desem sığmazsın
M. Akif Ersoy
Nidâ
Şairin, çok duygulanması ve heyecanlanması sonucunu doğuran olayları ve
varlıkları göz önüne getirip “ey, hey” gibi ünlemlerle seslenmesidir. Bundan dolayı
nida, tekrir ve teşhis sanatlarıyla birlikte kullanılır.
Ey sabâ ref‘ et hicâbı ol gül-i bî-hârdan
Bülbül-i bâğ-ı belânın kârı efgân olmasın
Fenayi Cennet Efendi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Edebî Sanatlar
Ne diyem sana ey zâhid ki ancak
Bu ‘aşk ahvâlini bilmez her ahmak
İbrahim Gülşeni
Rücû‘
Söylenen bir sözden vazgeçmiş gibi görünerek onun yerine daha güçlü bir
düşünceyi söylemektir.
Sordum meğer bu dürc-i dehendir dedim dedi
Yok yok devâ-yı derd-i nihânın durur senin
Fuzuli
Erbâb-ı teşâür çoğalıp şâir azaldı
Yok yok öyle değil şâirin ancak adı kaldı
Muallim Naci
Tecâhül-i Ârif
Bilinen bir gerçeği, bir nükteye dayanarak bilmiyormuş gibi söyleme,
bilmezden gelme sanatıdır.
Derd-i hicrân ile benzim sararıp solmadadır
Gözümün yaşları bilmem ki neden âl oluyor
Üsküdarlı Safi
Göz gördü gönül sevdi seni ey yüzü mâhım
Kurbânın olam var mı benim bunda günâhım
Nahifi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Edebî Sanatlar
Tekrîr
Sözün etkisini artırmak amacıyla bazı kelime ya da kelime guruplarını
tekrarlama sanatıdır.
Nedir bu handeler bu işveler bu nâz u istiğnâ
Nedir bu cilveler bu işveler bu kâmet-i bâlâ
Baki
Senin nakş-ı hayâlin cân içinde
Musavverdir musavverdir musavver
Nesimi
Telmîh
Anlamla ilgili sanatlardandır. Herkesçe bilinen geçmişteki bir olaya, ünlü bir
kişiye bir inanca ya da yaygın bir atasözüne işaret etmek ve onu anımsatmaktır.
Şi‘rim de hazîn ben de hazînim yine Sâfî
Ya‘kûb-sıfât mâlik-i beytü'l-hazen oldum
Üsküdarlı Safi
Değildir lâle dağ içre açılmış
Yüreği kanı Ferhâd’ın saçılmış
İbrahim Gülşeni
Tenâsüb
Bir konu üzerinde, aralarında çeşitli ilgiler bulunan en az iki sözcük, terim
veya deyimi bir dize ya da beyit içinde rastgele, sıralama amacı gütmeden
kullanmaktır.
Yanağın âteş-i Mûsâ dudağın mu‘ciz-i Îsâ
Kemâl-i hüsne Yûsuf’sun Muhammed’den dutarsın hû
Şeyhi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Edebî Sanatlar
Tevriye
İki anlama gelen bir sözcüğün bir anlamı beytin genel anlamına uyar, öteki
anlamı uzaktan ya da dolaylı olarak ilgili olursa tevriye sanatı meydana gelir.
Tevriye sanatında uzak anlam kastedilir ve asıl söylenmek istenen kapalı olarak
söylenir.
Gül gülse dâim ağlasa bülbül ‘aceb değil
Zîrâ kimine ağla demişler kimine gül
Zati
Bir delikanlı harâmîdir deyi ‘afv etdiler
Asmadan kurtuldu ammâ çok sıkılmıştır şarâb
Naili-i Kadim
Tezâd
İki düşünce, duygu ve hayal arasında birbirine karşıt olan nitelikleri ve
benzerlikleri bir arada söylemektir. Bir şeyin birbirine karşıt görünen özelliklerini
bulup çıkarmak da tezat sanatına girer.
Bend olanlar zülf-i hâlin dâmına âzâdedir
Câm-ı la‘lin ‘Îsâ-veş mürde dile cân-dâdedir
Fenayi Cennet Efendi
Ezelden şâh-ı ‘aşkın bende-i fermânıyız cânâ
Muhabbet mülkünün sultân-ı ‘âlî-şânıyız cânâ
Baki
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Edebî Sanatlar
SÖZ SANATLARI
Kelimelerin yapılarını, söylenişlerini veya yazılışlarını esas alan sanatlardır.
Anlam yönünden başka bir sanata konu olan bir kelime yapı, ses veya yazılışına
göre de yine ayrı bir sanat türü olabilir. Akis, cinas, iade, iştikak bu nevi edebî
sanatlardandır.
Akis
Bir dize ya da cümlenin anlamlı iki parçasından birini önce, diğerini sonra
söylemek suretiyle dizeyi ters çevirerek aynı anlamda bir dize veya cümle
oluşturma sanatıdır. Aks-i tam ve aks-i nakıs olmak üzere ikiye ayrılır.
Cennet gibidir rûyun rûyun gibidir cennet
Âdem doyamaz sana sana doyamaz âdem
Nazim
Şâmdan subha kadar inlemedir kânûnum
Subhdan şâma kadar ağlamadır âhengim
Üsküdarlı Safi
Cinas
Sözle ilgili sanatlardan birisi olan cinas sanatı, söylenişleri ve yazılışları bir
fakat anlamları farklı iki ayrı sözcüğü bir arada kullanmaktır.
Nihâl-i tâzedir kaddin dehânın gonca rûyun gül
Bir iken iki olsun gel açıl gonca-dehânım gül
Şeyhülislam Yahya
Hubb-i mâsivâ günâh yeter
Cân-ı sûzâna her gün âh yeter
Fenayi Cennet Efendi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Edebî Sanatlar
İ`âde
Bir şiir içindeki her beytin son sözcüğünü, sonraki beytin ilk sözcüğü olarak
kullanma sanatıdır. Böyle yazılmış şiirlere muad adı verilir.
Ey vücûd-ı kâmilin esrâr-ı hikmet masdarı
Masdarı zâtın olan eşyâ sıfâtın mazharı
Mazharı her hikmetin sensin ki kilk-i kudretin
Safha-ı eflâke nakş etmiş hutût-ı ahteri
Fuzuli
Mısr-ı cemâl içinde sen Yûsuf-ı huceste
Sen Yûsuf-ı huceste aşkında ben şikeste
Aşkında ben şikeste bil ey tabîb-i dil kim
Düştüm gamınla derde oldum ölümlü haste
Subhi
İştikâk
Aynı kökten türemiş en az iki sözcüğü bir dize ya da beyit içinde
kullanmaktır. Yazılışları ve okunuşları aynı fakat kökleri farklı kelimelerle yapılırsa
şibh-i iştikak adını alır.
Safâ-yı şi‘r-i Sâfî var mıdır şehd-i musaffâda
Sorun ey zevk-dârân-ı sühan şîrîn-zebânlardan
Üsküdarlı Safi
Ne yapsın tavrını bozmazdı ammâ bozdurup âhir
Güzeller Gâlib-i nâ-çârı mağlûb eylemişler
Şeyh Galip
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Özet
Edebî Sanatlar
•Edebiyatımızda ve özellikle de şiirde edebî sanatlar önemli bir yere
sahiptir. Bir şair bu edebî sanatları iyi biliyor ve yazmış olduğu şiirlerinde
bu sanatları yerli yerinde kullanıyorsa şiiri o nisbette değer kazanır.
•Edebiyatımızda edebî sanatları genel olarak üç ana kısımda incelemek
mümkündür. Bunlardan ilki "Mecazlar", ikincisi "Anlam Sanatları",
üçüncüsü de "Söz Sanatları"dır.
•Mecazlar denildiğinde akla ilk gelen edebî sanatlar; istiare, kinaye,
mecaz-ı mürsel, tariz, teşbih, teşhis ve intaktır.
•Anlam Sanatları denildiğinde, hüsn-i talil, iktibas, iltifat, istifham, iham,
leff ü neşir, mübalağa, nida, rücu, tecahül-i ârif, tekrir, telmih, tenasüb,
tevriye ve tezad gibi sanatlardır.
•Söz sanatları ise akis, cinas, iade ve iştikak sanatlarıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Edebî Sanatlar
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Sözü daha etkili bir duruma getirmek için, aralarında türlü yönlerden ilgi
bulunan iki şeyden, benzerlik bakımından güçsüz durumda olanı nitelikçe
daha üstün ve güçlü olana benzetme sanatı aşağıdakilerden hangisidir?
a) Mecaz
b) İstiare
c) Tecahül-i arif
d) Telmih
e) Teşbih
2. İnsan cinsinden olmayan ve konuşma özelliğine sahip bulunmayan varlıkları
konuşturma sanatına ne ad verilir?
a) Hüsn-i talil
b) İntak
c) Nida
d) Akis
e) Teşhis
3. Aşağıdakilerden hangisi mecazlardan biri değildir?
a) İstiare
b) Kinaye
c) Teşbih
d) İktibas
e) Teşhis
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Edebî Sanatlar
4. Baki’nin; “Hurşîde baksa gözleri halkın dola gelir/ Zîrâ görünce hâtıra ol
meh-likâ gelir” beyti hangi edebî sanata örnektir?
a) Hüsn-i talil
b) İstifham
c) Rücu
d) Telmih
e) İştikak
5. İki düşünce, duygu ve hayal arasında birbirine karşıt olan nitelikleri ve
benzerlikleri bir arada söylemek sanatı aşağıdakilerden hangisidir?
a) Tevriye
b) Telmih
c) Tezat
d) Teşhis
e) Tenasüb
6. Aşağıdakilerden hangisi anlam sanatlarından biri değildir?
a) Hüsn-i talil
b) İntak
c) iktibas
d) İstifham
e) İltifat
f)
7. Nazim’in, “Cennet gibidir rûyun rûyun gibidir cennet/Âdem doyamaz sana
sana doyamaz âdem” beyti hangi edebî sanata örnektir?
a) Nida
b) Rücu
c) Akis
d) İade
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Edebî Sanatlar
e) Tevriye
8. Söylenişleri ve yazılışları bir, fakat anlamları farklı iki ayrı sözcüğü bir arada
kullanmak sanatı aşağıdakilerden hangisidir?
a) Cinas
b) Tevriye
c) İştikak
d) Hüsn-i talil
e) Rücu
9. Aşağıdakilerden hangisi söz sanatlarından biri değildir?
a) Akis
b) Cinas
c) İade
d) Nida
e) İştikak
10. Herkesçe bilinen geçmişteki bir olaya, ünlü bir kişiye bir inanca ya da
yaygın bir atasözüne işaret etmek ve onu anımsatmak şeklinde tarifi yapılan
edebî sanat aşağıdakilerden hangisidir?
a) Kinaye
b) İktibas
c) Rücu
d) İade
e) Telmih
Cevap Anahtarı
1e 2b 3d 4a 5c 6b 7c 8a 9d 10e
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Edebî Sanatlar
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Ahmed Cevdet (1311), Belâgat-ı Osmâniye: İstanbul.
Aktaş, Hasan (tsz.), Klasik Türk Şiirinde Edebî Sanatlar: Edirne.
Aktaş, Hasan (2002), Modern Türk Şiirinde Edebî Sanatlar: İstanbul.
Ali Cânib (1340), Edebiyat (Nesir-Nazım): İstanbul.
Banarlı, Nihat Sami (1997), Resimli Türk Edebiyatı Tarihi: İstanbul.
Cengiz, Halil Erdoğan (1983), Divan Şiiri Antolojisi: Ankara.
Dilçin, Cem (1983), Örneklerle Türk Şiir Bilgisi: Ankara.
Kocakaplan, İsa (1992), Açıklamalı Edebî Sanatlar: İstanbul.
Muallim Naci (1307), Istılâhât-ı Edebiyye: İstanbul.
Pekolcay, Necla vd. (2000), İslâmî Türk Edebiyatında Şekil ve Nev’îlere Giriş, 5.
Baskı: İstanbul.
Soysal, M. Orhan (1992), Edebî Sanatlar ve Tanınması: İstanbul.
Şener, Halil İbrahim ve Alim Yıldız (2003), Türk İslam Edebiyatı: İstanbul.
Yıldız, Alim (2010), Fenayi Cennet Efendi Divanı: Sivas.
Yıldız, Alim (2002), “Üsküdarlı Sâfî‟nin “Şi„r-i Sâfî” İsimli Eseri Üzerine”, CÜ,
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sivas, Sayı: VI/ II, s. 269-287.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İÇİNDEKİLER
VARLIK ve İNSAN
•Mutlak Varlık Sadece Allah’tır
•İki Varlık Biçimi: Vahdet ve Kesret
•Devir Nazariyesi ve Varlık
•Şiirdeki Varlık ve İnsan
•Varlıkların Canlı-Cansız Oluşu
•Eski Şiirde İnsan
•Bizzat Edebî Eserin Aktörleri Olan İnsanlar:
•Âşık
•Sevgili (Ma’şûk), Memdûh (övülen):
•Rakîb
•Rind
•Zâhid, (Sofu, Vâiz, Nasih)
•Birinci Maddedeki Kişilerin Somutlaması İçin Seçilmiş
İnsanlar
•Peygamberler
•Önemli Dinî Şahsiyetler
•Ünlü âşıklar
•Mitolojik ve Efsanevi Kişiler
•Tarihî Kişiler
•Çeşitli Meslek Erbabı
TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
Yrd. Doç. Dr. Dursun Ali TÖKEL
HEDEFLER
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
ÜNİTE
9
Varlık Ve İnsan
VARLIK VE İNSAN
Türk İslam edebiyatında varlık çeşitleri genelde üç ana başlıkta incelenir: 1.
Mutlak (vacip) varlık: Varlığı kendisinden olan, var olmak için başkasına muhtaç
olmayan varlık: Allah. 2. Mümkün (caiz) varlık: Varlığı da yokluğu da mümkün
olabilen, var olabilmek için bir var ediciye muhtaç olan varlıklardır. Allah dışındaki,
bütün varlıklar bu gruba girer. 3. Muhal (mümteni) varlık: Var olması mümkün
olmayan varlık kategorisidir. Aslında bu bir varlık alanı sayılmaz, ama yine de eski
eserlerde bahsi geçer. Mesela Allah’la beraber başka bir tanrının varlığı
düşünülemez. Allah’ın güçsüz veya zayıf olması kabul edilemez. Yani bunların var
olması mümkün değildir.
Mutlak Varlık Sadece Allah’tır
Bütün bu varlık tasavvurlarında tabiidir ki, asıl varlık sadece ve sadece
Allah’ın zatıdır. O, mevcud-ı mutlak’tır. Buna lâ-mevcûde illa’llâh (Allah’tan başka
var olan yoktur) denir. Ayette açıkça belirtildiği gibi; “Ondan başka her şey yok
olucudur.” (Kasas: 88). “O, Evvel, Âhir, Bâtın ve Zâhir’dir.” (Hadid: 3). Varlığı
başlangıç ve sonuç itibariyle bir bilmeye, varlığın birliği anlamına vahdet-i vücud
denir. Buna göre, hakiki varlık tektir ve O da Allah’tır. Diğer bütün varlıklar bir
vehimden, mecazdan ibarettir. Bu durumu büyük şairimiz Şeyh Gâlib şu
mısralarıyla ifade eder:
Tedbîrini terk eyle takdir Hudâ’nındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır
(Taktir Allah’a ait olduğuna göre, tedbirini terk et! Sen yoksun, gördüğün
her şey bir kuruntu ve şüpheden ibarettir.)
Cemaleddin Uşşaki de bu durumu şu mısralarıyla ifade etmektedir:
Her yerde oldur görünen
Her gözden oldur gören
Her şeye oldur bürünen
Her anda an içindedir.
Evrende var olan her şey bu mutlak varlık olan Allah’ın bir aksinden ibarettir.
O istemediği zaman var olan her şey yok olacaktır. O, vücud-ı mutlaktır; kusursuz
güzelliğinden dolayı hüsn-i mutlaktır (mutlak güzellik). Hiç bir şey yokken O vardı,
her şey yok olduktan sonra da sadece O var olmaya devam edecektir. Diğer
varlıklar ise, ya mümkündür veya muhaldir (imkansızdır).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Varlık Ve İnsan
İki Varlık Biçimi: Vahdet ve Kesret
Hakikatte her şey vahdet ve kesret ikileminde açıklanır. Asıl olan Vahdet’tir
(teklik). Bunun dışında gördüğümüz her şey kesret’ten (çokluk) ibarettir. Kesret,
varlığın ve görüntünün bizi aldatmasıdır. Aslında derinden baktığımızda kesret olan
şeyin bir vahdete indirgeneceği hemen görülür. Mesela; buz, su ve buharın aynı
şey olduğunu bilmeyen biri için bunlar üç farklı şeydir. Bu kişiye bunların aynı şey
olduğunu ispat için buz ısıtılır, su olur; su ısıtılır, buhar olur. Üç farklı şeymiş gibi
görünen bu varlığın aslında tek varlığın değişik biçimlerdeki tecellisi olduğu görülür.
Burada kesret buz, su, buhar; vahdet ise, suyun da aslı olan varlıktır ki, bu da
zıtlıklar âlemiyle tezahür eder. Bu zıtlıkla kastımız şudur: Su ile ateş arasında
normal bakışta bir zıtlık ilişkisi vardır (su ateşi söndürür). Ama hakikatine
bakıldığında suyun aslı H20’dur (iki hidrojen, bir oksijen). Hidrojen bilinen en iyi
yanıcı, oksijen ise bilinen en iyi yakıcıdır. Suyun normalde söndürücü olarak
görülmesine karşın derinliğinde evrendeki en kuvvetli yanıcı ve yakıcı maddelerden
oluştuğu anlaşılır; yani su, aslında evrendeki en tehlikeli yanıcı veya yakıcıdır.
O zaman şöyle diyebiliriz: Su ve ateş kesret âleminde birbirlerine tamamen
zıt varlıklarken, vahdet âleminde aslında aynı şeylerdir. Mesela harflere
baktığımızda da aynı şeyi görürüz. Eski harflerin yapısı göz önüne alınarak şöyle
söylenir: Yazılara baktığımızda pek çok harf görürüz. Fakat dikkatlice baktığımızda
aslında bütün harfler elif harfinin değişik görünümlerinden ibarettir. Elif, eski
alfabede yukarıdan aşağıya çekilen düz bir çizgidir (‫)ا‬. Elif bu formundan çıkarak
diğer harflerde başka şekillere girmiş (tecelli etmiş) ve kendisini gizlemiştir: (Re’de,
hançer gibi (‫)ر‬, cim’de karnıyarık bir hâlde (‫)ج‬, vav’da boynu bükük (‫)و‬, nun’da içi
oyulmuş (‫ )ن‬bir hâlde görünür.) Peki, elif’in aslı nedir? Elif’in aslı da noktadır. O
hâlde bütün yazıların, kelimelerin, harflerin aslı noktadan ibarettir. Ama bizler çok
dikkat etmedikçe noktayı değil, onun girdiği suretleri, harfleri, heceleri, kelimeleri
vb. görürüz.
Varlığın değişmeyen
özü cevher; değişen
niteliği ise araz’dır. Altın
cevher; rengi, biçimi
arazdır.
Buradan da şu sonuca ulaşırız: Varlık kesret ve vahdet olarak iki formda
karşımıza çıkar, fakat kesret olarak nitelendirilenler özüne inildiğinde aslında
vahdetin biçimleri, dönüştürülmüş tecellileri olduğu görülecektir. Kesret, suretler
âlemidir (araz), vahdet ise özdür (cevher). Formlar, biçimler bizim hakikati
görmemizi engelleyen perdelerdir. O perdeleri kaldırdığımızda hakikati müşahede
etmiş oluruz: “Formlarla pekiştirilen mahiyetler, kendisiyle her şeyi kuşatan varlığın
doğrudan müşahadesi arasına, tabiri caizse, kalın bir perde koymuştur. Varlığın
hakikati insanoğluna ancak bu engeller kaldırıldığında çıplak bir biçimde
görünmeye başlar.” (İzutsu 2003: 48).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Varlık Ve İnsan
Devir Nazariyesi ve Varlık
Türkler, Araplardan sonra Müslüman olan üçüncü büyük kavimdir. Mısır ve
İran Hz. Ömer devrinde, yani sahabelerin yaşadığı devirde Müslüman idaresine
girmişlerdi. Dolayısıyla asli ve saf kaynağa çok yakındılar. Türklerin Müslüman
olduğu çağlarda artık sahabe Müslümanlar kalmamış, dinde ehl-i sünnete uygun
yorumlar yanında her tarafı aşırıya kaçan batini yorumlar da kaplamıştı. Orta
Asya’nın dinin yayıldığı ana kaynağa uzaklığı düşünülürse, pek çok aracının rolü
tartışmasız kabul edilecek demektir.
Tasavvuf, insanı Hz.
İnsan yapmaktır.
Ahmed Yesevi başta olmak üzere Türklerin İslamiyeti öğrendiği kaynak göz
önüne alınırsa, tekkenin, medreseden önce geldiği görülecektir. Müslüman
Türklerin din algısı medreseden değil de daha ziyade tekkeden geldiği için, Türk’ün
din algısı, yaşayışı bu dinin edebiyata veya sanata yansıması tümüyle tasavvufun
din yorumuyla olmuştur. “İslamiyet dairesine yeni giren ve felsefi fikirlerin
inceliklerinden henüz bir şey anlamayan basit ve sade bir çevrede, yine aynı
mahiyette basit ve sade dinî ve ahlaki esasları telkin eden, daha doğrusu dinî ve
ahlaki propaganda yapan bir tasavvuf mesleğinin bu başarısı tabii idi. Bilhassa
Ahmed Yesevi, halkın anladığı bir lisan ve alışmış olduğu edebî şekillerle hitap
ediyordu.” (Köprülü 1984: 115). Ahmed Yesevi bu yeni dini Türklere daha çok
edebî türlerle ve tasavvufun remiz ve sembolleriyle anlattığından tasavvufi dünya
yorumu bilinmeden Türklerin İslam’a girişinden sonra doğan medeniyetinden de
bir şey anlaşılmaz.
Klasik edebiyatımızın varlık tasavvuru tasavvufun kabul ettiği anlayışla
birebir örtüşür. Şiirimizin dili de tasavvufun oluşturduğu imgesel dildir. “Tasavvuf,
İslam kültürünün mühim bir parçası hâline geldikten sonra, ürettiği hayli karmaşık
ve sofistike sembolik dilin de etkisiyle gerek edebiyata, gerekse görsel sanatlara
yaklaşımı değiştirdi.” (Leaman 2010: 50-51). Türk şiirinin tasavvufi tarafı, Türk
şairinin varlık anlayışının anlaşılmasında en önemli metinleri içermektedir: “Türk
tasavvuf şiiri örnekleri dil, ruh ve üslup itibariyle fikir ve edebiyat tarihimizde ayrı
bir yere sahiptir. Zaman zaman ferdî hasret ve özlemlerini dile getirmekle beraber
insana bakışı, varlığı değerlendirmesi itibariyle divan ve halk şiirinden farklı bir
özelliğe sahip olan bu edebiyat, yer yer ancak erbabının anlayabileceği rumuz ve
ıstılahlarla da yüklüdür.” (Uçman 2000: 88).
Tasavvufun kabul ettiği varlık görüşünün en önemli basamaklarından birisi
de devir nazariyesidir. Bu görüşü işleyen şiirlere devriye adı verilir. Devriye: “Her
varlığın Allah’tan gelip tekrar Allah’a döneceği devir nazariyesinin işlendiği şiirdir.
Bu nazariyenin temelinde, her şey aslına rücu eder (döner) düşüncesi vardır.
Nitekim konuyla ilgili olarak zikrettikleri Bakara suresinin 156. ayeti de: ‘Biz Allah’a
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Varlık Ve İnsan
Âdem mikro âlem, âlem
ise makro âdemdir.
aidiz, yine ona döneceğiz.’ ifadesiyle bunu teyit etmektedir. Mutasavvıflara göre,
devir nazariyesi şu esasları ihtiva eder: Yaratılmış bütün varlıkların her biri Allah’ın
bir sıfatına mazhar olmuştur. Bu varlıklar içinde insan, eşref-i mahlukattır ve
mutlak varlığın yani Yaradan’ın çok özel lütuflarına mazhardır. Bir bakıma zübde-i
âlemdir (âlemin özü). İnsan bu sıfatları belli merhalelerden geçtikten sonra elde
etmiştir. İşte, Allah’ın sıfatlarının bütün kâinatta süzülüp insanda tecelli etme
görüşüne devir nazariyesi denilir. Devriyeler de bu hadiseyi yani mutlak varlıktan
insana ve insandan aslına dönüşe kadar süren devri konu edinir. Buna göre
dünyaya gelen varlık ilk önce cemad (cansız) dır. Sonra nebat (bitki), daha sonra
hayvan, en sonra insan şeklinde vücut bulur. Ancak bu, biyolojik bir değişim veya
tekâmül değildir. İnsan, kabiliyeti, azmi ve gayretine göre insan-ı kamil
(tamamlanmış insan), hatta kutb (velilerin en büyüğü) mertebesine yükselir.
Böylece visal-i Hakk’a ererek tekrar geldiği yere yani aslına dönmüş olur.
Devir hareketi, bir daireye benzetilmiştir. Vücud-ı mutlak’tan (Allah), kainata
gelinceye kadar geçen kısma kavs-i nüzul (iniş yayı); süfli âlemden tekrar yüce
âleme yani geldiği yere (vücud-ı mutlak) varıncaya kadar geçen zamana da kavs-ı
uruç (çıkış yayı) denilmiştir.” (Kaya 2007: 232-233).
Peki, tasavvufa göre bütün bu varlıklar niçin var edilmiştir? Tasavvufi inanç
sisteminde var oluşun sebebi şu kutsi hadisle açıklanır: “Ben gizli bir hazine idim.
Bilinmeyi diledim ve âlemi yarattım.” Allah yaratmayı murat ettiğinde önce bir nur
yaratmış ve ona tecelli ederek “kün, (ol!)” demiş ve âlem var olmuştur: “Bu âlem
Allah’ın cemalinin aksettiği bir ayna gibidir. O, gizli bir hazine iken bilinmeyi dilemiş
ve güzelliğini temaşa edebilmek için bu âlemi yaratmıştır. Tasavvuf ehline göre,
âlem O’nun sürekli tecellisi ile vücut bulmaktadır. Aslında varlık bir vehimden
ibarettir. Bir an tecelli etmemeyi istese her şey o anda yok olacaktır.” (Kurnaz
1997: 25).
Mutasavvıflar bu nura, Nur-ı Muhammedî derler. İlk yaratılan şey Hz.
Muhammed’in nurudur ve bütün varlıklar o nurdan halk edilmişlerdir. Bu anlamda
varlığın temelinde bilinmenin, tanınmanın aşkı vardır. Varoluşun temelinde aşk
varsa insan da mutlak varlık olan Allah’ı ancak aşk ile bulabilir. Akşemsettin’in
şiirlerinin özü için kullanılan şu ifadeler klasik Türk edebiyatının geneli için
kullanılacak ifadelerin belli başlılarındandır: “Bu dünya fanidir. Tek varlık vucud-ı
mutlak olan Allah’tır. O hâlde kişi O’ndan gayri her şeyi terk edip vahdete,
fenafillaha erişmelidir. Bu da ancak aşk derdi ile mümkün olur.”(Kurnaz 1997: 24)
İnsanın temel gayesi nedir? “İnsanlar bu dünyaya ‘öz’e ulaşmak sevgisinin
kaynağına ulaşmak için gelmişlerdir; yoksa sen ben kavgasına gelmemişlerdir.
Aksine birbirlerini severek Allah’a ulaşmaya yahut Allah’ı severek birbirlerine
bağlanmaya gelmişledir. Allah, varlıklara, kainata, insana, ruhlara ve en başta Hz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Varlık Ve İnsan
Aşk, ben’i yok ederek
O’nda yaşamaktır.
Peygamber’in ruhuna kendi sevgisi için varlık verdiğine göre, dünya gailesini yenip
Allah ve Peygamber aşkında birleşmek lazımdır. İnsanın vazifesi, Allah’ın güzelliğini,
kudretini en saf ve en yüce şekli ile bilmektir, idrak etmektir; öyleyse insanın Allah
ile böyle bir bilgi ve sevgi münasebeti içine girmesi, kendi varlık yapısının ve ilahi
aşkının yardımıyla olacaktır. Burada en büyük engel olan benliği ve dünya
müşküllerini yenmede en büyük yardımcı yine ilahi aşktır.” (Bolay 1994: 77).
Büyük şairimiz Fuzuli, Divan’ının gazeller bölümünde ilk gazeline şu beyitle
başlıyıp yukarıdaki hakikati şöyle izah ediyor:
Kad enâre’l- ışku li’l-uşşâkı minhâcü’l-hüdâ
Sâlik-i râh-ı hakîkat aşka eyler iktidâ
(Âşıklar için hidayet yolunu aşk aydınlatır. Hakikat yolunun yolcusu aşka tabi
olur.)
Bütün varlıklar sonsuz bir aşk, şevk ve vecd ve cezbeyle dönüp
durmaktadırlar. Yaratılışın aşk üzerine olduğunu, vahdet-i vücud anlayışıyla İslam
düşüncesinde çok önemli değişikler getiren İbn Arabi şöyle açıklıyor:
Biz aşktan südûr ettik
Aşk üzerine yaratıldık
Aşka doğru yöneldik
Aşka verdik gönlümüzü (İbn Arabi: 8).
Bu aşk yolculuğuna çıkan insanın varacağı yer neresidir, bu yolculuk nereye
doğrudur? Bu yolculuğun nihai hedefini büyük şairimiz Fuzuli bir beytinde şöyle
açıklıyor:
Yâ Rab, hemîşe lütfunu et reh-nümâ bana
Gösterme ol tarîki ki yetmez sana bana
(Ey rabbim! Lütfunu, daima bana kılavuz eyle! Sonunda sana ulaşmayan,
varmayan yolu bana gösterme!)
Mutasavvıflarca ideal kabul edilen insanı Yunus Emre çok güzel ifade
etmiştir: İdeal insan, kendisi için ne istiyorsa başkası için de aynısını isteyen
insandır:
Sen sana ne sanırsan
Ayrığa da onu san
Dört kitabın manası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Varlık Ve İnsan
Budur eğer var ise
Bu ideal insan, insanı sürekli vehimler, korkular ve endişeler içinde bırakan
bütün kaygılardan azad olmuştur:
Ne varlığa sevinirem
Ne yokluğa yerinirem
Gönül kimi (neyi)
severse güzel odur!
Aşkın ile avunuram
Bana seni gerek seni
Mutasavvıflar, kendi varlık algılarını en açık şekilde ifade eden düşünce
grubuna mensupturlar. İnanırlar ki; Allah güzeldir, güzeli sever. Yarattığı şeyde
çirkinlik, abeslik olmaz. Bütün varlıklar ona götüren işaretler taşırlar. Varlığın
temelinde aşk ve sevgi olduğu için bu insanlar varlığa sevgiyle bakarlar. Güzellik ve
çirkinlik göreceli kavramlardır. Varlıkta çirkinlik yoktur. Bu yüzden çok derin bir
hoşgörü içinde olurlar. Yunus Emre’nin şu sözleri onların düşüncelerini çok açık bir
şekilde ifade eder: Yaratılanı hoş gör Yaradan’dan ötürü.
Şiirdeki Varlık ve İnsan
Bu girişten sonra Türk İslam edebiyatındaki varlık ve insanın algısına
geçebiliriz. Yukarıdaki bilgiler biraz soyut görünebilir. “Varlıklar bundan mı ibaret,
her şey tamamen soyut mu, yaşanan hayat nerede?” denebilir. Bugün bizim varlığı
sınıflama biçimimiz eski insanlarla kıyaslandığında farklılıklar göstermektedir. Eski
anlayışa göre varlıklarda anasır-ı erbaa denilen dört temel unsur bulunurdu. Girişte
belirttiğimiz mümkün varlıkların tamamı bu dört unsurdan oluşmuştur. Bunlar
sırasıyla şöyledir: Toprak, su, hava ve ateş.
Mevalid-i selase: ‘Üç
doğmuşlar’ anlamına
gelir ki, bunlar da
madenler, bitkiler ve
hayvanlardır.
Bütün varlıklarda bu dört unsur vardır. Bunlardan birinin artmasıyla varlığın
niteliğinde baskın değişmeler olur. Mesela insanda ateşin galip gelmesiyle öfke;
toprağın galip gelmesiyle alçakgönüllülük; suyun galibiyetiyle hareketlilik ve
havanın galip gelmesiyle de haz, keyif ve nefsanilik ağır basmaya başlar. Bazen de
bunlar farklı gerçekliklere göndermeler yapan somutlamalar olurlar: “Sevgiliye ait
güzellik unsurlarından aşığın gözyaşlarına dek birçok bakımdan kullanım alanı
bulan toprak, hava, su ve ateş öğeleri bir arada düşünüldüğünde dünya ve
kâinattan kinayedir. Bu nedenle ‘âlem-i anasır’ madde âlemini karşılar, eskilere
göre dokuz gök, insana nazaran baba, anasır-ı erbaa ise ana mesabesindedir. Bu
ikisinin çocuğu olarak da mevalid-i selâse gösterilir.” (Pala, 2010: 35). Bu cümleler
şu şekilde özetlenebilir: Dokuz kat gök baba; toprak, su, hava, ateşten ibaret olan
anasır-ı erbaa anne; bitkiler, madenler ve hayvanlar ise bunların çocuklarıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Varlık Ve İnsan
Varlıkların Canlı-Cansız Oluşu
Bugün bizim varlıkları canlı cansız şeklindeki tasavvurumuzla eski insanların
tasavvuru aynı değildir. Şiirde, bilhassa hüsn-i talil ve intak adını verdiğimiz
sanatlarla insan olmayan varlıklar insan gibi konuşturulur: Sular akmak için akmaz,
sevgiliyi aramaya çıkmıştır; başlarını taşlara vura vura sevgiliye doğru akıp
gitmektedirler. Taşlar yokuş aşağı yer çekimi gereği yuvarlanmazlar; aşktan
bağırlarını parçalamaktadırlar, aşk sarhoşu olmuşlardır. Bulutlar yağmur damlaları
indirmez; âşığın perişan hâli için ağlamaktadır. Güneş doğup batmak eylemini
sevgiliyi aramak için yapar. Çiçekler bahçelerin duvarlarını aşmışlardır; sebebi
yoldan geçen sevgiliyi görmek içindir vs.
Bizim dışımızdaki varlıkların da birer kişilikleri olduğu ve sanki iradeleri olan
varlıklar gibi hareket ettikleri Kuran’da da açıkça ifade edilmektedir. Eski metinleri
sağlıklı bir şekilde anlamak için bu bilgilere ihtiyaç vardır. Neml suresinde karınca
ve Hüdhüd kuşuyla Süleyman peygamberin konuşmaları (Neml: 18-28); Nahl
suresinde Allah’ın arıya vahy ettiği (Nahl: 68) apaçık yazılıdır. Bir ayette, inkârcı
insanların kalbi taşa benzetilmekte ve hatta insanoğlu Allah’tan korkmazken
taşların bile Allah’tan korktuğu açıkça ifade edilmektedir: “Sonra bunun ardından
kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı oldu. Çünkü taş vardır ki, içinden
ırmaklar fışkırır. Taş vardır ki yarılır da içinden sular çıkar. Taş da vardır ki, Allah
korkusuyla (yerinden kopup) düşer. Allah, yaptıklarınızdan hiçbir zaman habersiz
değildir.” (Bakara: 74). Kuran’a göre bizim dışımızdaki hayvanlar da bizim gibi
ümmettir: “Yeryüzünde gezen her türlü canlı ve (gökte) iki kanadıyla uçan her tür
kuş, sizin gibi birer topluluktan başka bir şey değildir.” (Enam: 38).
Kuran’ın bu varlık tasavvuru edebiyatımızın da varlık tasavvurudur. İster
divan, ister tekke, ister halk edebiyatı adıyla adlandırılsın, İslami anlayışın hâkim
olduğu devrilerdeki Türk edebiyatında da aynı varlık anlayışı devam etmiştir. Bütün
varlıklar âlemi, soyut veya somut hâliyle bu edebiyatta vardır. Somut olarak: Gökler
(astronomi ve astroloji olarak) denizler, dağlar, bağ ve bahçeler, madenler, kıymetli
taşlar, ağaçlar ve bütün çiçekler, gündelik hayatta yer alan güreş, cirit, satranç,
tavla ve benzeri sporlar oyunlar; yeme içme araç gereçleri, yemek türleri, kılık
kıyafet türleri; şehirler, geçmiş medeniyetler vb. soyut olarak, Allah, melekler,
şeytan ve cinler vb.
Klasik Şiirde İnsan
Bütün bu varlıklar âlemi edebiyatta mevzu bahis olsa da tabii ki ana konu,
esas mevzuu daima insandır. Edebiyat insan için yapılan dilsel bir eylem şeklidir.
İnsanın yine insana kendisini dille ifade etme biçimidir. Edebiyatta insan dışında
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Varlık Ve İnsan
bütün varlıklar genellikle insanın kendisini ifadeye bir araç olmak kaydıyla girerler.
Bilhassa Türk İslam edebiyatında bu temel bir anlayıştır. Mesela: Güneş ve ay birer
gök cismi olarak değil, sevgilinin yüzü için birer niteleme sıfatı olurlar. Servi veya
ar’ar ağacı birer ağaç olarak değil, sevgilinin düzgün boyunu ifade için şiirde
vardırlar. Gül; ağız veya yanak (veya ten) için; sümbül, yılan, gece saç için; nergis,
göz için; kılıç, bakış için; mim harfi, dudak için; elif harfi, boy için; ırmaklar, göz yaşı;
rüzgâr, sevgilinin saçlarının kokusu için; altın, aşığın kanlı gözyaşı veya zenginliği
ifade için; gümüş, ya âşığın göz yaşı veya sevgilinin teni için vb. şekilde bütün
varlıklar sevgilinin veya âşığın, zaman zaman da rakibin bir nitelemesi için şiire
girerler. Bu demektir ki, edebî âlemde bütün varlıklar, sevgili adı verilen varlık veya
onun peşinde olan âşık ve bunları engellemeye çalışan rakip (engel) için vardırlar.
Eğer bir varlığın bu şiirsel insanı (veya varlığı) nitelemeyen bir tarafı yoksa şiire
girmezler. Peki, eski şiirdeki söz konusu edilen insan nasıl bir insandır?
Her şey sevgiliye işaret
eder.
Temelde iki sınıf insan vardır, 1. Ehl-i dünya; 2. Ehl-i fena. Ehl-i dünya niçin
yaratıldığını unutmuştur. Dünyaya sahip olmak için delice çabalar durur. Gurur ve
kibir içindedir: Hiç ölmeyeceğini zanneder ve sürekli ben merkezli bir hayat yaşar.
Öte dünyayı hiç hesaba katmaz. Ehl-i fena ise, niçin bu dünyaya geldiğinin
farkındadır. Gurur ve kibre kapılmaz. Üç günlük dünya için ahiretini heba etmez. Bu
insan, tamamlanmış insan (insan-ı kamil) olma yolunda çok önemli mesafeler kat
etmiştir. Varlığa sevinmez, yokluğa üzülmez. Nihayette insan-ı kamil için dört
mertebe belirlenmiştir: Terk-i dünya: Bu kişi öncelikle dünyayı terk edecektir. Bu
terk, tabii ölmek anlamına gelmez. O dünyayı ele geçirecek ama, dünyanın
kendisini ele geçirmesine müsaade etmeyecektir. O dünyaya sahip olacak, ama
dünya ona sahip olmayacaktır. (Kemikli 2007: 52-60). İkinci aşama terk-i ukbadır.
Yani bu kişi ahireti de terk edecektir. Ahireti terk etmek, öte dünyayı inkâr etmek
anlamına gelmez. Aksine yaptığı hiç bir işi öte dünyadaki bir menfaat için
yapmayacaktır. Mesela ibadetlerini Allah rızası için yapacak, cennette huri
kazanmak için yapmayacaktır. Bu hâl Kuran’da şu ayetle anlatılır: “De ki: Şüphesiz
bana, dini Allah’a has kılarak O’na ibadet etmem emredildi.” (Zümer: 11).
Büyük şairimiz Nabi bir beytinde bunu şöyle izah eder:
Olma hayret-zede-i cennet ü nâr
Ol anun sâhibine âşık-ı zâr
(Cennet ve cehennem(isteğiyle) şaşırıp kalma! Asıl onların da sahibi olan
Allah’a yalvaran bir âşık ol!) (Kaplan 2008: 185).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Varlık Ve İnsan
Üçüncü olarak terk-i hestî makamı gelir ki, hestî varlık demektir. Bu kişi
bütün varlığı, iki cihanı terk edecek ve her ne yapıyorsa sadece Allah’a mahsus
kılacak. İki dünya kaygılarından azat olacaktır. Dördüncü olarak terk-i terk makamı
gelir ki, buna rıza makamı da denilebilir. Artık kişi bütün varlıkların tasallutundan
emin olmuş ve kendisini sadece O’na yöneltmiştir. Terk edecek bir şey kalmamıştır.
Bu insana da artık insan-ı kamil adı verilir. Mesela Hz. Ebu Bekir bu tür insanlara en
mükemmel örnektir. Hz. Peygamber’in yardım çağrısına uyarak her şeyini vermiş,
“Evdekilere ne bıraktın?” denildiğinde “Allah ve Resulünü…” demiştir.
Bu sözlerden, klasik şiirde dünyanın sadece tasavvufi ve dinî perspektiften
görüldüğü anlamı çıkarılmamalıdır. Yukarıda da değinildiği gibi, bu şiirde bütün
âlem bir şekilde yer alır ve hemen her cins insan bu edebiyatın dünyasında boy
gösterir. Yukarıda yapılan ikili ayrım baskın görüştür: “Belki de dünya hakikaten
dinî bir nokta-i nazardan görülmeli, ama yine de başka görüş açılarının da mümkün
olduğunu kabul etmek zorundayız... Tasavvuf, farklılığı ve çeşitliliği oldukça
önemser ve dünyanın farklı yoruma açık olduğunu kabul eder.” (Leaman 2010: 28)
Yapılan bir araştırma klasik şiirde hemen her sınıftan şairin bulunduğunu, bunların
benzetmeler dünyasını kendi günlük hayatlarında seçtiklerini, dolayısıyla hemen
her gruptan insanın (mesela cambazlar, okçular gibi) bu şiirde yer aldığını
göstermiştir (İsen 1997: 221-229).
Bunun dışında klasik türk şiirinde görülen insan tiplerini iki ana başlık
etrafında toplayabiliriz:
Edebî Eserin Aktörleri; Tipler: Bunlar şiirdeki temel eyleyenlerdir. Bütün
konular bunların etrafında döner. Ana rolde âşık ve sevgili (maşuk), alt rollerde de;
rakip, rind, derviş, zahit, sofu, vaiz, nasih şeklinde sınıflandırabiliriz.
Âşık: Arayan insanın adı bu metinlerde âşık olarak zikredilir. İnsanoğlu bütün
hayatı boyunca daima bir arayış içindedir. Bazen bir iş, bazen para, bazen eş, bazen
çocuk, bazen unvan, bazen saygınlık, bazen bir resim, bazen bir koleksiyon, bazen
bütünüyle maneviyat, bazen bir anne, bazen bir baba, bazen cennet, bazen bir
şeyh, bazen bizzat Cenâb-ı Hak vb. arayışlar ardı arkası kesilmez. Genellikle aranılıp
da bulunan bir objenin ardından hemen yeni bir arayış başlar. Bulmak yok, aramak
vardır. İnsanın tutkularla arayışını aşk hâli olarak ifade edersek, arayan bu kişiyi de
âşık olarak niteleyebiliriz. İnsanın arayışındaki sonsuz çeşitliliğini aşk olarak
niteleyen biz değil, Yunus Emre’dir. Bir şiirinin girişinde şunları söylemektedir:
Aşksız âdem dünyada belli bilin yok durur
Her biri bir nesneye sevgüsi var âşıkdur
Çalab’ın dünyasında yüz bin türlü sevgi var
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Varlık Ve İnsan
Kabul et kendözüne gör kangısı lâyıkdur
Biri Rahmani’r-rahîm biri Şeytâni’r-racîm
Anun yazugı müzdi sevgüsüne ta’allukdur
Dünyâda Peygamberün başına geldi bu aşk
Tercemanı Cebrâil ma’şûkası Hâlikdur (Tatçı 1990: 100)
Sevgi, ya rahmanidir
kurtarır, ya şeytanidir
helak eder.
(Bu dünyada aşksız bir tek insanın bile olmadığını bilin! Herkesin bir
nesneye sevgisi vardır ve âşıktır. Allah’ın yarattığı bu dünyada yüz binlerce sevgi
vardır; sen kendi özüne hangisi layıksa onu al! Ama bu yüz binlerce sevgi iki başlığa
ayrılır: biri rahmani sevgi, birisi ise şeytani sevgi! Günah veya sevap seçtiğin sevgiye
göredir. Bu aşk peygamberin de başına geldi; bu aşkın tercümanı Cebrail, maşuku
(sevileni) ise hak Teala’dır.)
Yunus Emre Türk İslam edebiyatının aşk anlayışını çok açık bir şekilde ifade
etmiştir. Kim neyin peşindeyse, onun aşkının içindedir. Aşksız bir tek ademoğlu bile
yoktur. Ama herkesin aşkı kendi çapında veya tercihi doğrultusundadır. Yüz
binlerce sevgi vardır, fakat bunları rahmani ve şeytani olarak ikiye ayırır. Zaten bu
edebiyatın kabul ettiği görüşe göre iki tür aşk vardır: Aşk-ı Mecazi, Aşk-ı Hakiki.
Aşk-ı mecâzî, hakikati olmayan mecazi bir aşktır ve bu aşk kişinin Allah’ın
zatı dışındaki varlıklara karşı beslediği aşkı anlatmak için kullanılır. Bu aşkta
itminan, huzur yoktur.
Aşk-ı hakîkî ise, Cenab-ı Hakk’a karşı duyulan derin ve benzersiz sevgiyi ifade
için kullanılmıştır. Gerçek anlamda Allah aşkı çekenler, hiç bir varlığa boyun
eğmezler, aradıklarını bulmuşlardır. Allah aşkı dışındaki aşklarda arama devam
eder, gerçek sükun ve huzur hâli ancak ilahi aşkla mümkündür. Leylâ ile Mecnûn’da
anlatılan aşkta ise önce kişinin mecâzi aşkı (Mecnun’un başlangıçta Leyla’ya
duyduğu aşk), sonra ise bunu da aşarak ilahi aşka kavuşması anlatılır. (Çünkü eserin
sonunda Mecnun Leyla’yı görmüş ama tanımamıştır. “Ben Leyla’yı buldum, sen
kimsin?” demiştir.)
Leyla Mevla’ya götüren
bir vasıtadır.
Arayan insanın en bariz vasfı, muhtaçlık içinde olması, aramanın kişiyi
perişan, kararsız ve huzursuz etmesidir. Bu yüzden âşık daima zavallı bir hâlde,
perişan bir vaziyette tasvir edilir. Buradaki simgesel anlatım, arayanın aradığının
lütfuna muhtaç olmasıdır; zaten muhtaç olmasa aramazdı. Bu yüzden âşık, sürekli
bir şeyler peşinde olan insanı temsil eder. Bu insan sürekli aradığı şeyin kaygısını,
sıkıntısını çeker. Eğer bizler, ulaşmaya çalıştığımız şeylerin sıkıntısını duymazsak
(elde etme kaygısını çekmezsek) ona asla kavuşamayız. Bu yüzden arzulanan şeyin
sevgisi ve ona ulaşma arzusunun insanda yarattığı acı ve sıkıntı aslında bir
rahmettir. Bu yüzden âşıklar dertlerini severler; zira dert olmazsa sevgiliye
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Varlık Ve İnsan
kavuşma da imkansız olurdu: Fuzuli, âşıkların (insanın) bu hâlini şöyle
şiirleştirmiştir:
Aşk derdinden olur âşık mizâcı müstakîm
Âşıkın derdine dermân etseler bîmâr olur
(Âşığın sıhhati aşk derdinden olur. eğer âşığın derdine derman verseler
âşık hasta olur.)
Sevgili (Maşûk), Memdûh (Övülen): Âşığın ulaşmaya çalıştığı varlıktır. Klasik
şiirde en önemli şiirsel figür sevgilidir. Zira sadece âşıklar değil, bütün varlıklar ona
ulaşmaya, ona kavuşmaya, ona benzemeye çalışırlar. Servi ağacı, sevgilinin boyu
gibi düzgün ve erişilmez olmaya çalışır; gül onun dudaklarına veya yanaklarına
öykünür; güneş parlaklığını; sümbüller kokularını sevgilinin saçlarından almıştır,
hatta sabah rüzgârı o güzel kokuların sevgilinin saçlarından alarak dünyaya
dağıtmaktadır. Sevgili öylesine yücedir ki, ona benzemeye çalışmayan hiç bir varlık
yoktur. Çok yücedir, erişilmez, istiğnâ sahibidir, mağrurdur. Âşıklara asla iltifat
etmez. Onların yücelmesi için, âşıklardan habersiz gibi davranır. Âşıklar onun bu
hâlini bilmediğinden sevgiliyi zulmediyor zanneder. Belli bir cinsiyeti yoktur. Bu
yüzden eski şiirimizdeki sevgiliyi sadece belli bir figür olarak almak yanlış olur.
Yukarıda Yunus Emre’nin dediği gibi herkesin bir sevgisi ve hâliyle sevgilisi vardır;
ama şeytani ama rahmani. Bu bir kız da, erkek de; bir makam, mevki veya hüsn-i
mutlak olan Allah da olabilir. Herkesin ulaşmak için can attığı varlık onun
sevgilisidir. Herkes ancak ona ulaşarak mutlu olacağına inanmaktadır. Bu anlamda
sevgili, elde ettiğimizde sonsuz huzur duyacağımız varlıktır. Ama bu şiire göre
hakiki sevgili, mutlak maşuk ancak Allah’tır. Diğer sevgililer hep birer mecazdan
ibarettir. Yukarıda Yunus Emre’nin beytini zikretmiştik:
Dünyâda Peygamberün başına geldi bu aşk
Tercemânı Cebrâil ma’şûkası Hâlik’dur
Fuzuli de bir beytinde bu durumu şöyle izah eder:
Ey melek-sîmâ ki senden özge hayrândır sana
Hak bilür insan demez her kim ki insândır sana
(Ey melek yüzlü, senden başka herkes sana hayrandır. Hak bilir, insan olan
sana insan demez.)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Varlık Ve İnsan
Buradan anlaşılmaktadır ki, şairin kastettiği sevgili alelade bir insan değildir: “O
hâlde anlaşılıyor ki, Fuzuli’nin bir iki karine (delil) ile söylemek istediği melek-sîmâ
sevgilinin, Hüsn-i Mutlak’ın (Allah’ın) bir tecellisi olduğudur.” (Tarlan 1998: 38-39)
Hakiki sevgili ancak
Allah’tır, diğerleri
mecazdan ibarettir.
İnsan, eğer ebediyen var olmak istiyorsa, sevgili uğrunda canını feda
etmekten çekinmemelidir; gerçek hayat ancak sevgili uğrunda feda olmakla olur.
Bunu Fuzuli şöyle ifade eder:
Vermeyen cânın sana bulmaz hayât-ı Câvidân
Zinde-i câvid ana derler ki kurbândır sana
(Sana canını vermeyen ebedî hayata erişemez. Ancak sana kurban olanlar
ebedî diriliğe kavuşmuş olur.)
Rakîb: Divan şiirinde üçüncü derecede bir tiptir. Sürekli sevenle sevilen
arasına girer. Sevgiliye kavuşma yolundaki engelleri temsil eder. Bu yüzden âşık
tarafından asla sevilmez ve daima; kafir, köpek, domuz, it vb. olumsuz sıfatlarla
anılır. Rakip daima sevgilinin yanındadır. Hiç zahmet çekmeden nimete konmaya,
safa sürmeye çalışır. Rakipten ne kadar nefret edildiğini Sabit şu beytiyle çok güzel
ifade etmiştir:
Meydâna geldi na’ş-ı rakîb-i nemîme-sâz
Kıldım huzûr-ı kalbile ömrümde bir namâz (Onay 2004: 403)
(Koğucu, münafık rakibin ölüsü meydana geldi de, ömrümde gönül huzuruyla
bir namaz kıldım.)
Her ne kadar rakip sevilmese de Nabi, yeri gelmiş rakibe de hak vermiş ve
bir hakikati ifadeden çekinmemiştir:
Gam çekmeziz rakîb bize dil-girân ise
İnsâf olunsa biz dahi anın rakîbiyüz (Onay 2004: 403)
(Rakip, bizlere sıkıntı verse de bundan gam çekmeyiz; zira insaf edilse bizim
de onun rakibi olduğumuz görülecektir.)
Necip Fazıl’ın, Nabi’den asırlar sonra ona benzer bir şekilde “Ey düşmanım
sen benim ifâdem ve hızımsın/ Gündüz geceye muhtaç bana da sen lazımsın”
demesi bu bakış açısının hâlâ devam ettiğini gösteren çok veciz bir ifadedir.
Rind: Kendisi için dünya nimetlerinin varlığı da yokluğu da bir olan kişidir.
Onun için acı da birdir, tatlı da. Genellikle hoşgörüyü esas alan sevincin veya
hüznün kendisi için aynı şeyi ifade ettiği kişidir. Bunlar dünyaya değer vermezler,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Varlık Ve İnsan
hayatı kendi bildiklerince yaşarlar. Genellikle hiçbir şeye önem vermediklerini ifade
için içkiden, meyden, meyhaneden sıkça bahseder ve kendilerini harabat ehli
sayarlar. Genellikle dışı harâb ama içi mamur insanlar için kullanılır. Bunlar fark
edilmemeyi fark edilmeye, tanınmamayı tanınmaya tercih ederler. Hiç kimseye
minnetleri yoktur, kimseye de baş eğmezler. Emrî, onların istiğna makamındaki
hâllerini çok güzel anlatmıştır:
Efendi biz bir alay adı yok rindiz
Gürûhumuzda falan bin falanımız yoktur (Onay 2004: 411)
(Efendi, biz adı sanı olmayan rintleriz. Bizim içimizde ‘filancanın oğlu
filancayım’ diyerek böbürlenenler yoktur.)
Harabat, genellikle
şiirde meyhane, dünya
ve dergah anlamlarına
gelir.
e. Zâhid, (Sofu, Vâiz, Nâsih): Başlangıçta kendisinin tam anlamıyla Allah’a
adayan gerçek mü’minleri ifade eden bir kelime olan zahit daha sonraları dini,
şekilden ibaret olarak algılayan cahil kişileri nitelemek için kullanılmıştır. “ Zahit,
her hadiseye çatık kaşla bakan, her mubahı haram sayan, her hükmü kafası ile
denk olan kara kaplı kitaptan çıkaran ham ve kaba sofudur.” (Levend 1980: 561).
Zahit veya sofu; Âşıkın ve arifin karşısında yer alan anlayışsız, kaba sofu, dinin
özüne inemeyen, her şeyi şekilden ibaret olan tiptir. Kendi kıt aklıyla edindiği
bilgileri mutlak hakikat olarak gören, imanı ve ibadeti şekilden ibaret algılayan,
insanlara kırıcı ve aşağılayıcı bir şekilde öğütler verip, ahkam kesen, ama İslam’ın
ve imanın hakikatine asla eremeyen, ahiret hayatını cennete girmekten ibaret
gören, en ufak bir yanlış karşısında insanları küfürle itham etmekten çekinmeyen
bu kişiler, gönül adamı olmaktan çok şekil adamıdırlar. Genellikle riyakâr, sevimsiz
insanlar şeklinde tarif ve tasvir edilirler. Klasik şiirde adları çok sık geçer: “Bütün
şairlerimiz, sofi, zahit gibi vaizle de çok uğraşmışlardır. Bu üçü hakkında divanlarda
bulunan parçalar toplansa büyük bir cilt meydana gelir.” (Onay 2004: 493). Ehl-i
diller, âşıklar, arifler (gönül insanları) zahitten hiç hoşlanmazlar. Bu hoşnutsuzluğu
Mahir şöyle ifade etmiş:
Zâhid-i huşk ile saf-beste-i dîvân-ı namâz
Olamaz ma’bed-i Mevlâ’da ehl-i dilân (Onay 2004: 507)
(Arif olanlar, kuru (ham) zahitlerle mescitte bile namaza bir safta
durmazlar)
Nâsih: Nasihat veren, kuru öğütler veren kişidir. Âşığa aşkı bırakmasını
söyler. Bunlar yaşamadıkları şeyleri söyleyen, ibadetleri dillerinden aşağıya
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Varlık Ve İnsan
geçmeyen kişilerdir. Hâl ehli değil, sadece kâl ehlidirler. Suretten ibarettirler, sirete
inemezler.
Necati bir beytinde nasihi sirke suratlı olarak tanıtıyor ve onun asık, acı
suratının, sirkenin ateşi söndürmesi gibi, âşığı da kendisinden soğuttuğunu
söylüyor:
Beni senden sovutmaya sevâdın ekşitir nâsih
Bilir kim sirke ile yeğ söyünür bî-gümân âteş (Onay 2004: 108)
Vâiz de aşağı yukarı sofu ve nasihle aynı anlamı ifade eden kişidir. Vaizler de
şekilci kişilerdir. Kürsülere çıkar ve sürekli hiddetli bir dille bağırıp çağırır ve
insanları din adına sınıflara ayırmaktan ve onları küfürle itham etmekten
çekinmezler. Her şeyleri tamamen sözdedir, asla öze inemezler: Fuzuli, böyle
davranan vaizlerin nasıl bir kişi olduğunu şöyle anlatıyor:
Vâiz suratı ve sözü sirke
değil, bal satan adam
olmalıdır.
Vâiz evsâf-ı cehennem okur ey ehl-i verâ
Var anın meclisine gör ki cehennem ne imiş
(Ey Allah’tan korkanlar, vaiz cehennemden bahsediyormuş, cehennemi
merak ediyorsanız gidin onun meclisinde görün! Yani onun meclisi cehennem
gibidir.)
Sabit de bu gibi vaizlerden olan bıkkınlığını şu mısralarla dile getirmektedir:
Sana her mecliste söylerim sen mülzem olmazsın
Değil kürsiye vâiz arşa çıksan âdem olmazsın
(Sana her mecliste söylüyorum, ama sen anlamıyorsun (konuşmaktan geri
kalmıyorsun). Ey vaiz! Kürsülere değil, arşa bile çıksan yine adam olmazsın!)
Tiplerin Somut Örnekleri Kişiler: Bunlar kendileri şiire nadiren dahil olurlar.
Bu kişiler birinci maddedeki insanların gösterenleri olarak metinde yer alırlar. Bu
kişilerin metinlerdeki zikri genellikle; âşığı, sevgiliyi (veya memduhu), rindi, zahidi,
vaizi veya sofuyu ve rakibi daha somut bir şekilde anlatmak amacıyla olur. Hemen
bütün ilahi dinlerde adı geçen kişiler, peygamberler, mitolojik ve efsanevi pek çok
kişi, ünlü veliler veya hükümdarlar bu kategoriye gireceği için sayıları bir hayli
fazladır. Bu şahsiyetleri belli başlıklar altında gösterecek ve önemli kişilerin daha
çok hangi duygu ve düşünceyi somutlaştırmak amacıyla seçildiğine kısaca
değineceğiz. Daha geniş malumat için ansiklopedik bilgilere bakılmalıdır. Adı geçen
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Varlık Ve İnsan
kişiler çok fazla olacağından sadece bir kaçı için örnek beyit verilecektir. Bu somut
kişilikleri şu alt başlıklarda inceleyebiliriz:
Peygamberler: Kuran’da adı geçen hemen her peygamber şairin doğal örnek
kişisidir. Yukarıda da değindiğimiz gibi, tasavvufi düşüncede nihai amaç insanı,
insan-ı kamil
derecesine ulaştırmak veya ona bu yolu göstermektir.
Peygamberlerin her biri insan-ı kamile örnek kişiler olduğundan tabiidir ki, şair için
de en önemli kişiliktir. Bu yüzden hemen her peygamber ideal insan figürü olarak
şiire girer. Bunun dışında her peygamberin belli başlı özellikleri vardır ve onlar şiire
bu yönleriyle dâhil olurlar.
Niyazi-i Mısri şu beytinde şairlerin peygamberleri şiirlerinde insanlara birer
örnek olmaları sebebiyle kullanmalarına çok güzel bir örnek vermektedir:
Peygamberler, örnek
alınan insan-ı
kamillerdir.
Sabretmede Eyyûb ol gam çekmede Ya’kûb ol
Yûsuf gibi mahbûb ol Ken’ân’a erem dersen
(Sabırda Eyüp gibi, gam çekmede Yakup gibi, eğer Kenan memlektine
varmak istiyorsan Yusuf gibi sevilen ol!)
İlk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem, şiirde; yaratılan ilk insan olması,
Hz. Havva ile cennetteki maceraları, yasak meyveyi yemesi, cennetten çıkarılması
ve dünyaya gönderilmesi, Allah’a karşı olan samimi tevbesi vb. münasebetle anılır.
Mesela aşağıdaki beyitte Taşlıcalı Yahya Bey, Âdem’in cennetten çıkarılma
sebebinin, Âdem’in kendisini bilmemesi olduğunu, kendisini bilmeyene kendisinin
bildirileceğini söylemektedir:
Bilmezlük itdi kendüyi bildürdiler hemân
Bâg-ı cinândan Âdemi dünyâya saldılar
İdris Peygamber; sağlığında göklere çıkması ve bir daha dünyaya inmemesi,
terzilerin piri olması ve yazıyı icat etmesi yönleriyle şiire girer. Nuh Peygamber;
uzun ömürlü olması, Tufan hadisesini yaşaması, insanlığın ikinci babası (Âdem-i
sani) nitelemesiyle anılır. Hz. İbrahim; üç büyük dinin peygamberlerinin atası,
Halilullah (Allah’ın dostu), çok cömert bir kişi (Halil İbrahim sofrası) olması
yönleriyle şairlerin çok sıkça adını andığı peygamberdir. Aynı zamanda Nemrut’la
olan savaşı, ateşe atılmasına rağmen yanmaması onun çok önemli
özelliklerindendir. İbrahim Peygamber’in adı şiirimizde daha ziyade Halilullah
(Allah’ın dostu) şeklinde geçer. Niyazi-i Mısri, aşağıdaki beytinde, kişinin Allah için
kendini ateşlere atmasını kutsamaktadır:
Kendini odlara atan şol Halîlullah gibi
Cân u dilden bülbül-i gülzâr-ı aşka esselâ
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Varlık Ve İnsan
En büyük darlık, varlığın
bizi esir almasıdır.
Yakup Peygamber, Yusuf Peygamber’in babası olması, Yusuf’un hasretiyle
yıllarca ağlayıp gözlerinin kör olması, kendisine hüznünden dolayı ayrı bir kulübe
yaptırarak “kulbe-i ahzân” (hüzünler kulübesi) adı verilen bu yerde yaşaması, en
sonunda Yusuf’un göndermiş olduğu gömlekle gözlerinin açılması hikayeleriyle şiire
girer ve her biri şair için birer gönderme olur. Yusuf Peygamber eski şiirimizde adı
en sık geçen peygamberdir. Eşsiz güzelliği dolayısıyla âşıkların daimai sevgiliye
teşbih ettiği bir kişi olmuştur. Sevgililer Yusuf-ı sani’dirler (ikinci Yusuf). Yusuf
Peygamber’in, kardeşleri tarafından kıskanılması, bir oyun bahanesiyle götürülüp
kuyuya atılması, kuyudan çıkarılıp bir kervana satılması, kervanın da onu Mısır’da
satması, Mısır’da Yusuf’u Mısır vezirinin alması, bu vezirin karısının Yusuf’a âşık
olması, isteği olmayınca ona iftira atması ve Yusuf’u zindana attırması, sonra
Yusuf’un suçsuzluğunun anlaşılması, rüya tabirini iyi bilmesi, Mısır’a sultan olması
gibi ayrıntısı çok olan bu hikaye Yûsuf u Züleyhâ mesnevilerinde bütün teferruatıyla
anlatılmıştır. Bu hikaye Kuran’da da ahsenülkasas (kıssaların en güzeli) olarak
anılmış ve pek çok sembolün de kaynağı olmuştur “Yusuf ile Züleyha hikayesinin
sembolizminde Yûsuf, kaynağını ancak Allah’ta bulabilen aşırı güzellik ve iyilik
biçimlerini temsil ederken, Züleyha bu mükemmeliyet biçimleriyle karşılaştıktan
sonra arayışa başlayan kişiyi tasvir eder.” (Leaman 2010: 51). Türk İslam edebiyatı
metinlerinde Yusuf Peygamber’in zikredildiği metinleri anlamak için Yusuf
peygamberin hikayesini bütün ayrıntılarıyla bilmek gerekmektedir. Usûlî, gönlünde
Yusuf benzeri bir sevgilisi olmayanları, içinde Yusuf peygamberin olmadığı fena
Mısır’ına benzetmektedir. Yusuf gibi sevgilileri olmayanlar yoklukta
yaşamaktadırlar, varlıklarının ne anlamı olabilir?
Her kimin bir sencileyin Yûsuf-ı Ken’ânı yok
Gönlü bir Mısr-ı fenâdır kim anın sultânı yok
Klasik şiirimizde âşık (arayan) daima Yakup’la, aranılan da (sevgili) Yusuf’la
simgeleştirilmiştir. Yunus Emre’nin şu mısraı buna güzel bir örnektir:
Bu ‘âlem-i kesretde sen Yûsuf u ben Ya'kûb
Ol ‘âlem-i vahdetde ne Yûsuf u ne Ken‘ân
Varlık, içine düşülen bir kuyudur. Zira Yunus Emre’nin deyimiyle, insanlarda
varlık sevgisi oldukça gönüllerdeki darlık hiç gitmeyecektir: Niyazi-i Mısri de,
aşağıdaki beytinde, Yusuf’un kuyuya düşmesi örneğini vermekte ve kendisinin de
varlık kuyusuna düştüğünü söyleyerek oradan kurtulması için Allah’a
yalvarmaktadır:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Varlık Ve İnsan
Bu Niyâzî düştü varlık câhına Yûsuf gibi
Al elim kurtar ki nâçâr olmuşum yâ Rab
Hz. Musa, Tur dağında Allah ile görüşmesi, Cenab-ı Hakk’ı görmek istemesi,
bunun üzerine “Len-terânî: beni göremezsin” hitabına muhatap olması, istediğinde
büyük bir ejderhaya dönüşen asası, göğsüne sokup çıkardığında ellerinin bembeyaz
olması vb. unsurlarla şiirde yer alır. Hz. Musa, Tur dağında Allah’ı görmek istemiş,
Allah: “Karşıdaki dağa bak, eğer o buna dayanabilirse sen de beni görebilirsin”,
demiş dağa tecelli edince dağ yerle bir olmuş ve Hz. Musa hadisenin dehşetinden
bayılmıştır. Niyazi-i Mısri aşağıdaki beytinde bu olaya işaret etmektedir:
Dağlar dahi dayanmaz anun yüzüne karşu
Âlemlere sor Tûr ile Mûsâ haberin sen
Hz. Davut, güzel ve gür sesli, hükümdar olması dolayısıyla şiire girer ve
farklı benzetmelerle kullanılır. Baki, Davut peygamber’in sesinin gür ve güzel
olmasına atıfta bulunarak, insanlara Davut gibi hoş bir ses, kıyamete kadar hayırla
yadedilecek bir eser bırakmalarını tavsiye etmektedir:
Âvâzeyi bu âleme Dâvud gibi sal
Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş
Asıl zafer sabır; asıl
zenginlik kanâattir.
Klasik şiirimizde adı en sık geçen peygamberlerden biri de Hz.
Süleyman’dır: Hz. Süleyman, bütün dünyaya hükmeden kudretli bir hükümdar
olması, elindeki mucizevi yüzüğü, rüzgarlara hükmetmesi, altı aylık yolu bir günde
alması, cinlere ve şeytanlara hükmetmesi, karıncayla vesair hayvanlarla konuşması
ve hayvanların dillerini bilmesi, Belkıs, Hüdhüd ve devlerle olan maceralarıyla sık
sık şair tarafından bir benzeten olarak kullanılmıştır. Kasidelerde hükümdarlar,
yeryüzüne hükmeden Hz. Süleyman’a benzetilirler. Sevgili-Âşık münasebetinde âşık
karınca iken sevgili Süleyman olarak düşünülür.
Hz. Eyüp sabır, Hz. Lokman hikmetli kişi örneği olarak zikredilir. Hz. İsa,
ölüleri diriltmesi mucizesi dolayısıyla şiire girer. Sevgili, zavallı aşığı diriltmesi için
Hz. İsa olarak resmedilir. Ayrıca Hz. İsa, fakirliği tercih ettiğinden bir kanaat
sembolü olarak gösterilir.
Hz. Muhammed, son peygamberdir, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir,
bütün insanlık onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Varlık Ve İnsan
Yazıcıoğlu Muhammed; Hz. Peygamber’in Habibullah, âlemlerin efendisi ve
gerçek şefaatçi olduğunu, kainatın onun yüzü suyu hürmetine yaratıldığını şöyle
ifade ediyor (Çelebioğlu 1996: 385):
Taşlar içinde elmas
neyse beşer içinde de
Hz. Muhammed öyledir.
Çün oldur Habîb pes odur Seyyid-i Kâinât
Çün oldur şefî’ pes odur mesned-i mümkinât
O, en güzel ahlak üzerinedir. Dolayısıyla bütün insanlar tarafından örnek
alınması gereken yegâne kişidir. Bu yüzden şiirimizde bir insanın ulaşacağı nihai
nokta olarak gösterilir. Allah’ın resulü olan Hz. Muhammed insan-ı kamilin ta
kendisidir. Zira Allah, hiç kimseye nasip etmediği Cemalullah’ı (Allah’ın yüzü) seyri,
miraçta sadece Hz. Muhammed’e bahşetmiştir. Allah, onunla, -Süleyman
Çelebi’nin deyimiyle- bî-hurûf u lafz u savt (harfe, söze ve sese gerek duymaksızın)
konuşmuştur. Yine Cenab-ı Hak, hiç bir kuluna bahşetmediği Makâm-ı Mahmûd’u
yalnızca Hz. Muhammed’e lütfetmiştir. O, sadece insanların değil kainatın da
efendisidir (Seyyidü’l-kâinât).
Niyazi-i Mısri’ye göre, yaratılmışlar içinde insan bir ağaç gibidir, diğer bütün
yaratılmışlar da bu ağacın yaprakları gibidir; peygamberler bu ağacın meyveleri, Hz.
Muhammed de bütün bunların özü, esasıdır.
Cihân bağında insan bir şecerdir gayriler yaprak
Nebîler meyvedir sen zübdesisin yâ Resûlallâh
Hz. Peygamber; siyer, megaâzi, şemail, hilye, mevlid, miraç vb. pek çok
ilmin ve edebî türün konusu olmuş, adına hususi ilimler ihdas edilen ve şiir türleri
çıkarılan yegâne insandır. İslami karakterli Türk şiiri, esasını tekkeden, aşktan aldığı
için edebiyatımızda Hz. Peygamber konusu diğer kültürler ve milletlerde olmadığı
kadar ayrıntılı bir dil ve inançla anlatılmıştır. Bu yüzden bu şiirimizde insan
denildiğinde esas olarak yegane ve eşsiz örnek Hz. Peygamber’dir. Yunus Emre,
İslami Türk şiirinin nasıl bir Hz. Muhammed tasavvuru oluşturduğunu çok veciz
ifadelerle anlatmıştır:
Arayı arayı bulsam izini
İzinin tozuna sürsem yüzünü
Hak nasip eylese görsem yüzünü
Ya Muhammed cânım arzular seni
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Varlık Ve İnsan
İnsan, insanın aynasıdır.
Alimler ve veliler
peygamberlerin
varisidir.
Önemli Dinî Şahsiyetler: Peygamberlerden sonra model insan olarak
görülen şahsiyetlerdir. Sıddik lakabıyla anılan ve Hz. Peygamber’in Hira
mağarasındaki hicret arkadaşı büyük sahabi Hz. Ebubekir; adalet timsali olan ve
hükümdarların kendine benzetilerek övüldüğü Hz. Ömer; haya ve hilm timsali Hz.
Osman; ilim şehrinin kapısı, Allah’ın aslanı, Haydar-ı Kerrar Hz. Ali vb. diğer bazı
sahabeler eski edebiyatımızda örnek insanlar olarak daima saygı görmüşler ve
örnek alınmışlardır.
Bunların ardından bazı velilere çok önemli vurgular yapılmıştır. İnsan-ı kamili
bulmada, dört büyük sahabeden sonra veliler üçüncü duraktır. Onların hayatları,
maceraları, özlü sözleri ediplerimiz için çok önemli bir kaynak mesabesindedir. Bu
yüzden bazı veli şahıslar klasik edebiyatta çok sık zikredilen örnek kişiler
olmuşlardır. Dünyaya değer vermemeyi ve Allah’ta fani olmayı anlatırken Bayezid-i
Bestâmî, Zunnun-ı Mısri, Hasan-ı Basri; bir sultanken tacı ve tahtını terk ederek
kendisini Allah’a adayan ve dillere destan kerametleriyle hakikati bulma yolunda
çok önemli bir kişilik olan İbrahim bin Edhem; Allah aşkı uğruna kendini feda
etmekten çekinmeyen ve bu yönleriyle âşıkların rehberi büyük fedakarlık örneği ve
aşk kahramanı Hallac-ı Mansur; aşkı uğruna diri diri derisi yüzülen ve bu hâliyle aşk
yolunda her çilenin kutsal olduğunun simgesi olan Nesimibu önemli şahsiyetlerden
bazılarıdır.
Gevheri, Hallac-ı Mansur gibi aşkın darağacına çekilmekten zerre kadar
çekinmeyeceğini ifade ediyor:
Koma elden Gevherî aşk dârını Mansûr gibi
Ser virüp dildâr içün kurban olursun âkıbet
İbn-i Edhem: Niyazi-i Mısri, bu hakikati şöyle anlatmış:
İbn-i Edhem gibi tâc ü tahtını terk eyleyüp
Soyunup abdal olan hünkâr-ı aşka es-selâ
Fakirlik, Allah’tan
başkasına muhtaç
olmamaktır!
İbrahim Edhem’e niçin zenginliği, tahtı ve saltanatı terk ederek fakirliği tercih
ettiği sorulmuş, o da şu cevabı vermiş: “Eğer fakirlerin sahip oldukları zevk ve
sefanın ne kadar güzel olduğunu zenginler bilseydi, buna sahip olabilmek için zor
kullanmak suretiyle, dünyadaki zenginler onu fakirlerin elinden alırlardı ve bunun
için asker kullanmaktan da geri durmazlardı. Fakirlerin elinde olan o zevki ve hazzı
zor ile de olsa çekip ellerinden alırlardı. Çünkü fakirler yarın cennette padişah
konumunda olacaklardır.” (Ahmet Faruk 2007: 163). Bu sözler, bir nevi Hz.
Peygamber’in el-fakru fahrî- fakirlik benim övüncümdür!
Hadisinin de
açıklamasıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Varlık Ve İnsan
Ünlü Âşıklar: Klasik edebiyatımızdaki en önemli insan tiplerinden biri de
tarihe mal olmuş ünlü âşıklardır. Bu âşıklar ve bunların sevgilileri; şairler için çok
önemli benzetilenlerdir. Bunlar sevdikleri için her şeyi göze almışlar, aşk uğrunda
dayanılmaz acılara katlanmışlar, dünyevi arzu ve istekleri reddetmişler, sadece
ma’şukları için yaşamışlardır. Leyla ile Mecnun; Hüsrev (veya Ferhad) ile Şirin;
Vamık u Azra; Yusuf u Züleyha bu âşıkların en ünlülerindendir. Bu kişileri edebî
eserde anmakla bunların hayatlarının ve hikayelerinin kastedilmediğini, aksine
bunların sevenler için birer örnek olduğunu Fuzuli şu beytiyle çok güzel
açıklamıştır:
Bende Mecnûn’dan füzûn âşıklık istidâdı var
Âşık-ı sadık benem Mecnûn’un ancak adı var
(Ben Mecnun’dan daha büyük bir âşığım (benim aşka kabiliyetim
Mecnun’dan daha fazla). Gerçek âşık benim, Mecnun’un sadece adı var.)
Hemen bütün bu aşk hikayeleri, büyük mesneviler olarak müstakil pek çok
eserin mevzuu olmuşlar, belli düşünce ve duyguları sembolize etmek için çok titiz
bir işçilikle işlenmişlerdir: “Oldukça meşhur Yusuf ile Züleyha hikayesindeki kadın
âşık, genellikle başından geçen bir çok dert ve musibetten sonra vahdet-i vücuda
ulaşmak için bedeninin arzularından feragat eden sufiyi temsil eder.” (Leaman
2010: 51).
Esrar Dede de bir beytinde bu ünlü âşıkların sevgililerini şiirlerinde neden
zikrettiklerini şu veciz sözlerle ifade etmektedir:
Geh Zelîhâ derim gehî Yûsuf
Cümlesinden murâd cânândır
Mitolojik ve Efsanevi Kişiler: Şarabı icat ettiğine inanılan Cemşit;
omuzlarında iki yılan olduğu şeklinde efsanesiyle meşhur ve kötülüğün sembolü
olan Dahhak; dünyayı üç oğluna paylaştırdığına inanılan ve adaletin sembolü olarak
adı geçen Feridun; bir kahramanlık örneği olarak çok sık zikredilen Rüstem, Bijen,
Siyavuş vb. kahramanlar; doğuşunda saçı, kirpikleri ve kaşı bembeyaz olduğu için
yaşlılığın sembolü Zal vb. şahıslar klasik şiirde adları çok sık geçen kişilerdir. Bunlar
bazen kahramanlık, bazen cömertlik, bazen dünyanın geçiciliğini anlatmak için
birer sembol olurlar. Hayali; “kahramanlıkta Padişah Behram gibi kuvvetli de olsan,
Zal’e benzeyen (yani çok yaşlı, tecrübeli ve kadim olan) bu zaman seni sonunda
mezara sokar”, demektedir.
Gerekse kuvvet-i bâzûda şah Behrâm ol
Bu Zâl-i dehr eder menzilini âhır gûr
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Varlık Ve İnsan
Tarihî Kişiler: Büyük İskender, Nuşinrevan, Harun Reşid, Gazneli Mahmut,
vb. tarihte yaşamış büyük hükümdarlar; aklın sembolü olarak zikredilen Aristo,
Eflatun, Hipokrat, İbn-i Sina vb. büyük filozoflar ve tabipler, Hatem-i Tai gibi
cömertlik sembolü olmuş kişiler. Firavun, Nemrut, Karun gibi Allah’ı inkar, küfür ve
kötülük sembolü olan şahıslar. Şairler zaman zaman bazı duygu ve düşünceleri
somutlamak için bu şahsiyetleri birer gösteren olarak kullanırlar. Zati, Nuşinrevan’ı;
“ardında eser bırakan ebediyen yaşar”, hakikatine örnek olarak zikreder:
Nuşirevan, ölüp gitmiştir ama adı hâlâ bütün canlılığıyla yaşamaktadır. Zira o,
adalet ve doğruluk gibi iki ölmez oğul bırakmıştır:
Velî Nûşirevân gitdi cihânda zindedür adı
İki ölmez oğullar idinipdür adli vü dâdı
Zenginliği, serveti, şöhret ve debdebesiyle efsanelere karışmış olan Kârûn,
Klasik şiirde daha çok dünyaya meyletmenin kötülüğü bahislerinde kullanılır. Mal
mülk ve servet yığmak için çabalayan insanlar acınacak bir durumdadır. Serveti
dünyaları tutan Kârûn, bütün malı mülküyle beraber yerin dibine geçmiştir. Çünkü
o varlığı Allah’tan değil kendinden bilmişti. Allah’a şükre davet edildiği zaman:
“Bütün bunlar benim kendi kazancım, niye Allah’a şükredeyim”, derdi. Şeyhi,
aşağıdaki beytinde, sevgili ile beraber bir an geçirmeyi bütün dünyaya sahip
olmaya tercih ettiğini söylemektedir. Zira Karun ve nice Fağfur (Çin hükümdarlarına
verilen bir addır.) dünyaya sahip olmuşlar ama sonunda çok güvendikleri varlıkları
onları helak olmaktan kurtaramamıştır:
Yâr ile olan hem-nefes ayş ol sürer âlemde bes
Mâl ile mülk etme heves Kârûn’a bak Fağfûr’u gör
Çeşitli Meslek Erbabı: Eski şiirimizde; gündelik hayatta yaşayan hemen her
meslek erbabı şiirde yer almıştır. Asesler (gece devriye gezen bekçi, polis),
ressamlar (Mani ve Behzad gibi), minyatür ustaları, nakkaşlar, hakkaklar, katipler,
remmâller (kum falına bakanlar) muallimler, müneccimler, muvakkitler,
musikişinaslar, meşşatalar (gelin süsleyen kadınlar), güreşçiler, okçular vb. gündelik
hayatın insan tipleri tabii ki bu şiirin içinde vardır.
Gece devriye gezip, özellikle içki içenlere, serkeşlik yapanlara göz açtırmayan
asesler şairlerimizin pek de sevmediği tiplerdir. Bunlar görev yaparken genellikle
acımasız olur ve şiddetli cezalar verirlerdi. Ragıp Paşa, “Mest-i bâ-temkîne rehzen
mi olur bîm-i ases”, (Onay 2004: 62) diyerek terbiye dairesinde hareket edenlerin
aseslerden korkmasına gerek olmadığını söylemektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Varlık Ve İnsan
Bu bölüm boyunca üzerinde durulan şahıslar şüphesiz burada
bahsettiklerimizden ibaret değil olmayıp her biri müstakil kitap olacak kadar çok
zengin malzemeler içermektedir. Bu bölümde konunun ana hatları çizilmiş,
ayrıntılara girilmemiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Özet
Varlık Ve İnsan
Türk İslam edebiyatında varlık düşüncesi, esasları İslam dini
tarafından çizilen ve ayrıntıları tasavvufi düşünce tarafından oluşturulan
düşünce silsilesine dayanır. Buna göre hakiki anlamda var olan sadece
Allah’tır; diğer varlıklar mecazidir, geçicidir. Allah ise varlıkları kendinin
bilinmesi ve tanınması için aşkla yaratmıştır. Bütün yaratılmışların esası ve
özü insandır, insan zübde-i âlemdir. Allah’ın gerçek muhatabı ve
halifesidir. Bu varlık âlemi eğer Allah’ı tanımak için yaratılmışsa, insanın
gerçek gayesi de Allah’ı tanımak ve bilmektir. Bu da ancak aşk yoluyla
olabilir. Allah’ın gerçek kulları O’nun aşkıyla kendisini feda etmekten
çekinmeyenlerdir.
Klasik edebiyatta insan genellikle iki şekilde görülür: Birincisi bu
geçici âlemin heveslerine kapılıp, baki âlemi zevki ve hazzı uğruna yok
edendir; ikincisi ise Allah’ı arama yolunda kendini feda edip, geçici varlığın
cazibesine ve sihrine kapılmayan hakiki âşıklardır. Bu bakımdan edebî
metinlerde genellikle bu iki tip insana özel bir vurgu yapılmıştır. Bunun
dışında eski edebî metinlerde şairin bizzat kendini işlediği insan tipleri
vardır. Bunlar; hakikati, sevgiliyi, gerçek saadeti arayan âşık; aranılan,
uğruna her türlü sıkıntıya ve ezaya katlanılan sevgili; âşıkla sevgili arasına
girerek onların kavuşmasına mâni olan kötülük timsali rakip; dinin ve
hakikatin özüne inemeyip her şeyi kabuktan ibaret olarak algılayan ve
şekilde kalan zahit, sofu, vaiz; varlık ve yokluk umurunda olmayan ideal
insan tipi olan arif vb. dir. Ayrıca bütün bu kişilerin daha iyi somutlanması
için örnek olarak hayatları ve maceraları işlenen peygamberler, veliler,
âşıklar, tarihî, mitolojik ve efsanevi kişiler eski edebiyatımızda söz konusu
edilen insanlardandır. Bir metnin Türk İslam edebiyatındaki yerini tespit
için şu soruların cevabı aranmalıdır: 1. Bu metinde Türk nerededir, 2. Bu
metinde İslam nerededir, 3. Bu metinde edebiyat nerededir? Bütün bu
sorulara cevap vermek için edebî metinleri incelemeyi de iyi bilmek
gerekiyor. Edebiyat da, insanın varlığı kendince insanın anlatımı olduğuna
göre bütün araştırmaların esas ve özünü insan oluşturmaktadır. Bu
yüzden eski metinleri anlamak için esası yukarıda çizilen varlık ve insan
algısını etraflıca bilmek gerekmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Varlık Ve İnsan
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Varlığı kendinden olmayan, var olmak için var ediciye muhtaç olan varlık
kategorisi aşağıdakilerden hangisidir?
a)
b)
c)
d)
e)
Muhal
Mümkün
Vacip
Farz
Memnu
2. Dünyaya gelen varlığın ilk formuna hangi ad verilir?
a)
b)
c)
d)
e)
Nebat
Hayvan
Cemad
İnsan
Memat
3. “Her varlığın Allah’tan gelip tekrar Allah’a döneceği nazariyesinin işlendiği
şiir”lere hangi ad verilir?
a)
b)
c)
d)
e)
Miraciye
Kaside
Sulhiye
Devriye
Cülusiye
4. Tasavvufi inançta Allah âlemi niçin yaratmıştır?
a)
b)
c)
d)
e)
Yaratmayı sevdiği için
Tanınmak ve bilinmek için
İnsanları denemek için
Kudretini göstermek için
İbret vermek için
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Varlık Ve İnsan
5. Yunus Emre’ye göre dört kitabın manası hangi insana işaret eder?
a)
b)
c)
d)
e)
Bir sevgiliyi hiç durmaksızın arayan
Kendisi için istediğini başkası için de isteyen
Himmet peşinde olan
İbadetlerini yapan
Derviş olup, tarikata giren
6. Su, toprak, hava ve ateşten ibaret olan varlık kategorisine ne ad verilir?
a)
b)
c)
d)
e)
Muhal varlıklar
Vacip varlıklar
Anasır-ı erbaa
Vücud-ı mutlak
Mevalid-i selase
7. Hestî ne demektir?
a)
b)
c)
d)
e)
Hiçlik
Fena
Toprak
Varlık
İnsan
8. Eski şiirimizde zahit hangi insan tipini temsil eder?
a)
b)
c)
d)
e)
Dini, hakikatiyle yaşayan
Öze inemeyen, kabukta kalan
Varlığa ve mala değer veren
Her şeye boş veren
Hakk âşığı.
9. “Varlığa sevinmeyen, yokluğa da yerinmeyen” hangi insan tipidir?
a)
b)
c)
d)
e)
Zahit
Rakip
Vaiz
Nasih
Arif
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Varlık Ve İnsan
10. Cömertlik sembolü kişi aşağıdakilerden hangisidir?
a)
b)
c)
d)
e)
Bayezid-i Bestami
Hallac-ı Mansur
Hatem-i Tai
Zünnun-ı Mısri
İbrahim bin Edhem
Cevap Anahtarı
1b 2c 3d 4b 5b 6c 7d 8b 9e 10c
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Varlık Ve İnsan
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Batislam, H. Dilek, “Divan Şiirinde Âşık, Sevgili Rakip Üçlüsü ve Ölüm”
http://turkoloji.cu.edu.tr/ESKI%20TURK%20%20EDEBIYATI/batislam_4.pdf.
Bolay, Süleyman Hayri (2001), “Himmet, Zimmet ve Yunus”, Yunus Emre:
Makalelerden Seçmeler¸(Haz: H.Özbay-M.Tatçı): Ankara. Elçin, Şükrü (1998),
Gevherî Divanı: İnceleme-Metin-Dizin-Bibliyografya: Ankara.
Eşrefoğlu Rûmî (2007), Müzekki’n-Nüfûs (Haz: Ahmet Faruk): İstanbul.
Göktaş, Mehmet (2003), Divan Şiirinde İnsan Telakkisi, Atatürk Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü: Erzurum.
Horata, Osman (1998), Esrar Dede: Hayatı-Eserleri-Şiir Dünyası ve Dîvânı: Ankara.
Izutsu, Toshihiko (2003), İslam’da Varlık Düşüncesi, (Çev: İbrahim Kalın): İstanbul.
İsen, Mustafa (1997), “Divan Şâirlerinin Meslekî Konumları”, Ötelerden Bir Ses:,
Ankara.
Kaya, Doğan (2007), Türk Halk Edebiyatı Terimleri Sözlüğü: Ankara.
Kemikli, Bilal (2007), Sufi Aşk ve Ölüm, İstanbul.
Köprülü, Fuad (1984), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar: Ankara.
Kurnaz, Cemal (1997), Divan Edebiyatı Yazıları: Ankara.
Leaman, Oliver (2010), İslam Estetiğine Giriş (Çev: Nuh Yılmaz):.
Levend, Agah Sırrı (1980), Divan Edebiyatı: Kelimeler ve Remizler –Mazmunlar ve
Mefhumlar: İstanbul.
Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü (2006 ), (Editör: Zafer Erginli): İstanbul.
Nâbî (2008) Hayriye-i Nâbî, (Haz: Mahmut Kaplan): Ankara.
Onay, Ahmet Talat (2004), Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar (Haz: Cemal Kurnaz):
İstanbul.
Pala, İskender (2010), Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü: İstanbul.
Şentürk, Ahmet Atilla (1995), Rakib'e Dair (Klasik Osmanlı Edebiyatı Tiplerinden):
İstanbul.
Tarlan, Ali Nihat (1998), Fuzûlî Divanı Şerhi: Ankara.
Tatçı, Mustafa (1990), Yunus Emre Divanı: Ankara.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Varlık Ve İnsan
Tökel, Dursun Ali (2010), Divan Edebiyatında Mitolojik Unsurlar: Şahıslar Mitolojisi:
Ankara.
Uçman, Abdullah (2000), “Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı” Yesevilik Bilgisi (Haz: C.
Kurnaz-Mustafa tatçı) : Ankara.
Uludağ, Süleyman (2002), Tasavvuf Terimleri Sözlüğü: İstanbul.
Uzun, Mustafa (2010), “Kaynakları Açısından Türk İslam Edebiyatı ve Tasavvuf)
İznikli Gönül Adamı Eşrefoğlu Rûmî (Editör: Bilal Kemikli): İznik.
Yazıcıoğlu Muhammed (1996), Muhammediye (Haz: Âmil Çelebioğlu), c. II:
İstanbul.
Yılmaz, Mehmet (1992), Edebiyatımızda İslamî Kaynaklı Sözler: İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
KURULUŞ DÖNEMİ TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
(11.-14. YÜZYIL)
• İslam Medeniyeti Etkisinde
Gelişen Türk Edebiyatı
• Türk İslam Edebiyatına Verilen
Adlar
• Türk İslam Edebiyatının Başlıca
Özellikleri
• Türk İslam Edebiyatının Tarihî
Gelişimi-Kuruluş Dönemi (11.- 12.13.- 14. Yüzyıllar)
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Türklerin İslamiyet’i benimsemesiyle ortaya çıkan
edebî anlayışın doğuşu, önemi ve özellikleri
kavranabilecek,
• Müşterek İslam medeniyetinin etkisinde gelişen
Türk edebiyatının çeşitli sahalarda eser veren
şairleri ve eserleri hakkında bilgi sahibi
olunabilecek,
• Klasik Türk edebiyatının tarihî gelişimini ve 14.
yüzyılın sonuna kadar oluşan edebî durumunu
dönem-şair-eser çerçevesinde
değerlendirebileceksiniz.
TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
Yrd. Doç. Dr. Atilla BATUR
ÜNİTE
10
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
GİRİŞ
Türkler, tarih sahnesinde belirdikleri andan itibaren duygu ve
düşüncelerini, dil, din, kültür ve medeniyetleri çerçevesinde ifade etmeye
çalışmışlardır. İslamiyet’ten önce gerek şifahi gerek yazılı metinler ile ifadesini
bulan edebî ürünler, İslamiyet’in kabul edilmesiyle Arap ve Fars kültürüyle de
etkileşimi neticesinde farklı bir kimliğe bürünmüş, bu geleneğe bağlı bir Türk
edebiyatı doğmuştur. 11.-19. Yüzyıllar arasında, yaklaşık altı yüz yıllık bir maziye
sahip İslamiyet etkisindeki Türk edebiyatı, başlangıcından bitimine kadar birçok şair
yetiştirmiş ve bu şairlerin ortaya çıkardığı eserler ile gelişmesini sürdürmüştür.
Klasik Türk edebiyatı, ilk dönemlerinde doğal olarak din ve tasavvufu ihtiva edip
daha az nazım şekli ile ürünlerini verirken, ilerleyen yüzyıllarda vezin, tür ve nazım
şekli vb. itibariyle XV. Yüzyıla kadar kuruluş dönemini tamamlamıştır.
MÜŞTEREK İSLAM MEDENİYETİ ETKİSİNDE GELİŞEN
TÜRK EDEBİYATI
Türklerin İslamiyet’ten önce vücuda getirdikleri edebiyat,-Çin, Hint ve İran
tesiriyle yapılan bazı ehemmiyetsiz tercümeler müstesna olmak üzere- sazla
söylenen şiirlerden ibaretti. O devirdeki Türk edebiyatını teşkil eden eserler,
yabancı tesirlerden uzak bulunuyor, kavmin bütün hususiyetlerini samimiyetle
aksettiriyordu. Bu devirdeki şairler, halkın içinde ellerinde kopuzla şiirlerini, dörtlük
ve hece vezni ile söylerlerdi.
Türkler, 8. Yüzyıldan itibaren Müslümanlığın etkisinde kalarak bu yeni dini
kabul etmeğe başlamışlardı. Özellikle 751’de Çinlilerle Müslümanlar arasında
yapılan Talas Savaşı’nda, Türklerin Müslümanlara yardım etmesiyle, Müslümanlar
zafer kazanmışlardır. Bu yardımlaşmanın etkisiyle, Türkler ile Müslümanlar
arasındaki yakınlaşma, Türklerin arasında bir Müslümanlaşma sürecini başlatmıştır.
Bu zamanda, Türklerin Müslümanlaşması münferit hareketler hâlindeyken,
Karahanlı Sultanı Satuk Buğra Han’ın 920’de Müslümanlığı kabul etmesi,
Müslümanlığın Türkler arasında yayılmasını ve Türklerin kitleler hâlinde İslam
dinine geçişi hususunda bir dönüm noktası olmuştur.
Türkler, İslamiyet’i yalnızca inanç bazında benimsememiş, bu dinin
meydana getirdiği medeniyeti de tüm kurum ve kuruluşlarıyla kabul etmişlerdi.
Her şeyden önce Müslüman olan Türklerin ibadet için Kuran okumaları
gerekmekteydi. Bu yeni bir dili ve alfabeyi tanımak anlamına gelir. Nitekim
Türkler, diğer Müslüman milletler gibi, Arap yazısını kullanmaya başladılar. Fakat
İslam medeniyetinin oluşturduğu kültür havzası içinde eğitim gören Türkler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
üzerinde Arapça ve Arap edebiyatından ziyade, Farsça ve bu dilin taşıyıcısı
konumundaki Fars edebiyatı daha etkili olmuştur. Öyle ki, yeni dinin ibadetle ilgili
önemli terimlerinden bazıları, Türkçeye Arapçadan değil, Farsçadan geçmiştir.
Örneğin; salat yerine namaz, vudu yerine abdest ve savm yerine ruze (oruç)
Farsçadan geçmiş kelimelerdir.
İslam medeniyeti etkisinde gelişen Türk edebiyatı gösterdiği özellikler
bakımından üç kolda gelişmiştir. Bunlar:
a) Halk Edebiyatı: Daha çok halk arasından yetişmiş sanatçıların
verdikleri sözlü edebiyat ürünleriyle meydana gelmiştir.
b) Divan Edebiyatı: Arap ve Fars edebiyatlarının kuvvetli tesiri altında
müşterek medeniyetin son ve en büyük halkasını teşkil eder.
İslami kültüre dayalı, daha çok medrese öğrenimi görmüş,
eğitimden geçmiş sanatçıların oluşturdukları edebiyattır.
c) Tekke Edebiyatı (Tasavvuf edebiyatı): Din-tasavvuf ağırlıklı olup
gösterdiği özellikler itibariyle daha çok halk edebiyatı-hece vezni,
dörtlük, kimi zaman da aruz- etkisinde kalmış olan ancak divan
edebiyatı kültürünü de yansıtan edebiyattır.
İslam medeniyeti etkisinde gelişen Türk edebiyatının meydana gelmesinde,
tefsir, hadis, akaid, fıkıh, kelam, siyer ve kısas, tasavvuf, ilm-i heyet (astronomi),
ilm-i nücum (yıldızlarla ilgilenen bilim dalı), ilm-i ahlak, ilm-i tıbb, ilm-i kimya vb.
bilim dallarının payı büyüktür. Ancak İslam medeniyetinin bilim dallarından
etkilenmiş olan klasik Türk edebiyatının temelini, Kuran, hadis ve tasavvuf
oluşturur. Bu hususta diğer unsurları da şöyle sıralayabiliriz:

İslam tarihi (tarihî olay ve kişiler)

İran mitolojisi (mitolojik olay ve özellikle kişiler)

Türk tarihi ve milli kültür unsurları (gelenek ve görenekler)

Dil malzemesi (deyimler, atasözleri, halk söyleyişleri ve edebî dili yapan
diğer bütün unsurlar)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
İslam Medeniyeti Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatına Verilen
Adlar
Türklerin İslam medeniyeti bünyesinde oluşturdukları ve yeni Türk
edebiyatı döneminin başlangıcı kabul edilen Tanzimat edebiyatı dönemine kadar
varlığını sürdürmüş olan Klasik Türk edebiyatına, Divan edebiyatının yanı sıra
Yüksek zümre edebiyatı, Klasik Türk edebiyatı, Saray edebiyatı, Ümmet çağı Türk
edebiyatı, İslami Türk edebiyatı, Eski Türk edebiyatı ve az rastlanmakla birlikte
Enderun edebiyatı da denmiştir.
Eski şairlerimizin yazmış oldukları şiirleri “divan” adı verilen defterler
içerisinde toplamaları nedeniyle Divan edebiyatı -ağırlıklı olarak Divan şiiri - denilen
klasik Türk edebiyatına saray, konak, medrese çevrelerinde ve bunlara yakın
topluluklarda geliştiği için Saray edebiyatı; okumuş kesime seslenmesi ya da daha
çok okumuş kesimin ilgilendiği edebiyat olmasından dolayı da, Yüksek zümre
edebiyatı denilmiştir. Ayrıca bazı kaynaklarda Batılı Doğu bilimcilerin tercih ettiği
Osmanlı edebiyatı ya da Osmanlı şiiri adlandırmalarıyla da karşılaşmaktayız. Klasik
edebiyat olarak bilinme nedenine gelince: Latince “classicus” kelimesinden gelen
klasik, önce Fransızcada “ eski, antik” anlamında kullanılmış, bu nedenle de örneğin
Yunan ve Latin dillerine klasik diller denildiği gibi, eski Yunan ve İtalyan
edebiyatlarına da klasik edebiyatlar denilmiştir.
Edebiyat tarihimiz içerisinde yer alan eski Türk edebiyatının Klasik edebiyat
olarak tanınma nedeni ise, öncelikle anılan edebiyatın değişmez kurallara bağlı
sanat anlayışıyla ilgili olmakla birlikte, onun edebiyat tarihimizin eski dönemine ait
oluşuyla da ilgilidir. Ayrıca altı yüzyıl gibi uzun bir süre varlığını sürdürmüş olan söz
konusu dönem edebiyatının gerek kendi çağında gerekse daha sonra üstat kabul
edilen güçlü sanatçılar yetiştirmiş olması, onun klasik edebiyat olarak tanınma
nedenleri arasındadır.
Yukarıda saydığımız adlandırmalardan başka bu dönem edebiyatı İslami
Türk edebiyatı ve Ümmet çağı Türk edebiyatı adlarıyla da anılmıştır.
Türk İslam Edebiyatının Başlıca Özellikleri
1. Türklerin, Müslüman olduktan sonra doğudan batıya yayılıp yerleştikleri
geniş bir alan üzerinde -daha çok Anadolu’da-altı yüzyıl gibi uzun bir
sürede meydana getirdikleri edebiyattır.
2. İslam medeniyeti içerisinde daha önce doğup gelişen İran şiirini örnek
alarak başlamış ve ümmet kaynaşması yönünde gelişme göstermiştir (ki,
aynı şekilde İran edebiyatı da Arap edebiyatından etkilenmiştir). Söz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
konusu kaynaşma genel çizgileriyle biçim, dil ve söyleyiş, tür, konu ve özde
görülmüştür.
3. Bu dönem edebiyatında şiir esas olmakla birlikte bazı anlatım özellikleri
bakımından nazımın etkisinde ve paralelinde gelişmiş olan nesir de vardır.
4. Şiirin kuruluşunda biçim önem taşır ve belirli kurallara bağlanmıştır. Söz
konusu kurallar ise şiirin biçimini oluşturan nazım birimi, vezin, kafiye ve
nazım şekliyle ilgilidir. Şimdi ana çizgileriyle bu kuralların neler olduğunu
anlatmaya çalışalım:
 Klasik şiirde nazım birimi beyittir. Beyit sistemine dayanan bu
şiirde şair, söylemek istediğini iki dizelik beyit içerisine sığdırmak
durumundadır. Bu anlayış, şiirin bir bütün olarak değil beyitlerden
ibaret bir dizi olarak görülmesinden kaynaklanır. Beytin kendi
içinde tam bir bütün oluşturması, beyitler arası konu birliğine
bakılmaması nedeniyle manzumeler, nazım şekillerine göre
adlandırılırlar ve özel birbaşlık taşımazlar.
 İslami dönem Türk şiirinde göz kafiyesi esastır. Göz kafiyesi dize
sonlarındaki kelimelerin harf ve harekelerinin birbirine uygun
olması demektir. Ayrıca klasik şairlerimiz, kafiyenin tam ya da daha
çok zengin kafiye olmasına dikkat ederlerdi. Biçimle ilgili diğer
kurallar gibi kafiye kuralları da klasik şiirimizin sanat disiplinini
kazanmasında önemli bir yere sahiptir.
 İslam uygarlığı içerisinde yer alan edebiyatların kullandıkları
ortak vezin aruzdur. Aruz, ritmik bir vezin olup dizeyi meydana
getiren kelimelerin hecelerindeki seslerin uzunluğu ve kısalığı esası
üzerinde kurulmuştur. (Ayrıntılı bilgi için bk. Ünite 7)
 Şiirin dış yapısı bakımından önemi olan nazım şekillerinin de
değişmez kesin kuralları vardır. Manzumelerin beyit ya da bent
sayıları, bunların sıralanışı, kafiye düzeni vb. özelliklere göre nazım
şekilleri ayrı adlar alırlar. (Ayrıntılı bilgi için bk. Ünite 3)
5. Klasik Türk edebiyatının özellikle klasik Türk şiirinin, biçimsel özelliklerinin
yanında içerik özellikleri de önemli yer tutar. Edebiyatta içerik denilince
akla dil ve üslup, edebî sanatlar, konu ve temalar gelir. Şimdi bunlar
üzerinde de durarak içerik özelliklerini tanıtmaya çalışalım:
 Klasik Türk edebiyatının dili, müşterek İslam medeniyetinin
kullandığı yazılı kültür diline dayanır. Osmanlı Türkçesi olarak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
bilinen bu dönem edebiyatının dili, Türkçe, Arapça ve Farsça olmak
üzere üç dilin karışımından meydana gelir.
 Klasik Türk edebiyatında görülen edebî sanatlara düşkünlük,
onun önemli özelliklerinden biridir. Edebî sanatların yoğun bir
biçimde kullanımı ise, bu edebiyatın sanat anlayışıyla ilgili olduğu
kadar kültür yapısıyla da ilgilidir. Sanat anlayışına baktığımızda, bu
dönem edebiyatında sanatın eksiksiz ve kusursuz olanı, yani
mutlak güzeli bulma amacına yönelik olduğunu görürüz. Sanatçı,
doğada ya da çevresinde gördüklerini gerçekte oldukları gibi değil,
kendi hayal dünyasında yarattığı biçimde verir. Ancak, söz konusu
mutlak güzel tasvirinde ortak bir ideal güzel ve güzellik anlayışı
geçerlidir. Hemen her şair, boyu servi, kirpikleri ok, kaşları yay,
yanağı gül ya da lale, beli kıl gibi ince güzeli tasvir eder. Bu anlayış,
klasik Türk edebiyatının önemli özelliklerinden biri olan, sanatçının
söylemek istediğini hazır unsurlarla dile getirme zorunluluğu
yaratırken, kullanılan kelime, mazmun ve mecazların da
sınırlanmasına yol açmıştır. Bu durumda sanatçının dehası ise, bu
hazır unsurları kullanma tarzına bağlıdır.
Anlatımda edebî
sanatların yeri önemlidir. Yani şairin gücü, dili kullanırken
anlatımda gösterdiği başarıyla ölçülür.
 Klasik Türk edebiyatı, dünya görüşünü, kültür yapısını yansıtan
konu, tema ve türlerin işlenişinde de belli kalıpların içinde
kalmıştır. Çoğu Arap ve Fars edebiyatlarıyla ortak olan konu, tema
ve türler, hemen bütün sanatçılar tarafından ya olduğu gibi, ya da
ortak konu çevresinde yapılan kimi değişikliklerle kullanılmıştır.
Biçimde olduğu gibi içerikte de görülen bu sıkı disiplin, özellikle
insan duygu ve düşüncelerinin, toplumda olup bitenlerin sınırlı
anlatımı, sanatçıyı dar bir alan içerisinde bırakmıştır. Bu sebeple de
söz ve anlam sanatlarının kullanımı ön plana geçmiş, sanat
gösterme ise edebî sanatlar aracılıyla sağlanmıştır.
 Klasik Türk şiirinin estetik anlayışıyla yakından ilgili olan “mazmun”
kavramına da kısaca değinelim. Mazmun klasik şiirde, bir mısra ya
da beyit içindeki bir kelimenin ya da kelimelerin kendi
anlamının/anlamlarının dışında özel bir anlamda kullanılmasıdır.
Söz konusu özel anlam, ancak klasik şiirin kültür dünyası içinde
vardır ve bu dünyanın mecaz sistemi bilinmedikçe de anlaşılamaz.
Dolayısıyla, klasik şairlerin ait oldukları kültür ortamı nedeniyle
içinde kolayca dolaşabildikleri mazmunlar dünyasına günümüz
insanının girmesi, belli bir kültür birikimini gerektirir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
TÜRK İSLAM EDEBİYATININ TARİHÎ GELİŞİMİ: KURULUŞ
DÖNEMİ (11.-14. YÜZYILLAR)
Karahanlı Dönemi Türk Edebiyatı
8. Yüzyıldan itibaren Müslüman olmaya başlayan Türkler, Karahanlılar
döneminde İslamiyet’i resmen kabul etmişlerdir (920). Bu sebeple tarihte varlığı
bilinen ilk Müslüman Türk devleti Karahanlı Devleti (912-1212) olup İslam
medeniyeti etkisinde gelişen Türk edebiyatının elde bulunan en eski örnekleri de
bu döneme aittir. Karahanlı dönemi Türkçesiyle yazılmış en ünlü eserler: Kutadgu
Bilig, Dîvânu Lugâti’t-Türk ve Atabetü’l- Hakâyık’tır.
Kutadgu Bilig, Karahanlılar devrinde 1069’da yazılmış olup Türk
edebiyatında İslam etkisinde yazılmış ilk büyük eserdir. Eserin yazarı Balasagunlu
Yusuf Has Hacib’dir. “Saadet veren bilgi” anlamına gelen ve 6645 beyitten oluşan
bir mesnevi olan Kutadgu Bilig, fe’ûlün feûlün fe’ûlün fe’ûl vezniyle yazılmıştır.
Siyasetname türünde öğretici, ahlaki, felsefi bir eserdir. Sosyal düzenin ancak
adaletli bir devlet yönetimi ile sağlanacağı konusunda yazılmıştır.
Karahanlı dönemi Türk edebiyatının kronolojik sıraya göre ikinci önemli
eseri, Divanu Lugati’t-Türk’tür. Kaşgarlı Mahmud tarafından 1074’te Bağdat’ta
tamamlanmış olan eser, Türkçe-Arapça bir sözlüktür. Araplara Türkçe öğretmek ve
Türkçenin zengin dil varlığını ortaya koymak amacıyla yazılmıştır. Divanu Lugati’tTürk’te 7500 civarındaki Türkçe kelimenin Arapça karşılıkları verilmiş, Türk illeriyle,
Türkçenin Türkmen, Oğuz, Çiğil, Kırgız vb. Türk boylarının dilleri tanıtılmıştır. Eser
Arapça olmakla birlikte, içinde halk dilinden ve edebiyatından alınmış çok sayıda
kelime, deyim, atasözü ile şiir örnekleri bulunmaktadır. Divanu Lugati’t-Türk,
Türkçenin bilinen ilk sözlüğü, ilk dilbilgisi kitabı, ilk edebiyat antolojisi hatta Türk
dünyası ansiklopedisidir.
Bu dönemde yazılmış diğer bir önemli eser de “Hakikatlerin Eşiği” anlamına
gelen Atabetü’l-Hakayık’tır. Yazılış tarihi belli değildir. Eserin yazarı, Yüknekli
(Semerkand yakınında bir köy) Edib Ahmed’dir. Edib Ahmed, Arapçayı Farsçayı ve
İslami ilimleri çok iyi bilen erdemli bir kişidir. Atabetü’l-Hakayık, Edib Ahmed’in
halka verdiği din ve ahlâk öğütlerinin bulunduğu nasihatname tarzında yazılmış bir
eserdir. Eserin başında, Allah, Peygamber, Dört Halife ve eserin sunulduğu Emir
övüldükten sonra konuya geçilmiştir. Eserde, halka iyi insan olmaları için öğütler
verilmiş, bilginin yararları, cehaletin zararları, insanın dilini tutması, alçak
gönüllülük, iyilik yapmak, cömertlik, cimrilik, hırs, kibir gibi iyi ve kötü huylar
anlatılarak insanlara yardım etme amacı güdülmüştür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
Orta Asya Türk Tasavvuf Edebiyatı ve İlk Türk Sufileri
12. asır, İslamiyet’in kabul edilmesinden sonra artık tasavvufi eserlerin
verilmeye başlandığı dönemdir. İslamiyet’in doğuşundan kısa bir süre sonra ortaya
çıkmış olan tasavvuf, özellikle tarikatlar ve tekkeler aracılığıyla İslam dünyasındaki
etkisi yüzyıllar boyu sürmüş bir düşünce ve inanç sistemidir. Tasavvuf, İslamiyet’in
girdiği yollardan Türkler arasına girerek Horasan ve Maveraünnehr’e kadar ulaşır.
Müslümanlığın, Türkistan’ın içlerine kadar yayılmasında tasavvufi duyuş, inanış ve
düşünüşün payı olmuştur. Allah’a sevgiyle varmaya yönelik bir sistem olan
tasavvuf, Müslüman milletlerin edebiyatlarında kalıcı izler bırakmıştır. Türk
edebiyatının klasik dönemi başlamadan önce 11.-14. Yüzyıllar arasında güçlü bir
edebî akım olarak varlık göstermiştir.
Türk İslam edebiyatı üzerindeki etkisini-aynı yoğunlukta olmamakla
birlikte- 11. Yüzyıldan itibaren yüzyıllar boyu sürdüren tasavvuf, tekke edebiyatının
yanı sıra klasik edebiyatın varlığında da önemli rol oynamıştır. Klasik şairlerin
çoğunda bu etki görülmekle birlikte, din dışı konularda şiirler yazan şairler de,
şiirlerinde tasavvufi kelime ve terimlerden yararlanmışlardır. Şimdi bu sahada
yetişmiş kişiler ve eserleri üzerinde duralım:
İslamiyet’in kabul edilmesinden sonra Türk edebiyatının şekillenmesinde
önemli rol oynayan isimlerden biri olan Ahmed Yesevi, Batı Türkistan’da Sayram
kasabasında XI. Yüzyılın ilk yarısında doğmuş, Yesi şehrinde yaşamıştır. O, dinîtasavvufi Türk edebiyatının ortaya çıkışında etkili olmuştur. Ahmed Yesevi,
“hikmet” adını verdiği şiirlerini Dîvân-ı Hikmet adlı eserinde toplamıştır. Hikmetler,
şekil yönünden koşuk ve sagulara benzemekle birlikte, konu olarak İslam dinini ve
tasavvufunu anlatır. Halka, din ve tasavvuf ile ilgili bilgiler vererek, insanları
aydınlatmaya, onlara doğru yolu göstermeye çalışmıştır. Yesevi’nin hikmetleri,
Selçuklu akınlarıyla birlikte Anadolu’ya gelmiş ve Anadolu’da tekke edebiyatının
doğuşunda, dinî-tasavvufi ruhun gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Daha doğru
bir deyişle hikmetler, 12. Yüzyıl Anadolu’sunda Yunus’u yetiştirecek olan düşünce
ortamı ile edebî ortamı hazırlamıştır.
Divan’da yer alan hikmetler, hece vezniyle yazılmış dörtlüklerdir. Hece
vezniyle gazel biçiminde yazılmış hikmetlerin yanı sıra aruzla yazılmış hikmetler de
vardır. Ancak aruzla yazılan hikmetlerin Yesevi’ye ait olduğu şüphelidir.
Hakaniye lehçesiyle söylenmiş olan bu hikmetlerde, genellikle halkın
konuşma dili kullanılmakla birlikte, İslamiyet’in etkisiyle dilimize giren yabancı
kelimelere, din ve tasavvuf ile ilgili terimlere de fazlasıyla yer verilmiştir. Divan-ı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
Hikmet’in yanı sıra, Yesevi’ye ait olduğu sanılan Fakrnâme adlı eser ise ayrı bir eser
olmayıp Divan-ı Hikmet’in Taşkent ve Kazan baskılarında yer almaktadır.
Ahmed Yesevi’nin Orta Asya’da yetişip o yörede kalan müritleri, düşünce
olarak Yesevi’yi izlemiş ve tarikatlarının görüşlerini yaymak için şiirlerinden
yararlanmışlardır. Bunlardan biri Hakim Süleyman Ata’dır. Yesevi’nin üçüncü
halifesi olan Hakim Süleyman Ata, Yesevi tarzında sufiyane hikmetler kaleme
almayı gelenek hâline getirmesi cihetiyle önemlidir. Süluk adabı ve tasavvufi
düşüncede olduğu gibi edebiyatta da şeyhi ve mürşidi Ahmed Yesevi’nin izinden
gitmiştir. Onun en tanınmış eseri, 14 değişik şaire ait 124 manzume ve 8 manzum
hikayeden oluşan Bakırgan Kitabı’dır. Diğer eserleri ise, kıyamet gününün
alametleri ve kısaca tasviri olan Âhir Zamân Kitâbı; Hz. İsa’nın annesi Hz.
Meryem’in vefatını manzum olarak ve destani bir üslupla anlattığı Meryem
Kitâbı’dır.
XI. ve XII. Yüzyıllar arası Orta Asya siyasî tarihi çok hareketlidir. Bu
hareketlilik, toplum ve devlet düzenini de olumsuz yönde etkilemiştir. Bu sebepten
dolayı o dönemden günümüze kadar ulaşabilen pek eser kalmamıştır. Bu döneme
ait diğer bir isim de Zemahşeri’dir. Zemahşeri, 1074 yılında Harezm’in Zemahşer
kasabasında doğmuş ve 1134 yılında Curcaniye kasabasında vefat etmiştir. Dilcilik
alanında da eser vermiş olan Zemahşeri, asıl tefsir ve fıkıh alanlarındaki
çalışmalarıyla tanınmış, el-Keşşâf adlı tefsiri ile İslam ülkeleri içerisinde üne
kavuşmuştur. Bütün eserlerini Arapça yazan Zemahşeri’nin, Mukaddimetü’l-Edeb
adlı eseri dil ve edebiyat bakımından önemlidir. Arap dilinin başka dillerden
üstünlüğüne inanan Zemahşeri, Harezmşahlardan Atsız’ın isteği üzerine, kitabını
sonradan Harezm Türkçesine çevirerek 12. asrın başlarında hükümdara armağan
etmiştir. Eser, isimler, fiiller, harfler (sesbilim ve biçimbilim kuralları) isim çekimleri
ve fiil çekimleri olmak üzere beş bölüme ayrılmıştır.
Bu bölümde zikredilmesi gereken diğer bir isim de Şair Ali’dir. Hayatı
hakkında hemen hiçbir bilgi yoktur. Orta Asya kökenli bir mutasavvıf olan Şair Ali,
Türk edebiyatında ilk Yûsuf u Züleyhâ hikayesini yazmış olan kişidir. Eser, konusunu
Kuran’da ve Tevrat’ta geçen Yusuf kıssasından almış olup dörtlüklerden meydana
gelmektedir.
13.Yüzyılda Anadolu’da Gelişen Türk Edebiyatı
11. Yüzyılın ikinci yarısının başlarında İran’ı ele geçiren Büyük Selçuklular,
1071’de Malazgirt zaferi ile Anadolu topraklarına ayak basarlar. Anadolu’nun
Türkleşmesinde, Malazgirt zaferinin rolü büyüktür. Kutalmışoğlu Süleyman
Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurarak 1074’de Konya’yı merkez yapar. Ancak Moğol
istilası karşısında tutunamayan Anadolu Selçukluları, tarihten silinir. 13. Yy.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
Anadolusu Türk tarihinin bunalımlı günlerinin yaşandığı asırdır. Bu bunalımlı
günlerde, Mevlana Celaleddin, Sühraverdi, Ahi Evran, Fahreddin-i Konevi gibi
mutasavvıflar, yazdıklarıyla okumuş çevrelerinde tasavvufu yayarken, Anadolu’ya
Horasan’dan gelen alp eren ve alp gaziler de halkın Türkleşmesi ve
Müslümanlaşmasında önemli rol oynamışlardır.
Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Devleti döneminde Türk kökenli
şairler, şiire öncelikle anadilleri yerine Farsça ile başlamışlardı. Farsça şiirlerden
Türkçeye geçiş, küçük denemelerle olmuştu. Farsça mısralar arasına serpiştirilmiş
Türkçe kelimelerle başlayan bu süreç, Türkçeyi mısra seviyesine çıkarmıştır. Bu
tarzdaki mülemma şiirlerden sonra, Türkçe şiirler ve Türkçe eserler yazılmıştır.
Anadolu’da Türkçe eser verme geleneği, 13. Yüzyıl başlarında ortaya çıkmıştır.
Anadolu’da Türk diliyle yazılan ilk eser, XIII. Yüzyılda Hakim Bereket tarafından
yazılan tıp bilimine dair Tuhfe-i Mübârizî’dir. Eldeki bilgilere göre, Anadolu’da
yazılmış en eski Türkçe gazel ise, Evhadüddin-i Kirmani’nin sadece matla beyti
günümüze ulaşan “olısar” redifli Farsça-Türkçe mülemma gazelidir.
Türk edebiyatının, Anadolu Selçuklularının son dönemlerinde (XIII. Yy.)
yaşayan öncüleri, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Mevlana, Dehhani, Sultan Veled ve
Nasıri’dir. Şimdi sırasıyla bu isimleri ve eserlerini tanıtalım:
13. Yüzyılda Anadolu’ya Horasan’dan gelen dervişlerden biri Hacı Bektaş
Veli’dir. Hacı Bektaş Veli, Nişabur’da doğmuş, Lokman-ı Perende adlı bir mutasavvıf
tarafından yetiştirilmiş ve Ahmed Yesevi’ye intisâb etmiştir. Hayatıyla ilgili
söylenenlerin çoğu, Velâyetnâme-i Hacı Bektaş-ı Velî adlı menakıpnameye
dayandırılır. Hacı Bektaş-ı Veli, yaşadığı dönemde şöhret kazanmış bir isim değildir.
Asıl şöhretini, vefatından sonraki dönemlerde, özellikle Bektaşilik tarikatı ile
kazanmıştır. Türkçe yazdığı “nefes” denilen ilahileri ile Anadolu halkına dinî,
tasavvufi ve ahlaki yol göstericilik yapmıştır. Kaynaklar, Hacı Bektaş-ı Veli’nin
Makâlât adlı tasavvufi eserinin varlığından söz etmektedir. Ancak Arapça yazılmış
olan söz konusu eserin aslı elde bulunmadığı gibi, Makalat’ın, Hacı Bektaş Veli’nin
kaleminden çıkmış olduğu görüşü de tarihî açıdan henüz ispat edilememiştir. Hacı
Bektaş Veli’ye isnat edilen diğer eserler ise, Kitâbü’l- Fevâid, Fâtiha Sûresi Tefsîri,
Şathiye, Şerh-i Besmele, Hacı Bektaş’ın Nasîhatleri, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı
Ayniyye’dir.
Yaşadığı dönem konusunda farklı görüşler olan, XII. asrın ortaları ile XIV.
asrın başlarında yaşadığı tahmin edilen Yunus Emre, Anadolu’da tertip edilen ilk
Türkçe Dîvân’ın sahibidir. Yunus’un bunun dışında yine Türkçe olarak yazılmış,
tasavvufi bir nasihatname olan Risâletü’n- Nushiyye adlı bir mesnevisi vardır.
Yunus’un eserlerinde kullandığı dil sade olup canlı bir konuşma diline
dayanmaktadır. Yunus Emre’nin Divanı’nda yer alan gazellerinin konusu, hemen
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
hemen tamamen din ve tasavvuf etrafında odaklanmaktadır. Şiirlerinde ekseriyetle
Allah aşkından, gönül yapmaktan ve insan sevgisinden bahseder. İnsan sevgisinden
ve gönül yıkmanın günahından söz ettiği şu şiirleri örnek verebiliriz:
Yetmiş iki millete kurbân ol âşıkısan
Örnek
Tâ âşıklar safında imâm olasın sâdık
Yetmiş iki milletün hem ma’şûkı oldurur
Âşıkı ma’şûkından ayırmaklık fâl değül
Cümle yaradılmışa bir göz ile bakmayan
Halka müderris ise hakîkatde âsidür
Gönül Çalab’un tahtı Çalab gönüle bakdı
İki cihân bedbahtı kim gönül yıkar ise
Yûnus Emre dir hoca gerekse var bin hacca
Hepisinden eyüce bir gönüle girmekdür
Risaletü’n-Nushiyye isimli mesnevisi, aruzun fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün
kalıbıyla yazılan manzûm bir girişle başlar. Kısa bir mensur bölümden sonra,
mefâ’îlün mefâ’îlün fe’ûlün vezniyle yazılan mesnevisinin asıl bölümleri
gelmektedir. Beyit sayısı 600 civarında olan bu mesnevinin girişinde, tasavvufun
yaratılış, akıl ve bilgi teorisi üzerinde durulmaktadır. Yunus Emre, mesnevisinden
ziyade, Divanı’ndaki gazel ve ilahileriyle şöhret bulmuş ve bir Yunus mektebinin
doğmasına sebep oluştur.
Anadolu Selçuklu Devleti döneminde yazmış olduğu Türkçe şiirlerle dikkati
çeken diğer bir şair de Hoca Dehhani’dir. Dehhani’nin hayatı hakkındaki bilgiler
sınırlıdır. Döneminde hemen bütün şairlerin dinî-tasavvufi konulara yönelmelerine
karşılık o, tabii güzellikleri, dünyevi zevkleri, maddi aşkı rindane bir eda ile dile
getirmiştir. Dehhani’nin bugüne kadar ele geçen şiirleri, 1 kaside ile 7 gazelden
ibaret olup toplam 79 beyittir.
Hacı Bektaş Veli, Yunus ve Dehhani’nin dışında, XIII. Yüzyılda yetişen
Mevlana, Sultan Veled ve Nasıri gibi şairler eserlerini Farsça yazmışlardır. Buna
karşılık eserleri içinde bazı Türkçe beyitlere de yer vermişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
Bunlardan Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin (1207-1273), Türk kültür
hayatına etkisi çok büyüktür. Afganistan’ın kuzeyinde bulunan Belh şehrinde doğan
Mevlana, daha sonra Konya’ya gelip yerleşmiş ve hayatının sonuna kadar burada
yaşamıştır. İlk tahsilini babası Bahaüddin Veled’den alan Mevlana, daha sonra
Seyyid Burhaneddin Tırmızi’den de dersler alarak kendini mükemmel bir şekilde
yetiştirmiştir. 23 Ekim 1244’te Konya’da Şems-i Tebrizi ile tanışması hayatında bir
dönüm noktası olmuştur. Tebrizi, Mevlana’yı kitapların dışındaki sırlara ermek
yolunda, ileri bir iman ve heyecan âlemine götürmüş ve semanın zevkini
tattırmıştır. Ona, neyin, rebabın, kelime ile musikinin lezzetini duyurdu. Şems-i
Tebrizi’nin ortadan kaybolmasıyla uzun süre içine kapanan Mevlana, Şems’de
gördüğü ilâhî hâllerin Selahaddin Zerkûb’da tecelli ettiğine inanarak onu kendisine
musahip yapmıştır. Selahaddin Zerkûb’un vefatından sonra da Çelebi Hüsameddin’i
kendisine halife seçti. Mevlana’ya Mesnevi’yi yazma fikrini veren Çelebi
Hüsameddin olmuştur. Mevlana yazmış olduğu eserlerle, hem Osmanlı hem de
Doğu zihniyet dünyasına ve edebiyatına tesir eden önemli bir sufidir. Onun Farsça
yazılmış altı ciltlik dev eseri olan Mesnevi’si, tam adıyla Mesnevî-i Ma’nevî’si, en
çok okunan eseri olup 25.634 beyitten oluşmaktadır. Mesnevi birçok kişi tarafından
şerh ve tercüme edilmiştir. Bu tercümelerden biri Nahifi’ye (18. Yy.) aittir.
Nahifi’nin şerhi halk tarafından Mevlana’ya ait sanılmaktadır. Mevlana’nın Farsça
beyti ve Nahifi’nin tercümesi şöyledir:
Bişnev în ney çün hikâyet mî kuned
Ez cüdâyihâ şikâyet mî kuned
Mevlana
Dinle neyden kim hikâyet etmede
Ayrılıklardan şikâyet etmede
Nahifi
Mevlana’nın diğer önemli eseri, Farsça şiir ve rubailerini ihtiva eden Dîvân-ı
Kebîr’dir. Mevlana’nın bu şiirlerinde mahlas olarak Şems ve Şems-i Tebrizi’yi
kullanması sebebiyle Külliyât-ı Şems ve Külliyât-ı Şems-i Tebrîzî isimleriyle de
bilinmektedir. Mevlana’nın diğer eserleri ise Fîhi Mâ Fîh, Mecâlis-i Seb`a ve
Mektûbât’tır.
Mevlana’nın oğlu Sultan Veled, Mevleviliği tarikat hâline getirmiş ve dört
bir yana gönderdiği dervişleri ve halifeleriyle bu tarikatın yayılmasını sağlamıştır. O
da, arada Türkçe şiirler söylemişse de eserlerinin büyük çoğunluğunu Farsça
yazmıştır. Oldukça hacimli bir eser olan Farsça Dîvânı’nda, Türkçe ve Arapça şiirler
ile Rumca beyitler de vardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
Örnek
Sultan Veled’in bir gazelinden birkaç beyit:
Senün yüzün güneşdür yohsa aydur
Cânum aldı gözin dakı ne aydur
Benüm iki gözüm bilgil cânım sen
Beni cânsuz koyasun sen bu geydür
Gözümden çıkma kim bu ev senündür
Benüm gözüm sana yahşı sarâydur
Ne okdur bu ne ok kim değdi senden
Benüm boyum sünüydi şimdi yaydur
1. Senin yüzün güneş mi yoksa ay mıdır? Gözlerin de ne
söylüyorlar ki canımı aldılar.
2. Benim iki gözüm, bil ki (sen) benim (ilahi) canımsın. (Sen
canım olup) beni (bu hayvani) candan kurtarıyorsun. Bu ne
iyidir.
3. Gözümden çıkma ki benim gözüm evi senindir. Benim gözüm
sana en güzel (bir) saraydır.
4. Bana senden değen bu ok ne oktur ki o değmeden benim
boyum süngü gibi dimdikti, şimdi yay gibi bükülmüştür.
Sultan Veled’in, İbtidânâme, Rebâbnâme ve İntihânâme adlı
mesnevilerinin yanı sıra dinî ve ahlaki öğütler içeren Ma`ârif adlı mensur bir eseri
bulunmaktadır.
Bu alanda zikredilmesi gereken diğer bir isim de Sultan Veled
dervişlerinden Rükneddîn el- Urmevi el-Konevi’nin oğlu Nasıri’dir. Nasıri’nin Farsça
olarak kaleme aldığı Fütüvvetnâme isimli mesnevisi ile manzum-mensur karışık
İşrâkât adında bir eseri vardır. Farsça’nın yanında Türkçe şiirler de yazmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
14. Yüzyıl Türk Edebiyatı
Azeri Sahası Türk Edebiyatı
Doğudan gelip Azerbaycan, Irak ve Anadolu’da yerleşen Oğuz ve Türkmen
boylarının dilleri Oğuzca, 14. Yüzyıldan itibaren Azeri ve Anadolu Türkçesi olmak
üzere iki ayrı edebî lehçede varlığını ve gelişimini sürdürmüştür. XII. Yüzyılda,
Moğol istilası nedeniyle Horasan’dan Azerbaycan’a gelen şairler, bu bölgede klasik
Türk şiirinin gelişmesine yardımcı olmuşlardır. XIV. Yüzyıl Azeri sahasında yetişmiş
sanatçılar, Hasanoğlu, Nasir-i Bakuyi, Ahmed Bin Veys ve Nesimi’dir.
Hasanoğlu hakkında bilgiler sınırlı olup aruzla yazılmış iki gazelinin yanı sıra
Farsça şiirleri de bulunmaktadır. Gazellerinin birinde klasik üslup diğerinde ise
folklorik üslubun özellikleri öne çıkar.
XIII. asrın sonları ile XIV. asrın başlarında Bakü’de yaşayan Nasır-ı Bakuyi,
Gazan Han ve Olcaytu ile aynı dönemde yaşamıştır. Olcaytu, kardeşinin yerine
tahta oturduktan sonra, Bakü’ye gelerek oranın halkını bazı vergilerden muaf
tutmuş ve orayı mamur hâle getirmiştir. Bundan dolayı Nasır-ı Bakuyi, bir
muhammes kaleme almıştır.
Bu sahada yetişmiş diğer bir şair Ahmed Bin Veys’dir. Türkçe, Arapça ve
Farsça şiirler yazmıştır. Ayrıca XIV. Yüzyılın nazire mecmualarından Mecmû’atü’nNezâ’ir içinde bir gazeli vardır. Yedi Farsça Dîvân’dan oluşan külliyatı üzerine
çalışmalar yapılmıştır.
Asıl adı İmadüddin olan Türk sufisi Nesimi, bu yüzyılda yetişmiş önemli bir
sanatçıdır. Nesimi’nin İran’da Hurufilik mezhebinin kurucusu Fazlullah-ı Hurûfi’nin
halifelerinden olduğu ve Halep’te inancı yüzünden öldürüldüğü bilinmektedir. Türk
edebiyatının en lirik ve en coşkun şairlerinden biri olan Nesimi, özellikle Bektaşiler
ile vahdet-i vücud akidesini benimseyenler arasında büyük bir sufi olarak kabul
edilmiş, hakkında pek çok menkıbe yazılmıştır. Şiirde büyük bir kudret göstererek
çoğunlukla kendi akidesini telkine çalışmış, aşıkane şiirler de söylemiştir. Şiirleriyle
yeni bir çığır açan Nesimi, kendisinden sonra gelen Habibi, Fuzuli, Hatayi ve Kavsi
gibi şairler üzerinde etkili olmuştur. Nesimi’nin bilinen iki eseri, Farsça ve Türkçe
Dîvân’ıdır. Bu eserleri dışında, günümüze ulaşmayan Arapça Dîvân’ı
bulunmaktadır. Ayrıca, Hurufiliğe ait Mukaddimetü’l-Hakâyık adlı mensur bir
eserinin varlığından söz edilmekle birlikte, bunun Nesimi’ye aidiyeti henüz kesinlik
kazanmamıştır. Klasik nazım şekilleriyle şiirler yazmasının yanı sıra, tuyuğlarıyla da
ün kazanmış bir şairimizdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
Osmanlı Sahası Türk Edebiyatı
Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemine rastlayan XIV. Yüzyılda, Türk dili bir
önceki yıla göre daha da işlenip gelişmiş, buna paralel olarak manzum ve mensur
yazılan eser sayısında büyük bir artış olmuştur. 13. Yüzyıla göre yazar ve şair sayısı
da artmıştır. Bu dönemde, saray ve ordunun yanı sıra yüksek memurlar arasında da
yerleşen Türkçe, artık Anadolu’da tamamıyla kökleşerek bir edebiyat dili hâline
gelmiş, Türk edebiyatı çeşitli türlerde eserler vermeye başlamıştır. 14. Yy.
Anadolusu’nda gelişen Türk edebiyatında, mesnevilerin yeri büyüktür. Bu
mesnevilerin pek çoğu tasavvufi, dinî içerikli olmakla birlikte aşka dair ve tarihîdestani özellik gösterenler de vardır. Ayrıca dinî konular ve tercüme eserler ön
plana çıkmıştır. XIII. Yüzyılda iyice yerleşmiş olan tasavvuf da, Mevlevilik, Babailik,
Hurufilik vb. inanç ve tarikatların taraftarları aracılığıyla etkinliğini sürdürmüştür.
XIV. Yüzyılda en fazla eser, Osmanoğulları sahasında telif edilmiştir. Türkçe
eser vermeyi şuurlu bir şekilde isteyen ve bunu gerçekleştirmeye çalışan şairler,
Anadolu’da bir milli edebiyat çağının açılmasını sağlamışlardır. Bunların başında
Gülşehri ve Âşık Paşa gelmektedir. XIV. Yüzyılda yeni bir hüviyet, yeni bir şekil, yeni
bir heyecan ve ruhla meydana getirilen eserlerin çoğunluğunu dinî-ahlaki
mesneviler oluşturur. Bu eserlerin çoğunun Anadolu insanını âdeta yeniden
yoğurup şekillendiren çalışmalar olduğu görülmektedir.
Bu asırda Osmanlı sahası Türk edebiyatının başlıca temsilcileri şunlardır:
Bugünkü bilgilerimize göre 14. Yüzyılın en eski şairi Gülşehri’dir. 1317’de
kaleme aldığı Mantıku’t-Tayr (Kuş Dili) mesnevisinde geçen bazı beyitlerden, onun
Kırşehir’de zaviye sahibi, tanınmış bir şeyh olduğu anlaşılmaktadır. Mutasavvıf bir
şair olan Gülşehri, nazım tekniğine hâkim; dili ve veznini iyi kullanan yüksek
derecede bir sanatkârdır. Eserlerinde din ve tasavvufun yanında, mantık, felsefe,
riyazet gibi akli ilimlere de vakıf olduğu anlaşılan Gülşehri, emir ve vezirlerin saygı
duyduğu bir şairdir. Mantıku’t-Tayr, Gülşehri’nin Feridüddin-i Attar’ın aynı isimdeki
eserini esas alarak meydana getirdiği, vahdet-i vücud inancını işleyen alegorik bir
mesnevidir. Eser, Türk diliyle Farsçadan daha güzel bir eser yazılabileceğini ortaya
koyma amacıyla kaleme alınmıştır. Mesnevinin beyit sayısı nüshalara göre 4931 ile
5029 arasında değişmektedir. Devrine göre bilinçli bir şekilde Türkçe sade bir dil
kullanan ve zengin bir muhayyileye sahip olan Gülşehri’nin bu eseri, itinalı ve canlı
bir anlatıma sahiptir. Feleknâme adlı eserinde ise, kelam ilminin en önemli bahisleri
arasında yer alan “mebde” ve “mead” konusunu işlemiştir. “Ulvi” âlemden “”süfli”
âleme gelenlerin, gelmeden önceki durumlarını ve süfli âleme niçin geldiklerini
belirtmek için kaleme alınmış bir mesnevidir. Gülşehri’nin diğer eserleri, Arûz-ı
Gülşehrî, Kerâmât-ı Ahî Evran ve Kudûri Tercümesi’dir.
Gülşehri gibi Kırşehir’de yetişen ve Garîbnâme adlı büyük mesnevisiyle
tanınan Âşık Paşa da, devrinin önemli düşünürlerinden biridir. Arapça, Farsça,
Ermenice ve İbranice bilen şair, sultan dâhil her kesimden insana verdiği öğütlerle
dikkati çeken bir mutasavvıftır. O, edebî dilde Türkçeye yönelişte önemli rol
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
oynamıştır. Edebiyatımızda Yûsuf u Züleyhâ, Leylâ vü Mecnûn gibi aşk hikayelerini
ilk defa kaleme alan Âşık Paşa, miracname ve mevlid gibi türlerin yazılmasına da
öncülük etmiştir. Yine aşk içerisinde işlediği gül ile bülbülün hususiyetleri, daha
sonraki dönemlerde müstakil olarak kaleme alınacaktır. 10592 beyit olan
Garibname adlı eser, on baba, her bap da on bölüme ayrılmıştır. Birinci bapta
vahdet (birlik), ikincide vücut ve ruh, üçüncüde mazi, hâl ve istikbal, dördüncüde
dört unsur, beşincide beş duyu, altıncıda yaradılışın altı günü, yedincide yedi kat
gök, sekizincide sekiz cennet, dokuzuncuda nefis, onuncuda on mevzu anlatılır.
Dinî, tasavvufi ve öğretici, halkı eğitme amacıyla yazılan eser, Anadolu’da Türk
tasavvuf edebiyatının en eski ve tesirli eserlerinden biridir. Eser, Türkçedir. Âşık
Paşa Garibname’de, bu eseri Türk dili ile yazdığını söylerken şöyle demektedir:
Kamu dilde var idi zabt u usûl
Bunlara düşmüş idi cümle ukûl
Türk diline kimesne bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi
Türk dahi bilmez idi bu dilleri
İnce yolu ol ulu menzilleri
Âşık Paşa’nın tasavvufi diğer bir mesnevisi de, 161 beyitten oluşan
Fakrnâme’dir. Bu mesnevisinde, alçak gönüllülüğü, dünya nimetlerini hiçe sayarak
azla yetinmeyi ele almış ve onu Allah tarafından türlü renklerle bezenmiş “Fakr”
adlı bir kuş olarak tasvir etmiştir. Diğer eserleri ise: “Hâl” ve “hâl” in çeşitlerini,
nasıl geçirilmesi gerektiğini işlediği mesnevisi Vasf-ı Hâl, Hikâye, Fürkatnâme ve
Kimyâ Risâlesi’dir.
İlim âlemine ilk olarak Fuad Köprülü tarafından tanıtılan Şeyyad Hamza’nın
yaşadığı dönem hakkında ihtilaflar vardır. Bazı kaynaklar 13. asır şairi olduğunu
belirtirken, bazıları da 14. asır şairi olarak gösterir. Onun hem aruz hem de hece
vezniyle yazılmış şiirleri vardır. Şiirlerini mesnevi, gazel ve kaside nazım şekillerinin
yanında, dörtlük birimiyle de yazmıştır. Şiirleri genellikle dinî-tasavvufi içeriğe
sahiptir. Şairin en önemli eseri, Yûsuf u Züleyhâ mesnevisidir. Eser konusu itibariyle
klasik tertibe uygun, Kuran’daki Yusuf kıssasına dayanan dinî bir aşk hikayesidir.
Gazneli Devleti’nin en meşhur hükümdarı Gazneli Mahmud ile bir derviş arasında
geçen bir konuşmayı konu edinen Dâstân-ı Sultân Mahmûd mesnevisi ile, ilk olarak
Âmil Çelebioğlu tarafından ilim âlemine tanıtılan Ahvâl-i Kıyâmet mesnevisi diğer
eserleridir.
Şeyyad Hamza gibi yaşadığı dönem tartışmalı olan Ahmed Fakih (XIV . Yy.),
Fuad Köprülü tarafından XIII. Yüzyılda Anadolu Selçukluları döneminde yaşayan ve
dinî-tasavvufi mahiyetteki Çarhnâme isimli kasidesi olan bir şair olarak tanıtılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
Bu eserinde dünyanın faniliğinden, dünya zevklerine kapılmanın yanlışlığından
bahsedilmiş, ölüm hatırlatılarak bu dünyada ahiret için hazırlanmanın gerekliliği
vurgulanmıştır. Anadolu Türkçesinin ilk örneklerinden olması sebebiyle dil
bakımından önemlidir.
Örnek
Çarhname’den
Dirîgâ çarhun elinden hezârân
Ki kılmışdur muattal bunca karân
İşid imdi bu ahvâli iy kardaş
Çün ümmetdür biribirüne ihvân
Yavuz sanmaya kardaş kardaşına
Hakîkatdir bu sözüm bana inan
İşitdün ise sözüne kulak tut
Gidermegil sözümi kulağundan
Ahmed Fakih
Kitâbu Evsâf-ı Mesâcidi’ş-Şerîfe adlı mesnevi nazım şekliyle yazılan eserinde
ise, bir grup arkadaşı ile hacca giden Ahmed Fakih’in bu esnada gördüğü Şam,
Kudüs, Mekke ve Medine ile oralarda ziyaret ettiği kutsal mekânlar anlatılmaktadır.
XIV. asrın ikinci yarısında Anadolu’da yaşayıp kadılık, vezirlik ve
hükümdarlık yapmış âlim ve şair bir devlet adamı olan Kadı Burhaneddin, Oğuz
asıllı bir aileye mensuptur. Şam, Kayseri, Mısır gibi şehirlerde iyi bir eğitim
görmüştür. Türk şiirinin lirik şairlerinden biri ve klasik Türk şiirinin
kurucularındandır. Fars şiirinin teşbih ve mazmun sistemini başarıyla kullanır ve
Türk nazmını kendine has bir estetik anlayışla işler. Henüz hayatta iken istinsah
edilen Kadı Burhâneddîn Dîvânı, klasik divan tertibine göre tanzim edilmemiştir.
Divanda önce gazeller sonra rubailer ve tuyuglar sıralanmıştır. Şiirlerinde, mahalli
unsurlara yer vermiş, Türk dilinin kıvraklığından ve anlam farklarından ustalıkla
yararlanmıştır. Onun sade dille yazdığı ve Türk halk şiirlerinde görülen cinaslı
kafiyelere fazlaca yer verdiği tuyuğları önemlidir. Kadı Burhaneddin’in şiirlerinden
başka, Arapça yazdığı İksîrü’s-Saâdât fî Esrâri’l- İbâdât ve Tercîhu’t-Tavzîh
isimlerinde dinî muhtevalı mensur iki eseri daha vardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
Muhtemelen 735/1334-35 yılında doğmuş olan bu dönemin önemli
şairlerinden biri de Ahmedi’dir. Eserlerinden anlaşıldığına göre, tasavvufi-dinî
ilimlerin yanında tıp, astronomi gibi müspet ilimlere de vakıf bir şairdir. Çeşitli
konularda kaleme aldığı manzum eserleriyle hem Anadolu sahası Türk dilinin
gelişmesine hem de Türk edebiyatının klasikleşmesinde büyük katkıda
bulunmuştur. Türk şiirinde Hoca Dehhani ile başlayan, içtimai hayata dair dikkatler
Ahmedi’de de kendisini göstermektedir. Ahmedi’nin sanat bakımından en kıymetli
eseri olan Türkçe Dîvânı’nda ağırlığı gazeller oluşturur. Bunun yanında 74 kasidesi
de, onu çok kaside söyleyen şairler arasına dâhil etmiştir. Oldukça hacimli bir eser
olan Divan, yaklaşık 9.000 beyitten oluşmaktadır. Ahmedi’nin Divanı’da yer alan
“güler” redifli gazelini örnek verebiliriz:
Gazel
Örnek
1. Gül ki rengi yüzinün bâğ u gülistâna güler
Şöyle kim zevki sözinün şekeristâna güler
2. Dudağun kim ana yâkût-ı revân dir Yâkût
Bir güherdür ki dü-sad la’l-i Bedahşân’a güler
3. Sen gülicek dişün odından erir dürr-i Aden
Ağlayam ben gözümün kan yaşı ummâna güler
4. Bir nefes bâd-ı seher zülfüne irdi leb-i subh
Ol nefes râyihasın tuyalı reyhâna güler
5. Zülfinün silsilesinde beni ser-geşte gören
Zihi sevdâ-zede diyü bu perîşâna güler
6. Şavkunun zevkini tuyan kişi cân mihrini kor
Derdinün dürdini içen kişi dermâna güler
7. Ahmedî kıldı lebün vasfıyıla dilini ter
Her sözi lâ-büd anun çeşme-i hayvâna güler
1. Yüzünün güzelliği bağ ve bahçeye; sözünün zevki de, şeker kamışı
tarlasına güler.
2. Yakut, dudağına “kırmızı şarap” der. Dudak, bir cevherdir ki, Bedahşan’ın
yüzlerce kıymetli taşına güler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
3. (Ey sevgili!) Sen gülünce dişinin parlaklığından/ateşinden Aden incisi erir.
Ben, ağladığımda gözlerimin kanlı yaşı, okyanusa/Umman denizine güler.
4. Seher rüzgârı, bir anda sevgilinin saçına erişti. Tan yeri, o an sevgilinin
saçının kokusunu aldığı için, fesleğene güler.
5. (Sevgilinin) saçının zincirinde beni şaşkın vaziyette gören, “ne iyi sevda
tutkunu” diye bu perişan âşığa güler.
6. (Ey sevgili!) Senin aşkının zevkini tadan kişi, can sevgisini bırakır.
Derdinin tortusunu içen kişi dermana güler.
7. Ahmedi, sevgilinin dudağının niteliklerini anlatmakla üslubunu/dilini
yeniledi. Şüphesiz, onun her sözü bengisuya güler.
Klasik edebiyatın Anadolu sahasındaki belirgin temel taşlarından olan
Ahmedi Divanı’nın en önemli yönlerinden biri, yaklaşık bir asır boyunca şairlerin
büyük bir kısmının bu eserde yer alan şiirlere nazire yazarak yetişmeleri; diğeri de,
bugün Osmanlı sahasının elde mevcut en eski divanı olmasıdır. İskendernâme adlı
eseri ise, XIV. Yüzyılda yazılan mesnevilerin en önemlilerinden olup edebiyatımızda
bu konudaki mesnevilerin ilki ve en başarılı örneğidir. İskendername, Anadolu’da
Nizami-i Gencevi’nin İskendernâmesi’ne yazılan ilk naziredir. 4745 beyitten oluşan
Cemşîd ü Hûrşîd adlı mesnevisinde de, Çin Fağfurunun oğlu Cemşid ile Rum
Kayserinin kızı Hurşid arasındaki aşk anlatılmaktadır. Tıpla ilgili mesnevisi olan
Tervîhu’l-ervâh, Aydınoğullarından İsa Bey’in oğlu Hamza Bey için yazılmış ArapçaFarsça manzum lügat olan Mirkâtü’l-edeb, Arapça sarf bilgisi kurallarının anlatıldığı
Farsça kaside olan Mîzânü’l-edeb ve Bedâyi’u’s-sihr fî-Sanâyi-i Şi’r ve Esrârnâme
çevirisi diğer eserleridir. Ahmedi’nin çeşitli kaynaklarda adı zikredildiği hâlde,
şimdiye kadar ele geçmeyen Kasîde-i Sarsarî Şerhi, Hayretu’l-ukalâ ve Yûsuf u
Züleyhâ adlı eserleri de vardır. Ahmedi, dönemin en fazla sayıda eser veren
sanatçısıdır.
Germiyan Beyliği sınırları içerisinde yaşadığı tahmin edilen Hoca Mesud’un
hayatı hakkında fazla bilgimiz yoktur. Hoca Mesud, Süheyl ü Nevbahâr adlı âşıkane
mesnevisiyle tanınmıştır. Süheyl ü Nev-bahar’ın aslı Farsça olup tercüme edilerek
edebiyatımıza kazandırılmıştır. Ancak eserin İran edebiyatındaki orijinali bugüne
kadar henüz ele geçmemiştir. Eser, Yemen padişahının oğlu Süheyl ile Çin
Fağfurunun kızı Nev-bahar arasındaki aşkı işlemektedir. Hoca Mesud’un diğer bir
eseri, Sadi-i Şirazi’nin Bostân isimli eserinin muhtasar tercümesi olan
Ferhengnâme-i Sa`dî’dir. Hacim bakımından Bostan’ın dörtte biri kadar olan eser,
dinî ve ahlaki konularda öğütleri ve bunlarla ilgili hikayeleri ihtiva eden didaktik bir
mesnevidir. İran edebiyatının tanınmış didaktik eseri olan Bostan’ın ilk Türkçe
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
manzum tercümesi olması, yazıldığı dönemin dil hususiyetlerini ihtiva etmesi ve
müellifinin şuurlu bir şekilde Türkçeyi kullanması bakımından önemlidir.
Bu dönemde yetişmiş, tasavvuf edebiyatının önemli kişilerinden olan
Eflaki’nin, bir astronomi âliminden ders alıp gözlemle uğraştığı için kendisine Eflaki
nisbesinin verildiği tahmin edilmektedir. Ayrıca Mevlana’nın torunu Ulu Arif
Çelebi’ye intisabından dolayı hakkında Arifi nisbesi de kullanılmıştır. Menâkıbu’lÂrifîn, Eflaki’nin en önemli eseri olup şeyhi Ulu Arif Çelebi’nin isteği üzerine otuz
altı yılda Farsça olarak kaleme alınmıştır. Özellikle Mevlevilik tarihi açısından
önemli olan eserde, başta Mevlana Celaleddin-i Rumi olmak üzere diğer Mevlevi
büyükleri ve Mevlevi tarikatı hakkında bilgiler verilmektedir. Eser, Anadolu’nun
XIII-XIV. Yüzyıllardaki dinî, tarihî, sosyal ve kültürel yapısı hakkında önemli bilgileri
bünyesinde barındırması bakımından oldukça önemlidir.
Yine bu asır ediplerinden Kütahyalı olan Şeyhoğlu (Sadrüddin) Mustafa,
1340-1410 tarihleri arasında Germiyan beyi Süleyman Şah’ın hizmetinde nişancılık
ve defterdarlık hizmetlerinde bulunmuştur. Daha sonra Yıldırım Bayezid’e intisab
etmiş ve kaynaklarda kayıtlı olan ünlü eserini de ona sunmuştur. Ona ün
kazandıran Türkçe ve âşıkane konulu eseri Hurşidnâme’dir. Şeyhoğlu Mustafa’nın
mensur eserleri de vardır. Bunlardan Marzubannâme, 14. Yüzyılın önemli
eserlerindendir. Eserin aslı Farsça olup Germiyan beyi Süleyman Şah adına
Türkçeye çevrilmiştir. Didaktik bir eser olan Marzubanname’de Kelile ve Dimne gibi
öğretici hayvan hikayeleri bulunmaktadır. Şeyhoğlu Mustafa’nın Farsçaan tercüme
ettiği diğer bir eseri, Kâbusnâme Çevirisi’dir. Kenzü’l-Küberâ ve Mehekkü’l-Ulemâ
ise, Şeyhoğlu’nun mensur eserlerinden en son yazılmış olanıdır. Siyasetname
niteliğinde olan bu eserde, başta padişah olmak üzere, devlet adamlarına devlet
yönetimiyle ilgili tavsiyelerde bulunulur.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, 14. Yy.. Osmanlı sahasında gelişen Türk
edebiyatında, mesnevilerin yeri büyüktür. Bu yüzyılda kaleme alınan mesnevilerin
önemli bir kısmı günümüze kadar gelebilmiştir. İzah ettiğimiz şairler dışındaki diğer
mesnevi yazarları ve eserleri ise şunlardır:











Mehmed-Işknâme(Tuhfenâme)
Tutmacı-Gül ü Hüsrev
Suli Fakih-Yûsuf u Züleyhâ
Yusuf-ı Meddah–Varka ve Gülşâh
Tursun Fakih–Gazavât-ı Resûlullâh (Kıssa-i Mukaffâ)
Fahri-Hüsrev ü Şîrin
İzzetoğlu–Tâvûs Mu`cizesi
Kirdeci Ali–Dâsitân-ı Hamâme, Dâsitan-ı Ejderhâ, Kesikbaş Destânı,
Hikâye-i Delletü’l-Muhtel
Kemaloğlu İsmail–Ferahnâme
Ladikli Mehmed bin Âşık Süleyman–Keşfü’l- Me’ânî
Pir Mahmud–Bahtiyarnâme
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
XIV. Yüzyılda manzum eserlerle birlikte, tıp; tarihî, destânî konular ve daha çok
dinî-ahlaki, didaktik içerikli mensur eserler yazılmıştır. Bu yüzyılda yazılmış mensur
eserleri şöyle sıralayabiliriz:







Kul Mesud–Kelîle ve Dimne
İshak bin Muhtar–Edviye-i Müfrede
Celalüddin Hızır–Müntahâb-ı Şifâ
Hamzavi–Hamzanâme, İskendernâme
Battalnâme
Danişmendnâme
Salebi–Kısâs-ı Enbiyâ
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Özet
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
•İslamiyet öncesi dönem 8. yüzyılda başlar. Bu dönemde daha çok sözlü
edebiyat ürünleri verilmiştir. İslamiyet’in Türkler arasında yayılması 10.
yüzyılda gerçekleşebilmiştir. Müslüman olan Türkler ve İslamiyet’in
etkisi ile ortaya çıkan Türk edebiyatı, yavaş yavaş İslam ortak
medeniyetine dâhil olur ve önce Arap daha sonra da İran kültür ve
edebiyatının etkisiyle şekillenir.
•İslam edebiyatının iç ve dış yapısını oluşturan öğeler, İranlıların
aracılığıyla Türk edebiyatına girmiştir. İslam medeniyeti etkisinde
gelişen Türk edebiyatına farklı dönemlerde farklı isimler verilerek
vasıflandırılmaya çalışılır. Ancak geleneğe uygun olarak hareket eden
şair ve yazarlar, değişmez kurallara bağlı sanat anlayışlarıyla eserlerini
verirler. Dönemlerin ve çeşitli sahaların sosyal, siyasi ve kültürel
durumlarının yansıttığı şiirlerin yanında bu etki ile ortaya çıkan tasavvuf
gibi inanç sistemleri de edebiyatın yönünü değiştirmektedir. Tasavvuf,
XII. yüzyılda Ahmed Yesevi ile başlayarak XIII. ve XIV. yüzyıllarda da
etkisini sürdürür.
•İlk dönemlerde sınırlı konu, tema ve nazım şekilleriyle şiirler yazılırken,
yüzyıllar geçtikçe gelişen edebiyatımızda, zengin ve çeşitli ürünler
verilmeye başlanır ve Türk İslam edebiyatı XIV. yüzyılın sonlarında
kuruluş devrini tamamlar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi Türk İslam edebiyatının özelliklerinden değildir?
a)
b)
c)
d)
e)
Türklerin altı yüzyıllık bir sürede meydana getirdikleri edebiyattır.
Nazım birimi yalnızca beyittir.
Göz kafiyesi esastır.
İslam edebiyatlarının kullandığı ortak vezin aruzdur.
Nazım şekillerinin değişmez kesin kuralları vardır.
2. Anadolu’nun XIII-XIV. Yüzyıllardaki dinî, tarihî, sosyal ve kültürel yapısı
hakkında önemli bilgileri bünyesinde barındırması bakımından oldukça
önemli sayılan Menakıbul- arifin hangi şair tarafından yazılmıştır?
a)
b)
c)
d)
e)
Hoca Mesud
Ahmedi
Şeyhi
Eflâki
Baki
3. Gülşehri’nin, kelam ilminin en önemli bahisleri arasında yer alan “mebde”
ve “mead” konusunu işlediği eseri hangi seçenekte kayıtlıdır?
a) Mantıkuttayr
b) Keramatı Ahi Evran
c) Kuduri Tercümesi
d) Aruzı Gülşehri
e) Felekname
4. Anadolu’da Nizami-i Gencevi’nin İskendernamesi’ne yazılan ilk nazire
hangi şaire aittir?
a)
b)
c)
d)
e)
Şeyhi
Kadı Burhadeneddin
Nesimi
Fuzuli
Ahmedi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
5. Ahmedi’nin aşağıdaki eserlerinden hangisi, Aydınoğullarından İsa Bey’in
oğlu Hamza Bey için yazılmış Arapça-Farsça manzum lügatidir?
a) Cemşidühurşid
b) Tervihulervah
c) Mirkatüledeb
d) Mizanüledeb
e) Bedayiussihr fi Sanayiişiir
6. Aşağıdaki eserlerden
eserlerindendir?
hangisi
Karahanlı
dönemi
Türk
edebiyatı
a) Divanıhikmet
b) Atabetülhakayık
c) Mukaddimetüledeb
d) Makalat
e) Maarif
7. Aşağıda verilmiş olan eserlerin müellifi olan şair aşağıdakilerden
hangisidir?
Kimya Risalesi
Vasfıhal
Fakrname
Hikaye
Fürkatname
a)
b)
c)
d)
e)
Gülşehri
Şeyyad Hamza
Âşık Paşa
Ahmed Fakih
Kadı Burhaneddin
8. XIV. Yüzyılda en fazla eser hangi sahada telif edilmiştir?
a)
b)
c)
d)
e)
Azeri Sahası
Memluk Sahası
Osmanlı Sahası
Karahanlı Sahası
Harezm Sahası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
9. Aşağıdakilerden hangisi XIII. Yüzyıl şairlerinden değildir?
a)
b)
c)
d)
e)
Nasıri
Hacı Bektaş Veli
Yunus Emre
Sultan Veled
Nesimi
10.Osmanlı sahasının elde mevcut en eski divanının sahibi kimdir?
a)
b)
c)
d)
e)
Şeyyad Hamza
Kadı Burhaneddin
Şeyhoğlu Mustafa
Ahmedi
Hoca Mesud
Cevap Anahtarı
1b 2d 3e 4e 5c 6b 7c 8c 9e 10d
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
AKDOĞAN, Yaşar (1988), Ahmedî Divanından Seçmeler: Ankara.
ALPARSLAN, Ali (1961), Âşık Paşa’da Tasavvuf: İstanbul.
BANARLI, Nihat Sami (1987), Resimli Türk Edebiyatı Tarihi: İstanbul.
Büyük Türk Klasikleri (1985), Ötüken-Söğüt: İstanbul.
CENGİZ, Halil Erdoğan (1983), Divan Şiiri Antolojisi: Ankara.
EFLÂKÎ, Ahmed (1973), Âriflerin Menkıbeleri, (Çev. Tahsin Yazıcı): İstanbul.
GÖLPINARLI, Abdülbâki (1969), Yüz Soruda Tasavvuf: İstanbul.
GÜZEL, Abdurrahman (2002), Hacı Bektaş Veli ve Makâlât: Ankara.
İSEN, Mustafa vd. (2009), Eski Türk Edebiyatı El Kitabı: Ankara.
KOCATÜRK, Saadettin (1982), Gülşehrî ve Felek-nâme: Ankara.
KÖPRÜLÜ, Fuad M.(1981), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar: Ankara.
KÖPRÜLÜ, Fuad M. (1943), “Anadolu Selçukluları Tarihi’nin Yerli Kaynakları”, Türk
Tarih Kurumu Belleten, c. VII, nr. 27, Temmuz 1943: Ankara.
KÖPRÜLÜZÂDE, Mehmed Fuad (1337), “Şeyyâd Hamza”, Dergâh, c. I, nr.4.
MAZIOĞLU, Hasibe (2009), Eski Türk Edebiyatı Makaleleri: Ankara.
MENGİ, Mine (2003), Eski Türk Edebiyatı Tarihi *Edebiyat Tarihi-Metinler]: Ankara.
MERMER, Ahmet vd. (2006), Eski Türk Edebiyatına Giriş: Ankara.
OKUYUCU, Cihan (2004), Divan Edebiyatı Estetiği: İstanbul.
ÖZKAN, Mustafa (1996), “Gülşehri”, DİA, c. XIV: İstanbul.
ÖZTELLİ, Cahit (1977)Belgelerle Yûnus Emre: Ankara.
PEKOLCAY, Necla (1967), İslâmî Türk Edebiyatı: İstanbul.
PRİTSAK, Omeljan (1993), “Karahanlılar” İslam Ansiklopedisi: Ankara.
SERTKAYA, Osman F. (1989), “Ahmed Fakih”, DİA, c. II: İstanbul.
ŞENTÜRK, Ahmet Atilla- Ahmet Kartal (2007), Eski Türk Edebiyatı Tarihi: İstanbul.
TARLAN, Ali Nihat (1944), İran Edebiyatı: İstanbul.
TİMURTAŞ, Faruk K. (1990), Tarih İçinde Türk Edebiyatı, 2. Baskı: İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı
Türk Edebiyatı Tarihi (2006): Ankara.
ULUDAĞ, Süleyman (1991), Tasavvuf Terimleri Sözlüğü: İstanbul.
YAZICI, Tahsin (1989), “Ahmed Eflâkî” , DİA: İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
I. KLASİK DÖNEM
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
(15. -17. YÜZYIL)
• 15. Yüzyıl
• 16. Yüzyıl
• 17. Yüzyıl
TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
Yrd. Doç. Dr. Muvaffak EFKATUN
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• 15., 16. ve 17. yüzyıl Türk İslam edebiyatının genel
özelliklerini kavrayabilecek,
• 15., 16. ve 17. yüzyıl Türk İslam edebiyatının şair,
yazar ve eserlerini tanıyabilecek,
• Edebî çevrelerin oluşumunda devlet adamlarının
etkilerini belirleyebilecek,
• Klasik şiirde görülen edebî üslupları
tanımlayabilecek,
• 15., 16. ve 17. yüzyılda Türk İslam nazım ve nesrinin
tarihî gelişim sürecini değerlendirebileceksiniz.
ÜNİTE
11
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
GİRİŞ
Bir önceki ünitede Türklerin İslamiyeti kabulü sonrası yeni bir edebî anlayışın
ortaya çıkışı ve kuruluş dönemi anlatılmıştı. Bu ünitede ise; İslamiyet etkisiyle
gelişen edebiyatımızın ilk klasik dönemi üzerinde durulacaktır. Bu dönem; 15., 16.,
17. Yüzyılları içermektedir. Edebî muhitler, gelenekleri şekillenmiş klasik şiir, klasik
nesir üslubu 15. ve 16. Yüzyılların temel karakteristiğini verir. 17. Yüzyıl ise;
özellikle şiirde klasik üslubun dışında Sebk-i Hindî, Mahallî ve Hikemi üsluplar
kendini hissettirir. Ayrıca bu ünitede 15., 16. ve 17. Yüzyılın şairleri, yazarları ve
eserleri hakkında bilgi verilecektir.
15. YÜZYIL
Osmanlı Devletinde
saray çevresindeki
şairler topluluğu, ilk
defa Çelebi Mehmed
(143-1421) döneminde
bir araya gelmiştir.
I. Bayezid’in 1389’da tahta geçişiyle Osmanlı yeni bir siyasi anlayışın ışığında
merkeziyetçi devlet yapısına bürünmeye başladı. I. Murad’ın vasallik siyaseti terk
edildi. I. Bayezid’in güçlü bir merkezî devlet kurma düşüncesi çerçevesinde
Anadolu’da gerçekleştirdiği faaliyetler Osmanlı’yı Timur ve Memluklu gibi iki büyük
kuvvetle karşı karşıya getirdi. Yıldırım Bayezid’ın izlemiş olduğu siyaset ve Timur’un
yayılmacı politikası sonucu olarak Osmanlı ve Timur ordusu Ankara Çubuk ovasında
karşılaştı. Savaşın sonunda Yıldırım Bayezid, Timur’a yenilip, esir düştü. Bu durum
Osmanlı’nın kısa süreli bir fetret dönemine girmesine yol açmıştır.
1402-1403 yılları arasında yaşanan kaosu Yıldırım’ın oğlu Çelebi Mehmed
ortadan kaldırdı. Osmanlı yeni bir istikrar dönemine girdi. Fakat Osmanlı üstündeki
Timurlu etkisi bu yüzyılın ortasına kadar devam etti. Çelebi Mehmed’in 1413-1421
yılları arasındaki saltanat döneminden sonra sırayla II. Murad (1421-1444;14461451), Fatih Sultan Mehmed (1444-1446; 1446-1481), II. Bayezid (1481-1512)
Osmanlı’nın idaresinde bulundular.
Beylikler dönemi Türk kültürü üzerine tesis edilen Osmanlı her alanda
olduğu gibi kültür ve sanat alanında da bu yüzyılda büyük ilerleme kaydetti.
Yüzyılın ilk çeyreğinde, Çelebi Mehmed’in Merzifon ile Bursa’da medrese açarak
bilim ve düşünce hayatının gelişmesini sağladığını söyleyebiliriz.
Osmanlı Devleti’nde saray etrafında bir araya gelen şairler topluluğu ilk defa
Çelebi Mehmed (143-1421) dönemine rastlamıştır. Böylelikle Osmanlı’da edebî
muhitler gelişmeye başlamıştır. II. Murad ise; şuurlu bir Türkçecilik anlayışına
sahip olup, Türkçenin devlet dili olmasına ortam hazırlamıştır. O, Türkçeye Arapça
ve Farsçadan tercümeler yaptırmış, bu tercümelerin sade ve açık bir dille
yapılmasını tavsiye etmiştir. II. Murad, eldeki kayıtlara göre şiirleri bulunan ilk
hükümdardır. Sanatçı ve bilim adamlarına aşırı ilgi gösteren II. Murad sayesinde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
Osmanlı’da şiir, musiki ve bilim ciddi anlamda gelişme göstermiştir. II. Murad’dan
sonra tahta geçen ve kendi de bir şair olan II. Mehmed, İstanbul’u feth ederek
burayı bir cazibe merkezi hâline getirmiştir. Fetihle birlikte Osmanlı merkeziyetçi
bir yapıya bürünürken, ilk klasik padişâh tipi ortaya çıkmıştır. Fatih, sanatkarları,
bilginleri, ve şairleri İstanbul’da toplamaya başlamıştır. O, sarayını bilim, kültür ve
sanat erbabına açmış, büyük bir devlet adamıdır.
Kaynaklar Fatih’in İstanbul’da maiyetinde 185 şairin bulunduğunu rivayet
etmektedir. Fatih döneminde sarayın dışında şairlerin bir araya geldiği farklı
merkezlerin oluştuğu göze çarpmaktadır. Bunlar vezirlerin ve şehzadelerin
oluşturmuş olduğu, kültür mahfilleridir. Fatih’ten sonra tahta geçen şehzade
Bayezid’in saltanat yılları ise; kültürel hareketliliğin devam etiği bir dönemdir.
Avnî mahlasıyla şiirler
yazan Fatih,
Osmanlı’nın ilk divan
sahibi padişahıdır.
15. Yüzyılda hanedandan, II. Murad, Fatih Sultan Mehmed, II. Bayezid,
Fatih’in şehzadesi Cem ve II. Bayezid’ın şehzadesi Korkud şiirle uğraşmışlardır. Avni
mahlasıyla şiirler yazan Fatih, Osmanlı’nın ilk divan sahibi padişahıdır. Dîvân’ı
incelendiğinde Fatih’in şiir tekniğine vâkıf olduğu göze çarpar. Üslup bakımından
Fatih’in Şeyhi ve Ahmed Paşa’dan etkilendiğini söyleyebiliriz. O, söylemek
istediklerini şiirlerinde açık bir ifadeyle dile getirmiştir. Klasik şiire ait manzum ve
mefhumları ustaca kulanmıştır.
Yüzyılın diğer divan sahibi padişahı II. Bayezid’dir. Adli mahlasını kullanan II.
Bayezid, mizacının tabii bir yansıması olarak şiirlerinde tasavvufi özellikler
bulunmaktadır. Dönemin hükümdar olmayıp da hanedana mensup şairlerin
önemlilerinden biri Cem Sultan’dır. Şehzade Cem, II. Mehmed’in üçüncü oğludur.
İyi eğitim almış, kendini yetiştirmiş, bir kültür adamı olan Cem Sultan’ın Türkçe
Dîvânı, Farsça Dîvânı ve Cemşîd ü Hurşîd isimli bir mesnevisi vardır. Şiirlerinde
zengin bir hayal dünyası bulunmaktadır. Klasik Türk şiirinin bilgi kaynaklarını bilen
bir şairle karşılaşırız. Cem Sultan’ın şiirlerinde yalnızlık duygusu önemli bir yer
tutmaktadır. Memleketten uzak geçen yıllarında çektiği vatan hasretini şiirlerinde
yansıtır.
II. Bayezid’in oğlu şehzade Korkud ise, diğer bir şehzade şairdir. Harimi
mahlasını kullanan Korkud, şekil ve muhteva yönünden başarılı şiirler yazmıştır.
Şehzade, şiirlerinde deyimlere çokça yer vermiştir.
Bu yüzyılda hanedan dışında kültür insanı olarak birçok devlet adamı
yetişmiştir. Bunlar içinde Fatih Sultan Mehmed’in veziri Mahmud Paşa’yı özellikle
zikretmeliyiz. Adni, mahlasıyla şiirler söyleyen Mahmud Paşa Türkçe Dîvân’a
sahiptir. Kültür, sanat ve ilim erbabını koruyup kollayan bir isim olarak tanınan
Mahmud Paşa şiirlerinde sade bir dil kullanmış ve deyimlere çokça yer vermiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
15. Yüzyıl Anadolu’da gelişen Türk edebîyatının klasik görünüm kazandığı bir
dönem olmuştur. Türkçe, konuşma dili olmaktan çıkmış, edebî dil hâline gelmiştir.
Bu yüzyıl, Anadolu’da gelişen Türk edebiyatının Fars edebiyatından alınan
örneklerle zenginleştiği bir devirdir. Bu yüzyılda Fars edebiyatı dışında, Çağatay
sahası Türk edebiyatının da Anadolu sahası Türk edebiyatına tesir ettiğini görürüz.
15. Yüzyılın ikinci yarısında Timuroğulları’ndan Hüseyin Baykara Herat’ı bir kültür
merkezi hâline getirip, âlim, aydın ve şairleri etrafına toplamıştır. Hüseyin
Baykara‘nın yanı sıra Molla Camî ve Ali Şir Nevayi Herat ekolü diyebileceğimiz bir
anlayışı tesis etmiştir. Özellikle Ali Şir Nevai’nin Anadolu’da gelişen Türk
edebiyatına etkisi büyüktür. 1441 yılında Herat’ta doğan Ali Şir Nevai, iyi bir eğitim
almış, Hüseyin Baykara’nın hükümdarlığı döneminde onun yakını ve veziri
olmuştur. Manzum ve mensur birçok eseri bulunan Ali Şir Nevai’nin şiirlerini
topladığı yedi ayrı Dîvân’ı, manzum hamsesi vardır. Onun Mecâlisü’n- Nefâ´is isimli
şairler tezkiresi, Türk edebiyatında yazılan ilk tezkiredir. Bu tezkirenin Anadolu
sahası şair tezkiresi geleneğinin oluşmasında büyük katkısı olmuştur.
Klasik Türk şiirinin 15. Yüzyıldaki ilk büyük ismi Şeyhi, yüzyılın ilk yarısında,
diğer büyük isimleri Ahmed Paşa ve Necati ise, ikinci yarısında yetişmiştir. Şeyhi
mesnevileriyle, Ahmed Paşa kasideleriyle, Necati gazelleriyle ün kazanmıştır. XV.
Yüzyılda yetişip de divanları günümüze ulaşan şairler şunlardır; Ahmed-i Dai, Şeyhi,
Ahmed Paşa, Necati Bey, Kasım, Avni, Adni, Atai, Cem Sultan, Nizami, Cemali,
Karamanlı Ayni, Fakihi, Edhemi, Safi, Mesihi, Vasfi, Mihri Hatun, Adli, Çakeri,
Hamdullah Hamdi.
Divan şiirinin 15.
yüzyıldaki ilk büyük ismi
Şeyhi, yüzyılın ilk
yarısında, diğer büyük
isimleri Ahmed Paşa ve
Necati ise ikinci
yarısında yetişmiştir.
Bu yüzyılda divan sahibi şairler arasında dikkat çeken ilk isim olarak Ahmed-i
Dai’yi anmalıyız. 14. Yüzyılın sonuyla 15. Yüzyılın başında yaşamış olan Ahmed-i
Dai, Germiyan kültür çevresi içinde yetişmiş, bir süre kadılık yapmış, bilahare
Osmanlı’ya intisab etmiştir. Ahmed-i Dai muhtemelen 1421 yılında Bursa’da hayata
gözlerini yummuştur.
Şair, Türk edebiyatına hem nesir hem nazım birçok eser kazandırmış, bu
eserlerle Anadolu’da divan şiiri geleneğinin kurucuları arasında yerini almıştır.
Derin bilgisiyle döneminde büyük saygı gören Ahmed-i Dai, çeşitli konularda on beş
eser kaleme almıştır. Manzum eserleri arasında Türkçe Dîvânı, Ukûdu’l-cevâhir ve
Tercüme-i Vasiyyet-i Nûşirevân’ı vardır. Çengnâme, Ahmed-i Dai’nin en ünlü
eseridir. O zamana kadar yazılmış mesneviler arasında özgün niteliğiyle mümtaz bir
yere sahip olan Çengnâme, çengin çeng hâline gelinceye kadar geçirdiği evreyi
anlatır. Bu temsili mesnevide vahdet-i vücud görüşü ifade edilmektedir.
15. Yüzyılın ilk büyük şairi Şeyhi, Germiyanoğulları toprakları içinde yetişmiş
bir isimdir. Muhtemelen 1373-1376 yılları arasında Kütahya’da doğmuştur. Asıl
ismi Yusuf veya Sinanüddin olan Şeyhi, İlköğrenimine Kütahya’da başladı. Şair
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
Ahmedi’den ders aldı. Genç yaşlarında eğitimini geliştirmek için İran’a gitti. Burada
tasavvuf, hikmet, tıp öğrenimi gördü, edebî tecrübesini geliştirdi. İran dönüşü
Ankara’ya Hacı Bayram Veli’ye uğrayarak ona bağlandı. Bundan dolayı Şeyhi
mahlasını aldı. Germiyanoğlu II. Yakub Bey; Osmanoğullarından Emir Süleyman,
Çelebî Mehmed ve II. Murad’ın maiyetlerinde bulunan Şeyhi, 1431 yılında
Kütahya’da vefat etti. Günümüze ulaşan Dîvân, Harnâme ve Hüsrev ü Şîrîn isimli
eserleri vardır. Ayrıca kaynaklar, Neynâme ve Hâbnâme isimli eserlerinden de
bahsetmektedir.
Kendine özgü
özellikleriyle ilk klasik
şair diyeceğimiz isim
Ahmed Paşa’dır.
Şeyhi’nin Dîvânı orta büyüklükte olup yayımlanmıştır. Şiirlerinde tasavvufi
unsurlara yer veren Şeyhi, monotonluktan uzak aruz kalıplarını kullanmıştır.
Şeyhi’nin bu şiirlerde zaman zaman lirizmi yakaladığı görülmektedir. Şeyhi’nin
diğer bir eseri de Hüsrev ü Şîrin mesnevisidir. Türk edebiyatının en beğenilen
mesnevileri arasında yer alan bu eser, İranlı şair Nizami’nin aynı isimli eserinin
tercümesidir. Şeyhi bu mesnevisiyle şairlik kudretini gözler önüne sermiştir.
Şeyhi’nin hiciv sahasında yazdığı Harnâmesi ise, bu türün en ünlü eseridir. Şeyhi
mesnevide kendi başından geçenleri kişileştirme (teşhis) yoluyla güzel bir tarzda
yansıtmıştır.
Şeyhi’nin Fars şairlerinden çok fazla etkilendiği yönünde eleştirilere rastlansa
da Anadolu sahasında klasik edebiyatı bütün yönleriyle belirgin hâle getiren bir
isim olduğu göz ardı edilmemelidir. Bundan dolayı eskiler tarafından Anadolu
şairlerinin öncüsü olarak kabul edilmiş, etkisi sonraki yüzyıllarda da sürmüştür.
Kendine özgü özellikleriyle ilk klasik şair diyebileceğimiz isim Ahmed
Paşa’dır. Sultan II. Murad’ın kazaskerlerinden Veliyüddin Efendi’nin oğlu olarak
1426 yılında Edirne’de doğdu. İyi bir öğrenimden sonra, ilmiye sınıfına intisap
ederek müderrislik, kadılık ve kazaskerlik yaptı. Özellikle İstanbul fethinde askerin
maneviyatını yükseltmeye yönelik çabaları, Fatih’in ona karşı olan sevgisini daha da
artırdı. Fatih tarafından vezirlik rütbesiyle taltif edildi. Ahmed Paşa’ya yönelik bu
sevgi, kıskanç tabiatlı insanların düşmanlıklarına yol açtı. Bazı dedikoducular
yüzünden gözden düştü, İstanbul’dan uzaklaştırıldı. O, değişik yerlerde vakıf
yöneticilikleri ve sancak beyliklerinde bulundu. Ahmed Paşa, Bursa sancak beyi
iken 1497 yılında vefat etti. Şairin günümüze ulaşan tek eseri Dîvân’ıdır. Ahmed
Paşa, klasik şiiri, Şeyhi’nin ulaştığı seviyeden daha ileri taşımayı bilmiştir. Ahmed
Paşa, klasik şiiri, Fars şiiri özelliklerine benzeyen bir noktaya ulaştırmıştır. O,
taklitçiliği nazirecilik hâline getirerek bir çığır açmıştır. Şiirlerinde beşerî aşkı ifade
eden Ahmed Paşa, kasidede büyük bir başarı yakalamıştır. Ayrıca şair manzum
tarih düşürmede klasik şiirimizin ilk derli toplu örneklerini vermiştir.
15. Yüzyılda yetişen büyük şairlerden biri de Necati Bey’dir. Asıl ismi İsa’dır.
1451-1455 yılları arasında doğduğu tahmin edilmektedir. Bir devşirme çocuğu olan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
Necati Bey’in doğum yeri belli değildir. Fakat çocukluğunu Edirne’de, gençliğini ise
Kastamonu’da geçirmiştir. Bilahere İstanbul’a gelmiş, şiirleriyle dikkati çekince,
Fatih Sultan Mehmed’in himayesine mazhar olmuş, şaire sarayda katiplik görevi
verilmiştir. II. Bayezid’in saltanat yıllarında önce şehzade Abdullah’ın divan
katipliğini, sonra da şehzade Mahmûd’un nişancılığını yapmıştır. Kendisine beylik
ünvanının nişançılık görevinden dolayı verildiği tahmin edilmektedir. Necati Bey,
1509 yılında İstanbul’da vefat etmiştir.
Önceki yüzyıllarda
mesnevilerin tercüme,
taklit, didaktik yönü ağır
basarken, 15. yüzyıl bir
dönüm noktası olmuş,
sanat endişesiyle
yazılanlar ön plana
çıkmıştır.
Necati Beğ’in birçok eserinin olduğu kaynaklarda bildiriliyorsa da elimizde
bulunan tek eseri Dîvân’ıdır. O, Fars şiirini taklid edenlerin aksine Türkçenin gerçek
güzelliğini şiirlerine aksettirmiştir. Yıldırım Bayezid’in veziri Safi mahlaslı Cezeri
Kasım Paşa’yla başlayan şiirde atasözlerini, deyimleri, halk dilinden alınmış
deyişleri kullanma geleneği Necati Bey’de doruğa çıkmıştır. Necati’nin üslubu
sayesinde atasözleri ve deyimlerle zenginleşen klasik şiir dili; Baki, Şeyhülislam
Yahya ve Nedim’le daha da gelişecektir. Necati Bey yapmacıksız şiir söyleyen,
gazellerinde akıcılığı yakalamış bir şairdir.
Bu yüzyılda yetişmiş şairlerden biri de Cemali’dir. Şair Şeyhi’nin yeğeni olan
Cemali, şiirlerinde kendine özgü bir üslup oluşturabilmiş bir şairdir. Şeyhi’nin
vefatıyla birlikte eksik kalmış Hüsrev ü Şîrin mesnevisine ek yazmıştır. Bunun
dışında Cemali’nin Türkçe Dîvânı da vardır.
Şehzade Cem’in etrafında toplanan şairlerden biri olan Karamanlı Ayni,
kasidelerinin çoğunu Cem Sultan’a yazmıştır. Şair, dilinin sadeliğiyle dikkat
çekmektedir.
II. Bayezid döneminin tanınmış şairlerinden Mesihi’nin asıl ismi İsa’dır. Üsküp
yakınlarında bulunan Priştine’de doğmuş ve 1512 yılında vefat etmiştir. Usta bir
şairdir. Klasik şiirin Ahmed Paşa ve Necati’den sonra önemli kurucu
isimlerindendir. Klasik tarzda tertib edilen Dîvân’ının içinde onun meşhur Edirne
Şehrengîzi de bulunmaktadır. Ayrıca Gül-i Sad-Berg isimli bir münşeat mecmuası
vardır.
15. Yüzyıl aynı zamanda ilk hanım şairlerin görüldüğü bir yüzyıldır. Zeynep
Hatun ve Mihri Hatun bu yüzyılın hanım şairlerindendir.
Bu yüzyılda İstanbul ve Anadolu’daki merkezlerin dışında Rumeli’de Priştine,
Prizren, Vardar Yenicesi gibi değişik kültür merkezleri ortaya çıkmış ve bu kültür
merkezlerinde şairler yetişmiştir.
15. Yüzyılda bahsi geçen şairlerin dışında birçok şairin yetiştiğini biliyoruz.
Bunların bir kısmını şöyle sıralayabiliriz; Atai, Vasfi, Çakeri, Fakihi, Hamdullah
Hamdi; şiirde ilk defa atasözleri ve deyimleri kullanan Safi mahlaslı Cezeri Kasım
Paşa, esnaf şairlerden Hufi, Hamdullah Hamdi, Tokatlı Leali; Cem şairlerinden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
Sahidi, Fenayi, Afitabi, Cem Sadisi, Melihi, Sarıca Kemal, Edirneli Şevki, Gülşen-i
Saruhani, Aşki, Sevdayi, Hümami, Tacizade Cafer Çelebi.
15. Yüzyıl bir önceki yüzyıla göre divan sahibi şairlerin arttığı bir yüzyıl
olmuştur. Klasik edebiyatın başlangıç dönemlerinde edebiyat içinde belirli bir
ağırlığı olan mesneviler, eski ağırlığında olmasa da bu yüzyılda da yazılmaya devam
etmiştir. Önceki yüzyıllarda mesnevilerin tercüme, taklit, didaktik yönü ağır
basarken, 15. Yüzyıl bir dönüm noktası olmuş, sanat endişesiyle yazılanlar ön plana
çıkmıştır. Ayrıca mesnevilerde zaman, şahıs, mekân ve konu bakımından yenileşme
başlamıştır. Bu yüzyılın mesnevilerini; dinî-tasavvufi-ahlaki mesneviler, aşk
mesnevileri, tarihî, destani ve menkibevi mesneviler, sergüzeştname ve
hasbihaller, şehrengizler, mizahi mesneviler ve ansiklopedik mesneviler olarak
sınıflandırabiliriz.
15. yüzyılda nazmının
yanında nesir üslubuna
göz atıldığında, estetik,
süslü nesrin ortaya
çıktığı görülür.
Halili’nin Fürkatnâme’si, Tacizade Cafer Çelebi’nin Hevesnâme’si, sergüzeşt
türünün ilk örnekleridir. Bu eserler, şehrengiz, surname, sakiname gibi türlerin
ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır.
Şeyhi’nin Hüsrev ü Şîrin’iyle yüzyılın başında iyi bir çıkış yakalayan
mesnevicilik geleneği birçok türde ilk örneklerini bu yüzyılda verdi.
Manzum kırk hadis türünün ilk örneği Kemal Ümmî, Kırk Armağan’ıyla;
manzum yüz hadis türünün ilk örneğini Hatipoğlu, Ferahnâme’siyle bu yüzyılda
kaleme aldı. Mevlîd türünün en güzel örneğini 15. Yüzyılda Süleyman Çelebi’nin
Mevlîdinde buluruz.
Yine kıyafetname türünün bilinen ilk örneği, Anadolu sahası Türk
edebiyatının bilinen ilk hamse yazarı Akşemseddinzade Hamdullah Hamdi’nin
hamsesi içindedir. Hamdullah Hamdi’nin hamsesi, Yûsuf u Züleyha, Leyla vü
Mecnûn, Tuhfetü’l- Uşşâk, Kıyâfetnâme ve Mevlîd mesnevilerinden oluşmaktadır.
Karışdıranlı Süleyman Behişti yüzyılın bir diğer hamse yazarıdır.
Bu yüzyılın aşk konulu mesnevileri arasında Hümami’nin Sînâme’sini
sayabiliriz. Rifâî, Bülbülnâme’siyle Türk edebiyatının bilinen ilk gül ve bülbül
hikayesini bu yüzyılda yazmıştır.
Yine bu yüzyılda Firdevsi-i Tavil’in Münâzara-i Seyf ü Kalem’i münazara
tarzında yazılmış temsili hikayelere bir örnektir.
Ahmed Rıdvan’ın İskendernâme’si tarihî, destâni, menkibevi destanlar
arasında göze çarpar.
Bu yüzyılda mesnevi tarzıyla manzum tarihler de yazılmıştır. Enveri’nin
Düstürnâme’si, Uzun Firdevsi’nin Kutbnâme’si, Sarıca Kemal’in Selâtînnâme’si
bunlardandır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
Dönemin önemli mesnevileri arasında Bedr-i Dilşad’ın Murâdnâme’sini
gösterebiliriz; nasihatname, siyasetname ve fütüvvetname özellikleri taşıyan çok
yönlü bir eserdir.
İbrahim Bali’nin mesnevi nazım şekliyle on üç bin beyit hâlinde yazılmış
Hikmetnâme’si yüzyılın ansiklopedik nitelikteki eserlerindendir.
15. Yüzyılın diğer mesnevi yazarları arasında Mahmud Şebüsteri’nin Gülşen-i
Râz’ını aynı isimle Türkçeye çeviren Elvan-ı Şirazi’yi, Gülşen-i Uşşâk sâhibi Cemali’yi,
Firkatnâme yazarı Halili’yi, Câmasbnâme sahibi Abdi’yi, Vahdetnâme yazarı
Abdurrahim’i sayabiliriz.
15. Yüzyılda nazmının yanında nesir üslubuna göz atıldığında, estetik, süslü
nesrin ortaya çıktığı görülür. Bu yüzyılda sade nesrin yanında bilimsel ve estetik
üslupla kaleme alınmış nesrin ilk örnekleriyle karşılaşırız. 15. Yüzyılda mensur
eserler hem nitelik hem de nicelik bakımından zenginleşmiştir. Yine bu yüzyıldaki
nesir ürünlerine bakıldığında dinî-tasavvufi, dinî-destani konulu eserlerin
çoğunluğu oluşturduğu görülür.
15. yüzyılın önemli
mensur eserlerinden
biri olan Dede Korkut
Kitabı, Oğuz destanının
bir parçası ve devamı
niteliğindedir.
Anadolu sahasında gelişen Türk edebiyatının kurucu isimlerinden Ahmed-i
Dai, manzum eserlerinin yanında birçok mensur eser de kaleme aldı. Anadolu’da
Türkçeye çevrilen ilk Kuran-ı Kerim tefsiri, Tercüme-i Tefsîr-i Ebu’l-leys Semerkandî,
bir akait kitabı olarak Arapçadan Türkçeye çevrilen Miftâhu’l-Cenne, ilk münşeat
örneklerinden Teressül, Ahmed-i Dai’nin eserleridir.
Bu yüzyılın mühim nasirleri arasında Tuhfe-i Murâdî, Kemâliye, Kitâbu’tTabih ve Tercüme-i Târih-i İbn-i Kesîr isimli eserleri yazan Bedr-i Dilşad
bulunmaktadır. Bu eserlerin çoğu II. Murad’a takdim edilmiştir.
15. Yüzyıl tarih yazıcılığı bir önceki yüzyıla göre daha özgün bir yapı
kazanmıştır. 14. Yüzyılın tercüme ağırlıklı tarihçiliği yerine 15. Yüzyılda telif eserler
ortaya çıkmıştır. Osmanlı tarih yazıcılığının önemli bir kolu olan Tevarih-i Al-i
Osmanların ilk mensur örneklerini Âşık Paşazade (1400-1502) ve Oruç Bey kaleme
aldı.
Bu yüzyılın önemli tarihlerinden biri olan Neşrî Tarihi, sekiz bölümden oluşan
bir dünya tarihidir. Eser dünya tarihlerinin Türkçedeki ilk örneklerindendir.
Târih-i Ebü’l-Feth ya da Tursun Bey Târihi, Fatih Sultan Mehmed’in
fetihlerini anlatan bir gazavatnamedir. Sanatlı bir dille yazılan Tarih-i Ebul-Feth,
klasik İslam tarihçiliğinin Türk edebiyatındaki devamı niteliğindeki ilk örnektir.
Kıvami’nin Fetihnâme-i Sultan Mehmed’i bu yüzyılın gazavatnamelerindendir.
15. Yüzyılın önemli mensur eserlerinden biri olan Dede Korkut Kitabı, Oğuz
destanının bir parçası ve devamı niteliğindedir. Dede Korkut Kitabı bir giriş ile on iki
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
destani hikayeden oluşmaktadır. Sözlü dilden yazılı dile aktarılmış, folklorik nesir
uslûbunun önemli bir temsilcisi olan Dede Korkut Kitabı, Türkçenin doğallığının
yansıdığı bir aynadır.
Tasavvuf tarihimizin
önemli kişiliklerinden
biri olan Hacı Bayram
Veli, 15. yüzyıl
mutasavıf
şahsiyetlerindendir.
Bu yüzyılda nesir alanında çeviri tıp kitaplarının da yazıldığını görüyoruz. Hacı
Paşa’nın Müntehab-ı Şifâ ve Teshîl’i, Sabuncuoğlu Şerafeddin Ali’nin Cerrâhiye-i
İlhâniyye ile Mücerreb-nâme’si; Halimi-i Amasyavi’nin Müfredât-ı İbn-i Baytar’ı
Anadolu sahasında artık bir bilim dilinin oluştuğunu göstermektedir. Yine Firdevsi-i
Rumi’nin Süleymânnâme, Da’vetnâme, Silahşörnâme, Satrançnâme, Hayât u
Memât ve Şeyh Abdullâh-ı İlâhî Menâkıbı; Arif Ali’nin Dânişmendnâme’si, Molla
Lutfî’nin el-Ferecü Ba’de’ş-şidde çevirisi , Hasan Bayatî’nin Câm-ı Cem-Âyin’i
yüzyılın mensur eserlerindendir.
Terim olarak nesirdeki kafiye anlamına gelen seci ve bunun nesirde
kullanımına ilk olarak Arap edebiyatında rastlanır. Türk edebiyatındaki ilk
örnekleriyle ise 15. Yüzyılda karşılaşılır. Sinan Paşa, secili nesrin en başarılı
örneklerinden birini Tazarrunâme’siyle bu yüzyılda verdi. Sinan Paşa’nın nesirde
oluşturduğu başarılı kompozisyon, kelimeler arasındaki ses ve anlam ilişkisi çoğu
zaman şiirde bile görülemez. Sinan Paşa’nın diğer bir mensur eseri, Maârifnâme
ise, dinî –tasavvufi konuları içeren akıcı bir kitaptır.
15. Yüzyılda klasik edebiyat çizgisinde manzum ve mensur eser veren
eserlerin yanında dinî-tasavvufi vadide de birçok şahsiyet yetişmiştir. Tasavvuf
tarihimizin önemli kişiliklerinden biri olan Hacı Bayram Veli, 15. Yüzyıl mutasavıf
şahsiyetlerindendir. Hacı Bayram Veli, tamamen yerli bir duyuş tarzı ve sade
Türkçesiyle Yunus Emre çizgisinde vahdet ve aşk neşvesini dile getiren ilahiler
söylemiştir.
Yüzyılın önemli mutasavvıf şairlerinden biri de Kaygusuz Abdal’dır (ö. 1444).
Abdalan-ı Rum zümresinden olan Kaygusuz Abdal, halk arasında menkıbesi
anlatılan şöhretli mutasavvıflardandır. Manzum ve mensur birçok eseri bulunan
Kaygusuz Abdal, şiirlerinde hem hece hem de aruz ölçüsünü kullanmıştır.
Anadolu ve Balkanlarda
yüzyıllar boyunca büyük
rağbet görmüş
Muhammediye isimli
eseriyle Yazıcıoğlu
Mehmed (ö. 1451), 15.
Yüzyılın şöhret
kazanmış bir
şahsiyetidir.
Hacı Bayram Veli’nin öğrencisi, Fatih’in hocası, meşhur sufi Sühreverdi’nin
torunu Akşemseddin (ö. 1458) bu yüzyılın mutasavvıf şairlerindendir. Dinî ve
müsbet bilimlerde iyi bir eğitim görmüş olan Akşemseddin, Şems, Şemsi ve
Şemseddin mahlaslarıyla şiir yazmıştır. Akşemseddin’in tasavvuf ve tıp konulu
eserleri bulunmaktadır.
Yunus Emre ve Âşık Paşa’nın etkisinde şiirler yazan Eşrefoğlu Rumi (ö. 1469),
Osmanlı coğrafyasında en çok okunan ve tanınan mutasavvıf şairlerden biridir. Asıl
ismi Abdullahtır. Eşrefoğlu Rumi şiirlerini Dîvân’ında toplamıştır. O, şiirlerinde
sanat inceliklerinden ziyade manevi duyguları ön planda tutmuştur. Mensur eseri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
Müzekki’n-Nüfûs Anadolu’da tasavvufi ahlakın benimsenmesinde büyük rol
oynamış, yüzyıllar boyunca büyük bir iştiyakla okunmuştur.
Anadolu ve Balkanlarda yüzyıllar boyunca büyük rağbet görmüş
Muhammediye isimli eseriyle Yazıcıoğlu Mehmed (ö. 1451), 15. Yüzyılın şöhret
kazanmış bir şahsiyetidir. Yazıcıoğlu Mehmed’in Muhammediye’sinden başka,
Arapça yazdığı Megâribü’z-zamân ve Şerh-i Füsûsü’l-Hikem isimli iki eseri daha
bulunmaktadır.
15. Yüzyılın mensur tasavvufi eserlerinden biri olan Envârü’l-Âşıkîn’i
Yazıcıoğlu Mehmed’in kardeşi Yazıcıoğlu Ahmed Bican kaleme almıştır. Eser, geniş
kitlelerin daha iyi anlayabilmesi için sade bir dille yazılmıştır.
Şöhreti yüzyılları aşarak günümüze ulaşan, bu yüzyılın önemli mutasavvıf
şairlerinden biri de Süleyman Çelebi’dir (ö. 1422). Ciddi bir dinî eğitim alan
Süleyman Çelebi’yi kalıcı kılan 800 beyitlik Vesiletü’n-Necât isimli mevlididir.
Süleyman Çelebi’nin mevlidi, Hz. Peygambere duyulan derin sevginin nişanesi
olarak aruz ölçüsüyle, sade bir dille, samimi, içten, yapmacıksız bir üslupla yazıya
geçirilmiştir. Bu mevlid, birçok benzerine rağmen Türk halkı tarafından büyük bir
beğeniyle okunmuştur.
Bu yüzyılın diğer önemli mutasavvıf şair ve yazarları arasında İbrahim
Tennuri (ö. 1482) Elvan-ı Şirazi (ö. 1475), Ahmed Âşıki (ö. 1484), Muhiddin Dolu (ö.
1495) ve Cemal-i Halveti’yi (ö. 1496) sayabiliriz.
16. YÜZYIL
16. yüzyılda Türk
dünyası batıda Osmanlı
İmparatorluğu doğuda
ise Babürlülerle üç
kıtaya yayılarak büyük
bir güç haline geldi. Bu
görünüş, 16. yüzyılı
gerçek manâda bir Türk
asrına çevirmiştir.
Osmanlı Devleti, 16. Yüzyılda siyasi, askerî, ekonomik güç olarak tarihindeki en
yüksek seviyeye ulaşırken; dil, kültür, bilim, sanat alanlarında da ciddi atılımlar
yapmıştır. İslam halifeliğinin alınması Osmanlı’yı sınırlarını koruyan bir devlet
olmaktan çıkarmış, tüm İslam âleminin hamisi pozisyonuna yükseltmiştir. Dünyanın
en zengin ticaret yollarının Osmanlı kontrolüne girmesi, devlet gelirini iki katına
çıkarmış bu da dünya çapındaki fetihlerin yolunu açmıştır. 16. Yüzyılda Osmanlı bir
dünya gücü hâline gelmiştir. Bu yüzyılda Osmanlı tahtında; II. Bayezid (1481-1512),
Yavuz Sultan Selim (1512-1520), Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566), II. Selim
(1566-1574), III. Murad (1574-1595), III. Mehmed (1595-1603) bulunmuştur.
Özellikle Kanuni devri Osmanlı Devleti’nin altın çağıdır. Bu dönemde halkın kültür,
bilim ve refah seviyesi oldukça yükselmiştir.
16. Yüzyılda Türk dünyası, batıda Osmanlı İmparatorluğu, doğuda ise
Babürlülerle üç kıtaya yayılarak büyük bir güç hâline geldi. Bu görünüş, 16. yüzyılı
gerçek manada bir Türk asrına çevirmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
16. yüzyılda
Anadolu’nun yanında
Rumeli coğrafyasında
da pek çok kültür
muhiti meydana gelmiş
ve bu muhitlerde birçok
şair yetişmiştir.
Bu yüzyıl, kültür, edebiyat, sanat ve bilimin yalnızca batı Türklerinde değil
doğu Türklerinde de gelişmeye devam ettiği bir dönemdir. Özellikle 15. Yüzyılda
gelişip büyüyen doğu Türklerinin edebiyatı Çağatay adını almıştır. 15. Yüzyılda Ali
Şir Nevai ve Hüseyin Baykara’yla en olgun dönemini yaşayan Çağatay edebiyatı, 16.
Yüzyılda Şeybani Han, Ubeydullah Han Fazlullahi, Kamran Mirza, Bayram Han,
Babür Şah ve Paşa Hoca gibi isimleri çıkarmıştır. Bu edebî kişiliklerin içinde Babür
Şah önemli bir yer işgal eder. Ali Şir Nevai’den sonra doğu Türkçesinin yetiştirdiği
en büyük bilgin ve şairdir. Babür’ün samimi ve yalın bir üslupla kaleme aldığı
Dîvân’ı, hayatını fikirlerini, mücadelesini nesirle anlattığı Bâbürnâme’si, Aruz
Risâlesi ve Risâle-i Vâlidiyye Tercümesi eserleri arasındadır.
Osmanlı, Çağatay edebî sahalarının dışında 16. Yüzyılda doğu Oğuz Türkçesi
çerçevesinde gelişen Azeri sahası Türk edebiyatı da anılmalıdır. Azeri sahası Türk
edebiyatı bu yüzyılda Şah İsmail, Ahmed Şah Narenci Sultan Tufeyli, Emni gibi
isimleri yetiştirmiştir. Özellikle Safevi devletinin kurucusu Şah İsmail, Hatai
mahlasıyla hem halk hem de klasik şiir çizgisinde tasavvufi şiirler yazmıştır. Bu
şiirler, Doğu Anadolu’daki Şii, Bektaşi ve Alevi Türkmen aşiretleri arasında çok derin
tesirler bırakmıştır.
16. Yüzyılda Türk edebiyatı böyle bir görünüm arz ederken Türk edebî
sahaları içinde Osmanlı edebî sahası yüksek bir seviyeyi yakalamıştır. Fetih
hareketinin hızlı devam ettiği bu yüzyılda, Osmanlı fethedilen yerlere tekke,
medrese ve mektepler kurarak hem yeni kültür merkezleri oluşturmuş hem de
Türkçenin ve Türk edebiyatının yayılmasına sebep olmuştur.
16. Yüzyılda Anadolu’nun yanında Rumeli coğrafyasında da pek çok kültür
muhiti meydana gelmiş ve bu muhitlerde birçok şair yetişmiştir.
İstanbul’u kültür, sanat
ve edebiyat merkezi
hâline getirme
düşüncesi, Fatih’le
başlamış 16. yüzyılda da
devam etmiştir.
Şehzadelerin, devlet adamlarının, hususiyetle Rumeli coğrafyasında akıncı
beylerinin, tasavvuf ulularının bulundukları yerler kültürel hareketliliğin cazibe
noktaları olmuş, Osmanlı münevver kadrosunun oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Askeri, siyasi dehaların yanında edebî yönleri bulunan padişahlar, XVI. Yüzyılda
Türk edebiyatının doruğa çıkmasına büyük katkı sağlamıştır. Yüzyılın padişahları
içinde Yavuz Sultan Selim, Selimi; Kanuni Sulatan Süleyman, Muhibbi; II. Selim,
Selimi; III. Murad, Muradi; şehzadelerden Korkut, Harimi; Mustafa, Muhlisi;
Bayezid, Şahi mahlaslarıyla şiir kalem almıştır. Yavuz Sultan Selim Farsça şiirler
söylemiş, Muhibbi mahlaslı Kanuni Sulatan Süleyman ise, Osmanlı sultanları içinde
en çok şiir söyleyenlerdendir. Hacimli bir Dîvân’ı vardır. III. Murad ise; Türkçe,
Arapça ve Farsça divan düzenleyecek kadar çok şiir yazmıştır.
İstanbul’u kültür, sanat ve edebiyat merkezi hâline getirme düşüncesi,
Fatih’le başlamış 16. Yüzyılda da devam etmiştir. Bu düşüncenin gerçekleşmesinde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
sultanların yanında devlet adamlarının da önemli katkıları olmuş, konaklarını kültür
ve sanat erbabına açmışlardır. Bunlar arasında Kazasker Müeyyedzade
Abdurrahman Efendi (ö. 1516) nişancı Tacizade Cafer Çelebi (ö. 1515), Piri
Mehmed Paşa (ö.532), İbrahim Paşa (ö. 1536), Şeyhülislam Kemalpaşazade,
defterdar İskender Çelebi (ö. 1535), nişancı Celalzade Mustafa Çelebi’yi (ö. 1567)
sayabiliriz.
15. Yüzyılda kuruluşunu tamamlayan klasik Türk şiiri, 16. Yüzyılda gelenekleri
şekillenmiş bir duruma gelmiştir. Önceki yüzyıllarda Fars şairleri gibi olma, onlara
benzeme, onların derecesine çıkma fikrinde olan Osmanlı şairleri, bu yüzyıldan
itibaren onlarla boy ölçüşmeye başlamıştır. 16. Yüzyılda Osmanlı Türkçesi klasik
şeklini almış, eski Anadolu Türkçesi özelliklerinden sıyrılmış; Arapça ve Farsça
deyim ve uzun tamlamaların kullanıldığı yeni bir biçime girmiştir. Bununla birlikte
15. Yüzyılda Aydınlı Visali’yle başlayan 16. Yüzyılda Tatavlalı Mahremi ve Edirneli
Nazmi’yle devam eden şiir dilinde basit, sade Türkçeyi kullanma düşüncesini
savunan Türki-i Basit hareketini de unutmamalıyız.
15. yüzyılda kuruluşunu
tamamlayan klasik Türk
şiiri, 16. yüzyılda
gelenekleri şekillenmiş
bir duruma gelmiştir.
Dönemin büyüklüğüne uygun olarak kaside, gazel ve mesnevide parlak bir
devir yaşanmıştır. Önceki yüzyıllara nazaran bu yüzyılda şair sayısında büyük bir
artış meydan gelmiştir. Bu dönemin en önemli şiir üstatları Baki (1526-1600), Fuzuli
(ö. 1556), Hayali’dir (ö. 1557).
16. Yüzyılın ilk önemli şairi Zati ’dir (1471-1546). Şairin asıl ismi İvaz olup,
yoksul bir ailenin çocuğu olarak Balıkesir’de doğmuş, kırklı yaşlarında İstanbul’a
gitmiş, burada şairlik yeteneğini geliştirmek için gerekli bilgileri elde etmeye
çalışmıştır. Zati, İstanbul’da remil (kum falı) öğrenmiş bu, şairliğinin yanında
geçimini sağlayan ikinci mesleği olmuştur. İstanbul’da yazdığı kasidelerle kısa
sürede kendini kabul ettiren Zati, yaşlılık döneminde Bayezit Camii avlusundaki
remil dükkanında remilcilik yaparak, âşıklara gazel ve kasideler yazarak geçimini
temin etmiştir. Zati’nin dükkanı aynı zamanda şairlik yeteneği olan gençlerin uğrak
yeri olmuş birçok şair onun rahle-i tedrisinden geçmiştir. Bunlar arasında, Baki,
Hayali ve Taşlıcalı Yahya gibi yüzyılın önemli şairleri de vardır. Zati‘nin Dîvân’ının
dışında birçok eseri mevcuttur.
16. Yüzyılın usta şairlerinden bir de Osmanlı’nın Rumeli coğrafyasındaki
önemli kültür ve ilim merkezlerinde olan Vardan Yenicesi doğumlu Hayali Bey’dir.
Asıl ismi Mehmed, lakabı Bekâr Memi olan Hayali Bey, gençliğinde Kalenderilerden
etkilenmiş, bilahare İstanbul’a gelmiş ve sarayın dikkatini çekmiştir. Kanuni ile
Defterdar İskender Çelebi ve Sadrazam Damat İbrahim Paşa’nın ilgisini görmüştür.
Padişaha sunduğu kasidelerde büyük ihsanlara nail olduğu, devrin kaynaklarında
anlatılır. Hayatının son yıllarına dair pek bilgi bulunmayan Hayali Bey, 1557 yılında
Edirne’de vefat etmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
Hayali Bey’in tek eseri Dîvânı’dır. O, gazel şairi olarak tanınmış, gazellerinde
tasavvufi aşkı işlemiştir. Tasavvuf, şiirlerinde imaj dünyasını zenginleştirici bir unsur
olarak yer almıştır. Samimi, akıcı bir söyleyiş, ince hayalleri içinde barındıran şiirleri
Hayali Bey’i döneminin büyük şairleri arasına sokmuştur.
Bu dönemin en önemli
şiir üstatları Baki (15261600), Fuzuli (ö. 1556),
Hayali’dir (ö. 1557).
16. Yüzyılda yetişmiş büyük şairlerden bir olan Fuzuli (ö. 1556) sadece Azeri
sahasının değil hem Anadolu hem de Türk edebiyatının şöhretli isimlerindendir.
Asıl ismi Mehmed olan şair, Kerbela doğumlu olup ömrünün büyük kısmını
Bağdat’ta geçirmiştir. Fuzuli, kendini himaye eden biri olmadığı için ömrü boyunca
fakirlikten kurtulamamıştır. Kanuni’nin Bağdat seferi sırasında Hayali ve Yahya Bey
gibi önemli şairlerle tanışmış, şiirlerini Osmanlı devlet adamlarına sunabilme fırsatı
yakalamıştır. Bu durum onun Anadoluda kısa sürede şöhret bulmasına sebep
olmuştur. Baki, Hayali, Ruhi başta olmak üzere pek çok şair onun şiirlerine nazire
yazmıştır.
Fuzuli’nin etkisi, 16. Yüzyıldan başlayarak sonraki yüzyıllarda da devam
etmiştir. İlahi aşkı terennüm eden Fuzuli, şiirlerini içten ve samimi bir şekilde
söylemiştir. O, tasavvuf düşüncesini, hayatında çektiği sıkıntıların etkisiyle ıstırabı,
üzüntüyü, kederi şiirlerinde sıklıkla işlemiştir. Fuzuli, klasik şiire özgün mazmunlar
kazandırırken, klasikleşmiş mazmunları da ustalıkla kullanmıştır. Şekil ve muhteva
şiirinde bir bütünlük hâlinde okuyucunun karşısına çıkar. Güzel söyleyiş Fuzuli’nin
doğal bir tavrıdır.
Fuzuli, Türkçe, Arapça, Farsça Dîvânlarının yanı sıra her üç dilde manzum ve
mensur pek çok eser kaleme almıştır. Fakat o, asıl ününü Türkçe Dîvânı, Leylâ vü
Mecnûn ve Hadîkatü’s-Süedâ’sıyla sağlamıştır.
Hem kendi döneminde
hem de daha sonraki
dönemlerde yetişen
şâirlere derinden tesir
eden isimlerin başında
16. yüzyıl şairi Baki
gelir.
Fuzuli’nin şiirlerinin değişik anlam katmanlarından oluşması, farklı okuyucu
kitlelerinin ilgisini çekmeye vesile olmuştur. Bu da Divanının Türkçenin en çok
istinsah edilen ve basılan divanı olmasına yol açmıştır. Divanı içinde bulunan bir
naat-ı şerif olan Su Kasidesi kasidelerinin en meşhurudur. Fuzuli’nin Türkçe
Dîvânı’ndan sonra en çok tanınmış eseri doğu edebiyatlarının en meşhur hikayesi
olan Leylâ vü Mecnûn mesnevisidir. Fuzuli, beşerî aşktan çok ilahi aşka geçişi bu
eserinde güzel bir şekilde dile getirmiştir. Leyla aşkı, hikayenin sonunda Hak aşkına
dönmüştür.
Hem kendi döneminde hem de daha sonraki dönemlerde yetişen şairlere
derinden tesir eden isimlerin başında 16. Yüzyıl şairi Baki gelir. Asıl ismi Mahmud
Abdülbaki olan şair, 1526 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Bir süre saraç
çıraklığı yapmış bilâhare medrese öğrenimine başlayıp devrin meşhur
müderrislerinin öğrencisi olmuştur. Kültür, bilim ve sanat muhitlerinde keskin
zekası ve kabiliyetiyle genç yaşlarda adını duyuran Baki, Kanuni Sultan Süleyman’a
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
sunduğu kasidesiyle onun dikkatini çekmiştir. Şairliğinin yanında Süleymaniye
müderrisliği, İstanbul kadılığı, Anadolu kazaskerliği gibi önemli devlet görevlerinde
bulunan Baki, çok arzu etmesine rağmen Şeyhülislam olamadan 1600 yılında vefat
etmiştir.
16. yüzyılda ümmi divan
şairleriyle de
karşılaşırız.
Nüktedan, hoşsohbet, neşeli, rint meşrep olduğu devrin kaynaklarında geçen
Baki, zamanında Sultanüşşuara olarak kabul edilmiştir. Baki’nin, Dîvân’ı ve
Meâlimü’l-Yakîn, Siyer, Fezâilü’l-Cihâd, Fezâil-i Mekke, Kırk Hadis Tercümesi gibi
mensur eserleri bulunmaktadır. Bu eserler arasında ona asıl şöhret yollarını açan
Dîvân’ıdır. Baki’nin divanı dışındaki eserlerine baktığımızda onun dini konulara ne
kadar vâkıf olduğunu görebiliriz. Rint bir şair olan Baki, günlük hayatla daha fazla
ilgilenmiştir. Onun şiirlerinde tasavvuf fazla görünmez ve derinlik yoktur. Şekil ve
nazım tekniği mükemmelliği, dış ahenk ve ses Baki’nin şiirlerinin en önemli
özelliklerindendir.
16. Yüzyılda çok sayıda şöhret sahibi şair yetişmiştir. Bunlar arasında Dîvân
ve ansiklopedi niteliğinde Netâyicü’l-Fünûn isimli eserin sahibi Nevi (ö. 1559),
sosyal eleştirileriyle tanınmış Bağdatlı Ruhi (ö. 1605), manzum ve mensur kırktan
fazla eseri bulunan Bursalı Lamii Çelebi (ö. 1532), devrin önde gelen devlet ve ilim
adamı Kemalpaşazade (ö. 1534), Rumelili şairlerden Hayreti, özgün
benzetmeleriyle Edirneli Emri (ö. 1576), Vardar Yeniceli Usuli (ö. 1538), Üsküplü
İshak Çelebi (ö. 1537), Figani (ö. 1532), hiciv şairlerinden Deli Birader lakaplı Gazali
(ö. 1534), Bursalı Rahmi (ö. 1567) sayılabilir.
Yine bu dönemde yetişen şairler arasında hanım şairler de bulunmaktadır.
Hubbi Hatun (ö. 1590) bu yüzyıldaki en yetenekli hanım şairlerdendir.
16. Yüzyılda ümmi Klasik Türk şairleriyle de karşılaşırız. Enveri (ö. 1542)
bunlardan biridir. Enveri, okuma yazma bilmemesine rağmen akıcı, sanatlarla
örülmüş şiirleri bulunan bir şairdir.
Bu yüzyılda divan şairlerinin bir kısmında hece ölçüsüyle de şiir yazma eğilimi
görülür. Bu şairler; Meali (ö. 1535), Edirneli Nazmi (ö. 1558), Zaifi (ö. 1570), Ubeydi
(ö. 1573), Emini (ö. 1575), Agehi (ö. 1577) ve Cinani’dir.
16. Yüzyılda divan sahibi bazı şairler aynı zamanda mesnevi de kaleme
almıştır. Bunun yanında yalnızca mesnevi yazan şairler de bulunmaktadır. Bu
devrin mesnevileri içinde daha sonraki dönemlerde aşılamayan örnekler
mevcuttur. İran edebiyatından gelen klasik konuların dışında; dini, ahlaki, tasavvufi
hikayeler, hilye ve mevlitler, maktel-i Hüseyinler, Hadis-i erbain çevrileri,
şehrengizler, sakinameler, fetihnameler 16. Yüzyılın öne çıkan mesnevi türleridir.
Bu yüzyılın mesnevi alanında en tanınmış şairi Taşlıcalı Yahya Bey’dir (ö.
1582). Dükakin ailesinden geldiği için Dükakinzade olarak da bilinir. Acemi Oğlanlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
Ocağına devşirme usulüyle alınan şair daha sonra Yeniçeri Ocağına girmiştir. İbn-i
Kemal ve Cafer Çelebi gibi şairlerin rahle-i tedrisinden geçen şair, Yeniçeri olarak
Anadolu ve Rumeli’de birçok sefere iştirak etmiş, birçok yerde de vakıf yöneticiliği
(tevliyet) görevlerinde bulunmuştur. Kanuni’nin, oğlu Şehzade Mustafa’yı Nahçıvan
seferi sırasında idam ettirmesi üzerine yazdığı Şehzade Mustafa Mersiyesi
sebebiyle görevlerinden azledilip, İzvernik sancağına sürülmüş ve burada vefat
etmiştir. Cesur ve savaşçı bir ruha sahip olan Taşlıcalı Yahya, şairliğinin ilk
dönemlerinde yazdığı gazellerde âşıkâne konular işler. Şair bir tasavvuf büyüğü
olan Üryanî Baba’ya intisap ettikten sonra tasavvufi söylemi ağır basan gazeller
söylemiştir. Şiirlerinde Türkçenin inceliklerine yer veren Taşlıcalı Yahya sade, akıcı
ve yapmacıktan uzak bir dil kullanmıştır. Türkçe Dîvânı ve hamsesi vardır. Özellikle
hamse sahibi olarak şöhret bulmuştur.
Yüzyılın mesnevide öne çıkan isimlerinden biri de Kara Fazli’dir (ö. 1563).
Dîvân, Hümâ vü Hümâyün, Lehcetü’l-Esrâr, Nahlistân ve Gül ü Bülbül gibi birçok
eseri olmasına rağmen asıl ününü Gül ü Bülbül mesnevisiyle kazanmıştır. Bu eser,
alegorik (temsili) bir mesnevi olup; ruh, eda ve üslup açısından özgündür.
Bu yüzyılda divan
şairlerinin bir kısmında
hece ölçüsüyle de şiir
yazma eğilimi görülür.
Bu dönemde hamse yazan birçok şair yetişmiştir. Bunlar arasında Ümidi (ö.
1585) ve Hamidizade Celili (ö. 1569)’yi sayabiliriz.
16. Yüzyılda kırk hadisler, yüz hadisler gibi, kırk ayet, yüz ayetlerin de
manzum olarak tercüme edilip düzenlendikleri dikkati çekmektedir. Bunlardan biri
de manzum kırk ayet ve kırk hadis tercümesinden oluşan Abdüssselam Efendi’nin
Tuhfetü’l-İslâm’ıdır. Emiri, Hevayi, Visali Ali Çelebi, Şahidi, Şemseddin Sivasi gibi
birçok isim bu yüzyılda mevlid türünde mesnevi yazmıştır.
Hakani Mehmet Efendi’nin, Peygamberimizin mübarek vücud yapısını ve
güzel sıfatlarını konu edinen Hilye-i Saadet’i edebiyatımızda önemli bir yere
sahiptir.
Peygamber efendimizin savaşlarını konu alan Zaifi’nin Gazavatü’n-Nebî’si;
nasihatname türünde yazılmış Azeri İbrahim Çelebi’nin Nakş-ı Hayâl’i, Bursalı
Cinani’nin Riyâzü’l-Cinân ve Cilâu’l-Kulûb’u, Şahidi’nin tasavvuf konulu Gülşen-i
Vahdet’i, pendname türünün güzel örneklerinden Güvahi’nin Pendnâme’sini bu
yüzyılda yazılmış mesneviler arasında ifade edebiliriz.
Ayrıca 16. Yüzyılda tarihî, destani, menkıbevi nitelikte birçok mesnevi
kaleme alınmıştır. Şükri-i Bitlisi’nin Selimnâme’si dönemin bu özelliklere sahip bir
eseridir.
Türk edebiyatında Mesihi’yle başlayan şehrengiz yazma geleneği, 16.
Yüzyılda da devam etmiştir. Lami’i’nin Bursa’nın doğal güzelliklerinden bahseden
Bursa Şehrengîzi, yüzyılın şehrengiz örneklerindendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
1436 yılında Ömer bin Mezid tarafından kaleme alınan ilk nazire mecmuası
örneğinden sonra, bu yüzyılda Eğirdirli Hacı Kemal’in Câmiü’n-Nezâ´ir’i, Edirneli
Nazmi’nin ve Pervane bin Abdullah’ın nazire mecmuaları edebiyatımızdaki yerini
almıştır.
16. Yüzyılda klasik nesir konuları bakımından çeşitlilik ve sayısal artış
göstermiştir. Klasik Türk şiiri, başlangıcından Fatih devrine kadar devamlı gelişen
bir çizgi göstererek İstanbul’un fethini izleyen yıllarda ortak bir üslup, yapı ve dil
kalıplaşması meydana getirmiştir. Bu sistematik gelişimin sonucu ortaya çıkan
üsluba klasik üslup diyoruz. Nesirdeki klasik üslup ise, biraz daha geç dönemde, 16.
Yüzyılda, Kanuni Sultan Süleyman döneminde oluşmuştur. Bu dönem nesir
metinlerinde, orta çağ Fars edebiyatı nesir geleneği etkileri görülürken Arapça ve
Farsçadan giren yeni kelimeler, tamlamalar ve soyut kavramlarla sıkça karşılaşırız.
Bir düşünceyi yayma aracı olan nesir, 16. Yüzyılla birlikte yazarların şiire ait
özellikleri kullanmasıyla sanat gösterme aracına dönüştü. Fakat bu durum tüm
nesir eserleri için söz konusu değildir. Özellikler halka yönelik yazılan eserlerde orta
bir üslup benimsenmiştir.
Nesirdeki klasik üslup
ise, biraz daha geç
dönemde, 16. Yüzyılda,
Kanuni Sultan Süleyman
döneminde oluşmuştur.
Nesirle ilgili hemen hemen tüm önemli türlerin ilk örnekleri bu yüzyılda
verildi. Şimdi bunların bir kısmına göz atalım:
Şairlerin hayat hikayelerini anlatan şuara tezkirelerinin ilk örneği Ali Şir
Nevai’nin 1491’de yazdığı Mecâlisü’n-Nefâ´is’tir. Anadolu sahasında ilk şairler
tezkiresi örneğiyse Sehi Bey’e aittir. Heşt-Behişt isimli bu tezkire 1538’de kaleme
alınmıştır. Bu yüzyıldaki diğer tezkireler ise Latifî’nin Tezkiretü’ş-Şu`arâ Tabsıratü’nNüzemâ (1546); Âşık Çelebi’nin Meşâ`îrü’ş-Şuarâ (1568); Hasan Çelebi’nin
Tezkiret’ü-Şu`arâ (1586); Ahdi’nin Gülşen-i Şu`arâ (1593) ve Beyani’nin Tezkire-i
Şu`arâ’sıdır (1597). Bu dönemin tarih alanında nesir üstadları arasında Lütfü Paşa,
özellikle Âsâfnâme isimli eseriyle şöhret kazanmıştır. Asafname, devlet
adamlarında olması gereken nitelikleri anlatır.
Osmanlı tarihçiliğinin önemli isimlerinden biri olan Hoca Saadeddin Efendi
bu yüzyılda yaşamıştır. Tâcü’t-Tevârih isimli eseri, estetik bir dille yazılmış olup
devrin nesir üslubunu göstermesi açısından çok önemlidir. 16. Yüzyılın hem nesir
ustalarından biri hem de iyi bir şair olan Gelibolulu Mustafa Âli’dir (ö. 1600). Birçok
eseri olan Âli’nin özellikle Künhü’l-Ahbâr’ı çokça tanınmıştır. Künhül-Ahbar bir
siyasi tarihten ziyade kültür tarihi şeklinde yazılmıştır. Âli eserinde şairlere ayırdığı
geniş bölümlerle sanki yeni bir şairler tezkiresi husule getirmiştir.
Taşköprüzade Ebul-Hayr İsamüddin Ahmed (1495-1561) tarafından yazılan
eş-Şakâ´iku’n-Numâniyye fî Ulemai’d-devlet-i Osmâniyye isimli eser Osmanlı bilgin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
ve sufilerinin hayat hikayelerini anlatır. Eser, yazıldığı dönemden 20. Yüzyılın
başlarına kadar büyük bir ilgiye mazhar olmuş birçok zeylleri meydana getirilmiştir.
Bu yüzyılda birçok mensur bilimsel eser de bulunmaktadır. Bu alanda kayda
değer isimlerden biri Gelibolulu Mustafa Sururi’dir (ö. 1562). Mustafa Süruri’nin 36
eseri mevcuttur. Bir seyahatname olan Seydi Ali Reis’in (ö. 1562) Mir´atü’lMemâlik’i ve yazışma kurallarından bahseden Feridun Bey’in (ö. 1583)
Münşe´atü’s-Selâtîn’i 16. Yüzyılın nesir türündeki eserleri arsında anılmalıdır.
Kısaca 16. Yüzyıl klasik Türk edebiyatı bağlamında sadece nazım değil nesirde
de doruğa ulaşılan bir dönemdir. Türk şair ve müelliflerinin özgünlük açısından
kendilerini ispat ettikleri bir devre olmuştur. 16. Yüzyıl klasik Türk edebiyatının yanı
sıra dinî-tasavvufi çizgideki şair ve yazarların çokça eser verdiği bir dönemdir.
Tasavvuf edebiyatının yetiştirdiği önemli isimlerden biri olan Mehmed Muhyiddin
Üftade (ö. 1583), Bursa’da bu yüzyılda yaşamıştır. Bursa’daki cami ve mescitlerde
doksan yılı aşkın ömrü boyunca vaizlik ve hatiplik yapan Üftade, halkla iç içe
bulunmuş kendine özgü bir irşat faaliyeti sürdürmüştür. Vâkı`ât, Hutbe Mecmuası
ve Dîvânı eserleri arasındadır. Aruz ve hece ölçüsünü kullandığı ilahilerinde söyleyiş
bakımından Yunus Emre’nin etkilerini görebiliriz.
Yine bu yüzyılın ünlü mutasavvıflarından biri olan Sünbül Sinan Efendi (ö.
1529) Halvetiliğe bağlı Sünbülilik kolunun kurucudur. İyi bir medrese öğrenimi
gördükten sonra tasavvuf yoluna girmiştir. Hitabeti ve ikna kabiliyeti sebebiyle
zamanının Cüneydi Bağdadisi olarak şöhret bulmuştur. Aruz ölçüsüyle yazdığı
şiirleri ve tasavvufi risaleleri vardır.
Çağın tanınmış sufi şairlerinden olan Nizamoğlu Seyyid Seyfullah Kasım
Efendi, İbrahim Ümmi Sinan’ın (ö. 1551) halifesidir. Hece ile yazdığı şiirlerde
Yunus’un aruzla yazdığı şiirlerde ise Seyyid Nesimi’nin tesiri altındadır.
Şiirlerinde Alevi-Bektaşi düşüncesini coşkun bir şekilde ifade eden Pir Sultan
Abdal, 16. Yüzyıl şairleri arasındadır. Tüm şiirlerini hece ölçüsüyle yazmıştır.
Şiirlerinde Yunus, Kaygusuz Abdal ve Şah İsmail Hatayi etkisi göze çarpar.
Yine bu yüzyılda dinî-tasavvufi alanda birçok eserin yazıldığını söyleyebiliriz.
Sofyalı Bali’nin Envâr-ı Seb`â’sı; Abdülkerim bin Şeyh Musa’nın Menâkıb-ı Seyyid
Hârûn’u; Enisi’nin Menâkıb-ı Akşemseddîn’i; Şemseddin Sivasi’nin Gülşen-âbâd ve
Süleymannâme’si bunlardan bazılarıdır.
16. Yüzyılın diğer bazı mutasavvıf şairlerini şöyle sıralayabiliriz: Kaygusuz
Vizeli Abdullah, Arşi, Ahmed Sarban (ö. 1546), Azmi, Muhyiddin Abdal ve
Abdurrahim Tırsi (ö. 1519).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Bireysel
Etkinlik
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
• Devlet adamları, şair ve yazarları niçin koruma ve destekleme
ihtiyacı duyarlar? Bunun sebepleri üzerine düşününüz.
17. YÜZYIL
Osmanlı Devleti’nin doğuda Safeviler batıda Habsburg’larla yaptığı uzun
savaşlar ve iç bunalımlar, sosyal hayatta, idare ve maliyede olumsuz etkiler
doğurdu. Bunların sonucu olarak 17. Yüzyılda ortaya çıkan otorite boşluğu merkezî
idareyi kontrol eden kapıkullarını güçlendirmiş padişahın gücünü azaltmıştır.
Padişah otoritesinin sarsılması, niteliksiz devlet adamlarının önemli yerlere
getirilmesi, devşirme sisteminin bozulması, celalî isyanları, bürokrasi içindeki güç
çatışmaları Osmanlı’da bir istikrarsızlaşma dönemini başlatmıştır. Padişahların kısa
süreli saltanatları da istikrarsızlaşma ve devlet düzenindeki karmaşanın önemli
sebeplerindendir.
Klasik üslubun en
önemli özelliği şiirde
anlamdan ziyade sesin
âhengin ön planda
tutulmasıdır.
17. Yüzyılda siyasi ve askerî alandaki başarısızlık durumu sosyal ve kültürel
alanlarda bir sonraki yüzyılda kendini daha fazla hissettirecektir. Bu yüzden
toplumdaki problemlere rağmen edebiyat alanındaki yükseliş sürmüştür. 17.
Yüzyılda önceki yüzyılın edebî anlayışını devam ettiren şairlerin yanında, dönemin
sosyo-kültürel hususiyetlerinin etkisiyle yeni ve farklı anlayışlar da ortaya çıkmıştır.
Bu yüzyıl birbirinden farklı birkaç edebî üslubun bir arada bulunması yönüyle
önceki yüzyıldan ayrılır. 16. Yüzyılın devamı olarak klasik üslubun yanında, Sebk-i
Hindî üslubu, Mahallî (Folklorik) üslup, Hikemi üslup 17. Yüzyılın farklı edebî
anlayışlarını ifade eder. 15-16. Yüzyıllar arasında gelişip 19. Yüzyıla kadar devam
eden klasikleşmiş bir edebî gelenek olan klasik üslup bu yüzyılda en olgun
dönemini yaşar. Klasik üslubun en önemli özelliği şiirde anlamdan ziyade sesin,
ahengin ön planda tutulmasıdır. Şeyhülislam Yahya, Şeyhülislam Bahayi, Ganizade
Nadiri, Haleti, Mezaki bu üslubun 18. Yüzyıldaki temsilcilerindendir.
Sebk-i Hindî 17. Yüzyıldan itibaren klasik şiirimizi etkileyen bir üsluptur. Hint
tarzı anlamına gelen bu üslup, 16. Yüzyılda İran’da ortaya çıkmakla birlikte, İran’da
Safevi hanedanının dinî baskıları sebebiyle Hindistan’a sığınan şairlerce
geliştirilmiştir. Bu üslup, İran, Hindistan, Afganistan, Azarbaycan, Tacikistan ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
Osmanlı Devleti’nin bulunduğu geniş coğrafyadaki edebiyatların üzerinde tesir
göstermiştir. Bu üslubun klasik şiirimizdeki önemli temsilcileri: Nefi (ö. 1636),
Fehim-i Kadim (ö. 1648), Naili (ö. 1666) ve Neşati’ dir (ö. 1674).
Şiire yerli unsurları
taşıma, yerli konu
arayışı, yalın dil ve yerli
ifadeleri kullanma
anlayışı mahalli üslubun
belirgin özellikleridir.
Sebk-i Hindî tarzı; şiirde aklın yerine hayale önem vermiş, anlam inceliğine,
derinliğine ve giriftliğine dayalı bir yapı kurmaya çalışmıştır. Şiirde anlam derinliği
ortaya çıkınca ahenk geri plana itilmiştir. Duygu, heyecan ve ilham yerine şiirde
yeni ve anlaşılması zor mazmunlar kullanan Sebk-i Hindî mensubları yeni bir dil
anlayışını esas almıştır. Sebk-Hindî şiirinin en önemli yönü, dil ve üsluptaki incelik
ve özgünlüktür. Yeni ve özgün hayaller kurmak için şairler yeni kelime ve
tamlamalara başvurmuştur. Sebk-i Hindî şairlerinin bir önemli yönü de, önceki
şairlerin kullandığı kelime kadrosuna yeni anlamlar yüklemeleridir. Bu yönüyle
Sebk-i Hindî’de ferdi bir şiir anlayışı vardır. Özlü anlatıma dikkat eden şairler;
ızdırap duygusunu tasavvufi mecazlar dünyasını, tezat ve mübalağa sanatlarını
şiirde yoğunluklu olarak kullanmışlardır.
17. Yüzyılda görülen üsluplardan biri de hikemi üsluptur. Hikmet, bilgelik,
hakimlik, varlık ve eşyanın asıl gayesi, vecize ve atasözü anlamlarına gelmektedir.
Eşya ve olayların gerçekliğine vâkıf olma bunların gizli anlamlarını çözme üzerine
kurulmuş bir ifade şeklidir. Hikemi üslup, edebî anlayış olarak “düşünceye dayalı
hikmetli söz söyleme” şiir vasıtasıyla öğüt verme, şiirde atasözü, deyim ve hikmetli
söz kullanma olarak karşımıza çıkar. Hikemi üslup veya didaktik üslup XVII. Yüzyıl
şairi olan Nabi ile Türk edebiyatındaki en önemli temsilcisini yetiştirmiştir. Bu üslup
asıl etkisini XVIII. Yüzyılda hissettirmiştir. Bu yüzyılda Nabi’nin dışında Azmizade
Haleti (ö. 1631), Rami Mehmed Paşa (ö. 1707) Hikemi uslûbun temsilcileridir.
Mahallî (Folklorik/Yerli tarz) üslup 17. Yüzyılın bir diğer önemli üslubudur.
Şiire yerli unsurları taşıma, yerli konu arayışı, yalın dil ve yerli ifadeleri kullanma
anlayışı mahallî üslubun belirgin özellikleridir. 15. Yüzyılda Necati’yle mahallîleşme
anlayışı bu üslubun habercisidir. Nevizade Atayi (ö. 1635?), Bosnalı Sabit (ö. 1712)
mahallî üslubun 17. Yüzyıldaki mensuplarıdır.
17. Yüzyılın klasik şiirinde görülen üsluplara kısaca değindik. Şimdi de bu
üslupların önemli isimlerine daha etraflı şekilde bakmadan, yüzyılın şiirle uğraşan
hanedan mensublarının isimlerini sıralayalım.
Sebk-i Hindî üslûbunun
Türk edebiyatındaki ilk
ismi olarak bilinen Naili,
Naili-i Kadim olarak da
tanınmaktadır.
I. Ahmed, Bahti; II. Osman, Farisi; IV. Murad, Muradi mahlaslarını
kullanmışlardır. Dönem padişahlarından IV. Mehmed ve II. Ahmed’in de şiirle
uğraştığı kaynaklarca belirtilir.
Klasik üslubun Baki tarzını 17. Yüzyılda devam ettiren en önemli mümessili
Şeyhülislam Yahya Efendi, Şeyhülislam Bayramzade Zekeriyya Efendi’nin (ö. 1593)
oğlu olarak 1561 yılında İstanbul’da doğmuştur. Devrin önemli bilginlerinden ders
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
almış, çok iyi bir öğrenim görmüştür. Müderrislik, kadılık, Anadolu ve Rumeli
Kazaskerliklerinde bulunmuştur. Bilahare ilmiye sınıfının en yüksek mertebesi
şeyhülislamlık makamına oturmuştur. Yahya Efendi 1644 yılında vefat etmiştir.
Toplam yirmi yıl şeyhülislamlık yapan Yahya Efendi, şeyhülislam şairler içinde
mümtaz bir yere sahiptir. Baki ile Nedim arasında köprü olan Şeyhülislam Yahya
Efendi, şiirlerinde şehirli Türkçesini başarıyla kullanmıştır.
Yahya Efendi bir gazel şairidir. Şiirlerinde tema olarak en çok aşk ve rintliği
işlemiştir. İlahi aşk, gazellerinde yoğun bir beşerî aşk kisvesi altında görülür. Şairin
eserleri arasında Dîvân’ı ve Sâkînâme’si vardır. Ayrıca Kemalpaşazade’nin
Nigâristân’ını tercüme ve Muhsin-i Kayseri’nin Manzûme-i Ferâ´iz’ini şerh etmiştir.
17. yüzyılın önde gelen
şâirlerinden kaside
üstadı Nef’î, Erzurum
Hasankaleli olup asıl
ismi Ömer’dir.
Sebk-i Hindî üslubunun Türk edebiyatındaki ilk ismi olarak bilinen Naili,Naili-i
Kadim olarak da tanınmaktadır. Maden kalemi katiplerinden Piri Halife’nin oğlu
olarak İstanbul’da doğan Naili’nin asıl ismi Mustafa’dır. Arapça ve Farsçaya
vukufiyetinden iyi bir eğitim aldığını düşündüğümüz Naili, devlet hizmetinde
katiplik görevlerinde bulunmuştur. Bilinmeyen bir sebebten dolayı bir süre
Edirne’de sürgün hayatı geçiren şair tekrar İstanbul’a dönmüş ve 1666 yılında vefat
etmiştir. Naili’nin tek eseri Dîvân’ıdır. Divan’ında geçen gazellerde anlam ön
plandadır ve zaman zaman anlaşılması güç mazmunlara yer vermiştir. Şiirlerinde
dinî-tasavvufi muhteva dikkati çekmektedir. Naili, 17. Yüzyılın gazel üstatlarından
sayılmış, devrin kaynakları da onun şiirde bir çığır açtığını dile getirmiştir.
Şiirlerinde Sebk-i Hindî’nin genel özelliklerini görürüz. Anlam derinliği, geniş
hayaller, abartılı söyleyişler, şiirinin önemli özelliklerindendir. Naili, hayallerini
soyut ile somut kavramların birleştirmesi üzerine kurmuştur. Naili, fazla sözden
kaçınmış, şiirini kısa ve dolgun söylemiştir. O, ruhundaki karamsarlığı tasavvufun
manevi huzuru içinde eritmeye çalışmış, bunu da şiirlerinde verme gayreti içinde
olmuştur. Ayrıca şair, Türk edebiyatında ilk şarkı yazan şairlerinden biridir.
17. Yüzyılın önde gelen şairlerinden kaside üstadı Nefi, Erzurum Hasankaleli
olup asıl ismi Ömer’dir. Şair, şiire genç yaşlarda başlamış Kuyucu Murat Paşa’nın
tavassutuyla Sultan I. Ahmed döneminde İstanbul’a gelip Divan-ı Hümayun
kalemine katip olarak girmiştir. Mütevellilik ve cizye muhasebeciliği görevlerinde
de bulunan Nefi, 1635 yılında devrin sadrazamı Bayram Paşa’ya yazdığı hiciv
yüzünden idam edilmiştir. Nefi, sanat hayatının ilk dönemlerinde klasik şiir
üslubunun sonraları ise; Sebk-i Hindî’nin etkisi altındadır. Övgü ve yergilerinde
aşırıya kaçan Nefi; isyancı ve pervasız bir kişiliktir. Gerçek bir mübalağa şairi olan
Nefi’de tezat ve tenasüp sanatlarına da sıkça rastlanır. Aslında mübalağa ve tezat
sanatlarının çok fazla kullanımı mübalağada aşırılık Sebk-i Hindî şairlerinin de temel
hususiyetlerindendir. Nefi’nin şiirinde söyleyiş rahatlığı, ahengi sağlama, şekil
mükemmeliyeti, yeni anlamalar oluşturma dikkati çeker. Benlik duygusu ön planda
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
olan Nefi bir kaside şairidir. O, kasideciliğe yeni bir üslup getirmiştir. Anlatımda
sağladığı doğallık kaside alanında önemli bir yeniliktir. Nefi’nin şiirlerinde medhiye,
fahriye ve hicviye temaları öne çıkar. Nefi’nin Türkçe Dîvân’ı, Farsça Dîvân ve
Sihâm-ı Kazâ isimli eserleri vardır. Siham-ı Kaza (Kaza Okları), hiciv ve mizah
edebiyatımızın önemli eserlerindendir. Hiciv, Nefi’nin âdeta yaradılışının bir
parçası gibidir. Şair, Siham-ı Kaza isimli eserinde Kırım Hanı’na nedim olan babasını
bile hicvetmekten çekinmemiştir.
Hikemi üslubun
edebiyatımızdaki
kurucu ismi Nabi, 17.
yüzyılın ikinci yarısında
yetişmiştir.
Hikemi üslubun edebiyatımızdaki kurucu ismi Nabi, 17. Yüzyılın ikinci
yarısında yetişmiştir. 1642 yılında Urfa’da doğan Nabi’nin asıl adı Yusuf’tur. İyi bir
eğitim alan genç yaşlarında arzuhalcilik mesleğiyle uğraşan Nabi, 1666 yılında
İstanbul’a gitmiştir. İstanbul’da Musahip Mustafa Paşa’nın himayesine girip ona
divan kâtibi olmuştur. Bir süreliğine Halep’te de bulunan Nabi, Baltacı Mehmet
Paşa’nın sadrazamlığı sırasında tekrar İstanbul’a dönmüş ve burada 1712 tarihinde
vefat etmiştir. Nabi’nin manzum Hayriye, Türkçe Dîvân, Farsça Dîvân, Tuhfetü’lHarameyn isimli eserleri başta olmak üzere toplam on eseri vardır. Nabi’nin Türkçe
divanı oldukça hacimlidir. Onun en fazla şöhret bulmuş eseriyse Hayriyye’sidir.
Nabi bu eseri oğlu Ebul-Hayr Mehmet Çelebi için Halep’te kaleme almıştır.
Pendname türünde didaktik bir eser olan Hayriyye’de Nabi, hayat tecrübesini
oğlunun şahsında gençlere öğüt olarak vermeye çalışır. Nabi, eserlerinde kâinat ve
varlık âlemini sorgulayan eşya ve hadiselere ülfet perdesi çerçevesinde bakmayan
görünene değil arkasındaki hakikati, asıl sebebi anlamlandırmaya çalışan tefekkür
sahibi bir şairdir. O, şiirleri aracılığıyla dönemin sosyo-kültürel olayları hakkında
insanlara bilgi vermeye çalışmış, özellikle gazellerinde hikmetli söyleyişlere yer
vermiştir.
17. Yüzyılın klasik Türk şiirindeki önemli tarzlarından biri olan mahallî
(folklorik) üslubun önemli mümessillerinden biri olan Bosnalı Sabit’in asıl ismi
Alaaddin Sabit’tir. İlköğrenimini memleketi Bosna’nın Uziçe kasabasında
tamamlayan Sabit, bilahare İstanbul’a gelerek yüksek öğrenimine devam etmiştir.
Müftülük, kazaskerlik ve mevleviyet görevlerinde bulunduktan sonra 1712’de
hayata gözlerini kapamıştır. Sabit’in en önemli eseri, Dîvân’ıdır. Bunun dışında
Zafernâme, Derenâme, Berbernâme ve Hadîs-i Erbâ`in tercüme ve tefsiri
eserlerinden bazılarıdır. Sabit, Nabi’den ve hikemi tarzdan etkilenmekle birlikte
şiirlerinde atasözleri ve deyimleri günlük konuşma dili unsurlarını, mahallî ifadeleri
kullanmıştır. Bu durum Türk şiirinde önemli bir yeniliktir. Sabit, özgünlüğü yerli
malzemeyle ve nükteli doğal bir dille yakalamaya çalışmıştır.
Yine bu yüzyılın mahallî unsurlara yer veren aynı zamanda hamse sahibi şairi
Nevizade Atayi, 1583 yılında şair Yahya Nevi’nin (ö. 1599) oğlu olarak dünyaya
gelmiştir. İyi bir eğitim alan Nevizade çocukluğundan itibaren devrin birçok şair ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
yazarıyla tanışma ve görüşme imkânı yakalamıştır. Nevizade Atayi 1636 yılında
vefat etmiştir. Türk hamsecilik geleneğinin son büyük halkasıdır. Manzum ve
mensur birçok eseri bulunmaktadır. Hamse’si, Dîvân’ı ve Hadâ´iku’l-Hakâyık isimli
eserleriyle şöhret kazanmıştır. Atayi’nin şiirleri İstanbul Türkçesi’nin güzel
örneklerini içermektedir. Onun şiiri mahallîleşme sürecinin devamı niteliğindedir.
Şiire atasözleri ve deyimlerle zengin anlamlar kazandıran Atayi, şiirlerinde sosyal,
kültürel ve siyasal meseleleri anlatır.
17. yüzyılın divan
şiirindeki önemli
tarzlarından biri olan
mahallî (folklorik)
üslûbun önemli
mümessillerinden biri
olan Bosnalı Sabit’in asıl
ismi Alaaddin Sabit’tir.
Adı geçen ve anlatılan bu şairlerin dışında 17. Yüzyıl klasik Türk şiirinin
yetiştirdiği birçok şair daha vardır. Bunlardan divan veya divançe sahibi şairlerden
bir kısmını şöyle sıralayabiliriz: Cevri (ö. 1654), Sabri (ö. 1645), İsmetî (ö. 1665),
Vecdi (ö. 1661), Güfti (ö. 1677), Riyazi (ö. 1694), Veysi, (ö. 1627), Kafzade Faizi (ö.
1622), Tıfli (ö. 1659).
17. Yüzyılda gazel şairlerinin dışında mesnevi yazan birçok şair de yetişmiştir.
Dinî-tasavvufi türlerin dışında nasihatname, sakiname, şehrengiz, surname,
kıyafetname, zafername, gazaname, sergüzeşt ve hasbıhal, berbername,
derename gibi edebî tür ve tarzlarda mesneviler kaleme alınmıştır. Riyazi’nin
Sâkinâme’si bu türün en güzel örneklerinden biridir. Neşati, Edirne; Fehim,
İstanbul; Gelibolulu Vecihi, Gelibolu; Hacı Derviş, Mostar şehrengizlerini
yazmışlardır.
Güfti, Sabit, Vuslati zafername yazan şairler arasındadır. Varvari sergüzeşt,
Güfti hasbihal, Nabi ise surname tür ve tarzlarında mesnevi nazım şekliyle eser
vermişlerdir.
17. Yüzyıl klasik nesir geleneğine bakıldığında, dönem nesrinin diğer
yüzyılların devamı mahiyetinde olduğu görülür. Bu yüzyılın mensur eserlerini edebî
eserler, tarihler, tezkireler ve biyografik eserler, münşeat mecmuaları,
seyahatnameler, dinî eserler bilimsel eserler ve şerhler olarak sınıflandırılabilir. Bu
yüzyılın nesir geleneği açısından en önemli farklarından biri Veysi ve Nergisi’nin
süslü nesirde uç örnekleri vermesidir. Nergisi (ö. 1633), mensur hamsesiyle
manzum hamse geleneğinden farklı bir çizgi meydana getirir. Veysi (ö. 1627) bir
siyasetname özelliği gösteren Habnâme’siyle özgünlük arz eder. Yine süslü nesrin
örneklerinden biri olan Siyer-i Veysî (Dürretü’t-Tâc) Hz. Peygamber’in hayatını
samimi dille anlatan bir eser olup, Veysi tarafından kaleme alınmıştır.
Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’si 17. Yüzyıla damgasını vuran 10 ciltlik bir
eserdir. Bu eser yalnızca 17. Yüzyılın değil tüm Türk tarihinin en önemli
seyahatnamesidir. Evliya Çelebi seyahatnamesi 17. Yüzyıl Osmanlı ve komşu
toplulukların coğrafi, sosyal, kültürel özelliklerini ifade etmesi yönüyle kaynak bir
eserdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
Bu yüzyılda yazdığı eserlerle dikkati çeken bir diğer isim ise Katip Çelebi’dir
(ö. 1656). Hacı Kalfa veya Hacı Halife olarak da bilinen Katip Çelebi’nin eserlerinden
bazıları Keşfü’z-Zünûn, Türkçe Fezleke, Tuhfetü’l-Kibâr, Cihan-nümâ, Mizanü’lHak’tır. Katip Çelebi’nin eserlerinden Keşfüz-Zünun İslam dünyasında kendi
dönemine kadar yazılmış eser ve yazarları hakkında kısa bilgi verir. Bu eser,
zeylleriyle birlikte ilim ve kültür tarihimizin başvuru kaynaklarındandır.
İlk örneklerini 16. Yüzyılda veren şair biyografilerini içeren şuara
tezkirelerinin yazımı bu yüzyılda da devam etmiştir. Bu dönemde antoloji tipi
biyografik bilginin az, örneklerin daha çok olduğu tezkireler kaleme alınmıştır. Bu
yönüyle önceki yüzyıl tezkirelerinden ayrılır. 17. Yüzyıl tezkirecileri, Riyazi, Kafzade
Faizi, Rıza, Yümni ve Asım’dır. Ayrıca Güfti’nin de manzum tezkiresi vardır. Bu
yüzyılda yazılmış olan Koçibey Risalesi devlet idaresine yönelik görüş beyan eden
bir eserdir.
Sadece 17. yüzyılın
değil, Türk tasavvuf
edebiyatının önemli
simalarından biri Niyazi
Mısri’dir (ö. 1694).
17. Yüzyılda klasik edebiyatın yanında dinî-tasavvufi Türk edebiyatı da
hayatiyetini devam ettirmiştir. Yüzyılın ilk yarısında dini düşünce farklılığından
meydana gelen medrese mensuplarını temsilen Kadızadeler ile tekke mensuplarını
temsilen Sivasizadeler arasındaki tartışma ortamı tasavvufi hareketleri bir süre
sarsmıştır. Bu tartışma ortamı aynı zamanda edebî hayatı da ciddi anlamda
etkilemiştir. Bu dönemde birçok mutasavvıf şairin yetiştiğini görüyoruz. Bunlardan
biri de Celvetiliğin kurucusu Aziz Mahmud Hüdayi’dir (ö. 1623). İyi bir medrese
eğitimi alan müderris ve kadılıklarda bulunan Aziz Mahmud Hüdayi, Şeyh Üftade’ye
bağlanarak tasavvuf yoluna girmiştir. Bilahare şeyh olan Aziz Mahmud Hüdayi,
Üsküdar’da ömrünün sonuna kadar irşad faaliyetlerini sürdürmüştür. Anadolu ve
Rumeli’de dinî-tasavvufi hayatı derinden etkileyen otuza yakın eser yazmıştır. Bu
eserlerden biri olan Dîvân’ında aruz ve hece ölçüsüyle kaleme aldığı şiirlerin
Yunus’un etkisinde olduğu görülür. Özellikle ilahilerinde didaktik üslubun
hâkimiyeti vardır.
Türk tasavvuf edebiyatının bu yüzyıldaki dikkate değer kişiliklerinden biri de
Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi’dir (ö. 1655). Dîvân-ı İlâhiyat, Dil-i Dânâ, Müfîd ü
Muhtasar, Tasavvuf ve Vahdetnâme isimli eserleri bulunan İbrahim Efendi
söyleyişinde özgünlük bulunan biridir. Yunus takipçisi olmakla birlikte dili ona göre
daha sanatlıdır.
Sadece 17. Yüzyılın değil, Türk tasavvuf edebiyatının önemli simalarından biri
Niyazi Mısri’dir (ö. 1694). Malatyalı olan Niyazi Mısri, iyi bir eğitimden sonra
meşhur Elmalılı Ümmi Sinan’a bağlanarak tasavvuf ehli olmuştur. Coşkun şiirleri,
cifir gibi ilimleri ele aldığı mensur eserleri vardır. Muhyiddin-i Arabi’nin
düşüncelerinin Türk edebiyatındaki en önemli temsilcilerindendir. Şiirlerini ilahi aşk
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
çerçevesinde aruz ve hece vezinleri ile yazmıştır. Sanat endişesinden uzak içten bir
dille yazdığı şiirlerinde hem lirik hem de didaktik olma başarısını göstermiştir.
17. Yüzyılda bu isimlerin dışında yetişmiş mutasavvıf şairlerin bazıları şu
isimlerdir: Hüseyin Lamekani Efendi (ö. 1624), Abdulehad Nuri (ö. 1651), Sunullah
Gaybi (ö. 1676), Elmalılı Ümmi Sinan (ö. 1657), Abdulmecid Sivasi (ö. 1639) ve Kul
Himmet.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Özet
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
•15. Yüzyıl, Osmanlı’nın merkeziyetçi bir yapıya kavuştuğu, her alanda
olduğu gibi kültür ve sanat alanında da büyük ilerlemeler kat ettiği bir
yüzyıldır. Bu dönemde; padişahlar, şehzadeler ve devlet adamları
himayesinde edebî muhitler oluşmaya başlar. Şuurlu bir Türkçecilik
anlayışıyla, Türkçe devlet dili hâline gelirken İstanbul da bir cazibe
merkezi olur. Anadolu’da gelişen Türk edebiyatı klasik bir görünüm
kazanır. Bu yüzyılda Şeyhi mesnevileriyle, Ahmet Paşa kasideleriyle,
Necati Bey gazelleriyle şöhret kazanır. 15. yüzyılda nazmın yanında nesir
üslubunun da geliştiği ilk secili eserlerin ortaya çıktığını görürüz. Bu
yüzyılda klasik edebiyat çizgisi dışında dinî, tasavvufi vadide birçok
şahsiyet yetişmiştir.
•16. Yüzyıl, Osmanlı devletinin siyasi, askerî, iktisadi, kültür, bilim ve
sanat alanlarında altın çağını yaşadığı bir yüzyıldır. Fatih’le başlayan
İstanbul’u kültür, sanat ve edebiyatın merkezi haline getirme politikası
bu yüzyılda devam etmiştir. Bir önceki yüzyılda kuruluşunu tamamlayan
klasik şiir, 16. yüzyılda gelenekleri şekillenmiş bir pozisyona gelmiştir. Bu
yüzyılda Osmanlı Türkçesi klâsik biçimini almış Eski Anadolu Türkçesi
özelliklerinden sıyrılmıştır. Dönemin en büyük şiir üstatları Baki, Fuzuli
ve Hayali’dir. 16. yüzyıl klasik nesri; Kanuni Sultan Süleyman döneminde
klasik üslubunu oluşturmuştur. Bu yüzyılda nesir alanı konular
bakımından çeşitlilik ve sayısal artış göstermiştir. Yine bu yüzyılda dinîtasavvufi çizgide, hece veya aruz ölçüsüyle şiir yazan bir çok isim
yetişmiştir.
•17. yüzyıl, Osmanlı’nın duraklamaya girdiği, devlet düzeninde
istikrarsızlaşmanın olduğu bir yüzyıldır. Bu yüzyılda yaşanan siyasi,
askerî, iktisadi alanlarındaki olumsuzluklar kültürel alanda kendini
hissettirmedi. Bu yüzden edebiyat yükselişini devam ettirdi. 17. yüzyılda
önceki yüzyılın edebî üslup anlayışı sürerken dönemin sosyal, kültürel
ortamının etkisiyle yeni edebî üsluplar ortaya çıktı. Bu yüzyılda klasik
üslubun yanı sıra Sebk-i Hindî, mahallî (folklorik), hikemi üsluplar da
görülür. Naili, Nefi, Şeyhülislam Yahya, Nabi, 17. yüzyılın önemli
şairleridir. Bu yüzyılın klasik nesri diğer yüzyılın devamı niteliğindedir.
Süslü nesirde Veysi ve Nergisi, 17. yüzyılda en uç örnekleri vermiştir.
Tasavvuf şiiri de Niyazi Mısri gibi bir ismi bu yüzyılda yetiştirmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Ödev gönderimi
Ödev
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
• Klasik şiirin dayanmış olduğu estetik anlayışın
özelliklerini farklı kaynaklardan yararlanarak tespit
ediniz ve bunu iki yüz kelimeyi geçmeyecek şekilde
yazınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Osmanlı hanedanı içinde divan sahibi ilk padişah kimdir?
a) II. Murad
b) Yıldırım Bayezid
c) Kanuni Sultan Süleyman
d) Fatih Sultan Mehmed
e) II. Selim
2. Klasik şiirde atasözleri ve deyimleri kullanma geleneğini hangi şair
başlatmıştır?
a) Ahmed Paşa
b) Necati
c) Safi mahlaslı Cezeri Kasım Paşa
d) Şeyhi
e) Edirneli Nazmi
3. Aşağıdaki eşleştirmelerden hangisi doğru değildir?
a) Yazıcıoğlu Ahmed Bican-Envarulâşıkin
b) Şeyhi-Harname
c) Fuzuli-Leyla vü Mecnun
d) Süleyman Çelebi-Vesiletünnecat
e) Baki-Hüsrev ü Şirin
4. 16. Yüzyıl klasik şiiri için aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
a) Klasik şiir 16. Yüzyılda gelenekleri şekillenmiş bir duruma
gelmiştir.
b) Türki-i Basit hareketi 16. Yüzyılda Tatavlalı Maremi ve Edirneli
Nazmi’yle devam etmiştir.
c) Hikemi uslup ilk defa bu yüzyılda ortaya çıkmıştır.
d) Klasik Türk şairlerinin bir bölümünde hece ölçüsüyle şiir yazma
eğilimi görülmüştür.
e) Hayali Bey bu yüzyılda yetişmiştir.
5. Aşağıdaki şairlerden hangisi ümmi şairlerindendir?
a) Enveri
b) Cinani
c) Bağdatlı Ruhi
d) Taşlıcalı Yahya
e) Meali
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
6. Sinan Paşa’nın Tazarruname isimli eserinin önemi nedir?
a) Anadolu sahasında yazılmış bir tıp kitabı olması.
b) Geniş kitlelerin anlayabileceği sade bir dille yazılması.
c) Didaktik bir eser olması.
d) Edebiyatımızda secili nesrin en başarılı örneklerinden biri olması.
e) Türk edebiyatının en güzel şiir antolojilerinden biri olması.
7. Aşağıdakilerden hangisi 17. Yüzyıl mutasavvıf şairlerinden biridir?
a) Eşrefoğlu Rumi
b) Niyazi Mısri
c) Sünbül Sinan Efendi
d) İbrahim Tennuri
e) Pir Sultan Abdal
8. Aşağıdakilerden hangisi Sebk-i Hindî üslubunun özelliklerinden biri
değildir?
a) Anlam inceliği, derinliği ve giriftliğine dayalı bir yapısı vardır.
b) Yeni ve anlaşılması zor mazmunlar kullanılmıştır.
c) Şiirde ahenge önem verilmişitir.
d) Yeni kelime ve tamlamalara başvurulmuştur.
e) Şiirde ıztırab duygusuna sıkça yer verilmiştir.
9. 17. Yüzyıl klasik Türk şiirinde hicivleri ile ünlü şair kimdir?
a) Azmizade Haleti
b) Neşati
c) Naili
d) Şeyhülislam Yahya
e) Nefi
10.Aşağıdaki eserlerden hangisi Nabi’ye aittir?
a) Zafername
b) Hüsrev ü Şirin
c) Keşfüzünun
d) Hayriyye
e) Sihamıkaza
Cevap Anahtarı
1-d, 2-c, 3-e, 4-c, 5-a, 6-d, 7-b, 8-c, 9-e, 10-d
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Açıkgöz, Namık (2004), Orta Klâsik Dönem Nesir, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, (Ed.
Önder Göçgün), V : Ankara.
Akkuş, Metin (1998), Nef’î ve Sihâm-ı Kazâ: Ankara.
Banarlı, Nihat Sami (1987), Resimli Türk Edebiyatı, I-II : Ankara.
Bilkan, Ali Fuat ve Şadi Aydın (2007), Sebk-i Hindî ve Türk Edebiyatında Aydın, Hint
Tarzı: İstanbul.
Bilkan, Ali Fuat (2004), “Orta Klâsik Dönem Nazım”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi,
(Ed. Önder Göçgün), V: Ankara.
Bilkan, Ali Fuat (2007), Nâbî Hayatı Sanat Eserleri: Ankara.
Canım, Rıdvan (1998), Türk Edebiyatında Sâkînâmeler ve İşretnâmeler: Ankara.
Ceylan, Ömür (2004), “Tasavvufî Edebiyat (Osmanlı Sahası)”, Türk Dünyası Edebiyat
Tarihi, (Ed. Önder Göçgün) V: Ankara.
Durmuş, TubaIşınsu (2009), Tutsan Elini Ben Fakirin Osmanlı Edebiyatında Hamilik
Geleneği: İstanbul.
Emecen, Feridun (1999), ” Kuruluştan Küçük Kaynarca’ya”, Osmanlı Devleti Tarihi,
(Ed. Ekmeleddin İhsanoğlu): I, İstanbul.
Gölpınarlı, Abdulbaki (1972),Türk Tasavvuf Şiir Antolojisi: Ankara.
İnalcık, Halil (2006), Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300-1600), (Çev. Ruşen
Sezer): İstanbul.
İpekten, Haluk (1996), Divan Edebiyatında Edebî Muhitler: İstanbul.
İpekten, Haluk (2007), Nâilî Hayatı Sanatı Eserleri: Ankara.
İpekten, Haluk (1997), Baki, Hayatı Sanatı Eserleri: Ankara.
İpekten, Haluk (1991), Fuzûlî, Hayatı Sanatı Eserleri: Ankara.
İpekten, Haluk (1996), Nef’î, Hayatı Sanatı Eserleri: Ankara.
İpekten, Haluk ve Mustafa İsen (1992), “XVI. Yüzyıl Divan Edebiyatı”, Türk Dünyası
El Kitabı, III : Ankara.
İpekten, Haluk (1988), Türk Edebiyatının Kaynaklarından Türkçe Şuarâ Tezkireleri:
Erzurum
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
İsen, Mustafa (2002), “Başlangıçtan XVIII. Yüzyıla Kadar Türk Edebiyatı”, Türkler,
(Ed. Hasan Celal Güzel), XI: Ankara.
İsen, Mustafa (2004) ”İlk Klâsik Dönem Nesir”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, (Ed.
Önder Göçgün), V: Ankara.
İsen, Mustafa, (2004), “Erken Dönem Nesir” Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, (Ed.
Önder Göçgün), V: Ankara.
İsen, Mustafa ve Cemal Kurnaz, (1992) “XVII. Yüzyıl Divan Edebiyatı”, Türk Dünyası
Edebiyat Tarihi, (Ed. Önder Göçgün), V: Ankara.
İsen, Mustafa vd (2006), Eski Türk Edebiyatı El Kitabı: Ankara.
İsen, Mustafa ve Ali Fuat Bilkan (1997), Sultan Şairler: Ankara.
Kalpaklı, Mehmet (2003), “Osmanlı Şiirine Genel Bir Bakış Denemesi” Doğu-Batı,
22, 39-52: Ankara.
Karahan, Abdulkadir (1991), İslam-Türk Edebiyatında Kırk Hadis: Ankara.
Kartal, Ahmet (2004), “Erken Dönem Nazım (XV.yüzyıl)” Türk Dünyası Edebiyat
Tarihi, (Ed. Önder Göçgün), V: Ankara.
Kemikli, Bilal (2010), Türk İslam Edebiyatı Giriş: Bursa.
Kocatürk, Vasfi Mahir (1970). Büyük Türk Edebiyatı Tarihi: İstanbul.
Kurnaz, Cemal (1999), Türkiye-Orta Asya Edebî İlişkileri: Ankara.
Kut, Günay (1999), Anadolu’da Türk Edebiyatı. (Ed. Ekmeleddin İhsanoğu),
Osmanlı Medeniyeti Tarihi, 1.cilt (s.21-69), İstanbul:
Küçük, Sabahattin vd. İlk Klâsik Dönem (1512-1600) Nazım, (Ed. Önder Göçgün),
Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, cilt V, (s.222-331), Ankara.
Külekçi, Numan (2002), Baki: İstanbul.
Külekçi, Numan (2003). Necati Beg: İstanbul.
Macit, Macit (2006), İlk Klâsik Dönem (1453-1600) Şiir. (Ed. Talat Sait Halman) Türk
Edebiyatı Tarihi, 2 (s.29-55): İstanbul.
Mazıoğlu,Hasibe (1982), “Türk Edebiyatı, Eski”, Türk Ansiklopedisi (XXXII,81-134):
İstanbul.
Mengi, Mengi (1991) Divan Şiirinde Hikemi Tarzın Büyük Temsilcisi Nâbî: Ankara.
Mengi, Mengi (1999), Eski Türk Edebiyatı Tarihi: Ankara.
Mermer, Ahmet (2006), Türkî-i Basit ve Aydınlı Visali’nin Şiirleri: Ankara.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl)
Mermer,Ahmet vd (2010), Eski Türk Edebiyatına Giriş: Ankara.
Ocak, Fatma Tulga (1987), “Nef’î ve Türk Edebiyatındaki Yeri”, Ölümünün
Üçyüzellinci Yılında Nef’î: Ankara.
Pekolcay, Necla (1994), İslâmî Türk Edebiyatı: İstanbul.
Şener, İbrahim ve Alim Yıldız (2008), Türk İslam Edebiyatı: İstanbul.
Şentürk, Ahmet Atilla (1999), Osmanlı Şiiri Antolojisi: İstanbul.
Şentürk, Ahmet Atilla ve Ahmet Kartal (2004), Üniversiteler İçin Eski Türk Edebiyatı
Tarihi: İstanbul.
Timurtaş, Faruk Kadri (1992), “Türkiye Edebiyatı (XII-XV)”, Türk Dünyası El Kitabı
Üçüncü Cilt (107-130): Ankara.
Uçman, Abdullah (1986), “XV. Yüzyıl Tekke Şiiri”, Büyük Türk Klâsikleri (III,11-57):
İstanbul.
Yılmaz, Necdet (2001), Osmanlı Toplumunda Tasavvuf: İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
II. KLASİK DÖNEM
İÇİNDEKİLER
( 18.-19. YÜZYIL)
• 18. Yüzyıl
• 19. Yüzyıl
TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
HEDEFLER
Prof. Dr. Ahmet MERMER
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• 18. ve 19. yüzyıl Türk edebiyatının temel
özelliklerini kavrayabilecek,
• 18. ve 19. yüzyıl Türk edebiyatının önemli şair,
yazar ve eserlerini tanıyabilecek,
• Dönemin devlet adamı, kültür, edebiyat ilişkisini
değerlendirebileceksiniz.
ÜNİTE
12
II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl)
GİRİŞ
18. Yüzyılda sosyal,
toplumsal ve ekonomik
hayatta görülen
gerilemeye karşılık;
edebiyat hayatı
gelişimini
sürdürmüştür.
18. ve 19. Yüzyıl, Osmanlı’nın zevale yaklaştığı yüzyıllardır. Sosyal ve siyasal
alandaki çözülmeler onlar kadar hızlı olmasa da edebî hayat üstünde de etkili
olmuştur. Bu ünite de 18. ve 19. Yüzyıların sosyal ve siyasal durumundan
bahsedildikten sonra, Türk edebiyatının bu yüzyıllardaki temel özellikleri hakkında
bilgi verilecektir. Ayrıca dönemin belli başlı yazar ve şairleri tanıtılacaktır.
18. YÜZYIL
Osmanlı Devleti, 18. Yüzyıla idari, mali ve sosyal bünyesinde büyük bir
sarsıntıya sebep olan bir yenilgi ve bunun sonucunda imzalanan Karlofça (1699)
Antlaşması’nın psikolojisiyle girmiştir. Savaş sonrası bazı tedbirler alınıp halk
rahatlatılmaya çalışılsa da sosyal bir patlama sayılan 1703 Edirne Vakası’yla, II.
Mustafa tahttan indirilmiş yerine, III. Ahmed tahta çıkarılmıştır. III. Ahmed
Karlofça’dan sonra ortaya çıkan huzursuzlukları gidermek için barışçıl bir siyaset
izlemiştir. Buna rağmen kendi isteğinin dışında gelişen olaylar sonucunda Osmanlı,
Ruslarla 1711’de yaptığı Prut Savaşı’nı kazandı. Fakat, sonraki yıllarda Venedik ve
Avustralyalılarla yapılan savaşlarda yenilgiye uğrayan Osmanlı, 1718’de Pasarofça
Antlaşması’nı imzalayarak toprak kaybına uğradı. Osmanlı Devleti bu antlaşmayla
yeni bir barış dönemine girdi.
“Lale Devri” olarak anılan 1718-1730 yılları arasındaki bu dönemin mimarları
III. Ahmed ve Damat İbrahim Paşa’ydı. Lale Devri’nde kültür ve sanat adına birçok
yeni uygulamalar hayata geçirildi. Patrona Halil ayaklanmasıyla bu dönem
sonlanmıştır. III. Ahmed’den sonra birçok ıslahat hareketi olmuştur. Özellikle III.
Selim döneminde devlet bünyesindeki bütün kuruluşlar gözden geçirilmiş zamanın
ihtiyacına göre yeniden düzenlenmelerine çalışılmıştır.
18. yüzyıl klasik
edebiyatının dili, önceki
yüzyıllara göre daha
sade ve açıktır. Bu
dönemdeki sadeleşme
gayreti inkâr edilemez.
18. Yüzyıl boyunca devam eden tüm yenilik ve ıslahat çabaları Osmanlı
Devleti’nde başlayan çözülmeyi durduramamıştır. 18. Yüzyılda sosyal, toplumsal ve
ekonomik hayatta görülen gerilemeye karşılık edebiyat hayatı gelişimini
sürdürmüştür. Bu gelişimin devam etmesinde devlet adamları ve şairlerle,
musikişinas ve yenilik yanlısı padişahların etkisi büyük olmuştur. Dönem padişahları
içinde; III. Ahmed (1703-1730), Necib ve Ahmed; I. Mahmud (1730-1754), Sebkati;
III. Mustafa (1757-1774), Cihangir; III. Selim (1789-1807), İlhami mahlaslarıyla
şiirler yazmış hatta bunlardan III. Ahmed ve III. Selim divan dahi tertib etmişlerdir.
III. Ahmed ve III. Selim’in saltanat yılları sanatkarların en fazla eser verdikleri bir
dönem olmuştur. Bu yüzyıl edebiyatı, şair kadrosu açısından klasik edebiyatın en
zengin devresidir. Yapılan araştırmalarda, bu yüzyılda 168’i divan sahibi olmak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl)
üzere, toplam 1322 şairin yetiştiği tespit edilmiştir. Bununla birlikte diğer yüzyıllara
oranla üstat sayılacak şairlerin sayısı azdır. Dönemin iki zirve ismi Nedim ve Şeyh
Galip’in dışındaki şairler eskinin ve devrin büyük şairlerinin yolunu izlemişlerdir.
Birçok şair usta şairlere nazire yazmaktan öteye geçememiştir. Dönem şiirinde
görülen bu hususlara rağmen yeni mazmunlara ve anlam derinliğine önem veren
Sebk-i Hindî, anlamdan ziyade söyleyişi ön planda tutan klasik, tefekküre dayalı
anlayışı dile getiren hikemi, konuşma dili özelliklerini şiire taşıyan, açık bir söyleyişi
benimseyen mahallî (folklorik) üslup 18. Yüzyıl klasik edebiyatına zenginlik ve renk
kazandırmıştır.
Bu yüzyıl edebiyatı, şair
kadrosu açısından klasik
edebiyatın en zengin
olduğu devresidir.
18. Yüzyılda şiir olgunluk seviyesine ulaştığından, şairler yeni şeyler bulmakta
zorlanmıştır. Bu da şairlerde bir yenilik arzusu doğurmuştur. Şairlerin yenilik arayışı
klasik şiir estetiğinin katı kurallarının çözülmesine sebep olmuştur. Artık şiirde
sevgilinin verdiği her türlü eziyeti sineye çekmeyen, tepki gösteren âşık tipi
türemiştir. Siyah saçlı, kara gözlü dilberlerin yanında sarışın, mavi gözlüler de
görülür. Tasavvufi aşk birkaç isim dışında dile getirilmez olur; divan şiirinin ortaya
çıkarmış olduğu yüceltilmiş aşk anlayışı yerini, daha somut, zaman zaman daha
müstehcene kaçan aşk anlayışına bırakır. Edebî eserlerde mahallî konulara daha
fazla yer verilir. Sosyal hayattaki çözülmenin insanlarda ortaya çıkardığı psikoloji,
edipleri tenkit ve hiciv içerikli eserler yazmaya yöneltmiştir.
18. Yüzyıl klasik edebiyatının dili önceki yüzyıllara göre daha sade ve açıktır.
Bu dönemdeki sadeleşme gayreti dikkat çekecek seviyededir.
Bu yüzyılda yetişen ilk büyük şair Nedim, 1681’de İstanbul’da doğmuştur.
Asıl ismi Ahmed olan Nedim’in dedesi Kazasker Muslihiddin Efendi, babası
Mehmed Efendi’dir. İyi bir eğitim alan Nedim, Molla Kırımi, Sadiî Efendi, Eski
Nişancı, Sahn-ı Seman ve Sekban Ali medreselerinde müderrislik görevlerinde
bulundu. Şairliğinin ilk dönemlerinde Şehit Ali Paşa’ya kasideler sunduysa da ondan
beklediği ilgiyi göremedi. Nedim asıl şöhretini Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın
desteğiyle kazanmıştır. Damat İbrahim Paşa’nın vasıtasıyla Sultan III. Ahmed’le
tanışan Nedim, Lale Devri’nin gözde isimlerinden biridir. 1730 yılında vuku bulan
Patrona Halil ayaklanması esnasında vefat etmiştir.
Nedim’in en önemli eseri Dîvân’ıdır. Nedim, bundan başka, Derviş Ahmed
Efendi’nin bir tarih kitabı olan Câmi`ü’d-Düvel’ini Sahâ´ifü’l-Ahbâr ismiyle tercüme
etmiş, yine Aynî Târihi’nin bir kısmını çevirmiştir. Nedim’in ayrıca, Safayi
Tezkiresi’ne takrizi, bir dilekçesi, kime yazıldığı belli olmayan sanatlı bir mektubu ve
İzzet Ali Paşa’ya şaka yollu yazdığı Nigârnâme isimli mensur cevabı bulunmaktadır.
Nedim, hayata zevk ve neşe penceresinden bakan; coşkun, dünyaya bağlı bir
şairdir. Nedim, asıl şöhretini gazel ve şarkılarıyla elde etmiştir. Kasidelerinin nesip
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl)
Ragıb Paşa, Nabi
üslubunun, yani hikemî
tarzın, 18. yüzyıldaki en
büyük temsilcisidir.
bölümünde de günlük hayatın iz düşümleri göze çarpar. Şiirlerinde doğallığın
yanında hayal zenginliği ve incelik bulunur. Sebk-i Hindî’nin etkisiyle özgün
benzetmeler içeren şiirler yazan Nedim, ana çizgileriyle divan şiiri geleneğine bağlı
olmakla birlikte özelde geleneğin dışına çıkar. Nedim’in şiirlerinin en ayırt edici
yönlerinden biri yerlilik ve basit söyleyiştir. O, İstanbul şivesini şiirinin dili hâline
getirmiştir. Kısaca, Nedim, meydana getirdiği Nedimane üslubuyla hem yaşadığı
dönemde hem de kendinden sonraki dönemlerde üstat olarak kabul edilmiş, birçok
takipçisi çıkmıştır.
Bu yüzyılın önemli şairlerinden biri de Koca Ragıb Paşa’dır. 1699 yılında
İstanbul’da doğup yine bu şehirde 1763’te vefat eden Koca Ragıb Paşa, iyi bir
medrese eğitimi almış ve sadrazamlık makamına kadar yükselmiştir.
Ragıb Paşa, devrin büyük devlet adamlarından biri olmasının yanında,
yüzyılın Nedim ve Şeyh Galib’ten sonraki en büyük şairlerindendir. Ragıb Paşa, Nabi
üslubunun yani hikemî tarzın 18. Yüzyıldaki en büyük temsilcisidir. Olaylara hikmet
gözüyle bakan Ragıb Paşa, şiirlerinde yalın, pürüzsüz bir dil kullanmış, atasözleri ve
deyimlere şiirlerinde yer vererek anlatımını güçllendirmiştir. Ragıb Paşa, şairliğinin
dışında kültür ve sanat erbabına destek vermesiyle de dikkat çekmiştir. Ragıb
Paşa’nın küçük divanının yanında bir çok eseri daha vardır. Mecmû`a-i Râgıb Paşa,
Arûz Risâlesi, Münşe´ât-ı Râgıb bunlardan bazılarıdır.
Bu yüzyılda yetişmiş şairlerden biri de Tokatlı Nuri’dir. 1712’de Tokat’ta
doğan Nuri’nin asıl ismi Ebubekir’dir. Eserleri arasında Dîvânı, Münşe´at’ı ve
Hirrenâme’si vardır. Hirrename, bir hiciv şaheseridir.
Bu yüzyılda yetişen ilk
büyük şair Nedim,
1681’de İstanbul’da
doğmuştur.
18. Yüzyılın önemli şairlerinden biri olan Seyyid Vehbi, İstanbul’da
doğmuştur. Müderrislik, kadılık gibi görevlerde bulunan Seyyid Vehbi’nin Dîvân’ı,
Sûrnâme’si ve Tercüme-i Hadîs-i Erbâ`in’i bulunmaktadır. Gazellerinde Nabi’nin,
kasidede Nefi’nin etkileri göze çarpar. Vehbi, kasidelerini döneme göre ağır bir dille
kaleme almıştır. Şair, 1736’da vefat etmiştir.
Dönemin resmî fermanla Reis-i Şâirânı ilan edilen şairi, Osmanzade Taib’dir.
Taib’in asıl adı Ahmed’dir. İyi bir öğrenim görmüş, müderrislik ve kadılık
hizmelerinde bulunmuş, 1724 yılında vefat etmiştir. Eserleri arasında Dîvân’ı,
Hadîkatü’l-Vüzerâ’sı, Hadîkatü’l-Mülûk’u, ahlakî konulu Hülâsâtu’l-Ahlâk’ı, Sıhhatâbâd isimli kırk hadis tercümesi bulunmaktadır. Şiirlerinde mahallî hayata ait
unsurlar ve sosyal eleştiri dikkat çeker.
18. Yüzyılın ikinci yarısında yaşamış şairlerden biri olan Sünbülzade Vehbi,
1718’de Maraş’ta doğmuştur. Asıl ismi Mehmed olan Sünbülzade Vehbi,
öğrenimini doğduğu şehirde bitirdikten sonra İstanbul’a gelmiş, burada kadılık
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl)
imtihanını kazanarak kadı olmuştur. Hayatında birçok iniş çıkış yaşamış ve 1809
yılında İstanbul’da vefat etmiştir.
Sünbülzade Vehbi’nin Dîvân’ı, Lutfiyye ve Şehrengiz isimli mesnevileri,
Münşe´ât’ı, Tuhfe ve Nuhbe isimli manzum sözlükleri, Farsça Dîvânçe’si mevcuttur.
Şiirlerinde lirizm görülmez, kuru bir üslubu vardır. Vehbi’nin şiirlerinde Nedim,
Sabit ve Nabi’nin etkisi görülür.
1735 yılında Edirne’de doğan Hoca Neşet, 18. Yüzyılın önemli şairlerinden
biridir. Ailesiyle birlikte İstanbul’a gelip öğrenimini burada yapan şair, genç
yaşlarında Mevleviliğe girmiştir. Mevlevi olması onun gençlere Farsça öğretip
Mesnevi okutmasına sebep olur. Kabiliyetli gençleri etrafına toplayıp onları
yetiştirmesi Hoca veya Baba lakaplarıyla anılmasına yol açar. Dîvân, Tûfân-ı
Ma’rifet, Tecüme-i Dü-Beyt-i Câmî, Meslekü’l-Envâr ve Menbâ`u’l-Esrâr,
Muharrerât-ı Hüsniyye-i Neş’et isimli eserleri vardır.
Klasik şiirin ve 18.
yüzyılın en büyük hanım
şairi olan Fıtnat, devrin
şeyhülislamlarından
Esad Efendi’nin kızı
olarak İstanbul’da
dünyaya geldi.
Klasik şiirin ve 18. Yüzyılın en büyük hanım şairi olan Fıtnat, devrin
şeyhülislamlarından Esad Efendi’nin kızı olarak İstanbul’da dünyaya geldi. Asıl ismi
Zübeyde’dir. Fıtnat Hanım kendini iyi bir şekilde yetiştirmiş olup nüktedan bir
kişiliğe sahiptir. Klasik edebiyatla ilgili gerekli bilgiyi mensubu olduğu kültürel
çevrenin birikiminden yararlanarak elde etmiştir. Şiirlerinde dil kusurlarının azlığı
ve dilin akıcılığı dikkati çeker. Küçük bir Dîvân’ı ve mensur bir mektubu vardır.
Yüzyılın sonlarında mahallî hayatı tüm mahremiyeti ve çıplaklığıyla dile
getiren Enderunlu Fazıl, Akka’da doğmuş ve küçük yaşlarda İstanbul’a getirilip
Enderun’a yerleştirilmiştir. Zevk ve eğlence düşkünlüğü saraydan kovulmasına yol
açmıştır. 1810 yılında vefat eden Enderunlu Fazıl’ın Dîvân’ı, Defter-i Aşk,
Hûbânnâme, Zenânnâme ve Çenginâme (Rakkâsnâme) isimli manzum eserleri
mevcuttur. Fazıl, derbeder ve rint bir şairdir. Şair, yerli malzemeyi şarkı ve
gazellerinde, kişiliğini ise mesnevilerinde gösterme fırsatı bulmuştur.
18. Yüzyılın Nedim’le birlikte zirve ismi olan Şeyh Galip, 1757-58’de
doğmuştur. Asıl ismi Mehmed olan şair, şiirlerinde önce “Es`ad” bilahare de
“Gâlib”, mahlasını kullanmıştır. Klasik edebiyatın tanınmış son büyük şairidir.
Babası vasıtasıyla küçük yaşlardan itibaren Mevlevilik çevresinde yetişmiş, bir süre
memuriyette bulunduktan sonra Mevleviliğe bağlanarak çileye girmiştir. 1791’de
Galata Mevlevihanesi şeyhliğine getirilen Şeyh Galip, sekiz yıl bu görevde kalmıştır.
Henüz çok gençken, 1799’da 42 yaşında veremden vefat etmiştir. Yaşadığı
dönemin padişahı III. Selim’le derin bir dostluk kurmuş, onun sevgisi ve desteğini
görmüştür. Şeyh Galip’in Dîvân, Hüsn ü Aşk, Şerh-i Cezîre-i Mesnevî, er-Risâletü’lBehîyye fî Tarîkatü’l-Mevleviyye adlı dört eseri vardır. Hüsn ü Aşk isimli mesnevisi
Şeyh Galip’in, dönemin en büyük mesnevi yazarı olmasını sağlamıştır. Bu mesnevi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl)
18. yüzyılın Nedim’le
birlikte zirve ismi olan
Şeyh Galip, 1757-58’de
doğmuştur.
alegorik (temsilî) bir eserdir. 1738’de altı ay gibi kısa bir sürede bitirilmiştir.
Mesnevi, tasavvufi sembollerle ifadelendirilen bir aşk hikayesini konu edinir. Hüsn
ü Aşk’ta görünüşte bir aşk macerası varsa da gerçekte salikin mutlak güzelliğe yani
Allah’a ulaşırken çektiği sıkıntılar ve bunlardan kurtulmak için mürşidin yardımına
duyduğu ihtiyaç anlatılmaktadır. Özgün ve telif bir eser olan Hüsn ü Aşk, tasvirler
ve tahkiye açısından oldukça başarılıdır.
Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk dışında başarılı olduğu diğer eseri de Divan’ıdır.
Şeyh Galip’in eserlerinde en büyük ilham kaynağı Mevlana’nın Mesnevi’sidir.
Şiirlerinde tasavvuf düşüncesi ağırlıklı bir yer tutar. Tasavvufi düşünceleri şiirine
taşırken didaktik bir kaygı içinde olmayan şair, özellikle ilahi aşkı dile getirdiği
şiirlerinde coşkun bir akıcılık yakalamıştır. Şeyh Galip, şiirlerinde geniş ve parlak bir
hayal dünyasına sahiptir. O, devrin revaçta olan mahallî (folklorik) üslup eğilimine
pek itibar etmemiş, Sebk-i Hindî üslubunun özelliklerini şiirine taşımıştır. Kaynaklar
Şeyh Galip’i ince, duygulu, şöhrete önem vermeyen biri olarak tanımlarlar.
18. Yüzyılın diğer dikkate değer şairleri arasında; Kuburizade Hevayi (ö.
1715), Dürri (ö. 1722), Kami (ö. 1724), Vahid Mahtumi (ö. 1732), Sami (ö. 1733),
Şeyhülislam İshak Efendi (ö. 1734), Nahifi (ö. 1738), Atıf Efendi (ö. 1742), Salim (ö.
1743?), Münif (ö. 1743), Neyli (ö. 1748), Şeyhülislam Esad (ö. 1753), Çelebizade
Asım (ö. 1760), Nevres-i Kadim (ö. 1762), Hazık (ö. 1763), ve Haşmet (ö. 1768),
Nazim (ö. 1772), Akovalızade Hatem (ö. 1784), Naşid (ö. 1791), Esrar Dede (ö.
1796), Süruri’yi (ö. 1814), sayabiliriz.
18. yüzyılda kaleme
alınan mensur eserleri;
tarihler, surnameler,
sefaretnameler,
münşeatlar, siyasi,
edebî, mizahi, dinî ve
ahlaki eserler olarak
sınıflandırabiliriz.
18. Yüzyılda klasik şiirin yanında klasik nesir de gelişimini sürdürmüştür. Eski
nesir türlerinin yanında dönemin beklentilerinin etkisiyle bu yüzyılda yeni nesir
türleri de ortaya çıkmıştır. Örneğin, Osmanlı tarafından dış ülkelere gönderilen
elçiler, oralarla ilgili düşüncelerini sefaretnamelerde toplamış, bu durum da türün
yaygınlık kazanmasına sebep olmuştur. Yine Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 18.
Yüzyıla kadarki süreç içinde yetişmiş birçok devlet adamı ve sanatkârın
biyografilerinin anlatıldığı eserler büyük oranda bu yüzyılda karşımıza çıkar. 18.
Yüzyılın ilk yarısında Nergisi ve Veysi’nin süslü nesirleri henüz yadırganmamakta,
edebî nesrin yetkin örnekleri olarak görülmekteydi. Fakat yüzyılın ikinci yarısından
itibaren sade nesir değer kazanmaya başladı.
18. Yüzyılda kaleme alınan mensur eserleri; tarihler, surnameler,
sefaretnameler, münşeatlar, siyasi, edebî, mizahi, dinî ve ahlaki eserler olarak
sınıflandırabiliriz.
Bu yüzyılda sultan, vezir, şeyhülislam, şair, musikişinas, hattat, şeyh ve
dervişlerin hayat hikayelerini içeren biyografilerin mensur eserler içinde önemli bir
yekûn tuttuğunu ifade edebiliriz. Özellikle tasavvufi akım, meslek, şehir gibi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl)
farklılıkları ölçü alan tezkirelerle 18. Yüzyılda çokça karşılaşırız. Örneğin İsmail Beliğ
(ö. 1784), Güldeste-i Riyâz-ı İrfân’ında Bursa’da yaşamış mühim kişileri; Hafız
Hüseyin Ayvansarayi (ö. 1784-86), Vefeyât-ı Selâtin ve Meşâhir-i Ricâl’de İstanbul
ve çevresinde vefat edenleri; Müstakimzade Süleyman Sadeddin (ö. 1787),
Devhatü’l-Meşâyih isimli eserinde Osmanlı şeyhülislamlarının biyografilerini konu
edinir.
18. Yüzyılda şairlerin hayat hikayelerini nakleden şuâra tezkireleri ise
şunlardır:
Yüzyılın şair tezkireleri
içinde belli bir meşrebi,
mesleği kriter alan özel
tezkireler de
bulunmaktadır.
Mucib, Tezkire-i Mûcib (1710); Safâyî, Nuhbetü’l-Âsar li Zeyli Zübdetü’l-Eş’âr
(1727); Mustafa Safvet Efendi, Nuhbetü’l-Âsâr fi Fevâ´idi’l-Eş’âr (1783), Râmiz,
Âdâb-ı Zürefâ (1784) ve Silahdarzade Mehmed Emin, Tezkire-i Şu`âra (1790). Bu
tezkireleri biyografik bilgi ağırlıklı ve örneklerin biyografik bilgiden fazla olduğu
tezkireler olarak iki ana başlık altında toplayabiliriz. Beliğ ile Silahdarzade’nin
tezkireleri örnek ağırlıklı antoloji tipi tezkirelerdendir. Diğer tezkirelerde ise
biyografik bilginin örneklerden daha fazla olduğu dikkati çeker.
Yüzyılın şair tezkireleri içinde belli bir meşrebi, mesleği kriter alan özel
tezkireler de bulunmaktadır. Bunlar arasında Mevlevi şairlerin biyografisini anlatan
Esrar Dede (ö. 1797)’nin Tezkire-i Şu`arâ-yı Mevleviyye’lerini sayabiliriz. Yine
dönemin biyografik eserleri içinde İslam âleminde tanınmış isimlerin künyelerini
veren Müstakimzade Süleyman Sadeddin’in Mecelletü’n-Nîsâb’ını anmalıyız.
Bu yüzyıl mensur eser türleri içinde tarih kitapları önemli bir yere sahiptir.
Ravzatü’l-Hüseyin fî Hulâsati’l-Ahbâri’l-Hâfikeyn isimli, tarihçi Mustafa Naima (ö.
1716)’ya ait eser, 1574-1689 tarihleri arasında Osmanlı coğrafyasında ortaya çıkan
olayları canlı, nükteli, akıcı bir üslupla anlatır. Küçük Çelebizade Asım İsmail Efendi
(ö. 1760), Mehmed Şefik Efendi (ö. 1732-1733), Arpaeminizade Sami Mustafa
Efendi (ö. 1732-1733), Naima’nın dışında Raşid (ö. 1735), Süleyman İzzi Efendi (ö.
1755) ve Vasıf Ahmed (ö. 1806) yüzyılın mühim tarihçilerindendir.
Türk edebiyatında yazılmış 13 mensur surnamenin 8‘i bu dönemde kaleme
alınmıştır. Meşhur surnamelerden olan Seyyid Vehbi’nin Sûrnâme’si, III. Ahmed’in
dört şehzadesi için 1720 yılında yapılan sünnet merasimini anlatır.
Bu yüzyılda birçok sefaretname yazılmıştır. III. Ahmed ile Sadrazam Damat
İbrahim Paşa’ya sunulan Yirmi sekiz Çelebi Mehmed’in Fransa Sefâretnâme’si
kendine has üslubuyla göze çarpar.
18. Yüzyılda İbrahim Hanif ve Mehmed Edib’in hac yolculuklarını anlattıkları
eserleri ise birer seyahatname özelliği taşımaktadır. Yine siyasetname türünün en
meşhur örneklerinden Defterdar Sarı Mehmed Paşa’nın Nesâyihü’l-Vüzerâ ve’lÜmerâ’sı ve Kani’nin Münşe´ât’ı devrin önemli mensur eserleridir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl)
18. Yüzyılda dinî-Tasavvufi Türk edebiyatı da bir çok isim yetiştirmiştir.
Özellikle tekke şiiri bakımından bir önceki yüzyılın çeşitliliğinden söz edemeyiz.
Şöhret sahibi birkaç ismin dışında şairlik yönüyle kuvvetli şahsiyetlere
rastlayamayız.
İsmail Hakkı Bursevi (ö. 1725), tasavvuf edebiyatının bu yüzyılda ortaya
çıkardığı önemli isimlerden biridir. Bursevi, tefsir, hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf,
edebiyat, mevize ve tecvit alanlarında yüzden fazla eser kaleme almıştır. Fütûhât-ı
Burseviyye isimli Dîvân’ı özellikle muhteva açısından tekke şiiri geleneğini
yansıtmaktadır. Divanda hece ve aruz vezni bir arada kullanılmıştır.
Bu yüzyılın ünlü mutasavvıf şairlerinden biri Hasan Sezai’dir (ö. 1738).
Çocukluk ve gençlik yıllarını Mora’da geçiren ve İyi bir öğrenim gören Hasan Sezai,
Gülşeni şeyhi Mehmed Sırri Efendi’ye bağlanarak tasavvuf yoluna girmiştir.
Çoğunluğu aruzla olmakla birlikte heceyle de yazılmış şiirlerin olduğu bir Dîvân’ı
vardır. Sezai’nin şiirlerinde hakim olan unsur tasavvuftur.
Azbi (ö. 1736), yüzyılın bir diğer mutasavvıf şairidir. Tasavvuf yoluna Niyazi
Mısri’nin yanında Halveti süluku üzere giren Mustafa Azbi, Bektaşi erkanına göre
sülukunu tamamlamıştır.
Dinî konuların dışındaki ilmi derinliğini, tasavvufi birikimiyle birleştiren
Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö. 1780), Mârifetnâme isimli ansiklopedik eserinde pek
çok tasavvufî konuya değinmiştir. Ayrıca, bu eserde anatomi, coğrafya, mineraloji,
anatomi gibi pozitif ilimlerden de bahsetmiştir. Erzurumlu İbrahim Hakkı on beş
eser, on yedi küçük risale yazmıştır. Hakkı’nın şiirleri incelendiğinde sağlam bir
nazım tekniğine sahip olduğu dikkati çekmektedir. Dîvân’ında aruzlu şiirlerin
yanında halk şiiri nazım şekillerinden mânî kafiye örgüsüne sahip şiirlere de
rastlanmaktadır.
Yine Halvetiliğin Nasuhilik kolunun kurucusu Seyyid Mehmed Nasuhi Efendi
(ö. 1718), İsmail Hakkı Bursevi’nin Gelibolu’ya halife tayin ettiği Şeyh Süleyman Zati
(ö. 1738), Uşşaki Şeyhi Cemali (ö. 1750), Hazret-i Peygamber ile ilgili yazdığı
âşıkane şiirleriyle tanınan Neccarzade Şeyh Rıza (ö. 1760), Şiri (ö. 1762?),
Selahaddin-i Uşşaki (ö. 1782) ve Üsküdarlı Haşim (ö. 1782) bu yüzyılda yaşamış
mutasavvıf şairlerdendir.
19. YÜZYIL
Osmanlı, 19. Yüzyıla tam bir buhran atmosferi ve bir medeniyet kriziyle girer.
19. Yüzyılda Batının bilgi ve tekniğini almaya yönelik yenileşme hareketleri, bu
yüzyılda hayatın her alanında kendini göstermeye başlar. Yüzyılın Osmanlı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl)
açısından önemli tarafı bir çatışma ortamının filizlenmesidir. Eski dünya görüşüyle,
Batı karakterli yeni dünya görüşünün mücadelesi toplum hayatını tamamıyla etkisi
altına alır. Bu da toplum hayatını kuşatan bir ikilemi doğurur. Bundan dolayı
dönemin aydını, çoğu zaman düalist (ikilemli) bir yapı göstermiştir.
19. Yüzyılda devletin köklü bir yapılanmaya gittiğini görüyoruz. 1826 yılında
Yeniçeri Ocağı II. Mahmud tarafından kaldırılarak yenileşmenin önündeki önemli
bir engel bertaraf edilmiştir.
1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı’yla yenileşme devletin resmî programı
hâline gelmiştir. 1876’da Meşrutiyet’in ilanı ve Kanun-i Esasi’nin kabul edilmesi de
Osmanlı’da köklü değişiklikler meydana getirmiştir.
Tanzimat’ın siyasi ve idari yapıdaki değişikliklerinden yirmi yıl sonra edebiyat
ve felsefe alanlarında ciddi başkalaşma görülmeye başlar. Batıdan yapılan çeviriler,
kültürel alandaki yenileşmenin fikrî ortamını oluşturur. Türk edebiyatı içerikten
başlayarak önce sınırlı, sonra da genişleyen bir şekilde değişir. İçeriğinde başlayan
yenilik, şiirin düşünce, duygu, hayal dünyasını değiştirmiş; realist ve rasyonalist
bakış açısının üretmiş olduğu meseleler yeni şiir anlayışını şekillendirmiştir. Batıdan
edebiyatımıza giren edebî türler yeni bir edebî anlayış oluşturmasına karşılık eski
edebî anlayış da varlığını devam ettirmiştir.
19. Yüzyıl edebî hayatı içinde ilk önce klasik edebiyat çizgisinde eser
verenleri tanıyalım. Bu yüzyılda klasik şiir son büyük üstadı Şeyh Galip’le âdeta
söyleyebileceği her şeyi söylemiş ve hazinesini tüketmiş gibidir. Bu yüzden 19.
Yüzyıl klasik şairleri eskiyi tekrarlamaktan öteye geçememişlerdir.
1861 yılında klasik zevki devam ettiren şairler, Encümen-i Şuara ismiyle bir
topluluk oluşturmuşlardır. Bu topluluk, klasik şiirin büyük üstatlarını örnek alarak,
şiiri içine düşmüş olduğu kısır döngüden kurtarmayı amaçlamıştır. Topluluğa
mensup olan şairler, İstanbul’da Hersekli Arif Hikmet’in konağını mekan olarak
benimsemişlerdi. Bu topluluğun içinde Hersekli Arif Hikmet, Leskofçalı Galip,
Koniçeli Musa Kazım Paşa, Yenişehirli Avni Bey, Manastırlı Hoca Naili, Üsküdarlı
Hakkı Bey, Nevres, İbrahim Halet Bey, İrfan Paşa, Osman Şems, Recaizade Celal,
Ziya Bey (Paşa), Namık Kemal gibi isimler vardı. Bu isimlere baktığımızda devrin
önemli şairlerinin yanında genç şairleri de görürüz. Klasik şiirin bu yüzyıldaki önemli
isimleri Encümen-i Şuara içinde yetişirken, yeni edebî anlayışın bazı önemli
temsilcileri de bu toplulukta yer almıştır.
Encümen-i Şuara şairleri Sebk-i Hindî ekolü çerçevesinde şiirler kaleme
alarak nazireciliğe önem vermişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl)
19. Yüzyıl, divan sahibi şair sayısının fazlalığı ile de dikkat çekicidir. Yüzyılın
önemli bir yönü de diğer yüzyıllara oranla daha fazla hanım şairin yetişmiş
olmasıdır. Bu yüzyılda hanım divan şairi sayısı yirmi civarındadır.
Enderunlu Vâsıf, 19. Yüzyılın önemli bir klasik şairidir. Asıl ismi Osman olan
Enderunlu Vasıf, İstanbul’da doğup yine aynı şehirde 1824 yılında vefat etmiştir.
Vasıf devrin modasına uyarak divanına, Dîvân-ı Gülşen-i Efkâr ismini vermiştir.
Klasik şiirin hemen her şeklinden şiir içeren Vâsıf Dîvânı hayli hacimlidir. Şair, asıl
şöhretini şarkılarıyla sağlamıştır.
Dönemin bir diğer önemli şairi de Keçecizade İzzet Molla’dır. I. Abdülhamid
devri kazaskerlerinden Keçecizade Salih Efendi’nin oğlu olarak 1786 yılında
İstanbul’da doğdu. İyi bir eğitim alan Keçecizade İzzet Molla müderrislik ve kadılık
görevlerinde bulundu. Hayatının bir bölümü sürgünle geçti. Keşan’a ve Sivas’a
sürüldü. 1828’de Sivas’ta sürgündeyken hayata gözlerini kapadı. Mevlevi bir
şairolan Keçecizade, gençlik şiirlerini Bâhâr-ı Efkâr, sonrakilerini ise Hâzân-ı Âsâr’da
toplamıştır. Mihnet-Keşân ve Lâyihâlar diğer eserleridir.
19. Yüzyılın Mevlevi şairlerinden biri de Yenişehirli Avni’dir. Sıdki Ebubekir
Paşa’nın oğlu olarak 1826’da Yenişehir’de dünyaya gelmiştir. Asıl ismi Hüseyin olan
Avni, iyi bir eğitimden sonra Vidin, İstanbul ve Bağdat’ta katiplik görevinde
bulunmuş, 1884’te hayata gözlerini yummuştur. En önemli eseri olan Dîvân’ının
yanında Mesnevî Tercümesi, manzum mensur karışık Âbnâme isimli eseri, Nihân-ı
Kazâ’sı ve Âteşgede mesnevisi vardır. Eski şiirin çağın gerekleri doğrultusunda
yeniden düzenlenmesi gerektiğine inanan şair, yeni bir üslup arayışı içinde
olmuştur.
Encümen-i Şuara’nın bir araya gelmesinde büyük katkısı olan Şeyhülislam
Arif Hikmet Bey, 1786’da İstanbul’da doğdu. İyi bir medrese eğitimi aldı. Değişik
şehirlerde kadılık görevlerinde bulundu. Anadolu ve Rumeli kazaskerlikleri
akabinde 1845 yılında Şeyhülislam oldu. Medine’de büyük bir kütüphane kurarak
beş bin kitabını bağışlamış, ayrıca İstanbul’da da özel bir kütüphane oluşturmuştur.
Şeyhülislam Arif Hikmet Bey, 1859’da geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etmiştir.
Manzum ve mensur birçok eseri vardır. Dîvân’ı, Tezkire-i Şu`arâ’sı, Mecmû`atü’tTerâcim ve Zeyl-i Keşf-i Zünûn’u vardır. Devrin modasına uyarak nazire şiirler
yazmıştır.
Leyla Hanım dönemin hanım şairlerindendir. Eski kazaskerlerden Moralızade
Hamid Efendi’nin kızı olarak İstanbul’da doğan Leyla Hanım, iyi bir eğitim almış ve
1848’de vefat etmiştir. Mevlevi bir şair olan Leyla Hanım’ın Dîvân’ı ve Farsça Farsça
şiirleri bulunmaktadır. Leyla Hanım üstadı ve dayısı Keçecizade İzzet Molla’nın
takipçisi olarak coşkun bir söyleyişle beşerî aşk şiirleri yazmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl)
Yine bu dönemin hanım şairlerinden biri de Şeref Hanım’dır. 1809 yılında
İstanbul’da Mısır kadılarından Mehmed Nebil Bey’in kızı olarak dünyaya gelmiştir.
1861 yılında vefat eden Şeref Hanım da Mevlevi bir şairdir. Dîvân’ı bulunmaktadır.
Şeref Hanım’ın şiir dili sade ve nazım tekniği güçlüdür.
19. Yüzyılın önemli şairlerinden Leskofçalı Galip, Üsküp valiliği yapmış
Şehsüvar Paşazade İsmail Paşa’nın oğludur. Asıl ismi Mustafa Galip’tir. İyi bir eğitim
almış, katiplik gibi devlet memuriyetlerinde bulunmuştur. Dîvânı bulunan
Leskofçalı Galip, şiirlerinde tasavvufun etkisindedir. Söyleyişlerinde yer yer Sebk-i
Hindî’nin özelliklerine rastlanır.
Yüzyılın klasik çizgideki şairleri arasında Osman Şems’i, Ayni’yi, Refi-i
Amidi’yi, Mustafa Aşki’yi ve Rifat’i sayabiliriz.
Tekkeler çerçevesinde
gelişen tasavvufi Türk
edebiyatı bu yüzyılda
diğer yüzyıllara göre
sayı bakımından daha
az olmakla birlikte
varlığını sürdürmeye
devam etmiştir.
Bu yüzyılda klasik şiir özgün eserler vermemekle birlikte, yapısını korumaya
çalışmıştır. Fakat nesir bu yüzyıldaki değişikliklere dayanamadı, artık nesirde estetik
kaygının yerini bilgiyi geniş halk katmanlarına yayma düşüncesi almıştır. Buna
rağmen edebî nesir üslubunun kullanımı da sürmüştür. Münşeat mecmualarında,
Asım ve Ahmet Cevdet tarihleri dışında vakanüvis tarihçilerde, bazı tezkire ve
sefaretnamelerde geleneksel edebî nesir üslûbuyla karşılaşırız.
Klasik nesir anlayışı çerçevesinde yazılan eserler arasında öncelikle biyografik
eserleri ifade edebiliriz. Bu yüzyılın biyografik eserleri ansiklopedik biyografi
niteliğindedir.
Yüzyılın önemli biyografi üstatlarından biri Mehmed Süreyya’dır (18451909). Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmânî veya Tezkire-i Meşâhir-i Osmâniyye’sini
dört cilt hâlinde ansiklopedik olarak hazırlamıştır.
Bursalı Mehmed Tahir (1861-1925), Osmanlı bilgin ve şairleri hakkında en
geniş biyografik bilgi veren eserlerden biri olan Osmanlı Müellifleri’ni kaleme
almıştır. Bu eserde 1691 Osmanlı edibi tanıtılmıştır.
Şemseddin Sami (1850-1904) altı büyük ciltten oluşan Kâmûsu’l-A’lâm’ında
sadece Osmanlı coğrafyasında değil, tüm İslam tarihi ve coğrafyasında yetişmiş
olan mühim şahıslarla, tarihî ve coğrafi terimleri bir araya getirmiştir.
19. Yüzyılda şuarâ tezkireleri yazılmaya devam etmiştir. Bu tezkireler
değerlendirilmeye ve diğer yüzyıllarda yazılan tezkirelerle mukayeseye tabi
tutulduğunda türün yetersiz örnekleridir. Yüzyılın şuara tezkirelerini şöyle
sıralayabiliriz: Şefkat, Şefkat Tezkiresi; Esad Efendi, Bağçe-i Safâ-Endûz’; Arif
Hikmet,
Arif Hikmet Tezkiresi; Fatin, Hâtimetü’l-Eş’ar; Mehmed Tevfik,
Mecmuatü’t-Terâcim; Çaylak Tevfik, Kâfile-i Şu`arâ ve İbnü’l-Emin Mahmud Kemal
İnal, Kemâlü’ş-Şu`arâ.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl)
Bu yüzyılın tarih yazıcılığı alanındaki en önemli ismi Ahmed Cevdet Paşa’dır.
Ahmed Cevdet Paşa on iki ciltlik Tarih-i Cevdet’ini zengin bir biyografi ile kaleme
almıştır. Sahaflar Şeyhizade Mehmed Efendi, Üss-i Zafer isimli tarih kitabını
yazarken vakanüvis tarihçilik anlayışı da XIX. Yüzyılda devam etmiştir.
19 yüzyılda klasik
edebiyat ürün vermeye
devam ederken, yeni
düzen arayışının sonucu
olarak Batı etkisinde
gelişen yeni bir edebî
anlayışla da muhatap
oluruz.
Mehmed Emin Vahid Paşa’nın Fransa Sefâretnâme’si, Ahmed Muhib
Efendi’nin iki Sefâretnâme’si, Seyyid Mehmed Refi’nin İran Sefâretnâme’si bu
yüzyılda yazılmış sefaretnamelerden birkaçıdır.
Tekkeler çerçevesinde gelişen tasavvufi Türk edebiyatı bu yüzyılda diğer
yüzyıllara göre sayı bakımından daha az şairle temsil edilmekle birlikte varlığını
sürdürmeye devam etmiştir. 19. Yüzyılda tasavvufi edebiyat geleneğinin en önemli
temsilcilerinden biri olarak Ahmed Kuddusi Efendi (ö. 1849) göze çarpar. Şiirlerini
aruz ve hece ölçüsüyle yazmıştır. Medine’de on yedi yıl bulunmasına vesile olan Hz.
Peygamber aşkı, şiirlerinin ana temasını oluşturur. Bunun dışında ölüm temasının
kullanımı ve nasihat üslubu şiirlerinin öne çıkan özelliklerindendir.
Namık Kemal gibi birçok Tanzimat aydınının manevi yönü üzerinde etkili olan
Osman Şems Efendi (1893), yüzyılın önemli mutasavvıf şairlerindendir. Tasavvufi
unsurlar şiirlerinin temelini oluşturur. Osman Şems’in şiirleri bestelenerek
tekkelerde okunmuştur.
19. Yüzyılda tasavvufi şiir geleneğinin diğer temsilcileri olarak, Sûzî Ahmed
Efendi (ö. 1830), Aczî mahlaslı Balıkesirli Müridzade Mustafa Ağa, şiirlerinde Allah
ve Peygamber sevgisini samimi bir şekilde dile getiren Sultan II. Mahmud’un kızı
Adile Sultan (ö. 1899), son dönem Bektaşi pirlerinden Mehmed Ali Hilmi Dede
Baba, yine tasavvufi mahiyetteki şiirleriyle dikkati çeken Erzurumlu Emrah’ı
sayabiliriz.
19 yüzyılda klasik edebiyat eser vermeye devam ederken, yeni düzen
arayışının sonucu olarak Batı etkisinde gelişen yeni bir edebî anlayışla da muhatap
oluruz. Bunda yeni açılan okulların, Batıdan yapılan tercümelerin, gazetelerin,
Tanzimat Fermanı’nın etkili olduğunu söyleyebiliriz. Türk edebiyatı bu dönemde;
roman, tiyatro, edebiyat ve eleştiri gibi yeni türlerle tanışır.
Yenileşme devri Türk
edebiyatı, kendine
model aldığı Fransız
şiirinden hareketle yeni
muhteva, konu, dil,
üslup ve şekil arayışları
içine girer.
Yenileşme devri Türk edebiyatı, kendine model aldığı Fransız şiirinden
hareketle yeni muhteva, konu, dil, üslup ve şekil arayışları içine girer. Aslında bu
arayışın temelinde 19. Yüzyıldaki zihniyet dünyasının değişimi yatar. Tanzimat
yıllarında düz yazıyla birlikte şiirde başlayan yenilikler ilk olarak muhtevada (içerik)
göze çarpar.
Şiirin muhtevasındaki ilk değişiklikler Şinasi’de görülür. Şinasi 1826’da
İstanbul’da doğdu. Asıl ismi İbrahim’dir. Mahalle mektebini bitirdikten sonra
Tophane kalemine girdi. Şark dilleri ve ilimlerini İbrahim Efendi isimli bir şahıstan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl)
Şiir muhtevasındaki ilk
değişiklikler Şinasi’de
görülür.
öğrendi. Tophane Müşiri Fethi Paşa tarafından maliye öğrenimi için 1849 yılında
Paris’e gönderildi. Orada beş yıl kaldı. Yurda dönüşünde Meclis-i Maarif-i Umumiye
üyeliğine atandı. Mustafa Reşid Paşa’yla sıkı bir dostluk kurdu. 1871’de vefat etti.
Şinasi’nin eserleri: Tercüme-i Manzûme, Müntehabât-ı Eş’âr, Şâir Evlenmesi,
Durûb-ı Emsâl-i Osmâniyye’dir. Şinasi, edebiyatımızın yenileşme sürecinde öncü
kimliğiyle dikkati çekmiş bir isimdir. Düşünce dünyamıza yeni değer yargıları
taşımıştır.
İlk şiir tecrübelerini klasik şiir çizgisinde veren Namık Kemal, 1840’ta
Tekirdağ’da doğmuştur. Çocukluğu dedesi Abdullatif Paşa’nın yanında geçen
Namık Kemal, ilköğrenimini İstanbul’da tamamlamıştır. Şair, ilköğrenimini takiben
aldığı özel derslerle de kendini geliştirmiştir. Leskofçalı Galip Bey aracılığıyla
Encümen-i Şuara’ya katılmıştır. Sanatçı kimliğini derinden etkileyen olay 1862
yılında Şinasi ile tanışması olmuştur. Şinasi’yle dostluğu, onun eski şiirden ve eski
şiir estetiğinden kopmasına yol açmıştır. Şinasi’nin Paris’e kaçması üzerine Tasvir-i
Efkâr gazetesini tek başına çıkarmıştır. 1867’de o da Paris’e kaçar. Orada Ziya Paşa
ile birlikte Hürriyet gazetesini yayın hayatına geçirir. 1870’de İstanbul’a döner.
İbret gazetesi denemesi, özellikle Vatan Yahut Silistre piyesinin oynanmasını
müteakiben meydana gelen gösterilerden sonra Magosa’ya sürülür. V. Murad’ın
tahta çıkışıyla 1876’da tekrar İstanbul’a döner. Şiar, Sultan II. Abdülhamid’in tahta
çıkışının ilk yıllarında Ziya Paşa ile Kanun-i Esasi Encümeni’nde bulundu. Bilahare
gelişen olaylar sonucunda Midilli, Rodos ve Sakız’a gönderildi. Oralarda
mutasarrıflık görevlerini yerine getirdi. 2 Aralık 1888 tarihinde Sakız’da vefat
etmiştir.
Namık Kemal; vatan,
millet, halk, hak,
hürriyet, istiklal, eşitlik
gibi kavramları
yenileşme dönemi Türk
şiirine getirmiş bunları
heyecanlı bir üslupla
şiirlerinde ifade
etmiştir.
Namık Kemal; vatan, millet, halk, hak, hürriyet, istiklal, eşitlik gibi kavramları
yenileşme dönemi Türk şiirine getirmiş bunları heyecanlı bir üslupla şiirlerinde
ifade etmiştir. Namık Kemal’in en önemli yönlerinden biri de fikir adamlığı
kimliğidir. Hayatı edebî arayışlarla birlikte siyasi mücadeleler içinde geçmiştir.
Namık Kemal, birçok edebî türün gelişiminde öncü rolü üstlenmiştir. Eserlerini;
şiirleri, romanları, tiyatroları, edebiyat üzerine tenkit ve yazıları, tarihleri olarak
sınıflandırabiliriz. Romanları: İntibah yahut Ali Bey’in Sergüzeşti, Cezmi; tiyatroları;
Vatan Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Gülnihâl, Celâleddin-i Harzemşâh ve Kara
Belâ’dır.
Şinasi ve Namık Kemal’in yanı sıra eski ile yeni arasında gidip gelen edebî
anlayışıyla Ziya Paşa, yenileşme dönemi Doğu-Batı ikilemini eserlerinde geniş
ölçüde yansıtan bir sanatkardır. İç dünyasında yaşadığı çatışma, sanatını da önemli
bir şekilde etkilemiştir. Şair, 1829’da İstanbul’da doğmuştur. İlköğrenimini
tamamlayıp Sadaret kalemlerinden birine memur olarak giren Ziya Paşa, Mustafa
Reşid Paşa’nın yardımıyla sarayda kâtiplik vazifesine getirilir. 1859’da yazdığı Terci-i
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl)
Bent ile ilk şöhretini kazanan şair, İstanbul ve dışında birçok memurlukta bulunur.
Bir süre Paris’e kaçar. 1871’de İstanbul’a döndükten sonra Şura-yı Devlet üyeliği
yapar. Sultan II. Abdülhamid döneminde vezir rütbesiyle önce Suriye, bilahare
Konya ve Adana valiliklerine getirilir. Adana valisi iken 1880’de vefat eder. Ziya
Paşa’nın eserlerinin bir kısmı; Eş’âr-ı Ziya, Zafernâme, Rüyâ, Harâbât, Endülüs
Târîhi ve Engizisyon Târîhi’dir.
Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal üçlüsü Tanzimat dönemi edebî hayatının ilk
devresini teşkil eder. Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal ekolünün en önemli özelliği
siyasi-sosyal konulara kayıtsız kalmaması, sosyal problemleri edebiyata taşımasıdır.
Bu üç ismin ortak edebî özellikleri; yeni edebî türleri denemeleri, çoğunluğu sosyal
ve siyasal konular olmak üzere Batılı düşünceleri edebî eserler yoluyla tebliğ
etmeleri, halkın kullandığı anlaşılabilir bir dille yazmalarıdır.
Abdülhak Hamid, bu
devrenin felsefi,
metafizik
düşüncelerinin yanında,
şiirde çok değişik
şekillere özentisiyle
dikkati çeken isimdir.
Tanzimat’ın ikinci edebî devresini oluşturarak Servet-i Fünun edebiyatının
başlangıcı kabul edilen süreç, Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamid Tarhan
ve Samipaşazade Sezai’nin öne çıktığı dönemdir. 1896 yılına kadar devam eden bu
dönemin önemli özelliği, söz konusu şairlerin, öncekilerin aksine, politikadan,
hatta sosyal olaylardan uzak durmalarıdır. Haliyle bu şairler, edebî anlayışlarını bu
çerçevede sınırlandırmışlardır. Bu sınırlamaya rağmen edebî şekil ve temalarda
kendilerinden öncekilere kıyasla büyük bir çeşitlilik ortaya çıkmıştır. Yazılan
eserlerin aşırı duygusal yapısı bu şahsiyetlerin mizaçlarından kaynaklanmaktadır.
Tanzimat’ın ikinci devresinin öncü isimlerinde Recaizade Mahmud Ekrem,
Servet-i Fünun dönemininin mimarıdır. Şairliğinden çok hocalığı, yeni bir edebî
neslin yetişmesindeki etkisi ve tenkitçiliği sebebiyle Üstad-ı Ekrem olarak anılmıştır.
Üstad-ı Ekrem Recaizade 1847 yılında İstanbul’da doğmuştur. Öğrenimini
İstanbul’da tamamladıktan sonra dışişlerine memur olarak girdi. Burada tanıştığı
Namık Kemal’in dostluğunu kazandı. Şura-yı Devlet üyeliği, Mekteb-i Mülkiye ve
Galatasaray Sultanisi hocalıkları yaptı. 1908’den sonra evkaf ve maarif
bakanlıklarında bulundu. Meclis-i ayan üyesi iken Ocak 1914’te vefat etti.
Eserlerinden bazılarını Ta’lim-i Edebiyat, Araba Sevdâsı yahut Bihrûz Bey’in Âşıklığı,
Zemzeme I, Zemzeme II, Zemzeme III olarak sıralayabiliriz.
Abdülhak Hamid, bu dönemin felsefi, metafizik düşünceleriyle şiirde değişik
şekillere dikkati çeken isimdir. 1852’de İstanbul’da doğan Abdülhak Hamid
tanınmış bir aileye mensup olup iyi bir eğitim almıştır. Eğitim hayatından sonra
memuriyete girdi. Dışişlerine bağlı olarak yabancı ülkelerdeki elçiliklerde değişik
görevlerde bulundu. Meclis-i ayan üyeliği yaptı. Cumhuriyet döneminde milletvekili
oldu ve bu görevde iken 1937’de vefat etti. Sahrâ, Makber, Ölü, Hacle, Belde,
Bunlar Odur, Garâm, İlhâm, Vâlidem, İlhâm-i Vatan, Yabancı Dostlar şiir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl)
kitaplarıdır. Şiir kitaplarının yanında tiyatro eserleri de vardır. Tiyatro eserleri
sahnelenmek için değil okunmak için yazılmıştır.
Tanzimat’ın ikinci devresinde öne çıkan bir diğer isim ise, Sami Paşazade
Sezai’dir. Sami Paşa’nın oğlu olarak 1859 yılında dünyaya gelen Sezai Bey,
babasının okul özelliğindeki konağında yetişmiştir. Bir süre kalemde çalışmış,
Londra elçiliği ikinci kâtipliğinde bulunmuş, İttihad ve Terakki Cemiyetine girmiş,
elçilik yapmış ve 1936 yılında ölmüştür. Sezai Bey, Ekrem-Hamid-Sezai mektebinin
son halkasını oluşturur ve onların içinde şiirle uğraşmayan tek ediptir. Onun
edebiyat alanındaki en önemli başarısı Sergüzeşt romanıyla, Küçük Şeyler adını
verdiği Batılı tarzda ilk küçük hikayeleri yazmış olmasıdır. Sami Paşazade Sezai,
hikaye ve roman dışında hatıra, gezi notları, mektuplar, edebî makaleler ve
takrizler kaleme almıştır.
Tanzimat’ın ikinci
devresinde öne çıkan
bir diğer isim ise, Sami
Paşazâde Sezai’dir.
19. Yüzyılın sonunda isimlerini etrafında toplandıkları Servet-i Fünun
dergisinden alan bir edebî topluluk ortaya çıkar. Edebiyat-ı Cedide de denilen
Servet-i Fünun, 1896-1901 arasında kısa fakat yoğun bir edebî faaliyet
yürütmüştür. Şiirde, Tevfik Fikret, Cenap Şehabeddin, Hüseyin Siret (Özsever),
Hüseyin Suad Yalçın, Süleyman Nazif, Faik Ali (Ozansoy), H. Nazım (Ahmed Reşid
Rey), A. Nadir (Ali Ekrem Bolayır), Celal Sahir (Erozan); nesirde, Halid Ziya Uşaklıgil,
Mehmed Rauf, Hüseyin Cahid (Yalçın), Ahmet Hikmet, Safveti Ziya ve Ahmed Şuayb
Servet-i Fünun’un dikkati çeken isimleridir.
Tanzimat’ın her iki neslinin ve bunların dışında kalanların adlandırılmaları,
grup olarak değerlendirilmeleri kendilerinin değil, edebiyat tarihçilerinin
tasarrufudur. Servet-i Fünun mensupları ise, ilk defa bir edebî cephe
oluşturuyordu. Bununla beraber prensiplerini, edebî görüşlerini ihtiva eden bir
beyannameleri yoktu.
Gerçeklerden kaçıp hayal dünyasına sığınmak Servet-i Fünun anlayışının
belirgin özellikleri arasında yer alır. Onların yazdıkları pek çok şiir ve romanın
konuları kadar adları da hayal-hakikat tezadını veya hayata karşı kırgınlıklarını dile
getirir. Duygu bakımından içe kapanık, hastalıklı tavırlarına karşılık Servet-i Fünun
mensupları, şiirde parnasyen, romanda da realist anlayışa bağlıdır. Bu da onları
tasvir ve tahlillerinde gerçekçi olmaya yöneltmiştir. Şiirde eski nazım sentaksı
bırakılarak cümleler mısra ve beyit düzeninin dışına taşırılmıştır.
Servet- i Fünun şiirinin en önemli ismi olarak şöhret kazanan Tevfik Fikret
(1867-1915) yılları arasında yaşamıştır. Onun Türk şiirine etkisi Namık Kemal
etkisiyle benzeşmektedir. Servet-i Fünun dergisine girmeden önce daha çok eski
tarzda şiirler yazmıştır. Servet-i Fünun dergisinde çıkan şiirleri onun olgunluk
dönemi şiirleridir. Tevfik Fikret’in şahsi üslubunun oluşmasında Fransız şiirinin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl)
etkisi büyüktür. Fikret’in şiirlerinde yapı önemlidir. Ana fikirle ayrıntılar birbiriyle
uyumludur. Servet-i Fünun mensuplarında olduğu gibi onda da yeni bir şiir dili, yeni
imgelem sistemi, şiirde ahenk, Batı kaynaklı yeni nazım şekilleri dikkati çeker.
Servet-i Fünun romanında Halit Ziya (1866-1945), Mehmet Rauf (1875-1931)
dikkati çeker. Türk edebiyatında kent ve kültür romancılığının öncülerinden olan
Halit Ziya, asıl sanatçı yönünü Aşk-ı Memnû romanıyla göstermiştir. Aşk-ı Memnu,
anlatının ortaya konuş şekliyle, Türk romanı için bir dönüm noktası sayılır. Servet-i
Fünun romanında Halit Ziya’dan sonra en önemli isim Mehmet Rauf’tur. Mehmet
Rauf, şöhretini Eylül romanı ile sağlamıştır.
Edebiyat tarihçileri tarafından Türk edebiyatının yenileşme döneminde
Tanzimat’ın ikinci nesli ile Servet-i Fünun arasında daha çok 1884-1896 yılları
arasında yoğun olarak edebî faaliyette bulunan nesil için ara (mutavassıt) nesil
tabiri üretilmiştir. Bunlar belirgin bir yayın organı ve sanat anlayışı etrafında
toplanmamışlardır. Onlarla ilgili bir ortak özellikten bahsedilecekse bu, “küçük ve
günlük hassasiyetleri” eserlerine tema olarak taşımalarıdır.
Servet-i Fünun
romanında Halit Ziya
(1866-1945), Mehmet
Rauf (1875-1931)
dikkati çeker.
Ara nesil içinde edebiyat tarihlerine hemen daima sıra dışı bir kişilik olarak
girmiş olan Muallim Naci’yi (1850-1893) anmalıyız. Recaizade Ekrem’le aralarında
başlayan edebî münakaşaların bir tarafı olarak tanınması tam olarak anlaşılamasına
engel olmuştur. Eskinin bir taraftarı olarak gösterilmiştir. Aslında şekil olarak
Fransız nazmını andıran özgün şiir denemelerine girmiştir. Muallim Naci, daima
yerli bir çizgi üzerinde ilerleme gayretiyle dikkat çeker.
Bu yıllarda edebiyat gruplarının dışında tutulmuş iki şahsiyet daha vardır.
Ahmed Mithat (1844-1912) ve Beşir Fuad (1852-1887). Ahmed Mithat, Tanzimat’ın
ilk neslinin eğlendirerek öğretmek kaidesini kendine çıkış yolu yapmış ve bu
anlayışı eserlerine yansıtmıştır. Beşir Fuad ise, Türk kültür hayatında, ilk materyalist
ve pozitivistlerden biri olupedebî eleştiri ve teori alanında önemli bir kişiliktir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Özet
II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl)
•Osmanlı Devleti, 18. Yüzyıla sosyal ve siyasal huzursuzluklarla birlikte
girmiştir. Toplumsal hayattaki sarsıntılara rağmen kültür ve sanat
hayatının gelişmeye devam ettiğini görüyoruz. Özellikle yüzyılın başında
III. Ahmed, yüzyılın sonunda ise; III. Selim sanat hamisi olarak kültür
hayatını ciddi anlamda etkilemiştir. Bu yüzyıl, klâsik şiir estetiğinin
çözüldüğü bir dönem olmuştur. Şair sayısının artmasına rağmen, büyük
denilecek şair sayısı çok azdır. 18. Yüzyıl klasik şiirinde öne çıkan isimler
Şeyh Galip ve Nedim olmuştur. Bu yüzyılın klasik nesrine baktığımızda
dönemin beklentilerinin etkisiyle yeni nesir türleri ortaya çıkmıştır. İsmail
Hakkı Bursevi ve Erzurumlu İbrahim Hakkı devrin mutasavvıf
şairlerindendir.
•19. yüzyıla tam bir buhran atmosferiyle giren Osmanlı kurtuluşu
yenileşmede ve batılı değerlere sarılmada buldu. Bu da hayatın her
alanında Doğu-Batı değerlerinin çatışma zeminin filizlendirdi. Bu durum
edebiyat üzerinde de etkili oldu. Bir taraftan klasik edebî hayat devam
ederken diğer taraftan da yenileşme hareketlerinin etkisiyle farklı bir
edebî anlayış yükseldi. Bu yüzyılda klasik edebiyat eski parlak
dönemlerini kapatmış, büyük isimler yetiştirememiştir. Hersekli Arif
Hikmet, Leskofçalı Galip, Keçecizade İzzet Molla yüzyılın klâsik çizgideki
şairlerindendir. Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa ise yeni edebî anlayışın
öncü isimlerindendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl)
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi XVIII. Yüzyılın
şairlerindendir?
a) Korkut (Harimi)
b) III. Selim (İlhami)
c) Fatih Sultan Mehmed (Avni)
d) III. Mustafa (Cihangir)
e) Kanuni Sultan Süleyman (Muhibbi)
divan
sahibi
hükümdar
2. 18. Yüzyıl klasik şiiri için aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
a) Klasik şiir estetiğinin katı kurallarında çözülmeler ortaya çıkmıştır.
b) Tasavvufi aşkı dile getiren şiirlerin sayısında azalma olmuştur.
c) Edebî eserlerde mahallî konulara daha fazla yer verilmiştir.
d) Şiirde özgün hayaller ve anlam derinliği önemsenmiştir.
e) Şiir dili önceki yüzyıllara göre daha sade ve açıktır.
3. Nâbi üslûbunun 18. Yüzyıldaki en büyük temsilcisi kimdir?
a) Nedim
b) Esrar Dede
c) Koca Ragıb Paşa
d) Tokatlı Nuri
e) Enderunlu Fâzıl
4. Aşağıdakilerden hangisi Şeyh Galip’in eserlerinden biridir?
a) Tufan-ı Marifet
b) Leyla vü Mecnun
c) Hüsrev ü Şirin
d) Hubaname
e) Hüsn ü Aşk
5. Aşağıdaki eşleştirmelerden hangisi yanlıştır?
a) Enderunlu Fazıl-Zenanname
b) Seyyid Vehbi-Surname
c) Yirmi Sekiz Çelebi Mehmed- Fransa Sefaretnamesi
d) Erzurumlu İbrahim Hakkı-Nesayihülüzera Velmera
e) Tokatlı Nuri-Hirrename
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl)
6. Encümen-i Şuara topluluğunun amacı nedir?
a) Batılı bir edebî anlayışı geliştirmek.
b) Nabi’nin hikemi tarzını devam ettirmek.
c) Divan şiiri geleneğini ortadan kaldırmak.
d) Fars şiirine benzer şiirler yazmak.
e) Klasik şiiri içine düşmüş olduğu kısır döngüden çıkarmak.
7. Aşağıdakilerden hangisi XIX. Yüzyılın klasik çizgideki şairleri arasında
değildir?
a) Lefkoçalı Galip
b) Enderunlu Vasıf
c) Hersekli Arif Hikmet
d) Tevfik Fikret
e) Yenişehirli Avni
8. Tanzimat Döneminde Üstad-ı Ekrem olarak tanınan Türk şair ve yazarı
kimdir?
a) Namık Kemal
b) Recaizade Mahmud Ekrem
c) Ziya Paşa
d) Abdülhak Hamid Tarhan
e) Cenab Şehabeddin
9. Aşağıdakilerden hangisi Namık Kemal’in eserlerinden biri değildir?
a) İntibah
b) Cezmi
c) Eylül
d) Gülnihal
e) Vatan Yahut Silistre
10. Servet-i Fünun şiiri ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a) Eski nazım sentaksı bırakılarak cümleler mısra ve beyit düzeninin
dışına çıkarılmıştır.
b) Parnasyen anlayışa sahiptir.
c) Duygu bakımından içe kapanıktır.
d) Fransız şiirinin etkisi büyüktür.
e) Eski şiirdeki imgeleri devam ettirmişlerdir.
Cevap Anahtarı
1-b, 2-d, 3-c, 4-e, 5-d, 6-e, 7-d, 8-b, 9-b,10-e
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl)
YARALANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Babinger, Franz (1992), Osmanlı Tarih Yazarları Sözlüğü, (Çev.Coşkun Üçok):
Mersin.
Banarlı, Nihat Sami (1987), Resimli Türk Edebiyatı Destanlar Devrinden Zamanımıza
Kadar, I- II: Ankara.
Beydilli, Kemal (1999), “Küçük Kaynarca’dan Yıkılışa”, Osmanlı Devleti Tarihi, I, (Ed.
Ekmeleddin İhsanoğlu): İstanbul.
Canım, Rıdvan (1998), Türk Edebiyatında Sâkînâmeler ve İşretnâmeler: Ankara.
Ceylan, Ömür (2004), “Tasavvufî Edebiyat (Osmanlı Sahası)”, Türk Dünyası Edebiyat
Tarihi, (Ed. Önder Göçgün), V: Ankara.
Coşkun, Menderes (2004), “Son Klâsik Dönem Nesir”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi,
(Ed. Önder Göçgün), V: Ankara.
Coşkun, Menderes (2004), “Geç Dönem Nesir”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, (ed.
Önder Göçgün), V: Ankara.
Enginün, İnci (2006), Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat’tan Cumhuriyete: İstanbul.
Gariper, Cafer (2005), “Ara Nesil”, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı (Ed. Ramazan
Korkmaz): Ankara.
Gariper, Cafer (2005), “Yenileşmenin Başlangıcı ve Öncüleri”, Yeni Türk Edebiyatı El
Kitabı (Ed. Ramazan Korkmaz): Ankara.
Gölpınarlı, Abdulbaki (1972), Türk Tasavvuf Şiir Antolojisi: Ankara.
Horata, Osman (2009), Hasbahçede Hazan Vakti 18. Yüzyıl: Son Klâsik Dönem Türk
Edebiyatı: Ankara.
Horata, Osman (2004), “Son Klâsik Dönem Nazım”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi,
(Ed. Önder Göçgün), V: Ankara.
İpekten, Haluk ve Mustafa İsen, (1992), “ XVIII. Yüzyıl Divan Edebiyatı”, Türk
Dünyası El Kitabı, III: Ankara.
İpekten, Haluk (2000), Şeyh Gâlib-Hayatı Sanatı Eserleri: Ankara.
İpekten, Haluk (1988), Türk Edebiyatının Kaynaklarından Türkçe Şuarâ Tezkireleri:
Erzurum.
İpekten, Haluk (1996), Divan Edebiyatında Edebî Muhitler: İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl)
İsen, Mustafa ve Cemal Kurnaz(1992), “ XIX. Yüzyıl Divan Edebiyatı”, Türk Dünyası
El Kitabı, III: Ankara.
İsen, Mustafa vd. (2006), Eski Türk Edebiyatı El Kitabı: Ankara.
İsen, Mustafa ve Ali Fuat Bilkan, (1997), Sultan Şairler: Ankara.
Kemikli, Bilal (2010), Türk İslam Edebiyatı Giriş: Bursa.
Kolcu, Ali İhsan (2007), Tanzimat Edebiyatı I Şiir: Konya.
Kolcu, Ali İhsan (2005), “Yenileşmenin İkinci Kuşağı”, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı
(Ed. Ramazan Korkmaz): Ankara.
Kocatürk, Vasfi Mahir (1970), Büyük Türk Edebiyatı Tarihi: İstanbul.
Korkmaz, Ramazan (2005), “Servet-i Fünûn”, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı (Ed.
Ramazan Korkmaz): Ankara.
Kurnaz, Cemal (1999), Türkiye-Orta Asya Edebî İlişkileri: Ankara.
Kut, Gunay (1999), “Anadolu’da Türk Edebiyatı”, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, (Ed. E.
İhsanoğlu), I: İstanbul.
Macit, Muhsin (2004), Nedim Hayatı Sanatı Eserleri: Ankara.
Mazıoğlu, Hasibe (1982), “Türk Edebiyatı, Eski”, Türk Ansiklopedisi XXXII: İstanbul.
Mermer, Ahmet vd. (2010), Eski Türk Edebiyatına Giriş: Ankara.
Okay, Orhan (2005), Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı: İstanbul.
Özgül, Kayahan (2004), “Geç Dönem Nazım”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, (Ed.
Önder Göçgün), VI: Ankara.
Pala, İskender (2001), Nedim: İstanbul.
Pekolcay, Necla (1994), İslâmî Türk Edebiyatı: İstanbul.
Şener, Halil İbrahim ve Alim Yıldız, (2008), Türk İslam Edebiyatı: İstanbul.
Şentürk, Ahmet Atilla ve Ahmet Kartal, (2004), Üniversiteler İçin Eski Türk Edebiyatı
Tarihi: İstanbul.
Şentürk, Ahmet Atilla (1999), Osmanlı Şiiri Antolojisi: İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İÇİNDEKİLER
• Tanzimat’tan Millî Edebiyata
Şiirde İslami Motifler
• 20. Yüzyıl Türk İslam Edebiyatında
Şiir
• Çağdaş Türk İslam Edebiyatında
Şiir
• Çağdaş Türk İslam Edebiyatında
Roman ve Hikaye
HEDEFLER
ÇAĞDAŞ TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar Türk şiirinde
İslami unsurların nasıl yer aldığını fark edebilecek,
• 20. Yüzyılda Türk İslam şiirinin gelişim sürecini
kavrayabilecek,
• Çağdaş İslami edebiyatın Türk şiir, roman ve hikaye
alanlarındaki belli başlı temsilcilerini tanıyabilecek,
• İslami edebiyat kavramını çağdaş Türk edebiyatı
metinleri üzerinden değerlendirebileceksiniz.
TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
Yrd. Doç. Dr. Tacettin ŞİMŞEK
ÜNİTE
13
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
GİRİŞ
19. yüzyılda başlayan batılılaşma, edebiyatın her dalında kendini ifade
edecek imkanları ararken, dinî ve tasavvufi edebiyat geleneği de varlığını devam
ettirmiştir. Encümen-i Şuara topluluğunda yer alan şairlerden Leskofçalı Galip
(1928-1867), Hersekli Arif Hikmet (1839-1903), derin bir tasavvufi heyecana sahip
Mevlevi şair Yenişehirli Avni (1826-1883) ve geleneğin son büyük halkalarından
Osman Şems (1813-1893) bu grupta anılacak isimlerdir.
Bireysel
Etkinlik
Türk İslam edebiyatının Tanzimat’tan günümüze kadarki tarihî gelişimini
edebî türler çevresinde belli başlı yazar ve şairlerin ortaya koyduğu eserlerden
takip etmeye ihtiyaç vardır.
•Şiir amaç mı yoksa araç mıdır? sorusu üzerinde düşününüz.
TANZİMAT’TAN MİLLÎ EDEBİYATA İSLAMİ MOTİFLER
Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa’dan oluşan birinci kuşak Tanzimatçılarla
yeni insan ortaya çıkar. Bu yeni insanın dünyaya bakışında ve dinî duygularında
değişmeler görülmeye başlar.
Şinasi, Allah’ın birliğine
iman için aklın şahitliğine
ihtiyaç duyar.
Tanzimat'ın öncü isimlerinden Şinasi (1826-1871), Batı’dan gelen yeni
düşünceleri temsil etmesi yanında, Türk şiirinde dinî içeriği dönüştürmesiyle de
önemlidir. 16.-17. Yüzyılın akılcı filozoflarını hatırlatan bir dille konuşur; geleneksel
dinî inancı, Batı’dan gelen rasyonalist (akılcı) tavırla birleştirmeye çalışır. Allah’ın
birliğine iman için aklın şahitliğine ihtiyaç duyar. Bu tavır, imanı akli temellere
oturtmaya yöneliktir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
Şinasi, Münâcât’ında;
Vahdet-i zâtına aklımca şahâdet lâzım
Cân ü gönlümle münâcât ü ibâdet lâzım
Namık Kemal, şiirlerinde
tasavvuf kültüründen
yararlanır.
diyerek aklı ve gönlü iş birliğine çağırır. Gönül, aklın onayından geçen bir inancın
gereğini yerine getirecektir. Peşin kabullerle şekillenen dinî inancın yerini akli iman
alır. Ancak Şinasi bu akli sorgulamadan pişmanlık duyar; imanı akılla denetlerken
günah işlediği kaygısıyla Allah’ın rahmetine sığınır.
Şinasi’nin rehberliğinde Batılı değerleri tanıyan Namık Kemal (1840-1888),
geleneksel iman ve tasavvuf çizgisine yakın durur. Toplumsal temalı şiirleri dışında
kalan manzumelerinde, klasik edebiyatın tasavvuf simgelerini aslına uygun olarak
kullanır.
Diller ki tâb-ı rû-yı dilârâda gizlenir
Zerrâttır ki mihr-i tecellâda gizlenir
(Gönüller, gönül çeken sevgilinin yüzündeki ışıkta; yaratılmış her zerre de görünen
güneşte gizlenir.)
Ziya Paşa’nın şiirlerinde
Doğu ve Batı
medeniyetleri karşı
karşıya gelir.
beyti, klasik Türk şiirinin tasavvuf kolundan Namık Kemal’in şiirlerine düşmüş bir
örnek gibidir. Namık Kemal, bu beytiyle gönül dâhil, yaratılmış her şeyin vahdette
ve ilahi aşkın birliğinde gizlendiğini söylemektedir. Namık Kemal’e göre kendilerini
Allah’a veren olgun kulların güneşe benzeyen kalpleri, ilahi sırların gizlendiği yerdir.
Gönül, görünende (maddede) değil, görünmeyende (manada) gizlidir.
Şiirlerinde geçen “Hızır, Refref, Sidre, masiva, Kâbe, kabe kavseyn, San’an,
Cibril, Tur, Mesih, Kelim...” gibi tabirler, Namık Kemal’in geleneksel tasavvuf
kültüründen ne ölçüde beslendiğini düşündürügösterir.
Varlığın ve ölümün
sırlarını kavrama
konusunda aklın
yetersizliği Hamit’i Allah’a
sığınmak zorunda bırakır.
Tanzimat şiirinin üçüncü ismi olan Ziya Paşa’da (1825-1880) dinî duyarlık,
tereddütler ve kaygılarla beslenerek karşımıza çıkar. Harabat Mukaddimesi’ne
olduğu gibi Külliyât-ı Ziyâ Paşa’ya da münacat ve naatlerle başlayan Ziya Paşa’nın
ruhunda Doğu ve Batı medeniyetleri karşı karşıya gelir. Paşa, his tarafıyla Doğulu
kalmak, fikir tarafıyla Batılı olmak ister. Zaman zaman aklı ve kalbi arasında sıkışır.
Her seferinde zor da olsa kalbi galip gelir. Bu yüzden de bir türlü tam anlamıyla
Batılı olamaz. Dönemin şartları gereği bütünüyle Doğulu kalması da mümkün
değildir. Samimi bir dindarın kumdan kalesi, Batıdan gelen pozitivist rüzgarlarla
sarsılmıştır. Böylece Ziya Paşa tam bir ruhsal çelişki yaşar. Tevekkül ve teslimiyetine
tereddütler sızar. Kendi medeniyet dairesinin değerlerine tutunmak ister. Her
tereddüdün ardından yine bütün teslimiyeti ve samimiyetiyle Yaratan’a sığınır.
Terci-i Bent’te isyanın eşiğine varırken, Terkib-i Bent’te “durulmuş, huzura ermiş
gibi” teslimiyetçi bir tavır sergiler. Ziya Paşa, bir yanda sezgi yeteneği öte yanda
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
muhakeme gücüyle iki medeniyet arasında sıkışmış tipik bir Osmanlı aydınıdır.
İmanıyla kendi medeniyet çevresine bağlı kalmaya çalışırken iradesiyle olaylara
müdahale etmek ve hayatını yeniden kurmak ister.
Tevfik Fikret, ilk gençlik
döneminde tam anlamıyla
‘mümin’dir.
Tanzimat’ın ikinci kuşağından Abdülhak Hamit’te (1852-1937) ise akıl ve kalp
sürekli çatışma hâlindedir. Hamit'te tevekkülün yerini tereddüt ve şüphe alır.
Varlığın ve ölümün sırlarını kavrama konusunda aklın yetersizliği, Hamit’i, Allah’a
sığınmak zorunda bırakır.
Özellikle Makber’de ölüm karşısında yaşadığı bunalım, Hamit’in inanç
dünyasını altüst eder. Ölümle eş değer gördüğü yokluğu kabullenemeyen bir mizaç,
sonu yokluk olan bir var oluştan da ıstırap duyar. Ölüm, bedenin/maddenin
biçimini değiştirmektedir. Hamit’in mantığı bu değişimi kabul etmez.
Yok, ben bu tahavvüle dayanmam
Böyle bir hakikate inanmam
dizeleriyle buna isyan ederken boşluğa düşer. Bu tavrıyla yeni insanın zihniyet
değişiminin de işaretlerini verir. Yeni insan, inanmayı felsefi bir problem olarak
görmektedir. Eskilerin kulluk ve teslimiyet duygusu içinde ölümü munis
görmelerine karşın, bu yeni insan, akıl ve iradesiyle hayatını düzenlemeye
çalışırken, başı ölüm engeline çarpmaktadır. Ölüm korkusu, hayatı çekilmez
kılmaktadır.
Tereddüt, şüphe ve isyan çığlıklarına rağmen Hamit, yer yer itaatkâr bir
mümin tavrı sergiler:
Sen Hâlıkımızsın ettik îmân
Bir sende bulur bu ye's pâyân
Sen varken olur mu âhiret yok
Yok, şüphe ki sende mağfiret çok
Servet-i Fünun dönemi şairlerinden Tevfik Fikret (1867-1915), ilk gençlik
döneminde tam anlamıyla bir ‘mümin’dir, Yasin ve Mevlid-i Şerif okur, beş vakit
namaz kılar, hatta ‘sofu olduğu’ rivayet edilir. Başlangıçta dinî duyarlığın ifadesine
hizmet eden şiirler kaleme alırken zaman içinde dine özgü motifleri şiirin ve
hayatın dışına iter. Bir başka deyişle, dinî duyarlık, yerini hayat/tabiat/toplum
mistisizmi denilebilecek bir yaklaşıma bırakır. Fikret’in, ilerleyen dönemlerde din
karşısında olumsuz tavır takınması, Rübab-ı Şikeste’deki dinî konulu şiirleri ilgi
çekici kılar. Mirsad dergisinin yarışmasında birinci olan Tevhit, şiir-mensur şiir arası
bir metindir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
“Yâ Rabbî! Bana rûhu, vicdânı, lisânı veren sensin. O rûhu ki dâim sana
incizâp eder (tutkundur); o vicdânı ki dâim seni takdîse şitâp eder (kutsamaya
çalışır); o lisânı ki dâim senin tahdîs-i niâmınla (nimetlerini şükranla karşılayarak)
feyz-i dîger (başka bereket) iktisâb eder. (kazanır).
Metnin manzum bölümleri, “Değildir kulluğundan başka lezzetten gönül
âgâh/Senin lûtfundur ümmîdim, senin meczûbunum Allâh!!” dizeleriyle biter.
Fikret, “Sabah Ezanında” adlı şiirde “Allâhü Ekber... Allâhü Ekber... / Bir
samt-ı ulvî: Gûyâ tabîat / Hâmûş hâmûş eyler ibadet.” dizeleriyle ulvi bir ezan sesi
eşliğinde bütün tabiatı sessiz bir zikir ve ibadet hâlinde tasvir eder.
Ramazân, Sabâh-ı Iyd, Köyün Mezarlığında gibi şiirlerde de benzer bir
tablonun çizildiği söylenebilir.
Ancak Tevfik Fikret, zaman içinde huzursuz mizacından kaynaklanan bir
savrulmayla var oluşun sırrını akıl gözüyle araştırmaya başlar. Bunalımlar yaşar. Bu
bunalımları 1897’de yazdığı İnanmak İhtiyâcı adlı şiirle dile getirir.
Fikret, Tevhit’ten yirmi üç yıl sonra yazdığı Tarih-i Kadimle, inanma
problemini inanç bunalımına, giderek inkâra vardırır. Bu isyancı tavır, İslami duyuş
ve söyleyişin temsilcisi Mehmet Akif tarafından tenkit edilir. Böylece Tevfik Fikret
ve Akif arasında ciddi bir kalem kavgası yaşanır.
Millî edebiyat döneminin kurucu isimlerinden Ziya Gökalp (1876-1924),
Türkçü anlayışı temsil eden bir düşünür olmasına rağmen bazı manzumelerinde
İslami içeriğe yer verir. Kızılelma’da (1914) yer alan Tevhîd, Türk’ün Tekbîri, İlâhi,
Asker Duası gibi manzumeleri; Yeni Hayât’taki (1918) Din, Din ile İlim, İslâm
İttihâdı, Halife ve Müfti, Çocuk Duâları, İlâhîler manzumeleri, ayrıca Köylü Şiirleri:
Oruç, Ezân, Namâz, Zekât; Mevlid Duâsı, Diyarbekir Dârüleytâmı’nın Sünnet İlâhîsi
gibi manzumeleri dinî muhtevaya örnek verilebilir.
20. YÜZYIL TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA ŞİİR
Hilmi Yavuz “İslam şiirini “(i), İslam medeniyetinin şiiri (Örnek: Yahya Kemal);
(ii) İslam akaidinin şiiri (Örnek: Mehmet Akif); (iii) İslam siyasetinin şiiri (Örnek:
Necip Fazıl) şeklinde üç kategoride düşünmek” gerektiğini söyler. “İslamcı şiir”
teriminin İslam siyasetinin (ya da daha yaygın bir deyişle ‘siyasal İslam’ın şiiri için
kullanılabileceğini, asıl İslami şiirin ise Akif, Yahya Kemal, Necip Fazıl ve Ziya Osman
Saba’daki gibi “zarif Müslüman ruhaniyetini lirik bir söylemle dile getirme
becerisi”nden doğduğunu vurgular (Yavuz 2010).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
Tartışma
Bu çağda İslami şiiri, Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı; Cumhuriyet
döneminde Necip Fazıl Kısakürek, çağdaş Türk edebiyatında Sezai Karakoç gibi belli
başlı şairler üzerinden takip etmek mümkündür.
• “İslami edebiyat”, edebiyatın biçimiyle mi yoksa içeriğiyle mi
ilgili bir tanımlamadır? İslami edebiyatla, İslami olmayan
edebiyat arasında hangi farklardan söz edilebilir? Bu sorular
çevresinde bir tartışma başlatınız.
İslami Edebiyatın Öncü Şairi: Mehmet Akif Ersoy
Mehmet Akif,
Müslümanları Kuran’ın
evrensel mesajını
kavramaya çağırır.
Mehmet Akif Ersoy (1873-1936) yedi kitaptan oluşan Safahat’ında baştan
sona dinî duyarlığın ifadesine hizmet eden şiir, manzume ve manzum hikâyeleri bir
araya getirir. Poetikasını, “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı / Asrın
idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı” şeklinde özetleyen Akif, zaman zaman telkinden
uzaklaşarak tebliğe yönelir; İslam’ın özüne yönelik uyarılarla Müslümanları
Kuran’ın evrensel mesajını kavramaya çağırır.
Çalışmak, ümitsiz olmamak, tefrikaya düşmemek, azimden sonra tevekkül
etmek, bilgiyi üstün değer bilmek gibi konularda Müslümanlara ileri hedefler
gösterir.
Birinci Safahat’ta Fatih Camii, Tevhid Yahud Feryad, Bayram, Kocakarı ile
Ömer, Ezanlar gibi örneklerde, İslami motiflerin ve duyguların işlendiği görülür.
İslam, bir duyuş ve yaşama tarzının adı olarak Akif’in eserlerine yansır.
Safahat’ın ikinci kitabı Süleymaniye Kürsüsünde, hitabet üslubuyla ve tebliğ
tekniğiyle yazılmış, inananları Kuran’ın mesajını doğru anlamaya çağıran uzun bir
manzumedir.
Hakkın Sesleri adlı üçüncü kitapta, Kuran’dan alınmış ayetlerden yola çıkarak
İslam dünyasını yakından ilgilendiren sorunlar ve bunların çözüm yolları üzerinde
durulur.
Fatih Kürsüsünde alt başlıklı dördüncü kitap da birlikte düşünüldüğünde Akif
bir vaiz, bir filozof, bir dava adamı, ama daima dinî duyuş ve düşünüşü üst düzeyde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
bir isim olarak öne çıkar. İslam tarihinden seçilmiş tabloları şiirle resmeder, İran
edebiyatının Sadi gibi mutasavvıf şairlerinden alınmış kıssaları Türkçeye kazandırır.
Akif, Köse İmam’ın
dilinden haksızlık
karşısında susmayan,
zulme boyun eğmeyen bir
tavrı dile getirir.
Hâtırâlar’daki manzumelerde Akif, Hakkın Sesleri ile başladığı ayet ve hadis
meallerinden seçilmiş örneklerin serbest yorumuna devam eder. Bu fikrî muhteva,
Âsım’da kendini temsil edecek genç kuşağa mensup ideal tipi bulur. Çanakkale
destanıyla yalnızca düşünce planında kalmayan, eyleme de dönüşen bir dinî
duyuşun coşkulu örneği verilir. Safahat’ın son kitabı Gölgeler’de de ayet ve hadis
yorumları dikkati çeker.
İslam idealiyle izah edilebilecek örnekler dışarıda tutulursa, Akif’in ‘dinî
lirizm’e meyyal şair mizacı, özellikle dua karakterindeki şiirlerinde kendini gösterir.
Süleymaniye Kürsüsü’nden duyulan;
Ya ilâhî, bize tevfîkini gönder... –Âmin!
Doğru yol hangisidir, millete göster!... –Âmin!
yalvarışları veya Fatih Kürsüsü’nde yankılanan;
Ya Rab, bizi kahretme, helâk eyleme... –Âmîn! (...)
Göster bize, Yâ Rab, o güzel günleri... –Âmin!
yakarışları, ibadetin bir bölümü olarak değerlendirilse de, Akif zaman zaman
tasavvufa ait söz dağarcığından alınmış ögelerle de bir dua atmosferi kurar ve bunu
Senin Mecnûnunum, bir sensin ancak taptığım Leylâ;
Ezelden sunduğun şehlâ-nigâhın mestiyim hâlâ! şeklinde dile getirir.
Akif, Safahat’ında bazen açık, bazen de üstü kapalı olarak
telmihlere/anıştırmalara yer verir. Ayet ve hadislere göndermeler yapar. Asım adlı
destani manzumede, Köse İmam’ın dilinden haksızlık karşısında susmayan, zulme
boyun eğmeyen bir tavrı dile getirir:
Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem.
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ boğarım…
-Boğamazsın ki!
-Hiç olmazsa yanımdan kovarım!
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;
Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam;
Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum,
Mehmet Akif güçlü ve
sağlam bir imana
sahiptir. O, haksızlıkları
eliyle ve diliyle
düzeltmekten yanadır.
Kesilir belki fakat çekmeye gelmez boynum.
Bu bölümde iki hadis-i şerifin manzum yorumu vardır:
1. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.”
2. “Bir haksızlık gördüğünüzde önce elinizle, sonra dilinizle düzeltin. Yoksa
kalbinizle buğzedin! Bu, imanın en zayıf derecesidir.”
Şerif İçli’nin Hüseynî makamında bestelediği;
Ezelden âşinanım ben, ezelden hem-zebânımsın
Beraber ahde bağlandık, ne olsan yâr-ı cânımsın
Ne olsam zerrenim, kalbimde hâlâ çarpar esrârın
Gel ey cânan, gel ey can, kalmasın ferdâya dîdârın
Bireysel
Etkinlik
güftesiyle ifade eden Akif, Hazret-i Peygamber’e olan sevgisini dile getirmek için Bir
Gece adlı naati kaleme almıştır.
• Mehmet Akif’in Bir Gece adlı naatini okuyunuz.
• Ertuğrul Erkişi’nin Bir Gece adlı bestesini
dinleyiniz.
Mehmet Akif, Safahat’ında ayet ve hadislerin manzum yorumlarına da yer
verir.
Mehmet Akif’,
Safahat’ta manzum
ayet ve hadis
yorumlarına da yer
verir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
Bir Gece
On dört asır evvel yine bir böyle geceydi,
Kumdan ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lâkin o ne hüsrândı ki: Hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, hâlbuki bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabiî:
Bir kerre zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi;
Bir kerre de ma’mûre-i dünyâ, o zamânlar,
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin,
Salgındı bugün Şark’ı yıkan, tefrîka derdi.
Derken büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma’sûm,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmüm ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere rahmetti, evet, şer’-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünyâ neye sâhipse, onun vergisidir hep;
Medyûn ona cem’iyyeti, medyûn ona ferdi.
Medyûndur o ma’sûma bütün bir beşeriyet.
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret! (Ersoy 2001: 504)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
 Ayet meali: “İşte sana, onların kendi yolsuzlukları yüzünden, ıpıssız kalan
yurtları!…” (Neml, 52)
Âkif’in yorumu: Ah! Karşımda vatan nâmına bir kabristan
Yatıyor şimdi… Nasıl yerlere geçmez insan? (Safahat, s.224)
 Ayet meali: “Oğullarım. Gidiniz de Yusuf’la kardeşinizi araştırınız; hem
sakın Allah’ın inayetinden ümidinizi kesmeyiniz. Zira, kafirlerden başkası
Allah’ın inayetinden ümidini kesmez.” (Yusuf, 87)
Âkif’in yorumu: Âtîyi karanlık görerek azmi bırakmak…
Örnek
Alçak bir ölüm varsa, emînim budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle
Îmânı olan kimse gebermez bu ölümle…
İş bitti… Sebâtın sonu yoktur!” deme, yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma. (Safahat, s.231)
 Ayet meali: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9)
Âkif’in yorumu: Olmaz ya… Tabii... Biri insan biri hayvan!
Öyleyse cehâlet denilen yüz karasından
Kurtulmaya azmetmeli baştan başa millet… (Safahat, s.234)
 Ayet meali: “Allah’ın asar-ı rahmetine bir baksan a! Toprağı öldükten
sonra, tekrar nasıl diriltiyor? İşte o Allah, bütün ölüleri muhakkak
diriltecek. Hem o her şeye kadir”. (Rûm, 50)
Âkif’in yorumu: Bir yeşil kan, bir yeşil can yağdırıp kudret, yere;
Yemyeşil olmuş fezâ; gömgök kesilmiş dağ, dere.
En kısır toprak doğurmuş, emzirir birçok nebat;
Fışkırır bir damlacık ottan tutup sıksan, hayat!
Dün kemikten külçe hâlindeydi her çıplak fidan;
Bak, ne sağlam kan, bugün dolgun yüzünden damlayan (Safahat, s.240)
 Hadis-i şerif meali: Müslümanlık huy güzelliğinden ibarettir.
 Âkif’in yorumu: Sade bir sözdür, fakat hikmetlerin en mücmeli:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
 Bir halâs imkânı var: Ahlâkımız yükselmeli.
 Yoksa pek korkunç olur katmerleşip hüsrânımız…
 Çünkü hem dünyâ gider, hem dîn, eğer yapmazsanız. (Safahat, 317)
10
Ödev gönderimi
Ödev
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
•Ali Ulvi Kurucu ve şairliği üzerine bir araştırma yapınız. Üslup, vezin ve
işlenen temalar bakımından Mehmet Akif’le benzeşen taraflarını 200
kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız ve hazırladığınız belgeyi
göndermek için yandaki ödev linkini kullanınız.
Türk İslam Medeniyetinin Şairi: Yahya Kemal
Yahya Kemal (1884-1958), Süleymâniye’de Bayram Sabâhı’nda dinî duyuşun
vücut verdiği sanat ve medeniyet değerlerini şiirin dünyasına taşır.
Yahya Kemal’de İslami
duyuş ve düşünüş şiirde
ayrıcalıklı bir yer edinir.
Şiir, kalbe hapsedilmiş bir duyuşun değil; dışa taşmış; taşa, sese ve davranışa
dönüşmüş bir duyarlığın ipuçlarını verir. Mekan, mimari, müzik, tarih ve yaşama
tarzı dinî duyuş çevresinde özgün bir terkiple şiire girer. İslami duyuş, düşünüş
biçimiyle olduğu kadar, ibadetleriyle de şiirde ayrıcalıklı bir yer edinir.
Mekân, İslam’ın mabedi Süleymaniye; zaman, İslam’ın kutsal günlerinden
bayramdır. Gökte kanat, yerde ayak sesleri duyulmakta; insanlar ve hayaletler
omuz omuza aynı hedefe yürümektedirler. Yaşayanlarla ataların ruhları aynı
ortamda bir araya gelmektedir.
Süleymaniye, Türk’ün Allah’ına adadığı bir yapıdır.
En güzel mâbedi olsun diye en son dînin
Budur öz şekli hayâl ettiği mimârînin (Beyatlı 1994: 4)
dizeleri inancın mimari yoluyla ifadesini düşündürür.
Süleymaniye ile gökyüzüne uhrevi bir kapı açılmıştır. Şair, Süleymaniye’nin
mirasçısı olmaktan gurur duyar. Önceleri geometrik bir abide zannettiği mabette
kendini atalarının mağfiret iklimine girmiş gibi hisseder. Süleymaniye’de “dili bir,
gönlü bir, imanı bir” insan topluluğunun ferdi olmaktan mutludur.
Büyük Allâh’ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor tek bir ses (Beyatlı 1994: 5)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
dizeleri dinî vecd hâlinin ses ve sözle dışa vurumudur. Mabedin manevi
atmosferinden tarihî geçmişe bir pencere açılır ve şair, dinî duyuşun fetih ülküsüne
dönüştüğü sefer ve zafer sahnelerini coşkuyla seyreder.
Ulu mabedde karıştım vatanın birliğine,
Çok şükür Tanrıya, gördüm bu saatlerde yine
Yaşayanlarla beraber bulunan ervâhı (Beyatlı, 1994: 5)
dizeleri dirilerle ölülerin birlikte inşa ettiği bir vatan manzarası çizer.
Yahya Kemal, Türk İslam medeniyetinin temel değerlerini; İslami hayatın
ezan, namaz, oruç gibi unsurlarını; edebiyatı, mimarisi, plastik sanatlarıyla
estetiğini şiirin diliyle ifade eder. Ezân-ı Muhammedî şiiri buna örnek olarak
verilebilir:
Emr-i bülendsin ey ezân-ı Muhammedî
Kâfî değil sadâna cihân-ı Muhammedî
Sultân Selîm-i Evvel’i râmetmeyüp ecel
Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî
Gök nûra garkolur nice yüz bin minâreden
Şehbâl açınca rûh-ı revân-ı Muhammedî
Ervâh cümleten görür Allâhü Ekber’i
Akseyleyince arşa lisân-ı Muhammedî
Üsküp’te kabr-i mâdere olsun bu nev-gazel
Bir tuhfe-i bedî’ ü beyân-ı Muhammedî (Beyatlı 1993: 43-44)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
Çağdaş bir Mevlevi: Arif Nihat Asya
Arif Nihat Asya (1905-1975), şiirlerinde zengin dinî tasavvufi unsurlara yer
verir. Dinle doğrudan ilgili olmayan konularda da dinî motifleri kullanarak
eserlerinde dikkat çekici bir “dinî dekor” oluşturur.
Yahya Kemal, Türk
İslam medeniyetinin
temel değerlerini şiirin
diliyle ifade eder.
.
İman ve dinî coşku, din büyükleri, dine ait mimari, dinî tasavvufi günler ve
törenler, tasavvuf ve tasavvufi cezbe hâli, tasavvuf büyükleri, şiirlerinde sık sık
karşılaşılan temalar arasında yer alır. Mevlana sevgisine ve Mevlevi geleneğine
bağlanan Arif Nihat, dinî tasavvufi içerikte serbest ve coşkulu bir ruh hâlinin şiirini
yazar.
Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının en güzel naat ve münacatlarını yazmış
şairlerdendir. Naat adlı uzun şiir, Arif Nihat Asya’nın Hazret-i Peygambere olan
samimi sevgisini ve bağlılığını dile getirir. Bu şiirde Hazret-i Peygamber, getirdiği
dinle toplum hayatını düzenleyen, insanlığa ebedî mutluluğun kapılarını açan,
çağından bunalan insanlar tarafından imdada çağırılan bir kurtuluş rehberi olarak
tasvir edilir.
Özellikle Duâlar ve Âminler kitabında bir araya getirdiği şiirlerde İslami
unsurları ve tasavvufi motifleri sıklıkla işler. Kitapta yer alan Duâ başlıklı şiirler,
yirminci yüzyıl insanının sığınması gereken makamı işaret eder. Bu yönüyle
şiirlerinde Allah, Halık, Fettah, Hakk, Rab, Celil, Vedud gibi esma örneklerine de
yer veren şair, Kuran-ı Kerim’i, Yasin, Fatiha, İhlas gibi sure adlarıyla birlikte anar.
Yazdığı çok sayıda rubaide de Allah ve Peygamber sevgisini dile getirmiştir.
İki tema için birer örnek:
ŞükranYok hüsne hudûd, aşka hudûd Allâh’ım!
Yetmez mi seni takdîse sücûd Allâh’ım!
Ey gönlüne, ey zikrine âşıklarının,
Arif Nihat Asya,
Cumhuriyet dönemi
Türk edebiyatının en
güzel naat ve
münacatlarını yazmış
şairlerdendir.
En tatlı gelen ismi, “Vedûd”, Allâh’ım! (Asya 1973: 68)
(Vedûd: Çok seven, Cenab-ı Hakk’ın isimlerinden)
Mirâc
.
Hem Tanrı’yadır muhabbetin, hem bizedir…
Zâten, bizi sen gözetmesen kim gözetir?
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
Ey en büyük insan, göğe çıkman ayrı,
Ordan yere dönmen, ayrı bir mu’cizedir. (Asya 1973: 132)
Aşağıdaki metin de Arif Nihat Asya’nın Peygamber sevgisine iyi bir örnektir:
Hazret-i Peygamber’in Vefatı
Yok mu, ey yolcu, bu yoldan dönmek;
Yeniden Refref’e binmek yok mu?
Göğe çıktın yine… Lâkin bu sefer,
Yâ Muhammed, yere inmek yok mu?
Seni görmekte gecikmişleri de,
Gelip, ashâbın edinmek yok mu?
Ağlıyor, ağlıyoruz ardından…
Bu sıcak yaşlara dinmek yok mu?
Varmış Ukbâ’da buluşmak… Ammâ
Bize dünyada sevinmek yok mu?
Seni görmekte gecikmişleri de,
Bireysel
Etkinlik
Gelip, ashâbın edinmek yok mu? (Asya 1973: 135)
• Arif Nihat Asya’nın Naat adlı şiirini okuyunuz.
(Duâlar ve Âmînler, s.57-58)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
Mistik Söylemden İslami Şiire: Necip Fazıl Kısakürek
Necip Fazıl (1905-1983), “Türk şiirinde modern mistik anlayışın kurucusu”
olması yanında “bir mizacın şairi olarak” da önemli bir isimdir.
Necip Fazıl, Türk
şiirinde modern
mistisizmin
kurucusudur.
Cumhuriyet döneminde Necip Fazıl’ın mistik çizgide başladığı şiir yolculuğu
İslami içerikle zenginleşir. 1940’lı yıllarda çıkarmaya başladığı Büyük Doğu
dergisiyle İslami söyleme aksiyon kazandırır. Mücadeleci kişiliğiyle İslam’ı ülkenin
sosyal ve siyasal gündemine taşır. Necip Fazıl’ın açtığı yoldan yeni imzalar geçecek,
1950’li yıllarda dinî alanda beliren özgürlük ortamı edebiyatın da önünü açacak,
zaman içinde Sezai Karakoç’un Diriliş, Nuri Pakdil’in Edebiyat, Cahit Zarifoğlu ve
arkadaşlarının Mavera, Ali Nar’ın öncülüğünde çıkan İslami Edebiyat gibi dergiler
de Türk İslam edebiyatının gelişmesinde önemli rol oynayacaklardır.
Necip Fazıl üzerine dikkat çekici bir inceleme yapan Orhan Okay, mistisizmi
“insanın kendisinden üstün tanıdığı bir varlık veya kavram içinde kendi varlığını yok
etme cehdi” olarak tanımladıktan sonra, terimin yalnızca dinî anlamda
kullanılmadığını, bunun fenafillah (Allah’ta yok olma) olabileceği gibi tabiat
mistisizminden veya aşk mistisizminden de söz edilebileceğini kaydeder.
Okay’a göre, Necip Fazıl şiirlerinde mistik eğilimin ilk örneğini, 1923’te
yazdığı Sevgilim şiiriyle vermiştir.
Sevgilime kul oldum,
Güzelliği seçeli.
Varlıkta yoksul oldum
Benliğimden geçeli.
dörtlüğüyle başlayan şiirin son iki dizesi, mistik/tasavvufi çizgide değerlendirilmeye
elverişlidir.
Yine Okay’ın dikkatiyle, Necip Fazıl’ın bu dizeleri dinî mistisizmi değil,
Fuzuli’nin Leylâ vü Mecnûn’undaki gibi aşk mistisizmini düşündürür.
Aynı yıllarda yazılan ve Örümcek Ağı adlı ilk kitaba giren Allâh başlıklı şiirler
de mistik nitelikte örneklerdir.
Necip Fazıl ilk
şiirlerinden biri Allâh
adını taşır.
Necip Fazıl ilk şiirlerinden biri Allâh adını taşır. 1923’te kaleme alınmıştır.
Samimi bir bağlılığı ifade eden dizelerle şair, dinî muhtevanın ilk örneğini verir.
Örümcek Ağı kitabında yayımlanır, ancak daha sonraki kitaplarına girmez. Şiir,
Necip Fazıl’ın Allah’ı arayışının ilk somut örneğidir. Şiirin ilk ve son dörtlükleri
şöyledir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
Bu dem tâ gönülden vurgunum Allâh!
Akmayan su gibi durgunum Allâh!
Dağlardan ağır yük olan bu canı
Taşıyıp çekmeden yorgunum Allâh!
--Necip Fazıl’a göre sanat,
Allah’ı arama işidir.
Nazarlar önünde perdesin Allâh!
Neden bir görünmez yerdesin Allâh!
Bu dem tâ gönülden gelirken sesin
Söyle sen nerdesin, nerdesin Allâh!
Çile’deki Yunus Emre’ye ve Mansur şiirleri Necip Fazıl’da tasavvufi çizginin
derinleşmeye başladığını gösterir.
Şairin dinî ve tasavvufi (mistik) eğilimleri, 1934’te Abdülhakim Arvasi’yle
tanıştıktan sonra iyice belirginleşir. Şiir düşüncesine dinî ve mistik bir anlayış hâkim
olmaya başlar. Bu yaklaşım Poetika’ya, “Bizce şiir, Mutlak Hakikati arama işidir. (...)
Mutlak Hakikat, Allâh’tır. Şiirin, ister ona inanan ve ister inanmayan elinde, ister
bilerek ve ister bilmeyerek, O’nu aramaktan başka vazifesi yoktur. Şiir, Allâh’ı sır ve
güzellik yolundan arama işidir.” (Kısakürek 2001: 473-474) cümleleriyle girecektir.
Necip Fazıl, 1940’lı
yıllardan itibaren dinî
temalı şiirler yazmıştır.
“Remzî” (simgesel) ve “sırrî” (mistik) oluşu da, şiirin olmazsa olmazları
arasında sayılacaktır. Necip Fazıl bununla da kalmayacak, Poetika’nın Şiir ve Din
başlığı altındaki bölümünde “Dinin olmadığı yerde hiçbir şey yoktur; yokluk bile
yok... Şiir ve san’atsa hiç yok...”, diyecektir. (Kısakürek, 2001: 490)
Aynı düşünce Çile’de “Anladım işi, sanat Allâh’ı aramakmış; / Marifet bu,
gerisi yalnız çelik-çomakmış...” (Kısakürek 2001: 39) beytinde manzum ifadesini
bulacaktır.
Necip Fazıl’ın, genel mistik tavırdan dinî mistik tavra yaklaştığı ilk
örneklerden biri de şairin 1936’da kaleme aldığı “Bendedir” başlıklı şiirdir: “Yollar
ki, Allâh’a çıkar, bendedir.” (Kısakürek 2001: 66) dizesi bu yaklaşımın özeti
durumundadır. Bu yolculuk, Kaldırımlar’da, “kimsesiz bir sokak ortasında” başlamış
ve şairin “takvimdeki denize hicret”iyle sürmüş olmalıdır.
Dinî bir tema çevresinde kaleme alınmasa da, mistik/metafizik bir duyuşun
ıstıraba dönüşen sesini duyurması bakımından Çile (1939’da ilk yayınlandığı adıyla
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
Senfonya) en çarpıcı örnek durumundadır. Şiir “Gâiplerden bir ses geldi” söz
grubuyla başlar. “Gâip” başlı başına mistik/metafizik bir ögedir. Şair, gaiplerden
gelen bu sesin çizdiği kaderle yürür.
Ben şiiri de, Necip Fazıl’ın yöneldiği hedefi ve yaşadığı iç çatışmaları sezdirir.
O, “meçhuller caddesinin kimsesiz seyyahı”dır, “kendi sesinin yankısından kaçan
çocuk”tur, sırtında işlemediği bir günahın ağırlığını taşımaktadır. Kendini Allah’ı
arayan bir körebe olarak görmektedir. Yunus Emre’nin dertli dolabına benzer bir
kaderle “benliğin dolabında kör ve çilekeş beygir” gibi dönmektedir. Tenin ve
maddenin dışına çıkamamak, şairin trajedisini oluşturmaktadır. Haritada deniz
görüp boğulan, dokuz köyün sahibi olduğu hâlde dokuz köyden kovulan şair, ayna
ve hayal, pervane ve mum, ölü ve Münker-Nekir arasında salınan bir sarkaç gibidir.
Görülüyor ki Necip Fazıl, sözü edilen mistik ve dinî duyuşa yaklaşırken çile adını
verdiği bir bedel ödemiş, bireysel trajedisinden şiir üretmiştir.
Çile şiirinin ardından, Necip Fazıl’ın şiirinde dinî/mistik eğilim ağırlığını daha
da hissettirir. Kafiyeler adlı şiirde “Toprak post/Allâh dost..” diyen şair, dinî temalı
şiirler yazmayı sürdürür. 1940’lı yıllar, Necip Fazıl’ın az sayıda şiir yazmasına karşın,
dinî temalarda yoğunlaştığını gösteren manzumelerle doludur.
Nûr, O’nun Sanatı gibi örneklerle iyice pekişen dinî mistisizm, şairin hayatının
son otuz yılında İslami eksene oturur.
Rüzgâr öyle esti, öyle esti ki,
Her şey uçup gitti, kaldı Yaradan. (Tâ Mâverâdan, 1958)
Alnımda tozpembe secde yarası,
Lûgat kitabımda tek isim: Allâh... (Yüzkarası, 1972)
Bağlı, perçin üstüne perçin,
Benim gönlüm Allâh diyene... (Allâh Diyene, 1972)
Kursa da boşluğa asma köprü, fen,
Allâh derim, başka bir şey demem! (Allâh Derim, 1973)
Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim;
Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim! (Ölçü, 1974)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
Sen mutlaksın, bense izafet
Allâh’ım affet! (Duâ, 1982),
Sabır, sabır ve sabır,
İşte Kur’anda buyruk! (Sabır, 1982).
Necip Fazıl’da 1930’lu yıllarda başlayan ruh aydınlanması, Hazret-i
Peygamber’e sevgiyi de beraberinde getirir. Bu sevgi, gitgide şiirin ifade imkanlarını
yoklar. 1955’te Sonsuzluk Kervanı’yla kendini ifade edecek fırsatı bulur. Hayatın
öznesi olarak bir zamanlar “ben” duygusu çok baskın olan şair, bu kitaba adını
veren şiirde tevazuun zirve örneğini verir.
Sonsuzluk kervanı ‘peşinizde ben,
Üç ayakla seken topal köpeğim!’
Bastığınız yeri taş taş öpeyim.
Bir kırıntı yeter kereminizden! (Sonsuzluk Kervanı, 1952)
1961’de hapishanede başlanıp 1973’de yayımlanan Esselâm-Mukaddes
Hayâttan Levhalar adlı kitaba yazdığı tanıtma yazısında eseri mevlit olarak değil,
Hazret-i Peygamber’e olan eritici aşkın ve gevşemez bağlılığın vecd destanı olarak
tanıtır. (Esselâm, s.4)
Ancak Esselâm’daki şiirlerin bir gün mevlid gibi kullanılacağı endişesi şairin
uykularını kaçırır. Ona göre, “Mevlid, resmî ibadet şekilleri arasına sokuşturulması
bakımından bir bid’attir ve bu yüzden, korkulu bir iş”tir. (Esselâm, s. 5) Dolayısıyla
Esselâm’daki manzumelerden herhangi birinin resmî ibadetler arasına
sokulmasından endişe eder. Eserden beklentisini de “Evlerde, meydanlarda,
toplantı yerlerinde, sırf dinî tefekkür, tahassüs ve heyecan gayesiyle okunması,
kalabalıkları sürüklemesi ve ruhları kaynatması…” (Esselâm, s.5) şeklinde ifade
eder.
Kitapta her biri Hazret-i Peygamber’in ömrünün bir yılına denk düşen altmış
üç şiir yer alır. Konularına göre gruplandırılmış “101 hadis” de manzum biçimde
kitaba girmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
Son Peygamber, son Peygamber
İlk olunca sona geldi.
Nur, fezayı tutan çember,
Ondan gelip Ona geldi. (Kısakürek 1973: 18-19)
Elinde alâmet,
İzinde selâmet,
Tek isim... Muhammed...
Ne bir harf, ne kelâm;
Bireysel
Etkinlik
Esselâm, esselâm... (Kısakürek 1973: 135).
• Necip Fazıl’ın Hazret-i Ömer’in Müslüman oluşunu
anlatan şiirini okuyunuz. (Esselâm, s.34-35)
Necip Fazıl, Yunus Emre’nin 20. yüzyıldaki mirasçısı olarak kabul edilebilir.
Necip Fazıl’ın şiirine duru bir ırmak gibi akıp gelen bir Yunus Emre Türkçesi dinî
muhtevayı da beraberinde taşır.
Necip Fazıl, Yunus
Emre’nin 20. yüzyıldaki
mirasçısı sayılabilir.
Necip Fazıl, şiirinin soyağacını bağlayabileceğimiz ikinci kaynak Şeyh Galip’tir.
Galip, klasik dönemin son büyük şairidir. Necip Fazıl, Galip’e olan sevgisini çeşitli
konuşmalarında dile getirir. Sadece dili kullanma gücüyle değil, Allah aşkı ve
Peygamber sevgisiyle de Necip Fazıl’ın hayranlığını kazanmıştır. Necip Fazıl’daki
dinî, tasavvufi meyil Şeyh Galip’ten gelir.
Akif’i de şiirlerinin muhtevasıyla Necip Fazıl’ın selefi olarak kadroya eklemek
yanlış olmaz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
ÇAĞDAŞ TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA ŞİİR
Türk İslam edebiyatı, 1950’li yıllardan günümüze hem nicelik hem de nitelik
olarak gelişmiş, başta Sezai Karakoç olmak üzere önemli şairler yetiştirmiştir.
Türk İslam Medeniyetinin Diriliş Şairi: Sezai Karakoç
Sezai Karakoç (d.1933), İkinci Yeni grubu içinde başladığı şiir yazma serüvenini,
Mevlana’dan aldığı tasavvufi ruh, Mehmet Akif’ten aldığı dinî içerik, Yahya
Kemal’den aldığı medeniyet fikri ve Necip Fazıl’dan aldığı lirik sesle sürdürür.
Karakoç’u, bu dört farklı kişiliğin güçlü bir terkibi olarak görmek mümkündür.
Bu ideal terkip, 70’li ve 80’li yılların dinî söylemi benimseyen şairleri için de,
bir öncü kimliği sergileyecektir.
Şiir düşüncesiyle Necip Fazıl’ın poetikasına yakın duran Karakoç, sanatçı
kaçsa da inkâr etse de sanatın hep Allah’a doğru olduğu kanaatindedir.
İki şair arasındaki benzerlik bununla da sınırlı değildir. Tasavvuf edebiyatını
çağdaş şiirin verdiği imkanlarla yeniden yorumlamış olmaları, iki şair arasındaki
düşünce akrabalığını kanıtlar.
Ocak 1953’te kaleme aldığı Kar Şiiri’nde Karakoç’un mistik (tasavvufi) duyuş
tarzını ele veren bir dizeyle karşılaşılır: “Allâh kar gibi gökten yağınca” (Karakoç
2004: 35).
Bu, dönemi içinde yepyeni ve özgün bir ifadedir. Şairin başlangıçta içinde yer
aldığı İkinci Yeni kuşağının duyarlığıyla da örtüşmeyen bir söyleyiştir.
Körfez’de yer alan Çocukluğumuz adlı şiir, Karakoç’un İslami duyuşu tarihî
öğelerle harmanlayarak yeni bir söyleyişe dönüştürdüğünün çarpıcı bir örneğidir.
Şiirin ilk beyitlerinde,
Annemin bana öğrettiği ilk kelime
Allâh, şahdamarımdan yakın bana benim içimde
Sezai Karakoç, sanatın
hep Allah’a doğru
olduğu kanaatindedir.
Annem bana gülü şöyle öğretti
Gül, O’nun, O sonsuz iyilik güneşinin teriydi (Karakoç 2004: 97)
dizeleriyle Karakoç, gül ve Hazret-i Peygamber arasındaki bağı yeniden
kurar. (Karakoç 2004: 98)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
Karakoç, Hızırla Kırk Saat’te dinî duyarlığın yol haritasını çizer. İslam tarih ve
coğrafyası üzerinde uzun bir yolculuğa çıkar. Adım attığı her yerde dinî motiflerle
süslü bir dünya bulur. Bu, bir hatırlama sürecidir. Çağdaş dindarın kendisine intikal
eden manevi mirası hatırlama, ona sahip çıkma ve ondan yeni değerler üretme
çabasını temsil eder. Yer yer atıflarda bulunduğu Yahya Kemal gibi, Karakoç da
yitik bir medeniyetin izini sürmekte, onu ruh düzleminde yeniden inşa etmenin
yollarını aramaktadır.
Taha’nın Kitabı, Gül Muştusu gibi eserler de aynı tematik güç çevresinde
kaleme alınmış İslami söylemin yeni ve özgün örnekleridir. “Hızır” ve “gül”
motiflerini modern çağın söyleyiş imkanlarıyla yeniden inşa eder. Taha, Kuran’da
bir sure adıdır. Kelimenin farklı yorumları yanında Hazret-i Ömer’in Müslüman
olmasını sağlayan surenin adı oluşuyla da, sembolik bir anlamı vardır. İnsanın
ruhsal değişim macerasını anlatmak isterken Karakoç’un bu çağrışımdan
yararlanmak istediği düşünülebilir.
Sezai Karakoç, bireysel
bir duyuşun ötesinde
bir medeniyet özlemine
vurgu yapar.
Taha’nın yolculuğu içte ve dışta, kendini var kılma çabası olarak sürer.
Ortaya acılarla sınanmış bir “insan” çıkar. Sahip olduğu, yücelttiği ve ürettiği
değerler, bir uygarlığa vücut verir. Taha’nın ölümü, bir bakıma uygarlığın
ölümüdür. Ancak insan ruhunda gizli medeniyet, küllerinden yeniden yaratılan
Phoenix (Anka) kuşu gibi, Taha’nın kişiliğinde yeniden dirilecektir. Önemli olan
değerler manzumesidir(Örnek şiir için bk. Karakoç, 2004: 355).
Gül Muştuşu Taha’nın, insanın, dolayısıyla Karakoç’un vardığı yeni bir menzili
işaretler. İnsanın, Peygamber aydınlığında kendini tanıması için yapılan çağrı, “gül”
imgesine yüklenerek yeniden ortaya çıkar (Eroğlu, 1981: 84). Şeyh Galip’le arasında
gönül yakınlığı kuran ve ‘gül’ün klasik edebiyattaki bütün çağrışımlarını kullanmak
isteyen şair, özellikle “Peygamber”, “uygarlık”, “diriliş” gibi kavramlar üzerine
yoğunlaşır. Dinî duyuşu, medeniyet tasarımının öznesi kılar.
Karakoç, Zamana Adanmış Sözler’de “atalara uyarak” söze ‘gül’le başlar.
“Gül”, klasik dönemde sıkça kullanılan “peygamber imgesi” olarak bu kez, yaşadığı
çağda ve mekânda kendini sürgün hisseden bir inanmış kişinin sığınak arayışını dile
getirir.
Şair, Çeşmeler, Âyînler, Ateş Dansı, Alınyazısı Saati kitaplarında da diriliş
metaforu çevresinde aynı medeniyet vurgusunu sürdürür. Bireyden topluma
yayılan ve giderek uygarlığa vücut veren bir dinî duyuş, Sezai Karakoç şiirinin
değişmeyen arka planını oluşturur. Karakoç’un düşünsel dayanakları ise, şu
cümlelerde ifadesini bulur: “*B+izim anlayışımızda din, uygarlık ve metafizik,
birbirine kopmaz bağlarla kenetlenmiş, birbiriyle iç içe geçmiş, birbirinden
ayrılmaz, somut bir hakikat bütünü, yaşantısı ve tarihidir.” (Karakoç 1988: 35).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
Bireysel
Etkinlik
Sezai Karakoç, İslami
geleneğin en ünlü
mesnevisi Leyla ile
Mecnun’u çağdaş bir
üslupla yeniden
yorumlar.
“Medeniyetin rüyası, rüyanın medeniyeti” ifadesi, Karakoç’un poetika
kitabının adı olması yanında şiir anlayışını da özetler. Kitaptaki “Na’t” başlıklı yazı
şöyle başlar: “İnsanın ufku mümindir. Müminin ufku Peygamber. Peygamberin
ufku da, mutlak gerçeklerin habercisi, her peygamberi şahsiyetinin katlarında bir
yaprak gibi bulunduran son Peygamber… Peygamber nasıl insanın ufkuysa, Na’t da
şiirin ufkudur. (…) Na’t, insanın, insanı, kendini Peygamber’de araması, gerçeği
O’nun çevresinde dolaşarak bulmaya çalışması, O’na yaklaşmağa çalışarak
yaradılışının sırrına erileceğini idrâk edişidir.” (Karakoç 2007: 103-104)
• Sezai Karakoç’un Küçük Na’t adlı şiirini okuyunuz.
(Gün Doğmadan, s.119-120)
Ebubekir Eroğlu
İslami içeriği metafizik algılarla bütünleştiren Ebubekir Eroğlu (d.1950), Sezai
Karakoç’un çıkardığı Diriliş dergisiyle, kendi çıkardığı Yönelişler dergisinde ortaya
koyduğu şiir birikimi ve şiir üzerine kuramsal yazılarıyla üzerinde durulması
gereken bir isimdir. 1974’te yayımladığı Kuşluk Saatleri kitabını Kayıpların Şarkısı
(1984), Yirmidört Şiir (1991) ve Şahitsiz Vakitler (1998) takip eder. İmgeci bir
söylemin arka planında İslami duyuş hissedilir.
Mavera Şairleri ve İslami Söylem
Sezai Karakoç’un Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu, M. Akif İnan, Alaaddin
Özdenören, Ebubekir Eroğlu gibi şairler üzerinde yalnızca tematik düzeyde değil,
İkinci Yeni deneyimiyle kazanılan tekniğin genç şairlere aktarılması konusunda da
derin bir etki bıraktığı söylenebilir. Bu duyarlık, adı anılan şairlerin birçoğunun yazı
kadrosunda yer aldığı Mavera dergisiyle ortak bir duyuşun örneklerini vermiştir.
Erdem Bayazıt
Sebeb Ey (1973) ve Risaleler (1987) kitaplarıyla Erdem Bayazıt (1939-2008),
çağ ve kent ortamında inanan insanın duyarlığını gündeme getirirken, Sezai
Karakoç’la ortak bir rüyayı yaşar. İslam estetiği temelinde imgeci bir söyleme
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
Erdem Bayazıt’ın
şiirinde kullandığı
imgeler, İslam’ın ve
insanlığın evrensel
değerlerinden beslenir.
sahiptir. İslam’ın bireyi olduğu kadar toplumu da kuşatan iletisine vurgu yapar.
Şiirinde kullandığı imgeler, İslam’ın ve insanlığın evrensel değerlerinden beslenir.
Risaleler’de dış dünyaya ve olaylara inanç perspektifinden bakışın derin izleri
görülür.
Erdem Bayazıt, şiirlerinde kendi medeniyet değerlerinden uzaklaşan modern
çağın mutsuz ve yalnız insanını betimler. Kimi zaman kahırlı bir ruh hâliyle yitik
coğrafyasını ve insanını arar. Bunu yaparken İslam’ın ana kaynaklarından yola çıkar.
İslam medeniyet çevresinin temel değerlerinden biri olan şehri yitirmenin acısıyla
bu şehri yeniden inşa etme hayali kol kola yürür.
Cahit Zarifoğlu
Cahit Zarifoğlu’nda (1940-1987) İşâret Çocukları (1967) ile varlığını sezdiren,
sonra Yedi Güzel Adam’la (1973) açığa çıkan dinî duyarlık, Menziller’den (1977)
geçerek Korku ve Yakarış’la (1985) duanın şiirine yönelir.
Serüven, ilk kitaba adını veren şiirdeki “Yasin okunan, tütsü tüten çarşılardan
geçen baba” ile “düşünde yeşil hırkalar gören ve göğsünden dualar geçen bir
annenin” (Zarifoğlu 2004: 65) himayesinde başlar.
Yolculuk, Yedi Güzel Adam’da
Müslümanlık bilinci ve
Allah’a teslim olma
duyarlığı Cahit
Zarifoğlu’nun şiirdeki
çıkış noktasıdır.
Yoksa aşk hemen kaçmak mıdır dağımıza
Söyleyelim ya hay ya huuu
Yolları aydınlık kıl Yaradan (Zarifoğlu 2004: 138) dizeleriyle sürer.
Zarifoğlu, inanan insanı ve kaynağını dinde bulan evrensel değerleriyle bütün
bir İslam coğrafyasını ve inanan insanları şiirle kucaklamak ister.
Aile, Allah sevgisi, aşk, çocuk ve din gibi temalar, Zarifoğlu şiirini dinî
duyarlıkla buluşturur.
M. Akif İnan
M. Akif İnan (1945-2000) metafizik anlamda soyut bir özü şiirlerine taşır.
İslami geleneğin sesiyle birlikte hissediş biçimini de şiirle ifade eder.
Hicret’te (1974), ruhu tutsaklıktan kurtarma çabası vardır. İç yaşantılarından
koparılan, kendi varlığından habersiz hâle getirilen; inanç, gelenek ve medeniyet
değerlerinden uzaklaştırılan insanın toplumsal çalkantılar içinde Yaratıcı’ya sığınma
isteği dile getirilir. Hicret, toplumsal çalkantılardan kaçış olduğu kadar, kendi özüne
dönüşü de simgeler. Tenhâ Sözler’de (1992), ana tema aşktır. Aşk, her türlü oluşun
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
düzenleyici gücüdür. İlahi aşka yönelir. Hu adlı şiirde bu aşkın ilanı besmele ile
gerçekleşir (Bk. İnan 2006: 20).
Alaaddin Özdenören
Hikâyeci Rasim Özdenören’in ikiz kardeşi olan Alaaddin Özdenören (19402004), Mavera dergisi çevresinde paylaştığı İslami duyuş ve sezişi dingin bir
söyleyişle süsler. Güneş Donanması (1974), Yalnızlık Gide Gide (1996), Şiirler-Bütün
Şiirleri (2002), Özdenören’in şiir birikimini yansıtır. Ayrılık, ölüm, keder gibi
duyguların ağırlıklı olarak işlendiği şiirlerde ince bir duyarlık ve lirik bir söyleyiş
vardır.
Marksist Söylemden İslami Söyleme: İsmet Özel
1960’lı yıllarda Marksist bir tavırla başladığı şiir yolculuğunu 1970’li yıllardan
itibaren İslami duyuş ve düşüncelerle sürdüren İsmet Özel (d.1944), 1974’te yazdığı
Amentü ile yeni bir poetika oluşturur. Özel’e göre özgürlük ve şiir arasında sağlam
bir bağ vardır. Şair, bir özgürlük savaşçısıdır. Kavga adamıdır. Bir tür militandır.
Amentü İsmet Özel’in şiirinde söyleyiş bakımından olmasa da, tematik
açıdan bir milattır. Şair, “İnsan / eşref-i mahlûkattır, derdi babam / bu sözün sözler
içinde bir yeri vardı” (Özel 1981: 127), dizelerinde İslami gelenekten ödünç alınmış
bir sözlükle konuşmaya başlar.
İsmet Özel’in Bir Yusuf
Masalı çağdaş bir
mesnevidir.
Şiirde şair ‘ben’i, geleneksel mümin tavrı temsil eden baba ile ideolojik
yaklaşımı aksiyona dönüştüren oğul arasında gider gelir. Durum tespiti yapar,
bulunduğu konumu sorgular. Yaşadığı duygu, hayal kırıklığıdır. Babanın konumu da,
kendi konumu da özlenen ve olması gereken çizgide değildir. Ruh ve beyin
gelgitleri arasında babanın sözleri yankılanmaktadır. “Hayat / dört şeyle kaimdir,
derdi babam / su ve ateş ve toprak. / Ve rüzgâr.” (Özel 1981: 133).
Şair, İslam mitolojisinde de önemli bir yer işgal eden dört unsur (anasır-ı
erbaa) motifini şiire taşımakla kalmaz, bu dört unsura kendini de ekler. Pişirilmiş
çamurun zifiri kokusu ve ham yüreğin pütürlerini geçer, bir bakıma
gövdeyi/maddeyi ardında bırakır.
“Varoldum kayrasıyla Varedenin / eşref-i mahlûkat / nedir bildim.” (Özel
1981: 133) dizeleri, Özel’in ulaştığı dinî çizginin ifadesidir.
İsmet Özel, Amentü ile başladığı içerik değişimini, Yusuf imgesini kullanarak
tasavvufi bir çizgiye yaklaştırır. Bu, ideolojik bir deneyimden gelen modern bir
şiirin, kaynağını Kuran’da bulan bir kıssaya bağlanması, Kuran’ı referans alan bir
tavra yaslanmasıdır. Ancak Yusuf’un, çağın getirdikleriyle yeniden kurgulanmış bir
imge olduğu unutulmamalıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
Şair eskiyle yeni arasında karşılaştırma yapmayı da ihmal etmez: “Eskiler iz
sürerdi / Biz muttasıl arıyoruz yeni insanlar. / Arıyoruz âlemin iç yüzünden zihnimize
/ Yansıyan bir tasarımla gerçeği.” (Özel 2000: 77).
Bir Yusuf Masalı (1999), teknik olarak çağdaş bir mesnevidir. Münacat, Naat,
Sebeb-i Telif ve Dibace bölümleri dışında “yedi bab”dan oluşan kitapta Özel, tertip
olarak klasik mesneviye sadık kalır.
Münacat adlı ilk bölümde şair, yaratılmaktan ve yaşatılmaktan mutludur.
(Şiir için, bk. Özel 2000: 15).
Aşk, Tevekkül ve Teslimiyetin Şairi: Bahaettin Karakoç
Türkiye Diyanet Vakfı Münacat Ödülünü kazanan Beyaz Dilekçe (1995) ve
ardından yayımladığı Leyl ü Nehar Aşk (1997), Aşk Mektupları (1999), Ihlamurlar
Çiçek Açtığı Zaman-Ay Işığında Serenatlar (2001), Ben Senin Yusuf’un Olmuşum
(2001) ve Sürgün Vezirin Aşk Neşideleri (2004) adlı son kitaplarında, bir mümin
teslimiyeti içinde, Allah’ın ad ve sıfatlarının yorumunu içeren lirik İslami söylemiyle
dikkati çeker.
Bireysel
Etkinlik
Bahaettin Karakoç’un
şiirlerinde ilahi aşk, şiire
vücut veren temel
unsurlar arasında ilk
sırada yer alır. İmanla
kazanılan ruh
zenginliğini hedefler.
Bahaettin Karakoç (d.1930), ilk şiirlerinden itibaren insana ait bütün
değerleri şiirin dünyasına taşır. Allah, insan, tabiat, varlık, hayat, ölüm çevresinde
kaleme aldığı şiirlerde imge yüklü bir dil kullanır. Karakoç’un şiirleri insanın ruh
dünyasını inşa etmeye yönelik metinler olarak okunabilir. Mevsimler ve Ötesi
(1962), Seyran (1973), Zaman Bir Beyaz Türküdür (1974), Sevgi Turnaları (1975), Ay
Şafağı Çok Çiçek (1970), Kar Sesi (1983), İlkyazda (1984), Bir Çift Beyaz Kartal
(1986), Menzil (1991), Uzaklara Türkü (1991), Güneşe Uçmak İstiyorum (1993)
kitaplarında dinî duyuş ve seziş kendini gösterir.
• Bahattin Karakoç’un Beyaz Dilekçe adlı münacatını
okuyunuz.
• Bahattin Karakoç’un Beyaz Dilekçe adlı münacatını
Mehmet Emin Ay’ın sesinden dinleyiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
1980 Sonrası Türk Şiirinde İslami Söylem
1980’den sonra Türkiye’de şiir ferdin iç dünyasına yönelir. Şairler, siyasal
şartların ve toplumsal değişmelerin de sevkiyle daha üstü örtük, daha simgesel bir
şiir dili kurmaya çalışırlar.
Bu genel tablo içinde kimi şairlerde imge yoğunluklu bir İslami söylem dikkati
çeker. 1980 kuşağı içinde İslami söylemin belli başlı şairleri arasında Ali Günvar,
Necat Çavuş, Arif Ay, İhsan Deniz, Nurullah Genç, Hüseyin Atlansoy gibi isimler
sayılabilir.
1980’li yılların sonlarından itibaren Türkiye Diyanet Vakfı’nın düzenlediği
naat ve münacat yarışmaları, edebiyat alanında yeni bir koridor açarken İslami şiire
ivme kazandırır.
Ali Günvar (d.1953) modern şiirle tasavvufi şiiri örtüştüren söyleyişiyle
dikkati çeker. Çarpık Hüzünler Kantatı (1984) ve Anthroponmorphus’ta (1987) yer
alan şiirlerdeki mitolojik ögeler, dinî içeriğinden boşaltılmış kavramlar ve yoğun
anıştırmalar, giderek tasavvuf potasında dönüşüme uğrar. Eyzan’daki (1997) şiirler
sufilere özgü duyarlıktan izler taşır. Şair, tasavvuf terimlerini sıklıkla kullanır. Esma-i
Hüsna’ya (Allah’ın güzel isimlerine) göndermeler yapar. Aruz ölçüsüyle yazdığı
münacat, naat gibi nazım biçimlerini modern şiirin söyleyiş imkanlarıyla buluşturur.
Hıra (1978), Dosyalar (1980), Şiirin Kandilleri (1983), Gökyüzü Saatleri
(1986), İma Kitabı (1989), Bin Yılın Destanı (1992), 20 Yaş Şiirleri (1995) ve en son
toplu şiirlerini ihtiva eden Güne Doğan Koşu (2006) kitaplarıyla tanınan Arif Ay
(d.1953), ilk şiirlerinden itibaren İslami bir duyuşun örneklerini verir. İnsani
değerleri yüceltmek, İslam’ın değer yüklediği insan emeğini kutsamak,
sömürgeciliği lanetlemek, her türlü yozlaşmaya karşı çıkmak, Arif Ay şiirinin önemli
temaları arasındadır. Ülke sorunlarına ve dünyada olup bitenlere kayıtsız kalmayan
şair, şiirleriyle mazlum toplumların yanında yer alır.
Nurullah Genç (d.1960), ilk şiir kitabı Çiçekler Üşümesin (1985)’den itibaren
şiirinin arka planında manevi bir atmosfer kurar. Nuyageva, Yankı ve Hüzün, Aşkım
İsyandır Benim, Siyah Gözlerine Beni de Götür, Yanılgı Saatleri, Denizin Son
Martıları, Aşk Ölümcül Bir Rüyadır, Hüznün Lâlesidir Dünya, Yürüyelim Seninle
İstanbul’da, Müptelâdır Gemiler Benim Denizlerime, Sensiz Kalan Bu Şehri Yakmayı
Çok İstedim, Birkaç Deli Güvercin, Ateş Semazenleri Genç’in şiir yolculuğunun
duraklarıdır. Şair, Çanakkale: Her Şey Yanıp Gül Oldu kitabıyla bir de destan
denemesi yapmıştır.
Yağmur şiiriyle çağdaş Türk şiirine naat türünde bir eser armağan eden
Nurullah Genç, birçok şiirinde simgeler ardına gizlediği geleneksel motiflerle dinî
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
duyarlığın sesini arar. “Yağmur” kelimesiyle İslam’ın Peygamberini sembolleştiren
şair, yer yer İslam tarihine göndermelerde bulunurken, çağından yakınan bir
modern çağ insanı sıfatıyla Hazret-i Muhammed’e duyduğu aşk derecesinde
ihtiyacı dile getirir.
Yağmur, sayrılığıma seninle derman düştü
Beynimin merkezine ölümsüz ferman düştü
Silindi hayalimden bütün efsunu ömrün
Bir dönüm noktasında aklıma Rahman düştü (Genç 1992: 35)
dizeleri, aradığını bulmanın sevincini yansıtır.
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım
Bahîra’dan süzülen bir yaş da ben olsaydım
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım
Senin visalinle bir gülmüş de ben olsaydım
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
Bâtılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım
dizeleri, manevi bir sığınak arayışını hissettirir. (Genç 1992; 25-36)
Nurullah Genç, Gül ve Ben (2003) kitabında, “gül”ün geleneksel
çağrışımlarını hatırlamakla kalmaz, bu imgeyi tarihî bir miras olarak kendi şiirine
taşır.
Şairin “elif, lam, he” (Allah) vurgusuyla başladığı yolculuk; servi, gece, ay,
sabah, güneş gibi tabii unsurların ardından Allah’a sunduğu arzuhalle sürer,
sonsuzluğa ve sonsuz olana kavuşma ile sona erer.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Bireysel
Etkinlik
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
• Nurullah Genç’in Yağmur şiirini okuyunuz. (Genç 1992; 2536)
• Nurullah Genç’in sesinden Yağmur’dan bir bölüm
dinleyiniz.
ÇAĞDAŞ TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA ROMAN VE HİKAYE
Şiirde Mehmet Akif’le başlayan, 1940’lı yıllarda Necip Fazıl’la devam eden,
ardından Sezai Karakoç’la temsil edilen İslami edebiyat, roman ve hikâyeyi biraz
daha gecikmeli olarak tanır.
Roman ve hikâyede İslami arayışlar 1960’lı yılların ikinci yarısında ortaya
çıkar. 1970’li yıllardan itibaren nicelik olarak sürekli artan ve zaman içinde “hidayet
romanları” olarak adlandırılacak bir çizgiye ulaşır.
Türkiye’de İslami roman, Hekimoğlu İsmail’le başlar.
Hekimoğlu İsmail
Dedesinden ödünç aldığı Hekimoğlu İsmail takma adıyla Minyeli Abdullah’ı
kaleme alan Ömer Okçu (d.1932), İslami romanın öncü ismidir.
Hekimoğlu İsmail, İslami
romanın öncü ismidir.
1968 yılında okuyucuyla buluşan Minyeli Abdullah, dindar bir insanın,
yönetimin ve çevrenin yoğun baskıları altında dinini yaşama çabasını ve karşılaştığı
engelleri, takipleri, kovuşturmaları ve hapisleri anlatır. Yazarının ordu mensubu
olması yanında, İslami kimliğin kendini özgürce ifade edememesi gibi nedenlerle,
Hekimoğlu İsmail, romanın mekânını Mısır’ın Minye şehrine taşımıştır.
Edebî niteliği zaman içinde tartışılsa da, Minyeli Abdullah bir ilk örnek olarak
yol açıcı olmuş, İslami roman geleneğini başlatmıştır. Türkiye’de dindar insanlara
roman yoluyla kendilerini ifade etme ve dertlerini dile getirme konusunda seçenek
sunmuştur. İslami içeriği nedeniyle siyasal güçler tarafından birkaç kez toplatılmış
ve yasaklanmıştır. Minyeli Abdullah, 1960 sonrası dinî değerleri benimseyen ve
savunan insanların edebiyat ihtiyacını karşılama işlevi görmüştür. Roman, 1989’da
Yücel Çakmaklı tarafından sinemaya aktarılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
Hekimoğlu İsmail’in ikinci romanı olan Maznun (1970) da, dindar insanların
yaşadığı sıkıntıları içeriden gözleyen bir yazarın eseri olarak değerlendirilebilir.
Yazar, roman yazmaktaki amacını, “İslami hizmet için” ve “zaruri bir vazife” söz
gruplarıyla açıklar. Bu, yazarın sanat anlayışında önceliği roman yazmaya değil,
romanla İslam’a hizmet etmeye verdiğini düşündürür.
Hikayelerden oluşan Menan Cinleri (1990) ise, yazarın insanlardaki
bozulmayı cinlerin bakış açısından yansıttığı, kurgusuyla ilgi çekici bir eserdir.
Eserde okuyucunun mizah duygusuna seslenen yoğun bir ironi dikkati çeker.
2009’da tiyatroya da uyarlanan eserde, gökte uçan, deniz dibinde giden,
yeryüzünde birbirini yiyen, medeni araçlarla birbirlerini çarpan, böylece cin
kavmini işsiz bırakan insana eleştiriler getirilir ve çözüm için fıtrata dönmek
gerektiği sezdirilir.
Şule Yüksel Şenler
Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah’la açtığı yoldan, Şule Yüksel Şenler (d.
1938) Huzur Sokağı ile geçer. Huzur Sokağı, 1969’da yayımlanır ve büyük ilgiyle
karşılanır. Zaman içinde en çok okunan İslami romanlar arasında yer alır.
Romanın, başlangıçta dinî değerlere alaycı bir tavırla yaklaşan kahramanı
Feyza, aşkın değiştirici gücünün de etkisiyle yeni bir hayata başlar ve dindar bir
kimliğe bürünür. Kızıyla birlikte hayatını sürdürmeye çalışırken, yüceltilmiş bir aşkı
da ruhunda taşır.
Huzur Sokağı dindar gençler arasında çağdaş bir Leyla ile Mecnun hikâyesi
olarak da okunmuştur. Roman 1970’te Yücel Çakmaklı tarafından sinemaya
uyarlanır.
Huzur Sokağı hidayet
romanları’nın ilk
örneğidir.
.
Türkiye’de “hidayet romanları”nın ilk örneği olarak dikkati çeken Huzur
Sokağı’nın ardından modern, Batılı, ateist kahramanların roman içinde
dindarlaşması şablonu üzerine kurulan onlarca roman yazılır. Kurguda yapaylık ve
olay akışında güdümlülük yanında tip ve karakter oluşturamamak da bu tür
romanların zaafı olarak görülebilir.
Hüseyin Karatay (d.1937), Kıbrıslı, İsyan Eşiği, Hayal Tutkusu, Ana, Sürgün
Öğretmen; Sevim Asımgil (d.1939), Dilara, Terk etme Beni, Siyah Zambak ve Merve,
Düğünümde Ağlama, Ayrılan Kalpler, Sevda Geri Dön, Diana; Raif Cilasun (d.1940),
Beklenen Sabah, Kutsal Çile, Gafiller. Haram Lokma, Oğlum Osman, Kızım Ayşe,
Dinmeyen Gözyaşları, Bir Annenin Feryadı; Ahmed Günbay Yıldız (d.1941), Yanık
Buğdaylar, Çiçekler Susayınca, Günahın Rengi, Ekinler Yeşerdikçe, Boşluk, Figan,
Sitem, Üç Deniz Ötesi, Aynada Batan Güneş, Sokağa Açılan Kapı; İbrahim Ulvi Yavuz
(d.1942), Dikenli Yollar, Baharı Beklerken, Düşlerin Rengi Soldu, Küllenmiş Acılar,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
Kıyam Vakti; Emine Şenlikoğlu (d.1953), İmamın Manken Kızı, Sevgide Hiç Vefa Yok
mu?, Çin İşkencesi, İdamlık Genç; Talat Uzunyaylalı (d.1955), Sabrın Suskun Sesi,
Taht ve Baht, Paylaşılamayan Topraklar, Efsane Kadın Nene Hatun; Halit Ertuğrul
(d.1956), Kendini Arayan Adam, Aysel, Ateşte Yeşerdim, Secdede Son Nefes, Sevda,
Düzceli Mehmet; Mecbure İnal (d.1963), Gündönümü; Ya Niçin Deniz Olmuyorsun,
Aşk-ı Pervane, Zambaklar Cennet Açar, Kuş Kaderle Uçar, Sızı, Beklenen gibi
romanlarıyla benzer nitelikte oluşumlar ve dönüşümler kurgularlar.
Batılı yaşama tarzıyla dinî hayat arasındaki çatışma, roman kahramanlarının
kişiliğinde ret ve kabul cepheleri oluşturur. Önceleri dinî hayatı ret cephesinde yer
alan olay kişisi, yaşadığı çelişkiler ve bunalımlar sonucunda, karşı tarafı temsil eden
kahramanların davranışsal ve sözel etkisiyle kabul cephesine geçer. Modernizmin
ruh planında çökerttiği insanların ‘insan kalabilmek için’ İslama yönelişleri ve bu
uğurda verdikleri mücadele birçok romanın temel gücünü oluşturur.
Hasan Nail Canat (d.1944), Bir Avuç Ateş, Nur Dağındaki Çocuk, Gül Yarası,
Yaralı Serçe…; Sadettin Kaplan (1944), Uçurumun Çağrısı; Bir Demet Leyla, İğde
Dalı, Uçurumun Çağrısı, Şerif Benekçi (d.1952) Şimdi Ağlamak Vakti, Kırlangıçlar
Erken Göçtü, Bir Şafak Yürüyüşü, Kumsalı Olmayan Ada, Güvercin Geçidi, Recep
Şükrü Apuhan (d.1958); Nurullah Genç (d.1960), Tutkular Keder Oldu, Yollar
Dönüşe Gider, İntizar; İsmail Fatih Ceylan (d.1962) Kapanmayan Yara, Sabahsız
Geceler, Bir Buket Gül, Son Sabah, Zirvedeki Yalnızlık; Hurşit İlbeyi (d.1963)
Irmaklar Denize Akar, İslami duyarlığı dile getiren diğer yazarlardandır.
Bireysel
Etkinlik
Çınlayan Kubbeler adlı hikaye kitabıyla başladığı yazarlık serüvenini, şehir,
medeniyet, hayat ve İslam konulu denemelerle sürdüren İslam Yaşar (d.1953) da
Yılanın Teri, Karanlığın Gölgesi gibi toplumsal içerikli anlatılarıyla listeye eklenebilir.
Yaşar, çağdaş bir hamse olarak nitelediği ve “Bediüzzaman Beşlemesi” adını verdiği
belgesel nitelikte nehir romanlar da yazmıştır.
• Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı romanından bir bölüm
okuyunuz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
Yavuz Bahadıroğlu
Hekimoğlu İsmail ve Şule Yüksel Şenler’in ardından Yavuz Bahadıroğlu
(d.1945) İslami tarih romanının öncü ismi olarak dikkati çeker. 1972’de yazdığı
Sunguroğlu romanıyla tarihî roman vadisinde adım atan Bahadıroğlu, nüfus
kimliğindeki Niyazi Birinci adıyla da İslami çocuk kitapları yazar. Unutulan ve
unutturulan manevi değerleri tarihî roman aracılığıyla topluma kazandırmaya
çalışır.
Yavuz Bahadıroğlu,
İslami tarihî roman
türünün öncü yazarıdır.
.
Buhara Yanıyor, Elvedâ Buhara, Malazgirt’te Bir Cuma Sabahı, Kırım Kan
Ağlıyor, Şehzade Selim, Sel, Köprübaşı, Mavi Yıldız, Endülüs’e Veda, Cem Sultan 1-2,
Dördüncü Murad 1-2, Merhaba Söğüt, Kirazlımescit Sokağı gibi tarihi romanları
yanında Yolbaşı, Boşlukta Yürümek, Keşmekeş, Yürek Seferi, Uzaklar Yakındır gibi
güncel toplumsal romanlarında da İslami duyarlığı dile getirir. Ayrıca Barla’da
Diriliş ve Zindanda Şahlanış romanlarıyla da Said Nursi’nin hayatını romanlaştırır.
İslami tarihî roman türünün bir diğer ismi A. Yılmaz Boyunağa’dır Yılmaz
Boyunağa (1935-1995) Fetih Sancakları’nda Preveze savaşını, Hind Sularında’da
Seydi Ali Reis’in leventleriyle Hindistan’da gerçekleştirdiği deniz ve kara savaşlarını;
Endülüs Şahini, İspanyanın fethi ve Endülüs devletinin kuruluşunu; Malazgirt’in Üç
Atlısı’nda Malazgirt zaferini, Kan ve Gül’de Altınordu devletinin Müslüman oluşunu,
Kırık Hançer’de Hinduların elinde bulunan ve Gazneli Mahmut’un ordusuna karşı
kullanılacak olan kutsal hançeri almak için akıncıların verdiği mücadeleyi anlatır.
Ali Nar
Dünya İslami Edebiyat Birliği üyesi ve birliğin Türkiye temsilcisi olan Ali Nar
(d.1938), eserlerinde dinî motif ve unsurları öne çıkaran isimlerdendir. İslami
Edebiyat dergisini çıkararak bir gelenek oluşturmuş, İslami edebiyat kuramıyla ilgili
çalışmalar yapmış, Edebiyatın İslamcası
kitabında kuramsal düşüncelerini
özetlemiştir. Necip el-Keylânî’nin Medhal ilâ Edebi’l-İslâmî adlı eserinden Türkçeye
aktardığı İslami Edebiyata Giriş adlı eser, kuramsal anlamda olduğu kadar
kavramsal çerçevenin belirlenmesinde de bir ilk çeviri olarak önemlidir.
Bilim kurguya yakın ütopik ve fantastik ögeler barındıran Arılar Ülkesi, Uzay
Çiftçileri gibi romanları, çağdaş Türk İslam edebiyatının ilgi çekici örnekleri
arasında yer alır.
Ali Nar, tiyatro türünde yazdığı Muhtar Kafası, Koro, Ruh Paraziti ya da
Porselen Dişli Bürokrat, Hayır ve Fetih gibi eserlerde bazen ciddî bir tebliğ uslubu,
bazen de mizah ve simgesel anlatımın buluştuğu bir telkin üslubu kullanır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
Rasim Özdenören
İslami roman ve hikâyeyi öncekilerden daha estet çizgide sürdüren
yazarlardan ilki Rasim Özdenören’dir (d.1940).
Denize Açılan Kapı ve İmkânsız Öyküler insanın kendi gerçeğini ararken
ulaştığı fıtri derinliği dile getirir.
Özdenören, yayımlanmış tek romanı Gül Yetiştiren Adam’da İslami kimliği
sezdirilen kahramanın modernleşme, yanlış Batılılaşma ve kültürel yozlaşma
karşısında kendi değerlerine sadık kalma çabasını hikaye eder.
Mustafa Kutlu
Kutlu (d.1947), hikmet, kıssa ve tasavvuf çizgisinde yazdığı hikâyelerde
çağdaş Türk İslam edebiyatının en önemli hikâye yazarlarındandır. Ortadaki Adam
ile Anadolu insanını ve taşra hayatını sevecen bir yaklaşımla ele alan Kutlu, zaman
içinde kıssa anlatma geleneğinden yararlanarak hikmet arayışı içinde eserler verir.
Yokuşa Akan Sular, Yoksulluk İçimizde Ya Tahammül Ya Sefer, Bu Böyledir,
Sır, Hüzün ve Tesadüf gibi kitaplarında bir yanıyla tasavvufi çizgiye varan bir
duyarlığı dile getirir. Zaman ve eşya karşısında ferdin durumu, hayat, ölüm, dünya,
ahiret, iman, kaza, kader, hidayet, ibadet, dergâh, hayır ve şer gibi kavramlar
Mustafa Kutlu hikâyesinin tematik zenginliğini oluşturur.
Bireysel
Etkinlik
Özdenören’in hikaye dili
ustaca, üslubu şiirseldir.
İlk hikaye kitabı Hastalar ve Işıklar’dan itibaren insan ve eşya betimlemeleri
ve ruh çözümlemeleriyle insanı anlatan Özdenören, ikinci kitabı Çok Sesli Bir
Ölüm’de, kültür değişmelerinin getirdiği iletişim çatışmaları, susturulmuş
duyguların yol açtığı insanlık trajedileri, inanan insanın ölümü hiçlik ve yokluk
olarak değil, “tebdil-i mekân” olarak gören tavrı vurgulanır. Çözülme’de ise
toplumu ve aileyi ayakta tutan manevi değerlerden uzaklaşmanın çözülmeye yol
açacağı, dil ustalığıyla ve şiirsel bir üslûpla anlatılır. Çok Sesli Bir Ölüm ve Çözülme
adlı hikâyeleri 1977’de televizyon filmi olarak da çekilmiş ve TRT’de yayımlanmıştır.
• Mustafa Kutlu’nun Mürit adlı hikayesini okuyunuz (Sır,
İstanbul 1991)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
Nazan Bekiroğlu
1997’de yayımladığı Nun Masalları adlı hikâye kitabıyla edebiyat dünyasına
giren Nazan Bekiroğlu (d.1955), metinlerini tasavvuf kültürü ve İslami motiflerle
süsler. Kuran-ı Kerim’de “ahsenü’l-kasas” (kıssaların en güzeli) olarak anılan Yusuf
kıssasını çağdaş edebiyatın imkanlarıyla yeniden yazar. Yusuf ile Züleyha adlı bu
eserde, yazarın kurguya katkısı yanında özgün yorumları da söz konusudur.
İkinci romanı İsimle Ateş Arasında Osmanlı coğrafyasında gücü/iktidarı
temsil eden padişah ile padişahın gücünü hem kabullenen hem de tehdit eden
yeniçeriler arasındaki çatışma üzerine kurulur. Roman kahramanlarından biri olan
Numan’ın kişiliğinde aşk duygusuyla çıkarlar arasındaki çatışma da romanın üzerine
kurulduğu ikinci eksen durumundadır. Romandaki asıl tema adlar, sıfatlar, imgeler
ve simgeler üzerinden yürüyen değerler çatışmasıdır.
Lâ-Sonsuzluk Hecesi’nde ise yine Kuran-ı Kerim’de anlatılan Hazret-i Âdem
ve Havva kıssasından yola çıkarak var oluş, insan, isyan, nisyan ve teslimiyet gibi
değerler üzerinden bir hikâye kurgular. Roman yaratılış, cennet, yasak meyve ve
dünyaya sürgün edilme gibi kavramlar üzerine özgün yorumlar ve yaklaşımlar
içerir.
İskender Pala
Akademisyen yazar İskender Pala (d.1957), klasik edebiyatın anlatma
formlarından yararlanarak divan kültürünü yansıtan tezli romanlar kaleme alır. İlk
romanı Babilde Ölüm İstanbul’da Aşk bilimkurgu, mesnevi ve post modern romanın
kesiştiği bir eserdir. Romanda olay örgüsü, Fuzuli’nin sırrını saklayan Leyla ile
Mecnun mesnevisi çevresinde oluşturulur. Başta rahipler, gizli servis ajanları,
hazine avcıları olmak üzere herkes bu gizemli kitabın peşindedir. Kitabı korumak
isteyenlerle yok etmek isteyenler arasındaki çatışma, olay örgüsünü biçimlendirir.
Üç yüz elli yıllık bir dönemi kuşatan olaylar, dönemin saray hayatına ilişkin birçok
ayrıntıyı barındırır.
İskender Pala’nın ikinci romanı Katre-i Matem, Lale devrinde geçen gizemli
bir olayı anlatırken, ilginç kurgusuyla ve taşıdığı kültür unsurlarıyla dikkati çeker,
Şah&Sultan ise Türk İslam tarihinin tartışmalı olaylarından Yavuz Sultan
Selim ve Şah Sultan arasındaki mücadeleyi tarafsız bir gözle, roman kurgusu içinde
okuyucuya sunar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
33
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
Sadık Yalsızuçanlar
Sadık Yalsızuçanlar (d.1962) Şehirleri Süsleyen Yolcu, Gerçeği İnciten
Papağan, Kuş Uykusu, Güzeran, Halvet Der Encümen, Varlığın Evi, Bir Yolcunun
Hâlleri, Sırlı Tuğlalar, Hiç (2004), Garip, Ayan Beyan gibi hikâye kitaplarıyla nur
risalelerinden beslenen imge yoğunluklu bir dil kurar. Yakaza, romanıyla uzun
soluklu metinler kaleme almaya başlar. Bazen roman, bazen anlatının sınırları
içinde gezinir. Metinlerin arka planında simgelerle ifadesini bulan, derin bir İslami
duyarlık sezilir.
Yalsızuçanlar, bazı
romanlarında menkıbe
diliyle roman dilini
birleştirir.
Yakaza’da taşrada görev yapan bir öğretmenin uyku ile uyanıklık arasında
yaşadığı iç yolculuk hikâye edilir. Roman kahramanı bir kasaba ortamında kendi
gerçeğini arar. İyi bir gözlemci ve izlenimcidir. Toplumsal yapıyı ve insan ilişkilerini
gözlemler. Bencilliklerin ve digergâmlıkların, zaaflar ve erdemlerin karşı karşıya
geldiğini görür.
Sadık Yalsızuçanlar’ın metinleri, hikmet çevresinde kurgulanır. Gezgin’de
Mağribli bilge İbni Arabi’nin kendi ruh dünyasında yaptığı yolculuk hikâye edilir.
Anlatılan bir arif, bir veli, bir kâmil insanın hikâyesidir. Yazar, zaman zaman
menkıbe diliyle roman dilini birleştirir. Gezgin, yazarın deyişiyle “geleneksel bir
roman ya da çağdaş bir menkıbe” olarak tanımlanabilir.
Anka’da Niyazi Mısrî’nin efsanevi hayatı, bir doktora öğrencisinin dikkatiyle
ve bilinçakışı tekniğiyle dikkatlere sunulur.
Cam ve Elmas’ta, mutasavvıf Ebu’l Hasan Harakanî’nin hayatı, Kars’a
belgesel film çekimi için giden bir kameramanın gözünden aktarılır.
Dem’de 1970’li yıllar Anadolu’sunda genç bir öğrencinin Said Nursi’yi ve nur
risalelerini tanıma serüveni ve hayatında meydana gelen değişiklikler ilgi çekici bir
kurgu ile dikkatlere sunulur. Vefa Apartmanı’nda ise Menderes dönemine ait
olaylar anlatılır.
Yalsızuçanlar Kerem ile Aslı hikâyesini ve İslam kültür coğrafyasında doğmuş
eserlerden seçtiği kıssa, menkıbe ve hikâye örneklerini Hikmet Öyküleri, Saadet
Çağından Öyküler, Erdem Öyküleri, Derviş Öyküleri, Rehber Öyküleri ve Sufi Öyküler
adıyla yeniden yazdı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
34
Bireysel
Etkinlik
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
•Sadık Yalsızuçanlar’ın Anka romanından bir bölümü okuyunuz.
(Anka : İstanbul 2008, s.44-47)
Çağdaş Türk İslam edebiyatında dikkate değer bir seviye tutturmayı başaran
başka isimler de vardır:
Bireysel
Etkinlik
Geçmiş Zaman Aynası hikâye kitabı, Kaybolmuş Günler, Dönemeç (1980) ve
Güzel Ölüm romanlarıyla Mustafa Miyasoğlu (d.1946); Söylenmeyen, Gel İçimde
Ağla, Akrebin Dansı gibi hikâye kitapları yanında Aziz Sofi, Ankara’da Ölüm ve
Fetva Yokuşu romanlarıyla Durali Yılmaz (d.1948); Evdeki Yabancı, Sesim Bana
Yetmiyor, Sarıldığım Soğuk Ceset, Sokağın Adı Issız, Ay Işığında Vav’ın Odası,
Zamanların Öyküsü, Yalnızlık Sarkacı, İçim Su Berraklığında, Kapıda Bir Çift
Ayakkabı, Renklerin Dansı hikâye kitaplarıyla, Yitik Yaşamın Güncesi ve İki Ateş
Arasında Aşk romanlarıyla Ali Haydar Haksal (d. 1951); Nefes, Örtü ve Kim
romanlarıyla Nuriye Akman (d.1957); Ağzı Var Dili Yok Şehrazat, Azize’nin Son
Günü, Suya Düşen Dantel hikâye kitapları ve Bana Uzun Mektuplar Yaz, Seni
Dinleyen Biri romanlarıyla Cihan Aktaş (d. 1960); Tanımsız ve Sahurla Gelen
Erkekler hikâye kitaplarıyla Halime Toros (d.1960), Senin Hikâyen hikâye kitabı ve
Hiçbiryer adlı romanıyla Fatma Karabıyık Barbarosoğlu (d.1962), İslami hikâye ve
romanın üzerinde önemle durulması gereken isimlerindendir.
•İslami kavram ya da bilgilerin roman ve hikaye yoluyla
aktarılması, hikaye ve romanlarla İslam’ın tebliği konusunda neler
düşünüyorsunuz?
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
35
Özet
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
•Tanzimat’tan millî edebiyat dönemine şiirde İslami motifler
gelenekten farklı olarak yer almaya başlar. Batıdan gelen akılcılık,
geleneksel imanla birleşirken, şairler tereddütler yaşar. Şinasi, Ziya
Paşa ve Abdülhak Hamit’te bu tereddütlere rastlanır.
•20. Yüzyılda Türk İslam edebiyatının öncü şairi Mehmet Akif Ersoy’dur.
Yedi kitaptan oluşan Safahât’ında İslam tarihinden örnek olaylara,
ayet ve hadislerin manzum yorumlarına yer verir. Duanın şiirini yazar.
Didaktik manzum hikayeler kaleme alır. Yahya Kemal, Türk İslam
medeniyetinin şiirini yazarken şiiriyet değeri yüksek eserlere imza atar.
Mevlevi kültüründen beslenen Arif Nihat Asya, dinî içerikli şiirleriyle
tanınır. Necip Fazıl ise İslami şiirde bir zirveyi temsil eder.
•Çağdaş Türk İslam şiirinde Sezai Karakoç, İsmet Özel, Bahaettin
Karakoç, Mavera şairleri (Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu, M. Akif İnan,
Alaaddin Özdenören…) ve 1980 sonrası şairler (Ali Günvar, Arif Ay,
Nurullah Genç, Hüseyin Atlansoy…) dikkati çeker.
•1960’lı yılların sonunda Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah’ıyla
başlayan ve Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı’yla süren İslami
romanı, olay kahramanlarının sonradan değişerek dindar bir kimlik
kazanması şeklinde tanımlanan “hidayet romanları” izler ve 1980’li
yıllarda bu tür romanlar nicelik olarak artış gösterir.
•Sonraki yıllarda Rasim Özdenören, Mustafa Kutlu, Nazan Bekiroğlu,
Nuriye Akman, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Sadık Yalsızuçanlar gibi
yazarlar, daha nitelikli romanlarla Türk İslam edebiyatına önemli
katkılarda bulunurlar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
36
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Münacat’ıyla tanınan ve geleneksel dinî inancı Batıdan gelen akılcılıkla
birleştiren Tanzimat yazarı aşağıdakilerden hangisidir?
a) Namık Kemal
b) Muallim Naci
c) Abdülhak Hamit Tarhan
d) Ziya Paşa
e) Şinasi
2. Tevfik Fikret için aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
a) İlk gençlik yıllarında Tevhit, Sabah Ezanında gibi şiirler yazmıştır.
b) Çocukluktan itibaren inanma problemi yaşamıştır.
c) Yazdığı Tarihikadim nedeniyle Mehmet Akif Ersoy’la kalem kavgasına
girmiştir.
d) Huzursuz bir mizacın sahibidir.
e) Rübabışikeste ve Şermin adlı eserlerin şairidir.
3. Aşağıdakilerden hangisi, Mehmet Akif’i tanımlamak için kullanılamaz?
a) 20. yüzyılda Türk İslam edebiyatının öncü şairidir.
b) Şiirlerinde insanları Kuran’ın evrensel mesajını kavramaya çağırır.
c) Safahat adlı eseri yedi kitaptan oluşur.
d) Sürekli ümitsiz ve karamsar bir ruh hâlinin şiirini yazmıştır.
e) Bazı manzumelerinde ayet ve hadisleri yorumlamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
37
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
4. Aşağıdaki şairlerden hangisi naat yazmamıştır?
a) Arif Nihat Asya
b) Nurullah Genç
c) Yahya Kemal Beyatlı
d) Mehmet Akif Ersoy
e) Sezai Karakoç
5. Türkiye’de İslami romanın öncü ismi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Hekimoğlu İsmail
b) Arif Nihat Asya
c) Mehmet Akif Ersoy
d) Necip Fazıl Kısakürek
e) Sezai Karakoç
6. Aşağıdakilerden hangisi Mavera grubuna mensup şairlerden değildir?
a) Cahit Zarifoğlu
b) Erdem Bayazıt
c) M. Akif İnan
d) Alaaddin Özdenören
e) Ali Günvar
7. İslami roman türünün ilk örneği aşağıdaki romanlardan hangisidir?
a) Minyeli Abdullah
b) Maznun
c) Huzur Sokağı
d) Oğlum Osman
e) Yanık Buğdaylar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
38
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
8. Aşağıdaki romanlardan
değerlendirilemez?
hangisi
İslami
roman
başlığı
altında
a) Huzur Sokağı
b) Çalıkuşu
c) Menan Cinleri
d) La-Sonsuzluk Hecesi
e) Kendini Arayan Adam
9. Aşağıdakilerden hangisi, Sadık Yalsızuçanlar’ın İbni Arabi’nin hayatı
çevresinde yazdığı romandır?
a) Anka
b) Dem
c) Gezgin
d) Cam ve Elmas
e) Yakaza
10.Aşağıdakilerden hangisi nitelikli romanlarıyla İslami edebiyata katkıda
bulunan yazarlardan biri değildir?
a) Rasim Özdenören
b) Fatma Karabıyık Barbarosoğlu
c) Nazan Bekiroğlu
d) Emine Şenlikoğlu
e) Cihan Aktaş
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
39
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akay, Hasan (Eylül 2005), “Hakikat Peşinde Koşan Şiirin Trajik Kahramanı Tevfik
Fikret”, Gösteri, S. 273.
Aktaş, Hasan (2001), Türk Şiirinde Din ve Tasavvuf: Konya.
Aktaş, Şerif (2003), Yenileşme Dönemi Türk Şiiri ve Antolojisi I, 2.Baskı: Ankara.
Arat, Reşid Rahmeti (1991), Eski Türk Şiiri: Ankara.
Asya, Arif Nihat (1973), Dualar ve Âminler: İstanbul.
Ay, Arif (2006), Güne Doğan Koşu-Toplu Şiirler: Ankara.
Aydoğan, Mustafa (2005), “Şiirin Ufku: Esselâm”, Hece Dergisi Necip Fazıl Özel
Sayısı, Sayı: 97, Ocak.
Beyatlı Yahya Kemal (1994), Kendi Gök Kubbemiz: İstanbul.
Beyatlı, Yahya Kemal (1993), Eski Şiirin Rüzgârıyla: İstanbul.
Bilgegil, M.Kaya (1959), Abdulhak Hamid’in Şiirlerinde Ledünni Meselelerden Allâh
I: İstanbul.
Ceylan, İsmail Fatih (2000), Romancının Romanı-Yavuz Bahadıroğlu ve Eserleri,
2.Baskı: İstanbul.
Doğan, Muhammet Nur (2002), Şeyh Galib-Hüsn ü Aşk: İstanbul.
El-Keylânî, Necip (1988), İslami Edebiyata Giriş, (Çev. Ali Nar): İstanbul.
Enginün, İnci (2003), Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, 3.Baskı: İstanbul.
Eroğlu, Ebubekir (1981), Sezai Karakoç’un Şiiri: İstanbul. Eroğlu, Ebubekir (1981),
“İslami Edebiyat Terimi”, Yönelişler, Sayı: 7, Ekim.
Ersoy, Mehmet Âkif (2001), Safahat, (Hzl. C.Kurnaz, vd: İstanbul.
Genç, Nurullah (1992), Yankı ve Hüzün: İstanbul.
Göçgün, Önder (1999), Namık Kemal’in Şairliği ve Bütün Şiirleri: Ankara.
Göçgün, Önder (2001), Ziya Paşa’nın Hayatı, Eserleri, Edebî Kişiliği, Bütün Şiirleri ve
Eserlerinden Açıklamalı Seçmeler: Ankara.
Gündüz, Osman (2009), “Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı”, Yeni Türk Edebiyatı El
Kitabı, 5.Baskı: Ankara.
İnan, M. Âkif (2006), Hicret, 3.Baskı: Ankara.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
40
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
İnan, M. Âkif (2006), Tenha Sözler, 2.Baskı: Ankara.
İpek, Selahaddin (Ocak 2003), “Bir Şairin Var Oluş Serüveni: Taha’nın Kitabı”, Hece,
Sayı: 73.
Kâhyaoğlu, Orhan (1997), “80’li Yılların Şiir Adasında”, Ludingirra, S.2.
Kaplan, Mehmet (1976), Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar I: İstanbul.
Karakoç, Sezai (2007), Edebiyat Yazıları I-Medeniyetin Rüyası Rüyanın Medeniyeti
Şiir, 4.Baskı: İstanbul.
Karakoç, Sezai (2004), Gün Doğmadan, 4.Baskı: İstanbul.
Karataş, Turan (1988), Doğunun Yedinci Oğlu: Sezai Karakoç: İstanbul. Kısakürek,
Necip Fazıl (1973), Esselâm: İstanbul.
Kısakürek, Necip Fazıl (2001), Çile, 44. Baskı: İstanbul.
Koç, Turan (2003), “Cahit Zarifoğlu ve Şiiri”, Cahit Zarifoğlu-Yürek Safında Bir Şair:
İstanbul.
Korkmaz, Ramazan ve Tarık Özcan (2009), “Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri”, Yeni
Türk Edebiyatı El Kitabı, 5.Baskı: Ankara.
Mignon, Laurent (Ocak 2003), “Kaldırımlar’dan Monna Rosa’ya”, Hece Diriliş Özel
Sayısı, S: 73.
Nar, Ali (2008), Edebiyatın İslamcası: İstanbul.
Okay, Orhan (1989), Mehmed Âkif-Bir Karakter Heykelinin Anatomisi: Ankara.
Okay, Orhan (2000), Necip Fazıl Kısakürek: İstanbul.
Okay, Orhan (2003), “Makber”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi: İstanbul.
Okay, Orhan (2005), Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı: İstanbul.
Oktay, Ahmet (1993), Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı 1923-1950: Ankara.
Özel, İsmet (1981), Şiir Kitabı: İstanbul.
Özel, İsmet (2000), Yusuf Masalı: İstanbul.
Parlatır, İsmail ve Nurullah Çetin (2004), Tevfik Fikret-Bütün Şiirleri: Ankara.
Sağlık, Şaban (2003), “Tanrı’nın Gözüyle Bakış Penceresi” Yahut Sezai Karakoç’un
”Âyinler”i, Hece Dergisi Diriliş Özel Sayısı, Sayı: 73, Ocak.
Tanpınar, Ahmet Hamdi (1977), Edebiyat Üzerine Makaleler: İstanbul.
Tanpınar, Ahmet Hamdi (1988), 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 7.Baskı:
İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
41
Çağdaş Türk İslam Edebiyatı
Tevfik Fikret (1985), Rübâb-ı Şikeste ve Diğer Eserleri: İstanbul.
Tosun, Necip (2004), Türk Öykücülüğünde Mustafa Kutlu: İstanbul. Türk Dili ve
Edebiyatı Ansiklopedisi (1979), c.3: İstanbul.
Yıldız, Saadettin (1997), Arif Nihat Asya’nın Şiir Dünyası: İstanbul.
Zarifoğlu, Cahit (2004), Şiirler, 5.Baskı: İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
42
İÇİNDEKİLER
METİN İNCELEMELERİ
• Niyazi Mısri: Tevhit
• Fuzuli: Münacat
TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
HEDEFLER
Doç. Dr. Alim YILDIZ
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Türk İslam Edebiyatı nda Tevhit türünü
kavrayabilecek ,
• Türk İslam Edebiyatı nda Münacat tarzını
tanıyabilecek,
• Metin incelemesi hakkında bilgi sahibi
olabileceksiniz.
ÜNİTE
14
Metin İncelemeleri
GİRİŞ
Şiir, edebiyatımızın en önemli alanlarından biri ve başta gelenidir. İslam
dinine giren Türkler, yeni bir medeniyete kapı aralamışlar ve girmiş oldukları bu
dine hem kılıçlarıyla hem de kalemleriyle hizmet etmişlerdir. İslam dininin her
sahasında çeşitli eserler kazandırdıkları gibi, bu dinin hemen her konusunu şiirin de
konusu kabul ederek sayısız manzum eserler vermişlerdir.
Şiir, anlam katmanlarından oluşan bir yapıya sahiptir. Osmanlı döneminde
ayet ve hadislerin anlaşılmasına yönelik yapılan çalışmalarla birlikte şiirde de şerh
ve tahlil yöntemleri uygulanmış ve birçok şiir şerh edilmiştir.
Şiir yorumu, yazılan manzumelerin anlaşılmasında oldukça önemlidir.
Özellikle tasavvufi anlamlar içeren şiirlerin yorumlanmasında Kuran ve hadis bilgisi
yanında diğer İslami ilimlerin de iyi bilinmesi gerekmektedir. Her bir şiir
okuyucusunda bu donanımın beklenmesi de mümkün değildir.
Türk İslam edebiyatı manzum edebî türlerinden tevhit ve münacat hemen
her şairin divanlarının ya da mesnevilerinin başında yer verdikleri iki edebî türdür.
Biz bu ünitede, Niyazi Mısri’nin “peydâ” redifli tevhidi ile Fuzuli’nin “bana” redifli
münacatını incelemeye çalışacağız.
NİYAZİ MISRİ: TEVHİT
Tevhit, kelime olarak “birlemek” anlamına gelmektedir. Istılah olarak da,
Allah’ın varlığına ve birliğine dair yazılan manzum ve mensur eserlere tevhit ismi
verilmiştir.
Manzum tevhitler, çoğunlukla kaside, gazel, mesnevi nazım şekilleriyle
yazılmıştır. Tevhitlerde işlenen konular, ayet ve hadislerden alıntılar yapılarak veya
bu iki ana kaynaktan faydalanılarak kaleme alınmışlardır.
Konuyla ilgili yayın yapan araştırmacılar, tasavvufi ve dinî olmak üzere iki tür
tevhitden bahsetmektedirler. Ancak, tasavvufi tevhitlerle dinî tevhitleri birbirinden
ayırt etmek de oldukça güçtür. Nihayetinde tasavvuf da dinin içerisindedir.
Tevhitlerde, öncelikle, Allah’ın zati ve sübuti sıfatları yer almaktadır. Dinî
tevhitlerde, Âdem Peygamber’i topraktan yaratmış olan Allah’ın ilminde saklı ve
gizli varlıkların kudret kalemiyle meydana gelişi, zuhur edişi anlatılır.
Tevhitlerde yer alan konuları şu şekilde sıralamak mümkündür:
- Vahdet-i vücut (varlıkta birlik) inancına göre, kainatta var olan her şey
vehim, hayal, aynadaki akis ve gölgeler gibidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Metin İncelemeleri
- Kainat, Allah’tan bir nişan ve alamettir. Eserden müessire (cüz’den küll’e)
intikâl edip kesrette vahdeti (çoklukta birlik), mahlukta Halık’ı idrak etmeli,
anlamalıdır.
- Allah, akıl sahipleri tarafından bilinir, fakat gözlerden gizlenmiştir. Onu
dünya gözüyle görmek mümkün değildir.
- Allah’ın zatı idrak edilemez ve buna insan güç yetiremez. İnsan aklı onu
anlamaktan acizdir.
- Allah mülkün sahibi, şehadet ve gayb âleminin Halık’ıdır.
- Allah, nasıllık ve nicelikten münezzehtir. O’nun keyfiyetini anlamak isteyen
sapıklıkta ve yanlış yoldadır.
- O, kıyısı olmayan bir okyanustur. Bu, Hakk’ın sonsuz ve sınırsız, zaman ve
mekan kayıtlarından uzak olduğunu ifade eder.
- Allah’ın eşi ve ortağı yoktur. Herkes ona muhtaçtır; ama o hiç kimseye
muhtaç değildir.
- Evvel, ahir, zahir ve batın odur. Bütün varlık ve eşyada onun nuru zahir
olmuş, tecelli etmiştir. Eşya, vehimler ve hayallerden ibarettir. Hâlbuki bi-zatihi
mevcut ve var olan sadece Allah’tır. O, ezelî ve ebedîdir. Cemal ve Celal sahibidir.
- O, merhametlilerin
ekremülekremindir.
en
merhametlisi
(erhamürrahimin)
ve
- Gönül levhasından masivanın (Allah’tan gayri her şeyin) silinmesi şarttır.
Çünkü Allah’a yakın olmak ve onun rızasını kazanmak için gerekli olan amel ve
ibadet, gönülden masivanın uzaklaştırılmasıyla gerçekleşebilir. Allah’a olan bağlılık
ve muhabbet, dünyaya bağlılık nispetinde zayıflar ve azalır.
Tevhitler, genel olarak, kaside şeklinde yazılır ve kasidenin türlerinden biri
olarak kabul edilir. Edebiyatımızda terkib-i bent, terci-i bent ve musammat nazım
şekilleriyle yazılmış tevhitler de vardır. Özellikle terci-i bentler, konu yönünden,
tevhide daha elverişli şiirlerdir. Kaside tarzında yazılan tevhitlerde, kasidenin
bölümlerinden olan nesip, tegazzül, fahriye gibi bölümler bulunmayıp doğrudan
doğruya konuya geçilir.
Edebiyatımızdaki en güzel tevhitlerden biri Niyazi Mısri’ye (ö. 1694) aittir.
Toplam 16 beyitten müteşekkil olan bu tevhit, tasavvufi bir tevhidin tüm
özelliklerini taşımaktadır.
1.
Zihî kenz-i hafî ki andan gelir her var olur peydâ
Gehî zulmet zuhûr eder gehî envâr olur peydâ
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Metin İncelemeleri
“Ne kadar güzel bir gizli hazinedir ki, var olan her şey ondan meydana gelir.
Bazen karanlık ortaya çıkmakta bazen aydınlıklar meydana gelmektedir.”
zihî: Ne güzel, ne hoş, aferin.
kenz-i hafî: Gizli hazine.
peydâ: Ortaya çıkmak, açığa çıkma, var olmak.
gehî: Bazen
zulmet: Karanlık.
zuhûr: Görünme, meydana çıkma.
envâr: Nurlar, aydınlıklar.
Bu beyit “kenz-i hafî” üzerine kurulmuştur. Gizli hazine anlamına gelen kenzi
hafi, hadisçilerce zayıf kabul edilen bir kutsi hadiste geçmektedir. Hz. Davud’un,
Allah’a sormuş olduğu “Mahlukatı niçin yarattın?” sorusuna Allah’ın “Ben gizli bir
hazine idim, bilinmeyi istedim, bu nedenle mahlukatı yarattım” cevabı, Muhyiddin
Arabi ve İsmail Hakkı Bursevi gibi mutasavvıflar tarafından naklen sabit olmasa da
keşfen sahih olarak kabul edilmekte ve tasavvufi muhitlerde çok yaygın bir şekilde
kullanılmaktadır.
Kainatta gördüğümüz her varlık, gizli bir hazine olan Allah’ın
“tekvin/yaratma” sıfatıyla ve “kün/ol” emriyle meydana gelmiş ve gelmektedir.
Süleyman Çelebi bu durumu;
Ol dedi bir kerre var oldu cihân
Olma derse mahvolur ol dem hemân
beytiyle ifade etmektedir.
Karanlık ve aydınlık da onun emriyle oluşmaktadır. Karanlık her türlü kötülük
ve çirkinliğin, aydınlık ise tüm iyilik ve güzelliğin sembolüdür. Şiirin tamamında
Allah’ın Cemal ve Celal isimleri üzerinde durulmaktadır. Bu beyitteki aydınlık
Cemal’in, karanlık ise Celal’in tecellileridir. Kainat zıtlıklar üzerine kurulmuştur.
Kainatta, Allah dışında, hayır-şer, iyilik-kötülük, güzellik-çirkinlik, aydınlık-karanlık,
erkek-kadın, düzen-düzensizlik vb. her şey zıddıyla kaimdir. Her ne kadar Allah,
kötülüğü istemese de kötülüğü irade edenin iradesine imkân veren ve o kötülüğün
meydana gelmesine müsaade eden de yine Allah’tır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Metin İncelemeleri
2.
Zihî deryâ-yı vahdet kim kesilmez hergiz emvâcı
Bu kesret âlemi andan doğup nâ-çâr olur peydâ
“O, dalgaları asla kesilmeyen ne kadar güzel bir vahdet denizidir. Bu çokluk
âlemi ister istemez (mecburen) ondan meydana gelmektedir.
deryâ-yı vahdet: Birlik denizi.
hergiz: Hiçbir zaman.
emvâc: Dalgalar
kesret: Çokluk.
nâ-çâr: Çaresiz, ister istemez, zorunlu olarak.
Varlığın birliği anlamına gelen ve “Her şey O’dur.” ifadesiyle sembolize
edilen vahdet-i vücut öğretisi üzerine kurulan tevhidin bu beytinde kullanılan,
“deryâ-yı vahdet” ve “kesret âlemi” kelimeleri üzerinde durmak gerekmektedir.
Allah, birlik denizidir. Bu birlik denizi sürekli olarak dalgalı bir hâldedir.
Kesret âlemi denilen âlem de bu dalgalar sebebiyle meydana gelmektedir. Tek ve
değişmez olan sadece denizdir. Dalgalar ise çoktur ve sürekli değişmektedir.
Dalgaların varlık sebebi denizdir. Deniz olmadan, dalgaların olabilmesi mümkün
değildir.
Kesret âlemi, Allah’ın emriyle zorunlu olarak meydana gelen ve çok olarak
gözüken çokluk dünyasıdır. Dalga, her ne kadar sayı itibariyle çok olarak görünse
de denizin farklı görünüşüdür.
Deniz, durgun olduğu zamanlarda bir bütün olarak, yekpare bir şekilde
görünür. Dalgalandığında ise, yüzlerce, binlerce sayıda görünür. Bu durum; tekin
çok olarak görünmesidir. Çokluk âlemi, sürekli olarak dalgalanan denizden, birlik
denizinden meydana gelmektedir. Denizden gelen dalga, tekrar denize döner. Bu
da
“Biz Allah içiniz ve yine O’na döneceğiz.” (Bakara suresi 2/156)
ayetini hatırlatır.
3.
Ne sihr-i bü’l-acebdir kim bu yüzden görünür ağyâr
O yüzden gayri yok tenhâ gelir dildâr olur peydâ
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Metin İncelemeleri
“Ne kadar şaşırtıcı bir sihir ki, bu taraftan sadece ağyar görülür. O yüzden
ise, Allah’tan gayrı yoktur, sadece O sevgilinin yüzü ortaya çıkar”.
sihr-i bü’l-aceb: Acayip sihir.
ağyâr: Yabancılar, başkaları.
tenhâ: Yalnız, ıssız, boş.
dildâr: Bir anlık bakış ile gönül alan, gönül çalan sevgili.
Bu beyit, bir önceki beytin devamı niteliğindedir. Çokluk dünyasının, sürekli
dalga hâlindeki vahdet denizinden zorunlu olarak meydana geldiğini ifade eden
şair, bu dalgalı oluş sebebiyle dalgalara bakan bir kişinin sadece dalgaları ve
dolayısıyla çokluğu (kesreti) gördüğünü, öte taraftan bakan diğer bir kişinin ise,
daha yukarıdan ve bütüncül bakarak sadece denizi görmekte olduğunu ve
dalgaların aslında deniz olduğunu fark ettiğini ifade etmektedir. Bu, bakan kişiye ve
bakış tarzına göre değişen, insanı şaşkınlıkta bırakan çift yönlü, sihirli bir
görüntüdür. Veya vahdet denizinin dalgalarının sürekli olmasından dolayı meydana
gelen dalgalar sebebiyle bu taraftan bakıldığında sadece ağyar/masiva görülürken,
diğer taraftan bakıldığında ise sadece yârin/Allah’ın vechinden/yüzünden başka bir
şey gözükmez.
Dalgalar, kıyıya doğru gelmekte ve sonra bir hayal, bir vehim gibi yok
olmaktadır. Yani sonludurlar. Var olan ve sabit kalan ise sadece denizdir. Bu durum
bize;
“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram
sahibi Rabbının zatı baki kalacaktır.” (Rahman, 55/26-27)
ayetini hatırlatmaktadır.
4.
O yüzden görülen ağyâr döner şem’-i cemâlinden
Felekler de görüp anı döner edvâr olur peydâ
“O yüzden görülen masiva, Cemalin mumu etrafında döner. Felekler de bunu
görerek döner ve devirler meydana gelir.”
şem‘: Mum.
cemâl: Yüz güzelliği.
felek: Gökyüzü, semâ.
edvâr: Devirler, zamanlar, asırlar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Metin İncelemeleri
Vahdet denizinin dalgalarına benzeyen ağyar (yaratılanlar), dalgaların kıyıya
vurup geri denize çekilmesi gibi, denizin etrafında dönmeleri gibi, tek bir hakikatin
olduğunu görebilenler de pervanenin mumun etrafında dönüşüne benzer bir
şekilde Allah’ın cemalinin etrafında dönüp dururlar. Bu durumu gören
gökyüzündeki yıldızlar, gezegenler, ay ve güneş de masiva oldukları için dönmeye
başlarlar. Bu dönüşler sebebiyle zaman meydana gelir. Gece-gündüz, aylar,
mevsimler ve devirler ortaya çıkar. Gökyüzü cisimlerinin dönüşü de Allah’ın
güzelliğinin câzibesi sebebiyledir. Allah’ın cemaline âşık olan yeryüzü ve gökteki her
şey, birçok ayette ifade edildiği gibi, kendi dillerince O’nu tespih etmekte, O’nu
zikretmektedirler.
5.
Taşınır günde yüz bin cân adem iklîmine her dem
Gelir yüz bin dahi andan bulur a‘mâr olur peydâ
“Her gün yüz binlerce canlı yokluk ülkesine taşınır. Yine yüz binlercesi ondan
gelerek can bulurlar.”
adem: Yokluk.
a‘mâr: Yaşanılan müddetler, yaşayışlar, hayatlar, ömürler.
Her günün her saatinde yüz binlerce canlı, yokluk ülkesine taşınır, yani
hayatiyetlerini kaybederek ölürler. Yine aynı şekilde, sayısız varlık, can bularak
dünyaya gelir.
Adem, yokluk demektir. Yokluk, bize göre, bizim o âlemden haberdar
olmayışımıza göredir. Allah’ın yoktan var etmesi sebebiyle şair bu ifadeyi
kullanmaktadır. İslam inancına göre canlıların öldüklerinde gittikleri yer ahiret
yurdudur ki, oranın mahiyeti de Allah ve Resulünün bildirdikleri dışında bilgimiz
sınırları dâhilinde değildir. Bu bilmeyişimizden dolayı “adem iklimi” ifadesi
kullanılmıştır.
Vahdet denizindeki dalgaların ortaya çıkışı ve kayboluşu gibi varlıklar da
Allah’ın Halık, Hayy ve Muhyi ismiyle yoktan var olmakta ve ömür kazanmakta,
Mümît ve Kahhâr ismiyle hayatiyetlerini kaybetmektedirler.
6.
Dışın içe hayâlâtı için dışa zuhûrâtı
Birinden ol birine tuhfeler her bâr olur peydâ
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Metin İncelemeleri
“Dışın, içe görüntüleri, için ise dışa dökülüşleri vardır. Birinden diğerine her
an hediyeler meydana gelmektedir.”
hayâlât: Hayaller, hülyalar. İnsanın kafasında tasarlayıp canlandırdığı şeyler.
zuhûrât: Hesapta olmayan, umulmadık hadiseler, rastlayış.
tuhfe: Hediye, armağan.
her bâr: Her defa.
Dış ve iç, Allah’ın Zahir ve Batın isimlerinin karşılığıdır. Vahdeti temsil eden
deniz iç, kesreti ifade eden dalgalar ise dıştır. Deniz dalgalandığında, içindekileri
dışa kıyıya vururken, dalgalar da denize dönerken kıyıda bulduklarını denizin içine
sürüklerler. Böylece içten dışa ve dıştan içe doğru sürekli bir hediyeleşme meydana
gelmektedir. Kainatta görülen var oluş ve yok oluşlar işte bu sürekli
hediyeleşmenin sonucudur. Bu aynı zamanda doğum ve ölümleri de temsil eder.
Kainattaki hayatiyetin devam edebilmesi, iç ve dış arasındaki bu hediyeleşmeye
bağlıdır. Ölüm olmaksızın, sadece doğumların olması veya doğum olmaksızın,
sadece ölümlerin meydana gelmesi, Kainatın sonu anlamına gelecektir.
Dış ve içi, dışarı ve içeri anlamında aldığımızda da şöyle bir anlam ortaya
çıkar. Kapalı bir mekanın içinde olan, görme engelli bir insanın renk vb. şeyleri
hayal etmesi gibi, dışarıyı ancak hayal edebilir. Dışarıda olan ise, içerideki ses vb.
zuhuratlardan dolayı içerisi için bazı tahminlerde bulunur.
7.
Bu devr ile gelipdir enbiyâ mürsel merâtibce
Gehî mü’min zuhûr eder gehî küffâr olur peydâ
“Bu sıra ile nebi ve resuller kendi mertebelerine göre gelmektedirler. Bazen
mümin, bazen kafir zuhur eder.”
enbiyâ: Müstakil şeriat sahibi olmayan peygamberler, yalvaçlar, nebiler.
mürsel: Gönderilmiş, yollanmış. Resuller.
merâtib: Rütbeler, dereceler.
Allah’ın, insanlar için, insanların içinden seçip gönderdiği çok sayıda
peygamberi bulunmaktadır. Bu peygamberlerden bir kısmına kitap ve sahifeler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Metin İncelemeleri
verilmiştir ki, bunlara “resul” adı verilir. Kendilerine müstakil kitap ve sahifeler
verilmeyen ve kendinden önceki resule verilen kitaba göre hükmeden
peygamberlere ise, “nebi” denilmektedir. İster nebi ister resul olsun, bu
peygamberler belirli bir sıra ile insanlara gönderilmiştir. Bu peygamberler arasında
resul ve veli gibi mertebeler olmakla birlikte bazıları da “ulü’l-azm” olarak
derecelendirilmiştir. İlk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’den, son peygamber
Hz. Muhammed’e kadar gönderilen peygamberler, belli bir sıra ile
gönderilmişlerdir.
Allah’ın peygamberler göndermesi, kendi lütuf ve ihsanı sebebiyledir.
Gönderilen bu peygamberlere inanma ve inanmama yönüyle insanlar mümin ve
kâfir vasfını kazanırlar. İnsanlar bir söz ve hareketleriyle mümin olabildikleri gibi,
bir başka söz ve hareketleriyle de kâfir olabilirler.
Kainatta sadece için dışa zuhuratı olsaydı, hakikat tecelli ederek küfür
ortadan kalkardı ve böylece peygamberlere ihtiyaç kalmazdı. Dışın içe hayalatı
sebebiyle küfür meydana gelir. Dışarıdaki içeriyi göremediği için inkar yoluna
gidebilir. Kesretin varlığı gerekir. Çünkü sevginin ortaya çıkması için seven ve
sevilene ihtiyaç vardır. Peygamberlerin en büyüğü İslam peygamberidir. Çünkü O
bütün insanlara ve cinlere gönderilmiştir. İslam, önceki dinlerin hak ve ahlakını
tamamlamıştır. Kuran’da :
“Bugün size dininizi tamamladım.” (Maide, 5/3)
buyrulmaktadır.
8.
Tecellî eyledikçe ol sarây-ı sırr-ı ahfâda
Bu sûret âlemi içre satu bâzâr olur peydâ
“Allah o gizli sır sarayında tecelli ettikçe bu suret âleminde (Kainatta) bir alış
veriş meydana gelir.”
tecellî: Görünme; belirme. Kader, talih. Allah’ın lutfuna nail olma.
Tasavvufta, Hak nurunun tesiriyle makbul kulların kalbinde ilahi sırların ayan
olması hâli.
sarây-ı sırr-ı ahfâ: Gizli sır sarayı.
sûret: Biçim, görünüş, kılık. Tarz, yol, gidiş. Çare.
satu bâzâr: Alış veriş.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Metin İncelemeleri
Allah, zaman ve mekandan münezzehtir. “Gizli sırlar sarayı” denilmesinin
sebebi, bize göredir. Allah için eğer bir mekan tasavvuru yapılacaksa, dünyadaki en
güzel mekan olan saray olmalıdır ve bu saray, bilinmezliğinden dolayı gizli sırlar
sarayıdır.
Kâbe için, Allah’ın yeryüzündeki evi (Beytullah) ifadesi kullanılırken, insan
bedenindeki Allah’ın mekanı da gönül olarak ifade edilir. Şemseddin Sivasi’nin;
Sür çıkar ağyârı dilden ta tecellî ede Hak
Pâdişâh konmaz sarâya hâne ma‘mûr olmadan
beytinde geçen “sarây” kelimesi de yine Allah’ın mekanı olarak kullanılmaktadır.
Allah irade ettikçe bu suret/kesret âleminde her zaman yeni bir iş meydana
gelmektedir. Ayette:
“O her an yeni bir ilahi tasarruftadır.” (Rahman, 55/29)
denilmektedir. O’nun her gün yeni bir tecellisi vardır. Bu tecellilerle, günler ve aylar
değişmekte, mevsimler oluşmakta ve Kainatta sürekli bir devinim bulunmaktadır.
Rüzgârların oluşması, yağmurun yağması, sel ve depremlerin meydana gelmesi
Allah’ın gizli sır sarayından tecellileri neticesinde gerçekleşen hadiselerdendir.
Ayrıca Allah’ın “kün/ol” emriyle varlıklar var olmakta ve “Her şeyin bir eceli
vardır”, buyruğuna göre de varlıklar canlılıklarını kaybetmektedirler.
9.
Anın zâtına gâyet sun‘una hergiz nihâyet yok
Anınçün her bir isminden gelir bir kâr olur peydâ
“Allah’ın zatına bir son ve yaratmasına bir nihayet yoktur. Onun için her bir
güzel isminden bir iş meydana gelir.”
gâyet: Nihayet, uç, son.
sun‘: Yapış, yapma; tesir, kudret; yaratma, halk etme.
hergiz: Asla, katiyyen, hiç bir vakit, hiç bir suretle.
kâr: İş.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Metin İncelemeleri
Allah, zati ve subuti sıfatlara sahiptir ve O’nun 99 güzel ismi, Esma-i Hüsna’sı
vardır. O kıdem ve beka sahibidir, ezelî ve ebedîdir. Başlangıcı olmadığı gibi,
sonluluk da onun için söz konusu değildir. Ezelî ve ebedîliği bir başkasından değil,
bizzat kendisindendir. Zatına bir son olmadığı gibi yaratmasına da bir son
bulunmamaktadır ve onun kudreti sonsuzdur. 99 güzel isminin anlamları içerisinde
olaylar olur. Esma-ı Hüsna, hayattaki bütün maddi manevi hadiseleri ifade eder. O,
hastaya Şafi ismiyle şifa veren, delalettekine Hadi ismiyle hidayet bahşedendir.
Tevvab ismiyle tövbeleri kabul eden, Rahman ismiyle, mümin kafir ayırt etmeksizin
tüm insanlara merhamet edendir.
10.
Tecellî eyler ol dâim celâl ü geh cemâlinden
Birinin hâsılı cennet birinden nâr olur peydâ
“O sürekli olarak bazen Celal bazen Cemal sıfatıyla tecelli eder. Birinin
sonucu cennetken, diğerinden ise ateş (cehennem) meydana gelir.”
tecellî: Görünme; belirme. Kader, talih. Allah'ın lütfuna nail olma.
Tasavvufta, Hak nurunun tesiriyle makbul kulların kalbinde ilahi sırların ayan
olması hâli.
hâsıl: Meydana gelen, husul bulan, peyda olan, olan, çıkan, üreyen, türeyen,
biten.
nâr: Ateş, od. Cehennem.
Allah’ın isimleri, Cemal ve Celal olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır.
Rahman, Hadi, Muhyi, Gafur, Vedud gibi isimleri Cemal; Kahhar, Mümit, Muzill gibi
isimleri ise, Celal içerisinde yer alırlar. Cenab-ı Allah'ın lütuf ile tecellîsine “Cemal”
dendiği gibi, bunun mukabili olarak kahr ile tecellisine de “Celal” denir. Celal
kelimesi bir insan için kullanıldığında, bir tür öfke manası taşır. Celal, Allah'ın
manevi kahrına da denir ki, bu şekilde “gayriyyet”i ortadan kaldıracağı için Celal,
Cemalin aynıdır.
Cemal, güzellikleri ve cenneti, Celal ise, gazap ve cehennemi temsil eder.
Allah’ın celalinden cemaline sığınmak gerekmektedir. Fenayi Cennet Efendi, bir
münacatında şöyle der:
Celâlin nârına yakma ibâdı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Metin İncelemeleri
Kerem lutf u inâyet senden olur
Cemâlinle münevver it fuâdı
Kerem lutf u inâyet senden olur
Allah, bazen Cemal, bazen Celal isimleriyle tecelli eder. Bu isimlerin tecellileri
sürekli birbirini takip eder. Cemal’den sonra Celal, Celal’den sonra ise Cemal gelir.
Birinin sürekli olması, diğerini ortaya çıkarır.
Ağacın ilkbaharda çiçek açması için (Cemal) sonbaharda yaprak dökmesi
(Celal) gerekmektedir. Kuraklıktan sonra yağmurun yağması Cemal, yağmurun çok
yağması sebebiyle sel gelmesi Celal’in tezahürüdür. Celal’den cennet, Cemal’den
cehennem meydana gelir.
Cemal’in mi yoksa Celal’in mi öncelendiği hususuna:
“Rahmetim gazabımı geçmiştir.”
kutsi hadisi bir cevap niteliğindedir. Buna göre Cemal önce, Celal sonradır.
İster Cemal, ister Celal tecelli etmiş olsun, insana yaraşan İbrahim Tennuri
(ö. 1482) gibi;
Gelse celâlinden cefâ, yâhut cemâlinden vefâ
İkisi de câna safâ, kahrın da hoş lütfun da hoş
diyebilmektir.
11.
Cemâli zâhir olsa tez celâli yakalar anı
Görürsün bir gül açılsa yanında hâr olur peydâ
“Cemali açığa çıksa, Celali hemen onu yakalar. Bir gül açıldığında hemen
yanında bir diken meydana geldiğini görürsün.”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Metin İncelemeleri
zâhir: Görünen, görünücü, açık, belli, meydanda.
hâr: Diken.
Allah’ın Cemal ve Celal sıfatları arka arkaya gelir. Cemal ortaya çıktığında,
Celal hemen onu takip eder. Çünkü Cemal ve Celal birbirini tamamlar. Bu bir denge
unsurudur. İnsanları dengede tutmak gerekir. Çok iyilik yapıldığında azgınlık yapar,
çok kötülük yapıldığında ise isyan ederler. Kainatta da her şey bir denge iledir.
Geceden sonra gündüz, yaz mevsiminden sonra kış gelir. Sürekli yağmur
yağması veya sürekli kuraklık olması, sürekli gece veya sürekli gündüz olması bir
dengesizlik meydana getirir. Güzelliğin yanında çirkinliğin meydana gelmesi, gülün
yanında dikenin olması bu kabildendir. İkinci mısrada geçen “gül” Cemal’in, “diken”
ise Celal’in tecellisidir.
12.
Bu sırdandır ki bir kâmil zuhûr etse bu âlemde
Kimi ikrâr eder anı kime inkâr olur peydâ
“Bu âlemde bir insan-ı kamil ortaya çıktığında bazılarının inanıp ikrar,
bazılarının inkar etmesi hep bu sırdandır.”
kâmil: Bütün, tam, noksansız eksiksiz. Kemale ermiş, olgun. Yaşını başını
almış, terbiyeli, görgülü, pişmiş *kimse+. Alim, bilgin, geniş bilgili [kimse].
ıkrâr: Saklamayıp söyleme. Dil ile söyleme, bildirme. Tasdik, kabul.
inkâr: Yaptığını saklama, gizleme; yapmadım deme. Reddetme, tanımama.
Allah, insanlara peygamberler ve insan-ı kamiller göndermiştir. Gönderilen
bu insanlara karşı toplumum tepkisi farklı farklı olmuştur. Bazıları gönderilen bu
peygamberi tasdik ederek getirdiklerine iman etmiş ve mümin vasfını kazanmış,
bazıları ise reddederek kâfir olmuşlardır. Bazılarının kabul edip bazı kimselerin
reddetmesi de Cemal ve Celal’in tezâhürleridir.
Hz. Muhammed peygamber olarak geldiğinde, Hz. Hatice, Hz. Ebubekir, Hz.
Osman ve Hz. Ali hemen peygamberliğini tasdik ederek Cemal’e, Ebu Cehil, Ebu
Leheb gibi insanlar ise inkar yolunu seçerek Celal’e mazhar olmuşlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Metin İncelemeleri
13.
Velî ârif celâl içre cemâlini görür dâim
Bu hâristânın içinde ana gülzâr olur peydâ
“Fakat arif kimseler sürekli olarak Celal içerisindeki Cemal’i görür. Bu dikenlik
içerisinde onlar gül bahçesinin meydana geldiğini görürler.”
velî: Velâkin, amma, fakat.
hâristân: Dikenlik, çalılık.
gülzâr: Güllük, gül bahçesi.
Arif, irfan sahibi anlamına gelmektedir. Arifler, Allah tarafından verilen
vehbi ilme sahip olan seçkin insanlardır. Bu yönleriyle de bilgi bakımından
âlimlerden daha üstündürler. Çünkü alimin bilgisi kendi çabasıyla, okuyarak,
dinleyerek, gözlemleyerek öğrendiği kesbî bilgidir. Alimin ilmine malumat, şuradan
buradan toplanmış bilgi denilirken, arifin bilgisine marifet ismi verilmektedir.
Marifet, malumattan daha üstün bir bilgi türüdür. Bir hadiste:
“İnsanlar helak olmuştur, alimler hariç. Alimler helak olmuştur, arifler
hariç…”
buyrulmaktadır.
Allah’ın Cemal’i Celali’ne galiptir. Bir kutsi hadiste:
“Rahmetim gazabımı geçmiştir.”
buyrulmaktadır.
Allah’ı gereği gibi bilip tanıyan arifler, Celal içindeki Cemal’i görürler. Bu,
bakışa bağlıdır. Onlar baş gözüyle değil kalp gözüyle, basiretle bakarlar. Bu nedenle
sadece gördüğüne inanan ilim sahiplerinin aksine, gönül gözüyle baktıkları için
dikenlerin içindeki gülü görürler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Metin İncelemeleri
Hz. Peygamber, ashabı ile bir köpek leşinin yanından geçerken, sahabe
burnunu tutup başını leşi görmemek için diğer tarafa çevirmiş fakat o, köpek leşine
bakarak, “Ne kadar güzel dişleri var”, demiştir.
Celal’in tecellilerine sabreden kimse, bu sabrı sonucunda, Cemal’in
lezzetlerine kavuşacaktır.
14.
Ne sırdır ki iki kimse nazar eyler bu ekvâna
Biri ancak görür dârı bire deyyâr olur peydâ
“Bu öyle bir sırdır ki, bu Kainata bakan iki kimseden biri sadece evi, diğeri ise
ev sahibini görür.”
ekvân: Varlıklar; âlemler, dünyalar.
dâr: Ev, yer, yurt.
deyyâr: Biri, bir kimse, bir fert. Manastır sahibi.
Ev; kesret âlemi, Kainat yani yaratılanlardır. Ev sahibi ise, her şeyi yaratan
Allah’tır. İnsanlar farklı farklıdır. Biri, sadece kabuğu görür ve içte bir şey olacağını
düşünmez, hatta inkar eder. Diğeri ise, kabuğun içinde gizli olanı arar, özü, zat-ı
ilahiyi görür. Bu Leyla’da Mevla’yı, resimde ressamı bulma hâlidir. Bütün bunlar da
yine Cemal ve Celalin tecellilerindendir.
15.
İçi ummân-ı vahdetdir yüzü sahrâ-yı kesretdir
Yüzün gören görür ağyâr içinde yâr olur peydâ
“İçi, batını vahdet/birlik denizi, dışı, zahiri kesret sahrası/çokluk çölüdür.
Onun sadece dış yüzünü gören ağyarı, Allah’ı perdeleyen şeyleri görür. Batında,
içinde ise yâr ortaya çıkar.”
ummân-ı vahdet: Birlik denizi.
sahrâ-yı kesret: Çokluk çölü.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Metin İncelemeleri
Kainat, Allah’ın Zahir isminin bir tecellisidir. Bu, çokluk şeklinde görünür ve
çokluktan dolayı sayısız kuma sahip bir çöle benzer. Henüz zuhur etmeyen, ortaya
çıkmayan Batın’ı ise, bir vahdet denizi gibidir. Onun dış yüzünü gören, zahire
aldanan ve sadece insanı oyalayan, aldatan güzellikleri, ağyarı görmüş olur. O
çokluğa, görünen güzelliklere aldanmayıp içe nüfuz etmek isteyen arif ise, çokluğun
içindeki bir olan Allah’ı görür. Varlığın içindeki birliği (vahdet-i vücut) görür.
16.
Alan lezzâtı birlikden halâs olur ikilikden
Niyazî kande baksa ol hemân dîdâr olur peydâ
“Birliğin lezzetini alanlar, ikilikten kurtulurlar. Niyazî de her nereye baksa
orada hemen Allah’ın vechi, yüzü/güzelliği ortaya çıkmaktadır.”
lezzât: Tatlar, lezzetler.
halâs: Kurtuluş, kurtulma.
kande: Nerede, nereye.
dîdâr: Yüz, çehre.
Bu kesret âleminde Allah’ın birliğini keşfedip bu birliğin lezzetini alanlar, her
türlü ikilik ve şirkten kurtulurlar. Bu durumda;
“Her nereye yönelirseniz, Allah’ın vechi oradadır.” (Bakara, 2/115)
ayetinin sırrına ulaşmış olurlar. Bir kutsi hadiste;
“Kulum, yapmış olduğu ibadetlerle bana o kadar yaklaşır ki, ben onun
tutan eli, yürüyen ayağı, gören gözü… olurum.”
buyrulmaktadır. Âşık Veysel de bir şiirinde bu durumu şu mısralarla dile getirir:
Saklarım gözümde güzelliğini
Her neye bakarsam sen varsın orda
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Metin İncelemeleri
Kalbimde gizlerim muhabbetini
Koymam yabancıyı sen varsın orda
Aslında, bakılan her şeyde Allah’ı görme yetisi, uluorta anlatılacak bir husus
değildir. Ancak, sekir hâli denilen, ilahi sarhoşlukla bu ifadeler kullanılabilir. Niyazi
Mısri’nin sekir hâlinde söylediğini düşündüğümüz bu ifadesinden, kendisinin o hâle
ulaştığı ve her nereye baksa onu görmekte olduğu anlaşılmaktadır.
Şairin ifade ettiği bu durum, insan için kemal noktasıdır. Fenafillah makamını
geçip bekabillaha makamına ulaşma hâlidir.
FUZULİ: MÜNACAT
Münacat, kelime olarak “fısıldamak, kulağa söylemek, iki kişi arasında geçen
gizli konuşma” anlamları taşımaktadır. Bir kimsenin ellerini semaya kaldırarak
dilediği şeyi Allah’tan gizlice istemesine münacat denilmekle birlikte,
edebiyatımızda, bağışlayıcı olan Yüce Allah’tan bir dilekte bulunmak için yazılan
manzumelere verilen isimdir.
Kelime anlamı olan “kulağa fısıldamak ve iki kişi arasındaki gizli konuşma”
münacatı tam olarak karşılamamaktadır. Kulağa fısıldamak normal konuşmalarda
hoş karşılanmayan bir iletişim şeklidir. Münacat aslında kulun acziyetini ifade
hâlidir. Kişinin yüce Allah karşısında kulluğunun farkında olarak, edeple kendi
eksiklik ve noksanlığını itiraf edip Allah’tan kısık bir sesle yardım istemesidir.
Eski edebiyatımızın vazgeçilmez şiir türlerinden biri olan münacat, hemen
her şairin divan ve mesnevisinde ya ilk ya da ikinci şiir olarak yerini alır. Bu yönüyle
de mensur eserlerdeki “hamdele”nin şiirdeki karşılığıdır. Bununla birlikte mensur
olarak yazılan münacatlar da vardır ki, bunlara da “tazarruname” adı verilir.
Divan edebiyatı şairlerince kaside, gazel, kıta, mesnevi, rubai gibi, hemen her
nazım şekliyle yazılmasına rağmen halk ve yeni Türk edebiyatı şairleri tarafından da
hece ve serbest vezinle verilen yüzlerce güzel örnekleri de vardır.
Dinî ve edebî bir nazım türü olan münacatlar ayet ve hadislerden alıntılarla
İslam’ın iki ana kaynağından faydalanılarak kaleme alınmışlardır.
Allah’la ilgili dinî edebî bir nazım tarzı olan münacatlar, tevhitlerle benzerlik
göstermesine rağmen aralarında bazı farklılıklar da bulunmaktadır. Tevhitlerde
Allah’ın zat ve sıfatlarından, yüceliğinden ve kudretinden bahsedilirken
münacatlarda kulun hatalı, kusurlu ve aciz olduğu vurgulanarak Allah’tan yardım
isteği ön plana çıkar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Metin İncelemeleri
Kul, kusurludur. Yapmış olduğu ibadetler ve amelleri Allah’a layık değildir.
Buna rağmen Allah kulun ameline göre ceza vermez.
Ganiyy-i Mutlak olan sadece Allah’tır. Kul, daima zayıf, aciz ve ihtiyaç
sahibidir. Yüce Allah karşısında insan aczini itiraf etmeli, geçmiş günahlarına
pişmanlık duymalı ve bir daha yapmamaya karar vererek, tövbe ve istiğfar
etmelidir. Çünkü veren O’dur ve O dilemedikçe hiçbir şey meydana gelmez.
Allah, sonsuz lütuf, rahmet ve mağfiret sahibidir. Tevvab ismiyle,
günahından pişman olan ve tövbe eden kulunun tövbesini kabul eder.
Bir kul olarak insan, ibadetlerine güvenmemeli, daima korku ve ümit
arasında olmalıdır. Çünkü “Allah’ın rahmetinden ümit kesmemek” bir müminin
uyması gereken kurallardandır. Eğer Allah’ın rahmet ve mağfireti olmazsa kulun
durumu perişandır.
Münacatlarda Allah’ın bazı sıfatlarından da söz edilir. Celal ve Cemal, kerem,
lütuf ve yardım sahibi olduğu, ilim ve kudretinin sonsuzluğu, Kıdem ve Beka
sıfatları ön plana çıkarılır.
Allah, Kainatın yegâne Hakim’i, ezel ve ebedin padişahıdır. Mevcut olan her
şey onun kudretinin eseridir ve var olan her varlık bizlere onun kudretini
göstermektedir. Şahlığa layık olan odur. Bütün padişahlar onun kuludur.
XVI. yüzyıl şairlerinden Fuzuli’nin, Türkçe Dîvân’ında yer alan ve gazel nazım
şekliyle yazılan yedi beyitlik bir münacat, bu edebî tarzın güzel örneklerinden
biridir. Diğer münacatlarda olduğu gibi, bu münacatta da Allah’ın yüceliği ve kulun
aciz oluşu konuları işlenmektedir.
1.
Yâ Rab hemîşe lütfunu et reh-nümâ bana
Gösterme ol tarîkı ki yetmez sana bana
“Ya Rabbi, lütfunu daimâ bana rehber et. Sana ulaşmayan yolu bana
gösterme.”
hemîşe: Dâima, her vakit, her zaman.
lutf: Hoşluk, güzellik; iyi muamele; iyilik. Tasavvufta; bağış, kulu Hakk'ın
taatına yaklaştıran ve onu günahlardan uzaklaştıran her şey.
reh-nümâ: Yol gösteren.
tarîk: Yol.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Metin İncelemeleri
Fuzuli, gazelin ilk beytinde Allah’a yakararak, O’ndan yardım talebinde
bulunmaktadır.
Kul kusurludur, acizdir, hata yapacak küçük günahlar işleyecektir. Onu
bağışlayacak olan ve Allah’a itaatle, emirlerine uyup günahlardan uzaklaştırma
yoluyla Hakk’ın rızasına uygun bir davranış hâlini sürekli kılacak olan da yine
Allah’tır. Bundan dolayı sürekli olarak Allah’ın rehberliğine, yol göstericiliğine
ihtiyacı vardır. Kulun, önünde çok sayıda yol vardır. Çıkmış olduğu yolun sonu,
cennetle de cehennemle de sonlanabilir. Kulun, çıkmış olduğu yolda bir kılavuza
ihtiyacı bulunmaktadır. İşte bu rehber Allah olursa, yola çıkan kulun yoldan
çıkmadan asıl menzile ulaşması mümkündür. Necip Fazıl’ın; “Yollar ki Allah’a çıkar
bendedir” ifadesiyle, yolların Allah’a çıkması için, yol göstericinin de Allah olması
gerekir.
Burada yol kelimesi, Fatiha suresindeki “sırât-ı müstakîm (doğruca Allah’a
ulaştıran yol)” ifadesini çağrıştırmaktadır. Bu yönüyle aldığımızda, “beni sırat-ı
müstakim’e ulaştır, sırat-ı müstakim dışındaki bir yola beni yönlendirme”, anlamı
çıkar.
2.
Kat‘ eyle âşinalığım andan ki gayrdir
Ancak öz âşinâların et âşinâ bana
“Senden başka her şeyden (masiva/ağyar) benim dostluğumu/alakamı kes,
beni ancak öz dostlarınla dost et.”
kat‘: Kesmek.
âşinâ: Bildik, tanıdık.
gayr: Ayrı, başka, özge, artık, diğer, mâadâ, değil, yabancı, bildik olmayan.
Bu beytin anlamı “aşina/dost” kelimesi üzerine kurulmuştur. Dost
kelimesinin Arapça karşılığı velî (çoğulu, evliya) dır. Bu da bizi evliyaullah (Allah’ın
dostları) ifadesine götürür.
Hayatını nefis mücadelesi ile geçirerek, şeriatı takva boyutundaki inceliğiyle
yaşayan, Hz Peygamber’e tam anlamıyla uyan, kaya gibi sert olmaktan kaçıp
toprak gibi davranmayı hedef edinerek bir gül yetiştirmek için yüzlerce dikene
tahammül eden bahçıvan anlayışıyla yaşayan kişiye, evliya denir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Metin İncelemeleri
Sadece Allah’ı dost edinenleri, Allah kendisine dost eder. Dost edinme
ifadesi Kuran’da kırk civarında ayette yer alır.
“Allah, inananları dost edinir.” (Bakara /257)
İle;
“O, salihleri dost edinmiştir.” (Araf/ 196)
İfadeleri bu dostluğun kimlere olduğunu gösterir.
İlk beyitte “Yâ Rab” nidasıyla şiirine başlayan Fuzuli, bu seslenişini devam
ettirerek Allah’ım, senin dışındaki her şeyden, masiva ve ağyârdan tüm ilişkimi kes,
beni senin dost kabul ettiklerinle dost eyle demektedir.
Veli, kelimesi Hz. Ali için özellikle kullanılır. Hz. Ali’ye “Veliyyullah”
denilmektedir. Hz. Ali’nin türbedarlığını yapan Fuzuli’nin bu anlamı düşünmüş
olması da ihtimal dahilindedir.
3.
Bir yolda sâbit et kadem-i i‘tibârımı
Kim rehber-i şerîat ola muktedâ bana
“İtibar adımımı öyle bir yolda sabit kıl ki, arkasından gittiğim, şeriat rehberim
olsun.”
sâbit: Hareketsiz, kımıldamayan, yerinde duran, ispat edilmiş, anlaşılmış.
i‘tibâr: Saygı gösterme, ehemmiyet verme, şeref, haysiyet, bir şeyin hakiki
değil, kararlaştırılan değeri; ibret alma.
rehber: Yol gösterici, kılavuz.
muktedâ: Kendisine uyulan; örnek tutulan.
Bu beyitte de yine yoldan bahsedilerek, insanı Allah’a, Allah’ın razı olduğu
maksuda ulaştıracak yolda sabit-kadem olmak arzu ve isteği ifade edilmektedir.
Allah’a ulaştıracağı düşünülen yola çıkılmış olmasına rağmen, yoldaki tehlikeler,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Metin İncelemeleri
insanı yoldan çıkaracak
bulundurulmalıdır.
çeşitli
engellerin
olduğu/olacağı
göz
önünde
Bu durum, Feridüddin Attar’ın Mantıku’t-Tayr’da anlattığı kuşların
yolculuğunda olduğu gibidir. Simurga ulaşmak için yola çıkan binlerce kuşun büyük
çoğunluğunun yolda bulunan birçok engel ve onları yollarından alıkoyan çeşitli
çeldiriciler sebebiyle seyahatten vazgeçmeleri ya da başka yollara sapmalarına
sebep olmuştur. Yol rehberine uyan ve yolun zorluklarına katlanan kuşlardan
sadece otuz tanesi simurga ulaşabilmiştir.
Çıkılan yolda, yolun tehlikelerini bilen ve bu tehlikelerden yolcuları haberdar
ederek, onları sahil-i selamete çıkaracak iyi bir kılavuza ihtiyaç duyulmaktadır. Bu
kılavuz da şiirde; “rehber-i şeriat” olarak ifade edilen Hz. Peygamber’den başkası
değildir.
4.
Yok bende bir amel sana şâyeste âh eğer
A‘mâlime göre vere adlin cezâ bana
“Benim, sana yaraşır bir ibadetim/işim yok. Eğer adaletinle, amellerime göre
bana karşılık verirsen vay hâlime.”
amel: İbadet iş, niyet.
şâyeste: Yakışır, yaraşır, uygun.
adl: Adalet.
Amel, iş anlamına gelen bir kelime olmasına rağmen din dilinde, daha çok
kulun Allah nezdinde beğenilen ibadeti anlamında kullanılan bir ifadedir.
İnsan, ne kadar ibadet yaparsa yapsın, yapmış olduğu bu ibadetlerden
hiçbirisi Allah’ın o kişiye verdiği bir nimetin bile şükrünü karşılayamaz. Bu nedenle
bir nefes alışa bile iki kez teşekkür gerektiği ifade edilir.
Dünya hayatından sonra gidilecek yer olan cennet için de, insanın yapmış
olduğu hiç bir ibadetin yeterli olmayacağı anlayışı vardır. Hz. Peygamber, “Hiç
kimse yaptığı amel karşılığında cennete gidemez”, dediğinde, yanında bulunan
sahabe merak ederek; “Sen de mi ya Resulallah?”, diye sormuş, O da “Allah’ın
rahmet ve bereketi olmazsa, evet ben de”, cevabını vermiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Metin İncelemeleri
Ceza, dilimizde olumsuz anlamda kullanılması rağmen Arapçada hem
mükafat hem de ceza anlamıyla kullanılmaktadır. Şair, ceza kelimesini burada
“karşılık” anlamında kullanmıştır.
Fuzuli, bu hadisi hatırlatacak tarzda, Ya Rabbi, benim yaptığım ameller, beni
razı olduğun kullardan biri olmaya yetmez, ancak rahmet ve merhametinle
kurtulabilirim, demektedir.
5.
Ben bilmezem bana gereğin sen hakîmsin
Men‘ eyle verme her ne gerekmez sana bana
“Bana lazım olan şeyin ne olduğunu ben bilemem, sen gerçek hüküm
sahibisin. Sana gerekmeyen hiçbir şeyi bana verme, beni ondan uzak tut.”
hakîm: Alim, bilgin, her şeyi bilen; (Allah’ın güzel isimlerinden biridir).
men‘: Yasak etme, bırakmama; durdurma; esirgeme, vermeme, önleme.
Allah’ın güzel isimlerinden biri olan el-Hakim; hikmet sahibi, ilmi kamil, işi
güzel, uygun işler yaratıcı ve kullar arasında hükmedici anlamlarına gelen bir
kelimedir.
Allah, hikmet sahibidir. Olayların iç yüzünü, geleceği, gelecekteki olacak
şeyleri, kulun faydasına ve zararına olacak şeyleri ancak O bilir. O’nun hikmetlerine
akıl ve sır ermez. Bir beyitte bu durum şöyle ifade edilir:
Muntazamdır cümle ef‘âlin senin
Aklı ermez hikmetine, kimsenin
S. Abdülhakim Arvasi
Kişi, kendi için faydalı ve zararlı olan şeyleri bilemez. Bunu ancak gizli
sebepleri ve faydaları bilen, hikmet sahibi el-Hakim olan yüce Allah bilir. Hayır
zannedilen şeylerde şer, şer zannedilen şeylerde hayır olabilir. Kuran-ı Kerim’de
insanın aceleci olduğu, bazen faydasına olduğu düşüncesiyle, kendisine zararlı olan
şeyleri istediği yönünde ayetler bulunmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Metin İncelemeleri
Bir kul olarak kişinin, Hz. Peygamber ve din büyüklerin tavsiye ettiği, “Ya
Rab, bildiğim ve bilemediğim ne kadar hayır ve güzellik varsa senden onu istiyor,
bildiğim ve bilemediğim ne kadar kötülük ve şer varsa ondan sana sığınıyorum”,
şeklinde Allah’a yakarması gerekmektedir.
6.
Oldur bana murâd ki oldur sana murâd
Hâşâ ki senden özge ola müddeâ bana
“Sen neyi dilemişsen benim dilediğim odur, benim senden başka asla bir
isteğim yok.”
murâd: Arzu, istek, dilek; maksat, meram.
hâşâ: Asla, katiyen, hiçbir vakit, Allah göstermesin, uzak olsun.
müddeâ: İddia olunmuş, iddia olunan şey; dava olunan şey; asılsız iddia
edilen şey.
Bu beyitte geçen murad kelimesi üzerinde durmak gerekmektedir. Murâd;
irade edilen, istenilen, arzu edilen şeydir.
Allah’ın subuti sıfatlarından biri olan İrade sıfatı, Allah’ın dilemesi anlamına
gelir. Kuran-ı Kerim’de:
“Dilediği şeyleri mutlaka yapar.” (Buruc 85/16)
ayeti Allah’ın mutlak iradesini bildirmektedir. Allah’ın dilediği şey mutlaka
gerçekleşir. O’nun dilemesi olmadan hiçbir şey meydana gelmez. Allah, kulları için
hayrı murad eder, şerri murad etmez, fakat kul kötülüğü/şerri istiyorsa ona da
engel olmaz. Çünkü kulun da bir iradesi vardır. Bir işi yapma veya yapmama
hususunda Allah’ın insanlara vermiş olduğu seçme serbestîsine, irade-i cüziyye adı
verilir.
Şair, bu beyitte de Allah’a yakararak, kendi iradesinin Allah’ın iradesine bağlı
olduğunu ifade ederek, her ne kadar benim iradem olsa da murat ettiğim şeyler,
acziyetimden dolayı, doğru şeyler olmayabilir. Benim isteğimi, senin iradene uygun
hâle getir, senin istediğin şeyler benim isteğim olsun, böylece sana itaat eden bir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Metin İncelemeleri
kul olayım demektedir. Bir kul için bunun aksinin asla düşünülemeyeceğini de ifade
etmektedir.
Allah’ın zatından başka maksat yoktur. O’ndan başka maksadımız olmadığını
söylemek, O’ndan başka mabudumuz olmadığını söylemekten daha şümullüdür.
Yani daha geniş kapsamlıdır. Çünkü her mabud aynı zamanda maksuttur. Aksi
olamaz.
“Allahümme ente maksûdî ve rızâke matlûbî”, şeklinde Arapça bir dua vardır.
Beytin anlamına uygun olan bu duanın tercümesi şöyledir: Ya Rabbi benim
istediğim sensin ve istediğim rızandır.
7.
Habs-ı hevâda koyma Fuzuli-sıfat esîr
Yâ Rab hidâyet eyle tarîk-ı fenâ bana
“Ya Rabbi, beni Fuzuli gibi istekler hapishanesinde esir etme, yokluk yolunda
bana rehber ol.”
habs: Hapis, alıkoyma, bir yere kapama, salıvermeme, bir yere kapayıp dışarı
çıkarmama, hapishane; tutma, zaptetme.
hevâ: Heves, istek, arzu; sevgi; hoşlanma.
hidâyet: Hak yoluna, doğru yola kılavuzlama.
fenâ: Yok olma, yokluk, geçip gitme. *Tasavvufta; maddi varlıktan sıyrılıp
Hakk’a ulaşma+.
Bu beytin anlaşılmasında hevâ ve fenâ kelimeleri önemlidir. Heva; nefsin
istek ve arzuları anlamına gelen bir kelimedir. Nefis, insanı yanlışa yönlendiren,
Allah’ın irade ettiği şeylerden uzaklaştıran bir özelliğe sahiptir. Mutasavvıflar nefsin
mertebelerinden bahsederler. Bu mertebeler şöyledir: Emmare, levvame,
mülhime, mutmainne, raziye, marziyye ve kamile.
Fena, yok olmak, fani olmak anlamlarına gelen Arapça bir kelimedir.
Nesnelerin, sufinin gözünden silinmesine fena denir. Zıddı bekadır.
Tasavvufi anlamıyla, kulun insani sıfat ve huylarını terk ederek, tam hâle
gelip olgunlaşmasıdır. Bu terk edilen huy ve sıfatların yerini ilahi huylar alır ki, bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Metin İncelemeleri
durum kişiyi Allah’a ulaştırarak tevhidin gerçekleşmesine neden olur. Bir kaç
mertebesi bulunan fenanın son mertebesi de fenafillah makamıdır.
Bu açıklamaları göz önünde bulundurduğumuzda beyitten şöyle bir anlam
çıkarmamız mümkündür: Ya Rabbi, beni nefsine uyan, nefs zindanında bocalayıp
duran, boş ve lüzumsuz (fuzuli) bir kul hâline düşürme. Ölmeden önce ölme sırrına
eren, nefsine esir olan değil, nefsini esir alan, nefsini Allah’da yok ederek Allah’la
var olma yolunda “fena tariki”nde yürüyen bir kul hâline getir. Zat ve sıfatımı senin
zat ve sıfatında yok et ve beni bütün dünyevi ilgilerden uzaklaştırarak, senin birlik
dergahına tam bir yönelişle yönlendir.
Fuzuli, gazelin ilk beytinin ilk mısraında “Yâ Rab” diye başlamıştı, son beytin
son mısraında da yine “Yâ Rab” hitabıyla şiirini sonlandırmaktadır. Bu iki mısradan
bir beyit oluşturacak olursak şöyle bir beyit ortaya çıkar;
Yâ Rab hemîşe lütfunu et reh-nümâ bana
Yâ Rab hidâyet eyle tarîk-ı fenâ bana
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Özet
Metin İncelemeleri
•Türk İslam edebiyatı, dinî mahiyeti ön planda olan bir yapıya sahiptir.
Bütün İslami ilimlerde olduğu gibi Türk İslam edebiyatında da ilk iki
kaynak Kuran-ı Kerim ve sünnettir.
•Yazar ve şairlerimiz eserlerine başlarken "besmele, hamdele ve salvele"
olarak ifade edilen; Allah'ın adıyla başlayıp ona hamdedip Hz.
Peygamber'e salat ü selam getirdikten sonra eserlerine başlamayı bir
gelenek hâline getirmişlerdir.
•Bu geleneğin şiirdeki yansıması ise yine besmele, tevhid, münacat ve
naat şeklinde olmuştur.
•Nesirdeki "hamdele"nin karşılığı olan tevhit ve münacat, Allah'ın birliği,
büyüklük ve yüceliği, zati ve subuti sıfatları ile kulun acizliği vb.
konuların işlendiği edebî tür ve tarzlardandır.
• Bu ünitede tevhit türünü ve münacat tarzını daha iyi anlamaya yönelik
iki örnek şiir şerh edilmeye çalışılmıştır.
•Niyazi Mısri'nin tevhidi ile Fuzuli'nin münacatı söz konusu tür ve tarzın
özelliklerini yansıtan en iyi örneklerdendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Metin İncelemeleri
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Allah’ın varlığına ve birliğine dair yazılan eserler olan tevhitler hakkında
aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a) Tevhitler mürettep divanlarda ilk sırada yer alır.
b) Tasavvufi ve dinî olmak üzere iki tür tevhit vardır.
c) Tasavvufi tevhitlerde Allah’ın ilminde gizli varlıkların kudret
kalemiyle meydana gelişi anlatılır.
d) Tevhitler genelde kaside şeklinde yazılır.
e) Edebiyatımızda terkib-i bent, terci-i bent ve musammat şekilleriyle
yazılmış tevhitler vardır.
2. “Hergiz” kelimesinin anlamı aşağıda cevaplardan hangisinde doğru olarak
verilmiştir?
a) Her zaman
b) Daima
c) Bu günlerde
d) Hiçbir zaman
e) Gelecekte
3. Edebiyatımızda mensur münacatlara ne isim verilir?
a) İhlasname
b) Besmelename
c) Ayetname
d) Elifname
e) Tazarruname
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Metin İncelemeleri
4. “Şâyeste” kelimesinin anlamı aşağıdakilerden hangisidir?
a) Birlik
b) Adalet
c) Çokluk
d) Niyet
e) Yaraşır
5. Tevhit, münacat gibi nazım tür ve tarzlarının divanlarda ilk ya da ikinci
sırada yer almasının nedeni aşağıdakilerden hangisidir?
a) Şiirlerin uzunluk ya da kısalıklarına göre sıralanması.
b) Allah’ın mutlak kudret sahibi olması.
c) Şairlerin geleneğe uygun davranmaları.
d) Şiirlerin kafiyelerine göre sıralanması.
e) Şiirlerin yazılış tarihlerine göre sıralanması.
6. “Ne güzel, ne hoş, aferin” anlamlarına gelen kelime aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Zahir
b) Zihi
c) Tekvin
d) Müddea
e) Peyda
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Metin İncelemeleri
7. Allah’tan bir dilekte bulunmak için yazılan eserlerin ismi olan münacatlar
hakkında aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
a) Münacatlar sadece manzum yazılırlar.
b) Münacatların edebiyatla bir ilişkisi olmayıp yalnız dinî bir kavramdır.
c) Münacatlarda Allah’ın zat ve sıfatlarından bahsedilir.
d) Münacatlarda aslolan kulun acizliğini bilip Allah’tan yardım
istenmesidir.
e) Mensur yazılan münacatlara tahassürname denilir.
8. Aşağıdaki Allah’ın isimlerinden, hangisi diğerlerinden farklıdır?
a) Kahhar
b) Gafur
c) Vedud
d) Muhyi
e) Hadi
9. Dinî ve ebedî türlerin iki ana kaynağı aşağıdakilerden hangisinde doğru
verilmiştir?
a) Kuran-ı Kerim-Hadis
b) Halk inanışları-Siyer
c) İran mitolojisi-Arap mitolojisi
d) Kuran-ı Kerim-Menakıbnameler
e) Peygamber Kıssaları-Velâyetnameler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Metin İncelemeleri
10. “Aşağıdakilerden hangisi “Deyyâr” kelimesinin anlamlarından değildir?
a) Biri
b) Gurbet
c) Bir fert
d) Bir kimse
e) Manastır sahibi
Cevap Anahtarı
1-c, 2-d, 3-e, 4-e, 5-c, 6-b, 7-d, 8-a, 9-a, 10-b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Metin İncelemeleri
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Aktaş, Hasan (2001), Türk Şiirinde Din ve Tasavvuf: Konya.
Cebecioğlu, Ethem (1997), Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü: Ankara.
Dilçin, Cem (2000), Örneklerle Türk Şiir Bilgisi: Ankara.
Gölpınarlı, Abdülbâki (1977), Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri:
İstanbul.
İsen, Mustafa ve Muhsin Macit, (1992), Türk Edebiyatında Tevhidler: Ankara.
Kaya, Doğan (2004), Âşık Veysel: Sivas.
Kurnaz, Cemal (1992), Münacat Antolojisi: Ankara.
Levend, Âgah Sırrı (1943), Divan Edebiyatı Kelimeler ve Remizler Mazmunlar ve
Mefhumlar: İstanbul.
Onay, Ahmet Talat (1996), Türk Halk Şiirlerinin Şekil ve Nev‘i, (Haz. C. Kurnaz):
Ankara.
Pala, İskender (1989), Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü: Ankara.
Pekolcay, Necla vd. (2000), İslâmî Türk Edebiyatında Şekil ve Nev’îlere Giriş:
İstanbul.
Şemseddin Sâmi (1317), Kâmûs-ı Türkî: Der-Sa‘âdet.
Şener, Halil İbrahim ve Alim Yıldız, (2003), Türk İslam Edebiyatı: İstanbul.
Tahirü’l- Mevlevi (1994), Edebiyat Lügati: İstanbul.
Tarlan, Ali Nihat (1985), Fuzûlî Divanı Şerhi, Ankara.
Uludağ, Süleyman (1997), Tasavvuf Terimleri Sözlüğü: İstanbul.
Yavuz, Kemal vd. (1994), Dînî Sözlük: İstanbul.
Yıldız, Alim (2010), Fenayî Cennet Efendi Divanı: Sivas.
Yılmaz, Mehmet (1992), Edebiyatımızda İslamî Kaynaklı Sözler: İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
Download