HEDEFLER İÇİNDEKİLER DİN, TASAVVUF VE EDEBİYAT İLİŞKİSİ • • • • • Din Dinin Kaynağı Din ve Edebiyat Tasavvufun Kaynağı Tasavvuf ve Edebiyat TÜRK İSLAM EDEBİYATI Prof. Dr. Süleyman ÇALDAK • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • İnsanların neden tanrıya inandıklarını kavrayabilecek, • Din ile edebiyat ilişkisini anlayabilecek, • Tasavvufun çıkış ve gelişim sürecini öğrenebilecek, • Tasavvuf ile edebiyat ilişkisini kavrayabileceksiniz. ÜNİTE ÜNİTE 11 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi GİRİŞ İnsanlık tarihinin en eski kurumu dindir. Din veya dinin yerine ikame edilen mistik anlayışlara sahip olmayan toplum neredeyse yoktur. Din ve tasavvuf aynı şeyler değildir; ama biri diğerinden ayrı da düşünülemez. Bunların her biri aynı hakikatin bir yüzünü temsil eder. Din; zahirî (egzoterik), tasavvuf ise bâtini (ezoterik) bir mahiyet arz eder. Din ve bâtini öğretiler kadar eski bir kurum da edebiyattır. İlk edebî ürünlerin dua ve ibadetlere dayandığı kabul edilir. Edebiyat, aynı zamanda din ve tasavvufun dile getirilmesi, tebliği ve aktarılması için kullanılan en etkin araçtır. Edebiyat, bir yandan din ve tasavvuftan beslenirken, öte taraftan da dinî ve tasavvufi düşünüş ve yaşayış biçimini besler. DİN Din; insanın Tanrı, evren ve insanlar karşısındaki konumunu belirleyen, onlarla olan ilişkilerini düzenleyen kurallar bütününe verilen addır. Dolayısıyla din insanla var olmuş ve onunla devam ede gelmiştir. İnsanlık tarihi boyunca içinde bulunduğu dönem, toplum ve coğrafyaya göre çeşitlilik arz eden dinler, toplumun her davranışına kök salmış en etkili kurumlarından biridir. Dîn, (d.y.n.), Arapçada “deyn” kökünden türemiş mastar ya da isim olarak kullanılan bir kelimedir. “Ceza, karşılık, âdet, örf, inkıyat, hâkimiyet, saltanat, millet, şeriat vb.” anlamlarda kullanılan din kelimesinin terim anlamı, Tanrı’ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren ve bu nitelikteki inançları, kurumlar, töreler ve semboller biçiminde düzenleyen değerler bütünüdür. Kuran’da din kelimesi, üçü kelimenin ayrı türevi olmak üzere doksan iki defa geçmektedir. Bu kelime Kuran’da genellikle “yönetme, yönetilme, itaat, hüküm, tapınma, tevhit, İslam, şeriat, hudut, âdet, ceza, hesap ve millet” anlamlarıyla karşımıza çıkar. Surelerin nüzul kronolojisi çerçevesinde “din” kavramının, değişik anlamlara delalet etmiş olması dikkat çekmektedir. Kuran’da, din genel anlamıyla bütün inanç sistemlerini de ifade edecek şekilde kullanılmakla beraber, özel anlamda “din” kavramıyla kastedilen İslamiyet’tir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi “Kim, İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ziyan edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 3/85) “…İbrahim’in, Allah’ı bir tanıyan dinine tabi olan kimseden dince daha güzel kim vardır.” (Nisâ, 4/125) “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim.” (Mâide, 5/3) Dinin Kaynağı Ruh ve bedenden mürekkep insan, yaratılışı itibarıyla dine muhtaçtır. Ruhi melekeleriyle oldukça gelişmiş, derin ve karmaşık bir yapıya sahiptir. Bu yüzden insan, evrende görünen ve görünmeyen her şeye, hatta fizik ötesi âlemlere ilgi duyar. Fiziki yapısı bakımından oldukça mükemmel bir mekanizmaya sahip olmasına karşın, diğer canlılara göre daha savunmasız ve donanımsızdır. Diğer canlılar hayatlarını sürdürebilmek için az şeye ihtiyaç duyarken, insan neredeyse var olan her şeye muhtaçtır. Maddi ve manevi pek çok şeyle irtibatı bulunan, yaşamını sürdürmek için sayısız şeye muhtaç olan insanın sahip olduğu araç ve imkânlar ihtiyaçlarını gidermeye yeterli değildir. Diğer yönüyle, birçok tehditle karşı karşıyadır; oysa bu tehdit edici unsurların tehlikesini savacak donanıma da sahip değildir. Bu sebeple insan, ihtiyaçlarını görüp sesini işitecek, gereksinimlerini bilip temin edebilecek güç ve iradeye sahip yüce bir varlığa yönelir, ondan yardım ister. Yine şu evrende insanı tehdit eden pek çok unsur karşısında sığınacağı, dayanacağı ve güveneceği, her şeye gücü yeten bir kudrete dua ve niyaz ile iltica etmek zorunda kalır. Tam bu noktada tanrı kavramı ve din olgusu kendini gösterir. İnsan, umduğuna kavuşturacak üstün bir güçten dua ile ister; korktuğundan emin edecek bir güce niyaz ile sığınır. İnsan ruhunun derinliklerinde yer alan bu eğilimler, korku ve umut duyguları olarak tezahür etmiştir. Bu iki duygu insanda öylesine güçlüdür ki, tarih boyunca bütün insanların şöyle veya böyle, bir nesne, kişi ya da varlığa kutsallık atfederek bağlanmasına sebep olmuştur. İşte olguculuk (pozitivizm) ve maddeciliğin (materyalizm) etkisinde kalan çağımız bilim adamları, insanın yaratılışındaki bu köklü duygulardan hareketle dinlerin kaynağını ve gelişim sürecini evrimci (tekamülcü) teoriye göre açıklamayı tercih ederler. Onlar; arkeolojik, antropolojik ve paleontolojik araştırmalarda elde ettikleri bulgulara dayanarak dinlerin kaynağı hakkında farklı teoriler ileri sürerler: Kimi, tarih öncesi toplumlarda insanların doğada muhatap oldukları bazı olay ve nesnelerin kendi hayatlarında bıraktıkları derin izlerin etkisiyle onlara kutsallık Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi (natürizm) atfettiklerine inanır. Kimi, işleyişini kavrayamadığı olaylar karşısında, ilkel insanların, çevrelerindeki canlı cansız her varlığı yöneten bir cevherin (ruh/kişilik) varlığına ve özellikle ölü ruhların bedensiz varlıklarını sürdürdüklerine olan inancın ise, atalarının ruhlarına tapınma (animizm) kültünü doğurduğunu ileri sürer. Kimi, ilkel klanlarda insan ile bitki, hayvan vb. varlıklar arasında bir akrabalık, ruh birliği ve özdeşliğin olduğuna inanılarak o varlıklara kutsallık (totemizm) verildiğini ve bu inanışların bütün dinlere kaynaklık ettiğini iddia eder. Evrimci nazariyeyi savunan bilim adamlarına göre dinler, insanların birey ve toplum olarak benimsedikleri inançlardan ibarettir; tanrı ve dinler insan muhayyilesinin ürünüdür. Buna göre, kendilerini tehdit eden kontrol edilemez doğa unsurlarına bir kutsallık vererek onun şerrinden emin olacaklarına; muhtaç oldukları unsurları da kutsallaştırarak umduklarına ulaşabileceklerine inanmışlardır. İlk çağlardan günümüze, insanlar, içgüdüsel olarak kutsallaştırdıkları şeylerin etrafında oluşturulan hurafe, asılsız inanç ve kabuller kendilerinin kültür ve bilinçlerinin takip ettiği çizgiye paralel bir gelişim ile tek tanrılı inanca ulaşmıştır. Onlara göre, animizmle başlayan din, fetişizm, totemizm, paganizm, politeizm, düalizm ve monoteizme doğru hareket eden bir evrim geçirerek günümüze kadar gelmiştir. Kutsal kitaplar, semavî dinlere mensup düşünürler ve İslam bilginleri, hak dini benimseme eğiliminin insanlarda fıtri (doğal) olduğunu ifade ederler. Dinin insanlarda fıtri olduğu Kuran’da şöyle ifade edilmektedir: “(Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah’ın fıtratına (insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona) çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm 30/30) İnsanlarda, her düşmanı alt edecek güce sahip “kadir-i mutlak” bir tanrıya dayanmak, her ihtiyacı temin edecek ve sonsuz servete malik “rahim-i mutlak” bir ilaha sığınmak şeklinde kendini gösteren bu fıtri temayül, bilim adamlarının iddialarının aksine hak dinin varlığının bir kanıtıdır. Çünkü insanların fıtratında yer alan bu köklü duygu, gerçek bir dinin, hak bir tanrının var olduğunu gösterir. Nitekim dünyaya gelen her yavrunun, besin ihtiyacını karşılamak için besin kaynaklarına yönelme içgüdüsüne ve onlardan yararlanmak için gerekli donanıma sahip olması, dış âlemde bu ihtiyacı giderecek besin kaynaklarının varlığını gösterir. Kimi bu dürtü sonucu ihtiyacını karşılamayacak (biberon, emzik vb.) bir nesneye yapışır, kimi gerçek kaynağa ulaşır. Her ne olursa olsun besin kaynağına yönelme dürtüsü, gerçek bir kaynağın mevcudiyetinin kesin kanıtıdır. İnsanlarda din inancı, tanrıya inanma ve dayanma fıtri bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç, gerçek bir tanrının ve dinin varlığını gösterir. İnsanların bir kısmı ancak bu gerçek kaynağa ulaşır; diğerleri Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi ise, gerçeğin yerine ikame ettikleri birtakım inanç sistemlerine saplanıp kalırlar. Yeni bazı bilimsel araştırmalarla elde edilen veriler de kutsal kitapların tezini destekler niteliktedir. Bu veriler, evrimci bilim adamlarının dinlerin oluşum süreci hakkında ileri sürdükleri tezlerin tam aksini ortaya koymaktadır. İnsana, yüce bir varlığa bağlanma ve güvenme fıtratını veren Allah, onun bu ihtiyacını karşılayacak olan inanç sistemini de vahiy yoluyla ona bildirmiştir. Yani “ahsen-i takvim” üzere yaratılan insanlar, önce tek tanrılı “tevhit” dinine sahip idiler; daha sonra asli kaynağından uzaklaşan bu hak din, ilk safiyetini kaybederek hurafelerle dolu “çok tanrılı dinler” hâline dönüşmüştür. Genelde dinler, oluşum süreçlerinin başında, mutlak kudret sahibi yüce bir varlık inancını özlerinde barındırdıkları hâlde, tarihîkültürel değişmeler sonucu politeizm, animizm vb. inançlara dönüşmüştür. Bilimsel verilerde tevhidî dinlere ait izlerin bu muharref dinlerde hâlâ mevcut olduğunu göstermiştir. Semavi dinlerin sonuncusu, Hz. Muhammed (s.a.v)’in tebliğ ettiği en mütekâmil din olan İslam’dır. O, Allah tarafından insanlık âlemine gönderilen son ilahî kanundur. İslam, kıyamete kadar insanların ruhani ve cismani bütün gereksinimlerine cevap verecek ve hayatlarını düzenleyecek güce sahip bir sistemdir. İslam, telkin ettiği inanç esasları, ibadet şekilleri ve ahlak sistemi ile insanın asli fıtratına dönüşüdür. İnanç, ibadet, ahkam ve ahlaki değerleriyle bir bütünlük arz eden İslam dininin dört temel kaynağı bulunmaktadır: Kitap (Kuran), sünnet, kıyas-ı fukaha ve icma-ı ümmet. Din ve Edebiyat Tarih boyunca bütün toplumlarda evrensel bir olgu olarak kendini gösteren din, insanı her yönüyle kuşatan; onun ahlak, karakter, inanç, düşünce ve davranışlarını şekillendiren en etkin disiplindir. Kişi, iç dünyası ve dış dünyasıyla belli değerler çerçevesinde gelişimini tamamlayarak, erdemli ve olgun bir insan düzeyine din sayesinde ulaşır. Şu hâlde insan; yalnızlık, çaresizlik; korkular, tasalar, hastalıklar, bela ve felaketler karşısında en büyük umut ve dayanağını dinde bulur. İnsan, diğer insanlarla ilişkilerinde nasıl davranacağını; evreni nasıl algılayacağını ve nasıl yorumlayacağını; Allah’a karşı sorumluluklarının ne olduğunu din aracılığıyla öğrenir. Toplumların tarih boyunca ürettikleri değerlerde de dinin büyük bir payı vardır. Mimari, heykeltıraşlık, musiki, resim, edebiyat vb. güzel sanatlara ait eserlerde; kişi ve yer adları, örf ve âdetler, hukuk ve siyaset, askerlik ve ekonomi gibi bütün sosyal, kültürel alanlarda dinî öğe ve motiflerin izlerini görmek mümkündür. Hatta bazı bilim adamlarına göre; mimari, heykel, resim, müzik, dans Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi vb. sanat dalları önce dinî ayinlerden doğmuş, uzun süre tamamen dinî bir etkinlik olarak devam etmiştir. Bu güzel sanatlar, hâlen de ilhamını doğrudan veya dolaylı olarak dinden alır, ondan beslenir ve onun etkisiyle şekillenir. Bunu somut örneklerle açıklayacak olursak, her şeyi hikmet ve maslahat gözeterek sanatla yaratan Hakîm ve Sâni bir yaratıcıyı kabul eden kişi, bütün evrenin bir tasarım ve hikmetin eseri olduğunu kabul etmiş olur. Bu bakış açısı, bütün sanat dallarında düzen, oran, ahenk ve işlevsellik gibi klasik estetik ölçülerin geçerli olmasını zorunlu kılar. Sözgelimi; İslami dönem klasik edebiyatımızda, nazım ve nesir bütün tür ve şekilleriyle belirlenmiş olup sıkı kurallarla disipline edilmiştir. Vezinde uzun-kısa, açık-kapalı heceleri esas alan ritimli, ahenkli ve armonik oluşuyla öne çıkan aruz kabul edilmiştir. Kafiyesiz şiirin olabileceği akla getirilmemiş, kafiye de kesin kurallarla sınırlandırılmıştır. Edebî sanatlar, teorik altyapılarıyla kesin çizgiler hâlinde ortaya konmuş ve titizlikle uygulanmıştır. Klasik edebiyatımızdaki kaside, gazel, mesnevi, rubai vb. nazım şekillerinin; biçimleri, içerikleri, işlevleri gibi özellikleriyle, hatta divanların içindeki hiyerarşik makamlarıyla kurallara bağlanmış olması hiçbir şeyi tesadüfe bırakmayan bu tevhit inancının bir sonucudur. Bütün bunlar, hayatın en uç detayını oluşturan bir sanat faaliyetinde bile dinin, ne denli köklü ve kesin etkilere sahip olduğunu gösterir. Güzel sanatlar içinde din ile en çok irtibatlı olanı kuşkusuz edebiyattır. Zira insanlığın ilk edebî ürünlerinin dinî ayinlere, ibadet ve dualara dayandığı bilinmektedir. İnsanlar tanrıya yalvarırken, çaresizliklerini itiraf ederken, onu tazim ederken, ondan bir şey isterken edebî değere sahip, şiirselliği bulunan ezgili ve ritimli sözler kullanmışlardır. Dinlere ait kutsal metinlerin pek çoğu aynı zamanda edebî değere sahip metinlerdir. Özellikle İslamiyet’in kutsal kitabı Kuran’ın en önemli özelliklerinden biri icazıdır; yani insanların bir benzerini ortaya koymaktan aciz oldukları değerde belagat ve fesahatin zirvesini temsil eden bir üsluba sahip olmasıdır. Kuran, kutsal kitaplar arasında edebî değeriyle en mümtaz eser olduğunu beyan etmiş, bizzat bu yönüyle, muhaliflerine meydan okumuştur. Tarih boyunca da Kuran’ın bu mucizevi özelliği karşısında beşer aciz kalmıştır. İslam’dan önce edebiyat ve şiirde önemli bir düzeye ulaşmış olan Araplar, Kuran’ın etkisiyle edebî yeteneklerini ve onun ürünü olan eserleri daha da ileriye taşımışlardır. Özellikle Kuran model alınarak edebiyat teorilerinin temeli atılmış, ulaşabilecekleri en üst düzeye taşınmıştır. Edebiyat dinden iki kanalla beslenir: Bunlardan ilki, tamamen din (Kuran, hadis)den ve dinî (tefsir, kelam, siyer vb.) ilimlerden beslenen şair/yazarların dinî heyecanlarının ifadesi olarak kaleme aldıkları; dini öğretmek, din duygusunu ve heyecanını aşılamak amacıyla ortaya koymuş oldukları edebî ürünlerdir. Belli bir din bilincine sahip yazar ve şairler Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi eserlerini de bu doğrultuda vermeye gayret etmişlerdir. Klasik edebiyatımıza ait konu ve türler çerçevesinde bu yazar ve şairler tarafından kaleme alınmış birçok eser bulunmaktadır. “Tevhit, münacat, esma-i hüsna, naat, esma-i nebi, siret-i nebi, mucizat-ı nebi, hicretname, miracname, mevlid, hilye vb.” pek çok edebî tür tamamen dinî amaçlarla kaleme alınmış edebî metinlerdir. İkinci olarak şunu söylemek mümkündür: Dinin edebiyatla ilgisinden söz edilirken sadece “dinî edebiyat” anlaşılmamalıdır. Dinî bir eğitim ve kültür ortamında yetişen şair ve yazarların düşünce dünyaları, inanç sistemleri hep dinin etkisiyle şekillenir. Bu sanatçıların evreni algılama biçimleri, olayları yorumlama tarzları ve insanlarla olan ilişkilerinin dinî bir perspektife sahip olması kaçınılmazdır. Eserlerinde dinden hiç söz etmedikleri hâlde, onun dünya ve ahlak görüşünü paylaşan, fakat dinin propagandasını yapmayan pek çok yazar ve şairin varlığı unutulmamalıdır. İslam kültürüyle yetişmiş şairler, kâinatta hiçbir şeyin hikmetsiz ve anlamsız olmadığına inanırlar. Onların nazarında kâinat, hikmetle dolu bir kitaptır. Bütün yaratılmışlar ilahî sanat eserlerini “lisan-ı hâl” ile anlatan yazılardır. Mesela, aşağıdaki beyitlerde şairler, dinî bir duyguyu dile getirmek amacını taşımamaktadırlar. Şair, bir olay karşısında yoğunlaşan duygularını, bilinçaltına hâkim olan dinî bakış açısının prizmasından geçirerek dile getirir. Ancak bu, şairin bilinçli olarak yaptığı bir eylem değildir: Bu âlem bir kitâb-ı hikmet-endûz-ı hakâyıktır Me’âlin her kim istihrâc ederse âferin bâdâ Nabi *Bu âlem, içinde hikmet barındıran bir hakikatler kitabıdır; anlamını bulup çıkarana aferin. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi Sevâd-ı mümkinât âsâr-ı sun’ı bî-sühan söyler Kitâb-ı kâinât esrâr-ı Hakk’ı bî-dehen söyler Nabi *Mümkinat (sonradan var edilenler) defteri, (Allah’ın) sanat eserlerini sözsüz bir şekilde söyler. Kâinat kitabı, Hakk’ın sırlarını ağız olmaksızın söyler.+ Hâl-i âlem ezelî böyle perişân ancak Kimi handân kimi giryân kimi nâlân ancak Baki *Dünyanın hali ezelden böyle perişandır (farklılıklar arz eden, karışık); ancak, kimi güler, kimi ağlar, kimi(de) inler.] Ser-â-pâ çeşm-i ibretten geçirdim nüsha-i dehri İçinde ma’ni-i ârâma dâir bir ibâret yok Nabi *Felek/dünya nüshasını baştanbaşa ibret gözüyle inceledim, içinde rahatlık ifade eder bir ibare bulamadım.+ Allah herkesinanlamını rızkına kefildir; kimse rızkından fazlasını elde edemez. Onun için kanaat etmek gerekir. Allah neyi dilemişse şüphesiz o olacaktır, kimse onu engelleyemez. Öyleyse bugünün tasasını, yarının endişesini çekmeye gerek yok: Yok sende kanaat gözün aç olduğu oldur Rızkın irişür yoksa eger subh u eger şâm Ruhi *Açgözlü olduğun için sende kanaat yok, yoksa rızkın ya sabah gelir ya da akşam.+ Çün kâr-ı nihânî-i meşiyyet ola ma’lûm Çekme gam-ı imrûz ile endîşe-i ferdâ Sami *İlahî iradenin gizli işlerini nereden bilebilirsin; bugünün tasasını yarının endişesini çekme.+ Sıdk ile rızâ-dâde-i takdîr-i Hudâ ol Virme halecân kalbine tedbîr ile asla Sami *Allah’ın takdirine gönülden razı ol, tedbir ile asla kalbine heyecan verme.+ TASAVVUF Tasavvuf kelimesinin kökeni hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ancak bütün görüşler arasında köken bilimi (etimolojik) açısından kabul edileni, kelimenin Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi Tasavvuf tamamen edepten ibarettir. Ebu Hafs “yün” veya “yün elbise” anlamındaki “suf”tan geldiğidir. İslam’ın ilk dönemlerinde, bazı müslümanlar, saf bir dinî hayat yaşamak için dünya ve lezzetlerinden uzaklaşır; züht ve takvayı ilke edinerek fakir halkın giydiği “kaba yün elbiseler” giymeye başlar. Bundan dolayı “sufi” diye adlandırılırlar. Bu kıyafet zamanla dünyadan elini eteğini çekmenin bir sembolü hâline gelir. Aslında bu giysinin Peygamber zamanında da kullanıldığı söylenmektedir. Çünkü kaynaklarda, Hz. Peygamber ve ashabının tevazu ve zühtlerinin bir delili olarak “yün elbise giydikleri” ifade edilir. İlk iki asra ait metinlerde rastlanan “Lebise’s-sûf” (yün elbise giydi) ifadesi, özellikle “dünyayı terk eden ve züht hayatını benimseyen kişiler” için kullanılır. Zühdün tasavvufa dönüştüğü dönemde ise bu ibare, “sufi oldu”, anlamını ifade eder. Terim olarak tasavvufun tanımı şöyledir: Tasavvuf, Kuran ve sünnete uygun ahlak ve davranışlar edinip Allah’ın rızasını kazanmak; nefis ve kalbin arındırılmasıyla Hakk’ın tecellilerine mazhar olup ilahî sırlara, manevi hakikatlere vakıf olmaktır. Her sufinin kendi meşrebine göre farklı bir tasavvuf tanımı vardır: Tasavvuf, gerçekleri almak, mahlukatın elinde olan şeylere gönül bağlamamak ve eşyanın hakikatine bakıp, bilgisini terk etmektir. Maruf el-Kerhi Tasavvuf, az yemek, Cenab-ı Hakk’ın huzurunda rahata kavuşmak ve insanlardan kalben uzaklaşmaktır. Sehl b. Abdillah et-Tüsteri Tasavvuf, Hakk’ın seni senden gidermesi ve kendisiyle ihya etmesidir. Cüneyd el-Bağdadi Tasavvuf, emeli ihmal ve amele devam etmektir. Ebu’l-hasan el-Büşenci İnisiyasyon: Bireyin ruhi gelişimi için rehber eşliğinde disipline edilerek eğitilmesi. Tasavvuf, yabancı araştırmacılar tarafından genellikle mysticisme (mistisizm) veya İslam mistisizmi kelimeleriyle karşılanır. Ancak Rene Guenon, tasavvufun mistisizmle aynı şey olmadığını iddia ederek şöyle der: “Batıya, özellikle Hıristiyanlığa özgü mistisizm kavramının, doğunun bâtıni (ezoterik) ve irşadi (inisiyatik) hareketleri için kullanma yanılgısı, doğubilimcilerin her şeyi Batıya ait bakış açısına indirgeme eğiliminden kaynaklanmaktadır.” (Guenon 2003, I/ 17.) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi Tasavvufun Kaynağı Tasavvuf hareketi veya anlayışının kaynağı hakkında pek çok şey söylenegelmiştir. Tasavvufta görülen bazı düşünce, davranış ve metotların Budizm, Hıristiyanlık, Yahudilik, Yunan felsefesi gibi sistemlerle bir benzerlik arz etmesi, tasavvufun bunların etkisiyle oluştuğu düşüncesini doğurmuştur. Tasavvufun çıkış noktasının İslamiyet olduğu, ancak gelişim sürecinde, doğup geliştiği coğrafyada yüzyıllardır varlıklarını sürdüren din ve mezheplerin etkisinde kaldığı araştırmacıların çoğu tarafından kabul edilmiştir. Tasavvuf ismi ve hareketi İslamiyet’in ilk kuşakları (sahabe, tabiin, tebeü’ttabiin) arasında açık bir şekilde görülmez. Ancak o dönemde bu anlayışın nüvesini oluşturacak münferit eğilimlerin varlığı bilinmektedir. Tasavvufun temel amacı göz önünde bulundurulduğunda asıl kaynağının Kuran, sünnet ve erken dönem Müslümanlarının uygulamalarına dayandığı söylenebilir. Daha sonraki mutasavvıfların uygulama ve metotlarında, Mısır, Mezopotamya ve Horasan bölgelerinde varlıklarını sürdüren kadim dinlerden, ezoterik (bâtıni) ve gnostik (sezgi ve tefekkür yoluyla bilgilenmeyi esas alan, irfani) mezhep ve akımlardan etkilenmiş olmaları mümkündür. Mutasavvıflar uygulamalarının kaynağı olarak “Cibril” hadisini gösterirler: Bir gün Resulullah’ın huzurunda oturmakta iken elbiseleri bembeyaz, saçları simsiyah, üzerinde yolculuğun izleri görülmeyen ve aramızdan kimsenin tanımadığı bir adam çıkageldi. Resulullah’ın önünde oturdu. İki dizini onun dizlerine dayadı, ellerini dizleri üzerine koyarak şöyle dedi: “Ya Muhammed, bana İslam hakkında haber ver.” Resulullah şöyle buyurdu: "İslam, Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman, gücün yettiği takdirde Beytullah’ı haccetmendir." Adam: “Doğru söyledin.”, dedi. Adama hayret ettik. Hem soru soruyor, hem de söyleneni doğruluyordu. Yine sordu: “O hâlde bana imandan haber ver.” Resulullah şöyle buyurdu: "İman, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman edip hayrıyla, şerriyle kadere de inanmandır." Adam: “Doğru söyledin.”, dedi. Bu sefer: “O hâlde bana ihsana dair haber ver.”, dedi. Peygamber buyurdu: “İhsan, Allah'a onu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Sen onu görmüyorsan da o seni görür." Sonra o adam geçip gitti. Bir süre sonra Resulullah buyurdu: "Ya Ömer! O soru soran kişinin kim olduğunu biliyor musun?" Ben: “Allah ve Resulü daha iyi bilir.”, deyince şöyle buyurdu: "O, Cibril idi. Size dininizi öğretmek üzere geldi. (Müslim, İman,1; Nesâi, İman, 6) Mutasavvıflar, bu hadisin nefis terbiyesinde izledikleri seyr ü sülukun bir özeti olduğunu iddia ederler. İslamı “zahir”, imanı “batın”, ihsanı da “zahir ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi batının hakikati” diye yorumlayan bu sufiler, tasavvufta önemli bir yeri olan murakabeyi de bu hadise dayandırırlar. Aslında hadiste “Allah’a, onu görüyor gibi ibadet etmen” diye tanımlanan “ihsan” tam da ilk sufilerin ulaşmak istedikleri şeydir. Tasavvufi hareket, uygulama ve düşünce boyutunda ilk başladığı sadeliğinde kalmaz. Zamanla gelişerek söylem ve uygulamada günden güne, bölgeden bölgeye değişime uğrayarak geniş kitlelerin ilgisini kazanır. Zamanla toplumun hemen hemen her katmanını, hatta yönetimleri de etkisi altına alır. Bu toplulukların içinde yetişen bazı şahsiyetler, zamanla birer manevi otorite hâline gelerek İslam toplumu içinde birer model hâlini alır. Bütün çeşitliliğine rağmen tarihî gelişim sürecinde gösterdiği değişim çizgisi esas alınacak olursa tasavvufu, genel hatlarıyla üç dönemde deüerlendirmek mümkündür: 1. Züht dönemi: H.II. (M. VIII.) asrın sonuna kadar süren bu dönemde tasavvufun temel niteliği, maddi değerlerden yüz çevirme ve katışıksız bir dinî hayatı gerçekleştirme çabasıdır. Hz. Peygamber ve ashabının temsil ettiği saf dindarlık anlayışı ve ahlaki sorumluluk bilinci, İslam'ın ilk yüzyılı içinde gelişen bu hareketin özünü oluşturur. Hz. Peygamber’in vefatından sonra iç çekişmeler ve dış fetihler şeklinde baş gösteren sosyal ve siyasal olayların etkisiyle dünya eksenli bir yaşam tarzına tepki gösteren insanlar, züht yolunu tercih ederler. Bu zahitler kendilerini toplumdan soyutlayarak (uzlet/inziva) sade bir hayata yönelirler. Bu hayat biçimi; zamanla tevekkül (mutlak manada Allah'a teslimiyet), riyazet ve mücahede (nefsin arındırılmasına yönelik çile ve yoğun ibadet), sabır (belaları kabullenme, günahlara direnme ve ibadette devamlılık), haşyetullah (Allah’ın gazabından korkma), aşk (Allah'a duyulan sınırsız sevgi), vera (günah kuşkusu olan şeylerden uzaklaşma) ve hüzün (geçmişte yapılan iş ve davranışlardan dolayı pişmanlık, geleceğe duyulan endişe) gibi öğelerle beslenerek zenginleştirilir. Bu dönemin tasavvuf erbabı; zahit, abit (kulluk eden), nâsik (boyun eğen, ibadet eden), kurra (okuyan, kendini ibadete veren), bekkaun (Allah aşkıyla ağlayanlar) ve haifun (Allah'tan korkanlar) gibi adlarla anılırlar. Bu dönemde tasavvufi hayatı temsil eden bazı zahitler daha sonraki dönemlerde de etkili olmuş, pek çok mutasavvıf için örnek kabul edilmişlerdir. Bu zahitler şunlardır: Üveyse’lKarani (ö. 37/657), Hasanü’l-Basri (ö.110/728), Caferu’s-Sadık (ö. 148/769), İbrahim bin Ethem (ö. 161/777), Süfyanü’s-Sevri (ö. 161/777), Şakiku’l-Belhi (ö. 164/7803), Davudu’t-Tai (ö. 165/781), Fudayl bin İyaz (ö. 187/802) ve Rabiatu'lAdeviye (ö. 185/801). 2. Vect Dönemi: H. III. (M. IX.) yüzyılın başından itibaren üç asır boyunca tasavvuf, sistemleşme sürecine girer. Bu sistemleşme, züht dönemine oranla bir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi farklılaşmayı da beraberinde getirir. Büyük sufilerin yetiştiği bu dönemde, tasavvufla ilgili birtakım eserler kaleme alınır. Tasavvuf ehlinin düşünceleri, ruhi deneyimleri sayesinde gelişen tasavvufi hayat biçimi temel ilkeleriyle yazılı hâle getirilir. Maruf el-Kerhi (ö.200/815), Seri es-Sakati (ö.251/865), Haris el-Muhasibi (ö.243/857), Cüneyd el-Bağdadi (ö.296/909) gibi büyük şahsiyetler, Irak bölgesinde tasavvuf adıyla İslam’ın daha samimi duygularla yaşanması için çaba gösterirler. Horasan bölgesinde ise, Hamdun el-Kassar (ö.271/884) melâmet adı altında bu dinî yaşantının farklı bir yorumunu ortaya kor. Ebu Hafs (ö.270/883), Ahmed b. Hadraveyh (ö.240/854) ve Şah Şuca-ı Kirmani (ö.276/889) gibi Horasanlı sufiler ise, daha çok fütüvvet ve mürüvvet kavramlarında yoğunlaşırlar. Melameti savunanlar ihlas ve riya konusuna vurgu yaparken, fütüvvet ehli ise özellikle insan şahsiyeti üzerinde dururlar. Bu dönemde tasavvuf, yalın ve sade olmakla beraber derin ve anlamlı bir manevi yaşam biçimidir. Geniş ölçüde uygulamaya dayanan bu tasavvuf anlayışının nazari yönü oldukça sınırlıdır. Bu dönem sufileri; hâl, makam, his, varidat gibi daha çok vect hâlinin bir sonucu olan ve din psikolojisi açısından büyük önem arz eden ruhi ve kalbî bir hayat tarzını vurgulu bir şekilde ön plana çıkarırlar. Bu döneme ait tasavvufi söylem ve öğretilerde felsefe ve kadim kültürlerin etkisi oldukça azdır. Ancak sufilerin manevi tecrübelerinden ve bu tecrübelerle ilgili yorum ve ifadelerinden ortaya çıkan bir tasavvuf felsefesi de oluşmuştur. Sufilerin bireysel deneyimleri sonucu ortaya koydukları bu özgün felsefe ve yaşam biçimi, özde İslami geleneğe bağlı kalmıştır. Bundan dolayıdır ki, bu sufiler başta İbn Teymiyye (ö. 728/1328) ve İbnü’l-Kayyim (ö. 691/1299) olmak üzere bu hareket ve düşüncenin bazı yönlerini sert bir şekilde eleştiren fakihler tarafından da saygı ve takdirle karşılanmıştır. Bu dönemde, tasavvufla ilgili olarak kaleme alınan ve sonraki dönem mutasavvıflarının referans aldıkları eserlerden en tanınmışları şunlardır: Theos (Tanrı) ve sophia (bilgelik) kelimelerinden türetilen teosofik, tanrının bilgisine ulaşma yolu demektir. Haris el-Muhasibi (ö. 243/857) er-Riaye li-hukuki’llah, Cüneyd el-Bağdadi (ö.297/909) Resail, Sehl b. Abdullah et-Tüsteri (ö. 283/896) et-Tefsir, Hakim etTirmizi (ö. 320/932) Hatmü’l-velaye, Hallac-ı Mansur (ö. 309/921) Kitabu’t-tevasin, Ebu Nasr es-Serrac (ö. 378/988) el-Lum’a, Kelabazi (ö. 380/990) et-Taarruf, Ebu Tali el-Mekki (ö.386/996) Kutu’l-kulub, Kuşeyri (ö.465/1072) er-Risale, Hücviri (ö. 470/1077) Keşfu’l-mahcub, Gazzali (ö. 405/1111) İhyau Ulumi’d-din. 3. Teosofik Dönem: Tasavvuf, önceki dönemlerde daha çok bir manevi hayat tarzı olarak ön plana çıkmıştı. Bu dönemde ise tasavvuf, ilke, kural ve yöntemleri bakımından sistematik bir yapıya kavuşmuştur. Ayrıca tasavvufi hareketler Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi örgütlenerek kurumsallaşır. Tasavvuf sistemleştirilirken çözüm bekleyen sorunlar ve cevabı aranan sorular bir arayışı zorunlu kılmıştır. Bu sorunlar çözüme kavuşturulurken ve sorular cevaplandırılırken zaman zaman kadim kültürlere ve Yunan felsefesine başvurulmuştur. Böylece tasavvufun hem uygulamaya ait prensipleri hem de onların teorik altyapıları belli bir oranda bu kadim geleneklerin etkisi altına girmiştir. Aslında bu etkiler, İslam dini tarafından reddedilmeyen ve onun temel değerleriyle çelişmeyen öğeler olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla bu yeni unsurlara Kuran, sünnet ve ilk dönem Müslümanlarının uygulamalarında referans bulmaya özen gösterilmiştir. Bu kavramlar için kullanılacak terimler de yine İslami gelenekten alınmıştır. . Bilal KEMİKLİ,Dost İlinden Gelen Ses Bu dönemde mutasavvıfların iki temel sorun üzerinde yoğunlaştıkları görülür. Bunlardan ilki bilgi nazariyesi (marifet, epistemoloji); diğeri ise, varlık nazariyesi (vücut, ontoloji)dir. Duyu ve akıl ile elde edilen bilginin yetersizliğine ve yanıltıcı olduğuna inanan sufiler, sezgi yoluyla, onların ifadesi ile kalp ve ruha gelen ilham, işrak ve feyizle elde edilen bilginin daha sağlıklı olduğunu kabul ederler. Buna ulaşmanın usulü ise nefsin arındırılması, kalbin tasfiyesi ve ruhun inkişafıdır. Bunlar da ancak dünya sevgisinden, nefsin heva ve hevesinden, günahların lekesinden uzaklaşmakla gerçekleşir. Kendi nefislerini hakikatiyle tanıyabilmek; evrenin, yani kesretin asıl mahiyetini öğrenmek, Allah’ın zatı, isim ve sıfatları hakkında gerçek bilgiye ulaşmak için “ilm-i ledün” de denen bu sezgisel bilgiye ulaşmak gerekir. Bunun yöntem ve yorumları hakkında mutasavvıflar arasında pek çok farklı eğilimler belirir. Diğeri ise, varlık (ontoloji) sorunudur. Mutasavvıfların, özellikle İbn Arabi’nin bu soruna getirdiği yorum, bir derece “Yeni Eflatunculuk”un etkisindedir. Onların “vücud-ı mutlak” ve evrenin oluşumunda kabul ettikleri “sudur nazariyesi” model alınarak, Kuran’daki “halk ve ca’l” kavramlarının yerine; “tecelli ve feyiz” nazariyesi geliştirilmiştir: Allah, ezeli ve ebedi olup vücudu zorunlu (vacibü’l-vücud)dur. Zatında hiçbir şeye muhtaç değildir. O, isim ve sıfatlarıyla gizli bir hazine idi. O vardı, başka bir şey yoktu. Şu görünen âlemdeki (âlem-i şahadet) nesneler, ilmî suretleriyle, yani a’yanı sabite denen potansiyel varlıklarıyla onun zatında meknuz (gizli, saklı) idi. Kemal ve cemalini görmek ve göstermek istedi. İşte Cenab-ı Hakk’ın bu “aşk-ı zati”si, âlemin yaratılmasına sebep oldu. Bunun üzerine kâinat aynasında tecelli etti, yani zatında bâtın (gizli) iken kâinatla zahir oldu. Aynada yansıyan her suret nasıl bir gölge, bir görüntüden ibaretse, kesret (tek olan mutlak varlığın aynalardaki farklı görüntüleri) denen bütün bu şeyler de gerçek varlıklar olmayıp birer hayalden ibarettir. O, kesintisiz bir şekilde şahadet âleminin sayısız suretlerinde tecelli etmektedir. Suretlerden başka bir şey olmayan evren, bu tecelli ile her an yeniden Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi tezahür eder. Cenab-ı Hak bir an tecelli etmemeyi dilese, aslında birer görüntü ve suret olan bütün bu varlıklar mutlak yokluğa düşer. Mutasavvıflar tecellinin keyfiyeti ve safhaları hakkında farklı görüşler ileri sürerler. Bu tecelli ve feyiz, çeşitli merhalelerden geçerek kemale erer. Genelde tecellinin; “gayb-ı mutlak, ceberut, melekût, şehadet ve insan-ı kâmil” olmak üzere beş mertebede tahakkuk ettiği kabul edilir. Bu insan-ı kâmil mertebesi diğer dört mertebeyi de içerir. Bütün kâinatta ayrıntılı ve dağınık (tafsilen) bir şekilde tecelli eden isim ve sıfatları bir noktada temerküz edip insan olarak tezahür etmiştir. İnsan görünürde küçük bir âlem (âlem-i asgar), özünde ise büyük bir âlem (âlem-i ekber)dir. İnsan, hem kâinatın küçük bir kopyası hem de yaratılış ağacının (hilkat şeceresi) en mükemmel bir meyvesidir. İnsan, iniş zincirinin (kavs-i nüzul) son halkasıdır. İnsanlar, mutlak anlamda çok değerli ve yüce olmakla beraber hepsi aynı derecede değildir. Sufiler insanı üç gruba ayırırlar: Son mertebeye varan kâmil insan, seyr ü süluka başlamış insan (salik), bunların dışında ve henüz yola girmemiş (dalalette) olan insan. Kamil insan mazhar olduğu tecellilerin farkında olup yaratılışında taşıdığı aşk ile Hakk’a kavuşmak için dönüş yoluna (seyr ilallah) girer. Önce dalaletten, masivadan (Allah’tan başka her şey), her türlü dünyevi bağlantılardan, benlikten (ene) kurtularak nefsine hâkim olması gerekir. İşte insan, bütün bu merhalelerden geçerek fenafillah ve bekabillah makamına ulaşarak dönüş zincirinin (kavs-i uruç) halkalarını tamamlamış olur. Sevgiliyi anarak sürekli şarap içtik. Onunla sarhoş olduk, daha üzüm bağı yaratılmadan. İbn Farız Salik, Hakk’a giden yola (seyr ü süluk) girince önünde en büyük engel olan nefsini, masivayı gerçek mahiyetiyle tanıması gerekir. İlme’l-yakin ve ayne’lyakinden hakka’l-yakine ulaşan bu bilgi, kalp ve nefsin arınmasından sonra ilham, müşahede ve varidat ile kazanılan marifettir. Bu bilgi, salikin manevi âlemlerdeki bireysel tecrübe ve müşahedesine dayandığı için kişiden kişiye değişiklik arz eden bir öznelliğe sahiptir. Sufilerin nefis ve evren hakkındaki ontolojik (varlık bilgisine dair) açıklamaları bu ruhi deneyim ve müşahedelerinin ürünü olduğundan biri diğerine uymaz. İbn Arabi’nin de varlığın birliği üzerine söyledikleri bu tür bir tecrübenin felsefi formda ifade edilmesinden ibarettir. Hakk’a yöneliş yolunda, salik için en büyük araç aşktır. Çünkü tecellinin ilk sebebi aşk idi, yine insanı vuslata götürecek olan da aşktır. Mutasavvıfların, hadis-i kutsi olarak sıkça referans gösterdikleri, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim. Onun için kâinatı yarattım.” (el-Acluni, 1352, 2/132) sözü, mutlak cemal sahibi olan Cenab-ı Hakk’ın, mutlak hüsün ile mutlak aşkı birlikte zatında barındırdığını ifade eder. Hüsün ile aşkın ehadiyet makamındaki bu birlikteliği kâinatta ayrıntılı bir şekilde, insanda ise öz olarak tecelli etmiştir. Parça bütüne iştiyak duyduğu gibi, bu aşk da aslına özlem duyar. İnsan, ilkin kâinatta somutlaşmış cüzi güzellikleri Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi farkeder. Riyazet ve mücahede ile nefsi arınıp kalbi aydınlanınca eşyanın hakikatini görür, o güzellerin ve güzelliklerin aslında birer gölge ve görüntüden ibaret olduğunu idrak eder. Mutlak ve mücerret hüsne yönelir, gerçek aşkı bulmuş olur. Tasavvufi düşüncede aşk, insanın bütün benliğini kuşatarak sadece maşuka odaklanmasını sağlayacak yegâne duygudur. Gerçek aşk, insan ruhunun Allah’a karşı duyduğu şiddetli iştiyaktır. Aşk hakkındaki bu tasavvufi yorumlar şiirlerde mazmun olarak sık sık kullanılmıştır. Aşkın bu yorumu divan şairlerinin dilinde şöyle ifadesini bulmuştur: Yâr kendin görmeğe âyîne îcâd eylemiş Sûret-i îcâd-ı âlemden bu ma’nâdır garaz Fuzuli (Âlemin yaratılış suretinden maksat şu manadır: Sevgili kendisini görmek için ayna icat etmiş.) Kendi hüsnün hûblar şeklinde peydâ eyledin Çeşm-i âşıktan dönüp sonra temâşâ eyledin Yenişehirli Avni (Kendi güzelliğini güzeller şeklinde ortaya koydun, sonra dönüp aşığın gözünden kendi güzelliğini seyrettin.) Çünki sen âyîne-i kevne tecellâ eyledin Öz cemâlin çeşm-i âşıktan temâşa eyledin Yenişehirli Avni (Sen, kainat aynasına tecelli edince kendi güzelliğini aşığın gözünden seyrettin.) Tasavvufun kazandığı bu yeni biçim, fakihler tarafından şiddetli bir eleştiriye tabi tutuldu. Kimi mutasavvıflar zındıklıkla suçlanarak cezalandırılsa da bu tasavvuf anlayışı gelişimini sürdürerek felsefi bir niteliğe büründü. Özellikle Muhyiddin İbn Arabi’nin (ö. 637/1239) geliştirdiği varlığın birliği (vahdet-i vücud) öğretisi, öğrencisi ve evlatlığı Sadreddin Konevi’nin (ö. 673/1274) yorumlarıyla sistematik hâle geldi. Tasavvufun bu yeni oluşumuna katkıda bulunan mutasavvıfların önde gelenleri şunlardır: Feridüddin Attar (ö.620/1220), Mevlana Celaleddin Rumi (ö. 672/1273), Sadreddin Konevi (ö. 673/1274), Fahreddin Iraki (ö.688/1493), Abdulkerim el-Cili (ö.805/1402), Kemaleddin Kaşani (ö.730/1330), Şebüsteri (ö. 720/1320), Abdullah Bosnavi (ö. 1054/1644). Sufi şairler tarafından büyük bir coşkuyla işlenen bu varlığın birliği (vahdet-i vücud) anlayışına yöneltilen şiddetli eleştiriler ikinci bir anlayışın gelişmesini Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi Allah ki mucid-i cihandır. Bin türlü nikaptan ıyandır Kesrette hezar renge girmiş Her mazhara başka reng vermiş Muallim Naci sağladı. İslam’ın değer yargıları açısından yeniden yorumlanan bu kurama (vahdet-i vücud) alternatif olarak, görülenlerin birliği (vahdet-i şuhud) anlayışı geliştirildi. Birinciler düşüncelerini “Lâ mevcûde illa hû: Ondan başka mevcut yoktur.” sözüyle, ikinciler de “Lâ meşhûde illa hû: Ondan başka görünen yoktur” ibaresiyle formüle etmiştir. Bu anlayışın en önemli temsilcisi İmam Rabbani’dir (ö. 1034/1625) . Tasavvuf, H.VI./M.XII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir taraftan sistemleşerek kuramsal gelişimini tamamlarken, öte yandan kurumlaşma, örgütlenme sürecine girer. Sufilerin çeşitli farklılıklarla ortaya koydukları kural ve yöntemleri, yavaş yavaş genellikle kendi adlarıyla anılan tarikatlara dönüşür. Tasavvufun geniş halk kitleleri arasında daha etkin ve daha hızlı bir biçimde yayılmasını sağlayan bu tarikatlar, varlıklarını tüm İslam dünyasında günümüze kadar sürdürdüler. Tarikat kurucusu sufilerin en ünlüleri şunlardır: Abdulkadir Geylani (ö. 561/1165, Kadiriye), Ahmet Rıfai (ö. 578/1182, Rıfaiye), Necmeddin Kübra (ö. 618/1221, Kübreviye), Sühreverdi (ö. 632/1235, Sühreverdiye), Ebu'lHasan eş-Şazili (ö. 632/1273, Şaziliye), Mevlana Celaleddin Rumi (ö. 672/1273, Mevleviye), Bahaeddin Nakşibend (ö. 791/1388, Nakşibendiye), Hacı Bayram Veli (ö. 833/1429, Bayramiye). Tasavvuf ve Edebiyat Bir hayat tarzı olarak başlayıp felsefi bir yapıya bürünen tasavvufun dile getirilişi daha çok edebiyat ile gerçekleşir. Felsefe aklı referans alır, bundan dolayı da mantıksal delil ve kıyaslar üzerine kurulmuş kendine özgü bir dil kullanır. Hâlbuki sufi, kendi iç dünyasında, farklı bir varlık boyutunda yaşadığı tecrübe (zevk), vect (aşkınlık) ve müşahedelerini yorumlarken; bunları yaşamayan, hissetmeyen ve tatmayan kitlelere aktarırken edebiyat/şiir dilini kullanmak zorunda kalır. Çünkü edebiyat, özellikle şiir, kalbin dilidir; düşünceden ziyade duyguların ifade biçimidir. Şiir, özel bir iletişim kanalıdır. Şiirin amacı, anlatmak değil, bir hâli, bir anı hissettirmek, yaşatmaktır. Mutasavvıflar, öğretilerini geniş halk kitlelerine ulaştırmak ve müritlerine talim etmek için araç olarak edebiyatı kullanmışlardır. Bir sohbetinde, “Yanıma gelen dostlar benden hep şiir istiyorlar, yoksa şiir nerde ben nerde.” (Mevlana, 1994: 70.) diyen Mevlana (ö. 672/1273), şiirin bu didaktik amacına dikkat çeker. Hayat felsefeleri doğrultusunda suretten çok manaya, biçimden çok içeriğe önem veren sufiler, çoğu zaman edebiyatın ifade kalıplarını aşarak anlama yoğunlaşırlar. Anlam için en uygun kalıp da şiirdir. Sufinin kalbine gelen ilhamlar, şiir kalıbıyla dile gelir; çünkü şiir ilhamın ifade biçimidir. Bu yüzden şair olmadıkları hâlde sufilerin çoğu şiir söylemiştir. Bunun en güzel örneği Mevlana, tasavvufi hayat tarzını benimsedikten sonra şiir söylemeye başladığını şöyle ifade eder: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi Aşkın gönlüme dolduğundan beri Aşkından başka neyim varsa hep yandı Aklı, dersi, kitabı hepsini rafa kaldırdım Ama şiirler, gazeller, rubailer öğrendim (Mevlana 1997: 465) Tasavvuf düşüncesi ve hareketine yön veren büyük sufilerin neredeyse tamamı, edebiyat ve şiire ilgi duymuştur. Arapçada Hallac-ı Mansur (ö. 309/921), İbn Farız (ö. 395/1004), İbn Arabi (ö. 638/1240); Farsçada Baba Tahir (ö. 410/1019), Senaî (ö. 525/1131), Attar (ö. 625/1223), Mevlana (ö. 672/1273), Fahrettin-i Iraki (ö. 688 /1289), Cami (ö. 898/1492); Türkçede Ahmed Yesevi (ö. 562/1166), Yunus Emre (ö. 720/1320), Yazıcıoğlu Ahmed (ö. 855/1451), Eşrefoğlu Rumi (ö. 874/1469), Sunullah Gaybi (ö. 1087/1676), Niyazi-i Mısri (ö. 1150/1737) vb. sufiler tasavvufi edebiyatın temellerini atarak bu edebiyatın dilini inşa etmişlerdir. Edebiyatın mensur (düz yazı) formlarının yanı sıra manzum (şiir) formlarının tamamını kullanan sufiler, nazmın sadece tasavvufa özgü menakıpname, fütüvvetname, hikmet, devriye, şathiye, nefes gibi şekil ve türlerini de kullanmışlardır. Şekillerle meşgul olmayan sufiler, aruzu hece ile, gazeli koşmayla, mesneviyi mani ile buluşturmuşlardır. Kalbî ve ruhi tecrübeleriyle mana âleminde elde ettikleri bâtıni (ezoterik) bilgileri ifade etmede dilin ve muhatapların yetersizliğinden kaynaklanan zorluklar sufileri, sembolik bir dil kullanmaya mecbur etmiştir. Özellikle ilahî aşk düzleminde yaşananlar ve hissedilenler dile getirilirken reel dünyanın kavramları tercih edilmiştir. Tezkiretü’ş-şuara yazarı Latifi bu durumu şöyle ifade eder: “Şairlerin kullandıkları def, ney, maşuk, mey vb. söz ve istiareleri görüp de şarap ve güzeli betimledikleri zannedilmesin. Tarikat erbabı ve hakikat ehli yanında, her sözün bir manası, her ismin (gösterge) bir müsemması (gösterileni), her söylenenin bir tevili (yorumu), her tevilin bir temsili olur. Sözleri zahiren güzellerin evsafı gibi görünür amma hakikatte yüce yaratıcıya hamd ü senadır.” (Latifi 2000: 83). Burada iki kavram ön plana çıkar: Hüsün/güzellik ve aşk. Bu iki kavram çevresinde mazmun ve mefhum diye adlandırılan birtakım semboller oluşur. Bu semboller, aşk ve şarap şiirlerinden alınan kavramlara tasavvufi anlamlar yüklenerek elde edilmiştir. Bu tasavvufi semboller, durağan (statik) değil değişken (dinamik) bir yapıya sahiptir. Tasavvufi şiirlerde mazmun ve mefhum olarak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi karşımıza çıkan bu sembollerin, bağlamına göre farklı gösterilenlerin göstergesi olarak kullanıldıkları göz ardı edilmemelidir. Hüsün için, cinsiyet gözetilmeksizin insan güzelliği model kabul edilir. İnsana ait güzellik unsurları da ilahî tecellilerin mertebe ve dereceleri için birer gösterge/sembol olarak kullanılır. Mutasavvıf olmayan şairlerin de sıkça başvurdukları bu mazmunlardan en yaygın olanları şunlardır: bazû: Bilek; ilahî irade ve kudretin zuhuru. bûs: Öpmek, suri ve manevi kelamın keyfiyetini kabul ve bu yeteneğe sahip olma. bûse: Öpücük, batının feyiz ve cezbesi. büt: Put, sevgili, nefs-i emmare; vahdet; salikin mana aleminde yaşadığı hâller. bütgede: Puthane; mabet; tekke; mecazi aşktan kurtulamamış salikin kalbi. cânân: Sevgili; kayyum sıfatı. cemâl: Güzellik; yüz; vahdet makamı. çâh-ı zekan/zenah: Çene çukuru; müşahede sırlarının anlaşılmazlığı. çehre: Sima; maddedeki tecelliler. çehre-i gülgun: Gül renkli sima; ilahî tecelli nurlarının zuhuru. çeşm: Göz; Allah’ın basar ve cemal sıfatı. çeşm-i ahû: Ceylan gözü; salikin istidraçtan hâli olmayan makamı, kusurlarının örtülmesi. çeşm-i mest: Mahmur bakış; salikin mazhar olduğu ilahî hâllerin gizlenmesi. dehan: Ağız; Hakk’ın konuşması. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi dîde: Göz; Hakk’ın her şeye ıttılaı. dilber: Sevgili; tutukluluk) hâli. kabz (manevi dildâr: Sevgili; bast (manevi inkişaf) hâli. ebru: Kaş; salikin manevi düşüşü; ehadiyet ve cemal sıfatı. gabgab: Gerdan; ilahî işaretin zevki, hazzı. gisû: Saç; zat-ı ehadiyetin sıfatı. had: Yanak; ilahî tecellinin aynaları. hâl: Yüzdeki siyah nokta, ben; zat-ı ilahî; hakiki vahdet noktası; günah karanlığı. ham-ı zülf: Saç kıvrımı; ilahî sırlar. hat: Yüzdeki ince tüyler, ayva tüyleri; gayb alemi. işve: Cilve; cemal tecellisi. kad: Boy; Hakk’ın salike tecellisi. la’l: Kırmızı dudak; dervişin gönlü. leb: Dudak; kelam; hayat sıfatı. maşuk: Sevgili; Allah. mû-miyân: İnce bel; tarikatin ince sırları. sîb-i zenah: Çene; ilm-i ledün. zülf: Saç; kesret. 18 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi Aşkın ruhi ve fiziki etkileri şarabın etkisi (sekr: sarhoşluk) ile özdeştirilerek “aşk” kavramı için “şarap” kelimesi sembolleştirilir. Bu sembol, sarhoşluk ve meyhane kavramları çevresinde yeni mazmunların oluşmasını sağlar. Aşk kavramı çevresinde oluşturulan sembollerden en yaygın olanları şunlardır: bade: Şarap, sülukun başındaki aşk. humâr: Sarhoşluk; bade-fürûş: İçki satan, mürşid makamından isteyerek dönmek. câm: Kadeh; âşıkın kalbi; hâller. humhane:Şarap mahzeni; tecellilerin cür’a: Kadehin son yudumu; tortu; inişi; salikin kalbi. salikten gizlenen sırlar, makamlar. kadeh: Âşığın kalbi; cezbe. hammâr:Meyhaneci; insan-ı kamil; mest: Sarhoş; cezbe, coşkunluk, vect salik; âşık; mürşit. hâli. harabât: Viranelik; alem-i nasut; mey: tekke; beşeriyetin perişanlığı. meydana gelen zevkler, aşk hâli. hum: Şarap küpü; âşığın kalbi. meykede: Meyhane; tekke; gönül; Şarap; salikin vücut kalbinde manevi sığınak. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi meyhane: Tekke; salikin marifetle sâki: Mürşit; mana âlemine yol dolu kalbi. gösteren ve teşvik eden. muğbeçe: Meyhaneci yamağı; mürit. sak-i bezm-i elest: Elest meclisinin pîr-i sakisi; Allah. mugân: Ateşgede rahibi; meyhaneci; mürşid-i kamil. sekr: Sarhoşluk; cemal tecellileriyle peymâne: Kadeh; gayb nurlarının kendinden geçme. müşahede edildiği yer. şarap: İlahi aşk; aşkın coşkusu. piyale: Kadeh; sevgili. şaraphane: Âlem-i melekut; arifin sagar: Kadeh; arifin gönlü; gayb şevkle dolu bâtını. nurlarının müşahede edildiği yer. şürb: İçme; keşf ve tecelli sonucu oluşan haz. Örnek beyitler: Çıktım erik dalına anda yedim üzümü Bostan ıssı kakıdı der ne yersin kozumu Erik, şeriat; üzüm, tarikat; koz (ceviz) ise hakikattir. Bostan sahibi mürşid-i kâmil, müridin şeriat ağacından tarikat meyvesini yemeye kalkışmasına kızıyor. Beyitte, her bilgi ve marifete ulaşmanın kendine has bir yolu olduğu vurgulanmaktadır. Yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez Münafıklar elinden örter mana yüzünü Görünürde anlamsız olan bu sözler hakikatte ilahî sırları barındırmaktadır. Güzeller, namahremlerden gizlenmek için yüzlerine peçe örttükleri gibi, ehil olmayandan korumak için bu ince manalar sembollerle perdelenmiştir. (Tatçı 2005) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi Esrâr-ı kâinâta ezel cür’adân iken Ben hânkâh-ı aşkda hayran idüm sana Hayali *Ezel, kâinatın esrarına hokka (esrarın konduğu kap) iken ben aşk tekkesinde sana hayran idim.] Esrar, sırlar ve uyuşturucu madde; cür’adan, esrar vb. maddelerin saklandığı hokka, kap; hankah, tekke; hayran, beğeniyle seyretmek, esrar komasına girmek demektir. Sufiler, Allah, “elest” meclisinde cemalini gösterdiğinde ruhların bu olağanüstü güzellik karşısında kendilerinden geçerek sarhoş ve hayran olduklarına inanır. İşte şair bu durumu, esrar ile ilgili kavramları kullanarak anlatır: Allah’ın cemal sıfatının, kesret denen kâinatta henüz tecelli etmediği ve gizli olduğu “ezel” gününde, kaptaki esrarı kullanmadan komaya giren kişi gibi ben de aşk makamında sana hayrandım. (Şentürk 1999) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Özet Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi •Yaratılışı itibarıyla İnsan, yüce bir tanrıya inanma eğilimindedir. Bunun bir sonucu olarak, ya hak bir dine ya da, onun yerine ikame edilen herhangi bir inanışa bağlanır. •Dini daha derinden ve samimi duygularla yaşamak isteyen insan, bireysel ruhi tecrübeye dayanan, gizemli bir hayat biçimini arar. Duygu ekseninde gelişen bu yaşam biçimi, aşkın (transandantal) hâlleri ve davranış biçimleriyle kendisine özgü uygulamaları, ilke ve kuralları bulunan kurumları oluşturur. İslam kültürü dairesinde gelişen bu düşünce ve kurumlara genel olarak tasavvuf denir. •Din ve tasavvufun toplum üzerindeki etkisi tartışılmazdır. Bu kurumların, birey ve toplulukların duygu, düşünce, davranışlarından bilinçaltlarına kadar uzanan köklü etkileri bulunmaktadır. Bu etkilerin sanat ve kültür alanına yansıması kaçınılmazdır. •Din ve tasavvufun güzel sanatlar içinde en çok ilgili olduğu alan edebiyattır. Öğretilerin geniş kitlelere ulaştırılması ve sonraki nesillere aktarılması için edebiyat en uygun kanaldır. Tasavvuf kültürü dairesinde yetişen pek çok şair ve yazar, geliştirdikleri sembolik bir dil ile duygu ve heyecanlarını dile getirmişlerdir. Hatta dinî olmayan konuları işleyen (profan) şairlerin, şiirlerine bir derinlik ve gizemlilik kazandırmak için bu tasavvufi sembolleri kullandıkları görülmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi “din” kelimesinin anlamlarından değildir? a) Ceza b) Saltanat c) Kıraat d) İtaat e) Millet 2. İnsan ile hayvan ve bitki gibi varlıklar arasındaki ruh özdeşliğine dayanan inanış aşağıdakilerden hangisidir? a) Natürizm b) Materyalizm c) Totemizm d) Animizm e) Pozitivizm 3. Ataların ruhuna tapınma kültüne ne ad verilir? a) Paganizm b) Totemizm c) Monoteizm d) Şamanizm e) Animizm Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi 4. Tasavvuf kelimesi aşağıdakilerden hangisinden türemiştir? a) Safa b) Suffe c) Suf d) Sofos e) Saff 5. Sufilerin benimsedikleri hangisidir? hayat tarzının kaynağı aşağıdakilerden a) Yunan felsefesi b) İslamiyet c) Yahudilik d) Budizm e) Hıristiyanlık 6. Aşağıdakilerden hangisi tasavvuf hakkında doğru değildir? a) Katışıksız bir dinî hayat yaşamaktır. b) Manen yükselerek Tanrı ile bütünleşmektir. c) Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmaktır. d) Dünya lezzetlerini terk etmektir. e) Eşyanın hakikatini bilip, bilgisini terk etmektir. 7. Varlığın birliğini savunan ve bunu “Lâ mevcûde illâ hû” formülü ile ifade eden tasavvufi düşünce hangisidir? a) Melamilik b) Vahdetü’l-vücud c) Mistisizm d) Vahdetü’ş-şuhud e) Egzoterizm Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi 8. Tasavvufi bir terim olan “Kavs-ı nüzul” aşağıdakilerden hangisini ifade etmektedir? a) Kâinatın yaratılış evrelerini b) Salikin seyr ü sülukta takip ettiği yolu c) Ayetlerin nüzul sırasını d) Tarikattaki örgütlenmenin düzenini e) Sufilerin kalbine ilhamın inişini 9. Tasavvuf şairleri neden sembolik bir dil kullanma ihtiyacını duymuşlar? a) Şiirlerini gizemli hâle getirmek b) Geniş kitlelerin dikkatini çekmek c) Öğretilerini daha anlaşılır kılmak d) Ruhi tecrübelerden kazandıkları bâtıni bilgileri başka türlü ifade edememek e) Kendilerini farklı göstermek 10. “Şarap” kelimesinin tasavvuf aşağıdakilerden hangisidir? edebiyatında ifade ettiği anlam a) Sevgiliye duyulan aşk b) İlahi nurların kalbe gelmesi c) Alkollü içecekler d) İlahi aşk e) Dünya sevgisi Cevap Anahtarı 1-c, 2-c, 3-e, 4-c, 5-b, 6-b, 7-b, 8-a, 9-d, 10-d Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi YARARLANILAN KAYNAKLAR el-Aclunî, İsmail b. Muhammed, (1352), Keşfü’l-hafâ ve Müzîlü’l-ilbâs: Beyrut. Algül, Hüseyin vd., (1998), İlmihal-İman ve İbadetler: İstanbul: Eliot, Thomas Stearns, (2007), Edebiyat Üzerine Düşünceler: İstanbul. Gener, Cihangir, (2007), Ezoterik-Batınî Doktrinler Tarihi: Ankara. Gibb, E.J.Wilkinson, (1999), Osmanlı Şiir Tarihi, (Çev. Ali Çavuşoğlu): Ankara. Güzel, Abdurrahman, (2004), Dinî Tasavvufi Türk Edebiyatı: Ankara. Guenon, Rene, (2003), İnisiyasyona Toplu Bakışlar, (Çev. Mahmut Kanık), C.I: Ankara. el-Hekim, Suad, (2004), İbnü’l-arabî Sözlüğü: İstanbul. İz, Mahir (1997), Tasavvuf: İstanbul. İzutsu, Toshihiko, (2005), İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar, (Çev. Ahmed Yüksel Özemre): İstanbul. Kemikli, Bilal, (2004), Dost İlinden Gelen Ses: İstanbul. Kemikli, Bilal, (2009), Şiir ve İrfan: İstanbul. Kılıç, Mahmut Erol, (2004), Sufi ve Şiir: İstanbul. Kırkkılıç, Ahmet, (1994), Başlangıcından Günümüze Tasavvuf: Erzurum. Köprülü, M. Fuad, (1981), Türk Edebiyatı Tarihi: İstanbul. Köprülü, M. Fuad, (1976), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar: Ankara. Kuşeyrî, Abdülkerim, (2009), er-Risâletü’l-Kuşeyriyye fi’t-tasavvuf, (Çev. Dilaver Selvi): İstanbul. Latifî, Abdüllatif,(2000), Tezkiretü’ş-şu’arâ, (Haz. Rıdvan Canım): Ankara. Levend, Agâh Sırrı, (1984), Divan Edebiyatı: İstanbul. Mevlana, Celaleddin, (1994), Fihi Ma Fih, (Çev. Ahmed Avni Konuk): İstanbul. Mevlana, Celaleddin, (1997), Mevlana’nın Rubaileri, (Çev. M. Nuri Gençosman): İstanbul. Nicholson, R. A., (2004), Tasavvufun Menşei Problemi, (Çev. Abdullah Kartal): İstanbul. Rabbanî, (İmam) Ahmed el-Serhendi, (2006), Mektubât: İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi Şentürk, Ahmet Atilla, (1999), Osmanlı Şiiri Antolojisi,: İstanbul. Şerif, M.Mardin, (1990), İslam Düşüncesi Tarihi, (Haz. Mustafa Armağan): C.I. Tatçı, Mustafa, (2005), Yunus Emre Şerhleri: İstanbul. Tümer, Günay, (1994), “Din”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.9: İstanbul. Vergote, Antoine, (1999), Din, İnanç ve İnançsızlık: İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 HEDEFLER İÇİNDEKİLER TÜRK İSLAM EDEBİYATININ KAYNAKLARI • Muhteva Kaynakları • Tarihsel Kaynaklar • Biyografik kaynaklar • Bibliyografik Kaynaklar TÜRK İSLAM EDEBİYATI Yrd. Doç. Dr. Mehmet GÖKTAŞ • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Türk İslam Edebiyatının Kaynaklarını kavrayabilecek, • Bu kaynakların edebiyatımız açısından ne kadar önemli olduğunu anlayabilecek, • Şair ve yazarların bu zengin kaynaklardan nasıl ustaca yararlandıklarını görebilecek, • Sanatkâr ve eseri hakkında hangi kaynaklara müracaat edilmesi gerektiğini öğrenecebileceksiniz. ÜNİTE 2 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları GİRİŞ Türk milletinin, fikrî, edebî ve ideolojik hayatı üzerinde büyük değişiklikler yapan İslam medeniyeti dönemi, milletimizin ilim, fikir ve edebiyat tarihi açısından da çok önemli bir dönüm noktasıdır. Nitekim dikkat çekici ilk değişme dilde olmuştur. Türkler, İslam medeniyetini ve bu medeniyeti tesis eden Kuran’ı çok iyi anlayabilmek için Arapçayı ve klasik İslami edebiyat dili Farsçayı kısa zamanda öğrendiler. İslamiyet’ten sonraki Türk edebiyatında mevzu, tema, kültür ve ideoloji değişikliği dil değişmelerinden daha fazladır. İslam’ın kabulüne kadar yerli ve kavmî bir edebiyat yaparak birbirine benzer şifahi terennümler ile yetinen Türkler, İslamiyet’ten sonra beşerî çehresi, millî çehresinden daha zengin, sosyal ve coğrafî çizgileri eskisinden daha başka bir edebiyat meydana getirmişlerdir. Bilindiği gibi, hicri ikinci asırdan itibaren İslami ilimler oluşmaya başladı. Bu dinin kutsal kitabı Kuran’ın şerh ve izahı için tefsir ilmi, Hz. Peygamberin söz, fiil ve davranışlarının tespiti için hadis ilmi, Kur’an ve Hadis’e dayalı olarak dünyada kişinin leh ve aleyhine olan hükümleri bilmesi demek olan fıkıh ilmi ortaya çıktı. Ayrıca temel inanç esaslarının doğru bir şekilde tespit ve izahı için akaid ve kelam ilimleri ortaya çıktı ve bu çerçevede farklı görüşlere bağlı olarak ekoller oluştu. Hz. Peygamber ve ashabının yaşadığı hayata bir özlemin tezahürü olarak tasavvuf, geniş kitleler üzerinde etki yapan bir fikir ve disiplin olarak sistemleşti. Türklerin İslamiyet’i kabulünden günümüze uzanan çizgide bu ilimleri âlimler izah için uğraşmışlar, kitaplar telif etmişler, her biri çok iyi eğitim almış olan şairler bu ilim ve fikirlerden aldıkları ilhamlarla duygu ve düşüncelerini en güzel şekilde ifadeye çalışmışlardır. MUHTEVA KAYNAKLARI Kuran-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler Her büyük edebiyatın kendisini meydana getiren medeniyete uygun, bir sanat anlayışına, bir ilim ve tefekkür kaynağına dayandığı görülür. İslami Türk edebiyatının ilim ve fikir kaynağı bizde tamamıyla Kuran’dır. Kuran, Hz. Peygamber’e vahyedildiği asır Arap dünyası dikkate alındığında muazzam bir mucizedir. İslam medeniyeti bu muazzam mucizeyle başlamış ve devam etmiştir. Fuzuli, Kur’an’ın bu yönüne temas eden bir beytinde şöyle der; Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Bireysel Etkinlik Türk İslam Edebiyatının Kaynakları • Mehmet Âkif ERSOY’un Kur’an’a Hitap başlıklı manzumesini Safahat isimli esrinden bulup okuyunuz. Bâkî-i mu’ciz ne hâcet dîn-i hakk isbâtına Âlem içre mu’ciz-i bâkî yeter Kuran sana Fuzuli Kuran-ı Kerim’de, Allah’a, dünyanın ve insanın yaratılışına, meleklere, kıyamet gününe, cennet ve cehenneme, ibadetlere, geçmiş peygamberler ve ümmetlerine, hukuka, ahlaka, faziletlere, suçlara ve onlara verilecek cezalara ait bölümler ve bilgiler vardır. İktibas; bir şair veya yazarın kendi eserine âyet veya hadislerden birini katmasıdır. Bu yolla anlamı pekiştirmek, söze güzellik ve güç katmak amaçlanır. (Bilgegil 1989:268) Kuran’ın ayetlerini ya doğrudan doğruya yahut ilk ve en manalı kelimeleri ile edebî eserlerde zikretmek, İslami Edebiyatın iktibas adı verilen ve sözün kıymetini ışıklandıran geleneklerinden olmuştur. Bu yolla söze manevi bir güzellik veya ilahilik verilmek istenmiştir. Tam ve kısmi veya manevi ve lafzi iktibas şeklinde kullanımı bulunmaktadır. Bir sözün tamamı alınmışsa iktibas-ı tam (tam iktibas), yarısı veya bir parçası alınmışsa iktibas-ı gayr-ı tam (yarım iktibas) meydana çıkar. Bî-bekâdır bu menzil ey ahbâb Fettakullâhe yâ uli’l-elbâb Ahmed Paşa Şair, burada Maide suresinin 100. ayetinde geçen “Ey akıl sahipleri Allah’a karşı gelmekten sakının”, kısmını aynen lafzi olarak iktibas etmiştir. Rûz-ı mahşerde nidâ cennetten ere ümmete Hâzihî cennâtu adnin fe’dhulûhâ hâlidîn Muhibbî Muhteşem Süleyman olarak bilinen Kanuni Sultan Süleyman, aynı zamanda “Muhibbî” mahlaslı bir divan şairidir. Yukarıdaki beytinde Fatır Suresi’nin 33 ve Zümer Suresi’nin 73. ayetlerinden iktibaslarda bulunmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Mehmet Akif de; “İnsan için ancak çalıştığı vardır” (Necm, 3/39), mealindeki ayeti lafzen iktibas eder: Leyse li’l-insâni illâ mâ se´â derken Hudâ; Anlamam hiç meskenetten sen ne beklersin daha; Mehmet Akif Hz. Peygamber’in sözleri, filleri ve davranışları anlamına gelen hadis, Türk edebiyatının muhteva kaynaklarından biridir. İslam kültürü etkisinde gelişen Türk edebiyatının gösterdiği özellikler açısından, divan edebiyatı, tekke edebiyatı (tasavvuf edebiyatı) ve halk edebiyatı olmak üzere üç kolda gelişme gösterdiğini görüyoruz. (Şener ve Yıldız 2010: 34) Bu üç kolda eser veren şairler çok zengin bir hazine olan ayet ve hadisleri telmihen, mealen yahut aynen eserlerine almışlardır. Vezin zaruretinden kaynaklanan sebeplerle bu alıntılarda ufak bazı değişiklikler de yapmışlardır. “El-fakru fahrî el-fakru fahrî” Demedi mi ol âlemler fahri “İlimsiz şi’r esası yok divâr kimi olur ve esassız divâr gâyette bi-itibâr olur. Pâye-i şi’rimi hilye-i ilimden muarrâ olmağı mûcib-i ihânet bilüp ve ilimsiz şi’rden kaleb-i birûh kim teneffür kılup bir müddet nakd-i hayâtım sarf-ı iktisâb-ı fünûn-ı ilm-i aklî vü naklî ve hâsıl-i ömrüm bezl-i iktisâb-ı fevâid-i şâhid-i nazmıma pirâyeler mürettep kıldım ve tedric ile tetebbu-i tefâsir ü ehâdis edip fazilet-i şi’re mezemmet isnâdı naks-i himmet olduğunun hakikatin bildim.” Fuzuli Hacı Bayram Veli Şair, “Fakr (her an Allaha muhtaç olma hâli), benim övüncümdür; ben onunla övünürüm”, hadisini aynen iktibas etmişir. Naklidüp bu kelâmı didi Nebî “Sebakat rahmetî ´alâ gadabî” Taşlıcalı Yahya Aşkiyâ ölmezden ön öl kim hadîs-i aşkda Âşıkın sanındadır “mûtû ve kable en temût” Aşki “Ölmeden önce ölünüz” mealindeki hadis bu beyitte hem anlam olarak, hem de metin olarak verilmiştir. Aşağıya aldığımız beyitte hadis mana olarak iktibas edilmiştir. Karı tatlîki için bak ne diyor Peygamber “Bir talâk oldu mu dünyada semâlar titrer” Mehmet Akif Türkçe Divan Önsözünden Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Dinî İlimler Çoğu, yaşadıkları dönem itibariyle, iyi bir eğitim almış olan şairlerin Tefsir, hadis, fıkıh, akaid, kelam, siyer ve tasavvuf gibi İslam kültürünün bilim dallarından istifade etmeleri ve sanat telakkisiyle eserlerinde bu ilimlerden telmih ve iktibas yoluyla bahsetmeleri çok tabiidir. Özellikle tevhid, münacat, naat ve benzeri türlerde bu ilimlere dayalı fikir ve düşüncelere sıkça yer verilir. Ehl-i sünnet inanç ve akideleri yanında, bazı bâtıni mezhep görüş ve düşüncelerine de şairler tarafından yer verildiği görülür. Allah’ın Hz. Âdem’i yarattıktan sonra meleklerin ona secde etmelerini emretmesi şair tarafından şöyle ifade edilir: Envârının olduğu müsellem Mescûd-ı melâ`ik oldu Âdem Nabi İnsanlar Allah’ın verdiği had ve hesaba gelmez bunca nimetin kadrini bilmezler ve şikayet etmekten de geri durmazlar. “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız. Şüphesiz insan çok zalim ve çok nankördür” (İbrahim, 14/34), ayetini hatırlatan Nabi’nin şu ifadeleri çok manidardır: Bu denlû n i’met-i bî imtinânın kadrini bilmez Aceb küfrân-ı nâ-şükrândır ekser merdüm-i dünyâ Bu denlû ni’met-i ma’lûme vü meçhûleden sonra İder takdîrden bast-ı şikâyet itmez istihyâ Nabi Katl ile zulm-i beşer eylemeden eyle hazer “Beşşiri’l-kâtile bi’lkatli” didi Peygamber. Laedri beytinde İslam hukukunda kasden bir kişiyi öldürenin kısas hükmü gereği öldürüleceğini bildiren bir kaideyi sanat zemininde ifade etmiştir. İslam inanç esaslarından biri de “kadere imandır.” Mukadder olan başa gelir. Takdire boyun eğmekten başka çare de yoktur. Takdiri değiştirmek de mümkün değildir. Çâre yok şîve-i takdîre rızâdan gayri Fehmolunmaz hikem-i sırr-ı hafiy-yi Bârî Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Sami Kadere itiraz ve şikayet eder tarzda ifadeler de doğru değildir. Deme şu niçin şöyle Yerincedir ol öyle Bak sonunu sabreyle Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler Erzurumlu İbrahim Hakkı Kelam, Allah’ın varlığından, birliğinden, sıfat ve isimlerinden bahseden ilimdir. Özellikle tevhid, münacaat ve tazarrunamelerde Cenab-ı Hakk’ın güzel isimleri, kudretinin sonsuzluğu, fiilleri ve sıfatları sürekli işlenen mevzulardır. Kelâm, uluhiyyeti bir sistem dahilinde ispata çalışır. Hudus ve imkan delili bu ilmin konularındandır. Mükevvenât-ı hudûs ol Kadîmdendir kim Kemâl-i zâtına mümkin değil kabûl-i fenâ Fuzuli Şair bu beytinde hadis olan her şey, Kadim olan Allah’tandır; Allah fani değildir, diyor. Kainatı Allah yaratmıştır ve Allah mekândan münezzehtir. Allah’ı bu beden gözüyle görmek mümkün değildir. Ancak basiret gözü tüm varlıkların yüzlerinde Allah’ın nurunu hissedebilir. Ey İlâh-ı kâinat ey masdar-ı sun'-ı kemâl Varlığındır var olan yoktur o varlıkta zevâl Ey cenâb-ı kibriyâ bizler gibi âcizlere Kibriyâ-yı Zât'ını mümkün müdür etmek hayâl Nigar Hanım Samed, Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarından biridir. Bütün varlıklar varlıklarını ve varlıklarının devamını ona borçludurlar, ona muhtaçtırlar. O hiçbir şeye muhtaç değildir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Olsa her saat dilimde “kul hüva’llâhu ehad” Kalbimi eyler münevver nûr-ı “Allahu’s-samed” Bireysel Etkinlik Aşki • 1. uniteye yeniden değerlendiriniz. Tasavvuf, Hz. Peygamber’in ve ashabının yaşadığı hayata özlemin bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Muhteva kaynakları bağlamında edebiyatımızda müstesna bir yeri olan tasavvufun manzum olarak birçok tarifleri de yapılmıştır. Bidâyette tasvvuf sûfi-i bî-cân olmağa derler Nihâyette gönül tahtında sultân olmağa derler Tasavvuf “urvetü’l-vüskâ” yükün cân ile çekmektir Tasavvuf mazhar-ı âyât-ı gufrân olmağa derler Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi Her fikrin en güzel ifadesi ancak edebiyatla mümkündür. Tasavvuf, hicri beşinci asırda çok güçlenmiş ve birçok mutasavvıf yetişmiştir. Bu akımın zamanla edebiyata intikal ettiğini görülmektedir. Her fikrin en güzel ifadesi ancak edebiyatla mümkündür. Bu itibarla tasavvufun en güzel ifadesini de edebiyatta görmek mümkündür. İslam’ın kabulünden sonra üç kolda gelişme gösteren edebiyatımızda bütün fikir ve akideleri sembollerle ifade eden tasavvufi edanın estetik bir kıymeti vardır. Divan edebiyatımız da, halk edebiyatımız da tasavvufun tesiri altında kalmıştır. Tasavvuf, Melamilik, Mevlevilik, Rufailik, Kadirilik, Nakşibendilik ve Halvetilik gibi birçok tarikatın meydana gelmesine vesile olmuştur. Kâdirî’yiz döneriz aşk ile devrânîyiz Mest-i şûrîde-ser-i neşve-i Geylânî’yiz Hersekli Arif Hikmet Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Tasavvufi düşüncede “vahdet-i vücut” nazariyesi önemli bir yer tutar. Buna göre, yegâne varlık Allah’tır. Eşya ve mevcudat, Allah’ın muhtelif tecellisinden ibarettir hakikî ve müstakil bir mevcudiyete malik değildir. Ben bilmez idim gizli ıyan hep sen imişsin Canlarda vü tenlerde nihan hep sen imişsin Senden bu cihan içre nişan ister idim ben Âhir bunu bildim ki cihan hep sen imişsin Naili Kâinat ve insan bir aynadır. İnsan nasıl kendini görmek için aynaya bakarsa, Cenab-ı Hak da bütün güzelliklerin kaynağı olan cemalini temaşa için kâinatı ve insanı yaratmıştır. Yâr kendin görmeğe âyîne îcâd eylemiş Sûret-i icâd-ı âlemden bu ma’nâdır garaz Laedri İnsan, ilahi sırlar hazinesidir. Allah’ın güzel isimleri diğer varlıklarda tafsilen dağınık bir surette bulunduğu halde, insanda mücmel, fakat tam olarak bulunur. Afakta olan her şey kevn-i cami olan insanda da mevcuttur. Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen Şeyh Galip Haberdâr olmamışsın kendi zatından da hâlâ sen “Muhakkar bir vücûdum” dersin ey insan fakat bilsen… Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir: Avâlim sende pinhândır cihânlar sende matvîdir: Mehmet Akif Bütün tarikatların müşterek esası zikirdir. Zikrin de kısımları vardır. Tarikatlardan her birinin kendine mahsus ayini, erkan ve adabı olduğu gibi her birinin hususi kisvesi, zaviyesi ve kabul töreni de vardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Her nefeste zikr-i Hakk tevfîk-i Rahmân’dır bize Âyet-i “zikren kesîren”emr-i Kuran’dır bize Hoca Halil Ağa İslam Tarihi ve Peygamber Kıssaları İslam Tarihi Hz. Âdem ile başlar ve Asr-ı Saadet’te kemal bulur. Bir sanatkâra çok zengin malzeme sunan İslam tarihi ve peygamber kıssalarına şairlerin kayıtsız kalması elbette düşünülemez. Şair tarih içindeki önemli olayları, kişileri, savaşları, değişimleri, fikir akımlarını vs. sanat içinde ele alır; topluma bir ibret ve örnek olarak takdim eder. Hz. Âdem ’ın yasak meyveden yemesi ve dünyaya gönderilişi; Hoş-dem idi Hazret-i Âdem ezel Zevkine dünya gamı oldu bedel Taşlıcalı Yahya Hz. Nuh ’ın kendisine inananlarla birlikte tufandan kurtuluşu, Sensin bizi muhlis yine garkâb-ı fenâdan Ne zevrak u ne Nûh u ne tûfân bilürüz biz Naili- Kadim Hz. Eyyub ’un yıllarca bir imtihan vesilesi olarak yara bere içinde kalması; Eyyûb’u illet-i beden inletti zâr zâr Ziya Paşa Hz. İbrahim ’ın, kaybolup gidenlerin ilah olamayacağı; Allah’ın ezelî ve ebedî oluşunu ispat sadedinde Kur’an’da geçen kıssası; Âftâb-ı hüsn-i hûbân âkibet eyler ufûl Ben muhibb-i lâ-yezâlim“lâ uhibbu’l-âfilîn” Laedri Üzerine gece karanlığı basınca, bir yıldız gördü, “İşte Rabbim!” dedi. Yıldız batınca da, “Ben öyle batanları sevmem” dedi. (Enam 6/76) Hz. İsmâil’in, babası İbrahim tarafından Allah’a kurban olarak sunulması, Gerçi İsmâîl’e kurbân gökten inmiş kadr içün Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Hakk bilür kadr içün İsmâîl ana kurbân olur Fuzuli İsmâ’il’em Hakk yoluna cânımı kurbân eylerem Bil ki bu cân kurbân imiş koçu kurbânı neylerem Yunus Emre Hz. Davud’un sesinin güzelliği ve Zebur’dan ayetler okuması esnasında kuşların onu dinlemeye gelmesi; Hüsn-i sadâ ile okurdu Zebûr Dinlemeye cem’ olur idi tuyûr Taşlıcalı Yahya Hz. Süleyman’ın mucize eseri olarak kuşların dilini bilmesi ve onları istihdam etmesi; Süleyman kuş dilin bilür dediler Süleymân var Süleymân’dan içerü Yunus Emre Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelişi; Cebrail’in Hz. Meryem’e ruh üflemesiyle hamile kalmasına işaret eden aşağıdaki beyit; Sûrette n’ola zerre isek ma’nîde yuhuz Rûhu’l-kudüs’ün Meryem’e nefhettiği rûhuz Ruhi–i Bağdadi Yine yukarıda bir kısmına temas ettiğimiz örneklerde de ifade edildiği gibi peygamber kıssaları şairlerimiz tarafından sanat zemininde işlenir. Akşemseddin’in telmih ve iktibaslarla anlattığı peygamber kıssalarına temas eden manzumesini toplu bir örnek olması sebebiyle buraya alıyoruz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları AĞLAR Düşelden ten kuyusuna, Gözüm Yûsuf’layın ağlar, Örnek Kalup kurbet diyârında, Gözüm Yâkûb’layın ağlar. Bana dostum belâ saldı; Meger inildimi sevdi; Direm “messeniye’z-zurru; Gözüm Eyyûb’layın ağlar. Bu cân kuşı kafes tende, Diler uça gide anda; Sanasın batn-ı balıkda, Gözüm Yûnus’layın ağlar. Ezel görüp biz işidüp, Terânî vâdesin dostun, Yine görem diyu dün gün, Gözüm Mûsâ’layın ağlar. Bu Şemseddîn diler cânı, İçe ol âb-ı hayvânı, Temâşâ eyleye ânı, Gözüm ırmaklayın ağlar. Akşemseddin Hz. Muhammed, edebiyatımızda en çok işlenen konuların başında gelir. Hz. Âdem’le başlayan peygamberlik silsilesi Hz. Muhammed’le son bulmuştur. O, peygamberlerin en faziletlisidir. Kur’an ona nazil olmuştur. Müslümanlıkta ilk Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları mevzu, kelime-i şehadette de ifadesini bulan, vahdaniyyet-i ilahiyye ve risalet-i Muhammediye’dir. Türklerin İslam’ı kabulünden sonra yazılan mensur ve manzum eserlerin, “besmele, hamdele ve salvele” ile başlaması bir gelenekti. Manzum eserlerde bu sıra “besmele, tevhid, münacat, naat” şeklindedir. Hemen hemen bütün nazım şekillerinde yazılan naatlarda Hz. Peygamber’in çeşitli meziyetleri, bütün güzel sıfatları, ümmiliği, yetimliği, beşerin en hayırlısı oluşu, doğduğu sırada meydana gelen hadiseler, makam-ı mahmud sahibi oluşu, şefaat talebi, Kuran’da zikredilen hususiyetleri, şemaili ve gösterdiği mucizeleri gibi birçok sebep vesilesiyle bahse konu edilir. İltifât ibrâz edip, ey mefhar-ı devrân sana Nezdine da´vette ikrâm eyledi Yezdân sana Hâk-i pây oldu efendim çarh-ı nûr-efşân sana Hâke indi gökten istikbâl için Kuran sana Makbule Leman Levlâk ile zât-ı pâki mevsûf Kuran’a sıfâtı zarf u mazrûf Şeyh Galip Peygamberlerden başka raşit halifeler, ehl-i beyt, ashab-ı kiram, Kerbela olayı, ünlü İslam büyükleri temayüz eden yönleriyle ele alınırlar. Hz. Ebubekir ilk Müslümanlardan oluşu, “sıddik” sıfatı ve mağara arkadaşlığı sebebiyle; Hz. Ömer adaletiyle; Hz. Osman hayası; Hz. Ali, cesareti, ilim şehrinin kapısı olması, şah-ı velayet oluşu gibi özellikleriyle bahse konu edilir; İlk Müslümân, Hadîce, Haberi öğrenince Teslîm oldu büsbütün… Ardından Ebûbekir İspâtı aşan fikir, His ki, akıldan üstün… Necip Fazıl Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu, Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu! Mehmet Akif Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Düştü Hüseyn atından sahrâ-yı Kerbelâ’ya Cibrîl var haber ver Sultân-ı enbiyâ’ya Kazım Paşa Mucizeler ve Kerametler Peygamberlerin peygamberliklerini ispat, münkirleri de ikna sadedinde vaki olağanüstü hâller olan mucizeler, şairlerin asla ihmal edemeyeceği ve bir sanatkâra çok fazla malzeme sunan kaynaklardır. Şairler yeri geldikçe telmih yoluyla, başta Hz. Peygamber olmak üzere diğer peygamberlerin mucizelerinden ve evliyaullahın kerametlerinden bahsetmeleri şiire bir inanç ve hayal zenginliği katar. Hz. Peygamber’in parmağının işaretiyle ayı ikiye bölmesi (şakku’l-kamer), parmaklarından suyun akması, hayvanlarla konuşması, kuru direğin ve taşların konuşması, ölüleri diriltmesi, duasının bereketiyle yemeğin çoğalması, miracı gibi yüzlerce mucizenin yanında Hz. Musa’nın asasının ejderha olması, yed-i beyza, taştan su çıkarma ve Kızıldeniz’i yarması, Hz. İbrahim’i ateşin yakmaması, Hz. İsmail’i bıçağın kesmemesi, Salih’ın devesi, Hz. Davud’un demiri hamur gibi yumuşatması, Hz. Süleyman’ın kuş dilini bilmesi, Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi, hastaları iyileştirmesi gibi daha burada sayamayacağımız nice mucizeler, raşid halifelere, evliyaullahın büyüklerine ait kerametler, telmihlerle teşbihlerle öğüt vermek maksadıyla bahse konu edilir; Hayret ilen parmağın dişler kim itse istimâ’ Parmağından virdiği şiddet günü Ensâra su Fuzuli Tabîb-i kâinâta redd-i rûh-ı mürde bir şey mi İzzet Molla Mukaddes parmak göğe doğru… Ve ay iki şakk; Vurduğu granit kaya, külden daha yumuşak. Necip Fazıl Tarihî ve Efsanevi Kişilerin Maceraları Tarihin kaydettiği birçok meşhur alim, şair ve bilge kişilerle birlikte, zenginliği cömertliği, adaleti, cesareti efsane hâline gelmiş kahramanların adları ve özellikleri edebiyatımızda sık sık geçer. Bu efsanevi kahramanların şöhretlerine sebep olan hususiyetlerine telmihler yapılır. Pek çok ilmî ve dinî kitapta bahsedilen bu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları kahramanlar ve özellikleri zengin bir hayal dünyasına sahip şairler için vazgeçilmez bir kaynaktır. Bu başlık altında ele almayı düşündüğümüz konular “Varlık ve İnsan” başlıklı ünitede ayrıntılı olarak işlenmiştir (Ünite 9). Burada sadece Kuran’da da bahsi geçen Karun’dan bahsetmekle yetineceğiz. Karun, Hz. Musa ’nın muasırıdır. Zenginliği ve hasisliğiyle meşhurdur. Kuran’da kıssası anlatılan Karun, servetiyle beraber yere batırılmıştır. Tecrîd ile felekte oldum Mesîh-i sânî Mâlıyla yere geçsün Kârûn’a minnetim yok Fakri Dede Sen Ferîdûn hazînesin Nûşirevân genciyle Kârûn malını alıp bunca mala kattın tut Yunus “Şüphesiz Karun, Musa’nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz ona, anahtarlarını (bile taşımak) güçlü bir topluluğa ağır gelecek hazineler verdik...” (Kasas, 28/76) “Sonunda onu da, sarayını da yerin dibine batırdık.” (Kasas, 28/81) Çağın İlimleri Gerek pozitif (müsbet) ilimler, gerekse felsefi ve batıl ilimler; hemen hepsi biligili, kültürlü, iyi eğitim almış şairleri ilgilendiren konulardı. Eğitim gördükleri medreselerde Arapça ve Farsça’yı öğrenmekle birlikte yaşadıkları çağın bütün ilim dallarını da ders olarak görmekteydiler. Şairler doğu kültürüyle beslenmiş bu ilimlere yönelik faâliyetlerini veya halkın bildiği ve ilgilendiği yaygın konuları sanat düşüncesi içerisinde eserlerinde söz konusu etmişlerdir. Şair ve yazarların eserlerine kaynaklık eden ilimlerin başlıcaları şunlardır: Hikmet-i kadime, felsefe, mantık, tıp, astronomi, eczacılık, kimya, geometri, tecvit, gramer, remil, ilm-i nücum, ilm-i kıyafet, rüya tabiri, musiki, riyaziye gibi. Şair, gerek ilgi alanı, gerekse aldığı eğitimin neticesinde bu ilimlerle ilgili terim ve deyimleri, herkesin bilebileceği birtakım gerçekleri ele alır ve sanatla işler. Mübtedâsından olmayan haberi Oldu hayvân-ı nâtık-ı âlem Taşlıcalı Yahya Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Bu beyitte şair, medreselerde okutulan eski Yunan düşüncesinin insana ait bir tanımı zikrederken, Arap dilinin gramer kaidelerinden olan mübtedâ ve haber konusuna da işaret eder. İslam’da fal, sihir, büyü, yıldızlardan hareketle gayba ait birtakım hükümler vermek haramdır. Şairlerin yukarıda sayılan batıl ilimlerle ilgili beyanları İslami düşünce doğrultusundadır. Remlin ahkâmını gerçek sanma Gaybı Allah bilir aldanma Nabi Organların şeklinden, renginden ve hususiyetinden insanın ahlak ve tabiatını tanıma ilmi olan kıyafet de şairlerin ilgilendiği mevzulardandır. Bu husuta, Hamdullah Hamdi ve Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi, müstakil kıyafetname kaleme alan sanatçılar vardır. Kim ki boyudur tavîl Sâde-dil olur cemîl Kim ki vasat boyludur Âkil ü hoş huyludur İbrahim Hakkı Kuran-ı Kerim’i usulüne bağlı kalarak okuma ilmi olan tecvitin bir kuralı olan medd-i muttasıla Fuzuli bir beytinde şöyle temas eder; Sadâ-yı seyl çeker meddi muttasıl ya’ni Ki meddi muttasıl ile olur kırâat-i mâ` Fuzuli Sağlığa, hastalığa ve tedaviye ait olan düşünce ve tavsiyeleri edebiyatımızda çokça görmek mümkündür. İnsan sağlığıyla ilgili olan tıp ilmi bütün asırlarda en cazip ilim dallarından olmuştur. Mü’mine farzdır eyâ rûh-ı revân İlm-i ebdân ile ilm-i edyân Tıbdır akvâ-yı mühimmât-ı fünûn Anı münkir değil illâ mecnûn Nabi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Kültür Herhangi bir edebiyatın, bulunduğu dönemin hayatını yansıtmaması mümkün değildir. Şair ve sanatkârlar da yaşadıkları dönemin ve içinde doğdukları toplumun değer yargılarından, hayat telakkilerinden, kültüründen etkilenirler ve bu etki onların eserlerine de yansır. Bu yönüyle edebiyat toplum biliminin en temel kaynakları arasında yer alır. Kültürel düzeyi yüksek ediplerimiz, toplum düzenini, dönemin siyasi durumunu, sosyal değişmeleri ve çevrelerinde olup bitenleri çok iyi değerlendirmişlerdir. Yaşadıkları toplumda hayatın bütün renklerini eserlerinde yansıtırlar. Hayat ile edebiyatı yoğururken ramazanı, bayramı, düğünü, ölümü, merasimi, mektebi, medreseyi, eğlenceyi, zamaneden şikayeti şiirlerine nakşederler. Onlar da insandır; şaka yapar, eğlenir ve üzülürler. Beşerî duygularını dolduran olayları şiirlerinde zevkle ifade ederler (Pala, 1992:52). Duygu ve düşünceler, özellikle Osmanlı toplumunda, çoğunlukla şiirsel söylem içinde ifade edildiğinden şairler aynı zamanda yaşadıkları dönemin bilgesidirler. On iki ayın sultanı olan ramazan, iftarıyla, sahuruyla, mahyalarıyla, mukabeleleriyle, teravihiyle, bu aya mahsus olarak tesis edilen eğlence mekânlarıyla, büyükküçük herkesin hoşça vakit geçirecek vesileler bulduğu mübarek bir aydır. Böyle bir mâh-ı mübârek ola mı mü’mine hîç Şem’-i gufrân-ı Hudâ her şeb olur şu’le-feşân Vasıf Ramazânda bir âli-şan ederler O şehr-i sıyâmı zîşân ederler Fukarâ gönlünü gülşen ederler Mevlâya emanet olsun Erzurum Alvarlı Muhammet Lutfi Ramazanın sonu bayramdır. İki ay on gün sonra da Kurban Bayramı idrak edilir. Bu her iki dinî bayram kendine özgü hususiyetleriyle bahse konu edilir. Âfâk bütün hande, cihân başka cihândır; Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamândır! Mehmet Akif Merhamet eyleye merhamet kânı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Iyd-i udhiyeniz mübârek olsun Alvarlı Muhammed Lutfi Edipler zaman zaman devirlerinde işlenen kötülüklerden, haksızlıklardan, olumsuzluklardan şikayet ederler. Asrda zındık-sîmâ şeyhler Müstecâb’üd-da’valıkla laf atar Gaybden mansıb virüp tâliplere Aldatup halkı velâyetler satar Nabi Bir alay mekteb-i âlî denen yerler var; Sorunuz bunlara millet ne verir? Milyonlar. Şu ne? Mükiyye. Bu? Tıbbiyye. Bu? Bahriyye. O ne? O mu? Baytar. Bu? Zirâ’at. Şu? Mühendishâne. Çok güzel, hiçbiri hakkında sözüm yok; yalnız, Ne yetişdirdi ki şunlar acaba? Anlatınız. Mehmet Akif “Her nefis ölümü tadacaktır.” ayetinde ifade edildiği gibi ölümden kurtuluş yoktur. Hadisteki ifadesiyle ölüm, hâdimül’-lezzât’tır; yani lezzetleri acılaştırandır. Hayattan daha gerçektir. Kanı ol ışk eri heyhât kanı ol merd-i pür tâ`at Hayıf kim hâdimü’l-lezzet bize her nef’i zarr kıldı Kemal Ümmi Şu yalan dünyaya konup göçenler Ne söylerler ne bir haber verirler Yunus Büyük randevu ne zaman, saat kaçta? Tabutumun tahtası bilsem hangi ağaçta? Necip Fazıl Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Bireysel Etkinlik Türk İslam Edebiyatının Kaynakları • Yahya Kemal BEYATLI’nın “Sessiz Gemi” başlıklı şiirini bulup okuyunuz. Dil Edebiyatın ana malzemesi dildir. Dilin inceliklerinden faydalanan sanatkâr, kendine has bir tarz ve üslup edinir ve eserine çekicilik kazandırır. Atasözleri, vecizeler, deyimler, tabirler; ayet ve hadislerde olduğu gibi iktibas yapılır. Çoğu zaman irsal-i mesel (örnek getirme) yöntemiyle ele alınır; anlam çağrışımlarıyla birlikte hatırlanırlar. Hem Arapça ve Farsça’da mevcut olan atasözleri, hem de halkın dilinde dolaşan anlamlı söz ve deyimler, anlatıma canlılık ve zenginlik kazandırdığı için tercih edilir. “Safâyı al, kederi (sana üzüntü vereni) bırak” manasına gelen, “Huz mâ-safâ da’ mâ -keder” sözünü şair bir beytinde şu şekilde kullanır; Al ele câm-ı safâyı kahve fincanın gider Bu mesel meşhurdur “huz mâsafâ da’ mâ keder” Mehmet Çelebi Farsça “dest ber bâlâ-yı dest” olarak ifade edilen “el elden üstündür” atasözünü bir beyitte lafzan iktibas edilerek şöyle ifade edilir; Pençe-i şîr olsa pençen âhir eylerler şikest Bu mesel meşhûrdur kim “dest ber bâlâ-yı dest” Şairler, halk dilinde mevcut olan ve herkes tarafından tekrar edilegelen Türkçe atasözlerinden de çokça istifade etmişlerdir. “Sabırla koruk helva olur” sözü, şair tarafından bir beyitte şu şekilde işlenir; Sabrı elden komamaktır evlâ “Ki olur sabr ile koruk helvâ” Taşlıcalı Yahya Bunlardan başka kendileri atasözü hâline gelmiş, müstesna güzellikte beyitler ve mısralar da vardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi Muhibbi İnsana sadâkat yakışur görse de ikrâh Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allâh Ziya Paşa Şairler, halk arasında kullanılan tabirlere, ifadeyi güzelleştirme adına, sıkça başvururlar. “Ekmeğini taştan çıkarmak” tabiri de bir beyitte şu şekilde işlenir; Âkil isen rızk içün gerdûn-ı dûna eğme ser Âsiyâb-âsâ yürü var “ekmeğini taştan çıkar” Bursalı Haşimi Tarihsel Kaynaklar Türk edebiyatının tarihsel kaynakları, sanatkâr ve eseri hakkında bilgi veren kaynaklardır. Bunlar; biyografik kaynaklar ve bibliyografik kaynaklar olmak üzere iki şekilde ele alınabilir. Biyografik Kaynaklar Biyografik kaynaklar, sanatkâra ilişkin kişisel bilgilere ve sanatına dair değerlendirmelere yer veren kaynaklardır. Türk edebiyatının biyografik kaynakları kısaca şunlardır: Şair Tezkireleri: Şairler hakkında bilgi veren önemli kaynaklardır. Bunlardan başka Mevlevî şairler, Enderun şairleri, illere mahsus olmak üzere bir ilin şairlerini toplayan ve o ilin ismiyle anılan şair tezkireleri gibi, şairleri ayrı ayrı toplayan tezkireler de vardır (Levend, 1988: 249) . Şair tezkirelerinde şairler hakkında kısa bilgiler bulunur. Bazen şairin sadece adını zikreden tezkireler vardır. Şair hakkında kısa bilgiden başka, şiirlerinden örnekler vererek şairliğine dair bir iki cümle de olsa değerlendirme yapan tezkireler de vardır. Bu bakımdan klasik şiirin eleştiri kaynakları olarak da tezkireler ayrıca önemlidir (Kemikli, 2010: 34) . Bunlardan bazılarına yazarları ile birlikte aşağıda kısaca işaret edilmiştir. Mecâlisü’n-Nefâis: Türk edebiyatında bilinen ilk tezkire, Ali Şir Nevai’nin (14411501) 1491’de kaleme aldığı eseridir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Heşt Behişt: 1538 yılında, Edirneli Sehi Bey (ö. 1548) tarafından yazılmıştır. Sehi Tezkiresi olarak da adlandırılır. Tezkiretü’ş-Şuarâ: Latifi (1491-1582) tarafından yazılmıştır. Türkiye Türkçesiyle yazılan ikinci tezkiredir. 1546 yılında yazılarak Kanuni’ye sunulmuştur. Latifi Tezkiresi olarak da bilinir. Meşâiru’ş-Şuarâ: Âşık Çelebi (1519-1571) tarafından kaleme alınmıştır. Son asırda: Bursalı Mehmed Tahir’in Osmanlı Müellifleri, İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Son Asır Türk Şairleri, Sadettin Nüzhet Ergun’un Türk Şairleri, Nail Tuman’ın Tuhfe-i Naili adlı eseri, tezkirecilik geleneğini devam ettiren önemli kaynaklardır. Sakıb Dede’nin Sefine-i Mevleviye’sinde olduğu gibi sadece Mevlevileri anlatan; Kilari Ahmed Refi’nin manzum olarak kaleme aldığı Enderunlu Şairler, Hattatlar, Musikişinaslar Tezkiresi’nde olduğu gibi sadece Enderunda yetişen şairleri işleyen; yine Ali Emiri’nin Diyarbakır’da yetişen şairleri tanıttığı Tezkire-i Şura-yı Amid’de olduğu gibi, sadece bir şehirde yetişen şairleri ele alan tezkireler de vardır. Şekâiku’n-Nu’maniyye, Çeviri ve Zeyilleri: Osmanlı’nın kurucusu Osman Gazi’den başlayarak her padişah zamanında yetişen âlimlerin, şeyhlerin ve şairlerin biyografisini toplayan, hayatları hakkında bilgi veren önemli bir kaynaktır. Meşhur kişilerin ölüm tarihlerini ve yerlerini bildiren eserler: Vefeyat, Hadikatü’l-Cevami. Mecmuâtu’t-Terâcimler: Alim, şair, sufi, devlet adamı gibi toplum içinde temayüz etmiş şahısları anlatan muhtelif biyografik eserlerdir. Biyografik-Bibliyografik kaynaklar: Keşfu’z-Zünun ve Esmaü’l-Müellifin gibi eserler (Kemikli 2010: 33). Bibliyografik Kaynaklar Edebî eser hakkında bilgi veren kaynaklarımız çok azdır. Bunlar, Mevzu`atu’lUlum, Keşfü’z-Zünun ve zeyilleri, Mahzenü’l-Ulum’dur. Mevzuâtu’l-Ulûm, Arapça yazılmış olan Miftahu’s-Saade ve Misbahu’s-Siyade adlı eserin, Taşköpri-zade Ahmed Efendi’nin Kemali mahlaslı oğlu Kemaleddin Mehmed (1551-1620) tarafından yapılan çevirisidir.Eser, iki cilt hâlinde basılmıştır. Keşfü’z-Zunûn an Esâmi’l-Kütübi ve’l-Fünûn, Katip Çelebi tarafından Arapça olarak yazılmıştır. Eserde 15.000’e yakın kitap, 10.000 kadar da yazar adı vardır. 300’den çok bilimin de konuları gösterilmiştir. Katip Çelebi, kitaplıklarda görüp okuduğu binlerce kitap ile yirmi yıldır sahaflarda rastladığı kitapları eserine almıştır. Daha sonraki dönemlerde bu eserin zeyilleri de yazılmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Özet Mahzenü’l-Ulûm, Sergis Orpilyan ve Seyyid Abdülaziz-zâde Mehmed Tahir’in birlikte gerçekleştirmek istedikleri bu eserin ancak birinci bölümünü kapsayan ilk cildi basılabilmiştir (Levend 1988: 444) . •Türk İslam edebiyatının kaynakları iki açıdan ele alınıp incelenebilir: •1. Sanatkârı ilmî ve fikrî düzeyde besleyen kaynaklar, •2. Sanatkâr ve eseri hakkında bilgi veren kaynaklar. •İnsanlar gibi medeniyetler de birbirlerini etkileme ve etkilenme özelliğinden uzak değillerdir. Türk İslam edebiyatı, İslam medeniyeti etkisi altında gelişen bir edebiyattır. Edebî eserin muhtevasına kaynaklık eden pek çok amil vardır. •Türk İslam Edebiyatı, İslâm dininin ve özellikle tevhit inancının oluşturduğu telakkiler, kavramlar ve bilgilerden yararlanarak gelişmiş bir edebiyattır. •İslam medeniyeti havzasında gelişen ilimler, İslam estetiğini ve sanat telakkisini beslediği gibi, edebî eserin muhtevasını da oluşturmuşur. •Türk İslam edebiyatı, genel olarak kitabi ve mücerret bir edebiyattır. Bu bakımdan lafzi ve manevi iktibas yoluyla Kuran ve hadis metinleri, peygamberlerin kıssaları ve mucizeleri, tarihî ve efsanevi kişiler ve maceraları, dinî ve felsefî telakkiler, çağın batıl ve hakiki olmak üzere tüm ilimleri, kültür ve dil bu edebiyatın muhteva kaynakları arasında yer alır. •Sanatkâr ve eseri hakkında bilgi veren kaynaklara tarihsel kaynaklar denir. Bu kaynaklar da iki grupta ele alınmaktadır: •1. Şaire ilişkin şahsi bilgilere ve sanatına dair değerlendirmelere yer veren Biyorafik kaynaklar, •2. Edebî eser hakkında bilgi veren Bibliyografik kaynaklar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Bir şair veya yazarın eserinde ayet veya hadise yer vermesine ne ad verilir? a) İntihal b) İktibas c) İntibak d) İnikas e) Hiçbiri 2. Aşağıda boş bırakılan yere gelmesi gereken ifadeler hangi seçenekte doğru olarak verilmiştir? İslam kültürü etkisinde gelişen Türk edebiyatının gösterdiği özellikler açısından, ………………………, ………………………………….. ve …………………………… olmak üzere üç kolda gelişme gösterdiğini görüyoruz. a) Tekke edebiyatı-Tasavvuf edebiyatı- Dinî edebiyat b) Enderun edebiyatı- Eski Türk edebiyatı- Yüksek zümre edebiyatı c) Divan edebiyatı- Tekke/Tasavvuf edebiyatı-Halk edebiyatı d) Halk edebiyatı-İran etkisinde gelişen Türk edebiyatı e) Hiçbiri 3. “Remlin ahkâmını gerçek sanma/Gaybı Allah bilir aldanma” beytinde edebiyatımızın muhteva kaynaklarından hangisine temas edilmiştir? a) Kur’an b) Hadis c) Peygamber kıssaları d) Çağın ilimleri e) Mucize ve Kerametler Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları 4. Aşağıdaki beyitte şair, hangi İslami ilim dalına ait kavramlara işaret etmektedir? Mükevvenât-ı hudûs ol Kadîm’dendir kim Kemâl-i zâtına mümkin değil kabûl-i fenâ a) Kelam b) Hadis c) Akaid d) Tefsir e) Fıkıh 5. Aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır? a) Şair tezkirelerinde şairler hakkında kısa bilgiler bulunur. b) Bazen şairin sadece adını kaydeden tezkireler vardır. c) Klasik şiirin eleştiri kaynakları olarak da tezkireler ayrıca önemlidir. d) Şairlerin şiirlerinden örnekler vererek şairliğine dair bir iki cümle de olsa değerlendirme yapan tezkireler de vardır. e) Tezkireler şairleri; meslek, meşrep ve bölge ayrımı gözetmeksizin toplamış önemli kaynaklardır. Tabîb-i kâinâta redd-i rûh-ı mürde bir şey mi? 6. mısraında edebiyatın hangi kaynağına gönderme yapılmıştır? a) Tıp ilmine b) Haşir akidesine c) Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi mucizesine d) Öldükten sonra dirilmenin sadece ruhen olacağına e) Diriltme mucizesine Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları 7. Türk edebiyatında bilinen ilk tezkire ve yazarı hangi seçenekte doğru olarak verilmiştir? a) Osmanlı Müellifleri- Bursalı Mehmed Tahir b) Sehi Bey Tezkiresi- Sehi Bey c) Mecalisünnefais- Ali Şir Nevai d) Meşairuşşuara- Âşık Çelebi e) Hiçbiri 8. Boş bırakılan yerlere gelmesi gereken uygun kelimeler hangi seçenekte doğru olarak verilmiştir? Türk edebiyatının tarihsel kaynakları, sanatkâr ve eseri hakkında bilgi veren kaynaklardır. Bu kaynaklar …………………. ve ………………… olmak üzere iki şekilde ele alınabilir. a) Tezkire ve tezakir b) Biyografik ve bibliyografik c) Panoramik ve biyografya d) Hayat ve hatırat e) Kuran ve hadis 9. Aşağıdaki eser ve yazar eşleşmelerinden hangisi yanlıştır? a) Bursalı Mehmed Tahir-Osmanlı Müellifleri, b) İbnülemin Mahmud Kemal İnal-Son Asır Türk Şairleri c) Sadettin Nüzhet Ergun -Türk Şairleri d) Nail Tuman-Tuhfe-i Naili e) Sakıb Dede-Mevzuatululum Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları 10.Edebî eser hakkında bilgi veren tarihsel kaynaklarımız çok azdır. Bu kaynaklar hangi seçenekte doğru olarak verilmiştir? a) Mevzuatululum-Keşfüzzünun ve zeyilleri-Mahzenülulum b) Mevzuatululum-Mucemulüfehres-Silsilename c) Mahzenülulum–Heştbehişt–Müellefat-ı Osmani d) Keşfüzzünun ve zeyille –Vefeyat–Atrabulasar e) Menakıb-ı Hünerveran-Tuhfetül-Hattatin-Tezkiretülevliya Cevap Anahtarı 1-b, 2-c, 3-d, 4-a, 5-e, 6-e, 7-c ,8-b, 9-e, 10-a Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Akkuş, Metin (2000), Divan Şiirinde İnsan-I Dinî Kişilikler: Erzurum. Akyüz, Kenan vd., (1990). Fuzûlî Divanı: Ankara. Eraydın, Selçuk (1994), Tasavvuf ve Tarikatlar: İstanbul. Ersoy, Mehmet Âkif (2006). Safahat: İstanbul. Göktaş, Mehmet (2003), Divân Şiirinde İnsan Telâkkisi (Basılmamış Doktora Tezi): Erzurum. Güzel, Abdurrahman (2009) Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı El Kitabı: Ankara. Kemikli, Bilâl(2010), Türk İslâm Edebiyatı Giriş: İstanbul. Kısakürek, Necip Fâzıl (1993), Es-selâm, Mukaddes Hayattan Levhalar: İstanbul. Levend, Âgâh Sırrı (1988), Türk Edebiyatı Tarihi: Ankara. Levend, Âgâh Sırrı (1984), Divan Edebiyatı, Kelimeler ve Remizler Mazmunlar ve Mefhumlar: İstanbul. Lutfi, Hace Muhammed (1996), Hulâsâtü’l-Hakâyık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî: İstanbul. Pala, İskander (1989), Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü: Cilt: I-II. Ankara. Pala, İskander (1996), Divan Edebiyatı: İstanbul. Pekolcay, Neclâ (2002), İslâmî Türk Edebiyatı: İstanbul. Şardağ, Rüştü (1976), Klasik Divan Şiirimiz: İstanbul. Şener, H. İbrahim ve Âlim Yıldız (2010), Türk İslâm Edebiyatı: İstanbul. Tolasa, Harun (1973) Ahmet Paşa’nın Şiir Dünyası: Ankara. Yılmaz, Mehmet (1992), Edebiyatımızda İslâmî Kaynaklı Sözler: İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 İÇİNDEKİLER NAZIM ŞEKİLLERİ • Beyit Esasına Dayanan Nazım Şekilleri • Bent Esasına Dayanan Nazım Şekilleri TÜRK İSLAM EDEBİYATI HEDEFLER Doç. Dr. Alim YILDIZ • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Türk İslam Edebiyatı'nda şiirin önemini kavrayabilecek, • Beyit esasına dayalı nazım şekillerinden mısra, beyit, gazel, kaside, mesnevi vb. gibi nazım şekilleri hakkında bilgi sahibi olabiecek, • Bent esasına dayalı nazım şekillerinden rübai, tuyug, murabba, muhammes, müseddes, terkib-i bent ve terci-i bent vb. nazım şekilleri hakkında bilgi sahibi olacabileceksiniz . ÜNİTE 3 Nazım Şekilleri GİRİŞ Birçok kimse tarafından çeşitli tanımlamaları yapılan şiirin, herkes tarafından kabul edilen bir tarifi bulunmamaktadır. Bu yüzden şiir, tarifini yapan kimselere göre farklı bir yönüyle karşımıza çıkmaktadır. Bu durumu da doğal karşılamamız gerekir. Çünkü herkesin üzerinde mutabık kalacağı bir tarif, şiirin kendi özünü, anlamını ya da varoluş sebebini ortadan kaldırmak olacaktır. Şiir dört duvarla sınırlanacak bir obje veya nesne değildir. Şiir hayaller dünyasına olduğu kadar hayal ötesine uzanan, akıl ve mantığın sınırlamalarına aldırmayan bir süreçtir. Şair, hayallerini kullanmak suretiyle, aklına estiği anda kendine has mükemmel bir dünya kurar; kendine hayranlıkla bakan insanlara oradan seslenir. Olmazları olur, düşünülmezleri düşünülür hâle getirir. Şair, bakan değil baktığını gören hem de başkalarının görmediklerini gören kimsedir. Bütün bunları yaparken kelimelerin sihrinden yararlanır. Az sözle çok şey anlatır. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı şiir, insanlık tarihi boyunca edebiyatın en önemli ve en vazgeçilmez kısmı olmuştur. Türk İslam edebiyatında da şiir, edebiyatın en önemli konusunu oluşturur. Manzumelerin mısra sayısı, bent sayısı, bunların sıralanış şekli, kafiye örgüleri, kompozisyonu gibi dış yapıları ile ilgili kuruluş özelliklerine göre aldıkları isme nazım şekli denir. Eski edebiyatımızda mısra esasına dayalı bir nazım şeklinden bahsetmek gerekir. Esasen nazım, nesir mukabili olarak, “vezinli ve kafiyeli söz” demektir. Divan şiirinde nazım şekilleri beyit veya bentlerden meydana gelmekte, beyit ve bent sayılarına göre de farklı isimler almaktadır. Biz de bu ünitede, beyit esasına göre nazım şekilleri ve bent esasına göre nazım şekilleri olmak üzere iki ana bölüm hâlinde konuyu ele alacağız. BEYİT ESASINA DAYALI NAZIM ŞEKİLLERİ Divan şiirinin asıl nazım birimi beyittir. Beyit ise, iki mısradan oluşur. Beyt, “ev” anlamına gelen Arapça bir kelimedir. Böyle olunca her bir mısra da birer kapıya benzetilir. Nazım şekillerinin büyük bir kısmı, beyit sayı ve kafiyelenişine göre isimlenirler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Nazım Şekilleri Âzâde Mısra Azade, ikinci mısraya ihtiyaç duymayan ve tam bir anlam ifade eden mısradır. Muallim Naci’nin, kendi resmi altına yazdığı “Muzhıkât-ı dehre ben ölsem de tasvîrim güler” mısraı, azade mısraya güzel bir örnektir. Azade adı verilen mısralar, genelde, ders alınması gereken veya nükte yapılmış olan sözlerdir. Aşağıdaki azadeler Ragıb Paşa’ya aittir: “Şecâ‘at arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler” “Eğer maksûd eserse mısrâ‘-ı berceste kâfîdir” “Ne ararsan bulunur derde devâdan gayri” Beyit Aynı vezinle yazılmış, anlamca birbirine bağlı iki mısradan oluşan nazım birimine beyit denir. Bu tanıma göre beyit, aynı vezinde olan iki mısradan meydana gelmelidir. Vezinleri farklı olan iki mısraya beyit denilemez. Ayrıca, beyti oluşturan mısraların birbirleriyle kafiyeli olması da gerekmemektedir. İki mısraı da birbiriyle kafiyeli olan beyte musarrâ‘ adı verilir. Bir şiirde musarrâ‘ olan ilk beyte Matladenir. Beyit, tek başına bulunabildiği gibi, bir şiirin parçası da olabilir. Kimesne çekdiğim bilmez benim Allâh’dan gayrı Nice mihnet çeker gönlüm kemend-i âhdan gayrı Enveri Kesb-i mahâret eylemeyince tüfengle Mümkün mü kimse gâlib ola hasma cengle Şeyhülislam Arif Hikmet Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Nazım Şekilleri Ferd Divanların sonlarında yer alan beyitlerdir. Buna müfred de denir. Müfredler, genel olarak, bir nükte veya hikmeti içerir. İlk mısra ile ikinci mısra arasında kafiye şartı aranmaz. Bu âlemde kimesne gamsız olmaz Eger olsa benî âdem degildir Hamdullah Hamdi Cemâlin zeyn eden hep dilber olmaz Her âyîne düzen İskender olmaz Cem Sultan Bileydim sevmez idim sevdiğimi bilmedi bilmem Gözüm görmüş gönül sevmiş özüm bilmişdir bilmem Esrar Dede Gazel Arapça kökenli olan gazelin kelime anlamı: “Mahbûbenin hüsn ü hâlini medh ederek kendine takılma, bu yolda şiir söyleyerek mahbûbe ile eğlenme” ve “Güzel kadınlar sözü ve medhi ve dahi kadınlar musâhabetin sevmek” demektir. Kadınlarla sevgi üzerine konuşmak, söyleşmek anlamına gelen gazel, Arap edebiyatında ayrı bir nazım şekli olmayıp kasidelerin başında “aşktan, sevgiliden” söz eden bölümlere verilen addır ve nesip karşılığında kullanılmıştır. Daha sonraki zaman içerisinde, şairin aşk, sevgili, şarap, bahar gibi coşkulu durumlar karşısındaki duygularını anlatan uzun yahut kısa şiirlere gazel denilmiştir. İran’ın İslam’ı kabulünden sonra gazel, Arap edebiyatı etkisinde gelişen; İran edebiyatında lirik şiirin en beğenilen nazım şekillerinden biri olmuştur. Gazel, köken itibariyle, kaynağı eski Arap şiirine dayanmaktadır. Oradan İran edebiyatına geçmiş olup bağımsız bir nazım şeklini kazandıktan sonra, aynı niteliklerle Türk edebiyatındaki özel yerini almıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Nazım Şekilleri Divan şiirinin en yaygın nazım şekillerinden olan gazelin kafiye örgüsü “aa /ba /ca /da” şeklinde olup bazı beyitlerle içindeki kısımlara özel isimler verilmiştir. İlk beyit kendi arasında kafiyeli (musarra‘), sonraki beyitlerin ilk mısraları serbest; ikinci mısraları ilk beyitle kafiyeli olan gazelin ilk beytine matla, son beytine maktadenir. İkinci beytine hüsn-i matla, sondan bir önceki beyte de hüsn-i maktaadı verilir. Bu beyitlerin matlave maktabeyitlerinden güzel olmasına özen gösterilir. İlk beytin mısralarından biri, maktada ikinci mısra olarak tekrar edilirse buna redd-i matla, aynı yerde diğer mısralardan biri tekrar edilirse redd-i mısra denir. Bu şekil gazel, daha çok Tanzimat döneminde görülür. Şair, mahlasını son veya sondan bir önceki beyitte söyler; bu beyte mahlas beyti veya mahlas-hâne adı verilir. Mahlas edinmeye “tahallus etme” denir. Şairin, mahlasını son iki beyitten önceki beyitlerde de söylediği vakidir. Gazelin ilk beytinden sonraki iki beyit kendi aralarında kafiyeli olursa bu gazele gazel-i dü-beyt; üç beyit kendi aralarında kafiyeli olur ise, buna da zâtü’lmetâli‘ veya zü’l-metâli‘ adı verilir. Gazel, genel olarak, 5-15 beyitten oluşur. Beyit sayıları, daha çok 5, 7, 9, 11 olan gazeller çoğunluktadır. Beyit sayısı 15’ten fazla olursa buna mutavvel gazel denir. Eger şair, mahlasının geçtiği beyitten sonra zamanın padişahını, bazı tarikat ulularını över ise, bu tip gazellere müzeyyel gazel adı verilir. Gazel beş beyitten az ise, buna nâ-tamam (eksik) gazel denir. Gazelin en güzel beytine beytü’l-gazel veya şeh beyit adı verilir. Şair, gazelin bütün beyitlerini en güzel şekilde yazmaya özen gösterir. Her beyti aynı güzellikte olan gazellere yek-âvâz; tamamında tek konu işlenen ve anlam bakımından birbirini tamamlayan gazellere de yek-âhenk adı verilir. Bir mısraı veya mısraın bir kısmı Arapça veya Farsça yazılmış gazellere de mülemma‘ gazel adı verilir. Musammat gazel adı verilen bir gazel çeşidi vardır. Mısra sonlarında olduğu gibi, mısra ortalarında da iç kafiye bulunan gazellere musammat gazel denir. Musammat gazeller, genel olarak, aruzun iki eşit parçaya bölünebilen kalıplarıyla yazılır. Bu kalıplar, daha çok 4 mefâ‘îlün veya 4 müstef‘ilün kalıplarıdır. İlk veya ikinci beyitten başlayarak bu eşit parçalardan ilk üçü kendi aralarında kafiyelenerek her beyit küçük bir dörtlük şeklini alır. Buna göre kafiye şeması: aa/xa/xa/xa/xa olan bir gazelin kafiyelenişi: xaxa/bbba/ccca/ddda/eeea veya: baba/ccca/ddda/eeea şeklini alır. Bir örnek: Beni cândan usandırdı - cefâdan yâr usanmaz mı Felekler yandı âhumdan - murâdım şem’i yanmaz mı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Nazım Şekilleri Kamu bîmârına cânan - devâ-yı derd eder ihsân Niçün kılmaz bana dermân - beni bîmâr sanmaz mı Gamım pinhân dutardım ben - didiler yâre kıl rûşen Disem ol bî-vefâ bilmem - inanır mı inanmaz mı Şeb-i hicrân yanar cânım - döker kan çeşm-i giryânım Uyarur halkı efgânım - kara bahtım uyanmaz mı Gül-i ruhsâruna karşu - gözümden kanlu akar su Habîbim fasl-ı güldür bu - akar sular bulanmaz mı Değildim ben sana mâil - sen itdin aklımı zâil Bana ta‘n eyleyen gâfil - seni görgeç utanmaz mı Fuzûlî rind-i şeydâdır - hemîşe halka rüsvâdır Görün kim bu ne sevdâdır - bu sevdâdan usanmaz mı Divan şiirinde gazele fevkalâde önem verilmiştir. Çünkü bir şairin şairliği, yazdığı gazel ile ölçülür. Fuzuli, bu hususa şu beyitlerle işâret eder: Gazel bildirir şâ‘irin kudretin Gazel artırır nâzımın şöhretin Ki her mahfilin zînetidir gazel Hıredmendler san‘atıdır gazel Gazeller, işlenen konulara ve bu konulara bağlı üsluplara göre, şu isimleri alır: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Nazım Şekilleri Aşkla ilgili her türlü acı, sıkıntı, mutluluk, sevgi, yakarış ve benzeri içli duyguların anlatıldığı gazellere “âşıkâne gazel” denir. Fuzuli ’nin gazelleri gibi. İçki ve şarap ile ilgili çeşitli düşünceler, dünya ve hayata aldırış etmeme, yaşamaktan zevk alma ve benzeri konulu gazellere “rindâne gazel” denir. Baki ’nin gazelleri gibi. Kadın ve ten zevklerinin ağır bastığı bir aşkı anlatan gazellere “şûhâne gazel” denilir. Nedim’in gazelleri gibi. Hayat dersi veren, öğretici ve veciz söyleyişli gazellere de “hakîmâne gazel” adı verilir. Nâbî ’nin gazelleri gibi. Bestelenmek üzere yazılmış gazeller de vardır. Gazelleri makamla okuyan kişilere gazelhân adı verilir. Gazel şeklinde şiir yazan usta şairlere gazelserâ adı verilir. Türk şiirinin en ünlü gazelserâları; Fuzuli, Baki, Nevi, Şeyhulislam Yahya, Nâbî, Nedim ve Sebk-i Hindî tarzı gazeller yazan Şeyh Galip’tir. Kasîde Bilerek ve isteyerek bir işe teşebbüs etmek, girişmek anlamına gelen kaside, “belli bir amaçla yazılmış manzume” şeklinde tarif edilmektedir. Bir başka tarifi de şöyledir: “İkişer mısralık ve son mısraları birbiri ile kafiyeli beyitlerden müteşekkil, emek mahsulü manzumeler olup, aynı zamanda muayyen mevzuların dahilî bir tertip ve nizam içinde işlenmesini de gerektiren bir edebî nevidir.” Türk edebiyatında, din ve devlet büyüklerini övmek maksadıyla, belirli kurallar içinde yazılan uzun şiirlere kaside denir. Kasideler yazıldıkları devrin insanlarının; yönetici ve büyüklere karşı bakış açılarını, onları nasıl gördüklerini ve onlara nasıl hitap ettiklerini göstermesi bakımından da kültür tarihimize ışık tutan önemli eserlerdendir. Kaside, Arap edebiyatında ilk dönemlerden beri var olan bir nazım şeklidir. Rivayete göre, ilk kasideyi Arap şairlerinden Mühelhil b. Rebî‘a et-Tağlibî söylemiştir. R. Blachèr’e göre, muhtemelen kaside, miladi V. Yüzyılın ortalarında Doğu Arabistan’da Bekir ve Tağlib kabileleri arasında gelişmiş, Hira muhiti vasıtasıyla yayılma imkânı bulmuştur. Kaside, önce İran edebiyatına, buradan da Türk edebiyatına geçmiştir. Kaside, beyitlerle yazılan bir nazım şeklidir. Kafiyelenişi, gazel ile aynıdır. Ancak, gazelden çok uzundur. Kasidenin ilk beytine matla, son beytine makta denir. Matlatekrar edilir veya yenilenirse buna redd-i matla veya tecdîd-i matla denir. Bu matlalar birden fazla olursa, bunlar, sırasıyla, matla-ı evvel, matla-ı sânî, matla-ı sâlis adını alırlar. Böyle kasidelere zü‘l-metâli veya zâtü’l-metâli denir. Şairin mahlasının geçtiği beyte tâc beyt adı verilir ve son beyitlere doğru bulunur. Kasidenin en güzel ve anlamlı beytine ise, beytü’l-kasîd denir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Nazım Şekilleri Kasidede beyit sayısı en az 31, en fazla 99’dur. Beyit sayısı 31’den aşağı olan Kaside olduğu gibi, 99’dan yukarı olanlar da vardır. Arap edebiyatında ise, bu sayı 30-120 arasında olmakla beraber, İbnü’l-Fârız’da görüldüğü gibi 700 beyti aştığı da olmuştur. Beyitler hâlinde yazılan kasidenin ilk beyti kendi arasında, sonraki beyitler ise ilk beytin ikinci mısraı ile kafiyeli olup kafiye şeması: (aa/ba/ca/da..) şeklindedir. Türk şiirinde kaside, XV. Yüzyıldan itibaren kendini gösterir. Şeyhi ve Ahmed Paşa’nın kasideleri, bu yüzyılın başta gelen örnekleridir. XVI. Yüzyılda Hayali, Fuzuli, Nevi, Baki ve Ruhi gibi şairlerin elinde gelişen Türk kasideciliği; XVII. Yüzyılda en büyük kaside ustası olan Nefi’yi yetiştirmiştir. Kaside, nesip (teşbip), girizgah (giriz), methiye, tegazzül, fahriye, dua olmak üzere altı bölümden oluşmaktadır. Nesîb-Teşbîb Kasidenin girişi ve şiir yönü en ağır basan bölümüdür. Beyit sayısı 15-20 arasındadır. Kasidede asıl amaç bir büyüğü övmektir. Fakat şair doğrudan övgüye başlamaz kasidenin mukaddimesi sayılan nesip bölümüne bir tasvirle başlamak ister. Nesibin konusu ise, bahar, kış, gece, savaş alanı, at, bir güzelin anlatılması, tasviri gibi çok çeşitlidir. Kasideler, genel olarak, nesip bölümünde işlenen konulara göre isimlendirilir. Bazen da redifi, redif yoksa kafiyesine göre ad verilir. Nesip bölümünde anlatılan konulara göre şu isimleri alır: bahariye, şitaiye, temmuziye, ramazaniye, ıydiye, nevruziye, rahşiye, hammamiye, dariye, cülusiye, kudumiye (istikbaliye), fethiye, sulhiye” adlandırmaları da, kasidelere başlık olan diğer edebî tür adlarıdır. Bazı kasideler de rediflerine göre; gül, sünbül, kerem, güneş, su, tig, kalem (kasidesi) şeklinde adlandırılırlar. Girîzgâh (Girîz) Kasidelerin nesip bölümünden methiye bölümüne geçerken söylenen beyit veya beyitler demektir. Mensur yazılarda veya hutbelerdeki “ammâ ba‘d” sözüne mukabil, kasidedeki girizgah beyti, gelişigüzel söylenmeyip yerine göre uygun nükteli bir veya iki beyitle methiye bölümüne geçer. Bu işin ustası Nedim ve benzeri şairlerdir. Medhiyye Kasidenin asıl bölümü, methiye kısmıdır. Çünkü kaside, büyükleri övmek, medh etmek maksadıyla yazılır. Bu bölümde şair, kendi becerisini ve şiir yeteneğini Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Nazım Şekilleri göstermek için, övülen kişide dile getirdiği özelliklerin olup olmadığını dikkate almaksızın övgüler söyler. Şair, bu bölümde bütün maharetini gösterir. Edebî sanatlardan teşbih sanatı, en çok bu bölümde kullanılır. Bu da, kendine kaside yazılan kişiyi lutuf ve ihsanı, cömertlik, adalet, güç, kuvvet ve haşmetiyle tanınmış tarihî ve efsanevi kahramanlarla karşılaştırarak yapılır. Bu bölümün şiir yönü oldukça zayıftır. Dil, diğer bölümlere nazaran daha ağır ve ağdalıdır. Tegazzül Tegazzül, Arapça olup, gazel söyleme, gazel tarzında şiir söyleme anlamına gelmektedir. Kasidenin bir bölümü olması nedeniyle, genel olarak nesip (teşbip) bölümünden sonra yazılır ve tecdîd-i matla ile başlar, mahlas beyti ile sona erer. Şair, bir fırsatını bularak, aynı ölçü ve kafiyede bir gazel söyler. Şair, gazel söyleyeceğini, duruma uygun bir beyitle haber verir. Fahriyye Övünülecek şey anlamına gelen fahriye, şairin kaside içinde kendini övdüğü bölümdür. Şemseddin Sami fahriyeyi, “Şairin eski Arab usûlü üzre kendi evsâf ve fezâilini ve ale’l-husûs şecâ‘at, kerem ve sehâvetiyle fesâhatını ta‘dâd ve medh yolunda söylediği kaside”, diye tarif etmektedir. Şair, methiye bölümünde kullandığı benzetmeleri, bu defa fahriye bölümünde, İran şairleriyle kendini karşılaştırmak suretiyle yapar. Böylece kendini İran şairlerinden üstün göstererek övülen kişiyi sıradan bir şairin değil, usta bir şairin övdüğünü söylemek ister. Kasidenin bu bölümünde de, en başarılı şairin, kaside ustası Nefi olduğu görülmektedir. Nefi, fahriye bölümünde sadece kendini değil, şiiri ve şairliği de önemli bir sanat olarak övmüştür. Nefi, bununla da kalmamış, bazı kasidelerine fahriye ile başlamıştır ki, nesip bölümü bulunmayan bu kasideler de bir nevi methiye demektir. Du’â Kasidenin son bölümü olan dua, birkaç beyitten ibarettir. Bu bölümde şair, övdüğü kişinin işlerinde başarılı, ömrünün uzun; talihinin iyi ve açık olması dilekleriyle dua eder. Şair, dua bölümüne geçtiğini uygun bir beyitle belirtir. Kasideler içerisinde musammat kaside tarzında yazılmış kasideler de vardır. Musammat gazellerde olduğu gibi, musammat kasideler de genel olarak iki eşit parçaya bölünebilen kalıplarla yazılırlar. Bu kasidelerin dış kafiyelerinden başka, iç kafiyeleri de bulunur. Beyitlerde bulunan iç kafiyeden sonraki kısımları, beyitlerin altına gelecek şekilde yazıldığı zaman, halk edebiyatı nazım şekillerinden koşma tarzına dönüşmüş olur. Bu husus, gazellerde daha çok görülür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Nazım Şekilleri Mesnevî Klasik Türk edebiyatında değişik konuların işlenmesinde çok kullanılmış olan nazım şekillerinden biri de mesnevidir. Bir edebiyat terimi olarak mesnevinin ilk olarak İran edebiyatında kullanıldığı söyleniyorsa da, bu nazım şeklinin ilk örnekleri Arap edebiyatında görülmektedir. Buna göre Araplar, kendi arasında kafiyeli beyitlerden oluşan mesnevi nazım şekline müzdevice, aruzun recez bahri ile yazıldığı için de recez veya bunun çoğulu olan urcuze kelimesiyle ifade etmişlerdir. Urcuze, aruzun kısa bahirleriyle yazılan şiir demektir. Divan edebiyatında kaside ve gazelden sonra en yaygın nazım şekli olan mesnevi, “her beyti kendi arasında kafiyeli olan manzumeler” demektir. Konuları uzun eser ve hikayeler bu nazım şekliyle yazılır. Çünkü bu nazım şeklinde kaside ve gazeldeki gibi kafiye sıkıntısı yoktur. Mesnevi, bir terim ve bir nazım şekli olarak Türk edebiyatına İran edebiyatından geçmiş; XI. Yüzyıldan XIX. Yüzyıla kadar bu türde sayısız eserler verilmiştir. İran edebiyatında, ilk zamanlarda, daha çok, destani konuların işlenmesinde mesnevi nazım şeklinin gelişmiş ilk örneği Firdevs-i Tusi’nin Şeh-nâme (X-XI. Yy.) isimli eserinin etkisi vardır. Mesnevi nazım şekli, sadece destani eserlerde kullanılan bir nazım türü olarak kalmamış, tasavvufi ve ahlaki konularla aşk ve macera hikâyeleri de bu nazım şekliyle yazılmıştır. Mesnevi, kendi arasında kafiyeli beyitlerden oluşan bir nazım şekli olup kafiye şeması (aa/bb/cc...) şeklinde devam etmektedir. Beyit sayısında, diğer nazım şekillerinde olduğu gibi, her hangi bir kısıtlama olmaması, beyitler arasında kafiye bağlantısı bulunmaması, şairlere, işledikleri konuları istedikleri genişlikte işleme serbestîsini vermiştir. Mesnevi nazım şeklinin çok kullanılmasının sebepleri başında da bu gelmektedir. Kıt`a Aynı vezinde iki beyitten ibaret ve başlı başına bir anlam ifade eden nazımdır. Kıtalarda, daha çok 2. ve 4. mısralar kafiyeli olur. Kıtalarda matla ve mahlas beyti bulunmaz. Kafiye şeması, gazelde olduğu gibi, (xa/xa) şeklindedir. İki beyitli kıtaların (ab/ab) şeklinde kafiyeli olanları da vardır. Beyit sayısı 35-40 beyte varan kıtalara kıta-i kebîre denir. Matla beyti olmayan bir gazel gibidir. Tarihler, genel olarak, kıta nazım şekliyle yazılır. İlk beyti kafiyeli olanlara nazım adı verilir. Kıtalarda beyitler arasında anlam bütünlüğü vardır ve beyitler birbirini tamamlayıcı niteliktedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Nazım Şekilleri Kıtalarda, felsefi ve tasavvufi fikirler, bir kişiyi övme veya yerme, bir olayın tarihi, bir hayat görüşü, bir nükte gibi çeşitli konulara yer verilmiştir. Uzun kıtalarda bazan şairin mahlasını da söylediği görülür. Kıta ile rübai çoğu zaman karıştırılır. Kıtanın en bariz özelliği, ilk beytinin kafiyeli olmayışıdır. Yâ Rab ne eksilirdi deryâ-yı rahmetinden Peymâne-i vücûda zehr-âb dolmasaydı Âzâde-ser olurdum âsîb-i derd ü gamdan Ya dehre gelmeseydim ya aklım olmasaydı Ziya Paşa Kalem olsun eli ol kâtib-i bed-tahrîrün Ki fesâd-ı rakamı sûrumuzu şûr eyler Gâh bir harf sükûtıyla eder nâdiri nâr Gâh bir nokta kusûrıyla gözi kûr eyler Fuzuli Müstezâd Bazı manzumelerde, özellikle gazellerde mısraların sonuna kısa ve manzum bir parça eklenir. Bu parçalara ziyade adı verilir. Böyle ziyadeli manzumelere müstezat denir. Eklenmiş anlamına gelen müstezat, gazelden türemiştir. Çoğunlukla aruzun (mef‘ûlü/mefâ‘îlü/mefâ‘îlü/fe‘ûlün) kalıbıyla yazılır, her mısradan sonra bu kalıbın ilk ve son tefileleri olan (mef‘ûlü/fe‘ûlün) kalıbına uygun ve ziyâde denilen bir kısa mısra söylenir. Böylece müstezatın her beyti iki kısa mısra ilavesiyle dört mısradan oluşur. Bu nazım şekli, divan şiirinin sanatlı şekillerindendir. Kısa mısralar okunsa da okunmasa da beytin anlamı bir bütünlük arz eder. Bu bakımdan uzun ve kısa kalıplarla yazılmış iki ayrı gazelin içiçe girmiş hâli gibidir. Müstezatın bu şekline müstezat-ı südâsiye adı da verilmektedir. Bu müstezata südâsiye (altılı) denmesi ise, uzun ve kısa mısralardaki tefilelerin toplamının altı tane olmasındandır. Sayıları az da olsa, bazen her uzun mısradan sonra iki ziyâdeli müstezatlar da söylenmiştir. Böyle olan müstezatın kafiye şeması: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Nazım Şekilleri Aaa Aaa/BbbAaa/CccAaa/... şeklinde olur. Ziyadesi bir olan müstezatlara sade, iki mısra olanlara ise çift adı verilir. Bu nazım şekli, halk edebiyatında divan edebiyatından daha çok kullanılmış ve ziyade yerine yedekli-ayaklı gibi isimlerle yaygın bir nazım şekli hâline gelmiştir. Servet-i fünun edebiyatıyla ortaya çıkan serbest müstezat ise, aruzun hemen her kalıbıyla yazılmış olup klasik müstezat ile uzun ve kısa mısralı oluşundan başka benzer tarafı bulunmamaktadır. Keçecizade İzzet Molla’nın bülbüle hitaben söylediği şu şiir bir müstezattır: Bülbül, yetişir bağrımı hûn etti figânın Zabt eyle dehânın Hançer gibi deldi yüregim tîg-ı zebânın Te’sîr-i lisânın Âh etse n`ola bülbül-i dil meşhedim üzre Tâ mahşer olunca Çok çekdi gam-hârını gülzâr-ı cihânın Bu bâğ-ı fenânın İki ziyadeli müstezata örnek olarak da şu şiiri verebiliriz: Hey hey ne acâib bezemiş hüsn ile Bârî Bu sûret-i yâri Bu nakş-ı nigârı Her ehl-i nazar kim göre tahsîn ola kârı Bu çeşm ü izârı Kalmaya karârı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Nazım Şekilleri Ey mutrib-i dil-keş ele al çeng ü rebâbı Çâk eyle hicâbı Ref‘ eyle nikâbı Ey sâkî-i meh-veş taşa çal şîşe-i ârı Sun câm-ı ukârı Def‘ eyle humârı Uşşâkı katâr eyledi aşk içre Muhammed Ol şâh-ı mümecced Ol matlab-ı maksad Ey üştür-i dil sen olagör pîş-i katârı Çek aşk ile bârı Ye derd ile hârı Müstezatın bir başka şekli de, başka bir şairin gazeline ziyadeler ilave ederek yazılan müstezattır. Adli’nin gazeline, Osmanzade Taib mizahi anlamlı ziyadeler ekleyerek bir müstezat oluşturmuştur. Bu şiirin ilk beyti şöyledir: “O dem ki mültefit-i yâr-ı dil-firîb olurum” Dürüst söyleyemem “Fenâ-resîde-i ser-mâye-i rakîb olurum” (Adli) Fenâ-resen diyemem (Osmanzade Taib) BENT ESASINA DAYALI NAZIM ŞEKİLLERİ Rübâ´î Dörtlü demek olan rübai, dört mısralık ve kendine has vezni olan, bağımsız bir nazım şeklidir. 1, 2 ve 4. mısralar kafiyeli, 3. mısra serbesttir. Kafiye şeması “aaxa” şeklindedir. Rübainin üçüncü mısraı kafiyesiz olması nedeniyle hasi (hadım) denilmiştir. Rübaiye Farsça olarak; terane, dü-beyt, çar-mısra/çehar-mısra adları da Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Nazım Şekilleri verilmiştir. Dört mısralı nazım ve tuyugdan ayrılan yanı, kendine has vezinlerle yazılmış olmasıdır. Kendine has vezinlerle yazılan rübainin, bahr-i hezecden yirmi dört kalıbı vardır ki, bunlar: ahrem ve ahreb diye ikiye ayrılır. Her ikisi de on ikişer kalıptır. (Mef‘ûlü) tefilesiyle başlayanlara ahreb, (mef‘ûlün) tefilesiyle başlayanlara da ahrem denir. Türk edebiyatında daha çok ahreb kalıpları ve bunların da ahenkli olanları kullanılmıştır. Şair, hepsi ahreb kalıplarından olmak üzere, rübaide ayrı ayrı kalıpları karışık olarak kullanabilir. Rübainin her mısraı ayrı ayrı vezinde olabildiği gibi, dört mısraı da aynı vezinde olabilir. Genel olarak, bir rübaide iki kalıp kullanılmıştır. Bu iki kalıptan biri 1, 2 , ve 4. mısrada, diğeri ise 3. mısrada kullanılır ki bu tertip, rübainin 3. mısrada en güçlü düşünceyi söyleme ve uyumu sağlama ilkesine uygundur. Rübailer, divanların tertibinde “Rubâiyyât” bölümünde kafiyelerine göre sıralanırlar. Rübai nazım şekli, edebiyatımıza İran edebiyatından geçmiştir. Değişik konularda yazılan rübailerde şairler, dünya görüşlerini, felsefelerini, dinî ve tasavvufi düşüncelerini, rindane tavırlarını, maddi ve manevi aşk anlayışlarını kısa ve özlü bir şekilde ancak rübaide anlatabilirler. Rübai nazım şekli, Türk edebiyatında XIV. Yüzyıldan sonra görülmeye başlamıştır. Rübai denilince akla gelen ilk şairler, Arap edebiyatında İbnü’l-Fârız; İran edebiyatında Ömer Hayyâm; Türk edebiyatında Azmizade Haleti’dir. XX. Yüzyılda ise, Yahya Kemal ile Arif Nihat Asya ilk akla gelen şairlerimizdir. Azmizade Haleti’nin rübai söylemede olan ustalığı hakkinda Nedim; “Hâletî, evc-i rübaide uçar ankâ gibi”, demiştir. Rübai nazım şekli, ince duygu ve düşüncelere, nükteli buluşlara çok uygun olması sebebiyle, divan edebiyatı nazım şekilleri içinde, günümüze kadar gelebilmiş nadir rastlanan nazım şekillerindendir. Bir de rübai-i musarra vardır ki, dört mısraı da birbiriyle kafiyeli olan rübailerdir. Şeması (aaaa) şeklindedir. Ancak, böyle olan rübailerde, aynı kafiyede olması sebebiyle 3. mısrada kafiye değişikliği olmadığından, 4. mısrada asıl söylenmek istenen duygu ve düşünce tam bir tesir bırakmaz. Rübai vezniyle yazılan şiirler dört mısraı geçmezken, XVII. Yüzyıl gazel ustası Şeyhülislam Yahya, rübai vezniyle bir gazel yazarak, bu alanda bir yenilik getirmeye çalışmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Nazım Şekilleri Derd ehli odur ki sormayup râh-ı necât Yanında bir ola hâr u gül zehr ü nebât Hükmün viremez bu kâr-ı zâr-ı aşkın Şemşîr-i belâyı bilmeyen âb-ı hayât Azmizade Haleti Yâ Rab dilimi sehv ü hatâdan sakla Endîşemi tezvîr ü riyâdan sakla Basdım reh-i vâdî-i rubâ‘îye kadem Ta‘n-ı har-ı nâdân-ı dü-pâdan sakla Nefi Âlemde huzûr etmege bir dem yoğimiş Âzâde-i gam aceb bir âdem yoğimiş Ya hep var imiş anlamadık biz yâhûd Âdem yoğimiş dem yoğimiş gam yoğimiş Ziya Paşa Tuyug Tuyug, kafiye şekli rübai gibi aruzun sadece (fâ‘ilâtün/fâ‘ilâtün/fâ‘ilün) vezniyle yazılan 4 mısralık bir nazım şeklidir. 1, 2 ve 4. mısraları kafiyeli, 3. mısra serbesttir. Şeması ise, rübaide olduğu gibi, (aaxa) şeklindedir. Az da olsa (aaaa) tarzında yazılmış tuyuglar da vardır. Dört mısraı da kafiyeli olan bu tuyuga musarra tuyug denilmektedir. Halk edebiyatında, on birli hece ölçüsüyle yazılan mâni şeklindeki dörtlüklere de tuyug denmektedir. Tuyug, Türk edebiyatına mahsus tek bentli bir nazım şeklidir. Halk edebiyatındaki mani karşılığı sayılır. Manide olduğu gibi, tuyugta da, genellikle, cinaslı kafiye kullanılır. Ancak bu tarza, daha çok Azeri ve Çağatay edebiyatlarında tesadüf edilmektedir. Edebiyatımızda tuyugun başta gelen temsilcisi olarak Kadı Burhâneddin kabul edilmektedir. Divanı’ndaki tuyug sayısı 169’dur. Tuyuglarıyla tanınmış olan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Nazım Şekilleri diğer şairler Nesimi, İvaz Paşazade Atayi ve Ali Şir Nevai’dir. Tuyugta da, rübaide olduğu gibi, önemli fikir ve düşünceler özlü bir şekilde söylenir, mahlas söylenmez. Aşağıdaki örneklerden ilki normal tuyuga, diğeri musarra tuyuga örnektir. Gönlüm oldu aşkının âvâresi Gamzenin gitmez gönülden yâresi Derdime çok istedim dermân velî Yoğ imiş la‘linden özge çâresi İvaz Paşazade Atayi Âlemi yüzün gülistân eylemiş Bülbülü ser-mest ü hayrân eylemiş Anberîn zülfün perîşân eylemiş Mâhını ebrinde pinhân eylemiş Nesimi Murabba‘ Murabba, bent adı verilen dört mısralık kıtalardan oluşur. Genel olarak kafiye şeması (aaaa/bbba/ccca/ddda...) şeklindedir. İlk bentin ilk üç mısraı kendi aralarında kafiyeli olabilir. Buna göre kafiye şeması (bbba/ccca/ddda/eeea..) şeklinde olur. Bu durumda dördüncü mısranın, diğer bentlerin dördüncü mısralarıyla kafiyeli olması gerekir. Birinci bentin dördüncü mıraı diğer bentlerin dördüncü mısraı olarak tekrar ederse, böyle murabbalara murabba-ı mütekerrir, her bentte değişik ise buna da murabba-ı müzdevic denir. Şairin mahlası son bentin her hangi bir mısraında geçer. Murabbaın bent sayısı 3-7 arasında değişir. Her konuda murabba yazılabilir. Murabba-ı mütekerrir’e örnek: Perîşân hâlin oldum sormadın hâl-i perîşânım Gamından derde düşdüm kılmadın tedbîr-i dermânım Ne dersin rûzgârım böyle mi geçsin güzel hânım Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Nazım Şekilleri Gözüm cânım efendim sevdiğim devletlü sultânım ... Esîr-i dâm-ı aşkın olalı senden vefâ görmem Seni her kanda görsem ehl-i derde âşinâ görmem Vefâ vü âşinâlık resmini senden revâ görmem Gözüm cânım efendim sevdiğim devletlü sultânım Fuzuli Şarkı Türk edebiyatının ürünü olan ve şekil bakımından murabbaya benzeyen şarkı, dörtlüklerden kurulur ve temel kafiye, her dörtlüğün dördüncü mısraında tekrarlanır. Genel olarak kafiye şeması (aaaa/bbba/ccca/ddda..) şeklindedir. Bu ana kafiye, bazen ilk dörtlüğün 2. mısraında da olur. Bu durumda ilk dörtlüğün 2. ve 4. mısraları, diğer dörtlüklerin 4. mısraı olarak takrarlanır ki, buna nakarat denir. Kafiye şeması (aa aa/bbba/ccca/ddda...) şeklindedir. Nakaratsız şarkılar da vardır. (baba/ccca/ddda/eeea..). İlk dörtlüğün 3. mısraı kafiyesiz olan şarkılar da bulunur. Bunların kafiye şemaları (aaxa/bbba/ccca/ddda..; aaxa/bbba/ccca/ddda...) şeklindedir. Bestelenmek için yazıldıklarından dolayı bent sayısı azdır. Bu amaçla yazılan şarkılar, daha çok, (mef‘ûlü/mefâ‘îlü/mefâ‘îlü/fe‘ûlün) kalıbıyla yazılır. Şarkıda 3. mısraya miyan veya miyanhane adı verilir. Söz ve bestenin en dokunaklı yeri miyana denk getirilir. Divan edebiyatında şarkı ustası olarak Nedim bilinir. Şarkılarının dili oldukça sadedir. Nedim’den başka Enderunlu Fazıl ve Enderunlu Vasıf da şarkı yazmışlardır. Ancak, Nedim’in şarkıları kadar başarılı değildirler. Şarkılarda konu, genelde, aşk, sevgili, şarap ve eğlencedir. Sevdiğim cânım yolunda hâke yeksân olduğum İyddir çık nâz ile seyrâna kurbân olduğum Ey benin aşkıyla bülbül gibi nâlân olduğum İyddir çık nâz ile seyrâna kurbân olduğum Nedim Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Nazım Şekilleri Yeni Türk edebiyatı döneminde yazılan şarkılar, genel olarak, iki bentli ve nakaratlıdır. Kalbim yine üzgün seni andım da derinden, Geçtin yine dün eski hazân bahçelerinden! Üzgün ve kırılmış gibi en ince yerinden, Geçtin yine dün eski hazân bahçelerinden! Senden boşalan bağrıma gözyaşları dolmuş! Gördüm ki yazın bastığımız otları solmuş. Son demde bu mevsim gibi benzim de kül olmuş, Geçtin yine dün eski hazân bahçelerinden! Yahya Kemal Terbi‘ Terbi kelimesinin sözlük anlamı “dörtleme, dörtlü hâle getirme” demektir. Bir gazelin beyitlerinden önce, başka bir şair tarafından, aynı vezin ve kafiyede ikişer mısra eklenerek yapılan murabbaya denir. Gazelde matladan sonraki beyitlerin birinci mısraları serbest olduğundan terbi, o mısraın kafiyesine göre yapılır. Kafiyelenişi şöyledir: aaaa/bbba/ccca/ddda/ eeea. Eklenen beyitlere zamime denir. Bu zamîmenin, eklendiği beyitle anlam bakımından birbiriyle kaynaşması gerekir. Az kullanılmış bir şekildir. Muhammes Her bendi beş mısradan oluşan nazım şekline muhammes (beşli) denir. İlk bentin 4. ve 5. veya sadece 5. mısraı diğer bentlerin sonunda tekrar ediyorsa buna muhammes-i mütekerrir denir. Bu iki durumda da kafiye şeması şöyledir: (aaaan /bbban /cccan /dddan an...) , (aaaaan/bbbban/ccccan/ddddan..). Bazan her bendin ilk üç mısraı kendi aralarında kafiyeli olduğu hâlde, son iki mısra bütün bentlerde aynı şekilde kafiyelenir. Bu durumda ise kafiye şeması şöyle olur: (bbbaa/cccaa/dddaa/eeeaa...). 4. ve 5. mısralar nakarat olarak da tekrar edebilir. Bentlerin beşinci mısraları değişiyorsa, buna muhammes-i müzdevic denir. Kafiye şeması şöyledir: (aaaaa/bbbba/cccca/dddda...). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Nazım Şekilleri Muhammeslerde hemen her konu işlenebilir. Ayrıca muhammes şekliyle şarkı da yazılır ki, bu tarzda yazılan şarkılara muhammes şarkı adı verilir. Aşağıya iki bendini aldığımız Enderunlu Vasıf’ın muhammesi, muhammes şarkıya örnektir. Bir nihâl-i nev-edâ Sevdim ammâ bî-vefâ Tarz u tavrı dil-rübâ Kaddi mevzûn ince bel Kıt`ası gâyet güzel .... Zülfü sünbül destedir Vâsıfâ dil-hastedir Dahi pek nevrestedir Kaddi mevzûn ince bel Kıt`ası gâyet güzel Tardiyye Beşer mısralık bentlerden oluşan tardiye, muhammesin özel bir şeklidir. Muhammes, aruzun her kalıbıyla yazıldığı hâlde, tardiye sadece (mef‘ûlü/mefâ‘ilün/fe‘ûlün) kalıbıyla yazılır. Tardiyyenin muhammesten ayrılan diğer özelliği ise, temel kafiyenin bentlerin sadece 5. mısralarında olmasıdır. Kafiye şeması şöyledir ve başka şekli yoktur: (bbbba/cccca/dddda/eeeea.) Tardiyeye tard u rekb de denir. Mesnevilerde şairler, eseri monotonluktan kurtarmak için, olayın kahramanlarının ağzından yer yer gazel, murabba gibi manzumeler söylerlerdi. Bunlara da tardiye denilirdi. Türk edebiyatında tardiye oldukça az kullanılan bir nazım şeklidir. Ancak, Şeyh Galip tardiyeye özel bir değer vermiş ve Türk edebiyatının en güzel tardiyelerini yazmıştır. Aşağıda ilk ve son bendini verdiğimiz tardiye Hüsn ü Aşk mesnevisindendir. Hoş geldin eyâ berîd-i cânân Bahş et bana bir nüvîd-i cânân Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Nazım Şekilleri Cân ola fedâ-yı îd-i cânân Bî-sûd ola mı ümîd-i cânân Yârin bize bir selâmı yok mu …. Dil hayret-i gamla lâl kaldı Gâlib gibi bî-mecâl kaldı Gönderdiğim arz-ı hâl kaldı El-ân bir ihtimâl kaldı İnsâfın o yerde nâmı yok mu Şeyh Galip Tardiye, Şeyh Galip’ten önce Nedim tarafından da kullanılmıştır. Abdülhak Hamit ise, Şeyh Galip’ten çok etkilenerek, Eşber isimli manzum tiyatrosunda iki yerde tardiye kullanmıştır. Tahmis Sözlük anlamı “beşleme, beşli duruma getirme” demek olan tahmis, bir gazelin beyitlerinin önüne aynı vezin ve kafiyede üçer mısra ekleyerek yazılmış olan muhammes demektir. Kafiye şeması ise şöyledir: (aaaaa/bbbba/cccca/dddda/eeeea.) Gazelde matladan sonraki beyitlerin ilk mısraları serbest olduğundan, tahmis o mısraın kafiyesine göre yapılır. Şayet serbest olan mısraın son kelimesi kafiyeye uygun gelmezse, ondan evvelki kelime ile kafiye yapılır, son kelime ise redif olarak kalır. Tahmiste, ilave mısraların, gazelin beyitleriyle anlam ve değer itibariyle kaynaşmış olması gerekir. Aksi takdirde ek mısralar birer yama gibi kalır ve başarısız bir tahmis yapılmış olur. Gazelin makta beytinde şairin mahlası geçtiği gibi, tahmis yapan şair de aynı bentte mahlasına yer verir. Tahmis, daha çok gazellere yapılmakla birlikte kasidelere de tahmis yapılmıştır. Tahmis, divan edebiyatında muhammesten daha çok benimsenmiş bir nazım şeklidir. Çoğu şair, kendinden önceki ve çağdaşı şairlerin birkaç gazelini tahmis etmiştir. Ayrıca kendi gazelini tahmis ederek muhammes hâle getiren şairler de vardır. Bu nevi tahmislere divanlarda “tahmîs-i gazel-i hod” başlığı altında yer verilmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Nazım Şekilleri Tahmis edilen gazel, musammat bir gazel ise, tahmis de musammat olarak yapılır. Baki’nin, Fuzuli’nin musammat gazeline yaptığı tahmisinin ilk iki bendi şöyledir: Aceb ol şâh-ı zâlim âşıkın hûnına kanmaz mı Bu denlü nâle bir gün ana te‘sîr ide sanmaz mı Kıyâmet yok mudur sanır yâhûd haşre inanmaz mı “Meni cândan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı” Felekler yandı âhımdan murâdım şem‘i yanmaz mı” Dem-â-dem ol gül-i handân ider cân bülbülün seyrân Nasîbi illerin ihsân benim endûh-ı bî-pâyân Eder gayrileri handân beni bin derd ile giryân “Kamu bîmârına cânân devâ-yı derd ider ihsân” Niçin kılmaz bana dermân beni bîmâr sanmaz mı” Taştir Taştir; terbi, tahmis ve tesdisin başka bir şeklidir. Kelime anlamı ikiye ayırmak, demek olan taştir, her hangi bir şairin beyit esasına göre kurulmuş manzumesinin, özellikle gazelinin her beytini ikiye ayırarak ortalarına iki veya daha fazla mısralar ilave etmek, demektir. İki mısra ilavesiyle murabba, üç mısra ilavesiyle muhammes, dört mısra ilavesiyle de müseddes yapılmış olur. Taştirde, ilave edilen mısraların vezin, kafiye ve beytin ihtiva ettiği anlam yönüyle asıl beyit ile uyuşması, kaynaşması gerekir. Taştirin kafiye şeması “AaaaA/BbbbA/CcccA/DdddA/EeeeA.” şeklindedir. Şair, mahlasını, ötekilerde olduğu gibi yine son bentte söyler. Baki’nin bir gazeline Yahya Kemal’in yaptığı bir taştirin ilk iki bendi şöyledir: “Fermân-ı aşka cân iledir inkıyâdımız” Pürdür hayâl-i yâr ile her lâhza yâdımız Mevkûfdur o mâha samîm-i fuâdımız Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Nazım Şekilleri Âhir varınca haddine hestî-i şâdımız “Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdımız” “Baş eğmeziz edânîye dünyâ-yı dûn içün” Ettik fedâ zevâhiri şevk-i derûn içün Sattık metâ‘-ı ömrü mey-i la‘l-gûn içün Nevbet çalınca rihlet-i milk-i sükûn içün “Allâhâdır tevekkülümüz i‘timâdımız” Müseddes Altılı demek olan müseddes, bentleri altışar mısradan oluşan nazım şekline denir. Kafiyelenişi, daha çok (aaaaaa /bbbbba /ccccca /ddddda…) şeklinde olan müseddeslere müseddes-i müzdevic denir. (aaaaaa /bbbbcc /ddddee /ffffgg…; bbbbca /ddddca /eeeeca/ffffca…) şeklinde kafiyelenen müseddes-i müzdevicler de vardır. Eğer, ilk bendin 5. ve 6. mısraı veya sadece 6. mısraı öteki bentlerde tekrarlanıyorsa buna müseddes-i mütekerrir denir. Müseddes, çeşitli konularda yazılabilir. Naili-i Kadim’in bir müseddes-i mütekerrinin ilk iki bendi şöyledir: Firâşım seng-i hârâ pûşişim şevk-i kıtâd olsun Yerim beytü’l-hazen kârım figân-ı girye-zâd olsun Ten-i mecrûhuma ta‘n-ı adû zahm-ı ziyâd olsun Edenler gönlümü âzürde mesrûru’l-fuâd olsun Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı yâ Rabbi şâd olsun Benim-çün nâ-murâd olsun diyenler ber-murâd olsun Sipihr-i kîne-cûdan bî-vefâlık resm-i âdîdir Felekden bî-niyâz olmak dahi bir özge vâdîdir Verâ-yı kâm-cûyân-ı mahabbet nâ-murâdîdir Gönül bu matla‘ın memnûn-ı ma‘nâ-yı ma‘âdîdir Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı yâ Rabbi şâd olsun Benim-çün nâ-murâd olsun diyenler ber-murâd olsun Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Nazım Şekilleri Naili-i Kadim Tesdis Altılama, altıya tamamlama demek olan tesdis, tahmis gibidir. Sadece gazelin beyitleri üstüne 3 mısra yerine, aynı vezin ve kafiyede dört mısra ilave edilerek yazılan nazım şekline tesdis denir. Az kullanılmış bir nazım şeklidir. Kafiye şeması ise şöyledir: (aaaaaa/bbbbba/ccccca/ddddda.) Müsebba‘ Yedili anlamına gelen müsebba, bentlerinin mısra sayısı yedi olan nazım şekli demektir. Çok nadir kullanılmıştır. Müsemmen Sekizli demek olan müsemmen, bentlerinin mısra sayısı sekiz olan bir nazım şeklidir. Kafiye şeması şöyledir: (aaaaaaaa/bbbbbbba/ccccccca/ddddddda.) Şu şekilde kafiyelenenler de vardır: (aaaaaabb/ccccccdd/eeeeeeff/gggggghh.) Mütessa‘ Dokuzlu anlamına gelen mütessa, bentleri dokuz mısra olan bir nazım şeklidir. Hemen hemen hiç kullanılmamıştır. Muaşşer Onlu anlamına gelen muaşşer, bentlerinin mısra sayısı on olan nazım şeklidir. Nadiren kullanılmıştır. Hayali’nin bir muaşşerinin ilk iki bendi şöyledir: Bir güzel gördüm ki reşk-i sûret-i büt-hânedir Kendisinden gayriye âteş gibi bîgânedir Kim zebânından gelen efsûn ile efsânedir Mü’min ü küffâr ile hem-sohbet ü hem-hânedir Câm-ı zerrîn nûş ider bir bî-vefâ mestânedir Nûş iden bir cür‘asın bin yıl yeri meyhânedir Tuğ çekmiş bir dil-âverdir ki kasdı cânadır Nûr-ı tab’ımdan çerâğın yakmamışdır yâ nedir Râstı ben şem‘-i dil-sûzem adû pervânedir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Nazım Şekilleri Kim dolaşsa âteşe pervâne yâ dîvânedir Bir nihâlem kim bana berg-i hazân oldu nasîb Sûd içinde gayriler bana ziyân oldı nasîb Cismden âr eyler oldum tâ ki cân oldı nasîb Bir Hümâ-yı nûr-bâlem üstühân oldı nasîb Gel haber ver aşkdan çün kim zebân oldı nasîb Sûz-ı hasret âşkârâ vü nihân oldı nasîb Bana yanmak bî-tereddüd bî-figân oldı nasîb Kendi hâlimden bana çün kim beyân oldı nasîb Râstı ben şem‘-i dil-sûzem adû pervânedir Kim dolaşsa âteşe pervâne yâ dîvânedir Hayali Terkîb-i Bend ve Tercî-i Bend Terkîb-i Bend Bentlerden kurulmuş olan uzun bir nazım şeklidir. Her bent iki bölümden oluşur. Birinci bölüme terkib-hane adı verilir. Buna kıta da denmiştir. Genel olarak kısaca bent tabir edilir. Her bent, sayısı 5-10 arasında değişen beyitlerden oluşur. Bentlerin kafiye şeması gazele benzer. Bazan bentlerin bütün mısraları her bentte ayrı ayrı olmak üzere kendi aralarında kafiyelenir. Bent sayısı 5-10 arasında değişir. Daha fazla da olabilir. Bendin son beytine vasıta beyti veya bendiye denir. Bu beyit her bendin sonunda değişir ve mutlaka kendi mısraları arasında, bentten ayrı olarak, kafiyelenir. Terkib-i bendin kafiye şeması şöyledir: (aa xa xa xa xa bb/cc xc xc xc xc dd..). Şu şekilde de olabilir: (aa aa aa aa aa bb/cc cc cc cc cc dd..). Her iki şekilde de kafiyeleri “bb” ve “dd” harfleriyle gösterilen beyitler vasıta beytidir. Terkib-i bentlerde, genel olarak, talih ve hayattan şikayetler, dinî, tasavvufi, felsefi düşünceler anlatılmış, toplumla ilgili yergi niteliğinde tenkitlere yer verilmiştir. Mersiyeler de genel olarak, terkib-i bentle yazılır. Terkib-i bent ve terci-i bentte beyit sayısı çok olursa bunlara terkib-i bend-i kebir ve terci-i bend-i kebir adı verilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Nazım Şekilleri Altılı (müseddes), yedili (müsebba), sekizli (müsemmen), dokuzlu (mütessa) ve onlu (muaşşer) musammatlar küçük bir terkib-i bent ve terci-i bende benzerler. Bundan dolayı bunların müzdevic olanları terkib-i bent, mütekerrir olanları da terci-i bent diye de isimlenir. Terkib-i bend-i müseddes, terci-i bend-i müseddes gibi. Konusu toplumla ilgili yergi olan en meşhur terkib-i bent Bağdatlı Ruhi’nindir. Kendi döneminde büyük bir üne kavuşan bu Terkib-i bende üç yüzden fazla nazire yazılmıştır. Bunlardan en güzeli ve yaygın olanı da Ziya Paşa’nın Terkib-i bendidir. Bağdatlı Ruhi’nin terkib-i bendi yedi beyitlik (vasıta beyti ile sekiz) on yedi bentten oluşmaktadır. Ziya Paşa’nın Terkib-i bendi ise on, beyitlik (vasıta ile on bir) on iki bentten müteşekkildir. Tercî-i Bend Şekil ve kafiye yönünden terkib-i bent gibidir. Ancak, tercî-i bentte, bentleri birbirine bağlayan vasıta beyitleri, her bendin sonunda tekrarlanır. Her biri on beyte yakın, 10-12 bentlik bir şiirde bütün bentlerin böyle tek beyte bağlanabilmesi için, anlam bakımından hepsinin bu beyitli ilgili olması gerekir. Vasıta beytinin her bendin sonunda tekrarlanması şiire bir monotonluk verdiği gibi, anlam ilgisi kurma yönünden de güçlük doğurur. Terci-i bentlerde, genel olarak, Allah’ın kudreti, kainat sonsuzluğu, tabiatın ve hayatın zıtlıkları gibi konular işlenmiştir. Şeyh Galip’in bir terci-i bendinin iki bendi şöyledir: I Kabûl eyler mi yâ Rab zahm-ı pür-nâsûrrumuz bih-bûd Kalır mı yoksa bu âteşle dâğ-ı dil gibi pür-dûd Alırsa pençeye yazık beni bu baht-ı nâ-mes‘ûd Kıyâmet kopsa gevher tutsa âlem olmayam hoşnûd Ferah nâmın dahi yâd idemez bu cân-ı zehr-âlûd Rızâdır çâresi her ne dilerse Hazret-i Ma‘bûd Belâ mevc-âver-i girdâb-ı hayret nâ-Hudâ nâ-bûd Adem sâhillerin tutdu dirîgâ bâng-i nâ-mevcûd Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Nazım Şekilleri II Düşüp dâm-ı hevâya hasret-i gül-zâr kaldım ben Gidip nefh-i Mesîhâ-veş sabâ bîmâr kaldım ben Gül-i ümmîd soldu mübtelâ-yı hâr kaldım ben Bu gülşen külhân oldu çeşmime nâ-çâr kaldım ben Şarâb-ı ye’se düştüm teşne-i dîdâr kaldım ben Başımdan aştı seyl-âb-ı keder bîzâr kaldım ben Belâ mevc-âver-i girdâb-ı hayret nâ-Hudâ nâ-bûd Adem sâhillerin tutdu dirîgâ bâng-i nâ-mevcûd Şeyh Galip Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Bireysel Etkinlik Nazım Şekilleri •Aşağıda web adresi ve görüntüsü verilen eseri özellikle kaside ve diğer nazım şekilleri açısından değerlendiriniz. •Nefi Divanı (Akkuş 1993). •http://www.idefix.com/kitap/nefi-divani-metinakkus/tanim.asp?sid=PWPNHNP1NN2ACUG1XHAV Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Özet Nazım Şekilleri •Edebiyatımız, şiir ağırlıklı bir edebiyattır. Osmanlı döneminde meydana getirilen edebi eserlerden büyük çoğunluğu manzum olarak kaleme alınmıştır. •Edebiyatımızda görülen nazım şekillerini genel olarak iki ana kısımda incelemek mümkündür. Bunlardan ilki "Beyit esasına dayanan nazım şekilleri", ikincisi ise "Bent esasına dayanan nazım şekilleri"dir. •Beyit esasına dayanan nazım şekilleri denildiğinde akla ilk gelen kaside, gazel ve mesneviler olacaktır. Bunların dışında kıtalar, müfred ya da ferdler ile müstezatlar da bu nevi içerisinde yer alan nazım şekilleridir. •Bent esasına dayanan nazım şekilleri denildiğinde farklı sayıdaki mısralardan müteşekkil bendlerden oluşan şiirler akla gelmektedir. Musammat da denilen bu nazım şekilleri bentlerdeki mısra sayılarına göre farklı adlarla anılmaktadırlar. Murabba, rübai, terbi, şarkı, muhammes, müseddes, terci-i bent ve terkib-i bent vb. gibi isimlerle anılan nazım şekilleri bunlardandır. • Hemen her konudaki şiirler bu nazım şekilleriyle kaleme alınmaktadır. Bent esasına dayanan nazım şekillerinden bazılarının örnekleri nadir olarak görülür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Nazım Şekilleri DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. İkinci bir mısraya ihtiyaç duymayan ve tam bir anlam ifade eden mısraya ne ad verilir? a) Beyit b) Gazel c) Azade d) Kaside e) Girizgah 2. İki mısraı da birbiriyle kafiyeli olan beyte ne denir? a) Mutavvel b) Müzeyyel c) Makta d) Musarra e) Tegazzül 3. Sevgili, aşk, şarap, bahar vb. gibi konuları anlatan nazım şekli hangisidir? a) Gazel b) Kaside c) Mesnevi d) Terci-i bent e) Murabba Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 Nazım Şekilleri 4. Aşağıdakilerden hangisi övgü şiiridir? a) Gazel b) Kaside c) Mesnevi d) Terkib-i bent e) Muhammes 5. Mısra sonlarında olduğu gibi mısra ortalarında da iç kafiye bulunan gazel çeşidi aşağıdakilerden hangisidir? a) Mutavvel gazel b) Müzeyyel gazel c) Na-tamam gazel d) Yek-ahenk gazel e) Musammat gazel 6. Aşağıdakilerden hangisi beyt esasına dayalı nazım şekillerinden biri değildir? a) Gazel b) Kaside c) Kıta d) Mesnevi e) Rübai 7. Aşağıdakilerden hangisi kasidenin bölümlerinden biri değildir? a) Nesib b) Girizgah c) Kudumiyye d) Dua e) Fahriye Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30 Nazım Şekilleri 8. Kafiye şekli “aaxa” olan ve aruzun sadece “fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün” vezniyle yazılan dört mısralık nazım şekli aşağıdakilerden hangisidir? a) Rübai b) Tuyug c) Murabba d) Şarkı e) Terbi 9. Aşağıdakilerden hangisi bent esasına göre yazılan nazım şekillerinden biri değildir? a) Murabba b) Muhammes c) Taştir d) Kıta e) Tardiye 10.Sekizer mısralık bentlerden oluşan nazım şekline ne ad verilir? a) Müsemmen b) Müsebba c) Mütessa d) Tesdis e) Tesbi Cevap Anahtarı 1-c, 2-d, 3-a, 4-b, 5-e, 6-e, 7-c, 8-b, 9-d, 10-a Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31 Nazım Şekilleri YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Ahmed Cevdet (1311), Belâgat-ı Osmâniye: İstanbul. Aksoy, Hasan (1987), “Kınalızade Ali Çelebi ve Mülema’ Na’tı”, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi: İstanbul. Ali Cânib (1340), Edebiyat (Nesir-Nazım): İstanbul. Banarlı, Nihat Sami (1997), Resimli Türk Edebiyatı Tarihi: İstanbul. Cengiz, Halil Erdoğan (1983), Divan Şiiri Antolojisi: Ankara. Çavuşoğlu, Mehmet (1986), “Kaside”, Türk Dili Türk Şiiri Özel Sayısı II (Divan Şiiri), Sayı: 415, 416, 417: Ankara. Dilçin, Cem (1986), “Divan Şiirinde Gazel”, Türk Dili Türk Şiiri Özel Sayısı II (Divan Şiiri), Sayı: 415, 416, 417: Ankara. Dilçin, Cem (1983), Örneklerle Türk Şiir Bilgisi: Ankara. İpekten, Haluk (1996), “Gazel”, DİA: İstanbul. Kemikli, Bilal (2010), Türk İslam Edebiyatı Giriş: Bursa. Akyüz, Kenan (tsz.), Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi: İstanbul. Muallim Naci (1307), Istılâhât-ı Edebiyye: İstanbul. Pala, İskender (2001), “Kasîde (Türk Edebiyatı)”, DİA: İstanbul. Şener, Halil İbrahim ve- Yıldız, Alim (2003), Türk İslam Edebiyatı: İstanbul. Ünver, İsmail (1986), “Mesnevî”, Türk Dili (Türk Şiiri Özel Sayısı) II (Divan Şiiri), S. 415,416,417: Ankara. Yazıcı, Tahsin - Kurnaz, Cemal (1997), “Hamse”, DİA: İstanbul. Yıldız, Alim (2011), Şiirin Gölgesinde: İstanbul. Yıldız, Alim (2011), Şuarâ Meclisi: İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 32 HEDEFLER İÇİNDEKİLER EDEBÎ TARZLAR • Edebî Tarzlarla İlgili Temel Kavramlar • Fahriye • Firkatname • Hasbihal • Hicviye • Methiye • Muamma • Münacat • Münazara • Nasihatname • Tarih Düşürme • Tasvir • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Tür-tarz ilişkilerini anlayabilecek, • Tür ve tarz kavramlarını ayırtedebilcek, • Tarzın metinler içindeki görünüşlerini tespit edebilecek • Tarzların tarihî süreç içindeki gelişimini takip edebilecek, • Tarzların örnek metinlerini görebilecek, • Metinler içinde belirlenmemiş tarzları tanımlayabilecek, • Tarzların insani ihtiyaçları nasıl karşıladığına tanıklık edebilecek, • Tarz örneği metinler üzerine yazılmış kaynakları tanıyabilecek, • Klasik edebi gelenek içinde yer alan tarzların modern Türk edebiyatında da temsil edildiğini görecebileceksiniz. TÜRK İSLAM EDEBİYATI Prof. Dr. Metin AKKUŞ ÜNİTE 4 Edebî Tarzlar GİRİŞ Edebî kavramların kümelere ayrılarak öğretilmesi bilginin özümsenmesinde kolaylık sağlar. Klasik Türk edebiyatının temel kavramları; nazım şekilleri, edebî sanatlar, mazmunlar vb. kümelendirme başlıklarıyla değerlendirilmiştir. Aynı şekilde, edebî türlerin ve edebî tarzların da, ayrı başlıklar altında değerlendirilmesi, edebî metinlerin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır. Edebî tür başlığı, yakın dönem araştırma çalışmalarında açılmış yeni başlıklardandır. Son yıllarda yazılan klasik Türk edebiyatı el kitapları bu başlığı eserin bir bölümü olarak işlemişlerdir (Bk. Kaynakça). Klasik edebiyat çalışmalarında edebî tür ve tarzlar, diğer kümelendirmelerden bağımsız olarak henüz iki araştırma eserinde değerlendirilmiştir. Bu eserler; Klasik Türk Şiirinin Anlam Dünyası/Edebî Türler ve Tarzlar (2008) ve Divan Edebiyatında Türler (2010) künyeli araştırma çalışmalarıdır. Tür ve tarz konusu bu çalışmalarda bir arada değerlendirilirken, ilk defa bu ders notlarında ayrı ayrı üniteler hâlinde incelenmiştir. Bu bölüme ad olan kavramla birlikte, üslup ve stil de, yakın anlamlarıyla birbirinin yerine kullanılır. Türkçe karşılıklarıyla, anlatım tarzı/biçimi/şekli veya ifade tarzı/biçimi/şekli adlandırmaları da edebî tarz yerine kullanılacaktır. Bu adlandırmalarla kastedilen de, bir metnin okuyucuya nasıl aktarıldığını göstermektir. http://www.kidap.com. tr/klasik-turk-siirininanlam-dunyasi-edebiturler-ve-tarzlar-metinakkus-k69168.kitap Metin Akkuş, Klasik Türk Şiirinin Anlam Dünyası/ Edebî Türler ve Tarzlar (2008) Türk İslam edebiyatında, bir metnin okuyucuya aktarılma biçimleri, yaygınlık sırasına göre; methiye, fahriye, hicviye, münacat, nasihatname, hasbihâl, münazara, muamma/lügaz, tarih düşürme, tasvir ve firkatname gibi çeşitli başlıkları oluşturur. Bu kavramlar, Türkçedeki; övme, övünme, öğüt, yerinme, tartışma, söyleşi ve bilmece gibi adlandırmaların karşılıklarıdır. Bilim çevrelerinde henüz tüm ayrıntılarıyla tartışılmamış niyazname, istimdadname, mededname, duaname, şefaatname, pendname, firakname, gurbetname, hecrname, tahassürname, tavsif, tazallüm ve arzıhâl gibi terimler de, ilgilerine göre bu ana başlıklar altında değerlendirilmiştir. Edebî türlere ve tarzlara ait kavramlar temel olarak, metnin içeriği ve metnin sunuş biçimi ile birbirinden ayrılabilir. Bu ders notlarında, edebî eserin neden bahsettiği, edebî tür; eserin nasıl anlatıldığı, edebî tarz kavramlarıyla adlandırılmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Edebî Tarzlar Edebî Tarzlarla İlgili Temel Kavramlar Fahriyye http://kitap.antoloji.co m/kisi.asp?CAS=132871 Rıdvan Canım, Divan Edebiyatında Türler (2010) Arapçada fahr, öğünülecek şey; övülmeye layık kişi; böbürlenme, büyüklenme ve övünme anlamındadır. Edebiyatta fahriye ise, kendini övme ve yüceltmeye dair metin anlamına gelen bir kavramdır. Doğu edebiyatlarında çokça kullanılan fahriyelere, Türk edebiyatında, Orhun Abideleri’nden itibaren yazılmış birçok manzum ve mensur eserde, değişik ölçü ve içeriklerde rastlanır. Mensur eserlerin dibacelerinde de, tevhit, münacaat, naat gibi, genellikle kaside nazım şekliyle oluşan yapılar arasında, küçük birimler hâlinde bulunabilir. Klasik edebiyatta fahriyeler çoğunlukla, şairlerin kendi sanat özelliklerini övdükleri bağımsız şiirler veya şiirlerin bir bölümüdür. Şair, kendi sanatıyla diğer şairlerin şiir yeteneğini ve başarısını karşılaştırır, kendi sanat gücünü ve üstünlüğünü savunur. Şair/yazarın kendi yetersizliğini ve ihtiyaç içinde olduğunu vurgulayan tazallüm (yerinme) tarzı eserler de, fahriye tarzını zenginleştiren anlatım biçimleridir. Fahriyeler ayrı yazılabileceği gibi, kasidelerin bir bölümü de olabilirler. Fahriye, konuyu işleyiş bakımından kasidenin dört ana bölümünden üçüncüsüdür. Kasidenin bir bölümü olarak düzenlendiğinde ancak birkaç beyitten oluşmakla birlikte, XVII. Yüzyıl şairi Nefi, bu bölümü zenginleştirmiştir. Kasidelerin methiyeden sonra gelen bir bölümü olarak düzenlendiklerinde, şairin kendini övdüğü birkaç beyitle sınırlandırılır. Bir kaside, fahriye bölümü ile de başlatılabilir. Gazellerde mahlas beytinde, şairin kendinden söz etmesi, küçük bir fahriye örneği oluşturur. Gazel ve kıtalarla da fahriye yazıldığı gibi, mensur eserlerde de bu tarzın örnekleri vardır. Fahriyelerde asıl amaç, şairin söz sanatındaki ustalığının sergilenmesidir. Şair/yazarın övünmeleri söz çevresindedir. Fahriyeler, ilgili oldukları toplum hareketlerinin de yansıtıcısı olabilir. Bu durumda şair, kendinden ve mensubu olmakla gurur duyduğu gruplar ve yaşadığı yerleşimin özellikleriyle övünür. Fahriyeler, klasik Türk musikisinde de bestelenmiş metinlerdendir. Bu anlatım tarzında, abartma (mübalağa) ve benzetme (teşbih) sanatlarına çokça yer verilmiştir. Bir fahriye beyti örneği: Kim bilirdi şu’arâ olmasa ger sâbıkta Dehre devletle gelip yine giden şâhânı Nefi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Edebî Tarzlar Türk edebiyatında fahriyenin usta şairi Nefi’dir. Bu üslup onun kasidede takipçisi olan Nedim’de de görülür. Kendini övme, başkalarını yerme ile de, fahriye-hicviye-methiye tarzları bir arada kullanılabilir. Örnek Naat Türünde, Fahriye Tarzıyla Yazılmış Kaside: DER NA’T-İ SEYYİD-İ KÂİNÂT (’ALEYHİ EFDALÜSSALEVÂT) ‘Ukde-i ser-rişte-i râz-ı nihânîdir sözüm Silk-i tesbîh-i dür-i seb’a’l-mesânîdir sözüm Bir güherdir kim nazîrin görmemişdir rûzgâr Rûzgâra âlem-i gayb armağanıdır sözüm Rûzgâr ihsânımı bilmiş benim yâ bilmemiş Âleme feyz-i hayât-ı câvidânîdir sözüm Ehl olan kadrin bilir ben cevherim medh eylemem Âlemin sermâye-i deryâ vü kânıdır sözüm Bî-araz bir cevher-i sâfîdir ammâ muttasıl Ehl-i tab’ın zîver-i tîg u sinânıdır sözüm Ya’nî kim endîşe-sencân-ı cihânın dâ’imâ Hem sarîr-i kilki hem vird-i zebânıdır sözüm Bir benim gibi ciger-dâr ehl-i tab’ olmaz dahi Cevher-i tîg-ı kazâ-yı nâgehânîdir sözüm Gamze-i dilber n’ola reşk eylese endîşeme Hırz-ı bâzû-yı dil-i sâhib-kırânîdir sözüm Ol kadar pür-şîvedir gûyâ ki bikr-i fikrimin Gamze-i merd-efgen-i nâ-mihribânıdır sözüm Ol kadar dil-dûzdur gûyâ ki bir şûh âfetin Nâvek-i müşgîn-kemân-ı ebruvânıdır sözüm … Nefİ Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Bireysel Etkinlik Edebî Tarzlar • Tuba Işınsu İsen (2002), Divan Şiirinde Fahriye, BÜ, SBE, YLT. kayıtlı kaynağı web ortamında araştırınız. Firkat-nâme 1884-1934 yılları arasında yaşamış mürettep divan sahibi, Kıratoğlu Emin’in Firakiyye adlı eseri, Hz. Peygamberin ölümüyle duyulan üzüntünün anlatıldığı bir mersiyedir. 613 beyitle İslam Peygamberi’nin vefatı anlatılmıştır (Değirmençay 2006:79). Ayrılık acısını dile getiren metinlerdir. Firak, ayrılma ve bedenen ayrılık demektir. Ayrılık acısının anlatıldığı metinlerin anlatım tarzı olan firkatnamelere, firakname, firkatname, iftirakname, firakiyye gibi, aynı kökten türetilmiş kelimeler başlık olmuştur. Yine, hemen hemen aynı anlamlara gelen gurbetname, hecrname, tahassürname ifadeleri de bu anlatım tarzıyla yazılmış metinlere ad olabilir. Fürkatname (Âşık Paşa), Fürkatname (Halîlî), Hecrname (Bursalı Celilî); Firâkı Mahmut Paşa, Firâkname (Kadı Hasan bin Ali, Bursalı Lamii Çelebi), Firâk-nâme-i Sultan Bâyezid, İftirâkname (Adile Sultan), Mersiye-i Mahsûsa-i Firkat-nümâ der hakk-ı Cenâb-ı Hüseyn-i Şehid-i Kerbelâ, Firâkiyye (Kıratoğlu Emin), Şikâyet-i Hicr, Tercî-i Bend ender Şikâyet-i Mehcûrî ve Dûrî, Der-Şikâyet-i Hasret ü Firâk, DerŞikâyet-i Fürkat-ı Iztırârî (Hayreti) gibi başlıklı bağımsız eserlerde ve küçük çaplı metinlerin adlandırılmalarında bu çeşitlilik açıkça görülmektedir. Çoğunlukla otobiyografik bilgilere yer verilen tarzın örnekleri, metni yazanın veya bir kişinin; vatanından, yaşadığı yerden, görevinden veya sevdiği birinden ayrılmasını ifade eder. Aşığın sevgiliden ayrılıp gurbete düşmesi, sevgiliye yazılan mektuplar; eş, dost, akraba veya tanıdıkların ölümündeki ayrılık acısı ve şikayetlenmeleri, padişahların tahttan indirilmeleri, devlet adamlarının bulunduğu makamdan ayrılmaları, azledilmeleri, ölümü veya öldürülmeleri nedeniyle yazılan ağıt özelliğindeki metinler de bu özelliktedir (Tavukçu 2004: 90). Firkatnameler, klasik Türk edebiyatında sergüzeştname veya hasbihâl başlıkları altında değerlendirilmişlerdir. Tarzın örnekleri bağımsız kitap örnekleri olabildiği gibi, çeşitli nazım şekilleriyle yazılmış şiirler veya düzyazı örnekleri olarak da düzenlenmiştir. Mersiye/maktel, sergüzeşt ve azliye türlerinin yaygın anlatım Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Edebî Tarzlar tarzlarıdır. Şikayet, tazallüm, hicviye ve hasbihâl tarzlarıyla aynı metinde bir arada kullanılırlar. Adile Sultan Divanı’nda İftirâk-nâme başlığıyla yer alan 22 beyitlik mesnevi, yakınlarını kaybetmenin acısıyla yazılmış bir mersiyedir. Bu şiirde ölüm, daha çok bir ayrılığa sebep olması yönüyle ele alınmıştır (Koçak, 1996: 19) Tarzın örnekleri, şiir ve düzyazıyla verilmiştir. Düzyazıda, mektup; şiirde, mesnevi, musammat (murabba, terci-i bent) ve kıta nazım şekilleriyle yazılmışlardır. Klasik Türk edebiyatında bu tarzın bilinen ilk eseri Âşık Paşa’nın mesnevisidir. Gurbette sevgiliden ayrı kalmanın zorluğu; Fatih’in meşhur sadrazamı Mahmud Paşa’nın görevden azli ve öldürülmesi; Sultan II. Bayezid’in, oğlu Yavuz Sultan Selim tarafından tahttan indirildikten sonra zehirlenerek öldürülmesi, bu tarzın edebiyatımızdaki diğer eserlerinde yer alan temalardır. Halilî’nin Fürkatname adlı mesnevisi, ayrılık çerçevesinde şairin hayatının 1334 beyitte anlatıldığı bir sergüzeştname; Bursalı Celilî’nin, Hecrname adlı eseri ise, Halilî’nin taklitidir. (Tavukçu 2004: 92-117). Hasb-i Hâl Anlatıcının, yaşanan durumları, iç konuşmalarla veya bir muhataba yönlendirerek anlattığı metinler hasbihâl veya arzıhâl tarzını oluştururlar. Günümüzde, hâlini, derdini anlatma, arzıhâl; durum hakkında sohbet, görüşme, dertleşme, hâlleşme; sohbet tarzında konuşma ve söyleşi de hasbihâl terimlerinin karşılığıdır. Aynı tavır ve ruh hâlini yansıtan hatırını sorma, ziyaretinde bulunma ve hasta ziyareti de ıyadet teriminin karşılığıdır. Edebiyatta hasbihâl, şairin kendi hâlinden söz ettiği veya samimi bir sohbet ortamı, hâl hatır sorma tavrını ifade eden metinlerdir. Anlatıcı (şair/yazar), ikinci şahıslarla konuşabildiği gibi, teşhis yoluyla rüzgar, felek vb. varlıkları da muhatap olarak alabilir. Sohbet bir iç monolog hâlinde, şairin kendi kendiyle konuşması şeklinde de düzenlenebilir. Hasbihâllerde şair, kendi hâlini anlatır, şikayetlerini dile getirir, hâlinden dert yanar. Döneminden, zamandan yakınır, başından geçen olaylara yer verir. Bu durumda bir özel ad gibi kullanılan şikayetname, hasbihâl veya arzıhâlin bir alt basamak tarzıdır. Hasbihâllerde içten anlatım, açık ve yalın bir cümle kuruluşu vardır. Tarzın örnekleri, divanlarda daha çok kaside teşbipleriyle verilmiştir. Teşbiplerdeki hasbihâller konuşmaya dayalı anlatım tekniklerindendir (Mengi 2000: 137). Bu tarz, bağımsız eserlerin de anlatım biçimidir. Klasik edebiyatta sergüzeştname türü hasbihâl tarzıyla birlikte anılır olmuştur. Tasvir, tahkiye, nasihatname, firkatname gibi tarzlarla hasbihâl iç içe veya birbirini takibeden metinler hâlinde işlenebilmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Edebî Tarzlar Tanınmış eserlerde tarzın başlıkları: Bağımsız mesnevi örneklerinde: Hasbihâl , Nevî, Edirneli Güfti, Safi. Bireysel Etkinlik Divan’lardan başlıklar: Der-Iyâdet-i Şâh-ı Devrân, Ahmet Paşa, Cem Sultan; Manzûme-i Hasb-i Hâl ve Sitâyiş-i Seyyid Mehmed Gâzî, Fuzuli; Kasîde-i Hazâniyye-i Latîfe, Nev’î; Kasîde Der-Hasb-i Hâl-i Zamâne Gofte Şod, Bağdatlı Rûhî; Kıt’a Der Hasbihâl-i Hod-Gûyed, Nef’î. • Selami Ece ( 2006), “Hasbihâl Türü ve Örnekleri”, Muyî, Nalân u Handân, s. 16-18 Hicviyye Türkçe adıyla yergi, edebiyatta, biriyle, şiir yoluyla alay etme, şiir yoluyla birini gülünç hâle koyma, yerme anlamındadır. Arapça hecâ’, Osmanlı Türkçesinde hicv şekliyle kullanılmıştır. Çokluk şekli hicviyyattır. Halk kültüründe taşlama bu tarzın karşılığıdır. Heca-gu, şiir veya nesir yoluyla birinin aleyhinde bulunan, birini zemmeden, hicveden, yeren; heccav, çok hicveden, çok yeren; hicvi, hicivle ilgili, yermeli terimleri de hecv’in farklı türevleridir. Klasik Türk edebiyatında, mizah (gülmece) ve hiciv (yergi) iç içe geçmiş anlatım biçimleridir. Hicvin, alay, küçümseme anlamları gibi, eleştirme anlamına da gelmesi, mizah ve yerginin birbiri yerine kullanılma nedenidir. Klasik kültürde gülmece ve yerginin farklı aşamalarının karşılığı olan, mezemmet (kınama, yerme, yerilecek, kınanacak), hezliyat, letaif, nükte, mutayebe, şathiye ve fıkra da tarzın farklı adlandırmalarındandır. Hicviyeler, şiir ve düzyazı ile oluşturulur. Örnekleri daha çok şiirle verilmiştir. Şiirde; mesnevi, kaside, gazel, musammat ve dörtlük şekilleri kullanılmıştır. Ancak, hafızalarda kolayca yer etmesi ve kolay yayılma özellikleri nedeniyle dörtlükler özellikle tercih edilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Edebî Tarzlar Örnek Hicviyelerde genellikle açık ve basit bir dil kullanılır. Usta şairler ise, telmih, tariz, tevriye, cinas, kinaye, iham gibi muhtelif sanatlardan geniş ölçüde yararlanmışlardır. Siham-ı Kaza’dan, hicviye tarzında kaleme alınmış bir kaside: Gürcü hınzîri a samsûn-ı muazzam a köpek Kande sen kande nigehbânî-i âlem a köpek Vây ol devlete kim ola mürebbîsi anın Bir senin gibi denî cehl-i mücessem a köpek Ne güne kaldı meded Devlet-i Âl-i Osmân Hey yazık hey ne musîbet bu ne mâtem a köpek Ne ihânetdür o sadra bu zamânda ki anın Olmaya sahibi bir Âsaf-ı ekrem a köpek Hidmet-i devlete sâ`ir vüzerâdan göreler Bir fürûmâye koca ayıyı akdem a köpek Bu mahallerde ki Bagdâdı ala şâh-ı Acem Arz-ı Rûmı ede teshîr Abaza hem a köpek Satdınuz iki …sız bir olup hânlıgı Kimseyi etmedinüz bu işe mahrem a köpek Pâymâl eylediniz saltanatın ırzını hem Yok yere oldu telef ol kadar âdem a köpek Hîç hânlık satılır mı hey edebsiz hâ`in Tutalım olmamış ol fitne muazzam a köpek Gide Bagdâd'a kıra askeri hân-ı Tâtâr Olasın sen yine düstûr-ı müfehhem a köpek … Nefi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Edebî Tarzlar http://www.akcag.com .tr/default.aspx?_Args =ProductImage,304,Od esisMc,305 Hicviye, Arap cahiliye döneminde kabileler arası çatışmaları konu edinir. İslamiyet döneminde hiciv, Müslümanların savunma silahıdır. Hassan bin Sabit, Abdullah b. Ravaha, İslamiyeti ve Müslümanları hicivleriyle sürekli rahatsız eden Mekkelileri hicvetmişlerdir. İran edebiyatında yergi ve mizah iç içedir. Tayyibat (şaka şiirleri), küfriyat (sövgü şiirleri), hamriyat (içki, şarap şiirleri), hezliyat (nükte, alay şiirleri) ve düzyazıda latife veya letaif birer anlatma biçimi ve edebî tür olarak anılan örneklerdir. Türk edebiyatındaki hiciv örneklerinde, bireysel olarak kişiler, bir grup veya grup davranışı yerilmiştir. Âşık ve rakibin anlaşmazlıkları; rind ve zahidin geçimsizliklerinin yergisi hiciv ve mizah eserlerinin ana başlıklarıdır. Zamandan, felekten ve dünya hâllerinden şikayet tarzındaki eserler de yergi tarzının bir başka görünüşüdür. Arap edebiyatında Başşar, el-Farazdak; Fars edebiyatında Zakanî, Yağma; Osmanlı sahasında ise , Nefi ve Haşmet tarzın tanınmış şairleridir. Edebiyatımızda yergi üslubunun en meşhur eseri, XVII. Yüzyıl şairi Nefi’nin, Sihamıkaza (Kaza Okları) başlıklı hiciv mecmuasıdır. Eserde, devlet adamları, sanat erbabı, şair ve yazarlar yergi ve gülmece tarzındaki şiirlere konu olmuştur. Eser seçmeler hâlinde basılmıştır. (Saffet Sıtkı *Bilmen+, 1943; Metin Akkuş, 1998) Şeyhi, Bağdatlı Ruhi, Tokatlı Ebubekir Kani de bu tarzın farklı yönlerini örnekleyen eserlerin sahipleridir. Son dönem Türk edebiyatı şairlerinden Namık Kemal; Akif Paşa, Ziya Paşa, ve Direktör Ali Bey’in farklı türlerdeki eserleri, bu anlatım biçimini devam ettiren örneklerdendir. Medhiyye Medh, Arapça bir kelimedir. Övme, övgü kelime karşılığıyla; birinin iyiliğini söyleme anlamına gelir. Aynı kökten türetilmiş medhiyye de övgü demektir. Halk edebiyatında, meddah (öykü anlatan sanatçı) aynı kökten türetilmiştir. Methiye, bir kimseyi veya bir kişiyi övmek için yazılmış metinlerin anlatım tarzıdır. Yerleşim veya varlıkları övmek için yazılmış örnekleri de vardır. Methiye öncelikle kasidenin bir bölümünün adıdır. Girizgah bölümünden sonra yer alır. Maksad yahut maksud olarak da adlandırılır. Mesnevi, gazel; Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Edebî Tarzlar musammat, terci-i bent, şarkı vb. farklı nazım şekilleriyle de yazılmışlardır. Müzeyyel gazel ve mutavvel gazel çeşitleri methiyenin işlendiği şiirlerdir. Müzeyyel gazeller, zeyl bölümleri övgü (medh) konusuna ayrılmış manzumelerdir. Methiye, terkip ve terci-i bentlerin özel sunuş tarzları arasında yer alır. http://www.kidap.com .tr/mevlanamethiyeleri-halukgokalp-k116883.kitap Methiyeler kaside şeklinde ise, genellikle Farsça başlıklıdır: Der Medh-i Sultân…; Der-Medh-i Vezîr-i A`zam…; Der-Sitâyiş-i Sadr-ı A`zam…; Bahâriyye DerMedh-i Şeyhülislâm…; Der-Medh-i Âğa-yı Darüssa`âde…; Berây-ı Sultân... vd. bu başlıkların en yaygınlarındandır. Methiye, kasidenin bir bölümü olarak düzenlenmişse, bu bölüme geçilmeden önce mevsimlerden, sosyal yaşam vb. konulardan söz açılarak bir döşeme yapıldıktan sonra övgü kısmına geçilir. Kasidede övülen kişiye memduh denir. Memduh, erdemlerle donanmış seçkin kişidir. Övülen bir devlet adamı ise, büyüklüğü, bağışı, cömertliği; bilgeliği, ileri görüşlülüğü; adalet, kuvvet ve haşmetiyle tanınmış tarihî ve efsanevi kahramanlarla karşılaştırılır. Methiyeler, Padişah, sadrazam, vezir, dört halife, din ve devlet büyüklerini övme amacıyla yazılmış bir anlatım tarzıdır. Bağımsız bir örnek olarak yazılmış bir methiyede, girizgah, nesip, taç, tegazzül, fahriye, dua gibi kasideye mahsus bölümler bulunmaz. Methiyeler, mürettep divanlarda dinî içerikli kasideler veya dört halife, Mevlana vb. tasavvuf uluları ile ilgili kasidelerden sonra yer alırlar. Genellikle şiirde tercih edilen methiye anlatım tarzının düzyazı örnekleri de vardır. Bazı methiyeler klasik Türk müziğinin güfteleridir. Klasik edebiyatta, överken yerme veya yererken övme tarzında yazılmış eserler de methiyelerin farklı görünüşleridir. Allah ve Peygamber için yazılmış eserlerin dışında kalan şiirlere halk şairleri ilahi, aruz şairleri istigase (yardım isteme), saz şairleri methiye derler (Onay, 1996: 225). Alevi-Bektaşi edebiyatında On İki İmam övgüsü, tarikat ehli şairler tarafından tarikat uluları için söylenen bazı nefesler de böyledir. Din ulularının övgüsü için yazılan bu tarz şiirlerin amacı, söz konusu kişilerin ruhlarından yardım almak ve şefaatlerine ulaşmaktır. Methiyeler, klasik edebiyatta en yaygın anlatım tarzlarındandır. Ahmet Paşa, Fuzuli, Baki, Yahya Bey, Nefi, Nedim ve Şeyh Galip gibi pek çok şairin divanında bu anlatım tarzıyla yazılmış çok sayıda örneğe rastlanır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Saz şiirinde, muamma asma- muamma indirme terimleri, şiirle sorulmuş olan bilmecenin, başka âşıklar tarafından, bilinmezse kendisi tarafından çözülmesi ve toplanan bahşişle ödüllendirme geleneğini ifade eder. Bireysel Etkinlik Edebî Tarzlar •Yaşar Aydemir, (1996), “Kasidede Muhteva Unsurları”, GÜ, FEF, SBD, 1, 137 •Kadir Güler, (1996), “19. Asır Şuarasından Arifî ve Pesendî’nin Kütahya Methiyeleri”, EÜ, SBED, 7, 279. •künyeli metinleri web sahifelerinden bulup okuyunuz. Muammâ Muamma ve lugaz, günümüz Türkçesinde bilmece demektir. Arapçada lugaz; bilmece, bulmaca, yanıltmaca; edebiyatta, manzum bilmece demektir. Elgâz çokluk şeklidir. Halk dilinde, hece vezni ile yazılmış olan bilmeceler de bu adla anılır. Saz şiiri geleneğinde, her türlü soru şiiri muammadır. Edebî tarz olarak lugaz, bir şeyin özelliklerinin sıralanarak ne olduğunun bilinmesini istemek amacıyla kaleme alınan şiirlerdir. Muamma ise, usulüne göre düzenlenmiş ve çoğu defa bir ada gönderme yapan bilmece, yanıltmaca anlamındadır. Ali Fuat Bilkan (2000), Türk Edebiyatında Muamma: Ankara. http://www.idefix.com /kitap/turkedebiyatindamuamma-ali-fuatbilkan/tanim.asp?sid=I Q5IGRRFVE1EPVPRUD7 A Günlük dilde muamma, anlaşılmaz iş, gizli ve güç anlaşılır söz, şekil vb. mecaz anlamıyla yaygınlaşmıştır. Kelimelerin çokluk şekilleri, elgâz ve muammeyât, divanların genellikle sonunda yer alan bilmece tarzında düzenlenmiş metinlerin bölüm başlığıdır. Muamma ile lugaz arasındaki temel fark şudur: Muammada, bulunması istenen gizli ad, Allah’ın sıfatlarından biri veya bir insan adıdır. Muammada sorular arkasındaki kişi, bir devlet veya din adamı, bir tasavvuf ulusu veya sevgilidir. Lugazde ise, varlık; canlı ya da cansız; somut ya da soyut bir kavram veya eşya sorulur. Şiire; Ol nedir ki… şeklinde bir kalıpla başlanması gelenek hâline gelmiştir. Bilmecelerin nasıl çözümleneceğine dair eserlerin yazılması da bir başka gelenektir. Bilmece tarzının klasik edebiyattaki örnekleri beyit, kıta gibi kısa; kaside ve mesnevi gibi uzun soluklu manzumeler hâlindedir. Fars edebiyatında Cami’nin konu hakkında üç eseri vardır. Türk edebiyatında ilk örnekleri XV. Yüzyıldan itibaren verilmiştir. Türk edebiyatında, Edirneli Emri, alfabetik düzende, 600’ü Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Edebî Tarzlar aşkın muammasıyla bu tarzın ustasıdır. Fuzuli, Nabi, Kınalızade Ali Efendi, Sünbülzade Vehbi ve Fıtnat Hanım da, çok sayıda muamma örneği yazmış şairlerdendir. Nabi, kendi mahlasını şu beyitle bilmeceye dönüştürmüş: Bende yok sabr u sükûn sende vefâdan zerre İki yoktan ne çıkar fikredelim bir kerre Mir Hüseyin Muammayi, ömrünü muammaya adamış şairlerdendir. Bireysel Etkinlik [Cevap] Nâ-bî • İlgilendiyseniz, Cem Sultan’ın Türkçe Divanı'nın (Ersoylu 1989: 234-241) Fi’l-Mu´ammeyât bölümündeki beyitlerde özellikle kişi adları bilmeceleri ve diğerlerini de siz okuyup değerlendiriniz. Münâcât Şair ya da yazarın sığınma, yardım dileme, korunma ihtiyaçlarını dile getirdiği metinlerin genel başlığı niyaznamedir. Kulun yaratıcı karşısındaki konumu (münacat); müminin Peygamber’i karşısındaki durumu (şefaat) ve vatandaşın, egemen güç sahibi yönetici karşısındaki hâli (tazallüm); aralarında küçük uygulama ve ifade farklılıkları olan çeşitli anlatım tarzlarını oluştururlar. Şairin, kul olarak kendinin ve insan soyunun yaratıcı karşısındaki yetersizliği, ihtiyaçlarına karşılık dilemesi münacat/tazarru adlı metinlerin anlatım tarzıdır. Müminin Peygamber, din ve tasavvuf ulularından beklentilerini dile getirdiği metinler şefaatname tarzının örnekleridir. Bu tarzdaki metinlerde, şair, bir din ve tarikat ulusundan yardım talep ediyorsa bu dilek ve temenniler ulu şahsiyetin manevi şahsiyetine sığınma ve yardım dileme şeklindedir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Edebî Tarzlar (mededname/istimdadname). Kaside ve mesnevi benzeri metinlerin dua, bölümleri; bireyin kendini acındırma tavrıyla içinde bulunduğu hâlleri ifade ettiği yerinme, kendini acındırma tarzındaki; tazallüm ise, daha çok varlık ve güç sahibi devlet adamlarının koruması altında olma dileği ve şairin ihtiyaç içinde olduğunu ifade ettiği metinlerdir. Tarzın en meşhur örneği münacattır. Birinin kulağına bir şey söyleme, fısıldama; Allah’a gizlice yalvarma, yakarma, dua etme anlamındaki münacat, edebiyatta; Allah’a yakarış, yalvarma, af dileme ve dua içerikli metinlere ad olmuştur. Tazarru ve çokluk şekli tazarruat (yalvarmalar) da aynı anlamdadır. Şairler, günahlarının çokluğunu ve büyüklüğünü dile getirerek yaratıcının sınırsız bağışlayıcılık sıfatına sığınır; benlik ifadelerinden uzak samimi duygularını dile getirirler. Metinlerin başlangıcında İlâhî! Hudâyâ! vb. seslenişler vardır. Tarzın düzyazıdaki tanınmış örneği, Sinan Paşa’nın Tazarruname (Tazarruat) adlı eseridir. Münacatlar manzum ve mensur olarak yazılırlar. Yakarış tarzındaki şiir örnekleri; beyitler, kaside, mesnevi, terkip, terci ve diğer musammatlar; kıta ve rübai nazım şekilleriyle yazılmışlardır. Klasik şiir geleneğinde münacat, divan ve mesnevilerin başında yer alır. Yusuf Has Hacib (Kutadgubilig), Hoca Ahmet Yesevi (Divan-ı Hikmet), Ali Şir Nevai, Süleyman Çelebi, Larendeli Hamdi, Yahya Bey ve Hamdullah Hamdi, bağımsız eserler olarak yazdıkları mesnevilerinde, münacat tarzında şiirlere yer ayırmış şairlerdir. Fuzuli, Nabi, Hâletî, Hersekli Arif Hikmet (Tazarru), Nigar Hanım da farklı nazım şekilleriyle münacat örneği vermiş şairlerdendir. Gelenek, Tanzimat’tan sonra da; Ziya Paşa, Muallim Naci ve Şinasi tarafından devam ettirilmiştir. Münacat metinlerinin bestelenmiş örnekleri de vardır. Daha çok tekke edebiyatı örnekleri, tasavvuf musikisi örnekleri olarak seslendirilmiştir. AleviBektaşi kültüründe muharrem ayının matem günlerinde dua kabilinden okunan tercümanlar da, münacat veya selamname olarak anılmıştır. Tazarruname (Tazarruat). XV. Yüzyıl yazarı Sinan Paşa’nın tasavvuf konulu mensur eseri. Manzum örneklere de yer verilmiştir. Tanrının sıfatları ve Tanrı aşkı işlenmiştir. Tazarruat, aşk konusunun işlendiği eserin birinci kısmıdır. Eser; Allah’ı birleme (tevhit), yalvarma (münacat), peygamberi (naat) ve diğer din ulularını övme (medh) gibi, edebî tür ve tarz uygulamalarıyla birlikte, zengin hikaye ve öğüt bölümleriyle de varlık problemini işler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Edebî Tarzlar Şefaat, Yaratıcı-kul arasındaki ilişkilerde, birinin suçunun affedilmesi veya dileğinin yerine getirilmesi için yapılan aracılık anlamındadır. İslam inancında, İslam Peygamberi’nin, diğer peygamberler, melekler, şehitler, bilginler; tutulan oruç, okunan Kuran ve salih kullar, aracı sayılmışlardır. Edebî metinlerde, İslam Peygamberi vasfında yazılmış olan naatlerin dua mahiyetindeki bölümleri şefaatname olarak düzenlenebilir. Şefaatnameler, daha çok kaside düzenindeki naatlerde yer alır. Şairler, peygamberin sıfatlarını sayar, yerinme üslubuyla da, kendi günahlarını, acizliklerini ve affedilmelerine aracı olunmasını isterler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Edebî Tarzlar Örnek Mesnevi nazım şekliyle münacat Ey kamû kâsıda olan maksûd Âbidi nûra gark eden ma´bûd Çünkü lutfundan erdi bize vücûd Bizde ilm olmadın dahi mevcûd Şimdi kim fazlına tutaram ümîd Bizi hâşâ kim edesin nevmîd Evvel âhir çü senden oldu kerem Senden âhir sa´âdet dilerem Ayn-ı afvınla ol bize nâzır Sözümüz budur evvel ü âhır Hamdi Çelebi, Kıyafetname Ahmet Yesevi’nin Divan-ı Hikmet’inde uzun soluklu bir münacat vardır. Münâzara Münazara, karşılıklı konuşma; bilimsel tartışma demektir. Klasik Türk edebiyatında, birbirine zıt iki konunun tartışıldığı temsili hikayelerdir. Ancak, daha Tam metin için Bk. http://www.divanihikm et.net/munacat.html Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Edebî Tarzlar çok, kaside nazım şeklinde kullanılan bir anlatım tarzı olarak yaygınlaşmıştır. Âşık edebiyatında deyişmeli destanlar ve atışmalar da bu tarzın örnekleridir. Klasik Türk edebiyatında birbirine zıt kavram ve varlıklar arasındaki zıtlıklar kıssalarla zenginleştirilir. Örnekleri manzum, mensur veya karışık olarak verilmiştir. Temsil yardımıyla, savunulan düşünce daha güçlü işlenir, karşıt fikir yetersiz ve zayıf bırakılır. Genel olarak küme oluşturan varlık, nesne, hayvan ve bitkiler tarzın sembolik tipleridir. Mizah, ahlak, tasavvuf, hikmet, tarzın tercih edilen konu başlıklarıdır. Örnekleri, 15.-18. yüzyıllar arasında verilmiştir. Tarzın oluşumunda, Kelile ve Dimne, Marzubanname benzeri, çeviri eserlerin etkisi vardır. Münazara tarzı, teşhis ve intak sanatlarının anlatım imkanlarından yararlanır. Zengin örnekleri, Çağatay Türkçesiyle verilmiştir. Klasik Türk edebiyatında, Lamii Çelebi’nin, Münazara-i Sultân-ı Bahâr bâŞehriyâr-ı Şitâ, Münâzara-i Nefs ü Rûh (mensur); Fuzuli’nin, Rindüzâhid ve Beng ü Bâde (manzum) tarzın meşhur örnekleridir. Meşhur münazara başlıkları: Münazara-i Ganî vü Fakîr; Münâzara-i Tîg u Kalem; Münâzara-i Gül ü Mül, Münâzara-i Şeb u Rûz, Beng ü Çağır; Münâzara-i Gül ü Husrev; Ok-Yay Münâzarası, Münâzara-i Savm u Îd, Münâzara-i Tûtî Be-Zâg; Münâzara-i Seyf ü Kalem. Nasîhât-nâme Nasihat ya da pend, öğüt anlamındadır. Edebiyatta nasihatnameler, İslami temellere dayalı ahlaki davranış kurallarını öğretici, öğüt kitaplarıdır. Mutluluk bilgisini öğretmeyi, bireyin ruh ve ahlak eğitimini esas alır. Düzyazı ve şiirle yazılmışlardır. Farsça, pend-name de bu tarzın diğer adlandırmasıdır. Nabi’nin Hayriyye (Halep, 1701) adlı eseri, bir öğüt kitabıdır. Şair, oğlu Ebulhayr Muhammed için yazmıştır. Eser bir mesnevidir. Şair, yaşamdan edinilen tecrübe ve yaşamın anlamına dair kanaatleriyle dönemin insan tipini çizmiştir. Eser, İslam’ın şartları, çeşitli ilimlerin öğrenilmesi; istiğna, ahlak, şiir, eğlence, ziraat, tıp; divan katipliği, kaza, kader konularında genç kuşağa öğüt mahiyetindedir. Nasihatnameler, bağımsız manzum eserler hâlinde düzenlendiklerinde mesnevi olarak kaleme alınmışlardır. Diğer örnekleri, divanlarda kaside; kıta ve musammat nazım şekilleriyle yazılmıştır. Tarzın ilk örnekleri yazıtlar ve atasözleriyle zenginleştirilmiş destanlardır. Kutadgubilig, Atabetülhakâyık, Ahmet Yesevi’nin Hikmetleri, Yunus Emre’nin Risâletünnushiyye’si, Sinan Paşa’nın, Maârifname’si, Güvahi’nin Pendnâmesi, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Edebî Tarzlar Nabi’nin Hayriyye’si, Sünbülzade Vehbi’nin Lütfiyye’si tarzın İslamiyet sonrası bağımsız örnekleridir. Fars edebiyatında Attar’ın ,din ve tarikat ulularının da sözlerine yön veren iyi ahlaklı insan olmanın kurallarını öğreten öğüt kitabı (Pendname), klasik Türk edebiyatında bu tarzda eserlerin yaygınlaşmasında etkili olmuştur (AB 1989: 17/504). Eser, mesnevi nazım şekliyle yazılmıştır. Sinan Paşa’nın, Nasihatname olarak da bilinen Maarifname adlı eseri (Hikmet Ertaylan, tıpkıbasım, İstanbul 1961), ahlaki konuların ele alındığı dinî tasavvufi, lirik örneklerdendir. Klasik Türk edebiyatında nasihatnameler, öncelikle siyasetname türünde tercih edilmiştir. Gelibolulu Ali, Nasîhatüsselâtin; Defterdar Sarı Mehmed Paşa Nasîhatülvüzerâ; Kâbusname bu anlatım tarzıyla yazılmış siyasetname örnekleridir. Fütüvvetname benzeri türlerde de nasihatname tarzı tercih edilmiştir. Öğüt kitapları, atasözleri ve deyimler açısından zengin kaynak eserleridir. Günümüzde kullanılan atasözleri ve deyimlerin eski dildeki şekillerini ve zengin metin örneklerini içerirler. Şiirde atasözü kullanma alışkanlığı olan Necati, Edirneli Hıfzi, Nabi, Sabit, Ragıp Paşa gibi pek çok şair bu tarzı zenginleştirmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Örnek Edebî Tarzlar Yazıldığı dönemin ahlak anlayışlarından bir mesneviye yansıyan öğütler: Annenin oğula öğüdü (Mecnun’a öğüt): Baş olacak adam hükümdarların yolunu tutar, kahraman olur; itikadın güçlü olsun! Bir güzele takılırsan onun çirkinliklerini de görmeye çalış! Arzularının esiri olma! Bağımlı olmayı değil, özgürlüğü tercih et! Güzele ve güzelliğe düşen iman ve aklını kaybeder; Şiire heveslenme, yalandan ibarettir. Yaban yolu tutma, soyunla ilişiğini kesme (s. 160-164); Babanın öğüdü: Her yaşta kendine yakışanı yap! Gençlikte aşk bir marifettir, olgunlaştırır; Olgun yaşta ayıplanmaktan sakın, aklını başına devşir! Devamlı kendinde olmayış bir utançtır; sözünde duran güzeli sev! Aşk oyunundan vaz geç! Canını ateşe atma! Eninde sonunda ayrılacağın sevgiliye kavuşmayı düşünme! Allah’a yönel; dünyada bir işle meşgul ol! Tembel olma, iş gör! Malı mülkü yabancıya kaptırma! Kimsesiz ve muhtaç olursun! Umutlarını kırma, ileri görüşlü ol! (s. 344-350) Fuzûlî, Leylâ ve Mecnûn (Doğan 2000). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Şeyh Galip, Divanı’nda (Haz. M. Muhsin Kalkışım, Ankara 1994) beyit, kıta, gazel ve kaside şekilleriyle tarihler düşürmüştür. Divan’da tarih düşürme örneği 70 şiir bulunmaktadır. Bireysel Etkinlik Edebî Tarzlar •Hayriyye- i Nabi (Haz. Mahmut Kaplan), Ankara, 2008 künyeli öğüt kitabının tanıtım bilgilerine ulaşınız: •http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=462458 Tarih Düşürme Klasik edebiyatta harflerin rakam değerleri esas alınarak oluşturulan metinler bir olayın gerçekleşme tarihini gösterir. 28 harften oluşan Arap harflerinin ilk üçünün okunmasından oluşan ebced ve bu kısaltma kullanılarak oluşturulan ebced hesabı, klasik edebiyatta tarih düşürmenin karşılığıdır. Tarih söyleme, tarih deme ve tarih yazma da aynı uygulamanın farklı adlandırmalarıdır. Geleneksel tarih düşürme metinleri, hicri tarihe göre düzenlenirler. Şairin bir vesile ile tarihini söylemek istediği bir olay, bu uygulamanın temel görünüşüdür. Doğum, ölüm, doğal afetler, imar faaliyetleri, savaş, hastalık vb. toplumsal olaylar, düzenlenen şiirin son beytinde bir tarih kaydıyla yer alır. Tarihler, tarih metnini oluşturan dizeldeki kelimelerin, noktalı-noktasız (mu’cem-mühmel) oluşuna; dizede tarih belirten ifadenin açıkça söylenmesi (lafzen tarih) veya kodlanmasına (ma’nen tarih); ibarenin tam (tam tarih) veya eksiltmeli oluşuna (tamiyeli tarih) veya bir dizede tarihin iki ibarede yer almasına (dütâ/dübâlâ) göre çeşitlendirilir ve farklı adlarla anılırlar. Tarih düşürme örnekleri, klasik edebiyat geleneğinde, şiir kitapları divanların kasidelerden sonraki bölümünü oluşturur. Bu bölüm kıta-i kebirelere ayrılmıştır. 17. Yüzyıldan sonraki divanlarda daha çok tevârîh bölüm başlığı ile toplanmışlardır. Tarih metinleri, beyit, kıta, gazel ve kaside gibi, çeşitlilik arzeden nazım şekilleriyle yazılırlar. Ancak en yaygın kullanım kıta-i kebire lehindedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Edebî Tarzlar Süruri, Nefi, Cevri, Şeref Hanım, Şeyh Galip, Enderunlu Fazıl, divanlarında tarih düşürme örnekleri veren şairlerden bazılarıdır. Dariye, pendname, sıhhatname gibi bir çok metinde de, tarih düşürme tarzına yer verilmiştir. Hicri veya kamerî yılbaşını kutlama ve yeni yılı tespit (tevarih-i sal: ebcet hesabıyla yeni yılı gösterme) amacıyla kaleme alınmış saliye/salname şiirleri, aynı zamanda tarih düşürme örneği metinlerdir. Mesela, Cevri, Sadi, Ayni, Şeref Hanım, surname türünde tarih düşürme örnekleri vermişlerdir (Aslan 1999: V-VI). Bireysel Etkinlik Tarih düşürme metinleri, toplumsal gelişmelerin edebî metinlerde takip edilmesinde önemli bir görev yüklenmişlerdir. Mesela, bir sanat yapısı olarak bir sarayın hangi tarihte yapıldığını, tarihî gelişim içerisinde saraya yapılan eklemeleri, çıkarmaları; onarımları, farklı dönemlerin şairleri tarafından aynı bina için düşürülen tarihlerden takip etmek mümkündür. •Târih-i Cülûs-ı Sultân Bâyezîd •(Sultan Bayezit’in Tahta Çıkışına Tarih Düşürme) •… •Yazdı levh üzre kalem târihini •Kayser oldu Ruma Sultân Bâyezîd (886/1481) •(Tamamı 39 beyittir) •Ahmet Paşa, Divan, Tr 2 •Kaside nazım şekliyle, tarih düşürme örneği olarak düzenlenmiş cülusiye türünde tam metin örneği için bkz. •Ali Nihat Tarlan, Ahmet Paşa Divanı, Ankara, 1992. Tasvîr Bir şeyi söz ve yazıyla anlatım tarzına tasvir denir. Söz ve yazıyla resim yapma, fotoğraf çekme işlevindedir. Tarzın malzemesi, kişi, mevsim, tabiat, mekan, varlık, olay, mekan ve nesnelerdir. Klasik Türk edebiyatında, tasvir terimi yerine, vasf, evsâf, tavsîf, ta’rîf kelimeleri de bu görevle metinlere başlık olmuştur. Mesnevi ve kaside gibi uzun soluklu anlatmalarda felekler, gün, doğa, tabiat olaylarına bakış, okuyucuyu metne hazırlayıcı veya rahatlatıcı bölümlerdir. Asıl konuya geçiş veya konuyu anlatıştaki tek düzeliği kırma; anlatıma güç Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Edebî Tarzlar kazandırmada bir süsleme öğesidir. Daha çok kasidelerin giriş bölümleri sayılan nesip de teşbip de tasvir ağırlıklıdır. Nesipler, çoğu zaman tasvir, zaman zaman da tahkiye, hasbihâl ya da fahriye tarzlarına geçmek için hazırlık mahiyetindedir. Bireysel Etkinlik Klasik Türk edebiyatında tarzın zengin örnekleri dariye, bahariye vb. tasviri anlatıma dayalı metinlerde yer almıştır. Tasvir örneklerine ilk yazılı ürünlerimizden itibaren rastlanabilmektedir. Atabetülhâkayık’ta Kün Togdı tasviri bir bahariye örneğidir. •Lamii Çelebi’nin Bursa Şehrengizi’nde, 545-571. beyitler bahar tasvirine yer verilmiştir. (Metin AKKUŞ, Türk Edebiyatında Şehrengizler ve Bursa Şehr-engizleri, AÜ, SBE, Yüksek Lisans Tezi, Erzurum 1987, 207s. (Yön.: Doç. Dr. Haluk İPEKTEN), AÜ, Edebiyat Fakültesi, Araştırma Merkezi, +549/T11; s. 134-137). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Özet Edebî Tarzlar •Klasik Türk edebiyatı çalışmalarında tür ve tarz başlıkları yeni açılmış başlıklardandır. Edebî türlere ve tarzlara ait kavramlar, temel olarak, metnin içeriği ve metnin sunuş biçimi ile birbirinden ayrılabilir. Edebî eserin neden bahsettiği, edebî tür; eserin nasıl anlatıldığı, edebî tarz kavramlarıyla adlandırılabilir. Edebî tarzlar, günlük konuşma dilinde kullandığımız bazı kavramların, edebiyatta Arapça, Farsça kavramlarla kullanılmasından ibarettir. Türkçede , övme, övünme, yerme, eleştirme, söyleşi, öğüt, sohbet vb. kavramlar edebiyatta; fahriye, medhiye, hicviye, nasihatname, hasbihâl gibi kavramlarla karşılanmıştır. Şair/yazar anlatıcı, edebî metinde bir yönüyle insanı olaylara, çevresine, doğaya; kısaca, kendine ait her şeye olumlu veya olumsuz bakışına göre bir tavır belirler. Buna göre, klasik edebiyatta anlatıcı beğenilerini, medhiye-fahriye; hoşlanmadıklarını, hicviye-tazallüm-firkatname gibi edebî kavramlarla ifade etmiştir. Nasihat-münazara-hasbihâl vb. tarzdaki pek çok metinde ise, beğenme veya beğenmeme tavırları birleştirilir. insanın yaşam içindeki temel davranışları, edebî metindeki üsluba dönüştürülür. Bu temel insani tavırların zamana, mekana, döneme ve insana göre gösterdiği değişkenlikler de, edebî metinlerde temel kavramların alt başlıklarındaki kavramlarla karşılanmışlardır. Henüz yaygın olarak bilinmeyen hasret, gurbet, ölüm, acı, ayrılık gibi, temel insani güdülerle düzenlenmiş onlarca metin de, çağdaş kuşakların keşif ve ilgilerini beklemektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Edebî Tarzlar DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Fahriye tarzının usta şairi kimdir? a) Nabi b) Ahmet Yesevi c) Yusuf Has Hacib d) Nefi e) Hiçbiri 2. Aşağıdakilerden hangisi, hasbihâl tarzıyla iç içe geçen veya birbirini takip eden metinler hâlinde işlenen edebî tarzlardan biri değildir? a) Tasvir b) Tahkiye c) Nasihatname d) Firkatname e) Muamma 3. Aşağıdaki kavramlardan hangisi, klasik Türk edebiyatında, hicivle iç içe geçmiş anlatım biçimidir? a) Mizah b) Firkatname c) Fetihname d) Kısasıenbiya e) Nevruziye Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Edebî Tarzlar 4. Edebiyatımızda yergi üslubunun en meşhur eseri, hangi seçenekte verilmiştir? a) Hüsnüaşk b) Heştbehişt c) Sihamıkaza d) Tuhfei Nailî e) Vesiletünnecat 5. Kasidede övülen kişiye ne ad verilir? a) Heccav b) Memduh c) Taşlamacı d) Madih e) Meddah 6. Türk edebiyatında, alfabetik düzende, 600’ü aşkın örnek vermiş olan muamma tarzının usta şairi kimdir? a) Fuzuli b) Sünbülzade Vehbi c) Fıtnat Hanım d) Edirneli Emri e) Nabi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Edebî Tarzlar 7. Hangisi münacat tarzıyla aynı işlevi yüklenen edebî tarz kavramlarından değildir? a) Niyazname b) Tazarru c) Şefaatname d) Mededname e) Münazara 8. Klasik Türk edebiyatında, Münâzara-i Sultân-ı Bahâr ba Şehriyâr-ı Şitâ adlı eser, aşağıdaki şairlerden hangisine aittir? a) Nabi b) Seyyid Vehbi c) Fıtnat Hanım d) Lamii Çelebi e) Fuzuli 9. Klasik Türk edebiyatında nasihatname tarzı, hangi edebî türde öncelikle tercih edilmiştir? a) Cülusiye b) Gazavatname c) Surname d) Bahariye e) Siyasetname f) Münacat Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Edebî Tarzlar 10. Hangisi, firkatname tarzının metinde bir arada kullanılabildiği edebî tarzlardan değildir? a) Şikayet b) Hasbihâl c) Tazallüm d) Hicviye e) Tasvir Cevap Anahtarı 1-d, 2-e, 3-a, 4-c, 5-b, 6-d, 7-e, 8-d, 9-d, 10-b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Edebî Tarzlar YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Aça, Mehmet vd. (2009), Başlangıçtan Günümüze Türk Edebiyatında Tür ve Şekil: İstanbul. Ahmet Talat [Onay+ (1996), Halk Şiirlerinin Şekil ve Nev‘i (Haz. Cemal Kurnaz): Ankara. Akkuş, Metin (1998), Hicvin Ankaları : Nefi ve Sihâmı Kazâ: Ankara. Akkuş, Metin (2008), Klasik Türk Şiirinin Anlam Dünyası/Edebî Türler ve Tarzlar: Erzurum. Ana Yayıncılık (1987), Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, 22 c: İstanbul. Aslan, Mehmet (1999), Türk Edebiyatında Manzûm Sûr-nâmeler: Osmanlı Saray Düğünleri ve Şenlikleri: Ankara. Batislam, H. Dilek (2005), “Tarih ve Kültür Kaynağı Olarak Hasb-i Hâller", Gazi Üniversitesi, Gazi Türkiyat Araştırmaları Merkezi I. Türkiyat Araştırmaları Sempozyumu (11-13 Mayıs): Ankara. Bilgin, Azmi (1998). Terceme-i Pendnâme-i Attar: İstanbul. Bilkan, Ali Fuat (2000), Türk Edebiyatında Muamma: Ankara. Canım, Rıdvan (2010), Divan Edebiyatında Türler: Ankara. Değirmençay, Veyis (2006), “Kıratoğlu Emin ve Firakiyyesinden Birkaç Şiir”, Klasik Türk Edebiyatı Sempozyumu, Prof. Dr. Abdulkadir Karahan’a Armağan, s. 72-83: Şanlıurfa. Dilçin, Cem (1983). Örneklerle Türk Şiir Bilgisi: Ankara Doğan, Muhammed Nur (2000), Fuzûlî, Leylâ vü Mecnûn: İstanbul. Ece, Selami (2006), Muyî, Nâlân u Handân (Hasbıhâl): Erzurum. Ersoylu, İ. Halil (1989), Cem Sultân’ın Türkçe Divanı: Ankara. Gökalp, Haluk (2006); “Divan Şiirinde Sıhhat-nâmeler”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, 14, 101-130 : İstanbul. Gökalp, Haluk (2009) Eski Türk Edebiyatında Manzum Sergüzeşt-nâmeler: İstanbul. Gökalp, Haluk (2009); Divan Şiirinde Hasb-i Hâller ve Mûyî’nin Nâlan u Handân’ı : Adana. Gökalp, Haluk, (2009) Mevlâna Methiyeleri: İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Edebî Tarzlar Güzel, Abdurrahman (2006), Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı: Ankara. Hengirmen, Mehmet (1983), Güvahî, Pendname (Öğütler ve Atasözleri): Ankara. İsen, Mustafa (1993). Acıyı Bal Eylemek: Ankara. İsen, Mustafa vd. (2003), “Türler”, Eski Türk Edebiyatı El kitabı, s. 245-265: Ankara. İsmail Habib *Sevük+ (1942), “Divan Edebiyatında Neviler”; “Nesirde Edebî Neviler”, Edebiyat Bilgileri, 147-172; 281-342: İstanbul. Levend, Âgâh Sırrı (1984). Türk Edebiyatı Tarihi: Ankara. Mengi, Mine (2000), “Kaside Nesiplerinde Hasbihâller Üzerine”, Divan Şiiri Yazıları, 122-138: Ankara. Mermer, Ahmet vd. (2006), Üniversiteler İçin Eski Türk Edebiyatına Giriş: Ankara. Mermer, Ahmet ve Neslihan Koç Keskin (2005), Eski Türk Edebiyatı Terimleri Sözlüğü: Ankara. Nazımdan Nesire Edebî Türler-Bildiriler (2009), (Haz. Hatice Aynur vd.), Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları 4, (25 Nisan 2008) Okuyucu, Cihan (2009), Klâsik Dönem Osmanlı Nesri: İstanbul. Pakalın, M. Zeki (1993). Osmanlı Tarih Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü: Ankara Pala, İskender (1995). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü: Ankara Saffet Sıtkı *Bilmen+ (1943), Nef’î ve Sihâmı Kazâsı: İstanbul. Tahirü’l-Mevlevî (1994). Edebiyat Lûgati: İstanbul. Tavukçu, O. Kemal (1993), Halîlî, Firkat-nâme (inceleme-metin), AÜ, SBE, YLT: Erzurum. Tavukçu, O. Kemal (2004), “Türk Edebiyatında Firâk-nâme Adlı Eserler”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi / The Journal of Turkish Cultural Studies, 10, 89-122. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA HEDEFLER İÇİNDEKİLER TÜRLER • • • • • • • • • • • • DİNÎ TÜRLER Tevhit Esma-i Hüsna Naat Mevlit Miraciye Kırk Hadis Hilye-i Şerif Esmi-ı Nebi Siyer-i Nebi Hicretname Ramazaniye TÜRK İSLAM EDEBİYATI Doç. Dr. Ömer ÖZKAN • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Türk İslam edebiyatında tür kavramını tanıyacak ve kavrayacak, • Dinî türleri diğer edebî türlerden ayıran temel özellikleri öğrenerek bunlar arasındaki benzer ve farklı yönleri ayırt edebilecek, • Dinî türlerin genel özelliklerini değerlendirebileceksiniz. ÜNİTE 5 Türk İslam Edebiyatında Türler TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA TÜRLER Türk İslam edebiyatı, Türklerin İslamlaşması sonrasında ortaya çıkan bir edebiyattır. İlk eserler dikkate alınırsa, bu edebiyat, 12. Yüzyıl sonları ile 20. Yüzyıl başlarını kapsayan geniş bir yelpazeyi içine alır. Bu edebî saha, özellikle Osmanlı döneminde klasikleşmiştir. Aynı zamanda bir imparatorluk geleneği niteliğindeki bu uzun soluklu edebî dönem içerisinde, şuara tezkirelerinde yer almayanlar da dahil, divanı elimizde olsun olmasın, bütün şairler dikkate alındığında yaklaşık 5000 civarında şairle karşılaşırız. Bu şairler topluluğundan miras olarak bugün elimizde binlerce divan ve farklı konularda kaleme alınmış binlerce eser vardır. Bu eserlerin tasnifi ve tedkiki konusunda ise son bir asırdır önemli aşamalar kat edilmiş; yüzlerce eser günümüz Türkçesine aktarılmış ve bu edebî geleneğin sanat anlayışını ve değişik konularını irdeleyen sayısız çalışmaya imza atılmıştır. Divanlar konusundaki incelemeleri saymazsak, bu çalışma ve araştırmaların önemli kısmını “türler” bahsi teşkil eder. Türk İslam edebiyatında türler denildiğinde daima, manzum veya mensur olmasına bakılmaksızın ortaya konulan eserlerin konularına göre adlandırılması hususu anlaşılmıştır. Osmanlı klasik edebiyatı geleneği üzerindeki yorum ve değerlendirmelerin neredeyse tamamı nazım üzerinden yürütüldüğünden, türler konusu da kaynak kitaplarda çoğunlukla “nazım türleri” başlığı altında ele alınmıştır. Oysa seyahatname, tezkire ve münşeat örneklerinde olduğu gibi, kimi türlerin ağırlıklı olarak mensur örnekleriyle karşılaşırız. Yine, Yazıcıoğlu Mehmed’in Muhammediyye’si, Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-necât’ı gibi, kimi türler müstakil kitaplar olarak, kimi türler ise, Fuzuli’nin Su Kasidesi, Şeyh Galip’in Naat’ı gibi divanlarda yer alan şiirlerin ana konusu olarak veya Baki’nin Bahariyye’si gibi, şiirlerin bir parçası olarak karşımıza çıkarlar. Dolayısıyla, esasında türlerin tasnifi ve adlandırması konusunda henüz, efradını cami ağyarını mani (eksiksiz ve fazlası) bir çerçeveden söz etmek güçtür. Bu hususta araştırmacılar arasında değişik görüş ve tartışmaların hâlen devam ettiğini burada belirtmek gerekir. Biz tüm bu tartışmaların dışına çıkarak, Türk İslam Edebiyatında türler bahsini, manzum ya da mensur olmasına bakmaksızın, içeriğini esas alarak; Dinî Türler ve Muhtelif Konularda Yazılmış Diğer Türler olmak üzere iki ana bölümde inceliyoruz. Bilindiği gibi, klasik edebiyat ağırlıklı olarak İslam kültürünün hinterlandı içindedir. İslam dininin temel kitabı olan Kuran başta olmak üzere peygamberler tarihi, mucizeler, hadis, fıkıh, kıssalar ve diğer dinî ilimlerin yoğun tesiri altındadır. Bu yüzden tevhid, Esma-i hüsna, hilye-i şerif, kısas-ı enbiya, naat gibi önemli miktar ve çeşitlilikte dinî içerikli türün yazıldığını görürüz. Diğer türler ise kıyafetname, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Türk İslam Edebiyatında Türler gazavatname, surname gibi türlerde sosyal hayat; bahariye, hazaniye gibi türlerde ise, tabiat, çok farklı yönleriyle ele alınarak yazılmışlardır. DİNÎ TÜRLER Türk İslam edebiyatındaki türlerin büyük çoğunluğunu dinî türler oluşturur. Bunları da Allah ile ilgili olanlar, Hz. Peygamber etrafında geliştirilenler ve diğer dinî konulardan müteşekkil türler olmak üzere üç temel gruba ayırabiliriz. Allah ile ilgili türleri; tevhid, esma-i hüsna, kırk ayet tercümeleri; Hz. Peygamber etrafında geliştirilen türleri; naat, mevlid, miraciye, kırk hadis, hilye, siyer-i nebi, hicretname, şefaatname; diğer dinî konulardan oluşan türleri ise; ramazaniye, kısas-ı enbiya olarak sıralayabiliriz. Şimdi bu türleri genel olarak tanıyalım. Tevhîd Sözlüklerde “bir etme, birleme” anlamlarına gelen tevhidi dinî türlerin en başında zikretmek gerekir. Çünkü İslam dininde her şey tevhid yani Allah’ın bir ve tek olduğunu kabul ile başlar. Dolayısıyla, kelime-i tevhidi, lâ ilâhe illallâh, dil ile söyleyip kalp ile tasdik eden Müslümanlar, Allah’ın bütün sıfat ve fiilleriyle tek ve benzersiz olduğuna iman etmiş olurlar. Bir edebiyat terimi olarak tevhid ise, Allah’ın varlığına, birliğine, bütün sıfat ve fiilleriyle kudretine, azametine dair, övgü mahiyetinde kaleme alınmış manzum ya da mensur eserlere denilir. Edebiyatımızdaki tevhid örnekleri, müstakil kitaplar olmaktan ziyade, daha çok kaside, gazel, kıta şeklindeki şiirler olarak veya Leylâ ve Mecnûn, Hüsn ü Aşk gibi müstakil kitaplar şeklindeki uzun mesnevilerin ve muhtelif konulu mensur eserlerin baş kısmında kısa bölümler olarak karşımıza çıkarlar. Nasıl ki Müslüman toplumlarda tevhid inanışı zihniyet dünyasının en tepesinde yer alıp şehir düzeni, mimari vs. sosyal yaşamı şekillendirmişse; sanat faaliyetlerinde de hiyerarşik yapının başında yer almayı sürdürmüştür. Şöyle ki, her şeyden evvel, divan edebiyatı geleneği içerisinde tevhid türüne yer vermeyen şair yok gibidir. Hangi divanı açsanız, divanın en başında mutlaka tevhid şiirlerini görürsünüz. Divanlar dışındaki hangi esere baksanız, mutlaka ya besmeleyle başlar veya Allah’ın yüceliğine ve kudretine atfedilmiş bir bölüme girişte yer verir. Mensur eserlerin giriş kısmındaki, tevhidi de içeren bölüme hamdele de denmiştir. Bir tevhid şiirinde genellikle Allah’ın zati ve sübuti sıfatlarının övgüsü, bunlara dair yorumlar ve münâcât ifadeleri yer alır. Bazı tevhidlerde ise, kelime-i tevhid lafzına yer verildiğini görürüz ki, bunların en meşhuru 15. Yüzyıl şairlerinden Şeyhi’nin meşhur lâ ilâhe illallâh redifli tevhid kasidesidir. Tasavvufi yönü ağır Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Türk İslam Edebiyatında Türler basan kimi tevhidlerde de şairlerin zaman zaman kâinatın başlangıcı, yaratılış ve varlığın birliği (vahdet-i vücut) gibi teolojik konulara girdikleri görülür. İslami dönemin ilk eseri kabul edilen Yusuf Has Hacip’e ait Kutadgu Bilig’deki tevhid bölümünden başlayarak günümüze kadar sayısız tevhid örnekleriyle karşılaşırız. Cem Sultan (15. Yy.), Fuzuli (16. Yy.), Ruhi (16. Yy.), Niyazi-i Mısri (17. Yy.), Nabi (17. Yy.) gibi çok sayıda isim tevhid türüne şiirlerinde yer vermişlerdir. Cem Sultan’a ait kaside şeklinde kaleme alınmış şu tevhid bunların bir nümunesi kabul edilebilir. Tevhid Kasidesi Ey emîr-i bî-vezîr ü ey alîm-i bî-misâl Örnek V’ey habîr-i bî-nazîr ü ey rahîm-i Zü’l-celâl Senden umar iki âlem halkı rahmet ey rahîm Kim kadîm-i lem-yezelsin hem hakîm-i lâ-yezâl Cümle mahlûk-ı zemâne zikrini tesbîh eder Cümle âlem halkı eyler emrin üzre imtisâl Kuru ney içini kıldı kudretin tolu şeker Seng-i hârâdan akıtdı hikmetin âb-ı zülâl Hükmün ile mihri eylersin felekde bî-karâr Emrin ile mâh’edersin gâh bedr ü geh hilâl İbtidâna yok nihâyet intihâna hem-çünân Müddeti yokdur bekânın ey kerîm-i bî-misâl Hükmün ile oldı gül gülzârda şâh-ı çemen Kudretinle buldı bülbül bâgda nutk u makâl Cümle mahlûkun görürsün dâ’imâ ahvâlini On sekiz bin âlemin rızkın verirsin bî-su’âl Cümle eşyâ birligine şâhid olupdur senin Cümle varlık varlıgına âlem içre oldı dâll Akl-ı küll cehd eyleyip mâhiyyetini bilemez Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Türk İslam Edebiyatında Türler Kimsene eyleyemez keyfiyyetinde kîl ü kâl İbtidâsı yok bekânın ey hudâvend-i kadîm Ger devr eyler felekler gerdiş eyler mâh u sâl Kudretinden oldı keyvân çarh üzre pâs-bân Hikmetinden oldı mirrîh âsmânda kût-vâl Mihri lûtfunla felekde şâh-ı encüm eyledin Hikmetini gösterip bagışladın ana kemâl Zâtının mâhiyyetine eremez fehm ü ukûl Hikmetinin kudretine eremez vehm ü hayâl Çün günehkâr oldı Cem olgıl Hudâya dest-gîr Kıl inâyet olmasın mahşer gününde pây-mâl Cem Sultan Esmâ’-i Hüsnâ Allah’ın “en güzel isimler”i anlamına gelen esma-i hüsna terkibi, Allah’ın, Kuran ve hadis kitaplarında geçen 99 güzel ismine delâlet eder. Mutasavvıflar, kâinattaki her şeyin Allah’ın, celal ve cemal sıfatları şeklinde iki gruba ayrılan bu isimlerinin tecellisinden ibaret olduğunu söylerler. Bu güzel isimler şunlardır: Allâh, Er-Rahmân, Er-Rahîm, El-Melik, El-Kuddûs, Es-Selâm, El-Mü’min, El-Müheymin, ElAzîz, El-Cebbâr, El-Mütekebbir, El-Hâlik, El-Bârî, El-Musavvir, El-Gaffâr, El-Kahhâr, El-Vehhâb, Er-Rezzâk, El-Fettâh, El-Alîm, El-Kâbız, El-Bâsıt, El-Hâfız, Er-Râfi’, ElMu’izz, El-Müzill, Es-Semî’, El-Basîr, El-Hakem, El-Adl, El-Latîf, El-Habîr, El-Halîm, ElAzîm, El-Gafûr, Eş-Şekûr, El-Aliyy, El-Kebîr, El-Hâfız, El-Mukît, El-Hasîb, El-Celîl, ElKerîm, Er-Rakîb, El-Mucîb, El-Vâsi’, El-Hakîm, El-Vedûd, El-Mecîd, El-Bâ’is, Eş-Şehîd, El-Hakk, El-Vekîl, El-Kaviyy, El-Metîn, El-Veliyy, El-Hamîd, El-Muhsî, El-Mübdî, ElMu’îd, El-Muhyî, El-Mumît, El-Hayy, El-Kayyûm, El-Vâcid, El-Mâcid, El-Vâhid, EsSamed, El-Kâdir, El-Muktedir, El-Mukaddim, El-Mu’ahhir, El-Evvel, El-Âhir, Ez-Zâhir, El-Bâtın, El-Vâlî, El-Müte’âlî, El-Berr, Et-Tevvâb, El-Müntekim, El-Afüvv, Er-Ra’ûf, ElMâlik’ül-Mülk, Zü’l-Celâli Ve’l-İkrâm, El-Muksıt, El-Câmi’, El-Ganiyy, El-Mugnî, ElMâni’, Ed-Dâr, En-Nâfi’, En-Nûr, El-Hâdî, El-Bedî, El-Bâkî, El-Vâris, Er-Reşîd, EsSabûr. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Türk İslam Edebiyatında Türler Kültürümüzde bu kutsal isimlere müstesna bir yer verilmiş, hattatların kaleme aldığı esma-i hüsna levhaları evleri ve camileri süslemiş ve asırlardır, bu isimleri anlamlarını bilerek ezberleyip dua şeklinde okumak sevap; hatta kimi dertler için de deva kabul edilmiştir. Esma-i hüsna, bir edebî tür olarak da kültürümüzde önemli yer etmiş; manzum ve mensur olmak üzere Allah’ın güzel isimlerini konu edinen değerli eserler kaleme alınmıştır. Esma-i hüsnanın açıklama ve şerhini esas alan bu eserlerde Allah’ın güzel isimleri, “Der-İsm-i Hallâk”, “Der-İsm-i Sübhân”, “Der-İsm-i Feyyâz” gibi başlıklar altında, kendine mahsus hikmet ve yönleriyle tasvir edilir. İlyas bin Saruhani’nin (16. Yy.) Beyân-ı Şerâit-i Esmâ adlı eseri türün en meşhur örneğidir. Yine Lamii Çelebi’nin (16. Yy.) Şerh-i Mu’ammeyât Alâ Esmâ’ilHüsnâ’sı ve Bursalı Subhî Mehmed Ali Çelebi’nin manzum Esmâ-i Hüsnâ Şerhi de türün dikkat çeken örneklerindendir. Na’t Bir şeyi medhederek anlatma, vasıflandırma anlamlarına gelen naat; Hz. Peygamber’i konu alan en meşhur türlerdendir. Bilindiği gibi peygamber sevgisi kültürümüzün en belirgin vasıflarındandır. Nitekim edebiyatımızda en çok tür Hz. Peygamber etrafında oluşturulmuştur. Ka’b Bin Zübeyr’in Kasîde-i Bürde diye bildiğimiz eseri, içerisinde Hz. Peygambere övgülerin de yer alması nedeniyle, naat türünün Arap edebiyatındaki en tanınmış örneği kabul edilir. Naatler Hz. Peygamber övgüsünü konu edinen şiirlerdir. Fakat şairlerin zaman zaman, dört halife için yazdıkları medhiyelere “Na’t-i Çâr-yâr”, “Na’t-i Hulefâ-yı Râşidîn”, “Na’t-i Ali” gibi başlıklar koymaları, “naat” teriminin dört halife medhiyeleri için de kullanıldığını gösterir. Arap edebiyatından Fars edebiyatına ve daha sonra da Türk edebiyatına geçmiş olan naatin Türk edebiyatındaki ilk örneği Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig’inde yer alır. Bu eserden günümüze gelinceye kadar sayısız naat örneği kaleme alınmıştır. Divan edebiyatı geleneğinde naatlerin hemen hemen tamamı manzum olarak ve kaside nazım şekliyle dile getirilmiştir. Genellikle divanlarda tevhid şiirlerinden sonra gelseler de Nefi (17. Yy..), Nedim (18. Yy.) ve Şeyh Galip (18. Yy.) gibi kimi şairler divanlarına doğrudan naat şiirleriyle başlamışlardır. Ayrıca, müstakil kitaplar olarak yazılan; Garibname, Leyla ve Mecnun, Yusuf u Züleyha, Can u Canan gibi hemen hemen bütün mesnevilerin giriş kısmında da mutlaka naat örnekleri bulunur. Ancak, Yazıcıoğlu Mehmed’in (15. Yy.) Megâribü’z-Zamân adlı Arapça mensur eserinden yine kendisinin nazmen tercüme ettiği 9008 beyitlik Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Türk İslam Edebiyatında Türler Muhammediye, Hz. Peygamber’in hayatını anlatan bir siret olmasına rağmen; eserin adından ve “Kitâb-ı Muhammediye Fî-Na’t-i Seyyidi’l-Âlemîn Habîbullâhi’lAzîm” başlığından anlaşıldığı gibi bütün tahkiyeli yönleri yanında baştan sona müstakil bir naat görünümündedir. Neticede, Yazıcıoğlu’nun Muhammediye’si müstakil hacimli bir siret şeklinde yazılan naat türünün yegâne örneğidir (Yeniterzi, 1993:46). Fuzuli’nin (16. Yy.) Su Kasidesi ve Şeyh Galip’in “efendim” redifli müseddesi edebiyatımızdaki en tanınmış naatlerdir. Yakın dönem şairlerimizden Arif Nihat Asya’nın Naat’i ise, türün, son dönemde kaleme alınmış en etkili ve güzel örneği kabul edilebilir. Hz. Peygambere duyulan muhabbet, sadece manzum veya mensur naatler kaleme almakla kalmamış, aynı zamanda hattatlar tarafından naat levhaları yazılması; musiki erbabınca naatlar söylenip bestelenmesi ve camilerde, dinî merasimlerde terennüm edilmesi şeklinde bir gelenek de meydana getirmiştir. Itri’nin rast makamındaki, “Yâ hazreti Mevlânâ Hak dost” diye başlayan meşhur bestesi, yıllarca okunup dinlenmiştir. Yine, Dede Efendi ve Hafız Post gibi nice musiki ustası nadide besteler yapmışlardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Türk İslam Edebiyatında Türler Müseddes-i Na’t-ı Şerîf-i Nebevî Örnek Sultân-ı rusül şâh-ı mümeccedsin efendim Bî-çârelere devlet-i sermedsin efendim Dîvân-ı ilâhîde ser-âmedsin efendim Menşûr-ı le'amrükle mü'eyyedsin efendim Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim Hakdan bize sultân-ı mü'eyyedsin efendim Tâbiş-dih-i ervâh-ı mücerred güherindir Mâlişgeh-i ruhsâr-ı melik hâk-i derindir Ayîne-i dîdâr-ı tecellî nazarındır Bû Bekr Ömer Osmân ü Alî yârlarındır Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim Hakdan bize sultân-ı mü'eyyedsin efendim Hutben okunur minber-i iklîm-i bekâda Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-ı cezâda Gül-bâng-ı kudûmün çekilir Arş-ı Hudâda Esmâ-i Şerîfin anılır arz u semâda Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim Hakdan bize sultân-ı mü'eyyedsin efendim Ol dem ki velîlerle nebîler kala hayrân Nefsî deyü dehşetle kopa cümleden efgân Ye's ile usâtın ola ahvâli perîşân Destûr-ı şefâ'atla senindir yine meydân Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim Hakdan bize sultân-ı mü'eyyedsin efendim Bir gün ki dalıp bahr-ı gama fikrete gitdim İlden getirip kendimi bî-hodluğa yitdim Atatürk İsyânım Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi anıp âkıbetimden hazer itdim Bu matla'ı yâd eyledi bir seyyid işitdim Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim 8 Türk İslam Edebiyatında Türler Mevlid Doğum, doğum yeri ve doğum zamanı gibi anlamlara gelen mevlid; Hz. Peygamber’i konu alan, naatten sonraki en yaygın türdür. Çoğunlukla manzum ve mesnevi nazım şekliyle yazılmış örneklerine rastlanır. Mevlid, Arap edebiyatından aldığımız bir türdür, ancak İslami edebiyatlar içerisinde en fazla gelişmeyi ve rağbeti Türk kültür ve edebiyatında bulmuştur. Zira kültür tarihimize baktığımızda mevlid metinlerinin ve törenlerinin asırlardır ibadet vecdiyle kabul gördüğüne şahit oluruz. Hz. Peygamber’i konu alan naat, hilye, miraciyye ve esma-ı nebi gibi türler mevlid türü ile daima ilgi hâlindedir. Çünkü mevlid metinlerinin içerisinde mutlaka bu türleri de kapsayan bölümler, parçalar yer alır. Ancak bir mevlid metni genellikle, Hz. Peygamber’in doğumu (viladet), peygamberliği (risalet), göğe yükselişi (miraç) ve vefatı (rıhlet) temel bölümlerinden oluşur. Edebiyatımızdaki ilk ve en mükemmel mevlid, Vesîletü’n-Necât adıyla Süleyman Çelebi (15. Yy.) tarafından kaleme alınmıştır. 730 beyitlik bu eser o kadar benimsenip sevilmiştir ki, edebiyatımızda onlarca mevlid metni kaleme alınmış olmasına rağmen, mevlid denildiğinde hemen daima Süleyman Çelebi’nin eseri anlaşılmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Türk İslam Edebiyatında Türler Rivayete göre, bir vâiz Bakara suresinde geçen bir ayete dayanarak Hz. Peygamber’in diğer peygamberlerden bir farkı ve üstünlüğü olmadığını uzun uzun anlatıp yorumlamış. Vaazı dinleyenlerden birisi buna karşı çıkmış ve vâiz hakkında fetvalar almışsa da halkı vâzin haksızlığına dair ikna edememiş. İşte bu olayı duyan Süleyman Çelebi çok üzülmüş ve Vesîletü’n-Necât’ı yazmaya başlamış. Bu eserin Anadolu’da bir “mevlid çığırı” açtığı ve kendisinden sonraki eserleri etkilediği açıktır. Sinanoğlu (15. Yy.), Ebul-Hayr (15. Yy.), Halil (15. Yy.), Hamdi (15. Yy.), Şemseddin Sivasi (16. Yy.) ve Şahidi (16. Yy.) gibi, nice şair mevlidler yazmışlardır. Bunlardan Hamdullah Hamdi’nin Ahmediyye adlı mevlidi de Süleyman Çelebi’nin eserine yakın bir ilgiyle rağbet görüp model alınmıştır. Yine meşhur “Merhabâ ey …” faslını yazdığı öne sürülen, Süleyman Çelebi ile çağdaş Ahmed isimli şairi de burada anmak gerekir. Mevlidhanlar tarafından, devam eden asırlarda tüm mevlidlerden seçmeler yapılarak mevlid, bir anlamda anonimleştirilmiş; mevlid kandillerinde camilerde yapılan merasimlerden, doğum, ölüm, düğün, bayram ve askere uğurlama âdetlerine varıncaya kadar pek çok yerde okunmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Türk İslam Edebiyatında Türler Mevlid’den Allâh adın zikr idelüm evvelâ Örnek Vâcib oldur cümle işde her kula Allâh adın her kim ol evvel ana Her işi âsân ide Allâh ana Allâh adı olsa her işin öni Hergiz ebter olmaya anun sonı Her nefesde Allâh adın di müdâm Allâh adıyla olur her iş temâm Bir kez Allâh dise aşk ile lisân Dökülür cümle günah misl-i hazân İsm-i pâkin pâk olur zikr eyleyen Her murâda irişür Allâh diyen Aşk ile gel imdi Allâh diyelüm Derd ile göz yaşile âh idelüm Ola kim rahmet kıla ol pâdişâh Ol Kerîm ü ol Rahîm ü ol ilâh Birdür ol birligine şek yok durur Gerçi yanlış söyleyenler çok durur Cümle âlem yog iken ol var idi Yaradılmışdan Ganî Cebbâr idi Var iken ol yog idi ins ü melek Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Türk İslam Edebiyatında Türler Arş u ferş ü ay u gün hem nüh felek Sun’ ile bunları ol var eyledi Birligine cümle ikrâr eyledi Ol didi bir kerre var oldı cihân Olma dirse mahv olur ol dem hemân Varı yok yogı var iden ol durur Dünyede her olanı ol oldurur Bârî ne hâcet kılavuz sözi çok Birdür Allâh andan artuk Tanrı yok Haşre dek ger dinilürse bu kelâm Niçe haşr ola bu olmaya temâm Pes Muhammed’dür bu varlıga sebeb Sıdk ile anun rızâsın kıl taleb Ger dilersiz bulasız oddan necât Aşk ile derd ile eydün es-salât İy azîzler uşda başlaruz söze Bir vasiyyet kıluruz illâ size Ol vasiyyet kim direm her kim tuta Misk gibi kokusı cânlarda tüte Hak Teâlâ rahmet eyleye ana Kim beni ol bir duâ ile ana Her ki diler bu duâda bulına Fâtiha ihsân ide ben kulına Süleyman Çelebi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Türk İslam Edebiyatında Türler Mi’râciyye Hz. Peygamber’in Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya gelişine İsra; Mescid-i Aksa’dan Sidre-i Münteha’ya kadar devam eden manevi yolculuğuna da miraç denmiştir. Kuran’da İsra Suresinde “Bir gece kendisine bazı delillerimizi gösterelim diye kulu Muhammed’i, Mescid-i Aksa’ya götüren o zatın şanı yücedir, bütün eksikliklerden uzaktır. Gerçekten her şeyi gören odur.” ifadeleriyle geçen miraç olayının gerçek anlam ve mahiyeti tam olarak bilinemese de etrafında pek çok rivayet ve hikaye oluşmuştur. Miraç hadisesinin gerçekleştiği Recep ayının 27. gecesi kutsal ve ulvi bir vakit olarak kabul edilmiş ve Miraç Kandili olarak halk tarafından asırlardır kutlanmıştır. İnanışa göre, namaz vakitlerinin belirli olarak farz oluşu, Bakara suresinin son iki ayetinin nazil oluşu ve tahiyyat duasının müminlere hediye edilişi bu gece vesilesiyle olmuştur. İşte, İslami edebiyatlarda miraciye olarak adlandırılan tür de Hz. Peygamber’in bu büyük mucizesini anlatan eserlere denir. Edebiyatımızda çoğunlukla manzum ve kaside nazım şekliyle kaleme alınan bu türün, az da olsa müstakil kitaplar şeklindeki örneklerine rastlanır. Lamii Çelebi (16. Yy.), Ganizade Nadiri (17. Yy.), Neşati (17. Yy.), Nahifi (18. Yy.), Sabit (18. Yy.), İzzet Molla (19. Yy.) ve daha birçok şairin divanında güzel miraciye örnekleri bulmak mümkündür. En meşhur miraciyenin Ganizade Nadiri’ye ait olduğu ve bu eserin birçok şairi etkilediği kabul edilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Türk İslam Edebiyatında Türler Mi‘râc-nâme-i İbrahim Beg’den … Müşerref kıldı cümle hâs u ‘âmı Örnek Ki böldi kısmını Rûmî vü Şâmî … Hakîkat zâhir oldı hem şerî‘at Şerî‘at neyise oldur hakîkat Hakîkat hâli oldı şer‘ kâli Birikdi vahdet ile kâl ü hâli İbâret kâbe kavseyn andan oldı İkiden geçdi ev ednâyı buldı İki bahr arasında berzah oldur Agac u yaprag arasında güldür … Teniyle ol sebebden kıldı mi‘râc Delîle olmayavuz dahı muhtâc İrişdi bir gice Cibrîl-i derrâk Burâk-ı berk elinde cüst ü çâlâk Didi iy şâh selâm itti ilâhun Sa‘âdet matla‘ında togdı mâhun Okur ummâna sen dürr-i yetîmi Gidergil tizcek üstünden kilîmi Bu âyet vaktidür ola münebbih Ki sübhânellezî esrâ bi-‘abdih Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Türk İslam Edebiyatında Türler İrişdi vahy-i ikra' b'ismi rabbik Hilâfet sancagın ‘arş üstine dik … Nebîler cânı sana muntazırdur Visâlün bahşişine müftekırdur Müdebbirler cemâlün görmek ister Ayagun yüzlerine sürmek ister Göz açup gözedürler cümle yılduz Ki kankı yoldan ire şâh-ı pervîz Var altunlarını saçu saçalar İlerü yüriyib kapu açalar Elüne dizginin algıl Burakun Bilürem hadden aşdı iştiyâkun Pes imdi vaktidür kılgıl azîmet Visâle degşürülsün cümle fürkat Egerçi olmadum ben senden ayru Kaçan sen dahı olduñ benden ayru Göñülden her nefes mi‘râc idersin Bu zâhir sûreti koyup gidersin İrer bî-vâsıta saña kelâmum Kelâmıla tahıyyât u selâmum Velî na‘lînüñe müştak durur ‘arş Ayagun altına olmak diler ferş Bu kudsî ‘âleme irsün şerefler Bu bahr içinde dürr bulsun sadefler Makâmı her resûlüñ bir felekde Kalıpdur her birisi bir dilekde … (Duman 1997) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Türk İslam Edebiyatında Türler Kırk Hadis Arapçada hadis-i erbain, Farsçada, çihil hadis olarak adlandırılan kırk hadis, Hz. Peygamber’in hadislerinden 40 tanesini seçip manzum ya da mensur olarak bir araya getirmektir. Bu tür eserlerin kaynağı, Hz. Peygamber’in “Her kim benim hadislerimden kırk tanesini belleyip başkalarına da öğretirse, kıyamet gününde Allah onu bilginler ve fakihler arasında diriltsin.” mealindeki hadisidir. Bu hadis gereği, Hz. Peygamber’in bu müjdesine nail olmak için sayısız sanatkâr, onun sözlerinden seçmeler yaparak kırk hadis türünden eserler meydana getirmiştir. Kırk hadislerde İslamın şartlarına dair, Kuran’ın faziletiyle ve diğer akaid konularıyla ilgili vs. yaklaşık her farklı konudaki hadisler derlenmiş ve çoğu zaman ise bu hadis metinleri birebir tercüme edilmeyip izahlara da yer verilmiştir. İslam edebiyatlarında ilk kırk hadisin Abdullah Mervezi (8. Yy.) tarafından tertip edildiği, fakat bu eserin sonradan kaybolduğu söylenir. Ebu İsa Muhammed Tirmızi (9. Yy.), İbn Veda (11. Yy.) ve Ebu Tahirüs-Selefi (12. Yy.) de kırk hadis yazmışlardır. Türün en muhteşem örneği ise, Muhyiddin Nevevi (13. Yy.) tarafından kaleme alınmıştır. Bu eserin pek çok kez çevirisi ve şerhi yapılmıştır. İran edebiyatında ise, en meşhur ve etkili kırk hadis Molla Cami (15. Yy.) tarafından yazılmıştır. Edebiyatımızda kırk hadis geleneği naat ve mevlid türleri gibi ilgi görmüş ve pek çok şair Arapça ve Farsçadan kırk hadis tercüme etmiş veya derleme eserler meydana getirmiştir. Mahmud bin Ali (14. Yy.), Kemal Ümmi (15. Yy.), Usuli (16. Yy.), Fuzuli (16. Yy., Mecdi (16. Yy.), Ali (16. Yy.), Feyzi (17. Yy.), Hakani (17. Yy.), Nabi (17. Yy.), Osmanzade Taib (18. Yy.) ve Müstakimzade S. Sadettin (18. Yy.) gibi şairler bu türün güzel örneklerini vermişlerdir. Hilye-i Şerîf Sözlüklerde “zinet-i çehre”, “suret” ve “heyet” gibi anlamlar verilen hilye kelimesi, bir edebiyat terimi olarak Hz. Peygamber’in ve dört büyük halifenin iç ve dış güzelliklerini, örnek davranış biçimlerini tasvir eden eserlere verilen addır. Kaynaklarda bu tür için zaman zaman, şemail-i şerif, şemail-i nebi veya şemailname gibi ifadeler kullanılsa da kast edilen aynı türdür. Ancak bu eserlere karşılık olarak daha çok hilye-i saadet veya hilye-i şerif terkibi tercih edilmiştir. Söz konusu olan Hz. Peygamber ve dört halife olduğundan, bu tür eserlerin ana kaynağı hadisler olmuştur. Zaman içerisinde, Hz. Peygambere dair hilye niteliğindeki tüm hadis ve rivayetleri toplamak ve ezberlemek, duvara vs. asmak kutsal kabul edilmiştir. Hatta etrafında, kimi âfetlere iyi geleceğine dair inançlar oluşmuştur. Aynı inanç ve geleneğin günümüzde devam ettiği görülmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Türk İslam Edebiyatında Türler İslami edebiyatlar içerisinde ilk hilye eş-Şemâ’ilü’n-Nebeviyye ve’l-Hasâ’isü’lMustafaviyye adıyla ve Arapça olarak İmam Tırmizi (9. Yy.) tarafından yazılmıştır. Yıllar içerisinde bu esere çok sayıda şerh ve hâşiye yapılmıştır. Edebiyatımızda manzum ve mensur örneklerine rastlayabileceğimiz çok sayıda hilye kaleme alınmıştır. Hakanî Mehmed Bey’in (16. Yy.) Hilye-i Hâkânî isimli hilyesi bunların ilki ve en meşhurudur. İnsanlar tarafından yıllarca hürmetle kabul edilip ezberlenen bu eser, pek çok şairi de etkilemiştir. Süleyman Nahifi (18. Yy.)’nin Hilyetü’l-Envâr’ı ve Nesimi Mehmed’in Gülistân-ı Şemâil’i de yine edebiyatımızda çok beğenilmiş hilyeler arasındadır. Başlangıçta sadece Hz. Peygamber’i konu edinen hilye türünün zaman içerisinde kapsamını genişleterek diğer peygamberleri ve dört halifeyi de içerdiği görülür. Cevrî İbrahim Çelebi’nin (17. Yy.) Hilye-i Çehâr-yâr-ı Güzîn’i ve Neşati Dede’nin (18. Yy.) Hilye-i Enbiyâ’sı bu durumun güzel örnekleridir. Hilye-i Hâkânî’den Örnek Ol görür gözleri masnû’âtun Muktezâsıyıdı tecelliyâtın Anı göz nûrı gibi seyr-i cemâl Bî-misâl etmiş idi bi’l-icmâl Çeşm-i hâk-bîni inen ahsen idi İki şehbâz-ı şikâr-efgen idi Görinürdi gözi dâim mekhûl Hadd-i zâtında siyeh-çeşm idi ol Şîve-i gamze-i lâzım nâzı Âlemün olmış idi mümtâzı Gûşe-i çeşm ile etdükce nigâh Gaşy olurlardı sürûş-ı dergâh Hîn-i ru’yetde açardı nazarı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Türk İslam Edebiyatında Türler Nükte-i sırr-ı ke-lemhi’l-basarı Gark-ı hûn etmiş idi nâfe-misâl Hoten âhûların ol çeşm-i gazâl Örnek Gözinün ağı beyâz idi katı Kâbil-i vasf değüldi sıfatı Hem siyah idi gâyetde şedîd Bir idi ana karîb ile baîd Hem rivâyetdür o tâvûs-ı cinân Olsa bir cânibe gâhî nigerân Vâsî-i hûb u latîf idi gözi Nûr-ı mahz idi saâdetlü yüzi Kuvvet-i bâsıra-i Mustafavî Gece gündüz gibi görürdi kavî Ol iki dîde-i bî-sürme siyâh Dâim olmışdı nazargâ-ı İlâh Müteveccih olup a’zâsı ile Cism-i pâkiyile dönerdi bile Serine tâbi ederdi cesedi Bunı terk etmemiş idi ebedî Dönüp etrafına kıldukca nazar Secde eylerdi cemâdât u şecer Nereye dönse o kadd-i çâlâk Hâsılı bile dönerdi eflâk Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Türk İslam Edebiyatında Türler Esmâ-i Nebî Allah’ın güzel 99 ismini konu alan esma-i hüsna adlı eserlerdeki gibi, kimi sanatkârlar da esma-i nebi adıyla kaleme aldıkları eserlerinde Hz. Peygamber’in 99 isim ve sıfatından söz etmişlerdir. Manzum ve mensur örnekleri bulunan ve fakat müstakil kitaplar olarak karşımıza çıkmayan esma-i nebiler daha çok muhtelif konulu eserlerin bir bölümü şeklindedirler. Hasib Efendi 1000 beyitlik bir esma-i nebi yazmıştır (Çelebioğlu 1988:357). Siyer-i Nebî Siyer, “tavır, hareket, ahlak ve gidiş” anlamlarına gelen siret kelimesinin çoğuludur ve bir terim olarak, Hz. Peygamber’in ahlak ve yüksek vasıfları ile birlikte hayatını konu edinen eserlere verilen isimdir. Kaynaklarda bu türden eserler için bazen, siretü’n-nebi terkibi kullanılsa da siyer-i nebi adlandırması daha yaygındır. Erzurumlu Mustafa Darir’in (14. Yy.) Arapçadan dilimize çevirdiği, oldukça hacimli olan mensur Siyer-i Nebî’si bu türün edebiyatımızdaki ilk örneklerindendir. Ancak bu konuda kaleme alınmış en meşhur örnek Yazıcıoğlu Mehmed’in (15. Yy.) Megâribü’z-Zamân adlı Arapça mensur eserinden yine kendisinin manzum olarak çevirisini yaptığı 9008 beyitlik Muhammediye’sidir. Siyer-i Nebi türünde kaleme alınan eserler hiç şüphesiz ki Hz. Peygamber’i konu alan diğer naat, mevlid ve miraciyye gibi türlerle iç içedirler. Nitekim Yazıcoğlu’nun bu eseri, önemli bir kısmı naat niteliği taşıdığından, naatler konusunda kapsamlı çalışması bulunan Emine Yeniterzi tarafından müstakil bir naat kitabı gibi kabul edilmiştir (Bk. Na’t). Veysi’nin (17. Yy.) Dürretü’t-Tâc fî Sâhibi’l-Mi’râc isimli, Siyer-i Veysî terkibiyle meşhur olmuş mensur eseri de oldukça beğenilmiş ve defalarca çoğaltılan bu esere zeyller yazılmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Türk İslam Edebiyatında Türler Muhammediye’den … Eger ismin okudunsa müsemmâsın taleb eyle Örnek Yücede istegil ayı ki suda aksidir ednâ Musaffâ ol sıfâtından nitekim açılır âhen Göresin zâtını sâfî açıla âyine asfâ Bulasın gönlün içinde ulûm-ı enbiyâyı sen Kim anda ne kitâb ola ne ders ola ne hod fetvâ Erişe cânın ol nûrun makamına hakîkat bil Ki Peygamber buyurmuşdur ki nûrumdur benim ebhâ Göriser ümmetim cânı beni şol nûr ile dedi Ki ben ol nûr ile her dem görürem onları esnâ Onun ol nûr-ı lâhûtu ihâta kıldı nâsûtu Egerçi ol yüce zâtı gözükdü oldu hem ahfâ Olupdu elli üç yıl Mekke menzil Medîne’de hem on yıl oldu nâzil Çü yaşı altmış üç oldu Resûlün Hilâli bedr olup doldu Resûlün Pes indi âhir âyet işbu Furkân Tamâm oldu onunla cümle Kur’ân Ki korkun çün kim âhir ölisersiz Şu gün kim Hakk’a râci’ olısarsız Bulısar küllü nefs nice kılına Ki Hak zulm eylemez aslâ kuluna Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Türk İslam Edebiyatında Türler Çü Cebrâil gelip Hak’dan bu vahyi eyledi pertâb Bu âyetden Resûlullâh ecel hükmün edip deryâb Bilâl’e emr kıldı kim namâza cem’ ede halkı Derildiler dolup mescid oturdular kamu ashâb Çıkıp minberde Allah’ın kemâline senâ etdi Nihâyetçe belâgetde hitâbet eyledi îcâb Cinâna eyledi teşvîk cehennemden edip tahzîr Cihâda eyledi tahrîz nasîhatde edip itnâb Şu resme korkdular ashâb ki kanlı yaş akıtdılar Dediler yâ Resûlullâh bu hâli etdin isti’câb Dedi kim bilin ey ashâb vedâ idervenin size Ki sâdıklardınız dinde size olmuş idim nessâb … Hicret-nâme Arapça “hecr” kökünden gelen hicret, bir yerden başka bir yere göç etmek anlamına gelir. Ancak bildiğimiz gibi, hicret denildiğinde asırlardır, Hz. Peygamber’in 622 yılında Mekke’den Medine’ye göç etmesi anlaşılmıştır. Hicri yılın da başlangıcı kabul edilen bu olay, bütün ayrıntılarıyla manzum ve mensur eserlere konu olmuştur. İşte hicretname dediğimiz tür de Hz. Peygamber’in hicretini konu edinen eserlere denmiştir. Edebiyatımızda diğer dinî türler kadar yaygın olmasa da manzum ve mensur örneklerine rastlanır. Süleyman Nahifi’nin (18. Yy.) yaklaşık 800 beyitten oluşan Hicretü’n-Nebî isimli eseri bu konudaki en meşhur müstakil kitaplardandır. Bunun dışında hicret konusuna, pek çok manzum ve mensur eserin içerisinde kısa da olsa değinildiği görülür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Türk İslam Edebiyatında Türler Hicretü’n-Nebî’den Bismillâhirrahmânirrahîm Rehber-i ferhunde-i bî-havf u bîm Örnek Oldı Ebû Bekr’e çü Fahrü’l-beşer Çünki haber-dâde-i emr-i sefer Menzil-i pür-nûrına ol reşg-i mâh Geldi yine itmege tedbîr-i râh Didi Alî’ye o nebiyy-i enâm Eyle bu şeb hâb-gehimde menâm Pûşiş idüp bürde-i pâkimle sen Çekme elem düşman-ı gaddârdan Hakka tevekkül idüp eyle sebât Eyleme ol hâr u hasa iltifât Virdi ana cümle emânetleri Didi benim zimmetim eyle berî Her birin ashâbına teslîm kıl Tavsiyemi vak’amı tefhîm kıl Olmak ile zimmet ü ahdi emîn Herkes emânâtın iderdi rehîn Vakt-i ışâ geçdigi sâ’at hemân Oldu adû dâr-ı nebîye revân Eylediler anda tarassud tamâm Cem’ ola tâ müfterikân-ı hısâm Oldu abâ-pûş-ı tevekkül o mâh Eyledi bâ-avn-i Hudâ azm-i râh Virdin idüp âyet-i lâ-yübsirûn Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Türk İslam Edebiyatında Türler Hak-fişân oldu o mu’ciz-nümûn Her kime itdiyse isâbet o hâk Ma’reke-i Bedr’de oldu helâk Hasm arasından o şeh-i dil-sitân Berk misâli güzer itdi hemân Gâlib olup her birinün gafleti Görmedi kat’â biri ol hazreti … Ramazâniyye Kamerî ayların dokuzuncusu ve on bir ayın sultanı veya ramazan-ı şerif olarak vasıflandırılan Ramazan, İslam dünyasının en kutsal ayıdır. Zira Kuran bu ayda inmeye başlamıştır. Müslümanlar, Kuran’ın emriyle, şehr-i sıyam veya oruç ayı diye de adlandırılan bu ayı oruçlu geçirirler ve sonunda bayram ederler. Ramazanın başlayışı ayın görünmesiyle ve bitişi de şevval hilalinin ortaya çıkışıyla olduğundan İslam dünyasında asırlardır, özellikle bu aylarda ayın hareketleri büyük bir dikkatle takip edilmiştir. Oruç ibadetinin farz olmasından bu yana Ramazan, her Müslüman toplumda iftar sofraları, eğlence hayatı, sahurları, imsakları, mahyaları, kandilleri ve teravihleriyle kendine mahsus bir gelenek ve iklim oluşturmuştur. Ancak Osmanlı toplum hayatında, başta Osmanlı sultanı ve saray çevresi olmak üzere, bütün halk nezdinde mümtaz bir yer edinmiş ve her yıl artarak devam eden bir ibadet aşkıyla ve festival neşesiyle kabul görüp idrak edilmiştir. İşte edebiyatımızda ramazaniye veya ramazanname diye adlandırdığımız edebî tür de bu kültürün sanat cephesindeki yansımalarındandır. Ramazaniye, çok genel bir tanımla, ramazan hayatını konu edinen şiirlere denmiştir. Kaynaklar ağırlıklı olarak kaside nazım şekliyle kaleme alınan bu türden şiirlerin eskiden daha çok, öncelikle sultan olmak üzere, devlet büyüklerine, çeşitli vesilelerle takdim edildiğini kaydederler. Enderunlu Fâzıl (18. Yy.) bu şairlerin en meşhurudur. Zira, III. Selim’e ve diğer devlet erkanına pek çok ramazaniye takdim etmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Türk İslam Edebiyatında Türler Kaside nazım şekli dışında gazel, mesnevi, terkib-bent; hatta mani formunda ramazan şiirleri yazılmıştır. Bunların tamamı birer ramazaniye örneğidir. Süleyman Nahifi’nin (18. Yy.) Fazîlet-i Savm isimli eseri, mesnevi formuyla müstakil olarak yazılmış yegâne örnektir. Nabi’nin (17. Yy.) Hayriyye adlı mesnevisinin Der-Beyân-ı Şeref-i Farz-ı Sıyâm isimli bölümü ramazaniye niteliğindedir. Cafer Çelebi (15. Yy.), Fuzuli (16. Yy.), Zati (16. Yy.), Ruhi (16. Yy.) ve daha pek çok şairin divanında ise gazel formuyla yazılmış ramazaniye örnekleri yer alır. Enderunlu Fazıl’ın 13 beyitlik bir terkip-bendi ramazaniye özelliği taşır. Edebiyatımızdaki en güzel ramazaniye örneğinin ise Sabit’in (18. Yy.) Baltacı Mehmet Paşa’ya sunduğu kaside olduğu söylenir. Yine 18. asır şairlerinden Nedim, Sami, Seyyid Vehbi de bu türün güzel örneklerini vermişlerdir. Ramazânİyye Der-Sitâyiş-i Sadr-ı a'zam İbrahim Pâşâ Örnek Bağteten sabit olup gurre firâşında imâm Hâb içün yatmış iken etdi terâvîhe kıyam Baş kaldırmadılar öğleye dek uyhudan Yevm-i şek zevkına hazırlanan ahbâb-ı kiram Serdi-i fasl-ı bahar etmiş iken tab'a eser Ataş-ı rûze ana kıldı mükâfat tamâm Şu soğuk günlere bir pare ısındırdı bizi Bir gün evvel erişüp geldi hele mâh-ı siyam Pâsban verdi kudûmiyle cevâb eyleyene Ramazan geldi mi âyâ diyerek istifham Çeşm-i Zerkâ-yı Yemâmeyle mi bakdı bilmem Nazar-ı şahide ahsentü zihî dikkat-i tâm Bilemem ben de ki şâhidde mi takvimde mi Hele bir kizb var ortada budur sıdk-ı kelâm Ehl-i keyfin birisi der ki behey sultânım Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Türk İslam Edebiyatında Türler Aydın ay bellü hesâb olmadı şa'bân tamâm Bir iki meblağ-i berş ile urup öldürecek Geldiler eylediler böyle cihanı sersâm Olacak oldu heman çâre ne şimden sonra Edelim hükm-i kaza destine teslîm-i zimâm Şevkimiz şimdi ana düşdi ki in-şâ'a'llah Ola sıhhatle selâmetle meh-i rûze tamâm Kıla erbâb-ı dili âb-ı hayâta sîr-âb Erişüp Hızr gibi âh mübarek bayram İbtidâ ıyd gün icrâ-yı merasimle geçüp Gecesi dahi olup maslahat-ı hâb tamâm Çün ikinci gün ola böylece ahd eylemişdim Yine sabr eyleyim ol gün ne direng ü ârâm Çekdirüp pek seheri doğruca Sa'd-âbâda Tutayım zinde iken cennet-i a'lâda makam Varayım hâk-i tarab-nâkine yüzler süreyim Bir gün olsun alayım bari felekden bir kâm Havzdan kevser-i pâkîzeyi nûş eyleyeyim Kasrdan bûy-ı cinânı edeyim istişmâm Iyd ola fasl-ı bahar ola da Sa'd-âbâdın Zevkini eylemeyim sıhhat olur bana haram … Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Türk İslam Edebiyatında Türler DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdaki edebî türlerden hangisi dinî türler sınıfına girmez? a) Tevhid b) Naat c) Hilye d) Esmaihüsna e) Şehrengiz 2. Divan edebiyatına ait aşağıdaki edebî türlerden hangisi Hz. Peygamber ile ilgili türlerdendir? a) Tezkire b) Miraciye c) Esmaihüsna d) Mersiye e) Tevhid 3. Dinî edebiyatın türleri arasında yer alan ve Hz. Peygamber başta olmak üzere dört halifenin övgüsü esasına dayanan eserlere ne ad verilir? a) Miraciye b) Naat c) Esmaihüsna d) Mevlid e) Kırk Hadis Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Türk İslam Edebiyatında Türler 4. Hz. Peygamber’in iç ve dış güzelliklerini tasvir ederek anlatmayı konu edinen ve kaynaklarda zaman zaman şemail-i şerif diye de geçen tür aşağıdakilerden hangisidir? a) Esmainebi b) Siyerinebi c) Hilye d) Hicretname e) Şefaatname 5. İçerisinde Hz. Peygamber’e övgülerin de bulunduğu, naat türünün Arap edebiyatındaki en meşhur örneği olarak gösterilen eser aşağıdakilerden hangisidir? a) Na’t-i Çâr-yâr b) Na’t-i Ali c) Cân ü Cânân d) Kaside-i Bürde e) Su Kasidesi 6. Edebiyatımızda bilinen ilk ve en mükemmel mevlid olarak kabul edilen, 15. yüzyılda kaleme alınmış Vesîletü’n-Necât isimli eser aşağıdaki şairlerden hangi şaire aittir? a) Evliya Çelebi b) Katip Çelebi c) Süleyman Çelebi d) Musa Çelebi e) Fuzuli Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Türk İslam Edebiyatında Türler 7. Doğum, doğum yeri ve zamanı anlamına da gelen, Hz. Peygamber’i konu alan naatten sonraki en yaygın tür aşağıdakilerden hangisidir? a) Miraciye b) Hilye c) Şefaatname d) Esmainebi e) Mevlid 8. Yazıcıoğlu Mehmed’in, Megâribü’z-Zamân adlı Arapça mensur eserinden yine kendisinin manzum olarak Türkçeye çevirdiği, siyer-i nebi türünün en meşhur örneği kabul edilen eserinin ismi aşağıdakilerden hangisidir? a) Muhammediye b) Hicretünnebi c) Gülşen-i Raz d) Gül-i Sadberg e) Kaside-i Bürde 9. Aşağıdakilerden hangisi, tevhid ve naat türünün ortak yönüdür? a) Allah’ın varlık ve birliğini temel alır. b) Temel olarak, Hz. Peygamber’in medhini yapar. c) Dinî içeriklidir. d) Hz. Peygamber’in iç ve dış özelliklerini tasvir eder. e) Allah’ın 99 güzel isminden bahseder. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Türk İslam Edebiyatında Türler 10.Aşağıdaki dinî türleri kendi içerisinde gruplara ayırdığımızda hangisi dışarıda kalır? a) Tevhid b) Esmaihüsna c) Naat d) Miraciye e) Ramazaniye Cevap Anahtarı 1-e, 2-b, 3-b, 4-c, 5-d, 6-c, 7-e, 8-a, 9-c, 10-e Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 Türk İslam Edebiyatında Türler YARARLANILAN KAYNAKLAR Akar, Metin. (1980).Türk Edebiyatında Manzum Miracnâmeler.( Doktora Tezi). Ankara: Hacettepe Üniversitesi Akkuş, Metin (2006). Klasik Türk Şiirinin Anlam Dünyası, Edebî Türler ve Tarzlar. Ankara Akkuş, Metin (1998). Nef’î, Siham-ı Kazâ. Ankara Arslan, Mehmet (1999). Türk Edebiyatında Manzum Surnameler. Ankara Ateş, Ahmet (1954). Vesiletü’n-Necat, Mevlid. Ankara Aymutlu, Ahmet (1995), Süleyman Çelebi ve Mevlid-i Şerîf, İstanbul Banarlı, Nihat Sami (1987). Resimli Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul Bilgin, Azmi (1998). Terceme-i Pendnâme-i Attar. İstanbul Bilkan, Ali Fuat (2000). Türk Edebiyatında Muamma. Ankara Canım, Rıdvan (2010). Divan Edebiyatında Türler. Ankara Canım, Rıdvan (2000). Latîfî/Tezkiretü’ş-Şuarâ. Ankara Coşkun, Menderes (2002). Manzum ve Mensur Osmanlı Hac Seyahatnâmeleri ve Nâbi’nin Tuhfetü’l-Haremeyn’i. Ankara Çavuşoğlu, Mehmet (1982). Şehzade Mustafa Mersiyeleri. İstanbul Çelebioğlu, Âmil. Ramazannâme. İstanbul Çelebioğlu, Âmil (1988). Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları. İstanbul Çavuşoğlu, Ali (2004). Kıyafetnameler. Ankara Dilçin, Cem (1983). Örneklerle Türk Şiir Bilgisi. Ankara İsen, Mustafa (1993). Acıyı Bal Eylemek. Ankara İsen, Mustafa (1998). Heşt Behişt. Ankara İsen, Mustafa-Macit, Muhsin (1992). Türk Edebiyatında Tevhidler. Ankara Kara, Mehmet (1998). Bir Başka Açıdan Kutadgu Bilig. Ankara Kılıç, Filiz-Macit, Muhsin (1995). Türk Şiirinde Ramazan ve Ramazaniyeler. Ankara Köksal, M. Fatih (2009). Mevlidnâme, Türk Edebiyatında Mevlid Türü ve Yeni Mevlid Metinleri. Kırşehir Kurnaz, Cemal (1997). Divan Edebiyatı Yazıları. Ankara Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30 Türk İslam Edebiyatında Türler Kürkçüoğlu, Kemal Edip (1951), Fuzuli, Kırk Hadis Tercümesi. Ankara Levend, Âgâh Sırrı (2000). Gazavâtnâmeler ve Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavâtnâmesi. Ankara Levend, Âgâh Sırrı (1958). Türk Edebiyatında Şehrengizler ve Şehrengizlerde İstanbul. İstanbul Levend, Âgâh Sırrı (1984). Türk Edebiyatı Tarihi. Ankara Mermer, Ahmet vd. (2006). Eski Türk Edebiyatına Giriş. Ankara Öztoprak, Nihat (1993). Klasik Türk Edebiyatında Manzum Yüz Hadisler. İstanbul Pakalın, M. Zeki (1993). Osmanlı Tarih Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü. Ankara Pala, İskender (1995). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü. Ankara Pekolcay, Necla (1993). Mevlid. Ankara. Tahirü’l-Mevlevî (1994). Edebiyat Lûgati. İstanbul Timurtaş, F. Kadri (1990). Mevlid, Süleyman Çelebi. Ankara Yeniterzi, Emine (1993). Divan Şiirinde Na’t. Ankara Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31 TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA HEDEFLER İÇİNDEKİLER TÜRLER • TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA MUHTELİF KONULAR • Bahariye • Bahname • Gazavatname • Fetihname • Kıyafetname • Mersiye • Sakiname • Sefaretname • Selimname • Seyahatname • Siyasetname • Surname • Süleymanname • Şehrengiz • Şitaiye • Tezkire • Zafername • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Muhtelif konularda yazılmış türlerin genel özelliklerini tanıyabilecek, • Bu türlerin, birini diğerinden ayıran farklılıkları ve dinî türlerden ayrıldıkları yönleri kavrayacak ve değerlendirebileceksiniz. TÜRK İSLAM EDEBİYATI Doç. Dr. Ömer ÖZKAN ÜNİTE 6 Türk İslam Edebiyatında Türler TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA MUHTELİF KONULAR Klasik Türk edebiyatı geleneğindeki türlerin tasnifi konusunda tartışmaların hâlen devam ettiği bir önceki ünitede belirtilmişti. Belki de bu tasnifin en zor kısmını, burada üzerinde durulacak türler oluşturmaktadır. Zira, Dinî Türler başlığı altında ele aldığımız eserleri belirli gruplara ayırmamız daha kolaydır. Allah ile ilgili olanlar, Hz. Peygamber’le ilgili olanlar ve diğer dinî konuları kapsayanlar. Neticede, edebiyat tarihimizde, dinî içerikli manzum veya mensur herhangi bir eserle karşılaştığımızda bu eserin bu üç gruptan herhangi birine aidiyeti konusunda çok güçlük çekmeyiz. Ancak burada ele alacağımız türler için böylesine kapsayıcı bir gruplandırma yapmak şimdilik çok da kolay görünmemektedir. Bu hususa işaret eden çalışmalara baktığımızda, dinî muhtevalı türlerin tasnifinde büyük ölçüde ittifakın olduğu, fakat diğerleri konusunda çeşitli tasnif denemelerinin bulunduğu görülür. Bu farklılığın en önemli nedeni edebiyatımızdaki konu zenginliğidir. Farklı konulu türler olunca bunların müşterek bir gruba dâhil edilmesi de hâliyle kolay değildir. Bu türler sınıflandırılmak istendiğinde neredeyse eser ismi kadar grup ismi yazmak gerekecektir. Bu sebeple burada, dinî muhtevalı türlerin dışında kalan diğer türler Muhtelif Konular başlığı altında alfabetik olarak incelenmiştir. Bahâriyye Dilimize Farsçadan geçen “bahar” kelimesi, bilindiği gibi bütün bitkilerin ve canlıların yeniden dirilip yeşerdiği mevsimi ifade eder. Bu kelimeden mülhem olarak kullanılan bahariye ise, nesip bölümlerinde bahar tasvirine yer veren kasideler için kullanılan bir terimdir. Aynı zamanda bir çiçekler resmî geçiti olan divan edebiyatı dünyasının vazgeçilmez mevsimidir bahar. En başta lale ve gül olmak üzere sünbül, nilüfer, gelincik, nergis ve sûsen gibi daha nice çiçek hangi divanı açsanız yüzünüze bir bahar esintisi gibi çarpıverir. Şairlerin hayallerini süsleyen bu çiçekler bin bir hayale konu olur. Bahar, elbette sadece çiçekleriyle değil yağmur, bulut vb. diğer tabiat unsurlarıyla da şiire dahil olur. Kaynak kitaplar, her ne kadar bahariye terimini kasidelerle sınırlamış olsalar da, divanlarda zaman zaman, baştan sona bahar tasviri yapan gazel veya diğer nazım şekilleriyle karşılaşırız ki, bunları da bahariye olarak değerlendirmek gerekir. Edebiyatımızdaki ilkbahar tasvirlerini, 11. Yüzyıl eserlerimizden Kutadgu Bilig, Dîvânü Lûgati’t-Türk ve Atabetü’l-Hakâyık’ta görürüz. Sultanüş-şuara Baki’nin (16. Yy.), “Rûh-bahş oldu Mesîhâ-sıfat enfâs-ı bahâr“ masrasıyla başlayan bahariyesi, Türk edebiyatının en usta kaside şairi kabul edilen Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Türk İslam Edebiyatında Türler Nefi’nin (17. Yy.), “Esdi nesîm-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem” mısrasıyla başlayan bahariyesi edebiyatımızda öne çıkan bahariye örneklerindendir. Kasîde-i Bahâr Berây-i Sultân Süleymân Hân Hâb-ı gafletde iken oldu göz açıp bîdâr Kudret-i Hakka nazar kıldı uyûn-ı ezhâr Örnek Her şükûfe dehen ü berg zebândur gûyâ Zikr eder Hâlikini hâl diliyle eşcâr Gönlü katılara erse yeridir neşv ü nemâ Bu fusûl içre ki sebze bitiriptir ahcâr Çekti âvâze-i Dâvûdunu her bülbül-i mest Yed-i Beyzâsını arz eyledi gül Mûsâ-vâr Bâd tahrîk edicek nâyı sadâ eyle deyu Nefesin tutdu o dem çaldı biraz mûsikâr Gece bâlîn-i ferâgatde yatarken nâgeh Hâtif-i gayb dedi sem'ime cân gözün uyar Bir nazarla gör iki âlemi nergis-mânend Başına ister isen giymege tâc-ı zerkâr Bu kadar ömr içün goncayı dil-teng görüp Sahn-ı gülşende eder ağız açıp hande enâr Şâha arz etmeğe mülk-i çemenin mahsûlün Elde evrâk tutar güller olup defterdâr … Nice kim cünd-i şitâ gâret edip gülzârı Eyledikçe anı mağlûb şeh-i mülk-i bahâr Düşmanının ola pejmürde bahâr-ı ömrü Vird edindi Hayâlî bunu leylen ve nehâr Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Türk İslam Edebiyatında Türler Bâh-nâme Şehvet, anlamına gelen “bah” kelimesiyle bağlantılı olan bahname, bir edebiyat terimi olarak, içerisinde cinsel içerikli bilgi ve figürlerin bulunduğu eserlere denmiştir. Manzum ve mensur biçimlerine rastlayabileceğimiz bu türün edebiyatımızda çoğunluğu Arapça veya Farsçadan tercüme olan örnekleri mevcuttur. Bir nevi tıp kitabı niteliğindeki bu eserlerde tenasül hastalıkları, hamilelik, bunları önleyici ilaçlar, doğum, hamilelik esnasında ve sonrasında ortaya çıkan rahatsızlıklar, sebepleri, tedavi usulleri, yeni doğan çocuklarla ilgili çeşitli tıbbi bilgiler, çocuk yetiştirme ve terbiyesi hakkında tavsiyeler, çeşitli bölümler hâlinde, bu tür kitaplarda yer almıştır (Canım 2010: 25-26). Edebiyatımızdaki ilk örnek, Selahaddin (14. Yy.) adlı bir sanatkâr tarafından Saruhanoğlu Yakup Bey adına, Nasuriddin Tusi’nin Farsça olan eserinden tercüme edilmiş Bâhnâme-i Pâdişâhî isimli eserdir. Nasuriddin Tusi’nin bu eserinin ikinci bir tercümesi de daha sonra, Musa bin Mesud tarafından II. Murad adına yapılmıştır. Gazali Mehmed’in (16. Yy.), Ebu Bekir bin İsmail’den tercüme ettiği Dâfi’u’lGumûm ve Râfi’u’l-Hümûm adlı eseri; Şeyhülislam Kemalpaşazade’nin (16. Yy.), Yusuf et-Tıfaşi’nin Rücû’u’ş-Şeyh ilâ Sıbâh fi’l-Kuvveti Ale’l-bâh isimli eserini çevirisi ve Gelibolulu Ali’nin (16. Yy.) de et-Tıfaşi’nin aynı eserini Râhatü’n-Nüfûs ismiyle yaptığı tercümesi; Katibzade Mehmed Refi’nin (18. Yy.) Risâle fi’l-Bâh’ı türün tanınmış örneklerindendir. Gazavât-nâme Gaza, kutsal amaçlar doğrultusunda din düşmanlarıyla yapılan savaşlara denir ki, Türk edebiyatında bu savaşların konu edildiği eserlere; eğer tek bir savaş söz konusu ise, gazaname; birden çok savaş anlatılıyorsa gazavatname adı verilmiştir. Gazavatname türündeki bu eserlerin ilk örnekleri, Batı Hıristiyan dünyasına dönük Osmanlı akınlarının yoğun şekilde yaşandığı 15. yüzyılda görülür. İlerleyen yüzyıllarda, özellikle de Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman zamanında en verimli dönemini yaşar. Konusunu gazalardan alan bu türler, doğal olarak, Osmanlı akınlarının azaldığı ilerleyen yüzyıllarda ise son örneklerini verir. Agah Sırrı Levend, Gazavat-nâmeler ve Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavât-nâmesi adlı eserinde Osmanlı döneminde kaleme alınmış bu eserlerin pek çoğunu listelemiş ve her biri hakkında bilgiler vermiştir. Türk edebiyatında eski destanların bir nevi devamı sayılan gazavatnameler, edebî eser olmalarının yanında, geçmiş devirlerdeki savaşları ve kahramanlıkları ele Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Türk İslam Edebiyatında Türler almaları, bu sayede pek çok tarihî şahsiyete ve olaya tanıklık etmeleri münasebetiyle tarihî vesikalar olarak da değerlendirilirler.Gerçi bu eserler Tevarîh-i Âl-i Osmân’lar, vakanüvis tarihleri ya da değişik adlar altında yazılmış klasik tarih kitapları gibi değillerdir. Nitekim gazavatnamelerin dili genellikle epik bir karakter taşır ve olayların ele alınışında hamaset ve abartı hâkimdir. Eser sahiplerinin tarihçilik yönlerinden ziyade edebî yönleri ön plandadır. Bu bakımdan bu eserlerde anlatılanları birebir tarihî doğrular olarak kabul etmek yanıltıcı olabilir. Ancak yazıldıkları devrin zihniyet dünyasının birer ürünü olduklarından mutlaka tarihî gerçekleri de içerirler. Çünkü her edebî metin, mutlaka onu üreten devrin gerçekliğini yansıtır. Suzi Çelebi’nin (15. Yy.) Gazavâtnâme’si, II. Murad devrindeki gazaları anlatan yazarı bilinmeyen Gazavât-ı Sultan Murâd adlı eser, Gubari’nin (16. Yy.) Gazavatnâme-i Midilli’si, Uzun Firdevsi’nin (16. Yy.) Kutbnâme’si, Vuslati’nin (17. Yy.) Gazânâme-i Çehrin’i edebiyatımızdaki gazavatname örneklerindendir. 16. asrın hemen başında, II. Bayezid’in saltanat yıllarındaki Midilli savaşlarından canlı bir savaş sahnesini tasvir eden şu ifadeler Gubari’nin 1418 beyitlik eserinden alınmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Türk İslam Edebiyatında Türler Gazavatnâme-i Midilli’den … Hisâr ehlini kıldılar haberdâr Örnek Olurlar uykudan bir lahza bîdâr Donatdılar çü şem’ ile hisârı Temâşâ-gâha geldi cümle vârı Hisârı küllî tezyîn eylediler Edâ-yı resm ü âyîn eylediler Erenler çagırurdı Allâh Allâh Bize sensin kuruda yaşda hem-râh Kuruda vü gemiler içre küffâr Hisârun şenliginden oldı bîdâr Adûnun arasına düşdi korhu Dutarlar bir zamân gönülde kaygu Oturup her biri hâlinde hâmûş Olur barçaya nâgâh gözleri tuş Yanar kumbaradan atdukları od Dutar barça içini âteş ü dûd Yanar içindeki esbâb u âlet Adû makhûr olup düşdiler âlet Direk başına işlerdi çâg âteş Yenilmeyip olurdı şöyle serkeş Gubari Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Türk İslam Edebiyatında Türler Fetih-nâme Aslı Arapça olan fetih/feth kelimesi sözlüklerde “açma, açılma, zapt etme” anlamlarına gelir. Fetihname ise, yapılan gazalar neticesinde ele geçirilen yerleri, diğer ülkelerin ve hanlıkların hükümdarlarına ilan eden mektuplardır. Edebiyatımızda ayrıca, nesip bölümünde, bir yerin fethedilmesini tasvir eden kasideler de kaleme alınmıştır ki, bunlara da fethiye denmiştir. Eskiden hemen her devlette, bilhassa şarkta İslam devletlerinde fetihname göndermek adettendi. Osmanlıda fetihnameler Türkçe, Arapça ve Farsça yazılırdı. Fetihnamelerin bilhassa baş tarafları mukaddime hükmünde olup name, icabına göre mahal ve mevkie münasip ayet-i kerime, hadis-i şerif ve Arapça hikemi cümlelerle süslenirdi. Bu yazılar dost devletlere müjde amaçlı yazıldığı gibi, bazen de düşman devletlere onları müteessir etmek için kaleme alınırdı. Fetihnameler resmî memurlar tarafından yazıldığı gibi hususi kişiler tarafından da kaleme alınırdı. İstanbul’un fethi Fatih tarafından Molla Gürani’ye kaleme aldırılıp Mısır hükümdarına gönderilen name resmî, Nişancı Tâcizade Cafer Çelebi’nin yazdığı Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi de hususi birer fetihnemedir (Pakalın 1993: I/614615). Fetihnameler, saltanatın ihtişamını da temsil ettiklerinden özenli ve gösterişli bir dille yazılırlardı. Bu bakımdan edebî bakımdan da kıymet taşırlardı. Şeklen de gerek yazıldıkları kağıt olsun, gerekse kullanılan yazı çeşidi olsun sıradan yazılardan ayrı hususiyetler gösterirlerdi. Sayi’nin Feth-i Kal’a-i Belgrad, Bahârî’nin Fetihnâme-i Engürüs’ü, Karaçelebizade Abdülaziz Efendi’nin Târîh-i Feth-i Revân ü Bagdâd’ı, Vak’anüvis Raşid’in Fetihnâme-i Cezîre-i Mora’sı, Kıvami’nin Fetihnâme-i Sultan Mehmed’i belli başlı fetihname örneklerindendir. Hayali’ye (16. Yy.) ait, Kanuni Sultan Süleyman’ın Rodos’u fethi üzerine kaleme alınan şu kaside önemli bir fethiye örneğidir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Türk İslam Edebiyatında Türler Kasîde-i Feth-i Rodos Berây-i Sultân Süleymân Hân Burûc-ı kal'a-i gerdûnda yine vakt-i seher Örnek Dikildi sancak-ı zerrîn-i husrev-i hâver Sipâh-ı zengî şeb oldu münhezim nitekim Adû-yı Husrev-i rûşen-dil ü Ferîdûn-fer Meh-i sipihr-i şeref Hazret-i Süleymân Hân Ki devleti güneşi kıldı âlemi enver Giderdi zulmet-i küfrü zamâneden tîgi Şuâ-ı mihr gibi tuttu dehri ser-tâ-ser Havâyi topu Şehün oldu âsumânî kazâ Rodosu eyledi bir dem içinde zîr ü zeber Egerçi kanzil olup döktü zehrini küffâr Ve lîk çanına ot tıktı top-ı ejder-ser Tükendi dâneleri kiştzâr-ı mihnette Kamusu girye ile tohm-ı eşk-i dîde eker Havâyi top varıp yıktı âsiyâlarını Yerinde şimdi hemân her birisinin yel eser Şehâ Hayâlî ayağın tozuna kıldı nisâr Hazâyin-i dil ü cândan hezâr dürr ü güher … Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Türk İslam Edebiyatında Türler Kıyâfet-nâme Kıyafet, “şekil, heyet, suret” anlamlarına gelir, kıyafetname ise bir edebî tür olarak; insanların dış görünüşlerine bakarak karakterleri ve huyları ile ilgili yorumlar, tespitler yapan eserlere denir. İslamî literatürde bu ilme, ilm-i kıyafet veya bilmek, basiret sahibi olmak anlamına gelen firaset ya da ilm-i firaset denmiştir. Esasında, insanın dış yönüyle iç yapısı arasındaki ilişki eskiden beri bütün kültürlerde merak konusu olmuş; konu etrafında çeşitli araştırmalar ve çalışmalar yapılmıştır. Eski Mısır, Hind ve Yunan uygarlıklarında görülen bu ilim, Batı dünyasında fizyonomi kelimesiyle ifade edilmiştir. Hipokrat, hastalarını bu ilimden faydalanarak tedavi edermiş. Yine Aristo, Eflatun ve diğer birçok filozof da bu ilim dalıyla iştigal etmişlerdir. İslam dünyasında, bu konudaki ilk çalışmanın İmam Şâfî’ye ait hacimce küçük bir kıyafetname olduğu kaydedilir. El-Kindi, Aristo’nun bu konudaki bir kitabını Arapçaya çevirmiştir. Yine, İbni Sina’nın da bu hususta bir eseri olduğu rivayet edilir. Fahrüddin Razi’nin Kitâbü’l-Firâset isimli eseri türün önemli örneklerindendir. Meşhur sufi Muhyiddin Arabi de bu hususla ilgili çalışmalar yapmıştır. Onun et-Tedbîrâtü İlâhiye fî Islâhi’l-Memleketi’l-İnsâniye’sinin bir bölümü firasetnamedir. İslami Türk edebiyatında ilk kıyafetname örneklerine Kutadgu Bilig’de rastlarız. Yusuf Has Hacib’in didaktik bir karakter taşıyan bu eserinde zaman zaman insanların şekil özellikleri ve karakter yapısı arasında ilgi kurmak şeklinde tavsiyelerde bulunduğu görülür. Bedr-i Dilşâd’ın (15. Yy.) Muradnâme adlı mesnevisi de yine bu konudaki ilk örnekleri muhtevidir. Edebiyatımızda bu konudaki ilk müstakil kitap ise, Hamdullah Hamdi’nin (15. Yy.) Kıyafetnâme’sidir. Ayrıca Uzun Firdevsi’nin (15. Yy.) Firâsetnâme’si, İlyas bin Saruhani’nin (16. Yy.) Kıyafetnâme’si, Balizade Mustafa’nın (16. Yy.) Kıyafetnâme’si ve Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın (18. Yy.) Mârifetnâme’nin bir bölümünü teşkil eden Kıyâfetnâme’si de bu türün önemli eserlerindendir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Türk İslam Edebiyatında Türler Kıyâfetnâme’den Kim ki boyudur tavîl Sâde-dil olur cemîl Kim ki boyudur kasîr Örnek Hilesi vardır kesîr Kim ki vasat boylıdur Âkıl ve hoş huyludur Kim ki saçı sarıdır Kibr ve gazab kârıdır Kumral ise saç güzel Sâhibidir bî-bedel Saçı az olan latîf Oldu ârif ü zarîf Başı küçük aklı az Olsa ana deme râz Başı büyük olanın Aklı çok olur anın Yassı ise fark-ı ser Sahibi çekmez keder İnce olan kaş ucu Fitnedir işi gücü Kaşta çok olan kılı Mükesser olur gussalı Kaşı açık dogrudur Çatma ise ugrudur İnce kaş olur cemîl Kibre tavîli delil Kaşı mukavves olan Dilber olur her zaman Göz çukur olsa kalîl Olur o kibre delîl Erzurumlu İbrahim Hakkı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Türk İslam Edebiyatında Türler Mersiye Mersiye sözlüklerde “sagu, ağıt” anlamlarına gelen mersiye; bir edebiyat terimi olarak, ölmüş kişilerin arkasından onların güzel hasletlerini saymak ve ölümden duyulan üzüntüyü dile getirmek maksadıyla kaleme alınan manzumelere denir. Divan edebiyatının en yaygın türlerinden bir tanesidir. Türk edebiyatında bu tür şiirler hemen hemen daima terkib-i bent nazım şekliyle yazılmışlardır. İslami edebiyatlar içerisinde en çok mersiye hiç şüphesiz ki, Hz. Hüseyin için tertip edilmiştir. Divan edebiyatındaki mersiyelerin büyük çoğunluğunun konusunu ise padişahlar, şehzadeler ve diğer devlet erkânı oluşturur. Ancak bunların dışında başka kişilere ve diğer canlılara; hatta kaybedilmiş şehirlere yazılmış mersiyeler dahi vardır. Hakkında en çok mersiye yazılan devlet adamı ise, gerçekten ölümüyle bütün memleketi yasa boğan, o esnada Osmanlı topraklarında olan kimi yabancı seyyahların dahi kitaplarında elemle uzun uzun bahsettikleri Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Şehzade Mustafa’dır. Şair Yahya Bey’in onun ölümüne yazdığı, “Meded meded bu cihânın yıkıldı bir yanı / Ecel Celâlîleri aldı Mustafa Hân’ı” diye başlayan mersiye oldukça etkileyicidir. Şehzadenin öldürülmesi şairi derinden sarsmış olmalı ki, mersiyenin dili son derece dokunaklı ve bu olaya neden olanları suçlayıcıdır. Hatta bu yüzden şairin Rüstem Paşa tarafından ölümle tehdit edildiği bile rivayet olunur. 16. yüzyıl şairlerinden Sultanüş-şuara Baki’nin Kanuni Mersiyesi diye bildiğimiz eseri ise, sadece bu türün değil belki de edebiyatımızın şaheserlerindendir. Bilindiği gibi Kanuni Sultan Süleyman, Batının Suleiman The Magnificent dediği muhteşem bir hükümdardı. Yaşadığı çağda yeryüzünün en önemli komutanı ve hükümdarı durumunda idi. Kanuni’nin yakınında bulunan Baki ise, söz ülkesinin hükümdarı idi. Sultan Süleyman hükümdarlığını eserleri ve hizmetleriyle süslerken Baki de bunları şiirlerine katarak ölümsüzleştiriyordu. İşte böylesi bir hükümdarın ölümü, onun hemen yakında bulunan, Türk edebiyatının en önemli şairlerinden Baki’yi çok müteessir etmiş ve Baki bu ulu hakanın ardından büyük bir vefa göstererek, adeta her şeyi mateme davet eden harika bir mersiye yazmıştır. Edebiyatımızda ayrıca Ahmedi (14. Yy.), Necati Bey (15. Yy.), Hayali Bey (16. Yy.), Atayi (17. Yy.), Neşati (17. Yy.), Şeyh Galip (18. Yy.), Leyla Hanım (19. Yy.), Şeref Hanım (19. Yy.) da güzel mersiyeler yazmışlardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Türk İslam Edebiyatında Türler Kânûnî Mersiyesi’nden Örnek Ey pây-bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm u neng Tâ key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bî-direng An ol güni ki âhır olup nev-bahâr-ı ‘ömr Berg-i hazâne dönse gerek rûy-ı lâle-reng Âhır mekânun olsa gerek cür’a gibi hâk Devrân elinden irse gerek câm-ı ‘ayşa seng İnsân odur ki âyine-veş kalbi saf ola Sînende n’eyler âdem isen kîne-i peleng İbret gözinde niceye dek gaflet uyhusı Yitmez mi sana vâkı’a-i Şâh-ı şîr-ceng Ol şeh-süvâr-ı mülk-i sa’âdet ki rahşına Cevlân deminde ‘arsa-i âlem gelürdi teng Baş egdi âb-ı tîgina küffâr-ı Üngürûs Şemşîri gevherini pesend eyledi Freng Yüz yire kodı lutf ile gül-berg-i ter gibi Sandûka saldı hâzin-i devrân güher gibi II Hakkâ ki zîb ü zînet-i ikbâl ü câh idi Şâh-ı Sikender-efser ü Dârâ-sipâh idi Gerdûn ayagı tozına eylerdi ser-fürû Dünyâya hâk-i bâr-gehi secde-gâh idi Kem-ter gedâyı az atası kılurdı bay Bir lutfı çok mürüvveti çok pâdişâh idi Hâk-i cenâb-ı hazreti der-gâh-ı devleti FazI u belâgat ehline ümmîd-gâh idi Hükm-i kazâya virdi rızâyı egerçi kim Şâh-ı kazâ-tevân u kader-dest-gâh idi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Türk İslam Edebiyatında Türler Gerdûn-ı dûna zâr u zebûn oldı sanmanuz Maksûdı terk-i câh ile kurb-ı İlâh idi Cân u cihânı gözlerimüz görmese n’ola Rûşen cemâli ‘âleme hûrşîd ü mâh idi Hûrşîde baksa gözleri halkun tola gelür Zîrâ görince hâtıra ol meh-likâ gelür … Baki Sâkî-nâme Saki, sözlüklerde “kadeh, içki sunan, su dağıtan” anlamlarına gelir. Edebî bir terim olarak sakiname ise, içki ve eğlence meclislerini tasvir eden eserlere verilen genel isimdir. Arap edebiyatındaki hamriye isimli tür, gerek Fars gerekse Türk edebiyatındaki sakinamelerin kaynağını teşkil eder. Fars edebiyatında sakiname türünde çok sayıda örnek bulmak mümkündür. Nizami, Hüsrev-i Dehlevi, Hacu-yı Kirmani, Hafız-ı Şirazi ve Zuhuri bu türün İran edebiyatındaki güzel örneklerini vermişlerdir. Sakinamelerde içki meclislerinin canlı şekilde tasvirleri yer alır ve bu hususa dair zengin bir terminolojiye yer verilir. Yine bu meclislerin ayrılmaz parçalarından olan musiki ile ilgili de geniş bir kelime kadrosuyla karşılaşırız. Sakinameler daha çok mesnevi nazım şekliyle yazılmış olsalar da terkib-i bent, terci-i bent, kaside vs. diğer nazım şekilleriyle kaleme alınmış örnekleri de vardır. Şarap, tasavvufta İlahi aşkın sembolüdür. Bu bağlamda kimi sakinamelerin tasavvufi içerikli olduğunu söyleyebiliriz. Şeyhülislam Yahya (17. Yy.), Sabuhi (17. Yy.), Şeyhülislam Bahayi (17. Yy.) ve Şeyh Galip’in (18. Yy.) sakinamelerini bu yönüyle düşünmek gerekir. Sakiname türünün Anadolu sahası Türk edebiyatındaki ilk dikkate değer örneği Edirneli Revani’nin (16. Yy.), Yavuz Sultan Selim’e takdim olunan İşretnâme adlı mesnevisidir. Ayrıca Hayreti’nin (16. Yy.) Sâkînâme’si, Fuzuli’nin (16. Yy.) Beng ü Bâde ve Sâkînâme’si, Yahya Bey’in (16. Yy.) Sâkînâme’si, Faizi’nin (17. Yy.) Sâkînâme’si türün diğer önemli örneklerindendir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Türk İslam Edebiyatında Türler İşretnâme’den … Dahı artuğa tâlib olduğınca Örnek Şarâb içmeğe râgıb olduğınca Anunla irişür 'akluna hiffet İder divânelik ana sirâyet Olur Mecnûn gibi hâli diger-gûn İder yazıları nice ki meymûn N´idem kim başa çıka mı bihârı Kişinün gider elden ihtiyârı Gözi atun döner rengin akîka Yümn seyrân eyler fi'l-hakîka İder durduğı yirde hây u hûyı Ki bir dem durmaz akar ağzı suyı Katı mest ola tutmaz anı zencîr Düşirür halkı ızdırâba çün şîr Aşuran şürbünü hadden ziyâde Virirmiş 'aklunı bâdıyla bâde Ki dayim hem kadeh olur kabağa Uyuklayup kalur başı aşağa Geçüben kendüden kalur yabânda Yatur hınzîr gibi horlar anda Bu çâr evsâf ki oldı bunda merkûm Biri zevk ehli içre hayli mezmûm Anun üç vasfıdur insâna lâyık İdün dördünciden kat'-ı 'alâyık Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Türk İslam Edebiyatında Türler Ne hâcet sarhoş olup cenk idesin Kamu bezm ehlini dil-teng idesin İdesin sohbet içinde yavuzluk Yaraşmaz âdem olana tonuzluk Revânî sözlerini gûş eylen Anunla hâtırımız hôş eylen Sefare-t-nâme Sefir, elçi; sefaret de elçilik demektir. Sefaretname ise, herhangi yabancı bir ülkeye sefir olarak gönderilen kişilerin bu ülkedeki siyasi, sosyal, ekonomik vs. gözlemlerini, siyasi tecrübelerini aktardıkları eserlere denir. Bu tür eserlerde, söz konusu ülkenin sosyal yapısıyla ilgili her türlü bilgiyi bulmak mümkündür. Bu bilgilerden bir kısmı resmî görev gereği hazırlanan raporlar olabildiği gibi, sefirin kişisel gözlemlerinden de oluşabilir. Edebiyatımızda sefaretname türündeki eserler çoğunlukla 18. yüzyıldan itibaren görülür. Bunun temelinde, Osmanlı Devleti’nin artık bu asırdan itibaren Batı karşısında gerilediğini kabul edip yeniden derlenip toparlanmak için dışarıya açılma ve özellikle de Batı’nın tecrübesinden yararlanma politikası bulunmaktadır. Osmanlı Devleti’nin her dönemde değişik ülkelerde elçileri bulunmuş olsa da elimizdeki ilk sefaretname örneği 17. Yüzyılda Kara Mehmet Çelebi tarafından yazılan Viyana Sefaretnâmesi’dir. Sefaretname türünün Osmanlıdaki ilk önemli örneği ise, 18. Yüzyılda Yirmisekiz Çelebi Mehmet tarafından yazılan Fransa Sefâretnâmesi’dir. İbrahim Paşa’nın (18. Yy.) Viyana Sefâretnâmesi, Nişli Mehmet Ağa’nın (18. Yy.) Rusya Sefâretnâmesi, Ahmed Dürrî Efendi’nin (18. Yy.) İran Sefâretnâmesi, Mehmet Efendi’nin (18. Yy.) Lehistan Sefâretnâmesi, Abdürrezzak Bahri Efendi’nin (19. Yy.) Paris-Londra Sefâretnâmesi türün belli başlı örneklerindendir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Türk İslam Edebiyatında Türler Selim-nâme 16. yüzyıl hükümdarlarından Yavuz Sultan Selim’in saltanatını, genellikle şehzadeliğinden vefatına kadar konu edinen, onun devrindeki belirli olayları tasvir eden manzum veya mensur eserlere verilen isimdir. Edebî bakımdan oldukça kıymetli olan bu tür eserlerin, tarihî olarak da değeri büyüktür. İlk Selimname örneği İshak Çelebi (16. Yy.)’ye aittir. Eser, İshaknâme adıyla da bilinmektedir. Keşfî Mehmet Çelebi’nin (16. Yy.) Selimnâme’si de bu türün ilk örneklerinden sayılır. İdris-i Bitlisi (16. Yy.), bizzat padişahın isteği doğrultusunda Farsça bir Selimnâme kaleme almıştır. Celalzade Mustafa Çelebi’nin (16. Yy.) Selimnâme’si, Kemalpaşazade’nin (16. Yy.) Selimnâme’si, Muhyî’nin (16. Yy.) Selimnâme’si de türün önemli örneklerindendir. Yakın dönem şairlerinden Yahya Kemal Beyatlı’nın da Selimnâme isimli bir şiiri vardır. Şair burada, tıpkı diğer selimnamelerdeki gibi, Yavuz Sultan Selim’in zaferlerini coşkulu bir dille anlatır. Seyahat-nâme Gezilip görülen yerlerin anlatıldığı eserlere verilen isimdir. Sefaretnameler de bir çeşit seyahatname özelliği gösterseler de, sefirler (elçi) tarafından kaleme alınmış olmaları ve resmî yönleri bulunması sebebiyle seyahatnamelerden ayrılırlar. Pîrî Reis’in (16. Yy.) Mir’atü’l-Memâlik ve Kitâb-ı Bahriye’si, Ahmed bin İbrahim’in (16. Yy.) Acâibnâme-i Hindistan’ı, Trabzonlu Mehmed Âşık’ın (16. Yy.) Menâzırü’l-Avâlim adlı eserleri seyahatname türünün edebiyatımızdaki ilk örneklerindendir. Katip Çelebi’nin (17. Yy.) Cihannümâ’sı da kısmen seyahatname özelliği taşır. Seyahatname türünün edebiyatımızda çok fazla örneği bulunmaz. Ancak 17. yüzyılın ve bütün bir Türk kültür ve tarihinin en önemli simalarından olan Evliya Çelebi tarafından kaleme alınan oldukça hacimli Seyâhatnâme, belki de bu çeşit eserlerin dünyadaki en önde gelen birkaç örneğindendir. Meşhur hikâyeye göre Evliya Çelebi, Hz. Peygamber’i rüyasında görmüş ve “Şefaat ya Rasulallah!” diyeceği yerde sehven “Seyahat ya Rasulallah!” deyivermiş ve bu isteğinin kabul görmesi neticesinde seyyah olmuş ve ünlü eserini meydana getirmiştir. Ayrıca 17. asrın ünlü şairi Urfalı Nabi’nin hac yolculuğunu ve Mekke ile Medine’yi anlattığı Tuhfetü’l-Haremeyn’i, Keçecizade İzzet Molla’nın (19. Yy.) Keşan sürgününü anlattığı Mihnet-i Keşân’ı, Hayrullah Efendi’nin (19. Yy.) Yolculuk Kitabı edebiyatımızdaki önemli seyahatnamelerdendir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Türk İslam Edebiyatında Türler Örnek Nehr-i Tuna’nın İslambol’a cereyân etdigin beyân ider Bu uyûn-ı Bınarhisar hakkında müverrihân-ı Rûm ve Latin kavilleri üzre bu nehir tâ Tuna Demirkapusundan gelir, derler, muhakkakdır, zîrâ bu hakîr Tuna Fethülislâmı yanında bir demir kapu vardır. Rûm ve Arab ve Acem seyyâhânları mâbeynlerinde meşhûrdur. Kaçan kim nehr-i Tuna’nın tenezzülde olsa ol demir kafes kapu nümâyân olur. Bu kapudan nehr-i Tuna ejdehâ gibi kıjgırup (girüp) tâ on konak yer altından cereyân edüp bu Bınarhisâra gelir. Ve Çelebi Sultan Mehmed ibn Yıldırım Hân evkâfnâmelerinde yazar kim kaçan kim Mehemmed Hân Tuna kenarında Urusçuk kal’ası mukâbelesinde Tuna aşırı Yergöğü kal’asın Eflak tarafında binâ ederken gemiler ile Tuna sevâhillerin temâşâ ederek mezkûr demir kapuyu görüp su’âl etdikde, Pâdişâhım İslambol’u binâ eden Yanko ibn Madyan’ın karındaşı Yanvan Kral, Makedonya yani İslambol’da benim de bir hayrâtım olsun deyü var kuvveti bâzûya getirip bu demir kapudan yarup tâ İslambol’a ka’r-ı zemînden yollar edüp İslambol’un Terkoz ve Âzâdlı dağlarından geçüp Dâvûdpaşa kırlarından Yenibağçe içre cereyân ederek Aksaray mahallesinden geçüp Lanka kapusu dibinde Bahr-i Rûm’a nehr-i Tuna mahlût olup yedi sene kâmil İslambol içre nehr-i Tuna’nın bir tar’ası cereyân ederdi. Ba’dehû Yanvan Kral karındaşı Yanko Kral ile buluşdukda, İşte bürader, nehr-i Tuna’yı avret gibi saçından çeküp senin Makedonya şehrine akıtdım, deyince hemân biemr-i Hayy u Kadîr kuvvet ve kudret-i azamet-i sun’un izhâr içün emr-i Hak ile Tuna gerüye dönüp Büyük Çekmece ve Küçük Çekmece yolunda Tuna nehri zâhir olup andan deryâya girüp ol zamanlar bu heyre-i Çekmeceler bend olmuştur… Evliya Çelebi, Seyâhâtnâme’den Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Türk İslam Edebiyatında Türler Siyaset-nâme Siyaset, aslen Arapça bir kelimedir ve “idare etme, politika, diplomasi” anlamlarına gelir. Bir edebî tür olarak siyasetname ise, devlet yönetimi hakkında yöneticilere bilgi vermek maksadıyla kaleme alınmış, didaktik karakterli manzum veya mensur eserlere verilen isimdir. Arapça, Farsça ve Türkçe kaleme alınan siyasetnamelerde, işlenen konuyla bağlantılı şekilde, ağırlıklı olarak Kuran’dan ayetler veya hadisii şeriflerden yararlanıldığı görülür. Bu eserlerin üslubu; hükümdara veya devlet büyüklerine direktifler vermek şeklinde değil de daha çok, tavsiyelerde bulunmak ve ilgili hususlarla bağlantılı eski tecrübeleri aktarmak biçimindedir. Edebiyatımızdaki ilk örnek 1069 yılında Yusuf Has Hacib tarafından tertip edilerek Karahanlı hükümdarı Tavgaç Bugra Han’a sunulan Kutadgu Bilig adlı eserdir. Ünlü Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün (11. Yy.) Siyâsetnâme’si ve Keykavus’un (11. Yy.) Kâbusnâme’si de Farsça yazılmış olmalarına rağmen bu türün en etkili örneklerindendir. Yine Osmanlı Devleti’nin özellikle gerileme dönemlerinde devlet yönetimine sunulan layihaları da siyasetname türünden eserler olarak değerlendirmek gerekir. Bursalı Mehmet Tahir, Siyasete Müteallik Âsâr-ı İslâmiyye isimli eserinde 172 adet siyasetnameden söz eder. Bunlardan bir kısmı Arapça, bir kısmı Farsça ve bir kısmı da Türkçeye tercümedir. Lütfi Paşa’nın (16. Yy.) Âsâfnâme’si, Gelibolulu Ali’nin (16. Yy.) Nasîhatü’sSelâtîn’i, Kâtip Çelebi’nin (17. Yy.) Düstûru’l-Amel li-Islâhi’l-Halel’i, Sarı Abdullah Efendi’nin (17. Yy.) Tedbîrü’n-Neş’eteyn ve Islâhu’n-Nushateyn’i, Pertevi Ali Efendi’nin (17. Yy.) Düstûrü’l-Vüzerâ’sı, Nahifî Süleyman Efendi’nin (18. Yy.) Nasîhatü’l-Vüzerâ’sı, İsmail Hakkı Bursevi’nin (18. Yy.) Sülûkü’l-Mülûk’ü türün edebiyatımızdaki önemli örneklerindendir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Türk İslam Edebiyatında Türler Kutadgu Bilig’den (Kara 1998) Örnek Biligsiz bile hiç sözüm yok mening Ay bile özüm uş tapugçı sening … Bu birkaç neng ol kör kişike yavuz Munı bilse yalnguk ılıkar et öz … Bularda birisi bu til yalganı Munıngda basası sözüg kıygan … Bu yalgan kişiler vefasız bolur Vefasız kişi halkka tengsiz kılur … Kişi yalganında tileme vefa Bu bir söz sınanmış öküş yılkı ol (Benim bilgisiz ile hiç sözüm yoktur, ey bilgili işte ben senin kulunum.) (Bak, şu birkaç şey insan için kötüdür, insan bunları bilirse kendisini korumuş olur.) (Bunlardan birisi, yalan söylemektir, ikincisi, verilen sözden dönmektir.) (Yalancı insanlar vefasız olur, vefasız kimseler halkın hayrına uygun olmayan işler yaparlar.) (Yalancı adamdan vefa bekleme, bu uzun yıllardan beri tecrübe edilmiş bir sözdür.) Yusuf Has Hacip Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Türk İslam Edebiyatında Türler Sur-nâme Aslı Farça olan “sur” kelimesi, “düğün, ziyafet, şenlik” anlamlarına gelir. Surname ise, şehzadelerin düğün törenleri ile hanım sultanların doğum ve evlilik törenlerini konu alan manzum veya mensur eserlere denir. Bu türden eserler genellikle müstakil kitaplar şeklinde olmakla birlikte kimi divanlarda da bazen kasidelerin giriş kısımlarında düğünlerin tasvir edildiğini görürüz ki, bu tür kasidelere de suriyye kasidesi denmiştir. Yine kimi divanlarda şehzade düğünlerini veya doğum şenliklerini anlatan tarihler de vardır ki, bunlar da suriyye tarihleri olarak adlandırılır. Surnameler, sadece padişah ve çevresinin şenliklerini konu edinmesine rağmen; suriyye kasideleri saray çevrisinin dışındaki şenlikler için de yazılabiliyordu. Mesela Nevi’nin Der-Vasf-ı Sûr-ı Sünnet-i Mahdûm-ı Muhammed Çelebi Merhûm başlıklı 25 beyitlik kasidesi bunun örneğidir (Arslan 1999: 6). Surnameler de diğer pek çok edebî tür gibi, belki onlardan daha fazla düzeyde, Osmanlı sosyal hayatına ve kültür tarihine dair malzemeler içerir. Bilindiği gibi, saray tarafından tertip edilen düğünler büyük bir festival havasında geçiyor ve İstanbul halkının büyük çoğunluğu bu törenlere iştirak ediyordu. Günlerce süren bu eğlencelerde yüzlerce çeşit gösteriler tertip ediliyor, ziyafetler veriliyor, sarayın ihtişamı ve zenginliği, bir anlamda halkla paylaşılıyordu. Sur-ı Hümayun denilen bu saray düğünleri, elbette tarih kitapları tarafından da kaydediliyordu. Ancak tabii ki şairler bu sıra dışı kutlamalara vakanüvislerden farklı olarak daha estetik ve edebî bir üslup çerçevesinde yer veriyorlardı. Figani’nin (16. Yy.) Kanuni Sultan Süleyman’ın şehzadeleri için yazdığı 41 beyitlik Suriyye Kasidesi edebiyatımızdaki ilk örnek olarak gösterilir. Hayali Bey’in (16. Yy.) İbrahim Paşa’nın düğünü ve Kanuni’nin şehzadelerinin sünnet düğünü için yazdığı Sûriyye Kasideleri, Nevi’nin (16. Yy.) III. Murad’ın şehzadeleri için yazdığı Suriyye Kasideleri, Gelibolulu Ali’nin (16. Yy.) Câmi’ü’lHubûr Der Mecâlis-i Sûr adlı eseri, İntizami’nin (16. Yy.) mensur Sûrnâme-i Hümâyûn’u, Nabi’nin (17. Yy.) Sûrnâme’si, Abdi’nin (17. Yy.) Sûrnâme’si, Seyyid Vehbi’nin (18. Yy.) Sûrnâme’si, Rıfat’ın (19. Yy.) II. Mahmud’un kızının evlenmesi münasebetiyle yazdığı Gülşen-i Haremî adıyla bilinen Sûrnâme’si edebiyatımızın önemli örneklerindendir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Türk İslam Edebiyatında Türler Kasîde Der Sûr-ı İbrâhim Paşa Örnek Gözüm tuş oldu eylerken seher vaktinde seyrânı Semend-i nâza binmişlerle dolmuş At Meydanı Dem-i sûrnâ sadâ salmış bu mehterhâne-i çarha Dögülür kûslar güm güm kurulmuş taht-ı sultanî Temâşâ eyler iken cân gözüyle nâgehân gördüm O taht üzre oturmuş bir saâdet mülkünün hânı Gözü yağmacı şehr-âşûblarla çevresi dolmuş Sanasın ortaya yıldızlar almış mâh-ı tâbânı Güneş gibi bu çarh-ı lâciverdîden olup peydâ Şuâ-ı nûr-ı hüsnü birle kılmış dehri nurânî Temâşâ eyledim bişmiş hezârân türlü nimetler Cemi-i halka bahş oldu o demde hân-ı ihsânı Felek gûyâ döşenmiş sofra idi ol konuklukta Kim anun olmuş idi kurs-ı mihr ü meh iki nânı Pilavın günbedin sarı yağını çünki seyr ettim Temâşâ eyledim er türbesinde nûr-ı yezdânı Tekellüfsüz yenirsin sen dediği'çin ana eller Hacâletten kızarmıştır be-gâyet kuzu biryânı Çörek bir buğday anlu lâle-ruh mahbûbtur gûyâ K'anın bâdâmı olmuştu yüzünde çeşm-i fettânı Bu ni'metler yenip çünkim içildi sâfi şerbetler Şebîhûn etti şâh-i rûza ceyş-i leyl-i zulmânî Geceyi gündüze katıp safâ vü zevk kılmağa O bezmin yaktılar her gûşesinde şem'-i tâbânı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Türk İslam Edebiyatında Türler Şu donlu âsumânîler atıldı her yanadan kim Şirâr-ı âsumânîlerle çarhın doldu dâmânı Suâl ettim nedendir bu temâşâ deyu bir ehle Dedi ol dem cevâbın verip ol dehrin suhan-dânı Vezîr-i Azam İbrâhim Paşanın düğünüdür Ziyâfet etmek için da'vet etti Şâh-ı Devrânı … Süleyman-nâme Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanat yıllarını konu alan, onun dönemindeki belirli olayları anlatan manzum veya mensur eserlere verilen isimdir. Hz. Süleyman anlatmalarına yer veren eserlerden bazıları de bu adla anılmıştır. Selimnameler gibi, bu tür eserler de hem edebî hem de tarihî bakımdan kıymetlidirler. Türk edebiyatında yazarı bilinen veya bilinmeyen elli civarında Süleymanname yazılmıştır (Pala 1995). Bunlardan dikkate değer olanlarını şöyle sıralayabiliriz: Mustafa Bostan Çelebi (16. Yy.), Culûs-ı Sultan Süleymân; Sadi (16. Yy.), Süleymânnâme; Ferdi (16. Yy.), Süleymannâme; Şemseddin Sivasi (16. Yy.), Süleymânnâme; Karaçelebizade Abdülaziz (17. Yy.), Süleymânnâme. Ayrıca Firdevsi-i Rumi ve Firdevsi-i Tavil (Uzun Firdevsi) lakaplarıyla bilinen Firdevsi (16. Yy.) de bir Süleymânnâme kaleme almıştır; fakat bu eser Hz. Süleyman hakkındadır. Şehr-engîz Arapça, belde ve kent anlamındaki “şehr”; Farsça, karıştıran ve koparan gibi anlamlara gelen “-engiz” kelimelerinden oluşan şehrengiz, bir edebiyat terimi olarak, bir şehrin güzel ve güzelliklerini anlatan eserlere verilen genel isimdir. Çoğunlukla mesnevi nazım şekliyle yazılmış örneklerine rastladığımız şehrengiz, sadece Türk edebiyatında gelişmiş bir türdür. Divanlarda, küçük mesneviler şeklinde kaleme alınmış şehrengizler olduğu gibi müstakil kitaplar şeklinde tertip edilenler de vardır. Şehrengizler, divanlarda Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Türk İslam Edebiyatında Türler gazel, dörtlük benzeri küçük metin örnekleri olarak da düzenlenmişlerdir. Şehrengizlerin büyük çoğunluğu, mesnevi nazım şekliyle yazıldığından, bölümlenmesi de tevhid, naat ve konunun işlendiği bölüm ve dua şeklinde, klasik mesnevi tertibine uygundur. Hakkında şehrengiz veya şehrengizler yazılan şehirler elbette sıradan mekanlar değildir. Bunlar daima, başta İstanbul olmak üzere Bursa, Edirne gibi Osmanlı Devleti’nin kültürel merkezi durumunda olan ya da bir özelliğiyle mutlaka ön plana çıkmış şehirler olmuştur. Bir şehrengizde sadece söz konusu şehirle ilgili mimari bilgiler yer almakla kalmaz o dönemin sosyal ve ekonomik hayatına; yer ve kişi adlarına, yemek ve çiçek isimlerine varıncaya kadar pek çok bilgi yer alır. Ayrıca, bu eserlerde yer alan mizahi üslubun, onları tarih kitabı olmaktan çıkaran önemli bir husus olduğunu da zikretmek gerekir. Bütün kaynakların ittifakla zikrettiği gibi, edebiyatımızdaki ilk şehrengiz, 15. asrın ünlü şairi Mesîhî tarafından, Edirne şehri hakkında yazılan ve şairin divanında yer alan 178 beyitlik Edirne Şehrengizi’dir. Zati’nin (16. Yy.) Edirne Şehrengizi, Hayreti’nin (16. Yy.) Belgrat Şehrengizi ve Yenice Şehrengizi, Yahya Bey’in (16. Yy.) Edirne Şehrengizi, Lamii Çelebi’nin (16. Yy.) Şehrengiz-i Bursa’sı, İshak Çelebi’nin (16. Yy.) Bursa Şehrengizi ve Üsküp Şehrengizi, Neşati’nin (17. Yy.) Edirne Şehrengizi, Beliğ’in (18. Yy.) Bursa Şehrengizi, Vahid-i Mahtumi’nin (18. Yy.) Yenişehir Şehrengizi Türk edebiyatındaki bilinen önemli şehrengizlerdendir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Türk İslam Edebiyatında Türler Edirne Şehrengizi’nden Çün ol gün mu'tedil gördi cihânı Örnek Göçüp Şâh itdi tebdîl-i mekânı Devâm-ı devlet ile bir iki yıl İdindi Edrine şehrini menzil Çü ihsânından irmiş idi behre Sürünerek bile geldüm bu şehre Aceb şehr ol ki anun bâğ u râğı Virür kişiye cennetden ferâğı İçinde suları mevzûn u reftâr Bulutlar başı ucında havâ-dâr Temâşâ eylesen her bir minâre Dönüpdür serv-kâmet bir nigâra Soyınup Tunca’ya girer güzeller Açılur ak göğüsler ince beller Siyeh futa kuşanur ak dilber Olur san gice vü gündüz berâber Futada Hak komış bir sırr-ı gaybı Ki örter dâmeniyle görse 'aybı Su içre bunlara kılsan nigâhı Görürsin burc-ı âbî içre mâhı Bulardan vasl uman abdâla benzer Ki bunlar suya düşmiş bala benzer Gözün yaşı Merîç olsa nazarda Ne mümkin biri kol boynuna Arda Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Türk İslam Edebiyatında Türler Gören bu şehri bu resme kıyâmet Sanur bununla tokuz oldı cennet Zihî cennet ki girer her güneh-kâr Görür 'âsî vü 'âbid anda dîdâr İçinde var anun bir kaç melekler Ki mislin görmemiş devr-i felekler Bugün meydân-ı hüsn içre ser-âmed Güzel dirsen Na'l-bend-oğlı Ahmed Cemâli kıble-i ashâb olupdur Dükânı na'lden mihrâb olupdur … Mesihi Şitâiyye Aslen Arapça olan “şita” kelimesi, kış anlamına gelir. Bir edebî tür olarak şitaiye ise, giriş kısmında kış tasvirlerine yer veren kasidelere denmiştir. Bu türden kasideler bazen de Farsça, kar anlamına gelen “berf” kelimesine nispetle berfiye olarak anılır. Doğrusu, divan edebiyatı geleneği içerisinde, şairlerin hayallerine konu olan en yaygın mevsim bahardır. Gül, bülbül ve diğer pek çok bitki baharla bağlantılı olarak şiirlerde yer alır. Dolayısıyla, kış konusunun çok sık işlendiği söylenemez. Ancak bu konuda Lamii Çelebi’nin Münâzara-i Bahâr bâ-Şehriyâr-i Şitâ’sı önemli bir eserdir (Eğri 2001). Tezkire Kamus-ı Türki’de “Yad etmeye vesile olan kâğıd” anlamı verilen tezkire, Fars ve Türk edebiyatlarında biyografik nitelikli edebî eserleri ifade eder. Edebiyat tarihi kitaplarının ilk örnekleri sayabileceğimiz bu eserler biyografisi verilen kişilere veya meslek gruplarına göre de farklı adlar almışlardır. Ermiş kişileri anlatanlara tezkiretü’l-evliya, hattatları konu edinenlere tezkiretü’l-hattatin ve şairlerden bahsedenlere tezkiretü’ş-şu’ara denmiştir (İsen 1997). Bu türdeki eserlerin ilk örneği Fars edebiyatında 13. yüzyılda, Muhammed Avfi’nin yazdığı Lübâbü’lElbâb’dır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Türk İslam Edebiyatında Türler Türk edebiyatında 30’ya yakın tezkire yazıldığı kaydedilir. Anadolu sahasındaki ilk tezkire ise, 16. yüzyılda Sehî Bey tarafından kaleme alınan Heşt Behişt’tir. Bu eserin devamında aynı devirde Latifi, Âşık Çelebi, Hasan Çelebi, Beyani, Gelibolulu Ali gibi şairler de tezkireler yazmışlardır. Bu eserlerin pek çoğu, gerek tertip tarzı bakımından gerekse şairlerin ele alınış tekniği açısından ortak yönler taşırlar. Bu durum, Anadolu sahasında kaleme alınacak sonraki tezkireleri de etkileyecektir. Araştırmacılar, bu ilk tezkirelerin ve doğal olarak sonraki dönemlere ait diğer tezkirelerin, Çağatay sahasında Herat Ekolü diye isimlendirilen tezkirecilik geleneğini model aldıklarını vurgularlar. Molla Cami Bahâristân’ında şairlere bir bölüm ayırır. Yine Devletşah’ın Tezkiretü’ş-Şua’arâ’sı vardır. Ali Şir Nevai’nin de Mecâlisü’n-Nefâis adı verilen meşhur bir tezkiresi bulunmaktadır. Herat Ekolü’nü temsil eden bu üç tezkire şairlerin ele alınış tarzı ve eserin tertip şekli gibi birçok bakımdan Anadolu’daki tezkireleri etkilemiştir. Sehi Bey, eserinde “Bu fakîr ve hatırı kırık hakîr, adı geçen kitapları elden geçirip inceleyince Mecâlisü’n-Nefâis ile gamlı gönlüm dost ve gönül çeken Baharistân ile nemli gözüm mûnis oldu. Bunların her birinin incelemesinden cana rahat ve hasta gönle sıhhat ulaşıp yaratıcı gönle hâtıralar ve heyecanlar hücûm etti. Keşke Anadolu’da yetişip şöhret bulan değerli şairlerin adına da bir kitap yazılsa ve zamanın geçmesiyle bunların adı, gaddar zaman ve zâlim feleğin eliyle zamane defterinden kazınmasa, devran mecmualarında ayrılmayıp, unutulmasa diye düşündüm. Bu iş gönül defterine saplanmıştı ve gücümün yettiği kadarıyla onları yazıp kâğıda geçirmek en büyük arzumdu …” (İsen 1998: 37-38) ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, Heşt Behişt’i yazma fikrinin Herat Ekolü’nün çalışmalarından mülhem olduğunu dile getirir. Benzeri söylemler Latifi ve diğer bazı tezkirelerde de dile getirilir. Latifi de eserinin mukaddimesinde önce Bahâristân’dan, daha sonra Mecâlisü’n-Nefâis’ten söz ederek bu çalışmaların, şairlerin varlıklarını ihya kılan, isim ve şanlarını fani dünyada ebedîleştiren önemli kitaplar olduğunu vurgular; kendinin de Anadolu’daki şairleri ölümsüzleştirmek ve adlarının daima hayır dua ile anılması niyetiyle böyle bir çalışmaya giriştiğini kaydeder (Canım 2000: 88-89). Böylelikle, Sehi Bey ve Latifi’nin Herat’taki eserleri model alarak meydana getirdikleri tezkireleriyle Anadolu sahasında da şairler tezkiresi yazma geleneği başlamış olur. Türk edebiyatında, İbnülemin Mahmut Kemal’in 1930-42 yılları arasında basılan Son Asır Türk Şairleri’ne ve Nail Tuman’ın 1949 yılında tamamladığı Tuhfe-i Nâilî’ye varıncaya kadar otuz civarında tezkire kaleme alındı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Türk İslam Edebiyatında Türler Örnek Gülşen-i Şu’arâ’dan Rûhî: Bagdâdîdür ammâ asl-ı pâk-nihâdı ve neseb-i ferruhnijâdı Rûmîdür. Zîrâ ki vâlid-i ekremi sâbıkan merhûm Sultân Süleymân zamânında vilâyet-i Bagdâda beglerbegi olan Ayas Paşanun bendelerinden olup Bagdâdda gönüllü bölügüne geçüp te'ehhül itmişler. Mezkûr Rûhî Bagdâdda vücûda gelmegin Bagdâdî yâd olundı. Nâm-ı vâcibü'l-ihtirâmı Osmân ve zât-ı huceste-kirâmı pesend-i yârân ve zihn-i mustakîmi çâlâk ve kadd-i bülendi letâfet gülşeninün nâzüknihâli ve rûy-i ferah-bahşı ma'rifet gülzârınun gül-i âli ve gülistân-ı nazmda tab'-ı nüktedânı gonce gibi zîver-i hüner ile ârâste ve bustân-ı ma'rifetde vücûd-ı latîf-i zarîfi ma'lûmât ile pîrâstedür. Rûz u şeb tetebbu'-ı eş'âr-ı şu'arâ-yı nâmdâr ve dem-be-dem peyrev-i fusahâ-yı suhen-güzâr olup yârân-ı suhen-güster ile hem-dem-i tûtî-i şîrîn-dem olup her vechile gazel dimek tab'-ı pâkine müsellem ve tabi'at-ı şi'riyyesi hûb ve ebyât-ı nâzügi mergûbdur. Ekser bu diyâra gelen dervişân u şâ'irân-ı dil-rişân ile eş'âr-ı dürer-bâr ve nazm-ı belâgatdisâr dimege meşgûl ve erbâb-ı kemâl içre söyledügi eş'âr makbûldür. Bu bir nice beyt ve gazel-i âbdâr anlarundur tahrîr oldı... Ahdi Zafer-nâme Kazanılan savaşlar neticesinde kaleme alınan manzum veya mensur eserlere verilen genel isimdir. Bu tür, gazavatname ve fetihname ile benzer özellikler taşısa da sadece zaferle sonuçlanan savaşları konu alması bakımından onlardan ayrılır. Kemalpaşazade’nin (16. Yy.), aynı zamanda Tevârîh-i Âl-i Osman adlı eserinin bir bölümü olan Zafernâme-i Sultan Süleyman’ı, Abdullah Çelebi’nin (17. Yy.) Zafernâme-i Kal’a-i Üstüvâr’ı, Karaçelebizade Abdülaziz’in (17. Yy.) Zafernâme’si, Sabit’in (18. Yy.) Zafernâme’si belli başlı zafernâme örneklerindendir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Türk İslam Edebiyatında Türler DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Kimi kasidelerin nesip yani giriş kısımlarında bahar tasvirleri yapılır. Bu tür şiirlere edebiyatımızda ne ad verilir? a) Bahname b) Gazavatname c) Bahariyye d) Kaside e) Selimname 2. Gazalar neticesinde ele geçirilen yerleri, diğer ülkelere, hanlıklara vs. hükümdarlara ilan eden mektuplar, aşağıdaki edebî türlerden hangisinin kapsamına girer? a) Selimname b) Gazavatname c) Fetihname d) Bahname e) Sakiname 3. İnsanların dış görünüşlerine bakarak karakterleri ve huyları ile ilgili yorumların, tespitlerin yer aldığı edebî türlere ne ad verilmiştir? a) Sakiname b) Surname c) Siyasetname d) Kıyafetname e) Şehrengiz Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Türk İslam Edebiyatında Türler 4. Hemen hemen daima terkib-i bent nazım şekliyle yazılan; ölmüş kişilerin arkasından onların güzel hasletlerini saymak ve ölümüne duyulan üzüntüyü dile getirmek maksadıyla tertip edilen manzumelere ne ad verilir? a) Mersiye b) Sakiname c) Süleymanname d) Bahname e) Seyahatname 5. Aşağıdakilerden hangisi, bir şehrin güzellerini ve güzelliklerini konu edinen ve genellikle mesnevi nazım şekliyle kaleme alınan edebî türdür? a) Seyahatname b) Sefaretname c) Şehrengiz d) Bahname e) Surname 6. Aşağıdakilerden hangisi seyahatname türünde kaleme alınmış bir eser olarak kabul edilemez? a) Miratül-Memalik b) Cihannüma c) Tuhfetül-Haremeyn d) Mihnet-i Keşan e) Kabusname Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 Türk İslam Edebiyatında Türler 7. Devlet yönetimi hakkında yöneticilere bilgi vermek maksadıyla kaleme alınmış, didaktik karakterli manzum veya mensur eserlere ne ad verilir? a) Bahname b) Süleymanname c) Surname d) Sefaretname e) Siyasetname 8. Aşağıdakilerden hangisi, bir padişahın saltanat yıllarında meydana gelen savaşları ve çeşitli olayları konu edinen türler sınıfına girer? a) Gazavatname b) Fetihname c) Zafername d) Süleymanname e) Sefaretname 9. Aşağıdaki edebî türlerden hangisinin içeriğinde savaş konusu yoktur? a) Zafername b) Gazavatname c) Fetihname d) Süleymanname e) Surname Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30 Türk İslam Edebiyatında Türler Fars ve Türk edebiyatlarında biyografik nitelikli eserlere tezkire denilmiştir. Bu eserler, biyografisi verilen kişilere ya da meslek gruplarına göre farklı isimler alırlar. 10.Aşağıdakilerden hangisi şairleri konu edinen tezkireler sınıfına girmez? a) Heşt Behişt b) Mecalisün-Nefais c) Tezkiretül-Hattatin d) Gülşen-i Şuara e) Tezkiretüş-Şuara Cevap Anahtarı 1c 2c 3d 4a 5c 6e 7e 8d 9e 10c Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31 İÇİNDEKİLER AHENK UNSURLARI • • • • • • • Ses Tekrarları Kelime Tekrarları Mısra Tekrarları Vezin Kafiye Redif Ahenge Katkı Sağlayan Tekrar Sanatları TÜRK İSLAM EDEBİYATI HEDEFLER Prof. Dr. Ahmet MERMER • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Ahenk kavramının ne olduğunu kavrayabilecek , • Türk edebiyatında ahengi sağlayan unsurları tanıyabilecek, • Bir şiir metninde kafiye, redif ve vezni bulabileceksiniz. ÜNİTE 7 Ahenk Unsurları GİRİŞ Şiir dilinin en önemli ögelerinden biri ahenktir. Şairler; kafiye, ses ve söz tekrarları, vezin yardımıyla belli bir müzikalite yakalamaya çalışırlar. Bu müzikalitenin okuyucuda bir etki bıraktığı onu farklı bir atmosfere soktuğu açıktır. Bundan dolayı özellikle mutasavvıf şairler şiirdeki müzikalitenin vecd hâli oluşturucu özelliğinden sıkça yararlanmışlardır. Bu ünitede şiirin önemli niteliklerinden biri olduğu için ahenk üzerinde durulacaktır. Ayrıca Türk İslam edebiyatı çerçevesinde kaleme alınmış ürünlerde dikkati çeken ahenk unsurları örnekler ışığında tanıtılmaya çalışılacaktır. ÂHENK Ahenk, sözlü ve yazılı anlatımlarda “duygu, düşünce ve hayalin etkili kılınması için, kelime ve cümlelerin kulağa hoş gelen uyumu” anlamına gelen bir terimdir. Şiir üslubunun önemli bir unsuru sayılan ahenk kelimesi, sözlük anlamıyla musiki terimi karşılığı kullanılır. Ahenk, şiiri musikiye yaklaştıran bir özellik taşır. Fakat bu musiki, saf musiki değildir. Şiir hiçbir zaman gerçek musikinin ses zenginliği ile yarışamaz. Şiirde ahenk büyük oranda kelimelerin ses değerlerinden sağlanır. Birden çok kelimenin bir araya gelmesiyle edebî metinde kelimelerin ses değeri yüksek olanlardan seçilmesi bunların bir kompozisyon hâlinde istif edilmesi önem arz eder. Klasik Türk edebiyatında ahenk, fesahat kavramı ile ifade edilmiştir. Ayrıca tezkire, divan ön sözleri ve bazı gazellerin mahlas beyitlerinde yine ahengin karşılığı olarak insicâm, tecânüs, teellüf, elfâz, edâ, mevzûn, selîs ve selâset gibi kavramlar kullanılmıştır. Mesela Âşık Çelebi, Tezkire’sinde, Bîdârî adlı şairin aşağıdaki matlaını, gerek tekrarlar ve gerekse aynı anlamlı kelimelerin bir arada kullanılması açısından “selîs” olarak nitelemiştir: Göz göz itdüm cism-i zârı nâvek-i dildârdan Ser-be-ser çeşm oldum ammâ toymadum dîdârdan Bu kavramların yanı sıra ahenksiz ifadeler için, özellikle Âşık Çelebi ve Gelibolulu Âli’nin tezkirelerinde rekâket terimi kullanılır. Ahengi edebî terim olarak ilk defa kullanan Recaizade Ekrem, bu terimi tek başına değil, harmonie/ahenk karşılığı olarak âheng-i selâset tamlaması içinde zikreder. Recaizade ve sonrasında gelen yazarlar ahengi; kelimede ahenk, cümlede ahenk ve taklidî ahenk şeklinde üç Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Ahenk Unsurları bölümde inceler. Bu sınıflandırma açısından bakıldığında Klasik Türk edebiyatında, taklidî ahenk ön plandadır. Mesela Şeyh Galip’in şu beyti buna tipik bir örnektir: Güm güm öter âsmân sadâdan Güm-geşte zemin bu mâcerâdan Ahenk, sözlü ve yazılı anlatımlarda “duygu, düşünce ve hayalin etkili kılınması için, kelime ve cümlelerin kulağa hoş gelen uyumu” anlamına gelen bir terimdir. Bu beyitte bir fırtınadaki gök gürültüsü “güm güm” kelimeleri ile kaybolmuş anlamında “güm-geşte” bir araya getirilerek ahenk sağlanmaya çalışılmıştır. Türk edebiyatında ahengi sağlayan unsurlar; söz tekrarları, ses tekrarları, vezin, kafiye ve redif olarak sıralayabiliriz. Ses Tekrarları Aliterasyon: Mısra, beyit, bend veya bir ifadede ünsüz harflerin konuya ve anlama uygun biçimde birden fazla tekrarıyla elde edilen ahenktir. Bu çeşit ahenkten akılda kalıcılığa yardımcı olması sebebiyle yalnızca şiirde değil, reklam kampanyalarından atasözlerine varıncaya kadar yararlanılır. Şeyhülislam Yahya’nın şu beytinde, “s” harfinin bilinçli tekrarıyla bir ahenk elde edilmiştir. Sun sâgarı sâkî bana mestâne disünler Uslanmadı gitdi gör o dîvâne disünler Aliterasyon: Mısra, beyit, bent veya bir ifadede ünsüz harflerin konuya ve anlama uygun biçimde birden fazla tekrarıyla elde edilen âhenktir. Yine Necip Fazıl’ın şu mısralarında “s” ünsüzünün tekrarı dikkati çekmektedir. Sırma renginde pislik dünyanın süsü püsü Bende tek aziz eşya annemin başörtüsü Aşağıdaki bentte ise, Nedim ses ve anlam bütünlüğünü güzel bir şekilde oluşturmuştur. Sînemi deldi bugün bir âfet-i çârpâreli Gül yanaklı gülgüli kerrâkeli mor hâreli Çifte benli sîm gerdenli güneş ruhsâreli Gül yanaklı gülgüli kerrâkeli mor hâreli Asonans: Mısra, beyit, bend veya bir ifadenin ünlü harflerinin birden fazla tekrarıdır. Ünlü harflerin tekrarından amaç bir uyum ve müzikalite yakalamaktır. Cahit Külebi aşağıdaki mısralarda “a” ünlüsünü on beş kez kullanarak ahenge bir zenginlik kazandırmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Ahenk Unsurları bent veya bir ifadenin ünlü harflerinin birden fazla tekrarıdır. Örnek Karaydı ölüm haberi kara Asonans: Mısra, beyit, Serildi yataklara Herkes döküldü sokaklara Ağlayanın bini bin para Gömüldü topraklara Aşk olsun hatırlayacaklara Hasretin türküsü duyulur Kırlar boyunca bir garib söyler Dumanlar yükselir bacalardan Dumanlar gibi tüter köyler Cahit Külebi Kelime Tekrarları Mısra Başı Tekrarları: Hitabette aynı kelimenin cümle başında, şiirde bir kelimenin veya kelimelerin art arda gelen mısralarda tekrarıdır. Bu durum tek kelimenin, bağlacın veya iki kelimenin yinelenmesiyle elde edilir. Necip Fazıl’ın şu dörtlüğünde mısra başı tekrarını görürüz. Mısra Başı Tekrarları: Hitabette aynı kelimenin cümle başında, şiirde bir kelimenin veya kelimelerin art arda gelen mısralarda tekrarıdır. Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır Kaldırımlar, duyulur ses kesilince sesi Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır Sezai Karakoç’un şu mısralarında ise iki kelimelik mısra başı tekrarını görürüz. Birinin sesi sanki atlardan örülen kemerdi Birinin sesi çılgın atlara vurulmuş bir eğerdi Birinin sesi kubbe kurşunlarından ağır Birinin sesi lâğımlar birliği gibi akıyordu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Ahenk Unsurları Birinin sesi bütün aynaları paslandırıyordu Yine Yunus Emre’nin şu beytinde mısra başında iki kelime tekrarı vardır: Bir dem sanasın kış gibi şol zemheri olmuş gibi Bir dem beşâretten toğar hoş bâğ ile bostân olur Mısra İçi Kelime Tekrarları: Bir kelimenin bir mısra içinde birden çok tekrar edilmesidir. Bazen şairler aynı kelimenin tekrarıyla bir mısraı oluşturur. Aşağıdaki beyit aynı kelimenin mısra başı ve sonunda tekrarına örnektir. Mısra İçi Kelime Tekrarları: Bir kelimenin bir mısra içinde birden çok tekrar edilmesidir. Kamuya bencileyin sen dirîğ kamulara Yiğ ise âlemün ayruklarıyla âh bana Ahmed Paşa Bu örnekte ise; aynı kelimenin mısra boyunca tekrarı söz konusudur. En güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz Ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz Ziya Osman Saba Bir Şiir Bütününde Görülen Kelime Tekrarları: Tekrar eden kelime veya kelimelerin birden çok mısra veya beyitte yaygınlık kazanmasıdır. Örnek Bir Şiir Bütününde Görülen Kelime Tekrarları: Tekrar eden kelime veya kelimelerin birden çok mısra veya beyitte yaygınlık kazanmasıdır. Güzeller geldi bayrama beg olmuş Donanmış bir birinden yig olmuş Güzeller gibi bayram ile nevruz Bezenmiş bir birinden yek-renk olmuş Güzeller gibi bayram ile nevruz Semenler sebzede gönlekcek olmuş Güzeller ârızından yandı lâle Libâsı ana oddan gönlek olmuş Güzel sâki yükin yitirdi halkun Yine sâfî ile sofu hek olmuş Güzeller yine sûret verdi aşka Dediklerin Necâtî gerçek olmuş Necati Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Ahenk Unsurları İkilemeler: Şiirde anlamı pekiştirip ahengi sağlamak için aynı kelimenin yan yana kullanılmasıdır. Aşağıdaki beyitlerde ikileme örneklerini görmekteyiz. İkilemeler: Şiirde anlamı pekiştirip, ahengi sağlamak için aynı kelimenin yan yana kullanılmasıdır. Ne tâze tâze zeminler bulurdu Gâlib-i zâr Sözün felekde melekler pesend edinceye dek Şeyh Galip Kadem kadem gece teşrîfi Nâilî o mehin Cihân cihân elem-i intizâra değmez mi Naili Pâre pâre yüreğimi rîze rîze bağrımı Tîğ-i hicrinle nice bir şerha şerha yarasın Necati Kedim, ayak ucuna büzülmüş, uyumakta, İplik iplik sarıyor sükûtu bir yumakta, Hırıl hırıl Hırıl hırıl Necib Fazıl Mısra Tekrarı:Bir şiirde mısra ve beyitlerin birden çok tekrar edilmesidir. Bu tür tekrarlara nakarat denir. Halk şiirinde nakarat kavuştak veya bağlama olarak adlandırılır. Mısra Tekrarı: Bir şiirde mısra ve beyitlerin birden çok tekrar edilmesidir. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı Önce hafiften bir rüzgâr esiyor; Yavaş yavaş sallanıyor Yapraklar, ağaçlarda; Uzaklarda, çok uzaklarda, Sucuların hiç durmayan çıngırakları İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. Orhan Veli Kanık VEZİN/ÖLÇÜ Şiir sanatının en temel öğelerinden biri kabul edilen vezin, edebiyat tarihimiz içinde önemli bir yere sahiptir. Günümüzde etkisi azalsa da varlığını sürdürmektedir. Türk şiirinin hece ve aruz olarak iki temel vezni vardır. Türklerin İslamiyeti kabulü öncesinden günümüze gelen hece vezni; mısraları meydana getiren hece sayılarını esas olarak kabul eder. İslamiyetin kabulü sonrası Arap ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Ahenk Unsurları Fars edebiyatlarından şiirimize giren aruz vezni ise; hecelerin uzunluk-kısalık ve açıklık –kapalılığından doğmuştur. Günümüz şiirinde aruz ve hece vezninin yanında serbest vezin de kullanılmaktadır. Veznin şiirdeki, asıl varlık sebebi sözü ahenkli hâle getirmektir. Arûz Türk şiirinin hece ve aruz olarak iki temel vezni vardır. Arûz, her mısra‘ın baştan sona kadar tüm hecelerinin, kendinden sonra gelen bütün mısraların aynı hizadaki heceleriyle açıklık ve kapalılık noktasında denk olma durumudur. Sözlükte “yön/taraf, yol, usûl, Mekke, Medine ve etrafı, serkeş deve, çadırın orta direği…” gibi anlamlara gelen aruz, Arap dili ve edebiyatının veznine ve bir beytin birinci mısraının son tef’ilesine/parçasına verilen addır. Aruz, her mısraın baştan sona kadar tüm hecelerinin, kendinden sonra gelen bütün mısraların aynı hizadaki heceleriyle açıklık ve kapalılık noktasında denk olma durumudur. Aruz vezni, Arap edebiyatında doğmuş, onun dil yapısına, edebî geleneğine ve zevkine göre, değişikliklere uğrayarak başta Fars ve Türk edebiyatları olmak üzere, İslam medeniyetine/Doğu edebiyatlarına girmiştir. Aruzun Cahiliye Devri’ne kadar uzanan bir geçmişi vardır. İlk zamanlarda aruz, dağınık ve düzensizdi. Büyük Arap alimi olan İmam Halil, IX. yy.da bu vezni sistemleştiren ve tertip eden kişidir. İmam Halil, aruz kalıplarını bahir adıyla gruplandırıp bunların birbirlerine olan yakınlıklarını ve birbirleriyle ilişkilerini bir daire üzerinde göstermiştir. Arap aruzunda 15 bahir vardır. Bunlar beş dairede toplanmıştır. Aruz, Araplarda başlı başına bir ilim sayıldığından dolayı terim noktasında çok zenginlik gösterir. Farslar, aruzu oldukça değişikliğe uğratmıştır. Türkler de Fars edebiyatında değişikliğe uğrayan ve gelişen aruzu almıştır. Türkler, İslamiyet’i kabul ettikten sonra bu vezni kullanmaya başlamış ve yakın zamana kadar da kullanmaya devam etmişlerdir. Aruz vezninde pek çok kalıp var ise de, Türk edebiyatında tamamı kullanılmamıştır. Edebiyatımızda kullanılan aruz kalıpları Türkçe’nin snyleyişine ve zevkine uygun olarak seçilmiştir. Aruz vezni bir ahenk unsuru olduğu kadar, nazımda metni doğru okumanın da başka bir aracıdır. Müzikte “usul” ne ise, şiirde de aruz odur. Türk edebiyatında düz/basit kalıplar ile karışık/muhtelif kalıplar ön planda tutulmuştur. Türk edebiyatında kullanılan kalıplardaki tefilelerin/kalıp parçalarının adları şunlardır: - + - - fâ’ilâtün - + - + fâ’ilâtü + + - - fe’ilâtün + - + - mefâ’ilün + - - - mefâ’îlün +--+ mefâ’îlü - - + mef’ûlü --+-++++-++-++- müstef’ilün müfte’ilün mütefâ’ilün müfâ’aletün Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi - + - fâ’ilün + + - fe’ilün + - - fe’ûlün - - fâ’lün fâ’ 7 Ahenk Unsurları Daha önce de belirtildiği gibi aruzda hecenin niteliği/açık – kapalı ve uzunlukkısalık durumu söz konusudur. Aruz vezni bir ahenk unsuru olduğu kadar, nazımda metni doğru okumanın da başka bir aracıdır. Müzikte “usul” ne ise, şiirde de aruz odur. Açık Hece: Aruz vezninde sonu kısa ünlüyle biten heceye açık hece denir. Açık hece bazı kaynaklarda kısa hece, muallak adıyla da anılır. Eski yazıya göre bir harf ve üstündeki bir harekeden oluşan hecedir: A-na-do-lu gibi. Bu çalışmada, aruz vezinlerini gösterirken açık/kısa heceler (+) işaretiyle belirtilmiştir. Kapalı Hece: Sonu ünsüz veya uzun ünlü harfle biten hecelere kapalı hece denir. Bu tip heceye mutavassıt, uzun hece, tam hece de denir. Aruz vezninde (-) işaretiyle gösterilir. Kâ-tip, tan-bûr gibi. Mısraların son heceleri ister açık ister kapalı heceyle bitsin, kural olarak daima kapalı hece ile gösterilir. Türkçede bazı kelimeler aruz veznini kullanmayı güçleştirmektedir. Bu bakımdan şairler aruzu rahat kullanabilmeleri için, kendilerine bazı yollar bulmuşlardır. Bu yollar ise, imale, ulama ve zihaf’tır. Mısraların son heceleri ister açık ister kapalı heceyle bitsin dâimâ kapalı hece ile gösterilir. Ulama: Eskiler vasl olarak adlandırırlar. Aruz terimi olarak, bir kelimenin sonundaki sessiz harf ile ardından gelen kelimenin başındaki sesli harf birleşir ve hece kısa/açık hece hâline getirilirse vasl/ulama yapılmış olur. Konuşma dilimizde sonu sessiz harfle biten kelimelerin o harfini, sonraki kelimenin ilk harfi ünlü ise ona birleştirerek konuşuruz. Aruzla şiir yazan şairlerimiz dilimizin bu özelliğine sıkı sıkıya uymuşlardır. İmâle: Bir hece aslında açık olduğu hâlde vezin zoruyla medli/uzun okunursa bu okunuşa medli/imale denir. Beyitlerde (↑) işaretiyle gösterilmiştir. Mesela Nefi’nin: Tûtî-i mu‘cize-gûyem ne disem lâf degül ↑ ↑ Çerh ile söyleşemem âyinesi sâf degül beytindeki ile kelimesindeki “le” hecesi ve âyinesi kelimesindeki “si” hecesi böyle imaleli okunan hecelerdir. Edebiyat teorisyenleri, bunu genellikle aruz kusuru saymış iseler de, aslında her zaman kusur sayılmamalıdır. Tam tersi hüner sayılmalıdır. Meselâ Baki’nin şu beytinde anlamı güçlendiren bir unsur olarak bilerek imale yapılmıştır: ↑ Nâm u nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan ↑ Düşdi çemende berg-i dıraht itibârdan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Ahenk Unsurları Bu beyitteki u hecesi ve di edatı uzun okunmalıdır. Zihâf: İmalenin aksine, uzun/kapalı (medli) okunması gereken bir heceyi kısa, açık hece gibi okumaya zihaf adı verilir. Aruzda kusur sayıldığından çok az rastlanılır. İmâle: Bir hece aslında açık olduğu halde vezin zoruyla medli/uzun okunursa bu okunuşa medli/imâle denir. Sekt-i Melih: Güzel duraklama anlamına gelen sekt-i melih, bir aruz terimi olarak mefûlü/ mefâilün/ feûlün kalıbının mefûlün/ fâilün/ feûlün şekline dönüşmesi ve böylece bir hecenin eksilmesine verilen addır. Arapça ve Farsçadan dilimize geçmiş bazı kelimelerde sonu sessiz harfle biten hecelerde, sonraki sessiz harften önce (dâr, çâk, pâk, rûh, tîğ) örneklerindeki gibi bir imaleli harf veya (çarh, fakr, derd, zırh, murg) örneklerindeki gibi sonunda iki sessiz harf bulunursa, o hece bir kapalı bir açık iki hece gibi okunur. Yukarıdaki beytin ikinci mısraındaki “sâf” kelimesi bir kapalı bir açık hece *- +] gibi değerlendirilir. Buna bir buçuk hece veya medli hece adı verilir. Farsça tamlamaları bağlayan, gramer özelliği olan “-ı, -i” gibi harflerle, kelimeleri birbirlerine bağlayan “–u, -ü” harfleri, veznin durumuna göre bazen kısa, bazen uzun okunurlar. ARÛZ VEZİNLERİ Aruzun pek çok kalıbı vardır. Bunlardan Türkçeye uyan ve Türk İslam edebiyatında sık kullanılan vezinler şunlardır: Mefâîlün Mefâîlün Mefâîlün Mefâîlün Aruz terimi olarak, bir kelimenin sonundaki sessiz harf ile ardından gelen kelimenin başındaki sesli harf birleşir ve hece kısa/açık hece hâline getirilirse vasl/ulama yapılmış olur. (+ - - - / + - - - / + - - - /+ - - -) Türk edebiyatında çok kullanılan kalıplardandır. Divan şiirinde en çok musammat kasideler, musammat gazeller, kıtalar ve şarkılar bu kalıpla yazılmıştır. Hâyâl-i yârdan dûr olsa bir dem cânım eylenmez Ne çâre hâtırım vîrânedir sultânım eylenmez Şeyh Galip Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Ahenk Unsurları Mef`ûlü Mefâîlü Mefâîlü Feûlün (- - + / + - - + / + - - + / + - -) Türk şairlerinin çok sevdikleri ve çok kullandıkları vezinler arasında yer alan bir kalıptır. Ayrıca aruzun hareketli ve ahenkli kalıbıdır. Divan edebiyatında müstezatlar bu kalıpla yazılır, eklemeler (--+/+--) şeklindedir. Halk edebiyatının âşık tarzında özel bir beste ile okunan kalenderilerin de bu kalıpla yazıldığı görülür. Ayrıca bu kalıbın bir başka şekli de şudur: mef`ûlü fâilâtü mefâîlü feûlün Döndürdü felek men’-i semâ’ eylediğinden Devrâne müdârâya kıyâm eyledi vâiz Şeyh Galip Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün (- - + - / --+- / --+- / --+-) Divan edebiyatında mısraın oldukça uzun, iki eşit parçaya ayrılmasına uygun, İç kafiyeli musammat kasîde ve gazellerde uygulanan bir kalıptır. Bu kalıbın mesnevîlerde görülen ikili şekli de yer alır. Gördüm bu vechin Hakkını ayne’l-yâkîn yâ Hû derem Ger sûfî lâdan dem urur ben her dem illâ Hû derem Akşemseddin Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün (- + - - / - + - - / - + - - / - + -) Türk şiirinde çok kullanılan kalıplardan biridir. Divanlarda yer alan şiirlerin kalıplarına göre, önde gelen bir aruz kalıbıdır. Âşık edebiyatında muayyen bir besteyle söylenilen divanlar bu vezinle yazılırdı. Sâlikin matlûbu Hû’dur ârifin irfânı Hû Âşıkın mâ’şûku Hû’dur tâlibin seyrânı Hû Yunus Emre Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Ahenk Unsurları Feilâtün (Fâilâtün) Feilâtün Feilâtün Feilün (Fa’lün) (+ + - - (- + - -) / + + - - /+ + - - /+ + - (- -) ) Türk şiirinde failatün tefileleriyle oluşan kalıptan sonra, bu kalıp da çok kullanılanlar arasındadır. Bu kalıbın ilk parçası feilâtün yerine fâilâtün de olabilir. Divan şiirinde daha çok bu şekli tercih edilirdi. Âteş-i hüsni gönüllere kodı cilve-i aşk Sâgara şu’le-i hâlkerde kodı cilve-i aşk Şeyh Galip Feilâtün (Fâilâtün) Mefâilün Feilün (Fa’lün) (+ + - - (- + - -) / + - + - / + + - (- -) ) Duhteriz def-i zahm-ı endûha Gül gibi bir tabîbdir dirler Raşit Mefâilün Feilâtün Mefâilün Feilün (Fâ’lün) (+ - + - / + + - - / + - + - / + + - (- -) ) Bu iki kalıp Türkçeye en uygun bahirlerden biridir. Türk şiirinde çok kullanılan bir kalıptır. Görünce şu’le-i rûyunda dûd pervâne Yanardı nâr-ı gama hem-çü ‘ûd pervâne Şeyh Galip Mef’ûlü Fâilâtü Mefâîlü Fâilün (- - + / - + - +/ + - - + /- + -) Ser-geştegân-ı aşkı kayırmaz mı rûzgâr Çarh ile bir hesâb çevirmez mi rûzgâr Şeyh Galip Burada konuyu bitirmeden şu önemli noktaları belirtmeye çalışalım: Fâ‛ilâtün’lü kalıpların sonu, fâ‛ilün (-+-); fe‛ilâtün’lü kalıpların sonu fe‛ilün (++-) ile Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Ahenk Unsurları biter. Mısraların sondan bir önceki hecesi kendiliğinden kapalı ise, fâ‛ilün (- +-), fe‛ilün (++-)=fa‛lün(- -)dür. Aruz kalıpları incelendiğinde karışık kalıplarda şöyle bir durum vardır: Birbirinden farklı iki kalıp parçası yan yana gelmiş ise, bir mısrada aynı sırada aynen bir kere daha tekrar edilir. Böyle kalıplara karışık kalıplar adı verilir. Mesela mef‛ûlü fâilâtün mef‛ûlü fâilâtün gibi. RUBÂÎ KALIPLARI Rübai kalıplarından on ikisi –Mef’ûlü- cüz’iyle başlar ki, Ahreb vezinleri adını alır. “Mefûlün” ile başlayan diğer on ikisine de Ahrem vezinleri denir. Rubai tarzı İran edebiyatından doğmuş ve oradan Arap edebiyatına ve Türk edebiyatına geçmiştir. Rubainin 24 vezni vardır. Bunlardan on ikisi –mef’ûlücüzüyle başlar ki, ahreb vezinleri adını alır. Bunlar arasındaki bir takım önemsiz farklar bir tarafa bırakılarak altıya indirilmişlerdir. mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûl - - + / + - - +/ + - - + / + - mef’ûlü mefâîlün mef’ûlü feûl --+ / +--- / --+ /+- mef’ûlü mefâilün mefâîlü feûl - - + / + - + - / + - - +/ + - mef’ûlü mefâîlü mefâîlü fâ’ - - + / + - - +/ + - - +/ - mef’ûlü mefâîlün mef’ûlün fâ’ --+ / +--- / --- / - mef’ûlü mefâilün mefâîlü fâ’ --+ / +-+-/ +--+ / - “Mef`ûlün” ile başlayan diğer on ikisine de ahrem vezinleri denir. Bunlar da aynı şekilde altıya indirilmiştir. mefûlün mef’ûlü mefâîlü feûl - - - / - - + / + - - +/+ - mef’ûlün mef’ûlün mef’ûlü feûl --- / --- / --+ / +- mef’ûlün fâilün mefâîlü feûl - - - / - + - / + - - +/+ - mef’ûlün mefûlü mefâîlün fâ’ --- /--+ /+--- /- Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Ahenk Unsurları Hece vezninin esası mısralardaki hece sayısına dayanır. mef’ûlün mef’ûlün mef’ûlün fâ’ --- / --- / --- /- mef’ûlün fâilün mefâîlün fâ’ --- / -+-/+--- /- Rubaide ahreb ve ahrem vezinlerinin karıştırılması uygun değildir. Fakat aynı türden altı veznin birkaçı bir tek rubai içinde bulunabilir. Bununla beraber her iki kısmın vezinlerini bir rubaide toplayan şairler görülmüştür. Bizim divanlarımızda, dört mısralık kıtaların başında bazen rubai yazıldığı görülür. Kıta, rubai vezninde olmadığı hâlde böyle yazılması “dörtlük” anlamında olmasından ileri gelmektedir. Hece Vezni Hece ölçüsünün esasında mısraın belli yerlerinden bölünmeler olur, bu bölümlere durgu denir. Türk dilinin kendi ölçüsü hece veznidir. Bu veznin esası mısralardaki hece sayısına dayanır. Kelimelerde hecelerin değerleri göz önüne alınmaz, sadece hece kümelerinin sayısı göz önüne alınır. Bu vezin Türk dilinin tarihi boyunca kullanılagelmiştir. Mısralarda heceler parmakla sayıldığından ayrıca bu vezne parmak hesabı/hisâb-ı benân adı da verilir. Hece ölçüsünün esasında mısraın belli yerlerinden bölünmeler olur, bu bölümlere durak denir. Mesela 11’li hece ölçüsüyle yazılan bir mısrada 6+5/4+4+3 olmak üzere iki ve üç durgu vardır. Bu vezindeki durgular rakamla gösterilir. Bu durgular şairin tercihine göre ayrılan bölünmeler değildir. Şiirdeki söyleyiş ahengi ve akıcılığına göre doğal söyleyişe yakın veya uygun olmalıdır. Bir başka söyleyişle kalıp şairin tercihi olduğu kadar, durgular sözün gerektirdiği bir durumdur. Mesela 11 heceli olan, Bir rüyadan artakalmanın hüznü İçinde gülüyor bana derinden Mısralarının ilki 6+5 ile durgulanmıyor ancak bu mısra 4+7’li bölünürse doğal söyleyişe veya hece ölçüsünün kuralına uygun düşüyor. Şair bu duraklarla sözün ritmini sık sık değiştirip zenginleştirmesini sağlar. Hece ölçüsünde hece sayısı 2-17 heceli kalıplar görülmüştür. Bu kalıplar durgulu kullanıldığı gibi durgusuz da kullanılabilir. Hece ölçüsünün eskiden beri çok kullanılmış ve örneklerine sıkça rastlanılan hece ölçüsünün belli başlı kalıpları şunlardır: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Ahenk Unsurları Yedi Heceliler (3+4) (4+3) Çağırdım/erenlere Ecel geldi/cihane Bu derdi verenlere Baş ağrısı bahane Bu derdi verdi bana Arsız neden arlanır Vermesin yarenlere Çaput giyer sallanır Sekiz Heceliler (4+4) Ben susadım/yandı yürek Gönlüm düştü/bir sevdâya Gitmek oldu ilden gerek Gel gör beni aşk n’eyledi Anam babam eyler firak Başımı verdim gavgâya Sefer düştü gider oldum Gel gör beni aşk n’eyledi Şeyh Mehmed Yunus Emre On Heceliler (5+5) Padişah oldun/taht senin değil Satın alırsan kul senin değil Emanet beslenir can senin değil A dünya senin neni övsünler On Bir Heceliler (6+5) Urum abdâlları/gelür dost diyü Geydükleri nemet ile post diyü Hastalarda gelür dermân isteyü Saglar gelür Sultan Abdâl Musa’ya Kaygusuz Abdal Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Ahenk Unsurları On Dörtlü (7+7) Cânını terk etmedin/cânânı arzularsın Zünnârını kesmedin îmânı arzularsın Şol uşacuklar gibi binersin ağaç ata Çevgân ile topun yok meydânı arzularsın … Var sen Niyâzî yüri atma okun ileri Derd ile kul olmadın sultânı arzularsın Niyazi-i Mısri SERBEST VEZİN Kafiyesiz, ölçüsüz ve sabit nazım şekillerine bağlı olmayan mısralardan meydana gelmiş şiirlerdir. Bu tür şiirlerde ahenk genellikle iç ritimle oluşturulur. Özellikle 1930’lu yıllardan sonra yaygınlaşmaya başlayan serbest şiir günümüzün en çok tercih edilen şiir şeklidir. Ayna Örnek Serbest şiirler, kafiyesiz, ölçüsüz ve sabit nazım şekillerine bağlı olmayan mısralardan meydana gelmiş şiirlerdir. Ve gözüm eşyamda değil Yoruldum maddemden Tâ ki dünya bitti Köşk kurdum sâkin oldum … Büyük yeni bir hayat bildim Yeni yeni bildim yoksa ölüyordu bir şey İnsan binası yıkılıyordu durmadan Cahit Zarifoğlu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Ahenk Unsurları KÂFİYE Mısra sonu ses tekrarları bize kafiyeyi verir. Mısra sonu ses tekrarları bize kafiyeyi verir. Uyak olarak da adlandırılan kafiyeye halk şiirinde ayak da denilmektedir. Eski Türk şiirinde kafiye sistemi çoğunlukla mısra başındaydı. Buna “baş kafiye” veya “ön kafiye” denmekteydi. Türk şiirinde göz için kafiye ve kulak için kafiye olarak iki farklı yaklaşımın benimsendiği göze çarpar. Divan şiirinde kafiyenin göze hitap etmesi amaçlanırken, kafiyeli kelimelerin aynı kelime türünden olmasına dikkat edilirdi. Kafiye divan şiirinde meydana getirilirken kelimelerin ses değerleri üzerinde durulmayıp bir çizgi sanatı gibi şiir göze yönlendirilir. Divan şiirinde kafiyeyle ilgili kavramlar ve kafiye çeşitleri konusunda çok fazla terim vardır.Burada divan şiirindeki bu geniş terimler ve kavramlar dünyasından bahsedilmeyip daha çok günümüz sınıflandırmasına göre kafiye çeşitlerinden bahsedilecektir. Kafiye Çeşitleri Mısra sonundaki ses tekrarı ve tekrarı oluşturan harflerin sayısına göre kafiyeyi şu şekilde tasnif edebiliriz. Yarım Kafiye: Tek ses benzerliğine dayanan kafiye çeşididir. Yarım kafiye Tek ses benzerliğine dayanan kafiye çeşididir. çoğunlukla Halk şiirinde karşımıza çıkar. Halk şairleri ayak adını verdikleri kafiye hususunda daha rahat bir tavır göstermişlerdir. Halk şiirinin sazlı ve sözlü olması onların kulakta bir ahenk oluşturan her ses benzerliğini kafiye olarak değerlendirmelerine yol açmıştır. Yarım kafiye halk şiirinin tesiriyle Cumhuriyet döneminde de benimsenmiştir. Canlı bir yüz bana yaklaştı mehâbetle dolu Kim bu? Nerden geliş? Hangi yolun yolcusu bu Faruk Nafiz Çamlıbel Ben çektiğim kimler çeker Gözlerim kanlı yaş döker Bulanık bulanık akar Dağların seliyim şimdi Kul Mustafa Tam Kafiye: Türk şiirinde en çok kullanılan kafiye çeşidi olup bir ünlü ve bir ünsüzün ses benzerliğine dayanır. Fakat kökeni Arapça ve Farsça olan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Ahenk Unsurları kelimelerdeki uzun â, û, î seslileri iki ses sayıldığından bunlar da tam kafiye olarak düşünülmelidir. Türk şiirinde en çok kullanılan kafiye çeşidi olup, bir ünlü ve bir ünsüzün ses benzerliğine dayanır. Şiir ve onu oluşturan kelimeler Arap harfleriyle yazıldığında harflerin sayılarında farklılık oluşmaktadır. Bundan dolayı kafiyeyi meydana getiren sesleri tespit ederken şiirin Latin harfleriyle yazılışını esas almak daha uygun düşecektir. Sizleri görüyorum bahçemizdeki çamlar Bütün gün gölgesinde oynadığım dost badem Derken dallardan, ılık iniveren akşamlar Evine dönen babam, cam da bekleyen annem Ziya Osman Saba Elinden dal gibi düşerken ümit Ne bir hasret dinle, ne bir âh işit Bir yaprak ol esen rüzgârlarla git Kırık bir tekne ol dalgalarla gel Necip Fazıl Kısakürek Zengin Kafiye: Mısra sonlarında ikiden fazla ses benzerliğine dayanan Mısra sonlarında ikiden fazla ses benzerliğine dayanan kafiye çeşididir. kafiye çeşididir. Kafiyeli kelimelerden biri diğer kelimenin sonunda tekrarlanıyorsa bu tür kafiyeye tunç kafiye de denir. Bir çözülmez bilmece; Hep sayı, harf ve hece… Necip Fazıl Kısakürek Şüpheler bağrımda yara Ellerim boş yüzüm kara Çağır beni ışıklara Zaman ve mekân, efendim! Halide Nusret Zorlutuna Cinaslı Kafiye: Ses bakımından aynı, anlam, yönünden farklı kelimelerin oluşturduğu kafiyedir. Halk şiirinde özellikle mânilerde karşımıza çıkar. Divan şiirinde ise gazellerin matla beyitlerinde cinas kullanımı yaygındır. Baştan sona Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Ahenk Unsurları cinasla örülü gazellerle de karşılaşırız. Cinas daha çok bir söz oyunu sayılır ve ince bir mizaha dayanır. Ne var ne var âlemde Ses bakımından aynı, anlam, yönünden farklı kelimelerin oluşturduğu kafiyedir. Belâ kadar çekici Örse benzer kellemde Belaların çekici Necip Fazıl Kısakürek Ayırma beni senden Yaradan Düştüm ölürüm ben bu yaradan Yunus Emre REDİF Sözlük karşılığı arkadan gelen olan redif, mısraların sonunda kafiyeden sonra gelen ses benzerlikleridir. Sözlük karşılığı arkadan gelen olan redif, mısraların sonunda kafiyeden sonra gelen ses benzerlikleridir. Kafiyenin sonunda yazılışları, anlamları, görevleri aynı olan ek, kelime, ek kelime, ek kelime grupları bize redifi verir. Özellikle redif divan şiirinde simetrik tekrarı ile şiiri belli bir kavram ve konu etrafında toplar. Şaire geniş bir çağrışım zenginliği kazandırır. Redif şiirde kafiyenin bütünleyicisi ve zenginleştiricisidir. Redif, divan ve halk şiirindeki önemli yerini yeni Türk şiirinde önemli ölçüde yitirmiştir. Bu beyitte mısra sonlarındaki olsunlar kelime redife örnektir. Nice bir mübtelâ-yı aşka hicrân-ı belâ olsun İlâhi kendü gibi bî-vefâya mübtelâ olsun Baki Yine aşağıdaki dörtlükte kelime redif vardır. Lâleyi, sümbülü, gülü hâr almış Zevk ü şevk ehline âh u zâr almış Süleyman tahtını sanki mâr almış Gama tebdîl olmuş ülfetin çağı Bayburtlu Zihni Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Ahenk Unsurları Bu beyitte ise; -dan gayrılar ek kelime rediftir. Dime kim yârda yok cevr ü cefâdan gayrı Ne dilersen bulunur mihr ü vefâdan gayrı Necati Karamanlı Ayni’nin aşağıdaki beyti kelime grubu redife güzel bir örnektir. Gönül bedrin hilâli aldı gitti Dili fikr-i mahâli aldı gitti Karamanlı Ayni AHENGE KATKI SAĞLAYAN TEKRAR SANATLARI Seci, kalb, iştikak, iade, akis, tasri, irsat, cinas, tedvir, tekrir, tensik gibi sanatların da ahenge katkıları söz konusudur. Seci, kalb, iştikak, iade, akis, tasri, irsat, cinas, tedvir, tekrir, tensik gibi sanatların da ahenge katkıları söz konusudur. Bu sanatlarla ilgili tanımlamalar ve örnekler bu ders kitabının Edebi Sanatlar ünitesinde verilecektir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Özet Ahenk Unsurları •Ahenk, duygu düşüce ve hayalin etkili olabilmesi için ses, kelime ve cümlelerin kulağa hoş gelecek biçimde uyumlu sıralanışıdır. Edebî metnin vazgeçilmez unsurlarından olan ahenk söz tekrarları, ses tekrarları, vezin, kafiye, redif ve bazı edebî sanatlarla karşımıza çıkar. Türk İslam edebiyatı anlayışı çizgisinde eser veren şair ve yazarlar okuyucu üzerinde belli bir etki bırakmak ve onu farklı bir atmosfere sokmak için ahenk unsurlarına başvururlar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Ahenk Unsurları DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi ahenk unsurlarından biri değildir? a) Aliterasyon b) Kelime tekrarı c) Kafiye d) Aruz ölçüsü e) Telmih sanatı 2. “Bir edebî metinde ünlü harflerin birden fazla tekrarı” tanımına uygun düşen edebî terim aşağıdakilerden hangisidir? a) Assonans b) Redif c) Aliterasyon d) Hece ölçüsü e) Mısra tekrarı 3. Aşağıdaki aruz kalıpları içinde rubai kalıbını bulunuz. a) Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün b) Müstefilün müstefilün müstefilün müstefilün c) Mefûlü mefâîlü mefâîlü feûl d) Mefûlü fâilâtü mefâîlü fâilün e) Fâilâtun fâilâtun fâilâtun fâilun 4. Aşağıdakilerden hangisi bir aruz kusurudur? a) Açık hece b) Zihaf c) Kapalı hece d) Aruz bahri e) Tefile 5. Aşağıdaki beyitlerin hangisinde cinas vardır? a) Ne kâdir itmege bahs-i neşat ehl-i gama Sıkılmayan bu harâbâtda usâre gibi b) Her gören ayb itdi âb-ı dîde-i giryânumı Eyledüm tahkîk görmiş kimse yok cânânumı c) Bulur encâm gerçi cevr-i felek Sabr-ı eyyûb ömr-i nûh gerek d) Kısmetündür gezdiren yer yer seni Arşa çıksan âkibet yer yer seni e) Göz gördi gönül sevdi seni oy yüzü mâhum Kurbânun olam var mı benüm bunda günâhum Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Ahenk Unsurları 6. Aşağıdaki dörtlüklerin hangisinde kelime redif vardır? a) Buralardan çok uzakta bir köydü Beyaz billûr bir derecik içinden Hıçkırırdı sevinerek geçerken Kenârında vardı birçok söğüdü b) Hiç kalmadı asla ağıt tutanım Sıra ile kol üstüne yatanım Mecnûn oldum terk eyledim vatanım Bizim eller nere bilmem ağlarım c) Dün ü gün fikrim budur kim aceb erkân nedir? Ten nedir aslı nedir ten içinde cân nedir? Yerleri gör kim niçin toprağa urmuş yüzün Bulutlarda dün ü gün gerdiş-i gerdân nedir? d) Her kim merdâne Gelsin meydâne Bakmasın cane Kimde hüner var e) Sükût indi karanlıkla yorgun denize Ufuklarda uğuldayan rüzgâr uyudu Ay gecenin elinde bir sedef yelpaze Ölgün sular gök halkının rüyalı yurdu 7. Aşağıdakilerden hangisi ahengi sağlayan tekrar sanatlarından biri değildir? a) Hüsn-i talil b) İştikak c) Akis d) Kalb e) İrsat 8. Aşağıdakilerden hangisi durgu terimini tanımlamaktadır? a) Sonu ünsüz veya uzun ünlüyle biten hecedir. b) Edebî metin içinde ünsüz harflerin birden fazla tekrarıdır. c) Mısra sonunda kafiyeden sonunda gelen ses benzerlikleridir. d) Hece ölçüsüyle yazılmış mısraların belli yerlerinden bölünmesidir. e) Mefûlün cüzüyle başlayan aruz vezinlerine denir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Ahenk Unsurları 9. Aşağıdaki beyitlerin hangisinde kelime tekrarı vardır? a) Cânâ ne var garibüne itmezsin iltifât Vuslat sizün diyârda âdet degül midir b) Dûd-ı âhum ne aceb göklere tutsa yüzüni Âşıkun kimisi var ola Hudâ’dan gayrı c) Ölüm işi Hak işidir ondan kim incinir Yâr Necâtî gayr ile görmekdür ölüm d) Varlığın bile ne hâcet küre-i âlem ile Yeter isbâtına halk ettiği bir zerre bile e) Bülbüller öter güller açar şâd gönül yok Hiç böyleliğin görmemişüz fasl-ı bâhârın 10. Aşağıdaki beyitte görülen kafiye ve redif ile ilgili aşağıdaki eşleştirmelerden doğru olanı bulunuz? Dinle neyden hikâyet kılmada Ayrılıklardan şikâyet kılmada a) b) c) d) e) Yarım kafiye-kelime redif Zengin kafiye-kelime redif Tam kafiye-kelime grubu redif Yarım kafiye-ek redif Zengin kafiye-kelime grubu redif Cevap Anahtarı 1-e, 2-a, 3-c, 4-b, 5-d, 6-c, 7-a, 8-d, 9-c,10-b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Ahenk Unsurları YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Aksan, Doğan(1999). Şiir Dili ve Türk Şiir Dili: Ankara. Ayyıldız, Mustafa ve Hamdi Birgören (2005), Edebiyat Bilgi ve Teorileri: Ankara. Cengiz, Halil Erdoğan(1983), Divan Şiiri Antolojisi: İstanbul. Coşkun, Menderes (2010), Sözün Büyüsü Edebî Sanatlar: İstanbul. Çetin, Nurullah(2003), Şiir Çözümleme Yöntemi: Ankara. Çetişli, İsmail (1998), Cahit Külebi ve Şiirleri: Ankara. Çetişli, İsmail (2004), Metin Tahlillerine Giriş/1 Şiir: Ankara. Dilçin, Cem(2000), Örneklerle Türk Şiir Bilgisi: Ankara. İpekten, Haluk (1999), Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri ve Arûz: İstanbul. Kısakürek, Necip Fazıl(1989), Çile: İstanbul. Külekçi, Numan (2005), Edebî Sanatlar: Ankara. Macit, Muhsin(1996), Divan Şiirinde Ahenk Unsurları: Ankara. Mermer, Ahmet vd. (2010), Eski Türk Edebiyatına Giriş, Ankara. Mermer, Ahmet ve Neslihan Koç Keskin (2005), Eski Türk Edebiyatı Terimleri Sözlüğü: Ankara. Miyasoğlu, Mustafa(1999), Ziya Osman Saba: Ankara. Onay, Ahmet Talat(1996), Türk Şiirlerinin Vezni, (Haz.Cemal Kurnaz): Ankara. Pala, İskender (2010), Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü: İstanbul. Saraç, Yekta (2006). Klasik Edebiyat Bilgisi Belagat: İstanbul. Şafak, Yakup (1996), “Fars ve Türk Edebiyatlarındaki Arûz Vezinlerinin Ritmik Yapıları Üzerine Düşünceler”, Yedi İklim, X (70), 31-34. Tarlan, Ali Nihat (1992), Necâtî Bey Divanı: Ankara. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 İÇİNDEKİLER EDEBÎ SANATLAR • Mecazlar • Anlam Sanatları • Söz Sanatları TÜRK İSLAM EDEBİYATI HEDEFLER Doç. Dr. Alim YILDIZ • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Türk İslam Edebiyatı'nda edebî sanatların önem ve gerekliliğini kavrayabilecek, • Mecazlardan; istiare, kinaye, mecaz-ı mürsel, tariz, teşbih, teşhis ve intak hakkında bilgi sahibi olabilecek, • Anlam sanatlarından, hüsn-i talil, iktibas, iltifat, istifham, iham vb. sanatların ne olduğunu anlayabilecek, • Söz sanatlarından akis, cinas, iade ve iştikak hakkında bilgi sahibi olabileceksiniz. ÜNİTE 8 Edebî Sanatlar GİRİŞ Türk İslam edebiyatında edebî sanatlar özel bir öneme sahiptir. Bir şairin, bütün birikimlerini edebî sanatlarla süslemesi veya mana denilen dilberi, edebî sanat adı verilen süs eşyası ile donatması en tabii hakkı ve üzerine titrediği bir husustur. Hiç şüphesiz bu, bir yetenek ve kabiliyet işidir. Her bir sözü bir sanatla süslemek kadar bu sanatı keşfetmek ve anlamak da önemlidir. Zaman zaman bir beyitte birkaç sanatla karşılaşan okuyucu, aynı zamanda bu edebiyatın ihtişamını da farkeder. Sanat yapmak için dilin ağır, ağdalı ve zor anlaşılır olması şart değildir. Şair, kabiliyet ve yeteneği nispetinde, edebî sanatları, günlük konuşma dilinin sadeliğiyle verebilir. Söz konusu edebî sanatlar, üç bölümde ele alınır: Mecazlar, Anlam Sanatları ve Söz Sanatları. MECAZLAR Bir kelimeyi gerçek anlamından başka bir anlamda kullanarak söze canlılık, güzellik, çarpıcılık ve etkinlik kazandırmak maksadıyla yapılan sanatlardır. Teşbih, İstiare, kinaye, mecaz-ı mürsel, tariz bu nevidendir. Teşbîh Sözü daha etkili bir duruma getirmek için, aralarında türlü yönlerden ilgi bulunan iki şeyden, benzerlik bakımından güçsüz durumda olanı nitelikçe daha üstün ve güçlü olana benzetmektir. Teşbih yapılan iki şey arasında hakikat veya mecaz yönüyle bir ilgi olması gerekir. Teşhis, genellikle benzeyen, benzetilen, benzetme yönü ve benzetme edatı gibi unsurlarla yapılır. Bu unsurlardan bir veya birkaçının kullanılıp kullanılmamasına göre; mufassal, mücmel, müekked, beliğ ve mürsel teşbih gibi farklı isimler alır. Firâkınla gözüm yaşı edipdir Nîl gibi tuğyân Vücûdum milkini lutf et be-küllî gark-ı âb etme Fenayi Cennet Efendi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Edebî Sanatlar Dünyâyı harâb etdi o mestâne bakışlar Ol çeşm süzüşler o gazâlâne bakışlar Şeyhülislam Bahayi İstiâre Bir sözün, benzetme amacıyla başka bir söz yerine kullanılmasıdır. Bu sanat hem bir mecaz hem de bir benzetme sanatıdır. Teşbihin tekamül etmiş şeklidir. İstiare, açık, kapalı ve yaygın olmak üzere üçe ayrılır. 1. Açık İstiare: Benzetme öğelerinden sadece benzetilen ile yapılan istiaredir. Bu istiare türünde benzetilen söylenir ama benzeyen söylenmez. Kadem kadem gece teşrîfi o mehin Cihân cihân elem-i intizâra değmez mi Naili Bu beyitte sevgili aya benzetilmiştir. Ancak benzeyen durumundaki sevgili söylenmemiş benzetilen konumundaki meh (ay) söylenerek açık istiare yapılmıştır. 2.Kapalı İstiare: Benzetme öğelerinden sadece benzeyen ile yapılan istiaredir. Eşcâr-ı bâğ hırka-ı tecrîde girdiler Bâd-ı hazan çemende el aldı çenârdan Baki Bu örnekte ise, ağaçlar ve sonbahar rüzgarı müride; çınar ağacı ise, mürşide benzetilmiştir. Ancak, benzetilen durumunda olan mürit ve mürşit söylenilmeyerek kapalı istiare yapılmıştır. 3. Yaygın İstiare: Bir düşünce, davranış ya da eylemin daha kolay anlatılabilmesi için simgelerle canlandırılarak somut hâle getirilmesidir. Modern Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Edebî Sanatlar Türk şiirinde daha çok kullanılmıştır. Örneğin Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi” isimli şiirindeki “gemi”, ölümü temsil etmektedir. Sessiz Gemi Örnek Artık demir almak günü gelmişse zamandan Mechûle giden bir gemi kalkar bu limandan Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli Günlerce siyah ufka bakan gözleri nemli Bîçâre gönüller! Ne giden son gemidir bu Hicranlı hayatın ne de son mâtemidir bu! Dünyâda sevilmiş ve seven nâfile bekler Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler Birçok gidenin her biri memnûn ki yerinden Birçok seneler geçti dönen yok seferinden Yahya Kemal Beyatlı Kinâye Bir gerçeği mecaz yoluyla dolaylı olarak, üstü kapalı bir şekilde anlatma sanatıdır. Kullanılan sözde hem gerçek hem de mecaz anlam bulunmasına rağmen mecaz anlam gerçek anlamdan daha üstün durumdadır. Deyimlerden çoğu bu yönüyle kinayeli sözlerdir. Leb-i la‘line sanman hat gelip hüsn ü bahâ gitti Bana bir âşık olsa demeden ağzında tüy bitti Cemali Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Edebî Sanatlar Mecâz-ı Mürsel Bir sözü gerçek anlamı dışında benzetme amacı gütmeksizin bir başka anlamda kullanma sanatıdır. Bu sanattan amaç, söze güzellik, canlılık ve etkinlik katmaktır. Sende seyr-i ahsen-i takvîme isti‘dâd yok Yoksa olmaz sûret-i insân-ı kâmil nâ-bedîd Hersekli Arif Hikmet Ta‘rîz Biriyle alay etmek, onu küçük düşürmek maksadıyla söylenen sözün, gerçek ve mecaz anlamının dışında, tam tersini kastetme sanatıdır. Oldukça sık kullanılan sanatlardandır. Bize kâfir demiş Müftî Efendi Tutalım ben ana diyem müselmân Varıldıkda yarın rûz-ı cezâya İkimiz de çıkarız anda yalan Nefi Benim züğürtlük ile ellerim taş altında Muzahrafâtın o dürr ü güher satar Hân’a Nefi Teşhîs ve İntâk Teşhis, insan dışındaki varlıkları düşünen, duyan ve hareket eden bir insan kişiliğinde göstermek, onları kişileştirmektir. Teşhis, istiare gibi diğer sanatlardan da yararlanır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Edebî Sanatlar İnsan cinsinden olmayan ve konuşma özelliğine sahip bulunmayan varlıkları konuşturma sanatına ise intak adı verilir. Gül hasretinle yollara tutsun kulağını Nergis gibi kıyâmete dek çeksin intizâr Baki Benim adım dertli dolap Suyum akar yalap yalap Böyle emreylemiş Çalap Derdim vardır inilerim Yunus Emre Sordum sarı çiçeğe annen baban var mıdır Çiçek eydür derviş baba annem babam toprakdır Yunus Emre Uğrayı geldi bir eşek nâgâh Sordu hâlini kıldı derd ile âh Şeyhi ANLAM SANATLARI Kelimelerin gerçek anlamları ile kelimeler arası anlam ilişkilerini bir nükte ile ifade eden sanatlardır. Bunlar; hüsn-i talil, iham, iktibas, istihdam, istidrak, istifham, leff ü neşr, mubalağa, sihr-i helal, tecahül-i arif, telmih, tensik, tenasüb, tevriye ve tezat gibi sanatlarlardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Edebî Sanatlar Hüsn-i Ta‘lîl Anlatıma bir güzellik katmak amacıyla, herhangi bir gerçek olayın meydana gelmesini, hayalî ve güzel bir sebebe bağlamaktır. Ancak bu nedenin kesin bir yargıya dayanması gerekir. Hurşîde baksa gözleri halkın dola gelir Zîrâ görünce hâtıra ol meh-likâ gelir Baki Yâri görsem girye-i bî-ihtiyâr eyler gulüv Âfitâba kim bakarsa çeşmi lâ-büd yaşlanır Ahmed Hamdi İktibas Söze, anlamı pekiştirmek amacıyla ayet, hadis ya da bunlardan parçalar almaktır. Tam ve kısmi veya manevi ve lafzi iktibas şeklinde kullanımı bulunmaktadır. Hâlim harâb bağrım kebâb mahbûb ise ‘âlî-cenâb Hüsn-i cemâline eren tûbâ lehû hüsne meâb (Ra‘d, 13/29) Fenayi Cennet Efendi Senin hakkında geldi çünki mûtû Gel imdi meyyit ol kabl’en-temûtû (Hadis) İbrahim Gülşeni İltifât Bir konu anlatılırken, o anda doğan bir duygunun etkisiyle, konu dışına çıkmadan, sözü hitap edilen kişiden bir başkasına yöneltme sanatıdır. Sözü gaipten muhataba, muhataptan gaibe döndürme sanatı olarak da tanımlanır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Edebî Sanatlar Pâyına yüz sürdüğün buldı bu kadri güneş Ey güneş hoş südde-i ülyâya etdin ittikâ Şemi Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor Bir hilâl uğruna yâ Rab ne güneşler batıyor M. Akif Ersoy İstifhâm Şairin cevabını bildiği bir konuyu soru şeklinde sorarak söylemesine istifham sanatı denir. Dikkat çekmek için sorulan bu sorunun cevabı beklenmez. Beni cândan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı Felekler yandı âhımdan murâdım şem‘i yanmaz mı Fuzuli Nedendir bâğ-ı ‘âlemde çiçekler muhtelif elvân Boyacısı bir iken hep bu eşcâr ile ezhârın Fenayi Cennet Efendi İstihdâm Bir sözcük ya da deyimi hem gerçek hem de mecazi anlamda kullanma sanatıdır. Şiir her iki anlamıyla da açıklanabilir. Zâhidâ sâgârı çekmek eğer olduysa günâh Sen sevâb içre bulun biz bu günâhı çekelim Hayali Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Edebî Sanatlar Zamân o gül gibi gül görmemiş zamân olalı Gülün güzelliği dillerde destân olalı Yahya Kemal Beyatlı Îham İki ya da ikiden fazla anlamı bulunan bir sözcüğü bir dize veya beyit içinde bütün anlamlarını kastederek kullanma sanatıdır. Okuyucu bu kelimenin hangi anlamı kastedilerek kullanıldığında şüpheye düşer. N´ola şâdî olursa hüdhüd-i dil Peyâm-ı yâr erişdirdi sabâdan Fenayi Cennet Efendi Gam-ı hattıyla yârin nice bir dil pür melâl olsun Sür ey sâkî ayağı mûr-ı gussâ pây-mâl olsun Baki Leff ü Neşr Genellikle bir beyit içinde, birinci dizede en az iki şeyi söyleyip, ikinci dizede bunlarla ilgili benzerlik ve karşılıkları vermektir. Birinci dizede verilen kelimelerle ikinci dizede verilenler belli bir sıra takip ediyorsa “leff ü neşr-i müretteb”, belli bir sıra takip edilmeksizin yer alıyorsa “leff ü neşr-i gayr-i müretteb” ismini alır. 1. Leff ü neşr-i mürettep: Letâfetde leb ü dendânın u alnın yüzün olmuş Biri Kevser biri Necm ü biri Nûr u biri Tâ-Hâ Ahmedi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Edebî Sanatlar 2. Leff ü neşr-i gayr-i müretteb: Dahi farz u sünneti eyle edâ Kavl-i Ahmed dürür ü emr-i Hudâ İbrahim Gülşeni Mâil olmaz gül ü şimşâd-ı çemen seyrine dil Göreli gül-şen-i hüsnünde kad ü ruhsârın Baki Mübâlaga Bir sözün etkisini güçlendirmek maksadıyla, o şeyi olağanüstü bir tarzda anlatma sanatıdır. Bu sanatta, söz konusu edilen şey abartılı bir şekilde anlatılır. Şöyle nâz uykusuna varmış o yâr ey Bâkî Ki cihân halkı figân eylese bîdâr olmaz Baki Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın Gömelim gel seni târihe desem sığmazsın M. Akif Ersoy Nidâ Şairin, çok duygulanması ve heyecanlanması sonucunu doğuran olayları ve varlıkları göz önüne getirip “ey, hey” gibi ünlemlerle seslenmesidir. Bundan dolayı nida, tekrir ve teşhis sanatlarıyla birlikte kullanılır. Ey sabâ ref‘ et hicâbı ol gül-i bî-hârdan Bülbül-i bâğ-ı belânın kârı efgân olmasın Fenayi Cennet Efendi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Edebî Sanatlar Ne diyem sana ey zâhid ki ancak Bu ‘aşk ahvâlini bilmez her ahmak İbrahim Gülşeni Rücû‘ Söylenen bir sözden vazgeçmiş gibi görünerek onun yerine daha güçlü bir düşünceyi söylemektir. Sordum meğer bu dürc-i dehendir dedim dedi Yok yok devâ-yı derd-i nihânın durur senin Fuzuli Erbâb-ı teşâür çoğalıp şâir azaldı Yok yok öyle değil şâirin ancak adı kaldı Muallim Naci Tecâhül-i Ârif Bilinen bir gerçeği, bir nükteye dayanarak bilmiyormuş gibi söyleme, bilmezden gelme sanatıdır. Derd-i hicrân ile benzim sararıp solmadadır Gözümün yaşları bilmem ki neden âl oluyor Üsküdarlı Safi Göz gördü gönül sevdi seni ey yüzü mâhım Kurbânın olam var mı benim bunda günâhım Nahifi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Edebî Sanatlar Tekrîr Sözün etkisini artırmak amacıyla bazı kelime ya da kelime guruplarını tekrarlama sanatıdır. Nedir bu handeler bu işveler bu nâz u istiğnâ Nedir bu cilveler bu işveler bu kâmet-i bâlâ Baki Senin nakş-ı hayâlin cân içinde Musavverdir musavverdir musavver Nesimi Telmîh Anlamla ilgili sanatlardandır. Herkesçe bilinen geçmişteki bir olaya, ünlü bir kişiye bir inanca ya da yaygın bir atasözüne işaret etmek ve onu anımsatmaktır. Şi‘rim de hazîn ben de hazînim yine Sâfî Ya‘kûb-sıfât mâlik-i beytü'l-hazen oldum Üsküdarlı Safi Değildir lâle dağ içre açılmış Yüreği kanı Ferhâd’ın saçılmış İbrahim Gülşeni Tenâsüb Bir konu üzerinde, aralarında çeşitli ilgiler bulunan en az iki sözcük, terim veya deyimi bir dize ya da beyit içinde rastgele, sıralama amacı gütmeden kullanmaktır. Yanağın âteş-i Mûsâ dudağın mu‘ciz-i Îsâ Kemâl-i hüsne Yûsuf’sun Muhammed’den dutarsın hû Şeyhi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Edebî Sanatlar Tevriye İki anlama gelen bir sözcüğün bir anlamı beytin genel anlamına uyar, öteki anlamı uzaktan ya da dolaylı olarak ilgili olursa tevriye sanatı meydana gelir. Tevriye sanatında uzak anlam kastedilir ve asıl söylenmek istenen kapalı olarak söylenir. Gül gülse dâim ağlasa bülbül ‘aceb değil Zîrâ kimine ağla demişler kimine gül Zati Bir delikanlı harâmîdir deyi ‘afv etdiler Asmadan kurtuldu ammâ çok sıkılmıştır şarâb Naili-i Kadim Tezâd İki düşünce, duygu ve hayal arasında birbirine karşıt olan nitelikleri ve benzerlikleri bir arada söylemektir. Bir şeyin birbirine karşıt görünen özelliklerini bulup çıkarmak da tezat sanatına girer. Bend olanlar zülf-i hâlin dâmına âzâdedir Câm-ı la‘lin ‘Îsâ-veş mürde dile cân-dâdedir Fenayi Cennet Efendi Ezelden şâh-ı ‘aşkın bende-i fermânıyız cânâ Muhabbet mülkünün sultân-ı ‘âlî-şânıyız cânâ Baki Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Edebî Sanatlar SÖZ SANATLARI Kelimelerin yapılarını, söylenişlerini veya yazılışlarını esas alan sanatlardır. Anlam yönünden başka bir sanata konu olan bir kelime yapı, ses veya yazılışına göre de yine ayrı bir sanat türü olabilir. Akis, cinas, iade, iştikak bu nevi edebî sanatlardandır. Akis Bir dize ya da cümlenin anlamlı iki parçasından birini önce, diğerini sonra söylemek suretiyle dizeyi ters çevirerek aynı anlamda bir dize veya cümle oluşturma sanatıdır. Aks-i tam ve aks-i nakıs olmak üzere ikiye ayrılır. Cennet gibidir rûyun rûyun gibidir cennet Âdem doyamaz sana sana doyamaz âdem Nazim Şâmdan subha kadar inlemedir kânûnum Subhdan şâma kadar ağlamadır âhengim Üsküdarlı Safi Cinas Sözle ilgili sanatlardan birisi olan cinas sanatı, söylenişleri ve yazılışları bir fakat anlamları farklı iki ayrı sözcüğü bir arada kullanmaktır. Nihâl-i tâzedir kaddin dehânın gonca rûyun gül Bir iken iki olsun gel açıl gonca-dehânım gül Şeyhülislam Yahya Hubb-i mâsivâ günâh yeter Cân-ı sûzâna her gün âh yeter Fenayi Cennet Efendi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Edebî Sanatlar İ`âde Bir şiir içindeki her beytin son sözcüğünü, sonraki beytin ilk sözcüğü olarak kullanma sanatıdır. Böyle yazılmış şiirlere muad adı verilir. Ey vücûd-ı kâmilin esrâr-ı hikmet masdarı Masdarı zâtın olan eşyâ sıfâtın mazharı Mazharı her hikmetin sensin ki kilk-i kudretin Safha-ı eflâke nakş etmiş hutût-ı ahteri Fuzuli Mısr-ı cemâl içinde sen Yûsuf-ı huceste Sen Yûsuf-ı huceste aşkında ben şikeste Aşkında ben şikeste bil ey tabîb-i dil kim Düştüm gamınla derde oldum ölümlü haste Subhi İştikâk Aynı kökten türemiş en az iki sözcüğü bir dize ya da beyit içinde kullanmaktır. Yazılışları ve okunuşları aynı fakat kökleri farklı kelimelerle yapılırsa şibh-i iştikak adını alır. Safâ-yı şi‘r-i Sâfî var mıdır şehd-i musaffâda Sorun ey zevk-dârân-ı sühan şîrîn-zebânlardan Üsküdarlı Safi Ne yapsın tavrını bozmazdı ammâ bozdurup âhir Güzeller Gâlib-i nâ-çârı mağlûb eylemişler Şeyh Galip Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Özet Edebî Sanatlar •Edebiyatımızda ve özellikle de şiirde edebî sanatlar önemli bir yere sahiptir. Bir şair bu edebî sanatları iyi biliyor ve yazmış olduğu şiirlerinde bu sanatları yerli yerinde kullanıyorsa şiiri o nisbette değer kazanır. •Edebiyatımızda edebî sanatları genel olarak üç ana kısımda incelemek mümkündür. Bunlardan ilki "Mecazlar", ikincisi "Anlam Sanatları", üçüncüsü de "Söz Sanatları"dır. •Mecazlar denildiğinde akla ilk gelen edebî sanatlar; istiare, kinaye, mecaz-ı mürsel, tariz, teşbih, teşhis ve intaktır. •Anlam Sanatları denildiğinde, hüsn-i talil, iktibas, iltifat, istifham, iham, leff ü neşir, mübalağa, nida, rücu, tecahül-i ârif, tekrir, telmih, tenasüb, tevriye ve tezad gibi sanatlardır. •Söz sanatları ise akis, cinas, iade ve iştikak sanatlarıdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Edebî Sanatlar DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Sözü daha etkili bir duruma getirmek için, aralarında türlü yönlerden ilgi bulunan iki şeyden, benzerlik bakımından güçsüz durumda olanı nitelikçe daha üstün ve güçlü olana benzetme sanatı aşağıdakilerden hangisidir? a) Mecaz b) İstiare c) Tecahül-i arif d) Telmih e) Teşbih 2. İnsan cinsinden olmayan ve konuşma özelliğine sahip bulunmayan varlıkları konuşturma sanatına ne ad verilir? a) Hüsn-i talil b) İntak c) Nida d) Akis e) Teşhis 3. Aşağıdakilerden hangisi mecazlardan biri değildir? a) İstiare b) Kinaye c) Teşbih d) İktibas e) Teşhis Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Edebî Sanatlar 4. Baki’nin; “Hurşîde baksa gözleri halkın dola gelir/ Zîrâ görünce hâtıra ol meh-likâ gelir” beyti hangi edebî sanata örnektir? a) Hüsn-i talil b) İstifham c) Rücu d) Telmih e) İştikak 5. İki düşünce, duygu ve hayal arasında birbirine karşıt olan nitelikleri ve benzerlikleri bir arada söylemek sanatı aşağıdakilerden hangisidir? a) Tevriye b) Telmih c) Tezat d) Teşhis e) Tenasüb 6. Aşağıdakilerden hangisi anlam sanatlarından biri değildir? a) Hüsn-i talil b) İntak c) iktibas d) İstifham e) İltifat f) 7. Nazim’in, “Cennet gibidir rûyun rûyun gibidir cennet/Âdem doyamaz sana sana doyamaz âdem” beyti hangi edebî sanata örnektir? a) Nida b) Rücu c) Akis d) İade Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Edebî Sanatlar e) Tevriye 8. Söylenişleri ve yazılışları bir, fakat anlamları farklı iki ayrı sözcüğü bir arada kullanmak sanatı aşağıdakilerden hangisidir? a) Cinas b) Tevriye c) İştikak d) Hüsn-i talil e) Rücu 9. Aşağıdakilerden hangisi söz sanatlarından biri değildir? a) Akis b) Cinas c) İade d) Nida e) İştikak 10. Herkesçe bilinen geçmişteki bir olaya, ünlü bir kişiye bir inanca ya da yaygın bir atasözüne işaret etmek ve onu anımsatmak şeklinde tarifi yapılan edebî sanat aşağıdakilerden hangisidir? a) Kinaye b) İktibas c) Rücu d) İade e) Telmih Cevap Anahtarı 1e 2b 3d 4a 5c 6b 7c 8a 9d 10e Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Edebî Sanatlar YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Ahmed Cevdet (1311), Belâgat-ı Osmâniye: İstanbul. Aktaş, Hasan (tsz.), Klasik Türk Şiirinde Edebî Sanatlar: Edirne. Aktaş, Hasan (2002), Modern Türk Şiirinde Edebî Sanatlar: İstanbul. Ali Cânib (1340), Edebiyat (Nesir-Nazım): İstanbul. Banarlı, Nihat Sami (1997), Resimli Türk Edebiyatı Tarihi: İstanbul. Cengiz, Halil Erdoğan (1983), Divan Şiiri Antolojisi: Ankara. Dilçin, Cem (1983), Örneklerle Türk Şiir Bilgisi: Ankara. Kocakaplan, İsa (1992), Açıklamalı Edebî Sanatlar: İstanbul. Muallim Naci (1307), Istılâhât-ı Edebiyye: İstanbul. Pekolcay, Necla vd. (2000), İslâmî Türk Edebiyatında Şekil ve Nev’îlere Giriş, 5. Baskı: İstanbul. Soysal, M. Orhan (1992), Edebî Sanatlar ve Tanınması: İstanbul. Şener, Halil İbrahim ve Alim Yıldız (2003), Türk İslam Edebiyatı: İstanbul. Yıldız, Alim (2010), Fenayi Cennet Efendi Divanı: Sivas. Yıldız, Alim (2002), “Üsküdarlı Sâfî‟nin “Şi„r-i Sâfî” İsimli Eseri Üzerine”, CÜ, İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sivas, Sayı: VI/ II, s. 269-287. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 İÇİNDEKİLER VARLIK ve İNSAN •Mutlak Varlık Sadece Allah’tır •İki Varlık Biçimi: Vahdet ve Kesret •Devir Nazariyesi ve Varlık •Şiirdeki Varlık ve İnsan •Varlıkların Canlı-Cansız Oluşu •Eski Şiirde İnsan •Bizzat Edebî Eserin Aktörleri Olan İnsanlar: •Âşık •Sevgili (Ma’şûk), Memdûh (övülen): •Rakîb •Rind •Zâhid, (Sofu, Vâiz, Nasih) •Birinci Maddedeki Kişilerin Somutlaması İçin Seçilmiş İnsanlar •Peygamberler •Önemli Dinî Şahsiyetler •Ünlü âşıklar •Mitolojik ve Efsanevi Kişiler •Tarihî Kişiler •Çeşitli Meslek Erbabı TÜRK İSLAM EDEBİYATI Yrd. Doç. Dr. Dursun Ali TÖKEL HEDEFLER • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; ÜNİTE 9 Varlık Ve İnsan VARLIK VE İNSAN Türk İslam edebiyatında varlık çeşitleri genelde üç ana başlıkta incelenir: 1. Mutlak (vacip) varlık: Varlığı kendisinden olan, var olmak için başkasına muhtaç olmayan varlık: Allah. 2. Mümkün (caiz) varlık: Varlığı da yokluğu da mümkün olabilen, var olabilmek için bir var ediciye muhtaç olan varlıklardır. Allah dışındaki, bütün varlıklar bu gruba girer. 3. Muhal (mümteni) varlık: Var olması mümkün olmayan varlık kategorisidir. Aslında bu bir varlık alanı sayılmaz, ama yine de eski eserlerde bahsi geçer. Mesela Allah’la beraber başka bir tanrının varlığı düşünülemez. Allah’ın güçsüz veya zayıf olması kabul edilemez. Yani bunların var olması mümkün değildir. Mutlak Varlık Sadece Allah’tır Bütün bu varlık tasavvurlarında tabiidir ki, asıl varlık sadece ve sadece Allah’ın zatıdır. O, mevcud-ı mutlak’tır. Buna lâ-mevcûde illa’llâh (Allah’tan başka var olan yoktur) denir. Ayette açıkça belirtildiği gibi; “Ondan başka her şey yok olucudur.” (Kasas: 88). “O, Evvel, Âhir, Bâtın ve Zâhir’dir.” (Hadid: 3). Varlığı başlangıç ve sonuç itibariyle bir bilmeye, varlığın birliği anlamına vahdet-i vücud denir. Buna göre, hakiki varlık tektir ve O da Allah’tır. Diğer bütün varlıklar bir vehimden, mecazdan ibarettir. Bu durumu büyük şairimiz Şeyh Gâlib şu mısralarıyla ifade eder: Tedbîrini terk eyle takdir Hudâ’nındır Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır (Taktir Allah’a ait olduğuna göre, tedbirini terk et! Sen yoksun, gördüğün her şey bir kuruntu ve şüpheden ibarettir.) Cemaleddin Uşşaki de bu durumu şu mısralarıyla ifade etmektedir: Her yerde oldur görünen Her gözden oldur gören Her şeye oldur bürünen Her anda an içindedir. Evrende var olan her şey bu mutlak varlık olan Allah’ın bir aksinden ibarettir. O istemediği zaman var olan her şey yok olacaktır. O, vücud-ı mutlaktır; kusursuz güzelliğinden dolayı hüsn-i mutlaktır (mutlak güzellik). Hiç bir şey yokken O vardı, her şey yok olduktan sonra da sadece O var olmaya devam edecektir. Diğer varlıklar ise, ya mümkündür veya muhaldir (imkansızdır). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Varlık Ve İnsan İki Varlık Biçimi: Vahdet ve Kesret Hakikatte her şey vahdet ve kesret ikileminde açıklanır. Asıl olan Vahdet’tir (teklik). Bunun dışında gördüğümüz her şey kesret’ten (çokluk) ibarettir. Kesret, varlığın ve görüntünün bizi aldatmasıdır. Aslında derinden baktığımızda kesret olan şeyin bir vahdete indirgeneceği hemen görülür. Mesela; buz, su ve buharın aynı şey olduğunu bilmeyen biri için bunlar üç farklı şeydir. Bu kişiye bunların aynı şey olduğunu ispat için buz ısıtılır, su olur; su ısıtılır, buhar olur. Üç farklı şeymiş gibi görünen bu varlığın aslında tek varlığın değişik biçimlerdeki tecellisi olduğu görülür. Burada kesret buz, su, buhar; vahdet ise, suyun da aslı olan varlıktır ki, bu da zıtlıklar âlemiyle tezahür eder. Bu zıtlıkla kastımız şudur: Su ile ateş arasında normal bakışta bir zıtlık ilişkisi vardır (su ateşi söndürür). Ama hakikatine bakıldığında suyun aslı H20’dur (iki hidrojen, bir oksijen). Hidrojen bilinen en iyi yanıcı, oksijen ise bilinen en iyi yakıcıdır. Suyun normalde söndürücü olarak görülmesine karşın derinliğinde evrendeki en kuvvetli yanıcı ve yakıcı maddelerden oluştuğu anlaşılır; yani su, aslında evrendeki en tehlikeli yanıcı veya yakıcıdır. O zaman şöyle diyebiliriz: Su ve ateş kesret âleminde birbirlerine tamamen zıt varlıklarken, vahdet âleminde aslında aynı şeylerdir. Mesela harflere baktığımızda da aynı şeyi görürüz. Eski harflerin yapısı göz önüne alınarak şöyle söylenir: Yazılara baktığımızda pek çok harf görürüz. Fakat dikkatlice baktığımızda aslında bütün harfler elif harfinin değişik görünümlerinden ibarettir. Elif, eski alfabede yukarıdan aşağıya çekilen düz bir çizgidir ()ا. Elif bu formundan çıkarak diğer harflerde başka şekillere girmiş (tecelli etmiş) ve kendisini gizlemiştir: (Re’de, hançer gibi ()ر, cim’de karnıyarık bir hâlde ()ج, vav’da boynu bükük ()و, nun’da içi oyulmuş ( )نbir hâlde görünür.) Peki, elif’in aslı nedir? Elif’in aslı da noktadır. O hâlde bütün yazıların, kelimelerin, harflerin aslı noktadan ibarettir. Ama bizler çok dikkat etmedikçe noktayı değil, onun girdiği suretleri, harfleri, heceleri, kelimeleri vb. görürüz. Varlığın değişmeyen özü cevher; değişen niteliği ise araz’dır. Altın cevher; rengi, biçimi arazdır. Buradan da şu sonuca ulaşırız: Varlık kesret ve vahdet olarak iki formda karşımıza çıkar, fakat kesret olarak nitelendirilenler özüne inildiğinde aslında vahdetin biçimleri, dönüştürülmüş tecellileri olduğu görülecektir. Kesret, suretler âlemidir (araz), vahdet ise özdür (cevher). Formlar, biçimler bizim hakikati görmemizi engelleyen perdelerdir. O perdeleri kaldırdığımızda hakikati müşahede etmiş oluruz: “Formlarla pekiştirilen mahiyetler, kendisiyle her şeyi kuşatan varlığın doğrudan müşahadesi arasına, tabiri caizse, kalın bir perde koymuştur. Varlığın hakikati insanoğluna ancak bu engeller kaldırıldığında çıplak bir biçimde görünmeye başlar.” (İzutsu 2003: 48). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Varlık Ve İnsan Devir Nazariyesi ve Varlık Türkler, Araplardan sonra Müslüman olan üçüncü büyük kavimdir. Mısır ve İran Hz. Ömer devrinde, yani sahabelerin yaşadığı devirde Müslüman idaresine girmişlerdi. Dolayısıyla asli ve saf kaynağa çok yakındılar. Türklerin Müslüman olduğu çağlarda artık sahabe Müslümanlar kalmamış, dinde ehl-i sünnete uygun yorumlar yanında her tarafı aşırıya kaçan batini yorumlar da kaplamıştı. Orta Asya’nın dinin yayıldığı ana kaynağa uzaklığı düşünülürse, pek çok aracının rolü tartışmasız kabul edilecek demektir. Tasavvuf, insanı Hz. İnsan yapmaktır. Ahmed Yesevi başta olmak üzere Türklerin İslamiyeti öğrendiği kaynak göz önüne alınırsa, tekkenin, medreseden önce geldiği görülecektir. Müslüman Türklerin din algısı medreseden değil de daha ziyade tekkeden geldiği için, Türk’ün din algısı, yaşayışı bu dinin edebiyata veya sanata yansıması tümüyle tasavvufun din yorumuyla olmuştur. “İslamiyet dairesine yeni giren ve felsefi fikirlerin inceliklerinden henüz bir şey anlamayan basit ve sade bir çevrede, yine aynı mahiyette basit ve sade dinî ve ahlaki esasları telkin eden, daha doğrusu dinî ve ahlaki propaganda yapan bir tasavvuf mesleğinin bu başarısı tabii idi. Bilhassa Ahmed Yesevi, halkın anladığı bir lisan ve alışmış olduğu edebî şekillerle hitap ediyordu.” (Köprülü 1984: 115). Ahmed Yesevi bu yeni dini Türklere daha çok edebî türlerle ve tasavvufun remiz ve sembolleriyle anlattığından tasavvufi dünya yorumu bilinmeden Türklerin İslam’a girişinden sonra doğan medeniyetinden de bir şey anlaşılmaz. Klasik edebiyatımızın varlık tasavvuru tasavvufun kabul ettiği anlayışla birebir örtüşür. Şiirimizin dili de tasavvufun oluşturduğu imgesel dildir. “Tasavvuf, İslam kültürünün mühim bir parçası hâline geldikten sonra, ürettiği hayli karmaşık ve sofistike sembolik dilin de etkisiyle gerek edebiyata, gerekse görsel sanatlara yaklaşımı değiştirdi.” (Leaman 2010: 50-51). Türk şiirinin tasavvufi tarafı, Türk şairinin varlık anlayışının anlaşılmasında en önemli metinleri içermektedir: “Türk tasavvuf şiiri örnekleri dil, ruh ve üslup itibariyle fikir ve edebiyat tarihimizde ayrı bir yere sahiptir. Zaman zaman ferdî hasret ve özlemlerini dile getirmekle beraber insana bakışı, varlığı değerlendirmesi itibariyle divan ve halk şiirinden farklı bir özelliğe sahip olan bu edebiyat, yer yer ancak erbabının anlayabileceği rumuz ve ıstılahlarla da yüklüdür.” (Uçman 2000: 88). Tasavvufun kabul ettiği varlık görüşünün en önemli basamaklarından birisi de devir nazariyesidir. Bu görüşü işleyen şiirlere devriye adı verilir. Devriye: “Her varlığın Allah’tan gelip tekrar Allah’a döneceği devir nazariyesinin işlendiği şiirdir. Bu nazariyenin temelinde, her şey aslına rücu eder (döner) düşüncesi vardır. Nitekim konuyla ilgili olarak zikrettikleri Bakara suresinin 156. ayeti de: ‘Biz Allah’a Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Varlık Ve İnsan Âdem mikro âlem, âlem ise makro âdemdir. aidiz, yine ona döneceğiz.’ ifadesiyle bunu teyit etmektedir. Mutasavvıflara göre, devir nazariyesi şu esasları ihtiva eder: Yaratılmış bütün varlıkların her biri Allah’ın bir sıfatına mazhar olmuştur. Bu varlıklar içinde insan, eşref-i mahlukattır ve mutlak varlığın yani Yaradan’ın çok özel lütuflarına mazhardır. Bir bakıma zübde-i âlemdir (âlemin özü). İnsan bu sıfatları belli merhalelerden geçtikten sonra elde etmiştir. İşte, Allah’ın sıfatlarının bütün kâinatta süzülüp insanda tecelli etme görüşüne devir nazariyesi denilir. Devriyeler de bu hadiseyi yani mutlak varlıktan insana ve insandan aslına dönüşe kadar süren devri konu edinir. Buna göre dünyaya gelen varlık ilk önce cemad (cansız) dır. Sonra nebat (bitki), daha sonra hayvan, en sonra insan şeklinde vücut bulur. Ancak bu, biyolojik bir değişim veya tekâmül değildir. İnsan, kabiliyeti, azmi ve gayretine göre insan-ı kamil (tamamlanmış insan), hatta kutb (velilerin en büyüğü) mertebesine yükselir. Böylece visal-i Hakk’a ererek tekrar geldiği yere yani aslına dönmüş olur. Devir hareketi, bir daireye benzetilmiştir. Vücud-ı mutlak’tan (Allah), kainata gelinceye kadar geçen kısma kavs-i nüzul (iniş yayı); süfli âlemden tekrar yüce âleme yani geldiği yere (vücud-ı mutlak) varıncaya kadar geçen zamana da kavs-ı uruç (çıkış yayı) denilmiştir.” (Kaya 2007: 232-233). Peki, tasavvufa göre bütün bu varlıklar niçin var edilmiştir? Tasavvufi inanç sisteminde var oluşun sebebi şu kutsi hadisle açıklanır: “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi diledim ve âlemi yarattım.” Allah yaratmayı murat ettiğinde önce bir nur yaratmış ve ona tecelli ederek “kün, (ol!)” demiş ve âlem var olmuştur: “Bu âlem Allah’ın cemalinin aksettiği bir ayna gibidir. O, gizli bir hazine iken bilinmeyi dilemiş ve güzelliğini temaşa edebilmek için bu âlemi yaratmıştır. Tasavvuf ehline göre, âlem O’nun sürekli tecellisi ile vücut bulmaktadır. Aslında varlık bir vehimden ibarettir. Bir an tecelli etmemeyi istese her şey o anda yok olacaktır.” (Kurnaz 1997: 25). Mutasavvıflar bu nura, Nur-ı Muhammedî derler. İlk yaratılan şey Hz. Muhammed’in nurudur ve bütün varlıklar o nurdan halk edilmişlerdir. Bu anlamda varlığın temelinde bilinmenin, tanınmanın aşkı vardır. Varoluşun temelinde aşk varsa insan da mutlak varlık olan Allah’ı ancak aşk ile bulabilir. Akşemsettin’in şiirlerinin özü için kullanılan şu ifadeler klasik Türk edebiyatının geneli için kullanılacak ifadelerin belli başlılarındandır: “Bu dünya fanidir. Tek varlık vucud-ı mutlak olan Allah’tır. O hâlde kişi O’ndan gayri her şeyi terk edip vahdete, fenafillaha erişmelidir. Bu da ancak aşk derdi ile mümkün olur.”(Kurnaz 1997: 24) İnsanın temel gayesi nedir? “İnsanlar bu dünyaya ‘öz’e ulaşmak sevgisinin kaynağına ulaşmak için gelmişlerdir; yoksa sen ben kavgasına gelmemişlerdir. Aksine birbirlerini severek Allah’a ulaşmaya yahut Allah’ı severek birbirlerine bağlanmaya gelmişledir. Allah, varlıklara, kainata, insana, ruhlara ve en başta Hz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Varlık Ve İnsan Aşk, ben’i yok ederek O’nda yaşamaktır. Peygamber’in ruhuna kendi sevgisi için varlık verdiğine göre, dünya gailesini yenip Allah ve Peygamber aşkında birleşmek lazımdır. İnsanın vazifesi, Allah’ın güzelliğini, kudretini en saf ve en yüce şekli ile bilmektir, idrak etmektir; öyleyse insanın Allah ile böyle bir bilgi ve sevgi münasebeti içine girmesi, kendi varlık yapısının ve ilahi aşkının yardımıyla olacaktır. Burada en büyük engel olan benliği ve dünya müşküllerini yenmede en büyük yardımcı yine ilahi aşktır.” (Bolay 1994: 77). Büyük şairimiz Fuzuli, Divan’ının gazeller bölümünde ilk gazeline şu beyitle başlıyıp yukarıdaki hakikati şöyle izah ediyor: Kad enâre’l- ışku li’l-uşşâkı minhâcü’l-hüdâ Sâlik-i râh-ı hakîkat aşka eyler iktidâ (Âşıklar için hidayet yolunu aşk aydınlatır. Hakikat yolunun yolcusu aşka tabi olur.) Bütün varlıklar sonsuz bir aşk, şevk ve vecd ve cezbeyle dönüp durmaktadırlar. Yaratılışın aşk üzerine olduğunu, vahdet-i vücud anlayışıyla İslam düşüncesinde çok önemli değişikler getiren İbn Arabi şöyle açıklıyor: Biz aşktan südûr ettik Aşk üzerine yaratıldık Aşka doğru yöneldik Aşka verdik gönlümüzü (İbn Arabi: 8). Bu aşk yolculuğuna çıkan insanın varacağı yer neresidir, bu yolculuk nereye doğrudur? Bu yolculuğun nihai hedefini büyük şairimiz Fuzuli bir beytinde şöyle açıklıyor: Yâ Rab, hemîşe lütfunu et reh-nümâ bana Gösterme ol tarîki ki yetmez sana bana (Ey rabbim! Lütfunu, daima bana kılavuz eyle! Sonunda sana ulaşmayan, varmayan yolu bana gösterme!) Mutasavvıflarca ideal kabul edilen insanı Yunus Emre çok güzel ifade etmiştir: İdeal insan, kendisi için ne istiyorsa başkası için de aynısını isteyen insandır: Sen sana ne sanırsan Ayrığa da onu san Dört kitabın manası Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Varlık Ve İnsan Budur eğer var ise Bu ideal insan, insanı sürekli vehimler, korkular ve endişeler içinde bırakan bütün kaygılardan azad olmuştur: Ne varlığa sevinirem Ne yokluğa yerinirem Gönül kimi (neyi) severse güzel odur! Aşkın ile avunuram Bana seni gerek seni Mutasavvıflar, kendi varlık algılarını en açık şekilde ifade eden düşünce grubuna mensupturlar. İnanırlar ki; Allah güzeldir, güzeli sever. Yarattığı şeyde çirkinlik, abeslik olmaz. Bütün varlıklar ona götüren işaretler taşırlar. Varlığın temelinde aşk ve sevgi olduğu için bu insanlar varlığa sevgiyle bakarlar. Güzellik ve çirkinlik göreceli kavramlardır. Varlıkta çirkinlik yoktur. Bu yüzden çok derin bir hoşgörü içinde olurlar. Yunus Emre’nin şu sözleri onların düşüncelerini çok açık bir şekilde ifade eder: Yaratılanı hoş gör Yaradan’dan ötürü. Şiirdeki Varlık ve İnsan Bu girişten sonra Türk İslam edebiyatındaki varlık ve insanın algısına geçebiliriz. Yukarıdaki bilgiler biraz soyut görünebilir. “Varlıklar bundan mı ibaret, her şey tamamen soyut mu, yaşanan hayat nerede?” denebilir. Bugün bizim varlığı sınıflama biçimimiz eski insanlarla kıyaslandığında farklılıklar göstermektedir. Eski anlayışa göre varlıklarda anasır-ı erbaa denilen dört temel unsur bulunurdu. Girişte belirttiğimiz mümkün varlıkların tamamı bu dört unsurdan oluşmuştur. Bunlar sırasıyla şöyledir: Toprak, su, hava ve ateş. Mevalid-i selase: ‘Üç doğmuşlar’ anlamına gelir ki, bunlar da madenler, bitkiler ve hayvanlardır. Bütün varlıklarda bu dört unsur vardır. Bunlardan birinin artmasıyla varlığın niteliğinde baskın değişmeler olur. Mesela insanda ateşin galip gelmesiyle öfke; toprağın galip gelmesiyle alçakgönüllülük; suyun galibiyetiyle hareketlilik ve havanın galip gelmesiyle de haz, keyif ve nefsanilik ağır basmaya başlar. Bazen de bunlar farklı gerçekliklere göndermeler yapan somutlamalar olurlar: “Sevgiliye ait güzellik unsurlarından aşığın gözyaşlarına dek birçok bakımdan kullanım alanı bulan toprak, hava, su ve ateş öğeleri bir arada düşünüldüğünde dünya ve kâinattan kinayedir. Bu nedenle ‘âlem-i anasır’ madde âlemini karşılar, eskilere göre dokuz gök, insana nazaran baba, anasır-ı erbaa ise ana mesabesindedir. Bu ikisinin çocuğu olarak da mevalid-i selâse gösterilir.” (Pala, 2010: 35). Bu cümleler şu şekilde özetlenebilir: Dokuz kat gök baba; toprak, su, hava, ateşten ibaret olan anasır-ı erbaa anne; bitkiler, madenler ve hayvanlar ise bunların çocuklarıdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Varlık Ve İnsan Varlıkların Canlı-Cansız Oluşu Bugün bizim varlıkları canlı cansız şeklindeki tasavvurumuzla eski insanların tasavvuru aynı değildir. Şiirde, bilhassa hüsn-i talil ve intak adını verdiğimiz sanatlarla insan olmayan varlıklar insan gibi konuşturulur: Sular akmak için akmaz, sevgiliyi aramaya çıkmıştır; başlarını taşlara vura vura sevgiliye doğru akıp gitmektedirler. Taşlar yokuş aşağı yer çekimi gereği yuvarlanmazlar; aşktan bağırlarını parçalamaktadırlar, aşk sarhoşu olmuşlardır. Bulutlar yağmur damlaları indirmez; âşığın perişan hâli için ağlamaktadır. Güneş doğup batmak eylemini sevgiliyi aramak için yapar. Çiçekler bahçelerin duvarlarını aşmışlardır; sebebi yoldan geçen sevgiliyi görmek içindir vs. Bizim dışımızdaki varlıkların da birer kişilikleri olduğu ve sanki iradeleri olan varlıklar gibi hareket ettikleri Kuran’da da açıkça ifade edilmektedir. Eski metinleri sağlıklı bir şekilde anlamak için bu bilgilere ihtiyaç vardır. Neml suresinde karınca ve Hüdhüd kuşuyla Süleyman peygamberin konuşmaları (Neml: 18-28); Nahl suresinde Allah’ın arıya vahy ettiği (Nahl: 68) apaçık yazılıdır. Bir ayette, inkârcı insanların kalbi taşa benzetilmekte ve hatta insanoğlu Allah’tan korkmazken taşların bile Allah’tan korktuğu açıkça ifade edilmektedir: “Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı oldu. Çünkü taş vardır ki, içinden ırmaklar fışkırır. Taş vardır ki yarılır da içinden sular çıkar. Taş da vardır ki, Allah korkusuyla (yerinden kopup) düşer. Allah, yaptıklarınızdan hiçbir zaman habersiz değildir.” (Bakara: 74). Kuran’a göre bizim dışımızdaki hayvanlar da bizim gibi ümmettir: “Yeryüzünde gezen her türlü canlı ve (gökte) iki kanadıyla uçan her tür kuş, sizin gibi birer topluluktan başka bir şey değildir.” (Enam: 38). Kuran’ın bu varlık tasavvuru edebiyatımızın da varlık tasavvurudur. İster divan, ister tekke, ister halk edebiyatı adıyla adlandırılsın, İslami anlayışın hâkim olduğu devrilerdeki Türk edebiyatında da aynı varlık anlayışı devam etmiştir. Bütün varlıklar âlemi, soyut veya somut hâliyle bu edebiyatta vardır. Somut olarak: Gökler (astronomi ve astroloji olarak) denizler, dağlar, bağ ve bahçeler, madenler, kıymetli taşlar, ağaçlar ve bütün çiçekler, gündelik hayatta yer alan güreş, cirit, satranç, tavla ve benzeri sporlar oyunlar; yeme içme araç gereçleri, yemek türleri, kılık kıyafet türleri; şehirler, geçmiş medeniyetler vb. soyut olarak, Allah, melekler, şeytan ve cinler vb. Klasik Şiirde İnsan Bütün bu varlıklar âlemi edebiyatta mevzu bahis olsa da tabii ki ana konu, esas mevzuu daima insandır. Edebiyat insan için yapılan dilsel bir eylem şeklidir. İnsanın yine insana kendisini dille ifade etme biçimidir. Edebiyatta insan dışında Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Varlık Ve İnsan bütün varlıklar genellikle insanın kendisini ifadeye bir araç olmak kaydıyla girerler. Bilhassa Türk İslam edebiyatında bu temel bir anlayıştır. Mesela: Güneş ve ay birer gök cismi olarak değil, sevgilinin yüzü için birer niteleme sıfatı olurlar. Servi veya ar’ar ağacı birer ağaç olarak değil, sevgilinin düzgün boyunu ifade için şiirde vardırlar. Gül; ağız veya yanak (veya ten) için; sümbül, yılan, gece saç için; nergis, göz için; kılıç, bakış için; mim harfi, dudak için; elif harfi, boy için; ırmaklar, göz yaşı; rüzgâr, sevgilinin saçlarının kokusu için; altın, aşığın kanlı gözyaşı veya zenginliği ifade için; gümüş, ya âşığın göz yaşı veya sevgilinin teni için vb. şekilde bütün varlıklar sevgilinin veya âşığın, zaman zaman da rakibin bir nitelemesi için şiire girerler. Bu demektir ki, edebî âlemde bütün varlıklar, sevgili adı verilen varlık veya onun peşinde olan âşık ve bunları engellemeye çalışan rakip (engel) için vardırlar. Eğer bir varlığın bu şiirsel insanı (veya varlığı) nitelemeyen bir tarafı yoksa şiire girmezler. Peki, eski şiirdeki söz konusu edilen insan nasıl bir insandır? Her şey sevgiliye işaret eder. Temelde iki sınıf insan vardır, 1. Ehl-i dünya; 2. Ehl-i fena. Ehl-i dünya niçin yaratıldığını unutmuştur. Dünyaya sahip olmak için delice çabalar durur. Gurur ve kibir içindedir: Hiç ölmeyeceğini zanneder ve sürekli ben merkezli bir hayat yaşar. Öte dünyayı hiç hesaba katmaz. Ehl-i fena ise, niçin bu dünyaya geldiğinin farkındadır. Gurur ve kibre kapılmaz. Üç günlük dünya için ahiretini heba etmez. Bu insan, tamamlanmış insan (insan-ı kamil) olma yolunda çok önemli mesafeler kat etmiştir. Varlığa sevinmez, yokluğa üzülmez. Nihayette insan-ı kamil için dört mertebe belirlenmiştir: Terk-i dünya: Bu kişi öncelikle dünyayı terk edecektir. Bu terk, tabii ölmek anlamına gelmez. O dünyayı ele geçirecek ama, dünyanın kendisini ele geçirmesine müsaade etmeyecektir. O dünyaya sahip olacak, ama dünya ona sahip olmayacaktır. (Kemikli 2007: 52-60). İkinci aşama terk-i ukbadır. Yani bu kişi ahireti de terk edecektir. Ahireti terk etmek, öte dünyayı inkâr etmek anlamına gelmez. Aksine yaptığı hiç bir işi öte dünyadaki bir menfaat için yapmayacaktır. Mesela ibadetlerini Allah rızası için yapacak, cennette huri kazanmak için yapmayacaktır. Bu hâl Kuran’da şu ayetle anlatılır: “De ki: Şüphesiz bana, dini Allah’a has kılarak O’na ibadet etmem emredildi.” (Zümer: 11). Büyük şairimiz Nabi bir beytinde bunu şöyle izah eder: Olma hayret-zede-i cennet ü nâr Ol anun sâhibine âşık-ı zâr (Cennet ve cehennem(isteğiyle) şaşırıp kalma! Asıl onların da sahibi olan Allah’a yalvaran bir âşık ol!) (Kaplan 2008: 185). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Varlık Ve İnsan Üçüncü olarak terk-i hestî makamı gelir ki, hestî varlık demektir. Bu kişi bütün varlığı, iki cihanı terk edecek ve her ne yapıyorsa sadece Allah’a mahsus kılacak. İki dünya kaygılarından azat olacaktır. Dördüncü olarak terk-i terk makamı gelir ki, buna rıza makamı da denilebilir. Artık kişi bütün varlıkların tasallutundan emin olmuş ve kendisini sadece O’na yöneltmiştir. Terk edecek bir şey kalmamıştır. Bu insana da artık insan-ı kamil adı verilir. Mesela Hz. Ebu Bekir bu tür insanlara en mükemmel örnektir. Hz. Peygamber’in yardım çağrısına uyarak her şeyini vermiş, “Evdekilere ne bıraktın?” denildiğinde “Allah ve Resulünü…” demiştir. Bu sözlerden, klasik şiirde dünyanın sadece tasavvufi ve dinî perspektiften görüldüğü anlamı çıkarılmamalıdır. Yukarıda da değinildiği gibi, bu şiirde bütün âlem bir şekilde yer alır ve hemen her cins insan bu edebiyatın dünyasında boy gösterir. Yukarıda yapılan ikili ayrım baskın görüştür: “Belki de dünya hakikaten dinî bir nokta-i nazardan görülmeli, ama yine de başka görüş açılarının da mümkün olduğunu kabul etmek zorundayız... Tasavvuf, farklılığı ve çeşitliliği oldukça önemser ve dünyanın farklı yoruma açık olduğunu kabul eder.” (Leaman 2010: 28) Yapılan bir araştırma klasik şiirde hemen her sınıftan şairin bulunduğunu, bunların benzetmeler dünyasını kendi günlük hayatlarında seçtiklerini, dolayısıyla hemen her gruptan insanın (mesela cambazlar, okçular gibi) bu şiirde yer aldığını göstermiştir (İsen 1997: 221-229). Bunun dışında klasik türk şiirinde görülen insan tiplerini iki ana başlık etrafında toplayabiliriz: Edebî Eserin Aktörleri; Tipler: Bunlar şiirdeki temel eyleyenlerdir. Bütün konular bunların etrafında döner. Ana rolde âşık ve sevgili (maşuk), alt rollerde de; rakip, rind, derviş, zahit, sofu, vaiz, nasih şeklinde sınıflandırabiliriz. Âşık: Arayan insanın adı bu metinlerde âşık olarak zikredilir. İnsanoğlu bütün hayatı boyunca daima bir arayış içindedir. Bazen bir iş, bazen para, bazen eş, bazen çocuk, bazen unvan, bazen saygınlık, bazen bir resim, bazen bir koleksiyon, bazen bütünüyle maneviyat, bazen bir anne, bazen bir baba, bazen cennet, bazen bir şeyh, bazen bizzat Cenâb-ı Hak vb. arayışlar ardı arkası kesilmez. Genellikle aranılıp da bulunan bir objenin ardından hemen yeni bir arayış başlar. Bulmak yok, aramak vardır. İnsanın tutkularla arayışını aşk hâli olarak ifade edersek, arayan bu kişiyi de âşık olarak niteleyebiliriz. İnsanın arayışındaki sonsuz çeşitliliğini aşk olarak niteleyen biz değil, Yunus Emre’dir. Bir şiirinin girişinde şunları söylemektedir: Aşksız âdem dünyada belli bilin yok durur Her biri bir nesneye sevgüsi var âşıkdur Çalab’ın dünyasında yüz bin türlü sevgi var Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Varlık Ve İnsan Kabul et kendözüne gör kangısı lâyıkdur Biri Rahmani’r-rahîm biri Şeytâni’r-racîm Anun yazugı müzdi sevgüsüne ta’allukdur Dünyâda Peygamberün başına geldi bu aşk Tercemanı Cebrâil ma’şûkası Hâlikdur (Tatçı 1990: 100) Sevgi, ya rahmanidir kurtarır, ya şeytanidir helak eder. (Bu dünyada aşksız bir tek insanın bile olmadığını bilin! Herkesin bir nesneye sevgisi vardır ve âşıktır. Allah’ın yarattığı bu dünyada yüz binlerce sevgi vardır; sen kendi özüne hangisi layıksa onu al! Ama bu yüz binlerce sevgi iki başlığa ayrılır: biri rahmani sevgi, birisi ise şeytani sevgi! Günah veya sevap seçtiğin sevgiye göredir. Bu aşk peygamberin de başına geldi; bu aşkın tercümanı Cebrail, maşuku (sevileni) ise hak Teala’dır.) Yunus Emre Türk İslam edebiyatının aşk anlayışını çok açık bir şekilde ifade etmiştir. Kim neyin peşindeyse, onun aşkının içindedir. Aşksız bir tek ademoğlu bile yoktur. Ama herkesin aşkı kendi çapında veya tercihi doğrultusundadır. Yüz binlerce sevgi vardır, fakat bunları rahmani ve şeytani olarak ikiye ayırır. Zaten bu edebiyatın kabul ettiği görüşe göre iki tür aşk vardır: Aşk-ı Mecazi, Aşk-ı Hakiki. Aşk-ı mecâzî, hakikati olmayan mecazi bir aşktır ve bu aşk kişinin Allah’ın zatı dışındaki varlıklara karşı beslediği aşkı anlatmak için kullanılır. Bu aşkta itminan, huzur yoktur. Aşk-ı hakîkî ise, Cenab-ı Hakk’a karşı duyulan derin ve benzersiz sevgiyi ifade için kullanılmıştır. Gerçek anlamda Allah aşkı çekenler, hiç bir varlığa boyun eğmezler, aradıklarını bulmuşlardır. Allah aşkı dışındaki aşklarda arama devam eder, gerçek sükun ve huzur hâli ancak ilahi aşkla mümkündür. Leylâ ile Mecnûn’da anlatılan aşkta ise önce kişinin mecâzi aşkı (Mecnun’un başlangıçta Leyla’ya duyduğu aşk), sonra ise bunu da aşarak ilahi aşka kavuşması anlatılır. (Çünkü eserin sonunda Mecnun Leyla’yı görmüş ama tanımamıştır. “Ben Leyla’yı buldum, sen kimsin?” demiştir.) Leyla Mevla’ya götüren bir vasıtadır. Arayan insanın en bariz vasfı, muhtaçlık içinde olması, aramanın kişiyi perişan, kararsız ve huzursuz etmesidir. Bu yüzden âşık daima zavallı bir hâlde, perişan bir vaziyette tasvir edilir. Buradaki simgesel anlatım, arayanın aradığının lütfuna muhtaç olmasıdır; zaten muhtaç olmasa aramazdı. Bu yüzden âşık, sürekli bir şeyler peşinde olan insanı temsil eder. Bu insan sürekli aradığı şeyin kaygısını, sıkıntısını çeker. Eğer bizler, ulaşmaya çalıştığımız şeylerin sıkıntısını duymazsak (elde etme kaygısını çekmezsek) ona asla kavuşamayız. Bu yüzden arzulanan şeyin sevgisi ve ona ulaşma arzusunun insanda yarattığı acı ve sıkıntı aslında bir rahmettir. Bu yüzden âşıklar dertlerini severler; zira dert olmazsa sevgiliye Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Varlık Ve İnsan kavuşma da imkansız olurdu: Fuzuli, âşıkların (insanın) bu hâlini şöyle şiirleştirmiştir: Aşk derdinden olur âşık mizâcı müstakîm Âşıkın derdine dermân etseler bîmâr olur (Âşığın sıhhati aşk derdinden olur. eğer âşığın derdine derman verseler âşık hasta olur.) Sevgili (Maşûk), Memdûh (Övülen): Âşığın ulaşmaya çalıştığı varlıktır. Klasik şiirde en önemli şiirsel figür sevgilidir. Zira sadece âşıklar değil, bütün varlıklar ona ulaşmaya, ona kavuşmaya, ona benzemeye çalışırlar. Servi ağacı, sevgilinin boyu gibi düzgün ve erişilmez olmaya çalışır; gül onun dudaklarına veya yanaklarına öykünür; güneş parlaklığını; sümbüller kokularını sevgilinin saçlarından almıştır, hatta sabah rüzgârı o güzel kokuların sevgilinin saçlarından alarak dünyaya dağıtmaktadır. Sevgili öylesine yücedir ki, ona benzemeye çalışmayan hiç bir varlık yoktur. Çok yücedir, erişilmez, istiğnâ sahibidir, mağrurdur. Âşıklara asla iltifat etmez. Onların yücelmesi için, âşıklardan habersiz gibi davranır. Âşıklar onun bu hâlini bilmediğinden sevgiliyi zulmediyor zanneder. Belli bir cinsiyeti yoktur. Bu yüzden eski şiirimizdeki sevgiliyi sadece belli bir figür olarak almak yanlış olur. Yukarıda Yunus Emre’nin dediği gibi herkesin bir sevgisi ve hâliyle sevgilisi vardır; ama şeytani ama rahmani. Bu bir kız da, erkek de; bir makam, mevki veya hüsn-i mutlak olan Allah da olabilir. Herkesin ulaşmak için can attığı varlık onun sevgilisidir. Herkes ancak ona ulaşarak mutlu olacağına inanmaktadır. Bu anlamda sevgili, elde ettiğimizde sonsuz huzur duyacağımız varlıktır. Ama bu şiire göre hakiki sevgili, mutlak maşuk ancak Allah’tır. Diğer sevgililer hep birer mecazdan ibarettir. Yukarıda Yunus Emre’nin beytini zikretmiştik: Dünyâda Peygamberün başına geldi bu aşk Tercemânı Cebrâil ma’şûkası Hâlik’dur Fuzuli de bir beytinde bu durumu şöyle izah eder: Ey melek-sîmâ ki senden özge hayrândır sana Hak bilür insan demez her kim ki insândır sana (Ey melek yüzlü, senden başka herkes sana hayrandır. Hak bilir, insan olan sana insan demez.) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Varlık Ve İnsan Buradan anlaşılmaktadır ki, şairin kastettiği sevgili alelade bir insan değildir: “O hâlde anlaşılıyor ki, Fuzuli’nin bir iki karine (delil) ile söylemek istediği melek-sîmâ sevgilinin, Hüsn-i Mutlak’ın (Allah’ın) bir tecellisi olduğudur.” (Tarlan 1998: 38-39) Hakiki sevgili ancak Allah’tır, diğerleri mecazdan ibarettir. İnsan, eğer ebediyen var olmak istiyorsa, sevgili uğrunda canını feda etmekten çekinmemelidir; gerçek hayat ancak sevgili uğrunda feda olmakla olur. Bunu Fuzuli şöyle ifade eder: Vermeyen cânın sana bulmaz hayât-ı Câvidân Zinde-i câvid ana derler ki kurbândır sana (Sana canını vermeyen ebedî hayata erişemez. Ancak sana kurban olanlar ebedî diriliğe kavuşmuş olur.) Rakîb: Divan şiirinde üçüncü derecede bir tiptir. Sürekli sevenle sevilen arasına girer. Sevgiliye kavuşma yolundaki engelleri temsil eder. Bu yüzden âşık tarafından asla sevilmez ve daima; kafir, köpek, domuz, it vb. olumsuz sıfatlarla anılır. Rakip daima sevgilinin yanındadır. Hiç zahmet çekmeden nimete konmaya, safa sürmeye çalışır. Rakipten ne kadar nefret edildiğini Sabit şu beytiyle çok güzel ifade etmiştir: Meydâna geldi na’ş-ı rakîb-i nemîme-sâz Kıldım huzûr-ı kalbile ömrümde bir namâz (Onay 2004: 403) (Koğucu, münafık rakibin ölüsü meydana geldi de, ömrümde gönül huzuruyla bir namaz kıldım.) Her ne kadar rakip sevilmese de Nabi, yeri gelmiş rakibe de hak vermiş ve bir hakikati ifadeden çekinmemiştir: Gam çekmeziz rakîb bize dil-girân ise İnsâf olunsa biz dahi anın rakîbiyüz (Onay 2004: 403) (Rakip, bizlere sıkıntı verse de bundan gam çekmeyiz; zira insaf edilse bizim de onun rakibi olduğumuz görülecektir.) Necip Fazıl’ın, Nabi’den asırlar sonra ona benzer bir şekilde “Ey düşmanım sen benim ifâdem ve hızımsın/ Gündüz geceye muhtaç bana da sen lazımsın” demesi bu bakış açısının hâlâ devam ettiğini gösteren çok veciz bir ifadedir. Rind: Kendisi için dünya nimetlerinin varlığı da yokluğu da bir olan kişidir. Onun için acı da birdir, tatlı da. Genellikle hoşgörüyü esas alan sevincin veya hüznün kendisi için aynı şeyi ifade ettiği kişidir. Bunlar dünyaya değer vermezler, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Varlık Ve İnsan hayatı kendi bildiklerince yaşarlar. Genellikle hiçbir şeye önem vermediklerini ifade için içkiden, meyden, meyhaneden sıkça bahseder ve kendilerini harabat ehli sayarlar. Genellikle dışı harâb ama içi mamur insanlar için kullanılır. Bunlar fark edilmemeyi fark edilmeye, tanınmamayı tanınmaya tercih ederler. Hiç kimseye minnetleri yoktur, kimseye de baş eğmezler. Emrî, onların istiğna makamındaki hâllerini çok güzel anlatmıştır: Efendi biz bir alay adı yok rindiz Gürûhumuzda falan bin falanımız yoktur (Onay 2004: 411) (Efendi, biz adı sanı olmayan rintleriz. Bizim içimizde ‘filancanın oğlu filancayım’ diyerek böbürlenenler yoktur.) Harabat, genellikle şiirde meyhane, dünya ve dergah anlamlarına gelir. e. Zâhid, (Sofu, Vâiz, Nâsih): Başlangıçta kendisinin tam anlamıyla Allah’a adayan gerçek mü’minleri ifade eden bir kelime olan zahit daha sonraları dini, şekilden ibaret olarak algılayan cahil kişileri nitelemek için kullanılmıştır. “ Zahit, her hadiseye çatık kaşla bakan, her mubahı haram sayan, her hükmü kafası ile denk olan kara kaplı kitaptan çıkaran ham ve kaba sofudur.” (Levend 1980: 561). Zahit veya sofu; Âşıkın ve arifin karşısında yer alan anlayışsız, kaba sofu, dinin özüne inemeyen, her şeyi şekilden ibaret olan tiptir. Kendi kıt aklıyla edindiği bilgileri mutlak hakikat olarak gören, imanı ve ibadeti şekilden ibaret algılayan, insanlara kırıcı ve aşağılayıcı bir şekilde öğütler verip, ahkam kesen, ama İslam’ın ve imanın hakikatine asla eremeyen, ahiret hayatını cennete girmekten ibaret gören, en ufak bir yanlış karşısında insanları küfürle itham etmekten çekinmeyen bu kişiler, gönül adamı olmaktan çok şekil adamıdırlar. Genellikle riyakâr, sevimsiz insanlar şeklinde tarif ve tasvir edilirler. Klasik şiirde adları çok sık geçer: “Bütün şairlerimiz, sofi, zahit gibi vaizle de çok uğraşmışlardır. Bu üçü hakkında divanlarda bulunan parçalar toplansa büyük bir cilt meydana gelir.” (Onay 2004: 493). Ehl-i diller, âşıklar, arifler (gönül insanları) zahitten hiç hoşlanmazlar. Bu hoşnutsuzluğu Mahir şöyle ifade etmiş: Zâhid-i huşk ile saf-beste-i dîvân-ı namâz Olamaz ma’bed-i Mevlâ’da ehl-i dilân (Onay 2004: 507) (Arif olanlar, kuru (ham) zahitlerle mescitte bile namaza bir safta durmazlar) Nâsih: Nasihat veren, kuru öğütler veren kişidir. Âşığa aşkı bırakmasını söyler. Bunlar yaşamadıkları şeyleri söyleyen, ibadetleri dillerinden aşağıya Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Varlık Ve İnsan geçmeyen kişilerdir. Hâl ehli değil, sadece kâl ehlidirler. Suretten ibarettirler, sirete inemezler. Necati bir beytinde nasihi sirke suratlı olarak tanıtıyor ve onun asık, acı suratının, sirkenin ateşi söndürmesi gibi, âşığı da kendisinden soğuttuğunu söylüyor: Beni senden sovutmaya sevâdın ekşitir nâsih Bilir kim sirke ile yeğ söyünür bî-gümân âteş (Onay 2004: 108) Vâiz de aşağı yukarı sofu ve nasihle aynı anlamı ifade eden kişidir. Vaizler de şekilci kişilerdir. Kürsülere çıkar ve sürekli hiddetli bir dille bağırıp çağırır ve insanları din adına sınıflara ayırmaktan ve onları küfürle itham etmekten çekinmezler. Her şeyleri tamamen sözdedir, asla öze inemezler: Fuzuli, böyle davranan vaizlerin nasıl bir kişi olduğunu şöyle anlatıyor: Vâiz suratı ve sözü sirke değil, bal satan adam olmalıdır. Vâiz evsâf-ı cehennem okur ey ehl-i verâ Var anın meclisine gör ki cehennem ne imiş (Ey Allah’tan korkanlar, vaiz cehennemden bahsediyormuş, cehennemi merak ediyorsanız gidin onun meclisinde görün! Yani onun meclisi cehennem gibidir.) Sabit de bu gibi vaizlerden olan bıkkınlığını şu mısralarla dile getirmektedir: Sana her mecliste söylerim sen mülzem olmazsın Değil kürsiye vâiz arşa çıksan âdem olmazsın (Sana her mecliste söylüyorum, ama sen anlamıyorsun (konuşmaktan geri kalmıyorsun). Ey vaiz! Kürsülere değil, arşa bile çıksan yine adam olmazsın!) Tiplerin Somut Örnekleri Kişiler: Bunlar kendileri şiire nadiren dahil olurlar. Bu kişiler birinci maddedeki insanların gösterenleri olarak metinde yer alırlar. Bu kişilerin metinlerdeki zikri genellikle; âşığı, sevgiliyi (veya memduhu), rindi, zahidi, vaizi veya sofuyu ve rakibi daha somut bir şekilde anlatmak amacıyla olur. Hemen bütün ilahi dinlerde adı geçen kişiler, peygamberler, mitolojik ve efsanevi pek çok kişi, ünlü veliler veya hükümdarlar bu kategoriye gireceği için sayıları bir hayli fazladır. Bu şahsiyetleri belli başlıklar altında gösterecek ve önemli kişilerin daha çok hangi duygu ve düşünceyi somutlaştırmak amacıyla seçildiğine kısaca değineceğiz. Daha geniş malumat için ansiklopedik bilgilere bakılmalıdır. Adı geçen Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Varlık Ve İnsan kişiler çok fazla olacağından sadece bir kaçı için örnek beyit verilecektir. Bu somut kişilikleri şu alt başlıklarda inceleyebiliriz: Peygamberler: Kuran’da adı geçen hemen her peygamber şairin doğal örnek kişisidir. Yukarıda da değindiğimiz gibi, tasavvufi düşüncede nihai amaç insanı, insan-ı kamil derecesine ulaştırmak veya ona bu yolu göstermektir. Peygamberlerin her biri insan-ı kamile örnek kişiler olduğundan tabiidir ki, şair için de en önemli kişiliktir. Bu yüzden hemen her peygamber ideal insan figürü olarak şiire girer. Bunun dışında her peygamberin belli başlı özellikleri vardır ve onlar şiire bu yönleriyle dâhil olurlar. Niyazi-i Mısri şu beytinde şairlerin peygamberleri şiirlerinde insanlara birer örnek olmaları sebebiyle kullanmalarına çok güzel bir örnek vermektedir: Peygamberler, örnek alınan insan-ı kamillerdir. Sabretmede Eyyûb ol gam çekmede Ya’kûb ol Yûsuf gibi mahbûb ol Ken’ân’a erem dersen (Sabırda Eyüp gibi, gam çekmede Yakup gibi, eğer Kenan memlektine varmak istiyorsan Yusuf gibi sevilen ol!) İlk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem, şiirde; yaratılan ilk insan olması, Hz. Havva ile cennetteki maceraları, yasak meyveyi yemesi, cennetten çıkarılması ve dünyaya gönderilmesi, Allah’a karşı olan samimi tevbesi vb. münasebetle anılır. Mesela aşağıdaki beyitte Taşlıcalı Yahya Bey, Âdem’in cennetten çıkarılma sebebinin, Âdem’in kendisini bilmemesi olduğunu, kendisini bilmeyene kendisinin bildirileceğini söylemektedir: Bilmezlük itdi kendüyi bildürdiler hemân Bâg-ı cinândan Âdemi dünyâya saldılar İdris Peygamber; sağlığında göklere çıkması ve bir daha dünyaya inmemesi, terzilerin piri olması ve yazıyı icat etmesi yönleriyle şiire girer. Nuh Peygamber; uzun ömürlü olması, Tufan hadisesini yaşaması, insanlığın ikinci babası (Âdem-i sani) nitelemesiyle anılır. Hz. İbrahim; üç büyük dinin peygamberlerinin atası, Halilullah (Allah’ın dostu), çok cömert bir kişi (Halil İbrahim sofrası) olması yönleriyle şairlerin çok sıkça adını andığı peygamberdir. Aynı zamanda Nemrut’la olan savaşı, ateşe atılmasına rağmen yanmaması onun çok önemli özelliklerindendir. İbrahim Peygamber’in adı şiirimizde daha ziyade Halilullah (Allah’ın dostu) şeklinde geçer. Niyazi-i Mısri, aşağıdaki beytinde, kişinin Allah için kendini ateşlere atmasını kutsamaktadır: Kendini odlara atan şol Halîlullah gibi Cân u dilden bülbül-i gülzâr-ı aşka esselâ Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Varlık Ve İnsan En büyük darlık, varlığın bizi esir almasıdır. Yakup Peygamber, Yusuf Peygamber’in babası olması, Yusuf’un hasretiyle yıllarca ağlayıp gözlerinin kör olması, kendisine hüznünden dolayı ayrı bir kulübe yaptırarak “kulbe-i ahzân” (hüzünler kulübesi) adı verilen bu yerde yaşaması, en sonunda Yusuf’un göndermiş olduğu gömlekle gözlerinin açılması hikayeleriyle şiire girer ve her biri şair için birer gönderme olur. Yusuf Peygamber eski şiirimizde adı en sık geçen peygamberdir. Eşsiz güzelliği dolayısıyla âşıkların daimai sevgiliye teşbih ettiği bir kişi olmuştur. Sevgililer Yusuf-ı sani’dirler (ikinci Yusuf). Yusuf Peygamber’in, kardeşleri tarafından kıskanılması, bir oyun bahanesiyle götürülüp kuyuya atılması, kuyudan çıkarılıp bir kervana satılması, kervanın da onu Mısır’da satması, Mısır’da Yusuf’u Mısır vezirinin alması, bu vezirin karısının Yusuf’a âşık olması, isteği olmayınca ona iftira atması ve Yusuf’u zindana attırması, sonra Yusuf’un suçsuzluğunun anlaşılması, rüya tabirini iyi bilmesi, Mısır’a sultan olması gibi ayrıntısı çok olan bu hikaye Yûsuf u Züleyhâ mesnevilerinde bütün teferruatıyla anlatılmıştır. Bu hikaye Kuran’da da ahsenülkasas (kıssaların en güzeli) olarak anılmış ve pek çok sembolün de kaynağı olmuştur “Yusuf ile Züleyha hikayesinin sembolizminde Yûsuf, kaynağını ancak Allah’ta bulabilen aşırı güzellik ve iyilik biçimlerini temsil ederken, Züleyha bu mükemmeliyet biçimleriyle karşılaştıktan sonra arayışa başlayan kişiyi tasvir eder.” (Leaman 2010: 51). Türk İslam edebiyatı metinlerinde Yusuf Peygamber’in zikredildiği metinleri anlamak için Yusuf peygamberin hikayesini bütün ayrıntılarıyla bilmek gerekmektedir. Usûlî, gönlünde Yusuf benzeri bir sevgilisi olmayanları, içinde Yusuf peygamberin olmadığı fena Mısır’ına benzetmektedir. Yusuf gibi sevgilileri olmayanlar yoklukta yaşamaktadırlar, varlıklarının ne anlamı olabilir? Her kimin bir sencileyin Yûsuf-ı Ken’ânı yok Gönlü bir Mısr-ı fenâdır kim anın sultânı yok Klasik şiirimizde âşık (arayan) daima Yakup’la, aranılan da (sevgili) Yusuf’la simgeleştirilmiştir. Yunus Emre’nin şu mısraı buna güzel bir örnektir: Bu ‘âlem-i kesretde sen Yûsuf u ben Ya'kûb Ol ‘âlem-i vahdetde ne Yûsuf u ne Ken‘ân Varlık, içine düşülen bir kuyudur. Zira Yunus Emre’nin deyimiyle, insanlarda varlık sevgisi oldukça gönüllerdeki darlık hiç gitmeyecektir: Niyazi-i Mısri de, aşağıdaki beytinde, Yusuf’un kuyuya düşmesi örneğini vermekte ve kendisinin de varlık kuyusuna düştüğünü söyleyerek oradan kurtulması için Allah’a yalvarmaktadır: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Varlık Ve İnsan Bu Niyâzî düştü varlık câhına Yûsuf gibi Al elim kurtar ki nâçâr olmuşum yâ Rab Hz. Musa, Tur dağında Allah ile görüşmesi, Cenab-ı Hakk’ı görmek istemesi, bunun üzerine “Len-terânî: beni göremezsin” hitabına muhatap olması, istediğinde büyük bir ejderhaya dönüşen asası, göğsüne sokup çıkardığında ellerinin bembeyaz olması vb. unsurlarla şiirde yer alır. Hz. Musa, Tur dağında Allah’ı görmek istemiş, Allah: “Karşıdaki dağa bak, eğer o buna dayanabilirse sen de beni görebilirsin”, demiş dağa tecelli edince dağ yerle bir olmuş ve Hz. Musa hadisenin dehşetinden bayılmıştır. Niyazi-i Mısri aşağıdaki beytinde bu olaya işaret etmektedir: Dağlar dahi dayanmaz anun yüzüne karşu Âlemlere sor Tûr ile Mûsâ haberin sen Hz. Davut, güzel ve gür sesli, hükümdar olması dolayısıyla şiire girer ve farklı benzetmelerle kullanılır. Baki, Davut peygamber’in sesinin gür ve güzel olmasına atıfta bulunarak, insanlara Davut gibi hoş bir ses, kıyamete kadar hayırla yadedilecek bir eser bırakmalarını tavsiye etmektedir: Âvâzeyi bu âleme Dâvud gibi sal Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş Asıl zafer sabır; asıl zenginlik kanâattir. Klasik şiirimizde adı en sık geçen peygamberlerden biri de Hz. Süleyman’dır: Hz. Süleyman, bütün dünyaya hükmeden kudretli bir hükümdar olması, elindeki mucizevi yüzüğü, rüzgarlara hükmetmesi, altı aylık yolu bir günde alması, cinlere ve şeytanlara hükmetmesi, karıncayla vesair hayvanlarla konuşması ve hayvanların dillerini bilmesi, Belkıs, Hüdhüd ve devlerle olan maceralarıyla sık sık şair tarafından bir benzeten olarak kullanılmıştır. Kasidelerde hükümdarlar, yeryüzüne hükmeden Hz. Süleyman’a benzetilirler. Sevgili-Âşık münasebetinde âşık karınca iken sevgili Süleyman olarak düşünülür. Hz. Eyüp sabır, Hz. Lokman hikmetli kişi örneği olarak zikredilir. Hz. İsa, ölüleri diriltmesi mucizesi dolayısıyla şiire girer. Sevgili, zavallı aşığı diriltmesi için Hz. İsa olarak resmedilir. Ayrıca Hz. İsa, fakirliği tercih ettiğinden bir kanaat sembolü olarak gösterilir. Hz. Muhammed, son peygamberdir, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir, bütün insanlık onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Varlık Ve İnsan Yazıcıoğlu Muhammed; Hz. Peygamber’in Habibullah, âlemlerin efendisi ve gerçek şefaatçi olduğunu, kainatın onun yüzü suyu hürmetine yaratıldığını şöyle ifade ediyor (Çelebioğlu 1996: 385): Taşlar içinde elmas neyse beşer içinde de Hz. Muhammed öyledir. Çün oldur Habîb pes odur Seyyid-i Kâinât Çün oldur şefî’ pes odur mesned-i mümkinât O, en güzel ahlak üzerinedir. Dolayısıyla bütün insanlar tarafından örnek alınması gereken yegâne kişidir. Bu yüzden şiirimizde bir insanın ulaşacağı nihai nokta olarak gösterilir. Allah’ın resulü olan Hz. Muhammed insan-ı kamilin ta kendisidir. Zira Allah, hiç kimseye nasip etmediği Cemalullah’ı (Allah’ın yüzü) seyri, miraçta sadece Hz. Muhammed’e bahşetmiştir. Allah, onunla, -Süleyman Çelebi’nin deyimiyle- bî-hurûf u lafz u savt (harfe, söze ve sese gerek duymaksızın) konuşmuştur. Yine Cenab-ı Hak, hiç bir kuluna bahşetmediği Makâm-ı Mahmûd’u yalnızca Hz. Muhammed’e lütfetmiştir. O, sadece insanların değil kainatın da efendisidir (Seyyidü’l-kâinât). Niyazi-i Mısri’ye göre, yaratılmışlar içinde insan bir ağaç gibidir, diğer bütün yaratılmışlar da bu ağacın yaprakları gibidir; peygamberler bu ağacın meyveleri, Hz. Muhammed de bütün bunların özü, esasıdır. Cihân bağında insan bir şecerdir gayriler yaprak Nebîler meyvedir sen zübdesisin yâ Resûlallâh Hz. Peygamber; siyer, megaâzi, şemail, hilye, mevlid, miraç vb. pek çok ilmin ve edebî türün konusu olmuş, adına hususi ilimler ihdas edilen ve şiir türleri çıkarılan yegâne insandır. İslami karakterli Türk şiiri, esasını tekkeden, aşktan aldığı için edebiyatımızda Hz. Peygamber konusu diğer kültürler ve milletlerde olmadığı kadar ayrıntılı bir dil ve inançla anlatılmıştır. Bu yüzden bu şiirimizde insan denildiğinde esas olarak yegane ve eşsiz örnek Hz. Peygamber’dir. Yunus Emre, İslami Türk şiirinin nasıl bir Hz. Muhammed tasavvuru oluşturduğunu çok veciz ifadelerle anlatmıştır: Arayı arayı bulsam izini İzinin tozuna sürsem yüzünü Hak nasip eylese görsem yüzünü Ya Muhammed cânım arzular seni Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Varlık Ve İnsan İnsan, insanın aynasıdır. Alimler ve veliler peygamberlerin varisidir. Önemli Dinî Şahsiyetler: Peygamberlerden sonra model insan olarak görülen şahsiyetlerdir. Sıddik lakabıyla anılan ve Hz. Peygamber’in Hira mağarasındaki hicret arkadaşı büyük sahabi Hz. Ebubekir; adalet timsali olan ve hükümdarların kendine benzetilerek övüldüğü Hz. Ömer; haya ve hilm timsali Hz. Osman; ilim şehrinin kapısı, Allah’ın aslanı, Haydar-ı Kerrar Hz. Ali vb. diğer bazı sahabeler eski edebiyatımızda örnek insanlar olarak daima saygı görmüşler ve örnek alınmışlardır. Bunların ardından bazı velilere çok önemli vurgular yapılmıştır. İnsan-ı kamili bulmada, dört büyük sahabeden sonra veliler üçüncü duraktır. Onların hayatları, maceraları, özlü sözleri ediplerimiz için çok önemli bir kaynak mesabesindedir. Bu yüzden bazı veli şahıslar klasik edebiyatta çok sık zikredilen örnek kişiler olmuşlardır. Dünyaya değer vermemeyi ve Allah’ta fani olmayı anlatırken Bayezid-i Bestâmî, Zunnun-ı Mısri, Hasan-ı Basri; bir sultanken tacı ve tahtını terk ederek kendisini Allah’a adayan ve dillere destan kerametleriyle hakikati bulma yolunda çok önemli bir kişilik olan İbrahim bin Edhem; Allah aşkı uğruna kendini feda etmekten çekinmeyen ve bu yönleriyle âşıkların rehberi büyük fedakarlık örneği ve aşk kahramanı Hallac-ı Mansur; aşkı uğruna diri diri derisi yüzülen ve bu hâliyle aşk yolunda her çilenin kutsal olduğunun simgesi olan Nesimibu önemli şahsiyetlerden bazılarıdır. Gevheri, Hallac-ı Mansur gibi aşkın darağacına çekilmekten zerre kadar çekinmeyeceğini ifade ediyor: Koma elden Gevherî aşk dârını Mansûr gibi Ser virüp dildâr içün kurban olursun âkıbet İbn-i Edhem: Niyazi-i Mısri, bu hakikati şöyle anlatmış: İbn-i Edhem gibi tâc ü tahtını terk eyleyüp Soyunup abdal olan hünkâr-ı aşka es-selâ Fakirlik, Allah’tan başkasına muhtaç olmamaktır! İbrahim Edhem’e niçin zenginliği, tahtı ve saltanatı terk ederek fakirliği tercih ettiği sorulmuş, o da şu cevabı vermiş: “Eğer fakirlerin sahip oldukları zevk ve sefanın ne kadar güzel olduğunu zenginler bilseydi, buna sahip olabilmek için zor kullanmak suretiyle, dünyadaki zenginler onu fakirlerin elinden alırlardı ve bunun için asker kullanmaktan da geri durmazlardı. Fakirlerin elinde olan o zevki ve hazzı zor ile de olsa çekip ellerinden alırlardı. Çünkü fakirler yarın cennette padişah konumunda olacaklardır.” (Ahmet Faruk 2007: 163). Bu sözler, bir nevi Hz. Peygamber’in el-fakru fahrî- fakirlik benim övüncümdür! Hadisinin de açıklamasıdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Varlık Ve İnsan Ünlü Âşıklar: Klasik edebiyatımızdaki en önemli insan tiplerinden biri de tarihe mal olmuş ünlü âşıklardır. Bu âşıklar ve bunların sevgilileri; şairler için çok önemli benzetilenlerdir. Bunlar sevdikleri için her şeyi göze almışlar, aşk uğrunda dayanılmaz acılara katlanmışlar, dünyevi arzu ve istekleri reddetmişler, sadece ma’şukları için yaşamışlardır. Leyla ile Mecnun; Hüsrev (veya Ferhad) ile Şirin; Vamık u Azra; Yusuf u Züleyha bu âşıkların en ünlülerindendir. Bu kişileri edebî eserde anmakla bunların hayatlarının ve hikayelerinin kastedilmediğini, aksine bunların sevenler için birer örnek olduğunu Fuzuli şu beytiyle çok güzel açıklamıştır: Bende Mecnûn’dan füzûn âşıklık istidâdı var Âşık-ı sadık benem Mecnûn’un ancak adı var (Ben Mecnun’dan daha büyük bir âşığım (benim aşka kabiliyetim Mecnun’dan daha fazla). Gerçek âşık benim, Mecnun’un sadece adı var.) Hemen bütün bu aşk hikayeleri, büyük mesneviler olarak müstakil pek çok eserin mevzuu olmuşlar, belli düşünce ve duyguları sembolize etmek için çok titiz bir işçilikle işlenmişlerdir: “Oldukça meşhur Yusuf ile Züleyha hikayesindeki kadın âşık, genellikle başından geçen bir çok dert ve musibetten sonra vahdet-i vücuda ulaşmak için bedeninin arzularından feragat eden sufiyi temsil eder.” (Leaman 2010: 51). Esrar Dede de bir beytinde bu ünlü âşıkların sevgililerini şiirlerinde neden zikrettiklerini şu veciz sözlerle ifade etmektedir: Geh Zelîhâ derim gehî Yûsuf Cümlesinden murâd cânândır Mitolojik ve Efsanevi Kişiler: Şarabı icat ettiğine inanılan Cemşit; omuzlarında iki yılan olduğu şeklinde efsanesiyle meşhur ve kötülüğün sembolü olan Dahhak; dünyayı üç oğluna paylaştırdığına inanılan ve adaletin sembolü olarak adı geçen Feridun; bir kahramanlık örneği olarak çok sık zikredilen Rüstem, Bijen, Siyavuş vb. kahramanlar; doğuşunda saçı, kirpikleri ve kaşı bembeyaz olduğu için yaşlılığın sembolü Zal vb. şahıslar klasik şiirde adları çok sık geçen kişilerdir. Bunlar bazen kahramanlık, bazen cömertlik, bazen dünyanın geçiciliğini anlatmak için birer sembol olurlar. Hayali; “kahramanlıkta Padişah Behram gibi kuvvetli de olsan, Zal’e benzeyen (yani çok yaşlı, tecrübeli ve kadim olan) bu zaman seni sonunda mezara sokar”, demektedir. Gerekse kuvvet-i bâzûda şah Behrâm ol Bu Zâl-i dehr eder menzilini âhır gûr Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Varlık Ve İnsan Tarihî Kişiler: Büyük İskender, Nuşinrevan, Harun Reşid, Gazneli Mahmut, vb. tarihte yaşamış büyük hükümdarlar; aklın sembolü olarak zikredilen Aristo, Eflatun, Hipokrat, İbn-i Sina vb. büyük filozoflar ve tabipler, Hatem-i Tai gibi cömertlik sembolü olmuş kişiler. Firavun, Nemrut, Karun gibi Allah’ı inkar, küfür ve kötülük sembolü olan şahıslar. Şairler zaman zaman bazı duygu ve düşünceleri somutlamak için bu şahsiyetleri birer gösteren olarak kullanırlar. Zati, Nuşinrevan’ı; “ardında eser bırakan ebediyen yaşar”, hakikatine örnek olarak zikreder: Nuşirevan, ölüp gitmiştir ama adı hâlâ bütün canlılığıyla yaşamaktadır. Zira o, adalet ve doğruluk gibi iki ölmez oğul bırakmıştır: Velî Nûşirevân gitdi cihânda zindedür adı İki ölmez oğullar idinipdür adli vü dâdı Zenginliği, serveti, şöhret ve debdebesiyle efsanelere karışmış olan Kârûn, Klasik şiirde daha çok dünyaya meyletmenin kötülüğü bahislerinde kullanılır. Mal mülk ve servet yığmak için çabalayan insanlar acınacak bir durumdadır. Serveti dünyaları tutan Kârûn, bütün malı mülküyle beraber yerin dibine geçmiştir. Çünkü o varlığı Allah’tan değil kendinden bilmişti. Allah’a şükre davet edildiği zaman: “Bütün bunlar benim kendi kazancım, niye Allah’a şükredeyim”, derdi. Şeyhi, aşağıdaki beytinde, sevgili ile beraber bir an geçirmeyi bütün dünyaya sahip olmaya tercih ettiğini söylemektedir. Zira Karun ve nice Fağfur (Çin hükümdarlarına verilen bir addır.) dünyaya sahip olmuşlar ama sonunda çok güvendikleri varlıkları onları helak olmaktan kurtaramamıştır: Yâr ile olan hem-nefes ayş ol sürer âlemde bes Mâl ile mülk etme heves Kârûn’a bak Fağfûr’u gör Çeşitli Meslek Erbabı: Eski şiirimizde; gündelik hayatta yaşayan hemen her meslek erbabı şiirde yer almıştır. Asesler (gece devriye gezen bekçi, polis), ressamlar (Mani ve Behzad gibi), minyatür ustaları, nakkaşlar, hakkaklar, katipler, remmâller (kum falına bakanlar) muallimler, müneccimler, muvakkitler, musikişinaslar, meşşatalar (gelin süsleyen kadınlar), güreşçiler, okçular vb. gündelik hayatın insan tipleri tabii ki bu şiirin içinde vardır. Gece devriye gezip, özellikle içki içenlere, serkeşlik yapanlara göz açtırmayan asesler şairlerimizin pek de sevmediği tiplerdir. Bunlar görev yaparken genellikle acımasız olur ve şiddetli cezalar verirlerdi. Ragıp Paşa, “Mest-i bâ-temkîne rehzen mi olur bîm-i ases”, (Onay 2004: 62) diyerek terbiye dairesinde hareket edenlerin aseslerden korkmasına gerek olmadığını söylemektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Varlık Ve İnsan Bu bölüm boyunca üzerinde durulan şahıslar şüphesiz burada bahsettiklerimizden ibaret değil olmayıp her biri müstakil kitap olacak kadar çok zengin malzemeler içermektedir. Bu bölümde konunun ana hatları çizilmiş, ayrıntılara girilmemiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Özet Varlık Ve İnsan Türk İslam edebiyatında varlık düşüncesi, esasları İslam dini tarafından çizilen ve ayrıntıları tasavvufi düşünce tarafından oluşturulan düşünce silsilesine dayanır. Buna göre hakiki anlamda var olan sadece Allah’tır; diğer varlıklar mecazidir, geçicidir. Allah ise varlıkları kendinin bilinmesi ve tanınması için aşkla yaratmıştır. Bütün yaratılmışların esası ve özü insandır, insan zübde-i âlemdir. Allah’ın gerçek muhatabı ve halifesidir. Bu varlık âlemi eğer Allah’ı tanımak için yaratılmışsa, insanın gerçek gayesi de Allah’ı tanımak ve bilmektir. Bu da ancak aşk yoluyla olabilir. Allah’ın gerçek kulları O’nun aşkıyla kendisini feda etmekten çekinmeyenlerdir. Klasik edebiyatta insan genellikle iki şekilde görülür: Birincisi bu geçici âlemin heveslerine kapılıp, baki âlemi zevki ve hazzı uğruna yok edendir; ikincisi ise Allah’ı arama yolunda kendini feda edip, geçici varlığın cazibesine ve sihrine kapılmayan hakiki âşıklardır. Bu bakımdan edebî metinlerde genellikle bu iki tip insana özel bir vurgu yapılmıştır. Bunun dışında eski edebî metinlerde şairin bizzat kendini işlediği insan tipleri vardır. Bunlar; hakikati, sevgiliyi, gerçek saadeti arayan âşık; aranılan, uğruna her türlü sıkıntıya ve ezaya katlanılan sevgili; âşıkla sevgili arasına girerek onların kavuşmasına mâni olan kötülük timsali rakip; dinin ve hakikatin özüne inemeyip her şeyi kabuktan ibaret olarak algılayan ve şekilde kalan zahit, sofu, vaiz; varlık ve yokluk umurunda olmayan ideal insan tipi olan arif vb. dir. Ayrıca bütün bu kişilerin daha iyi somutlanması için örnek olarak hayatları ve maceraları işlenen peygamberler, veliler, âşıklar, tarihî, mitolojik ve efsanevi kişiler eski edebiyatımızda söz konusu edilen insanlardandır. Bir metnin Türk İslam edebiyatındaki yerini tespit için şu soruların cevabı aranmalıdır: 1. Bu metinde Türk nerededir, 2. Bu metinde İslam nerededir, 3. Bu metinde edebiyat nerededir? Bütün bu sorulara cevap vermek için edebî metinleri incelemeyi de iyi bilmek gerekiyor. Edebiyat da, insanın varlığı kendince insanın anlatımı olduğuna göre bütün araştırmaların esas ve özünü insan oluşturmaktadır. Bu yüzden eski metinleri anlamak için esası yukarıda çizilen varlık ve insan algısını etraflıca bilmek gerekmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Varlık Ve İnsan DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Varlığı kendinden olmayan, var olmak için var ediciye muhtaç olan varlık kategorisi aşağıdakilerden hangisidir? a) b) c) d) e) Muhal Mümkün Vacip Farz Memnu 2. Dünyaya gelen varlığın ilk formuna hangi ad verilir? a) b) c) d) e) Nebat Hayvan Cemad İnsan Memat 3. “Her varlığın Allah’tan gelip tekrar Allah’a döneceği nazariyesinin işlendiği şiir”lere hangi ad verilir? a) b) c) d) e) Miraciye Kaside Sulhiye Devriye Cülusiye 4. Tasavvufi inançta Allah âlemi niçin yaratmıştır? a) b) c) d) e) Yaratmayı sevdiği için Tanınmak ve bilinmek için İnsanları denemek için Kudretini göstermek için İbret vermek için Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Varlık Ve İnsan 5. Yunus Emre’ye göre dört kitabın manası hangi insana işaret eder? a) b) c) d) e) Bir sevgiliyi hiç durmaksızın arayan Kendisi için istediğini başkası için de isteyen Himmet peşinde olan İbadetlerini yapan Derviş olup, tarikata giren 6. Su, toprak, hava ve ateşten ibaret olan varlık kategorisine ne ad verilir? a) b) c) d) e) Muhal varlıklar Vacip varlıklar Anasır-ı erbaa Vücud-ı mutlak Mevalid-i selase 7. Hestî ne demektir? a) b) c) d) e) Hiçlik Fena Toprak Varlık İnsan 8. Eski şiirimizde zahit hangi insan tipini temsil eder? a) b) c) d) e) Dini, hakikatiyle yaşayan Öze inemeyen, kabukta kalan Varlığa ve mala değer veren Her şeye boş veren Hakk âşığı. 9. “Varlığa sevinmeyen, yokluğa da yerinmeyen” hangi insan tipidir? a) b) c) d) e) Zahit Rakip Vaiz Nasih Arif Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Varlık Ve İnsan 10. Cömertlik sembolü kişi aşağıdakilerden hangisidir? a) b) c) d) e) Bayezid-i Bestami Hallac-ı Mansur Hatem-i Tai Zünnun-ı Mısri İbrahim bin Edhem Cevap Anahtarı 1b 2c 3d 4b 5b 6c 7d 8b 9e 10c Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Varlık Ve İnsan YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Batislam, H. Dilek, “Divan Şiirinde Âşık, Sevgili Rakip Üçlüsü ve Ölüm” http://turkoloji.cu.edu.tr/ESKI%20TURK%20%20EDEBIYATI/batislam_4.pdf. Bolay, Süleyman Hayri (2001), “Himmet, Zimmet ve Yunus”, Yunus Emre: Makalelerden Seçmeler¸(Haz: H.Özbay-M.Tatçı): Ankara. Elçin, Şükrü (1998), Gevherî Divanı: İnceleme-Metin-Dizin-Bibliyografya: Ankara. Eşrefoğlu Rûmî (2007), Müzekki’n-Nüfûs (Haz: Ahmet Faruk): İstanbul. Göktaş, Mehmet (2003), Divan Şiirinde İnsan Telakkisi, Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü: Erzurum. Horata, Osman (1998), Esrar Dede: Hayatı-Eserleri-Şiir Dünyası ve Dîvânı: Ankara. Izutsu, Toshihiko (2003), İslam’da Varlık Düşüncesi, (Çev: İbrahim Kalın): İstanbul. İsen, Mustafa (1997), “Divan Şâirlerinin Meslekî Konumları”, Ötelerden Bir Ses:, Ankara. Kaya, Doğan (2007), Türk Halk Edebiyatı Terimleri Sözlüğü: Ankara. Kemikli, Bilal (2007), Sufi Aşk ve Ölüm, İstanbul. Köprülü, Fuad (1984), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar: Ankara. Kurnaz, Cemal (1997), Divan Edebiyatı Yazıları: Ankara. Leaman, Oliver (2010), İslam Estetiğine Giriş (Çev: Nuh Yılmaz):. Levend, Agah Sırrı (1980), Divan Edebiyatı: Kelimeler ve Remizler –Mazmunlar ve Mefhumlar: İstanbul. Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü (2006 ), (Editör: Zafer Erginli): İstanbul. Nâbî (2008) Hayriye-i Nâbî, (Haz: Mahmut Kaplan): Ankara. Onay, Ahmet Talat (2004), Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar (Haz: Cemal Kurnaz): İstanbul. Pala, İskender (2010), Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü: İstanbul. Şentürk, Ahmet Atilla (1995), Rakib'e Dair (Klasik Osmanlı Edebiyatı Tiplerinden): İstanbul. Tarlan, Ali Nihat (1998), Fuzûlî Divanı Şerhi: Ankara. Tatçı, Mustafa (1990), Yunus Emre Divanı: Ankara. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Varlık Ve İnsan Tökel, Dursun Ali (2010), Divan Edebiyatında Mitolojik Unsurlar: Şahıslar Mitolojisi: Ankara. Uçman, Abdullah (2000), “Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı” Yesevilik Bilgisi (Haz: C. Kurnaz-Mustafa tatçı) : Ankara. Uludağ, Süleyman (2002), Tasavvuf Terimleri Sözlüğü: İstanbul. Uzun, Mustafa (2010), “Kaynakları Açısından Türk İslam Edebiyatı ve Tasavvuf) İznikli Gönül Adamı Eşrefoğlu Rûmî (Editör: Bilal Kemikli): İznik. Yazıcıoğlu Muhammed (1996), Muhammediye (Haz: Âmil Çelebioğlu), c. II: İstanbul. Yılmaz, Mehmet (1992), Edebiyatımızda İslamî Kaynaklı Sözler: İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 KURULUŞ DÖNEMİ TÜRK İSLAM EDEBİYATI HEDEFLER İÇİNDEKİLER (11.-14. YÜZYIL) • İslam Medeniyeti Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı • Türk İslam Edebiyatına Verilen Adlar • Türk İslam Edebiyatının Başlıca Özellikleri • Türk İslam Edebiyatının Tarihî Gelişimi-Kuruluş Dönemi (11.- 12.13.- 14. Yüzyıllar) • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Türklerin İslamiyet’i benimsemesiyle ortaya çıkan edebî anlayışın doğuşu, önemi ve özellikleri kavranabilecek, • Müşterek İslam medeniyetinin etkisinde gelişen Türk edebiyatının çeşitli sahalarda eser veren şairleri ve eserleri hakkında bilgi sahibi olunabilecek, • Klasik Türk edebiyatının tarihî gelişimini ve 14. yüzyılın sonuna kadar oluşan edebî durumunu dönem-şair-eser çerçevesinde değerlendirebileceksiniz. TÜRK İSLAM EDEBİYATI Yrd. Doç. Dr. Atilla BATUR ÜNİTE 10 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı GİRİŞ Türkler, tarih sahnesinde belirdikleri andan itibaren duygu ve düşüncelerini, dil, din, kültür ve medeniyetleri çerçevesinde ifade etmeye çalışmışlardır. İslamiyet’ten önce gerek şifahi gerek yazılı metinler ile ifadesini bulan edebî ürünler, İslamiyet’in kabul edilmesiyle Arap ve Fars kültürüyle de etkileşimi neticesinde farklı bir kimliğe bürünmüş, bu geleneğe bağlı bir Türk edebiyatı doğmuştur. 11.-19. Yüzyıllar arasında, yaklaşık altı yüz yıllık bir maziye sahip İslamiyet etkisindeki Türk edebiyatı, başlangıcından bitimine kadar birçok şair yetiştirmiş ve bu şairlerin ortaya çıkardığı eserler ile gelişmesini sürdürmüştür. Klasik Türk edebiyatı, ilk dönemlerinde doğal olarak din ve tasavvufu ihtiva edip daha az nazım şekli ile ürünlerini verirken, ilerleyen yüzyıllarda vezin, tür ve nazım şekli vb. itibariyle XV. Yüzyıla kadar kuruluş dönemini tamamlamıştır. MÜŞTEREK İSLAM MEDENİYETİ ETKİSİNDE GELİŞEN TÜRK EDEBİYATI Türklerin İslamiyet’ten önce vücuda getirdikleri edebiyat,-Çin, Hint ve İran tesiriyle yapılan bazı ehemmiyetsiz tercümeler müstesna olmak üzere- sazla söylenen şiirlerden ibaretti. O devirdeki Türk edebiyatını teşkil eden eserler, yabancı tesirlerden uzak bulunuyor, kavmin bütün hususiyetlerini samimiyetle aksettiriyordu. Bu devirdeki şairler, halkın içinde ellerinde kopuzla şiirlerini, dörtlük ve hece vezni ile söylerlerdi. Türkler, 8. Yüzyıldan itibaren Müslümanlığın etkisinde kalarak bu yeni dini kabul etmeğe başlamışlardı. Özellikle 751’de Çinlilerle Müslümanlar arasında yapılan Talas Savaşı’nda, Türklerin Müslümanlara yardım etmesiyle, Müslümanlar zafer kazanmışlardır. Bu yardımlaşmanın etkisiyle, Türkler ile Müslümanlar arasındaki yakınlaşma, Türklerin arasında bir Müslümanlaşma sürecini başlatmıştır. Bu zamanda, Türklerin Müslümanlaşması münferit hareketler hâlindeyken, Karahanlı Sultanı Satuk Buğra Han’ın 920’de Müslümanlığı kabul etmesi, Müslümanlığın Türkler arasında yayılmasını ve Türklerin kitleler hâlinde İslam dinine geçişi hususunda bir dönüm noktası olmuştur. Türkler, İslamiyet’i yalnızca inanç bazında benimsememiş, bu dinin meydana getirdiği medeniyeti de tüm kurum ve kuruluşlarıyla kabul etmişlerdi. Her şeyden önce Müslüman olan Türklerin ibadet için Kuran okumaları gerekmekteydi. Bu yeni bir dili ve alfabeyi tanımak anlamına gelir. Nitekim Türkler, diğer Müslüman milletler gibi, Arap yazısını kullanmaya başladılar. Fakat İslam medeniyetinin oluşturduğu kültür havzası içinde eğitim gören Türkler Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı üzerinde Arapça ve Arap edebiyatından ziyade, Farsça ve bu dilin taşıyıcısı konumundaki Fars edebiyatı daha etkili olmuştur. Öyle ki, yeni dinin ibadetle ilgili önemli terimlerinden bazıları, Türkçeye Arapçadan değil, Farsçadan geçmiştir. Örneğin; salat yerine namaz, vudu yerine abdest ve savm yerine ruze (oruç) Farsçadan geçmiş kelimelerdir. İslam medeniyeti etkisinde gelişen Türk edebiyatı gösterdiği özellikler bakımından üç kolda gelişmiştir. Bunlar: a) Halk Edebiyatı: Daha çok halk arasından yetişmiş sanatçıların verdikleri sözlü edebiyat ürünleriyle meydana gelmiştir. b) Divan Edebiyatı: Arap ve Fars edebiyatlarının kuvvetli tesiri altında müşterek medeniyetin son ve en büyük halkasını teşkil eder. İslami kültüre dayalı, daha çok medrese öğrenimi görmüş, eğitimden geçmiş sanatçıların oluşturdukları edebiyattır. c) Tekke Edebiyatı (Tasavvuf edebiyatı): Din-tasavvuf ağırlıklı olup gösterdiği özellikler itibariyle daha çok halk edebiyatı-hece vezni, dörtlük, kimi zaman da aruz- etkisinde kalmış olan ancak divan edebiyatı kültürünü de yansıtan edebiyattır. İslam medeniyeti etkisinde gelişen Türk edebiyatının meydana gelmesinde, tefsir, hadis, akaid, fıkıh, kelam, siyer ve kısas, tasavvuf, ilm-i heyet (astronomi), ilm-i nücum (yıldızlarla ilgilenen bilim dalı), ilm-i ahlak, ilm-i tıbb, ilm-i kimya vb. bilim dallarının payı büyüktür. Ancak İslam medeniyetinin bilim dallarından etkilenmiş olan klasik Türk edebiyatının temelini, Kuran, hadis ve tasavvuf oluşturur. Bu hususta diğer unsurları da şöyle sıralayabiliriz: İslam tarihi (tarihî olay ve kişiler) İran mitolojisi (mitolojik olay ve özellikle kişiler) Türk tarihi ve milli kültür unsurları (gelenek ve görenekler) Dil malzemesi (deyimler, atasözleri, halk söyleyişleri ve edebî dili yapan diğer bütün unsurlar) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı İslam Medeniyeti Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatına Verilen Adlar Türklerin İslam medeniyeti bünyesinde oluşturdukları ve yeni Türk edebiyatı döneminin başlangıcı kabul edilen Tanzimat edebiyatı dönemine kadar varlığını sürdürmüş olan Klasik Türk edebiyatına, Divan edebiyatının yanı sıra Yüksek zümre edebiyatı, Klasik Türk edebiyatı, Saray edebiyatı, Ümmet çağı Türk edebiyatı, İslami Türk edebiyatı, Eski Türk edebiyatı ve az rastlanmakla birlikte Enderun edebiyatı da denmiştir. Eski şairlerimizin yazmış oldukları şiirleri “divan” adı verilen defterler içerisinde toplamaları nedeniyle Divan edebiyatı -ağırlıklı olarak Divan şiiri - denilen klasik Türk edebiyatına saray, konak, medrese çevrelerinde ve bunlara yakın topluluklarda geliştiği için Saray edebiyatı; okumuş kesime seslenmesi ya da daha çok okumuş kesimin ilgilendiği edebiyat olmasından dolayı da, Yüksek zümre edebiyatı denilmiştir. Ayrıca bazı kaynaklarda Batılı Doğu bilimcilerin tercih ettiği Osmanlı edebiyatı ya da Osmanlı şiiri adlandırmalarıyla da karşılaşmaktayız. Klasik edebiyat olarak bilinme nedenine gelince: Latince “classicus” kelimesinden gelen klasik, önce Fransızcada “ eski, antik” anlamında kullanılmış, bu nedenle de örneğin Yunan ve Latin dillerine klasik diller denildiği gibi, eski Yunan ve İtalyan edebiyatlarına da klasik edebiyatlar denilmiştir. Edebiyat tarihimiz içerisinde yer alan eski Türk edebiyatının Klasik edebiyat olarak tanınma nedeni ise, öncelikle anılan edebiyatın değişmez kurallara bağlı sanat anlayışıyla ilgili olmakla birlikte, onun edebiyat tarihimizin eski dönemine ait oluşuyla da ilgilidir. Ayrıca altı yüzyıl gibi uzun bir süre varlığını sürdürmüş olan söz konusu dönem edebiyatının gerek kendi çağında gerekse daha sonra üstat kabul edilen güçlü sanatçılar yetiştirmiş olması, onun klasik edebiyat olarak tanınma nedenleri arasındadır. Yukarıda saydığımız adlandırmalardan başka bu dönem edebiyatı İslami Türk edebiyatı ve Ümmet çağı Türk edebiyatı adlarıyla da anılmıştır. Türk İslam Edebiyatının Başlıca Özellikleri 1. Türklerin, Müslüman olduktan sonra doğudan batıya yayılıp yerleştikleri geniş bir alan üzerinde -daha çok Anadolu’da-altı yüzyıl gibi uzun bir sürede meydana getirdikleri edebiyattır. 2. İslam medeniyeti içerisinde daha önce doğup gelişen İran şiirini örnek alarak başlamış ve ümmet kaynaşması yönünde gelişme göstermiştir (ki, aynı şekilde İran edebiyatı da Arap edebiyatından etkilenmiştir). Söz Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı konusu kaynaşma genel çizgileriyle biçim, dil ve söyleyiş, tür, konu ve özde görülmüştür. 3. Bu dönem edebiyatında şiir esas olmakla birlikte bazı anlatım özellikleri bakımından nazımın etkisinde ve paralelinde gelişmiş olan nesir de vardır. 4. Şiirin kuruluşunda biçim önem taşır ve belirli kurallara bağlanmıştır. Söz konusu kurallar ise şiirin biçimini oluşturan nazım birimi, vezin, kafiye ve nazım şekliyle ilgilidir. Şimdi ana çizgileriyle bu kuralların neler olduğunu anlatmaya çalışalım: Klasik şiirde nazım birimi beyittir. Beyit sistemine dayanan bu şiirde şair, söylemek istediğini iki dizelik beyit içerisine sığdırmak durumundadır. Bu anlayış, şiirin bir bütün olarak değil beyitlerden ibaret bir dizi olarak görülmesinden kaynaklanır. Beytin kendi içinde tam bir bütün oluşturması, beyitler arası konu birliğine bakılmaması nedeniyle manzumeler, nazım şekillerine göre adlandırılırlar ve özel birbaşlık taşımazlar. İslami dönem Türk şiirinde göz kafiyesi esastır. Göz kafiyesi dize sonlarındaki kelimelerin harf ve harekelerinin birbirine uygun olması demektir. Ayrıca klasik şairlerimiz, kafiyenin tam ya da daha çok zengin kafiye olmasına dikkat ederlerdi. Biçimle ilgili diğer kurallar gibi kafiye kuralları da klasik şiirimizin sanat disiplinini kazanmasında önemli bir yere sahiptir. İslam uygarlığı içerisinde yer alan edebiyatların kullandıkları ortak vezin aruzdur. Aruz, ritmik bir vezin olup dizeyi meydana getiren kelimelerin hecelerindeki seslerin uzunluğu ve kısalığı esası üzerinde kurulmuştur. (Ayrıntılı bilgi için bk. Ünite 7) Şiirin dış yapısı bakımından önemi olan nazım şekillerinin de değişmez kesin kuralları vardır. Manzumelerin beyit ya da bent sayıları, bunların sıralanışı, kafiye düzeni vb. özelliklere göre nazım şekilleri ayrı adlar alırlar. (Ayrıntılı bilgi için bk. Ünite 3) 5. Klasik Türk edebiyatının özellikle klasik Türk şiirinin, biçimsel özelliklerinin yanında içerik özellikleri de önemli yer tutar. Edebiyatta içerik denilince akla dil ve üslup, edebî sanatlar, konu ve temalar gelir. Şimdi bunlar üzerinde de durarak içerik özelliklerini tanıtmaya çalışalım: Klasik Türk edebiyatının dili, müşterek İslam medeniyetinin kullandığı yazılı kültür diline dayanır. Osmanlı Türkçesi olarak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı bilinen bu dönem edebiyatının dili, Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere üç dilin karışımından meydana gelir. Klasik Türk edebiyatında görülen edebî sanatlara düşkünlük, onun önemli özelliklerinden biridir. Edebî sanatların yoğun bir biçimde kullanımı ise, bu edebiyatın sanat anlayışıyla ilgili olduğu kadar kültür yapısıyla da ilgilidir. Sanat anlayışına baktığımızda, bu dönem edebiyatında sanatın eksiksiz ve kusursuz olanı, yani mutlak güzeli bulma amacına yönelik olduğunu görürüz. Sanatçı, doğada ya da çevresinde gördüklerini gerçekte oldukları gibi değil, kendi hayal dünyasında yarattığı biçimde verir. Ancak, söz konusu mutlak güzel tasvirinde ortak bir ideal güzel ve güzellik anlayışı geçerlidir. Hemen her şair, boyu servi, kirpikleri ok, kaşları yay, yanağı gül ya da lale, beli kıl gibi ince güzeli tasvir eder. Bu anlayış, klasik Türk edebiyatının önemli özelliklerinden biri olan, sanatçının söylemek istediğini hazır unsurlarla dile getirme zorunluluğu yaratırken, kullanılan kelime, mazmun ve mecazların da sınırlanmasına yol açmıştır. Bu durumda sanatçının dehası ise, bu hazır unsurları kullanma tarzına bağlıdır. Anlatımda edebî sanatların yeri önemlidir. Yani şairin gücü, dili kullanırken anlatımda gösterdiği başarıyla ölçülür. Klasik Türk edebiyatı, dünya görüşünü, kültür yapısını yansıtan konu, tema ve türlerin işlenişinde de belli kalıpların içinde kalmıştır. Çoğu Arap ve Fars edebiyatlarıyla ortak olan konu, tema ve türler, hemen bütün sanatçılar tarafından ya olduğu gibi, ya da ortak konu çevresinde yapılan kimi değişikliklerle kullanılmıştır. Biçimde olduğu gibi içerikte de görülen bu sıkı disiplin, özellikle insan duygu ve düşüncelerinin, toplumda olup bitenlerin sınırlı anlatımı, sanatçıyı dar bir alan içerisinde bırakmıştır. Bu sebeple de söz ve anlam sanatlarının kullanımı ön plana geçmiş, sanat gösterme ise edebî sanatlar aracılıyla sağlanmıştır. Klasik Türk şiirinin estetik anlayışıyla yakından ilgili olan “mazmun” kavramına da kısaca değinelim. Mazmun klasik şiirde, bir mısra ya da beyit içindeki bir kelimenin ya da kelimelerin kendi anlamının/anlamlarının dışında özel bir anlamda kullanılmasıdır. Söz konusu özel anlam, ancak klasik şiirin kültür dünyası içinde vardır ve bu dünyanın mecaz sistemi bilinmedikçe de anlaşılamaz. Dolayısıyla, klasik şairlerin ait oldukları kültür ortamı nedeniyle içinde kolayca dolaşabildikleri mazmunlar dünyasına günümüz insanının girmesi, belli bir kültür birikimini gerektirir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı TÜRK İSLAM EDEBİYATININ TARİHÎ GELİŞİMİ: KURULUŞ DÖNEMİ (11.-14. YÜZYILLAR) Karahanlı Dönemi Türk Edebiyatı 8. Yüzyıldan itibaren Müslüman olmaya başlayan Türkler, Karahanlılar döneminde İslamiyet’i resmen kabul etmişlerdir (920). Bu sebeple tarihte varlığı bilinen ilk Müslüman Türk devleti Karahanlı Devleti (912-1212) olup İslam medeniyeti etkisinde gelişen Türk edebiyatının elde bulunan en eski örnekleri de bu döneme aittir. Karahanlı dönemi Türkçesiyle yazılmış en ünlü eserler: Kutadgu Bilig, Dîvânu Lugâti’t-Türk ve Atabetü’l- Hakâyık’tır. Kutadgu Bilig, Karahanlılar devrinde 1069’da yazılmış olup Türk edebiyatında İslam etkisinde yazılmış ilk büyük eserdir. Eserin yazarı Balasagunlu Yusuf Has Hacib’dir. “Saadet veren bilgi” anlamına gelen ve 6645 beyitten oluşan bir mesnevi olan Kutadgu Bilig, fe’ûlün feûlün fe’ûlün fe’ûl vezniyle yazılmıştır. Siyasetname türünde öğretici, ahlaki, felsefi bir eserdir. Sosyal düzenin ancak adaletli bir devlet yönetimi ile sağlanacağı konusunda yazılmıştır. Karahanlı dönemi Türk edebiyatının kronolojik sıraya göre ikinci önemli eseri, Divanu Lugati’t-Türk’tür. Kaşgarlı Mahmud tarafından 1074’te Bağdat’ta tamamlanmış olan eser, Türkçe-Arapça bir sözlüktür. Araplara Türkçe öğretmek ve Türkçenin zengin dil varlığını ortaya koymak amacıyla yazılmıştır. Divanu Lugati’tTürk’te 7500 civarındaki Türkçe kelimenin Arapça karşılıkları verilmiş, Türk illeriyle, Türkçenin Türkmen, Oğuz, Çiğil, Kırgız vb. Türk boylarının dilleri tanıtılmıştır. Eser Arapça olmakla birlikte, içinde halk dilinden ve edebiyatından alınmış çok sayıda kelime, deyim, atasözü ile şiir örnekleri bulunmaktadır. Divanu Lugati’t-Türk, Türkçenin bilinen ilk sözlüğü, ilk dilbilgisi kitabı, ilk edebiyat antolojisi hatta Türk dünyası ansiklopedisidir. Bu dönemde yazılmış diğer bir önemli eser de “Hakikatlerin Eşiği” anlamına gelen Atabetü’l-Hakayık’tır. Yazılış tarihi belli değildir. Eserin yazarı, Yüknekli (Semerkand yakınında bir köy) Edib Ahmed’dir. Edib Ahmed, Arapçayı Farsçayı ve İslami ilimleri çok iyi bilen erdemli bir kişidir. Atabetü’l-Hakayık, Edib Ahmed’in halka verdiği din ve ahlâk öğütlerinin bulunduğu nasihatname tarzında yazılmış bir eserdir. Eserin başında, Allah, Peygamber, Dört Halife ve eserin sunulduğu Emir övüldükten sonra konuya geçilmiştir. Eserde, halka iyi insan olmaları için öğütler verilmiş, bilginin yararları, cehaletin zararları, insanın dilini tutması, alçak gönüllülük, iyilik yapmak, cömertlik, cimrilik, hırs, kibir gibi iyi ve kötü huylar anlatılarak insanlara yardım etme amacı güdülmüştür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı Orta Asya Türk Tasavvuf Edebiyatı ve İlk Türk Sufileri 12. asır, İslamiyet’in kabul edilmesinden sonra artık tasavvufi eserlerin verilmeye başlandığı dönemdir. İslamiyet’in doğuşundan kısa bir süre sonra ortaya çıkmış olan tasavvuf, özellikle tarikatlar ve tekkeler aracılığıyla İslam dünyasındaki etkisi yüzyıllar boyu sürmüş bir düşünce ve inanç sistemidir. Tasavvuf, İslamiyet’in girdiği yollardan Türkler arasına girerek Horasan ve Maveraünnehr’e kadar ulaşır. Müslümanlığın, Türkistan’ın içlerine kadar yayılmasında tasavvufi duyuş, inanış ve düşünüşün payı olmuştur. Allah’a sevgiyle varmaya yönelik bir sistem olan tasavvuf, Müslüman milletlerin edebiyatlarında kalıcı izler bırakmıştır. Türk edebiyatının klasik dönemi başlamadan önce 11.-14. Yüzyıllar arasında güçlü bir edebî akım olarak varlık göstermiştir. Türk İslam edebiyatı üzerindeki etkisini-aynı yoğunlukta olmamakla birlikte- 11. Yüzyıldan itibaren yüzyıllar boyu sürdüren tasavvuf, tekke edebiyatının yanı sıra klasik edebiyatın varlığında da önemli rol oynamıştır. Klasik şairlerin çoğunda bu etki görülmekle birlikte, din dışı konularda şiirler yazan şairler de, şiirlerinde tasavvufi kelime ve terimlerden yararlanmışlardır. Şimdi bu sahada yetişmiş kişiler ve eserleri üzerinde duralım: İslamiyet’in kabul edilmesinden sonra Türk edebiyatının şekillenmesinde önemli rol oynayan isimlerden biri olan Ahmed Yesevi, Batı Türkistan’da Sayram kasabasında XI. Yüzyılın ilk yarısında doğmuş, Yesi şehrinde yaşamıştır. O, dinîtasavvufi Türk edebiyatının ortaya çıkışında etkili olmuştur. Ahmed Yesevi, “hikmet” adını verdiği şiirlerini Dîvân-ı Hikmet adlı eserinde toplamıştır. Hikmetler, şekil yönünden koşuk ve sagulara benzemekle birlikte, konu olarak İslam dinini ve tasavvufunu anlatır. Halka, din ve tasavvuf ile ilgili bilgiler vererek, insanları aydınlatmaya, onlara doğru yolu göstermeye çalışmıştır. Yesevi’nin hikmetleri, Selçuklu akınlarıyla birlikte Anadolu’ya gelmiş ve Anadolu’da tekke edebiyatının doğuşunda, dinî-tasavvufi ruhun gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Daha doğru bir deyişle hikmetler, 12. Yüzyıl Anadolu’sunda Yunus’u yetiştirecek olan düşünce ortamı ile edebî ortamı hazırlamıştır. Divan’da yer alan hikmetler, hece vezniyle yazılmış dörtlüklerdir. Hece vezniyle gazel biçiminde yazılmış hikmetlerin yanı sıra aruzla yazılmış hikmetler de vardır. Ancak aruzla yazılan hikmetlerin Yesevi’ye ait olduğu şüphelidir. Hakaniye lehçesiyle söylenmiş olan bu hikmetlerde, genellikle halkın konuşma dili kullanılmakla birlikte, İslamiyet’in etkisiyle dilimize giren yabancı kelimelere, din ve tasavvuf ile ilgili terimlere de fazlasıyla yer verilmiştir. Divan-ı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı Hikmet’in yanı sıra, Yesevi’ye ait olduğu sanılan Fakrnâme adlı eser ise ayrı bir eser olmayıp Divan-ı Hikmet’in Taşkent ve Kazan baskılarında yer almaktadır. Ahmed Yesevi’nin Orta Asya’da yetişip o yörede kalan müritleri, düşünce olarak Yesevi’yi izlemiş ve tarikatlarının görüşlerini yaymak için şiirlerinden yararlanmışlardır. Bunlardan biri Hakim Süleyman Ata’dır. Yesevi’nin üçüncü halifesi olan Hakim Süleyman Ata, Yesevi tarzında sufiyane hikmetler kaleme almayı gelenek hâline getirmesi cihetiyle önemlidir. Süluk adabı ve tasavvufi düşüncede olduğu gibi edebiyatta da şeyhi ve mürşidi Ahmed Yesevi’nin izinden gitmiştir. Onun en tanınmış eseri, 14 değişik şaire ait 124 manzume ve 8 manzum hikayeden oluşan Bakırgan Kitabı’dır. Diğer eserleri ise, kıyamet gününün alametleri ve kısaca tasviri olan Âhir Zamân Kitâbı; Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem’in vefatını manzum olarak ve destani bir üslupla anlattığı Meryem Kitâbı’dır. XI. ve XII. Yüzyıllar arası Orta Asya siyasî tarihi çok hareketlidir. Bu hareketlilik, toplum ve devlet düzenini de olumsuz yönde etkilemiştir. Bu sebepten dolayı o dönemden günümüze kadar ulaşabilen pek eser kalmamıştır. Bu döneme ait diğer bir isim de Zemahşeri’dir. Zemahşeri, 1074 yılında Harezm’in Zemahşer kasabasında doğmuş ve 1134 yılında Curcaniye kasabasında vefat etmiştir. Dilcilik alanında da eser vermiş olan Zemahşeri, asıl tefsir ve fıkıh alanlarındaki çalışmalarıyla tanınmış, el-Keşşâf adlı tefsiri ile İslam ülkeleri içerisinde üne kavuşmuştur. Bütün eserlerini Arapça yazan Zemahşeri’nin, Mukaddimetü’l-Edeb adlı eseri dil ve edebiyat bakımından önemlidir. Arap dilinin başka dillerden üstünlüğüne inanan Zemahşeri, Harezmşahlardan Atsız’ın isteği üzerine, kitabını sonradan Harezm Türkçesine çevirerek 12. asrın başlarında hükümdara armağan etmiştir. Eser, isimler, fiiller, harfler (sesbilim ve biçimbilim kuralları) isim çekimleri ve fiil çekimleri olmak üzere beş bölüme ayrılmıştır. Bu bölümde zikredilmesi gereken diğer bir isim de Şair Ali’dir. Hayatı hakkında hemen hiçbir bilgi yoktur. Orta Asya kökenli bir mutasavvıf olan Şair Ali, Türk edebiyatında ilk Yûsuf u Züleyhâ hikayesini yazmış olan kişidir. Eser, konusunu Kuran’da ve Tevrat’ta geçen Yusuf kıssasından almış olup dörtlüklerden meydana gelmektedir. 13.Yüzyılda Anadolu’da Gelişen Türk Edebiyatı 11. Yüzyılın ikinci yarısının başlarında İran’ı ele geçiren Büyük Selçuklular, 1071’de Malazgirt zaferi ile Anadolu topraklarına ayak basarlar. Anadolu’nun Türkleşmesinde, Malazgirt zaferinin rolü büyüktür. Kutalmışoğlu Süleyman Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurarak 1074’de Konya’yı merkez yapar. Ancak Moğol istilası karşısında tutunamayan Anadolu Selçukluları, tarihten silinir. 13. Yy. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı Anadolusu Türk tarihinin bunalımlı günlerinin yaşandığı asırdır. Bu bunalımlı günlerde, Mevlana Celaleddin, Sühraverdi, Ahi Evran, Fahreddin-i Konevi gibi mutasavvıflar, yazdıklarıyla okumuş çevrelerinde tasavvufu yayarken, Anadolu’ya Horasan’dan gelen alp eren ve alp gaziler de halkın Türkleşmesi ve Müslümanlaşmasında önemli rol oynamışlardır. Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Devleti döneminde Türk kökenli şairler, şiire öncelikle anadilleri yerine Farsça ile başlamışlardı. Farsça şiirlerden Türkçeye geçiş, küçük denemelerle olmuştu. Farsça mısralar arasına serpiştirilmiş Türkçe kelimelerle başlayan bu süreç, Türkçeyi mısra seviyesine çıkarmıştır. Bu tarzdaki mülemma şiirlerden sonra, Türkçe şiirler ve Türkçe eserler yazılmıştır. Anadolu’da Türkçe eser verme geleneği, 13. Yüzyıl başlarında ortaya çıkmıştır. Anadolu’da Türk diliyle yazılan ilk eser, XIII. Yüzyılda Hakim Bereket tarafından yazılan tıp bilimine dair Tuhfe-i Mübârizî’dir. Eldeki bilgilere göre, Anadolu’da yazılmış en eski Türkçe gazel ise, Evhadüddin-i Kirmani’nin sadece matla beyti günümüze ulaşan “olısar” redifli Farsça-Türkçe mülemma gazelidir. Türk edebiyatının, Anadolu Selçuklularının son dönemlerinde (XIII. Yy.) yaşayan öncüleri, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Mevlana, Dehhani, Sultan Veled ve Nasıri’dir. Şimdi sırasıyla bu isimleri ve eserlerini tanıtalım: 13. Yüzyılda Anadolu’ya Horasan’dan gelen dervişlerden biri Hacı Bektaş Veli’dir. Hacı Bektaş Veli, Nişabur’da doğmuş, Lokman-ı Perende adlı bir mutasavvıf tarafından yetiştirilmiş ve Ahmed Yesevi’ye intisâb etmiştir. Hayatıyla ilgili söylenenlerin çoğu, Velâyetnâme-i Hacı Bektaş-ı Velî adlı menakıpnameye dayandırılır. Hacı Bektaş-ı Veli, yaşadığı dönemde şöhret kazanmış bir isim değildir. Asıl şöhretini, vefatından sonraki dönemlerde, özellikle Bektaşilik tarikatı ile kazanmıştır. Türkçe yazdığı “nefes” denilen ilahileri ile Anadolu halkına dinî, tasavvufi ve ahlaki yol göstericilik yapmıştır. Kaynaklar, Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makâlât adlı tasavvufi eserinin varlığından söz etmektedir. Ancak Arapça yazılmış olan söz konusu eserin aslı elde bulunmadığı gibi, Makalat’ın, Hacı Bektaş Veli’nin kaleminden çıkmış olduğu görüşü de tarihî açıdan henüz ispat edilememiştir. Hacı Bektaş Veli’ye isnat edilen diğer eserler ise, Kitâbü’l- Fevâid, Fâtiha Sûresi Tefsîri, Şathiye, Şerh-i Besmele, Hacı Bektaş’ın Nasîhatleri, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye’dir. Yaşadığı dönem konusunda farklı görüşler olan, XII. asrın ortaları ile XIV. asrın başlarında yaşadığı tahmin edilen Yunus Emre, Anadolu’da tertip edilen ilk Türkçe Dîvân’ın sahibidir. Yunus’un bunun dışında yine Türkçe olarak yazılmış, tasavvufi bir nasihatname olan Risâletü’n- Nushiyye adlı bir mesnevisi vardır. Yunus’un eserlerinde kullandığı dil sade olup canlı bir konuşma diline dayanmaktadır. Yunus Emre’nin Divanı’nda yer alan gazellerinin konusu, hemen Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı hemen tamamen din ve tasavvuf etrafında odaklanmaktadır. Şiirlerinde ekseriyetle Allah aşkından, gönül yapmaktan ve insan sevgisinden bahseder. İnsan sevgisinden ve gönül yıkmanın günahından söz ettiği şu şiirleri örnek verebiliriz: Yetmiş iki millete kurbân ol âşıkısan Örnek Tâ âşıklar safında imâm olasın sâdık Yetmiş iki milletün hem ma’şûkı oldurur Âşıkı ma’şûkından ayırmaklık fâl değül Cümle yaradılmışa bir göz ile bakmayan Halka müderris ise hakîkatde âsidür Gönül Çalab’un tahtı Çalab gönüle bakdı İki cihân bedbahtı kim gönül yıkar ise Yûnus Emre dir hoca gerekse var bin hacca Hepisinden eyüce bir gönüle girmekdür Risaletü’n-Nushiyye isimli mesnevisi, aruzun fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün kalıbıyla yazılan manzûm bir girişle başlar. Kısa bir mensur bölümden sonra, mefâ’îlün mefâ’îlün fe’ûlün vezniyle yazılan mesnevisinin asıl bölümleri gelmektedir. Beyit sayısı 600 civarında olan bu mesnevinin girişinde, tasavvufun yaratılış, akıl ve bilgi teorisi üzerinde durulmaktadır. Yunus Emre, mesnevisinden ziyade, Divanı’ndaki gazel ve ilahileriyle şöhret bulmuş ve bir Yunus mektebinin doğmasına sebep oluştur. Anadolu Selçuklu Devleti döneminde yazmış olduğu Türkçe şiirlerle dikkati çeken diğer bir şair de Hoca Dehhani’dir. Dehhani’nin hayatı hakkındaki bilgiler sınırlıdır. Döneminde hemen bütün şairlerin dinî-tasavvufi konulara yönelmelerine karşılık o, tabii güzellikleri, dünyevi zevkleri, maddi aşkı rindane bir eda ile dile getirmiştir. Dehhani’nin bugüne kadar ele geçen şiirleri, 1 kaside ile 7 gazelden ibaret olup toplam 79 beyittir. Hacı Bektaş Veli, Yunus ve Dehhani’nin dışında, XIII. Yüzyılda yetişen Mevlana, Sultan Veled ve Nasıri gibi şairler eserlerini Farsça yazmışlardır. Buna karşılık eserleri içinde bazı Türkçe beyitlere de yer vermişlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı Bunlardan Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin (1207-1273), Türk kültür hayatına etkisi çok büyüktür. Afganistan’ın kuzeyinde bulunan Belh şehrinde doğan Mevlana, daha sonra Konya’ya gelip yerleşmiş ve hayatının sonuna kadar burada yaşamıştır. İlk tahsilini babası Bahaüddin Veled’den alan Mevlana, daha sonra Seyyid Burhaneddin Tırmızi’den de dersler alarak kendini mükemmel bir şekilde yetiştirmiştir. 23 Ekim 1244’te Konya’da Şems-i Tebrizi ile tanışması hayatında bir dönüm noktası olmuştur. Tebrizi, Mevlana’yı kitapların dışındaki sırlara ermek yolunda, ileri bir iman ve heyecan âlemine götürmüş ve semanın zevkini tattırmıştır. Ona, neyin, rebabın, kelime ile musikinin lezzetini duyurdu. Şems-i Tebrizi’nin ortadan kaybolmasıyla uzun süre içine kapanan Mevlana, Şems’de gördüğü ilâhî hâllerin Selahaddin Zerkûb’da tecelli ettiğine inanarak onu kendisine musahip yapmıştır. Selahaddin Zerkûb’un vefatından sonra da Çelebi Hüsameddin’i kendisine halife seçti. Mevlana’ya Mesnevi’yi yazma fikrini veren Çelebi Hüsameddin olmuştur. Mevlana yazmış olduğu eserlerle, hem Osmanlı hem de Doğu zihniyet dünyasına ve edebiyatına tesir eden önemli bir sufidir. Onun Farsça yazılmış altı ciltlik dev eseri olan Mesnevi’si, tam adıyla Mesnevî-i Ma’nevî’si, en çok okunan eseri olup 25.634 beyitten oluşmaktadır. Mesnevi birçok kişi tarafından şerh ve tercüme edilmiştir. Bu tercümelerden biri Nahifi’ye (18. Yy.) aittir. Nahifi’nin şerhi halk tarafından Mevlana’ya ait sanılmaktadır. Mevlana’nın Farsça beyti ve Nahifi’nin tercümesi şöyledir: Bişnev în ney çün hikâyet mî kuned Ez cüdâyihâ şikâyet mî kuned Mevlana Dinle neyden kim hikâyet etmede Ayrılıklardan şikâyet etmede Nahifi Mevlana’nın diğer önemli eseri, Farsça şiir ve rubailerini ihtiva eden Dîvân-ı Kebîr’dir. Mevlana’nın bu şiirlerinde mahlas olarak Şems ve Şems-i Tebrizi’yi kullanması sebebiyle Külliyât-ı Şems ve Külliyât-ı Şems-i Tebrîzî isimleriyle de bilinmektedir. Mevlana’nın diğer eserleri ise Fîhi Mâ Fîh, Mecâlis-i Seb`a ve Mektûbât’tır. Mevlana’nın oğlu Sultan Veled, Mevleviliği tarikat hâline getirmiş ve dört bir yana gönderdiği dervişleri ve halifeleriyle bu tarikatın yayılmasını sağlamıştır. O da, arada Türkçe şiirler söylemişse de eserlerinin büyük çoğunluğunu Farsça yazmıştır. Oldukça hacimli bir eser olan Farsça Dîvânı’nda, Türkçe ve Arapça şiirler ile Rumca beyitler de vardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı Örnek Sultan Veled’in bir gazelinden birkaç beyit: Senün yüzün güneşdür yohsa aydur Cânum aldı gözin dakı ne aydur Benüm iki gözüm bilgil cânım sen Beni cânsuz koyasun sen bu geydür Gözümden çıkma kim bu ev senündür Benüm gözüm sana yahşı sarâydur Ne okdur bu ne ok kim değdi senden Benüm boyum sünüydi şimdi yaydur 1. Senin yüzün güneş mi yoksa ay mıdır? Gözlerin de ne söylüyorlar ki canımı aldılar. 2. Benim iki gözüm, bil ki (sen) benim (ilahi) canımsın. (Sen canım olup) beni (bu hayvani) candan kurtarıyorsun. Bu ne iyidir. 3. Gözümden çıkma ki benim gözüm evi senindir. Benim gözüm sana en güzel (bir) saraydır. 4. Bana senden değen bu ok ne oktur ki o değmeden benim boyum süngü gibi dimdikti, şimdi yay gibi bükülmüştür. Sultan Veled’in, İbtidânâme, Rebâbnâme ve İntihânâme adlı mesnevilerinin yanı sıra dinî ve ahlaki öğütler içeren Ma`ârif adlı mensur bir eseri bulunmaktadır. Bu alanda zikredilmesi gereken diğer bir isim de Sultan Veled dervişlerinden Rükneddîn el- Urmevi el-Konevi’nin oğlu Nasıri’dir. Nasıri’nin Farsça olarak kaleme aldığı Fütüvvetnâme isimli mesnevisi ile manzum-mensur karışık İşrâkât adında bir eseri vardır. Farsça’nın yanında Türkçe şiirler de yazmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı 14. Yüzyıl Türk Edebiyatı Azeri Sahası Türk Edebiyatı Doğudan gelip Azerbaycan, Irak ve Anadolu’da yerleşen Oğuz ve Türkmen boylarının dilleri Oğuzca, 14. Yüzyıldan itibaren Azeri ve Anadolu Türkçesi olmak üzere iki ayrı edebî lehçede varlığını ve gelişimini sürdürmüştür. XII. Yüzyılda, Moğol istilası nedeniyle Horasan’dan Azerbaycan’a gelen şairler, bu bölgede klasik Türk şiirinin gelişmesine yardımcı olmuşlardır. XIV. Yüzyıl Azeri sahasında yetişmiş sanatçılar, Hasanoğlu, Nasir-i Bakuyi, Ahmed Bin Veys ve Nesimi’dir. Hasanoğlu hakkında bilgiler sınırlı olup aruzla yazılmış iki gazelinin yanı sıra Farsça şiirleri de bulunmaktadır. Gazellerinin birinde klasik üslup diğerinde ise folklorik üslubun özellikleri öne çıkar. XIII. asrın sonları ile XIV. asrın başlarında Bakü’de yaşayan Nasır-ı Bakuyi, Gazan Han ve Olcaytu ile aynı dönemde yaşamıştır. Olcaytu, kardeşinin yerine tahta oturduktan sonra, Bakü’ye gelerek oranın halkını bazı vergilerden muaf tutmuş ve orayı mamur hâle getirmiştir. Bundan dolayı Nasır-ı Bakuyi, bir muhammes kaleme almıştır. Bu sahada yetişmiş diğer bir şair Ahmed Bin Veys’dir. Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler yazmıştır. Ayrıca XIV. Yüzyılın nazire mecmualarından Mecmû’atü’nNezâ’ir içinde bir gazeli vardır. Yedi Farsça Dîvân’dan oluşan külliyatı üzerine çalışmalar yapılmıştır. Asıl adı İmadüddin olan Türk sufisi Nesimi, bu yüzyılda yetişmiş önemli bir sanatçıdır. Nesimi’nin İran’da Hurufilik mezhebinin kurucusu Fazlullah-ı Hurûfi’nin halifelerinden olduğu ve Halep’te inancı yüzünden öldürüldüğü bilinmektedir. Türk edebiyatının en lirik ve en coşkun şairlerinden biri olan Nesimi, özellikle Bektaşiler ile vahdet-i vücud akidesini benimseyenler arasında büyük bir sufi olarak kabul edilmiş, hakkında pek çok menkıbe yazılmıştır. Şiirde büyük bir kudret göstererek çoğunlukla kendi akidesini telkine çalışmış, aşıkane şiirler de söylemiştir. Şiirleriyle yeni bir çığır açan Nesimi, kendisinden sonra gelen Habibi, Fuzuli, Hatayi ve Kavsi gibi şairler üzerinde etkili olmuştur. Nesimi’nin bilinen iki eseri, Farsça ve Türkçe Dîvân’ıdır. Bu eserleri dışında, günümüze ulaşmayan Arapça Dîvân’ı bulunmaktadır. Ayrıca, Hurufiliğe ait Mukaddimetü’l-Hakâyık adlı mensur bir eserinin varlığından söz edilmekle birlikte, bunun Nesimi’ye aidiyeti henüz kesinlik kazanmamıştır. Klasik nazım şekilleriyle şiirler yazmasının yanı sıra, tuyuğlarıyla da ün kazanmış bir şairimizdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı Osmanlı Sahası Türk Edebiyatı Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemine rastlayan XIV. Yüzyılda, Türk dili bir önceki yıla göre daha da işlenip gelişmiş, buna paralel olarak manzum ve mensur yazılan eser sayısında büyük bir artış olmuştur. 13. Yüzyıla göre yazar ve şair sayısı da artmıştır. Bu dönemde, saray ve ordunun yanı sıra yüksek memurlar arasında da yerleşen Türkçe, artık Anadolu’da tamamıyla kökleşerek bir edebiyat dili hâline gelmiş, Türk edebiyatı çeşitli türlerde eserler vermeye başlamıştır. 14. Yy. Anadolusu’nda gelişen Türk edebiyatında, mesnevilerin yeri büyüktür. Bu mesnevilerin pek çoğu tasavvufi, dinî içerikli olmakla birlikte aşka dair ve tarihîdestani özellik gösterenler de vardır. Ayrıca dinî konular ve tercüme eserler ön plana çıkmıştır. XIII. Yüzyılda iyice yerleşmiş olan tasavvuf da, Mevlevilik, Babailik, Hurufilik vb. inanç ve tarikatların taraftarları aracılığıyla etkinliğini sürdürmüştür. XIV. Yüzyılda en fazla eser, Osmanoğulları sahasında telif edilmiştir. Türkçe eser vermeyi şuurlu bir şekilde isteyen ve bunu gerçekleştirmeye çalışan şairler, Anadolu’da bir milli edebiyat çağının açılmasını sağlamışlardır. Bunların başında Gülşehri ve Âşık Paşa gelmektedir. XIV. Yüzyılda yeni bir hüviyet, yeni bir şekil, yeni bir heyecan ve ruhla meydana getirilen eserlerin çoğunluğunu dinî-ahlaki mesneviler oluşturur. Bu eserlerin çoğunun Anadolu insanını âdeta yeniden yoğurup şekillendiren çalışmalar olduğu görülmektedir. Bu asırda Osmanlı sahası Türk edebiyatının başlıca temsilcileri şunlardır: Bugünkü bilgilerimize göre 14. Yüzyılın en eski şairi Gülşehri’dir. 1317’de kaleme aldığı Mantıku’t-Tayr (Kuş Dili) mesnevisinde geçen bazı beyitlerden, onun Kırşehir’de zaviye sahibi, tanınmış bir şeyh olduğu anlaşılmaktadır. Mutasavvıf bir şair olan Gülşehri, nazım tekniğine hâkim; dili ve veznini iyi kullanan yüksek derecede bir sanatkârdır. Eserlerinde din ve tasavvufun yanında, mantık, felsefe, riyazet gibi akli ilimlere de vakıf olduğu anlaşılan Gülşehri, emir ve vezirlerin saygı duyduğu bir şairdir. Mantıku’t-Tayr, Gülşehri’nin Feridüddin-i Attar’ın aynı isimdeki eserini esas alarak meydana getirdiği, vahdet-i vücud inancını işleyen alegorik bir mesnevidir. Eser, Türk diliyle Farsçadan daha güzel bir eser yazılabileceğini ortaya koyma amacıyla kaleme alınmıştır. Mesnevinin beyit sayısı nüshalara göre 4931 ile 5029 arasında değişmektedir. Devrine göre bilinçli bir şekilde Türkçe sade bir dil kullanan ve zengin bir muhayyileye sahip olan Gülşehri’nin bu eseri, itinalı ve canlı bir anlatıma sahiptir. Feleknâme adlı eserinde ise, kelam ilminin en önemli bahisleri arasında yer alan “mebde” ve “mead” konusunu işlemiştir. “Ulvi” âlemden “”süfli” âleme gelenlerin, gelmeden önceki durumlarını ve süfli âleme niçin geldiklerini belirtmek için kaleme alınmış bir mesnevidir. Gülşehri’nin diğer eserleri, Arûz-ı Gülşehrî, Kerâmât-ı Ahî Evran ve Kudûri Tercümesi’dir. Gülşehri gibi Kırşehir’de yetişen ve Garîbnâme adlı büyük mesnevisiyle tanınan Âşık Paşa da, devrinin önemli düşünürlerinden biridir. Arapça, Farsça, Ermenice ve İbranice bilen şair, sultan dâhil her kesimden insana verdiği öğütlerle dikkati çeken bir mutasavvıftır. O, edebî dilde Türkçeye yönelişte önemli rol Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı oynamıştır. Edebiyatımızda Yûsuf u Züleyhâ, Leylâ vü Mecnûn gibi aşk hikayelerini ilk defa kaleme alan Âşık Paşa, miracname ve mevlid gibi türlerin yazılmasına da öncülük etmiştir. Yine aşk içerisinde işlediği gül ile bülbülün hususiyetleri, daha sonraki dönemlerde müstakil olarak kaleme alınacaktır. 10592 beyit olan Garibname adlı eser, on baba, her bap da on bölüme ayrılmıştır. Birinci bapta vahdet (birlik), ikincide vücut ve ruh, üçüncüde mazi, hâl ve istikbal, dördüncüde dört unsur, beşincide beş duyu, altıncıda yaradılışın altı günü, yedincide yedi kat gök, sekizincide sekiz cennet, dokuzuncuda nefis, onuncuda on mevzu anlatılır. Dinî, tasavvufi ve öğretici, halkı eğitme amacıyla yazılan eser, Anadolu’da Türk tasavvuf edebiyatının en eski ve tesirli eserlerinden biridir. Eser, Türkçedir. Âşık Paşa Garibname’de, bu eseri Türk dili ile yazdığını söylerken şöyle demektedir: Kamu dilde var idi zabt u usûl Bunlara düşmüş idi cümle ukûl Türk diline kimesne bakmaz idi Türklere hergiz gönül akmaz idi Türk dahi bilmez idi bu dilleri İnce yolu ol ulu menzilleri Âşık Paşa’nın tasavvufi diğer bir mesnevisi de, 161 beyitten oluşan Fakrnâme’dir. Bu mesnevisinde, alçak gönüllülüğü, dünya nimetlerini hiçe sayarak azla yetinmeyi ele almış ve onu Allah tarafından türlü renklerle bezenmiş “Fakr” adlı bir kuş olarak tasvir etmiştir. Diğer eserleri ise: “Hâl” ve “hâl” in çeşitlerini, nasıl geçirilmesi gerektiğini işlediği mesnevisi Vasf-ı Hâl, Hikâye, Fürkatnâme ve Kimyâ Risâlesi’dir. İlim âlemine ilk olarak Fuad Köprülü tarafından tanıtılan Şeyyad Hamza’nın yaşadığı dönem hakkında ihtilaflar vardır. Bazı kaynaklar 13. asır şairi olduğunu belirtirken, bazıları da 14. asır şairi olarak gösterir. Onun hem aruz hem de hece vezniyle yazılmış şiirleri vardır. Şiirlerini mesnevi, gazel ve kaside nazım şekillerinin yanında, dörtlük birimiyle de yazmıştır. Şiirleri genellikle dinî-tasavvufi içeriğe sahiptir. Şairin en önemli eseri, Yûsuf u Züleyhâ mesnevisidir. Eser konusu itibariyle klasik tertibe uygun, Kuran’daki Yusuf kıssasına dayanan dinî bir aşk hikayesidir. Gazneli Devleti’nin en meşhur hükümdarı Gazneli Mahmud ile bir derviş arasında geçen bir konuşmayı konu edinen Dâstân-ı Sultân Mahmûd mesnevisi ile, ilk olarak Âmil Çelebioğlu tarafından ilim âlemine tanıtılan Ahvâl-i Kıyâmet mesnevisi diğer eserleridir. Şeyyad Hamza gibi yaşadığı dönem tartışmalı olan Ahmed Fakih (XIV . Yy.), Fuad Köprülü tarafından XIII. Yüzyılda Anadolu Selçukluları döneminde yaşayan ve dinî-tasavvufi mahiyetteki Çarhnâme isimli kasidesi olan bir şair olarak tanıtılmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı Bu eserinde dünyanın faniliğinden, dünya zevklerine kapılmanın yanlışlığından bahsedilmiş, ölüm hatırlatılarak bu dünyada ahiret için hazırlanmanın gerekliliği vurgulanmıştır. Anadolu Türkçesinin ilk örneklerinden olması sebebiyle dil bakımından önemlidir. Örnek Çarhname’den Dirîgâ çarhun elinden hezârân Ki kılmışdur muattal bunca karân İşid imdi bu ahvâli iy kardaş Çün ümmetdür biribirüne ihvân Yavuz sanmaya kardaş kardaşına Hakîkatdir bu sözüm bana inan İşitdün ise sözüne kulak tut Gidermegil sözümi kulağundan Ahmed Fakih Kitâbu Evsâf-ı Mesâcidi’ş-Şerîfe adlı mesnevi nazım şekliyle yazılan eserinde ise, bir grup arkadaşı ile hacca giden Ahmed Fakih’in bu esnada gördüğü Şam, Kudüs, Mekke ve Medine ile oralarda ziyaret ettiği kutsal mekânlar anlatılmaktadır. XIV. asrın ikinci yarısında Anadolu’da yaşayıp kadılık, vezirlik ve hükümdarlık yapmış âlim ve şair bir devlet adamı olan Kadı Burhaneddin, Oğuz asıllı bir aileye mensuptur. Şam, Kayseri, Mısır gibi şehirlerde iyi bir eğitim görmüştür. Türk şiirinin lirik şairlerinden biri ve klasik Türk şiirinin kurucularındandır. Fars şiirinin teşbih ve mazmun sistemini başarıyla kullanır ve Türk nazmını kendine has bir estetik anlayışla işler. Henüz hayatta iken istinsah edilen Kadı Burhâneddîn Dîvânı, klasik divan tertibine göre tanzim edilmemiştir. Divanda önce gazeller sonra rubailer ve tuyuglar sıralanmıştır. Şiirlerinde, mahalli unsurlara yer vermiş, Türk dilinin kıvraklığından ve anlam farklarından ustalıkla yararlanmıştır. Onun sade dille yazdığı ve Türk halk şiirlerinde görülen cinaslı kafiyelere fazlaca yer verdiği tuyuğları önemlidir. Kadı Burhaneddin’in şiirlerinden başka, Arapça yazdığı İksîrü’s-Saâdât fî Esrâri’l- İbâdât ve Tercîhu’t-Tavzîh isimlerinde dinî muhtevalı mensur iki eseri daha vardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı Muhtemelen 735/1334-35 yılında doğmuş olan bu dönemin önemli şairlerinden biri de Ahmedi’dir. Eserlerinden anlaşıldığına göre, tasavvufi-dinî ilimlerin yanında tıp, astronomi gibi müspet ilimlere de vakıf bir şairdir. Çeşitli konularda kaleme aldığı manzum eserleriyle hem Anadolu sahası Türk dilinin gelişmesine hem de Türk edebiyatının klasikleşmesinde büyük katkıda bulunmuştur. Türk şiirinde Hoca Dehhani ile başlayan, içtimai hayata dair dikkatler Ahmedi’de de kendisini göstermektedir. Ahmedi’nin sanat bakımından en kıymetli eseri olan Türkçe Dîvânı’nda ağırlığı gazeller oluşturur. Bunun yanında 74 kasidesi de, onu çok kaside söyleyen şairler arasına dâhil etmiştir. Oldukça hacimli bir eser olan Divan, yaklaşık 9.000 beyitten oluşmaktadır. Ahmedi’nin Divanı’da yer alan “güler” redifli gazelini örnek verebiliriz: Gazel Örnek 1. Gül ki rengi yüzinün bâğ u gülistâna güler Şöyle kim zevki sözinün şekeristâna güler 2. Dudağun kim ana yâkût-ı revân dir Yâkût Bir güherdür ki dü-sad la’l-i Bedahşân’a güler 3. Sen gülicek dişün odından erir dürr-i Aden Ağlayam ben gözümün kan yaşı ummâna güler 4. Bir nefes bâd-ı seher zülfüne irdi leb-i subh Ol nefes râyihasın tuyalı reyhâna güler 5. Zülfinün silsilesinde beni ser-geşte gören Zihi sevdâ-zede diyü bu perîşâna güler 6. Şavkunun zevkini tuyan kişi cân mihrini kor Derdinün dürdini içen kişi dermâna güler 7. Ahmedî kıldı lebün vasfıyıla dilini ter Her sözi lâ-büd anun çeşme-i hayvâna güler 1. Yüzünün güzelliği bağ ve bahçeye; sözünün zevki de, şeker kamışı tarlasına güler. 2. Yakut, dudağına “kırmızı şarap” der. Dudak, bir cevherdir ki, Bedahşan’ın yüzlerce kıymetli taşına güler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı 3. (Ey sevgili!) Sen gülünce dişinin parlaklığından/ateşinden Aden incisi erir. Ben, ağladığımda gözlerimin kanlı yaşı, okyanusa/Umman denizine güler. 4. Seher rüzgârı, bir anda sevgilinin saçına erişti. Tan yeri, o an sevgilinin saçının kokusunu aldığı için, fesleğene güler. 5. (Sevgilinin) saçının zincirinde beni şaşkın vaziyette gören, “ne iyi sevda tutkunu” diye bu perişan âşığa güler. 6. (Ey sevgili!) Senin aşkının zevkini tadan kişi, can sevgisini bırakır. Derdinin tortusunu içen kişi dermana güler. 7. Ahmedi, sevgilinin dudağının niteliklerini anlatmakla üslubunu/dilini yeniledi. Şüphesiz, onun her sözü bengisuya güler. Klasik edebiyatın Anadolu sahasındaki belirgin temel taşlarından olan Ahmedi Divanı’nın en önemli yönlerinden biri, yaklaşık bir asır boyunca şairlerin büyük bir kısmının bu eserde yer alan şiirlere nazire yazarak yetişmeleri; diğeri de, bugün Osmanlı sahasının elde mevcut en eski divanı olmasıdır. İskendernâme adlı eseri ise, XIV. Yüzyılda yazılan mesnevilerin en önemlilerinden olup edebiyatımızda bu konudaki mesnevilerin ilki ve en başarılı örneğidir. İskendername, Anadolu’da Nizami-i Gencevi’nin İskendernâmesi’ne yazılan ilk naziredir. 4745 beyitten oluşan Cemşîd ü Hûrşîd adlı mesnevisinde de, Çin Fağfurunun oğlu Cemşid ile Rum Kayserinin kızı Hurşid arasındaki aşk anlatılmaktadır. Tıpla ilgili mesnevisi olan Tervîhu’l-ervâh, Aydınoğullarından İsa Bey’in oğlu Hamza Bey için yazılmış ArapçaFarsça manzum lügat olan Mirkâtü’l-edeb, Arapça sarf bilgisi kurallarının anlatıldığı Farsça kaside olan Mîzânü’l-edeb ve Bedâyi’u’s-sihr fî-Sanâyi-i Şi’r ve Esrârnâme çevirisi diğer eserleridir. Ahmedi’nin çeşitli kaynaklarda adı zikredildiği hâlde, şimdiye kadar ele geçmeyen Kasîde-i Sarsarî Şerhi, Hayretu’l-ukalâ ve Yûsuf u Züleyhâ adlı eserleri de vardır. Ahmedi, dönemin en fazla sayıda eser veren sanatçısıdır. Germiyan Beyliği sınırları içerisinde yaşadığı tahmin edilen Hoca Mesud’un hayatı hakkında fazla bilgimiz yoktur. Hoca Mesud, Süheyl ü Nevbahâr adlı âşıkane mesnevisiyle tanınmıştır. Süheyl ü Nev-bahar’ın aslı Farsça olup tercüme edilerek edebiyatımıza kazandırılmıştır. Ancak eserin İran edebiyatındaki orijinali bugüne kadar henüz ele geçmemiştir. Eser, Yemen padişahının oğlu Süheyl ile Çin Fağfurunun kızı Nev-bahar arasındaki aşkı işlemektedir. Hoca Mesud’un diğer bir eseri, Sadi-i Şirazi’nin Bostân isimli eserinin muhtasar tercümesi olan Ferhengnâme-i Sa`dî’dir. Hacim bakımından Bostan’ın dörtte biri kadar olan eser, dinî ve ahlaki konularda öğütleri ve bunlarla ilgili hikayeleri ihtiva eden didaktik bir mesnevidir. İran edebiyatının tanınmış didaktik eseri olan Bostan’ın ilk Türkçe Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı manzum tercümesi olması, yazıldığı dönemin dil hususiyetlerini ihtiva etmesi ve müellifinin şuurlu bir şekilde Türkçeyi kullanması bakımından önemlidir. Bu dönemde yetişmiş, tasavvuf edebiyatının önemli kişilerinden olan Eflaki’nin, bir astronomi âliminden ders alıp gözlemle uğraştığı için kendisine Eflaki nisbesinin verildiği tahmin edilmektedir. Ayrıca Mevlana’nın torunu Ulu Arif Çelebi’ye intisabından dolayı hakkında Arifi nisbesi de kullanılmıştır. Menâkıbu’lÂrifîn, Eflaki’nin en önemli eseri olup şeyhi Ulu Arif Çelebi’nin isteği üzerine otuz altı yılda Farsça olarak kaleme alınmıştır. Özellikle Mevlevilik tarihi açısından önemli olan eserde, başta Mevlana Celaleddin-i Rumi olmak üzere diğer Mevlevi büyükleri ve Mevlevi tarikatı hakkında bilgiler verilmektedir. Eser, Anadolu’nun XIII-XIV. Yüzyıllardaki dinî, tarihî, sosyal ve kültürel yapısı hakkında önemli bilgileri bünyesinde barındırması bakımından oldukça önemlidir. Yine bu asır ediplerinden Kütahyalı olan Şeyhoğlu (Sadrüddin) Mustafa, 1340-1410 tarihleri arasında Germiyan beyi Süleyman Şah’ın hizmetinde nişancılık ve defterdarlık hizmetlerinde bulunmuştur. Daha sonra Yıldırım Bayezid’e intisab etmiş ve kaynaklarda kayıtlı olan ünlü eserini de ona sunmuştur. Ona ün kazandıran Türkçe ve âşıkane konulu eseri Hurşidnâme’dir. Şeyhoğlu Mustafa’nın mensur eserleri de vardır. Bunlardan Marzubannâme, 14. Yüzyılın önemli eserlerindendir. Eserin aslı Farsça olup Germiyan beyi Süleyman Şah adına Türkçeye çevrilmiştir. Didaktik bir eser olan Marzubanname’de Kelile ve Dimne gibi öğretici hayvan hikayeleri bulunmaktadır. Şeyhoğlu Mustafa’nın Farsçaan tercüme ettiği diğer bir eseri, Kâbusnâme Çevirisi’dir. Kenzü’l-Küberâ ve Mehekkü’l-Ulemâ ise, Şeyhoğlu’nun mensur eserlerinden en son yazılmış olanıdır. Siyasetname niteliğinde olan bu eserde, başta padişah olmak üzere, devlet adamlarına devlet yönetimiyle ilgili tavsiyelerde bulunulur. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, 14. Yy.. Osmanlı sahasında gelişen Türk edebiyatında, mesnevilerin yeri büyüktür. Bu yüzyılda kaleme alınan mesnevilerin önemli bir kısmı günümüze kadar gelebilmiştir. İzah ettiğimiz şairler dışındaki diğer mesnevi yazarları ve eserleri ise şunlardır: Mehmed-Işknâme(Tuhfenâme) Tutmacı-Gül ü Hüsrev Suli Fakih-Yûsuf u Züleyhâ Yusuf-ı Meddah–Varka ve Gülşâh Tursun Fakih–Gazavât-ı Resûlullâh (Kıssa-i Mukaffâ) Fahri-Hüsrev ü Şîrin İzzetoğlu–Tâvûs Mu`cizesi Kirdeci Ali–Dâsitân-ı Hamâme, Dâsitan-ı Ejderhâ, Kesikbaş Destânı, Hikâye-i Delletü’l-Muhtel Kemaloğlu İsmail–Ferahnâme Ladikli Mehmed bin Âşık Süleyman–Keşfü’l- Me’ânî Pir Mahmud–Bahtiyarnâme Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı XIV. Yüzyılda manzum eserlerle birlikte, tıp; tarihî, destânî konular ve daha çok dinî-ahlaki, didaktik içerikli mensur eserler yazılmıştır. Bu yüzyılda yazılmış mensur eserleri şöyle sıralayabiliriz: Kul Mesud–Kelîle ve Dimne İshak bin Muhtar–Edviye-i Müfrede Celalüddin Hızır–Müntahâb-ı Şifâ Hamzavi–Hamzanâme, İskendernâme Battalnâme Danişmendnâme Salebi–Kısâs-ı Enbiyâ Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Özet Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı •İslamiyet öncesi dönem 8. yüzyılda başlar. Bu dönemde daha çok sözlü edebiyat ürünleri verilmiştir. İslamiyet’in Türkler arasında yayılması 10. yüzyılda gerçekleşebilmiştir. Müslüman olan Türkler ve İslamiyet’in etkisi ile ortaya çıkan Türk edebiyatı, yavaş yavaş İslam ortak medeniyetine dâhil olur ve önce Arap daha sonra da İran kültür ve edebiyatının etkisiyle şekillenir. •İslam edebiyatının iç ve dış yapısını oluşturan öğeler, İranlıların aracılığıyla Türk edebiyatına girmiştir. İslam medeniyeti etkisinde gelişen Türk edebiyatına farklı dönemlerde farklı isimler verilerek vasıflandırılmaya çalışılır. Ancak geleneğe uygun olarak hareket eden şair ve yazarlar, değişmez kurallara bağlı sanat anlayışlarıyla eserlerini verirler. Dönemlerin ve çeşitli sahaların sosyal, siyasi ve kültürel durumlarının yansıttığı şiirlerin yanında bu etki ile ortaya çıkan tasavvuf gibi inanç sistemleri de edebiyatın yönünü değiştirmektedir. Tasavvuf, XII. yüzyılda Ahmed Yesevi ile başlayarak XIII. ve XIV. yüzyıllarda da etkisini sürdürür. •İlk dönemlerde sınırlı konu, tema ve nazım şekilleriyle şiirler yazılırken, yüzyıllar geçtikçe gelişen edebiyatımızda, zengin ve çeşitli ürünler verilmeye başlanır ve Türk İslam edebiyatı XIV. yüzyılın sonlarında kuruluş devrini tamamlar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi Türk İslam edebiyatının özelliklerinden değildir? a) b) c) d) e) Türklerin altı yüzyıllık bir sürede meydana getirdikleri edebiyattır. Nazım birimi yalnızca beyittir. Göz kafiyesi esastır. İslam edebiyatlarının kullandığı ortak vezin aruzdur. Nazım şekillerinin değişmez kesin kuralları vardır. 2. Anadolu’nun XIII-XIV. Yüzyıllardaki dinî, tarihî, sosyal ve kültürel yapısı hakkında önemli bilgileri bünyesinde barındırması bakımından oldukça önemli sayılan Menakıbul- arifin hangi şair tarafından yazılmıştır? a) b) c) d) e) Hoca Mesud Ahmedi Şeyhi Eflâki Baki 3. Gülşehri’nin, kelam ilminin en önemli bahisleri arasında yer alan “mebde” ve “mead” konusunu işlediği eseri hangi seçenekte kayıtlıdır? a) Mantıkuttayr b) Keramatı Ahi Evran c) Kuduri Tercümesi d) Aruzı Gülşehri e) Felekname 4. Anadolu’da Nizami-i Gencevi’nin İskendernamesi’ne yazılan ilk nazire hangi şaire aittir? a) b) c) d) e) Şeyhi Kadı Burhadeneddin Nesimi Fuzuli Ahmedi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı 5. Ahmedi’nin aşağıdaki eserlerinden hangisi, Aydınoğullarından İsa Bey’in oğlu Hamza Bey için yazılmış Arapça-Farsça manzum lügatidir? a) Cemşidühurşid b) Tervihulervah c) Mirkatüledeb d) Mizanüledeb e) Bedayiussihr fi Sanayiişiir 6. Aşağıdaki eserlerden eserlerindendir? hangisi Karahanlı dönemi Türk edebiyatı a) Divanıhikmet b) Atabetülhakayık c) Mukaddimetüledeb d) Makalat e) Maarif 7. Aşağıda verilmiş olan eserlerin müellifi olan şair aşağıdakilerden hangisidir? Kimya Risalesi Vasfıhal Fakrname Hikaye Fürkatname a) b) c) d) e) Gülşehri Şeyyad Hamza Âşık Paşa Ahmed Fakih Kadı Burhaneddin 8. XIV. Yüzyılda en fazla eser hangi sahada telif edilmiştir? a) b) c) d) e) Azeri Sahası Memluk Sahası Osmanlı Sahası Karahanlı Sahası Harezm Sahası Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı 9. Aşağıdakilerden hangisi XIII. Yüzyıl şairlerinden değildir? a) b) c) d) e) Nasıri Hacı Bektaş Veli Yunus Emre Sultan Veled Nesimi 10.Osmanlı sahasının elde mevcut en eski divanının sahibi kimdir? a) b) c) d) e) Şeyyad Hamza Kadı Burhaneddin Şeyhoğlu Mustafa Ahmedi Hoca Mesud Cevap Anahtarı 1b 2d 3e 4e 5c 6b 7c 8c 9e 10d Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR AKDOĞAN, Yaşar (1988), Ahmedî Divanından Seçmeler: Ankara. ALPARSLAN, Ali (1961), Âşık Paşa’da Tasavvuf: İstanbul. BANARLI, Nihat Sami (1987), Resimli Türk Edebiyatı Tarihi: İstanbul. Büyük Türk Klasikleri (1985), Ötüken-Söğüt: İstanbul. CENGİZ, Halil Erdoğan (1983), Divan Şiiri Antolojisi: Ankara. EFLÂKÎ, Ahmed (1973), Âriflerin Menkıbeleri, (Çev. Tahsin Yazıcı): İstanbul. GÖLPINARLI, Abdülbâki (1969), Yüz Soruda Tasavvuf: İstanbul. GÜZEL, Abdurrahman (2002), Hacı Bektaş Veli ve Makâlât: Ankara. İSEN, Mustafa vd. (2009), Eski Türk Edebiyatı El Kitabı: Ankara. KOCATÜRK, Saadettin (1982), Gülşehrî ve Felek-nâme: Ankara. KÖPRÜLÜ, Fuad M.(1981), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar: Ankara. KÖPRÜLÜ, Fuad M. (1943), “Anadolu Selçukluları Tarihi’nin Yerli Kaynakları”, Türk Tarih Kurumu Belleten, c. VII, nr. 27, Temmuz 1943: Ankara. KÖPRÜLÜZÂDE, Mehmed Fuad (1337), “Şeyyâd Hamza”, Dergâh, c. I, nr.4. MAZIOĞLU, Hasibe (2009), Eski Türk Edebiyatı Makaleleri: Ankara. MENGİ, Mine (2003), Eski Türk Edebiyatı Tarihi *Edebiyat Tarihi-Metinler]: Ankara. MERMER, Ahmet vd. (2006), Eski Türk Edebiyatına Giriş: Ankara. OKUYUCU, Cihan (2004), Divan Edebiyatı Estetiği: İstanbul. ÖZKAN, Mustafa (1996), “Gülşehri”, DİA, c. XIV: İstanbul. ÖZTELLİ, Cahit (1977)Belgelerle Yûnus Emre: Ankara. PEKOLCAY, Necla (1967), İslâmî Türk Edebiyatı: İstanbul. PRİTSAK, Omeljan (1993), “Karahanlılar” İslam Ansiklopedisi: Ankara. SERTKAYA, Osman F. (1989), “Ahmed Fakih”, DİA, c. II: İstanbul. ŞENTÜRK, Ahmet Atilla- Ahmet Kartal (2007), Eski Türk Edebiyatı Tarihi: İstanbul. TARLAN, Ali Nihat (1944), İran Edebiyatı: İstanbul. TİMURTAŞ, Faruk K. (1990), Tarih İçinde Türk Edebiyatı, 2. Baskı: İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Kuruluş Dönemi Türk İslâm Edebiyatı Türk Edebiyatı Tarihi (2006): Ankara. ULUDAĞ, Süleyman (1991), Tasavvuf Terimleri Sözlüğü: İstanbul. YAZICI, Tahsin (1989), “Ahmed Eflâkî” , DİA: İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 I. KLASİK DÖNEM HEDEFLER İÇİNDEKİLER (15. -17. YÜZYIL) • 15. Yüzyıl • 16. Yüzyıl • 17. Yüzyıl TÜRK İSLAM EDEBİYATI Yrd. Doç. Dr. Muvaffak EFKATUN • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • 15., 16. ve 17. yüzyıl Türk İslam edebiyatının genel özelliklerini kavrayabilecek, • 15., 16. ve 17. yüzyıl Türk İslam edebiyatının şair, yazar ve eserlerini tanıyabilecek, • Edebî çevrelerin oluşumunda devlet adamlarının etkilerini belirleyebilecek, • Klasik şiirde görülen edebî üslupları tanımlayabilecek, • 15., 16. ve 17. yüzyılda Türk İslam nazım ve nesrinin tarihî gelişim sürecini değerlendirebileceksiniz. ÜNİTE 11 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) GİRİŞ Bir önceki ünitede Türklerin İslamiyeti kabulü sonrası yeni bir edebî anlayışın ortaya çıkışı ve kuruluş dönemi anlatılmıştı. Bu ünitede ise; İslamiyet etkisiyle gelişen edebiyatımızın ilk klasik dönemi üzerinde durulacaktır. Bu dönem; 15., 16., 17. Yüzyılları içermektedir. Edebî muhitler, gelenekleri şekillenmiş klasik şiir, klasik nesir üslubu 15. ve 16. Yüzyılların temel karakteristiğini verir. 17. Yüzyıl ise; özellikle şiirde klasik üslubun dışında Sebk-i Hindî, Mahallî ve Hikemi üsluplar kendini hissettirir. Ayrıca bu ünitede 15., 16. ve 17. Yüzyılın şairleri, yazarları ve eserleri hakkında bilgi verilecektir. 15. YÜZYIL Osmanlı Devletinde saray çevresindeki şairler topluluğu, ilk defa Çelebi Mehmed (143-1421) döneminde bir araya gelmiştir. I. Bayezid’in 1389’da tahta geçişiyle Osmanlı yeni bir siyasi anlayışın ışığında merkeziyetçi devlet yapısına bürünmeye başladı. I. Murad’ın vasallik siyaseti terk edildi. I. Bayezid’in güçlü bir merkezî devlet kurma düşüncesi çerçevesinde Anadolu’da gerçekleştirdiği faaliyetler Osmanlı’yı Timur ve Memluklu gibi iki büyük kuvvetle karşı karşıya getirdi. Yıldırım Bayezid’ın izlemiş olduğu siyaset ve Timur’un yayılmacı politikası sonucu olarak Osmanlı ve Timur ordusu Ankara Çubuk ovasında karşılaştı. Savaşın sonunda Yıldırım Bayezid, Timur’a yenilip, esir düştü. Bu durum Osmanlı’nın kısa süreli bir fetret dönemine girmesine yol açmıştır. 1402-1403 yılları arasında yaşanan kaosu Yıldırım’ın oğlu Çelebi Mehmed ortadan kaldırdı. Osmanlı yeni bir istikrar dönemine girdi. Fakat Osmanlı üstündeki Timurlu etkisi bu yüzyılın ortasına kadar devam etti. Çelebi Mehmed’in 1413-1421 yılları arasındaki saltanat döneminden sonra sırayla II. Murad (1421-1444;14461451), Fatih Sultan Mehmed (1444-1446; 1446-1481), II. Bayezid (1481-1512) Osmanlı’nın idaresinde bulundular. Beylikler dönemi Türk kültürü üzerine tesis edilen Osmanlı her alanda olduğu gibi kültür ve sanat alanında da bu yüzyılda büyük ilerleme kaydetti. Yüzyılın ilk çeyreğinde, Çelebi Mehmed’in Merzifon ile Bursa’da medrese açarak bilim ve düşünce hayatının gelişmesini sağladığını söyleyebiliriz. Osmanlı Devleti’nde saray etrafında bir araya gelen şairler topluluğu ilk defa Çelebi Mehmed (143-1421) dönemine rastlamıştır. Böylelikle Osmanlı’da edebî muhitler gelişmeye başlamıştır. II. Murad ise; şuurlu bir Türkçecilik anlayışına sahip olup, Türkçenin devlet dili olmasına ortam hazırlamıştır. O, Türkçeye Arapça ve Farsçadan tercümeler yaptırmış, bu tercümelerin sade ve açık bir dille yapılmasını tavsiye etmiştir. II. Murad, eldeki kayıtlara göre şiirleri bulunan ilk hükümdardır. Sanatçı ve bilim adamlarına aşırı ilgi gösteren II. Murad sayesinde Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) Osmanlı’da şiir, musiki ve bilim ciddi anlamda gelişme göstermiştir. II. Murad’dan sonra tahta geçen ve kendi de bir şair olan II. Mehmed, İstanbul’u feth ederek burayı bir cazibe merkezi hâline getirmiştir. Fetihle birlikte Osmanlı merkeziyetçi bir yapıya bürünürken, ilk klasik padişâh tipi ortaya çıkmıştır. Fatih, sanatkarları, bilginleri, ve şairleri İstanbul’da toplamaya başlamıştır. O, sarayını bilim, kültür ve sanat erbabına açmış, büyük bir devlet adamıdır. Kaynaklar Fatih’in İstanbul’da maiyetinde 185 şairin bulunduğunu rivayet etmektedir. Fatih döneminde sarayın dışında şairlerin bir araya geldiği farklı merkezlerin oluştuğu göze çarpmaktadır. Bunlar vezirlerin ve şehzadelerin oluşturmuş olduğu, kültür mahfilleridir. Fatih’ten sonra tahta geçen şehzade Bayezid’in saltanat yılları ise; kültürel hareketliliğin devam etiği bir dönemdir. Avnî mahlasıyla şiirler yazan Fatih, Osmanlı’nın ilk divan sahibi padişahıdır. 15. Yüzyılda hanedandan, II. Murad, Fatih Sultan Mehmed, II. Bayezid, Fatih’in şehzadesi Cem ve II. Bayezid’ın şehzadesi Korkud şiirle uğraşmışlardır. Avni mahlasıyla şiirler yazan Fatih, Osmanlı’nın ilk divan sahibi padişahıdır. Dîvân’ı incelendiğinde Fatih’in şiir tekniğine vâkıf olduğu göze çarpar. Üslup bakımından Fatih’in Şeyhi ve Ahmed Paşa’dan etkilendiğini söyleyebiliriz. O, söylemek istediklerini şiirlerinde açık bir ifadeyle dile getirmiştir. Klasik şiire ait manzum ve mefhumları ustaca kulanmıştır. Yüzyılın diğer divan sahibi padişahı II. Bayezid’dir. Adli mahlasını kullanan II. Bayezid, mizacının tabii bir yansıması olarak şiirlerinde tasavvufi özellikler bulunmaktadır. Dönemin hükümdar olmayıp da hanedana mensup şairlerin önemlilerinden biri Cem Sultan’dır. Şehzade Cem, II. Mehmed’in üçüncü oğludur. İyi eğitim almış, kendini yetiştirmiş, bir kültür adamı olan Cem Sultan’ın Türkçe Dîvânı, Farsça Dîvânı ve Cemşîd ü Hurşîd isimli bir mesnevisi vardır. Şiirlerinde zengin bir hayal dünyası bulunmaktadır. Klasik Türk şiirinin bilgi kaynaklarını bilen bir şairle karşılaşırız. Cem Sultan’ın şiirlerinde yalnızlık duygusu önemli bir yer tutmaktadır. Memleketten uzak geçen yıllarında çektiği vatan hasretini şiirlerinde yansıtır. II. Bayezid’in oğlu şehzade Korkud ise, diğer bir şehzade şairdir. Harimi mahlasını kullanan Korkud, şekil ve muhteva yönünden başarılı şiirler yazmıştır. Şehzade, şiirlerinde deyimlere çokça yer vermiştir. Bu yüzyılda hanedan dışında kültür insanı olarak birçok devlet adamı yetişmiştir. Bunlar içinde Fatih Sultan Mehmed’in veziri Mahmud Paşa’yı özellikle zikretmeliyiz. Adni, mahlasıyla şiirler söyleyen Mahmud Paşa Türkçe Dîvân’a sahiptir. Kültür, sanat ve ilim erbabını koruyup kollayan bir isim olarak tanınan Mahmud Paşa şiirlerinde sade bir dil kullanmış ve deyimlere çokça yer vermiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) 15. Yüzyıl Anadolu’da gelişen Türk edebîyatının klasik görünüm kazandığı bir dönem olmuştur. Türkçe, konuşma dili olmaktan çıkmış, edebî dil hâline gelmiştir. Bu yüzyıl, Anadolu’da gelişen Türk edebiyatının Fars edebiyatından alınan örneklerle zenginleştiği bir devirdir. Bu yüzyılda Fars edebiyatı dışında, Çağatay sahası Türk edebiyatının da Anadolu sahası Türk edebiyatına tesir ettiğini görürüz. 15. Yüzyılın ikinci yarısında Timuroğulları’ndan Hüseyin Baykara Herat’ı bir kültür merkezi hâline getirip, âlim, aydın ve şairleri etrafına toplamıştır. Hüseyin Baykara‘nın yanı sıra Molla Camî ve Ali Şir Nevayi Herat ekolü diyebileceğimiz bir anlayışı tesis etmiştir. Özellikle Ali Şir Nevai’nin Anadolu’da gelişen Türk edebiyatına etkisi büyüktür. 1441 yılında Herat’ta doğan Ali Şir Nevai, iyi bir eğitim almış, Hüseyin Baykara’nın hükümdarlığı döneminde onun yakını ve veziri olmuştur. Manzum ve mensur birçok eseri bulunan Ali Şir Nevai’nin şiirlerini topladığı yedi ayrı Dîvân’ı, manzum hamsesi vardır. Onun Mecâlisü’n- Nefâ´is isimli şairler tezkiresi, Türk edebiyatında yazılan ilk tezkiredir. Bu tezkirenin Anadolu sahası şair tezkiresi geleneğinin oluşmasında büyük katkısı olmuştur. Klasik Türk şiirinin 15. Yüzyıldaki ilk büyük ismi Şeyhi, yüzyılın ilk yarısında, diğer büyük isimleri Ahmed Paşa ve Necati ise, ikinci yarısında yetişmiştir. Şeyhi mesnevileriyle, Ahmed Paşa kasideleriyle, Necati gazelleriyle ün kazanmıştır. XV. Yüzyılda yetişip de divanları günümüze ulaşan şairler şunlardır; Ahmed-i Dai, Şeyhi, Ahmed Paşa, Necati Bey, Kasım, Avni, Adni, Atai, Cem Sultan, Nizami, Cemali, Karamanlı Ayni, Fakihi, Edhemi, Safi, Mesihi, Vasfi, Mihri Hatun, Adli, Çakeri, Hamdullah Hamdi. Divan şiirinin 15. yüzyıldaki ilk büyük ismi Şeyhi, yüzyılın ilk yarısında, diğer büyük isimleri Ahmed Paşa ve Necati ise ikinci yarısında yetişmiştir. Bu yüzyılda divan sahibi şairler arasında dikkat çeken ilk isim olarak Ahmed-i Dai’yi anmalıyız. 14. Yüzyılın sonuyla 15. Yüzyılın başında yaşamış olan Ahmed-i Dai, Germiyan kültür çevresi içinde yetişmiş, bir süre kadılık yapmış, bilahare Osmanlı’ya intisab etmiştir. Ahmed-i Dai muhtemelen 1421 yılında Bursa’da hayata gözlerini yummuştur. Şair, Türk edebiyatına hem nesir hem nazım birçok eser kazandırmış, bu eserlerle Anadolu’da divan şiiri geleneğinin kurucuları arasında yerini almıştır. Derin bilgisiyle döneminde büyük saygı gören Ahmed-i Dai, çeşitli konularda on beş eser kaleme almıştır. Manzum eserleri arasında Türkçe Dîvânı, Ukûdu’l-cevâhir ve Tercüme-i Vasiyyet-i Nûşirevân’ı vardır. Çengnâme, Ahmed-i Dai’nin en ünlü eseridir. O zamana kadar yazılmış mesneviler arasında özgün niteliğiyle mümtaz bir yere sahip olan Çengnâme, çengin çeng hâline gelinceye kadar geçirdiği evreyi anlatır. Bu temsili mesnevide vahdet-i vücud görüşü ifade edilmektedir. 15. Yüzyılın ilk büyük şairi Şeyhi, Germiyanoğulları toprakları içinde yetişmiş bir isimdir. Muhtemelen 1373-1376 yılları arasında Kütahya’da doğmuştur. Asıl ismi Yusuf veya Sinanüddin olan Şeyhi, İlköğrenimine Kütahya’da başladı. Şair Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) Ahmedi’den ders aldı. Genç yaşlarında eğitimini geliştirmek için İran’a gitti. Burada tasavvuf, hikmet, tıp öğrenimi gördü, edebî tecrübesini geliştirdi. İran dönüşü Ankara’ya Hacı Bayram Veli’ye uğrayarak ona bağlandı. Bundan dolayı Şeyhi mahlasını aldı. Germiyanoğlu II. Yakub Bey; Osmanoğullarından Emir Süleyman, Çelebî Mehmed ve II. Murad’ın maiyetlerinde bulunan Şeyhi, 1431 yılında Kütahya’da vefat etti. Günümüze ulaşan Dîvân, Harnâme ve Hüsrev ü Şîrîn isimli eserleri vardır. Ayrıca kaynaklar, Neynâme ve Hâbnâme isimli eserlerinden de bahsetmektedir. Kendine özgü özellikleriyle ilk klasik şair diyeceğimiz isim Ahmed Paşa’dır. Şeyhi’nin Dîvânı orta büyüklükte olup yayımlanmıştır. Şiirlerinde tasavvufi unsurlara yer veren Şeyhi, monotonluktan uzak aruz kalıplarını kullanmıştır. Şeyhi’nin bu şiirlerde zaman zaman lirizmi yakaladığı görülmektedir. Şeyhi’nin diğer bir eseri de Hüsrev ü Şîrin mesnevisidir. Türk edebiyatının en beğenilen mesnevileri arasında yer alan bu eser, İranlı şair Nizami’nin aynı isimli eserinin tercümesidir. Şeyhi bu mesnevisiyle şairlik kudretini gözler önüne sermiştir. Şeyhi’nin hiciv sahasında yazdığı Harnâmesi ise, bu türün en ünlü eseridir. Şeyhi mesnevide kendi başından geçenleri kişileştirme (teşhis) yoluyla güzel bir tarzda yansıtmıştır. Şeyhi’nin Fars şairlerinden çok fazla etkilendiği yönünde eleştirilere rastlansa da Anadolu sahasında klasik edebiyatı bütün yönleriyle belirgin hâle getiren bir isim olduğu göz ardı edilmemelidir. Bundan dolayı eskiler tarafından Anadolu şairlerinin öncüsü olarak kabul edilmiş, etkisi sonraki yüzyıllarda da sürmüştür. Kendine özgü özellikleriyle ilk klasik şair diyebileceğimiz isim Ahmed Paşa’dır. Sultan II. Murad’ın kazaskerlerinden Veliyüddin Efendi’nin oğlu olarak 1426 yılında Edirne’de doğdu. İyi bir öğrenimden sonra, ilmiye sınıfına intisap ederek müderrislik, kadılık ve kazaskerlik yaptı. Özellikle İstanbul fethinde askerin maneviyatını yükseltmeye yönelik çabaları, Fatih’in ona karşı olan sevgisini daha da artırdı. Fatih tarafından vezirlik rütbesiyle taltif edildi. Ahmed Paşa’ya yönelik bu sevgi, kıskanç tabiatlı insanların düşmanlıklarına yol açtı. Bazı dedikoducular yüzünden gözden düştü, İstanbul’dan uzaklaştırıldı. O, değişik yerlerde vakıf yöneticilikleri ve sancak beyliklerinde bulundu. Ahmed Paşa, Bursa sancak beyi iken 1497 yılında vefat etti. Şairin günümüze ulaşan tek eseri Dîvân’ıdır. Ahmed Paşa, klasik şiiri, Şeyhi’nin ulaştığı seviyeden daha ileri taşımayı bilmiştir. Ahmed Paşa, klasik şiiri, Fars şiiri özelliklerine benzeyen bir noktaya ulaştırmıştır. O, taklitçiliği nazirecilik hâline getirerek bir çığır açmıştır. Şiirlerinde beşerî aşkı ifade eden Ahmed Paşa, kasidede büyük bir başarı yakalamıştır. Ayrıca şair manzum tarih düşürmede klasik şiirimizin ilk derli toplu örneklerini vermiştir. 15. Yüzyılda yetişen büyük şairlerden biri de Necati Bey’dir. Asıl ismi İsa’dır. 1451-1455 yılları arasında doğduğu tahmin edilmektedir. Bir devşirme çocuğu olan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) Necati Bey’in doğum yeri belli değildir. Fakat çocukluğunu Edirne’de, gençliğini ise Kastamonu’da geçirmiştir. Bilahere İstanbul’a gelmiş, şiirleriyle dikkati çekince, Fatih Sultan Mehmed’in himayesine mazhar olmuş, şaire sarayda katiplik görevi verilmiştir. II. Bayezid’in saltanat yıllarında önce şehzade Abdullah’ın divan katipliğini, sonra da şehzade Mahmûd’un nişancılığını yapmıştır. Kendisine beylik ünvanının nişançılık görevinden dolayı verildiği tahmin edilmektedir. Necati Bey, 1509 yılında İstanbul’da vefat etmiştir. Önceki yüzyıllarda mesnevilerin tercüme, taklit, didaktik yönü ağır basarken, 15. yüzyıl bir dönüm noktası olmuş, sanat endişesiyle yazılanlar ön plana çıkmıştır. Necati Beğ’in birçok eserinin olduğu kaynaklarda bildiriliyorsa da elimizde bulunan tek eseri Dîvân’ıdır. O, Fars şiirini taklid edenlerin aksine Türkçenin gerçek güzelliğini şiirlerine aksettirmiştir. Yıldırım Bayezid’in veziri Safi mahlaslı Cezeri Kasım Paşa’yla başlayan şiirde atasözlerini, deyimleri, halk dilinden alınmış deyişleri kullanma geleneği Necati Bey’de doruğa çıkmıştır. Necati’nin üslubu sayesinde atasözleri ve deyimlerle zenginleşen klasik şiir dili; Baki, Şeyhülislam Yahya ve Nedim’le daha da gelişecektir. Necati Bey yapmacıksız şiir söyleyen, gazellerinde akıcılığı yakalamış bir şairdir. Bu yüzyılda yetişmiş şairlerden biri de Cemali’dir. Şair Şeyhi’nin yeğeni olan Cemali, şiirlerinde kendine özgü bir üslup oluşturabilmiş bir şairdir. Şeyhi’nin vefatıyla birlikte eksik kalmış Hüsrev ü Şîrin mesnevisine ek yazmıştır. Bunun dışında Cemali’nin Türkçe Dîvânı da vardır. Şehzade Cem’in etrafında toplanan şairlerden biri olan Karamanlı Ayni, kasidelerinin çoğunu Cem Sultan’a yazmıştır. Şair, dilinin sadeliğiyle dikkat çekmektedir. II. Bayezid döneminin tanınmış şairlerinden Mesihi’nin asıl ismi İsa’dır. Üsküp yakınlarında bulunan Priştine’de doğmuş ve 1512 yılında vefat etmiştir. Usta bir şairdir. Klasik şiirin Ahmed Paşa ve Necati’den sonra önemli kurucu isimlerindendir. Klasik tarzda tertib edilen Dîvân’ının içinde onun meşhur Edirne Şehrengîzi de bulunmaktadır. Ayrıca Gül-i Sad-Berg isimli bir münşeat mecmuası vardır. 15. Yüzyıl aynı zamanda ilk hanım şairlerin görüldüğü bir yüzyıldır. Zeynep Hatun ve Mihri Hatun bu yüzyılın hanım şairlerindendir. Bu yüzyılda İstanbul ve Anadolu’daki merkezlerin dışında Rumeli’de Priştine, Prizren, Vardar Yenicesi gibi değişik kültür merkezleri ortaya çıkmış ve bu kültür merkezlerinde şairler yetişmiştir. 15. Yüzyılda bahsi geçen şairlerin dışında birçok şairin yetiştiğini biliyoruz. Bunların bir kısmını şöyle sıralayabiliriz; Atai, Vasfi, Çakeri, Fakihi, Hamdullah Hamdi; şiirde ilk defa atasözleri ve deyimleri kullanan Safi mahlaslı Cezeri Kasım Paşa, esnaf şairlerden Hufi, Hamdullah Hamdi, Tokatlı Leali; Cem şairlerinden Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) Sahidi, Fenayi, Afitabi, Cem Sadisi, Melihi, Sarıca Kemal, Edirneli Şevki, Gülşen-i Saruhani, Aşki, Sevdayi, Hümami, Tacizade Cafer Çelebi. 15. Yüzyıl bir önceki yüzyıla göre divan sahibi şairlerin arttığı bir yüzyıl olmuştur. Klasik edebiyatın başlangıç dönemlerinde edebiyat içinde belirli bir ağırlığı olan mesneviler, eski ağırlığında olmasa da bu yüzyılda da yazılmaya devam etmiştir. Önceki yüzyıllarda mesnevilerin tercüme, taklit, didaktik yönü ağır basarken, 15. Yüzyıl bir dönüm noktası olmuş, sanat endişesiyle yazılanlar ön plana çıkmıştır. Ayrıca mesnevilerde zaman, şahıs, mekân ve konu bakımından yenileşme başlamıştır. Bu yüzyılın mesnevilerini; dinî-tasavvufi-ahlaki mesneviler, aşk mesnevileri, tarihî, destani ve menkibevi mesneviler, sergüzeştname ve hasbihaller, şehrengizler, mizahi mesneviler ve ansiklopedik mesneviler olarak sınıflandırabiliriz. 15. yüzyılda nazmının yanında nesir üslubuna göz atıldığında, estetik, süslü nesrin ortaya çıktığı görülür. Halili’nin Fürkatnâme’si, Tacizade Cafer Çelebi’nin Hevesnâme’si, sergüzeşt türünün ilk örnekleridir. Bu eserler, şehrengiz, surname, sakiname gibi türlerin ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır. Şeyhi’nin Hüsrev ü Şîrin’iyle yüzyılın başında iyi bir çıkış yakalayan mesnevicilik geleneği birçok türde ilk örneklerini bu yüzyılda verdi. Manzum kırk hadis türünün ilk örneği Kemal Ümmî, Kırk Armağan’ıyla; manzum yüz hadis türünün ilk örneğini Hatipoğlu, Ferahnâme’siyle bu yüzyılda kaleme aldı. Mevlîd türünün en güzel örneğini 15. Yüzyılda Süleyman Çelebi’nin Mevlîdinde buluruz. Yine kıyafetname türünün bilinen ilk örneği, Anadolu sahası Türk edebiyatının bilinen ilk hamse yazarı Akşemseddinzade Hamdullah Hamdi’nin hamsesi içindedir. Hamdullah Hamdi’nin hamsesi, Yûsuf u Züleyha, Leyla vü Mecnûn, Tuhfetü’l- Uşşâk, Kıyâfetnâme ve Mevlîd mesnevilerinden oluşmaktadır. Karışdıranlı Süleyman Behişti yüzyılın bir diğer hamse yazarıdır. Bu yüzyılın aşk konulu mesnevileri arasında Hümami’nin Sînâme’sini sayabiliriz. Rifâî, Bülbülnâme’siyle Türk edebiyatının bilinen ilk gül ve bülbül hikayesini bu yüzyılda yazmıştır. Yine bu yüzyılda Firdevsi-i Tavil’in Münâzara-i Seyf ü Kalem’i münazara tarzında yazılmış temsili hikayelere bir örnektir. Ahmed Rıdvan’ın İskendernâme’si tarihî, destâni, menkibevi destanlar arasında göze çarpar. Bu yüzyılda mesnevi tarzıyla manzum tarihler de yazılmıştır. Enveri’nin Düstürnâme’si, Uzun Firdevsi’nin Kutbnâme’si, Sarıca Kemal’in Selâtînnâme’si bunlardandır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) Dönemin önemli mesnevileri arasında Bedr-i Dilşad’ın Murâdnâme’sini gösterebiliriz; nasihatname, siyasetname ve fütüvvetname özellikleri taşıyan çok yönlü bir eserdir. İbrahim Bali’nin mesnevi nazım şekliyle on üç bin beyit hâlinde yazılmış Hikmetnâme’si yüzyılın ansiklopedik nitelikteki eserlerindendir. 15. Yüzyılın diğer mesnevi yazarları arasında Mahmud Şebüsteri’nin Gülşen-i Râz’ını aynı isimle Türkçeye çeviren Elvan-ı Şirazi’yi, Gülşen-i Uşşâk sâhibi Cemali’yi, Firkatnâme yazarı Halili’yi, Câmasbnâme sahibi Abdi’yi, Vahdetnâme yazarı Abdurrahim’i sayabiliriz. 15. Yüzyılda nazmının yanında nesir üslubuna göz atıldığında, estetik, süslü nesrin ortaya çıktığı görülür. Bu yüzyılda sade nesrin yanında bilimsel ve estetik üslupla kaleme alınmış nesrin ilk örnekleriyle karşılaşırız. 15. Yüzyılda mensur eserler hem nitelik hem de nicelik bakımından zenginleşmiştir. Yine bu yüzyıldaki nesir ürünlerine bakıldığında dinî-tasavvufi, dinî-destani konulu eserlerin çoğunluğu oluşturduğu görülür. 15. yüzyılın önemli mensur eserlerinden biri olan Dede Korkut Kitabı, Oğuz destanının bir parçası ve devamı niteliğindedir. Anadolu sahasında gelişen Türk edebiyatının kurucu isimlerinden Ahmed-i Dai, manzum eserlerinin yanında birçok mensur eser de kaleme aldı. Anadolu’da Türkçeye çevrilen ilk Kuran-ı Kerim tefsiri, Tercüme-i Tefsîr-i Ebu’l-leys Semerkandî, bir akait kitabı olarak Arapçadan Türkçeye çevrilen Miftâhu’l-Cenne, ilk münşeat örneklerinden Teressül, Ahmed-i Dai’nin eserleridir. Bu yüzyılın mühim nasirleri arasında Tuhfe-i Murâdî, Kemâliye, Kitâbu’tTabih ve Tercüme-i Târih-i İbn-i Kesîr isimli eserleri yazan Bedr-i Dilşad bulunmaktadır. Bu eserlerin çoğu II. Murad’a takdim edilmiştir. 15. Yüzyıl tarih yazıcılığı bir önceki yüzyıla göre daha özgün bir yapı kazanmıştır. 14. Yüzyılın tercüme ağırlıklı tarihçiliği yerine 15. Yüzyılda telif eserler ortaya çıkmıştır. Osmanlı tarih yazıcılığının önemli bir kolu olan Tevarih-i Al-i Osmanların ilk mensur örneklerini Âşık Paşazade (1400-1502) ve Oruç Bey kaleme aldı. Bu yüzyılın önemli tarihlerinden biri olan Neşrî Tarihi, sekiz bölümden oluşan bir dünya tarihidir. Eser dünya tarihlerinin Türkçedeki ilk örneklerindendir. Târih-i Ebü’l-Feth ya da Tursun Bey Târihi, Fatih Sultan Mehmed’in fetihlerini anlatan bir gazavatnamedir. Sanatlı bir dille yazılan Tarih-i Ebul-Feth, klasik İslam tarihçiliğinin Türk edebiyatındaki devamı niteliğindeki ilk örnektir. Kıvami’nin Fetihnâme-i Sultan Mehmed’i bu yüzyılın gazavatnamelerindendir. 15. Yüzyılın önemli mensur eserlerinden biri olan Dede Korkut Kitabı, Oğuz destanının bir parçası ve devamı niteliğindedir. Dede Korkut Kitabı bir giriş ile on iki Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) destani hikayeden oluşmaktadır. Sözlü dilden yazılı dile aktarılmış, folklorik nesir uslûbunun önemli bir temsilcisi olan Dede Korkut Kitabı, Türkçenin doğallığının yansıdığı bir aynadır. Tasavvuf tarihimizin önemli kişiliklerinden biri olan Hacı Bayram Veli, 15. yüzyıl mutasavıf şahsiyetlerindendir. Bu yüzyılda nesir alanında çeviri tıp kitaplarının da yazıldığını görüyoruz. Hacı Paşa’nın Müntehab-ı Şifâ ve Teshîl’i, Sabuncuoğlu Şerafeddin Ali’nin Cerrâhiye-i İlhâniyye ile Mücerreb-nâme’si; Halimi-i Amasyavi’nin Müfredât-ı İbn-i Baytar’ı Anadolu sahasında artık bir bilim dilinin oluştuğunu göstermektedir. Yine Firdevsi-i Rumi’nin Süleymânnâme, Da’vetnâme, Silahşörnâme, Satrançnâme, Hayât u Memât ve Şeyh Abdullâh-ı İlâhî Menâkıbı; Arif Ali’nin Dânişmendnâme’si, Molla Lutfî’nin el-Ferecü Ba’de’ş-şidde çevirisi , Hasan Bayatî’nin Câm-ı Cem-Âyin’i yüzyılın mensur eserlerindendir. Terim olarak nesirdeki kafiye anlamına gelen seci ve bunun nesirde kullanımına ilk olarak Arap edebiyatında rastlanır. Türk edebiyatındaki ilk örnekleriyle ise 15. Yüzyılda karşılaşılır. Sinan Paşa, secili nesrin en başarılı örneklerinden birini Tazarrunâme’siyle bu yüzyılda verdi. Sinan Paşa’nın nesirde oluşturduğu başarılı kompozisyon, kelimeler arasındaki ses ve anlam ilişkisi çoğu zaman şiirde bile görülemez. Sinan Paşa’nın diğer bir mensur eseri, Maârifnâme ise, dinî –tasavvufi konuları içeren akıcı bir kitaptır. 15. Yüzyılda klasik edebiyat çizgisinde manzum ve mensur eser veren eserlerin yanında dinî-tasavvufi vadide de birçok şahsiyet yetişmiştir. Tasavvuf tarihimizin önemli kişiliklerinden biri olan Hacı Bayram Veli, 15. Yüzyıl mutasavıf şahsiyetlerindendir. Hacı Bayram Veli, tamamen yerli bir duyuş tarzı ve sade Türkçesiyle Yunus Emre çizgisinde vahdet ve aşk neşvesini dile getiren ilahiler söylemiştir. Yüzyılın önemli mutasavvıf şairlerinden biri de Kaygusuz Abdal’dır (ö. 1444). Abdalan-ı Rum zümresinden olan Kaygusuz Abdal, halk arasında menkıbesi anlatılan şöhretli mutasavvıflardandır. Manzum ve mensur birçok eseri bulunan Kaygusuz Abdal, şiirlerinde hem hece hem de aruz ölçüsünü kullanmıştır. Anadolu ve Balkanlarda yüzyıllar boyunca büyük rağbet görmüş Muhammediye isimli eseriyle Yazıcıoğlu Mehmed (ö. 1451), 15. Yüzyılın şöhret kazanmış bir şahsiyetidir. Hacı Bayram Veli’nin öğrencisi, Fatih’in hocası, meşhur sufi Sühreverdi’nin torunu Akşemseddin (ö. 1458) bu yüzyılın mutasavvıf şairlerindendir. Dinî ve müsbet bilimlerde iyi bir eğitim görmüş olan Akşemseddin, Şems, Şemsi ve Şemseddin mahlaslarıyla şiir yazmıştır. Akşemseddin’in tasavvuf ve tıp konulu eserleri bulunmaktadır. Yunus Emre ve Âşık Paşa’nın etkisinde şiirler yazan Eşrefoğlu Rumi (ö. 1469), Osmanlı coğrafyasında en çok okunan ve tanınan mutasavvıf şairlerden biridir. Asıl ismi Abdullahtır. Eşrefoğlu Rumi şiirlerini Dîvân’ında toplamıştır. O, şiirlerinde sanat inceliklerinden ziyade manevi duyguları ön planda tutmuştur. Mensur eseri Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) Müzekki’n-Nüfûs Anadolu’da tasavvufi ahlakın benimsenmesinde büyük rol oynamış, yüzyıllar boyunca büyük bir iştiyakla okunmuştur. Anadolu ve Balkanlarda yüzyıllar boyunca büyük rağbet görmüş Muhammediye isimli eseriyle Yazıcıoğlu Mehmed (ö. 1451), 15. Yüzyılın şöhret kazanmış bir şahsiyetidir. Yazıcıoğlu Mehmed’in Muhammediye’sinden başka, Arapça yazdığı Megâribü’z-zamân ve Şerh-i Füsûsü’l-Hikem isimli iki eseri daha bulunmaktadır. 15. Yüzyılın mensur tasavvufi eserlerinden biri olan Envârü’l-Âşıkîn’i Yazıcıoğlu Mehmed’in kardeşi Yazıcıoğlu Ahmed Bican kaleme almıştır. Eser, geniş kitlelerin daha iyi anlayabilmesi için sade bir dille yazılmıştır. Şöhreti yüzyılları aşarak günümüze ulaşan, bu yüzyılın önemli mutasavvıf şairlerinden biri de Süleyman Çelebi’dir (ö. 1422). Ciddi bir dinî eğitim alan Süleyman Çelebi’yi kalıcı kılan 800 beyitlik Vesiletü’n-Necât isimli mevlididir. Süleyman Çelebi’nin mevlidi, Hz. Peygambere duyulan derin sevginin nişanesi olarak aruz ölçüsüyle, sade bir dille, samimi, içten, yapmacıksız bir üslupla yazıya geçirilmiştir. Bu mevlid, birçok benzerine rağmen Türk halkı tarafından büyük bir beğeniyle okunmuştur. Bu yüzyılın diğer önemli mutasavvıf şair ve yazarları arasında İbrahim Tennuri (ö. 1482) Elvan-ı Şirazi (ö. 1475), Ahmed Âşıki (ö. 1484), Muhiddin Dolu (ö. 1495) ve Cemal-i Halveti’yi (ö. 1496) sayabiliriz. 16. YÜZYIL 16. yüzyılda Türk dünyası batıda Osmanlı İmparatorluğu doğuda ise Babürlülerle üç kıtaya yayılarak büyük bir güç haline geldi. Bu görünüş, 16. yüzyılı gerçek manâda bir Türk asrına çevirmiştir. Osmanlı Devleti, 16. Yüzyılda siyasi, askerî, ekonomik güç olarak tarihindeki en yüksek seviyeye ulaşırken; dil, kültür, bilim, sanat alanlarında da ciddi atılımlar yapmıştır. İslam halifeliğinin alınması Osmanlı’yı sınırlarını koruyan bir devlet olmaktan çıkarmış, tüm İslam âleminin hamisi pozisyonuna yükseltmiştir. Dünyanın en zengin ticaret yollarının Osmanlı kontrolüne girmesi, devlet gelirini iki katına çıkarmış bu da dünya çapındaki fetihlerin yolunu açmıştır. 16. Yüzyılda Osmanlı bir dünya gücü hâline gelmiştir. Bu yüzyılda Osmanlı tahtında; II. Bayezid (1481-1512), Yavuz Sultan Selim (1512-1520), Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566), II. Selim (1566-1574), III. Murad (1574-1595), III. Mehmed (1595-1603) bulunmuştur. Özellikle Kanuni devri Osmanlı Devleti’nin altın çağıdır. Bu dönemde halkın kültür, bilim ve refah seviyesi oldukça yükselmiştir. 16. Yüzyılda Türk dünyası, batıda Osmanlı İmparatorluğu, doğuda ise Babürlülerle üç kıtaya yayılarak büyük bir güç hâline geldi. Bu görünüş, 16. yüzyılı gerçek manada bir Türk asrına çevirmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) 16. yüzyılda Anadolu’nun yanında Rumeli coğrafyasında da pek çok kültür muhiti meydana gelmiş ve bu muhitlerde birçok şair yetişmiştir. Bu yüzyıl, kültür, edebiyat, sanat ve bilimin yalnızca batı Türklerinde değil doğu Türklerinde de gelişmeye devam ettiği bir dönemdir. Özellikle 15. Yüzyılda gelişip büyüyen doğu Türklerinin edebiyatı Çağatay adını almıştır. 15. Yüzyılda Ali Şir Nevai ve Hüseyin Baykara’yla en olgun dönemini yaşayan Çağatay edebiyatı, 16. Yüzyılda Şeybani Han, Ubeydullah Han Fazlullahi, Kamran Mirza, Bayram Han, Babür Şah ve Paşa Hoca gibi isimleri çıkarmıştır. Bu edebî kişiliklerin içinde Babür Şah önemli bir yer işgal eder. Ali Şir Nevai’den sonra doğu Türkçesinin yetiştirdiği en büyük bilgin ve şairdir. Babür’ün samimi ve yalın bir üslupla kaleme aldığı Dîvân’ı, hayatını fikirlerini, mücadelesini nesirle anlattığı Bâbürnâme’si, Aruz Risâlesi ve Risâle-i Vâlidiyye Tercümesi eserleri arasındadır. Osmanlı, Çağatay edebî sahalarının dışında 16. Yüzyılda doğu Oğuz Türkçesi çerçevesinde gelişen Azeri sahası Türk edebiyatı da anılmalıdır. Azeri sahası Türk edebiyatı bu yüzyılda Şah İsmail, Ahmed Şah Narenci Sultan Tufeyli, Emni gibi isimleri yetiştirmiştir. Özellikle Safevi devletinin kurucusu Şah İsmail, Hatai mahlasıyla hem halk hem de klasik şiir çizgisinde tasavvufi şiirler yazmıştır. Bu şiirler, Doğu Anadolu’daki Şii, Bektaşi ve Alevi Türkmen aşiretleri arasında çok derin tesirler bırakmıştır. 16. Yüzyılda Türk edebiyatı böyle bir görünüm arz ederken Türk edebî sahaları içinde Osmanlı edebî sahası yüksek bir seviyeyi yakalamıştır. Fetih hareketinin hızlı devam ettiği bu yüzyılda, Osmanlı fethedilen yerlere tekke, medrese ve mektepler kurarak hem yeni kültür merkezleri oluşturmuş hem de Türkçenin ve Türk edebiyatının yayılmasına sebep olmuştur. 16. Yüzyılda Anadolu’nun yanında Rumeli coğrafyasında da pek çok kültür muhiti meydana gelmiş ve bu muhitlerde birçok şair yetişmiştir. İstanbul’u kültür, sanat ve edebiyat merkezi hâline getirme düşüncesi, Fatih’le başlamış 16. yüzyılda da devam etmiştir. Şehzadelerin, devlet adamlarının, hususiyetle Rumeli coğrafyasında akıncı beylerinin, tasavvuf ulularının bulundukları yerler kültürel hareketliliğin cazibe noktaları olmuş, Osmanlı münevver kadrosunun oluşmasına zemin hazırlamıştır. Askeri, siyasi dehaların yanında edebî yönleri bulunan padişahlar, XVI. Yüzyılda Türk edebiyatının doruğa çıkmasına büyük katkı sağlamıştır. Yüzyılın padişahları içinde Yavuz Sultan Selim, Selimi; Kanuni Sulatan Süleyman, Muhibbi; II. Selim, Selimi; III. Murad, Muradi; şehzadelerden Korkut, Harimi; Mustafa, Muhlisi; Bayezid, Şahi mahlaslarıyla şiir kalem almıştır. Yavuz Sultan Selim Farsça şiirler söylemiş, Muhibbi mahlaslı Kanuni Sulatan Süleyman ise, Osmanlı sultanları içinde en çok şiir söyleyenlerdendir. Hacimli bir Dîvân’ı vardır. III. Murad ise; Türkçe, Arapça ve Farsça divan düzenleyecek kadar çok şiir yazmıştır. İstanbul’u kültür, sanat ve edebiyat merkezi hâline getirme düşüncesi, Fatih’le başlamış 16. Yüzyılda da devam etmiştir. Bu düşüncenin gerçekleşmesinde Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) sultanların yanında devlet adamlarının da önemli katkıları olmuş, konaklarını kültür ve sanat erbabına açmışlardır. Bunlar arasında Kazasker Müeyyedzade Abdurrahman Efendi (ö. 1516) nişancı Tacizade Cafer Çelebi (ö. 1515), Piri Mehmed Paşa (ö.532), İbrahim Paşa (ö. 1536), Şeyhülislam Kemalpaşazade, defterdar İskender Çelebi (ö. 1535), nişancı Celalzade Mustafa Çelebi’yi (ö. 1567) sayabiliriz. 15. Yüzyılda kuruluşunu tamamlayan klasik Türk şiiri, 16. Yüzyılda gelenekleri şekillenmiş bir duruma gelmiştir. Önceki yüzyıllarda Fars şairleri gibi olma, onlara benzeme, onların derecesine çıkma fikrinde olan Osmanlı şairleri, bu yüzyıldan itibaren onlarla boy ölçüşmeye başlamıştır. 16. Yüzyılda Osmanlı Türkçesi klasik şeklini almış, eski Anadolu Türkçesi özelliklerinden sıyrılmış; Arapça ve Farsça deyim ve uzun tamlamaların kullanıldığı yeni bir biçime girmiştir. Bununla birlikte 15. Yüzyılda Aydınlı Visali’yle başlayan 16. Yüzyılda Tatavlalı Mahremi ve Edirneli Nazmi’yle devam eden şiir dilinde basit, sade Türkçeyi kullanma düşüncesini savunan Türki-i Basit hareketini de unutmamalıyız. 15. yüzyılda kuruluşunu tamamlayan klasik Türk şiiri, 16. yüzyılda gelenekleri şekillenmiş bir duruma gelmiştir. Dönemin büyüklüğüne uygun olarak kaside, gazel ve mesnevide parlak bir devir yaşanmıştır. Önceki yüzyıllara nazaran bu yüzyılda şair sayısında büyük bir artış meydan gelmiştir. Bu dönemin en önemli şiir üstatları Baki (1526-1600), Fuzuli (ö. 1556), Hayali’dir (ö. 1557). 16. Yüzyılın ilk önemli şairi Zati ’dir (1471-1546). Şairin asıl ismi İvaz olup, yoksul bir ailenin çocuğu olarak Balıkesir’de doğmuş, kırklı yaşlarında İstanbul’a gitmiş, burada şairlik yeteneğini geliştirmek için gerekli bilgileri elde etmeye çalışmıştır. Zati, İstanbul’da remil (kum falı) öğrenmiş bu, şairliğinin yanında geçimini sağlayan ikinci mesleği olmuştur. İstanbul’da yazdığı kasidelerle kısa sürede kendini kabul ettiren Zati, yaşlılık döneminde Bayezit Camii avlusundaki remil dükkanında remilcilik yaparak, âşıklara gazel ve kasideler yazarak geçimini temin etmiştir. Zati’nin dükkanı aynı zamanda şairlik yeteneği olan gençlerin uğrak yeri olmuş birçok şair onun rahle-i tedrisinden geçmiştir. Bunlar arasında, Baki, Hayali ve Taşlıcalı Yahya gibi yüzyılın önemli şairleri de vardır. Zati‘nin Dîvân’ının dışında birçok eseri mevcuttur. 16. Yüzyılın usta şairlerinden bir de Osmanlı’nın Rumeli coğrafyasındaki önemli kültür ve ilim merkezlerinde olan Vardan Yenicesi doğumlu Hayali Bey’dir. Asıl ismi Mehmed, lakabı Bekâr Memi olan Hayali Bey, gençliğinde Kalenderilerden etkilenmiş, bilahare İstanbul’a gelmiş ve sarayın dikkatini çekmiştir. Kanuni ile Defterdar İskender Çelebi ve Sadrazam Damat İbrahim Paşa’nın ilgisini görmüştür. Padişaha sunduğu kasidelerde büyük ihsanlara nail olduğu, devrin kaynaklarında anlatılır. Hayatının son yıllarına dair pek bilgi bulunmayan Hayali Bey, 1557 yılında Edirne’de vefat etmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) Hayali Bey’in tek eseri Dîvânı’dır. O, gazel şairi olarak tanınmış, gazellerinde tasavvufi aşkı işlemiştir. Tasavvuf, şiirlerinde imaj dünyasını zenginleştirici bir unsur olarak yer almıştır. Samimi, akıcı bir söyleyiş, ince hayalleri içinde barındıran şiirleri Hayali Bey’i döneminin büyük şairleri arasına sokmuştur. Bu dönemin en önemli şiir üstatları Baki (15261600), Fuzuli (ö. 1556), Hayali’dir (ö. 1557). 16. Yüzyılda yetişmiş büyük şairlerden bir olan Fuzuli (ö. 1556) sadece Azeri sahasının değil hem Anadolu hem de Türk edebiyatının şöhretli isimlerindendir. Asıl ismi Mehmed olan şair, Kerbela doğumlu olup ömrünün büyük kısmını Bağdat’ta geçirmiştir. Fuzuli, kendini himaye eden biri olmadığı için ömrü boyunca fakirlikten kurtulamamıştır. Kanuni’nin Bağdat seferi sırasında Hayali ve Yahya Bey gibi önemli şairlerle tanışmış, şiirlerini Osmanlı devlet adamlarına sunabilme fırsatı yakalamıştır. Bu durum onun Anadoluda kısa sürede şöhret bulmasına sebep olmuştur. Baki, Hayali, Ruhi başta olmak üzere pek çok şair onun şiirlerine nazire yazmıştır. Fuzuli’nin etkisi, 16. Yüzyıldan başlayarak sonraki yüzyıllarda da devam etmiştir. İlahi aşkı terennüm eden Fuzuli, şiirlerini içten ve samimi bir şekilde söylemiştir. O, tasavvuf düşüncesini, hayatında çektiği sıkıntıların etkisiyle ıstırabı, üzüntüyü, kederi şiirlerinde sıklıkla işlemiştir. Fuzuli, klasik şiire özgün mazmunlar kazandırırken, klasikleşmiş mazmunları da ustalıkla kullanmıştır. Şekil ve muhteva şiirinde bir bütünlük hâlinde okuyucunun karşısına çıkar. Güzel söyleyiş Fuzuli’nin doğal bir tavrıdır. Fuzuli, Türkçe, Arapça, Farsça Dîvânlarının yanı sıra her üç dilde manzum ve mensur pek çok eser kaleme almıştır. Fakat o, asıl ününü Türkçe Dîvânı, Leylâ vü Mecnûn ve Hadîkatü’s-Süedâ’sıyla sağlamıştır. Hem kendi döneminde hem de daha sonraki dönemlerde yetişen şâirlere derinden tesir eden isimlerin başında 16. yüzyıl şairi Baki gelir. Fuzuli’nin şiirlerinin değişik anlam katmanlarından oluşması, farklı okuyucu kitlelerinin ilgisini çekmeye vesile olmuştur. Bu da Divanının Türkçenin en çok istinsah edilen ve basılan divanı olmasına yol açmıştır. Divanı içinde bulunan bir naat-ı şerif olan Su Kasidesi kasidelerinin en meşhurudur. Fuzuli’nin Türkçe Dîvânı’ndan sonra en çok tanınmış eseri doğu edebiyatlarının en meşhur hikayesi olan Leylâ vü Mecnûn mesnevisidir. Fuzuli, beşerî aşktan çok ilahi aşka geçişi bu eserinde güzel bir şekilde dile getirmiştir. Leyla aşkı, hikayenin sonunda Hak aşkına dönmüştür. Hem kendi döneminde hem de daha sonraki dönemlerde yetişen şairlere derinden tesir eden isimlerin başında 16. Yüzyıl şairi Baki gelir. Asıl ismi Mahmud Abdülbaki olan şair, 1526 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Bir süre saraç çıraklığı yapmış bilâhare medrese öğrenimine başlayıp devrin meşhur müderrislerinin öğrencisi olmuştur. Kültür, bilim ve sanat muhitlerinde keskin zekası ve kabiliyetiyle genç yaşlarda adını duyuran Baki, Kanuni Sultan Süleyman’a Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) sunduğu kasidesiyle onun dikkatini çekmiştir. Şairliğinin yanında Süleymaniye müderrisliği, İstanbul kadılığı, Anadolu kazaskerliği gibi önemli devlet görevlerinde bulunan Baki, çok arzu etmesine rağmen Şeyhülislam olamadan 1600 yılında vefat etmiştir. 16. yüzyılda ümmi divan şairleriyle de karşılaşırız. Nüktedan, hoşsohbet, neşeli, rint meşrep olduğu devrin kaynaklarında geçen Baki, zamanında Sultanüşşuara olarak kabul edilmiştir. Baki’nin, Dîvân’ı ve Meâlimü’l-Yakîn, Siyer, Fezâilü’l-Cihâd, Fezâil-i Mekke, Kırk Hadis Tercümesi gibi mensur eserleri bulunmaktadır. Bu eserler arasında ona asıl şöhret yollarını açan Dîvân’ıdır. Baki’nin divanı dışındaki eserlerine baktığımızda onun dini konulara ne kadar vâkıf olduğunu görebiliriz. Rint bir şair olan Baki, günlük hayatla daha fazla ilgilenmiştir. Onun şiirlerinde tasavvuf fazla görünmez ve derinlik yoktur. Şekil ve nazım tekniği mükemmelliği, dış ahenk ve ses Baki’nin şiirlerinin en önemli özelliklerindendir. 16. Yüzyılda çok sayıda şöhret sahibi şair yetişmiştir. Bunlar arasında Dîvân ve ansiklopedi niteliğinde Netâyicü’l-Fünûn isimli eserin sahibi Nevi (ö. 1559), sosyal eleştirileriyle tanınmış Bağdatlı Ruhi (ö. 1605), manzum ve mensur kırktan fazla eseri bulunan Bursalı Lamii Çelebi (ö. 1532), devrin önde gelen devlet ve ilim adamı Kemalpaşazade (ö. 1534), Rumelili şairlerden Hayreti, özgün benzetmeleriyle Edirneli Emri (ö. 1576), Vardar Yeniceli Usuli (ö. 1538), Üsküplü İshak Çelebi (ö. 1537), Figani (ö. 1532), hiciv şairlerinden Deli Birader lakaplı Gazali (ö. 1534), Bursalı Rahmi (ö. 1567) sayılabilir. Yine bu dönemde yetişen şairler arasında hanım şairler de bulunmaktadır. Hubbi Hatun (ö. 1590) bu yüzyıldaki en yetenekli hanım şairlerdendir. 16. Yüzyılda ümmi Klasik Türk şairleriyle de karşılaşırız. Enveri (ö. 1542) bunlardan biridir. Enveri, okuma yazma bilmemesine rağmen akıcı, sanatlarla örülmüş şiirleri bulunan bir şairdir. Bu yüzyılda divan şairlerinin bir kısmında hece ölçüsüyle de şiir yazma eğilimi görülür. Bu şairler; Meali (ö. 1535), Edirneli Nazmi (ö. 1558), Zaifi (ö. 1570), Ubeydi (ö. 1573), Emini (ö. 1575), Agehi (ö. 1577) ve Cinani’dir. 16. Yüzyılda divan sahibi bazı şairler aynı zamanda mesnevi de kaleme almıştır. Bunun yanında yalnızca mesnevi yazan şairler de bulunmaktadır. Bu devrin mesnevileri içinde daha sonraki dönemlerde aşılamayan örnekler mevcuttur. İran edebiyatından gelen klasik konuların dışında; dini, ahlaki, tasavvufi hikayeler, hilye ve mevlitler, maktel-i Hüseyinler, Hadis-i erbain çevrileri, şehrengizler, sakinameler, fetihnameler 16. Yüzyılın öne çıkan mesnevi türleridir. Bu yüzyılın mesnevi alanında en tanınmış şairi Taşlıcalı Yahya Bey’dir (ö. 1582). Dükakin ailesinden geldiği için Dükakinzade olarak da bilinir. Acemi Oğlanlar Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) Ocağına devşirme usulüyle alınan şair daha sonra Yeniçeri Ocağına girmiştir. İbn-i Kemal ve Cafer Çelebi gibi şairlerin rahle-i tedrisinden geçen şair, Yeniçeri olarak Anadolu ve Rumeli’de birçok sefere iştirak etmiş, birçok yerde de vakıf yöneticiliği (tevliyet) görevlerinde bulunmuştur. Kanuni’nin, oğlu Şehzade Mustafa’yı Nahçıvan seferi sırasında idam ettirmesi üzerine yazdığı Şehzade Mustafa Mersiyesi sebebiyle görevlerinden azledilip, İzvernik sancağına sürülmüş ve burada vefat etmiştir. Cesur ve savaşçı bir ruha sahip olan Taşlıcalı Yahya, şairliğinin ilk dönemlerinde yazdığı gazellerde âşıkâne konular işler. Şair bir tasavvuf büyüğü olan Üryanî Baba’ya intisap ettikten sonra tasavvufi söylemi ağır basan gazeller söylemiştir. Şiirlerinde Türkçenin inceliklerine yer veren Taşlıcalı Yahya sade, akıcı ve yapmacıktan uzak bir dil kullanmıştır. Türkçe Dîvânı ve hamsesi vardır. Özellikle hamse sahibi olarak şöhret bulmuştur. Yüzyılın mesnevide öne çıkan isimlerinden biri de Kara Fazli’dir (ö. 1563). Dîvân, Hümâ vü Hümâyün, Lehcetü’l-Esrâr, Nahlistân ve Gül ü Bülbül gibi birçok eseri olmasına rağmen asıl ününü Gül ü Bülbül mesnevisiyle kazanmıştır. Bu eser, alegorik (temsili) bir mesnevi olup; ruh, eda ve üslup açısından özgündür. Bu yüzyılda divan şairlerinin bir kısmında hece ölçüsüyle de şiir yazma eğilimi görülür. Bu dönemde hamse yazan birçok şair yetişmiştir. Bunlar arasında Ümidi (ö. 1585) ve Hamidizade Celili (ö. 1569)’yi sayabiliriz. 16. Yüzyılda kırk hadisler, yüz hadisler gibi, kırk ayet, yüz ayetlerin de manzum olarak tercüme edilip düzenlendikleri dikkati çekmektedir. Bunlardan biri de manzum kırk ayet ve kırk hadis tercümesinden oluşan Abdüssselam Efendi’nin Tuhfetü’l-İslâm’ıdır. Emiri, Hevayi, Visali Ali Çelebi, Şahidi, Şemseddin Sivasi gibi birçok isim bu yüzyılda mevlid türünde mesnevi yazmıştır. Hakani Mehmet Efendi’nin, Peygamberimizin mübarek vücud yapısını ve güzel sıfatlarını konu edinen Hilye-i Saadet’i edebiyatımızda önemli bir yere sahiptir. Peygamber efendimizin savaşlarını konu alan Zaifi’nin Gazavatü’n-Nebî’si; nasihatname türünde yazılmış Azeri İbrahim Çelebi’nin Nakş-ı Hayâl’i, Bursalı Cinani’nin Riyâzü’l-Cinân ve Cilâu’l-Kulûb’u, Şahidi’nin tasavvuf konulu Gülşen-i Vahdet’i, pendname türünün güzel örneklerinden Güvahi’nin Pendnâme’sini bu yüzyılda yazılmış mesneviler arasında ifade edebiliriz. Ayrıca 16. Yüzyılda tarihî, destani, menkıbevi nitelikte birçok mesnevi kaleme alınmıştır. Şükri-i Bitlisi’nin Selimnâme’si dönemin bu özelliklere sahip bir eseridir. Türk edebiyatında Mesihi’yle başlayan şehrengiz yazma geleneği, 16. Yüzyılda da devam etmiştir. Lami’i’nin Bursa’nın doğal güzelliklerinden bahseden Bursa Şehrengîzi, yüzyılın şehrengiz örneklerindendir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) 1436 yılında Ömer bin Mezid tarafından kaleme alınan ilk nazire mecmuası örneğinden sonra, bu yüzyılda Eğirdirli Hacı Kemal’in Câmiü’n-Nezâ´ir’i, Edirneli Nazmi’nin ve Pervane bin Abdullah’ın nazire mecmuaları edebiyatımızdaki yerini almıştır. 16. Yüzyılda klasik nesir konuları bakımından çeşitlilik ve sayısal artış göstermiştir. Klasik Türk şiiri, başlangıcından Fatih devrine kadar devamlı gelişen bir çizgi göstererek İstanbul’un fethini izleyen yıllarda ortak bir üslup, yapı ve dil kalıplaşması meydana getirmiştir. Bu sistematik gelişimin sonucu ortaya çıkan üsluba klasik üslup diyoruz. Nesirdeki klasik üslup ise, biraz daha geç dönemde, 16. Yüzyılda, Kanuni Sultan Süleyman döneminde oluşmuştur. Bu dönem nesir metinlerinde, orta çağ Fars edebiyatı nesir geleneği etkileri görülürken Arapça ve Farsçadan giren yeni kelimeler, tamlamalar ve soyut kavramlarla sıkça karşılaşırız. Bir düşünceyi yayma aracı olan nesir, 16. Yüzyılla birlikte yazarların şiire ait özellikleri kullanmasıyla sanat gösterme aracına dönüştü. Fakat bu durum tüm nesir eserleri için söz konusu değildir. Özellikler halka yönelik yazılan eserlerde orta bir üslup benimsenmiştir. Nesirdeki klasik üslup ise, biraz daha geç dönemde, 16. Yüzyılda, Kanuni Sultan Süleyman döneminde oluşmuştur. Nesirle ilgili hemen hemen tüm önemli türlerin ilk örnekleri bu yüzyılda verildi. Şimdi bunların bir kısmına göz atalım: Şairlerin hayat hikayelerini anlatan şuara tezkirelerinin ilk örneği Ali Şir Nevai’nin 1491’de yazdığı Mecâlisü’n-Nefâ´is’tir. Anadolu sahasında ilk şairler tezkiresi örneğiyse Sehi Bey’e aittir. Heşt-Behişt isimli bu tezkire 1538’de kaleme alınmıştır. Bu yüzyıldaki diğer tezkireler ise Latifî’nin Tezkiretü’ş-Şu`arâ Tabsıratü’nNüzemâ (1546); Âşık Çelebi’nin Meşâ`îrü’ş-Şuarâ (1568); Hasan Çelebi’nin Tezkiret’ü-Şu`arâ (1586); Ahdi’nin Gülşen-i Şu`arâ (1593) ve Beyani’nin Tezkire-i Şu`arâ’sıdır (1597). Bu dönemin tarih alanında nesir üstadları arasında Lütfü Paşa, özellikle Âsâfnâme isimli eseriyle şöhret kazanmıştır. Asafname, devlet adamlarında olması gereken nitelikleri anlatır. Osmanlı tarihçiliğinin önemli isimlerinden biri olan Hoca Saadeddin Efendi bu yüzyılda yaşamıştır. Tâcü’t-Tevârih isimli eseri, estetik bir dille yazılmış olup devrin nesir üslubunu göstermesi açısından çok önemlidir. 16. Yüzyılın hem nesir ustalarından biri hem de iyi bir şair olan Gelibolulu Mustafa Âli’dir (ö. 1600). Birçok eseri olan Âli’nin özellikle Künhü’l-Ahbâr’ı çokça tanınmıştır. Künhül-Ahbar bir siyasi tarihten ziyade kültür tarihi şeklinde yazılmıştır. Âli eserinde şairlere ayırdığı geniş bölümlerle sanki yeni bir şairler tezkiresi husule getirmiştir. Taşköprüzade Ebul-Hayr İsamüddin Ahmed (1495-1561) tarafından yazılan eş-Şakâ´iku’n-Numâniyye fî Ulemai’d-devlet-i Osmâniyye isimli eser Osmanlı bilgin Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) ve sufilerinin hayat hikayelerini anlatır. Eser, yazıldığı dönemden 20. Yüzyılın başlarına kadar büyük bir ilgiye mazhar olmuş birçok zeylleri meydana getirilmiştir. Bu yüzyılda birçok mensur bilimsel eser de bulunmaktadır. Bu alanda kayda değer isimlerden biri Gelibolulu Mustafa Sururi’dir (ö. 1562). Mustafa Süruri’nin 36 eseri mevcuttur. Bir seyahatname olan Seydi Ali Reis’in (ö. 1562) Mir´atü’lMemâlik’i ve yazışma kurallarından bahseden Feridun Bey’in (ö. 1583) Münşe´atü’s-Selâtîn’i 16. Yüzyılın nesir türündeki eserleri arsında anılmalıdır. Kısaca 16. Yüzyıl klasik Türk edebiyatı bağlamında sadece nazım değil nesirde de doruğa ulaşılan bir dönemdir. Türk şair ve müelliflerinin özgünlük açısından kendilerini ispat ettikleri bir devre olmuştur. 16. Yüzyıl klasik Türk edebiyatının yanı sıra dinî-tasavvufi çizgideki şair ve yazarların çokça eser verdiği bir dönemdir. Tasavvuf edebiyatının yetiştirdiği önemli isimlerden biri olan Mehmed Muhyiddin Üftade (ö. 1583), Bursa’da bu yüzyılda yaşamıştır. Bursa’daki cami ve mescitlerde doksan yılı aşkın ömrü boyunca vaizlik ve hatiplik yapan Üftade, halkla iç içe bulunmuş kendine özgü bir irşat faaliyeti sürdürmüştür. Vâkı`ât, Hutbe Mecmuası ve Dîvânı eserleri arasındadır. Aruz ve hece ölçüsünü kullandığı ilahilerinde söyleyiş bakımından Yunus Emre’nin etkilerini görebiliriz. Yine bu yüzyılın ünlü mutasavvıflarından biri olan Sünbül Sinan Efendi (ö. 1529) Halvetiliğe bağlı Sünbülilik kolunun kurucudur. İyi bir medrese öğrenimi gördükten sonra tasavvuf yoluna girmiştir. Hitabeti ve ikna kabiliyeti sebebiyle zamanının Cüneydi Bağdadisi olarak şöhret bulmuştur. Aruz ölçüsüyle yazdığı şiirleri ve tasavvufi risaleleri vardır. Çağın tanınmış sufi şairlerinden olan Nizamoğlu Seyyid Seyfullah Kasım Efendi, İbrahim Ümmi Sinan’ın (ö. 1551) halifesidir. Hece ile yazdığı şiirlerde Yunus’un aruzla yazdığı şiirlerde ise Seyyid Nesimi’nin tesiri altındadır. Şiirlerinde Alevi-Bektaşi düşüncesini coşkun bir şekilde ifade eden Pir Sultan Abdal, 16. Yüzyıl şairleri arasındadır. Tüm şiirlerini hece ölçüsüyle yazmıştır. Şiirlerinde Yunus, Kaygusuz Abdal ve Şah İsmail Hatayi etkisi göze çarpar. Yine bu yüzyılda dinî-tasavvufi alanda birçok eserin yazıldığını söyleyebiliriz. Sofyalı Bali’nin Envâr-ı Seb`â’sı; Abdülkerim bin Şeyh Musa’nın Menâkıb-ı Seyyid Hârûn’u; Enisi’nin Menâkıb-ı Akşemseddîn’i; Şemseddin Sivasi’nin Gülşen-âbâd ve Süleymannâme’si bunlardan bazılarıdır. 16. Yüzyılın diğer bazı mutasavvıf şairlerini şöyle sıralayabiliriz: Kaygusuz Vizeli Abdullah, Arşi, Ahmed Sarban (ö. 1546), Azmi, Muhyiddin Abdal ve Abdurrahim Tırsi (ö. 1519). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Bireysel Etkinlik I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) • Devlet adamları, şair ve yazarları niçin koruma ve destekleme ihtiyacı duyarlar? Bunun sebepleri üzerine düşününüz. 17. YÜZYIL Osmanlı Devleti’nin doğuda Safeviler batıda Habsburg’larla yaptığı uzun savaşlar ve iç bunalımlar, sosyal hayatta, idare ve maliyede olumsuz etkiler doğurdu. Bunların sonucu olarak 17. Yüzyılda ortaya çıkan otorite boşluğu merkezî idareyi kontrol eden kapıkullarını güçlendirmiş padişahın gücünü azaltmıştır. Padişah otoritesinin sarsılması, niteliksiz devlet adamlarının önemli yerlere getirilmesi, devşirme sisteminin bozulması, celalî isyanları, bürokrasi içindeki güç çatışmaları Osmanlı’da bir istikrarsızlaşma dönemini başlatmıştır. Padişahların kısa süreli saltanatları da istikrarsızlaşma ve devlet düzenindeki karmaşanın önemli sebeplerindendir. Klasik üslubun en önemli özelliği şiirde anlamdan ziyade sesin âhengin ön planda tutulmasıdır. 17. Yüzyılda siyasi ve askerî alandaki başarısızlık durumu sosyal ve kültürel alanlarda bir sonraki yüzyılda kendini daha fazla hissettirecektir. Bu yüzden toplumdaki problemlere rağmen edebiyat alanındaki yükseliş sürmüştür. 17. Yüzyılda önceki yüzyılın edebî anlayışını devam ettiren şairlerin yanında, dönemin sosyo-kültürel hususiyetlerinin etkisiyle yeni ve farklı anlayışlar da ortaya çıkmıştır. Bu yüzyıl birbirinden farklı birkaç edebî üslubun bir arada bulunması yönüyle önceki yüzyıldan ayrılır. 16. Yüzyılın devamı olarak klasik üslubun yanında, Sebk-i Hindî üslubu, Mahallî (Folklorik) üslup, Hikemi üslup 17. Yüzyılın farklı edebî anlayışlarını ifade eder. 15-16. Yüzyıllar arasında gelişip 19. Yüzyıla kadar devam eden klasikleşmiş bir edebî gelenek olan klasik üslup bu yüzyılda en olgun dönemini yaşar. Klasik üslubun en önemli özelliği şiirde anlamdan ziyade sesin, ahengin ön planda tutulmasıdır. Şeyhülislam Yahya, Şeyhülislam Bahayi, Ganizade Nadiri, Haleti, Mezaki bu üslubun 18. Yüzyıldaki temsilcilerindendir. Sebk-i Hindî 17. Yüzyıldan itibaren klasik şiirimizi etkileyen bir üsluptur. Hint tarzı anlamına gelen bu üslup, 16. Yüzyılda İran’da ortaya çıkmakla birlikte, İran’da Safevi hanedanının dinî baskıları sebebiyle Hindistan’a sığınan şairlerce geliştirilmiştir. Bu üslup, İran, Hindistan, Afganistan, Azarbaycan, Tacikistan ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) Osmanlı Devleti’nin bulunduğu geniş coğrafyadaki edebiyatların üzerinde tesir göstermiştir. Bu üslubun klasik şiirimizdeki önemli temsilcileri: Nefi (ö. 1636), Fehim-i Kadim (ö. 1648), Naili (ö. 1666) ve Neşati’ dir (ö. 1674). Şiire yerli unsurları taşıma, yerli konu arayışı, yalın dil ve yerli ifadeleri kullanma anlayışı mahalli üslubun belirgin özellikleridir. Sebk-i Hindî tarzı; şiirde aklın yerine hayale önem vermiş, anlam inceliğine, derinliğine ve giriftliğine dayalı bir yapı kurmaya çalışmıştır. Şiirde anlam derinliği ortaya çıkınca ahenk geri plana itilmiştir. Duygu, heyecan ve ilham yerine şiirde yeni ve anlaşılması zor mazmunlar kullanan Sebk-i Hindî mensubları yeni bir dil anlayışını esas almıştır. Sebk-Hindî şiirinin en önemli yönü, dil ve üsluptaki incelik ve özgünlüktür. Yeni ve özgün hayaller kurmak için şairler yeni kelime ve tamlamalara başvurmuştur. Sebk-i Hindî şairlerinin bir önemli yönü de, önceki şairlerin kullandığı kelime kadrosuna yeni anlamlar yüklemeleridir. Bu yönüyle Sebk-i Hindî’de ferdi bir şiir anlayışı vardır. Özlü anlatıma dikkat eden şairler; ızdırap duygusunu tasavvufi mecazlar dünyasını, tezat ve mübalağa sanatlarını şiirde yoğunluklu olarak kullanmışlardır. 17. Yüzyılda görülen üsluplardan biri de hikemi üsluptur. Hikmet, bilgelik, hakimlik, varlık ve eşyanın asıl gayesi, vecize ve atasözü anlamlarına gelmektedir. Eşya ve olayların gerçekliğine vâkıf olma bunların gizli anlamlarını çözme üzerine kurulmuş bir ifade şeklidir. Hikemi üslup, edebî anlayış olarak “düşünceye dayalı hikmetli söz söyleme” şiir vasıtasıyla öğüt verme, şiirde atasözü, deyim ve hikmetli söz kullanma olarak karşımıza çıkar. Hikemi üslup veya didaktik üslup XVII. Yüzyıl şairi olan Nabi ile Türk edebiyatındaki en önemli temsilcisini yetiştirmiştir. Bu üslup asıl etkisini XVIII. Yüzyılda hissettirmiştir. Bu yüzyılda Nabi’nin dışında Azmizade Haleti (ö. 1631), Rami Mehmed Paşa (ö. 1707) Hikemi uslûbun temsilcileridir. Mahallî (Folklorik/Yerli tarz) üslup 17. Yüzyılın bir diğer önemli üslubudur. Şiire yerli unsurları taşıma, yerli konu arayışı, yalın dil ve yerli ifadeleri kullanma anlayışı mahallî üslubun belirgin özellikleridir. 15. Yüzyılda Necati’yle mahallîleşme anlayışı bu üslubun habercisidir. Nevizade Atayi (ö. 1635?), Bosnalı Sabit (ö. 1712) mahallî üslubun 17. Yüzyıldaki mensuplarıdır. 17. Yüzyılın klasik şiirinde görülen üsluplara kısaca değindik. Şimdi de bu üslupların önemli isimlerine daha etraflı şekilde bakmadan, yüzyılın şiirle uğraşan hanedan mensublarının isimlerini sıralayalım. Sebk-i Hindî üslûbunun Türk edebiyatındaki ilk ismi olarak bilinen Naili, Naili-i Kadim olarak da tanınmaktadır. I. Ahmed, Bahti; II. Osman, Farisi; IV. Murad, Muradi mahlaslarını kullanmışlardır. Dönem padişahlarından IV. Mehmed ve II. Ahmed’in de şiirle uğraştığı kaynaklarca belirtilir. Klasik üslubun Baki tarzını 17. Yüzyılda devam ettiren en önemli mümessili Şeyhülislam Yahya Efendi, Şeyhülislam Bayramzade Zekeriyya Efendi’nin (ö. 1593) oğlu olarak 1561 yılında İstanbul’da doğmuştur. Devrin önemli bilginlerinden ders Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) almış, çok iyi bir öğrenim görmüştür. Müderrislik, kadılık, Anadolu ve Rumeli Kazaskerliklerinde bulunmuştur. Bilahare ilmiye sınıfının en yüksek mertebesi şeyhülislamlık makamına oturmuştur. Yahya Efendi 1644 yılında vefat etmiştir. Toplam yirmi yıl şeyhülislamlık yapan Yahya Efendi, şeyhülislam şairler içinde mümtaz bir yere sahiptir. Baki ile Nedim arasında köprü olan Şeyhülislam Yahya Efendi, şiirlerinde şehirli Türkçesini başarıyla kullanmıştır. Yahya Efendi bir gazel şairidir. Şiirlerinde tema olarak en çok aşk ve rintliği işlemiştir. İlahi aşk, gazellerinde yoğun bir beşerî aşk kisvesi altında görülür. Şairin eserleri arasında Dîvân’ı ve Sâkînâme’si vardır. Ayrıca Kemalpaşazade’nin Nigâristân’ını tercüme ve Muhsin-i Kayseri’nin Manzûme-i Ferâ´iz’ini şerh etmiştir. 17. yüzyılın önde gelen şâirlerinden kaside üstadı Nef’î, Erzurum Hasankaleli olup asıl ismi Ömer’dir. Sebk-i Hindî üslubunun Türk edebiyatındaki ilk ismi olarak bilinen Naili,Naili-i Kadim olarak da tanınmaktadır. Maden kalemi katiplerinden Piri Halife’nin oğlu olarak İstanbul’da doğan Naili’nin asıl ismi Mustafa’dır. Arapça ve Farsçaya vukufiyetinden iyi bir eğitim aldığını düşündüğümüz Naili, devlet hizmetinde katiplik görevlerinde bulunmuştur. Bilinmeyen bir sebebten dolayı bir süre Edirne’de sürgün hayatı geçiren şair tekrar İstanbul’a dönmüş ve 1666 yılında vefat etmiştir. Naili’nin tek eseri Dîvân’ıdır. Divan’ında geçen gazellerde anlam ön plandadır ve zaman zaman anlaşılması güç mazmunlara yer vermiştir. Şiirlerinde dinî-tasavvufi muhteva dikkati çekmektedir. Naili, 17. Yüzyılın gazel üstatlarından sayılmış, devrin kaynakları da onun şiirde bir çığır açtığını dile getirmiştir. Şiirlerinde Sebk-i Hindî’nin genel özelliklerini görürüz. Anlam derinliği, geniş hayaller, abartılı söyleyişler, şiirinin önemli özelliklerindendir. Naili, hayallerini soyut ile somut kavramların birleştirmesi üzerine kurmuştur. Naili, fazla sözden kaçınmış, şiirini kısa ve dolgun söylemiştir. O, ruhundaki karamsarlığı tasavvufun manevi huzuru içinde eritmeye çalışmış, bunu da şiirlerinde verme gayreti içinde olmuştur. Ayrıca şair, Türk edebiyatında ilk şarkı yazan şairlerinden biridir. 17. Yüzyılın önde gelen şairlerinden kaside üstadı Nefi, Erzurum Hasankaleli olup asıl ismi Ömer’dir. Şair, şiire genç yaşlarda başlamış Kuyucu Murat Paşa’nın tavassutuyla Sultan I. Ahmed döneminde İstanbul’a gelip Divan-ı Hümayun kalemine katip olarak girmiştir. Mütevellilik ve cizye muhasebeciliği görevlerinde de bulunan Nefi, 1635 yılında devrin sadrazamı Bayram Paşa’ya yazdığı hiciv yüzünden idam edilmiştir. Nefi, sanat hayatının ilk dönemlerinde klasik şiir üslubunun sonraları ise; Sebk-i Hindî’nin etkisi altındadır. Övgü ve yergilerinde aşırıya kaçan Nefi; isyancı ve pervasız bir kişiliktir. Gerçek bir mübalağa şairi olan Nefi’de tezat ve tenasüp sanatlarına da sıkça rastlanır. Aslında mübalağa ve tezat sanatlarının çok fazla kullanımı mübalağada aşırılık Sebk-i Hindî şairlerinin de temel hususiyetlerindendir. Nefi’nin şiirinde söyleyiş rahatlığı, ahengi sağlama, şekil mükemmeliyeti, yeni anlamalar oluşturma dikkati çeker. Benlik duygusu ön planda Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) olan Nefi bir kaside şairidir. O, kasideciliğe yeni bir üslup getirmiştir. Anlatımda sağladığı doğallık kaside alanında önemli bir yeniliktir. Nefi’nin şiirlerinde medhiye, fahriye ve hicviye temaları öne çıkar. Nefi’nin Türkçe Dîvân’ı, Farsça Dîvân ve Sihâm-ı Kazâ isimli eserleri vardır. Siham-ı Kaza (Kaza Okları), hiciv ve mizah edebiyatımızın önemli eserlerindendir. Hiciv, Nefi’nin âdeta yaradılışının bir parçası gibidir. Şair, Siham-ı Kaza isimli eserinde Kırım Hanı’na nedim olan babasını bile hicvetmekten çekinmemiştir. Hikemi üslubun edebiyatımızdaki kurucu ismi Nabi, 17. yüzyılın ikinci yarısında yetişmiştir. Hikemi üslubun edebiyatımızdaki kurucu ismi Nabi, 17. Yüzyılın ikinci yarısında yetişmiştir. 1642 yılında Urfa’da doğan Nabi’nin asıl adı Yusuf’tur. İyi bir eğitim alan genç yaşlarında arzuhalcilik mesleğiyle uğraşan Nabi, 1666 yılında İstanbul’a gitmiştir. İstanbul’da Musahip Mustafa Paşa’nın himayesine girip ona divan kâtibi olmuştur. Bir süreliğine Halep’te de bulunan Nabi, Baltacı Mehmet Paşa’nın sadrazamlığı sırasında tekrar İstanbul’a dönmüş ve burada 1712 tarihinde vefat etmiştir. Nabi’nin manzum Hayriye, Türkçe Dîvân, Farsça Dîvân, Tuhfetü’lHarameyn isimli eserleri başta olmak üzere toplam on eseri vardır. Nabi’nin Türkçe divanı oldukça hacimlidir. Onun en fazla şöhret bulmuş eseriyse Hayriyye’sidir. Nabi bu eseri oğlu Ebul-Hayr Mehmet Çelebi için Halep’te kaleme almıştır. Pendname türünde didaktik bir eser olan Hayriyye’de Nabi, hayat tecrübesini oğlunun şahsında gençlere öğüt olarak vermeye çalışır. Nabi, eserlerinde kâinat ve varlık âlemini sorgulayan eşya ve hadiselere ülfet perdesi çerçevesinde bakmayan görünene değil arkasındaki hakikati, asıl sebebi anlamlandırmaya çalışan tefekkür sahibi bir şairdir. O, şiirleri aracılığıyla dönemin sosyo-kültürel olayları hakkında insanlara bilgi vermeye çalışmış, özellikle gazellerinde hikmetli söyleyişlere yer vermiştir. 17. Yüzyılın klasik Türk şiirindeki önemli tarzlarından biri olan mahallî (folklorik) üslubun önemli mümessillerinden biri olan Bosnalı Sabit’in asıl ismi Alaaddin Sabit’tir. İlköğrenimini memleketi Bosna’nın Uziçe kasabasında tamamlayan Sabit, bilahare İstanbul’a gelerek yüksek öğrenimine devam etmiştir. Müftülük, kazaskerlik ve mevleviyet görevlerinde bulunduktan sonra 1712’de hayata gözlerini kapamıştır. Sabit’in en önemli eseri, Dîvân’ıdır. Bunun dışında Zafernâme, Derenâme, Berbernâme ve Hadîs-i Erbâ`in tercüme ve tefsiri eserlerinden bazılarıdır. Sabit, Nabi’den ve hikemi tarzdan etkilenmekle birlikte şiirlerinde atasözleri ve deyimleri günlük konuşma dili unsurlarını, mahallî ifadeleri kullanmıştır. Bu durum Türk şiirinde önemli bir yeniliktir. Sabit, özgünlüğü yerli malzemeyle ve nükteli doğal bir dille yakalamaya çalışmıştır. Yine bu yüzyılın mahallî unsurlara yer veren aynı zamanda hamse sahibi şairi Nevizade Atayi, 1583 yılında şair Yahya Nevi’nin (ö. 1599) oğlu olarak dünyaya gelmiştir. İyi bir eğitim alan Nevizade çocukluğundan itibaren devrin birçok şair ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) yazarıyla tanışma ve görüşme imkânı yakalamıştır. Nevizade Atayi 1636 yılında vefat etmiştir. Türk hamsecilik geleneğinin son büyük halkasıdır. Manzum ve mensur birçok eseri bulunmaktadır. Hamse’si, Dîvân’ı ve Hadâ´iku’l-Hakâyık isimli eserleriyle şöhret kazanmıştır. Atayi’nin şiirleri İstanbul Türkçesi’nin güzel örneklerini içermektedir. Onun şiiri mahallîleşme sürecinin devamı niteliğindedir. Şiire atasözleri ve deyimlerle zengin anlamlar kazandıran Atayi, şiirlerinde sosyal, kültürel ve siyasal meseleleri anlatır. 17. yüzyılın divan şiirindeki önemli tarzlarından biri olan mahallî (folklorik) üslûbun önemli mümessillerinden biri olan Bosnalı Sabit’in asıl ismi Alaaddin Sabit’tir. Adı geçen ve anlatılan bu şairlerin dışında 17. Yüzyıl klasik Türk şiirinin yetiştirdiği birçok şair daha vardır. Bunlardan divan veya divançe sahibi şairlerden bir kısmını şöyle sıralayabiliriz: Cevri (ö. 1654), Sabri (ö. 1645), İsmetî (ö. 1665), Vecdi (ö. 1661), Güfti (ö. 1677), Riyazi (ö. 1694), Veysi, (ö. 1627), Kafzade Faizi (ö. 1622), Tıfli (ö. 1659). 17. Yüzyılda gazel şairlerinin dışında mesnevi yazan birçok şair de yetişmiştir. Dinî-tasavvufi türlerin dışında nasihatname, sakiname, şehrengiz, surname, kıyafetname, zafername, gazaname, sergüzeşt ve hasbıhal, berbername, derename gibi edebî tür ve tarzlarda mesneviler kaleme alınmıştır. Riyazi’nin Sâkinâme’si bu türün en güzel örneklerinden biridir. Neşati, Edirne; Fehim, İstanbul; Gelibolulu Vecihi, Gelibolu; Hacı Derviş, Mostar şehrengizlerini yazmışlardır. Güfti, Sabit, Vuslati zafername yazan şairler arasındadır. Varvari sergüzeşt, Güfti hasbihal, Nabi ise surname tür ve tarzlarında mesnevi nazım şekliyle eser vermişlerdir. 17. Yüzyıl klasik nesir geleneğine bakıldığında, dönem nesrinin diğer yüzyılların devamı mahiyetinde olduğu görülür. Bu yüzyılın mensur eserlerini edebî eserler, tarihler, tezkireler ve biyografik eserler, münşeat mecmuaları, seyahatnameler, dinî eserler bilimsel eserler ve şerhler olarak sınıflandırılabilir. Bu yüzyılın nesir geleneği açısından en önemli farklarından biri Veysi ve Nergisi’nin süslü nesirde uç örnekleri vermesidir. Nergisi (ö. 1633), mensur hamsesiyle manzum hamse geleneğinden farklı bir çizgi meydana getirir. Veysi (ö. 1627) bir siyasetname özelliği gösteren Habnâme’siyle özgünlük arz eder. Yine süslü nesrin örneklerinden biri olan Siyer-i Veysî (Dürretü’t-Tâc) Hz. Peygamber’in hayatını samimi dille anlatan bir eser olup, Veysi tarafından kaleme alınmıştır. Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’si 17. Yüzyıla damgasını vuran 10 ciltlik bir eserdir. Bu eser yalnızca 17. Yüzyılın değil tüm Türk tarihinin en önemli seyahatnamesidir. Evliya Çelebi seyahatnamesi 17. Yüzyıl Osmanlı ve komşu toplulukların coğrafi, sosyal, kültürel özelliklerini ifade etmesi yönüyle kaynak bir eserdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) Bu yüzyılda yazdığı eserlerle dikkati çeken bir diğer isim ise Katip Çelebi’dir (ö. 1656). Hacı Kalfa veya Hacı Halife olarak da bilinen Katip Çelebi’nin eserlerinden bazıları Keşfü’z-Zünûn, Türkçe Fezleke, Tuhfetü’l-Kibâr, Cihan-nümâ, Mizanü’lHak’tır. Katip Çelebi’nin eserlerinden Keşfüz-Zünun İslam dünyasında kendi dönemine kadar yazılmış eser ve yazarları hakkında kısa bilgi verir. Bu eser, zeylleriyle birlikte ilim ve kültür tarihimizin başvuru kaynaklarındandır. İlk örneklerini 16. Yüzyılda veren şair biyografilerini içeren şuara tezkirelerinin yazımı bu yüzyılda da devam etmiştir. Bu dönemde antoloji tipi biyografik bilginin az, örneklerin daha çok olduğu tezkireler kaleme alınmıştır. Bu yönüyle önceki yüzyıl tezkirelerinden ayrılır. 17. Yüzyıl tezkirecileri, Riyazi, Kafzade Faizi, Rıza, Yümni ve Asım’dır. Ayrıca Güfti’nin de manzum tezkiresi vardır. Bu yüzyılda yazılmış olan Koçibey Risalesi devlet idaresine yönelik görüş beyan eden bir eserdir. Sadece 17. yüzyılın değil, Türk tasavvuf edebiyatının önemli simalarından biri Niyazi Mısri’dir (ö. 1694). 17. Yüzyılda klasik edebiyatın yanında dinî-tasavvufi Türk edebiyatı da hayatiyetini devam ettirmiştir. Yüzyılın ilk yarısında dini düşünce farklılığından meydana gelen medrese mensuplarını temsilen Kadızadeler ile tekke mensuplarını temsilen Sivasizadeler arasındaki tartışma ortamı tasavvufi hareketleri bir süre sarsmıştır. Bu tartışma ortamı aynı zamanda edebî hayatı da ciddi anlamda etkilemiştir. Bu dönemde birçok mutasavvıf şairin yetiştiğini görüyoruz. Bunlardan biri de Celvetiliğin kurucusu Aziz Mahmud Hüdayi’dir (ö. 1623). İyi bir medrese eğitimi alan müderris ve kadılıklarda bulunan Aziz Mahmud Hüdayi, Şeyh Üftade’ye bağlanarak tasavvuf yoluna girmiştir. Bilahare şeyh olan Aziz Mahmud Hüdayi, Üsküdar’da ömrünün sonuna kadar irşad faaliyetlerini sürdürmüştür. Anadolu ve Rumeli’de dinî-tasavvufi hayatı derinden etkileyen otuza yakın eser yazmıştır. Bu eserlerden biri olan Dîvân’ında aruz ve hece ölçüsüyle kaleme aldığı şiirlerin Yunus’un etkisinde olduğu görülür. Özellikle ilahilerinde didaktik üslubun hâkimiyeti vardır. Türk tasavvuf edebiyatının bu yüzyıldaki dikkate değer kişiliklerinden biri de Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi’dir (ö. 1655). Dîvân-ı İlâhiyat, Dil-i Dânâ, Müfîd ü Muhtasar, Tasavvuf ve Vahdetnâme isimli eserleri bulunan İbrahim Efendi söyleyişinde özgünlük bulunan biridir. Yunus takipçisi olmakla birlikte dili ona göre daha sanatlıdır. Sadece 17. Yüzyılın değil, Türk tasavvuf edebiyatının önemli simalarından biri Niyazi Mısri’dir (ö. 1694). Malatyalı olan Niyazi Mısri, iyi bir eğitimden sonra meşhur Elmalılı Ümmi Sinan’a bağlanarak tasavvuf ehli olmuştur. Coşkun şiirleri, cifir gibi ilimleri ele aldığı mensur eserleri vardır. Muhyiddin-i Arabi’nin düşüncelerinin Türk edebiyatındaki en önemli temsilcilerindendir. Şiirlerini ilahi aşk Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) çerçevesinde aruz ve hece vezinleri ile yazmıştır. Sanat endişesinden uzak içten bir dille yazdığı şiirlerinde hem lirik hem de didaktik olma başarısını göstermiştir. 17. Yüzyılda bu isimlerin dışında yetişmiş mutasavvıf şairlerin bazıları şu isimlerdir: Hüseyin Lamekani Efendi (ö. 1624), Abdulehad Nuri (ö. 1651), Sunullah Gaybi (ö. 1676), Elmalılı Ümmi Sinan (ö. 1657), Abdulmecid Sivasi (ö. 1639) ve Kul Himmet. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Özet I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) •15. Yüzyıl, Osmanlı’nın merkeziyetçi bir yapıya kavuştuğu, her alanda olduğu gibi kültür ve sanat alanında da büyük ilerlemeler kat ettiği bir yüzyıldır. Bu dönemde; padişahlar, şehzadeler ve devlet adamları himayesinde edebî muhitler oluşmaya başlar. Şuurlu bir Türkçecilik anlayışıyla, Türkçe devlet dili hâline gelirken İstanbul da bir cazibe merkezi olur. Anadolu’da gelişen Türk edebiyatı klasik bir görünüm kazanır. Bu yüzyılda Şeyhi mesnevileriyle, Ahmet Paşa kasideleriyle, Necati Bey gazelleriyle şöhret kazanır. 15. yüzyılda nazmın yanında nesir üslubunun da geliştiği ilk secili eserlerin ortaya çıktığını görürüz. Bu yüzyılda klasik edebiyat çizgisi dışında dinî, tasavvufi vadide birçok şahsiyet yetişmiştir. •16. Yüzyıl, Osmanlı devletinin siyasi, askerî, iktisadi, kültür, bilim ve sanat alanlarında altın çağını yaşadığı bir yüzyıldır. Fatih’le başlayan İstanbul’u kültür, sanat ve edebiyatın merkezi haline getirme politikası bu yüzyılda devam etmiştir. Bir önceki yüzyılda kuruluşunu tamamlayan klasik şiir, 16. yüzyılda gelenekleri şekillenmiş bir pozisyona gelmiştir. Bu yüzyılda Osmanlı Türkçesi klâsik biçimini almış Eski Anadolu Türkçesi özelliklerinden sıyrılmıştır. Dönemin en büyük şiir üstatları Baki, Fuzuli ve Hayali’dir. 16. yüzyıl klasik nesri; Kanuni Sultan Süleyman döneminde klasik üslubunu oluşturmuştur. Bu yüzyılda nesir alanı konular bakımından çeşitlilik ve sayısal artış göstermiştir. Yine bu yüzyılda dinîtasavvufi çizgide, hece veya aruz ölçüsüyle şiir yazan bir çok isim yetişmiştir. •17. yüzyıl, Osmanlı’nın duraklamaya girdiği, devlet düzeninde istikrarsızlaşmanın olduğu bir yüzyıldır. Bu yüzyılda yaşanan siyasi, askerî, iktisadi alanlarındaki olumsuzluklar kültürel alanda kendini hissettirmedi. Bu yüzden edebiyat yükselişini devam ettirdi. 17. yüzyılda önceki yüzyılın edebî üslup anlayışı sürerken dönemin sosyal, kültürel ortamının etkisiyle yeni edebî üsluplar ortaya çıktı. Bu yüzyılda klasik üslubun yanı sıra Sebk-i Hindî, mahallî (folklorik), hikemi üsluplar da görülür. Naili, Nefi, Şeyhülislam Yahya, Nabi, 17. yüzyılın önemli şairleridir. Bu yüzyılın klasik nesri diğer yüzyılın devamı niteliğindedir. Süslü nesirde Veysi ve Nergisi, 17. yüzyılda en uç örnekleri vermiştir. Tasavvuf şiiri de Niyazi Mısri gibi bir ismi bu yüzyılda yetiştirmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Ödev gönderimi Ödev I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) • Klasik şiirin dayanmış olduğu estetik anlayışın özelliklerini farklı kaynaklardan yararlanarak tespit ediniz ve bunu iki yüz kelimeyi geçmeyecek şekilde yazınız. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Osmanlı hanedanı içinde divan sahibi ilk padişah kimdir? a) II. Murad b) Yıldırım Bayezid c) Kanuni Sultan Süleyman d) Fatih Sultan Mehmed e) II. Selim 2. Klasik şiirde atasözleri ve deyimleri kullanma geleneğini hangi şair başlatmıştır? a) Ahmed Paşa b) Necati c) Safi mahlaslı Cezeri Kasım Paşa d) Şeyhi e) Edirneli Nazmi 3. Aşağıdaki eşleştirmelerden hangisi doğru değildir? a) Yazıcıoğlu Ahmed Bican-Envarulâşıkin b) Şeyhi-Harname c) Fuzuli-Leyla vü Mecnun d) Süleyman Çelebi-Vesiletünnecat e) Baki-Hüsrev ü Şirin 4. 16. Yüzyıl klasik şiiri için aşağıdakilerden hangisi söylenemez? a) Klasik şiir 16. Yüzyılda gelenekleri şekillenmiş bir duruma gelmiştir. b) Türki-i Basit hareketi 16. Yüzyılda Tatavlalı Maremi ve Edirneli Nazmi’yle devam etmiştir. c) Hikemi uslup ilk defa bu yüzyılda ortaya çıkmıştır. d) Klasik Türk şairlerinin bir bölümünde hece ölçüsüyle şiir yazma eğilimi görülmüştür. e) Hayali Bey bu yüzyılda yetişmiştir. 5. Aşağıdaki şairlerden hangisi ümmi şairlerindendir? a) Enveri b) Cinani c) Bağdatlı Ruhi d) Taşlıcalı Yahya e) Meali Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) 6. Sinan Paşa’nın Tazarruname isimli eserinin önemi nedir? a) Anadolu sahasında yazılmış bir tıp kitabı olması. b) Geniş kitlelerin anlayabileceği sade bir dille yazılması. c) Didaktik bir eser olması. d) Edebiyatımızda secili nesrin en başarılı örneklerinden biri olması. e) Türk edebiyatının en güzel şiir antolojilerinden biri olması. 7. Aşağıdakilerden hangisi 17. Yüzyıl mutasavvıf şairlerinden biridir? a) Eşrefoğlu Rumi b) Niyazi Mısri c) Sünbül Sinan Efendi d) İbrahim Tennuri e) Pir Sultan Abdal 8. Aşağıdakilerden hangisi Sebk-i Hindî üslubunun özelliklerinden biri değildir? a) Anlam inceliği, derinliği ve giriftliğine dayalı bir yapısı vardır. b) Yeni ve anlaşılması zor mazmunlar kullanılmıştır. c) Şiirde ahenge önem verilmişitir. d) Yeni kelime ve tamlamalara başvurulmuştur. e) Şiirde ıztırab duygusuna sıkça yer verilmiştir. 9. 17. Yüzyıl klasik Türk şiirinde hicivleri ile ünlü şair kimdir? a) Azmizade Haleti b) Neşati c) Naili d) Şeyhülislam Yahya e) Nefi 10.Aşağıdaki eserlerden hangisi Nabi’ye aittir? a) Zafername b) Hüsrev ü Şirin c) Keşfüzünun d) Hayriyye e) Sihamıkaza Cevap Anahtarı 1-d, 2-c, 3-e, 4-c, 5-a, 6-d, 7-b, 8-c, 9-e, 10-d Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Açıkgöz, Namık (2004), Orta Klâsik Dönem Nesir, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, (Ed. Önder Göçgün), V : Ankara. Akkuş, Metin (1998), Nef’î ve Sihâm-ı Kazâ: Ankara. Banarlı, Nihat Sami (1987), Resimli Türk Edebiyatı, I-II : Ankara. Bilkan, Ali Fuat ve Şadi Aydın (2007), Sebk-i Hindî ve Türk Edebiyatında Aydın, Hint Tarzı: İstanbul. Bilkan, Ali Fuat (2004), “Orta Klâsik Dönem Nazım”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, (Ed. Önder Göçgün), V: Ankara. Bilkan, Ali Fuat (2007), Nâbî Hayatı Sanat Eserleri: Ankara. Canım, Rıdvan (1998), Türk Edebiyatında Sâkînâmeler ve İşretnâmeler: Ankara. Ceylan, Ömür (2004), “Tasavvufî Edebiyat (Osmanlı Sahası)”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, (Ed. Önder Göçgün) V: Ankara. Durmuş, TubaIşınsu (2009), Tutsan Elini Ben Fakirin Osmanlı Edebiyatında Hamilik Geleneği: İstanbul. Emecen, Feridun (1999), ” Kuruluştan Küçük Kaynarca’ya”, Osmanlı Devleti Tarihi, (Ed. Ekmeleddin İhsanoğlu): I, İstanbul. Gölpınarlı, Abdulbaki (1972),Türk Tasavvuf Şiir Antolojisi: Ankara. İnalcık, Halil (2006), Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300-1600), (Çev. Ruşen Sezer): İstanbul. İpekten, Haluk (1996), Divan Edebiyatında Edebî Muhitler: İstanbul. İpekten, Haluk (2007), Nâilî Hayatı Sanatı Eserleri: Ankara. İpekten, Haluk (1997), Baki, Hayatı Sanatı Eserleri: Ankara. İpekten, Haluk (1991), Fuzûlî, Hayatı Sanatı Eserleri: Ankara. İpekten, Haluk (1996), Nef’î, Hayatı Sanatı Eserleri: Ankara. İpekten, Haluk ve Mustafa İsen (1992), “XVI. Yüzyıl Divan Edebiyatı”, Türk Dünyası El Kitabı, III : Ankara. İpekten, Haluk (1988), Türk Edebiyatının Kaynaklarından Türkçe Şuarâ Tezkireleri: Erzurum Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) İsen, Mustafa (2002), “Başlangıçtan XVIII. Yüzyıla Kadar Türk Edebiyatı”, Türkler, (Ed. Hasan Celal Güzel), XI: Ankara. İsen, Mustafa (2004) ”İlk Klâsik Dönem Nesir”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, (Ed. Önder Göçgün), V: Ankara. İsen, Mustafa, (2004), “Erken Dönem Nesir” Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, (Ed. Önder Göçgün), V: Ankara. İsen, Mustafa ve Cemal Kurnaz, (1992) “XVII. Yüzyıl Divan Edebiyatı”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, (Ed. Önder Göçgün), V: Ankara. İsen, Mustafa vd (2006), Eski Türk Edebiyatı El Kitabı: Ankara. İsen, Mustafa ve Ali Fuat Bilkan (1997), Sultan Şairler: Ankara. Kalpaklı, Mehmet (2003), “Osmanlı Şiirine Genel Bir Bakış Denemesi” Doğu-Batı, 22, 39-52: Ankara. Karahan, Abdulkadir (1991), İslam-Türk Edebiyatında Kırk Hadis: Ankara. Kartal, Ahmet (2004), “Erken Dönem Nazım (XV.yüzyıl)” Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, (Ed. Önder Göçgün), V: Ankara. Kemikli, Bilal (2010), Türk İslam Edebiyatı Giriş: Bursa. Kocatürk, Vasfi Mahir (1970). Büyük Türk Edebiyatı Tarihi: İstanbul. Kurnaz, Cemal (1999), Türkiye-Orta Asya Edebî İlişkileri: Ankara. Kut, Günay (1999), Anadolu’da Türk Edebiyatı. (Ed. Ekmeleddin İhsanoğu), Osmanlı Medeniyeti Tarihi, 1.cilt (s.21-69), İstanbul: Küçük, Sabahattin vd. İlk Klâsik Dönem (1512-1600) Nazım, (Ed. Önder Göçgün), Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, cilt V, (s.222-331), Ankara. Külekçi, Numan (2002), Baki: İstanbul. Külekçi, Numan (2003). Necati Beg: İstanbul. Macit, Macit (2006), İlk Klâsik Dönem (1453-1600) Şiir. (Ed. Talat Sait Halman) Türk Edebiyatı Tarihi, 2 (s.29-55): İstanbul. Mazıoğlu,Hasibe (1982), “Türk Edebiyatı, Eski”, Türk Ansiklopedisi (XXXII,81-134): İstanbul. Mengi, Mengi (1991) Divan Şiirinde Hikemi Tarzın Büyük Temsilcisi Nâbî: Ankara. Mengi, Mengi (1999), Eski Türk Edebiyatı Tarihi: Ankara. Mermer, Ahmet (2006), Türkî-i Basit ve Aydınlı Visali’nin Şiirleri: Ankara. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30 I. Klâsik Dönem (15. -17. Yüzyıl) Mermer,Ahmet vd (2010), Eski Türk Edebiyatına Giriş: Ankara. Ocak, Fatma Tulga (1987), “Nef’î ve Türk Edebiyatındaki Yeri”, Ölümünün Üçyüzellinci Yılında Nef’î: Ankara. Pekolcay, Necla (1994), İslâmî Türk Edebiyatı: İstanbul. Şener, İbrahim ve Alim Yıldız (2008), Türk İslam Edebiyatı: İstanbul. Şentürk, Ahmet Atilla (1999), Osmanlı Şiiri Antolojisi: İstanbul. Şentürk, Ahmet Atilla ve Ahmet Kartal (2004), Üniversiteler İçin Eski Türk Edebiyatı Tarihi: İstanbul. Timurtaş, Faruk Kadri (1992), “Türkiye Edebiyatı (XII-XV)”, Türk Dünyası El Kitabı Üçüncü Cilt (107-130): Ankara. Uçman, Abdullah (1986), “XV. Yüzyıl Tekke Şiiri”, Büyük Türk Klâsikleri (III,11-57): İstanbul. Yılmaz, Necdet (2001), Osmanlı Toplumunda Tasavvuf: İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31 II. KLASİK DÖNEM İÇİNDEKİLER ( 18.-19. YÜZYIL) • 18. Yüzyıl • 19. Yüzyıl TÜRK İSLAM EDEBİYATI HEDEFLER Prof. Dr. Ahmet MERMER • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • 18. ve 19. yüzyıl Türk edebiyatının temel özelliklerini kavrayabilecek, • 18. ve 19. yüzyıl Türk edebiyatının önemli şair, yazar ve eserlerini tanıyabilecek, • Dönemin devlet adamı, kültür, edebiyat ilişkisini değerlendirebileceksiniz. ÜNİTE 12 II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl) GİRİŞ 18. Yüzyılda sosyal, toplumsal ve ekonomik hayatta görülen gerilemeye karşılık; edebiyat hayatı gelişimini sürdürmüştür. 18. ve 19. Yüzyıl, Osmanlı’nın zevale yaklaştığı yüzyıllardır. Sosyal ve siyasal alandaki çözülmeler onlar kadar hızlı olmasa da edebî hayat üstünde de etkili olmuştur. Bu ünite de 18. ve 19. Yüzyıların sosyal ve siyasal durumundan bahsedildikten sonra, Türk edebiyatının bu yüzyıllardaki temel özellikleri hakkında bilgi verilecektir. Ayrıca dönemin belli başlı yazar ve şairleri tanıtılacaktır. 18. YÜZYIL Osmanlı Devleti, 18. Yüzyıla idari, mali ve sosyal bünyesinde büyük bir sarsıntıya sebep olan bir yenilgi ve bunun sonucunda imzalanan Karlofça (1699) Antlaşması’nın psikolojisiyle girmiştir. Savaş sonrası bazı tedbirler alınıp halk rahatlatılmaya çalışılsa da sosyal bir patlama sayılan 1703 Edirne Vakası’yla, II. Mustafa tahttan indirilmiş yerine, III. Ahmed tahta çıkarılmıştır. III. Ahmed Karlofça’dan sonra ortaya çıkan huzursuzlukları gidermek için barışçıl bir siyaset izlemiştir. Buna rağmen kendi isteğinin dışında gelişen olaylar sonucunda Osmanlı, Ruslarla 1711’de yaptığı Prut Savaşı’nı kazandı. Fakat, sonraki yıllarda Venedik ve Avustralyalılarla yapılan savaşlarda yenilgiye uğrayan Osmanlı, 1718’de Pasarofça Antlaşması’nı imzalayarak toprak kaybına uğradı. Osmanlı Devleti bu antlaşmayla yeni bir barış dönemine girdi. “Lale Devri” olarak anılan 1718-1730 yılları arasındaki bu dönemin mimarları III. Ahmed ve Damat İbrahim Paşa’ydı. Lale Devri’nde kültür ve sanat adına birçok yeni uygulamalar hayata geçirildi. Patrona Halil ayaklanmasıyla bu dönem sonlanmıştır. III. Ahmed’den sonra birçok ıslahat hareketi olmuştur. Özellikle III. Selim döneminde devlet bünyesindeki bütün kuruluşlar gözden geçirilmiş zamanın ihtiyacına göre yeniden düzenlenmelerine çalışılmıştır. 18. yüzyıl klasik edebiyatının dili, önceki yüzyıllara göre daha sade ve açıktır. Bu dönemdeki sadeleşme gayreti inkâr edilemez. 18. Yüzyıl boyunca devam eden tüm yenilik ve ıslahat çabaları Osmanlı Devleti’nde başlayan çözülmeyi durduramamıştır. 18. Yüzyılda sosyal, toplumsal ve ekonomik hayatta görülen gerilemeye karşılık edebiyat hayatı gelişimini sürdürmüştür. Bu gelişimin devam etmesinde devlet adamları ve şairlerle, musikişinas ve yenilik yanlısı padişahların etkisi büyük olmuştur. Dönem padişahları içinde; III. Ahmed (1703-1730), Necib ve Ahmed; I. Mahmud (1730-1754), Sebkati; III. Mustafa (1757-1774), Cihangir; III. Selim (1789-1807), İlhami mahlaslarıyla şiirler yazmış hatta bunlardan III. Ahmed ve III. Selim divan dahi tertib etmişlerdir. III. Ahmed ve III. Selim’in saltanat yılları sanatkarların en fazla eser verdikleri bir dönem olmuştur. Bu yüzyıl edebiyatı, şair kadrosu açısından klasik edebiyatın en zengin devresidir. Yapılan araştırmalarda, bu yüzyılda 168’i divan sahibi olmak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl) üzere, toplam 1322 şairin yetiştiği tespit edilmiştir. Bununla birlikte diğer yüzyıllara oranla üstat sayılacak şairlerin sayısı azdır. Dönemin iki zirve ismi Nedim ve Şeyh Galip’in dışındaki şairler eskinin ve devrin büyük şairlerinin yolunu izlemişlerdir. Birçok şair usta şairlere nazire yazmaktan öteye geçememiştir. Dönem şiirinde görülen bu hususlara rağmen yeni mazmunlara ve anlam derinliğine önem veren Sebk-i Hindî, anlamdan ziyade söyleyişi ön planda tutan klasik, tefekküre dayalı anlayışı dile getiren hikemi, konuşma dili özelliklerini şiire taşıyan, açık bir söyleyişi benimseyen mahallî (folklorik) üslup 18. Yüzyıl klasik edebiyatına zenginlik ve renk kazandırmıştır. Bu yüzyıl edebiyatı, şair kadrosu açısından klasik edebiyatın en zengin olduğu devresidir. 18. Yüzyılda şiir olgunluk seviyesine ulaştığından, şairler yeni şeyler bulmakta zorlanmıştır. Bu da şairlerde bir yenilik arzusu doğurmuştur. Şairlerin yenilik arayışı klasik şiir estetiğinin katı kurallarının çözülmesine sebep olmuştur. Artık şiirde sevgilinin verdiği her türlü eziyeti sineye çekmeyen, tepki gösteren âşık tipi türemiştir. Siyah saçlı, kara gözlü dilberlerin yanında sarışın, mavi gözlüler de görülür. Tasavvufi aşk birkaç isim dışında dile getirilmez olur; divan şiirinin ortaya çıkarmış olduğu yüceltilmiş aşk anlayışı yerini, daha somut, zaman zaman daha müstehcene kaçan aşk anlayışına bırakır. Edebî eserlerde mahallî konulara daha fazla yer verilir. Sosyal hayattaki çözülmenin insanlarda ortaya çıkardığı psikoloji, edipleri tenkit ve hiciv içerikli eserler yazmaya yöneltmiştir. 18. Yüzyıl klasik edebiyatının dili önceki yüzyıllara göre daha sade ve açıktır. Bu dönemdeki sadeleşme gayreti dikkat çekecek seviyededir. Bu yüzyılda yetişen ilk büyük şair Nedim, 1681’de İstanbul’da doğmuştur. Asıl ismi Ahmed olan Nedim’in dedesi Kazasker Muslihiddin Efendi, babası Mehmed Efendi’dir. İyi bir eğitim alan Nedim, Molla Kırımi, Sadiî Efendi, Eski Nişancı, Sahn-ı Seman ve Sekban Ali medreselerinde müderrislik görevlerinde bulundu. Şairliğinin ilk dönemlerinde Şehit Ali Paşa’ya kasideler sunduysa da ondan beklediği ilgiyi göremedi. Nedim asıl şöhretini Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın desteğiyle kazanmıştır. Damat İbrahim Paşa’nın vasıtasıyla Sultan III. Ahmed’le tanışan Nedim, Lale Devri’nin gözde isimlerinden biridir. 1730 yılında vuku bulan Patrona Halil ayaklanması esnasında vefat etmiştir. Nedim’in en önemli eseri Dîvân’ıdır. Nedim, bundan başka, Derviş Ahmed Efendi’nin bir tarih kitabı olan Câmi`ü’d-Düvel’ini Sahâ´ifü’l-Ahbâr ismiyle tercüme etmiş, yine Aynî Târihi’nin bir kısmını çevirmiştir. Nedim’in ayrıca, Safayi Tezkiresi’ne takrizi, bir dilekçesi, kime yazıldığı belli olmayan sanatlı bir mektubu ve İzzet Ali Paşa’ya şaka yollu yazdığı Nigârnâme isimli mensur cevabı bulunmaktadır. Nedim, hayata zevk ve neşe penceresinden bakan; coşkun, dünyaya bağlı bir şairdir. Nedim, asıl şöhretini gazel ve şarkılarıyla elde etmiştir. Kasidelerinin nesip Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl) Ragıb Paşa, Nabi üslubunun, yani hikemî tarzın, 18. yüzyıldaki en büyük temsilcisidir. bölümünde de günlük hayatın iz düşümleri göze çarpar. Şiirlerinde doğallığın yanında hayal zenginliği ve incelik bulunur. Sebk-i Hindî’nin etkisiyle özgün benzetmeler içeren şiirler yazan Nedim, ana çizgileriyle divan şiiri geleneğine bağlı olmakla birlikte özelde geleneğin dışına çıkar. Nedim’in şiirlerinin en ayırt edici yönlerinden biri yerlilik ve basit söyleyiştir. O, İstanbul şivesini şiirinin dili hâline getirmiştir. Kısaca, Nedim, meydana getirdiği Nedimane üslubuyla hem yaşadığı dönemde hem de kendinden sonraki dönemlerde üstat olarak kabul edilmiş, birçok takipçisi çıkmıştır. Bu yüzyılın önemli şairlerinden biri de Koca Ragıb Paşa’dır. 1699 yılında İstanbul’da doğup yine bu şehirde 1763’te vefat eden Koca Ragıb Paşa, iyi bir medrese eğitimi almış ve sadrazamlık makamına kadar yükselmiştir. Ragıb Paşa, devrin büyük devlet adamlarından biri olmasının yanında, yüzyılın Nedim ve Şeyh Galib’ten sonraki en büyük şairlerindendir. Ragıb Paşa, Nabi üslubunun yani hikemî tarzın 18. Yüzyıldaki en büyük temsilcisidir. Olaylara hikmet gözüyle bakan Ragıb Paşa, şiirlerinde yalın, pürüzsüz bir dil kullanmış, atasözleri ve deyimlere şiirlerinde yer vererek anlatımını güçllendirmiştir. Ragıb Paşa, şairliğinin dışında kültür ve sanat erbabına destek vermesiyle de dikkat çekmiştir. Ragıb Paşa’nın küçük divanının yanında bir çok eseri daha vardır. Mecmû`a-i Râgıb Paşa, Arûz Risâlesi, Münşe´ât-ı Râgıb bunlardan bazılarıdır. Bu yüzyılda yetişmiş şairlerden biri de Tokatlı Nuri’dir. 1712’de Tokat’ta doğan Nuri’nin asıl ismi Ebubekir’dir. Eserleri arasında Dîvânı, Münşe´at’ı ve Hirrenâme’si vardır. Hirrename, bir hiciv şaheseridir. Bu yüzyılda yetişen ilk büyük şair Nedim, 1681’de İstanbul’da doğmuştur. 18. Yüzyılın önemli şairlerinden biri olan Seyyid Vehbi, İstanbul’da doğmuştur. Müderrislik, kadılık gibi görevlerde bulunan Seyyid Vehbi’nin Dîvân’ı, Sûrnâme’si ve Tercüme-i Hadîs-i Erbâ`in’i bulunmaktadır. Gazellerinde Nabi’nin, kasidede Nefi’nin etkileri göze çarpar. Vehbi, kasidelerini döneme göre ağır bir dille kaleme almıştır. Şair, 1736’da vefat etmiştir. Dönemin resmî fermanla Reis-i Şâirânı ilan edilen şairi, Osmanzade Taib’dir. Taib’in asıl adı Ahmed’dir. İyi bir öğrenim görmüş, müderrislik ve kadılık hizmelerinde bulunmuş, 1724 yılında vefat etmiştir. Eserleri arasında Dîvân’ı, Hadîkatü’l-Vüzerâ’sı, Hadîkatü’l-Mülûk’u, ahlakî konulu Hülâsâtu’l-Ahlâk’ı, Sıhhatâbâd isimli kırk hadis tercümesi bulunmaktadır. Şiirlerinde mahallî hayata ait unsurlar ve sosyal eleştiri dikkat çeker. 18. Yüzyılın ikinci yarısında yaşamış şairlerden biri olan Sünbülzade Vehbi, 1718’de Maraş’ta doğmuştur. Asıl ismi Mehmed olan Sünbülzade Vehbi, öğrenimini doğduğu şehirde bitirdikten sonra İstanbul’a gelmiş, burada kadılık Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl) imtihanını kazanarak kadı olmuştur. Hayatında birçok iniş çıkış yaşamış ve 1809 yılında İstanbul’da vefat etmiştir. Sünbülzade Vehbi’nin Dîvân’ı, Lutfiyye ve Şehrengiz isimli mesnevileri, Münşe´ât’ı, Tuhfe ve Nuhbe isimli manzum sözlükleri, Farsça Dîvânçe’si mevcuttur. Şiirlerinde lirizm görülmez, kuru bir üslubu vardır. Vehbi’nin şiirlerinde Nedim, Sabit ve Nabi’nin etkisi görülür. 1735 yılında Edirne’de doğan Hoca Neşet, 18. Yüzyılın önemli şairlerinden biridir. Ailesiyle birlikte İstanbul’a gelip öğrenimini burada yapan şair, genç yaşlarında Mevleviliğe girmiştir. Mevlevi olması onun gençlere Farsça öğretip Mesnevi okutmasına sebep olur. Kabiliyetli gençleri etrafına toplayıp onları yetiştirmesi Hoca veya Baba lakaplarıyla anılmasına yol açar. Dîvân, Tûfân-ı Ma’rifet, Tecüme-i Dü-Beyt-i Câmî, Meslekü’l-Envâr ve Menbâ`u’l-Esrâr, Muharrerât-ı Hüsniyye-i Neş’et isimli eserleri vardır. Klasik şiirin ve 18. yüzyılın en büyük hanım şairi olan Fıtnat, devrin şeyhülislamlarından Esad Efendi’nin kızı olarak İstanbul’da dünyaya geldi. Klasik şiirin ve 18. Yüzyılın en büyük hanım şairi olan Fıtnat, devrin şeyhülislamlarından Esad Efendi’nin kızı olarak İstanbul’da dünyaya geldi. Asıl ismi Zübeyde’dir. Fıtnat Hanım kendini iyi bir şekilde yetiştirmiş olup nüktedan bir kişiliğe sahiptir. Klasik edebiyatla ilgili gerekli bilgiyi mensubu olduğu kültürel çevrenin birikiminden yararlanarak elde etmiştir. Şiirlerinde dil kusurlarının azlığı ve dilin akıcılığı dikkati çeker. Küçük bir Dîvân’ı ve mensur bir mektubu vardır. Yüzyılın sonlarında mahallî hayatı tüm mahremiyeti ve çıplaklığıyla dile getiren Enderunlu Fazıl, Akka’da doğmuş ve küçük yaşlarda İstanbul’a getirilip Enderun’a yerleştirilmiştir. Zevk ve eğlence düşkünlüğü saraydan kovulmasına yol açmıştır. 1810 yılında vefat eden Enderunlu Fazıl’ın Dîvân’ı, Defter-i Aşk, Hûbânnâme, Zenânnâme ve Çenginâme (Rakkâsnâme) isimli manzum eserleri mevcuttur. Fazıl, derbeder ve rint bir şairdir. Şair, yerli malzemeyi şarkı ve gazellerinde, kişiliğini ise mesnevilerinde gösterme fırsatı bulmuştur. 18. Yüzyılın Nedim’le birlikte zirve ismi olan Şeyh Galip, 1757-58’de doğmuştur. Asıl ismi Mehmed olan şair, şiirlerinde önce “Es`ad” bilahare de “Gâlib”, mahlasını kullanmıştır. Klasik edebiyatın tanınmış son büyük şairidir. Babası vasıtasıyla küçük yaşlardan itibaren Mevlevilik çevresinde yetişmiş, bir süre memuriyette bulunduktan sonra Mevleviliğe bağlanarak çileye girmiştir. 1791’de Galata Mevlevihanesi şeyhliğine getirilen Şeyh Galip, sekiz yıl bu görevde kalmıştır. Henüz çok gençken, 1799’da 42 yaşında veremden vefat etmiştir. Yaşadığı dönemin padişahı III. Selim’le derin bir dostluk kurmuş, onun sevgisi ve desteğini görmüştür. Şeyh Galip’in Dîvân, Hüsn ü Aşk, Şerh-i Cezîre-i Mesnevî, er-Risâletü’lBehîyye fî Tarîkatü’l-Mevleviyye adlı dört eseri vardır. Hüsn ü Aşk isimli mesnevisi Şeyh Galip’in, dönemin en büyük mesnevi yazarı olmasını sağlamıştır. Bu mesnevi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl) 18. yüzyılın Nedim’le birlikte zirve ismi olan Şeyh Galip, 1757-58’de doğmuştur. alegorik (temsilî) bir eserdir. 1738’de altı ay gibi kısa bir sürede bitirilmiştir. Mesnevi, tasavvufi sembollerle ifadelendirilen bir aşk hikayesini konu edinir. Hüsn ü Aşk’ta görünüşte bir aşk macerası varsa da gerçekte salikin mutlak güzelliğe yani Allah’a ulaşırken çektiği sıkıntılar ve bunlardan kurtulmak için mürşidin yardımına duyduğu ihtiyaç anlatılmaktadır. Özgün ve telif bir eser olan Hüsn ü Aşk, tasvirler ve tahkiye açısından oldukça başarılıdır. Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk dışında başarılı olduğu diğer eseri de Divan’ıdır. Şeyh Galip’in eserlerinde en büyük ilham kaynağı Mevlana’nın Mesnevi’sidir. Şiirlerinde tasavvuf düşüncesi ağırlıklı bir yer tutar. Tasavvufi düşünceleri şiirine taşırken didaktik bir kaygı içinde olmayan şair, özellikle ilahi aşkı dile getirdiği şiirlerinde coşkun bir akıcılık yakalamıştır. Şeyh Galip, şiirlerinde geniş ve parlak bir hayal dünyasına sahiptir. O, devrin revaçta olan mahallî (folklorik) üslup eğilimine pek itibar etmemiş, Sebk-i Hindî üslubunun özelliklerini şiirine taşımıştır. Kaynaklar Şeyh Galip’i ince, duygulu, şöhrete önem vermeyen biri olarak tanımlarlar. 18. Yüzyılın diğer dikkate değer şairleri arasında; Kuburizade Hevayi (ö. 1715), Dürri (ö. 1722), Kami (ö. 1724), Vahid Mahtumi (ö. 1732), Sami (ö. 1733), Şeyhülislam İshak Efendi (ö. 1734), Nahifi (ö. 1738), Atıf Efendi (ö. 1742), Salim (ö. 1743?), Münif (ö. 1743), Neyli (ö. 1748), Şeyhülislam Esad (ö. 1753), Çelebizade Asım (ö. 1760), Nevres-i Kadim (ö. 1762), Hazık (ö. 1763), ve Haşmet (ö. 1768), Nazim (ö. 1772), Akovalızade Hatem (ö. 1784), Naşid (ö. 1791), Esrar Dede (ö. 1796), Süruri’yi (ö. 1814), sayabiliriz. 18. yüzyılda kaleme alınan mensur eserleri; tarihler, surnameler, sefaretnameler, münşeatlar, siyasi, edebî, mizahi, dinî ve ahlaki eserler olarak sınıflandırabiliriz. 18. Yüzyılda klasik şiirin yanında klasik nesir de gelişimini sürdürmüştür. Eski nesir türlerinin yanında dönemin beklentilerinin etkisiyle bu yüzyılda yeni nesir türleri de ortaya çıkmıştır. Örneğin, Osmanlı tarafından dış ülkelere gönderilen elçiler, oralarla ilgili düşüncelerini sefaretnamelerde toplamış, bu durum da türün yaygınlık kazanmasına sebep olmuştur. Yine Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 18. Yüzyıla kadarki süreç içinde yetişmiş birçok devlet adamı ve sanatkârın biyografilerinin anlatıldığı eserler büyük oranda bu yüzyılda karşımıza çıkar. 18. Yüzyılın ilk yarısında Nergisi ve Veysi’nin süslü nesirleri henüz yadırganmamakta, edebî nesrin yetkin örnekleri olarak görülmekteydi. Fakat yüzyılın ikinci yarısından itibaren sade nesir değer kazanmaya başladı. 18. Yüzyılda kaleme alınan mensur eserleri; tarihler, surnameler, sefaretnameler, münşeatlar, siyasi, edebî, mizahi, dinî ve ahlaki eserler olarak sınıflandırabiliriz. Bu yüzyılda sultan, vezir, şeyhülislam, şair, musikişinas, hattat, şeyh ve dervişlerin hayat hikayelerini içeren biyografilerin mensur eserler içinde önemli bir yekûn tuttuğunu ifade edebiliriz. Özellikle tasavvufi akım, meslek, şehir gibi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl) farklılıkları ölçü alan tezkirelerle 18. Yüzyılda çokça karşılaşırız. Örneğin İsmail Beliğ (ö. 1784), Güldeste-i Riyâz-ı İrfân’ında Bursa’da yaşamış mühim kişileri; Hafız Hüseyin Ayvansarayi (ö. 1784-86), Vefeyât-ı Selâtin ve Meşâhir-i Ricâl’de İstanbul ve çevresinde vefat edenleri; Müstakimzade Süleyman Sadeddin (ö. 1787), Devhatü’l-Meşâyih isimli eserinde Osmanlı şeyhülislamlarının biyografilerini konu edinir. 18. Yüzyılda şairlerin hayat hikayelerini nakleden şuâra tezkireleri ise şunlardır: Yüzyılın şair tezkireleri içinde belli bir meşrebi, mesleği kriter alan özel tezkireler de bulunmaktadır. Mucib, Tezkire-i Mûcib (1710); Safâyî, Nuhbetü’l-Âsar li Zeyli Zübdetü’l-Eş’âr (1727); Mustafa Safvet Efendi, Nuhbetü’l-Âsâr fi Fevâ´idi’l-Eş’âr (1783), Râmiz, Âdâb-ı Zürefâ (1784) ve Silahdarzade Mehmed Emin, Tezkire-i Şu`âra (1790). Bu tezkireleri biyografik bilgi ağırlıklı ve örneklerin biyografik bilgiden fazla olduğu tezkireler olarak iki ana başlık altında toplayabiliriz. Beliğ ile Silahdarzade’nin tezkireleri örnek ağırlıklı antoloji tipi tezkirelerdendir. Diğer tezkirelerde ise biyografik bilginin örneklerden daha fazla olduğu dikkati çeker. Yüzyılın şair tezkireleri içinde belli bir meşrebi, mesleği kriter alan özel tezkireler de bulunmaktadır. Bunlar arasında Mevlevi şairlerin biyografisini anlatan Esrar Dede (ö. 1797)’nin Tezkire-i Şu`arâ-yı Mevleviyye’lerini sayabiliriz. Yine dönemin biyografik eserleri içinde İslam âleminde tanınmış isimlerin künyelerini veren Müstakimzade Süleyman Sadeddin’in Mecelletü’n-Nîsâb’ını anmalıyız. Bu yüzyıl mensur eser türleri içinde tarih kitapları önemli bir yere sahiptir. Ravzatü’l-Hüseyin fî Hulâsati’l-Ahbâri’l-Hâfikeyn isimli, tarihçi Mustafa Naima (ö. 1716)’ya ait eser, 1574-1689 tarihleri arasında Osmanlı coğrafyasında ortaya çıkan olayları canlı, nükteli, akıcı bir üslupla anlatır. Küçük Çelebizade Asım İsmail Efendi (ö. 1760), Mehmed Şefik Efendi (ö. 1732-1733), Arpaeminizade Sami Mustafa Efendi (ö. 1732-1733), Naima’nın dışında Raşid (ö. 1735), Süleyman İzzi Efendi (ö. 1755) ve Vasıf Ahmed (ö. 1806) yüzyılın mühim tarihçilerindendir. Türk edebiyatında yazılmış 13 mensur surnamenin 8‘i bu dönemde kaleme alınmıştır. Meşhur surnamelerden olan Seyyid Vehbi’nin Sûrnâme’si, III. Ahmed’in dört şehzadesi için 1720 yılında yapılan sünnet merasimini anlatır. Bu yüzyılda birçok sefaretname yazılmıştır. III. Ahmed ile Sadrazam Damat İbrahim Paşa’ya sunulan Yirmi sekiz Çelebi Mehmed’in Fransa Sefâretnâme’si kendine has üslubuyla göze çarpar. 18. Yüzyılda İbrahim Hanif ve Mehmed Edib’in hac yolculuklarını anlattıkları eserleri ise birer seyahatname özelliği taşımaktadır. Yine siyasetname türünün en meşhur örneklerinden Defterdar Sarı Mehmed Paşa’nın Nesâyihü’l-Vüzerâ ve’lÜmerâ’sı ve Kani’nin Münşe´ât’ı devrin önemli mensur eserleridir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl) 18. Yüzyılda dinî-Tasavvufi Türk edebiyatı da bir çok isim yetiştirmiştir. Özellikle tekke şiiri bakımından bir önceki yüzyılın çeşitliliğinden söz edemeyiz. Şöhret sahibi birkaç ismin dışında şairlik yönüyle kuvvetli şahsiyetlere rastlayamayız. İsmail Hakkı Bursevi (ö. 1725), tasavvuf edebiyatının bu yüzyılda ortaya çıkardığı önemli isimlerden biridir. Bursevi, tefsir, hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf, edebiyat, mevize ve tecvit alanlarında yüzden fazla eser kaleme almıştır. Fütûhât-ı Burseviyye isimli Dîvân’ı özellikle muhteva açısından tekke şiiri geleneğini yansıtmaktadır. Divanda hece ve aruz vezni bir arada kullanılmıştır. Bu yüzyılın ünlü mutasavvıf şairlerinden biri Hasan Sezai’dir (ö. 1738). Çocukluk ve gençlik yıllarını Mora’da geçiren ve İyi bir öğrenim gören Hasan Sezai, Gülşeni şeyhi Mehmed Sırri Efendi’ye bağlanarak tasavvuf yoluna girmiştir. Çoğunluğu aruzla olmakla birlikte heceyle de yazılmış şiirlerin olduğu bir Dîvân’ı vardır. Sezai’nin şiirlerinde hakim olan unsur tasavvuftur. Azbi (ö. 1736), yüzyılın bir diğer mutasavvıf şairidir. Tasavvuf yoluna Niyazi Mısri’nin yanında Halveti süluku üzere giren Mustafa Azbi, Bektaşi erkanına göre sülukunu tamamlamıştır. Dinî konuların dışındaki ilmi derinliğini, tasavvufi birikimiyle birleştiren Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö. 1780), Mârifetnâme isimli ansiklopedik eserinde pek çok tasavvufî konuya değinmiştir. Ayrıca, bu eserde anatomi, coğrafya, mineraloji, anatomi gibi pozitif ilimlerden de bahsetmiştir. Erzurumlu İbrahim Hakkı on beş eser, on yedi küçük risale yazmıştır. Hakkı’nın şiirleri incelendiğinde sağlam bir nazım tekniğine sahip olduğu dikkati çekmektedir. Dîvân’ında aruzlu şiirlerin yanında halk şiiri nazım şekillerinden mânî kafiye örgüsüne sahip şiirlere de rastlanmaktadır. Yine Halvetiliğin Nasuhilik kolunun kurucusu Seyyid Mehmed Nasuhi Efendi (ö. 1718), İsmail Hakkı Bursevi’nin Gelibolu’ya halife tayin ettiği Şeyh Süleyman Zati (ö. 1738), Uşşaki Şeyhi Cemali (ö. 1750), Hazret-i Peygamber ile ilgili yazdığı âşıkane şiirleriyle tanınan Neccarzade Şeyh Rıza (ö. 1760), Şiri (ö. 1762?), Selahaddin-i Uşşaki (ö. 1782) ve Üsküdarlı Haşim (ö. 1782) bu yüzyılda yaşamış mutasavvıf şairlerdendir. 19. YÜZYIL Osmanlı, 19. Yüzyıla tam bir buhran atmosferi ve bir medeniyet kriziyle girer. 19. Yüzyılda Batının bilgi ve tekniğini almaya yönelik yenileşme hareketleri, bu yüzyılda hayatın her alanında kendini göstermeye başlar. Yüzyılın Osmanlı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl) açısından önemli tarafı bir çatışma ortamının filizlenmesidir. Eski dünya görüşüyle, Batı karakterli yeni dünya görüşünün mücadelesi toplum hayatını tamamıyla etkisi altına alır. Bu da toplum hayatını kuşatan bir ikilemi doğurur. Bundan dolayı dönemin aydını, çoğu zaman düalist (ikilemli) bir yapı göstermiştir. 19. Yüzyılda devletin köklü bir yapılanmaya gittiğini görüyoruz. 1826 yılında Yeniçeri Ocağı II. Mahmud tarafından kaldırılarak yenileşmenin önündeki önemli bir engel bertaraf edilmiştir. 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı’yla yenileşme devletin resmî programı hâline gelmiştir. 1876’da Meşrutiyet’in ilanı ve Kanun-i Esasi’nin kabul edilmesi de Osmanlı’da köklü değişiklikler meydana getirmiştir. Tanzimat’ın siyasi ve idari yapıdaki değişikliklerinden yirmi yıl sonra edebiyat ve felsefe alanlarında ciddi başkalaşma görülmeye başlar. Batıdan yapılan çeviriler, kültürel alandaki yenileşmenin fikrî ortamını oluşturur. Türk edebiyatı içerikten başlayarak önce sınırlı, sonra da genişleyen bir şekilde değişir. İçeriğinde başlayan yenilik, şiirin düşünce, duygu, hayal dünyasını değiştirmiş; realist ve rasyonalist bakış açısının üretmiş olduğu meseleler yeni şiir anlayışını şekillendirmiştir. Batıdan edebiyatımıza giren edebî türler yeni bir edebî anlayış oluşturmasına karşılık eski edebî anlayış da varlığını devam ettirmiştir. 19. Yüzyıl edebî hayatı içinde ilk önce klasik edebiyat çizgisinde eser verenleri tanıyalım. Bu yüzyılda klasik şiir son büyük üstadı Şeyh Galip’le âdeta söyleyebileceği her şeyi söylemiş ve hazinesini tüketmiş gibidir. Bu yüzden 19. Yüzyıl klasik şairleri eskiyi tekrarlamaktan öteye geçememişlerdir. 1861 yılında klasik zevki devam ettiren şairler, Encümen-i Şuara ismiyle bir topluluk oluşturmuşlardır. Bu topluluk, klasik şiirin büyük üstatlarını örnek alarak, şiiri içine düşmüş olduğu kısır döngüden kurtarmayı amaçlamıştır. Topluluğa mensup olan şairler, İstanbul’da Hersekli Arif Hikmet’in konağını mekan olarak benimsemişlerdi. Bu topluluğun içinde Hersekli Arif Hikmet, Leskofçalı Galip, Koniçeli Musa Kazım Paşa, Yenişehirli Avni Bey, Manastırlı Hoca Naili, Üsküdarlı Hakkı Bey, Nevres, İbrahim Halet Bey, İrfan Paşa, Osman Şems, Recaizade Celal, Ziya Bey (Paşa), Namık Kemal gibi isimler vardı. Bu isimlere baktığımızda devrin önemli şairlerinin yanında genç şairleri de görürüz. Klasik şiirin bu yüzyıldaki önemli isimleri Encümen-i Şuara içinde yetişirken, yeni edebî anlayışın bazı önemli temsilcileri de bu toplulukta yer almıştır. Encümen-i Şuara şairleri Sebk-i Hindî ekolü çerçevesinde şiirler kaleme alarak nazireciliğe önem vermişlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl) 19. Yüzyıl, divan sahibi şair sayısının fazlalığı ile de dikkat çekicidir. Yüzyılın önemli bir yönü de diğer yüzyıllara oranla daha fazla hanım şairin yetişmiş olmasıdır. Bu yüzyılda hanım divan şairi sayısı yirmi civarındadır. Enderunlu Vâsıf, 19. Yüzyılın önemli bir klasik şairidir. Asıl ismi Osman olan Enderunlu Vasıf, İstanbul’da doğup yine aynı şehirde 1824 yılında vefat etmiştir. Vasıf devrin modasına uyarak divanına, Dîvân-ı Gülşen-i Efkâr ismini vermiştir. Klasik şiirin hemen her şeklinden şiir içeren Vâsıf Dîvânı hayli hacimlidir. Şair, asıl şöhretini şarkılarıyla sağlamıştır. Dönemin bir diğer önemli şairi de Keçecizade İzzet Molla’dır. I. Abdülhamid devri kazaskerlerinden Keçecizade Salih Efendi’nin oğlu olarak 1786 yılında İstanbul’da doğdu. İyi bir eğitim alan Keçecizade İzzet Molla müderrislik ve kadılık görevlerinde bulundu. Hayatının bir bölümü sürgünle geçti. Keşan’a ve Sivas’a sürüldü. 1828’de Sivas’ta sürgündeyken hayata gözlerini kapadı. Mevlevi bir şairolan Keçecizade, gençlik şiirlerini Bâhâr-ı Efkâr, sonrakilerini ise Hâzân-ı Âsâr’da toplamıştır. Mihnet-Keşân ve Lâyihâlar diğer eserleridir. 19. Yüzyılın Mevlevi şairlerinden biri de Yenişehirli Avni’dir. Sıdki Ebubekir Paşa’nın oğlu olarak 1826’da Yenişehir’de dünyaya gelmiştir. Asıl ismi Hüseyin olan Avni, iyi bir eğitimden sonra Vidin, İstanbul ve Bağdat’ta katiplik görevinde bulunmuş, 1884’te hayata gözlerini yummuştur. En önemli eseri olan Dîvân’ının yanında Mesnevî Tercümesi, manzum mensur karışık Âbnâme isimli eseri, Nihân-ı Kazâ’sı ve Âteşgede mesnevisi vardır. Eski şiirin çağın gerekleri doğrultusunda yeniden düzenlenmesi gerektiğine inanan şair, yeni bir üslup arayışı içinde olmuştur. Encümen-i Şuara’nın bir araya gelmesinde büyük katkısı olan Şeyhülislam Arif Hikmet Bey, 1786’da İstanbul’da doğdu. İyi bir medrese eğitimi aldı. Değişik şehirlerde kadılık görevlerinde bulundu. Anadolu ve Rumeli kazaskerlikleri akabinde 1845 yılında Şeyhülislam oldu. Medine’de büyük bir kütüphane kurarak beş bin kitabını bağışlamış, ayrıca İstanbul’da da özel bir kütüphane oluşturmuştur. Şeyhülislam Arif Hikmet Bey, 1859’da geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etmiştir. Manzum ve mensur birçok eseri vardır. Dîvân’ı, Tezkire-i Şu`arâ’sı, Mecmû`atü’tTerâcim ve Zeyl-i Keşf-i Zünûn’u vardır. Devrin modasına uyarak nazire şiirler yazmıştır. Leyla Hanım dönemin hanım şairlerindendir. Eski kazaskerlerden Moralızade Hamid Efendi’nin kızı olarak İstanbul’da doğan Leyla Hanım, iyi bir eğitim almış ve 1848’de vefat etmiştir. Mevlevi bir şair olan Leyla Hanım’ın Dîvân’ı ve Farsça Farsça şiirleri bulunmaktadır. Leyla Hanım üstadı ve dayısı Keçecizade İzzet Molla’nın takipçisi olarak coşkun bir söyleyişle beşerî aşk şiirleri yazmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl) Yine bu dönemin hanım şairlerinden biri de Şeref Hanım’dır. 1809 yılında İstanbul’da Mısır kadılarından Mehmed Nebil Bey’in kızı olarak dünyaya gelmiştir. 1861 yılında vefat eden Şeref Hanım da Mevlevi bir şairdir. Dîvân’ı bulunmaktadır. Şeref Hanım’ın şiir dili sade ve nazım tekniği güçlüdür. 19. Yüzyılın önemli şairlerinden Leskofçalı Galip, Üsküp valiliği yapmış Şehsüvar Paşazade İsmail Paşa’nın oğludur. Asıl ismi Mustafa Galip’tir. İyi bir eğitim almış, katiplik gibi devlet memuriyetlerinde bulunmuştur. Dîvânı bulunan Leskofçalı Galip, şiirlerinde tasavvufun etkisindedir. Söyleyişlerinde yer yer Sebk-i Hindî’nin özelliklerine rastlanır. Yüzyılın klasik çizgideki şairleri arasında Osman Şems’i, Ayni’yi, Refi-i Amidi’yi, Mustafa Aşki’yi ve Rifat’i sayabiliriz. Tekkeler çerçevesinde gelişen tasavvufi Türk edebiyatı bu yüzyılda diğer yüzyıllara göre sayı bakımından daha az olmakla birlikte varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Bu yüzyılda klasik şiir özgün eserler vermemekle birlikte, yapısını korumaya çalışmıştır. Fakat nesir bu yüzyıldaki değişikliklere dayanamadı, artık nesirde estetik kaygının yerini bilgiyi geniş halk katmanlarına yayma düşüncesi almıştır. Buna rağmen edebî nesir üslubunun kullanımı da sürmüştür. Münşeat mecmualarında, Asım ve Ahmet Cevdet tarihleri dışında vakanüvis tarihçilerde, bazı tezkire ve sefaretnamelerde geleneksel edebî nesir üslûbuyla karşılaşırız. Klasik nesir anlayışı çerçevesinde yazılan eserler arasında öncelikle biyografik eserleri ifade edebiliriz. Bu yüzyılın biyografik eserleri ansiklopedik biyografi niteliğindedir. Yüzyılın önemli biyografi üstatlarından biri Mehmed Süreyya’dır (18451909). Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmânî veya Tezkire-i Meşâhir-i Osmâniyye’sini dört cilt hâlinde ansiklopedik olarak hazırlamıştır. Bursalı Mehmed Tahir (1861-1925), Osmanlı bilgin ve şairleri hakkında en geniş biyografik bilgi veren eserlerden biri olan Osmanlı Müellifleri’ni kaleme almıştır. Bu eserde 1691 Osmanlı edibi tanıtılmıştır. Şemseddin Sami (1850-1904) altı büyük ciltten oluşan Kâmûsu’l-A’lâm’ında sadece Osmanlı coğrafyasında değil, tüm İslam tarihi ve coğrafyasında yetişmiş olan mühim şahıslarla, tarihî ve coğrafi terimleri bir araya getirmiştir. 19. Yüzyılda şuarâ tezkireleri yazılmaya devam etmiştir. Bu tezkireler değerlendirilmeye ve diğer yüzyıllarda yazılan tezkirelerle mukayeseye tabi tutulduğunda türün yetersiz örnekleridir. Yüzyılın şuara tezkirelerini şöyle sıralayabiliriz: Şefkat, Şefkat Tezkiresi; Esad Efendi, Bağçe-i Safâ-Endûz’; Arif Hikmet, Arif Hikmet Tezkiresi; Fatin, Hâtimetü’l-Eş’ar; Mehmed Tevfik, Mecmuatü’t-Terâcim; Çaylak Tevfik, Kâfile-i Şu`arâ ve İbnü’l-Emin Mahmud Kemal İnal, Kemâlü’ş-Şu`arâ. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl) Bu yüzyılın tarih yazıcılığı alanındaki en önemli ismi Ahmed Cevdet Paşa’dır. Ahmed Cevdet Paşa on iki ciltlik Tarih-i Cevdet’ini zengin bir biyografi ile kaleme almıştır. Sahaflar Şeyhizade Mehmed Efendi, Üss-i Zafer isimli tarih kitabını yazarken vakanüvis tarihçilik anlayışı da XIX. Yüzyılda devam etmiştir. 19 yüzyılda klasik edebiyat ürün vermeye devam ederken, yeni düzen arayışının sonucu olarak Batı etkisinde gelişen yeni bir edebî anlayışla da muhatap oluruz. Mehmed Emin Vahid Paşa’nın Fransa Sefâretnâme’si, Ahmed Muhib Efendi’nin iki Sefâretnâme’si, Seyyid Mehmed Refi’nin İran Sefâretnâme’si bu yüzyılda yazılmış sefaretnamelerden birkaçıdır. Tekkeler çerçevesinde gelişen tasavvufi Türk edebiyatı bu yüzyılda diğer yüzyıllara göre sayı bakımından daha az şairle temsil edilmekle birlikte varlığını sürdürmeye devam etmiştir. 19. Yüzyılda tasavvufi edebiyat geleneğinin en önemli temsilcilerinden biri olarak Ahmed Kuddusi Efendi (ö. 1849) göze çarpar. Şiirlerini aruz ve hece ölçüsüyle yazmıştır. Medine’de on yedi yıl bulunmasına vesile olan Hz. Peygamber aşkı, şiirlerinin ana temasını oluşturur. Bunun dışında ölüm temasının kullanımı ve nasihat üslubu şiirlerinin öne çıkan özelliklerindendir. Namık Kemal gibi birçok Tanzimat aydınının manevi yönü üzerinde etkili olan Osman Şems Efendi (1893), yüzyılın önemli mutasavvıf şairlerindendir. Tasavvufi unsurlar şiirlerinin temelini oluşturur. Osman Şems’in şiirleri bestelenerek tekkelerde okunmuştur. 19. Yüzyılda tasavvufi şiir geleneğinin diğer temsilcileri olarak, Sûzî Ahmed Efendi (ö. 1830), Aczî mahlaslı Balıkesirli Müridzade Mustafa Ağa, şiirlerinde Allah ve Peygamber sevgisini samimi bir şekilde dile getiren Sultan II. Mahmud’un kızı Adile Sultan (ö. 1899), son dönem Bektaşi pirlerinden Mehmed Ali Hilmi Dede Baba, yine tasavvufi mahiyetteki şiirleriyle dikkati çeken Erzurumlu Emrah’ı sayabiliriz. 19 yüzyılda klasik edebiyat eser vermeye devam ederken, yeni düzen arayışının sonucu olarak Batı etkisinde gelişen yeni bir edebî anlayışla da muhatap oluruz. Bunda yeni açılan okulların, Batıdan yapılan tercümelerin, gazetelerin, Tanzimat Fermanı’nın etkili olduğunu söyleyebiliriz. Türk edebiyatı bu dönemde; roman, tiyatro, edebiyat ve eleştiri gibi yeni türlerle tanışır. Yenileşme devri Türk edebiyatı, kendine model aldığı Fransız şiirinden hareketle yeni muhteva, konu, dil, üslup ve şekil arayışları içine girer. Yenileşme devri Türk edebiyatı, kendine model aldığı Fransız şiirinden hareketle yeni muhteva, konu, dil, üslup ve şekil arayışları içine girer. Aslında bu arayışın temelinde 19. Yüzyıldaki zihniyet dünyasının değişimi yatar. Tanzimat yıllarında düz yazıyla birlikte şiirde başlayan yenilikler ilk olarak muhtevada (içerik) göze çarpar. Şiirin muhtevasındaki ilk değişiklikler Şinasi’de görülür. Şinasi 1826’da İstanbul’da doğdu. Asıl ismi İbrahim’dir. Mahalle mektebini bitirdikten sonra Tophane kalemine girdi. Şark dilleri ve ilimlerini İbrahim Efendi isimli bir şahıstan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl) Şiir muhtevasındaki ilk değişiklikler Şinasi’de görülür. öğrendi. Tophane Müşiri Fethi Paşa tarafından maliye öğrenimi için 1849 yılında Paris’e gönderildi. Orada beş yıl kaldı. Yurda dönüşünde Meclis-i Maarif-i Umumiye üyeliğine atandı. Mustafa Reşid Paşa’yla sıkı bir dostluk kurdu. 1871’de vefat etti. Şinasi’nin eserleri: Tercüme-i Manzûme, Müntehabât-ı Eş’âr, Şâir Evlenmesi, Durûb-ı Emsâl-i Osmâniyye’dir. Şinasi, edebiyatımızın yenileşme sürecinde öncü kimliğiyle dikkati çekmiş bir isimdir. Düşünce dünyamıza yeni değer yargıları taşımıştır. İlk şiir tecrübelerini klasik şiir çizgisinde veren Namık Kemal, 1840’ta Tekirdağ’da doğmuştur. Çocukluğu dedesi Abdullatif Paşa’nın yanında geçen Namık Kemal, ilköğrenimini İstanbul’da tamamlamıştır. Şair, ilköğrenimini takiben aldığı özel derslerle de kendini geliştirmiştir. Leskofçalı Galip Bey aracılığıyla Encümen-i Şuara’ya katılmıştır. Sanatçı kimliğini derinden etkileyen olay 1862 yılında Şinasi ile tanışması olmuştur. Şinasi’yle dostluğu, onun eski şiirden ve eski şiir estetiğinden kopmasına yol açmıştır. Şinasi’nin Paris’e kaçması üzerine Tasvir-i Efkâr gazetesini tek başına çıkarmıştır. 1867’de o da Paris’e kaçar. Orada Ziya Paşa ile birlikte Hürriyet gazetesini yayın hayatına geçirir. 1870’de İstanbul’a döner. İbret gazetesi denemesi, özellikle Vatan Yahut Silistre piyesinin oynanmasını müteakiben meydana gelen gösterilerden sonra Magosa’ya sürülür. V. Murad’ın tahta çıkışıyla 1876’da tekrar İstanbul’a döner. Şiar, Sultan II. Abdülhamid’in tahta çıkışının ilk yıllarında Ziya Paşa ile Kanun-i Esasi Encümeni’nde bulundu. Bilahare gelişen olaylar sonucunda Midilli, Rodos ve Sakız’a gönderildi. Oralarda mutasarrıflık görevlerini yerine getirdi. 2 Aralık 1888 tarihinde Sakız’da vefat etmiştir. Namık Kemal; vatan, millet, halk, hak, hürriyet, istiklal, eşitlik gibi kavramları yenileşme dönemi Türk şiirine getirmiş bunları heyecanlı bir üslupla şiirlerinde ifade etmiştir. Namık Kemal; vatan, millet, halk, hak, hürriyet, istiklal, eşitlik gibi kavramları yenileşme dönemi Türk şiirine getirmiş bunları heyecanlı bir üslupla şiirlerinde ifade etmiştir. Namık Kemal’in en önemli yönlerinden biri de fikir adamlığı kimliğidir. Hayatı edebî arayışlarla birlikte siyasi mücadeleler içinde geçmiştir. Namık Kemal, birçok edebî türün gelişiminde öncü rolü üstlenmiştir. Eserlerini; şiirleri, romanları, tiyatroları, edebiyat üzerine tenkit ve yazıları, tarihleri olarak sınıflandırabiliriz. Romanları: İntibah yahut Ali Bey’in Sergüzeşti, Cezmi; tiyatroları; Vatan Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Gülnihâl, Celâleddin-i Harzemşâh ve Kara Belâ’dır. Şinasi ve Namık Kemal’in yanı sıra eski ile yeni arasında gidip gelen edebî anlayışıyla Ziya Paşa, yenileşme dönemi Doğu-Batı ikilemini eserlerinde geniş ölçüde yansıtan bir sanatkardır. İç dünyasında yaşadığı çatışma, sanatını da önemli bir şekilde etkilemiştir. Şair, 1829’da İstanbul’da doğmuştur. İlköğrenimini tamamlayıp Sadaret kalemlerinden birine memur olarak giren Ziya Paşa, Mustafa Reşid Paşa’nın yardımıyla sarayda kâtiplik vazifesine getirilir. 1859’da yazdığı Terci-i Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl) Bent ile ilk şöhretini kazanan şair, İstanbul ve dışında birçok memurlukta bulunur. Bir süre Paris’e kaçar. 1871’de İstanbul’a döndükten sonra Şura-yı Devlet üyeliği yapar. Sultan II. Abdülhamid döneminde vezir rütbesiyle önce Suriye, bilahare Konya ve Adana valiliklerine getirilir. Adana valisi iken 1880’de vefat eder. Ziya Paşa’nın eserlerinin bir kısmı; Eş’âr-ı Ziya, Zafernâme, Rüyâ, Harâbât, Endülüs Târîhi ve Engizisyon Târîhi’dir. Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal üçlüsü Tanzimat dönemi edebî hayatının ilk devresini teşkil eder. Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal ekolünün en önemli özelliği siyasi-sosyal konulara kayıtsız kalmaması, sosyal problemleri edebiyata taşımasıdır. Bu üç ismin ortak edebî özellikleri; yeni edebî türleri denemeleri, çoğunluğu sosyal ve siyasal konular olmak üzere Batılı düşünceleri edebî eserler yoluyla tebliğ etmeleri, halkın kullandığı anlaşılabilir bir dille yazmalarıdır. Abdülhak Hamid, bu devrenin felsefi, metafizik düşüncelerinin yanında, şiirde çok değişik şekillere özentisiyle dikkati çeken isimdir. Tanzimat’ın ikinci edebî devresini oluşturarak Servet-i Fünun edebiyatının başlangıcı kabul edilen süreç, Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamid Tarhan ve Samipaşazade Sezai’nin öne çıktığı dönemdir. 1896 yılına kadar devam eden bu dönemin önemli özelliği, söz konusu şairlerin, öncekilerin aksine, politikadan, hatta sosyal olaylardan uzak durmalarıdır. Haliyle bu şairler, edebî anlayışlarını bu çerçevede sınırlandırmışlardır. Bu sınırlamaya rağmen edebî şekil ve temalarda kendilerinden öncekilere kıyasla büyük bir çeşitlilik ortaya çıkmıştır. Yazılan eserlerin aşırı duygusal yapısı bu şahsiyetlerin mizaçlarından kaynaklanmaktadır. Tanzimat’ın ikinci devresinin öncü isimlerinde Recaizade Mahmud Ekrem, Servet-i Fünun dönemininin mimarıdır. Şairliğinden çok hocalığı, yeni bir edebî neslin yetişmesindeki etkisi ve tenkitçiliği sebebiyle Üstad-ı Ekrem olarak anılmıştır. Üstad-ı Ekrem Recaizade 1847 yılında İstanbul’da doğmuştur. Öğrenimini İstanbul’da tamamladıktan sonra dışişlerine memur olarak girdi. Burada tanıştığı Namık Kemal’in dostluğunu kazandı. Şura-yı Devlet üyeliği, Mekteb-i Mülkiye ve Galatasaray Sultanisi hocalıkları yaptı. 1908’den sonra evkaf ve maarif bakanlıklarında bulundu. Meclis-i ayan üyesi iken Ocak 1914’te vefat etti. Eserlerinden bazılarını Ta’lim-i Edebiyat, Araba Sevdâsı yahut Bihrûz Bey’in Âşıklığı, Zemzeme I, Zemzeme II, Zemzeme III olarak sıralayabiliriz. Abdülhak Hamid, bu dönemin felsefi, metafizik düşünceleriyle şiirde değişik şekillere dikkati çeken isimdir. 1852’de İstanbul’da doğan Abdülhak Hamid tanınmış bir aileye mensup olup iyi bir eğitim almıştır. Eğitim hayatından sonra memuriyete girdi. Dışişlerine bağlı olarak yabancı ülkelerdeki elçiliklerde değişik görevlerde bulundu. Meclis-i ayan üyeliği yaptı. Cumhuriyet döneminde milletvekili oldu ve bu görevde iken 1937’de vefat etti. Sahrâ, Makber, Ölü, Hacle, Belde, Bunlar Odur, Garâm, İlhâm, Vâlidem, İlhâm-i Vatan, Yabancı Dostlar şiir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl) kitaplarıdır. Şiir kitaplarının yanında tiyatro eserleri de vardır. Tiyatro eserleri sahnelenmek için değil okunmak için yazılmıştır. Tanzimat’ın ikinci devresinde öne çıkan bir diğer isim ise, Sami Paşazade Sezai’dir. Sami Paşa’nın oğlu olarak 1859 yılında dünyaya gelen Sezai Bey, babasının okul özelliğindeki konağında yetişmiştir. Bir süre kalemde çalışmış, Londra elçiliği ikinci kâtipliğinde bulunmuş, İttihad ve Terakki Cemiyetine girmiş, elçilik yapmış ve 1936 yılında ölmüştür. Sezai Bey, Ekrem-Hamid-Sezai mektebinin son halkasını oluşturur ve onların içinde şiirle uğraşmayan tek ediptir. Onun edebiyat alanındaki en önemli başarısı Sergüzeşt romanıyla, Küçük Şeyler adını verdiği Batılı tarzda ilk küçük hikayeleri yazmış olmasıdır. Sami Paşazade Sezai, hikaye ve roman dışında hatıra, gezi notları, mektuplar, edebî makaleler ve takrizler kaleme almıştır. Tanzimat’ın ikinci devresinde öne çıkan bir diğer isim ise, Sami Paşazâde Sezai’dir. 19. Yüzyılın sonunda isimlerini etrafında toplandıkları Servet-i Fünun dergisinden alan bir edebî topluluk ortaya çıkar. Edebiyat-ı Cedide de denilen Servet-i Fünun, 1896-1901 arasında kısa fakat yoğun bir edebî faaliyet yürütmüştür. Şiirde, Tevfik Fikret, Cenap Şehabeddin, Hüseyin Siret (Özsever), Hüseyin Suad Yalçın, Süleyman Nazif, Faik Ali (Ozansoy), H. Nazım (Ahmed Reşid Rey), A. Nadir (Ali Ekrem Bolayır), Celal Sahir (Erozan); nesirde, Halid Ziya Uşaklıgil, Mehmed Rauf, Hüseyin Cahid (Yalçın), Ahmet Hikmet, Safveti Ziya ve Ahmed Şuayb Servet-i Fünun’un dikkati çeken isimleridir. Tanzimat’ın her iki neslinin ve bunların dışında kalanların adlandırılmaları, grup olarak değerlendirilmeleri kendilerinin değil, edebiyat tarihçilerinin tasarrufudur. Servet-i Fünun mensupları ise, ilk defa bir edebî cephe oluşturuyordu. Bununla beraber prensiplerini, edebî görüşlerini ihtiva eden bir beyannameleri yoktu. Gerçeklerden kaçıp hayal dünyasına sığınmak Servet-i Fünun anlayışının belirgin özellikleri arasında yer alır. Onların yazdıkları pek çok şiir ve romanın konuları kadar adları da hayal-hakikat tezadını veya hayata karşı kırgınlıklarını dile getirir. Duygu bakımından içe kapanık, hastalıklı tavırlarına karşılık Servet-i Fünun mensupları, şiirde parnasyen, romanda da realist anlayışa bağlıdır. Bu da onları tasvir ve tahlillerinde gerçekçi olmaya yöneltmiştir. Şiirde eski nazım sentaksı bırakılarak cümleler mısra ve beyit düzeninin dışına taşırılmıştır. Servet- i Fünun şiirinin en önemli ismi olarak şöhret kazanan Tevfik Fikret (1867-1915) yılları arasında yaşamıştır. Onun Türk şiirine etkisi Namık Kemal etkisiyle benzeşmektedir. Servet-i Fünun dergisine girmeden önce daha çok eski tarzda şiirler yazmıştır. Servet-i Fünun dergisinde çıkan şiirleri onun olgunluk dönemi şiirleridir. Tevfik Fikret’in şahsi üslubunun oluşmasında Fransız şiirinin Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl) etkisi büyüktür. Fikret’in şiirlerinde yapı önemlidir. Ana fikirle ayrıntılar birbiriyle uyumludur. Servet-i Fünun mensuplarında olduğu gibi onda da yeni bir şiir dili, yeni imgelem sistemi, şiirde ahenk, Batı kaynaklı yeni nazım şekilleri dikkati çeker. Servet-i Fünun romanında Halit Ziya (1866-1945), Mehmet Rauf (1875-1931) dikkati çeker. Türk edebiyatında kent ve kültür romancılığının öncülerinden olan Halit Ziya, asıl sanatçı yönünü Aşk-ı Memnû romanıyla göstermiştir. Aşk-ı Memnu, anlatının ortaya konuş şekliyle, Türk romanı için bir dönüm noktası sayılır. Servet-i Fünun romanında Halit Ziya’dan sonra en önemli isim Mehmet Rauf’tur. Mehmet Rauf, şöhretini Eylül romanı ile sağlamıştır. Edebiyat tarihçileri tarafından Türk edebiyatının yenileşme döneminde Tanzimat’ın ikinci nesli ile Servet-i Fünun arasında daha çok 1884-1896 yılları arasında yoğun olarak edebî faaliyette bulunan nesil için ara (mutavassıt) nesil tabiri üretilmiştir. Bunlar belirgin bir yayın organı ve sanat anlayışı etrafında toplanmamışlardır. Onlarla ilgili bir ortak özellikten bahsedilecekse bu, “küçük ve günlük hassasiyetleri” eserlerine tema olarak taşımalarıdır. Servet-i Fünun romanında Halit Ziya (1866-1945), Mehmet Rauf (1875-1931) dikkati çeker. Ara nesil içinde edebiyat tarihlerine hemen daima sıra dışı bir kişilik olarak girmiş olan Muallim Naci’yi (1850-1893) anmalıyız. Recaizade Ekrem’le aralarında başlayan edebî münakaşaların bir tarafı olarak tanınması tam olarak anlaşılamasına engel olmuştur. Eskinin bir taraftarı olarak gösterilmiştir. Aslında şekil olarak Fransız nazmını andıran özgün şiir denemelerine girmiştir. Muallim Naci, daima yerli bir çizgi üzerinde ilerleme gayretiyle dikkat çeker. Bu yıllarda edebiyat gruplarının dışında tutulmuş iki şahsiyet daha vardır. Ahmed Mithat (1844-1912) ve Beşir Fuad (1852-1887). Ahmed Mithat, Tanzimat’ın ilk neslinin eğlendirerek öğretmek kaidesini kendine çıkış yolu yapmış ve bu anlayışı eserlerine yansıtmıştır. Beşir Fuad ise, Türk kültür hayatında, ilk materyalist ve pozitivistlerden biri olupedebî eleştiri ve teori alanında önemli bir kişiliktir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Özet II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl) •Osmanlı Devleti, 18. Yüzyıla sosyal ve siyasal huzursuzluklarla birlikte girmiştir. Toplumsal hayattaki sarsıntılara rağmen kültür ve sanat hayatının gelişmeye devam ettiğini görüyoruz. Özellikle yüzyılın başında III. Ahmed, yüzyılın sonunda ise; III. Selim sanat hamisi olarak kültür hayatını ciddi anlamda etkilemiştir. Bu yüzyıl, klâsik şiir estetiğinin çözüldüğü bir dönem olmuştur. Şair sayısının artmasına rağmen, büyük denilecek şair sayısı çok azdır. 18. Yüzyıl klasik şiirinde öne çıkan isimler Şeyh Galip ve Nedim olmuştur. Bu yüzyılın klasik nesrine baktığımızda dönemin beklentilerinin etkisiyle yeni nesir türleri ortaya çıkmıştır. İsmail Hakkı Bursevi ve Erzurumlu İbrahim Hakkı devrin mutasavvıf şairlerindendir. •19. yüzyıla tam bir buhran atmosferiyle giren Osmanlı kurtuluşu yenileşmede ve batılı değerlere sarılmada buldu. Bu da hayatın her alanında Doğu-Batı değerlerinin çatışma zeminin filizlendirdi. Bu durum edebiyat üzerinde de etkili oldu. Bir taraftan klasik edebî hayat devam ederken diğer taraftan da yenileşme hareketlerinin etkisiyle farklı bir edebî anlayış yükseldi. Bu yüzyılda klasik edebiyat eski parlak dönemlerini kapatmış, büyük isimler yetiştirememiştir. Hersekli Arif Hikmet, Leskofçalı Galip, Keçecizade İzzet Molla yüzyılın klâsik çizgideki şairlerindendir. Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa ise yeni edebî anlayışın öncü isimlerindendir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl) DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi XVIII. Yüzyılın şairlerindendir? a) Korkut (Harimi) b) III. Selim (İlhami) c) Fatih Sultan Mehmed (Avni) d) III. Mustafa (Cihangir) e) Kanuni Sultan Süleyman (Muhibbi) divan sahibi hükümdar 2. 18. Yüzyıl klasik şiiri için aşağıdakilerden hangisi söylenemez? a) Klasik şiir estetiğinin katı kurallarında çözülmeler ortaya çıkmıştır. b) Tasavvufi aşkı dile getiren şiirlerin sayısında azalma olmuştur. c) Edebî eserlerde mahallî konulara daha fazla yer verilmiştir. d) Şiirde özgün hayaller ve anlam derinliği önemsenmiştir. e) Şiir dili önceki yüzyıllara göre daha sade ve açıktır. 3. Nâbi üslûbunun 18. Yüzyıldaki en büyük temsilcisi kimdir? a) Nedim b) Esrar Dede c) Koca Ragıb Paşa d) Tokatlı Nuri e) Enderunlu Fâzıl 4. Aşağıdakilerden hangisi Şeyh Galip’in eserlerinden biridir? a) Tufan-ı Marifet b) Leyla vü Mecnun c) Hüsrev ü Şirin d) Hubaname e) Hüsn ü Aşk 5. Aşağıdaki eşleştirmelerden hangisi yanlıştır? a) Enderunlu Fazıl-Zenanname b) Seyyid Vehbi-Surname c) Yirmi Sekiz Çelebi Mehmed- Fransa Sefaretnamesi d) Erzurumlu İbrahim Hakkı-Nesayihülüzera Velmera e) Tokatlı Nuri-Hirrename Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl) 6. Encümen-i Şuara topluluğunun amacı nedir? a) Batılı bir edebî anlayışı geliştirmek. b) Nabi’nin hikemi tarzını devam ettirmek. c) Divan şiiri geleneğini ortadan kaldırmak. d) Fars şiirine benzer şiirler yazmak. e) Klasik şiiri içine düşmüş olduğu kısır döngüden çıkarmak. 7. Aşağıdakilerden hangisi XIX. Yüzyılın klasik çizgideki şairleri arasında değildir? a) Lefkoçalı Galip b) Enderunlu Vasıf c) Hersekli Arif Hikmet d) Tevfik Fikret e) Yenişehirli Avni 8. Tanzimat Döneminde Üstad-ı Ekrem olarak tanınan Türk şair ve yazarı kimdir? a) Namık Kemal b) Recaizade Mahmud Ekrem c) Ziya Paşa d) Abdülhak Hamid Tarhan e) Cenab Şehabeddin 9. Aşağıdakilerden hangisi Namık Kemal’in eserlerinden biri değildir? a) İntibah b) Cezmi c) Eylül d) Gülnihal e) Vatan Yahut Silistre 10. Servet-i Fünun şiiri ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a) Eski nazım sentaksı bırakılarak cümleler mısra ve beyit düzeninin dışına çıkarılmıştır. b) Parnasyen anlayışa sahiptir. c) Duygu bakımından içe kapanıktır. d) Fransız şiirinin etkisi büyüktür. e) Eski şiirdeki imgeleri devam ettirmişlerdir. Cevap Anahtarı 1-b, 2-d, 3-c, 4-e, 5-d, 6-e, 7-d, 8-b, 9-b,10-e Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl) YARALANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Babinger, Franz (1992), Osmanlı Tarih Yazarları Sözlüğü, (Çev.Coşkun Üçok): Mersin. Banarlı, Nihat Sami (1987), Resimli Türk Edebiyatı Destanlar Devrinden Zamanımıza Kadar, I- II: Ankara. Beydilli, Kemal (1999), “Küçük Kaynarca’dan Yıkılışa”, Osmanlı Devleti Tarihi, I, (Ed. Ekmeleddin İhsanoğlu): İstanbul. Canım, Rıdvan (1998), Türk Edebiyatında Sâkînâmeler ve İşretnâmeler: Ankara. Ceylan, Ömür (2004), “Tasavvufî Edebiyat (Osmanlı Sahası)”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, (Ed. Önder Göçgün), V: Ankara. Coşkun, Menderes (2004), “Son Klâsik Dönem Nesir”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, (Ed. Önder Göçgün), V: Ankara. Coşkun, Menderes (2004), “Geç Dönem Nesir”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, (ed. Önder Göçgün), V: Ankara. Enginün, İnci (2006), Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat’tan Cumhuriyete: İstanbul. Gariper, Cafer (2005), “Ara Nesil”, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı (Ed. Ramazan Korkmaz): Ankara. Gariper, Cafer (2005), “Yenileşmenin Başlangıcı ve Öncüleri”, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı (Ed. Ramazan Korkmaz): Ankara. Gölpınarlı, Abdulbaki (1972), Türk Tasavvuf Şiir Antolojisi: Ankara. Horata, Osman (2009), Hasbahçede Hazan Vakti 18. Yüzyıl: Son Klâsik Dönem Türk Edebiyatı: Ankara. Horata, Osman (2004), “Son Klâsik Dönem Nazım”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, (Ed. Önder Göçgün), V: Ankara. İpekten, Haluk ve Mustafa İsen, (1992), “ XVIII. Yüzyıl Divan Edebiyatı”, Türk Dünyası El Kitabı, III: Ankara. İpekten, Haluk (2000), Şeyh Gâlib-Hayatı Sanatı Eserleri: Ankara. İpekten, Haluk (1988), Türk Edebiyatının Kaynaklarından Türkçe Şuarâ Tezkireleri: Erzurum. İpekten, Haluk (1996), Divan Edebiyatında Edebî Muhitler: İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 II. Klâsik Dönem ( 18-19. Yüzyıl) İsen, Mustafa ve Cemal Kurnaz(1992), “ XIX. Yüzyıl Divan Edebiyatı”, Türk Dünyası El Kitabı, III: Ankara. İsen, Mustafa vd. (2006), Eski Türk Edebiyatı El Kitabı: Ankara. İsen, Mustafa ve Ali Fuat Bilkan, (1997), Sultan Şairler: Ankara. Kemikli, Bilal (2010), Türk İslam Edebiyatı Giriş: Bursa. Kolcu, Ali İhsan (2007), Tanzimat Edebiyatı I Şiir: Konya. Kolcu, Ali İhsan (2005), “Yenileşmenin İkinci Kuşağı”, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı (Ed. Ramazan Korkmaz): Ankara. Kocatürk, Vasfi Mahir (1970), Büyük Türk Edebiyatı Tarihi: İstanbul. Korkmaz, Ramazan (2005), “Servet-i Fünûn”, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı (Ed. Ramazan Korkmaz): Ankara. Kurnaz, Cemal (1999), Türkiye-Orta Asya Edebî İlişkileri: Ankara. Kut, Gunay (1999), “Anadolu’da Türk Edebiyatı”, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, (Ed. E. İhsanoğlu), I: İstanbul. Macit, Muhsin (2004), Nedim Hayatı Sanatı Eserleri: Ankara. Mazıoğlu, Hasibe (1982), “Türk Edebiyatı, Eski”, Türk Ansiklopedisi XXXII: İstanbul. Mermer, Ahmet vd. (2010), Eski Türk Edebiyatına Giriş: Ankara. Okay, Orhan (2005), Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı: İstanbul. Özgül, Kayahan (2004), “Geç Dönem Nazım”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, (Ed. Önder Göçgün), VI: Ankara. Pala, İskender (2001), Nedim: İstanbul. Pekolcay, Necla (1994), İslâmî Türk Edebiyatı: İstanbul. Şener, Halil İbrahim ve Alim Yıldız, (2008), Türk İslam Edebiyatı: İstanbul. Şentürk, Ahmet Atilla ve Ahmet Kartal, (2004), Üniversiteler İçin Eski Türk Edebiyatı Tarihi: İstanbul. Şentürk, Ahmet Atilla (1999), Osmanlı Şiiri Antolojisi: İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 İÇİNDEKİLER • Tanzimat’tan Millî Edebiyata Şiirde İslami Motifler • 20. Yüzyıl Türk İslam Edebiyatında Şiir • Çağdaş Türk İslam Edebiyatında Şiir • Çağdaş Türk İslam Edebiyatında Roman ve Hikaye HEDEFLER ÇAĞDAŞ TÜRK İSLAM EDEBİYATI • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar Türk şiirinde İslami unsurların nasıl yer aldığını fark edebilecek, • 20. Yüzyılda Türk İslam şiirinin gelişim sürecini kavrayabilecek, • Çağdaş İslami edebiyatın Türk şiir, roman ve hikaye alanlarındaki belli başlı temsilcilerini tanıyabilecek, • İslami edebiyat kavramını çağdaş Türk edebiyatı metinleri üzerinden değerlendirebileceksiniz. TÜRK İSLAM EDEBİYATI Yrd. Doç. Dr. Tacettin ŞİMŞEK ÜNİTE 13 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı GİRİŞ 19. yüzyılda başlayan batılılaşma, edebiyatın her dalında kendini ifade edecek imkanları ararken, dinî ve tasavvufi edebiyat geleneği de varlığını devam ettirmiştir. Encümen-i Şuara topluluğunda yer alan şairlerden Leskofçalı Galip (1928-1867), Hersekli Arif Hikmet (1839-1903), derin bir tasavvufi heyecana sahip Mevlevi şair Yenişehirli Avni (1826-1883) ve geleneğin son büyük halkalarından Osman Şems (1813-1893) bu grupta anılacak isimlerdir. Bireysel Etkinlik Türk İslam edebiyatının Tanzimat’tan günümüze kadarki tarihî gelişimini edebî türler çevresinde belli başlı yazar ve şairlerin ortaya koyduğu eserlerden takip etmeye ihtiyaç vardır. •Şiir amaç mı yoksa araç mıdır? sorusu üzerinde düşününüz. TANZİMAT’TAN MİLLÎ EDEBİYATA İSLAMİ MOTİFLER Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa’dan oluşan birinci kuşak Tanzimatçılarla yeni insan ortaya çıkar. Bu yeni insanın dünyaya bakışında ve dinî duygularında değişmeler görülmeye başlar. Şinasi, Allah’ın birliğine iman için aklın şahitliğine ihtiyaç duyar. Tanzimat'ın öncü isimlerinden Şinasi (1826-1871), Batı’dan gelen yeni düşünceleri temsil etmesi yanında, Türk şiirinde dinî içeriği dönüştürmesiyle de önemlidir. 16.-17. Yüzyılın akılcı filozoflarını hatırlatan bir dille konuşur; geleneksel dinî inancı, Batı’dan gelen rasyonalist (akılcı) tavırla birleştirmeye çalışır. Allah’ın birliğine iman için aklın şahitliğine ihtiyaç duyar. Bu tavır, imanı akli temellere oturtmaya yöneliktir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Şinasi, Münâcât’ında; Vahdet-i zâtına aklımca şahâdet lâzım Cân ü gönlümle münâcât ü ibâdet lâzım Namık Kemal, şiirlerinde tasavvuf kültüründen yararlanır. diyerek aklı ve gönlü iş birliğine çağırır. Gönül, aklın onayından geçen bir inancın gereğini yerine getirecektir. Peşin kabullerle şekillenen dinî inancın yerini akli iman alır. Ancak Şinasi bu akli sorgulamadan pişmanlık duyar; imanı akılla denetlerken günah işlediği kaygısıyla Allah’ın rahmetine sığınır. Şinasi’nin rehberliğinde Batılı değerleri tanıyan Namık Kemal (1840-1888), geleneksel iman ve tasavvuf çizgisine yakın durur. Toplumsal temalı şiirleri dışında kalan manzumelerinde, klasik edebiyatın tasavvuf simgelerini aslına uygun olarak kullanır. Diller ki tâb-ı rû-yı dilârâda gizlenir Zerrâttır ki mihr-i tecellâda gizlenir (Gönüller, gönül çeken sevgilinin yüzündeki ışıkta; yaratılmış her zerre de görünen güneşte gizlenir.) Ziya Paşa’nın şiirlerinde Doğu ve Batı medeniyetleri karşı karşıya gelir. beyti, klasik Türk şiirinin tasavvuf kolundan Namık Kemal’in şiirlerine düşmüş bir örnek gibidir. Namık Kemal, bu beytiyle gönül dâhil, yaratılmış her şeyin vahdette ve ilahi aşkın birliğinde gizlendiğini söylemektedir. Namık Kemal’e göre kendilerini Allah’a veren olgun kulların güneşe benzeyen kalpleri, ilahi sırların gizlendiği yerdir. Gönül, görünende (maddede) değil, görünmeyende (manada) gizlidir. Şiirlerinde geçen “Hızır, Refref, Sidre, masiva, Kâbe, kabe kavseyn, San’an, Cibril, Tur, Mesih, Kelim...” gibi tabirler, Namık Kemal’in geleneksel tasavvuf kültüründen ne ölçüde beslendiğini düşündürügösterir. Varlığın ve ölümün sırlarını kavrama konusunda aklın yetersizliği Hamit’i Allah’a sığınmak zorunda bırakır. Tanzimat şiirinin üçüncü ismi olan Ziya Paşa’da (1825-1880) dinî duyarlık, tereddütler ve kaygılarla beslenerek karşımıza çıkar. Harabat Mukaddimesi’ne olduğu gibi Külliyât-ı Ziyâ Paşa’ya da münacat ve naatlerle başlayan Ziya Paşa’nın ruhunda Doğu ve Batı medeniyetleri karşı karşıya gelir. Paşa, his tarafıyla Doğulu kalmak, fikir tarafıyla Batılı olmak ister. Zaman zaman aklı ve kalbi arasında sıkışır. Her seferinde zor da olsa kalbi galip gelir. Bu yüzden de bir türlü tam anlamıyla Batılı olamaz. Dönemin şartları gereği bütünüyle Doğulu kalması da mümkün değildir. Samimi bir dindarın kumdan kalesi, Batıdan gelen pozitivist rüzgarlarla sarsılmıştır. Böylece Ziya Paşa tam bir ruhsal çelişki yaşar. Tevekkül ve teslimiyetine tereddütler sızar. Kendi medeniyet dairesinin değerlerine tutunmak ister. Her tereddüdün ardından yine bütün teslimiyeti ve samimiyetiyle Yaratan’a sığınır. Terci-i Bent’te isyanın eşiğine varırken, Terkib-i Bent’te “durulmuş, huzura ermiş gibi” teslimiyetçi bir tavır sergiler. Ziya Paşa, bir yanda sezgi yeteneği öte yanda Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı muhakeme gücüyle iki medeniyet arasında sıkışmış tipik bir Osmanlı aydınıdır. İmanıyla kendi medeniyet çevresine bağlı kalmaya çalışırken iradesiyle olaylara müdahale etmek ve hayatını yeniden kurmak ister. Tevfik Fikret, ilk gençlik döneminde tam anlamıyla ‘mümin’dir. Tanzimat’ın ikinci kuşağından Abdülhak Hamit’te (1852-1937) ise akıl ve kalp sürekli çatışma hâlindedir. Hamit'te tevekkülün yerini tereddüt ve şüphe alır. Varlığın ve ölümün sırlarını kavrama konusunda aklın yetersizliği, Hamit’i, Allah’a sığınmak zorunda bırakır. Özellikle Makber’de ölüm karşısında yaşadığı bunalım, Hamit’in inanç dünyasını altüst eder. Ölümle eş değer gördüğü yokluğu kabullenemeyen bir mizaç, sonu yokluk olan bir var oluştan da ıstırap duyar. Ölüm, bedenin/maddenin biçimini değiştirmektedir. Hamit’in mantığı bu değişimi kabul etmez. Yok, ben bu tahavvüle dayanmam Böyle bir hakikate inanmam dizeleriyle buna isyan ederken boşluğa düşer. Bu tavrıyla yeni insanın zihniyet değişiminin de işaretlerini verir. Yeni insan, inanmayı felsefi bir problem olarak görmektedir. Eskilerin kulluk ve teslimiyet duygusu içinde ölümü munis görmelerine karşın, bu yeni insan, akıl ve iradesiyle hayatını düzenlemeye çalışırken, başı ölüm engeline çarpmaktadır. Ölüm korkusu, hayatı çekilmez kılmaktadır. Tereddüt, şüphe ve isyan çığlıklarına rağmen Hamit, yer yer itaatkâr bir mümin tavrı sergiler: Sen Hâlıkımızsın ettik îmân Bir sende bulur bu ye's pâyân Sen varken olur mu âhiret yok Yok, şüphe ki sende mağfiret çok Servet-i Fünun dönemi şairlerinden Tevfik Fikret (1867-1915), ilk gençlik döneminde tam anlamıyla bir ‘mümin’dir, Yasin ve Mevlid-i Şerif okur, beş vakit namaz kılar, hatta ‘sofu olduğu’ rivayet edilir. Başlangıçta dinî duyarlığın ifadesine hizmet eden şiirler kaleme alırken zaman içinde dine özgü motifleri şiirin ve hayatın dışına iter. Bir başka deyişle, dinî duyarlık, yerini hayat/tabiat/toplum mistisizmi denilebilecek bir yaklaşıma bırakır. Fikret’in, ilerleyen dönemlerde din karşısında olumsuz tavır takınması, Rübab-ı Şikeste’deki dinî konulu şiirleri ilgi çekici kılar. Mirsad dergisinin yarışmasında birinci olan Tevhit, şiir-mensur şiir arası bir metindir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı “Yâ Rabbî! Bana rûhu, vicdânı, lisânı veren sensin. O rûhu ki dâim sana incizâp eder (tutkundur); o vicdânı ki dâim seni takdîse şitâp eder (kutsamaya çalışır); o lisânı ki dâim senin tahdîs-i niâmınla (nimetlerini şükranla karşılayarak) feyz-i dîger (başka bereket) iktisâb eder. (kazanır). Metnin manzum bölümleri, “Değildir kulluğundan başka lezzetten gönül âgâh/Senin lûtfundur ümmîdim, senin meczûbunum Allâh!!” dizeleriyle biter. Fikret, “Sabah Ezanında” adlı şiirde “Allâhü Ekber... Allâhü Ekber... / Bir samt-ı ulvî: Gûyâ tabîat / Hâmûş hâmûş eyler ibadet.” dizeleriyle ulvi bir ezan sesi eşliğinde bütün tabiatı sessiz bir zikir ve ibadet hâlinde tasvir eder. Ramazân, Sabâh-ı Iyd, Köyün Mezarlığında gibi şiirlerde de benzer bir tablonun çizildiği söylenebilir. Ancak Tevfik Fikret, zaman içinde huzursuz mizacından kaynaklanan bir savrulmayla var oluşun sırrını akıl gözüyle araştırmaya başlar. Bunalımlar yaşar. Bu bunalımları 1897’de yazdığı İnanmak İhtiyâcı adlı şiirle dile getirir. Fikret, Tevhit’ten yirmi üç yıl sonra yazdığı Tarih-i Kadimle, inanma problemini inanç bunalımına, giderek inkâra vardırır. Bu isyancı tavır, İslami duyuş ve söyleyişin temsilcisi Mehmet Akif tarafından tenkit edilir. Böylece Tevfik Fikret ve Akif arasında ciddi bir kalem kavgası yaşanır. Millî edebiyat döneminin kurucu isimlerinden Ziya Gökalp (1876-1924), Türkçü anlayışı temsil eden bir düşünür olmasına rağmen bazı manzumelerinde İslami içeriğe yer verir. Kızılelma’da (1914) yer alan Tevhîd, Türk’ün Tekbîri, İlâhi, Asker Duası gibi manzumeleri; Yeni Hayât’taki (1918) Din, Din ile İlim, İslâm İttihâdı, Halife ve Müfti, Çocuk Duâları, İlâhîler manzumeleri, ayrıca Köylü Şiirleri: Oruç, Ezân, Namâz, Zekât; Mevlid Duâsı, Diyarbekir Dârüleytâmı’nın Sünnet İlâhîsi gibi manzumeleri dinî muhtevaya örnek verilebilir. 20. YÜZYIL TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA ŞİİR Hilmi Yavuz “İslam şiirini “(i), İslam medeniyetinin şiiri (Örnek: Yahya Kemal); (ii) İslam akaidinin şiiri (Örnek: Mehmet Akif); (iii) İslam siyasetinin şiiri (Örnek: Necip Fazıl) şeklinde üç kategoride düşünmek” gerektiğini söyler. “İslamcı şiir” teriminin İslam siyasetinin (ya da daha yaygın bir deyişle ‘siyasal İslam’ın şiiri için kullanılabileceğini, asıl İslami şiirin ise Akif, Yahya Kemal, Necip Fazıl ve Ziya Osman Saba’daki gibi “zarif Müslüman ruhaniyetini lirik bir söylemle dile getirme becerisi”nden doğduğunu vurgular (Yavuz 2010). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Tartışma Bu çağda İslami şiiri, Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı; Cumhuriyet döneminde Necip Fazıl Kısakürek, çağdaş Türk edebiyatında Sezai Karakoç gibi belli başlı şairler üzerinden takip etmek mümkündür. • “İslami edebiyat”, edebiyatın biçimiyle mi yoksa içeriğiyle mi ilgili bir tanımlamadır? İslami edebiyatla, İslami olmayan edebiyat arasında hangi farklardan söz edilebilir? Bu sorular çevresinde bir tartışma başlatınız. İslami Edebiyatın Öncü Şairi: Mehmet Akif Ersoy Mehmet Akif, Müslümanları Kuran’ın evrensel mesajını kavramaya çağırır. Mehmet Akif Ersoy (1873-1936) yedi kitaptan oluşan Safahat’ında baştan sona dinî duyarlığın ifadesine hizmet eden şiir, manzume ve manzum hikâyeleri bir araya getirir. Poetikasını, “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı / Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı” şeklinde özetleyen Akif, zaman zaman telkinden uzaklaşarak tebliğe yönelir; İslam’ın özüne yönelik uyarılarla Müslümanları Kuran’ın evrensel mesajını kavramaya çağırır. Çalışmak, ümitsiz olmamak, tefrikaya düşmemek, azimden sonra tevekkül etmek, bilgiyi üstün değer bilmek gibi konularda Müslümanlara ileri hedefler gösterir. Birinci Safahat’ta Fatih Camii, Tevhid Yahud Feryad, Bayram, Kocakarı ile Ömer, Ezanlar gibi örneklerde, İslami motiflerin ve duyguların işlendiği görülür. İslam, bir duyuş ve yaşama tarzının adı olarak Akif’in eserlerine yansır. Safahat’ın ikinci kitabı Süleymaniye Kürsüsünde, hitabet üslubuyla ve tebliğ tekniğiyle yazılmış, inananları Kuran’ın mesajını doğru anlamaya çağıran uzun bir manzumedir. Hakkın Sesleri adlı üçüncü kitapta, Kuran’dan alınmış ayetlerden yola çıkarak İslam dünyasını yakından ilgilendiren sorunlar ve bunların çözüm yolları üzerinde durulur. Fatih Kürsüsünde alt başlıklı dördüncü kitap da birlikte düşünüldüğünde Akif bir vaiz, bir filozof, bir dava adamı, ama daima dinî duyuş ve düşünüşü üst düzeyde Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı bir isim olarak öne çıkar. İslam tarihinden seçilmiş tabloları şiirle resmeder, İran edebiyatının Sadi gibi mutasavvıf şairlerinden alınmış kıssaları Türkçeye kazandırır. Akif, Köse İmam’ın dilinden haksızlık karşısında susmayan, zulme boyun eğmeyen bir tavrı dile getirir. Hâtırâlar’daki manzumelerde Akif, Hakkın Sesleri ile başladığı ayet ve hadis meallerinden seçilmiş örneklerin serbest yorumuna devam eder. Bu fikrî muhteva, Âsım’da kendini temsil edecek genç kuşağa mensup ideal tipi bulur. Çanakkale destanıyla yalnızca düşünce planında kalmayan, eyleme de dönüşen bir dinî duyuşun coşkulu örneği verilir. Safahat’ın son kitabı Gölgeler’de de ayet ve hadis yorumları dikkati çeker. İslam idealiyle izah edilebilecek örnekler dışarıda tutulursa, Akif’in ‘dinî lirizm’e meyyal şair mizacı, özellikle dua karakterindeki şiirlerinde kendini gösterir. Süleymaniye Kürsüsü’nden duyulan; Ya ilâhî, bize tevfîkini gönder... –Âmin! Doğru yol hangisidir, millete göster!... –Âmin! yalvarışları veya Fatih Kürsüsü’nde yankılanan; Ya Rab, bizi kahretme, helâk eyleme... –Âmîn! (...) Göster bize, Yâ Rab, o güzel günleri... –Âmin! yakarışları, ibadetin bir bölümü olarak değerlendirilse de, Akif zaman zaman tasavvufa ait söz dağarcığından alınmış ögelerle de bir dua atmosferi kurar ve bunu Senin Mecnûnunum, bir sensin ancak taptığım Leylâ; Ezelden sunduğun şehlâ-nigâhın mestiyim hâlâ! şeklinde dile getirir. Akif, Safahat’ında bazen açık, bazen de üstü kapalı olarak telmihlere/anıştırmalara yer verir. Ayet ve hadislere göndermeler yapar. Asım adlı destani manzumede, Köse İmam’ın dilinden haksızlık karşısında susmayan, zulme boyun eğmeyen bir tavrı dile getirir: Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem. Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ boğarım… -Boğamazsın ki! -Hiç olmazsa yanımdan kovarım! Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam; Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam; Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum, Mehmet Akif güçlü ve sağlam bir imana sahiptir. O, haksızlıkları eliyle ve diliyle düzeltmekten yanadır. Kesilir belki fakat çekmeye gelmez boynum. Bu bölümde iki hadis-i şerifin manzum yorumu vardır: 1. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” 2. “Bir haksızlık gördüğünüzde önce elinizle, sonra dilinizle düzeltin. Yoksa kalbinizle buğzedin! Bu, imanın en zayıf derecesidir.” Şerif İçli’nin Hüseynî makamında bestelediği; Ezelden âşinanım ben, ezelden hem-zebânımsın Beraber ahde bağlandık, ne olsan yâr-ı cânımsın Ne olsam zerrenim, kalbimde hâlâ çarpar esrârın Gel ey cânan, gel ey can, kalmasın ferdâya dîdârın Bireysel Etkinlik güftesiyle ifade eden Akif, Hazret-i Peygamber’e olan sevgisini dile getirmek için Bir Gece adlı naati kaleme almıştır. • Mehmet Akif’in Bir Gece adlı naatini okuyunuz. • Ertuğrul Erkişi’nin Bir Gece adlı bestesini dinleyiniz. Mehmet Akif, Safahat’ında ayet ve hadislerin manzum yorumlarına da yer verir. Mehmet Akif’, Safahat’ta manzum ayet ve hadis yorumlarına da yer verir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Bir Gece On dört asır evvel yine bir böyle geceydi, Kumdan ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi! Lâkin o ne hüsrândı ki: Hissetmedi gözler; Kaç bin senedir, hâlbuki bekleşmedelerdi! Nerden görecekler? Göremezlerdi tabiî: Bir kerre zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi; Bir kerre de ma’mûre-i dünyâ, o zamânlar, Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi. Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta; Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi! Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin, Salgındı bugün Şark’ı yıkan, tefrîka derdi. Derken büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz, Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi! Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma’sûm, Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi! Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi; Zulmüm ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi! Âlemlere rahmetti, evet, şer’-i mübîni, Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi. Dünyâ neye sâhipse, onun vergisidir hep; Medyûn ona cem’iyyeti, medyûn ona ferdi. Medyûndur o ma’sûma bütün bir beşeriyet. Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret! (Ersoy 2001: 504) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Ayet meali: “İşte sana, onların kendi yolsuzlukları yüzünden, ıpıssız kalan yurtları!…” (Neml, 52) Âkif’in yorumu: Ah! Karşımda vatan nâmına bir kabristan Yatıyor şimdi… Nasıl yerlere geçmez insan? (Safahat, s.224) Ayet meali: “Oğullarım. Gidiniz de Yusuf’la kardeşinizi araştırınız; hem sakın Allah’ın inayetinden ümidinizi kesmeyiniz. Zira, kafirlerden başkası Allah’ın inayetinden ümidini kesmez.” (Yusuf, 87) Âkif’in yorumu: Âtîyi karanlık görerek azmi bırakmak… Örnek Alçak bir ölüm varsa, emînim budur ancak. Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle Îmânı olan kimse gebermez bu ölümle… İş bitti… Sebâtın sonu yoktur!” deme, yılma. Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma. (Safahat, s.231) Ayet meali: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9) Âkif’in yorumu: Olmaz ya… Tabii... Biri insan biri hayvan! Öyleyse cehâlet denilen yüz karasından Kurtulmaya azmetmeli baştan başa millet… (Safahat, s.234) Ayet meali: “Allah’ın asar-ı rahmetine bir baksan a! Toprağı öldükten sonra, tekrar nasıl diriltiyor? İşte o Allah, bütün ölüleri muhakkak diriltecek. Hem o her şeye kadir”. (Rûm, 50) Âkif’in yorumu: Bir yeşil kan, bir yeşil can yağdırıp kudret, yere; Yemyeşil olmuş fezâ; gömgök kesilmiş dağ, dere. En kısır toprak doğurmuş, emzirir birçok nebat; Fışkırır bir damlacık ottan tutup sıksan, hayat! Dün kemikten külçe hâlindeydi her çıplak fidan; Bak, ne sağlam kan, bugün dolgun yüzünden damlayan (Safahat, s.240) Hadis-i şerif meali: Müslümanlık huy güzelliğinden ibarettir. Âkif’in yorumu: Sade bir sözdür, fakat hikmetlerin en mücmeli: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Bir halâs imkânı var: Ahlâkımız yükselmeli. Yoksa pek korkunç olur katmerleşip hüsrânımız… Çünkü hem dünyâ gider, hem dîn, eğer yapmazsanız. (Safahat, 317) 10 Ödev gönderimi Ödev Çağdaş Türk İslam Edebiyatı •Ali Ulvi Kurucu ve şairliği üzerine bir araştırma yapınız. Üslup, vezin ve işlenen temalar bakımından Mehmet Akif’le benzeşen taraflarını 200 kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız ve hazırladığınız belgeyi göndermek için yandaki ödev linkini kullanınız. Türk İslam Medeniyetinin Şairi: Yahya Kemal Yahya Kemal (1884-1958), Süleymâniye’de Bayram Sabâhı’nda dinî duyuşun vücut verdiği sanat ve medeniyet değerlerini şiirin dünyasına taşır. Yahya Kemal’de İslami duyuş ve düşünüş şiirde ayrıcalıklı bir yer edinir. Şiir, kalbe hapsedilmiş bir duyuşun değil; dışa taşmış; taşa, sese ve davranışa dönüşmüş bir duyarlığın ipuçlarını verir. Mekan, mimari, müzik, tarih ve yaşama tarzı dinî duyuş çevresinde özgün bir terkiple şiire girer. İslami duyuş, düşünüş biçimiyle olduğu kadar, ibadetleriyle de şiirde ayrıcalıklı bir yer edinir. Mekân, İslam’ın mabedi Süleymaniye; zaman, İslam’ın kutsal günlerinden bayramdır. Gökte kanat, yerde ayak sesleri duyulmakta; insanlar ve hayaletler omuz omuza aynı hedefe yürümektedirler. Yaşayanlarla ataların ruhları aynı ortamda bir araya gelmektedir. Süleymaniye, Türk’ün Allah’ına adadığı bir yapıdır. En güzel mâbedi olsun diye en son dînin Budur öz şekli hayâl ettiği mimârînin (Beyatlı 1994: 4) dizeleri inancın mimari yoluyla ifadesini düşündürür. Süleymaniye ile gökyüzüne uhrevi bir kapı açılmıştır. Şair, Süleymaniye’nin mirasçısı olmaktan gurur duyar. Önceleri geometrik bir abide zannettiği mabette kendini atalarının mağfiret iklimine girmiş gibi hisseder. Süleymaniye’de “dili bir, gönlü bir, imanı bir” insan topluluğunun ferdi olmaktan mutludur. Büyük Allâh’ı anarken bir ağızdan herkes Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor tek bir ses (Beyatlı 1994: 5) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı dizeleri dinî vecd hâlinin ses ve sözle dışa vurumudur. Mabedin manevi atmosferinden tarihî geçmişe bir pencere açılır ve şair, dinî duyuşun fetih ülküsüne dönüştüğü sefer ve zafer sahnelerini coşkuyla seyreder. Ulu mabedde karıştım vatanın birliğine, Çok şükür Tanrıya, gördüm bu saatlerde yine Yaşayanlarla beraber bulunan ervâhı (Beyatlı, 1994: 5) dizeleri dirilerle ölülerin birlikte inşa ettiği bir vatan manzarası çizer. Yahya Kemal, Türk İslam medeniyetinin temel değerlerini; İslami hayatın ezan, namaz, oruç gibi unsurlarını; edebiyatı, mimarisi, plastik sanatlarıyla estetiğini şiirin diliyle ifade eder. Ezân-ı Muhammedî şiiri buna örnek olarak verilebilir: Emr-i bülendsin ey ezân-ı Muhammedî Kâfî değil sadâna cihân-ı Muhammedî Sultân Selîm-i Evvel’i râmetmeyüp ecel Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî Gök nûra garkolur nice yüz bin minâreden Şehbâl açınca rûh-ı revân-ı Muhammedî Ervâh cümleten görür Allâhü Ekber’i Akseyleyince arşa lisân-ı Muhammedî Üsküp’te kabr-i mâdere olsun bu nev-gazel Bir tuhfe-i bedî’ ü beyân-ı Muhammedî (Beyatlı 1993: 43-44) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Çağdaş bir Mevlevi: Arif Nihat Asya Arif Nihat Asya (1905-1975), şiirlerinde zengin dinî tasavvufi unsurlara yer verir. Dinle doğrudan ilgili olmayan konularda da dinî motifleri kullanarak eserlerinde dikkat çekici bir “dinî dekor” oluşturur. Yahya Kemal, Türk İslam medeniyetinin temel değerlerini şiirin diliyle ifade eder. . İman ve dinî coşku, din büyükleri, dine ait mimari, dinî tasavvufi günler ve törenler, tasavvuf ve tasavvufi cezbe hâli, tasavvuf büyükleri, şiirlerinde sık sık karşılaşılan temalar arasında yer alır. Mevlana sevgisine ve Mevlevi geleneğine bağlanan Arif Nihat, dinî tasavvufi içerikte serbest ve coşkulu bir ruh hâlinin şiirini yazar. Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının en güzel naat ve münacatlarını yazmış şairlerdendir. Naat adlı uzun şiir, Arif Nihat Asya’nın Hazret-i Peygambere olan samimi sevgisini ve bağlılığını dile getirir. Bu şiirde Hazret-i Peygamber, getirdiği dinle toplum hayatını düzenleyen, insanlığa ebedî mutluluğun kapılarını açan, çağından bunalan insanlar tarafından imdada çağırılan bir kurtuluş rehberi olarak tasvir edilir. Özellikle Duâlar ve Âminler kitabında bir araya getirdiği şiirlerde İslami unsurları ve tasavvufi motifleri sıklıkla işler. Kitapta yer alan Duâ başlıklı şiirler, yirminci yüzyıl insanının sığınması gereken makamı işaret eder. Bu yönüyle şiirlerinde Allah, Halık, Fettah, Hakk, Rab, Celil, Vedud gibi esma örneklerine de yer veren şair, Kuran-ı Kerim’i, Yasin, Fatiha, İhlas gibi sure adlarıyla birlikte anar. Yazdığı çok sayıda rubaide de Allah ve Peygamber sevgisini dile getirmiştir. İki tema için birer örnek: ŞükranYok hüsne hudûd, aşka hudûd Allâh’ım! Yetmez mi seni takdîse sücûd Allâh’ım! Ey gönlüne, ey zikrine âşıklarının, Arif Nihat Asya, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının en güzel naat ve münacatlarını yazmış şairlerdendir. En tatlı gelen ismi, “Vedûd”, Allâh’ım! (Asya 1973: 68) (Vedûd: Çok seven, Cenab-ı Hakk’ın isimlerinden) Mirâc . Hem Tanrı’yadır muhabbetin, hem bizedir… Zâten, bizi sen gözetmesen kim gözetir? Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Ey en büyük insan, göğe çıkman ayrı, Ordan yere dönmen, ayrı bir mu’cizedir. (Asya 1973: 132) Aşağıdaki metin de Arif Nihat Asya’nın Peygamber sevgisine iyi bir örnektir: Hazret-i Peygamber’in Vefatı Yok mu, ey yolcu, bu yoldan dönmek; Yeniden Refref’e binmek yok mu? Göğe çıktın yine… Lâkin bu sefer, Yâ Muhammed, yere inmek yok mu? Seni görmekte gecikmişleri de, Gelip, ashâbın edinmek yok mu? Ağlıyor, ağlıyoruz ardından… Bu sıcak yaşlara dinmek yok mu? Varmış Ukbâ’da buluşmak… Ammâ Bize dünyada sevinmek yok mu? Seni görmekte gecikmişleri de, Bireysel Etkinlik Gelip, ashâbın edinmek yok mu? (Asya 1973: 135) • Arif Nihat Asya’nın Naat adlı şiirini okuyunuz. (Duâlar ve Âmînler, s.57-58) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Mistik Söylemden İslami Şiire: Necip Fazıl Kısakürek Necip Fazıl (1905-1983), “Türk şiirinde modern mistik anlayışın kurucusu” olması yanında “bir mizacın şairi olarak” da önemli bir isimdir. Necip Fazıl, Türk şiirinde modern mistisizmin kurucusudur. Cumhuriyet döneminde Necip Fazıl’ın mistik çizgide başladığı şiir yolculuğu İslami içerikle zenginleşir. 1940’lı yıllarda çıkarmaya başladığı Büyük Doğu dergisiyle İslami söyleme aksiyon kazandırır. Mücadeleci kişiliğiyle İslam’ı ülkenin sosyal ve siyasal gündemine taşır. Necip Fazıl’ın açtığı yoldan yeni imzalar geçecek, 1950’li yıllarda dinî alanda beliren özgürlük ortamı edebiyatın da önünü açacak, zaman içinde Sezai Karakoç’un Diriliş, Nuri Pakdil’in Edebiyat, Cahit Zarifoğlu ve arkadaşlarının Mavera, Ali Nar’ın öncülüğünde çıkan İslami Edebiyat gibi dergiler de Türk İslam edebiyatının gelişmesinde önemli rol oynayacaklardır. Necip Fazıl üzerine dikkat çekici bir inceleme yapan Orhan Okay, mistisizmi “insanın kendisinden üstün tanıdığı bir varlık veya kavram içinde kendi varlığını yok etme cehdi” olarak tanımladıktan sonra, terimin yalnızca dinî anlamda kullanılmadığını, bunun fenafillah (Allah’ta yok olma) olabileceği gibi tabiat mistisizminden veya aşk mistisizminden de söz edilebileceğini kaydeder. Okay’a göre, Necip Fazıl şiirlerinde mistik eğilimin ilk örneğini, 1923’te yazdığı Sevgilim şiiriyle vermiştir. Sevgilime kul oldum, Güzelliği seçeli. Varlıkta yoksul oldum Benliğimden geçeli. dörtlüğüyle başlayan şiirin son iki dizesi, mistik/tasavvufi çizgide değerlendirilmeye elverişlidir. Yine Okay’ın dikkatiyle, Necip Fazıl’ın bu dizeleri dinî mistisizmi değil, Fuzuli’nin Leylâ vü Mecnûn’undaki gibi aşk mistisizmini düşündürür. Aynı yıllarda yazılan ve Örümcek Ağı adlı ilk kitaba giren Allâh başlıklı şiirler de mistik nitelikte örneklerdir. Necip Fazıl ilk şiirlerinden biri Allâh adını taşır. Necip Fazıl ilk şiirlerinden biri Allâh adını taşır. 1923’te kaleme alınmıştır. Samimi bir bağlılığı ifade eden dizelerle şair, dinî muhtevanın ilk örneğini verir. Örümcek Ağı kitabında yayımlanır, ancak daha sonraki kitaplarına girmez. Şiir, Necip Fazıl’ın Allah’ı arayışının ilk somut örneğidir. Şiirin ilk ve son dörtlükleri şöyledir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Bu dem tâ gönülden vurgunum Allâh! Akmayan su gibi durgunum Allâh! Dağlardan ağır yük olan bu canı Taşıyıp çekmeden yorgunum Allâh! --Necip Fazıl’a göre sanat, Allah’ı arama işidir. Nazarlar önünde perdesin Allâh! Neden bir görünmez yerdesin Allâh! Bu dem tâ gönülden gelirken sesin Söyle sen nerdesin, nerdesin Allâh! Çile’deki Yunus Emre’ye ve Mansur şiirleri Necip Fazıl’da tasavvufi çizginin derinleşmeye başladığını gösterir. Şairin dinî ve tasavvufi (mistik) eğilimleri, 1934’te Abdülhakim Arvasi’yle tanıştıktan sonra iyice belirginleşir. Şiir düşüncesine dinî ve mistik bir anlayış hâkim olmaya başlar. Bu yaklaşım Poetika’ya, “Bizce şiir, Mutlak Hakikati arama işidir. (...) Mutlak Hakikat, Allâh’tır. Şiirin, ister ona inanan ve ister inanmayan elinde, ister bilerek ve ister bilmeyerek, O’nu aramaktan başka vazifesi yoktur. Şiir, Allâh’ı sır ve güzellik yolundan arama işidir.” (Kısakürek 2001: 473-474) cümleleriyle girecektir. Necip Fazıl, 1940’lı yıllardan itibaren dinî temalı şiirler yazmıştır. “Remzî” (simgesel) ve “sırrî” (mistik) oluşu da, şiirin olmazsa olmazları arasında sayılacaktır. Necip Fazıl bununla da kalmayacak, Poetika’nın Şiir ve Din başlığı altındaki bölümünde “Dinin olmadığı yerde hiçbir şey yoktur; yokluk bile yok... Şiir ve san’atsa hiç yok...”, diyecektir. (Kısakürek, 2001: 490) Aynı düşünce Çile’de “Anladım işi, sanat Allâh’ı aramakmış; / Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış...” (Kısakürek 2001: 39) beytinde manzum ifadesini bulacaktır. Necip Fazıl’ın, genel mistik tavırdan dinî mistik tavra yaklaştığı ilk örneklerden biri de şairin 1936’da kaleme aldığı “Bendedir” başlıklı şiirdir: “Yollar ki, Allâh’a çıkar, bendedir.” (Kısakürek 2001: 66) dizesi bu yaklaşımın özeti durumundadır. Bu yolculuk, Kaldırımlar’da, “kimsesiz bir sokak ortasında” başlamış ve şairin “takvimdeki denize hicret”iyle sürmüş olmalıdır. Dinî bir tema çevresinde kaleme alınmasa da, mistik/metafizik bir duyuşun ıstıraba dönüşen sesini duyurması bakımından Çile (1939’da ilk yayınlandığı adıyla Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Senfonya) en çarpıcı örnek durumundadır. Şiir “Gâiplerden bir ses geldi” söz grubuyla başlar. “Gâip” başlı başına mistik/metafizik bir ögedir. Şair, gaiplerden gelen bu sesin çizdiği kaderle yürür. Ben şiiri de, Necip Fazıl’ın yöneldiği hedefi ve yaşadığı iç çatışmaları sezdirir. O, “meçhuller caddesinin kimsesiz seyyahı”dır, “kendi sesinin yankısından kaçan çocuk”tur, sırtında işlemediği bir günahın ağırlığını taşımaktadır. Kendini Allah’ı arayan bir körebe olarak görmektedir. Yunus Emre’nin dertli dolabına benzer bir kaderle “benliğin dolabında kör ve çilekeş beygir” gibi dönmektedir. Tenin ve maddenin dışına çıkamamak, şairin trajedisini oluşturmaktadır. Haritada deniz görüp boğulan, dokuz köyün sahibi olduğu hâlde dokuz köyden kovulan şair, ayna ve hayal, pervane ve mum, ölü ve Münker-Nekir arasında salınan bir sarkaç gibidir. Görülüyor ki Necip Fazıl, sözü edilen mistik ve dinî duyuşa yaklaşırken çile adını verdiği bir bedel ödemiş, bireysel trajedisinden şiir üretmiştir. Çile şiirinin ardından, Necip Fazıl’ın şiirinde dinî/mistik eğilim ağırlığını daha da hissettirir. Kafiyeler adlı şiirde “Toprak post/Allâh dost..” diyen şair, dinî temalı şiirler yazmayı sürdürür. 1940’lı yıllar, Necip Fazıl’ın az sayıda şiir yazmasına karşın, dinî temalarda yoğunlaştığını gösteren manzumelerle doludur. Nûr, O’nun Sanatı gibi örneklerle iyice pekişen dinî mistisizm, şairin hayatının son otuz yılında İslami eksene oturur. Rüzgâr öyle esti, öyle esti ki, Her şey uçup gitti, kaldı Yaradan. (Tâ Mâverâdan, 1958) Alnımda tozpembe secde yarası, Lûgat kitabımda tek isim: Allâh... (Yüzkarası, 1972) Bağlı, perçin üstüne perçin, Benim gönlüm Allâh diyene... (Allâh Diyene, 1972) Kursa da boşluğa asma köprü, fen, Allâh derim, başka bir şey demem! (Allâh Derim, 1973) Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim; Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim! (Ölçü, 1974) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Sen mutlaksın, bense izafet Allâh’ım affet! (Duâ, 1982), Sabır, sabır ve sabır, İşte Kur’anda buyruk! (Sabır, 1982). Necip Fazıl’da 1930’lu yıllarda başlayan ruh aydınlanması, Hazret-i Peygamber’e sevgiyi de beraberinde getirir. Bu sevgi, gitgide şiirin ifade imkanlarını yoklar. 1955’te Sonsuzluk Kervanı’yla kendini ifade edecek fırsatı bulur. Hayatın öznesi olarak bir zamanlar “ben” duygusu çok baskın olan şair, bu kitaba adını veren şiirde tevazuun zirve örneğini verir. Sonsuzluk kervanı ‘peşinizde ben, Üç ayakla seken topal köpeğim!’ Bastığınız yeri taş taş öpeyim. Bir kırıntı yeter kereminizden! (Sonsuzluk Kervanı, 1952) 1961’de hapishanede başlanıp 1973’de yayımlanan Esselâm-Mukaddes Hayâttan Levhalar adlı kitaba yazdığı tanıtma yazısında eseri mevlit olarak değil, Hazret-i Peygamber’e olan eritici aşkın ve gevşemez bağlılığın vecd destanı olarak tanıtır. (Esselâm, s.4) Ancak Esselâm’daki şiirlerin bir gün mevlid gibi kullanılacağı endişesi şairin uykularını kaçırır. Ona göre, “Mevlid, resmî ibadet şekilleri arasına sokuşturulması bakımından bir bid’attir ve bu yüzden, korkulu bir iş”tir. (Esselâm, s. 5) Dolayısıyla Esselâm’daki manzumelerden herhangi birinin resmî ibadetler arasına sokulmasından endişe eder. Eserden beklentisini de “Evlerde, meydanlarda, toplantı yerlerinde, sırf dinî tefekkür, tahassüs ve heyecan gayesiyle okunması, kalabalıkları sürüklemesi ve ruhları kaynatması…” (Esselâm, s.5) şeklinde ifade eder. Kitapta her biri Hazret-i Peygamber’in ömrünün bir yılına denk düşen altmış üç şiir yer alır. Konularına göre gruplandırılmış “101 hadis” de manzum biçimde kitaba girmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Son Peygamber, son Peygamber İlk olunca sona geldi. Nur, fezayı tutan çember, Ondan gelip Ona geldi. (Kısakürek 1973: 18-19) Elinde alâmet, İzinde selâmet, Tek isim... Muhammed... Ne bir harf, ne kelâm; Bireysel Etkinlik Esselâm, esselâm... (Kısakürek 1973: 135). • Necip Fazıl’ın Hazret-i Ömer’in Müslüman oluşunu anlatan şiirini okuyunuz. (Esselâm, s.34-35) Necip Fazıl, Yunus Emre’nin 20. yüzyıldaki mirasçısı olarak kabul edilebilir. Necip Fazıl’ın şiirine duru bir ırmak gibi akıp gelen bir Yunus Emre Türkçesi dinî muhtevayı da beraberinde taşır. Necip Fazıl, Yunus Emre’nin 20. yüzyıldaki mirasçısı sayılabilir. Necip Fazıl, şiirinin soyağacını bağlayabileceğimiz ikinci kaynak Şeyh Galip’tir. Galip, klasik dönemin son büyük şairidir. Necip Fazıl, Galip’e olan sevgisini çeşitli konuşmalarında dile getirir. Sadece dili kullanma gücüyle değil, Allah aşkı ve Peygamber sevgisiyle de Necip Fazıl’ın hayranlığını kazanmıştır. Necip Fazıl’daki dinî, tasavvufi meyil Şeyh Galip’ten gelir. Akif’i de şiirlerinin muhtevasıyla Necip Fazıl’ın selefi olarak kadroya eklemek yanlış olmaz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı ÇAĞDAŞ TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA ŞİİR Türk İslam edebiyatı, 1950’li yıllardan günümüze hem nicelik hem de nitelik olarak gelişmiş, başta Sezai Karakoç olmak üzere önemli şairler yetiştirmiştir. Türk İslam Medeniyetinin Diriliş Şairi: Sezai Karakoç Sezai Karakoç (d.1933), İkinci Yeni grubu içinde başladığı şiir yazma serüvenini, Mevlana’dan aldığı tasavvufi ruh, Mehmet Akif’ten aldığı dinî içerik, Yahya Kemal’den aldığı medeniyet fikri ve Necip Fazıl’dan aldığı lirik sesle sürdürür. Karakoç’u, bu dört farklı kişiliğin güçlü bir terkibi olarak görmek mümkündür. Bu ideal terkip, 70’li ve 80’li yılların dinî söylemi benimseyen şairleri için de, bir öncü kimliği sergileyecektir. Şiir düşüncesiyle Necip Fazıl’ın poetikasına yakın duran Karakoç, sanatçı kaçsa da inkâr etse de sanatın hep Allah’a doğru olduğu kanaatindedir. İki şair arasındaki benzerlik bununla da sınırlı değildir. Tasavvuf edebiyatını çağdaş şiirin verdiği imkanlarla yeniden yorumlamış olmaları, iki şair arasındaki düşünce akrabalığını kanıtlar. Ocak 1953’te kaleme aldığı Kar Şiiri’nde Karakoç’un mistik (tasavvufi) duyuş tarzını ele veren bir dizeyle karşılaşılır: “Allâh kar gibi gökten yağınca” (Karakoç 2004: 35). Bu, dönemi içinde yepyeni ve özgün bir ifadedir. Şairin başlangıçta içinde yer aldığı İkinci Yeni kuşağının duyarlığıyla da örtüşmeyen bir söyleyiştir. Körfez’de yer alan Çocukluğumuz adlı şiir, Karakoç’un İslami duyuşu tarihî öğelerle harmanlayarak yeni bir söyleyişe dönüştürdüğünün çarpıcı bir örneğidir. Şiirin ilk beyitlerinde, Annemin bana öğrettiği ilk kelime Allâh, şahdamarımdan yakın bana benim içimde Sezai Karakoç, sanatın hep Allah’a doğru olduğu kanaatindedir. Annem bana gülü şöyle öğretti Gül, O’nun, O sonsuz iyilik güneşinin teriydi (Karakoç 2004: 97) dizeleriyle Karakoç, gül ve Hazret-i Peygamber arasındaki bağı yeniden kurar. (Karakoç 2004: 98) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Karakoç, Hızırla Kırk Saat’te dinî duyarlığın yol haritasını çizer. İslam tarih ve coğrafyası üzerinde uzun bir yolculuğa çıkar. Adım attığı her yerde dinî motiflerle süslü bir dünya bulur. Bu, bir hatırlama sürecidir. Çağdaş dindarın kendisine intikal eden manevi mirası hatırlama, ona sahip çıkma ve ondan yeni değerler üretme çabasını temsil eder. Yer yer atıflarda bulunduğu Yahya Kemal gibi, Karakoç da yitik bir medeniyetin izini sürmekte, onu ruh düzleminde yeniden inşa etmenin yollarını aramaktadır. Taha’nın Kitabı, Gül Muştusu gibi eserler de aynı tematik güç çevresinde kaleme alınmış İslami söylemin yeni ve özgün örnekleridir. “Hızır” ve “gül” motiflerini modern çağın söyleyiş imkanlarıyla yeniden inşa eder. Taha, Kuran’da bir sure adıdır. Kelimenin farklı yorumları yanında Hazret-i Ömer’in Müslüman olmasını sağlayan surenin adı oluşuyla da, sembolik bir anlamı vardır. İnsanın ruhsal değişim macerasını anlatmak isterken Karakoç’un bu çağrışımdan yararlanmak istediği düşünülebilir. Sezai Karakoç, bireysel bir duyuşun ötesinde bir medeniyet özlemine vurgu yapar. Taha’nın yolculuğu içte ve dışta, kendini var kılma çabası olarak sürer. Ortaya acılarla sınanmış bir “insan” çıkar. Sahip olduğu, yücelttiği ve ürettiği değerler, bir uygarlığa vücut verir. Taha’nın ölümü, bir bakıma uygarlığın ölümüdür. Ancak insan ruhunda gizli medeniyet, küllerinden yeniden yaratılan Phoenix (Anka) kuşu gibi, Taha’nın kişiliğinde yeniden dirilecektir. Önemli olan değerler manzumesidir(Örnek şiir için bk. Karakoç, 2004: 355). Gül Muştuşu Taha’nın, insanın, dolayısıyla Karakoç’un vardığı yeni bir menzili işaretler. İnsanın, Peygamber aydınlığında kendini tanıması için yapılan çağrı, “gül” imgesine yüklenerek yeniden ortaya çıkar (Eroğlu, 1981: 84). Şeyh Galip’le arasında gönül yakınlığı kuran ve ‘gül’ün klasik edebiyattaki bütün çağrışımlarını kullanmak isteyen şair, özellikle “Peygamber”, “uygarlık”, “diriliş” gibi kavramlar üzerine yoğunlaşır. Dinî duyuşu, medeniyet tasarımının öznesi kılar. Karakoç, Zamana Adanmış Sözler’de “atalara uyarak” söze ‘gül’le başlar. “Gül”, klasik dönemde sıkça kullanılan “peygamber imgesi” olarak bu kez, yaşadığı çağda ve mekânda kendini sürgün hisseden bir inanmış kişinin sığınak arayışını dile getirir. Şair, Çeşmeler, Âyînler, Ateş Dansı, Alınyazısı Saati kitaplarında da diriliş metaforu çevresinde aynı medeniyet vurgusunu sürdürür. Bireyden topluma yayılan ve giderek uygarlığa vücut veren bir dinî duyuş, Sezai Karakoç şiirinin değişmeyen arka planını oluşturur. Karakoç’un düşünsel dayanakları ise, şu cümlelerde ifadesini bulur: “*B+izim anlayışımızda din, uygarlık ve metafizik, birbirine kopmaz bağlarla kenetlenmiş, birbiriyle iç içe geçmiş, birbirinden ayrılmaz, somut bir hakikat bütünü, yaşantısı ve tarihidir.” (Karakoç 1988: 35). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Bireysel Etkinlik Sezai Karakoç, İslami geleneğin en ünlü mesnevisi Leyla ile Mecnun’u çağdaş bir üslupla yeniden yorumlar. “Medeniyetin rüyası, rüyanın medeniyeti” ifadesi, Karakoç’un poetika kitabının adı olması yanında şiir anlayışını da özetler. Kitaptaki “Na’t” başlıklı yazı şöyle başlar: “İnsanın ufku mümindir. Müminin ufku Peygamber. Peygamberin ufku da, mutlak gerçeklerin habercisi, her peygamberi şahsiyetinin katlarında bir yaprak gibi bulunduran son Peygamber… Peygamber nasıl insanın ufkuysa, Na’t da şiirin ufkudur. (…) Na’t, insanın, insanı, kendini Peygamber’de araması, gerçeği O’nun çevresinde dolaşarak bulmaya çalışması, O’na yaklaşmağa çalışarak yaradılışının sırrına erileceğini idrâk edişidir.” (Karakoç 2007: 103-104) • Sezai Karakoç’un Küçük Na’t adlı şiirini okuyunuz. (Gün Doğmadan, s.119-120) Ebubekir Eroğlu İslami içeriği metafizik algılarla bütünleştiren Ebubekir Eroğlu (d.1950), Sezai Karakoç’un çıkardığı Diriliş dergisiyle, kendi çıkardığı Yönelişler dergisinde ortaya koyduğu şiir birikimi ve şiir üzerine kuramsal yazılarıyla üzerinde durulması gereken bir isimdir. 1974’te yayımladığı Kuşluk Saatleri kitabını Kayıpların Şarkısı (1984), Yirmidört Şiir (1991) ve Şahitsiz Vakitler (1998) takip eder. İmgeci bir söylemin arka planında İslami duyuş hissedilir. Mavera Şairleri ve İslami Söylem Sezai Karakoç’un Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu, M. Akif İnan, Alaaddin Özdenören, Ebubekir Eroğlu gibi şairler üzerinde yalnızca tematik düzeyde değil, İkinci Yeni deneyimiyle kazanılan tekniğin genç şairlere aktarılması konusunda da derin bir etki bıraktığı söylenebilir. Bu duyarlık, adı anılan şairlerin birçoğunun yazı kadrosunda yer aldığı Mavera dergisiyle ortak bir duyuşun örneklerini vermiştir. Erdem Bayazıt Sebeb Ey (1973) ve Risaleler (1987) kitaplarıyla Erdem Bayazıt (1939-2008), çağ ve kent ortamında inanan insanın duyarlığını gündeme getirirken, Sezai Karakoç’la ortak bir rüyayı yaşar. İslam estetiği temelinde imgeci bir söyleme Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Erdem Bayazıt’ın şiirinde kullandığı imgeler, İslam’ın ve insanlığın evrensel değerlerinden beslenir. sahiptir. İslam’ın bireyi olduğu kadar toplumu da kuşatan iletisine vurgu yapar. Şiirinde kullandığı imgeler, İslam’ın ve insanlığın evrensel değerlerinden beslenir. Risaleler’de dış dünyaya ve olaylara inanç perspektifinden bakışın derin izleri görülür. Erdem Bayazıt, şiirlerinde kendi medeniyet değerlerinden uzaklaşan modern çağın mutsuz ve yalnız insanını betimler. Kimi zaman kahırlı bir ruh hâliyle yitik coğrafyasını ve insanını arar. Bunu yaparken İslam’ın ana kaynaklarından yola çıkar. İslam medeniyet çevresinin temel değerlerinden biri olan şehri yitirmenin acısıyla bu şehri yeniden inşa etme hayali kol kola yürür. Cahit Zarifoğlu Cahit Zarifoğlu’nda (1940-1987) İşâret Çocukları (1967) ile varlığını sezdiren, sonra Yedi Güzel Adam’la (1973) açığa çıkan dinî duyarlık, Menziller’den (1977) geçerek Korku ve Yakarış’la (1985) duanın şiirine yönelir. Serüven, ilk kitaba adını veren şiirdeki “Yasin okunan, tütsü tüten çarşılardan geçen baba” ile “düşünde yeşil hırkalar gören ve göğsünden dualar geçen bir annenin” (Zarifoğlu 2004: 65) himayesinde başlar. Yolculuk, Yedi Güzel Adam’da Müslümanlık bilinci ve Allah’a teslim olma duyarlığı Cahit Zarifoğlu’nun şiirdeki çıkış noktasıdır. Yoksa aşk hemen kaçmak mıdır dağımıza Söyleyelim ya hay ya huuu Yolları aydınlık kıl Yaradan (Zarifoğlu 2004: 138) dizeleriyle sürer. Zarifoğlu, inanan insanı ve kaynağını dinde bulan evrensel değerleriyle bütün bir İslam coğrafyasını ve inanan insanları şiirle kucaklamak ister. Aile, Allah sevgisi, aşk, çocuk ve din gibi temalar, Zarifoğlu şiirini dinî duyarlıkla buluşturur. M. Akif İnan M. Akif İnan (1945-2000) metafizik anlamda soyut bir özü şiirlerine taşır. İslami geleneğin sesiyle birlikte hissediş biçimini de şiirle ifade eder. Hicret’te (1974), ruhu tutsaklıktan kurtarma çabası vardır. İç yaşantılarından koparılan, kendi varlığından habersiz hâle getirilen; inanç, gelenek ve medeniyet değerlerinden uzaklaştırılan insanın toplumsal çalkantılar içinde Yaratıcı’ya sığınma isteği dile getirilir. Hicret, toplumsal çalkantılardan kaçış olduğu kadar, kendi özüne dönüşü de simgeler. Tenhâ Sözler’de (1992), ana tema aşktır. Aşk, her türlü oluşun Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı düzenleyici gücüdür. İlahi aşka yönelir. Hu adlı şiirde bu aşkın ilanı besmele ile gerçekleşir (Bk. İnan 2006: 20). Alaaddin Özdenören Hikâyeci Rasim Özdenören’in ikiz kardeşi olan Alaaddin Özdenören (19402004), Mavera dergisi çevresinde paylaştığı İslami duyuş ve sezişi dingin bir söyleyişle süsler. Güneş Donanması (1974), Yalnızlık Gide Gide (1996), Şiirler-Bütün Şiirleri (2002), Özdenören’in şiir birikimini yansıtır. Ayrılık, ölüm, keder gibi duyguların ağırlıklı olarak işlendiği şiirlerde ince bir duyarlık ve lirik bir söyleyiş vardır. Marksist Söylemden İslami Söyleme: İsmet Özel 1960’lı yıllarda Marksist bir tavırla başladığı şiir yolculuğunu 1970’li yıllardan itibaren İslami duyuş ve düşüncelerle sürdüren İsmet Özel (d.1944), 1974’te yazdığı Amentü ile yeni bir poetika oluşturur. Özel’e göre özgürlük ve şiir arasında sağlam bir bağ vardır. Şair, bir özgürlük savaşçısıdır. Kavga adamıdır. Bir tür militandır. Amentü İsmet Özel’in şiirinde söyleyiş bakımından olmasa da, tematik açıdan bir milattır. Şair, “İnsan / eşref-i mahlûkattır, derdi babam / bu sözün sözler içinde bir yeri vardı” (Özel 1981: 127), dizelerinde İslami gelenekten ödünç alınmış bir sözlükle konuşmaya başlar. İsmet Özel’in Bir Yusuf Masalı çağdaş bir mesnevidir. Şiirde şair ‘ben’i, geleneksel mümin tavrı temsil eden baba ile ideolojik yaklaşımı aksiyona dönüştüren oğul arasında gider gelir. Durum tespiti yapar, bulunduğu konumu sorgular. Yaşadığı duygu, hayal kırıklığıdır. Babanın konumu da, kendi konumu da özlenen ve olması gereken çizgide değildir. Ruh ve beyin gelgitleri arasında babanın sözleri yankılanmaktadır. “Hayat / dört şeyle kaimdir, derdi babam / su ve ateş ve toprak. / Ve rüzgâr.” (Özel 1981: 133). Şair, İslam mitolojisinde de önemli bir yer işgal eden dört unsur (anasır-ı erbaa) motifini şiire taşımakla kalmaz, bu dört unsura kendini de ekler. Pişirilmiş çamurun zifiri kokusu ve ham yüreğin pütürlerini geçer, bir bakıma gövdeyi/maddeyi ardında bırakır. “Varoldum kayrasıyla Varedenin / eşref-i mahlûkat / nedir bildim.” (Özel 1981: 133) dizeleri, Özel’in ulaştığı dinî çizginin ifadesidir. İsmet Özel, Amentü ile başladığı içerik değişimini, Yusuf imgesini kullanarak tasavvufi bir çizgiye yaklaştırır. Bu, ideolojik bir deneyimden gelen modern bir şiirin, kaynağını Kuran’da bulan bir kıssaya bağlanması, Kuran’ı referans alan bir tavra yaslanmasıdır. Ancak Yusuf’un, çağın getirdikleriyle yeniden kurgulanmış bir imge olduğu unutulmamalıdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Şair eskiyle yeni arasında karşılaştırma yapmayı da ihmal etmez: “Eskiler iz sürerdi / Biz muttasıl arıyoruz yeni insanlar. / Arıyoruz âlemin iç yüzünden zihnimize / Yansıyan bir tasarımla gerçeği.” (Özel 2000: 77). Bir Yusuf Masalı (1999), teknik olarak çağdaş bir mesnevidir. Münacat, Naat, Sebeb-i Telif ve Dibace bölümleri dışında “yedi bab”dan oluşan kitapta Özel, tertip olarak klasik mesneviye sadık kalır. Münacat adlı ilk bölümde şair, yaratılmaktan ve yaşatılmaktan mutludur. (Şiir için, bk. Özel 2000: 15). Aşk, Tevekkül ve Teslimiyetin Şairi: Bahaettin Karakoç Türkiye Diyanet Vakfı Münacat Ödülünü kazanan Beyaz Dilekçe (1995) ve ardından yayımladığı Leyl ü Nehar Aşk (1997), Aşk Mektupları (1999), Ihlamurlar Çiçek Açtığı Zaman-Ay Işığında Serenatlar (2001), Ben Senin Yusuf’un Olmuşum (2001) ve Sürgün Vezirin Aşk Neşideleri (2004) adlı son kitaplarında, bir mümin teslimiyeti içinde, Allah’ın ad ve sıfatlarının yorumunu içeren lirik İslami söylemiyle dikkati çeker. Bireysel Etkinlik Bahaettin Karakoç’un şiirlerinde ilahi aşk, şiire vücut veren temel unsurlar arasında ilk sırada yer alır. İmanla kazanılan ruh zenginliğini hedefler. Bahaettin Karakoç (d.1930), ilk şiirlerinden itibaren insana ait bütün değerleri şiirin dünyasına taşır. Allah, insan, tabiat, varlık, hayat, ölüm çevresinde kaleme aldığı şiirlerde imge yüklü bir dil kullanır. Karakoç’un şiirleri insanın ruh dünyasını inşa etmeye yönelik metinler olarak okunabilir. Mevsimler ve Ötesi (1962), Seyran (1973), Zaman Bir Beyaz Türküdür (1974), Sevgi Turnaları (1975), Ay Şafağı Çok Çiçek (1970), Kar Sesi (1983), İlkyazda (1984), Bir Çift Beyaz Kartal (1986), Menzil (1991), Uzaklara Türkü (1991), Güneşe Uçmak İstiyorum (1993) kitaplarında dinî duyuş ve seziş kendini gösterir. • Bahattin Karakoç’un Beyaz Dilekçe adlı münacatını okuyunuz. • Bahattin Karakoç’un Beyaz Dilekçe adlı münacatını Mehmet Emin Ay’ın sesinden dinleyiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı 1980 Sonrası Türk Şiirinde İslami Söylem 1980’den sonra Türkiye’de şiir ferdin iç dünyasına yönelir. Şairler, siyasal şartların ve toplumsal değişmelerin de sevkiyle daha üstü örtük, daha simgesel bir şiir dili kurmaya çalışırlar. Bu genel tablo içinde kimi şairlerde imge yoğunluklu bir İslami söylem dikkati çeker. 1980 kuşağı içinde İslami söylemin belli başlı şairleri arasında Ali Günvar, Necat Çavuş, Arif Ay, İhsan Deniz, Nurullah Genç, Hüseyin Atlansoy gibi isimler sayılabilir. 1980’li yılların sonlarından itibaren Türkiye Diyanet Vakfı’nın düzenlediği naat ve münacat yarışmaları, edebiyat alanında yeni bir koridor açarken İslami şiire ivme kazandırır. Ali Günvar (d.1953) modern şiirle tasavvufi şiiri örtüştüren söyleyişiyle dikkati çeker. Çarpık Hüzünler Kantatı (1984) ve Anthroponmorphus’ta (1987) yer alan şiirlerdeki mitolojik ögeler, dinî içeriğinden boşaltılmış kavramlar ve yoğun anıştırmalar, giderek tasavvuf potasında dönüşüme uğrar. Eyzan’daki (1997) şiirler sufilere özgü duyarlıktan izler taşır. Şair, tasavvuf terimlerini sıklıkla kullanır. Esma-i Hüsna’ya (Allah’ın güzel isimlerine) göndermeler yapar. Aruz ölçüsüyle yazdığı münacat, naat gibi nazım biçimlerini modern şiirin söyleyiş imkanlarıyla buluşturur. Hıra (1978), Dosyalar (1980), Şiirin Kandilleri (1983), Gökyüzü Saatleri (1986), İma Kitabı (1989), Bin Yılın Destanı (1992), 20 Yaş Şiirleri (1995) ve en son toplu şiirlerini ihtiva eden Güne Doğan Koşu (2006) kitaplarıyla tanınan Arif Ay (d.1953), ilk şiirlerinden itibaren İslami bir duyuşun örneklerini verir. İnsani değerleri yüceltmek, İslam’ın değer yüklediği insan emeğini kutsamak, sömürgeciliği lanetlemek, her türlü yozlaşmaya karşı çıkmak, Arif Ay şiirinin önemli temaları arasındadır. Ülke sorunlarına ve dünyada olup bitenlere kayıtsız kalmayan şair, şiirleriyle mazlum toplumların yanında yer alır. Nurullah Genç (d.1960), ilk şiir kitabı Çiçekler Üşümesin (1985)’den itibaren şiirinin arka planında manevi bir atmosfer kurar. Nuyageva, Yankı ve Hüzün, Aşkım İsyandır Benim, Siyah Gözlerine Beni de Götür, Yanılgı Saatleri, Denizin Son Martıları, Aşk Ölümcül Bir Rüyadır, Hüznün Lâlesidir Dünya, Yürüyelim Seninle İstanbul’da, Müptelâdır Gemiler Benim Denizlerime, Sensiz Kalan Bu Şehri Yakmayı Çok İstedim, Birkaç Deli Güvercin, Ateş Semazenleri Genç’in şiir yolculuğunun duraklarıdır. Şair, Çanakkale: Her Şey Yanıp Gül Oldu kitabıyla bir de destan denemesi yapmıştır. Yağmur şiiriyle çağdaş Türk şiirine naat türünde bir eser armağan eden Nurullah Genç, birçok şiirinde simgeler ardına gizlediği geleneksel motiflerle dinî Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı duyarlığın sesini arar. “Yağmur” kelimesiyle İslam’ın Peygamberini sembolleştiren şair, yer yer İslam tarihine göndermelerde bulunurken, çağından yakınan bir modern çağ insanı sıfatıyla Hazret-i Muhammed’e duyduğu aşk derecesinde ihtiyacı dile getirir. Yağmur, sayrılığıma seninle derman düştü Beynimin merkezine ölümsüz ferman düştü Silindi hayalimden bütün efsunu ömrün Bir dönüm noktasında aklıma Rahman düştü (Genç 1992: 35) dizeleri, aradığını bulmanın sevincini yansıtır. Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım Bahîra’dan süzülen bir yaş da ben olsaydım Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım Senin için görülen bir düş de ben olsaydım Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım Senin visalinle bir gülmüş de ben olsaydım Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım Bâtılı yıkmak için kuşandığın kılıcın Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım dizeleri, manevi bir sığınak arayışını hissettirir. (Genç 1992; 25-36) Nurullah Genç, Gül ve Ben (2003) kitabında, “gül”ün geleneksel çağrışımlarını hatırlamakla kalmaz, bu imgeyi tarihî bir miras olarak kendi şiirine taşır. Şairin “elif, lam, he” (Allah) vurgusuyla başladığı yolculuk; servi, gece, ay, sabah, güneş gibi tabii unsurların ardından Allah’a sunduğu arzuhalle sürer, sonsuzluğa ve sonsuz olana kavuşma ile sona erer. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Bireysel Etkinlik Çağdaş Türk İslam Edebiyatı • Nurullah Genç’in Yağmur şiirini okuyunuz. (Genç 1992; 2536) • Nurullah Genç’in sesinden Yağmur’dan bir bölüm dinleyiniz. ÇAĞDAŞ TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA ROMAN VE HİKAYE Şiirde Mehmet Akif’le başlayan, 1940’lı yıllarda Necip Fazıl’la devam eden, ardından Sezai Karakoç’la temsil edilen İslami edebiyat, roman ve hikâyeyi biraz daha gecikmeli olarak tanır. Roman ve hikâyede İslami arayışlar 1960’lı yılların ikinci yarısında ortaya çıkar. 1970’li yıllardan itibaren nicelik olarak sürekli artan ve zaman içinde “hidayet romanları” olarak adlandırılacak bir çizgiye ulaşır. Türkiye’de İslami roman, Hekimoğlu İsmail’le başlar. Hekimoğlu İsmail Dedesinden ödünç aldığı Hekimoğlu İsmail takma adıyla Minyeli Abdullah’ı kaleme alan Ömer Okçu (d.1932), İslami romanın öncü ismidir. Hekimoğlu İsmail, İslami romanın öncü ismidir. 1968 yılında okuyucuyla buluşan Minyeli Abdullah, dindar bir insanın, yönetimin ve çevrenin yoğun baskıları altında dinini yaşama çabasını ve karşılaştığı engelleri, takipleri, kovuşturmaları ve hapisleri anlatır. Yazarının ordu mensubu olması yanında, İslami kimliğin kendini özgürce ifade edememesi gibi nedenlerle, Hekimoğlu İsmail, romanın mekânını Mısır’ın Minye şehrine taşımıştır. Edebî niteliği zaman içinde tartışılsa da, Minyeli Abdullah bir ilk örnek olarak yol açıcı olmuş, İslami roman geleneğini başlatmıştır. Türkiye’de dindar insanlara roman yoluyla kendilerini ifade etme ve dertlerini dile getirme konusunda seçenek sunmuştur. İslami içeriği nedeniyle siyasal güçler tarafından birkaç kez toplatılmış ve yasaklanmıştır. Minyeli Abdullah, 1960 sonrası dinî değerleri benimseyen ve savunan insanların edebiyat ihtiyacını karşılama işlevi görmüştür. Roman, 1989’da Yücel Çakmaklı tarafından sinemaya aktarılmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Hekimoğlu İsmail’in ikinci romanı olan Maznun (1970) da, dindar insanların yaşadığı sıkıntıları içeriden gözleyen bir yazarın eseri olarak değerlendirilebilir. Yazar, roman yazmaktaki amacını, “İslami hizmet için” ve “zaruri bir vazife” söz gruplarıyla açıklar. Bu, yazarın sanat anlayışında önceliği roman yazmaya değil, romanla İslam’a hizmet etmeye verdiğini düşündürür. Hikayelerden oluşan Menan Cinleri (1990) ise, yazarın insanlardaki bozulmayı cinlerin bakış açısından yansıttığı, kurgusuyla ilgi çekici bir eserdir. Eserde okuyucunun mizah duygusuna seslenen yoğun bir ironi dikkati çeker. 2009’da tiyatroya da uyarlanan eserde, gökte uçan, deniz dibinde giden, yeryüzünde birbirini yiyen, medeni araçlarla birbirlerini çarpan, böylece cin kavmini işsiz bırakan insana eleştiriler getirilir ve çözüm için fıtrata dönmek gerektiği sezdirilir. Şule Yüksel Şenler Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah’la açtığı yoldan, Şule Yüksel Şenler (d. 1938) Huzur Sokağı ile geçer. Huzur Sokağı, 1969’da yayımlanır ve büyük ilgiyle karşılanır. Zaman içinde en çok okunan İslami romanlar arasında yer alır. Romanın, başlangıçta dinî değerlere alaycı bir tavırla yaklaşan kahramanı Feyza, aşkın değiştirici gücünün de etkisiyle yeni bir hayata başlar ve dindar bir kimliğe bürünür. Kızıyla birlikte hayatını sürdürmeye çalışırken, yüceltilmiş bir aşkı da ruhunda taşır. Huzur Sokağı dindar gençler arasında çağdaş bir Leyla ile Mecnun hikâyesi olarak da okunmuştur. Roman 1970’te Yücel Çakmaklı tarafından sinemaya uyarlanır. Huzur Sokağı hidayet romanları’nın ilk örneğidir. . Türkiye’de “hidayet romanları”nın ilk örneği olarak dikkati çeken Huzur Sokağı’nın ardından modern, Batılı, ateist kahramanların roman içinde dindarlaşması şablonu üzerine kurulan onlarca roman yazılır. Kurguda yapaylık ve olay akışında güdümlülük yanında tip ve karakter oluşturamamak da bu tür romanların zaafı olarak görülebilir. Hüseyin Karatay (d.1937), Kıbrıslı, İsyan Eşiği, Hayal Tutkusu, Ana, Sürgün Öğretmen; Sevim Asımgil (d.1939), Dilara, Terk etme Beni, Siyah Zambak ve Merve, Düğünümde Ağlama, Ayrılan Kalpler, Sevda Geri Dön, Diana; Raif Cilasun (d.1940), Beklenen Sabah, Kutsal Çile, Gafiller. Haram Lokma, Oğlum Osman, Kızım Ayşe, Dinmeyen Gözyaşları, Bir Annenin Feryadı; Ahmed Günbay Yıldız (d.1941), Yanık Buğdaylar, Çiçekler Susayınca, Günahın Rengi, Ekinler Yeşerdikçe, Boşluk, Figan, Sitem, Üç Deniz Ötesi, Aynada Batan Güneş, Sokağa Açılan Kapı; İbrahim Ulvi Yavuz (d.1942), Dikenli Yollar, Baharı Beklerken, Düşlerin Rengi Soldu, Küllenmiş Acılar, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Kıyam Vakti; Emine Şenlikoğlu (d.1953), İmamın Manken Kızı, Sevgide Hiç Vefa Yok mu?, Çin İşkencesi, İdamlık Genç; Talat Uzunyaylalı (d.1955), Sabrın Suskun Sesi, Taht ve Baht, Paylaşılamayan Topraklar, Efsane Kadın Nene Hatun; Halit Ertuğrul (d.1956), Kendini Arayan Adam, Aysel, Ateşte Yeşerdim, Secdede Son Nefes, Sevda, Düzceli Mehmet; Mecbure İnal (d.1963), Gündönümü; Ya Niçin Deniz Olmuyorsun, Aşk-ı Pervane, Zambaklar Cennet Açar, Kuş Kaderle Uçar, Sızı, Beklenen gibi romanlarıyla benzer nitelikte oluşumlar ve dönüşümler kurgularlar. Batılı yaşama tarzıyla dinî hayat arasındaki çatışma, roman kahramanlarının kişiliğinde ret ve kabul cepheleri oluşturur. Önceleri dinî hayatı ret cephesinde yer alan olay kişisi, yaşadığı çelişkiler ve bunalımlar sonucunda, karşı tarafı temsil eden kahramanların davranışsal ve sözel etkisiyle kabul cephesine geçer. Modernizmin ruh planında çökerttiği insanların ‘insan kalabilmek için’ İslama yönelişleri ve bu uğurda verdikleri mücadele birçok romanın temel gücünü oluşturur. Hasan Nail Canat (d.1944), Bir Avuç Ateş, Nur Dağındaki Çocuk, Gül Yarası, Yaralı Serçe…; Sadettin Kaplan (1944), Uçurumun Çağrısı; Bir Demet Leyla, İğde Dalı, Uçurumun Çağrısı, Şerif Benekçi (d.1952) Şimdi Ağlamak Vakti, Kırlangıçlar Erken Göçtü, Bir Şafak Yürüyüşü, Kumsalı Olmayan Ada, Güvercin Geçidi, Recep Şükrü Apuhan (d.1958); Nurullah Genç (d.1960), Tutkular Keder Oldu, Yollar Dönüşe Gider, İntizar; İsmail Fatih Ceylan (d.1962) Kapanmayan Yara, Sabahsız Geceler, Bir Buket Gül, Son Sabah, Zirvedeki Yalnızlık; Hurşit İlbeyi (d.1963) Irmaklar Denize Akar, İslami duyarlığı dile getiren diğer yazarlardandır. Bireysel Etkinlik Çınlayan Kubbeler adlı hikaye kitabıyla başladığı yazarlık serüvenini, şehir, medeniyet, hayat ve İslam konulu denemelerle sürdüren İslam Yaşar (d.1953) da Yılanın Teri, Karanlığın Gölgesi gibi toplumsal içerikli anlatılarıyla listeye eklenebilir. Yaşar, çağdaş bir hamse olarak nitelediği ve “Bediüzzaman Beşlemesi” adını verdiği belgesel nitelikte nehir romanlar da yazmıştır. • Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı romanından bir bölüm okuyunuz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Yavuz Bahadıroğlu Hekimoğlu İsmail ve Şule Yüksel Şenler’in ardından Yavuz Bahadıroğlu (d.1945) İslami tarih romanının öncü ismi olarak dikkati çeker. 1972’de yazdığı Sunguroğlu romanıyla tarihî roman vadisinde adım atan Bahadıroğlu, nüfus kimliğindeki Niyazi Birinci adıyla da İslami çocuk kitapları yazar. Unutulan ve unutturulan manevi değerleri tarihî roman aracılığıyla topluma kazandırmaya çalışır. Yavuz Bahadıroğlu, İslami tarihî roman türünün öncü yazarıdır. . Buhara Yanıyor, Elvedâ Buhara, Malazgirt’te Bir Cuma Sabahı, Kırım Kan Ağlıyor, Şehzade Selim, Sel, Köprübaşı, Mavi Yıldız, Endülüs’e Veda, Cem Sultan 1-2, Dördüncü Murad 1-2, Merhaba Söğüt, Kirazlımescit Sokağı gibi tarihi romanları yanında Yolbaşı, Boşlukta Yürümek, Keşmekeş, Yürek Seferi, Uzaklar Yakındır gibi güncel toplumsal romanlarında da İslami duyarlığı dile getirir. Ayrıca Barla’da Diriliş ve Zindanda Şahlanış romanlarıyla da Said Nursi’nin hayatını romanlaştırır. İslami tarihî roman türünün bir diğer ismi A. Yılmaz Boyunağa’dır Yılmaz Boyunağa (1935-1995) Fetih Sancakları’nda Preveze savaşını, Hind Sularında’da Seydi Ali Reis’in leventleriyle Hindistan’da gerçekleştirdiği deniz ve kara savaşlarını; Endülüs Şahini, İspanyanın fethi ve Endülüs devletinin kuruluşunu; Malazgirt’in Üç Atlısı’nda Malazgirt zaferini, Kan ve Gül’de Altınordu devletinin Müslüman oluşunu, Kırık Hançer’de Hinduların elinde bulunan ve Gazneli Mahmut’un ordusuna karşı kullanılacak olan kutsal hançeri almak için akıncıların verdiği mücadeleyi anlatır. Ali Nar Dünya İslami Edebiyat Birliği üyesi ve birliğin Türkiye temsilcisi olan Ali Nar (d.1938), eserlerinde dinî motif ve unsurları öne çıkaran isimlerdendir. İslami Edebiyat dergisini çıkararak bir gelenek oluşturmuş, İslami edebiyat kuramıyla ilgili çalışmalar yapmış, Edebiyatın İslamcası kitabında kuramsal düşüncelerini özetlemiştir. Necip el-Keylânî’nin Medhal ilâ Edebi’l-İslâmî adlı eserinden Türkçeye aktardığı İslami Edebiyata Giriş adlı eser, kuramsal anlamda olduğu kadar kavramsal çerçevenin belirlenmesinde de bir ilk çeviri olarak önemlidir. Bilim kurguya yakın ütopik ve fantastik ögeler barındıran Arılar Ülkesi, Uzay Çiftçileri gibi romanları, çağdaş Türk İslam edebiyatının ilgi çekici örnekleri arasında yer alır. Ali Nar, tiyatro türünde yazdığı Muhtar Kafası, Koro, Ruh Paraziti ya da Porselen Dişli Bürokrat, Hayır ve Fetih gibi eserlerde bazen ciddî bir tebliğ uslubu, bazen de mizah ve simgesel anlatımın buluştuğu bir telkin üslubu kullanır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Rasim Özdenören İslami roman ve hikâyeyi öncekilerden daha estet çizgide sürdüren yazarlardan ilki Rasim Özdenören’dir (d.1940). Denize Açılan Kapı ve İmkânsız Öyküler insanın kendi gerçeğini ararken ulaştığı fıtri derinliği dile getirir. Özdenören, yayımlanmış tek romanı Gül Yetiştiren Adam’da İslami kimliği sezdirilen kahramanın modernleşme, yanlış Batılılaşma ve kültürel yozlaşma karşısında kendi değerlerine sadık kalma çabasını hikaye eder. Mustafa Kutlu Kutlu (d.1947), hikmet, kıssa ve tasavvuf çizgisinde yazdığı hikâyelerde çağdaş Türk İslam edebiyatının en önemli hikâye yazarlarındandır. Ortadaki Adam ile Anadolu insanını ve taşra hayatını sevecen bir yaklaşımla ele alan Kutlu, zaman içinde kıssa anlatma geleneğinden yararlanarak hikmet arayışı içinde eserler verir. Yokuşa Akan Sular, Yoksulluk İçimizde Ya Tahammül Ya Sefer, Bu Böyledir, Sır, Hüzün ve Tesadüf gibi kitaplarında bir yanıyla tasavvufi çizgiye varan bir duyarlığı dile getirir. Zaman ve eşya karşısında ferdin durumu, hayat, ölüm, dünya, ahiret, iman, kaza, kader, hidayet, ibadet, dergâh, hayır ve şer gibi kavramlar Mustafa Kutlu hikâyesinin tematik zenginliğini oluşturur. Bireysel Etkinlik Özdenören’in hikaye dili ustaca, üslubu şiirseldir. İlk hikaye kitabı Hastalar ve Işıklar’dan itibaren insan ve eşya betimlemeleri ve ruh çözümlemeleriyle insanı anlatan Özdenören, ikinci kitabı Çok Sesli Bir Ölüm’de, kültür değişmelerinin getirdiği iletişim çatışmaları, susturulmuş duyguların yol açtığı insanlık trajedileri, inanan insanın ölümü hiçlik ve yokluk olarak değil, “tebdil-i mekân” olarak gören tavrı vurgulanır. Çözülme’de ise toplumu ve aileyi ayakta tutan manevi değerlerden uzaklaşmanın çözülmeye yol açacağı, dil ustalığıyla ve şiirsel bir üslûpla anlatılır. Çok Sesli Bir Ölüm ve Çözülme adlı hikâyeleri 1977’de televizyon filmi olarak da çekilmiş ve TRT’de yayımlanmıştır. • Mustafa Kutlu’nun Mürit adlı hikayesini okuyunuz (Sır, İstanbul 1991) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 32 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Nazan Bekiroğlu 1997’de yayımladığı Nun Masalları adlı hikâye kitabıyla edebiyat dünyasına giren Nazan Bekiroğlu (d.1955), metinlerini tasavvuf kültürü ve İslami motiflerle süsler. Kuran-ı Kerim’de “ahsenü’l-kasas” (kıssaların en güzeli) olarak anılan Yusuf kıssasını çağdaş edebiyatın imkanlarıyla yeniden yazar. Yusuf ile Züleyha adlı bu eserde, yazarın kurguya katkısı yanında özgün yorumları da söz konusudur. İkinci romanı İsimle Ateş Arasında Osmanlı coğrafyasında gücü/iktidarı temsil eden padişah ile padişahın gücünü hem kabullenen hem de tehdit eden yeniçeriler arasındaki çatışma üzerine kurulur. Roman kahramanlarından biri olan Numan’ın kişiliğinde aşk duygusuyla çıkarlar arasındaki çatışma da romanın üzerine kurulduğu ikinci eksen durumundadır. Romandaki asıl tema adlar, sıfatlar, imgeler ve simgeler üzerinden yürüyen değerler çatışmasıdır. Lâ-Sonsuzluk Hecesi’nde ise yine Kuran-ı Kerim’de anlatılan Hazret-i Âdem ve Havva kıssasından yola çıkarak var oluş, insan, isyan, nisyan ve teslimiyet gibi değerler üzerinden bir hikâye kurgular. Roman yaratılış, cennet, yasak meyve ve dünyaya sürgün edilme gibi kavramlar üzerine özgün yorumlar ve yaklaşımlar içerir. İskender Pala Akademisyen yazar İskender Pala (d.1957), klasik edebiyatın anlatma formlarından yararlanarak divan kültürünü yansıtan tezli romanlar kaleme alır. İlk romanı Babilde Ölüm İstanbul’da Aşk bilimkurgu, mesnevi ve post modern romanın kesiştiği bir eserdir. Romanda olay örgüsü, Fuzuli’nin sırrını saklayan Leyla ile Mecnun mesnevisi çevresinde oluşturulur. Başta rahipler, gizli servis ajanları, hazine avcıları olmak üzere herkes bu gizemli kitabın peşindedir. Kitabı korumak isteyenlerle yok etmek isteyenler arasındaki çatışma, olay örgüsünü biçimlendirir. Üç yüz elli yıllık bir dönemi kuşatan olaylar, dönemin saray hayatına ilişkin birçok ayrıntıyı barındırır. İskender Pala’nın ikinci romanı Katre-i Matem, Lale devrinde geçen gizemli bir olayı anlatırken, ilginç kurgusuyla ve taşıdığı kültür unsurlarıyla dikkati çeker, Şah&Sultan ise Türk İslam tarihinin tartışmalı olaylarından Yavuz Sultan Selim ve Şah Sultan arasındaki mücadeleyi tarafsız bir gözle, roman kurgusu içinde okuyucuya sunar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 33 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Sadık Yalsızuçanlar Sadık Yalsızuçanlar (d.1962) Şehirleri Süsleyen Yolcu, Gerçeği İnciten Papağan, Kuş Uykusu, Güzeran, Halvet Der Encümen, Varlığın Evi, Bir Yolcunun Hâlleri, Sırlı Tuğlalar, Hiç (2004), Garip, Ayan Beyan gibi hikâye kitaplarıyla nur risalelerinden beslenen imge yoğunluklu bir dil kurar. Yakaza, romanıyla uzun soluklu metinler kaleme almaya başlar. Bazen roman, bazen anlatının sınırları içinde gezinir. Metinlerin arka planında simgelerle ifadesini bulan, derin bir İslami duyarlık sezilir. Yalsızuçanlar, bazı romanlarında menkıbe diliyle roman dilini birleştirir. Yakaza’da taşrada görev yapan bir öğretmenin uyku ile uyanıklık arasında yaşadığı iç yolculuk hikâye edilir. Roman kahramanı bir kasaba ortamında kendi gerçeğini arar. İyi bir gözlemci ve izlenimcidir. Toplumsal yapıyı ve insan ilişkilerini gözlemler. Bencilliklerin ve digergâmlıkların, zaaflar ve erdemlerin karşı karşıya geldiğini görür. Sadık Yalsızuçanlar’ın metinleri, hikmet çevresinde kurgulanır. Gezgin’de Mağribli bilge İbni Arabi’nin kendi ruh dünyasında yaptığı yolculuk hikâye edilir. Anlatılan bir arif, bir veli, bir kâmil insanın hikâyesidir. Yazar, zaman zaman menkıbe diliyle roman dilini birleştirir. Gezgin, yazarın deyişiyle “geleneksel bir roman ya da çağdaş bir menkıbe” olarak tanımlanabilir. Anka’da Niyazi Mısrî’nin efsanevi hayatı, bir doktora öğrencisinin dikkatiyle ve bilinçakışı tekniğiyle dikkatlere sunulur. Cam ve Elmas’ta, mutasavvıf Ebu’l Hasan Harakanî’nin hayatı, Kars’a belgesel film çekimi için giden bir kameramanın gözünden aktarılır. Dem’de 1970’li yıllar Anadolu’sunda genç bir öğrencinin Said Nursi’yi ve nur risalelerini tanıma serüveni ve hayatında meydana gelen değişiklikler ilgi çekici bir kurgu ile dikkatlere sunulur. Vefa Apartmanı’nda ise Menderes dönemine ait olaylar anlatılır. Yalsızuçanlar Kerem ile Aslı hikâyesini ve İslam kültür coğrafyasında doğmuş eserlerden seçtiği kıssa, menkıbe ve hikâye örneklerini Hikmet Öyküleri, Saadet Çağından Öyküler, Erdem Öyküleri, Derviş Öyküleri, Rehber Öyküleri ve Sufi Öyküler adıyla yeniden yazdı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 34 Bireysel Etkinlik Çağdaş Türk İslam Edebiyatı •Sadık Yalsızuçanlar’ın Anka romanından bir bölümü okuyunuz. (Anka : İstanbul 2008, s.44-47) Çağdaş Türk İslam edebiyatında dikkate değer bir seviye tutturmayı başaran başka isimler de vardır: Bireysel Etkinlik Geçmiş Zaman Aynası hikâye kitabı, Kaybolmuş Günler, Dönemeç (1980) ve Güzel Ölüm romanlarıyla Mustafa Miyasoğlu (d.1946); Söylenmeyen, Gel İçimde Ağla, Akrebin Dansı gibi hikâye kitapları yanında Aziz Sofi, Ankara’da Ölüm ve Fetva Yokuşu romanlarıyla Durali Yılmaz (d.1948); Evdeki Yabancı, Sesim Bana Yetmiyor, Sarıldığım Soğuk Ceset, Sokağın Adı Issız, Ay Işığında Vav’ın Odası, Zamanların Öyküsü, Yalnızlık Sarkacı, İçim Su Berraklığında, Kapıda Bir Çift Ayakkabı, Renklerin Dansı hikâye kitaplarıyla, Yitik Yaşamın Güncesi ve İki Ateş Arasında Aşk romanlarıyla Ali Haydar Haksal (d. 1951); Nefes, Örtü ve Kim romanlarıyla Nuriye Akman (d.1957); Ağzı Var Dili Yok Şehrazat, Azize’nin Son Günü, Suya Düşen Dantel hikâye kitapları ve Bana Uzun Mektuplar Yaz, Seni Dinleyen Biri romanlarıyla Cihan Aktaş (d. 1960); Tanımsız ve Sahurla Gelen Erkekler hikâye kitaplarıyla Halime Toros (d.1960), Senin Hikâyen hikâye kitabı ve Hiçbiryer adlı romanıyla Fatma Karabıyık Barbarosoğlu (d.1962), İslami hikâye ve romanın üzerinde önemle durulması gereken isimlerindendir. •İslami kavram ya da bilgilerin roman ve hikaye yoluyla aktarılması, hikaye ve romanlarla İslam’ın tebliği konusunda neler düşünüyorsunuz? Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 35 Özet Çağdaş Türk İslam Edebiyatı •Tanzimat’tan millî edebiyat dönemine şiirde İslami motifler gelenekten farklı olarak yer almaya başlar. Batıdan gelen akılcılık, geleneksel imanla birleşirken, şairler tereddütler yaşar. Şinasi, Ziya Paşa ve Abdülhak Hamit’te bu tereddütlere rastlanır. •20. Yüzyılda Türk İslam edebiyatının öncü şairi Mehmet Akif Ersoy’dur. Yedi kitaptan oluşan Safahât’ında İslam tarihinden örnek olaylara, ayet ve hadislerin manzum yorumlarına yer verir. Duanın şiirini yazar. Didaktik manzum hikayeler kaleme alır. Yahya Kemal, Türk İslam medeniyetinin şiirini yazarken şiiriyet değeri yüksek eserlere imza atar. Mevlevi kültüründen beslenen Arif Nihat Asya, dinî içerikli şiirleriyle tanınır. Necip Fazıl ise İslami şiirde bir zirveyi temsil eder. •Çağdaş Türk İslam şiirinde Sezai Karakoç, İsmet Özel, Bahaettin Karakoç, Mavera şairleri (Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu, M. Akif İnan, Alaaddin Özdenören…) ve 1980 sonrası şairler (Ali Günvar, Arif Ay, Nurullah Genç, Hüseyin Atlansoy…) dikkati çeker. •1960’lı yılların sonunda Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah’ıyla başlayan ve Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı’yla süren İslami romanı, olay kahramanlarının sonradan değişerek dindar bir kimlik kazanması şeklinde tanımlanan “hidayet romanları” izler ve 1980’li yıllarda bu tür romanlar nicelik olarak artış gösterir. •Sonraki yıllarda Rasim Özdenören, Mustafa Kutlu, Nazan Bekiroğlu, Nuriye Akman, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Sadık Yalsızuçanlar gibi yazarlar, daha nitelikli romanlarla Türk İslam edebiyatına önemli katkılarda bulunurlar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 36 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Münacat’ıyla tanınan ve geleneksel dinî inancı Batıdan gelen akılcılıkla birleştiren Tanzimat yazarı aşağıdakilerden hangisidir? a) Namık Kemal b) Muallim Naci c) Abdülhak Hamit Tarhan d) Ziya Paşa e) Şinasi 2. Tevfik Fikret için aşağıdakilerden hangisi söylenemez? a) İlk gençlik yıllarında Tevhit, Sabah Ezanında gibi şiirler yazmıştır. b) Çocukluktan itibaren inanma problemi yaşamıştır. c) Yazdığı Tarihikadim nedeniyle Mehmet Akif Ersoy’la kalem kavgasına girmiştir. d) Huzursuz bir mizacın sahibidir. e) Rübabışikeste ve Şermin adlı eserlerin şairidir. 3. Aşağıdakilerden hangisi, Mehmet Akif’i tanımlamak için kullanılamaz? a) 20. yüzyılda Türk İslam edebiyatının öncü şairidir. b) Şiirlerinde insanları Kuran’ın evrensel mesajını kavramaya çağırır. c) Safahat adlı eseri yedi kitaptan oluşur. d) Sürekli ümitsiz ve karamsar bir ruh hâlinin şiirini yazmıştır. e) Bazı manzumelerinde ayet ve hadisleri yorumlamıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 37 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı 4. Aşağıdaki şairlerden hangisi naat yazmamıştır? a) Arif Nihat Asya b) Nurullah Genç c) Yahya Kemal Beyatlı d) Mehmet Akif Ersoy e) Sezai Karakoç 5. Türkiye’de İslami romanın öncü ismi aşağıdakilerden hangisidir? a) Hekimoğlu İsmail b) Arif Nihat Asya c) Mehmet Akif Ersoy d) Necip Fazıl Kısakürek e) Sezai Karakoç 6. Aşağıdakilerden hangisi Mavera grubuna mensup şairlerden değildir? a) Cahit Zarifoğlu b) Erdem Bayazıt c) M. Akif İnan d) Alaaddin Özdenören e) Ali Günvar 7. İslami roman türünün ilk örneği aşağıdaki romanlardan hangisidir? a) Minyeli Abdullah b) Maznun c) Huzur Sokağı d) Oğlum Osman e) Yanık Buğdaylar Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 38 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı 8. Aşağıdaki romanlardan değerlendirilemez? hangisi İslami roman başlığı altında a) Huzur Sokağı b) Çalıkuşu c) Menan Cinleri d) La-Sonsuzluk Hecesi e) Kendini Arayan Adam 9. Aşağıdakilerden hangisi, Sadık Yalsızuçanlar’ın İbni Arabi’nin hayatı çevresinde yazdığı romandır? a) Anka b) Dem c) Gezgin d) Cam ve Elmas e) Yakaza 10.Aşağıdakilerden hangisi nitelikli romanlarıyla İslami edebiyata katkıda bulunan yazarlardan biri değildir? a) Rasim Özdenören b) Fatma Karabıyık Barbarosoğlu c) Nazan Bekiroğlu d) Emine Şenlikoğlu e) Cihan Aktaş Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 39 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Akay, Hasan (Eylül 2005), “Hakikat Peşinde Koşan Şiirin Trajik Kahramanı Tevfik Fikret”, Gösteri, S. 273. Aktaş, Hasan (2001), Türk Şiirinde Din ve Tasavvuf: Konya. Aktaş, Şerif (2003), Yenileşme Dönemi Türk Şiiri ve Antolojisi I, 2.Baskı: Ankara. Arat, Reşid Rahmeti (1991), Eski Türk Şiiri: Ankara. Asya, Arif Nihat (1973), Dualar ve Âminler: İstanbul. Ay, Arif (2006), Güne Doğan Koşu-Toplu Şiirler: Ankara. Aydoğan, Mustafa (2005), “Şiirin Ufku: Esselâm”, Hece Dergisi Necip Fazıl Özel Sayısı, Sayı: 97, Ocak. Beyatlı Yahya Kemal (1994), Kendi Gök Kubbemiz: İstanbul. Beyatlı, Yahya Kemal (1993), Eski Şiirin Rüzgârıyla: İstanbul. Bilgegil, M.Kaya (1959), Abdulhak Hamid’in Şiirlerinde Ledünni Meselelerden Allâh I: İstanbul. Ceylan, İsmail Fatih (2000), Romancının Romanı-Yavuz Bahadıroğlu ve Eserleri, 2.Baskı: İstanbul. Doğan, Muhammet Nur (2002), Şeyh Galib-Hüsn ü Aşk: İstanbul. El-Keylânî, Necip (1988), İslami Edebiyata Giriş, (Çev. Ali Nar): İstanbul. Enginün, İnci (2003), Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, 3.Baskı: İstanbul. Eroğlu, Ebubekir (1981), Sezai Karakoç’un Şiiri: İstanbul. Eroğlu, Ebubekir (1981), “İslami Edebiyat Terimi”, Yönelişler, Sayı: 7, Ekim. Ersoy, Mehmet Âkif (2001), Safahat, (Hzl. C.Kurnaz, vd: İstanbul. Genç, Nurullah (1992), Yankı ve Hüzün: İstanbul. Göçgün, Önder (1999), Namık Kemal’in Şairliği ve Bütün Şiirleri: Ankara. Göçgün, Önder (2001), Ziya Paşa’nın Hayatı, Eserleri, Edebî Kişiliği, Bütün Şiirleri ve Eserlerinden Açıklamalı Seçmeler: Ankara. Gündüz, Osman (2009), “Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı”, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı, 5.Baskı: Ankara. İnan, M. Âkif (2006), Hicret, 3.Baskı: Ankara. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 40 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı İnan, M. Âkif (2006), Tenha Sözler, 2.Baskı: Ankara. İpek, Selahaddin (Ocak 2003), “Bir Şairin Var Oluş Serüveni: Taha’nın Kitabı”, Hece, Sayı: 73. Kâhyaoğlu, Orhan (1997), “80’li Yılların Şiir Adasında”, Ludingirra, S.2. Kaplan, Mehmet (1976), Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar I: İstanbul. Karakoç, Sezai (2007), Edebiyat Yazıları I-Medeniyetin Rüyası Rüyanın Medeniyeti Şiir, 4.Baskı: İstanbul. Karakoç, Sezai (2004), Gün Doğmadan, 4.Baskı: İstanbul. Karataş, Turan (1988), Doğunun Yedinci Oğlu: Sezai Karakoç: İstanbul. Kısakürek, Necip Fazıl (1973), Esselâm: İstanbul. Kısakürek, Necip Fazıl (2001), Çile, 44. Baskı: İstanbul. Koç, Turan (2003), “Cahit Zarifoğlu ve Şiiri”, Cahit Zarifoğlu-Yürek Safında Bir Şair: İstanbul. Korkmaz, Ramazan ve Tarık Özcan (2009), “Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri”, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı, 5.Baskı: Ankara. Mignon, Laurent (Ocak 2003), “Kaldırımlar’dan Monna Rosa’ya”, Hece Diriliş Özel Sayısı, S: 73. Nar, Ali (2008), Edebiyatın İslamcası: İstanbul. Okay, Orhan (1989), Mehmed Âkif-Bir Karakter Heykelinin Anatomisi: Ankara. Okay, Orhan (2000), Necip Fazıl Kısakürek: İstanbul. Okay, Orhan (2003), “Makber”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi: İstanbul. Okay, Orhan (2005), Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı: İstanbul. Oktay, Ahmet (1993), Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı 1923-1950: Ankara. Özel, İsmet (1981), Şiir Kitabı: İstanbul. Özel, İsmet (2000), Yusuf Masalı: İstanbul. Parlatır, İsmail ve Nurullah Çetin (2004), Tevfik Fikret-Bütün Şiirleri: Ankara. Sağlık, Şaban (2003), “Tanrı’nın Gözüyle Bakış Penceresi” Yahut Sezai Karakoç’un ”Âyinler”i, Hece Dergisi Diriliş Özel Sayısı, Sayı: 73, Ocak. Tanpınar, Ahmet Hamdi (1977), Edebiyat Üzerine Makaleler: İstanbul. Tanpınar, Ahmet Hamdi (1988), 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 7.Baskı: İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 41 Çağdaş Türk İslam Edebiyatı Tevfik Fikret (1985), Rübâb-ı Şikeste ve Diğer Eserleri: İstanbul. Tosun, Necip (2004), Türk Öykücülüğünde Mustafa Kutlu: İstanbul. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi (1979), c.3: İstanbul. Yıldız, Saadettin (1997), Arif Nihat Asya’nın Şiir Dünyası: İstanbul. Zarifoğlu, Cahit (2004), Şiirler, 5.Baskı: İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 42 İÇİNDEKİLER METİN İNCELEMELERİ • Niyazi Mısri: Tevhit • Fuzuli: Münacat TÜRK İSLAM EDEBİYATI HEDEFLER Doç. Dr. Alim YILDIZ • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Türk İslam Edebiyatı nda Tevhit türünü kavrayabilecek , • Türk İslam Edebiyatı nda Münacat tarzını tanıyabilecek, • Metin incelemesi hakkında bilgi sahibi olabileceksiniz. ÜNİTE 14 Metin İncelemeleri GİRİŞ Şiir, edebiyatımızın en önemli alanlarından biri ve başta gelenidir. İslam dinine giren Türkler, yeni bir medeniyete kapı aralamışlar ve girmiş oldukları bu dine hem kılıçlarıyla hem de kalemleriyle hizmet etmişlerdir. İslam dininin her sahasında çeşitli eserler kazandırdıkları gibi, bu dinin hemen her konusunu şiirin de konusu kabul ederek sayısız manzum eserler vermişlerdir. Şiir, anlam katmanlarından oluşan bir yapıya sahiptir. Osmanlı döneminde ayet ve hadislerin anlaşılmasına yönelik yapılan çalışmalarla birlikte şiirde de şerh ve tahlil yöntemleri uygulanmış ve birçok şiir şerh edilmiştir. Şiir yorumu, yazılan manzumelerin anlaşılmasında oldukça önemlidir. Özellikle tasavvufi anlamlar içeren şiirlerin yorumlanmasında Kuran ve hadis bilgisi yanında diğer İslami ilimlerin de iyi bilinmesi gerekmektedir. Her bir şiir okuyucusunda bu donanımın beklenmesi de mümkün değildir. Türk İslam edebiyatı manzum edebî türlerinden tevhit ve münacat hemen her şairin divanlarının ya da mesnevilerinin başında yer verdikleri iki edebî türdür. Biz bu ünitede, Niyazi Mısri’nin “peydâ” redifli tevhidi ile Fuzuli’nin “bana” redifli münacatını incelemeye çalışacağız. NİYAZİ MISRİ: TEVHİT Tevhit, kelime olarak “birlemek” anlamına gelmektedir. Istılah olarak da, Allah’ın varlığına ve birliğine dair yazılan manzum ve mensur eserlere tevhit ismi verilmiştir. Manzum tevhitler, çoğunlukla kaside, gazel, mesnevi nazım şekilleriyle yazılmıştır. Tevhitlerde işlenen konular, ayet ve hadislerden alıntılar yapılarak veya bu iki ana kaynaktan faydalanılarak kaleme alınmışlardır. Konuyla ilgili yayın yapan araştırmacılar, tasavvufi ve dinî olmak üzere iki tür tevhitden bahsetmektedirler. Ancak, tasavvufi tevhitlerle dinî tevhitleri birbirinden ayırt etmek de oldukça güçtür. Nihayetinde tasavvuf da dinin içerisindedir. Tevhitlerde, öncelikle, Allah’ın zati ve sübuti sıfatları yer almaktadır. Dinî tevhitlerde, Âdem Peygamber’i topraktan yaratmış olan Allah’ın ilminde saklı ve gizli varlıkların kudret kalemiyle meydana gelişi, zuhur edişi anlatılır. Tevhitlerde yer alan konuları şu şekilde sıralamak mümkündür: - Vahdet-i vücut (varlıkta birlik) inancına göre, kainatta var olan her şey vehim, hayal, aynadaki akis ve gölgeler gibidir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Metin İncelemeleri - Kainat, Allah’tan bir nişan ve alamettir. Eserden müessire (cüz’den küll’e) intikâl edip kesrette vahdeti (çoklukta birlik), mahlukta Halık’ı idrak etmeli, anlamalıdır. - Allah, akıl sahipleri tarafından bilinir, fakat gözlerden gizlenmiştir. Onu dünya gözüyle görmek mümkün değildir. - Allah’ın zatı idrak edilemez ve buna insan güç yetiremez. İnsan aklı onu anlamaktan acizdir. - Allah mülkün sahibi, şehadet ve gayb âleminin Halık’ıdır. - Allah, nasıllık ve nicelikten münezzehtir. O’nun keyfiyetini anlamak isteyen sapıklıkta ve yanlış yoldadır. - O, kıyısı olmayan bir okyanustur. Bu, Hakk’ın sonsuz ve sınırsız, zaman ve mekan kayıtlarından uzak olduğunu ifade eder. - Allah’ın eşi ve ortağı yoktur. Herkes ona muhtaçtır; ama o hiç kimseye muhtaç değildir. - Evvel, ahir, zahir ve batın odur. Bütün varlık ve eşyada onun nuru zahir olmuş, tecelli etmiştir. Eşya, vehimler ve hayallerden ibarettir. Hâlbuki bi-zatihi mevcut ve var olan sadece Allah’tır. O, ezelî ve ebedîdir. Cemal ve Celal sahibidir. - O, merhametlilerin ekremülekremindir. en merhametlisi (erhamürrahimin) ve - Gönül levhasından masivanın (Allah’tan gayri her şeyin) silinmesi şarttır. Çünkü Allah’a yakın olmak ve onun rızasını kazanmak için gerekli olan amel ve ibadet, gönülden masivanın uzaklaştırılmasıyla gerçekleşebilir. Allah’a olan bağlılık ve muhabbet, dünyaya bağlılık nispetinde zayıflar ve azalır. Tevhitler, genel olarak, kaside şeklinde yazılır ve kasidenin türlerinden biri olarak kabul edilir. Edebiyatımızda terkib-i bent, terci-i bent ve musammat nazım şekilleriyle yazılmış tevhitler de vardır. Özellikle terci-i bentler, konu yönünden, tevhide daha elverişli şiirlerdir. Kaside tarzında yazılan tevhitlerde, kasidenin bölümlerinden olan nesip, tegazzül, fahriye gibi bölümler bulunmayıp doğrudan doğruya konuya geçilir. Edebiyatımızdaki en güzel tevhitlerden biri Niyazi Mısri’ye (ö. 1694) aittir. Toplam 16 beyitten müteşekkil olan bu tevhit, tasavvufi bir tevhidin tüm özelliklerini taşımaktadır. 1. Zihî kenz-i hafî ki andan gelir her var olur peydâ Gehî zulmet zuhûr eder gehî envâr olur peydâ Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Metin İncelemeleri “Ne kadar güzel bir gizli hazinedir ki, var olan her şey ondan meydana gelir. Bazen karanlık ortaya çıkmakta bazen aydınlıklar meydana gelmektedir.” zihî: Ne güzel, ne hoş, aferin. kenz-i hafî: Gizli hazine. peydâ: Ortaya çıkmak, açığa çıkma, var olmak. gehî: Bazen zulmet: Karanlık. zuhûr: Görünme, meydana çıkma. envâr: Nurlar, aydınlıklar. Bu beyit “kenz-i hafî” üzerine kurulmuştur. Gizli hazine anlamına gelen kenzi hafi, hadisçilerce zayıf kabul edilen bir kutsi hadiste geçmektedir. Hz. Davud’un, Allah’a sormuş olduğu “Mahlukatı niçin yarattın?” sorusuna Allah’ın “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim, bu nedenle mahlukatı yarattım” cevabı, Muhyiddin Arabi ve İsmail Hakkı Bursevi gibi mutasavvıflar tarafından naklen sabit olmasa da keşfen sahih olarak kabul edilmekte ve tasavvufi muhitlerde çok yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Kainatta gördüğümüz her varlık, gizli bir hazine olan Allah’ın “tekvin/yaratma” sıfatıyla ve “kün/ol” emriyle meydana gelmiş ve gelmektedir. Süleyman Çelebi bu durumu; Ol dedi bir kerre var oldu cihân Olma derse mahvolur ol dem hemân beytiyle ifade etmektedir. Karanlık ve aydınlık da onun emriyle oluşmaktadır. Karanlık her türlü kötülük ve çirkinliğin, aydınlık ise tüm iyilik ve güzelliğin sembolüdür. Şiirin tamamında Allah’ın Cemal ve Celal isimleri üzerinde durulmaktadır. Bu beyitteki aydınlık Cemal’in, karanlık ise Celal’in tecellileridir. Kainat zıtlıklar üzerine kurulmuştur. Kainatta, Allah dışında, hayır-şer, iyilik-kötülük, güzellik-çirkinlik, aydınlık-karanlık, erkek-kadın, düzen-düzensizlik vb. her şey zıddıyla kaimdir. Her ne kadar Allah, kötülüğü istemese de kötülüğü irade edenin iradesine imkân veren ve o kötülüğün meydana gelmesine müsaade eden de yine Allah’tır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Metin İncelemeleri 2. Zihî deryâ-yı vahdet kim kesilmez hergiz emvâcı Bu kesret âlemi andan doğup nâ-çâr olur peydâ “O, dalgaları asla kesilmeyen ne kadar güzel bir vahdet denizidir. Bu çokluk âlemi ister istemez (mecburen) ondan meydana gelmektedir. deryâ-yı vahdet: Birlik denizi. hergiz: Hiçbir zaman. emvâc: Dalgalar kesret: Çokluk. nâ-çâr: Çaresiz, ister istemez, zorunlu olarak. Varlığın birliği anlamına gelen ve “Her şey O’dur.” ifadesiyle sembolize edilen vahdet-i vücut öğretisi üzerine kurulan tevhidin bu beytinde kullanılan, “deryâ-yı vahdet” ve “kesret âlemi” kelimeleri üzerinde durmak gerekmektedir. Allah, birlik denizidir. Bu birlik denizi sürekli olarak dalgalı bir hâldedir. Kesret âlemi denilen âlem de bu dalgalar sebebiyle meydana gelmektedir. Tek ve değişmez olan sadece denizdir. Dalgalar ise çoktur ve sürekli değişmektedir. Dalgaların varlık sebebi denizdir. Deniz olmadan, dalgaların olabilmesi mümkün değildir. Kesret âlemi, Allah’ın emriyle zorunlu olarak meydana gelen ve çok olarak gözüken çokluk dünyasıdır. Dalga, her ne kadar sayı itibariyle çok olarak görünse de denizin farklı görünüşüdür. Deniz, durgun olduğu zamanlarda bir bütün olarak, yekpare bir şekilde görünür. Dalgalandığında ise, yüzlerce, binlerce sayıda görünür. Bu durum; tekin çok olarak görünmesidir. Çokluk âlemi, sürekli olarak dalgalanan denizden, birlik denizinden meydana gelmektedir. Denizden gelen dalga, tekrar denize döner. Bu da “Biz Allah içiniz ve yine O’na döneceğiz.” (Bakara suresi 2/156) ayetini hatırlatır. 3. Ne sihr-i bü’l-acebdir kim bu yüzden görünür ağyâr O yüzden gayri yok tenhâ gelir dildâr olur peydâ Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Metin İncelemeleri “Ne kadar şaşırtıcı bir sihir ki, bu taraftan sadece ağyar görülür. O yüzden ise, Allah’tan gayrı yoktur, sadece O sevgilinin yüzü ortaya çıkar”. sihr-i bü’l-aceb: Acayip sihir. ağyâr: Yabancılar, başkaları. tenhâ: Yalnız, ıssız, boş. dildâr: Bir anlık bakış ile gönül alan, gönül çalan sevgili. Bu beyit, bir önceki beytin devamı niteliğindedir. Çokluk dünyasının, sürekli dalga hâlindeki vahdet denizinden zorunlu olarak meydana geldiğini ifade eden şair, bu dalgalı oluş sebebiyle dalgalara bakan bir kişinin sadece dalgaları ve dolayısıyla çokluğu (kesreti) gördüğünü, öte taraftan bakan diğer bir kişinin ise, daha yukarıdan ve bütüncül bakarak sadece denizi görmekte olduğunu ve dalgaların aslında deniz olduğunu fark ettiğini ifade etmektedir. Bu, bakan kişiye ve bakış tarzına göre değişen, insanı şaşkınlıkta bırakan çift yönlü, sihirli bir görüntüdür. Veya vahdet denizinin dalgalarının sürekli olmasından dolayı meydana gelen dalgalar sebebiyle bu taraftan bakıldığında sadece ağyar/masiva görülürken, diğer taraftan bakıldığında ise sadece yârin/Allah’ın vechinden/yüzünden başka bir şey gözükmez. Dalgalar, kıyıya doğru gelmekte ve sonra bir hayal, bir vehim gibi yok olmaktadır. Yani sonludurlar. Var olan ve sabit kalan ise sadece denizdir. Bu durum bize; “Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbının zatı baki kalacaktır.” (Rahman, 55/26-27) ayetini hatırlatmaktadır. 4. O yüzden görülen ağyâr döner şem’-i cemâlinden Felekler de görüp anı döner edvâr olur peydâ “O yüzden görülen masiva, Cemalin mumu etrafında döner. Felekler de bunu görerek döner ve devirler meydana gelir.” şem‘: Mum. cemâl: Yüz güzelliği. felek: Gökyüzü, semâ. edvâr: Devirler, zamanlar, asırlar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Metin İncelemeleri Vahdet denizinin dalgalarına benzeyen ağyar (yaratılanlar), dalgaların kıyıya vurup geri denize çekilmesi gibi, denizin etrafında dönmeleri gibi, tek bir hakikatin olduğunu görebilenler de pervanenin mumun etrafında dönüşüne benzer bir şekilde Allah’ın cemalinin etrafında dönüp dururlar. Bu durumu gören gökyüzündeki yıldızlar, gezegenler, ay ve güneş de masiva oldukları için dönmeye başlarlar. Bu dönüşler sebebiyle zaman meydana gelir. Gece-gündüz, aylar, mevsimler ve devirler ortaya çıkar. Gökyüzü cisimlerinin dönüşü de Allah’ın güzelliğinin câzibesi sebebiyledir. Allah’ın cemaline âşık olan yeryüzü ve gökteki her şey, birçok ayette ifade edildiği gibi, kendi dillerince O’nu tespih etmekte, O’nu zikretmektedirler. 5. Taşınır günde yüz bin cân adem iklîmine her dem Gelir yüz bin dahi andan bulur a‘mâr olur peydâ “Her gün yüz binlerce canlı yokluk ülkesine taşınır. Yine yüz binlercesi ondan gelerek can bulurlar.” adem: Yokluk. a‘mâr: Yaşanılan müddetler, yaşayışlar, hayatlar, ömürler. Her günün her saatinde yüz binlerce canlı, yokluk ülkesine taşınır, yani hayatiyetlerini kaybederek ölürler. Yine aynı şekilde, sayısız varlık, can bularak dünyaya gelir. Adem, yokluk demektir. Yokluk, bize göre, bizim o âlemden haberdar olmayışımıza göredir. Allah’ın yoktan var etmesi sebebiyle şair bu ifadeyi kullanmaktadır. İslam inancına göre canlıların öldüklerinde gittikleri yer ahiret yurdudur ki, oranın mahiyeti de Allah ve Resulünün bildirdikleri dışında bilgimiz sınırları dâhilinde değildir. Bu bilmeyişimizden dolayı “adem iklimi” ifadesi kullanılmıştır. Vahdet denizindeki dalgaların ortaya çıkışı ve kayboluşu gibi varlıklar da Allah’ın Halık, Hayy ve Muhyi ismiyle yoktan var olmakta ve ömür kazanmakta, Mümît ve Kahhâr ismiyle hayatiyetlerini kaybetmektedirler. 6. Dışın içe hayâlâtı için dışa zuhûrâtı Birinden ol birine tuhfeler her bâr olur peydâ Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Metin İncelemeleri “Dışın, içe görüntüleri, için ise dışa dökülüşleri vardır. Birinden diğerine her an hediyeler meydana gelmektedir.” hayâlât: Hayaller, hülyalar. İnsanın kafasında tasarlayıp canlandırdığı şeyler. zuhûrât: Hesapta olmayan, umulmadık hadiseler, rastlayış. tuhfe: Hediye, armağan. her bâr: Her defa. Dış ve iç, Allah’ın Zahir ve Batın isimlerinin karşılığıdır. Vahdeti temsil eden deniz iç, kesreti ifade eden dalgalar ise dıştır. Deniz dalgalandığında, içindekileri dışa kıyıya vururken, dalgalar da denize dönerken kıyıda bulduklarını denizin içine sürüklerler. Böylece içten dışa ve dıştan içe doğru sürekli bir hediyeleşme meydana gelmektedir. Kainatta görülen var oluş ve yok oluşlar işte bu sürekli hediyeleşmenin sonucudur. Bu aynı zamanda doğum ve ölümleri de temsil eder. Kainattaki hayatiyetin devam edebilmesi, iç ve dış arasındaki bu hediyeleşmeye bağlıdır. Ölüm olmaksızın, sadece doğumların olması veya doğum olmaksızın, sadece ölümlerin meydana gelmesi, Kainatın sonu anlamına gelecektir. Dış ve içi, dışarı ve içeri anlamında aldığımızda da şöyle bir anlam ortaya çıkar. Kapalı bir mekanın içinde olan, görme engelli bir insanın renk vb. şeyleri hayal etmesi gibi, dışarıyı ancak hayal edebilir. Dışarıda olan ise, içerideki ses vb. zuhuratlardan dolayı içerisi için bazı tahminlerde bulunur. 7. Bu devr ile gelipdir enbiyâ mürsel merâtibce Gehî mü’min zuhûr eder gehî küffâr olur peydâ “Bu sıra ile nebi ve resuller kendi mertebelerine göre gelmektedirler. Bazen mümin, bazen kafir zuhur eder.” enbiyâ: Müstakil şeriat sahibi olmayan peygamberler, yalvaçlar, nebiler. mürsel: Gönderilmiş, yollanmış. Resuller. merâtib: Rütbeler, dereceler. Allah’ın, insanlar için, insanların içinden seçip gönderdiği çok sayıda peygamberi bulunmaktadır. Bu peygamberlerden bir kısmına kitap ve sahifeler Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Metin İncelemeleri verilmiştir ki, bunlara “resul” adı verilir. Kendilerine müstakil kitap ve sahifeler verilmeyen ve kendinden önceki resule verilen kitaba göre hükmeden peygamberlere ise, “nebi” denilmektedir. İster nebi ister resul olsun, bu peygamberler belirli bir sıra ile insanlara gönderilmiştir. Bu peygamberler arasında resul ve veli gibi mertebeler olmakla birlikte bazıları da “ulü’l-azm” olarak derecelendirilmiştir. İlk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’den, son peygamber Hz. Muhammed’e kadar gönderilen peygamberler, belli bir sıra ile gönderilmişlerdir. Allah’ın peygamberler göndermesi, kendi lütuf ve ihsanı sebebiyledir. Gönderilen bu peygamberlere inanma ve inanmama yönüyle insanlar mümin ve kâfir vasfını kazanırlar. İnsanlar bir söz ve hareketleriyle mümin olabildikleri gibi, bir başka söz ve hareketleriyle de kâfir olabilirler. Kainatta sadece için dışa zuhuratı olsaydı, hakikat tecelli ederek küfür ortadan kalkardı ve böylece peygamberlere ihtiyaç kalmazdı. Dışın içe hayalatı sebebiyle küfür meydana gelir. Dışarıdaki içeriyi göremediği için inkar yoluna gidebilir. Kesretin varlığı gerekir. Çünkü sevginin ortaya çıkması için seven ve sevilene ihtiyaç vardır. Peygamberlerin en büyüğü İslam peygamberidir. Çünkü O bütün insanlara ve cinlere gönderilmiştir. İslam, önceki dinlerin hak ve ahlakını tamamlamıştır. Kuran’da : “Bugün size dininizi tamamladım.” (Maide, 5/3) buyrulmaktadır. 8. Tecellî eyledikçe ol sarây-ı sırr-ı ahfâda Bu sûret âlemi içre satu bâzâr olur peydâ “Allah o gizli sır sarayında tecelli ettikçe bu suret âleminde (Kainatta) bir alış veriş meydana gelir.” tecellî: Görünme; belirme. Kader, talih. Allah’ın lutfuna nail olma. Tasavvufta, Hak nurunun tesiriyle makbul kulların kalbinde ilahi sırların ayan olması hâli. sarây-ı sırr-ı ahfâ: Gizli sır sarayı. sûret: Biçim, görünüş, kılık. Tarz, yol, gidiş. Çare. satu bâzâr: Alış veriş. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Metin İncelemeleri Allah, zaman ve mekandan münezzehtir. “Gizli sırlar sarayı” denilmesinin sebebi, bize göredir. Allah için eğer bir mekan tasavvuru yapılacaksa, dünyadaki en güzel mekan olan saray olmalıdır ve bu saray, bilinmezliğinden dolayı gizli sırlar sarayıdır. Kâbe için, Allah’ın yeryüzündeki evi (Beytullah) ifadesi kullanılırken, insan bedenindeki Allah’ın mekanı da gönül olarak ifade edilir. Şemseddin Sivasi’nin; Sür çıkar ağyârı dilden ta tecellî ede Hak Pâdişâh konmaz sarâya hâne ma‘mûr olmadan beytinde geçen “sarây” kelimesi de yine Allah’ın mekanı olarak kullanılmaktadır. Allah irade ettikçe bu suret/kesret âleminde her zaman yeni bir iş meydana gelmektedir. Ayette: “O her an yeni bir ilahi tasarruftadır.” (Rahman, 55/29) denilmektedir. O’nun her gün yeni bir tecellisi vardır. Bu tecellilerle, günler ve aylar değişmekte, mevsimler oluşmakta ve Kainatta sürekli bir devinim bulunmaktadır. Rüzgârların oluşması, yağmurun yağması, sel ve depremlerin meydana gelmesi Allah’ın gizli sır sarayından tecellileri neticesinde gerçekleşen hadiselerdendir. Ayrıca Allah’ın “kün/ol” emriyle varlıklar var olmakta ve “Her şeyin bir eceli vardır”, buyruğuna göre de varlıklar canlılıklarını kaybetmektedirler. 9. Anın zâtına gâyet sun‘una hergiz nihâyet yok Anınçün her bir isminden gelir bir kâr olur peydâ “Allah’ın zatına bir son ve yaratmasına bir nihayet yoktur. Onun için her bir güzel isminden bir iş meydana gelir.” gâyet: Nihayet, uç, son. sun‘: Yapış, yapma; tesir, kudret; yaratma, halk etme. hergiz: Asla, katiyyen, hiç bir vakit, hiç bir suretle. kâr: İş. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Metin İncelemeleri Allah, zati ve subuti sıfatlara sahiptir ve O’nun 99 güzel ismi, Esma-i Hüsna’sı vardır. O kıdem ve beka sahibidir, ezelî ve ebedîdir. Başlangıcı olmadığı gibi, sonluluk da onun için söz konusu değildir. Ezelî ve ebedîliği bir başkasından değil, bizzat kendisindendir. Zatına bir son olmadığı gibi yaratmasına da bir son bulunmamaktadır ve onun kudreti sonsuzdur. 99 güzel isminin anlamları içerisinde olaylar olur. Esma-ı Hüsna, hayattaki bütün maddi manevi hadiseleri ifade eder. O, hastaya Şafi ismiyle şifa veren, delalettekine Hadi ismiyle hidayet bahşedendir. Tevvab ismiyle tövbeleri kabul eden, Rahman ismiyle, mümin kafir ayırt etmeksizin tüm insanlara merhamet edendir. 10. Tecellî eyler ol dâim celâl ü geh cemâlinden Birinin hâsılı cennet birinden nâr olur peydâ “O sürekli olarak bazen Celal bazen Cemal sıfatıyla tecelli eder. Birinin sonucu cennetken, diğerinden ise ateş (cehennem) meydana gelir.” tecellî: Görünme; belirme. Kader, talih. Allah'ın lütfuna nail olma. Tasavvufta, Hak nurunun tesiriyle makbul kulların kalbinde ilahi sırların ayan olması hâli. hâsıl: Meydana gelen, husul bulan, peyda olan, olan, çıkan, üreyen, türeyen, biten. nâr: Ateş, od. Cehennem. Allah’ın isimleri, Cemal ve Celal olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Rahman, Hadi, Muhyi, Gafur, Vedud gibi isimleri Cemal; Kahhar, Mümit, Muzill gibi isimleri ise, Celal içerisinde yer alırlar. Cenab-ı Allah'ın lütuf ile tecellîsine “Cemal” dendiği gibi, bunun mukabili olarak kahr ile tecellisine de “Celal” denir. Celal kelimesi bir insan için kullanıldığında, bir tür öfke manası taşır. Celal, Allah'ın manevi kahrına da denir ki, bu şekilde “gayriyyet”i ortadan kaldıracağı için Celal, Cemalin aynıdır. Cemal, güzellikleri ve cenneti, Celal ise, gazap ve cehennemi temsil eder. Allah’ın celalinden cemaline sığınmak gerekmektedir. Fenayi Cennet Efendi, bir münacatında şöyle der: Celâlin nârına yakma ibâdı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Metin İncelemeleri Kerem lutf u inâyet senden olur Cemâlinle münevver it fuâdı Kerem lutf u inâyet senden olur Allah, bazen Cemal, bazen Celal isimleriyle tecelli eder. Bu isimlerin tecellileri sürekli birbirini takip eder. Cemal’den sonra Celal, Celal’den sonra ise Cemal gelir. Birinin sürekli olması, diğerini ortaya çıkarır. Ağacın ilkbaharda çiçek açması için (Cemal) sonbaharda yaprak dökmesi (Celal) gerekmektedir. Kuraklıktan sonra yağmurun yağması Cemal, yağmurun çok yağması sebebiyle sel gelmesi Celal’in tezahürüdür. Celal’den cennet, Cemal’den cehennem meydana gelir. Cemal’in mi yoksa Celal’in mi öncelendiği hususuna: “Rahmetim gazabımı geçmiştir.” kutsi hadisi bir cevap niteliğindedir. Buna göre Cemal önce, Celal sonradır. İster Cemal, ister Celal tecelli etmiş olsun, insana yaraşan İbrahim Tennuri (ö. 1482) gibi; Gelse celâlinden cefâ, yâhut cemâlinden vefâ İkisi de câna safâ, kahrın da hoş lütfun da hoş diyebilmektir. 11. Cemâli zâhir olsa tez celâli yakalar anı Görürsün bir gül açılsa yanında hâr olur peydâ “Cemali açığa çıksa, Celali hemen onu yakalar. Bir gül açıldığında hemen yanında bir diken meydana geldiğini görürsün.” Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Metin İncelemeleri zâhir: Görünen, görünücü, açık, belli, meydanda. hâr: Diken. Allah’ın Cemal ve Celal sıfatları arka arkaya gelir. Cemal ortaya çıktığında, Celal hemen onu takip eder. Çünkü Cemal ve Celal birbirini tamamlar. Bu bir denge unsurudur. İnsanları dengede tutmak gerekir. Çok iyilik yapıldığında azgınlık yapar, çok kötülük yapıldığında ise isyan ederler. Kainatta da her şey bir denge iledir. Geceden sonra gündüz, yaz mevsiminden sonra kış gelir. Sürekli yağmur yağması veya sürekli kuraklık olması, sürekli gece veya sürekli gündüz olması bir dengesizlik meydana getirir. Güzelliğin yanında çirkinliğin meydana gelmesi, gülün yanında dikenin olması bu kabildendir. İkinci mısrada geçen “gül” Cemal’in, “diken” ise Celal’in tecellisidir. 12. Bu sırdandır ki bir kâmil zuhûr etse bu âlemde Kimi ikrâr eder anı kime inkâr olur peydâ “Bu âlemde bir insan-ı kamil ortaya çıktığında bazılarının inanıp ikrar, bazılarının inkar etmesi hep bu sırdandır.” kâmil: Bütün, tam, noksansız eksiksiz. Kemale ermiş, olgun. Yaşını başını almış, terbiyeli, görgülü, pişmiş *kimse+. Alim, bilgin, geniş bilgili [kimse]. ıkrâr: Saklamayıp söyleme. Dil ile söyleme, bildirme. Tasdik, kabul. inkâr: Yaptığını saklama, gizleme; yapmadım deme. Reddetme, tanımama. Allah, insanlara peygamberler ve insan-ı kamiller göndermiştir. Gönderilen bu insanlara karşı toplumum tepkisi farklı farklı olmuştur. Bazıları gönderilen bu peygamberi tasdik ederek getirdiklerine iman etmiş ve mümin vasfını kazanmış, bazıları ise reddederek kâfir olmuşlardır. Bazılarının kabul edip bazı kimselerin reddetmesi de Cemal ve Celal’in tezâhürleridir. Hz. Muhammed peygamber olarak geldiğinde, Hz. Hatice, Hz. Ebubekir, Hz. Osman ve Hz. Ali hemen peygamberliğini tasdik ederek Cemal’e, Ebu Cehil, Ebu Leheb gibi insanlar ise inkar yolunu seçerek Celal’e mazhar olmuşlardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Metin İncelemeleri 13. Velî ârif celâl içre cemâlini görür dâim Bu hâristânın içinde ana gülzâr olur peydâ “Fakat arif kimseler sürekli olarak Celal içerisindeki Cemal’i görür. Bu dikenlik içerisinde onlar gül bahçesinin meydana geldiğini görürler.” velî: Velâkin, amma, fakat. hâristân: Dikenlik, çalılık. gülzâr: Güllük, gül bahçesi. Arif, irfan sahibi anlamına gelmektedir. Arifler, Allah tarafından verilen vehbi ilme sahip olan seçkin insanlardır. Bu yönleriyle de bilgi bakımından âlimlerden daha üstündürler. Çünkü alimin bilgisi kendi çabasıyla, okuyarak, dinleyerek, gözlemleyerek öğrendiği kesbî bilgidir. Alimin ilmine malumat, şuradan buradan toplanmış bilgi denilirken, arifin bilgisine marifet ismi verilmektedir. Marifet, malumattan daha üstün bir bilgi türüdür. Bir hadiste: “İnsanlar helak olmuştur, alimler hariç. Alimler helak olmuştur, arifler hariç…” buyrulmaktadır. Allah’ın Cemal’i Celali’ne galiptir. Bir kutsi hadiste: “Rahmetim gazabımı geçmiştir.” buyrulmaktadır. Allah’ı gereği gibi bilip tanıyan arifler, Celal içindeki Cemal’i görürler. Bu, bakışa bağlıdır. Onlar baş gözüyle değil kalp gözüyle, basiretle bakarlar. Bu nedenle sadece gördüğüne inanan ilim sahiplerinin aksine, gönül gözüyle baktıkları için dikenlerin içindeki gülü görürler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Metin İncelemeleri Hz. Peygamber, ashabı ile bir köpek leşinin yanından geçerken, sahabe burnunu tutup başını leşi görmemek için diğer tarafa çevirmiş fakat o, köpek leşine bakarak, “Ne kadar güzel dişleri var”, demiştir. Celal’in tecellilerine sabreden kimse, bu sabrı sonucunda, Cemal’in lezzetlerine kavuşacaktır. 14. Ne sırdır ki iki kimse nazar eyler bu ekvâna Biri ancak görür dârı bire deyyâr olur peydâ “Bu öyle bir sırdır ki, bu Kainata bakan iki kimseden biri sadece evi, diğeri ise ev sahibini görür.” ekvân: Varlıklar; âlemler, dünyalar. dâr: Ev, yer, yurt. deyyâr: Biri, bir kimse, bir fert. Manastır sahibi. Ev; kesret âlemi, Kainat yani yaratılanlardır. Ev sahibi ise, her şeyi yaratan Allah’tır. İnsanlar farklı farklıdır. Biri, sadece kabuğu görür ve içte bir şey olacağını düşünmez, hatta inkar eder. Diğeri ise, kabuğun içinde gizli olanı arar, özü, zat-ı ilahiyi görür. Bu Leyla’da Mevla’yı, resimde ressamı bulma hâlidir. Bütün bunlar da yine Cemal ve Celalin tecellilerindendir. 15. İçi ummân-ı vahdetdir yüzü sahrâ-yı kesretdir Yüzün gören görür ağyâr içinde yâr olur peydâ “İçi, batını vahdet/birlik denizi, dışı, zahiri kesret sahrası/çokluk çölüdür. Onun sadece dış yüzünü gören ağyarı, Allah’ı perdeleyen şeyleri görür. Batında, içinde ise yâr ortaya çıkar.” ummân-ı vahdet: Birlik denizi. sahrâ-yı kesret: Çokluk çölü. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Metin İncelemeleri Kainat, Allah’ın Zahir isminin bir tecellisidir. Bu, çokluk şeklinde görünür ve çokluktan dolayı sayısız kuma sahip bir çöle benzer. Henüz zuhur etmeyen, ortaya çıkmayan Batın’ı ise, bir vahdet denizi gibidir. Onun dış yüzünü gören, zahire aldanan ve sadece insanı oyalayan, aldatan güzellikleri, ağyarı görmüş olur. O çokluğa, görünen güzelliklere aldanmayıp içe nüfuz etmek isteyen arif ise, çokluğun içindeki bir olan Allah’ı görür. Varlığın içindeki birliği (vahdet-i vücut) görür. 16. Alan lezzâtı birlikden halâs olur ikilikden Niyazî kande baksa ol hemân dîdâr olur peydâ “Birliğin lezzetini alanlar, ikilikten kurtulurlar. Niyazî de her nereye baksa orada hemen Allah’ın vechi, yüzü/güzelliği ortaya çıkmaktadır.” lezzât: Tatlar, lezzetler. halâs: Kurtuluş, kurtulma. kande: Nerede, nereye. dîdâr: Yüz, çehre. Bu kesret âleminde Allah’ın birliğini keşfedip bu birliğin lezzetini alanlar, her türlü ikilik ve şirkten kurtulurlar. Bu durumda; “Her nereye yönelirseniz, Allah’ın vechi oradadır.” (Bakara, 2/115) ayetinin sırrına ulaşmış olurlar. Bir kutsi hadiste; “Kulum, yapmış olduğu ibadetlerle bana o kadar yaklaşır ki, ben onun tutan eli, yürüyen ayağı, gören gözü… olurum.” buyrulmaktadır. Âşık Veysel de bir şiirinde bu durumu şu mısralarla dile getirir: Saklarım gözümde güzelliğini Her neye bakarsam sen varsın orda Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Metin İncelemeleri Kalbimde gizlerim muhabbetini Koymam yabancıyı sen varsın orda Aslında, bakılan her şeyde Allah’ı görme yetisi, uluorta anlatılacak bir husus değildir. Ancak, sekir hâli denilen, ilahi sarhoşlukla bu ifadeler kullanılabilir. Niyazi Mısri’nin sekir hâlinde söylediğini düşündüğümüz bu ifadesinden, kendisinin o hâle ulaştığı ve her nereye baksa onu görmekte olduğu anlaşılmaktadır. Şairin ifade ettiği bu durum, insan için kemal noktasıdır. Fenafillah makamını geçip bekabillaha makamına ulaşma hâlidir. FUZULİ: MÜNACAT Münacat, kelime olarak “fısıldamak, kulağa söylemek, iki kişi arasında geçen gizli konuşma” anlamları taşımaktadır. Bir kimsenin ellerini semaya kaldırarak dilediği şeyi Allah’tan gizlice istemesine münacat denilmekle birlikte, edebiyatımızda, bağışlayıcı olan Yüce Allah’tan bir dilekte bulunmak için yazılan manzumelere verilen isimdir. Kelime anlamı olan “kulağa fısıldamak ve iki kişi arasındaki gizli konuşma” münacatı tam olarak karşılamamaktadır. Kulağa fısıldamak normal konuşmalarda hoş karşılanmayan bir iletişim şeklidir. Münacat aslında kulun acziyetini ifade hâlidir. Kişinin yüce Allah karşısında kulluğunun farkında olarak, edeple kendi eksiklik ve noksanlığını itiraf edip Allah’tan kısık bir sesle yardım istemesidir. Eski edebiyatımızın vazgeçilmez şiir türlerinden biri olan münacat, hemen her şairin divan ve mesnevisinde ya ilk ya da ikinci şiir olarak yerini alır. Bu yönüyle de mensur eserlerdeki “hamdele”nin şiirdeki karşılığıdır. Bununla birlikte mensur olarak yazılan münacatlar da vardır ki, bunlara da “tazarruname” adı verilir. Divan edebiyatı şairlerince kaside, gazel, kıta, mesnevi, rubai gibi, hemen her nazım şekliyle yazılmasına rağmen halk ve yeni Türk edebiyatı şairleri tarafından da hece ve serbest vezinle verilen yüzlerce güzel örnekleri de vardır. Dinî ve edebî bir nazım türü olan münacatlar ayet ve hadislerden alıntılarla İslam’ın iki ana kaynağından faydalanılarak kaleme alınmışlardır. Allah’la ilgili dinî edebî bir nazım tarzı olan münacatlar, tevhitlerle benzerlik göstermesine rağmen aralarında bazı farklılıklar da bulunmaktadır. Tevhitlerde Allah’ın zat ve sıfatlarından, yüceliğinden ve kudretinden bahsedilirken münacatlarda kulun hatalı, kusurlu ve aciz olduğu vurgulanarak Allah’tan yardım isteği ön plana çıkar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Metin İncelemeleri Kul, kusurludur. Yapmış olduğu ibadetler ve amelleri Allah’a layık değildir. Buna rağmen Allah kulun ameline göre ceza vermez. Ganiyy-i Mutlak olan sadece Allah’tır. Kul, daima zayıf, aciz ve ihtiyaç sahibidir. Yüce Allah karşısında insan aczini itiraf etmeli, geçmiş günahlarına pişmanlık duymalı ve bir daha yapmamaya karar vererek, tövbe ve istiğfar etmelidir. Çünkü veren O’dur ve O dilemedikçe hiçbir şey meydana gelmez. Allah, sonsuz lütuf, rahmet ve mağfiret sahibidir. Tevvab ismiyle, günahından pişman olan ve tövbe eden kulunun tövbesini kabul eder. Bir kul olarak insan, ibadetlerine güvenmemeli, daima korku ve ümit arasında olmalıdır. Çünkü “Allah’ın rahmetinden ümit kesmemek” bir müminin uyması gereken kurallardandır. Eğer Allah’ın rahmet ve mağfireti olmazsa kulun durumu perişandır. Münacatlarda Allah’ın bazı sıfatlarından da söz edilir. Celal ve Cemal, kerem, lütuf ve yardım sahibi olduğu, ilim ve kudretinin sonsuzluğu, Kıdem ve Beka sıfatları ön plana çıkarılır. Allah, Kainatın yegâne Hakim’i, ezel ve ebedin padişahıdır. Mevcut olan her şey onun kudretinin eseridir ve var olan her varlık bizlere onun kudretini göstermektedir. Şahlığa layık olan odur. Bütün padişahlar onun kuludur. XVI. yüzyıl şairlerinden Fuzuli’nin, Türkçe Dîvân’ında yer alan ve gazel nazım şekliyle yazılan yedi beyitlik bir münacat, bu edebî tarzın güzel örneklerinden biridir. Diğer münacatlarda olduğu gibi, bu münacatta da Allah’ın yüceliği ve kulun aciz oluşu konuları işlenmektedir. 1. Yâ Rab hemîşe lütfunu et reh-nümâ bana Gösterme ol tarîkı ki yetmez sana bana “Ya Rabbi, lütfunu daimâ bana rehber et. Sana ulaşmayan yolu bana gösterme.” hemîşe: Dâima, her vakit, her zaman. lutf: Hoşluk, güzellik; iyi muamele; iyilik. Tasavvufta; bağış, kulu Hakk'ın taatına yaklaştıran ve onu günahlardan uzaklaştıran her şey. reh-nümâ: Yol gösteren. tarîk: Yol. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Metin İncelemeleri Fuzuli, gazelin ilk beytinde Allah’a yakararak, O’ndan yardım talebinde bulunmaktadır. Kul kusurludur, acizdir, hata yapacak küçük günahlar işleyecektir. Onu bağışlayacak olan ve Allah’a itaatle, emirlerine uyup günahlardan uzaklaştırma yoluyla Hakk’ın rızasına uygun bir davranış hâlini sürekli kılacak olan da yine Allah’tır. Bundan dolayı sürekli olarak Allah’ın rehberliğine, yol göstericiliğine ihtiyacı vardır. Kulun, önünde çok sayıda yol vardır. Çıkmış olduğu yolun sonu, cennetle de cehennemle de sonlanabilir. Kulun, çıkmış olduğu yolda bir kılavuza ihtiyacı bulunmaktadır. İşte bu rehber Allah olursa, yola çıkan kulun yoldan çıkmadan asıl menzile ulaşması mümkündür. Necip Fazıl’ın; “Yollar ki Allah’a çıkar bendedir” ifadesiyle, yolların Allah’a çıkması için, yol göstericinin de Allah olması gerekir. Burada yol kelimesi, Fatiha suresindeki “sırât-ı müstakîm (doğruca Allah’a ulaştıran yol)” ifadesini çağrıştırmaktadır. Bu yönüyle aldığımızda, “beni sırat-ı müstakim’e ulaştır, sırat-ı müstakim dışındaki bir yola beni yönlendirme”, anlamı çıkar. 2. Kat‘ eyle âşinalığım andan ki gayrdir Ancak öz âşinâların et âşinâ bana “Senden başka her şeyden (masiva/ağyar) benim dostluğumu/alakamı kes, beni ancak öz dostlarınla dost et.” kat‘: Kesmek. âşinâ: Bildik, tanıdık. gayr: Ayrı, başka, özge, artık, diğer, mâadâ, değil, yabancı, bildik olmayan. Bu beytin anlamı “aşina/dost” kelimesi üzerine kurulmuştur. Dost kelimesinin Arapça karşılığı velî (çoğulu, evliya) dır. Bu da bizi evliyaullah (Allah’ın dostları) ifadesine götürür. Hayatını nefis mücadelesi ile geçirerek, şeriatı takva boyutundaki inceliğiyle yaşayan, Hz Peygamber’e tam anlamıyla uyan, kaya gibi sert olmaktan kaçıp toprak gibi davranmayı hedef edinerek bir gül yetiştirmek için yüzlerce dikene tahammül eden bahçıvan anlayışıyla yaşayan kişiye, evliya denir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Metin İncelemeleri Sadece Allah’ı dost edinenleri, Allah kendisine dost eder. Dost edinme ifadesi Kuran’da kırk civarında ayette yer alır. “Allah, inananları dost edinir.” (Bakara /257) İle; “O, salihleri dost edinmiştir.” (Araf/ 196) İfadeleri bu dostluğun kimlere olduğunu gösterir. İlk beyitte “Yâ Rab” nidasıyla şiirine başlayan Fuzuli, bu seslenişini devam ettirerek Allah’ım, senin dışındaki her şeyden, masiva ve ağyârdan tüm ilişkimi kes, beni senin dost kabul ettiklerinle dost eyle demektedir. Veli, kelimesi Hz. Ali için özellikle kullanılır. Hz. Ali’ye “Veliyyullah” denilmektedir. Hz. Ali’nin türbedarlığını yapan Fuzuli’nin bu anlamı düşünmüş olması da ihtimal dahilindedir. 3. Bir yolda sâbit et kadem-i i‘tibârımı Kim rehber-i şerîat ola muktedâ bana “İtibar adımımı öyle bir yolda sabit kıl ki, arkasından gittiğim, şeriat rehberim olsun.” sâbit: Hareketsiz, kımıldamayan, yerinde duran, ispat edilmiş, anlaşılmış. i‘tibâr: Saygı gösterme, ehemmiyet verme, şeref, haysiyet, bir şeyin hakiki değil, kararlaştırılan değeri; ibret alma. rehber: Yol gösterici, kılavuz. muktedâ: Kendisine uyulan; örnek tutulan. Bu beyitte de yine yoldan bahsedilerek, insanı Allah’a, Allah’ın razı olduğu maksuda ulaştıracak yolda sabit-kadem olmak arzu ve isteği ifade edilmektedir. Allah’a ulaştıracağı düşünülen yola çıkılmış olmasına rağmen, yoldaki tehlikeler, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Metin İncelemeleri insanı yoldan çıkaracak bulundurulmalıdır. çeşitli engellerin olduğu/olacağı göz önünde Bu durum, Feridüddin Attar’ın Mantıku’t-Tayr’da anlattığı kuşların yolculuğunda olduğu gibidir. Simurga ulaşmak için yola çıkan binlerce kuşun büyük çoğunluğunun yolda bulunan birçok engel ve onları yollarından alıkoyan çeşitli çeldiriciler sebebiyle seyahatten vazgeçmeleri ya da başka yollara sapmalarına sebep olmuştur. Yol rehberine uyan ve yolun zorluklarına katlanan kuşlardan sadece otuz tanesi simurga ulaşabilmiştir. Çıkılan yolda, yolun tehlikelerini bilen ve bu tehlikelerden yolcuları haberdar ederek, onları sahil-i selamete çıkaracak iyi bir kılavuza ihtiyaç duyulmaktadır. Bu kılavuz da şiirde; “rehber-i şeriat” olarak ifade edilen Hz. Peygamber’den başkası değildir. 4. Yok bende bir amel sana şâyeste âh eğer A‘mâlime göre vere adlin cezâ bana “Benim, sana yaraşır bir ibadetim/işim yok. Eğer adaletinle, amellerime göre bana karşılık verirsen vay hâlime.” amel: İbadet iş, niyet. şâyeste: Yakışır, yaraşır, uygun. adl: Adalet. Amel, iş anlamına gelen bir kelime olmasına rağmen din dilinde, daha çok kulun Allah nezdinde beğenilen ibadeti anlamında kullanılan bir ifadedir. İnsan, ne kadar ibadet yaparsa yapsın, yapmış olduğu bu ibadetlerden hiçbirisi Allah’ın o kişiye verdiği bir nimetin bile şükrünü karşılayamaz. Bu nedenle bir nefes alışa bile iki kez teşekkür gerektiği ifade edilir. Dünya hayatından sonra gidilecek yer olan cennet için de, insanın yapmış olduğu hiç bir ibadetin yeterli olmayacağı anlayışı vardır. Hz. Peygamber, “Hiç kimse yaptığı amel karşılığında cennete gidemez”, dediğinde, yanında bulunan sahabe merak ederek; “Sen de mi ya Resulallah?”, diye sormuş, O da “Allah’ın rahmet ve bereketi olmazsa, evet ben de”, cevabını vermiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Metin İncelemeleri Ceza, dilimizde olumsuz anlamda kullanılması rağmen Arapçada hem mükafat hem de ceza anlamıyla kullanılmaktadır. Şair, ceza kelimesini burada “karşılık” anlamında kullanmıştır. Fuzuli, bu hadisi hatırlatacak tarzda, Ya Rabbi, benim yaptığım ameller, beni razı olduğun kullardan biri olmaya yetmez, ancak rahmet ve merhametinle kurtulabilirim, demektedir. 5. Ben bilmezem bana gereğin sen hakîmsin Men‘ eyle verme her ne gerekmez sana bana “Bana lazım olan şeyin ne olduğunu ben bilemem, sen gerçek hüküm sahibisin. Sana gerekmeyen hiçbir şeyi bana verme, beni ondan uzak tut.” hakîm: Alim, bilgin, her şeyi bilen; (Allah’ın güzel isimlerinden biridir). men‘: Yasak etme, bırakmama; durdurma; esirgeme, vermeme, önleme. Allah’ın güzel isimlerinden biri olan el-Hakim; hikmet sahibi, ilmi kamil, işi güzel, uygun işler yaratıcı ve kullar arasında hükmedici anlamlarına gelen bir kelimedir. Allah, hikmet sahibidir. Olayların iç yüzünü, geleceği, gelecekteki olacak şeyleri, kulun faydasına ve zararına olacak şeyleri ancak O bilir. O’nun hikmetlerine akıl ve sır ermez. Bir beyitte bu durum şöyle ifade edilir: Muntazamdır cümle ef‘âlin senin Aklı ermez hikmetine, kimsenin S. Abdülhakim Arvasi Kişi, kendi için faydalı ve zararlı olan şeyleri bilemez. Bunu ancak gizli sebepleri ve faydaları bilen, hikmet sahibi el-Hakim olan yüce Allah bilir. Hayır zannedilen şeylerde şer, şer zannedilen şeylerde hayır olabilir. Kuran-ı Kerim’de insanın aceleci olduğu, bazen faydasına olduğu düşüncesiyle, kendisine zararlı olan şeyleri istediği yönünde ayetler bulunmaktadır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Metin İncelemeleri Bir kul olarak kişinin, Hz. Peygamber ve din büyüklerin tavsiye ettiği, “Ya Rab, bildiğim ve bilemediğim ne kadar hayır ve güzellik varsa senden onu istiyor, bildiğim ve bilemediğim ne kadar kötülük ve şer varsa ondan sana sığınıyorum”, şeklinde Allah’a yakarması gerekmektedir. 6. Oldur bana murâd ki oldur sana murâd Hâşâ ki senden özge ola müddeâ bana “Sen neyi dilemişsen benim dilediğim odur, benim senden başka asla bir isteğim yok.” murâd: Arzu, istek, dilek; maksat, meram. hâşâ: Asla, katiyen, hiçbir vakit, Allah göstermesin, uzak olsun. müddeâ: İddia olunmuş, iddia olunan şey; dava olunan şey; asılsız iddia edilen şey. Bu beyitte geçen murad kelimesi üzerinde durmak gerekmektedir. Murâd; irade edilen, istenilen, arzu edilen şeydir. Allah’ın subuti sıfatlarından biri olan İrade sıfatı, Allah’ın dilemesi anlamına gelir. Kuran-ı Kerim’de: “Dilediği şeyleri mutlaka yapar.” (Buruc 85/16) ayeti Allah’ın mutlak iradesini bildirmektedir. Allah’ın dilediği şey mutlaka gerçekleşir. O’nun dilemesi olmadan hiçbir şey meydana gelmez. Allah, kulları için hayrı murad eder, şerri murad etmez, fakat kul kötülüğü/şerri istiyorsa ona da engel olmaz. Çünkü kulun da bir iradesi vardır. Bir işi yapma veya yapmama hususunda Allah’ın insanlara vermiş olduğu seçme serbestîsine, irade-i cüziyye adı verilir. Şair, bu beyitte de Allah’a yakararak, kendi iradesinin Allah’ın iradesine bağlı olduğunu ifade ederek, her ne kadar benim iradem olsa da murat ettiğim şeyler, acziyetimden dolayı, doğru şeyler olmayabilir. Benim isteğimi, senin iradene uygun hâle getir, senin istediğin şeyler benim isteğim olsun, böylece sana itaat eden bir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Metin İncelemeleri kul olayım demektedir. Bir kul için bunun aksinin asla düşünülemeyeceğini de ifade etmektedir. Allah’ın zatından başka maksat yoktur. O’ndan başka maksadımız olmadığını söylemek, O’ndan başka mabudumuz olmadığını söylemekten daha şümullüdür. Yani daha geniş kapsamlıdır. Çünkü her mabud aynı zamanda maksuttur. Aksi olamaz. “Allahümme ente maksûdî ve rızâke matlûbî”, şeklinde Arapça bir dua vardır. Beytin anlamına uygun olan bu duanın tercümesi şöyledir: Ya Rabbi benim istediğim sensin ve istediğim rızandır. 7. Habs-ı hevâda koyma Fuzuli-sıfat esîr Yâ Rab hidâyet eyle tarîk-ı fenâ bana “Ya Rabbi, beni Fuzuli gibi istekler hapishanesinde esir etme, yokluk yolunda bana rehber ol.” habs: Hapis, alıkoyma, bir yere kapama, salıvermeme, bir yere kapayıp dışarı çıkarmama, hapishane; tutma, zaptetme. hevâ: Heves, istek, arzu; sevgi; hoşlanma. hidâyet: Hak yoluna, doğru yola kılavuzlama. fenâ: Yok olma, yokluk, geçip gitme. *Tasavvufta; maddi varlıktan sıyrılıp Hakk’a ulaşma+. Bu beytin anlaşılmasında hevâ ve fenâ kelimeleri önemlidir. Heva; nefsin istek ve arzuları anlamına gelen bir kelimedir. Nefis, insanı yanlışa yönlendiren, Allah’ın irade ettiği şeylerden uzaklaştıran bir özelliğe sahiptir. Mutasavvıflar nefsin mertebelerinden bahsederler. Bu mertebeler şöyledir: Emmare, levvame, mülhime, mutmainne, raziye, marziyye ve kamile. Fena, yok olmak, fani olmak anlamlarına gelen Arapça bir kelimedir. Nesnelerin, sufinin gözünden silinmesine fena denir. Zıddı bekadır. Tasavvufi anlamıyla, kulun insani sıfat ve huylarını terk ederek, tam hâle gelip olgunlaşmasıdır. Bu terk edilen huy ve sıfatların yerini ilahi huylar alır ki, bu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Metin İncelemeleri durum kişiyi Allah’a ulaştırarak tevhidin gerçekleşmesine neden olur. Bir kaç mertebesi bulunan fenanın son mertebesi de fenafillah makamıdır. Bu açıklamaları göz önünde bulundurduğumuzda beyitten şöyle bir anlam çıkarmamız mümkündür: Ya Rabbi, beni nefsine uyan, nefs zindanında bocalayıp duran, boş ve lüzumsuz (fuzuli) bir kul hâline düşürme. Ölmeden önce ölme sırrına eren, nefsine esir olan değil, nefsini esir alan, nefsini Allah’da yok ederek Allah’la var olma yolunda “fena tariki”nde yürüyen bir kul hâline getir. Zat ve sıfatımı senin zat ve sıfatında yok et ve beni bütün dünyevi ilgilerden uzaklaştırarak, senin birlik dergahına tam bir yönelişle yönlendir. Fuzuli, gazelin ilk beytinin ilk mısraında “Yâ Rab” diye başlamıştı, son beytin son mısraında da yine “Yâ Rab” hitabıyla şiirini sonlandırmaktadır. Bu iki mısradan bir beyit oluşturacak olursak şöyle bir beyit ortaya çıkar; Yâ Rab hemîşe lütfunu et reh-nümâ bana Yâ Rab hidâyet eyle tarîk-ı fenâ bana Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Özet Metin İncelemeleri •Türk İslam edebiyatı, dinî mahiyeti ön planda olan bir yapıya sahiptir. Bütün İslami ilimlerde olduğu gibi Türk İslam edebiyatında da ilk iki kaynak Kuran-ı Kerim ve sünnettir. •Yazar ve şairlerimiz eserlerine başlarken "besmele, hamdele ve salvele" olarak ifade edilen; Allah'ın adıyla başlayıp ona hamdedip Hz. Peygamber'e salat ü selam getirdikten sonra eserlerine başlamayı bir gelenek hâline getirmişlerdir. •Bu geleneğin şiirdeki yansıması ise yine besmele, tevhid, münacat ve naat şeklinde olmuştur. •Nesirdeki "hamdele"nin karşılığı olan tevhit ve münacat, Allah'ın birliği, büyüklük ve yüceliği, zati ve subuti sıfatları ile kulun acizliği vb. konuların işlendiği edebî tür ve tarzlardandır. • Bu ünitede tevhit türünü ve münacat tarzını daha iyi anlamaya yönelik iki örnek şiir şerh edilmeye çalışılmıştır. •Niyazi Mısri'nin tevhidi ile Fuzuli'nin münacatı söz konusu tür ve tarzın özelliklerini yansıtan en iyi örneklerdendir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Metin İncelemeleri DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Allah’ın varlığına ve birliğine dair yazılan eserler olan tevhitler hakkında aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? a) Tevhitler mürettep divanlarda ilk sırada yer alır. b) Tasavvufi ve dinî olmak üzere iki tür tevhit vardır. c) Tasavvufi tevhitlerde Allah’ın ilminde gizli varlıkların kudret kalemiyle meydana gelişi anlatılır. d) Tevhitler genelde kaside şeklinde yazılır. e) Edebiyatımızda terkib-i bent, terci-i bent ve musammat şekilleriyle yazılmış tevhitler vardır. 2. “Hergiz” kelimesinin anlamı aşağıda cevaplardan hangisinde doğru olarak verilmiştir? a) Her zaman b) Daima c) Bu günlerde d) Hiçbir zaman e) Gelecekte 3. Edebiyatımızda mensur münacatlara ne isim verilir? a) İhlasname b) Besmelename c) Ayetname d) Elifname e) Tazarruname Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Metin İncelemeleri 4. “Şâyeste” kelimesinin anlamı aşağıdakilerden hangisidir? a) Birlik b) Adalet c) Çokluk d) Niyet e) Yaraşır 5. Tevhit, münacat gibi nazım tür ve tarzlarının divanlarda ilk ya da ikinci sırada yer almasının nedeni aşağıdakilerden hangisidir? a) Şiirlerin uzunluk ya da kısalıklarına göre sıralanması. b) Allah’ın mutlak kudret sahibi olması. c) Şairlerin geleneğe uygun davranmaları. d) Şiirlerin kafiyelerine göre sıralanması. e) Şiirlerin yazılış tarihlerine göre sıralanması. 6. “Ne güzel, ne hoş, aferin” anlamlarına gelen kelime aşağıdakilerden hangisidir? a) Zahir b) Zihi c) Tekvin d) Müddea e) Peyda Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Metin İncelemeleri 7. Allah’tan bir dilekte bulunmak için yazılan eserlerin ismi olan münacatlar hakkında aşağıdakilerden hangisi doğrudur? a) Münacatlar sadece manzum yazılırlar. b) Münacatların edebiyatla bir ilişkisi olmayıp yalnız dinî bir kavramdır. c) Münacatlarda Allah’ın zat ve sıfatlarından bahsedilir. d) Münacatlarda aslolan kulun acizliğini bilip Allah’tan yardım istenmesidir. e) Mensur yazılan münacatlara tahassürname denilir. 8. Aşağıdaki Allah’ın isimlerinden, hangisi diğerlerinden farklıdır? a) Kahhar b) Gafur c) Vedud d) Muhyi e) Hadi 9. Dinî ve ebedî türlerin iki ana kaynağı aşağıdakilerden hangisinde doğru verilmiştir? a) Kuran-ı Kerim-Hadis b) Halk inanışları-Siyer c) İran mitolojisi-Arap mitolojisi d) Kuran-ı Kerim-Menakıbnameler e) Peygamber Kıssaları-Velâyetnameler Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 Metin İncelemeleri 10. “Aşağıdakilerden hangisi “Deyyâr” kelimesinin anlamlarından değildir? a) Biri b) Gurbet c) Bir fert d) Bir kimse e) Manastır sahibi Cevap Anahtarı 1-c, 2-d, 3-e, 4-e, 5-c, 6-b, 7-d, 8-a, 9-a, 10-b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30 Metin İncelemeleri YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Aktaş, Hasan (2001), Türk Şiirinde Din ve Tasavvuf: Konya. Cebecioğlu, Ethem (1997), Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü: Ankara. Dilçin, Cem (2000), Örneklerle Türk Şiir Bilgisi: Ankara. Gölpınarlı, Abdülbâki (1977), Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri: İstanbul. İsen, Mustafa ve Muhsin Macit, (1992), Türk Edebiyatında Tevhidler: Ankara. Kaya, Doğan (2004), Âşık Veysel: Sivas. Kurnaz, Cemal (1992), Münacat Antolojisi: Ankara. Levend, Âgah Sırrı (1943), Divan Edebiyatı Kelimeler ve Remizler Mazmunlar ve Mefhumlar: İstanbul. Onay, Ahmet Talat (1996), Türk Halk Şiirlerinin Şekil ve Nev‘i, (Haz. C. Kurnaz): Ankara. Pala, İskender (1989), Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü: Ankara. Pekolcay, Necla vd. (2000), İslâmî Türk Edebiyatında Şekil ve Nev’îlere Giriş: İstanbul. Şemseddin Sâmi (1317), Kâmûs-ı Türkî: Der-Sa‘âdet. Şener, Halil İbrahim ve Alim Yıldız, (2003), Türk İslam Edebiyatı: İstanbul. Tahirü’l- Mevlevi (1994), Edebiyat Lügati: İstanbul. Tarlan, Ali Nihat (1985), Fuzûlî Divanı Şerhi, Ankara. Uludağ, Süleyman (1997), Tasavvuf Terimleri Sözlüğü: İstanbul. Yavuz, Kemal vd. (1994), Dînî Sözlük: İstanbul. Yıldız, Alim (2010), Fenayî Cennet Efendi Divanı: Sivas. Yılmaz, Mehmet (1992), Edebiyatımızda İslamî Kaynaklı Sözler: İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31