müfessirin donanımı

advertisement
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
MÜFESSİRİN DONANIMI VE
TEFSİRDE TEMEL İLKELER
• Müfessirin Donanımı
• Müfessirin Bilmesi Gereken İlimler
• Müfessirin Uyması Gereken Ahlaki İlkeler
• Müfessirin Uyması Gereken İlmî İlkeler
• Tefsir'de Uyulması Gereken Temel
Prensipler
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Tefsir eyleminin sorumluluk ve donanım
gerektiren bir olgu olduğunu bilecek,
• Müfessir olabilmek için çeşitli ilimlerle
donanması gerektiğini kavrayabilecek,
• Müfessirde dinî, ilmî, ahlaki/etik birtakım
şartların bulunması gerektiğini anlayacak,
• Müfessirin, sahih inançlı, güzel ahlaklı ve salih
amelli bir kişi olmasının gerekliliğini belleyecek,
• Müfessirin, tefsir eyleminde Kur’ân, sünnet,
sahabe kavli ve ictihad şeklindeki hiyerarşiye
uymasının önemini görecek,
• Müfessirin tefsir eyleminde temel hedefinin
"mesajı muhataplara en güzel şekilde
ulaştırmak" olduğunu bilecek,
• Tefsir eyleminin sahihliği için belli bir yöntem ve
prensiplerin varlığını keşfedebilecek,
• Kur’ân'ı anlamaya çalışırken iyi bir müfessirin ve
tefsirin nasıl olması gerektiğini seçebileceksiniz.
TEFSİR
Prof. Dr. Sadık KILIÇ
ÜNİTE
1
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
GİRİŞ
Allah katından rahmet, hidayet kılavuzu, müjdeleyici olarak gönderilmiş
bulunan Kur’ân, insanlara ulaştırılmış olan bir belgedir, emirler, talepler ve
açıklamalar bütünüdür.
Her mesaj gibi, onun da bir amacı vardır. Bu amaç, beşeriyete Kur’ân vasıtasıyla
konuşan Allah tarafından şöyle ortaya konulmuştur: “en doğru olana iletmek”, “her
şeyi beyan edip ortaya koymak”, “müjde olmak”, “şifa olmak”, “ihtilafları çözüme
kavuşturmak”… O hâlde Kur’ân, hayatın mana ve gayesi onsuz anlaşılamayacak ve
gerçekleşemeyecek olan bir İlahi Düsturdur.
Baki ve ebedî bir mucize oluşunun göstergesi olarak kapsamlı, geniş manaları
çağrıştırıcı, esnek ve başka anlamlara delalet ya da işaret eden veciz ve câmi
lafızlarla yüklü Kur’ân mesajının yerine ulaşabilmesi ve gayesinin gerçekleşebilmesi
için, tefsirinin yapılması da kaçınılmaz olacaktı. Bu zaruret sebebiyle de Hz.
Muhammed, resûl ve mübelliğ nitelikleri yanında, yine, onun müfessiri,
yorumlayıcısı, hatta uygulayıcısı anlamında mübeyyin olarak da tavsif edilmektedir.
Tefsir, konusu Allah
kelâmı olması
sebebiyle
sorumluluk ve vebal
gerektiren bir
eylemdir.
Peygamber’e özgü bir misyon olan Kur’ân tefsiri, onunla son bulmamıştır.
Hayatın zorlamaları ve yeni ihtiyaçlar karşısında, sonraki nesil de Kur’ân’ın, beşerî
gelişme ve değişimlerle paralel gitmesi gerekliliğine bir işaret olmak üzere, tefsir
faaliyetlerinden geri durmamışlar, hatta buna teşvik de etmişlerdir. Mesela
Abdullah İbn Mesud, “Her kim, öncekilerin ve sonrakilerin ilmini elde etmeyi isterse,
Kur’ân’ı ‘harmanlasın’, yani ‘onu adamakıllı düşünüp tedebbür etsin” demektedir.
Çünkü Kur’ân, Hz. Peygamber’in anlatımıyla, her vadide ve mevsimde devşirilmeyi
bekleyen, tazeliğini asla yitirmeyen taptaze bir turfanda -ğaddan tariyyâ- gibidir.
Hz. Peygamber’in bizzat kendisi de sahabesinden bunu beklemiş, hatta O (s.a.s.),
Abdullah İbn Abbas için, “Ey Allah’ım, O’nu dinde derin anlayışlı kıl ve ona ‘te’vil’i,
yani ‘lafzın kendisine râci’ olacağı manayı bulup çıkarma kabiliyetini) öğret!”
duasında bulunmuştur.
Kur’ân’ı anlamaya dair özgün bir anlayışa mazhar kılınma da Allah katında bir
seçkinlik göstergesi olarak zikredilmiştir. Kendisine, “Sizin yanınızda, Allah’ın
Kitabında mevcut olmayan bir vahiy parçası var mı?” diye sorulduğu zaman Hz. Ali,
“Hayır! Daneyi çatlatan ve canlıyı yaratan Allah’a and olsun ki, ben böyle bir şey
bilmiyorum. Bende, *içinde, ferâizle ilgili bir hükmün yazılı olduğu+ şu sayfadan ve
Allah’ın, Kur’ân hakkında bir kimseye verdiği anlama ve kavrama yetisinden başka
herhangi bir şey yoktur” şeklinde cevap vermiştir. O hâlde tefsir faaliyeti, atalet ve
durağanlıktan uzak olması gereken kesintisiz bir süreçtir. Günümüze intikal etmiş
olan tefsir külliyatına baktığımız zaman da bunu anlarız. Bu anlamda denilebilir ki,
her bir tefsir çalışması, Kur’ân’ın bitmeyen aydınlıklarını, göz alıcılıklarını ve hep
taze olan sırlarını bulup ortaya koymaya çalışmıştır. Bu gayretler bundan sonra da
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
muhakkak devam edecek, Kur’ân semasının yıldızları, yıldızlar ötesi gök adaları
hissedilip, ışığı insanlara yansıtılmaya çalışılacaktır.
MÜFESSİRİN DONANIMI: BİLMESİ VE UYMASI GEREKENLER
O hâlde, konusu Kur’ân, hedefi bütün insanlık, amacı ise hem dünya hem de
ahirete yönelik ilahi emirleri, direktifleri açıklamak; nihai olarak insanların dünya ve
uhrevi saadetlerini temin etmek olan bir dinî ve ilmî faaliyetin, yani Tefsir
etkinliğinin yürütülebilmesi için, buna teşebbüs eden kişide, birtakım şartların
bulunması zorunludur.
Bir müfessirde veya tefsir yapmak isteyen bir kimsede, âlimlerimiz hangi
ilimlerle mücehhez olmasını şart koşmuşlardır?
Diğer yandan, gerekli şartları haiz olan bir kimse, tefsir çalışmasında hangi ilmî
ve ahlaki ilkelere (âdâb-ı müfessir) riayet etmelidir?
Mevcut birikim karşısında, bugün ve geleceğe doğru uzanan süreç içinde, en
isabetli tefsir hangi nitelikleri taşımalıdır?
Biz, gelecek satırlarda bu sorulara cevap vermeye; böylece bir yol haritası
belirlemeye çalışacağız.
Bir Müfessirin Bilmesi Gereken Başlıca İlimler
Bir müfessirin, Arap dili
ve belagati; ulûmu’lkuran ve tefsir başta
olmak üzere kıraat,
usul, fıkıh, kelâm gibi
İslam bilimlerine vakıf
olması elzemdir.
Tefsir usulü kaynaklarına baktığımız zaman, bir müfessirde bulunması gereken
ilimler başlığı altında pek çok bilim dalının zikredildiğini görmekteyiz. Bu ilimlerden
bir kısmı, araç ve alet mevkiinde iken, diğerleri de tefsir yapan zatın benimsemesi
gereken yol, yöntem, edep; haiz olması gereken Ahlaki, fikrî, meziyetlerle
ilgilidirler. Hiç şüphe yok ki, ‘araç olmaksızın amaca ulaşılamayacağı’ gibi, ‘usul
olmaksızın da vusul gerçekleşemez.’ Bu sebeple ulema, az sonra sayacağımız bilim
dallarında âlim ve donanımlı olmayan kimselerin tefsire yeltenmemesi gerektiğini
sıkça hatırlatmışlardır. Ama az sonra zikredilecek bilimlerde mahareti bulunmayan
ve birikimi olmayan, hatta deruni bir sezgi ve anlayış gücünden de yoksun olan bir
kimse tefsir yapmaya yönelirse ne olur? Böyle birisi, hiç şüphe yok ki, şu Nebevî
ikaz ve tehdidin hedefi hâline gelir: “Her kim, Kur’ân hakkında, *gerekli donanıma
sahip olmaksızın+ salt kendi görüşüyle konuşursa, o kişi, ateşteki yerine
hazırlansın!..”
Bir müfessir için olmazsa olmaz ya da asgari şartlar olarak
isimlendirebileceğimiz bu ilimleri zikretmeye geçmeden önce, bu ilimler hakkında
İbnu Ebi’d-Dünya’nın şu tespitini belirtelim ki, ‘sahili olmayan bir umman olarak
nitelen tefsir bağına destursuz girilmesin!’: “Kur’ân ilimleri ve Kur’ân’dan istinbat
edilen şeyler, sahili olmayan bir deryadır! Müfessir için bir alet mesabesinde olan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
bu ilimlere gelince, kişi, bu ilimleri elde etmeden müfessir olamaz! Ama kim de bu
ilimleri elde etmeksizin tefsir yaparsa o Hz. Peygamber tarafından hoş görülmemiş
olan re’y yöntemiyle tefsir yapmış olur! Gerekli ilim ve donanıma sahip olarak tefsir
yaptığındaysa, kınanmış olan yöntemle tefsir yapmış olmaz!..”
Pek çok eserde nerdeyse aynı tertiple zikredilen, Tabersî’nin Zemahşerî’den
naklettiğine göre de, ‘en mükemmel ve kusursuz bir şekilde’ (alâ vechi’l-itkân ve’lkemâl) bilinmesi zaruri olan bu ilimleri şöyle sıralamak mümkündür:
Arap Dili İlimleri
Lügat: Dil Birikimi
Bu ilimlerden biri, Arap dilidir. Çünkü tekil lafızların açıklanması ve delaletleri;
vaz’ı, yani ilk anlamları, bu ilim sayesinde bilinebilir… Nitekim Mücâhid, “Allah’a ve
Ahiret gününe iman eden bir kimsenin, eğer Arapların lehçelerini (ç. lügât)
bilmiyorsa, Allah’ın Kitabı hakkında konuşması helal olmaz!” derken, İmam-ı
Malik’in de, şöyle dediği aktarılmaktadır: “Bana, Arapların dilini *Arapçayı+
bilmediği hâlde, Allah’ın Kitabını tefsir eden [tefsire yeltenen] bir adam
getirildiğinde, onu ben bu sebeple azarladım *ve onu bundan men ettim!..+.
Müfessirin temel
donanımı yanında,
döneminin sosyal,
pozitif ve kültürel
düzeyine de vakıf
olması önemlidir.
Burada söz konusu olan, sadece Arapça’yı çok iyi bilmek değil, aynı zamanda
Arap dilinin iktiza ettiği hususlara da riayet edebilmektir. Bilmen’in ifadeleriyle
söylemek gerekirse, “Müfessir olan kimse, kelimelerin meşhur ve çok kullanılan
manalarıyla, nadir, kullanılmayan ve garip olan manalarını birbirinden
ayırabilmelidir. Kur’ân-ı Kerîm’in herhangi bir lafzını, hemen anlaşılan ve açık
(zâhir) olan manasına göre yorumlamayıp da Arap dilinden pek azının delalet
edeceği manaya yorumlamak uygun değildir. Bu olası mananın kullanımına
Arapların şiirlerinde rastlanılsa bile…” Şu hâlde, Arapça’yı çok iyi bilmenin yanı
sıra, aynı zamanda bu dilin kendi mantık ve anlam dünyasına; mana-lafız ilişkisinin
oluşumundaki inceliklere de dikkat etmek; subjektif gerekçelere dayanarak, dilin
dünyasının ve mana muhitinin dışına çıkmamak, yani ona tahakkümde
bulunmamak, müfessirde bulunması gereken şartlardan biridir.
Sarf İlmi
İkincisi, Sarf (çekim) ilmidir. Sarf ilmi, Arap dilindeki kelimelerin (isim ve fiil)
yapısını, çekimlerini, sigalarını ve kalıplarını konu edinir. Bir kelime, girdiği her bir
yeni kalıpta, sözlük anlamına kalıp anlamını katmaktadır. Dolayısıyla Kur’ân
kelimelerinin sigalarının bilinmesi, doğru anlam için önem arz etmektedir. Bu
yüzden bu ilim, müfessirin bilmesi gereken bir ilimdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
Nahiv İlmi
Üçüncüsü, nahiv (gramer) ilmidir. Bu, terkip ve cümle düzeyinde Arap
kelâmının ögelerinin prensiplerini inceleyen ilimdir. Ögelerle ilgili farklı vecihlerin
bulunması, irap konumundaki değişimler, mana değişimine sebep olmaktadır.
Çünkü her bir irap durumu, ilgili kelimeye bir de öge anlamı katmaktadır. Bu
yüzden de Kur’ân’ın anlaşılmasında nahiv ilmi, son derece önemlidir.
İştikak İlmi
Dördüncüsü, iştikâk (kökenbilim/etimoloji) ilmidir. Bu ilim, bir kelimenin hangi
kök veya köklerden türediğini ortaya koyan ilimdir. Bu ilim, müfessir için gereklidir;
çünkü mesela bir ismin farklı iki kökten türemiş olma ihtimali olduğunda, anlam da
köklerin değişmesiyle değişebilecektir. Örnek vermek gerekirse, mesela mesîh
kelimesinde olduğu gibi; bu kelime ‘siyahat: gezmek dolaşmak’ kökünden
gelebileceği gibi, yine ‘mesh: Eliyle sıvazlamak, mesh etmek; mish: Kıldan yapılma
rahip elbisesi’ köklerinden de gelmiş olabilir. Dolayısıyla da köke göre anlam
yüklenecektir. Bu bağlamda, ‘küçük iştikâk’ (iştikâk-ı sagîr) ve ‘büyük iştikâk’
(iştikâk-ı kebîr) konuları, son derece önem arz etmektedir.
Belagat İlimleri: Me’ânî, Beyân ve Bedî
Her bir temel İslam
bilimi, Kur’ân’ın ilgili
âyetleri için malzeme
ve perspektif sunan bir
depo gibidir.
Müfessir için önem arz eden ilimlerden biri de, me’ani, Beyân ve bedî şeklinde
üç alt bilim dalına sahip olan Belagat ilmidir. Bu üç ilimden ilm-i me’ânî vasıtasıyla;
mana ifade etmeleri cihetiyle, sözün terkiplerinin hususiyetleri bilinir ki, kısaca
“Arapça bir ifadenin, kendisi sayesinde, hâle mutabık ve muvafık olacağı hâlleri
öğreten ilim” şeklinde tarif edilebilir. Yani sözün inşasını konu edinir. Beyân ilmiyle,
lafızların açık ya da kapalı oluşuna göre manalarının da değişebilmesi bakımından
terkiplerin hususiyetleri bilinmektedir. Yani sözün ortama göre beyanını konu
edinir. Bedî’ ilmi ise, sözün nasıl güzelleştirileceğinin vasıta ve yollarını gösterir.
Yani sözün tezyinini konu edinir.
Suyûtî’nin de vurguladığı gibi, bu üç ilim, Belagat İlmini teşkil etmekte olup
müfessirin mutlaka sahip olması gereken esas ve şartların en önemlilerindendir.
Tefsir ilminin önemini, ‘Her ilim sahibinin tefsire girişmesinin ve onda görüş
belirtmesinin uygun ve yerinde olmayacağı’ şeklinde ortaya koyan Zemahşerî’nin,
bilhassa İlmü’l-Me’ânî ve İlmü’l-Beyân’ın merkezî değeri konusunda Câhız’ın
‘Nazmu’l-Kur’ân’ adlı eserine atfen, dile getirdiği şu görüşler son derece calibi
dikkat olup büyük bir önem arz etmektedir. Buna göre, şöyle demektedir Câhız:
“Fetva ve ahkâm ilminde akranlarını geçmiş olsa da, fakîh; kelâm ilminde dünya
insanlarına galip gelmiş olsa da, mütekellim (kelâmcı); İbnü’l-Karriyye’den daha
fazla hıfzetmiş olsa da, kıssa ve rivayet hafızı; Hasan el-Basrî’den daha mükemmel
vaaz etse de, vâiz; Sîbeveyh’ten daha mükemmel bir nahiv alimi olsa da, nahivci ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
güçlü çeneleriyle bütün lügatleri yutmuş olsa da, lügat alimi, evet bunlardan hiçbir
kimse, Kur’ân’a özel iki ilim olan İlmü’l-Me’ânî ve İlmi’l-Beyân’da derinleşip büyük
bir maharet elde etmiş bir kişi olmadıkça, bu ilim yollarına giremez, o hakikatlerin
denizine dalıp herhangi bir şey elde edemez!..”
Bu demektir ki, Me’ânî ve Beyân ilimleri, sırf tefsir ilmi için değil, aynı şekilde
başlıca dinî ilim sahaları için de olmazsa olmaz bir konumda bulunmaktadır.
Kıraat İlmi
Kur’ân lafızları, çoğunluk itibarla tek tip olarak Kureyş lehçesi üzerine
okunmaktadır. Ancak bazı lafızların birden fazla okuma biçimleri (kıraat farklılıkları)
bulunmaktadır. Bu tür okumaları konu edinen bilimin adı, kıraat ilmidir. Kıraat ilmi,
bir taraftan fonetik düzeyde tüm Kur’ân lafızlarının nasıl telaffuz edileceğini
öğretirken, öte yandan kıraat farklılıklarının sahihini zayıf ve mevzu olanlarından
ayırıp tespit etmekte; sahih olanlarının belli kurallar dâhilinde tercih edilmesini
öngörmektedir. Bu yüzden müfessirin gerek doğru telaffuz gerekse farklı okumalar
hakkında bilgi sahibi olabilmesi için bu ilme ihtiyacı vardır.
Usûlüddin: Kelâm İlmi
Kur’ân’da birçok alanlarla ilgili âyetler var olduğu gibi, inanç ve itikadla ilgili
âyetler de bulunmaktadır. Allah, nübüvvet, kitaplar, melekler, ahiret günü, gaybi
âlem gibi itikatla ilişkili alanlarla ilgilen ilim dalı, Usuluddin veya Kelâm ilmi olarak
isimlendirilmektedir. Bu âyetlerle ilişkili yorum biçimlerini, doğru ve meşru
inançları tespit edebilmek için müfessir, Kelâm ilmine de gereksinim duyacaktır.
Fıkıh ve Fıkıh Usûlü
Kur’ân’da ibadet, hukuk ve ahlakın birçok alanıyla ilgili ahkâm âyetleri
mevcuttur. Bu bağlamda namaz, oruç, hac ve zekât gibi birçok ibadet; evlilik,
boşanma, ticaret, devletler, idare ve ceza gibi birçok hukuk alanı kapsam
dâhilindedir. Ahkâm âyetlerinin pratiği ile Fıkıh; metodolojisiyle ise Usulu Fıkıh
alanı ilgilenmektedir. Özellikle Usul, âyetlerdeki hükümlerin delaletlerini ve
onlardan hüküm çıkarma yöntemlerini içeren bir ilim olması hasebiyle, fıkıh da
pratik ahkâm açısından müfessir için son derece önemlidir.
Kur’ân İlimleri (Ulûmu’l-Kur’ân)
Sebeb-i Nüzûl ve Kıssa
Kur’ân, 23 senelik bir zaman diliminde inmiştir. İnişi iki türlüdür; bir olaya veya
soruya binaen âyetler; bir de doğrudan inen âyetler. Âyetlerin kendilerine binaen
indiği olaylara sebeb-i nüzûl; bunlarla ilgilenen ilme de esbâb-ı nüzûl denmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
Sebeb-i nüzûl, kendisine binaen inen âyetin anlaşılmasında önemlidir. Bir âyetin ne
zaman, nerede, hangi şartlar altında, kim veya ne hakkında indiğini bilmek,
âyetteki kapalığın giderilmesi, mücmelliğin ve mübhemliğin kaldırılması; hasr ve
tahsis olup olmadığının keşfedilmesi, ilahi hikmetin aralanması gibi hususlarda
yardımcı olur. Bu yüzden sebeb-i nüzûl, müfessir için önemlidir.
Sayıları onları aşan her
bir Kur’ân ilmi, Kur’ân
tefsirinin bir yönünün
metodik prensiplerini
verir.
Kur’ân’daki tarihsel kişileri ve olayları ele alan unsurlara kıssa denmektedir.
Kur’ân’daki kıssalar, mesajları belli bir zaman dilimindeki bir örneklemin içerisine
yerleştirerek sunarlar. Bu yüzden de kahraman, zaman, mekân ve tarihsel ayrıntılar
yerine mesaj, ders ve ibretler ön plana çıkarılır. Ve yekûn olarak da Kur’ân
âyetlerinin büyük bir bölümünü teşkil etmektedir. Kur’ân kıssalarını ele alan ilme,
kasasu’l-Kur’ân ismi verilmektedir. Kur’ân kıssalarını ve bunlarla ilgili sahih
rivayetleri bilmek, müfessir için önemli unsurlardan biri olarak değerlendirilir.
Nâsih ve Mensûh
Nesh, sözlükte silmek, hükmünü kaldırmak, hükümsüz kılmak anlamına
gelmektedir. Kur’ân âyetleri bağlamında yeni gelen bir âyetin önceki bir âyetin
hükmünü ortadan kaldırmasına verilen isimdir. Hükmü kaldırana nâsih, hükmü
kaldırılana da mensûh denmektedir. Nesh olgusu, Kur’ân (Bakara, 2/106; Ra’d,
13/39; Nahl, 16/101) ve sünnetle sabit bir olaydır. Neshin nasıllığı, sayısı, çeşitleri
konusunda ihtilaf mevcut olmakla birlikte, nesh olayının; hangi âyetin hangisiyle
neshedildiğinin bilinmesi müfessir için son derece önemli konulardan birisidir.
Ğarîbü’l-Kur’ân
Ğarîb, Kur’ândaki az kullanılması, farklı lehçe ve dillerden alınması sebebiyle
manası kapalı kalan, anlaşılmayan lafız demektir. Bununla ilgilenen Kur’ân ilmi,
Ğarîbu’l-Kur’ân’dır. Kur’ân’da mevcut olan bu kelime türlerinin kapalı anlamlarını
açmak için müfessirin ğarîbü’l-Kur’ân bilgisine ihtiyacı vardır.
Mücmelü’l-Kur’ân
Mücmel, ana hatlarıyla sunulması ve detaya girilmemesi hasebiyle kapalı kalan
ve sözün sahibi tarafından bir açıklama yapılmadıkça manası anlaşılmayan lafız
demektir. Bu alanla ilgilenen Kur’ân ilmi ise, Mücmelü’l-Kur’ân’dır. Müfessirin bu
tür lafızları tanıması; kapalılığını giderme yollarını bilmesi önemlidir.
Mübhematü’l-Kur’ân
Mübhem, Kur’ân’da isimleri doğrudan zikredilmeyip ism-i mevsul, zamir, künye,
lakap, sıfat gibi unsurlarla kapalı olarak ifade edilen lafız demektir. Bu tür
kelimelerle ilgilenen Kur’ân ilmi, Mübhemâtü’l-Kur’ân’dır. Müfessir, bu tür
kelimeleri tefsir etmek için bu alanın bilgisine muhtaçtır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
Âyetler veya Sûreler Arasındaki Münâsebet (Tenâsüb)
Kur’ân, insan yapıtları gibi, giriş-gelişme-sonuç şeklindeki bir kurguyla
oluşturulmuş bir kitap değildir. Onun kendine ait bir dili ve üslubu vardır. Bu üslup
içerisinde Kur’ân tertibinde âyetlerin önü ve sonu ile, pasaj bütünlüğü ile, sûreler
kendi içinde ve önceki-sonraki sûrelerle ciddi bir uyum ve ilişki içerisindedir. Buna
Tenâsüb ilmi denmektedir. Müfessirin bu ilmi ve inceliklerini bilmesi gerekir.
Vücûh ve Nezâir
Mevhibe ilmi, Allah’ın
müfessir kuluna
bağışladığı özel bir ilim
ve irfan alanıdır.
Kur’ân’da bazı lafızlar, çok anlamlıdır. Kelimenin çok anlama sahip olması,
vücûh olarak isimlendirilmektedir. Nezâir ise birçok anlama gelen bir kelimenin bu
anlamlardan her birinin Kur’ânda geçtiği yerlerdir. Çok anlamlı bir lafzın geçtiği
bağlamda hangi anlamıyla kullanıldığını bilmek, Kur’ân’ın doğru anlamlandırılması
için son derece önemlidir. Bu yüzden müfessir, bu ilmi bilmek mecburiyetindedir.
Muhkem-Müteşâbih
Muhkem, tek anlama sahip olan veya anlamı açıkça anlaşılan Kur’ân kelimesi;
müteşâbih ise anlamı kapalı olan; birçok anlama geldiğinden dolayı anlaşılması güç
olan lafız demektir. Her ikisinin de kapsamını bilmek müfessir için önemlidir.
Mevhibe İlmi (Vehbî İlim)
Bu ilim, Allah Teâlâ’nın, İslam’ın temel kaynaklarından öğrendiğiyle amel eden
kimselere ihsan ettiği ‘seçkin’ ve ‘ruhi manevi karakterli’ bir ilimdir… Özellikle Hz.
Peygamber’in, “Bildiğiyle amel eden kimseyi Allah, bilmediği şeylerin ilmine varis
kılar…” sözü de buna işaret etmektedir. Bu ilmin nasıl elde edilebileceğine ışık
tutmak üzere de şöyle denilmiştir: “Kalbinde sapkınlık, kibir, nefsî arzular, dünya
sevgisi bulunan veya günâhta ısrar eden yahut imanı tahkik derecesine ulaşmamış
ya da zayıf olan veyahut ilim sahibi olmayan birisinin sözüne dayanan ya da kendi
[ferdî, dayanaksız+ düşüncesine yönelen kimse için vahyin manalarını anlama
hedefi gerçekleşmez ve bu vahyin sırları ona tecelli etmez. Çünkü, bütün bu hâller,
her biri diğerinden güçlü perdeler ve engeller mesabesindedir!..” Mevhibe ilminin
mahiyetine dair Sâbûnî de, İmam-ı Şâfiî’nin şöyle dediğini aktarmaktadır: “Vekî’a,
hafızamın yetersizliğinden şikayette bulundum da o bana, günâhları terk etmeyi
gösterdi!. Ve haber verdi ki bana, ilim bir nurdur ve Allah’ın nuru da isyankâra
hediye olunmaz!..”
Bir müfessirin çok iyi bilmesi gerektiğine inanılan ilimler ile bunların sıralaması
ise; bu sıralamayı yapan âlimin bakış açısıyla, bu tasnifin yapıldığı çağla, etkin ve
hâkim olan ilim muhitiyle, ilim anlayışıyla, ayrıca diğer bilgi ve bilim alanlarına bakış
açısıyla çok yakından alakalıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Bireysel Etkinlik
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
• Müfessirin donanımının bu kadar
yoğun olması neden önemlidir?
Üzerinde düşününüz.
Müfessirin Uyması Gereken Ahlaki ve İlmî İlkeler
Birinci sırada zikredilen ilimler ne kadar önemli ve gerekli ise, şimdi zikredilecek
olan Ahlaki/etik ve ilmî ilkeler de o denli önemlidir. Zira, tefsir etkinliğinde
bulunabilmek için gerekli olan bilimleri öğrenip ikmal etmek harici ve araçsal
şartları oluştururken, ahlaki/etik ve ilmî ilkelerse manevi ve özsel/öze dair esasları
teşkil etmektedir… Bu açıdan biz, iki başlık altında ele alacağımız ilkelere, ‘Bir
müfessirin riayet etmesi gereken ilmî, ahlaki, manevi âdâb’ adını koyabiliriz.
Ahlaki/Etik İlkeler
Önce sahih bir inanç ve
halis niyet… Sonra güzel
ahlak ve ilmiyle amil
olmak… Müfessirin
ahlaki olmazsa
olmazlarıdır.
Müfessir’in tefsir yaparken dikkat etmesi gereken birçok ahlaki ilke mevcuttur.
Şimdi önemlilerini sıralayalım.
a) Her şeyden önce tefsir yapacak kimsenin sahih bir inanca sahip olması
gerekir; çünkü inanç, onu benimsemiş olan kimse üzerinde kaçınılmaz olarak
büyük bir etkiye sahiptir. Sahih bir inanç taşımayan kişiyi, bu fasit inancı,
metinleri tahrife; rivayetlerin, bilgilerin aktarımında da dürüst
davranmamaya sevk edebilir. Bu durumda olan bir kimse tefsir konusunda
bir eser telif ettiği zaman, kendi subjektif düşünce ve inanışına aykırı düşen
âyetleri, yanlış bir şekilde tevil eder ve onları kendi temelsiz
anlayışı/mezhebi doğrultusunda yorumlayabilir.
b) Tefsir etkinliğinde bulunacak olan kimsenin kendisini, kişisel fikri, itikadi ve
dünyevi arzulardan ve tutkulardan tecrit etmesi elzemdir! Çünkü arzu ve
tutkular, insanları kendi anlayış ve mezheplerine yan çıkmaya, her durumda
onları desteklemeye sevk eder.
c) İyi niyetli ve sahih amaçlı olmak gerekir; çünkü ‘ameller, niyetlere göre
anlam kazanır’.
d) Tefsir yapacak olan kimse, aynı şekilde, güzel ahlaklı da olmalıdır. Çünkü
müfessir, bir eğitimci ve terbiyeci konumundadır… Eğitim hakkında verilen
bilgiler ve anlatılan ilkeler ancak, bilgilendirme ve eğitim etkinliğini yürüten
kimse, aynı zamanda ahlak ve erdem konusunda kendisine uyulan bir model
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
(nümûne-i imtisal) konumuna yükseldiğinde ruhlar ve düşünceler üzerinde
müessir olabilir.
e) Müfessir konumundaki kişinin, yazdıklarıyla yaptıkları bir uyum içinde; tutarlı
olmalıdır. Çünkü söyledikleriyle yaptıkları birbirini tutan kimselerin sunduğu
bilgi, yüksek bilgi düzeylerine ve titiz araştırmalara sahip olan kimselerin
sunduğu bilgiden daha çok kabul görür, olumlu ve derin etkiler meydana
getirir.
f)
Müfessir, daima doğruyu araştırmalı, aktarımlarında titiz, güvenilir ve
dikkatli olmalıdır. Aktardığı şeyleri iyice araştırdıktan sonra ancak konuşmalı
veya yazmalıdır ki, böylece yanlış nakillerden ve hatalardan emin olabilsin.
Tartışma forumu
Tartışma
g) Müfessir, mütevazı ve yumuşak huylu (hilm) olmalıdır. Çünkü ilimde sertlik,
âlimin ilminden yararlanılmasını engeller; hatta aşılmaz bir engel teşkil eder.
• Müfessirin, donanımıyla ilgili olarak modern
dönemde sosyal ve fen bilimlerini bilmesi
gerekir mi? Gerekçeleriyle forumda
tartışabilirsiniz.
İlmî İlkeler
Tefsir eyleminde
vazgeçilmez hiyerarşi:
Kur’ân,
Sünnet,
Sahabe Kavli
İçtihad ve İstinbat
Her şeyden önce şunu bilmek gerekir ki, Allah’ın kelâmındaki mananın nihayeti
yoktur; aynen bu kelâmı tekellüm eden, konuşan *Allah+’ın nihayetinin olmayışı
gibi. Bu nedenle, onu anlama ve kavrama eyleminin nihayetine ulaşmayı hiçbir
beşer de ummamalıdır… Bu hakikate karşın, ilim, tefekkür ve takvâ gibi
istidatlardan yoksun bir kimse ise, Kur’ân’ın deruni ve manevi lezzetinden hiçbir
şey kavrayamaz (fehm), başkalarına da hiçbir şey kavratamaz (ifhâm)!.
Kur’ân kelimelerinin zâhir manalarını kavramaksızın, bu lafızların arkasında
birtakım gizli manalar ve sırlar peşine düşmek doğru değildir… Bu sebeple,
Kur’ân’ın sırlarını anladığını iddia edip, ama zâhir tefsiri iyi yapamayan bir kimse
tıpkı, kapıyı geçmeden evin ortasına vardığını iddia eden kimseye benzer! Çünkü
lafzın zâhiriyle ilgili tefsir, manayı anlamak için gerekli olan dili öğrenmek gibi
zorunludur.
Şimdi tefsir yaparken gerekli olan ilmî ilkelerin önemlilerini sıralayalım:
a) Gerekli donanıma sahip olan ve Kur’ân’ı tefsir etmeye yönelen bir kimsenin,
tefsirde şöyle bir sıra takip etmesi gereklidir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
b) Tefsire, Kur’ân’ı Kur’ân ile yani bir âyeti başka bir âyet ile tefsir ederek
başlamalıdır. Zira Kur’ân’daki mücmel (kapalı ve genel) bir ifade, bir başka yerde
açıklanabilmekte (tafsil); bir yerde özetlenmiş olan (ihtisar) bir husus, bir başka
yerde beyan edilip genişçe (tebyîn) ele alınabilmektedir.
c) Âyetin tefsiri hususundaki açıklamayı eğer Kur’ân’da bulamazsa, o zaman,
tefsiri, sünnette aramalıdır; çünkü sünnet, Kur’ân’ı şerh etmekte, onu
açıklamaktadır. Büyük âlim İmam-ı Şafiî, “Hz. Peygamber’in verdiği her hüküm,
onun Kur’ân’dan anlamış olduğu mana ve mefhumdandır.” derken, işte Kur’ân
ile sünnet arasındaki bu tefsir ve tebyîn ilişkisine işaret etmiştir. Nitekim pek
çok âyette de sünnetin Kur’ân’ı tefsir ettiği ifade edilmiştir. Mesela Nahl 16/44.
ِّ ‫ك‬
âyetinde, “ََ‫ل إِلَي ِْه َْم َولَ َعلَّ ُه َْم َي َت َف َّكرُون‬
ََ ‫اس مَا ُن ِّز‬
َِ ‫الذ ْكرََ لِ ُت َبيِّنََ لِل َّن‬
ََ ‫ َوأَ ْن َز ْل َنا إِلَ ْي‬: Sana da ey Resûlüm
bu zikri (sünnet) indirdik ki, kendilerine indirilmiş olanı insanlara açıklayasın
diye! Umulur ki düşünüp anlarlar” buyrulmaktadır. Hz. Peygamber’in bizzat
kendisi de Kur’ân ile sünnet arasındaki bu beyan ve izah ilişkisine işaretle, “İyi
bilin ki, bana, Kur’ân ve onunla birlikte misli (sünnet) verildi” buyurmuştur.
Müfessir temel gayesi,
Kur’ân mesajını
muhataplara iletmek
olmalıdır.
d) Müfessir, âyetin tefsirini sünnette de bulamazsa, o zaman sahabenin
görüşlerine (sahabe kavli) yönelmelidir. Çünkü sahabe, özellikle de sebeb-i
nüzûl gibi konularda- âyetin nüzûlü esnasında meydana gelmiş olan hadiseleri
müşahede etmeleri; kâmil bir anlayış, sahih bir ilim ve sâlih amel sahibi olmaları
gibi ayrıcalıkları sebebiyle, âyetin tefsirini doğal olarak çok iyi bilmektedirler. Bu
nedenledir ki âlimler, Kur’ân vahyine ve onun indirilişine tanıklık yapmış olan
sahabe tefsirinin ‘merfû’, yani bizzat Hz. Peygamber’den duyulmuş söz
hükmünde olduğunu söylemişlerdir.
e) Müfessir, kalbinin ve aklının doğru olduğuna inanacağı, böylece de ilmî ve dinî
bir huzura kavuşacağı tefsiri bu üç kaynakta da bulamazsa, tabiûnun görüşlerine
başvurmalıdır. Şunu bilmeliyiz ki, pek çok âlim ve ilimde öncü olan (imam)
kimse, böylesi durumlarda Mücâhid, Sa’îd b. Cübeyr, İkrime, Atâ, Hasan el-Basrî,
Katâde; Dahhâk… gibi tâbiûn âlimlerinin görüşlerine müracaat etmişler, onların
açıklamalarından istifade cihetine gitmişlerdir.
f) Bunlardan sonra müfessir, ihtiyaç duyulması hâlinde, âyetlerin delalet ettiği
muhtevayı göz önünde bulundurarak, içtihat ve istinbât yoluyla da tefsir
yapabilmelidir. Bu şekilde tefsir yapabilmek içinse büyük bir zekâya, geniş bir
tefekkür kabiliyetine, yüksek düzeyde ilmî bir kuşatıcılığa ulaşmış olmak gerekir.
ُ ‫ْر ِم ْن ُه َْم لَ َعلِ َم َُه الَّذِينََ َيسْ َت ْن ِب‬
Çünkü Kur’ân’ın, “ ‫طو َن َُه ِم ْن ُه َْم‬
َِ ‫ُول َوإِلَى أُولِي ْاْلَم‬
َِ ‫ َولَوَْ رَ دُّوَهُ إِلَى الرَّ س‬: …
Halbuki onlar bu haberi Peygamber’e ve içlerinden yetki sahibi olanlara arz
etselerdi, işin iç yüzünü araştırıp ortaya çıkaranlar, onun mahiyetini, haberin
neye delalet ettiğini elbette bilirlerdi!..” (Nisa, 4/83) pasajı, içtihat ve istinbât
yoluyla tefsir yapmanın yolunun açık olduğunu göstermektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
g) Müfessirler kıssalara, kâinatın yaratılışına; madenler, bitkiler, göksel cisimler,
yeryüzünün oluşumuna vb. dair kevnî âyetlerin tefsiri sırasında, sadece gözlem,
duyu ve deney alanıyla sınırlı olan ilimlerin ve fenlerin görüşlerini ileri sürerken,
bunlardan yararlanırlarken son derece ihtiyatlı olmalıdırlar. Bilimsel teoriler,
kesinleşmiş ve nihai kanunlar olarak görülmemeli, bu sebeple Kur’ân’ın aşkın,
üstün/açık uçlu ifade ve açıklamalarıyla bunlar arasında zoraki ve iğreti birtakım
paralellikler kurma cihetine gidilmemelidir.
i) Âyetin zâhir manasının (zâhir, nass) şahsi kanaatine aykırı olması durumunda
müfessir, herhangi bir dinî zaruret olmamasına rağmen, âyeti zorlayarak
(tahakküm) kendi anlayışı doğrultusunda yorumlama yoluna tevessül
etmemelidir. Nitekim “Kur’ân âyetlerini, kendi görüş ve mezhebine gidebilmek
için binek ve basamaklar hâline getirmek (merâqi’l-Kur’âni küfrun) veya bu gaye
için, “Kur’ân üzerinde tartışma açmak (mirâ’un fi’l-Kur’âni küfrun) küfürdür.”
şeklindeki gelenek de bizi bu yanlışa karşı uyarmaktadır.
j) Kur’ân lafızlarının mana ve delaleti irab şekline göre değişkenlik arz
edeceğinden, müfessir, bir âyetin irabını, en belirgin ve en fazla tercih edilen
ihtimale göre yapmalıdır.
Kur’ân tefsiri esnasında kendisinden yararlanılacak kaynaklar ve onların
müellifleri de son derece önemli bir konudur. Suyûtî bu konuda şu hususları dile
getirmektedir: “Polemikçi, münakaşacı, söylediği görüşü hakkında çok tutucu olan;
hak ve gerçek ortaya çıktığında bile ona dönmeyen; kendi temelsiz şahsi görüşünü
sünnete önceleyen; gelişigüzel ya da iyice araştırmaksızın görüş belirtip eser telif
eden veya cüretkâr, Allah hakkında yeterince düşünmeksizin hemen konuşan ve
aldırışsız/hak ve hakikat kaygısından uzak olan kimselerin eserlerine bakılması
uygun değildir!…”
Bireysel Etkinlik
Önce rivayet, sonra
dirayet…
h) Aynı şekilde müfessirler, Kur’ân’ın bir ‘hidayet rehberi’ olduğu bağlamı içinde
yalnızca hakikati araştırmalı, gereksiz detaydan uzak durmalıdırlar. Özellikle ilim
değeri olmayan, kaynağı meçhul ve güven telkin etmeyen kıssalardan,
hikâyelerden, efsane (mitoloji) türü şeylerden; yine, muhatabın kavrayış ve
anlama derecesinin çok ötesinde bulunan garip, uçuk, kesin olmayan
anlatılardan da daima sakınmalıdırlar. Mecbur kalındığında ise, sadece doğruyu
araştırıp ortaya koymak amacına dönük olarak zaruret miktarınca
yararlanılmalı, gereksiz açıklamalara (haşviyyat) kesinlikle iltifat edilmemelidir.
• Ahlaki ilkeler, müfessirde bulunmazsa
ne tür sorunlar ve tehlikeler ortaya
çıkar? Üzerinde düşününüz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
Tefsir’de Uyulması Gereken Temel Prensipler
Kur’ân tefsirinin her şeyden önce, yüksek mertebeden bir tefekkür ve telif
çalışması olduğu asla unutulmamalıdır. Çünkü Kur’ân, Allah’ın sonsuz kelimelerinin,
son vahiy çağında ifadesini bulmuş olduğu bir tecelligâhıdır. Bunun bir neticesi
olarak, Allah’ın Kelâm sıfatının özü ve mahiyetine benzer bir şekilde Kur’ân, her
arayışa, her seslenişe cevap vermeye; her tür susuzluğa derman olmaya; zihnî,
toplumsal ve tarihsel her duruma bir teklif sunmaya hazırdır.
Kur’ân’daki bu kuşatıcı metin ve anlam özelliğine işaret eden Zerkeşî de şöyle
bir betimlemede bulunur: “Allah’ın Kitabının *mana+ denizi derindir, anlaşılması
dakik ve güç/çaba gerektiren bir iştir; onu anlamaya ancak, ilim dallarında deniz
derya gibi derinleşmiş; hem dış hem de iç âleminde Allah ile olan münasebetinde
daima takvayı gözetmiş ve şüpheli noktalarda hep O’nu tazim edip yüceltmiş olan
kimse muvaffak olabilir. Onun latif, ince manalarını ve derin hakikatlerini de ancak,
hakikatin tanığı olarak ona kulak verip dinleyen kimse anlayabilir…”
Kur’ân’ın zâhiri, önce;
batını sonradır. Batın
zâhire göre
anlamlandırılmalıdır.
Bu demektir ki Kur’ân lafızları, kaynağındaki sonsuzluk ile misyonundaki ebedîlik
uçları arasında, dıştan içe doğru mana katmanlarından teşekkül eder; ya da o,
bulunulan noktaya ve bakış açılarına göre değişen pek çok anlam potansiyeline
sahip olmakla nitelenebilir. Kur’ân tefsirine yönelmek isteyen kimse de, böylesine
yüksek dalgalar, ulaşılamayan zirveler, nihayetine vasıl olunamayan derinliklerle
yüz yüze olduğunun bilincinde olmak zorundadır!
Bu mana mertebelerine ise, dörtlü bir tasnifte şöyle işaret edilmiştir:
a) Kur’ânî bir lafzın ‘ibâre’si vardır,
b) İşâret’i vardır,
c) Letâif: latîfeler’i vardır,
d) Hakâik’i: hakikatleri vardır.
Lafzın ‘ibâre’ boyutu ‘avâm’ için olup kulağa hitap eder, yani işitseldir. ‘İşâret’
boyutu ‘havâs’ için olup akla hitap eder, yani akli ve düşünseldir; Letâif: latîfeler
boyutu ise Allah’a yakın kullar (mukarrabûn) için olup keşif ve entelektüel
temaşalarla elde edilir; ‘hakâik’ ise nebiler için olup, bunlara da salt inkıyat ve itâat
ile nail olunur.
Bu tasnife göre müfessir, anlamaya ve kendisinden hükümler elde etmeye
çalışacağı Kur’ân lafızlarının dıştan içe doğru anlam katmanlarından oluştuğunu; bu
katmanlara nüfuz edebilmenin de müfessirin üzerinde bulunduğu varoluşsal, zihni,
ilmî, ahlaki donanım ile doğru orantılı olduğunu, mutlaka hatırda tutmalıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
Tam da bu noktada, Kur’ân’a dair idrak ve kavrayışımızın içerik ve gücünü
etkileyebilecek, hatta belirleyebilecek şu dört manevi duruş tarzından/Kur’ân’ı
dinleme mertebesinden söz edilebilir:
a) Kur’ân’ı, herhangi bir kimseden dinliyormuş gibi dinlemek
b) Kur’ân’ı, Hz. Peygamber’den dinliyormuş gibi dinlemek
c) Kur’ân’ı Cebrâîl’den dinliyormuşçasına dinlemek
d) Kur’ân hitabını doğrudan Hak Teâlâ’dan dinliyormuş gibi dinlemek
Şu hâlde, her müfessirin tefsiri de, kendisini Kur’ân karşısında konumlandıracağı
bu manevi, zihnî ve Aşkın kaynağı idrak mertebesine; burada yoğunlaşan bilinç ve
sezgi kalitesine göre gerçekleşecektir.
Öyleyse, anlamadan çok okumak mı, yahut ta anlayarak, ama az okumak mı?!
Tefsirde “Arap dilinin
imkânları” temel olmalı;
bütünlüğe dikkat
edilmelidir.
Bu hususta kadim ulemanın belirlemiş olduğu ilke çok anlamlıdır ve ümit
bahşedicidir. Şöyle demişlerdir: “Az okuyup iyice, yani özümseyerek anlamak
(tefehhüm), tam anlamaksızın çok okumaktan üstündür!.”. Gazali de özellikle
‘tedebbür’ ve ‘tefehhüm’ terimleri üzerinden, anlama ve yorumlama çabasına
özgün bir projeksiyonda bulunmuştur. Demektedir ki o: “Kur’ân’ı okumada
‘tedebbür’, âyete, tekrar tekrar bakmak, ona ilmî ve deruni bir şekilde atf-ı nazarda
bulunmaktır… Ama ‘tefehhüm’e gelince bu, kişinin, ancak muvaffak kılınmış
kimselere açılan sırların gizli anlamları kendisine tecelli etmesi için, her âyetin, ona
layık manasını iyice araştırması, onu en güzel bir şekilde tetkik etmesidir.”
Kur’ân, bir elmas ustasının keskin konsantrasyonunu ve mahir ellerini bekleyen,
işlenmeye hazır saf bir karbon misali, işte önümüzde!..
“Kur’ân, pek çok vecihleri bulunan ve çok manayı kapsayan (zû vucûh), boyun
eğmiş (zelûl) bir kitaptır. O hâlde onu, mana ve delaletlerin en güzel olanına
hamlediniz” nebevi sözü de mecaz yoluyla, Kur’ân’ın ebedîyen işlenilecek bir elmas
taşı gibi olduğuna göndermede bulunur.
Şimdi de, günümüzde kabule şayan bir tefsir etkinliği sırasında gözetilmesi
gereken esasları zikredelim:
1. Her şeyden önce, yeni durumlar ile âyetler arasında münasebetler kurarken,
şu kaideye mutlaka riayet edilmelidir:
“Lafzın, Arapça olarak mutabık ve münasip olduğu anlam çerçevesinin dışına
çıkmamak, kesin bir delil ya da bir ‘karîne-i mânia’ olmaksızın açık (zâhir) ve
baskın/üstün (râcih) manadan uzaklaşmamak, metni zorlama yöntemine iltifat
etmemek ve nihayet asli anlam alanının dışına çıkmamak.”
2. Kur’ân lafızlarının nispî anlamları gözden uzak tutulmamalı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
Kur’ân lafızlarının yüksek ufuklu ve açık uçlu olması gerekliliğini, onun, mana
katmanlarıyla yüklü (el-mesânî) olduğuna işaret eden şu nebevi söz de gösterir:
“İnzal buyrulmuş Kur’ân’ın her âyetinin bir ‘zahr’ı ve bir ‘batn’ı; her bir harfinin de,
bir ‘hadd’i ve bir de ‘matla’ı vardır.” Hakkında değişik açıklamalar yapılabilecek
olan bu ifade, her şeyden önce, Kur’ân nazmına yerleştirilmiş ve ona hâkim kılınmış
olan çok yönlülüğü, ondaki nâmütenahi yorum zenginliğini anlatmaktadır. Çünkü
bir anlayışa göre, âyetin ‘zahr’ı ile murat edilen ‘onun tilâveti’, ‘batn’ı ile murat
edilen ise ‘onun te’vili’ iken, öte yandan uygulamaya konu olan bir hüküm yönü
(hadd) ve bir de kullar üzerindeki hüküm ve teşriî uygulamaların ruhi ve manevi
altyapısını oluşturacak bir ‘matla’ı, yani ruhlara doğacak ve burada müessir olacak
ahlaki bir katmanı ve boyutu bulunur.
Öyleyse, Kur’ân’ı yorumlamak isteyen kimse, muhatabın konumunu olduğu gibi,
ilahi lafzın bu engin mana potansiyelini de göz önünde bulundurmalı, onu kısır ve
yetersiz anlayışlara mahkûm etmemek için bütün bu cihetleri gözden geçirmelidir.
3. Kur’ân kelimelerinin kapsayıcılığı
Kur’ân kelimeleri, ilahi bir seçimle tespit ve tanzim olunmuş; hem vahiy anına
yönelik bir söz, hem de bütün zamanlara yönelik bir mesajın dili olarak, ayırt edici
bir özgünlüğe sahiptir. Kısaca, Kur’ân kelimeleri kesintisiz bir şekilde, ‘Kur’ân
vahyinin başlangıç anı’na (İn illo tempora) işaret ediyorken, eş zamanlı bir şekilde
de sonraki bütün zaman dilimlerini, tarih kesitlerini ihata eden bir açılıma
(spektrum) sahiptir.
Müfessir, tefsir
yaparken son derece
sorumlu ve titiz
davranmalıdır. Çünkü
nihayetinde Allah adına
konuşacaktır.
Bunu bizzat Kur’ân ifadesiyle temellendirmek gerekirse, meselâ, “ ‫َوأُوحِيََ إِلَيََّ َه َذا‬
ََ‫ ا ْلقُرْ ءَانَُ ِْل ُ ْنذِرَ ُك َْم بِ َِه َومَنَْ َبلَغ‬: Bu Kur’ân bana, sizi ve kendilerine ulaştığı herkesi kendisiyle
uyarmam için vahyolundu” (En’am, 6/19) âyetinde somut bir ifadesini bulan
evrenselliğin bir tecellisi olarak, lafızlarında mestur ve meknuz bir şekilde yer alan
bereket ya da “Tenezzülât-ı Kur’âniyye”, kendi özel ve genel koşulları içindeki her
ferdi, her kuşağı ve her toplumu ilgi alanına dâhil etmektedir. Kur’ân ruhunun
zevkine ulaşan kimse de onun geçmiş zaman boyutuna dönük olan nüzûl keyfiyeti
yanında, işte kıyamete kadar baki olan bu “Tenezzül ediş: Yeniden ve tekrar tekrar
beşer idrakine, yorum ve tatbik dünyasına inmek” zindeliğini yakalayacak, böylece
de hep taze kalan Kur’ân’ın manası müfessirlerin kalplerine yeniden yeniden
tenezzül edip duracaktır.
4. Kur’ân bir bütünlük içinde tefsir edilmeli
Zekâ ve his yetenekleriyle donanmış ‘bütüncül bir bilinç’e çağrı olan Kur’ân’ı
tefsir etkinliğinde, her şeyden önce, Müteâl ahlaki ve itikadi amaçlara bağlı olarak
oluşmuş olan iç bütünlük daima göz önünde bulundurulmalı; bunun bir gereği
olarak, Kur’ân’ın müfessiri, İbn Mes’ûd’un, “Öncekilerin ve sonrakilerin ilmini elde
etmek isteyen, Kur’ân’ı harmanlamalı/onu âdeta bir tarla gibi sürmelidir!..”
sözünde betimlediği üzere, Kur’ân’ın mikro ve makro tüm noktalarına muttali
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
olunmaya çalışılmalıdır. Çünkü kusursuz bir çözüme ancak, bakışlarımızda,
birbirlerinden ayrı imiş gibi duran tek tek lafzî unsurlar temelinde değil, fakat
hâkim bütünlük içinde teşekkül eden ‘iç ilişki ve gereklilikler’ gözetilerek
ulaşılabilir!
Müfessir, Kur’ân’ın
mesajını
hayatileştirmeyi
amaçlamalı; gereksiz
şeylerden uzak
durmalıdır.
Kur’ân’ı yorumlamada riayet edilmesi gereken iç bütünlük, bize, ilahî niyetlerin
ve amaçların sezilmesi yolunda her sözcükten ve her terkipte,n her hususta
yararlanma yolunu açar. Mesela Tebbet Sûresi, veciz bir kıssa havası içinde,
nerdeyse bir şahsın etrafında dönerken, ilk bakışta hukuki bir muhteva taşımıyor
izlenimi vermektedir. Ama ne var ki, geniş perspektiften bakıldığındaysa, bu kısa
sûrede, Kur’ân’ın insan anlayışı ile ‘metâ’ya, ‘dünyaya’ bakış açısı bağlamında,
nerdeyse evrensel birtakım değerlere imada bulunulduğunu sezeriz:
O hâlde, Kur’ân’a yaklaşımda dar ve sınırlı bir perspektif değil, daima genişleyen
ve açılım hâlinde olan bir derinlik hâkim olmalıdır. Bu yaklaşım biçimine göre ne
sadece ahlakı, itikadı konu alan âyetler, ne de sadece ahkâmı konu alan âyetler
mevcuttur. Tam aksine sadece, ferdî ve içtimaî varoluşun her alanında bizi irşad
edip aydınlatacak olan Kur’ân pasajları mevcuttur.
5. Tefsirde kaynak yelpazesi geniş ve çeşitli olmalı
Kur’ân’ın ihtiva ettiği hakikatlerin idrak edilebilmesi, beşeriyete sunduğu
hidayetin, tüm insanlara ulaştırılabilmesi için, geçmiş satırlarda sayılan alet ilimleri
ile etik ve ilmî kurallarına ilave olarak, tefsir etkinliği sırasında müracaat olunacak
ilmî disiplinlerin ve kaynakların yelpazesi de geniş tutulmalıdır.
Her şeyden önce, dünden bu güne, insanlığın ihtiyaç ve beklentileri değişmiş ve
farklılaşmıştır. Farklı durumlara cevap verme, çözümler önerme makamındaki
Kur’ân’ın tefsiri yapılırken de, aynı şekilde, Kur’ân maksatlarının gerçekleşmesi için,
başka ilimlerden yararlanılması kaçınılmazdır. Bir hakikatler ve çözümler okyanusu
durumundaki Kur’ân’ın mana ve maksatlarını da ancak, her biri farklı ilim dallarında
ihtisas ve rüsûh sahibi olan, diğer yandan da bütün tavırlarına takva ruhu nüfuz
etmiş bulunan kimseler kavrayıp, bunları layıkıyla insanlığa sunabilir. Zaten Kur’ân
hakkındaki anlayışımız da Kur’ân’la başka disiplinler arasında kurulmuş olan
tefekkür köprüleri sayesinde
genişlemiştir. Âlimlerimizin dillerinden
düşürmedikleri, “Kur’ân’ın hayranlık uyandıran hüküm ve hikmetleri tükenmez”;
“O, daima taze kalan bir turfanda gibidir.” ifadeleri de ancak bu yolla tefsire
getirilecek olan dinamizm sayesinde mana ve yorumların genişlemesiyle, bir
gerçeklik kazanabilecektir.
6. Fakat, alan dışı kaynaklardan ölçülü bir şekilde yararlanılmalı
Evet, disiplinler arası bir yöntemle diğer ilim dallarından, mevcut eserlerden
mutlaka yararlanılmalı, ama şu temel kaideye riayet ederek: Alan dışı bilim
dallarından istifade edilirken ölçülü davranılmalı; ilahi ve özlü hakikatler içeren İlahi
kelâm karşısında, betimleyici ve cüzi olan diğer ilimlerin ulaştıkları neticelerin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
mutlak gerçeği temsil etmedikleri, bu sebeple her an değişebilecekleri hatırda
tutulmalı; böylece de bütün zamanları ve tarihsel boyutları kapsayan İlahi Kelâmın
delalet alanları, zamanla çürütülmesi muhtemel teori ve görüşlerle asla
sınırlanmamalıdır!
Kur’ân ile beşerî gelişmeler arasında bir bağ kurulmaya çalışılırken; özellikle,
onun bir hidayet rehberi ve îman kitabı olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.
Kendilerinden yararlanılacak pek çok kaynağın kesişme ve buluşma noktasında,
Kur’ân’ın ana gayesi olan iman, inkıyat, ahlak, amel ve ebedî saadet teması, daima
değişmez ekseni oluşturmalıdır.
7. Müfessir, tefsir birikimi karşısında seçmeci bir tavır takınmalı
İlim, devam etmekte olan bir süreç olup, geçmişi, anı ve geleceği vardır. Bu
bakımdan onu bir bütünlük içinde ele almak lazım. Konusu, Allah’ın kelâmı olan
Kur’ân ve onun lafızlarından murat edilen manayı bulup ortaya çıkarmak olduğu
için “Eşrefu’l-ulûm: İlimlerin en şereflisi’ diye nitelenen tefsir ilmi de böyle bir
bütünlüğe sahiptir.
Günümüzde tefsir ilmi ve müfessir için çok muazzam bir birikim, malzeme ve
kaynak mevzubahistir. İnsana ve hayata dönük bir tefsir çalışması da gerek yöntem
gerekse veri olarak teşekkül etmiş olan bu birikimden kesinlikle yararlanmalıdır.
Onu görmezlikten gelerek bu sahayı yeniden keşfetme iddiası ise, bu ilmin
misyonu, ciddiyeti ve sorumluluğuyla asla bağdaşmaz.
Dirayet tefsiri ama
nefsani ve mezhebi
değil, Kur’ân lafzına ve
ruhuna uygun bir
dirayet!
Böyle bir yaklaşım biçimi ise, Kur’ân pasajlarını bütünüyle hâlâ yüzyıllar önce
yaşamış ulemanın gördüğü biçimde ele almak; bir bakıma, yüzyıllar sonrasını
yüzyıllar öncesinin gözüyle; bir mütefekkirin sözcükleriyle belirtirsek, “Ölü
Gözler”le yorumlamaktan çok farklı olmalıdır. Zira tefsirin salt bir rivayet, nakilcilik
olmayıp, yorumlama; Kur’ân’ın lafız ve manaları üzerinde, geçerli yöntemlerle kafa
yorma, görüşler ve öneriler üretme, “tedebbür”, “ta’akkul” ve “tezekkür”de
bulunma çabalarını kapsadığı gerçeğinden hareketle, kendi çağımızın ihtiyaç ve
meselelerini, önceki ulemanın ibare, terkip ve görüşlerini aynen tekrarlayarak
değil, ama onların sorun çözücü, dinamik ve açılımcı yöntemlerinden de ilham
alarak karşılama yoluna gidilmelidir!
Bir başka ifadeyle, ulemaya duyulması gereken ilmî saygı olması gereken
sınırların ötesine taşmamalı, özellikle de kutsamayla karışık bir bağlanış, bir itaat
hissiyle, müfessirin yolunu kesen bir engele dönüşmemelidir.
İbn Aşûr, re’y ile tefsiri hoş görmeyenlerin zikrettiği ve Ebû Bekir’e nispet edilen,
“Eğer ben Kur’ân hakkında, kendi görüşüm ve re’yimle bir şey söylersem, sonra
hangi arz/yeryüzü beni üzerinde taşır, hangi sema beni gölgelendirir?!..” şeklindeki
görüşü naklettikten sonra, bu vesileyle kendi kanaatini beyan ettiği satırlarda şöyle
demektedir: “Ben, (…) bu konuda olumlu düşünüyorum. Zira, tefsirler genişlemiş,
Kur’ân’ın manalarından elde edilen fenler dallanıp budaklanmış ve çeşitlenmiş ise,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
bunlar, Allah’ın Kitabını anlamaya dair, ilim sahiplerine verilmiş olan o manevi
rızıktan başka bir şeyle olmamıştır!. Alimlerimizin, “Hiç kuşku yok ki, Kur’ân’ın
harikulâdelikleri asla bitmez!”. Veya “Hiç kuşku yok ki Kur’ân’ın, enteresan ve
harikulâde manaları ne bütünüyle elde edilebilir, ne de bunlar sayılıp dökülebilir!..“
şeklindeki sözleri de ancak tefsir faaliyetinin genişlemesi, manaların çoğalması
suretiyle tahakkuk edebilir; şayet bu olmazsa, Kur’ân tefsiri, mahdut sayıdaki
sayfalarla sınırlı kalırdı…”
Netice itibarıyla, Allah’ın kitabının manalarını yorumlayıp insanlara ulaştırmak
isteyen kimse, kendisini ancak ve ancak Kur’ân’ın evrensel gayesi ve ruhuyla sınırlı
hissetmelidir. Sonra, Allah’ın kitabını yorumlarken daima önceki ulema ve
müfessirlerin görüşlerine mutabık kalmak, onlara hiç muhalif düşmemek endişesini
taşıyan bir müfessir de bağımlı bir ruh ve kafayla, yeni zuhur etmiş olan
problemlere asla yeni çözüm ve cevaplar öneremez. O, olsa olsa, geçmişi şu anda
da yaşama endişesi duyan birisi konumunda kalır!
8. Tefsir, Kur’ân’ı hayata yansıtmak, hayatı da Kur’ân perspektifinden yaşamak
arzusuyla, gelişmeci bir ruhla kaleme alınmalı.
Kur’ân, tarihin aktif öznesi olmak üzere inzal buyrulmuştur. Bu büyük amaca
bağlı olarak, tefsire de bu ruhu, böyle bir ruhun çağrısını ve onun coşkusunu hâkim
kılmak gerekir. Başka düşüncelere açık olma; kendini sürekli yenileniş ritmi ve
heyecanında tutma gayreti de, bu yöntemin kıvamını ve dinamizmini meydana
getirecektir. Böylece, donuk ve dogmatik olmayan, daima olgunlaşmaya açık,
‘kesintisiz teceddüt’ potansiyelini içinde barındıran bir tefsir…
Ürkek bir biçimde kendi içine kapanmak, öteki görüş ve düşüncelerle
yüzleşmekten kaçınmak ise, kendine güvensizliğin bir göstergesi sayılmalıdır. Böyle
bir refleksin kaçınılmaz neticesi de kendi birikim ve mirasının eleştirel bir
incelemesini yapmak zorunda kalmamak adına, dışarıdan öğrenilecek hiçbir şeyin
olmadığına inanmak, giderek de kendi içinde kemikleşme ve donuklaşma olacaktır
ki, bu ise bir organizmanın kendi kendisini yok etmesi demek olan “intihar”dan
başka bir şey değildir. Kur’ân dünyası bunu asla benimsememektedir. Çünkü
Kur’ân, “tarihin akışına giren, ona müdahale eden, onu değiştiren ve sonuç
itibarıyla insanı, süreklilik arz eden bir inanç ve ahlak çizgisinde tutmak isteyen bir
din” anlayışına ve yaşamına çağırmaktadır.
Bu demektir ki, vahiy kaynaklı ilahi yasanın en uygun tatbikatı, bizzat insanî
varoluş ve deneyim tarafından açıklanıp ortaya konulanıdır. Yine bizzat
âlimlerimizin, “Dinin (şerî’a) külli yasaları, bütün zamanlar ve mekânlar için
elverişlidir” sözleriyle kastettikleri de işte bu olsa gerektir! Yani, dinin külli yasaları;
kapsamlı, genel, mutlak ve bizzat insanî varoluşun doğasına dayanan bir nesnellik
içermekte iken, diğer taraftan da muhtelif zaman ve mekân kesitlerinde, değişen
durumlar sebebiyle, hususileşme yeteneğine sahiptirler. Öyleyse müfessir, ne bir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
şerhçi, ne de hamasi nutuklar atan bir hatip değil; tam aksine o, insanların
durumlarını iyileştirmek için bir dava sahibi olan; Müslümanların problemlerini ve
bunların çözüm yollarını dinî metinlerde gören ve ortaya koyan bir ıslahatçı olarak
değerlendirilmelidir.
9. Günümüzde tefsir, dirayet ve tefekkür ağırlıklı olmalı, akıl gücünden
olabildiğince yararlanmalı.
Müfessir olmadan
Kur’ân hakkında
konuşmak, cehennemle
yaren olma cüretinden
başka bir şey değildir.
Günümüzde insanlar, sorularına, makul ve ikna edici cevaplar; sorunlarına da
doğru ve rahatlatıcı çözümler beklemektedirler. Geleneksel tefsir birikimiyle
verilen cevaplar, bu nedenle çoğu kez yetersiz kalabilmektedir. Böyle bir durumda,
tefsir tarihinde “re’y tefsiri, dirayet tefsiri” olarak yerini almış bulunan usulü
benimsemek, gerek Kur’ân, gerekse sahih hadis verilerini anlaşılır bir üslup ve dil ile
yorumlamak; bunlardan elde edilecek manaların ışığında, ilmî iç disiplini
bozmadan, yeni yorumlar ve görüşler sunmak gerekecektir. İlim, kavrayış, takva,
tedebbür ve tefehhüm hasletlerini haiz bir kimsenin Kur’ân’ın özüne
ulaşabilmesinin yolu da ancak budur!.
Burada önemli olan, yanlışlarda ısrar etmemek, kesin ilmî bir kanaat
mertebesine yükselmemiş olan ‘şahsi’ görüşleri, herkesi bağlayıcı bir kanun veya
dokunulmaz bir dogma olarak algılama saplantısına düşmemektir. Nitekim Hz.
Ömer de, kendisine atfedilen şu sözde, böyle bir yaklaşımın ilmî olmadığını
vurgulamaktadır: “Yasa (sünnet), Allah ve Resulünün yasa olarak belirlediği şeydir.
Sizler, yanlış görüşleri ümmet için bir yasa hâline dönüştürmeyin!”
Kaldı ki, “Allah’ın kitabındaki bir âyet hakkında eğer kendi şahsi görüşümle ya
da hakikatini bilmediğim bir şeyle konuşursam, beni hangi yer barındırır, hangi
sema gölgesi altına alır?” diyen ve bu konuda bir örnek teşkil eden Hz. Ebu Bekir
bile, daha sonra kendisine bir mesele arz olunduğunda, o meseleye dair Kur’ân’da
bir nass, sünnette de bir haber bulamayınca kendi re’yiyle içtihada bulunmak
zorunda kalmış, sonra da “Bu, benim kendi görüşümdür; eğer doğru ise,
Allah’tandır; şayet yanlış ise, o da bendendir. (Böyle olması hâlinde) Allahtan
bağışlanmamı dilerim” açıklamasını yaparak, tefsir yöntemi için son derece açılımcı
bir örnek sunmuştur.
O hâlde, “Kim Kur’ân hakkında bilmeden konuşursa, o, ateşten oturağına
hazırlansın!” ve “Kim Kur’ân’ı kendi görüşüyle (re’y) tefsir ederse, gerçeğe ulaşmış
olsa bile, hata etmiştir” şeklinde rivayet edilen haberleri mutlak olarak anlamayıp,
sınırlamak (takyid) gerekecektir.
Her şeyden önce şu yadsınamaz bir gerçektir: Kur’ân-ı Kerim tefekkür ve
istinbatta bulunmaya teşvik etmiş, buna giden yolları açmış ve bunu yapanları
medh ederek “Bunu onlardan istinbat edenler bilecekti…” (Nisa, 4/83)
buyurmuştur. Buna karşılık Kur’ân’ı tedebbür etmemeleri ve onun üzerinde
tefekkürde bulunmaktan geri durmaları sebebiyle de, diğer bazı kimseleri kınamış
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
ve “‫ل َي َت َد َّبرُونََ ا ْلقُرْ ءَانََ أَ َْم َعلَى قُلُوبَ أَ ْق َفالُهَا‬
َ َ ‫ أَ َف‬: Kur’ân’ı hâlâ düşünmüyorlar mı ya da kalpleri
üzerine onlara özgü kilitler mi vuruldu?” (Muhammed, 47/24) buyurmuştur.
Beyhakî de “Kim Kur’ân hakkında bilmeden konuşursa, o, ateşten oturağına
hazırlansın!” şeklindeki haberi, “Allah en iyisini bilir ya, Hz. Peygamber bununla, bir
delile dayanmayan zannı murat etmiştir; kendisini bir delilin desteklediği re’ye
gelince, bu görüşü dile getirmek ve açıklamak caizdir” şeklinde değerlendirerek,
‘re’y ve dirayet tefsirinde, ‘delil ve dayanak’ faktörüne dikkat çekmiştir.
“Kim Kur’ân’ı kendi re’yiyle tefsir ederse, gerçeğe ulaşmış olsa bile, hata
etmiştir!” şeklindeki ikinci haberi ise, “(…) Hiç kuşku yok ki Hz. Peygamber, bu
kimsenin yol ve yöntem olarak hata ettiğini; zira, uyması gereken usulün, Kur’ân
lafızlarının tefsirinde dil âlimlerine; nâsih ve mensûhun bilgisi ile, sebeb-i nüzûl ve
beyan edilmesine ihtiyaç duyulan diğer hususlarda da Kur’ân’ın inişine tanık olmuş
sahabenin haberlerine başvurmak olduğunu kastetmiştir” şeklinde yorumlayarak,
böylece tefsirde sahabe unsuru ile ehl-i vukûfa ve ilim erbabına müracaatın
gerekliliği olgusunu öne çıkarmıştır.
Kur’ân mu’ciz bir kelam;
müfessir ise aciz
varlıktır.
Meşhur müfessir Alûsî de, Hz. Peygamber’in, “Kur’ân, muhtemel pek çok anlam
yönleri bulunan ‘zelûl: boyun eğen’ bir kitaptır. O hâlde onu, mana yönlerinin en
güzel olanına yorumlayınız” hadisi ile İbn Abbâs için yaptığı, “Allahım, onu, ‘Din’
hususunda derin anlayışlı (fakîh) kıl ve ona ‘te’vîl’i öğret” duasını zikrettikten ve de
Hz. Ali’nin, kendisine, “Sizin yanınızda, Allah’ın Kitabında mevcut olmayan
*herhangi+ bir vahiy parçası var mı?” diye sorulduğu vakit verdiği, “Hayır! Daneyi
çatlatan, canlıyı yaratan Allah’a and olsun ki, ben böyle bir şey bilmiyorum. Bende,
*içinde, ferâizle ilgili bir hükmün yazılı olduğu+ şu sayfadan ve Allah’ın, Kur’ân
hakkında bir kimseye lütfettiği anlama ve kavrama yetisinden (fehm) başka
herhangi bir şey yoktur.” şeklindeki cevabına atıfta bulunduktan sonra, tefsirde
mutlaka nakil ve iktibasta bulunmanın zorunlu olduğu şeklindeki iddia karşısındaki
hayret ve şaşkınlığını, şu öğretici ifadeleriyle dile getirmektedir:
“İtimat edilmesi uygun olan şey şudur: Lisan (Arapça) ilminde engin bilgi sahibi
(mütebahhir) olan, bu ilimden irfânın zevkine yükselip terakki eden, dinî ilimlerin
bahçelerinde son derece geniş ve kapsayıcı bir kaynağa sahih olup bu ilimlerin
havuzlarında da en saf ve katıksız menbaı elde etmiş bulunan bir kimse, Kur’ân’ın
bir mu’cize olduğunu (i’câz), taklit yoluyla değil, derin bir duyarlılık, ruhi ve akli bir
coşku (el-vicdân) ile idrak eder! Bu durum ona, tefsir ilminin zirvesine çıkmasına,
hatta o zirvenin ta sırtına yükselmesine imkân verir!..”
Görüldüğü üzere, olmazsa olmaz şartları haiz olmak, herhangi bir görüş ve
anlayışın baskın tesirinde kalmamak; ilmî bir titizlik ve dürüstlük sergilemek ve
nihayet, halis bir niyet taşımak suretiyle re’y tefsirini benimsemek, Kur’ân hakkında
anlayışımızın zenginleşmesinin ve onun insanlara daha çok yaklaştırılmasının
vazgeçilmez yoludur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
Bireysel Etkinlik
Bu üniteyi bitirirken, sözümüzü Ebu’d-Derdâ’nın, bir postulat kıvamındaki şu
açıklamasıyla bitirelim: “Kişi/ Müslüman, Kur’ân için pek çok anlam vecihleri/
yönleri görüp araştırmadıkça, derin bir anlayışa (fıkh) sahip olamaz!..”
• Günümüzde yazılan tefsirlerden örnekler
seçerek, yukarıda verilen prensipler
ışığında inceleyiniz. Prensiplere uygun bir
tefsir çalışmasını tespite çalışınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Özet
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
• Tefsir, konusu Allah'ın kelâmı olduğu için sorumluluk
gerektiren bir uğraştır. Bu yüzden müfessirin, Arap dili ve
Belagatı ile ilgili ilimler, tefsir ve Kur’ân ilimleri başta olmak
üzere temel İslam bilimlerine (hadis, kıraat, fıkıh, usul,
kelâm vb), vehbi ilme ve sosyal ve fen bilimlerine vakıf
olması gerekir.
• Müfessir, "sahih imana sahip olmak, kişisel fikir ve
arzularından soyutlamak, iyi niyetli ve doğru amaçlı olmak,
güzel ahlaklı olmak, sözü ve özüyle, ilmi ve ameliyle bir ve
tutarlı olmak, doğruyu hedeflemek, titiz, güvenilir ve
mütevazı olmak" gibi ahlaki ilkelere sahip olmalıdır.
• Müfessirin uyması gereken ilmî ilkeler ise şunlardır: Tefsir
ederken, Kur’ân, Sünnet, sahabe kavli ve içtihad şeklindeki
sıralamaya özen göstermelidir. Kevni âyetleri yorumlarken,
ihtiyatlı olmalıdır. Mesajı ön plana çıkarmalı, gereksiz
detaydan, güvenilir olmayın, kaynağı meçhul kıssa, efsane,
israiliyattan uzak durmalıdır. Kur’ân'daki hakikati ortaya
çıkarmalı,
kendi
görüş
ve
mezhebine
göre
yorumlamamalıdır. İhtilaflı konularda üzerinde icma edilen
ve tercih edilen görüşü benimsemelidir. Yararlandığı
kaynak ve müfessirlere özen göstermelidir.
• İlmî ve ahlaki gereklilikleri en üst düzeyde yerine
getirdikten sonra, rivayet edilen malzeme ve görüşleri
ihmal etmeden, onları kimi zaman bir değerlendirmeye
tabi tutan; böylece, bugün için pratik değeri olmayan bilgi
yığınını ayıklayan; tefekkür ve tedebbür ağırlıklı; Kur’ân’ın
genel gayesini her vesileyle vurgulayıcı bir fikir ve
motivasyon yüklü; insanları ruh, fikir ve duygu köklerinden
sarsıcı; îmanın bilgisel boyutu yanından çok “şuuri-estetik”
boyutunu da depretip heyecan ve amel yolunu açan;
ifadesi berrak ve Kur’ân mesajını iletmekten başka bir
kaygının ağırlığını taşımayan; terminolojisiyle okuyucu
arasında yakınlık kurmayı başarmış; Kur’ân’ın bedi’, Beyân
ve me’ânî cihetlerine taalluk eden nükteleri ise anlatımın
sadeliğine yedirmiş; her başlangıç ve bitişte hep insana
uzanan; geniş bir kaynak temelinde, gerektiğinde muhtelif
dillerde yazılmış eserlerden de bilgi ve yorumlar taşıyan bir
tefsir, gaye olmalıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Alıştırmalar
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
Ödev gönderimi
Ödev
Etkileşimli Alıştırmalar
• Öğrendiklerinizi etkileşimli
alıştırmalarla pekiştirebilirsiniz.
• Gerek müfessirin bilimsel donanımının,
gerekse dinî ve ahlaki ilkelerin seçeceğiniz
çağdaş Türkçe bir tefsir üzerinde ne kadar
mevcut olduğunu 200 kelimeyi aşmayacak
şekilde yazınız ve hazırladığınız belgeyi
göndermek için yandaki ödev gönderme
linkini kullanınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdaki kelimelerden hangisi, Hz. Muhammed’in Kur’ân’ı tefsir vazifesine
işaret eder?
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
a) Mübeyyin
b) Abid
c) İmâm
d) Kârî
e) Münzir
2. ‘Tefsîr’ kelimesi, aşağıdaki şıklardan hangisini karşılamaktadır?
a) Konuşmak
b) Yorumlamak ve açıklamak
c) Kitap/sifr yazmak
d) Sefere çıkmak
e) Okumak
3. “Tefsir ilmi”, konusu bakımından aşağıdaki şıklardan hangisiyle ilgilidir?
a) İlmi eserler
b) Sanat eserleri
c) Antropolojik bulguları
d) Kur’ân metni
e) Kültürel olaylar
4. Kur’ân’ın ilk müfessiri, aşağıdakilerden hangisidir?
a) Hz. Hatice
b) Hz. Ebu Bekir
c) Zeyd b. Sabit
d) Hz. Muhammed (s.a.s.)
e) Hz. Ali
5. “Kur’ân, her dem devşirilmeyi bekleyen, tazeliğini asla yitirmeyen taptaze bir
turfanda gibidir.” sözü, aşağıdakilerden hangi manayı anlatır?
a) Kur’ân tefsiri bitmiştir.
b) Kur’ân’da taze meyvelerden söz edilmektedir.
c) Kur’ân her an tazedir ve tefsiri hep devam edecektir.
d) Turfanda sebzeler çok lezizdir.
e) Kur’ân’ı ancak Peygamber tefsir edebilir.
6) Aşağıdaki şıklardan hangisi bir müfessirde bulunması gerekmeyen bir bilimdir?
a) Arap Dili ve Edebiyatı
b) Usûlüddin
c) İlm-i iştikâk
d) Astroloji/Falcılık
e) Astronomi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
7) “Bildiğiyle amel eden kimseyi Allah, bilmediği şeylerin ilmine varis kılar.” sözü,
bir müfessirde bulunması gereken hangi ilme işaret eder?
a) Bedî, Beyân ve me’ânî
b) Kırâat
c) Mevhibe ilmi
d) Sarf ve nahiv
e) İlm-i İştikak
8) “Arapça bir ifadenin, kendisi sayesinde, hâlin gereğine mutabık ve muvafık
olacağı hâlleri öğreten ilim”, aşağıdakilerden hangisidir?
a) İlmü’l-Me’ânî
b) Usûlü’l-Fıkh
c) İlmü’l-Kıyâfe
d) Şiir
e) Kelâm
9) “İyi bilin ki, bana Kur’ân ve onunla birlikte misli/benzeri verildi” hadisi,
aşağıdakilerden hangi manaya delalet eder?
a) Kur’ân, sünneti beyan ve tefsir eder.
b) Kur’ân’da meseller vardır.
c) Misâllerle konuşmak sünnettir.
d) İlmü’t-Ta’bîr
e) Kur’ân için sahabe önemlidir.
10) Bir tefsir yapılırken, aşağıdaki şıklardan hangisine göre bir sıra izlenmek
zorundadır:
a) İçtihâd, Kur’ân’a müracaat, Sünnete müracaat, Sahabe kavline müracaat
b) Kur’ân’a müracaat, Sünnete müracaat, Sahabe kavline müracaat, İçtihâd
c) Sünnete müracaat, Sahabe kavline müracaat, İçtihad, Kur’ân’a müracaat
d) Sahabe kavline müracaat, Kur’ân’a müracaat, Sünnete müracaat, İçtihâd
e) İçtihad, Sünnete müracaat, Kur’ân’a müracaat, Sahabe kavline müracaat
CEVAPLAR:
1- a, 2- b, 3- d, 4- d, 5- c, 6- d, 7- c, 8- a, 9- a, 10- b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
11.
12.
13.
14.
15.
16.
Adevî, eş-Şeyh Muhammed Haseneyn. (ts.). Medhalu İlmi Usûli’l-Fıkh.
Matba’atu’s-Sa’âde. ys.
Akdemir, Hikmet. (1999). Belağat Terimleri Ansiklopedisi. Nil Yayınları.
‘Akk, Halid Abdurrahman. (1414/1994). Usûlü’t-Tefsîr ve Kavâ’iduh. Dâru’nNefâis. Dımeşk.
Arkoun, Muhammed. (1978). L’Etrange et Le Merveilleux dans L’İslam
Médieval. ys.
Aydın, Mehmet S. (tsz.) “Değişim Sürecinde İslam”. İslâmî Araştırmalar. cilt:
6. sayı: 4. Ankara.
Bilmen, Ömer Nasuhi. (1974). Büyük Tefsir Tarihi. İstanbul: Bilmen Yayınevi.
Garaudy, Roger. (1990). İslam ve İnsanlığın Geleceği. çev. Cemal Aydın.
İstanbul: Pınar Yayınları.
Gazzâlî, Ebû Hâmid. (1387/1968). Mısır: İhyâu ‘Ulûmi’d-Dîn. Müessesetu’lHalebî.
Hacımüftüoğlu, Nasrullah. (2001). İ’câz ve Belagat Deyimleri. Erzurum:
EKEV.
Hanefi, Hasan. (1983). “Hel Ledeynâ Nazariyyetun fi’t-Tefsîr”. Kadâyâ
Muâsıra-I.
Hindî, Alâuddîn. (1399/1979). Kenzu’l-‘Ummâl. Beyrut: Müessesetu’r-Risâle.
İbn Aşûr, Tahir. (ts.). Tefsiru’t-Tahrîr ve’t-Tenvîr. Tunus: Dâru’t-Tunûsiyye
li’n-Neşr.
İbn Ebu’l-‘Izz, (1413/1992). Şerhu Akîdeti’t-Tahâviyye. thk. Abdullah ibn
Abdilmuhsin et-Türkî-Şu’ayb Arnavut. 5. Bsk. Beyrût: Müessesetu’r-Risale.
İbn Hanbel, Ahmed. (ts.). Müsned. Türkiye: el-Mektebetu’l-İslâmî. Türkiye
(Dâru Sâdır. Beyrût. ts.’den ofset).
Kattân, Mennâ’. ( 1973). Mebâhis fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân. Beyrut: Menşûrâtu’lAsri’l-Hadis.
Kılıç, Sadık. (1995). İslâm’da Sembolik Dil. İstanbul: İnsan Yayınları.
17. Sabûnî, Ali. (ts.). et-Tibyân fî Ulûmi’l-Kur’ân. İstanbul: Dersaâdet Kitabevi.
18. Salih, Subhî. (1997). Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân. Beyrut: Dâru’l-‘Ilmi li’lMelâyîn.
19. Suyûtî, Celalüddin. (1370/1951). el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân. Mısır.
20. Suyûtî, Celalüddin. (1408/1988) et-Tahbîr fî ‘Ilmi’t-Tefsîr. Beyrut: Dâru’lKutubi’l-‘Ilmiyye.
21. Tabersî, İbnu’l-Hüseyn. (1406/1986). Mecme’u’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân.
Beyrut: Dâru’l-Marife.
22. Zemahşerî, Mahmud b. ‘Ömer. (ts.). el-Keşşâf ‘an Hakâıku’t-Tenzîl. Beyrut:
Dâru’l-Ma’rife.
23. Zerkeşî, Bedrüddin. (ts.). el-Burhan fî Ulûmi’l-Kur’ân. Beyrut: Dâru’l-Ma’rife.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
TERCÜME TEKNİKLERİ
VE
KUR’ÂN MEÂLLERİ
• Tarihsel Süreçte Tercüme ve Önemi
• Tercüme Kavramı ve Çeşitleri
• Tercüme Kavramı
• Tercüme Çeşitleri
• Meâl Kavramı
• Tercüme Sanatının İlkeleri
• Tefsir-Tercüme Farkı
• Kur’ân Tercümelerinin Gerekliliği
• Kur’ân’ın Başka Dillere Çevrilmesi
Süreci
• Kur’ân’ın Türkçe Tercümeleri
• Meâl Örnekleri
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Tercüme ile ilgili temel kavramları
tanıyabilecek,
• Kur’ân meâlinin önem, gerek ve amacını
kavrayabilecek,
• Meâl-Tefsir ilişkisini ayırtedebilecek,
• Meâl tarihi hakkında bilgi sahibi olabilecek,
• Meâl yapmanın sorumluluğunu bilecek,
• Tercüme teknikleri ve problemlerini
anlayabilecek,
• Bazı meşhur meâlleri tanıyabilecek,
• Meâlleri karşılaştırmalı okuyabileceksiniz.
TEFSİR
Prof. Dr. Ali AKPINAR
ÜNİTE
2
Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri
GİRİŞ
Tercüme, farklı dilleri konuşan insanlığın birbirini anlamasında ve birbiriyle
tanışmasında çok önemli bir araçtır. Konuşma, duygu ve düşünce, bilgi ve
birikimleriyle kendi içine sığmayan insanın taşması ise; tercüme de bu taşkınlığın
başka dilleri konuşan insanlığa ulaştırılmasıdır. Bu yüzden yetersizliği, eksikliği
konusunda ne kadar eleştirilirse eleştirilsin tercüme, insanlık tarihinde çok önemli
bir yeri olan zorlu bir sanatın adıdır.
Allah Kelamı Kur’ân’ın indiriliş gayesi, onun gereklerinin yerine getirilmesidir. Bu
ise onun doğru bir şekilde okunması ve anlaşılması ile mümkün olacaktır. Farklı
dilleri konuşan bütün insanlığın Kur’ân’ın kendi dili olan Arapça’yı öğrenmesi
imkânsız olacağından, onun insanlığın diline aktarılması kaçınılmaz olacaktır.
İnsanlara ait olan metinlerin bile farklı dillere aktarılmasında pek çok sorun ile
karşılaşılır. Allah Kelamı olan Kur’ân’ın, hangisi olursa olsun kul diline
aktarılmasında ise bu sorunlar daha karmaşık bir hâl alır. Ancak bu, onun başka
dillere çevrilmemesini gerektirmez. Zira Arapça olarak indirilen Kur’ân, tüm
insanlığa gelmiş bir mesajdır. Tüm insanlığın Kur’ân dilini öğrenmesi mümkün
olamayacağına göre Kur’ân’ın insanların diline aktarılması kaçınılmaz olacaktır.
Önemli olan husus, bu aktarma işinin sorumluluk gerektiren bir iş olduğunu bilmek
ve bunun gereğini yerine getirmede gayret sarf etmektir. İşte tam bu noktada
genel olarak tercüme tekniklerini, özel olarak da Kur’ân’ın tercüme tekniklerini
bilmenin önemi ortaya çıkmaktadır.
TARİHSEL SÜREÇTE TERCÜME VE ÖNEMİ
Kur’ân insanların farklı dilleri konuşmalarının Yüce Allah’ın âyetlerinden
olduğuna dikkat çekerek şöyle der:
ْ‫كْ ََلٌَاتْ لِ َقوم‬
َْ ‫ِن آٌَاتِ ِْه أَنْ َخلَقَْ لَ ُكمْ مِنْ أَنفُسِ ُكمْ أَز َواجً ا لِ َتس ُك ُنوا إِلٌَهَا َوجَ َع‬
ْ ‫َوم‬
َ ِ‫ل بٌَ َن ُكمْ مَوَ َّدًْة َورَ حم ًَةْ إِنَّْ فًِ َذل‬
َْ‫ٌَ َت َف َّكرُون‬
Dillerin farklı
olması, Allah’ın bir
âyetidir.
“O'nun âyetlerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve
renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler
vardır.” (Rûm, 30/22) Bir tek nefisten yaratılmış olmalarına rağmen insanların farklı
fizik ve dillere sahip olması, bir taraftan Yüce Allah’ın erişilmez gücünü ortaya
koyarken, diğer taraftan bu farklılıklar insanların birbirleriyle daha kolay anlaşıp
kaynaşmalarını sağlamıştır. Nitekim onların farklı boy ve kabileler hâlinde
yaratılmasının temel amacı da karşılıklı tanışmadır (teâruf). (Hucurat, 49/13)
ُ ْ‫ٌَاأَ ٌُّهَا ال َّناسُْ إِ َّنا َخلَق َنا ُكمْ مِنْ َذ َكرْ َوأُن َثى َوجَ عَل َنا ُكم‬
ْ‫ّللا‬
َِّْ ‫ل لِ َتعَارَ فُوا إِنَّْ أَكرَ َم ُكمْ عِن َْد‬
َْ ِ‫شعُوبًا َو َقبَائ‬
َ َّ َّْ‫ّللا أَت َقا ُكمْ إِن‬
ْ‫َعلٌِمْ َخ ِبٌر‬
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri
Yine ilahî mesajın anlaşılabilmesi için her topluma kendi dilini konuşan
peygamberler gönderildiğini açıklayan Kur’ân’da, doğru ve anlaşılır apaçık dilin
(lisan sıdk) önemine dikkat çekilmiştir. Her kavim kendi diliyle anlaşabildiğine ve
her kavme kendi kavminin dilini konuşan bir peygamber gönderildiğine göre her dil
önemlidir. Kutsal kitaplar da gönderildikleri kavimlerin dilinde gelmiştir. Her
peygamber/her davetçi, davet dilini en güzel şekilde konuşmakla yükümlü
tutulmuştur. Davetten netice alabilmek için bu, son derece önemlidir.
Bütün bunlardan, evrensel ilahî bir kitap olan Kur’ân’ın mesajının tüm insanlara
ulaştırılmasında dilin ve özellikle apaçık/ anlaşılır bir dilin önemi ortaya
çıkmaktadır. Bu, Kur’ân’ın orijinal dili Arapça’nın önemini gölgede bırakmadan, onu
öğrenemeyen insanlara ilahî mesajı ulaştırmada en önemli araç olan hedef dillerin
önemini ve o dillerin mesajı anlaşılır kılma noktasında açık ve anlaşılır olmasının
gereğini de ortaya koymaktadır. Bu ise Kur’ân’ın kaynak dilden, hedef dile aktarma
operasyonu olan tercümenin önemi demektir.
Kur’ân farklı dilleri
konuşan tüm insanlığa
gelmiştir.
Farklı dilleri konuşan insanların birbirleriyle tanışıp anlaşmasında, her alanda
birbirlerine yardımcı olmalarında, sahip oldukları değerleri birbirlerine
aktarmalarında tercüme büyük bir işlev görmüş ve görmeye de devam etmektedir.
Tercüme, ilim irfan alışverişinde çok önemli bir yeri olan bir sanattır. Tercüme
yoluyla bilgi, insanlığın ortak değeri olmuş ve evrensel bir kimlik kazanmıştır.
Tercüme/çeviri, fikir ve sözleri aktarma olayıdır. Tercüme, düşünsel, kültürel ve
bilimsel bir operasyondur. Fikir, söz ve konuşmalar ise, duygu ve düşünceleri dış
dünyaya yansıtan ifadelerdir. Bunları bütünüyle yansıtmak zor olduğu gibi, başka
bir dile aktarmak çok daha zordur. Bu yüzden, duygularıma bir türlü tercüman
olamıyorum, itirafını duyarız sık sık. Nitekim şair, bu gerçeği şöyle ifade eder:
Ağlarım ağlatamam; hissederim, söyleyemem/Dili yok kalbimin, ondan ne kadar
bîzarım! Onun için tercüme olayı, çok yönlü bir sanattır. Tercümenin asıl metindeki
tüm duygu ve düşünceleri tam olarak yansıtamadığını belirtmek için de şöyle
denmiştir: "Tercüme, tersine dönmüş halıya benzer. Bütün motifleri üzerinde
olduğu hâlde, hiçbir güzelliği algılanmaz."
Hiçbir tercüme, orijinal metnin yüzde yüz aynı değildir, gayrı da değildir. Her
tercüme, orijinal metnin anlaşılması için sarf edilen bir çabadır ve değerlidir. Çeviri
tahriftir sözü hiçbir tercümenin orijinal metnin aynısı olamayacağını keskin bir dille
anlatmak için söylenmiş olsa gerekir. Yoksa insanlık kültür tarihinde tercümenin de
önemli bir yeri vardır.
Bu giriş bilgilerinden sonra şimdi tercüme ile ilgili kavramları tanıyalım:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri
TERCÜME KAVRAMI VE ÇEŞİTLERİ
Tercüme (‫)الترجمة‬
Kur’ân çevirisi,
asla Kur’ân
değildir.
Terceme sözcüğü, Arap dilinde Rubaî (dörtlü) formdaki terceme fiilinin mastarı
olup (‫ترجم‬- ‫ٌترجم‬- ‫ )ترجمة‬çoğulu terâcimdir. Dilimizde daha çok tercüme şeklinde
kullanılmıştır. Sözlükte tercüme, çevrilen metnin asıl manasını açıklamaksızın, bir
sözün bir dilden başka bir dile aktarılması demektir. Bir sözün başka bir dilde
açıklama ve yorumunun yapılmasına da tercüme denmiştir.
Terceme kökünde ‘fessera (tefsir etmek), beyyene (açıklamak) ve evdaha (izah
etmek)’ anlamları da vardır. Dolayısıyla tercüme Kur’ân’ı anlama çabası olan
‘Tefsîr’in içerisinde değerlendirilmelidir.
Tercüme yapan kimseye mütercim yahut tercüman denmektedir. Ancak bu
kelimelerden ilki daha çok yazılı tercüme yapanı, ikincisi ise sözlü tercüme yapanı
karşılamaktadır. Tercüme, İngilizce translation, Türkçe çeviri kelimeleriyle
karşılanmaktadır. Yeni Türkçe’de çevirmen dilmaç, çevirmenlik ise dilmaçlık
kelimeleriyle karşılanmaya çalışılmış; fakat bu kelimeler, yaygınlık kazanmamıştır.
Dilimizde özgeçmiş/biyografi kavramının karşılığı olarak hâl tercemesi kavramı
kullanıldığı gibi, biyografi kitapları için tercüme-i ahvâl-i rical (Arapça, tercümetü
ahvâli’r-ricâl) ifadeleri kullanılmaktadır. Yine duygu ve düşünceleri anlatmak için
kullanılan “tercüman olmak” şeklinde bir deyimimiz vardır.
Bazı hadis mecmualarında olduğu gibi kitaplardaki bölüm başlıklarına da
tercüme denmektedir. Buharî’deki bab isimleri gibi.
Aynı dilde olsa bile, bir kimsenin sözlerinin daha açık ve anlaşılır bir şekilde
aktarılmasına da tercüme denmiştir.
Tercüme, asla metnin
yerini tutamaz”
Bir sözün söylendiği dilde tefsir etme anlamında büyük sahâbî müfessir İbn
Abbas için tercümânü’l-Kur’ân ifadesi kullanılmıştır.
Yine bazı kitaplar, çeviri ile ilgileri olmadıkları hâlde tercüme kelimesiyle
adlandırılmışlardır. Bosnavî Hüsnü b. Salih’in Tercüme-i Adâbi’l-Vüzerâ’sı gibi. Yine
Arapça’da biyografik romanlar için et-tercümetü’l-kasasiyye ifadesi kullanılmıştır.
Tercüme Çeşitleri
Tercüme genel olarak ikiye ayrılır:
a) Harfî tercüme,
b) Tefsirî tercüme.
Şimdi her ikisini de açalım:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri
Harfî Tercüme (et-Tercümetü’l-Harfiyye)
Sözün lafız ve dizinlerine bağlı kalarak bir dilden bir başka dile aktarılmasıdır. Bu
tercüme çeşidi, sadece soyut anlamlar, kısa ve sembolik bilgiler veren sözcükler,
kısa cümleler için söz konusu olabilir. Turistik yerlerde, müze ve park gişelerinde,
büyük fuar ve hava alanları gibi yabancıların daha çok girip çıktıkları çevrelerde,
aradıklarını kolayca bulabilmeleri ya da yapılması gerekeni kolayca yapabilmeleri
için kart ve tabelalar üzerine yazılan birtakım uyarı ve açıklamalar için yapılan
tercümeler bu türdendir. Bu tercüme çeşidine motamot /tamıtamına tercüme de
denmiştir.
Kur’ân’ın harfî tercüme
ile çevirisi, imkânsızdır;
bu yüzden de caiz
değildir.
Kur’ân’ın harfî tercüme ile tercüme edilemeyeceğinde ilim adamları görüş birliği
içerisindedirler. Şöyle ki, harfî tercümede çeviri ya misli misline, ya da misli dışında
yapılabilir. Misli misline tercüme, Kur’ân’ın cümle dizinlerini, üslubunu, edebî sanat
ve hükümlerini tüm özellik ve güzellikleriyle aynen aktarmaktır. Bu ise Kur’ân için
mümkün değildir. Çünkü Kur’ân, lafız ve manasıyla beşerin bir benzerini asla
getiremeyeceği özelliğe sahip mu’ciz bir kitaptır. Yapılacak harfî bir tercüme ile
Kur’ân’ın tüm bu özellik ve güzellikleri yok olup gidecektir. Zira böyle bir çeviri ile
elde edilecek metinde ne insanı aciz bırakacak bir üslup olacak; ne de onun iniş
esprisindeki hidâyet rehberi olma ve cümlelerinden pek çok hükümler çıkarma
özelliği bulunacaktır.
Mislinin dışında, mütercimin yetkinliği ve hedef dilin kapasitesi oranında metnin
hedef dile aktarılması şeklinde yapılacak bir harfî tercüme ise Kur’ân’ın dışındaki
metinler için söz konusu olsa bile, Kur’ân için söz konusu olamaz. Çünkü böyle bir
çeviri de Kur’ân’ın nazım, mana ve hürmetini yok etme söz konusudur. Kaldı ki
böyle bir işlemi yapmak için bir zorunluluk da yoktur. Bu iki şekilde yapılacak
çevirilerin, Kur’ân’ın doğru bir şekilde anlaşılmasına katkı sağlamayacağı da
ortadadır.
Tefsîrî tercüme, bir
anlamda tefsîrdir.
Nitekim meşhur tefsirinin girişinde Elmalılı bu konuda şunları söyler: “Allah’ı
bilmeyen dünyaya sarılır. Dünyayı bilmeyen hülyaya sarılır, hülyaya sarılan
hakikata darılır. Yiğidi görmeyen ismine bayılır. Dilberi görmeyen, resmine bayılır.
Önünü görmeyen, sonunda ayılır.. Kur’ân’ı anlamayan da tercümesine dolanır…
Bazılarını duyuyoruz ki, Kur’ân’ın tercümesi demekle iktifa etmiyor da “Türkçe
Kur’ân” demeye kadar gidiyor. Türkçe Kur’ân’mı var behey şaşkın? Kur’ân
Arapçadır..” Aynı bağlamda Mehmet Âkif de “Ya Rab, bu nasıl Kitab-ı âlî? İdrake
sığışmıyor meâli.” diyerek konuya dikkat çeker.
Eserlerini İngilizce ve Hinduca yazan Hintli şair R. Tagor’a Mısır seyahati
sırasında Hinduca eserlerini de İngilizce’ye tercüme etmesi istendiğinde şöyle
cevap vermiştir: “Hinduca yazdığım eserler, kendi fikirlerimi ihtiva etmiş olsalar
bile, onları İngilizce’ye tercüme etmekte acizim. Zira bu tercümede İngiliz dili,
Hinduca için elverişli değildir.” Bir yazarın kendi eserini, yine eser verecek seviyede
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri
bildiği başka bir dile aktarma konusundaki bu tespiti, tercümenin zorluğunu ortaya
koyduğu gibi, Allah kelamının başka dillere çevrilmesinin sanıldığı kadar kolay
olmadığını anlamamıza katkı sağlayacak niteliktedir.
Tefsîrî Tercüme (et-Tercümetü’l-Hurra)
Sözün, orijinal metindeki aslî manalarını gözeterek birtakım tasarruflarla bir
dilden, bir başka dile aktarılmasıdır. Tanımdan da anlaşılacağı üzere tefsîrî tercüme,
Kur’ân’ın başka dildeki bir çeşit özlü tefsîridir. Tefsîrî tercüme, Kur’ân’ın aynısı
değil, onun başka dildeki yorumudur.
Bu tercüme çeşidi için şu isimler de kullanılır: Mefhumî Tercüme/ Manevî
Tercüme/ Meâlen Tercüme/ Kültürel Tercüme/ Kavramsal Tercüme. Görüldüğü
üzere bu isimlerde de tefsîrî tercümenin, metne çok fazla bağlı kalınmadan bir çeşit
anlam aktarımı olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla harfî tercümede metne sıkı
sıkıya bağlı kalınmaya çalışıldığından hedef dilin güzellikleri çeviriye
yansıtılmamaktadır. Tefsîri tercümede ise durum böyle değildir. Olabildiğince
hedef dildeki güzellikler çeviriye yansıtılmaktadır.
“Tefsîrî tercümenin bir
adı da meâlen
tercümedir.”
Tefsîrî tercümede hedef, söz konusu olan anlatımın amaçladığı espriyi/ mesajı
öteki dile eksiksiz, artıksız ve her bakımdan uygun bir biçimde yansıtmaktır.
Mütercimin anladığını, hissettiğini, tattığını anlatma, hissettirme ve tattırma
çabasıdır. Tefsîri tercümenin bu hedefine bakılarak onda sözcük seçimi, anlatım
yöntemi için herhangi bir ölçünün söz konusu olmadığı zannedilebilir ki durum hiç
de öyle değildir. Harfî tercümede olduğu gibi, bunda da sözcüklerin, deyim ve
terimlerin seçimi, cümle kuruluşu ve anlatım yöntemi son derece önemlidir. Hatta
tefsîrî tercüme, harfî tercümeyi de kapsayacak bir niceliğe sahiptir. Sadece bu
uygulamada mütercim için sürekli bir tutuculuk söz konusu değildir. Tefsirî
tercüme, Kur’ân’ın aynısı değil, onun başka dildeki bir çeşit yorumudur.
Tercüme işi bir sanat olduğu kadar bir sevgi, bilgi, birikim, sabır, fedakârlık ve
tecrübe işidir de. Her şeyden önce tercümenin, mütercimin üzerinde bir emanet
olduğu unutulmamalıdır. Bu yüzden tercüme işi yapılırken sadece eldeki parçanın
görünüşüne aldanmamak, satır aralarını ve metnin arka planını okuyarak parçanın
düşünce sistemine sızmaya çalışmak oldukça önemlidir. Mütercim tercüme
yaparken gerektiğinde farklı sözlüklere bakmaktan, tespit ettiği bu karşılıklardan
hangisinin metnin yazarının maksadını yansıtmaya daha uygun olduğunu
araştırmaktan kaçınmamalıdır. Bu anlamda tercüme bir feragattir. Asıl metin,
mütercimi sürekli kontrol altında tutar, onu kendi hâline bırakmaz. Bu nedenle
“Tercüme yapmak, telif yapmaktan daha zordur.” sözü boşuna söylenmemiştir.
Tercüme yapılırken öteden beri izlenen bir metot vardır. Bu denkleştirme
metodudur. Buna göre her cümle ayrı ayrı tercüme edilir. Ancak önce, cümlenin
her sözcüğü değilse de belli bölümleri ayrı ayrı tercüme edilir- ki buna kırık
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri
tercüme denir- sonra bu bölümler çeviri işleminin yapılacağı dil kurallarına ve
cümle kurma tekniğine uygun bir biçimde sıralanarak tamamlanır. Örnek verecek
olursak: Arapça “Ekele’l veledü el-hubze emsi” cümlesi, sırasıyla “yedi- çocukekmeği- dün” şeklinde kırık bir tercümeden sonra “Çocuk, dün ekmek yedi”
şeklinde çevrilir.
“Tercümânü’l-Kur’ân,
İbn Abbas’ın
unvanıdır.”
Kur’ân’ın harfî tercüme ile tercüme edilemeyeceğinin ve tercümenin Kur’ân’ın
yerini tutmayacağının sebeplerini şu şekilde özetleyebiliriz:
1. Kur’ân’ın nazım ve mana bakımından sahip olduğu eşsizlik harfî tercüme ile
ifade edilemez.
2. Kur’ân’ın anlam zenginliği demek olan kıraat farklılıkları tercüme ile
yansıtılamaz.
3. Kur’ân nazmı ve manasıyla birlikte Kur’ân’dır, onu okumak da ibadet
sayılmıştır. Tercüme ise mana itibarıyla Kur’ân’a yaklaşsa bile, nazım itibarıyla
Kur’ân değildir.
4. Arap diline özgü bazı anlatım tarzları, edat ve harfler vardır ki, bunları başka
dillerde ifade etmek her zaman mümkün olmayabilir.
5. Kur’ân, kendisinin Arapça bir kelam olduğunu özellikle vurguluyor:
َ‫ينَ إِ َّنا أنز ْلناهَ ق ْرآ ًنا عر ِب ًيا لعلَّك َْم ت ْعقِلون‬
َِ ‫الر تِ ْلكَ آياتَ ا ْلكِتا‬
ِ ‫ب ا ْلم ِب‬
“Elif. Lâm. Râ. Bunlar, apaçık Kitab'ın âyetleridir. Anlayasınız diye biz onu
Arapça bir Kur’ân olarak indirdik.” (Yusuf 12/1-2) Tercüme Arapça’nın dışında bir
dilde olacağı için Kur’ân’ın bu niteliği ortadan kalkmış oluyor.
Arapça, Kur’ân’ın
orijinal dilidir.
6. Harfî tercüme, Kur’ân’ın tüm güzelliklerini yansıtamayacağı için, Kur’ân
hakkında yanlış anlamalara sebep olabilir.
7. İlim adamları Kur’ân cümlelerinin manen rivâyet edilemeyeceğini, onun
ancak mütevatir kıraatlarla rivâyet edilebileceğini belirtmişlerdir. Tercüme de bir
çeşit manen rivâyet olacağı için Kur’ân değildir.
8. Öteden beri Müslümanlar Kur’ân’ı orijinal diliyle okumuş, ezberlemiş ve
ondan anlamaya çalışmışlardır. Dolayısıyla en ideali Kur’ân’ı orijinal dilinden
anlamaya çalışmaktır.
9. Kur’ân’ın dili, değişik ırk ve coğrafyalardaki Müslümanlar arasında ortak bir
dil birliğini simgelemektedir. Tercümenin böyle bir misyonu yoktur.
10. Kur’ân orijinal hâliyle tek ve değişmez bir şekilde elimizdedir. Tercümeler ise
farklı ve değişken olabilmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri
11. Kur’ân, Kelamullah’tır, tercüme ise onun manasının kullar tarafından ifade
edilmesidir. Biri ilâhî, diğerî beşerîdir. Elbette beşerî olan bir metin, ilahî olan bir
metnin yerini tutamaz.
Meâl (‫)مآل‬
Kurân’ın Türkçe
çevirilerine, tam olarak
Kur’ân’ın manasını
yansıtamadığı için,
meâl denmiştir.
Kur’ân gibi, beşer dilinin İlâhî kalıba dökülmüş şekli olan bir metnin, kendi dili
dışındaki herhangi bir dile aktarılmasında karşılaşılabilen problemlerden dolayı,
lafız ve manasıyla Allah kelamı olan, hem lafzı hem manası muciz olan Kur’ân’ın
çevirilerine Türkçe Kur’ân ve Kur’ân Tercümesi denmekten kaçınılmış ve Kur’ân
Meâli demek âdet olmuştur. Te’vîl kavramı gibi sözlükte bir şeyin özü, özeti ve
akıbeti anlamına gelen ‘evl’ kökünden türemiş (mimli mastar yahut ism-i mekân)
olan meâl kavramı, ‘Bir sözün manasını her yönüyle değil de biraz noksanıyla ifade
etmek’ demektir.
Tercüme yahut meâl, Kur’ân’ın tam karşılığı olmasa bile, tüm insanlığa inmiş
evrensel mesaj Kur’ân’ın Arap dilini bilmeyenler tarafından kısmen de olsa
anlaşılabilmesi için ihtiyaç duyulmuş bir faaliyettir. Kur’ân dilini bilmeyen insanlara,
genel olarak Kur’ân hakkında, onun muhtevası ve hükümleri hakkında bilgi
verebilmek için tercüme kaçınılmaz olmuştur.
Tercüme Sanatının İlkeleri
Tefsîrî tercüme de bir çeşit tefsirdir. Tefsîr yapılırken gözetilmesi gereken
şartları yerine getirmek kaydıyla Kur’ân’ın tefsîrî tercüme ile tercümesi caizdir.
Ancak genel olarak çeviride, özel olarak Kur’ân çevirilerinde mütercimlerin uyması
gereken bir kısım şartlar vardır. Bu şartları şu şekilde özetleyebiliriz:
1. Tercüme, tefsîr ölçülerine göre yapılmalıdır. Sahih hadislere, Arap gramer
kaidelerine, temel din kurallarına uygun olmalıdır. Kur’ân âyetlerini yorumlayan
müfessir gibi, mütercim de yalın olarak aklına ve kendi görüşüne dayanarak çeviri
yapmaktan sakınmalıdır.
Meâl, bir sözün
manasının başka bir
dile, yaklaşık olarak
yansıtılmasıdır.
2. Her âyet için bir nüzûl sebebi olmayabilir. Ancak her âyetin indiği bir nüzûl
ortamı vardır. Mütercim, çeviri yaparken âyetin nüzûl ortamını/tarihsel arka
planını, yani âyetin nasıl bir ortamda, nasıl bir topluma, hangi problemi teşhis ve
tedavi için indiğini bilmelidir.
3. Mütercim ön yargılardan uzak olarak çevirisini yapmalı, önceden kabul ettiği
ve Kur’ân’ın ruhuyla bağdaşmayan fikirlerini Kur’ân âyetleriyle desteklemeye
kalkmamalıdır.
4. Mütercim kaynak dili de hedef dili de iyi bilmelidir.
5. Kur’ân’ın orijinal metni çalışmanın başına konulmalı, yeri geldikçe
tefsirlerden yararlanarak çeviri yapılmalıdır. Bu, Kur’ân’ın kendi dilini bilenlere
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri
mukayese imkânı sağlayacağı gibi, tek başına çevirinin Kur’ân olmadığını da
gösterecektir. En önemlisi de Kur’ân’ı ikinci, üçüncü dilden değil, bizzat kendi
özgün dili Arapça’dan çevirmelidir.
6. Tercüme anlaşılır ve akıcı bir dile sahip olmalıdır.
7. Bir âyete verilen anlam, Kur’ân’ın genel ruhuna ters düşmemelidir.
Tercümede Kur’ân bütünlüğü ve bağlam gözetilmelidir.
8. Âyette yer alan deyimsel anlatımlar, karşı dildeki en uygun ve en yakın
deyimlerle ifade edilmelidir.
9. Temel kavramlar tercümede aynen muhafaza edilmeli, gerekirse bunların
karşılıkları dipnotlarda verilmelidir.
10.Parantez içerisindeki açıklamalar çok uzun ve sıkıcı düzeyde olmamalı, ama
gerektiğinde parantez içi açıklamalardan çekinilmemelidir. Birbiriyle ters
düşebileceğinden, meâl okuyucusunun zihninin bulandırmamak için taksimli
açıklamalar tercüme metni içerisinde değil, gerekliyse dipnotlarda verilmelidir.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için birkaç örnek üzerinde durmak yararlı
olacaktır:
Örnek 1: ‫ل البَسطِْ َف َتق ُع َْد َملُومًا مَحسُورً ا‬
َّْ ‫ل َتبسُطهَا ُك‬
ْ َ ‫ك َو‬
َْ ِ‫ك مَغلُولَ ًْة إِلَى ُع ُنق‬
َْ ‫ل َتج َعلْ ٌَ َد‬
ْ َ ‫َو‬
Tefsîr, aynı dilde
olabileceği gibi, ayrı
dillerle de olabilir.
İsrâ sûresi’nin bu âyeti (17/29), harfî tercüme ile “Elini boynuna bağlanmış
kılma, onu büsbütün de açma. Yoksa kınanmış ve pişman bir hâlde oturakalırsın!”
Bu çeviri Kur’ân’ın maksadını tam olarak yansıtmamakta ve okuyucuyu yanlış
anlamalara da sevk edebilmektedir. Zira âyetin hedefi, muhatabını cimrilik ve
savurganlıktan sakındırmaktır. Böyle bir çeviride ilk etapta bu anlaşılamamaktadır.
Oysa aynı cümle tefsirî tercüme ile şöyle çevrilerek muhtemel eksik ve yanlış
anlamaların önüne geçilebilir:
“Elini, boynuna bağlı imiş gibi sıkıp cimri (eli sıkı) olma, büsbütün açarak da
savurgan olma. Yoksa (cimriliğinden dolayı) kınanırsın, (savurganlık sonucu eli boş
kalmak yüzünden de) pişman olursun.”
Örnek 2: ْ‫ل ِبأَهلِ ِه‬
َّْ ِ‫ئ إ‬
ُْ ٌِّ ‫ٌِق المَك ُْر ال َّس‬
ُْ ‫ل ٌَح‬
ْ َ ‫َو‬
Fâtır sûresi’nin bu âyeti(35/43), harfî tercüme ile şöyle çevrilebilir: “Kötü tuzak,
ancak sahibinin başına geçer” şeklinde çevrilebilir. Ancak daha çarpıcı bir ifade ile
deyimsel tercümeden yararlanılarak şöyle çevirmek daha anlamlı olur:
“Halbuki kişi kazdığı kuyuya kendi düşer.” Dikkat edilirse metinde kuyu, kazmak
ve düşmek kelimeleri geçmemektedir. Buna rağmen böyle bir tercüme âyetin daha
doğru bir şekilde anlaşılmasını sağlayacaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri
Tefsîr-Tercüme Farkı
Yukarıda tefsîrî tercüme, bir çeşit tefsirdir, dedik. Burada tercüme ile tefsîr
arasındaki farkları belirtmemiz, tercümenin tamamıyla tefsîr olmadığını ortaya
koyacaktır. Tercüme, tefsîrden şu açılardan ayrılır:
“Kur’ân’ın Arapça
olması, onun Arap
olmayanlarca
anlaşılmasının önünde
bir engel değildir.”
 Tefsîr, bir ibarenin, bir eserin mahiyetini başka tabirlerle izah eder, manasını
mümkün mertebe anlatır, kelimelerin analizini yapar, gerekli yerlerin ayrıntılı
açıklamalarını sunar. Dolayısıyla tefsîr, tefsîr edilen metinden ayrıdır, onun
güzel bir şekilde anlaşılmasına hizmet eder. Tercüme ise, lafzın öteki dildeki
en yakın karşılığıdır.
 Tefsîr, aynı dilde olabileceği gibi, ayrı dillerle de olabilir. Arapçadan Arapçaya
yahut Arapçadan Türkçeye olabilir. Tercüme ise bir dilden, bir başka dile
yapılır.
Bireysel Etkinlik
 Tercüme, tefsîrden daha kısa ve özlüdür. Tercümede sözcük analizi yapılmaz,
cümle yapıları ve bunların manaya yansıması hakkında bilgiler verilmez;
tefsîrde ise bunlar ayrıntılı bir şekilde yapılır.
• Evinizdeki bir meâlden bir sûreyi metinle
mukayeseli bir şekilde okuyup
değerlendiriniz.
Kur’ân Tercümelerinin Gerekliliği
Her Kur’ân tercümesi,
kendinden önceki
tercüme/tercümelerin
yetersiz görülmesinden
kaynaklanır.
Kur’ân, insan içindir ve öncelikle insana gelmiştir. O, belli bir dönem ve
coğrafyadaki insanlara değil, tüm insanlığa gelmiştir. Dolayısıyla O evrenseldir. Her
dönemdeki bütün insanların Kur’ân’ın dilini öğrenip anlamaları mümkün
olmayacağına göre Kur’ân tercüme ve tefsiri onun iniş gaye ve esprisinin gereğidir.
Zira Yüce Yaratıcı, Kur’ân’ı okunsun, anlaşılsın ve gereği yerine getirilsin diye
göndermiştir. Ve Kur’ân anlaşılması için kolaylaştırılmış, apaçık bir kitaptır. Onun
mesajının değişik coğrafya ve zamanlarda yaşayan, değişik dilleri konuşan insanlara
ulaşmasında çeviri, önemli bir araç olup çeviri çalışmaları, Kur’ân’ın anlaşılmak
üzere kolaylaştırılması kapsamında değerlendirilmelidir.
Kur’ân gibi, beşer dilinin İlâhî kalıba dökülmüş şekli olan bir metnin, kendi dili
dışındaki herhangi bir dile aktarılmasında karşılaşılabilen problemler, Kur’ân’ın
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri
kendisinden kaynaklanan problemler değil; aslında herhangi bir metnin herhangi
bir dile aktarılmasında karşılaşılan problemlerdir, ama bu Kur’ân tercümelerinde
daha fazla hissedilmektedir. Zira Kur’ân tercümeye sığmayacak kadar engin ve
zengin bir dil, üslup, mana ve muhtevaya sahiptir.
Aktarılan dilin Arapça gibi, çok kapsamlı bir dil olması, yine aktarılan metnin
Kur’ân gibi bir metin olması tercümede karşılaşılabilen problemleri artırmaktadır.
Bu durum Kur’ân’ın anlaşılmaz bir kitap oluşundan değildir şüphesiz. Zira Kur’ân
anlaşılmak için indirilmiş ve bunun için oldukça kolaylaştırılmış bir kitaptır.
Kur’ân’ın Arapça bir kitap olması da onun Arap olmayanlarca da anlaşılması içindir.
Yani Kur’ân’ın Arapça olması da onun Arap olmayanlarca anlaşılmasının önünde bir
engel değil ve belki Arapçanın İlâhî mesajı kaldırabilecek karakteristik özellikleri
sebebiyle anlaşılmasına bir katkıdır. Yani Kur’ân Arapça dışında bir dilde indirilmiş
olsaydı, belki de tüm özellik ve güzellikleriyle İlâhî mesajı taşıyamayacak ve
anlaşılması daha çetin olacaktı; ya da benzer problemler o zaman da olacaktı.
Çünkü anlaşılmada meramı ifade edebilme son derece önemlidir. Zira meramınızı
rahatlıkla ifade edemediğiniz bir konuşma, zor anlaşılan bir konuşmadır.
İlk Kur’ân tercümesi H.
127 tarihine kadar
inmektedir.
Hemen her dilde aynı anlamda kullanılan birden fazla kelimeler olabileceği gibi,
bir tek kelime birden fazla anlamlara da gelebilmektedir. Örneğin Türkçemizdeki
‘çile’ kelimesi, meşakkat, iplik çilesi, yay kirişi, bülbülün çilemesi, yağmurun
çilemesi, çileden çıkmak (aşırı hiddetlenmek) gibi pek çok anlamlara
gelebilmektedir.
İşte tüm bu ve benzeri sebeplerden dolayı yapılan Kur’ân çevirilerine Türkçe
Kur’ân ve Tercüme denmekten kaçınılmış ve meâl demek âdet olmuştur. Te’vîl
kavramı gibi sözlükte bir şeyin özü, özeti ve akıbeti anlamına gelen ‘evl’ kökünden
türemiş olan meâl kavramı, ‘bir sözün manasını her yönüyle değil de biraz
noksanıyla ifade etmek’ demektir.
Her Kur’ân tercümesi, kendinden önceki tercüme/tercümelerin yetersizliğinden
kaynaklanır, ama yapılan yeni tercümenin ne kadar mükemmel olduğu
tartışmalıdır. Buna rağmen önceki ve sonraki her tercüme önemlidir, değerlidir.
Her çeviri, yapıldığı zaman ve ortamın özellikleri ile müterciminin dilsel ve bilimsel
donanımını büyük ölçüde yansıtır.
Zerkânî, Reşid Rıza gibi bazı ilim adamları, Kur’ân’ı tercüme edenlerin dinî
bilgiler yanında sosyal ve fen bilimlerinde derin bilgiden yoksun olmaları sebebiyle
yapılan tercümelerin eksik ve hatalarla dolu oluşu, Kur’ân’dan önceki kutsal
kitapların tercüme yoluyla tahrife uğramış olması, tercüme ile Kur’ân’ın mucizevî
yönünün kaybolacağı, Müslümanların birlik ve beraberliğini sağlayan din dilinden
kopma gibi gerekçeler ileri sürerek Kur’ân’ın tercüme edilmesini gereksiz
görmüşler ve buna karşı çıkmışlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri
Tartışma Forumu
Tartışma
Kur’ân’ın tüm insanlığa gelmiş evrensel bir mesaj olması, inançsızlık için
mazeretlerin ortadan kalkabilmesi için bu mesajın herkese kendi anlayabileceği dil
ile ulaşmasının gerekli olması, Hz. Peygamberin ashabını hakikatleri tüm herkese
ulaştırma görevi vermesi, ashabından yetenekli olanlara Arapça dışında bazı dilleri
öğrenmelerini istemesi, Kur’ân’ın muhtevasını merak eden herkesin onun dilini
öğrenmesinin mümkün olamayacağı gibi gerekçelerle pek çok ilim adamı Kur’ân’ın
tercüme edilmesinin gerekli olduğunu söylemişlerdir. Zaten “Tercüme caiz
değildir.” demek çare olmamıştır. Zira pek çok müsteşrik tarafından Kur’ân, farklı
dillere aktarılmış ve Kur’ân hakkında pek çok yanlış anlamalara sebep olmuşlardır.
Bu yüzden ehil Müslümanların bu işe koyulup güvenilir tercümeler yapmaları bir
vecibedir. Bu nedenle, Kur’ân çevirileri beraberinde birtakım sakıncalar getirmişse
de onların sağlayacağı faydalar çok daha fazla olacaktır.
• Rahman sûresi’ni Elmalılı’nın orijinal
meâli ile sadeleştirilmiş meâlinden
mukayeseli bir şekilde okuyup tartışınız.
Kur’ân’ın Başka Dillere Çevrilme Süreci
Kaynaklarımızdaki bilgilere göre Kur’ân’ın başka dillere çevrilişi ilk dönemden
itibaren başlamıştır. Baştan sona çeviriler söz konusu olmasa bile- ki zaten âyet
âyet/sûre sûre inen Kur’ân sonradan tek Mushaf hâlinde kitaplaştırılmıştır- ilk
dönemden itibaren Arap olmayan ve Arapçayı bilmeyen insanlar, Kur’ân âyetleriyle
tanışmışlar ve ondan haberdar olmuşlardır.
Türk dilinde yüz elli
civarında Kur’ân
tercümesi
bulunmaktadır.
İlk dönem Müslümanlarının değişik vesilelerle gerçekleştirdikleri yolculuk ve
göçler (Habeşistan vb.) ve bu esnalarda karşılaşılan insanlara Kur’ân âyetlerinin
ulaştırılması, Hz. Peygamber’in içerisini âyetlerle süslediği davet mektupları ve
İranlılardan gelen istek üzere Selman Farisî’nin yaptığı Farsça Fatiha sûresi
tercümesi bu çerçevede değerlendirilebilir.
Kur’ân’ın tercüme edilip edilemeyeceği meselesi ilk dönemden itibaren
tartışılmaya devam etmiş bir mesele olmakla birlikte bugüne kadar pek çok dile
Kur’ân’ın binlerce tercümesi yapılmıştır.
Hamidullah’ın tespitlerine göre ilk Kur’ân tercümesi H. 127 tarihine kadar
inmektedir. Eldeki bilgilere göre Kur’ân-ı Kerim’in en eski tercümesi,
Maveraünnehir ulemâsı tarafından, Samanoğlu Mansûr b. Nûh adına hicrî 345 (915
m.) yılında hazırlanmış olan Farsça tercümedir. Yine ona göre 140 kadar farklı dile
Kur’ân bütünüyle çevrilmiştir. Urdu dilinde 300’den fazla, Türkçe ve Farsça
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri
dillerinin her birinde yüzden fazla, İngiliz dilinde 146, Alman dilinde 55,
Fransızca’da 58, Latince’de 53, Rusça’da 11 Kur’ân çevirisi yapılmıştır. Bu sayılar
her geçen gün artmaktadır. Kur’ân, 1141-1143 yılları arasında Robert de Ratines
tarafından Latince’ye çevrilmiştir.
Elimizde mevcut en
eski Kur’ân tercümesi
Şirazlı Hacı Devletşah
oğlu Mehmet
tarafından Hicrî
734/Miladî 1333
tarihinde Oğuz
Türkçesiyle yapılan
tercümedir.
Aynı dilde birden çok Kur’ân çevirisinin yapılma nedeni, her biri bir Kur’ân
anlama ve anlatma çabası ürünü olan bu çalışmalarda görülen eksiklik, yetersizlik
ve yanlışlar olabilir. Yeni yapılan çalışma, kendinden önce yapılan çalışmalardan
daha mükemmel ve daha güzel olma iddialarıyla ortaya çıkmıştır. Çevrilen dillerin
geçirdiği değişim süreçleri de bir başka neden olarak gözükmektedir.
Kur’ân’ın Türkçe Tercümeleri
Türklerin Hicrî 85 (m. 703) yılından itibaren İslam ile tanışmasından yola çıkarak
onların bu tarihten itibaren Kur’ân’la tanışmaya başladıklarını söyleyebiliriz.
Araştırmacılar, Türk dilinde yapılan Kur’ân tercümelerinin, hicri IV-V, miladi X-XI.
asırlarda yapıldığını söylemektedirler. Yapılan Kur’ân tercümeleri kelime kelime
yapılmış satır altı tercümeler ve cümle hâlinde normal tercümeler olmak üzere iki
grupta toplanabilir. Elimizde mevcut en eski Kur’ân tercümesi Şirazlı Hacı Devletşah
oğlu Mehmet tarafından Hicrî 734/Miladî 1333 tarihinde Oğuz Türkçesiyle yapılan
tercümedir. Bu tercümenin Hicrî dördüncü asırda yapılmış olabileceği de
söylenmiştir.
Büyük çoğunluğu öz Türkçe ile yapılmış bu ilk tercümelerde örneğin Allah: Tanrı,
Çalap, Nebi/Rasül: yalvaç, Âyet: Belgü, Kitap: Bitik, Evvel: İlkin, Fakir: Cigay, Gadap:
Kakımak, Kâdir: Ogan, Yevmü’d-dîn: Yanut günü, Cehennem: Tamuğ, Cennet:
Uçmak, Taam: Yeygü, Şahit: Tanık, karye: kent, kalb: gönül, nefis: öpöz, büyücü:
cadu, ibnü sebil: yol eri, mağfiret: suç geçirmek, cünah: yazuk, zelzele: debrenme
olarak dilimize çevrilmiştir. Bu tercümeleri inceleyen Erdoğan, Kur’ân’ın dilimizde
yaşayan kelimelerle yapılan tercümelerinin Türk dili açısından çok önemli birer
kaynak olduğuna dikkat çekmekte ve bu tercümelerin mükerrelerin dışında 2500
kelimeyi ihtiva ettiğini ve bunların içerisinde yabancı kelimenin onu geçmediğini
belirtmekte, dilimizin o dönemlerde ne kadar zengin olduğunu söylemektedir.
“Türkçe'de basılan ilk
Kur'ân tercümesi
Ayıntablı Mehmed
Efendinin Tefsîr-i
Tibyân tercümesidir.”
Zaten tekrarları ile birlikte Kur’ân’da yetmiş küsür bin kelime yer almaktadır.
Türklerin Kur’ân’ı anlamasına katkı sağlamak için yapılan Kur’ân kelimeleri
sözlüklerinde üç bine yakın kelime söz konusu edilmiştir ki bunların da önemli bir
kısmı dilimizde kullanılmaktadır. Dolayısı ile okunan Kur’ân metnini yüzeysel olarak
anlamak, sanıldığı kadar zor bir şey değildir.
Osmanlı Türklerince yapılan tercümelerin daha çok İstanbul dışında ve
Anadolu’nun muhtelif yerlerinde yapılmış olduğu dikkatimizi çeker. Süheyl Ünver
bu çeşit 60 kadar tercüme tespit etmiştir. Arap dilinin yaygın olarak okutulduğu
İstanbul’da ise tercümeye gerek duyulmamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri
Osmanlı’nın son dönemlerinde İstanbul’da başlayan Kur’ân tercüme faaliyetleri,
Cumhuriyet Dönemi’nde hız kazanmıştır. Şöyle ki Türkçe'de basılan ilk Kur'ân
tercümesi Ayıntablı Mehmed Efendi’nin 1257/1841 de Bulak matbaasında Arap
harfleriyle basılan Tefsîr-i Tibyân tercümesidir.
Cumhuriyet döneminde yapılan ilk Kur'ân tercümeleri cümlesinden olarak Şeyh
Muhsin-i Fâni mahlaslı Hüseyin Kazım Kadri'nin Nuru'l-Beyân'ı (1924); Hristiyan
Araplardan Zeki Megamiz'in tercümesi (1926); 1907’de bir komisyon tarafından
tetkik edilen ve Süleyman Tevfîk tarafından hulasa edilen Tafsîlu'l-Beyân; Cemil
Said'in Fransızca'dan yaptığı tercüme (tarihsiz) sayılabilir. Bunların hepsi Arap
harfleriyle basılmışlardı.
Latin harfleriyle ilk basılan tercüme ise, 1927’de Arap harfleriyle basılan, İzmirli
İsmail Hakkı'nın Meâni'l-Kur'ân adlı eseridir. Bundan sonra 1934’te basılan Ömer
Rıza'nın Tanrı Buyruğu adlı çalışması ile Elmalılı Hamdi'nin 1935-1938 yılları
arasında basılan Hak Dini Kur'ân Dili adlı tefsirindeki meâli gelmektedir. Bunlardan
özellikle İzmirli, Ömer Rıza ve Elmalı'nın çalışmaları, ilk oluşları, metne sadık
kalışları ve dili iyi kullanmaları bakımından takdire şayan olup sonraki çalışmalara
kaynak olmuşlardır.
M. Akif’in tamamladığı
meâli, vaisiyeti üzerine
ölümünden yıllar sonra
1961’de imha edilmiştir.
Bilindiği üzere 1925 tarihinde Cumhuriyet Meclisi, Kur’ân’ın tefsiri görevini
Elmalılı M. Hamdi’ye, meâl görevini Mehmet Âkif’e, Tecrid-i Sarîh tercüme ve şerhi
işini de Babanzâde Ahmed Naim’e vermişti. Mehmet Âkif, dostlarının ısrarı üzere
kabul ettiği bu görev üzere şiir yazmayı bırakarak Kur’ân Meâli üzerinde çalışmaya
başlamıştı. 1926’da Mısır’da yazmaya başladığı meâlin müsveddesini 1929’da
bitirmiş, bundan sonra da meâlinin üzerinde çalışmasını sürdürmüştür. 1936
yılında ziyaret için Türkiye’ye gelirken, meâlini arkadaşı İhsan Efendi’ye dönünce
kendisinden alıp son okumasını yapmak üzere bırakmıştı. İhsan Efendi’ye,
kendisine bir şey olursa meâlini yakmasını da tembih etmişti. Âkif’in bu ziyareti
esnasında İstanbul’da vefat etmesi üzerine İhsan Efendi, meâli yakmaya
kıyamamış, Âkifîn nüshası ile ondan istinsah ettiği kendi nüshasını vefat edinceye
kadar saklamıştı. Onun 1961’de vefatının ardından her iki nüsha da yakılarak imha
edilmiştir.
Bu görevi almadan önce de Kur’ân âyetleri hakkında yazılar ve şiirler yazan
Mehmet Âkif’in yaptığı 500 kadar âyetin meâli toplanarak yayınlanmıştır. Bu
örnekler ve Âkif’in geleceğin büyük muharriri, benden güzel yazıyor, o feyyâz
kalemi daha pek çok eşsiz eserler vücuda getirir diye övdüğü damadı Ömer Rıza
Doğrul’un Âkif’in vefatından iki yıl önce 1934’te neşrettiği Tanrı Buyruğu adlı meâli
Âkif’in meâli hakkında fikirler verebilir diye düşünmekteyiz. Sanılanın aksine M.
Âkif, âyetleri şiir şeklinde tercüme etmemiş ve Elmalı’nın şairliğini konuşturup şiir
gibi tercüme etsene teklifine şiire Kur’ân’ı kurban veremem diyerek karşı çıkmış ve
meâli üzerinde çalıştığı yıllarda şiir yazmamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri
Son olarak şu hususa dikkat çekmeliyiz: İlk tercümeler, ilk olmaları, âyetlerin
karşılığının ilk olarak inşa edilmesiyle sonraki tercmelere örnek olmuş, eksiklerin
tamamlanması, yanlışların düzeltilmesine vesile olarak daha kâmil tercümelerin
çıkmasına zemin hazırlamışlardır. Ancak her şey bitmiş değildir. Dilin
geçirdiği/geçireceği evreler, her mütercimin kendi bakış açısı, hedeflediği kitleleri
ve benzeri sebeplerle tercüme süreci devam edecektir/etmelidir.
Cumhuriyet döneminde pek çok kişi ve heyet tarafından, çeşitli yayınevlerince
yüz elliye yakın (mükerrer baskılarıyla birlikte) Kur’ân meâli hazırlanıp basılmıştır.
Bu meâllerden bir kaçının (Medine Balcı ve Sıdkı Gülle gibi), ilk Kur’ân
tercümelerine benzer şekilde satıraltı meâller olduğunu, bir kısmının (Adnan
Sütmen, Rıza Çiloğlu, Bedri Noyan, Örmeci, Heyet ve Nusret Çam gibi) manzum
meâl, bir kaçının (Ali Bulaç, M. Zeki Duman, M. İslamoğlu gibi) da hem Mushaf sûre
tertibi üzere, hem de sûrelerin nüzûl sırasına göre tertibiyle ayrı ayrı yayınlandığını
görmekteyiz.
Yapılan çalışmaların bir kaçında (İbrahim Hilmi, Süleyman Tevfik, Osman
Nebioğlu gibi) Türkçe Kur’ân ifadesinin kullanıldığına, genelde tüm çalışmaların
isimlerinde meâl kavramının yer aldığına tanık olmaktayız.
Seksenli yıllardan sonra
yapılan Türkçe Kur’ân
meâllerinde gözle
görülür bir artış
olmuştur.
Yapılan bu çalışmalardan Ömer Rıza, Çantay, Esed, İslamoğlu çalışmaları gibi
dipnot açıklamalı/tefsirli olanları vardır. Parantezli ve parantezsiz olanları da
mevcuttur. Her bir âyeti ayrı olarak tercüme edenler olduğu gibi, Kur'ân'a
sonradan konulan âyet numaralarından ziyade, anlam bütünlüğünü esas alarak
yerine göre birkaç âyeti birlikte tercüme edenler de vardır. Ayrıca Mustafa
Öztürk’ün Meâli gibi yorum merkezli serbest mealler de yapılmıştır. Meâllerin
büyük bir kısmı, Kur'ân metniyle birlikte basılmıştır.
Diğer diller gibi Türk Dili de zaman ve kuşaklara göre değişmeye, gelişmeye
devam ettiği için, yeni nesillerin Kur’ân anlama ihtiyacına katkı sağlamak, hata ve
eksikten uzak en kâmil meâlleri ortaya koymak üzere Kur’ân meâlleri de
yenilenmeye devam edecektir. Bu itibarla yapılan her yeni tefsîr ve her yeni meâl
çalışması, bir Kur’ân anlama çabasının ürünü olarak görülmelidir.
TABLO
Yıllar
1920-1930
1930-1940
1940-1950
1950-1960
1960-1970
1970-1980
1980-1990
Yapılan Meâl Sayısı
9
2
0
9
12
7
22
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri
1990-2000
20
Sütun1
2000-2010
1990-2000
1980-1990
1970-1980
1960-1970
1950-1960
1940-1950
1930-1940
1920-1930
Sütun1
0
5
2000-2010
10
15
20
25
30
27
Cumhuriyet döneminde yapılan meâllerin yıllara göre dağılım grafiği
1920 yılından günümüze kadarki süreçte her on yılda yapılan meâl sayısını
girdiğimizde şöyle bir tablo çıkmaktadır: 1920-30 yılları arasında 9 kadar meâl
yapılırken, 1930-50 yılları arasında yalnızca 2 meâlin yapıldığını görmekteyiz.
Sonraki on yıllık dilimlerde yine toplam meâl sayısı 10 ve üzerindedir. Özellikle
Kur’ân’ın anlaşılması ve meâl okumanın gereğine vurguların yapıldığı seksenli
yıllarda her on yıla düşen meâl sayısının artarak 20 civarında olduğu görülmektedir.
Şair M. Âkif’in
hazırladığı meâl
manzum değildir.
Meâl Örnekleri
Fatiha Sûresi/ Mehmet Âkif (v:1936):
1-3. Hamd, Allah’ın, O âlemleri nizamlayan, çok
esirgeyen, koruyan, ceza gününün sahibi.
4. Allahım! Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız
senden yardım dileriz.
5. Allahım! Bizi doğru yola hidâyet eyle!
6. O kendisine ihsan ettiğin müminlerin yoluna;
Hışmolunanların değil, sapkınların da değil!
ْ‫﴾ الرَّ ح َم ِن‬١﴿ ‫ٌِن‬
َْ ‫لِل َربِّْ ال َعالَم‬
َِّْ ِ ‫ال َحم ُْد‬
﴾۳﴿ ‫ٌن‬
ِْ ‫﴾ َمالِكِْ ٌَو ِْم ال ِّد‬۲﴿ ‫ٌِم‬
ِْ ‫الرَّ ح‬
﴾۴﴿ ُْ‫ك َنس َتعٌِن‬
َْ ‫َّاك َنع ُب ُْد َوإٌَِّا‬
َْ ٌِ‫إ‬
﴾۵﴿ ‫ط المُس َتقٌِ َْم‬
َْ ‫اه ِد َنا الص َِّرا‬
‫ٌِن أَن َعمتَْ َعلٌَ ِهمْ غٌَ ِْر‬
َْ ‫ط الَّذ‬
َْ ‫صِ َرا‬
﴾۶﴿ ‫ٌن‬
َْ ِّ‫ل الضَّال‬
ْ َ ‫ب َعلٌَ ِهمْ َو‬
ِْ ‫ال َمغضُو‬
İhlâs Sûresi/ İsmail Hakkı İzmirli (v: 1946)
1. De ki: O, Allah birdir,
2. Ululuk O’nda nihâyet bulmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
﴾١﴿ ْ‫ّللا ُ أَ َحد‬
َّْ ‫قُلْ ه َُْو‬
﴾۲﴿ ‫ص َم ُْد‬
َّ ‫ّللا ُ ال‬
َّْ
16
Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri
﴾۳﴿ ْ‫لَمْ ٌَلِدْ َولَمْ ٌُولَد‬
﴾۴﴿ ْ‫َولَمْ ٌَ ُكنْ لَ ُْه ُكفُ ًوا أَ َحد‬
3. Doğmamış, doğurmamıştır.
4. O’nun hiçbir eşi de yoktur.
Felak Sûresi/ Ömer Rıza Doğrul (v: 1952)
﴾١﴿ ‫ق‬
ِْ َ‫ُوذ ِب َربِّْ ال َفل‬
ُْ ‫قُلْ أَع‬
﴾۲﴿﴾۴﴿ َْ‫مِنْ َشرِّْ َما َخلَق‬
1 De ki: Sığınırım ben, tan yerini ağartan Tanrıya;
2. Yarattığı şeylerin şerrinden,
﴾۳﴿ ‫ب‬
َْ ‫َومِنْ َشرِّْ َغاسِ قْ إِ َذا َو َق‬
﴾۴﴿ ‫ت فًِ ال ُع َق ِْد‬
ِْ ‫َومِنْ َشرِّْ ال َّن َّفا َثا‬
﴾۵﴿ ‫َومِنْ َشرِّْ َحاسِ دْ إِ َذا َح َس َْد‬
3. Ve ortalığı basan karanlığın şerrinden,
4. Ve düğümlere üfleyen nefeslerin şerrinden,
5. Ve hased eden hasedcilerin şerrinden.
Nâs Sûresi/ Hasan Basri Çantay. (v: 1956)
1 De ki: Sığınırım insanların Rabbine,
2. İnsanların (yegane) malikine,
3. İnsanların ma’buduna,
Her meâl, bir Kur’ân’ı
anlama çabasıdır.
4. O sinsi şeytanın şerrinden,
5. Ki o, insanların göğüslerine daima vesvese
verendir.
﴾١﴿ ‫اس‬
ِْ ‫ُوذ ِب َربِّْ ال َّن‬
ُْ ‫قُلْ أَع‬
﴾۲﴿ ‫اس‬
ِْ ‫َملِكِْ ال َّن‬
﴾۳﴿ ‫اس‬
ِْ ‫إِ َل ِْه ال َّن‬
﴾۴﴿ ‫اس‬
ِْ ‫اس ال َخ َّن‬
ِْ ‫مِنْ َشرِّْ ال َوس َو‬
ُ ًِ‫الَّذِي ٌ َُوس ِوسُْ ف‬
﴾۵﴿ ‫اس‬
ِْ ‫ور ال َّن‬
ِْ ‫ص ُد‬
6. (O şeytan) gerek cinden, gerek insandan
(olsun).
﴾۶﴿ ‫اس‬
ِْ ‫مِنْ ال ِج َّن ِْة َوال َّن‬
Kâfirûn Sûresi/ Besim Atalay(v:1965)
1. Diyesin ki: Kâfirler!
2. Tapmam sizin taptığınıza.
3. Sizler de tapmazsınız o benim taptığıma.
4. Ne ben sizinkine taparım.
5. Ne de siz benimkine!
6. Sizin dininiz size, benim dinimde bana!
﴾١﴿ ‫ُون‬
َْ ‫قُلْ ٌَاأَ ٌُّ َها ال َكا ِفر‬
﴾۲﴿ ‫ون‬
َْ ‫ل أَع ُب ُْد َما َتع ُب ُد‬
َْ
﴾۳﴿ ‫ون َما أَع ُب ُْد‬
َْ ‫ل أَن ُتمْ َع ِاب ُد‬
ْ َ ‫َو‬
﴾۴﴿ ْ‫ل أَ َنا َع ِابدْ َما َع َبد ُّتم‬
ْ َ ‫َو‬
﴾۵﴿ ‫ون َما أَع ُب ُْد‬
َْ ‫ل أَن ُتمْ َع ِاب ُد‬
ْ َ ‫َو‬
﴾۶﴿ ‫ٌِن‬
ِْ ‫ًِ د‬
َْ ‫لَ ُكمْ دٌِ ُن ُكمْ َول‬
Fatiha Sûresi/Behçet Kemal Çağlar (v: 1969)
1. Hamd evrenler sahibi Yüce Allah içindir;
2. Allah ki acıyandır, koruyandır, sevendir;
3. Günü gelince; ancak, O’dur hesap soracak…
4. Tek sana tapan, Senden medet umanlarız biz;
5. (Çeviri’de bu âyetin tercümesi yoktur.)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
﴾١﴿ ‫ٌِن‬
َْ ‫لِل َربِّْ ال َعالَم‬
َِّْ ِ ‫ال َحم ُْد‬
﴾۲﴿ ‫ٌِم‬
ِْ ‫ن الرَّ ح‬
ِْ ‫الرَّ ح َم‬
﴾۳﴿ ‫ٌن‬
ِْ ‫َمالِكِْ ٌَو ِْم ال ِّد‬
﴾۴﴿ ُْ‫ك َنس َتعٌِن‬
َْ ‫َّاك َنع ُب ُْد َوإٌَِّا‬
َْ ٌِ‫إ‬
﴾۵﴿ ‫ط المُس َتقٌِ َْم‬
َْ ‫اه ِد َنا الص َِّرا‬
17
Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri
6. Sapıtmışlar yoluna düşmekten koru bizi, Doğru
yoldan ayırma bizi, aman Rabbimiz!
ْ‫ٌِن أَن َعمتَْ َعلٌَ ِهمْ غٌَ ِر‬
َْ ‫ط الَّذ‬
َْ ‫صِ َرا‬
﴾۶﴿ ‫ٌن‬
َْ ِّ‫ل الضَّال‬
ْ َ ‫ب َعلٌَ ِهمْ َو‬
ِْ ‫ال َمغضُو‬
Tebbet Sûresi/ Abdülbaki Gölpınarlı (v: 1982)
1. Elleri kuruyasıca Abû Leheb ve kurudu da.
2. Malı da bir fayda vermedi ona, kazandığı da.
3. Alev alev yanan bir ateşe atılacaktır o da;
4. Ve odun hammalı karısı da;
5. Güzelim boynunda da hurma lifinden örülmüş
bir ip.
﴾١﴿ َّْ‫َتبَّتْ ٌَدَ ا أَ ِبً لَ َهبْ َو َتب‬
﴾۲﴿ ‫ب‬
َْ ‫َما أَغ َنى َعن ُْه َمال ُ ُْه َو َما َك َس‬
﴾۳﴿ ْ‫َس ٌَصلَى َنارً ا َذاتَْ لَ َهب‬
﴾۴﴿ ‫ب‬
ِْ ‫َوام َرأَ ُت ُْه َحمَّالَ َْة ال َح َط‬
﴾۵﴿ ْ‫فًِ ِجٌ ِد َها َحبلْ مِنْ َم َسد‬
İhlas Sûresi/ Nusret Çam
1. De ki: Allah bir’dir ve tek’tir.
2. Allah sameddir, sonsuz bir varlıktır.
3. Doğurması yok, doğurulması yoktur O’nun.
Bireysel Etkinlik
4. Ve eşi menendi yoktur O’nun.
﴾١﴿ ْ‫ّللا ُ أَ َحد‬
َّْ ‫قُلْ ه َُْو‬
﴾۲﴿ ‫ص َم ُْد‬
َّ ‫ّللا ُ ال‬
َّْ
﴾۳﴿ ْ‫لَمْ ٌَلِدْ َولَمْ ٌُولَد‬
﴾۴﴿ ْ‫َولَمْ ٌَ ُكنْ لَ ُْه ُكفُ ًوا أَ َحد‬
• Birkaç Türkçe meâlden bir sûreyi
mukayeseli bir şekilde okuyarak
tercüme teknikleri açısından tahlil
etmeye çalışınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Özet
Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri
• Yüce Allah'ın bir âyeti olarak farklı dilleri konuşan insanlığa, evrensel
ilahi mesaj Kur’ân'ın ulaştırılmasında tercüme sanatının önemli bir yeri
vardır. Mesajın sağlıklı bir şekilde muhataplara ulaştırılabilmesi için bu
sanatın icrasında takip edilmesi gereken birtakım kurallar vardır.
Mütercimlerin bu kurallara uyması, tercüme emanetinin yüklediği bir
sorumluluktur.
• Herhangi bir metnin bir dilden başka bir dile, bütün özellik ve
güzellikleriyle tam olarak aktarılması mümkün olmazken, Kur’ân gibi lafzı
ve manası mu'ciz olan ilahi bir metnin, başka bir dile aktarılmasında
elbette birtakım problemlerle karşılaşılacaktır. Önemli olan bu
problemleri en aza indirerek en mükemmel tercümelerin elde
edilmesidir. Bu amaca yönelik olarak ilk dönemden itibaren Kur’ân
dünya dillerine tercüme edilmiş ve edilmeye de devam edecektir. Bu
itibarla tercüme, Kur’ân'ın Arap dili dışındaki dilleri konuşan insanlarca
anlaşılmasına hizmet eden önemli bir tefsir kurumudur.
• Her Kur’ân tercümesi, bir Kur’ân anlama çabası ürünü olup önemlidir.
Her tercümenin, yazıldığı dönemde ve sonraki dönemlerde hitap ettiği
bir okuyucu kitlesi vardır. Ancak hiçbir tercüme, tam ve kâmil değildir.
• Kur’ân dili Arapçadır. Son derece zengin ve donanımlı bir dil olan Arapça,
Kur’ân ile daha donanımlı bir hâle gelmiştir. Kur’ân’ın, motomot
tercüme ile başka bir dile aktarılması imkânsız denebilecek kadar güçtür.
Yapılacak böyle bir tercümede çok fazla eksiklik ve hata olacaktır. Bu
yüzden Kur’ân’ın tefsirî tercüme ile çevirisinin yapılması tercih edilmiştir.
• Tercüme teknikleri açısından şu hususlar önemlidir: Mütercim, kaynak
ve hedef dilleri çok iyi bilmeli; ön yargılardan uzak; şahsi görüşlerinden
arınmış bir şekilde yapmalıdır. Tercüme, dil kaidelerine ve Kur’ân’ın
ruhuna uygun bir şekilde yapılmalıdır. Nüzul ortamı, âyetin siyak-sibakı;
Kur’ân bütünlüğü dikkate alınmalıdır. Tercümede, orijinal metin
bulunmalı; tercüme bizzat Kur’ân’ın Arapçasından; tefsiri tercüme ile;
anlaşılır ve akıcı bir üslupla yapılmalıdır. Deyimsel ibareler, mecazi
kullanımlar, karşı dilden iyi seçilmelidir. Temel kavramlar tercüme
edilmemelidir. Gerekirse dipnot ve parantezli açıklamalarla okuyucu
bilgilendirilmelidir.
• Türkçede yapılan yüz elli civarındaki meâl mecmuası, meâl dünyamız için
bir zenginliktir. Bu zenginlikten faydalanarak Kur’ân’ın anlaşılması
yolunda bir ilerleme kaydedilebilir. Ancak meâllerin, Kur’ân’ın manası ve
muhtevası hakkında fikir veren çalışmalar olduğu, onlardan dinî
hükümler çıkarmanın yanlış olduğu göz ardı edilmemelidir.
• Elimizdeki muhtelif meâller mukayeseli bir biçimde okunarak âyetlerin
en doğru ve en isabetli karşılıkları bulunabilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
• Öğrendiklerinizi etkileşimli
alıştırmalarla pekiştirebilirsiniz.
Ödev
Etkileşimli Alıştırmalar
Alıştırmalar
Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri
Ödev gönderimi
• Seçeceğiniz iki meâlden Amme cüzündeki iki
sûreyi mukayeseli bir biçimde okuyarak,
mütercimlerin kaynak dili ne kadar anlayıp
hedef dili ne kadar isabetli kullandıklarını
tartışınız ve hazırladığınız belgeyi göndermek
için yandaki ödev gönderme linkini kullanınız.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Kur’ân’ın pek çok dile çevrilişi neyi gösterir?
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
a) Kur’ân’ın bütün insanlığa gelmiş evrensel kitap oluşunu
b) Orijinal dilini bütün insanların öğrenmesinin mümkün olamayacağını
c) Farklı dilleri konuşan insanlara Kur’ân mesajının ulaşmasına katkı
sağlayacağını
d) İnsanların kendi dilleriyle de Kur’ân’ı anlayabileceklerini
e) Hepsi
2. Çevirinin Kur’ân’ın tam olarak yerini tutmadığını belirtmek için hangi kavram
kullanılmıştır?
a) Te’vîl
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri
b)
c)
d)
e)
Tefsîr
Meâl
Tercüme
Çeviri
3. Kur’ân’ın aynı dilde birden fazla çevirisinin yapılması neyi ifade eder?
a)
b)
c)
d)
e)
Yapılan her meâlde bir kısım eksiklik ve yanlışların olduğunu
Dildeki değişim ve gelişimlere göre meâllerin yenilenmesinin gereğini
Lafzı ve manasıyla eşsiz olan Kur’ân’ın meâllere sığmayışını
Yapılan meâllerin tüm kesimleri hitap etmede yetersiz kalışını
Hepsi
4. Dilimizdeki Kur’ân meâllerindeki en önemli problem hangisidir?
a)
b)
c)
d)
e)
Anlaşılır olmaması
Akıcı olmaması
Parantez ve taksimli olması
Kur’ân’ı bütünüyle yansıtmaması
Dipnotlu olması
5. Aşağıdakilerden hangisi deyimsel tercümenin olumlu yönlerindendir?
a)
b)
c)
d)
e)
Akıcı ve çarpıcı bir anlatım sağlaması
Metinden kopması
Kaynak dildeki deyimin hedef dilde tam karşılığının bulunamayışı
Kur’ân’ın deyimler kitabı olmaması
Metnin anlamını tam olarak yansıtmaması
6. Mehmet Âkif’in meâli ile ilgili aşağıdaki bilgilerden hangisi doğrudur?
a) M. Âkif, meâlini bitirememiştir.
b) M. Âkif, meâlini manzûm olarak tamamlamıştır.
c) M. Âkif, meâlini kendisi yakmıştır.
d) M. Âkif’in meâli, günün birinde ortaya çıkacaktır.
e) M. Âkif’in hazırladığı meâl, vefatından yıllarca sonra vasiyeti üzerine
yakılmıştır.
7. Aşağıdakilerden hangisi baştan sona Kur’ân’ın manzûm meâlini yazan
mütercimdir?
a)
b)
c)
d)
e)
Mehmet Âkif
Nusret Çam
Behçet Kemal Çağlar
Ömer Rıza Doğrul
Suat Yıldırım
8. Aşağıdakilerden hangisi satıraltı meâl hazırlayanlardandır?
a)
b)
c)
d)
e)
Medine Balcı
Mustafa İslamoğlu
Mehmet Çakır
İzmirli İsmail Hakkı
Besim Atalay
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri
9. Manzûm meâller ile ilgili aşağıdaki cümlelerden hangisi söylenemez?
a) Kur’ân şiir kitabı değildir, manzûm tercüme edilemez.
b) Manzûm meâller, şiirimsi bir üsluba sahip olan Kur’ân’ın farklı kesimlerce
okunmasına katkı sağlar.
c) Şiiri değil de Kur’ân metnini merkeze almak kaydıyla manzûm meâl
yapılabilir.
d) Manzûm meâl, ne şiir ne de tam nesir olan Kur’ân’ın kendine özgü yapısı
hakkında fikir verebilir.
e) Manzum meâlde önemli olan, Kur’ân’ı şiire kurban etmemektir.
10. İlk meâllerle ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi sağlıklı bir değerlendirmedir?
a)
b)
c)
d)
e)
İlk meâller, hata ve eksikliklerle doludur.
İlk meâllerin dili, günümüz insanı için anlaşılmazdır.
İlk meâllerin, günümüz için bir anlamı kalmamıştır.
İlk meâller, sonraki meâllere örneklik ve kaynaklık yapmıştır.
İlk meâller, çok daha doğrudur.
CEVAPLAR:
1-e, 2-c, 3-e, 4-d, 5-a, 6-e, 7-b, 8-a, 9-a, 10-d
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
1.
2.
3.
4.
Akdemir, Salih. (1989). Cumhuriyet Dönemi Kur'ân Tercümeleri. Ankara.
Akpınar, Ali. (2010). Kur’ân Tercüme Teknikleri. Konya.
Aydar, Hidâyet. (1996). Kur'ân-ı Kerim'in Tercümesi Meselesi. İstanbul.
Aydar, Hidâyet. (1999) .‘Türklerde Kur’ân Çalışmaları’. İ. Ü. İlahiyat Fakültesi
Dergisi. I. 159-235. İstanbul.
5. Aydın, Ferit. (tsz). Tercüme Sanatının Gerçekleri. ys.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri
6. Bilmen, Ömer Nasuhi. (1974). Büyük Tefsîr Tarihi ve Tabakâtü'l-Müfessirîn.
İstanbul.
7. Cerrahoğlu, İsmail. (1988). Tefsîr Tarihi. Ankara.
8. Cündioğlu, Dücane. (2004). Bir Kur’ân Şairi/Mehmed Akif Ersoy ve Kur’ân
Meâli. İstanbul.
9. Demirci, Muhsin. (2003). Tefsir Tarihi. İstanbul.
10. Demirci, Muhsin. (2005). Kur’ân Tarihi. İstanbul.
11. Elmalılı, Hamdi Yazır. (tsz) Hak Dini Kur’ân Dili. Eser Yayınevi. İstanbul.
12. Erdoğan, Abdülkadir. “Kur’ân Tercümelerinin Dil Bakımından Değerleri”.
Vakıflar Dergisi. s. 1.
13. Gürbüz, Faruk. (2004). Tercüme Problemleri ve Meâller. İstanbul.
14. Hamidullah, Muhammed-Yaşaroğlu, Macit. (1991). Kur’ân Tarihi/K. Kerim’in
Türkçe Tercüme ve Tefsirleri Bibliyografyası. Ankara.
15. Heyet, (2003). Kur’ân Meâlleri Sempozyumu (2 cilt) İzmir.
16. İnan, Abdulkadir. (1961). Kur’ân-ı Kerim’in Türkçe Tercümeleri Üzerine Bir
İnceleme. Türk Tarih Kurumu Basımı. Ankara.
17. Keskioğlu, Osman. (1989). Nüzûlünden İtibaren Kur’ân-ı Kerim Bilgileri.
Ankara.
18. Muhammed. Kur’ân-ı Kerim Tarihi (1991) Ankara.
19. Okiç, M. Tayyib. (1967). ‘Hadiste Tercüman’. A.Ü.İlahiyat Fakültesi Dergisi.
XIV. Ankara.
20. Uzun, Taceddin. (1995). Tercüme Sanatı ve Arapça’dan Türkçe’ye Nasıl
Tercüme Yapılır? Konya.
21. Zehebî, Muhammed Hüseyin. (1989). et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn. Kahire.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
KUR’ÂN’DA ALLAH TASAVVURU
• Kur’ân’da Allah
• Evrende Allah
• İnsan Hayatında Allah
• İnsan-Yaratıcı İlişkisinde Allah
• İnsan-İnsan ve İnsan-Toplum
İlişkisinde Allah
• İnsan-Evren İlişkisinde Allah
TEFSİR
Prof. Dr. Şehmus DEMİR
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Allah’ın Kur’ân’daki yerini kavrayabilecek,
• Allah’ın insan hayatında olması gereken
yerini anlayabilecek,
• Allah’ın varlığın en temel ve merkezî
konusu olduğunu kavrayabilecek,
• Allah ile diğer varlıklar arasındaki
bağlantıyı değerlendirebileceksiniz.
ÜNİTE
3
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
GİRİŞ
Kur’ân-ı Kerim'in içerdiği tüm konuları sistematik bir şekilde belirli bir
konuya yönlendirdiğini, o konuyu merkeze aldığını, ifade edilen bütün
konuların da onunla anlam ve değer kazandığını belirtmek gerekir ki,
sözünü ettiğimiz bu odak konu, Allah ve Allah’ın birliğidir.
Temelde Kur’ân-ı Kerim'in yerine getirdiği görev, insanlara müşahhas
ödevlerini öğretmektir. Ancak Kur’ân-ı Kerim inananlardan emirlerine
itaatlerini istemeden önce, onlara tek olan Allah'a iman akdini hatırlatır.
Kur’ân-ı Kerim, göz önüne alınması gerekenin Allah olduğunu; i nsanı
hareket etmeye yönlendirenin de yine O olması gerektiğini; O'nun çizdiği
çerçevenin dışında kalan davranışların anlamsız ve değersiz olduğunu
vurgulamaktadır. Bu anlamda İslam dininin ve onun temel kaynağı
durumundaki Kur’ân’ın ruhu, tartışmasız tevhiddir.
“O doğunun ve batının Rabbidir; O’ndan başka Tanrı yoktur.
Öyleyse sadece O’nun himayesine sığın.”( Müzzemmil, 73/9)
“O’ndan başka ilah yoktur. Dirilten ve öldüren O’dur. Sizin de
Rabbiniz, atalarınızın da Rabbidir.” (Duhan, 44/8).
KUR’ÂN’DA ALLAH
Kur’ân’ın tamamına hâkim olan ve ona asıl rengini veren temel yapı,
Allah düşüncesidir. Kur’ân’a göre bir olan Allah, en üstün varlıktır ve
kendisine denk olabilecek hiçbir şey yoktur.
Kur’ân, tamamıyla
Allah’ı merkeze alan
ilahi bir kitaptır.
Kur’ân’ın dünyası, bütünüyle Allah merkezlidir. Allah, Kur’ân’ın dilinde
ve düşünce sisteminde kelimelerin ve işlenen konuların merkezinde yer
alan en temel kavramdır. Bu nedenle, Kur’ân'ın düşünce sistemi,
merkezinde Allah olan bir sistemdir. Önem bakımından ondan üstün
olabilecek bir kelime, kavram veya konudan söz edilemez. Allah düşüncesi,
Kur’ân sisteminde yukarıdan aşağıya her şeye hâkimdir ve konuların işleniş
biçimine, kelime ve kavramların anlam alanına etkisini sürekli hissettirir.
Kur’ân’da bulunan bütün kelime ve konular, Allah düşüncesinin sürekli
etkisindedirler. Yalnız inançla, din ve imanla ilgili olanlar değil, bütün
ahlaki konu ve kavramlar, evlenme – boşanma, miras, ticaret, ticareti
ilgilendiren borç, faiz, ölçü ve tartı gibi dünya hayat ıyla ilgili görülebilecek
olan tüm konular, bunun yanında, toplumların varlık sahnesine çıkması,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
yükseliş ve çöküşü, kozmik varlıkların hareketleri gibi olaylar, Allah’a
atfedilmektedir. Başka bir ifadeyle, anlatılan olayların tümü, dinî alana
çekilerek ve dinî alanla ilişkilendirilerek aktarılmaktadır.
Allah ifadesi, Kur’ân-ı Kerim’de 2696 defa geçmektedir. Bu rakam
sadece Allah ifadesi için geçerlidir, buna Allah’ın diğer isim ve sıfatları
dâhil değildir. Allah’ın isim ve sıfatları da eklendiğinde bu say ının hayli
artacağı açıktır.
Kur’ân’ın öğretisinde Allah konusunun işleniş biçimi bütünüyle
uygulamaya yöneliktir. Kur’ân, insanı davranışları itibarıyla doğru
(müstakîm) çizgilerde tutmayı, ahlaki anlamda da yüceltmeyi hedef edinir.
Allah, insan ve evrenin varlığını devam ettiren, insana da hidâyet verendir.
Kur’ân, insanı ahlaki
anlamda yüceltmeyi
hedef edinir.
İnsanın sınırlı aklıyla gaybı bütünüyle kavrama imkânı yoktur. Gaybı
Allah’tan başka kimse bilemez (Mâide, 5/116; En'âm, 6/59; Yûnus, 10/20; Hûd,
11/123; Neml, 27/65; Cin, 72/26). Kur’ân’ın görevi, düşünmek isteyen
kimselere Allah’ın varlığını anlaşılır bir duruma getirmek ve böylece
Allah’ın varlığını akıl dışı veya anlamsız bir inanç olmaktan çıkararak temel
bir gerçeklik hâline getirmektir. Allah, yaratılmışların ilminin ihata
edemeyeceği, duyularının kavrayamayacağı vacip ve zaruri varlıktır. Onun
mahiyeti, tarif, sınırlama, nicelik ve nitelik gibi yollarla bilinmez.
Dolayısıyla, hiçbir şeyin aracılığıyla tanımlanamayan, hiç bir şeyle
karşılaştırılamayan, uzayın ve zamanın koordinatlarından hareketle eşya
gibi yerleştirilemez olan Allah, insan dilinde harfi harfine sözle
anlatılamaz.
Kur’ân-ı Kerim’de, beşerî vasıtalar kullanılarak beşer üstü anlatılmaya
çalışılmaktadır. Allah ile ilgili Kur’ân’da anlatılan ifadeler, insan dilinde var
olan, kullanılan ifadelerdir. Bazen Allah’a atfedilen ifadeler, insan için de
kullanılmaktadır. Bu tür ifadelerin Allah’a atfedildiği anlamlarıyla insana
atfedildiklerindeki anlamları aynı anlamda kullanılmadığı gibi, birbiriyle
bütünüyle ilgisiz iki ayrı anlamda da kullanılmamaktadır. O hâlde, Allah’la
insan arasındaki münasebetin bir ifadesi olan vahyin, insanın yaşadığı
evrenin diliyle kesişmesi kaçınılmazdır.
İnsanlar Allah’ın varlığını, varlığına has özelliklerini, cisim, cevher
olmadığını bilirler. Bütünüyle gayb kapsamına giren mahiyeti ile ilgili
konuların bilinebilme ihtimali ise yoktur. Allah Rasulü’nün (s.a.);
“Siz, Allah’ın nimetlerini ve kudretinin eserlerini düşününüz, zatını
düşünmeyiniz. Çünkü ona gücünüz yetmez.”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
ifadesi de, insanın Allah’ın zatı veya mahiyeti ile ilgili tartışmalardan uzak
durması gerektiğini, zira bunun insanın sınırlılığını aşan bir durum
olduğunu öğretir. Bunun yanında, Allah düşüncesinin insanın pratik
hayatına yansımalarının önemini vurgular.
Bireysel Etkinlik
Özetle, Kur’ân’ın merkezî konusu Allah’tır; bütün kelime, kavram ve
konular Allah merkezli bir ifade örgüsü içerisinde sunulur. Allah’ın
mahiyeti konusu ise gayba ait, teorik düzeydeki bir alan olduğundan ve
insanın eylemleriyle birebir ilgisi bulunmadığından, Kur’ân Allah’ın
mahiyeti ile ilgili teorik düzeydeki tartışmalardan uzak durur.
• Efendimizin "Allah'ın zatı hakkında
düşünmeyin; nimetleri ve sıfatları
hakkında düşününüz." hadisinden ne
anlamalıyız? Üzerinde tefekkür ediniz.
EVRENDE ALLAH
En büyük mucize,
evrende herşeyin ahenkli
bir biçimde işlemesidir.
Kur’ân’da evrenin yaratılışı ile ilgili çok az bilgi verilirken, tabiat ve tabii
olaylara ise çok yer verilmekte, sık sık evrene ait parçalara
değinilmektedir. Kur’ân’ın tabiata yer verdiği âyetlerinde, her zaman bir
bütünlük içerisinde tabiat Allah’a isnat edilmektedir. Yüce Allah insanla
konuşmak istediğinde âyetler gönderir. Bu âyetler (işaretler) iki türlüdür:
Kur’ân, Allah’ın sözlü hitabı (tedvinî/kavlî âyet) iken, evren de Allah’ın
sözsüz hitabıdır (tekvini/kevnî âyet). Bu ikisi, yani sözlü ve sözsüz vahiy,
birbirini tamamlayan, biri diğerine işaret eden unsurlardır.
Evrendeki düzen, sebep-sonuç ilişkisinden ibaret maddi bir düzenden
çok daha fazla bir anlam taşımaktadır. Küçücük bir çakıl taşından, tahta
kurdunun bağırsaklarındaki mikroptan, dev ağaçlara, balinalara ve fillere;
dağlardan, denizlerden güneşe, aya, gezegenlere, yıldızlara varıncaya dek
bütün varlıkların hayat alanına çıkması, hayatiyetini sürdürmesi ve
ölümüyle, Allah’ın belirlemiş olduğu bir amacı yerine getirir. Başka bir
ifadeyle tabiat, içerisindeki varlıkların belirli bir amacı yerine getirdiği bir
amaçlar alanıdır. Bu alanda canlı veya cansız, en küçüğünden en büyüğüne
kadar bütün varlıklar birbirine bağımlıdır. Tabiatın bir parçası olan ve canlı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
olan bitki ve hayvanlar, beslenme şekillerinde ve beslenme dışındaki
hareketlerinde aynı şekilde birbirine bağımlıdır. Varlıkların her birinin
diğerini beslemesi, onun da bir üçüncü tarafından beslenmesi, varlıklar
arasında bir amaç bağının varlığını gösterir. Yerde, havada, suda ve
uzaydaki cisimlerde elementler birbirlerine etki veya tepki olarak
bağımlıdır. Tabiattaki düzen, bu şekilde varlıklar arasındaki mükemmel
ahenkten dolayı kesintiye uğramadan devam eder.
Herşeyi ile Allah’ı işaret
eden kâinat boş yere
yaratılmamıştır.
Burada problemli olan hususlardan biri, tarihî süreç içerisinde
insanların mükemmel bir düzen içerisindeki kâinatı bir işaret veya mucize
olarak görmeyip, Allah’ın mucizelerini bulmak için tabii sürecin kesintiye
uğradığı durumları aramaları veya önemsemeleridir. Oysaki aslında
kâinatta bu kadar varlığın bulunması, dünyanın insanları üzerinde taşıması,
yörüngesinden herhangi bir sapma kaydetmeyerek uzay boşluğuna
düşmemesi, her şeyin bir ahenk içerisinde bulunması mucizenin ta kendisi
ve en büyüğüdür.
Varlığı ve işleyişi itibarıyla düzenli ve mükemmel bir yapıya sahip olan
tabiat, Allah’ın en büyük mucizesidir. Allah’tan başka hiçbir varlık böyle
düzenli, istikrarlı ve mükemmel bir yapıyı meydana getiremez. Kâinatta her
şey kendine uygun bir düzen içerisinde işlemektedir. Aşağıdaki âyetlerde
kâinattaki düzenlilik ve ölçü açık bir şekilde dile getirilmektedir.
“Biz her şeyi bir kader (ölçü) ile yarattık.” (Kamer, 52/49).
“Yaratıp düzene koyan O'dur. Takdir edip hidayeti gösteren O'dur.”
(A’lâ, 87/2-3)
Kur’ân,
tabiat
olaylarında
bir
ölçüsüzlüğün,
düzensizliğin
bulunamayacağını ısrarla vurgulayarak, insandan bakışını evrendeki tabiat
olaylarına çevirmesini ve düşünmesini ister:
“Birbiriyle uyum ve ahenk içinde yedi kat göğü yaratan O'dur. O
Rahman'ın yaratışında/yarattıklarında herhangi bir uyuşmazlık
göremezsin. Bir kez bak! Bir çatlaklık, bir uyuşmazlık g örebilecek misin?
Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak, gözün bir kusur
bulamadığından, eli boş ve bitkin geri döner.” (Mülk, 67/3-4).
Bu âyet, evrende bir düzensizliğin bulunamayacağını ifade etmekle
birlikte, insanın da evren üzerinde sürekli düşünmesini, araştırma
yapmasını istemektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
Kâinattaki muhtevası tasvir edilemeyecek derecede karmaşık, zor fakat
en ince ayrıntısına kadar mükemmel bir düzeni, gücü sonsuz olan ve belirli
bir gayeyi gözeten bir varlıktan başkasının yaratabilmesi mümkün değildir.
İnsan bilgisi, makro ve mikro planda, basit gözlemden başlayarak bütün
varlıkların derinliklerine indikçe bir düzenin bulunduğunu tespit eder.
Konu üzerinde bu kadar yoğunlaşılmasının nedeni de Kur’ân -ı Kerim’in
birçok âyetinde evrendeki düzen ve gayelilik üzerinde durulmasıdır.
Mükemmel bir tertip ve plan ile yaratılan kâinatın amaçsız olduğunu ifade
etmek mümkün değildir. İçerdiği bütün varlıklarla Allah’ı işaret eden (âyet)
ve O’nu gösteren kâinat, boş yere, ya da iş olsun diye yaratılmamıştır . Zira
Allah, hiçbir şeyi belirli bir gaye olmaksızın veya eğlence için yaratmaz.
Evrenin amaçsız yaratılması Yüce Allah’ın ilmi, kudreti ve rahmeti ile
bağdaşmaz. Ayrıca, bir amaçsızlığın olması hâlinde, hidâyetten, sapıklıktan
ve bir hesaba çekilme durumundan söz etmek de yersiz ve anlamsız
olacaktır:
“Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr
edenlerin zannıdır.” (Sad, 38/27);
Kur’ân Allah’ın sözlü;
evren ise sözsüz
hitabıdır.
“Biz göğü, yeri ve bunlar arasında bulunanları, eğlence için
yaratmadık. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, kendi katımızdan
edinirdik.” (Enbiya, 21/16-17)
“Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allâh'ı anarlar,
göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler: "Rabbim iz (derler),
bunu boş yere yaratmadın." (Al-i İmran, 3/191).
Kur’ân’da tabiatın yaratılışı ile vahyin gelmesi arasında bir paralellik
kurulmaktadır ve Kur’ân ile tabiat birçok yerde bir arada zikredilmektedir.
Mekkeliler Peygamberden, kendi iddiasını desteklemek amacıyla mucizeler
göstermesini istemişlerdi. Kur’ân bu isteğe çeşitli şekillerde cevap
vermiştir. Bütün tabiat olayları, gökte, yerde, denizde, karada bulunan
varlıklar bir işaret olarak gösterilmiştir. Bu şekilde, tabiatı yaratanın Allah
olduğu üzerinde durularak, Kur’ân âyetlerinin de aynı şekilde Allah
tarafından vahiy yoluyla gönderildiğine dikkat çekilmektedir. Tabiatı
Allah’tan başkası yaratmamış olduğuna göre, Kur’ân’ı da O'ndan başkası
gönderemez. İşte bu nedenledir ki, Kur’ân’ı inkâr edenlerden, Kur’ân’ın
tümünün (Tûr, 52/35), on sûresinin (Hûd, 11/13) veya bir sûresinin (Bakara,
2/23; Yûnus, 10/38) benzerini getirmeleri istenmekte, onlara meydan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
okunmakta ve bu şekilde müşrikler muarazaya davet edilmektedir. Ancak
yine Kur’ân, diğer insanlardan yardım alıp bir araya gelerek çalışsalar bile
bunu başarabilmelerinin mümkün olamayacağını ısrarla vurgulamaktadır
(Bk. Bakara, 2/23; Yûnus, 10/38; Hûd, 11/13; İsrâ, 17/88; Tûr, 52/33-34). Hem
Kur’ân’ın hem de tabiatın Kur’ân’da âyet diye isimlendirilmesi, ikisi
arasındaki paralelliği gösteren önemli bir husustur.
Tabiat, Allah’ın en
büyük mucizelerinden
biridir; kuşkusuz
görebilene…
Kur’ân-ı Kerim’de evrendeki varlık ve olaylardan bazıları örnek
verilerek, bunların âyet (Allah’ın varlığının işareti, delili) olduğu üzerinde
birçok yerde durulur. Bunlardan bir tanesi, Rum, 20-24 âyetleridir:
“Onun âyetlerinden biri de sizi, topraktan yaratmış olmasıdır. Sonra
siz bir insan türü oldunuz, her tarafa yayılıyorsunuz. Onun âyetlerinden
biri de sizin için, kendilerine ısınasınız ve aranızda sevgi ve rahmet
koysun diye nefislerinizden eşler yaratmasıdır. Bunda, iyice düşünen bir
toplum için elbette âyetler vardır. Göklerin ve yerin yaratılmasıyla
dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O'nun âyetlerindendir.
Bunda, ilim sahipleri için elbette ibretler vardır. Gece ve gündüz
uyumanız, onun lütfundan nasip aramanız da O'nun âyetlerindendir.
Bunda, işitebilen bir toplum için elbette ibretler vardır. Yine O'nun
âyetlerindendir ki O size, korku ve ümit olmak üzere şimşeği gösteriyor;
gökten bir su indiriyor da ölümünden sonra toprağı onunla
canlandırıyor. Bunda, aklını işleten bir topluluk için elbette mucizeler
vardır.” (Rum, 30/20-24)
Evrendeki varlıkların tümü birer âyettir (Yûnus, 10/5-6; Zariyat, 51/20),
başka bir ifadeyle, vahiydir. İnsanın doğada gördüğü, hissettiği her şey
sözsüz vahiydir, insanı yaratıcıya ulaştıran işaretler, semboller bütünüdür.
Yüce Allah, âyetleri kavrayabilecek olanlara her an âyet üzerine âyet
göstermektedir. Yağmurun yağması (Bakara, 2/164; En’âm, 6/99; Nahl, 16/1011,65; Tâhâ, 20/53-54; Rûm, 30-24; Yâsîn, 36/33; Fussilet, 41/39; Câsiye, 45/5; elHadîd, 57/17), rüzgârın oluşumu, bununla yağmurun müjdelenmesi,
gemilerin hareket ettirilmesi (Bakara, 2/164; Câsiye, 45/5; Rûm, 30/46),
göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin belirli bir düzen ile yaratılışı
(Bakara, 2/164; Âl-i İmrân, 3/190; er-Ra’d, 13/2; Sebe’, 34/9; Nahl, 16/3; Ankebût,
28/44; Rûm, 30/22; Şûrâ, 42/29), gece ve gündüzün, güneş ve ayın, yıldızların
insanın hizmetine sunulması (Nahl, 16-12), gece ve gündüzün değişmesi
(Bakara, 2/164; Âl-i İmrân, 3/190; En’âm, 6/96; Yûnus, 10/6,67; Ra’d, 13/3; İsrâ,
17/12; Neml, 27/86; Rûm, 30/23; Yâsîn, 36/37; Fussilet, 41/37; Câsiye, 45/3-5), bir
nevi ölüm ve yeniden dirilişe benzemesi yönüyle uyku ve peşinden uyanış
(Zümer, 39/42), insanın topraktan, nutfeden ve bir tek nefisten yaratılışı ve
bizzat kendi varlığı (En’âm, 6/98; Nahl, 16/4; Rûm, 30/20; Câsiye, 45/4; Zâriyât,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
Allah’ın dışındaki tüm
mahlûkatın görünen
anlamının ötesinde
derin bir anlamı vardır;
anlayabilene…
51/21), özetle, gökte ve yerde yaratılmış olan her şey ( Yûnus, 10/6, 101;
Nahl, 16/13; Câsiye, 45/3-4; Zâriyât, 51/20) birer âyettir. Dolayısıyla bu gibi
hadiseler, basit birer tabiat olayı olarak değerlendirilmemelidir. Bu olaylar,
Allah’ın evreni yaratmış ve idare ediyor olmasının işaretleridir. Yola dikilen
işaret levhalarının, yaya veya sürücünün gözlerini kendilerine değil,
gideceği yöne yönlendirmesi gibi, evrendeki varlıklar veya tabiat olayları
da dikkatleri kendi üzerlerine değil, kendilerinin ötesinde olan bir
istikamete yöneltmeye çalışır. Bu bakış açısıyla, değer yüklü olan dünya
veya daha geniş anlamda evren ve içerdiği her bir varlık, bir işarete, bir
sembole, Kur’ân’ın ifadesiyle âyete dönüşür. Bu derin anlayışa göre
herhangi bir tabiat olayı, tabiat olayı olmanın ötesinde bir anlam ifade
eder. Bu semboller veya âyetler, Allah’ın yaratıcılığını, eşsiz sanatını ve
sınırsız kudretini tasvir ederek insanı inanmaya, şükretmeye davet eder.
Bu amaçla Kur’ân-ı Kerim’de tabiatın azameti ve insana olan faydaları
kadar, tabiat olaylarında görülen düzenlilik ve kararlılık da aynı şekilde
vurgulanır.
Tabiattaki her varlık, her nesne daha derin bir anlam ifade eder ve
kendisinden öteye göndermede bulunur. Dolayısıyla anlamsızlığa yer
yoktur. Oysaki modern döneme bakıldığında, hayatın her alanını kuşatan
ve kendini şiddetle hissettiren bir anlamsızlık so rununun var olduğunu
müşahede etmek mümkündür. Zira hayata ve varlığa anlam veren dinin
hayatın zemininden çekilmesi, hayatın boşlukta kalmasına ve
anlamsızlaşmasına neden olur.
Evrenin ve evrende cereyan eden olayların İlahi alana götüren araçlar,
semboller olarak görülmesini engelleyen en önemli faktörlerden biri, söz
konusu tabiat olaylarının sıradanlaşması, dolayısıyla da Kur’ân’ın ifadesiyle
insanın onları görmezlikten gelmesidir (bk. Yûsuf, 12/105).
İnsanlar Allah’ı görmezden gelir, unutur veya ona isyan ederler. Zira
onlar, tabiatı ve tabiatta meydana gelen olayları kendi kendine yeterli
görmeyi tercih ederek, tabiatla ilgili sorulabilecek soruların tümünü
tabiatın kendi içerisinde cevaplamaya çalışırlar. Dolayısıyla, evrenin ve
içerisindeki varlıkların bir işaret olduğunu anlamazlar. Bu yaklaşımdaki
birçok tabiatçıya göre kâinat, kendisinden öteye işaret eden bir alan değil,
nihai hakikatin bizzat kendisidir. Kur’ân-ı Kerim’de bu bakış açısına sahip
kimselerle ilgili olarak şu ifadeye yer verilmektedir:
“Dediler ki: Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Yaşarız, ölürüz.
Bizi öldüren, sadece zamanın geçmesidir. Bu hususta onların hiçbir
bilgisi de yoktur. Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar .” (Câsiye,
45/24).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
Ancak hemen şunu ifade etmek gerekir ki, karanlıkta yaşamaya alışmış
canlıların güneşi görememesi güneşin varlığını izafileştirmiyorsa, tabiat
olaylarının daha öte bir alana işaret ettiği gerçeğini bazı insanların
görememesi de bu gerçekliği göreceli hâle getirmez.
Allah’ın varlığının, birliğinin, yaratıcılığının ve genel anlamda sıfatlarının
birer göstergesi olan tabiatın okunup anlaşılması ve bu yolla Allah’a
ulaşılması hususunda insanın yeterli bir donanımla yaratıldığını Kur’ân -ı
Kerim şu ifadelerle dile getirir:
“O hâlde sen yüzünü, bir hanîf olarak dine, Allah'ın insanları
üzerinde yarattığı fıtrata çevir. Allah'ın yaratışında değiştirme olamaz.
Doğru din işte budur. Fakat insanların çokları bilmiyorlar .” (Rum,
30/30).
İnsan, kâinatta var
olanlardan hareketle
Allah’a ulaşma
yeteneğine sahiptir.
Anlaşılacağı üzere, âyette fıtrat ile din arasında önemli bir bağlantı
kurulmakta ve dine yönelmenin insanın kendi yaratılışına, fıtratına
yönelmesi anlamına geleceği belirtilmektedir. Zira dinin içe rdiği ahlaki
ilkeler, insanın fıtratına da yerleştirilmiştir. Başka bir ifadeyle, kâinatı ve
kâinatın en önemli parçası olan insanı yaratan Allah olmakla birlikte, dini
gönderen de odur. Kaynağın aynı olması nedeniyle, ikisine de yerleştirilen
temel ilkeler arasında bir paralellik bulunmaktadır. O hâlde insan fıtratı,
dinin temel öğretilerini doğasında barındıran ve eserden yola çıkaran
Yaratıcısına, Allah’a ulaşma yeteneğine sahip olan bir yapıda yaratılmıştır.
Kur’ân-ı Kerim, kendi yaratılış şifrelerini çözmeye çalışmayan,
dolayısıyla da kendisine ve kâinata bakma yeteneğini kaybeden ve
inanmamakta ısrar edenlere evrendeki âyetlerin etki etmeyeceğini ifade
eder.
“De ki: ‘Göklerde ve yerde ne var? Bir bakıverin.’ Ama âyetler ve
uyarmalar inanmayacak bir topluluğa yarar sağlamaz.” (Yûnus, 10/101)
“Onlar her âyeti görseler de yine ona inanmazlar. Doğru yolu
görseler, onu yol edinmezler” (A’râf, 7/146).
O hâlde, evrendeki işaretlerin işaret ettiği yeri görebilmek için, fıtratın
bozulmamış olması, başka bir ifadeyle doğruyu bulmaya açık bir kalbin
bulunması ve imana karşı inkârı bütün benliğiyle benimsemiş ön yargılı bir
bakış açısının olmaması gerekmektedir.
Kâinattaki işaretlere / âyetlere, kabul veya red şeklinde iki türlü cevap
verilebilir. İnsan bu âyetlere ya doğru bir bakış açısıyla bakıp, işaret
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
oluşlarını ve işaret ettikleri şeyi yani Allah’ı kabul ederek (tasdik) imana
ulaşır veya kâinatı hiçbir şeye işaret etmeyen, arkasında hiçbir gerçek
taşımayan, hayalden ibaret bir veri olarak kabul edip işaret edici özelliğini
yalanlar (tekzib) ve küfre batar.
Ebu’l-Atahiye adlı şairin; “Allah’ın her şeyde onun birliğini tanıtıcı
delilleri vardır” ifadesi, bunu özetler niteliktedir.
Allah’sız bir dünyadan
söz etmek, körlüktür.
Muhammed İkbal de bu konuya değinerek, kutsal olmayan bir alanın söz
konusu olmadığını şu ifadeleriyle dile getirir: “Kutsal olmayan diye bir
dünya yoktur. Bütün bu madde genişliği, ruhun kendini anlayabilmesi için
bir alan teşkil etmektedir. Her yer kutsal, pak ve saftır.”
Özetle, Kur’ân’ın evrene ait parçalardan söz ederken olayların nasıllığı
boyutu ile hemen hiç ilgilenmeyip, özellikle nedeni üzerinde durur. Bu da,
evrenle ilgili verilen bilgilerin, insanın yaratılmışlara bakarak yaratıcının
yaratıcılığını kavraması (Bk. Bakara, 2/259; A’râf, 7/185; Yûnus, 10/101; Yûsuf,
12/109; Ankebût, 24/20; Kâf, 50/6; Abese, 80/24; Târık, 86/5; Ğâşiye, 88/17) için
bir araçtan öte mana taşımadığı anlamına gelir. Bu çerçevede amaç,
insanların öğüt ve ibret almaları olarak belirginleşmektedir.
Tartışma forumu
Tartışma
Anlaşılacağı üzere evrendeki düzen ve mükemmellik, ayrıca Kur’ân’ın
evrene ait parçalara sürekli göndermede bulunması, evrenin merkezinde
Allah’ın olduğunu, en küçük zerreden en büyük cisme dek bütün varlıkların
ona işaret ettiğini göstermektedir.
• Kur’ân'da evrenle alakalı bilgiler bize neyi
anlatmaktadır? Sebep-sonuç ilişkisinden
hareketle maddi bir düzeni mi ifade etmekte
yoksa bundan daha öte bir anlam taşımakta
mıdır? Konuyu gerekçeleri ile forumda
tartışabilirsiniz.
İNSAN HAYATINDA ALLAH
İnsan hayatının merkezine Allah'ın yerleştirilmesi, Tevhid düşüncesinin
hayattaki tüm eylemlerde gözetilmesinin sağlanması, Kur’ân -ı Kerim'in en
temel hedefidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
Eğer Kur’ân'ın ve evrenin merkezinde Allah var ise, o hâlde bu
durumdan insan açısından nasıl bir sonuç çıkarılması gerekir. Daha önce de
ifade edildiği üzere, evrenin merkezinde Allah vardır ve Kur’ân'ın da
merkezî konusu Allah'tır. O hâlde, insanda da hedef, Allah'ı hayatında
merkeze alması; insan – insan, insan – toplum ve insan evren ilişkisinde
Allah'ın merkezîliğini göstermesidir.
İnsan – Yaratıcı İlişkisinde Allah
İnsan – Allah ilişkisinin sağlam bir zemine inşa edilmesi, büyük önem arz
etmektedir. İnsan, diğer yaratıklardan veya canlı organizmadan daha öte
ve daha fazla anlam taşıyan bir varlıktır. Kendini ve etrafındaki alemi bilen,
idrak eden, duyan, düşünen, şuursuz varlıklardan ibaret bir alem
tarafından kuşatılmış şuurlu bir varlıktır. Sürekli değişen ve gelişen, her
saat başka şey düşünen, duyan ve isteyen varlıktır.
İnsan, evren içerisindeki bütün yaratılmışlar arasında merkezî bir yere
ve öneme sahiptir, bütün varlıkların odak noktasını teşkil eder. Buna göre
fani insan, yaratılmışların en onurlusu, en kıymetlisidir (eşref-i mahlukat)
(Bk. İsrâ, 17/70).
Tevhid düşüncesi,
Kur’ân’ın en temel
hedefidir.
Kur’ân'da bütün yaratıklar arasında en büyük önem, insana verilmiştir.
İnsanın mahiyeti, sorumluluk ve görevleri Kur’ân'ın temel konuları
arasındadır. Varlıklar arasında en büyük önemi taşıyan kutup Allah ise,
diğeri insandır. Allah’ın insana özgü olarak verdiği çeşitli niteliklerden
dolayı insan, meleklerden üstündür.
Yeryüzüne sahiplik edebilecek yetilerle donatılmış olan insan, varlıklar
karşısındaki konumu ve ayrıcalıklarının farkında olarak davranışlarını
belirlemek durumundadır. İnsan, hayatının merkezine Allah'ı almalıdır.
Allah inancı, inanan insanın zihninde sadece bir itikad ve inanç olmaktan
çıkıp kalbine doğru bir imana dönüştüğü oranda, bireyin yaşamının bütün
boyutlarına nüfuz eder. Allah’ın soyut bir düzeyde en yüksek iyi, mutlak
iyi, hayr-ı mahz olduğu inancı, pratik düzlemde pek fazla bir anlam ifade
etmeyebilir. Önemli olan husus, insanın günlük hayatı içerisinde Allah'ı
nasıl tasavvur ettiği veya Allah'ın insan hayatının ne kadarını işgal ettiğidir.
Allah'ı hatırlamak, hayatın anlam ve gayesini ifade etmekle birlikte,
hayatın tüm parçalarının ve insan faaliyetlerinin tümünün uygun bir
şekilde bir araya geldiği şahsiyetin de sağlamlaşmasını beraberinde getirir.
Allah'ın unutulması veya dışlanması ise, insan hayatının anlamını
yitirmesini, Tevhidden uzak, parçalanarak dağılmış ve ayrıntılarda
boğulmuş bir şahsiyetin oluşumunu beraberinde getirir. Yüce Allah;
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
"İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir."
(Bakara, 2/177)
diyerek, biçimciliğe karşı insanları uyarmakta ve eylemle ifade edilmiş
inanca çağırmaktadır. Burada İslam kelimesi ve içeriği büyük önem arz
etmektedir. Etimolojik açıdan İslam kelimesi; güven içinde, sağlam,
yekpare olmak; birine bir şeyi teslim etmek gibi anlamlara gelir.
Kur’ân'daki kullanımı itibarıyla ise, kendini bütünlüğüyle, yani hem kişilik
hem de beden itibarıyla Allah'a teslim etme, varlığını tümüyle Allah'a
bağlama anlamındadır. Başka bir ifadeyle, bireyin bilerek ve içtenlikle
kendisini Allah'ın iradesine teslim etmesidir. Bakara, 2/112'de "Yüzünü
Allah'a teslim etmek" olarak ifade edilen İslam, bütün benliğiyle ve
içtenliğiyle kişinin Allah'a dayanarak kendisini O'nun iradesine teslim
etmesidir.
Allah olmadan insan bir
hiçtir.
İslam veya esleme fiili, eskiden başlayıp devam eden bir şeyi değil, bir
başlangıcı, yeni bir durumun başlangıcını, yeni bir hayatın doğuşunu ifade
eder. Dolayısıyla, atılmış bir adımdan sonraki davranışı belirtir. İşte
müslim, yani Allah'a teslim olan; bu konuda kararlılıkla bir başlangıç ve
sıçrayış yapan, hayatında yepyeni bir çığır açan kişidir. Bu yönüyle
Müslüman, sayılabilecek birçok unsurla birlikte, bencilliğinden, kendi
gücüne veya Allah'ın dışındaki çeşitli unsurlara güvenmekten vazgeçip,
sadece Allah'a dayanan ve O'nun huzurunda durandır. Bu aynı zamanda
insanın bütünlüğünü, kendini Allah'a teslim ederek kazanıp koruyabileceği
ve geliştirebileceği anlamına da gelmektedir.
Bütün düşünce ve amellere önem kazandırarak onları anlamlı yapan,
hayata bütünlük, birlik ve değer kazandıran sadece Allah'tır. İşte bu
doğrunun, bütünlüğün bozulması şirktir:
"De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını söyleyeyim: O'na
hiçbir şeyi ortak koşmayın…" (En'âm, 6/151)
"Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını
dilediğine
bağışlar." ortak
(Nisa,koşma
4/48) dışındaki bütün günahları affedebileceği
Allah'ın kendisine
sözü, tevhidin Allah'ın
göstermektedir.
en
büyük
ve
en
önemli
emri
olduğunu
Kur’ân-ı Kerim'in birçok yerinde insana ve insan aklına direk t hitab
edilerek, 'görmez misiniz?', 'düşünmez misiniz?' ifadeleriyle imana davet
yapılır. Bu ifadeler, Allah'ın varlığını ispat eden delilleri mantık yolu ile
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
Allah’a imanın, teslim
olmanın amacı, Allah
merkezli toplumsal ve
bireysel dönüşümdür.
sistematik bir şekilde kurup Allah'a bu şekilde ulaşmanın gerekliliğini ifade
etmemektedir. Aksine, basit bir gözlemin bile Allah'ı bulmaya yeterli
olacağını göstermektedir. Zira böyle bir gözlem ve tefekkür, bu yönde
idraki geliştirme, akla perde olabilecek sis bulutlarının, gaflet bulutlarının
dağıtılmasına ve hakikatle uyumlu bir ilişki kurulmasına katkı sağlayacaktır.
Ve bu bilinçle şekillenen bir insan, Allah'ı hayatının merkezine alarak,
O'ndan başka kimseden korkmaz (Mâide, 5/54), O'nun yardımından başka
hiçbir şeyi kaybetmekten korkmayacak bir şahsiyete ulaşır. Allah'tan
başkasına dayanılıp güvenilecek kişi veya yerlerin 'örümcek ağı' (Ankebût,
29/41) kadar zayıf ve dayanıksız olduğunu bilir. Yine, Allah'ın samed (İhlas,
112/2) olduğunu bilir. 'Samed', sel felaketinden korunmak için bir sığınak
görevi gören, çatlak ve delikleri olmayan, sağlam, sert bir kayaya
benzetilebilir. Bu çerçevede, böyle bir kayaya dayanmak, ona sığınmak
yerine örümcek ağını tercih etmenin ne kadar akıl dışı bir davranış
olduğunu düşünmek gerekir. Zira yapılan ameller böyle sağlam bir kayanın
üzerine bina edilmemiş ve hatta tersine örümcek ağına dayandırılmışsa, bu
tür amellerin, sahibi ne kadar yüksek ve değerli görürse görsün, anlamı ve
ağırlığı yoktur. Sağlam yere, Allah'a dayanmayan, Allah'ı gözeterek
yapılmayan ameller, 'etrafa saçılmış toz zerreleri’nden (Furkân, 25/23)
farksızdır.
İnsan-İnsan ve İnsan-Toplum İlişkisinde Allah
Bütün eylemlerin tavan anahtarı, tevhid (bütünlük) ilkesidir. Allah'ın ve
dünyanın birliği ekseninde kurulmuş yaşama biçimi, dünyada tevhidi
meydana getirir. Kur’ân-ı Kerim ve Peygamberin (s.a) sözlerindeki İlahi
çağrının işaretlerini çözmek için çaba sarfeden ve İlahi çağrıya kayıtsız
itaat üzerine kurulmuş bir yaşam biçimi. Burada şeriatın, Kur’âni mesajın
bütünü tarafından ortaya konmuş sonsuz ve mutlak değerlerden doğan bir
yaşama biçimi olduğunu unutmamak gerekir. Şeriatın, el kesme ve benzeri
hadlerin tatbiki gibi konulara indirgenerek sınırlandırılması oldukça yanlış
olacaktır. Ayrıca hadlerin de bizzat amaç olmayıp, toplumun maslahatını
tehdit eden subjektif, bireysel yıkıcı eğilimleri engellemenin bir aracı
olduğunu da unutmamak gerekir.
Bir antlaşma veya sözleşmede karşı tarafı aldatmak, diğer insanlarla
ilişkilerde hile yapmak, yalan söylemek mümkündür. Ancak insan Allah'ı
her şeyin merkezine aldığında ve hayata bu bakış açısıyla baktığında
aldatıcı olması, yalan söylemesi mümkün olmaz. Zira Allah'ın "her şeyi
işiten ve bilen" (Bakara, 2/127, 137, 181 …) olduğunu bir an bile olsa aklından
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
çıkarmaz. O hâlde Allah'ın birliğini tasdik etmek, bir durum saptamasından
öte insan davranışlarını içerisine alan bir yapıda olmalıdır. Eğer tevhid
Allah'ın birliğini ifade ediyor ve insan bunu kabul ediyorsa, bu, temelde bir
bağlanmayı, bireysel ve toplumsal alanda davranışları O'nun çizdiği sınırlar
dâhilinde düzenlemeyi ifade eder.
Gerçek Müslüman,
hayatının her alanını
Allah’la birlikte
kurandır.
İslam hukukunun toplumsal içeriği, başka bir ifadeyle muamelatla ilgili
kısmı, bireysel muhtevasından, ibadetlerden ve ferdî ahlaktan daha
fazladır. Dolayısıyla İslam hukukunun büyük bir kısmı sosyal düzenle
ilgilidir. Ayrıca, namaz, oruç, hac ve benzeri bireysel gibi görünen çeşitli
unsurların toplumsal boyutunun da etkin bir şekilde var olduğunu ve
bunun göz ardı edilmemesi gerektiğini belirtmek gerekir. Bu durum, dinin
toplumsal boyuta ne kadar önem verdiğini veya Allah inancının toplumsal
davranışlarda güçlü yansımalarının bulunması gerektiğini göstermektedir.
Aslında Allah'a imanın, O'na teslim olmanın (İslam) ve takvanın amacı da
bireysel ve toplumsal yaşamlarında Allah'ı merkeze alan müslim bir toplum
oluşması için toplumun dönüştürülmesidir (Bk. Bakara, 2/128; Al-i İmran,
3/102). Takva, yapılan davranışların doğuracağı olumsuz sonuçlardan
korunmak amacıyla insanın tüm davranışlarında Yaratıcısını hesaba
katması, O'nun gösterdiği yoldan yürümesidir.
Hz. Peygamber, yeryüzünde iyilik ve adaletin temin ed ilmesi amacıyla
bir toplum kurmayı hedef edinmişti. Zira Allah'ın dışlandığı, tevhid'siz bir
dünya kaos anlamına geliyordu. Bu nedenledir ki, Allah'ın iradesine uyarak
toplumu ve dünyayı yeniden şekillendirmek için insanın belirli bir
sorumluluğu ve eylem yapma görevi bulunmaktadır. Dolayısıyla, insan
görevini iyi yapmalı, kendisine yüklenen görevi Allah'a havale edip
fiiliyatta bir şey yapmama tembellik, acziyet ve kolaycılığına kaçmamalıdır.
Allah'ın insana tevdi ettiği görevi yerine getirmek amacıyla ins anın elinden
gelen tüm imkânları seferber etmeyerek yine Allah'a havale etmesinin bir
anlam ifade etmeyeceğini bilmek gerekmektedir.
"Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu
değiştirmez" (Ra'd, 13/11; Enfâl, 8/53). İnsan ne yaparsa kendisi için yapar,
yaptıklarından da sorumlu olur (Bakara, 2/286; Yûnus, 10/108; İsrâ, 17/15,36;
Neml, 27/92; Ankebût, 29/6; Fâtır, 35/18; Zümer, 39/41; Fussilet, 41/46; Câsiye,
45/15).
İnsan – Evren İlişkisinde Allah
İnsan-Allah ilişkisinin temel yansıma alanlarından biri de insan-evren
ilişkisidir. Doğru bir Allah inancı, başka bir ifadeyle, hayatın her alanına
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
İnsan, tabiatın efendisi
değildir. Allah’ın
mülkünü belli
sorumluluklar
çerçevesinde
korumakla mükelleftir.
nüfuz ettiğine ve yine hayatın tüm alanlarının O'nun çizdiği sınırlar
dâhilinde düzenlenmesi gerektiğine inanılan bir Allah inancı, insa nın
evrene ve çevreye karşı belirli sorumluluklar dâhilinde davranmasını
sağlar. Evrendeki varlıklar, mahiyetlerine yerleştirilmiş kanunlar
çerçevesinde hareket eder. Başka bir ifadeyle, evrendeki tüm varlıklar
Allah'ın emrine doğrudan doğruya uyar. Bu ned enledir ki, Kur’ân-ı Kerim
evrenin müslim olduğunu (Âl-i İmran, 3/83), yani Allah'ın iradesine boyun
eğdiğini, teslim olduğunu ifade eder. Bu evrensel kanunun tek istisnası,
insandır. Zira insan, Allah'ın emirlerine uyup uymama konusunda kendisine
bir seçim kabiliyeti verilmiştir. İnsan dışındaki tüm varlıklar yapmaları
gerekeni otomatik olarak yerine getirdiği hâlde, insan, mahiyetinin
gereğini kendi iradesiyle yerine getirir veya getirmez. Dolayısıyla insanla
tabiat arasındaki temel fark, insanın davranışlarını hür iradesiyle yerine
getirmesidir. Ancak insanın bu hürriyeti ile birlikte, evrene karşı bir tutum
içerisinde olması gerektiği belirtilmiştir.
Evrende var olan en küçük parça bile Allah’ın insana sunduğu bir âyet,
belge olduğuna göre, insan evrene ve içindekilere gerekli değer ve önemi
vermelidir. Zira tabiat; Allah’ın eseri, tasarımı ve iradesinin gerçekleşmesi
olduğu için değer yüklüdür. Ayrıca, evrende var olan her şeyin Allah’ı
tesbih ettiği, O’na boyun eğdiği de unutulmamalıdır:
“Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, O’nu tesbih ederler.
O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların
tesbihlerini anlamazsınız. O, halimdir, çok bağışlayandır.” (İsra, 17/44).
Varlıkların ibadeti olan bu tesbih, aynı zamanda var olmalarının da
temelini oluşturmaktadır. İnanan insan, kendisi dışındaki tüm varlıkların
Allah’ı tesbih ettiğini, O’nu andığını düşünerek, kendisi de bu halkaya
katılır. Tabiatın bütünüyle Allah’ı andığını müşahede ederek, onun her bir
parçasına değer verir. Evrendeki her şeyin Yaratıcısını tesbih etmesi, onun
değerliliğini ve insanın ona karşı sorumluluğunu hatırlatır.
Yeri gelmişken, Aziz Mahmud Hüdayi’ye dayandırılan bir olaydan söz
etmek yerinde olacaktır. Aziz Mahmud Hüdayi ve arkadaşları, bir gün
Bursa’da kırlara çıkarlar. Dönüşte bütün dervişler Üftade’ye sunmak üzere
birer demet çiçek toplarlar. Aziz Mahmut Hüdayi ise şeyhinin huzuruna
sapı kırılmış, soluk, buruşuk bir çiçekle çıkar. Üftade; “Arkadaşlarınız
demet demet çiçek getirdiler, siz bize bir tek çiçeği mi layık gördünüz? diye
sorunca Aziz Mahmud Hüdayi şu cevabı verir: “Efendimize ne takdim etsek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
azdır; fakat hangi bir çiçeği koparmak için el uzattımsa tesbihini işiterek
elimi çektim. Ancak sapının kırılmasından dolayı bu çiçeği tesbihinden
kalmış gördüm”. Bu, insana tabiatın her bir parçasına -Allah’ın yaratmış
olması ve O’nu göstermesi nedeniyle-saygı gösterilmesi gerektiğini
gösteren doğru bir evren telakkisinin ürünü olan bir tavırdır.
İnsan – tabiat ilişkisine Kur’âni perspektiften bakıldığında, bunun bir
tüketim ilişkisi olmadığı anlaşılacaktır. Kur’ân, tabiatın insan için
yaratıldığını, bütün mevcudatın insanın kullanımına ve faydasına verildiğini
ifade eder:
“Yeryüzünde olan her şeyi sizin için yaratan O’dur.” (Bakara, 2/29);
“Allah’ın göklerde ve yerde bulunan her şeyi size boyun eğdirdiğini ve
size görülen ve görülmeyen nimetlerini bol bol verdiğini görmediniz
mi?” (Lokman, 31/20).
Tevhid, Allah’ın dışında
etkin bir gücün
olmadığına inanmaktır.
Anlaşılacağı üzere gökler, dağlar, nehirler, okyanuslar, güneş, ay,
yıldızlar ve benzeri evrendeki varlıkların tümü insanın yararlanması için
yaratılmıştır. İslam, insanların fıtratlarına uygun şekilde davranmalarını,
yiyip içmelerini, mesken edinmelerini, hayatın bütün güzelliklerinden
yararlanmalarını, bilimsel anlamda mesafe kaydedip ilerlemelerini, tabiatı
kullanmalarını, rahat etmelerini ister. Ancak bunların; dürüstçe, hile
yapmadan, sömürmeden, kendine, başka insanlara, çevreye ve genel
anlamda tabiata zulmetmeden, insanın ve tabiatın yaratılış kodlarına,
fıtrata uygun şekilde yapılmasını öğretir.
İnsana tabiatta tasarruf hakkı verilmiş olmakla birlikte, insandan da
Allah’a, insana ve tabiata karşı sorumluluklarını yerine getirmesi istenir.
Ancak burada göz ardı edilmemesi gereken husus, tabiatın mülkiyetinin
insana değil, Allah’a ait olduğudur (Bk. Âl-i İmran, 3/26; En’âm, 6/12,165; A’râf,
7/10,128; Mu’minûn, 23/84-89; Lokmân, 31/26; Sebe’, 34/1; Şûrâ, 42/4; Zuhruf,
43/85; Câsiye, 45/27). İnsan tabiatın efendisi değildir. İnsan Allah’ın
mülkünü iyi bir kiracı gibi dikkatle ve belirli sorumluluklar çerçevesinde
korumakla yükümlüdür. Dolayısıyla doğaya zarar verme, onu istismar
etme, kötü kullanma, talan etme, dengesini bozma gibi bir yetkiye sahip
değildir. Yine, tabii kaynakları sömürürcesine tüketme hakkına sahip
değildir. O hâlde insan, tabiatın Allah’ın insana bir emaneti olduğu bilincini
sürekli zihninde canlı tutmalıdır. İnsan bu emaneti, öldüğünde kendisi nden
sonrakilerin de iyi bir şekilde istifade edebilmesi için aldığı zamankinden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
daha iyi bir konumda gerçek sahibine teslim etmelidir. Bu çerçevede
israftan ve gösterişli tüketimden uzak durmalıdır ( En’âm, 6/141; İsrâ, 17/27).
İnsan ve tabiat arasındaki ilişki hiçbir şekilde efendi – köle ilişkisine
dönüşmemelidir. Bu ilişki, ancak kendisine emanet edilen bir emanetçi –
emanet edilen ilişkisi olabilir.
Tabiat insanın emrine
tüketsin, yoketsin,
mahvetsin diye
verilmemiştir.
Allah, arayan için çok
uzakta değildir; ama
arama derdi olan için.
Yukarıda da ifade edildiği üzere Kur’ân-ı Kerim evrene ve evrene ait
parçalara birçok yerde göndermede bulunur. Ancak burada can alıcı nokta,
Kur’ân’ın bu tür konulara neden ve nasıl yer verdiği sorularıyla gündeme
gelmektedir. Kur’ân; yerden, gökten, sudan, bitkilerden, hayvanlardan ,
insanın kendisinden ve benzeri konulardan söz ederken, sürekli insanı
evrene ait bu parçalar üzerinde düşünmeye teşvik etmektedir. Kur’ân -ı
Kerim’in insandan, gece – gündüz işleyip duran büyük kâinat sistemini
akıllıca bir gözleme tabi tutmasını istemekte ve yaratılmışlar üzerindeki bu
yoğun düşünme çabası sonucu da Yaratıcıya ulaşmasını hedeflemektedir.
Zira insanın Yaratıcıya ulaşması, ona bağlılığı da beraberinde getirecektir.
Bu da, imanın başlangıç noktasıdır.
Evrene ait parçalardan söz eden ve bunlar üzerinde sürekli düşünmeyi
talep eden Kur’ân, evrenin işleyiş kanunlarına karşı oldukça ilgisiz kalır.
Kur’ân’ın bu türden bir yol seçmesinin nedeni, insanın yapısıyla da
doğrudan ilgilidir. Zira insan, kendisine verilen akli donanım sayesinde
eşyayı algılama gücüne sahip kılınmıştır. Bu nedenle evrenin işleyişi,
eşyanın fiziki yapısı gibi konularda, potansiyel yeterliliğinden dolayı vahye
ihtiyacının olmadığını söylemek mümkündür. Ancak büyük oranda
metafizik alana giren inanç boyutunu insanın sınırlı aklıyla mükemmel bir
şekilde algılaması mümkün olmadığından, bu alana nüfuz edip
algılayabilmesi için bir mesaja ihtiyacı bulunmaktadır. İşte tam burada,
Kur’ân mesajının niteliği, başka bir ifadeyle hitap ettiği alan
belirginleşmektedir. O, evrene ait parçaları Allah’ın birliği gerçeğine
ulaşmada bir araç olarak kullanır. Dolayısıyla eşyadan söz ederken,
hakkında bilgi vermenin ötesine geçer ve konuyu Allah’ın birliği ile
ilişkilendirerek, amacı bu şekilde belirler. İnsanın da bu nedensellikten
hareketle davranışlarını yaratıcının kendisinden beklediği yönde tanzim
etmesini hedefler.
Evreni ve evrenin içerisindeki canlı – cansız varlıkları gözleme tabi
tutması ve tefekkürü neticesinde insan, müşahede ettiği evrenin hayretler
içerisinde bırakan olağanüstü sistemi karşısında, belirli çıkarsamalarda
bulunup belirli neticelere varacaktır. Dolayısıyla insan Yaratıcısını bulacak,
onun yüceliğinin ve eşsiz kudretinin tecellisini varlıklar üzerinde görerek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
Bireysel Etkinlik
sadece ona yönelecektir. O hâlde sadece Ona yönelme, Onu birleme yani
tevhid, tabiat üzerinde Allah’ın dışında herhangi bir etkin gücün
bulunmadığına inanılmasıdır.
• Kur'an'da Hz. İbrahim'in (as) Rabbini
aramasıyla ilgili ayetleri araştırıp bulunuz.
Üzerinde düşününüz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Özet
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
• Bu ünitenin amacı, kelami-felsefi tartışmalara girmeden,
Kur’ân'ın temel konusu olan 'Allah' üzerinde durmaktır. Bu
çerçevede öncelikle Kur’ân'a hâkim olan temel konunun Allah
olduğu, Kur’ân'daki bütün konuların Allah'la bağlantı kurularak
anlatıldığı üzerinde durulmaktadır. Devamla, evrenin de
merkezinde Allah'ın olduğuna, evrendeki bütün varlıkların
Allah'ı gösteren birer gösterge / işaret levhası konumunda
bulunduğuna, dolayısıyla evrendeki varlıklara böyle bir
yaklaşımla bakılması gerektiğine yer verilmektedir. Sonrasında,
insanın Allah'la ilişkisinin nasıl olması gerektiği konusuna
girilerek, inanan insanın, hayatının bütün alanlarını İlahi
merkezle bağlantılı, Allah'ı gözeterek düzenlemesi gerektiği
üzerinde durulmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Ödev gönderimi
Ödev
Etkileşimli Alıştırmalar
Alıştırmalar
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
• Öğrendiklerinizi etkileşimli
alıştırmalarla pekiştirebilirsiniz.
• İnsan hayatında Allah tasavvurunun
bireysel ve toplumsal yansımalarını
araştırarak 200 kelimeyi aşmayacak
şekilde yazınız ve hazırladığınız belgeyi
göndermek için yandaki ödev gönderme
linkini kullanınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Kur’ân’ı Kerim’de tüm konuların dayandığı temel konu nedir?
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
a)
b)
c)
d)
e)
Allah
Peygamberlik
Âhiret
İbadet
İnsan ve davranışları
2. Tabiat için aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a)
b)
c)
d)
e)
Sözsüz vahiy
Sözlü vahiy
Âyet
İşaret
Delil
3. Aşağıdakilerden hangisi “âyet” sözcüğünün anlamlarından biri değildir?
a)
b)
c)
d)
e)
Kur’ân’daki bir kelime, cümle veya cümleler
İşaret
Delil
Mucize
Kıssa
4. Kur’ân tabiat olaylarından bahsederken aşağıdakilerden hangisine yer
vermez?
a)
b)
c)
d)
e)
Tabiat olaylarının nasıllığı
Tabiat olaylarının nedeni
Tabiat olaylarına nasıl bakılması gerektiği
Tabiat olaylarının Allah’a götüren işaretler oluşu
Tabiat olaylarının ibret vesilesi oluşu
5. Kur’ân’ı Kerim’de kâinata sıkça yer verilmesinin temel sebebi aşağıdakilerden
hangisidir?
a)
b)
c)
d)
e)
Kâinatla ilgili bilimsel bilgi sunmak
Kâinattan hareketle insanın Allah’a ulaşmasını sağlamak
Fen bilimlerini teşvik etmek
Fen bilimlerinin gelişimine katkı sağlamak
Kâinatla ilgili çeşitli yanlış bilgileri düzeltmek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
6. Kur’ân’ın ve kâinatın merkezinde Allah var ise, insandan Allah ile ilgili
temelde talep edilen nedir?
a)
b)
c)
d)
e)
Hayatının tüm alanlarına Allah’ı yerleştirmek
Allah’ın isim ve sıfatlarını iyi bilmek
Allah’ın insanı yarattığını iyi kavramak
Allah’ın kâinatı yarattığını iyi kavramak
Allah’ın vahyi gönderme sebebini bilmek
7. Allah inancının insan evren münasebetindeki temel yansıması nasıl olmalıdır?
a)
b)
c)
d)
e)
Evrenin iyi tanınması
Evrenin bilimsel bir bakış açısıyla incelenmesi
Evrenin nimet olması yönüyle tüketilmesi
Tüketimden uzak durulması
Evrene sorumlu bir şekilde yaklaşılması
8. ‘Allah’ kelimesi Kur’ân’da kaç yerde geçmektedir?
a)
b)
c)
d)
e)
896
1666
3213
2696
2111
9. Allah ile ilgili aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a) Kur’ân’da Allah ile ilgili verilen bilgiler uygulamaya yöneliktir.
b) Kur’ân’da Allah için kullanılan çoğu ifadeler, insanda da var olan
özelliklerdir.
c) Kur’ân’da Allah için kullanılan ifadelerin insanla ilgisi yoktur, Allah aşkındır.
d) Kur’ân’da bütün konular Allah merkezli olarak anlatılmaktadır.
e) Kur’ân, Allah’ın insan zihninde sürekli canlı tutulmasını hedefler.
10. ‘Sözsüz vahiy’ ifadesinin karşılığı aşağıdakilerden hangisidir?
a)
b)
c)
d)
e)
Kur’ân-ı Kerim
Âyet
Sûre
Kâinat
İbadet
CEVAPLAR:
1.a, 2.b, 3.e, 4.a, 5.b, 6.a, 7.e, 8.d, 9.c, 10.d
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
1. Abduh, Muhammed-Rıza Reşîd. (1960). Tefsîru’l- Menâr. Mektebetu’lKâhire. Mısır.
2. Abdulbaki, Muhammed Fuâd. (1987). el-Mu’cemu’l-Mufehres liElfâzi'l-Kur'âni'l-Kerîm ('Allah' mad.). Davet Yay. İstanbul.
3. Aster, Ernst Von. (1949/3). “İnsan ve Dünya”. çev. H. Vehbi Eralp.
Felsefe Arkivi. İstanbul.
4. Basalla, George. (1996). Teknolojinin Evrimi. çev. Cem Soydemir.
Tübitak Yay. Ankara.
5. Berger, Peter L. (1993). Dinin Sosyal Gerçekliği. çev. Ali Coşkun. İnsan
Yay. İstanbul.
6. Beydavi. Abdullah b. Ömer. (ts.). Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl.
Dersaâdet Kitabevi. İstanbul.
7. Beyhaki, Ebubekir Ahmed b. Huseyn. (1994). Sunenu'l-Beyhakî.
Mektebetu Dâri'l-Bâz. thk. Muhammed Abdulkadir. Mekke.
8. Buhârî, Muhammed b. İsmail. (ts.). Sahîhu'l-Buhârî. el-Mektebetu'lİslamiyye. İstanbul.
9. Bulaç, Ali. (1994). İslam Düşüncesinde Din – Felsefe / Vahiy-Akıl
İlişkisi. Beyan Yay. İstanbul.
10. Cabiri, Muhammed Abid. (2001). Çağdaş İslam Düşüncesinde Yeniden
Yapılanma. çev. Ali İhsan Pala-Mehmet Şirin Çıkar. Kitabiyat. Ankara.
11. Cevad Ali. (1993). el-Mufassal fî Târîhi'l-'Arab Kable'l-İslâm. Câmi'atu
Bağdâd. Bağdat.
12. Collingwood, R.G. (2000). Tarih Felsefesi Üzerine Denemeler. Ayışığı
Kitapları Yay. İstanbul.
13. Çağatay, Neşet. (1971). İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı.
AÜİF. Yay. Ankara.
14. Demirci, Muhsin (2003). Kur’ân’ın Temel Konuları. İFAV Yay. İstanbul.
15. Draz, M. Abdullah. (1993). Kur’ân Ahlakı. çev. Emrullah Yüksel –
Ünver Günay. İz Yay. İstanbul.
16. Faruki, İsmail R. (2006). Tevhid. çev. Dilaver Yardım – Latif Boyacı.
İnsan Yay. İstanbul.
17. Fazlur Rahman. (1999). Ana Konularıyla Kur’ân. çev. Alparslan
Açıkgenç. Ankara Okulu Yay. Ankara.
18. Işıcık, Yusuf. (1996). “Kur’ân’ın Öngördüğü Muvahhit İnsan Tipi” . II.
Kur’ân Sempozyumu. Fecr Yay. Ankara.
19. İbn Âşûr, Muhammed Tâhir. (1997). et-Tahrîr ve’t-Tenvîr. Dâru
Sahnûn li'n-Neşr. Tunus.
20. İbn Hanbel, Ahmed b. Muhammed. (ts.). Musned. Dâru Sâdır. Beyrut.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
21. İbn Kelbî. (1968). Kitâbu'l-Asnâm. thk. Ahmet Zeki Paşa (Arapça metin
ve Türkçe çevirisi birlikte). çev. Beyza Düşüngen. AÜİF. Yay. Ankara.
22. İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ İsmail. (1984). Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm. thk.
Muhammed İbrahim el-Benna- Muhammed Ahmed 'Âşûr-Abdul’azîz
Ğanîm. Kahraman Yay. İstanbul.
23. İbn Manzûr, Muhammed b. Mukrim. (ts.). Lisânu'l-'Arab. Dâru Sâdır.
Beyrut.
24. İkbal, Muhammed. (ts.). “İslamda Dinî Düşüncenin Yeniden Doğuşu”.
çev. N. Ahmet Asrar. Birleşik Yay. İstanbul.
25. İsfehânî, Râğıb. (1992). Mufredâtu Elfâzi'l-Kur'ân. thk. Safvân Adnân
Dâvûdî. Dâru'ş-Şâmiyye. Beyrut.
26. İzutsu, Toshihiko. (ts.). Kur’ân'da Allah ve İnsan. çev. Süleyman Ateş.
Yeni Ufuklar Neşriyat. İstanbul.
27. Kutub, Seyyid. (1987). et-Tasvîru’l-Fennî fi’l-Kur’âni'l-Kerîm. Dâru’şŞurûk. Beyrut.
28. Muslim, Ebu Huseyn b. Haccâc (1972). Sahîhu Muslim. nşr.
Muhammed Fuâd Abdulbaki. Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî. Beyrut.
29. Nasr, Seyyid Hüseyin. (1984). İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı. İnsan
Yay. İstanbul.
30. Nesefî, Ebu’l-Berekât Abdullah Ahmed b. Mahmûd. (1993). Tefsîru’nNesefî. Dâru’l-Eda. İstanbul.
31. Özsoy, Ömer. (1994). Sünnetullah. Fecr Yay. Ankara.
32. Pak, Zekeriya. (2005). Allah-İnsan İletişimi. İlahiyat Yay. Ankara.
33. Râzî, Fahruddîn. (1938). Mefâtihu'l-Ğayb. Matbaatu’l-Behiyye. Mısır.
34. Suyûtî, Celâluddîn Abdurrahmân b. Ebûbekir. (ts.). el-Câmiu’s-Sağîr fî
Ehâdîsi’l-Beşîri’n-Nezîr. Mısır.
35. Şarkâvî, İffet Muhammed. (1979). el-Fikru’d-Dinî fî Muvâceheti’l-'Asr.
Dâru’l-'Avde. Beyrut.
36. Tabâtabâî, Muhammed Huseyn. (1996). el-Mîzân fî Tefsîri’l-Kur’ân.
Muessesetu’n-Neşri’l-İslâmî. Kum.
37. Taberî, Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyân 'an Te’vîli Âyi'lKur’ân. (1992). Dâru'l-Kutubi'l-İlmiyye, Beyrut.
38. Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ. (1937). Sunen. nşr. Ahmed
Muhammed Şâkir. Kahire.
39. Yıldırım, Suat. (1987). Kur’ân'da Uluhiyyet. Kayıhan Yay. İstanbul.
40. Zemahşeri, Muhammed b. Ömer. (1992). el-Keşşâf 'an Hakâiki
Ğavâmidi’t-Tenzîl. Neşru’l-Belâğa. Kum.
41. Zerkeşî, Bedruddîn Muhammed b. Abdillah. (1972). el-Burhân fî
'Ulûmi'l-Kur'ân. thk. Muhammed Ebu'l-Fadl İbrahim. el-Mektebetu'l'Asriyye. Beyrut.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Kur’ân’da Allah Tasavvuru
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
KUR’ÂN’DA ÂHİRET İNANCI
• Âhiret Günüyle İlgili Kavramlar
• Kur’ân'da Âhiretin Yeri ve Önemi
• Âhiret Hayatının Temelleri
• Âhiret İnancının Aklî Yönleri
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Âhiret Günüyle ilgili kavramları
kavrayabilecek,
• Kur’ân'da âhiretin yeri ve önemini
öğrenebilecek,
• Âhiret hayatının temel özelliklerini bilecek,
• Âhiret konusunun naklî ve aklî yönlerini
keşfedebileceksiniz.
TEFSİR
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
ÜNİTE
4
Kur’ân’da Âhiret İnancı
GİRİŞ
Dünya hayatının fani, ölümün her canlı için kaçınılmaz bir gerçek, buna karşılık
insan fıtratının ebedî yaşama arzusuyla dolu oluşu, onu devamlı olarak hayat-ölüm
ve ölüm ötesi üzerinde düşünmeye, çareler aramaya ve ben kimim, niçin
yaratıldım, nereden geldim, nereye gidiyorum? sorularına cevap aramaya
sevketmiştir... Böylece, bu kısa hayatı anlamlandırmaya ve ölüm ötesine dair çeşitli
anlayışlar, değerlendirmeler ve inançlar ortaya çıkmıştır. Bu sorulara gerçek ve
tatminkâr cevabı ise, bu hayatı, insanı ve bütün alemleri yaratan Yüce Allah vermiş,
gönderdiği elçiler ve kitaplar vasıtasıyla insanlara niçin yaratıldıklarını, bu dünya
hayatının manasının ve gayesinin ne olduğunu, öldükten sonra insanın durumunun
ne olacağını bildirmiştir.
Tarih boyunca bütün
akıl sahiplerinin
cevabını aradığı “Ben
kimim, niçin yaratıldım,
nereden geldim ve
nereye gidiyorum?”
sorularına gerçek
manada cevabını
sadece Kur’ân
vermiştir.
Buna göre insan Allah'ı tanımak, O'na ibadet etmek için yaratılmıştır (Zâriyât,
51/56). Bu kısa hayat bir imtihan yeri olup (Mülk, 67/2) buradan ebedî bir aleme,
âhiret âlemine gidilecektir. İnsana düşen görev, burada, ebedî hayatta mesut
olabilmek için çalışmak, ibadet ve taatlarla kendisine verilmiş istitaat ve
kabiliyetlerini, iyi duygu ve latifelerini inkişâf ettirerek cennete layık bir hâle
gelmektir.
En küçüğünden en büyüğüne kadar hemen her toplumda ölüm ötesi hayata dair
çeşitli inançlara rastlanmaktadır. Bazı toplumlarda Kur’ân-ı Kerim'in haber verdiği
manada bir âhiret inancı bulunmasa da ölüm ötesi hayata olan inanç tamamen
kaybolmamış, mecrâsını değiştirerek reenkarnasyon veya başka sûretlerde kendini
göstermiştir. Yani, insanlık öyle veya böyle, bir ölüm ötesi hayata inanmış,
peygamberlerin tebliğ ettiği hakîki âhiret inancını zaman zaman unutsa da ebedî
yaşama arzusunu başka yollarla tatmin etme yolunu tutmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm'in davet ettiği üzere, hakiki manada imân edenler ve âhirete
inananlar ise, sayıca azdır. Bu gerçek Kur’ân-ı Kerim'de, birçok âyetle ifade
olunmuştur: َْ‫" َومَا أَكْ َثرْ ال َّناسْ َولَوْ حَ رَ صتَْ بمإمنٌن‬Sen ne kadar hırs göstersen de
insanların çoğu imân edecek değillerdir" (Yûsuf, 12/103) âyeti insanların ekserisinin
imândan mahrûm olduklarını, imân etmeyeceklerini ifade ederken, ْ‫َوإنَّْ َكثٌرً ا مِّنَْ ال َّناس‬
َْ‫" بل َقاء رَ بِّهمْ لَ َكافرون‬İnsanlardan pek çoğu Rablerine mülâkî olmayı inkâr ediyorlar."
(Rûm, 30/8) âyeti de âhirete imân edenlerin azlığına dikkat çekmektedir. ‫ّل‬
َّْ ‫إن كلْ إ‬
ْ‫ق ع َقاب‬
َّْ َ‫ل َفح‬
َْ ‫" َك َّذبَْ الرُّس‬Hepsi de peygamberleri yalanladılar, böylece azap gerçekleşti."
(Sâd, 38/14) gibi çeşitli âyetlerde peygamberlerin yalanlandığı ifade edilmiştir. Bu
tür âyetlere dikkat edildiğinde; peygamberlerin yalanlandığı, alay edildiği, hafife
alındığı meselelerin başında öldükten sonra yeniden dirilme ve kıyametin geldiği
görülür. Yine, ْ‫ل أَغرَ ق َناهم‬
َْ ‫" َو َقو َْم نوحْ لَّمَّا َك َّذبوا الرُّس‬Nûh'un kavmi de peygamberleri
yalanlayınca onları suya batırdık." (Furkân, 25/37), ‫الل وَ هم‬
ّْ ‫ّل َّ ٌإمنونَْ ب‬
ْ ْ‫إ ِّنً َترَ كتْ ملَّ َْة َقوم‬
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Kur’ân’da Âhiret İnancı
َْ‫" باآلخرَ ةْ هم َكافرون‬Ben (Yusuf a.s.) Allah'a inanmayan ve âhireti inkâr eden bir
kavmin dinini terkettim." (Yûsuf, 37), ْ‫" َك َّذبَتْ َثمودْ َوعَادْ بال َقارعَة‬Ad ve Semûd kavimleri
kıyameti yalanladılar" (Hâkka, 69/4) gibi âyetler, Nûh (a.s) kavmi, Yusuf (a.s) kavmi,
Ad, Semûd gibi kavimlerin, başka âyetlerde belirtilen az sayıdaki inananlar
müstesna, topyekün âhireti inkâr ettiklerini göstermektedir.
Böylece bu inanç, peygamberlerin tebliğiyle az sayıdaki inananlarca kabûl
görmüşse de daha sonraları iyice zayıflayarak, bir başka peygamberle tekrar te'yid
edileceği zamanı beklemiştir.
ÂHİRET GÜNÜYLE İLGİLİ KAVRAMLAR
Gerçek hayat, âhiret
hayatıdır.
Teehhür (geri kalma, sonraya kalma) kelimesinden türemiş olan olan âhiret,
kendisinden önce bir ilk'in olduğuna delâlet eder ki, o da dünyadır. Dünya hayatı
âhiretten önce geldiği için, ona nispetle âhiret bu ismi almıştır. Yani, dünya ve
âhiret birbirlerine izafe ile bu isimlerle adlandırılmıştır. Karı-koca, baba-oğul, sağsol kavramları nasıl birbirlerine izafe ile bu isimleri almışlarsa, dünya ve âhiret
kavramları için de durum böyledir. Dolayısıyla dünya denince âhiret, âhiret denince
dünya akla gelir. Kur’ân'ın bu tabirleri kullanmasında bu çağrışım devamlı olarak
göz önünde tutulmuştur.
Kur'ân-ı Kerim'de âhiret günü çok kere, el-yevm (bu gün), el-âhire (âhiret) ve bu
ikisiyle beraber, yani, el-yevmu'l-âhir (son gün) tabirleriyle ifade edilir. el-Yevmu'lâhir tabiri umumi bir isim olup bu tabirle çeşitli uhrevî durumlar kastolunur.
Kıyametin kopması, bu âlemin fenâ bulması, ölülerin tekrar diriltilmesi, haşr, neşr,
hesap, amel sayfalarının dağıtılması, mizan, sırat, şefaat, cennet ve cehennem
hayatı bu mefhumun şumûlü içindedir.
ْ ‫" َوإنَّْ الدَّارَْ اآلخرَ َْة لَهًَْ الحَ ٌ ََو‬Âhiret yurdu var ya, işte gerçekte canlı olan odur."
‫ان‬
(Ankebût, 29/64) âyetinde, âhiret için el-hayevân (canlı, çok canlı) tabirinin
kullanılması, âhiret âleminin zevalsiz, kesintisiz, ölümsüz, ebedî bir hayat
olmasındandır. Bu ifadeye göre sanki âhiret yurdu bizzat hayatın tâ kendisidir. Bu
mana, âyette, hayy (canlı) tabiri yerine, daha fazla bir manaya, çokluğa delâlet
eden el-hayevân tabirinin kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Cenab-ı Hak, bu
ifadeyle asıl muteber olan hayatın âhiret hayatı olduğuna dikkat çekmiştir. Razî bu
tabirin izahında şöyle demektedir:
‫* وكانت‬26 :‫ٌونس‬+} َ‫ { لّلَّذِينَ أ ْحس ُنوَْا ٱ ْل ُح ْسنىَ و ِزيادة‬:‫لما كانت اآلخرة فٌها الزٌادة والنمو كما قال تعالى‬
ً‫* أطلق علٌها اّلسم المستعمل ف‬9:‫الطارق‬+} ‫سرائِ َُر‬
َّ ‫ { ي ْومَ ُت ْبلىَ ٱل‬:‫هً محل اإلدراك التام الحق كما قال تعالى‬
.‫النامً المدرك‬
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Kur’ân’da Âhiret İnancı
"Güzel ameller işleyenlere güzel bir karşılık ve ziyadesi vardır." (Yûnûs, 10/26)
âyetinde Yüce Allah’ın bildirdiği üzere, âhirette ziyade ve artma olunca "o günde
gizliler ortaya dökülür" âyetinde belirttiği üzere de âhiret, tam ve hakiki bir idrak
mahalli olunca, âhirete büyüyüp gelişen müdrik varlıkların ismi yani, el-hayevân
ismi verilmiştir. Bu yüzdendir ki, âhiretin taşı toprağı canlıdır söz anlar ve dinler
denilmiştir.
Bunun yanında o günde vuku bulan hadiselere delâlet eden bazı isim, fiil ve
cümleler yevm (gün) kelimesine izafe edilerek, âhiret gününü ifade eden pek çok
isim türetilmiştir. Yevm tabirine bir isim izafe etmekle teşekkül eden isimleri ve
isimlendirilme sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:
Yevmu'l-ba's (‫)ٌوم البعث‬, İnsanlar o günde yeni bir bedenî hayatla diriltildiği için,
Yevmu'l-hurûc (‫)ٌوم الخروج‬, İnsanlar kabirlerinden kalkıp öteki âleme çıktıkları
için,
Yevmu'l-kıyame (‫)ٌوم القٌامة‬, İnsanlar Allah'a hesap vermek üzere kıyam ettikleri
için,
Yevmu'd-dîn (‫)ٌوم الدٌن‬, Amellere göre karşılık görüleceği için,
Âhiret hayatına dair
isimlendirmeler, o
günün önemini,
büyüklüğünü bildirdiği
gibi, o günde meydana
gelecek büyük
hâdiselere de işaret
etmektedir.
Yevmu'l-fasl ve yevmu'l-feth (‫)ٌوم الفصل وٌوم الفتح‬, İnsanlar arasında adaletle
hüküm verilerek gruplara ayrılacakları için,
Yevmu't-teğâbun (‫)ٌوم التغابن‬, O günde mazlum zalime,
cehennemliklere üstün geldiği veya o gün insanlara gizli kaldığı için,
cennetlikler
Yevmu'l-haşr ve yevmu'l-cem (‫)ٌوم الحشر وٌوم الجمع‬, Mahlûkat o günde mevkıfta
toplanacağı için,
Yevmu'l-hîsâb (‫)ٌوم الحساب‬, İnsanlar amellere göre hesaba çekildikleri için,
Yevmu'l-hasre (‫)ٌوم الحسرة‬, Kâfir ve isyankârlar o gün, yaptıklarına pişman
oldukları için,
Yevmu'l-hulûd (‫)ٌوم الخلود‬, Oradaki hayat ebedî olduğu için,
Yevmu'l-âzife (‫)ٌوم اآلزفة‬, An be ân o güne yaklaşıldığı için,
Yevmu't-telâk (‫)ٌوم الطالق‬, Buluşma ve karşılaşma günü olduğu için,
Yevmu'l-vakti'l-ma'lûm (‫)ٌوم الوقت المعلوم‬, Allah katında belli olan vaktin günü
olduğu için,
Yevmu'l-vaîd (‫)ٌوم الوعٌد‬, Kendisiyle korkutulan, va'dedilmiş gün olduğu için.
Ayrıca, yevm kelimesine bir sıfat eklenerek yapılmış isimlendirmeler vardır.
Bunları da şöyle sıralayabiliriz: Yevmun asîr (‫ ٌوم عسٌر‬/ çetin gün), yevmun elîm ( ‫ٌوم‬
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Kur’ân’da Âhiret İnancı
‫ ألٌم‬/ acı gün), yevmun azîm, yevmun kebîr (‫ كبٌر‬/‫ ٌوم عظٌم‬/ büyük gün), yevmun
ma'lûm (‫ ٌوم معلوم‬/ bilinen gün), yevmun mecmûun lehu'n-nâs (‫ ٌوم مجموع له الناس‬/
insanların bir araya toplandığı gün), yevmun meşhûd (‫ ٌوم مشهود‬/ herkesin şâhid
olduğu, gördüğü gün), yevmun muhît (‫ ٌوم محٌط‬/ kuşatan gün), yevmun sakîl (‫ٌوم ثقٌل‬
/ ağır gün).
Bir de âhiret hayatının maddî yönlerine, mekânı haiz olduğuna delâlet eden eddâr tabirinin zarf-ı mekân yapılarak zikrolunduğu isimler vardır. Meselâ, dâru'lâhire (‫ دار اآلخٌرة‬/ âhiret yurdu), dâru'l-karâr (‫ دار القرار‬/ devamlı kalınacak, karar
kılınacak yer, vatan), dâru'l-huld (‫ دار الخلد‬/ sonsuzluk diyarı) böyledir.
Âhiret Günüyle İlgili Diğer Tabirler
Âhiret günüyle ilgili yukarıda sıraladığımız ifadelerin yanında, Kur’ân-ı Kerîm‘de
âhiret hayatının ilk merhaleleri olan kıyamet ve dirilişle ilgili olarak da pek çok tabir
kullanılmıştır. Bu tabirleri şöyle sıralayabiliriz:
Kıyamet manasında
kullanılan tabirler harf
ve vezinleri itibarıyla
lafız-mana ahengi
içinde öyle
seçilmişlerdir ki, âdeta
o günün dehşet ve
azametini kulaklara
taşırlar.
a. Kıyamet'in kopması, kâinatın tahribiyle alakalı tabirler: Kâinattaki nizamın
bozularak bu dünya hayatının son bulmasını ifade için kullanılan kıyamet tabiri,
Kur'ân-ı Kerim'de değişik şekilde ifade edilmiştir. Bunlardan en sık rastlananı essâ‘a (‫الساعة‬/saat) tabiridir. Bu kelime lügatte az bir vakti ifade etmek için kullanılır.
Akılları hayret ve dehşete düşüren kıyamet gününde olup-bitenleri saat gibi dar bir
zamana sıkıştırmak Kur'ân'ın i'câzına has, güzel bir ifadedir.
Kıyamet'in kopmasını ifade eden el-Hâkka (‫ )الحاقة‬tabiri ise, vukuu muhakkak,
gelmesi kesin ve şüphesiz olan şey demektir.
el-Kâria (‫ )القارعة‬tabiriyle isimlendirilmesi ise, insanları korku ve dehşete
düşürdüğü, o günde semanın yarılıp parçalandığı, arz ve dağların savrulup
dağıtıldığı, yıldızların ışığının sönüp etrafa saçıldığı içindir.
el-Azife (‫)الآلزفة‬, es-Sâhha (‫)الصاخة‬, el-Ğâşiye (‫)الغاشٌة‬, et-Tâmme (‫ )الطامة‬de
kıyamet için kullanılmış tabirlerdendir. Azife, yakın manasına gelir. Kıyamet günü,
dünyanın ömrüne nispetle yakın olduğu için bu isim verilmiştir. Sâhha, korku ve
dehşet vermesinden dolayı kulak verilen, dinlenilen şey demektir. Ğâşiye de
kıyamet korkusunun insanları bürüdüğünden veya cehennem ateşinin kâfirleri
kapladığından dolayıdır. Tâmme ise örtme manasındadır.
Dikkat edilirse bu tabirlerin hepsinde kulakları tırmalayan, gürültülü, insanın
kulağında zonklayan şiddetli bir ses vardır. Bu durum Kur'ân'ın mucizevî
özelliklerinden olan lafız-mana uyumundan kaynaklanmaktadır. Bu kelimeler hem
harf, hem vezinleri itibarıyla öyle seçilmişlerdir ki, âdeta kıyametin dehşet ve
korkusunu kulaklara taşırlar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Kur’ân’da Âhiret İnancı
b. Ölülerin diriltilerek kabirlerinden çıkarılmaları ve mahşer yerine sevk edilip
toplanmalarıyla alakalı tabirler: Kur'ân'ı Kerim'de insanların diriltilmeleri ba's, ihya,
i‘âde, teba'sür, haşr, neşr, neş'e-i uhra gibi çeşitli tabirlerle ifade edilmiştir.
Ba's lügatte bir şeyi mahallinden depretmek, hareket ettirip ayırmak manasına
gelir. Kıyamet gününe yevmu'l-ba's denmesi de o günde insanlar kabirlerinden
kaldırılarak hesap yerine götürüldükleri içindir.
Kur’ân’da dirilişle
alakalı ifadelerin her
biri, insanların yeniden
diriliş ve mahşer
yerinde toplanmalarıyla
alakalı farklı evrelere
işaret etmektedir.
َْ‫( وإِذا ا ْلقُ ُبو َُر ُب ْعثِرت‬İnfitâr, 82/4) âyetinde geçen ba'sere ise, dağıtmak, çevirmek, alt
üst etmek manalarındadır. Bu kelimenin, ba's ve isâre'den mürekkep olduğu da
söylenmiştir.
Ba's ile nuşûr arasında ise şöyle bir fark vardır: Ba'su'l-halk, insanları
kabirlerinden mevkıf yerine götürmek için çıkarmak manasındadır, ‫مَن َب َع َث َنا من مَّر َقد َنا‬
"... bizi kabrimizden kim kaldırdı?" (Yâ-sîn, 36/52) âyetinde olduğu gibi. Nuşûr ise,
ba's edilenlerin ve amellerinin zuhûru, gösterilmesidir. Neşertu ismek (ismini izhâr
ettim, yaydım) ve neşertu fazilete fulân (fulanın faziletini izhâr ettim, anlattım)
ifadelerinde bu mana vardır. Yeniden diriltilenlerin mahşer yerine sevkolunmalarını
ifade eden tabirlerden neşr aslında bir şeyi yayıp, her tarafından uzatmak
manasındadır. Zıddı tayy‘dır (dürmek). Kur'ân-ı Kerîm'de, ba's ve ihyâ mânasında
kullanıldığı gibi, dağılma ve yayılma manalarında da kullanılmıştır.
İhyâ da Kur'ân'da, öldükten sonra tekrar diriltmeyi ifadede çokça kullanılan
tabirlerdendir. İlk yaratmada canlılara ruh nefhedilmesi manasında kullanıldığı gibi,
ölüleri diriltme manasında da kullanılmıştır. ْ‫" َوكنتمْ أَم َواتْا ً َفؤَحٌَاكم‬Siz ölü varlıklar
hâlinde iken, size hayat verdik" (Bakara, 2/28) âyetindeki ihyâ, ilk yaratmada
canlıya ruh üflenmesi, ‫ك ب َقادرْ َعلَى أَن ٌحًٌَْ المَو َتى‬
َْ ‫" أَلٌَسَْ َذل‬...Bunları yapan ölüleri
diriltmeye de kâdir değil midir?!" (Kıyame, 75/40) âyetinde ise, ölülerin tekrar
diriltilmesi manasındadır. Bunlardan başka, ihyâ tabiri Kur'ân'da hidayet, ibkâ
(hayatta bırakmak), yeryüzünü bitkilerle canlandırmak manalarında da
kullanılmıştır. İâde ise, döndürmek manasındadır. Meâd, dönüş yeri, merci, âhiret
demektir.
Neş'e-i uhrâ, Kur’ân'da neş'e-i ûlâ'ya (ilk yaratılış) mukabil olarak kullanılmıştır.
Böylece dirilişin imkân dâhilinde olduğuna dâir bir delil olarak takdim edilmiştir.
Zira, bir şeyi ilkten yaratan tekrar yaratmaya da kadirdir.
Haşr, cem etmek, toplamak manasındadır. Aslında, bir topluluğu bulundukları
yerden harp ve benzeri bir maksattan dolayı çıkarmak demektir. Sadece topluluk
için kullanılır.
Cem ile haşr arasındaki farka gelince, haşr sevkederek cem etmek
manasındadır. Yevmu'l-haşr da bu manayı ifade etmektedir. Çünkü mahlukât o
günde toplanır ve hesap yerine sevkolunur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Tartışma forumu
Tartışma
Kur’ân’da Âhiret İnancı
• Kur'ân'da âhiret konusuna niçin
genişçe yer verilmiştir? Konuyu
gerekçeleri ile forumda tartışabilirsiniz.
KUR’ÂN’DA ÂHİRETİN YERİ VE ÖNEMİ
Kur'ân-ı Kerim'in, bütün dünya dinlerinin ilahî veya gayr-ı ilahî kitaplarından
farklı olan yönlerinin başında, âhiretle alakalı meselelere geniş yer vermesi gelir.
Kur'ân-ı Kerim‘de âhiretin yeri ve önemini gösteren durumları şöyle sıralayabiliriz:
a. Âhiret konusu Kur'ân'ın asıl maksatlarından biridir: Âhiret konusu bütün
müfessirlerin ittifakıyle, Kur’ân'ın asıl maksatlarından birisi olarak kabul edilmiştir.
Âhiret, Kur’ân’ın asıl
maksatlarından, temel
konularından biridir.
Kur’ân-Kerim'in asıl maksatları, esas mevzuları hakkında değişik tasnifler
bulunsa da pek çok tasnifte, aynı zamanda Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in Mekke
dönemindeki tebliğinin de temelini teşkil eden şu dört maksat vardır: Tevhid,
nübüvvet, âhiret ve ibadet. Bu konu, Kur'ân'ın hemen her sûresinde ele alınıp,
icmalî veya tafsilî olarak işlenmiştir. Nitekim, Şehate'nin Ehdâfu Külli Sûretin ve
makâsıduhâ (Kur’ân-ı Kerim'deki Bütün Sûrelerin Hedef ve Maksatları) adlı eserine
bakıldığında, bu durum açıkça görülecektir. Bu eserde Kur'ân'ın her sûresinde, o
surenin âyetlerine sirayet etmiş ve o sûrenin mebadî (prensipler), ahkâm, tevcihât
ve üslubuna hâkim olan bir rûh'un varlığından bahsediliyor ki, bu rûh, Kur'ân'ın aslî
maksatlarından olan tevhid, nübüvvet, haşir (âhiret) ve ibadettir. Bu maksatları
bütün sûrelerde sarih veya işarî bir tarzda bulmak zor değildir.
b. Âhiretle alakalı âyetler sayıca çoktur: Kur'ân-ı Kerim'de âhiretle, dolaylı olarak
ilgisi olan âyetler bir tarafa, doğrudan alakası olan âyetlerin sayısı bin dokuz yüz
civarında olup Kur’ân'ın üçte biri dolayındadır.
c. Âhiret hayatının çeşitli safhalarına geniş bir şekilde yer verilmiştir: Kur'ân-ı
Kerim'de âhiret mevzusu bütün teferruatıyla anlatılmıştır. İnsanın ölüm
hengâmında melekler tarafından rûhunun kabzedilmesi, kıyamet alametleri,
kıyametin vukuu esnasında kainat çapında meydana gelen dehşetli hadiseler, sûra
üfürülmesi, insanların yeniden diriltilerek kabirlerinden çıkarılmaları, mahşer
yerine sevkolunmaları, hesaba çekilmeleri, bu esnadaki karşılıklı konuşmalar, amel
defterlerinin dağıtılması, insanların gruplara ayrılarak cennet ve cehenneme
sevkolunmaları, cennet nimetleri ve cehennem azapları, cennet ve
cehennemdekilere melekler tarafından yapılan hitaplar, cennetliklerle
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Kur’ân’da Âhiret İnancı
cehennemlikler arasında cereyan eden karşılıklı konuşmalar, cennet ve cehennem
hayatının ebedî oluşları gibi meseleler, Kur’ân'da geniş bir şekilde anlatılan âhiretle
alakalı meselelerdendir.
d. Bazı sûreler kıyamet günü manasına gelen tabirlerle veya o günde vuku bulan
hadiselerle isimlendirilmiştir: Kıyame, Hakka, Karia, Ğaşiye, İnfitar, İnşikak, Tekvîr
gibi.
e. Pek çok âyette Allah'a imânla âhirete imân birlikte zikredilmiştir: Meselâ, َّْ‫َولَكن‬
ْ‫الل َوالٌَومْ اآلخر‬
ّْ ‫" البرَّْ مَنْ آمَنَْ ب‬Fakat birr, Allah'a ve âhiret gününe… imân etmektir."
(Bakara, 2/177) ْ‫الل َوالٌَومْ اآلخر‬
ّْ ‫" إن كنتمْ تإمنونَْ ب‬Eğer, Allah'a ve âhiret gününe imân
ediyorsanız..." (Nisâ, 4/59; Nûr, 24/2) gibi pek çok âyette Allah'a ve âhiret gününe
imân birlikte zikrolunmuştur. Bu durum âhirete imânın Allah'a imândan hemen
sonra geldiğini gösterdiği gibi, âhirete imân olmadan Allah'a imân'ın da fayda
vermeyeceğini ve gerçek bir imân olmayacağını göstermektedir.
f. Cenab-ı Hakk, öldükten sonra dirilme ve va'd ettiği uhrevî şeyler hakkında
yemin etmiştir: Cenab-ı Hakk'ın âhiretle alakalı yeminleri üç çeşittir:
1. Çeşitli varlıklarla âhiretle alakalı meselelere yemin etmesidir. Şu âyetlerde
olduğu gibi:
ُّ ‫َو‬
ْ‫( َوالبَحر‬5) ْ‫( َوالسَّقفْ المَرفوع‬4) ْ‫( َوالبٌَتْ المَعمور‬3) ْ‫( فً رَ قْ مَّنشور‬2) ْ‫( َوك َتابْ مَّسطور‬1) ْ‫الطور‬
َ
َ
َ
ْ‫( مَا لهْ من دَافع‬7) ْ‫( إنَّْ َعذابَْ رَ بِّكَْ ل َواقع‬6) ْ‫المَسجور‬
Kur’ân’ın yaklaşık üçte
biri âhiretle alakalı
konulara dairdir.
“Tûr'a, yayılmış ince deri üzerine satır satır yazılmış Kitab'a, Beyt-i Ma'mûr'a,
yükseltilmiş tavana, dolu denize yemin olsun ki, Rabbinin azabı mutlaka vuku
bulacaktır. O'na engel olacak hiç bir şey yoktur.“ (Tûr, 52/1- 7 ).
2. Cenab-ı Hakk'ın âhiretin vukuuna dâir bizzat kendi adına yemin etmesidir. Şu
âyette durum böyledir: َْ‫ل مَا أَ َّنكمْ َتنطقون‬
َْ ‫" َف َورَ بِّْ ال َّسمَاء َواْلَرضْ إ َّنهْ لَحَ قْ مِّث‬Sema ve arzın
Rabbine yemin olsun ki, o sizin konuşmanız gibi gerçektir." (Zâriyât, 51/23). Bu
âyette Yüce Allah, haber verdiği şeylerin muhakkak vuku bulacağını, insanoğlunun
konuşmasının ve varlığının katiyyetine benzetmiştir.
3. Bazen de Cenab-ı Hak, bizzat kıyamet'in kendisine yemin etmiştir. Meselâ,
ْ‫" وَْالٌَومْ المَوعود‬Va'dolunan güne yemin olsun ki..." (Burûc, 85/2) âyeti böyledir. Bu
hususta bir diğer misâl ise, ْ‫ّل أقسمْ بٌَومْ القٌَامَة‬
ْ َ (Kıyame, 75/1) âyetidir. Burada mana,
"kıyamet kesin olacak bir şeydir, yemine bile hacet yoktur" şeklindedir. Bu güne
yemin ise, vukuunu tekid, şanını yüceltmek ve nazarları o güne çevirmek içindir.
Şu üç âyette ise, peygamber Efendimiz âhiret hakkında yemin etmekle
emrolunmuştur: ْ‫ك أَحَ قْ هوَْ قلْ إي َورَ بًِّ إ َّنهْ لَحَ ق‬
َْ ‫" َوٌَس َتنبئو َن‬Sana o gerçek midir? diye
soruyorlar. De ki, Rabbime yemin olsun ki, evet! O gerçektir..." (Yunus, 10/53), ‫ل‬
َْ ‫َو َقا‬
َّ
َّ
َ
َ
َ
ْ‫ّل َتؤتٌ َنا السَّا َعةْ قلْ َبلى َورَ بًِّ ل َتؤت ٌَنكمْ عَالمْ الغَ ٌب‬
ْ ‫" الذٌنَْ َك َفروا‬İnkârcılar, kıyamet bize gelmeyecek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Kur’ân’da Âhiret İnancı
dediler. De ki hayır! Gaybı bilen Rabbimin hakkı için o mutlaka size gelecektir"
(Sebe, 34/3), َّْ‫" َز َع َْم الَّذٌنَْ َك َفروا أَن لَّن ٌبعَثوا قلْ َبلَى َورَ بًِّ لَتبعَثن‬İnkârcılar asla
diriltilmeyeceklerini iddiâ ettiler. Deki, hayır! Rabbime yemîn olsun ki muhakkak
diriltileceksiniz.." (Teğabun, 64/7)
KUR’ÂN’DA ÂHİRET HAYATININ TEMEL ÖZELLİKLERİ
Kur’ân’da âhiret hayatıyla ilgili bir kısım özellikler ortaya konmaktadır.
Maddeler hâlinde sunmaya çalışalım.
Dünyaya tekrar dönüş yoktur
Kur'ân-ı Kerim'de, insanın yeniden diriltilişinin kıyamet günü olacağı, iâde
tabirinden insanların kıyamet gününde tekrar diriltilmelerinin kast olunduğu, bu
diriltmenin bir defâya mahsus olduğu ve ölümden sonra tekrar dünyaya dönüşün
asla mümkün olmayacağı açık bir şekilde ifade edilmiştir. Bu hususta pek çok âyet
vardır. İşte bunlardan birisi:
Kur’ân, dünyaya tekrar
dönüş olmayacağını
kesin bir dille ifade
etmektedir.
‫الَّ إ َّنهَا َكلمَةْ هوَْ َقائلهَا‬
ْ ‫( لَ َعلًِّ أَعمَلْ صَالحً ا فٌمَا َترَ كتْ َك‬99) ْ‫ل رَ بِّْ ارجعون‬
َْ ‫حَ َّتى إ َذا جَ اء أَحَ دَهمْ المَوتْ َقا‬
(100) َْ‫َومن َورَ ائهم بَر َزخْ إلَى ٌَومْ ٌبعَثون‬
"Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında der ki, Rabbim! Beni geri gönder.
Tâ ki, boşa geçirdiğim dünya hayatında iyi ameller işleyeyim. Hayır! O, söylediği boş
bir laftan ibarettir. Onların arkalarında ise, yeniden diriltilecekleri güne kadar bir
berzah vardır." (Mü'minûn, 23/99-100).
Bu âyet dünyaya yeniden gelmenin olmayacağını açık ve kesin bir şekilde ifade
ediyor. Nitekim Muhammed İkbâl, "Kur'ân-ı Mubîn'de iyice açıklanmış ve hiçbir fikir
kargaşasına yer vermeyecek mahiyette olan üç noktaya dikkat etmemiz gerekir"
dedikten sonra ikinci noktada: "Kur'ân-ı Kerîm'e göre bu dünyaya yeniden gelmek
imkânsızdır. Bu husus şu âyette gayet sarîh bir şekilde açıklanmıştır: ..." diyerek,
yukardaki âyeti zikretmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm dünyaya yeniden dönüş isteğinin boş bir laf olduğunu ifade
ederken tekid sadedinde ‫" إ َّنهَا َكلمَةْ هوَْ َقائلهَا‬o, söylediği boş bir laftan ibarettir."
buyurmuştur.
َْ‫ َومن َورَ ائهم بَر َزخْ إ َلى ٌَومْ ٌبعَثون‬ifadesi de onların diriltilecekleri güne kadar berzah
âleminde bekleyeceklerini, yani dünya hayatıyla âhiret hayatı arasında bir hayatta
olacaklarını, dünyaya dönemeyeceklerini belirtmektedir.
Dünyaya tekrar dönüşün olmayacağını ifade eden diğer âyetlerden bir kısmı
şunlardır:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Kur’ân’da Âhiret İnancı
‫( بَلْ َب َدا لَهم مَّا‬27) َْ‫ّلَ ن َك ِّذبَْ بآٌَاتْ رَ ِّب َنا َو َنكونَْ منَْ المإمنٌن‬
ْ ‫َولَوْ َترَ ىَْ إذْ وقفواْ َعلَى ال َّنارْ َف َقالواْ ٌَا لٌَ َت َنا نرَ ُّْد َو‬
(28) َْ‫َكانواْ ٌخفونَْ من َقبلْ َولَوْ ردُّواْ لَعَادواْ لمَا نهواْ عَنهْ َوإ َّنهمْ لَ َكاذبون‬
"Onların, ateşin karşısında durdurulup, âh! Keşke dünyaya geri gönderilsek de
bir daha Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak! dediklerini bir
görsen! Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) kendilerine
göründü. Onlar dünyaya geri gönderilseler bile, yine nehyolundukları şeyleri
mutlaka tekrar yaparlardı. Onlar kesinlikle yalancıdırlar." (En'âm, 6/27-28),
‫ق َفهَل لَّ َنا من‬
ِّْ َ‫ّلَّ َتؤوٌلَهْ ٌَو َْم ٌَؤتً َتؤوٌلهْ ٌَقولْ الَّذٌنَْ َنسوهْ من َقبلْ َقدْ جَ اءتْ رسلْ رَ ِّب َنا بالح‬
ْ ‫هَلْ ٌَنظرونَْ إ‬
(53) َْ‫ل عَنهم مَّا َكانواْ ٌَف َترون‬
َّْ ‫ض‬
َْ ‫ش َفعَاء َفٌَش َفعواْ لَ َنا أَوْ نرَ ُّْد َف َنع َم‬
َ ‫ل غٌَرَْ الَّذي ك َّنا َنعمَلْ َقدْ َخسرواْ أَنفسَهمْ َو‬
"...Acaba şimdi bizim için şefaatçiler var mı ki, bize şefaat etsinler, ya da
dünyaya geri gönderilsek de yapmış olduğumuz amellerden başkasını yapsak.
Onlar kendilerine yazık ettiler ve uydurdukları şeyler de kaybolup gitti." (A'raf,
7/53)
(108) ْ‫ل اخسَإوا فٌهَا َوّل ت َكلِّمون‬
َْ ‫( َقا‬107) َْ‫رَ َّب َنا أَخرج َنا منهَا َفإنْ عد َنا َفإ َّنا َظالمون‬
"Rabbimiz bizi cehennemden çıkar, eğer bir daha dönersek o zaman gerçekten
zalimlerdeniz. Allah buyurdu ki, susun! Konuşmayın!.." (Mü'minûn, 23/107-108).
En'âm, 28. âyetteki, ْ‫" َو َلوْ ردُّواْ َلعَادواْ لمَا نهواْ عَنه‬Eğer dünyaya geri döndürülselerdi
nehyolundukları şeyleri mutlaka tekrar yaparlardı." ifadesi konumuz açısından çok
önemlidir. Çünkü bu ifadeyle, farazâ o insanlar dünyaya tekrar gelseler de yine aynı
şeyleri yapıp Allah'ın yasak ettiği şeyleri işleyecekleri bildirilerek, insanların bu
dünyaya neden bir kere daha gönderilmediklerinin hikmeti beyân edilmiştir.
Diriliş Cismanîdir
Çok sayıda âyet,
öldükten sonraki
dirilişin hem
manevi/ruhani hem de
maddî/cismanî
olacağını
bildirmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan âhiret hayatının temel özelliklerinden birisi de âhiret
hayatının sadece ruhânî bir hayat olmayıp maddî/cismanî yönünün de olduğu
gerçeğidir. Kur’ân-ı Kerîm’de dirilişle insanların yeni bir bedenle kabirlerinden
çıkarılıp haşrolunmaları kastedilir. Zaten inkârcıların asıl itiraz ettikleri konu,
dirilişin bu yönüdür. Yani çürüyüp toprak hâline gelmiş bedenlerin yeniden inşâ
edilip diriltilmeleridir. Bu yüzden cismanî dirilişin aklen mümkün olduğuna, Yüce
Allah’ın insanları başlangıçta yarattığı gibi, kıyamet gününde tekrar dirilteceğine
dair pek çok delil sıralanmıştır. Cismanî dirilişin aklen mümkün olduğuna dâir
zikredilen bütün bu âyetler haşrin, öldükten sonra tekrar dirilmenin cismanî
olduğunun, hiç bir şüpheye yer bırakmayacak derecede apaçık delilidirler. Burada
misal olarak, bazı âyetlere değineceğiz.
Hz. İbrahîm, Hz. Uzeyr, Ashab-ı Kehf kıssaları ve dirilişle alakalı diğer kıssalar,
dirilişin cismanî olduğunun kesin delilleridir. Keza, öldükten sonra tekrar dirilmeyi
inkâr edenlerin, َْ‫" َقالوا أَئ َذا مت َنا َوك َّنا ترَ ابًا َوع َظامًا أَئ َّنا لَمَبعوثون‬Biz ölüp toprak ve kemik
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Kur’ân’da Âhiret İnancı
hâline gelince mi!? Tekrar mı diriltileceğiz!?" (Mü'minûn, 23/82; Sâffât, 37/16;
Vâkıa, 56/47)
(12) ْ‫( َقالوا تلكَْ إ ًذا َكرَّةْ َخاسرَ ة‬11) ‫أَئ َذا ك َّنا ع َظامًا َّنخرَ ًْة‬
Cennet hayatı her
yönüyle mükemmel
olduğu gibi, cismanî
nimetler açısından da
öyledir.
"Biz tekrar ilk hâlimize mi döndürülecek mişiz?! Çürümüş kemikler hâline
geldikten sonra mı?! Dediler ki, bu o zaman zararlı bir dönüştür!" (Nâziât, 79/1012) gibi sözlerle şiddetli inkârları, dirilişin cismanî olduğunun beyan edilmesinden
dolayıdır. Aksi hâlde onlar bu şekilde şiddetli inkârda bulunmazlardı. Çünkü hemen
hemen bütün toplumlarda görüldüğü gibi, onlar da öldükten sonra rûhun bakî
kaldığına dâir, bâtıl ve hurafe de olsa, birtakım inançlara sahip idiler. Dolayısıyla
ruhların haşrini bu derece şiddetle inkâr etmeleri söz konusu değildir. Onlar
bedenlerin yeniden diriltilmesini inkâr ediyorlardı. Nitekim, ْ‫مَنْ ٌحًٌ الع َظا َْم وَْهًَْ رَ مٌم‬
"Bu çürümüş kemikleri kim diriltecek?!" (Yâ-sîn, 36/78) diye meydan okuyan
inkârcı, eline çürümüş kemikleri alarak, o kemiklerin nasıl tekrar diriltilip hayat
kazanacaklarını, böyle bir şeyin olamayacağını söylemesi üzerine, daha sonraki
âyetlerle cevap verilmesi, bu inkârın cismanî diriliş hakkında olduğunun açık
delilidir. Zaten, Kur'ân'da İslâm filozoflarının ele alışlarının aksine, insandan bir
bütün olarak bahsedilmiş, beden rûh ayırımı yapılmamış, bedensiz rûhlardan
bahsedilmemiştir.
Yine Kur'ân'da tafsilatlı bir şekilde anlatılan cennet ve cehennem hayatı,
cennetteki yiyecek ve içecekler, ağaçlar ve ırmaklar, saraylar, cennet hurileri,
cehennem azabı, cehennemin yakacağı, kaynar sular; bu hayatın cismanî
olduğunun açık delilleridir. İşte bir kaç âyet:
‫( َعلَى سر ْر‬14) َْ‫( َو َقلٌلْ مِّنَْ اآلخرٌن‬13) َْ‫( ثلَّةْ مِّنَْ اْلَوَّ لٌن‬12) ْ‫( فً جَ َّناتْ ال َّنعٌم‬11) َْ‫ك الم َقرَّ بون‬
َْ ‫أولَئ‬
َ
َ
َّ
‫( بؤك َوابْ َوأبَارٌقَْ َو َكؤسْ مِّن‬17) َْ‫( ٌَطوفْ َعلٌَهمْ ولدَانْ م َُّخلدون‬16) َْ‫( م َّتكئٌنَْ َعلٌَهَا م َت َقابلٌن‬15) ْ‫مَّوضو َنة‬
(21) َْ‫( َولَحمْ َطٌرْ ِّممَّا ٌَش َتهون‬20) َْ‫( وَ َفاكهَةْ ِّممَّا ٌَ َت َخٌَّرون‬19) َْ‫صدَّعونَْ عَنهَا َوّل ٌنزفون‬
َ ٌ ‫( ّل‬18) ْ‫مَّعٌن‬
َ
َ
ُّ
َ
َ
َ
َ
َ
‫( ّل ٌَسمَعونَْ فٌهَا لغ ًوا َوّل تؤثٌمًا‬24) َْ‫( جَ زاء بمَا كانوا ٌَعمَلون‬23) ْ‫( كؤمثالْ اللإلإْ المَكنون‬22) ْ‫َوحورْ عٌن‬
ْ‫( وَ َطلح‬28) ْ‫( فً سدرْ مَّخضود‬27) ْ‫( وَ أَصحَ ابْ الٌَمٌنْ مَا أَصحَ ابْ الٌَمٌن‬26) ‫الً سَالمًا سَالمًا‬
ْ ٌ‫ّل َّ ق‬
ْ ‫( إ‬25)
ْ‫( َوفرش‬33) ْ‫ّل َّ مَقطوعَةْ َوّل مَمنوعَة‬
ْ (32) ْ‫( وَ َفاكهَةْ َكثٌرَ ة‬31) ْ‫( َومَاء مَّسكوب‬30) ْ‫( وَ ظلْ مَّمدود‬29) ْ‫مَّنضود‬
ْ‫( ِّْلَصحَ ابْ الٌَمٌن‬37) ‫( عربًا أَترَ ابًا‬36) ‫( َفجَ عَل َناهنَّْ أَب َكارً ا‬35) ‫( إ َّنا أَن َشؤ َناهنَّْ إن َشاء‬34) ْ‫مَّرفوعَة‬
Cennet hayatı gibi,
cehennem hayatının da
sonsuz ve kesintisiz
olduğuna dair çeşitli
âyetler vardır.
"Önde olanlar önde olanlar, İşte onlar mukarrebûndur. Naîm cennetlerinde...
Çoğu öncekilerden, az bir kısmı da sonrakilerdendir. Cevherlerle işlenmiş tahtlar
üzerinde, karşılıklı oturup yaslanırlar. Etraflarında ebedîleştirilmiş çocuklar dolaşıp
dururlar. Maîn'den doldurulmuş testiler, ibrikler ve kâselerle. Ondan dolayı ne
başları ağırır, ne de akılları gider. Ve beğendikleri meyveler... İştahlarının çektiği
kuş etleri. İri gözlü hûrîler. Saklı inciler misâli... Yaptıklarına bir mükâfat olarak.
Orada ne boş laf ne de günah söz işitirler. Sadece selâm! selâm! denilir. Ve ashab-ı
yemîn, ne mutlu ashâb-ı yemîn'e! Onlar dalbastı kirazlar, sıra sıra dizili muzlar,
uzun gölgeler, bolca dökülen sular, kesintisiz, yasaksız çokça meyveler içindedirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Kur’ân’da Âhiret İnancı
Bir de yüksek döşekler... Biz o kadınları eşsiz bir şekilde yarattık ve onları bâkireler
kıldık. Kocalarına düşkün, hep aynı yaşta... Ashâb-ı yemîn için." (Vakıa, 56/10-38)
Kur'ân-ı Kerîm'de cismanî haşr bu derece açık olarak bildirildiği içindir ki, Kur'ânı Kerîmle cismanî haşri inkârın bir kalpte birlikte bulunamayacağı söylenmiştir.
Aslında dünyâ, âhiretin bir fihristesi hükmündedir. Dünya hayatında insanlara
tattırılan cismanî lezzetler birer numûnedir. Asıllarına teşvîk etmek içindir.
Buradaki tattırma, cennetlerde ebedî âleme lâyık nimetler hazırlandığına delâlet
etmektedir. Bu dünya hayatında cismanî bir hayat yaşayıp, cismanî nimetlerden
istifade ettiği hâlde, bunların daha mükemmel bir şekilde âhirette bulunacağını
kabul etmeyip inkâr eden bir insanın ne derece tututarsızlık içinde olacağı
âşikârdır.
Âhiret Hayati Ebedîdir
Kur’ân’da âhiret
hayatına dair bilgiler,
hem naklîdir; hem de
aklîdir.
Bireysel Etkinlik
Kur'ân-ı Kerimde pek çok âyette cennet ve cehennemden bahsedilirken َْ‫َخالدٌن‬
‫" فٌهَا أَ َب ًدا‬Orada ebedî (sonsuz) olarak kalacaklardır." (Nisâ, 4/57; Maide, 5/119;
Ahzâb, 33/65; Cin, 72/23 ...) ifadesiyle cennet ve cehennem hayatının sonsuz
olduğu ifade edilmiş; yine, ْ‫ل َم َكانْ َومَا هوَْ ب َمٌِّت‬
ِّْ ‫ّلَ ٌَ َكادْ ٌسٌغهْ َوٌَؤتٌهْ المَوتْ من ك‬
ْ ‫" ٌَ َتجَ رَّ عهْ َو‬İrinli
suyu içmeye çalışır fakat boğazından geçiremez. Ona her taraftan ölüm gelir, fakat
o ölmez." (İbrahîm, 14/17), ْ‫ّل ٌ َخفَّفْ عَنهم مِّن‬
َْ ‫ّل ٌقضَى َعلٌَهمْ َفٌَموتوا َو‬
َْ ‫َوالَّذٌنَْ َك َفروا لَهمْ َنارْ جَ َه َّن َْم‬
‫" َع َذابهَا‬İnkâr edenlere de cehennem ateşi vardır. Öldürülmezler ki ölsünler,
cehennem azabı da onlara biraz olsun hafifletilmez." (Fâtır, 35/36), ‫ّل ٌَذوقونَْ فٌهَا‬
َْ
ْ‫ّل المَو َت َْة اْلولَى َو َو َقاهمْ َع َذابَْ الجَ حٌم‬
َّْ ‫(" المَوتَْ إ‬Cennetlikler) ilk tattıkları ölüm dışında orada
artık ölüm tatmazlar. Ve Allah onları cehennem azabından korumuştur." (Duhân,
44/56) gibi âyetlerde de cennet ve cehennemde ölüm olmadığı, hem cennetliklerin
hem de cehennemliklerin bulundukları mekânlarda ölümsüz olarak kalacakları
ifade edilmiştir. Bu husus itiraza yer bırakmayacak bir şekilde açık ve kesindir.
• Kur'ân ayetleri çerçevesinde, Kur'ân'da
anlatılan âhiret hayatının temel
özellikleri hakkında düşününüz.
KUR’ÂN’DA ÂHİRET İNANCININ AKLÎ YÖNLERİ
Kur'ân-ı Kerîm'de âhiretle alakalı mevzular sadece naklî olarak ele alınmamış,
öldükten sonra yeniden dirilişin aklen mümkün olduğu ve vukuunu gerektiren
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Kur’ân’da Âhiret İnancı
sebep ve deliller üzerinde de durulmuştur. Pek çok âyette âhireti ve öldükten
sonra dirilmeyi inkâr edenlerin şüphe ve iddiâlarına cevaplar verilmiş, kıyamet
günü gerçekleşecek olan yeniden dirilişin Allah için çok kolay olduğu, çeşitli
şekillerde izah edilerek, bu konu akla yaklaştırılmıştır. Sunulan delilleri maddeler
hâlinde sıralayalım.
İlk Yaratan Yeniden Diriltmeye de Kadirdir
Kurân-ı Kerîm'de öldükten sonra yeniden diriliş meselesinin aklen mümkün
olduğu ispat edilirken ve bu husustaki şüphe ve itirazlara cevap verilirken, sık sık,
bir şeyi bir kere yaratanın tekrar yaratmaya (ihyâ) da kadir olduğu ifade edilmiş,
nazarlar insanların ilk yaratılışına çevrilerek, ilk yaratılışın düşünülmesi istenmiştir.
Bir âyette şöyle buyruluyor: ‫ّل ٌَذكرْ اإلنسَانْ أَ َّنا‬
َْ ‫ت ْلَسَوفَْ أخرَ جْ حَ ًٌّا أَ َو‬
ُّْ ‫َوٌَقولْ اإلنسَانْ أَئ َذا مَا م‬
‫" َخلَق َناهْ من َقبلْ َولَمْ ٌَكْ َشٌ ًئا‬İnsan der ki, ben öldükten sonra diriltilip kabrimden dışarı mı
çıkarılacak mışım!? İnsan daha önce hiç bir şey değilken kendisini yarattığımızı
hatırlamıyor mu?" (Meryem, 19/70)
Gören gözler için, bahar
mevsiminde
yeryüzünde haşrin
sayısız örnekleri vardır.
Bu âyette öldükten sonra dirilmeyi aklına sığdıramayan insana karşı, insanın
daha önceleri varlık âleminde hiç yokken, isminden bahsedilen bir şey değilken
varedilmesine, ortaya çıkarılmasına dikkat çekilmiş, insanı bir kere yaratanın tekrar
yaratmaya da kadir olduğu ifade edilmiştir.
Yâ-sîn suresinde de bu konuda şöyle buyrulur:
ًٌ‫ل مَنْ ٌح‬
َْ ‫( َوضَرَ بَْ لَ َنا َم َثالًْ َو َنسًَْ َخل َقهْ َقا‬77) ْ‫أَ َولَمْ ٌَرَْ اإلنسَانْ أَ َّنا َخلَق َناهْ من ُّنط َفةْ َفإ َذا هوَْ َخصٌمْ مُّبٌن‬
(79) ْ‫ل َخلقْ عَلٌم‬
ِّْ ‫ل مَرَّ ةْ َوهوَْ بك‬
َْ َّ‫( قلْ ٌحٌٌهَا الَّذي أَن َشؤَهَا أَو‬78) ْ‫الع َظا َْم َوهًَْ رَ مٌم‬
"İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmüyor mu ki apaçık düşman
kesiliyor!? Bir de kendi yaratılışını unutup bize bir misâl getirdi. Dedi ki, bu çürümüş
kemikleri kim diriltecek?! De ki, onları ilk defâ yaratan diriltecek. O her türlü
yaratmayı bilendir. " (Yâ-sîn, 36/77-79).
Bu âyetlerin sebeb-i nüzulü hakkında şu hâdise anlatılır:
‫أن جماعة من كفار قرٌش منهم أبًّْ بن خلف الجمحً وأبو جهل والعاصً بن وائل والولٌد بن المغٌرة‬
‫ والالت والع ّزى‬:‫ ثم قال‬،‫ إنّْ هللا ٌبعث اْلموات‬،‫ أّل ترون إلى ما ٌقول محمد‬:ًّْ‫ فقال لهم أب‬،‫تكلموا فً ذلك‬
‫ أترى هللا ٌحًٌ هذا بعد ما قد‬،‫ ٌا محمد‬:‫ وأخذ عظمْا ً بالٌْا ً فجعل ٌفته بٌده وهو ٌقول‬.‫ْلصٌرنّْ إلٌه وْلخصمنه‬
" ‫ " نعم ويبعثك ويدخلك جهنم‬:‫ قال صلى هللا علٌه وسلم‬.‫ر ّْم‬
"İçlerinde Ubeyy b. Halef, Ebû Cehil, As b. Vâil, Velîd b. Muğîre'nin de bulunduğu
Kureyş kâfirlerinden bir grup kendi aralarında, öldükten sonra dirilme hakkında ileri
geri konuşurlarken Ubeyy arkadaşlarına der ki: "Muhammed'in şu dediğine bakın!
Allah ölüleri tekrar diriltecekmiş!? Lat ve Uzza'ya yemin ederim ki, O'nun yanına
varıp tartışacağım!" Ubeyy çürümüş bir kemik alır, (peygamberimizin yanına varır.)
Elindeki kemiği ufalayarak şöyle der: "Yâ Muhammed! Bu kemik çürüyüp
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Kur’ân’da Âhiret İnancı
dağıldıktan sonra Allah bunu nasıl diriltecek!? Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v)
şöyle der: Evet, seni diriltecek ve Cehenneme sokacak! (Daha sonra bu âyetler nazil
olur)."
İnsanın Yaratılış Evreleri
Kur'ân-ı Kerim'de, öldükten sonra tekrar dirilişi akıllara yakınlaştırmak,
inkârcıları susturmak için sık sık insanın yaratılış evrelerine, neden yaratıldığına
bakması istenir. Çünkü insanın yaratılışı Allah'ın sonsuz kudretini açık bir şekilde
akıllara gösteren ve devamlı olarak tekrarlanan eşsiz bir mucizedir. Böyle bir
mucizeye şahid olan, hakkıyla düşünüp teemmül eden insanın öldükten sonra
diriliş hakkında hiçbir şüphesi kalmaz. Burada örnek olarak Hacc sûresi, 5-7.
âyetleri sunalım:
‫ٌَا أَ ٌُّهَا الَّْناسْ إن كنتمْ فً رَ ٌبْ مِّنَْ البَعثْ َفإ َّنا َخلَق َناكم مِّن ترَ ابْ ث َّْم من ُّنط َفةْ ث َّْم منْ َعلَ َقةْ ث َّْم من مُّضغَةْ م َُّخلَّ َق ْة‬
‫الً ث َّْم ل َتبلغوا أَشدَّكمْ َومنكم مَّن‬
ْ ‫َوغٌَرْ م َخلَّ َقةْ لِّن َبٌِّنَْ لَكمْ َونقرُّْ فً اْلَرحَ امْ مَا َن َشاء إلَى أَجَ لْ ُّم َس ًّمى ث َّْم نخرجكمْ طف‬
َ
َ
َ ‫ٌ َت َو َّفى َومنكم مَّن ٌرَ ُّْد إلَى أَر َذلْ العمرْ ل َكٌال ٌَعلَ َْم من بَعدْ علمْ َشٌ ًئا َو َترَ ى اْلَرضَْ هَام َدًْة َفإذا أ‬
‫نزل َنا َعلٌَهَا المَاء‬
ْ‫ل َشًءْ َقدٌر‬
ِّْ ‫ق َوأَ َّنهْ ٌحًٌ المَو َتى َوأَ َّنهْ َعلَى ك‬
ُّْ َ‫هللا هوَْ الح‬
ََّْ َّْ‫ك بؤَن‬
َْ ‫( َذل‬5) ْ‫ل َزوجْ بَهٌج‬
ِّْ ‫اه َت َّزتْ َورَ بَتْ َوأَن َب َتتْ من ك‬
(7) ْ‫هللا ٌَب َعثْ مَن فً القبور‬
ََّْ َّْ‫ّلَّ رَ ٌبَْ فٌهَا َوأَن‬
ْ ْ‫( َوأَنَّْ السَّا َع َْة آتٌَة‬6)
Ölümün kardeşi olan
uyku, âhiretin varlığı
için bir kanıttır.
“Ey insanlar eğer öldükten sonra tekrar dirilme hakkında bir şüphe içinde iseniz,
düşününüz, biz sizi topraktan sonra nutfeden, sonra alakadan (rahim cidarına
yapışan nesne), sonra muhallak ve muhallak olmayan (belirli ve belirsiz) bir
mudğadan (bir çiğnemlik et parçası) yarattık ki, size beyân edelim. Ve dilediğimizi
belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde tutarız, sonra sizi bir bebek olarak çıkarırız.
Sonra da yetişkinlik çağına... Sizden kimisi vefât eder, kimisi de bir şeyler bilir
vaziyetten sonra hiç bir şey bilmez bir hâle gelmek üzere erzel-i ömre çevrilir. Yer
yüzünü kupkuru, sönük bir hâlde görürsün, fakat ona yağmur yağdırdığımızda,
kıpırdanır, kabarır ve her çiftten iç açıcı bitkiler verir. Çünkü Allah Hakk'tır, O ölüleri
diriltir ve O her şeye kadîrdir. Hiç şüphesiz kıyamet de gelecektir ve Allah kabirlerde
olanları diriltir." (Hac, 22/5-7).
Bu âyetlerde zikri geçen insanın yaratılış evrelerinden her biri, başlı başına bir
mucize olup Yüce Yaratıcının sonsuz kudretini gösterdikleri gibi, insanları tekrar
diriltmeye kadir olduğunun da delilleridir.
Yeryüzünün Bitkilerle Canlandırılması
Kur'ân-ı Kerim'de öldükten sonra tekrar dirilmeyi akla yakınlaştırmak için
sunulan misâllerden biri de ölü hâldeki arzın bahar mevsiminde tekrar canlanması,
kuru ağaçların yaprak, çiçek ve meyvelerle süslenmeleridir. Bir nevi diriliş olan bu
işleri yapan Zât'a ölüleri diriltmek ağır gelmez. Bu konudaki âyetlerden birinde
şöyle buyrulur: ‫ك لَمحًٌ المَو َتى َوهوَْ َعلَى‬
َْ ‫هللا َكٌفَْ ٌحًٌ اْلَرضَْ بَع َْد مَوتهَا إنَّْ َذل‬
َّْ ْ‫َفانظرْ إلَى آ َثارْ رَ حمَت‬
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Kur’ân’da Âhiret İnancı
ْ ‫ل َشًءْ َقد‬
‫ٌر‬
ِّْ ‫" ك‬Allah'ın rahmet eserlerine bak! Ölümünden sonra yeryüzünü nasıl
diriltiyor. İşte O ölüleri de diriltecektir. O her şeye kâdirdir" (Rûm, 30/50).
İlkbahar, insanın bebeklik ve çocukluk, yaz, gençlik ve olgunluk, sonbahar,
ihtiyarlık, kış ise, ölüm ve kabir hayatına benzemektedir. Kış mevsimini yeni bir
bahar beklediği gibi, ölümü de yeni bir diriliş beklemektedir.
İnsanın devamlı olarak her yıl müşahede ettiği bahar mevsimindeki yaprak,
çiçek, meyve gibi rahmet eserleriyle, haşr ve neşrin pek çok numuneleri
sergilenmektedir.
Göklerin ve Yerin Yaratılması
Yeniden dirilişin Allah için ne derece kolay olduğunu göstermede delil olarak
sunulan âyetlerden bir kısmı da gökleri ve yeri yaratanın ölüleri tekrar diriltmekten
âciz kalmayacağını ifade etmektedir. Çeşitli âyetlerde bu duruma işaret edilmiştir.
Bu âyetlerden birinde şöyle buyruluyor: ًَْ‫َاواتْ َواْلَرضَْ َولَمْ ٌَع‬
َّْ َّْ‫أَ َولَمْ ٌَرَ وا أَن‬
َ ‫هللاَ اْلَّذي َخلَقَْ ال َّسم‬
ْ‫ل َشًءْ َقدٌر‬
ِّْ ‫" ب َخلقهنَّْ ب َقادرْ َعلَى أَنْ ٌحًٌَْ المَو َتى َبلَى إ َّنهْ َعلَى ك‬Gökleri ve yeri yaratan, bunları
yaratmakla yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeye de gücünün yeteceğini
düşünmezler mi? Evet, O her şeye kadîrdir"(Ahkâf, 46/33). Şüphesiz, daha azametli
ve büyük bir şeye kâdir olan daha küçük olana da kâdirdir.
Uyku ve Uyanış
Uyutup uyandıran,
ölümden sonra
diriltmeye de elbette
kadirdir.
Kur'ân-ı Kerîm'de, şu iki âyettte uyku ve uyanış, ölüm ve dirilişe benzetilmiştir:
‫َوهوَْ الَّذي ٌَ َت َو َّفاكم باللٌَّلْ َوٌَعلَمْ مَا جَ رَ حتم بال َّنهَارْ ث َّْم ٌَبعَثكمْ فٌهْ لٌقضَى أَجَ لْ ُّم َس ًّمى ث َّْم إلٌَهْ مَرجعكمْ ث َّْم ٌ َنبِّئكم بمَا‬
َْ‫" كنتمْ َتعمَلْون‬O'dur ki, geceleyin rûhlarınızı alır, gündüzleyin de ne yaptığınızı bilir.
Sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüz sizi diriltir. Sonra dönüşünüz
O'nadır. Sonra size yaptıklarınızı haber verecektir." (En'âm, 6/60), َْ‫هللا ٌَ َت َو َّفى اْلَنفسَْ حٌن‬
َّْ
َْ ‫مَوتهَا َوالَّتً لَمْ َتمتْ فً َم َنامهَا َفٌمسكْ الَّتً َقضَى َعلٌَهَا المَوتَْ َوٌرسلْ اْلخرَ ى إلَى أَجَ لْ م َس ًّمى إنَّْ فً َذل‬
‫ك‬
َْ‫" َآلٌَاتْ لِّ َقومْ ٌَ َت َف َّكرون‬Allah ölenin rûhunu ölüm vaktinde, ölmeyeninkini ise uykusunda
alır. Sonra hakkında ölüm hükmettiğini tutar, diğerini muayyen bir vakte kadar
gönderir. Bunda tefekkür edenler için âyetler vardır." (Zümer, 39/42).
Bu âyetlerde hem uykuyla ölüm, uyanmakla diriliş arasında bir benzerlik ifade
edilmiş, hem de Allah'ın kudretine nazaran ikisinin de benzer şeyler olduğundan
hareketle, öldükten sonra dirilişin imkâniyetine delil getirilmiştir. Bu benzerlikten
dolayıdır ki, hadis-i şeriflerde, ‫" النوم اخو الموت‬uyku ölümün kardeşidir." denmiştir.
Geçmiş Milletlerde Yaşanan Diriliş Hâdiseleri
Kur'ân-ı Kerim'de öldükten sonra dirilişin mümkün olduğunu vurgulayan
örneklerden bir diğeri de geçmiş devirlerde çoğunluğu peygamber ve onların
kavimleri hakkında yaşanmış yeniden diriliş mucizeleri ve hâdiseleridir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Kur’ân’da Âhiret İnancı
Diriliş hâdiselerinden beşi Bakara sûresinde zikrolunmuştur. Şimdi sırasıyla önce
bu kıssaları, ardından, diğer sûrelerdeki örnekleri zikredelim:
a. İsrail Oğulları'ndan Bir Topluluğun Diriltilmesi :
ْ‫( ث َّْم َب َعث َناكم مِّن بَعد‬55) َْ‫هللاَ جَ هرَ ًْة َفؤ َ َخ َذتكمْ الصَّاع َقةْ َوأَنتمْ َتنظرون‬
َّْ ‫َوإذْ قلتمْ ٌَا موسَى لَن ُّنإمنَْ لَكَْ حَ َّتى َنرَ ى‬
(56) َْ‫مَوتكمْ لَ َعلَّكمْ َتشكرون‬
"Hani siz, Yâ Mûsâ Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız
demiştiniz de sizi, bakıp dururken, yıldırım yakalamıştı. Sonra şükredersiniz diye
ölümünüzün ardından sizi tekrar dirilttik." (Bakara, 2/55-56).
b. İneğin Bir Parçasının Vurulmasıyla Maktûlun Diriltilmesi :
‫هللا المَو َتى‬
َّْ ًٌ‫ك ٌح‬
َْ ‫( َفقل َنا اضربوهْ ببَعضهَا َك َذل‬72) َْ‫هللا مخرجْ مَّا كنتمْ َتكتمون‬
َّْ ‫َوإذْ َق َتلتمْ َنفسْا ً َفا َّدارَ أتمْ فٌهَا َو‬
(73) َْ‫َوٌرٌكمْ آٌَاتهْ لَ َعلَّكمْ َتعقلون‬
"Hani siz bir kimse öldürmüş de onun hakkında birbirinizi mudafaa etmiştiniz.
Halbuki Allah gizlediğinizi ortaya çıkarıcıdır. Bunun üzerine, onun (ineğin) bir
parçasıyla vurun dedik. İşte Allah ölüleri böyle diriltir ve aklınızı kullanırsınız diye
âyetlerini gösterir." (Bakara, 2/72-73).
Geçmiş devirlerde
yaşanmış diriliş
hadiseleri, kıyamet
gününde gerçekleşecek
olan büyük dirilişin
örnekleridirler.
c. Beldelerini Bırakıp Kaçanların Kıssası :
ْ‫هللا لَذو َفضل‬
ََّْ َّْ‫هللا موتواْ ث َّْم أَحٌَاهمْ إن‬
َّْ ْ‫ل لَهم‬
َْ ‫أَلَمْ َترَْ إلَى الَّذٌنَْ َخرَ جواْ من دٌَارهمْ َوهمْ ألوفْ حَ َذرَْ المَوتْ َف َقا‬
(243) َْ‫ّلَ ٌَشكرون‬
ْ ْ‫َعلَى ال َّناسْ َولَـكنَّْ أَك َثرَْ ال َّناس‬
"Ölüm korkusundan dolayı yurtlarından çıkan binlerce insanın hâline bak!
Bunun üzerine Allah onlara ölün dedi, sonra diriltti. Allah insanlara karşı çok
lütûfkârdır, fakat insanların çoğu şükretmiyorlar." (Bakara, 2/243).
d. Yüz Yıl Ölü Olarak Bekletildikten Sonra Diriltilen Kimse :
ْ‫هللا م َئ َْة عَامْ ث َّم‬
َّْ ْ‫هللا بَع َْد مَوتهَا َفؤَمَا َته‬
َّْ ْ‫ل أَ َّنىَْ ٌحٌـً هَـَذه‬
َْ ‫أَوْ َكالَّذي مَرَّْ َعلَى َقرٌَةْ َوهًَْ َخاوٌَةْ َعلَى عروشهَا َقا‬
َ
ْ‫ك لَمْ ٌَ َت َس َّنهْ َوانظر‬
َْ ‫ك َو َشرَ اب‬
َْ ‫ل بَل لَّبثتَْ م َئ َْة عَامْ َفانظرْ إلَى طعَام‬
َْ ‫ل لَبثتْ ٌَومًا أَوْ بَعضَْ ٌَومْ َقا‬
َْ ‫ل َكمْ لَبثتَْ َقا‬
َْ ‫َب َع َثهْ َقا‬
َ
َ
ََّْ َّْ‫ل أعلَمْ أن‬
‫هللا‬
َْ ‫ك آٌ ًَْة لِّل َّناسْ َوانظرْ إلَى الع َظامْ َكٌفَْ ننشزهَا ث َّْم َنكسوهَا لَحمًا َفلَمَّا َت َبٌَّنَْ لَهْ َقا‬
َْ َ‫ك َول َنج َعل‬
َْ ‫إلَى حمَار‬
(259) ْ‫ل َشًءْ َقدٌر‬
ِّْ ‫َعلَى ك‬
"Ya da o kimsenin durumuna bak ki, duvarları bacaları üzerine çökmüş bir şehre
uğradı da Allah bunu, ölümünden sonra nereden diriltecek! dedi. Bunun üzerine
Allah o kimseyi yüz yıl ölü bıraktı, sonra diriltti. Ne kadar kaldın dedi. O da bir veya
bir kaç gün dedi. Allah: Bilâkis yüz yıl kaldın! Yiyeceğine ve içeceğine bak,
bozulmamışlar! Eşeğine bak! Seni insanlara bir âyet (öldükten sonra tekrar
dirilmeye delil) kılalım diye böyle yaptık. Kemiklere bak, onları nasıl kaldırıp
düzenliyor, sonra da et giydiriyoruz! Diriltme işi ona açıkça görülünce dedi ki: Artık
bildim ki, Allah her şeye kadîrdir." (Bakara, 2/259).
e. Hz. İbrahim'in Kıssası:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Kur’ân’da Âhiret İnancı
َْ‫ل َفخذْ أَر َب َع ًْة مِّن‬
َْ ‫ل َبلَى َولَـكن لٌَِّطمَئنَّْ َقلبً َقا‬
َْ ‫ل أَ َولَمْ تإمن َقا‬
َْ ‫ل إبرَ اهٌمْ رَ بِّْ أَرنً َكٌفَْ تحٌـً المَو َتى َقا‬
َْ ‫َوإذْ َقا‬
َ
َّ
َّ
َ
َ
َ
(260) ْ‫هللا عَزٌزْ حَ كٌم‬
َْ َّْ‫ل جَ بَلْ مِّنهنَّْ جزءًا ث َّْم ادعهنَّْ ٌَؤتٌ َنكَْ سَعًٌا َواعلمْ أن‬
ِّْ ‫الطٌرْ َفصرهنَّْ إلٌكَْ ث َّْم اجعَلْ َعلى ك‬
"İbrahim de Rabbine demişti ki: Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster.
Rabbi de O'na: İnanmadın mı? dedi. O da: Evet, fakat, kalbim mutmain olsun diye
dedi. Allah buyurdu ki, o hâlde kuşlardan dört tane al, yanında alıkoy, sonra her bir
dağın başına bir parça koy. Sonra onları çağır, koşarak sana gelirler. Bil ki, Allah her
şeye kadîrdir." (Bakara, 2/260).
Ashab-ı Kehf kıssası,
âhiretin hak olduğunu
haykırır!
f. Ashab-ı Kehf'in Kıssası:
‫( إذْ أَ َوى الفتٌَةْ إلَى ال َكهفْ َف َقالوا رَ َّب َنا آت َنا من‬9) ‫أَمْ حَ سبتَْ أَنَّْ أَصحَ ابَْ ال َكهفْ َوالرَّ قٌمْ َكانوا منْ آٌَات َنا َعجَ بًا‬
ُّْ‫( ث َّْم َب َعث َناهمْ ل َنعلَ َْم أَي‬11) ‫( َفضَرَ ب َنا َعلَى آ َذانهمْ فً ال َكهفْ سنٌنَْ َع َد ًدا‬10) ‫ك رَ حم ًَْة َو َهٌِّئْ لَ َنا منْ أَمر َنا رَ َش ًدا‬
َْ ‫لَّدن‬
َ
َ
َ
َّ
َ
َ
َ
ِّ
َ
َ
َ
ً
ً
(13) ‫ق إنهمْ فتٌَةْ آمَنوا برَ بِّهمْ َوزدناهمْ هدى‬
ْ َ‫ك نبَؤهم بالح‬
َْ ٌ‫( نحنْ نقصُّْ َعل‬12) ‫الحزبٌَنْ أحصَى لمَا لبثوا أ َمدا‬
(14) ‫َاواتْ َواْلَرضْ لَن َّندعوَْ من دونهْ إلَهًا لَ َقدْ قل َنا إ ًذا َش َط ًطا‬
َ ‫َورَ بَط َنا َعلَى قلوبهمْ إذْ َقاموا َف َقالوا رَ ُّب َنا رَ بُّْ ال َّسم‬
ْ‫( َوإذ‬15) ‫هللا َكذبًا‬
َّْ ‫هَإّلء َقوم َنا ا َّت َخذوا من دونهْ آله ًَْة لَّوّل ٌَؤتونَْ َعلٌَهم بسل َطانْ َبٌِّنْ َفمَنْ أَظلَمْ ممَّنْ اف َترَ ى َعلَى‬
(16) ‫هللا َفؤووا إلَى ال َكهفْ ٌَنشرْ لَكمْ رَ بُّكم مِّن رَّحمته وٌ َهٌِّئْ لَكم مِّنْ أَمركم مِّر َف ًقا‬
ََّْ َّ‫ّل‬
ْ ‫اع َت َزلتموهمْ َومَا ٌَعبدونَْ إ‬
َ
َ
َ
َ
َْ ‫َو َترَ ى ال َّشمسَْ إ َذا َطلَعَت َّت َز َاورْ عَن َكهفهمْ ذاتَْ الٌَمٌنْ َوإذا َغرَ بَت َّتقرضهمْ ذاتَْ ال ِّشمَالْ َوهمْ فً َفج َوةْ مِّنهْ ذل‬
‫ك‬
ً ‫( َو َتحسَبهمْ أٌَ َق‬17) ‫هللا َفهوَْ المه َتدْ َومَن ٌضللْ َفلَن َتج َْد لَهْ َول ًٌّا مُّرش ًدا‬
ْ‫اظا َوهمْ رقودْ َون َقلِّبهم‬
َّْ ْ‫هللا مَن ٌَهد‬
َّْ ْ‫منْ آٌَات‬
َّ ْ‫َذاتَْ الٌَمٌنْ َو َذاتَْ ال ِّشمَالْ َو َكلبهم بَاسطْ ذرَ اعٌَهْ بال َوصٌدْ لَو‬
‫اطلَعتَْ َعلٌَهمْ لَ َولٌَّتَْ منهمْ فرَ ارً ا َولَملئتَْ منهمْ رعبًا‬
ْ‫ل َقائلْ مِّنهمْ َكمْ لَبثتمْ َقالوا لَبث َنا ٌَومًا أَوْ بَعضَْ ٌَومْ َقالوا رَ بُّكمْ أَعلَمْ بمَا لَبثتم‬
َْ ‫ك َبعَث َناهمْ ل ٌَ َتسَاءلوا بٌَ َنهمْ َقا‬
َْ ‫( َو َك َذل‬18)
َ
َ
َ
َّ
َ
‫َفابعَثوا أَحَ دَكم ب َورقكْمْ هَذهْ إلَى المَدٌ َنةْ َفلٌَنظرْ أ ٌُّهَا أز َكى طعَامًا َفلٌَؤتكم برزقْ مِّنهْ َول ٌَ َتلَطفْ َوّل ٌشعرَ نَّْ بكمْ أحَ ًدا‬
ْ‫ك أَع َثر َنا َعلٌَهم‬
َْ ‫( َو َك َذل‬20) ‫( إ َّنهمْ إن ٌَظهَروا َعلٌَكمْ ٌَرجموكمْ أَوْ ٌعٌدوكمْ فً ملَّتهمْ َولَن تفلحوا إ ًذا أَ َب ًدا‬19)
َ ‫هللا حَ قْ َوأَنَّْ السَّا َع َْة ّل رَ ٌبَْ فٌهَا إذْ ٌَ َت َن‬
ْ‫ازعونَْ بٌَ َنهمْ أَمرَ همْ َف َقالوا ابنوا َعلٌَهم بنٌَا ًنا رَّ بُّهمْ أَعلَمْ بهم‬
َّْ ‫لٌَعلَموا أَنَّْ َوع َْد‬
َ
َ
َ
َّ
َ
َ
(21) ‫ل الَّذٌنَْ َغلَبوا َعلَى أمرهمْ لنتخذنَّْ َعلٌهم مَّسج ًدا‬
َْ ‫َقا‬
"Yoksa sen Ashâb-ı Kehf ve Rakîm'in bizim âyetlerimizden aciplerinden olduğunu
mu zannettin? Hani o gençler mağaraya sığınmışlardı da Rabbimiz bize tarafından
rahmet ver ve bize durumumuz hakkında bir kurtuluş yolu hazırla demişlerdi.
Bunun üzerine biz de onları mağarada çok senelerce uyuttuk. Sonra da iki tâifeden
hangisinin, onların kaldıkları müddeti daha iyi hesap edeceğini görelim diye onları
dirilttik. Biz sana onların başından geçenleri doğru bir şekilde anlatıyoruz... Böylece
insanları onların hâline muttali kıldık ki, Allah'ın va'dinin hak olduğunu ve kıyamet
hakkında şüphe olmadığını bilsinler. Hani onlar aralarında meselelerini
tartışıyorlardı..." (Kehf, 18/9-21)
g. Hz. Adem ve Hz. İsâ'nın Yaratılışları:
Hz Adem'in topraktan, Hz.İsâ'nın ise, babasız olarak anne karnında yaratılması
bunları yapan Allah'ın ölüleri tekrar diriltmeye de kâdir olduğunun en güzel
misâllerindendir. Nitekim bir âyette şöyle buyruluyor: ‫َوجَ عَل َنا ابنَْ َْمر ٌَ َْم َوأمَّهْ آٌ ًَْة َو َآوٌ َناهمَا‬
ْ‫" إلَى رَ ب َوةْ َذاتْ َقرَ ارْ َومَعٌن‬Meryem'in oğlunu ve annesini de bir âyet yaptık." (Mü'minûn,
23/50). Bu âyette Cenab-ı Hak, İsâ (a.s) ve annesini insanlar için bir âyet, yani
dilediğini yapmaya kâdir olduğuna dâir kat'î bir hüccet kıldığını haber veriyor. Bir
başka âyet-i kerîmede ise şöyle buyruluyor: ‫هللا َك َم َثلْ آ َد َْم َخلَ َقهْ من ترَ ابْ ث َّْم‬
ّْ ‫ل عٌسَى عن َْد‬
َْ ‫إنَّْ َم َث‬
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Kur’ân’da Âhiret İnancı
ْ ‫ل لَهْ كن َفٌَك‬
‫ون‬
َْ ‫" َقا‬Allah'a göre İsâ'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. O'nu topraktan
yarattı, sonra ol dedi, o da oluverdi." (Al-i İmrân, 3/59).
h. Hz. İsâ'nın Ölüleri Diriltme Mu'cizesi:
Hz. İsa'nın, Allah'ın izniyle ölüleri diriltmesi, iki şekilde tezâhür etmiştir:
ِّ َْ‫" أَ ِّنً أَخلقْ لَكم مِّن‬... Size çamurdan bir
َّ ْ‫الطٌنْ َكهٌَ َئة‬
Birincisi, ‫هللا‬
ّْ ْ‫الطٌرْ َفؤَنفخْ فٌهْ َفٌَكونْ َطٌرً ا بإذن‬
kuş sûreti yapar, ona üflerim, derhal Allah'ın izniyle kuş olur." (Al-i İmrân, 3/49)
âyetinde belirtildiği gibi, çamura kuş şekli verip sonra üfürmesiyle Allah'ın izniyle
kuş olup uçmasıdır. İkincisi ise, ‫هللا‬
ّْ ْ‫" َوأحًٌ المَو َتى بإذن‬yine, Allah'ın izniyle ölüleri
diriltirim." (Al-i İmrân, 3/49) âyetiyle belirtildiği gibi, daha önceleri ölmüş olan
kimseleri Allah'ın izniyle diriltmesidir. Her iki durum da öldükten sonra dirilişe
delildir. Çünkü, bunları Hz. İsâ'nın eliyle veya duâsıyla yapan Allah'ın, ölüleri
diriltebileceği de muhakkaktır.
İnsan Boş Yere Yaratılmamıştır. Sonsuz Bir Âlem Onu Beklemektedir.
“İnsan başıboş
bırakılacağını mı
zannediyor!?”
(Mü'minûn, 115)
Kâinâta göz attığımızda, galaksi gibi en büyük âlemlerden, atom gibi en küçük
sistemlere kadar her şeyin, büyük bir hikmet ve maslahata göre cereyan ettiğini
görüyoruz. Hiç bir şey abes olarak, boş yere ve faydasız yaratılmamıştır.
Yeryüzündeki canlı, cansız, bitki, hayvan her varlığın pek çok vazife ve faydaları
vardır. Basit gördüğümüz, önemsemediğimiz varlıklar dahi, pek çok fayda ve
hikmete binaen yaratılmışlardır. Nitekim günümüzde pek çok dallara ayrılmış olan
ve her biri sürekli bir şekilde bu kâinâtı ve yeryüzündeki canlı ve cansız varlıkları
inceleyen, araştıran pek çok ilim, hilkatte hiç bir kusur olmadığını itiraf etmekte,
her şeyin yerli yerinde ve en mükemmel bir tarzda yaratıldığını ve çalışmakta
olduğunu söylemekte, âdeta kendi lisanlarıyla,ْ‫ل َشًء‬
َّْ ‫هللا الَّذي أَت َقنَْ ك‬
َّْ َْ‫“ صنع‬her şeyi
mükemmel yapan Allah'ın san'atı...” (Neml, 27/88), ْ‫ل َشًءْ َخلَ َقه‬
َّْ ‫“ أَحسَنَْ ك‬yarattığı her
şeyi güzel yaptı” (Secde, 32/7) âyetlerini terennüm etmektedirler.
Nitekim, َْ‫ّل ترجَ عون‬
ْ َ ‫" أَ َفحَ سبتمْ أَ َّنمَا َخلَق َناكمْ َعب ًَثا َوأَ َّنكمْ إلٌَ َنا‬sizi boş yere yarattığımızı ve bize
döndürülmeyeceğinizi mi zannediyorsunuz!?"(Mü'minûn, 23/115), ‫أٌََحسَبْ اإلنسَانْ أَن‬
‫ك س ًدى‬
َْ َ‫" ٌتر‬insan başıboş bırakılacağını mı zannediyor!?" (Kıyame, 75/36) âyetleri bu
gerçeği en güzel şekilde ifade etmekte ve Cenab-ı Hakk'ın, insanı başıboş, emir ve
nehiyden uzak tutmayacağını, diriltilmemek üzere kabirde terketmeyeceğini haber
vermektedir.
Kur'ân-ı Kerim'de Cenab-ı Hakk'ın hikmeti nazara verilerek âhiretin vuku
bulacağı, gerekliliği ispat edildiği gibi, çok defa bu hikmetin peşinden adaletine de
vurgu yapılarak; mü'minlerle kâfirlerin, iyilerle kötülerin... bir sayılmayacağı,
mutlaka aralarının ayrılarak, bir kısmının mükâfat, diğer kısmının ise cezâya marûz
kalacağı ifade edilmekte, böylece Allah'ın adaletinin böyle bir ayırımı gerekli kıldığı
bildirilmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Kur’ân’da Âhiret İnancı
İnsanın Fıtratı Âhiret’in Varlığına Delâlet Etmektedir.
İnsan bu dünyaya sığan
bir varlık değildir. Onun
istidat, kabiliyet ve
latifeleri, ebedî bir
âlemi istemektedir.
İnsan, bu kâinatta Cenab-ı Hakk'ın ahsen-i takvîm üzere yarattığı (Tîn, 95/4),
maddî ve manevî azâ ve cihazlarını düzenleyip dengelediği (İnfitâr, 82/7), ihtiyaç
duyduğu her şeyi kendisine bahşettiği (İbrahîm, 14/34), yeryüzünde bir halîfe
olarak tayin ettiği (Bakara, 2/30), mükerrem (İsrâ, 17/70) bir varlıktır. Öyle ki,
yeryüzündeki canlı-cansız her varlık, insana koşmakta, insan olmak için
yarışmaktadır. İşte böylesine mükemmel yaratılan, pek çok istidat ve kabiliyetlerle
donatılan insan bu kısacık dünya hayatı için yaratılmış olamaz. İnsandaki sayısız
istidât ve kabiliyetlerin bu dünya hayatı için verildiği düşünülemez. Çünkü burada
onların çoğuna ihtiyaç yoktur. Hatta pek çok istidât ve kabiliyet, hissiyât ve
latîfeler, yaratıldıkları gayeye yöneltilmedikleri takdirde, çok defa insanın dünyasını
karartmakta, başına belâ olmaktadırlar. Meselâ, insanın geçmiş lezzetlerini
düşünmesi, geleceğinden endişe etmesi, dünyaya karşı aşırı hırs ve bağlılığı, buna
mukabil tatmin olmaması, onun dünyasını karartmakta, hayatının tadını
kaçırmaktadır. Demek ki, bu duygular ve latîfeler insana dünya hayatı için
verilmemiştir. Bilâkis ebedî bir hayatı kazanmak için verilmiştir. Çünkü asıl endişe-i
istikbâl (geleceği düşünüp tasalanmak), kabrin ötesi için gereklidir. Asıl hırs, âhiret
azığı kazanmak içindir. Asıl muhabbet de âhiret ve devamlı dostlar için verilmiştir...
Bu duygu ve latîfelerin asıl mecrâları bunlardır. Aksi hâlde fayda değil, zarar
getirirler. Nitekim,‫" َورَ ضواْ بالحَ ٌاةْ الدُّنٌَا َواطمَؤ َ ُّنواْ بهَا‬Dünya hayatına razı oldular ve
onunla mutmain oldular..." (Yûnus, 10/7) âyeti de hakikatte insanoğlunun bu
dünya hayatıyla itminân duymayarak başka bir âlemin arayışı ve özlemi içinde
olması gerektiğine işâret ediyor ve dünya hayatıyla mutmain olanları kınıyor.
İnsanın bütün istidât, kabiliyet ve latîfeleri âhiret hayatına delâlet ettiği gibi,
onun latîfeleri içinde bir tanesi vardır ki, ebedî hayatı ister, ondan başka bir şeyle
mutmain olmaz. Latîfe-i rabbaniyye veya garize-i mukaddese olarak ifade edilen bu
latife, insanoğlundaki bekâ sevgisinin kaynağıdır. İnsan yiyeceğe ihtiyaç duyup
karşılığında yiyecekleri bulduğu, susadığında karşılığında su bulduğu, susuzluk
suyun varlığına şehâdet ettiği gibi; bekâ arzusu, ebedî yaşama isteği de ebedî
hayatın varlığına şehâdet etmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'de insandaki ebedî yaşama arzusuna işâret eden pek çok âyet-i
kerîme vardır. İlk insan olan Hz. Adem'in bu arzuya sahip olduğu ifade edilerek, bu
arzunun bütün insanların ortak yönü olduğuna şöyle işâret edilmiştir: ْ‫َف َوس َوسَْ إلٌَه‬
‫ّل ٌَبلَى‬
َّْ ْ‫ك َعلَى َشجَ رَ ةْ الخلدْ َوملك‬
َْ ُّ‫ل ٌَا آدَمْ هَلْ أَدل‬
َْ ‫" ال َّشٌ َطانْ َقا‬Şeytan ona vesvese verdi, dedi ki, ey
Adem! sana ebediyet ağacını ve bitip tükenmeyen mülkü göstereyim mi?" (Tâ-hâ,
20/120). Bu âyetle aynı zamanda Hz. Adem'in rûhundaki ebedî yaşama arzusunun
ne derece kuvvetli olduğuna dikkat çekilmiştir. Öyle ki, şeytan onu bu arzusunun
yerine getirileceği vadiyle kandırmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Kur’ân’da Âhiret İnancı
‫" قلْ إنَّْ المَوتَْ الَّذي َْتفرُّ ونَْ منهْ َفإ َّنهْ م َالقٌكم‬De ki, kendisinden kaçmakta olduğunuz ölüm,
mutlaka size erişecektir..." (Cum'a, 62/8) âyetinde de insanın ölümden korkup
kaçtığı, ebedî bir hayatı arzuladığı, belîğ bir üslûbla ifade edilmektedir. Hatta, ‫أٌَ َنمَا‬
ْ‫" َتكونواْ ٌدرك ُّكمْ المَوتْ َولَوْ كنتمْ فً بروجْ ُّم َش ٌَّدَة‬nerede olursanız ölüm size ulaşır, sağlam
burçlarda olsanız bile!" (Nisâ, 4/78) âyeti, insanların ölümden kurtulmak için çok
uzak diyarlara gideceklerine, hatta ellerinden gelse başka gezegenlere gidip,
ölümsüzlüğü tâ oralarda arayacaklarına işâret ediyor.
Bütün peygamberler
âhireti haber vermiş,
bütün ilahî kitaplar
âhiret âleminden
bahsetmiştir.
Yine insanın fıtratına dikkat edildiğinde, onun bu dünyaya öğrenmek ve
tekemmül etmek için geldiği görülecektir. Çünkü insan, hayvanların aksine,
dünyaya aciz ve zayıf bir surette, hiç bir şey bilmez bir durumda geliyor (Nahl,
16/78). Bir yaşında ancak yürümeye başlıyor, on beş yaşında ancak zarar ve
menfaatini farkedebiliyor. Hatta ömrünün sonuna kadar öğrenmeye ihtiyaç
duyuyor. Hayvanlar ise, dünyaya geldiğinde, âdetâ başka bir âlemde tekemmül
etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir. Kısa bir zamanda çevresiyle olan
münasebetlerini, hayatını sürdürmesi için lazım olan şeyleri öğrenir, meleke sahibi
olur. Artık hayatı boyunca bir şey öğrenme ve tekemmül etme ihtiyacı duymaz.
Kutub, daha önce de zikrettiğimiz "Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilme
hakkında bir şüphe içinde iseniz..." (Hac, 22/5) âyetinin tefsîrinde şu güzel izahta
bulunuyor: ‫ ٌمر بها الطفل بعد أن ٌرى النور لتشٌر إلى أن اإلرادة‬،‫وإن هذه اْلطوار التً ٌمر بها الجنٌن‬
ً‫ إذ أن اإلنسان ّل ٌبلغ كماله ف‬.‫المدبرة لهذه اْلطوار ستدفع باإلنسان إلى حٌث ٌبلغ كماله الممكن فً دار الكمال‬
.‫ فال بد من دار أخرى ٌتم فٌها تمام اإلنسان‬, ً ‫ لكً ّل ٌعلم من بعد علم شٌئْا‬- ‫ فهو ٌقف ثم ٌتراجع‬،‫حٌاة اْلرض‬
"Anne karnında iken cenînin, dünyaya geldikten sonra bebeğin uğradığı bu
tavırlar (merhaleler) işâret ediyor ki, bu tavırları tedbîr eden irâde, insanı mümkün
olan kemâline ulaşacağı dâru'l-kemâl olan âhiret âlemine de gönderecektir. Çünkü
insan bu dünya hayatında kemâlini tamamlayamıyor. Belli bir merhaleden sonra
duraklıyor, sonra geri dönüyor: "Bilir durumundan sonra hiç bir şey bilmesin diye..."
o hâlde insanın kemalâtının tamamlanacağı başka bir âlem olmalıdır..."
Bütün Peygamberler ve İlahî Kitaplar Âhiretin Varlığını Bildirmiştir.
Hz. Adem'den son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)'e kadar bütün
peygamberler, dünyanın muhtelif bölgelerinde, farklı zamanlarda, birbirlerinden
habersiz olarak, fakat âdeta ittifak etmiş gibi hepsi de insanları, Allah'a imân'dan
sonra, âhiret'e cennet ve cehenneme imân etmeye davet etmişlerdir. Dinler Tarihi
bu gerçeğin şâhidi olduğu gibi Kur'ân-ı Kerim de bütün peygamberlerin bu daveti
yaptığını çeşitli âyetlerle ifade etmiştir. ْ‫خال فٌهَا َنذٌر‬
َْ ‫ّل‬
َّْ ‫" َوإن مِّنْ أمَّةْ إ‬Her ümmete
mutlaka bir nezîr (cehennem azabıyla uyaran) gönderilmiştir" (Fâtır, 35/24) âyeti
bütün milletlere peygamber gönderildiğini ifade ederken, nezîr (cehennem
azabıyla uyaran) tabiri de her peygamberin âhireti haber verdiğine, Allah'ın
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Kur’ân’da Âhiret İnancı
emirlerini yerine getirmedikleri takdirde başka bir âlemde cezâ göreceklerini haber
verdiklerine delâlet etmektedir.
Bilindiği gibi, peygamberlerin en önemli vasıfları doğruluktur (sıdk). Onlar
yalandan şiddetle kaçınmış ve başkalarını kaçındırmış emîn kimselerdir. Dolayısıyla
bütün söyledikleri hak olan, beşeriyetin en dürüst, en ahlaklı, en güvenilir insanları
olan peygamberlerin, "âhiret vardır, cennet ve cehennem haktır" şeklindeki
sözlerine inanmamak, şüphe etmek mümkün değildir.
Peygamberlerin sonuncusu olan Peygamber Efendimiz‘in (s.a.v) istikbâle dâir
verdiği haberler bir bir gerçekleşmiş, hatta o devirdeki kâfirler dahi onun haber
verdiği şeyin mutlaka vuku bulacağına inandıkları için, aleyhlerine haber verdiği
hususlarda tedbîri elden bırakmamışlardır. O hâlde, onun âhirete dâir verdiği
haberler de mutlaka vuku bulacaktır. Nitekim, Adiyy b. Hatim şöyle demiştir: "Allah
Rasûlu (s.a.v) dünyaya ait bazı hâdiseleri daha vuku bulmadan önce haber vermişti.
Bir de ayrıca âhirete ait haberler verdi. Dünyaya ait verdiği haberler aynen çıktı.
Bununla anlıyorum ki, âhirete ait verdiği haberler de aynen çıkacaktır."
Bütün ilahî kitaplar, Allah'ın varlığı ve birliği meselesinden sonra en çok âhiret'in
varlığı, cennet ve cehennem hayatı üzerinde durmuşlardır. Kur'ân-ı Kerîm'in pek
çok vecîhlerle mu'cize olduğu, Allah kelamı olduğu ispat olunduğuna göre O'nun,
aşağıdaki âyetlerde olduğu gibi, yeminlerle tekid ederek kat'î olarak haber verdiği
âhiret, kıyamet, cennet ve cehennem hiç şüphesiz haktır ve vuku bulacaktır.
َّ ‫َو‬
ْ‫( إ َّنمَا توعَدونَْ لَصَادق‬4) ‫( َفالم َق ِّسمَاتْ أَمرً ا‬3) ‫( َفالجَ ارٌَاتْ ٌسرً ا‬2) ‫( َفالحَ امالتْ وقرً ا‬1) ‫الذارٌَاتْ َذر ًوا‬
(6) ْ‫( َوإنَّْ ال ِّدٌنَْ لَ َواقع‬5)
"Tozdurup savuranlara, yük yüklenenlere, kolayca süzülenlere, işi taksîm
edenlere yemin olsun ki, size va'dedilen kesinlikle doğrudur ve mücâzât mutlaka
vuku bulacaktır." (Zariyât, 51/1-6), "Tur'a, yayılmış ince deri üzerine satır satır
yazılmış Kitab'a Beyt-i Ma'mûr'a, yükseltilmiş tavana, dolu denize andolsun ki,
rabbinizin azabı mutlaka vuku bulacaktır." (Tûr, 52/1-7)
Bireysel Etkinlik
Aklî ve naklî deliller
âhiretin hak ve gerçek
olduğunu gösteriyor.
ُّ ‫َو‬
ْ‫( َوالبَحر‬5) ْ‫( َوالسَّقفْ المَرفوع‬4) ْ‫( َوالبٌَتْ المَعمور‬3) ْ‫( فً رَ قْ مَّنشور‬2) ْ‫( َوك َتابْ مَّسطور‬1) ْ‫الطور‬
(7) ْ‫( إنَّْ َع َذابَْ رَ بِّكَْ لَ َواقع‬6) ْ‫المَسجور‬
• Öldükten sonra dirilişin aklen mümkün
ve gerekli olduğu hakkında düşününüz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Özet
Kur’ân’da Âhiret İnancı
•Yüce Allah'ın, bir hidayet rehberi olarak gönderdiği Kur'ân-ı Kerîm'de
çok çeşitli ve farklı konulara yer verilmiştir. Ancak, Kur'ân-ı Kerîm'in
devamlı olarak üzerinde durduğu, asıl maksat olarak belirlediği
birtakım konular vardır ki, bunların başında tevhîd, âhiret, nübüvvet
ve ibadet gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de her fırsatta bu konular ele alınmış,
etraflı bir şekilde önemle üzerinde durulmuştur. Diğer konular ise, bu
asıl maksatlara yardım etme gayesiyle dolaylı olarak zikrolunmuştur.
•Kur’ân’ın asıl maksatlarından ikincisi olan âhiret inancı, Kur'ân-ı
Kerîm'de çok geniş ve farklı yönleriyle ele alınmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de
bir taraftan, âhiret hayatının naklî yönüne yer verilerek, uhrevî
âlemlerin ebedî manzaraları tasvîr edilip, gözler önünde
canlandırılırken, bir taraftan da âhiret hayatıyla, öldükten sonra
dirilmeyle alakalı, şüphe ve inkârlara cevap verilerek, öldükten sonra
tekrar dirilmenin aklen mümkün olduğu, âhiretin vuku bulmasının
gerekli olduğu, çeşitli delillerle güçlendirilmiş, böylece mesele aynı
zamanda aklî çerçevede ele alınmıştır. Cismanî dirilişin aklen mümkün
olduğu izah edilirken, insanı ve insandan büyük varlıkları, gökleri ve
yeri yaratanın onu tekrar diriltmeye de kâdir olduğu, insanın yaratılış
evrelerinin, uyku ve uyanışın, kupkuru yer yüzünün bahar
mevsiminde bitkilerle canlandırılışının bu yaratılışın birer numune ve
örneği olduğu delil sadedinde sunulmuş, ayrıca geçmişte yaşanmış
bazı diriliş hadiseleri örnek olarak sunulmuştur. Bu dirilişin
gerçekleşmesinin lüzumu ve âhiret hayatının gerekliliği, yani vukuuna
dair deliller sunulurken de başka delillerle beraber daha çok Allah'ın
isimleri üzerinde durulmuş, Allah'ın rahmet, hikmet, adalet gibi
sıfatlarının yeni bir âlemin inşâsını gerekli kıldığı belirtilmiştir.
•Kur'ân'da anlatılan öldükten sonra diriliş ve âhiret hayatı sadece
ruhanî olmayıp, aynı zamanda cismanîdir. Yeniden dirilişle, cennet
nimetleri ve cehennem azabıyla alakalı pek çok ayet açık bir şekilde
bu gerçeği anlatmaktadır. Ancak bu cismanîlik, o âleme münasip olup
bu dünya hayatından farklı özellikler taşımaktadır. Yine Kur'ân'a göre
âhiret hayatı sonsuzdur, ölümsüzdür. Bu durum hem cennet hem de
cehennem için geçerlidir. Dünyaya tekrar dönüş yoktur. Kur'ân-ı
Kerîm bu durumu açık bir şekilde bildirmektedir. İnsanlar
fıtratlarından kaynaklanan köklü bir arzu ile, ebedî bir hayatı, susuz
bir kimsenin suyu araması gibi, her zaman aramışlarsa da vahyin
ışığından uzaklaşıldıkça, bu arzularını tatmin edecek başka yollara
sapmışlar, böylece ölüm sonrası hayatla alakalı tenâsüh,
reenkarnasyon gibi değişik batıl inançlar doğmuştur.
•İnsanlık, her hususta olduğu gibi, ölümden sonraki durumlarının ne
olacağının cevabını da en güzel şekliyle ancak Kur'ân'da bulabilir ve
bu husustaki şüphelerinden de Kur'ân'ın sunduğu delillerle
kurtulabilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Ödev gönderimi
Alıştırmalar
Etkileşimli Alıştırmalar
• Öğrendiklerinizi etkileşimli
alıştırmalarla pekiştirebilirsiniz.
Ödev
Kur’ân’da Âhiret İnancı
• Âhiret inancının hak olduğuna dair
aklî kanıtlar bulmaya çalışarak bunları
200 kelimeyi aşmayacak şekilde
yazınız ve hazırladığınız belgeyi
göndermek için yandaki ödev
gönderme linkini kullanınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Kur’ân’da Âhiret İnancı
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi Kur’ân’ın asıl maksatlarından biri değildir?
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
a) Tevhîd
b) Âhiret
c) Nübüvvet
d) İbadet
e) Tarihî bilgiler
2. Aşağıdakilerden hangisi kıyametin kopmasıyla alakalı tabirlerden değildir?
a) el-Azife
b) el-Kâria
c) eş-Şâmme
d) el-Ğâşiye
e) es-Sâhha
3. Aşağıdakilerden hangisi Kur’ân’da anlatılan
özelliklerinden biri değildir?
âhiret hayatının temel
a) Dünyaya tekrar dönüşün olmaması
b) Dirilişin cismanî olması
c) Tenasühün olmaması
d) Cennetin ebedî, cehennemin geçici olması
e) Cennet ve cehennemin ebedî olması
4. ‫ّل ٌَذكرْ اإلنسَانْ أَ َّنا َخلَق َناهْ من َقبلْ َولَمْ ٌَكْ َشٌ ًئا‬
َْ ‫ت لَسَوفَْ أخرَ جْ حَ ًٌّا أَ َو‬
ُّْ ‫ َوٌَقولْ اإلنسَانْ أَئ َذا مَا م‬âyetiyle
ifade edilen gerçek aşağıdakilerden hangisidir?
a) Gökleri ve yeri yaratan, insanı tekrar yaratabilir.
b) İnsan başıboş yaratılmamıştır.
c) İnsan Allah’a dönecektir.
d) İnsanı bir kere yaratan tekrar yaratmaya da kadirdir.
e) Âhiret hayatı ebedidir.
5. َْ‫ّل ترجَ عون‬
ْ َ ‫ أَ َفحَ سبتمْ أَ َّنمَا َخلَق َناكمْ َعب ًَثا َوأَ َّنكمْ إلٌَ َنا‬âyetinin meâli aşağıdakilerden hangisidir?
a) Sizi bir kere yaratan tekrar yaratabilir.
b) Siz hiç ölmeyeceğinizi mi zannettiniz!?
c) Sizi elbette tekrar dirilteceğiz?
d) İnsanoğlu boş yere yaratıldığını mı zannediyor?
e) Sizi boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi
zannediyorsunuz!?
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Kur’ân’da Âhiret İnancı
6. "İnsan başı boş bırakılacağını mı zannediyor!?" meâli hangi âyet için
uygundur?
a)
b)
c)
d)
e)
‫وٌل ٌومئذ للمكذبٌن‬
ْ‫خال فٌهَا َنذٌر‬
ْ َ ‫ّل‬
َّْ ‫َوإن مِّنْ أمَّةْ إ‬
َ
َّ
َ
ْ‫قلْ إنَّْ المَوتَْ الَّذي َتفرُّ ونَْ منهْ فإنهْ مالقٌكم‬
‫ك س ًدى‬
َْ َ‫أٌََح َسبْ اإلنسَانْ أَن ٌتر‬
َْ‫ّل ترجَ عون‬
ْ َ ‫أَ َفحَ سبتمْ أَ َّنمَا َخلَق َناكمْ َعب ًَثا َوأَ َّنكمْ إلٌَ َنا‬
7. Nezîr kelimesinin manası hakkında aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
a) Cehennem azabıyla uyaran
b) Cehennemlik
c) Cennetlik
d) Cennet ile müjdeleyen
e) Benzer
8. Âhiret için Yevmu'l-hulûd tabirinin kullanılma sebebi nedir?
a) Allah'ın kâfirlere olan vaîdi tahakkuk edeceği için
b) Kâfir ve isyankârlar o gün, yaptıklarına pişman oldukları için
c) Oradaki hayat ebedî olduğu için
d) An be an o güne yaklaşıldığı için
e) Buluşma ve karşılaşma günü olduğu için
9. Kur’ân’da âhiretle doğrudan alakalı olan âyetlerin miktarı için aşağıdakilerden
hangisi doğrudur?
a) Kur’ân’ın yaklaşık 1/2’si
b) Kur’ân’ın yaklaşık 1/3’ü
c) Kur’ân’ın yaklaşık 1/4’ü
d) Kur’ân’ın yaklaşık 1/5’i
e) Kur’ân’ın yaklaşık 1/6’sı
10. Haşr kelimesinin manası için aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
a) Dağıtmak
b) Hesaba çekmek
c) Toplamak
d) Atmak
e) Koşmak
CEVAPLAR:
1-e, 2- c, 3-d, 4-d, 5-e, 6-d, 7-a, 8-c, 9-b, 10-c
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Kur’ân’da Âhiret İnancı
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
1.
Abduh, Muhammed. (tsz.). Cüz'ü Amme. Kahire.
2.
Abdulkadir, Muhammed Ahmed. (1986). Akidetu'l-Ba's ve'l-Âhire fi'l-Fikri'lİslamî. İskenderiyye.
3.
Cemel, İbrahim Muhammed. (1985). el-Hayatu Ba'de'l-Mevt. Daru'l-Kitabi'lArabi.
4.
Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır. (tsz). Hak Dini Kur’ân Dili. İstanbul.
5.
Endelüsî, Ebu Hayyan Muhammed. (1983). Tefsiru Bahri'l-Muhit. 2.bsk. ys.
6.
Favî, Abdulfettah. (tsz). Akidetu'l-Meâd Beyne'd-Din ve'l-Felsefe. Kuveyt.
7.
Fethî, İsmaîl. (1328). Hayat-ı Ebediyye ve Felsefe-i Ervâh. İstanbul.
8.
Gazalî, Muhammed. (1989). el-Mehaviru'l-Hamse li'l-Kur’âni'l-Kerim. Kahire.
9.
Güllüce, Veysel. (2001). Kur’ân-ı Kerim’de Âhiret İnancının Temelleri. EKEV.
Erzurum.
10. Güngör, Mevlüt. (1995). Kur'ân Penceresinden İman Amel Hayat Âhiret ve
Kâinât'a Bakış. İstanbul.
11. İbn Aşûr, Muhammed et-Tahir. (tsz). Tefsiru't-Tahrir ve't-Tenvir. Daru'tTunusiyye.
12. İbn Kayyım el-Cevziyye, Ebu Abdillah Muhammed. (1991). er-Ruh. Beyrut.
13. İbn Kesîr, Ebu'l-Fidâ İsmail. (1992). Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm. Beyrut.
14. İkbal, Muhammed. (1984). İslâm'da Dinî Düşüncenin Yeniden Doğuşu.
İstanbul.
15. İzutsu, Toshihiko. (tsz). Kur’ân'da Allah ve İnsan. çev. Süleyman Ateş. İstanbul.
16. Kılıç, Sadık. (1991). Fıtratın Dirilişi. İstanbul.
17. Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed. (1988). el-Câmiu li-Ahkâmi'lKur'ân. Beyrut.
18. Kutub, Seyyid. (1980). Fi Zılali'l-Kur’ân. 9. bsk. ys.
19. Muğniyye, Muhammed Cevad. (tsz). Felsefetu'l-Mebde' ve'l-Mead. Daru'lCevad.
20. Muhâsibî, Ebu Abdillah el-Hâris b. Esed. (1986). el-Ba's ve'n-Nuşûr. Beyrut.
21. Mustafa Sabri. (1996). İlahi Adalet. Sad. Ömer H. Özalp. İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Kur’ân’da Âhiret İnancı
22. Müyesser, M. Seyyid Ahmed. (1988). er-Ruh fi Dırasati'l-Mütekellimin ve'lFelasife. 2.bsk. Kahire.
23. Razî, Fahruddin Muhammed b. Ömer. (1990). et-Tefsîru'l-Kebîr (Mefâtîhu'lGayb). Beyrut.
24. Şehate, Abdullah Mahmud. (1980). Ehdafu Külli Suretin ve Mekasiduha. 2. bsk.
el-Hey'etu'l Mısriyye.
25. Ulutürk, Veli. (1985). Kur’ân-ı Kerim Allah'ı Nasıl Tanıtıyor ? İzmir.
26. Ulutürk, Veli. (1989). "Dirilişin Kur'ân'da Delil ve Örnekleri". M. E. B. Din
Öğretimi Dergisi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
İÇİNDEKİLER
KUR’ÂN’DA NÜBÜVVET
(PEYGAMBERLİK) İNANCI
• Nübüvvetle İlgili Kavramlar
• Peygamberliğin Mahiyeti ve Gerekliliği
• Peygamberlerin İnsanlığa Katkısı
• Peygamberlere İman ve Önemi
TEFSİR
• Peygamberlerin Ortak Çağrısı
• Nebi ve Resul Arasındaki Fark
Doç. Dr. Musa BİLGİZ
• Peygamberlerin İsimleri ve Sayısı
• Peygamberlerin Temel Özellikleri
• Nübüvvet ve Mucize İlişkisi
HEDEFLER
• Peygamberliğin Son Bulması
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Konuyla ilgili kavramları tanımlayabilecek,
• Peygambere imanın önemini kavrayabilecek,
• Nübüvvetin gerekliliğini ve peygamberlerin
görevlerini keşfedebilecek,
• Peygamberlerin temel niteliklerini ayırt
edebilecek,
• Peygamberlerin sayısı ve Kur’ân’da adı geçen
peygamberler hakkında bilgi sahibi olabilecek,
• Nübüvvet ve mucize ilişkisini mukayese
edebilecek,
• Peygamberlerin insanlığa katkılarını görebilecek,
• Peygamberlerin ümmetlerine niçin ve nasıl şahitlik
edeceklerini öğrenebilecek,
• Peygamberliğin sonu ve son peygamber hakkında
bilgileneceksiniz.
ÜNİTE
5
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
GİRİŞ
Allah, rahmetinin eseri olarak daha başlangıçta biz insanları sağlam fıtrat üzere
yaratmış, birçok duyu organı ve duygularla donatmıştır. İnsanın mutlak doğruya
ulaşabilmesi için özgürlük, akletme, düşünme, iyi ile kötüyü ayırma yeteneği, irade,
konuşma, bilgi elde etme ve üretme gibi yetenekler de vermiştir. Bununla da
yetinmemiş insanın öz benliğinde ve dış dünyasında ayetler, alametler koymuş,
peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Bütün bunlar, Allah’ın varlığını ve birliğini
bilmek, rahmet ve rızasına uymak, hak yola girmek, öfke ve azabına sebep olan
hâllerden kaçınmak içindir. Bu itibarla nübüvvet, Allah ile insan arasındaki iletişimi
sağlayan dinin temel esaslarından biridir.
Peygamberlerin asıl görevleri, insanları iki cihan saadet ve mutluluğuna ulaştırmak, gerekli olan kılavuzluğu üstlenmek, dinî konularda insanları aydınlatmak ve
yol göstermektir. Görevlerinin esası, yol göstericilik olmakla birlikte, dinî olmayan
konularda her şeyi bilmeleri beklenemez. Peygamberler, Allah’tan aldıkları vahyi
insanlara tebliğ eden, sözlü ve uygulamalı olarak açıklayan şahsiyetlerdir.
Başardıkları zor işler sebebiyle tarihin kaydettiği en büyük inkılâpçılar ve
kahramanlar, peygamberlerdir. Onları tanımak, gerçek hayat hikâyelerini bilmek
mü’minler için oldukça önem arz etmektedir. Zamanımızdan binlerce yıl önce
yaşamış peygamberler ve mücadeleleri hakkında bize en doğru bilgiyi kutsal
kitabımız Kur'ân-ı Kerîm vermektedir.
Allah, iman edip iyi davrananları müjdeleyen, inkâra saplanarak kötü
davrananları uyaran nebiler ve resuller göndermiştir. Onlarla birlikte, ihtilâfa
düştükleri konularda hüküm vermek için, gerçekleri içeren ve doğruya ileten
kitaplar indirmiştir. Zaman ve mekân değişikliğine rağmen kullandıkları üslûp
aynıdır. Hepsi insanlarda bulunmayan bir ilim kaynağından besleniyor ve
bahsediyor. Hepsine mecnun unvanı takılıyor, her türlü zulüm ve baskıya hedef
oluyorlar. Karşı çıkan herkes, davalarından vazgeçmelerini istiyor; ama
peygamberlerin hepsi de sözlerinde duruyor. Dünyanın hiçbir gücü, onların
imanını, sadakat ve cesaretlerini sarsamıyor. Bu kadar büyük azim ve kararlılığa
sahip olan bu kişilerin, bir başka yönleri de yalancı, hırsız, hain, ahlaksız, zalim veya
haram yiyici gibi özelliklerinin olmamasıdır. En büyük düşman ve en alçak
muhalifleri bile bunların bu yüce meziyetlerini kabul ediyorlar.
Peygamberlerin ahlakı tertemizdir, haysiyetleri büyüktür, alçak gönüllü,
namuslu ve dürüsttürler. Karakterleri bakımından hemcinslerinden üstündürler.
Delilikleri de sabit değildir. Tam tersine, iyi ahlak, nefis terbiyesi ve dünya işlerinin
ıslahı için getirdikleri talimat ve kuralların eşine rastlamak şöyle dursun, birçok âlim
ve akıllı insan, bunların örneklik ve önderliklerinden istifade etmiştir. Peygamberler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
yaşadıkları devirlerde kendi görevlerini tam olarak yerine getirdiler. Ne var ki,
insanlardan çok küçük gruplar peygamberlerin davetlerini kabul ediyor, büyük bir
çoğunluk ise bu çağrıyı kabul etmeye yanaşmıyordu. Bu daveti kabul edenler bile
bir süre Müslüman bir ümmet olarak yaşadıktan sonra, hatalara düştüler. Bazıları
ilahî hidayeti tamamıyla unutup yanlış yollara meylettiler. Bazıları ise Allah'ın
buyruklarını tahrif edip kendi arzu ve özlemlerine göre değiştirdi ve o tarzda
yaşamaya başladılar.
NÜBÜVVET/ PEYGAMBERLİK
Nübüvvetle İlgili Kavramlar
Peygamber, farsça bir kelime olup; sözlükte, "haberci" demektir. Arapçadaki
"nebî" ve "resul" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılır. Bir terim olarak
peygamber; Allah Teâlâ'dan vahiy alan ve bu vahyin içeriğini insanlara bildiren
kişidir. Peygamberler, Allah’tan aldığı emir ve yasakları insanlara bildirerek onların
hem dünyada ve hem de ahirette mutluluğa ulaşmalarını sağlamaya çaba gösteren
değerli şahsiyetlerdir. "Biz onlardan her birine âlemlerin üstünde yüksek meziyetler
verdik" (En'âm, 6/86) ayeti, peygamberlerin yüceliğini ifade etmektedir.
Nübüvvet, Allah ile
insan arasındaki
iletişimi sağlayan dinin
temel esaslarından
biridir.
Kur’ân-ı Kerim, insanları ve cinleri dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştırmak için
Allah'ın gönderdiği elçiler hakkında nebi ve resul terimlerini kullanmaktadır. Nebi
kelimesinin, en-nebe’ veya nübüvvet’ten türediği konusunda iki görüş vardır. enNebe’, kendisiyle ilim elde edilen, faydalı ve çok önemli haber demektir. Bu anlama
göre nebi, çok önemli ve faydalı ilimleri, haberleri gönderildikleri varlık âlemlerine
getiren ve bildiren şahsiyetlerdir. Nebe’, sıradan bir haber değildir. Bir haberin
nebe’ olabilmesi için, ilim ifade etmesi, önemli olması ve yararlı olması gerekir.
Nübüvvet kelimesi ise sözlük anlamı itibarıyla, yücelik, yükseklik demektir. Buna
göre nebiler, yücelik, yükseklik ve şeref sahibi kişiler anlamına gelmektedir. Nebi
kelimesinin nübüvvet yani yücelik ve yükseklik anlamıyla ilgili olarak da “Allah
meleklerden de insanlardan da elçiler seçer” (Hac, 22/75) denilmiştir. Bu itibarla
resullerin seçilmiş, yüksek ve değerli şahsiyetler oldukları ifade edilmiştir (Ayrıca
bk. Âl-i İmran, 3/33, A’raf, 7/144; Sad, 38/47; Neml, 27/59). Nübüvvet kurumuna
ve nebilerin görev ve sorumluluklarına baktığımızda nebi kelimesi, bu her iki anlamı
da ihtiva etmektedir. Şöyle ki nebi olan Hz. Muhammed’in getirdiği kitap hakkında
Kur’ân, “ْ‫ل هُوْ نبأعظِ ٌمْ * أن ُت ْْم ع ْن ُْه مُعْ ِرضُون‬
ْْ ُ‫“ ”ق‬De ki: Bu Kur’ân çok önemli, ilim ifade eden
ve faydalı bir mesajdır. Yine de siz ondan yüz çeviriyorsunuz” (Sad, 38/67-68)
demektedir.
Resul kelimesi ise elçi anlamındadır. Bu nedenle iki kelimenin sözlük anlamları
birbirine çok yakındır. Ancak resul kelimesi, Kur’ân'da melek hakkında da
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
kullanılmaktadır. Peygamberler ayrıca beşîr ve nezir yani müjdeleyen ve uyaran
kelimeleriyle de nitelenmişlerdir. Beşir, iman edip iyi davrananları müjdeleyen,
nezir ise inkâra saplanarak kötü davrananları uyaran demektir. Peygamberler
sadece bu iki konuda değil, ayrıca insanların ihtilâfa düştükleri konularda da hüküm
verir, onlara şüphesiz doğruları da söz ve davranışlarıyla bildirirler.
Türkçe'de nübüvvet kavramından daha çok Farsça'dan dilimize geçmiş bulunan
peygamber kelimesi kullanılmaktadır. Risâlet kavramı da nübüvvetle eşanlamlıdır.
Peygamberlik müessesesi, Allah ile insanlar arasında dünya ve âhiretle ilgili
ihtiyaçların giderilmesi amacıyla yapılan elçilik görevidir.
Nebi ve Resul Arasındaki Fark
Müslüman âlimlerin bir kısmı, bu iki kavram arasında hiçbir farkın
bulunmadığını söylemektedir. Diğer bir kısım âlimler ise terim olarak nebi ile resul
arasında fark olduğunu iddia ederler. Onlara göre, yeni bir şeriat ve yeni bir kitap
getiren peygambere resul, yeni bir şeriat ve yeni bir kitap getirmeyip kendinden
önceki peygamberin şeriatını tebliğ eden peygambere de nebi denilir. Bu anlayışı
benimseyenlere göre her resul, nebidir; ama her nebi, resul değildir.
Peygamberler, vahyi
insanlara tebliğ eden,
sözlü ve uygulamalı
olarak açıklayan
şahsiyetlerdir.
Kur'ân-ı Kerîm'e baktığımızda, nebi ile resul arasında İslâm âlimlerinden
bazısının iddia ettiği şekilde bir farkın olmadığını görmekteyiz. Aslında her ikisi de
birbirinin yakın anlamlısıdır. Çünkü Kur’ân’da, peygamberimiz hakkında bazı
ayetlerde nebi (Enfal, 8/64; Tahrim, 66/1; Tevbe, 9/73, 113, 118; Ahzab, 33/1, 6,
13, 28;..) bazı ayetlerde resul (Bakara, 2/214, 285, Al-i İmran, 3/32, 144, Maide,
5/67;...) bazılarında ise hem nebi, hem de resul ifadeleri birlikte kullanılmıştır.
Ayrıca kendisine yeni bir şeriat verildiği Kur’ân’da ifade edilmeyen Hz. İsmail
hakkında da hem resul, hem de nebi ifadeleri kullanılmaktadır: “Ve bu Kitap’ta
İsmail’i de an. Doğrusu, o her zaman sözünde duran biriydi; bir resul bir nebi idi”
(Meryem, 19/54). Aslında Allah'tan önemli haber (vahiy) aldıkları için
peygamberlere, "nebi"; aldıkları haberleri gönderildikleri insanlara bildirdikleri için
de "resul" denir. Nebî ve resul kelimeleri, Allah ile insan arasında elçilik görevi
yapan kişilerle ilgili olarak bu iki anlamı, ilişkiyi ifade etmektedir. Kur’ân’da Hz.
Muhammed ve Hz. İsmail dışında hem resul, hem de nebî olarak anılan daha birçok
peygamber mevcuttur. Örneğin, Hz. Mûsâ (Meryem, 19/51), Hz. Hârûn (Taha,
20/47). Bu iki peygamber birlikte “resul” olarak anıldıkları gibi ayrıca ikisine de
kitap verildiğinden bahsedilmektedir (Saffat, 37/117). Hz. İsâ’ya da kitap verildiği
hâlde nebi olarak anılmaktadır (Meryem, 19/30). “Bir vakit, Biz nebilerden, kuvvetli
bir söz almıştık. Senden, Nuh’tan, İbrâhim’den, Mûsâ’dan ve Meryem’in oğlu
Îsa’dan. Evet onlardan pek sağlam söz almıştık…” (Ahzab, 33/7) ayetinde
kendilerine kitap ve sahife verilmiş olan nebilerden bahsedilmektedir. Bu konudaki
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
en çarpıcı âyetlerden biri de nebîlere de kitaplar indirildiğini hiçbir şüpheye
meydan vermeyecek derecede açıkça bildiren şu ayettir: “Bütün insanlar bir tek
ümmet idi. Aralarında ihtilaflar başlayınca, Allah onlara içlerinden müjdeleyici ve
uyarıcı olarak nebiler gönderdi. Onlarla birlikte, insanlar arasında hükmetmek için,
kitap ve hikmeti de gönderdi ki, ihtilaf ettikleri konularda aralarında
hükmetsinler…” (Bakara, 2/213). Bu ayet, bazı kelam ve tefsir kitaplarında iddia
edildiği gibi nebilere kitap verilmemiş olduğuna dair görüşün tutarlı olmadığını
bildirmektedir.
Peygamberliğin Mahiyeti ve Gerekliliği
Tarihin kaydettiği en
büyük inkılâpçılar ve
kahramanlar
peygamberlerdir.
Allah, insanın dünyada ihtiyaç duyduğu her şeyi yaratmış ve onun hizmetine
sunmuştur. Dünyada çalışmak ve iş görmek için gereken bütün kabiliyet ve güç
insana verilmiştir. Doğuştan itibaren insana doğru yol gösterilmiş olsaydı veya
başka bir deyimle, zorla dürüst bir kişi yapılmış olsaydı, yaratılan her şey anlamını
kaybedecekti. Ayrıca özgürlüğünü iyi kullanmasıyla bir insanın varabileceği en
yüksek ve faziletli mevkiye varmak da mümkün olamayacaktı. Bundan dolayıdır ki
Allah (cc.), insanın hidayeti için mecburi ve cebrî yolu değil, peygamberlerin
telkiniyle seçilen yolu uygun görmüştür. Böylece bir yandan insanın hürriyetine
zarar gelmeden, onun sınavdan geçirebilmesi imkânı doğdu, öte yandan da nasıl
yaşaması ve inanması gerektiğini kendisine sunan ve yaşayan bir örnek olarak
peygamberler gönderilmiş oldu.
Peygamberlerin, hayatları boyunca söylediklerinin aksine hareket ettiği vaki
olmamıştır. Söz ve hareketlerinde şahsî menfaatleri değil, ilahi rızayı ve başka
insanların yararı ve rahatı için bin bir güçlük çekmişlerdir. Peygamberler, kendi
iyiliği için başkalarına zarar vermez, bütün hayatları, doğruluk, dürüstlük, iyi niyet,
fazilet, namus ve yüksek seviyeli insanlığın bir örneğidir. Cenabı Hak, peygamberlik
vereceği şahısları, özel bir şekilde seçmiş ve terbiye etmiştir. “Allah meleklerden de
insanlardan da elçiler seçer…” (Hac, 22/75).
‫ّللا ٌختار من المالئكة رسال ٌتوسطون بٌنه وبٌن األنبٌاء‬
ّْ ‫اس* أي‬
ِْ ‫ُال ومِنْ ال َن‬
ًْ ‫ّللا ُ ٌصْ طفًِ مِنْ ا ْلمالئِك ِْة ُرس‬
َْ
‫ إرشادا‬، ‫ وٌبلغونهم ما ن ّزله علٌهم من وحٌه‬، ‫ وٌصطفى من الناس رسال ٌدعون عباده إلى ما ٌرضٌه‬، ‫بالوحى‬
. ‫لهم وتشرٌعا لألحكام التً فٌها سعادتهم فى دنٌاهم وآخرتهم‬
“Üstelik onlar Bizim yanımızda seçkin ve hayırlı zatlardı” (Sad, 38/47).
Peygamberlerin böyle özel bir terbiyeyle yetiştirilmeleri, onların da ümmetlerini
güzel bir şekilde terbiye etmelerini sağlamak içindir. Peygamberler, insanlık
tarihinde silinmez izler bırakmış ve başarılarıyla, insanlığa yüzyıllarca rehberlik
etmiş şahsiyetlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
Allah, peygamberlere hayatın amacını ve ahlaki değerlerin bilgisini verdi. Ve
onlara diğer insanlara ilâhî vahyi ulaştırma ve doğru yolu gösterme görevini
yükledi. Peygamberler, insanlık âlemine yaratılmanın amacını, hayatın anlamını,
insanın ne olduğunu ve niçin yaratıldığını, ona her türlü güç ve imkânı kimin ve
niçin sağladığını, hayatın asıl gayeleri ve bunların nasıl elde edilebileceğini öğreten
şahsiyetlerdir. Bu hususlar, insanın en önemli ihtiyacıdır; insan bunları bilmeden
dünya ve ahiret hayatında başarılı olamaz.
Peygamber, Allah’ın
terbiye ettiği ve seçtiği
kişilerdir.
Allah, bu insanlara din ve ahlak ilminin en değerlisini vermiş ve daha sonra aynı
bilgileri başkalarına aktarabilmeleri için kendilerini peygamberlik makamına
getirmiştir. İşte bu insanlara biz resûl veya nebi deriz. Peygamberler, yaşadıkları
toplumlar içinde hususi kabiliyet ve yaratılış nitelikleri dışında, dürüst, erdemli ve
anlamlı yaşantılarıyla temayüz etmişlerdir. Onların fıtrat ve karakterleri çok güzel
ve tertemizdir. Bu nedenle tüm davranışları, doğruluk, dürüstlük ve asalet temeli
üzeredir. Onlar, hayatlarının her safhasında daima fazilet ve doğruluğu telkin eder
ve başkalarına tavsiye ettiği şeyleri de bizzat yaparlar. Başkalarının iyiliği için sıkıntı
çeker ve kendi şahsi menfaatleri için başkalarına sıkıntı çektirmezler.
Peygamberlik olmadan, insanlar, hak ve batıl inançlarla bunların kanıtlarını,
hakikatle hurafenin ayırt edilmesini, ebedî mutluluğa götüren iyi işleri, bunları
yapma yöntemlerini, cehenneme sürükleyen kötü işlerle bunlardan sakınma
yollarını öğrenemez. Yalnızca bazı filozofların çok genel anlamda ulaşabilecekleri
bilgileri, bütün insanların elde etmesi de imkânsızdır. Bütün bunlar dinî bilgiler
açısından nübüvveti gerekli kılan hususlardır. Kutsal kitaplar, insanlara farklı diller,
faydalı besinler, gemi yapımı, demirin yumuşatılıp işlenmesi, hayvancılık, ziraat,
akıl yürütme, hukuk, ticaret gibi dünyevî konulara dair bilgiler de vermektedir.
Küçük bir grup teşkil eden Brahmanlar, Budistler, hiçbir dine ve Allah’a
inanmayanlar (ateistler) ve Tanrıya inanan ama hiçbir dine inanmayanlar (deistler)
dışında insanların büyük çoğunluğu tarihte peygamberlerin yaşadığını ve ilâhî
elçilik görevi yaptıklarını kabul eder. Günümüz antropoloji araştırmalarına konu
olan Nûh tufanı ve gemisi, Hz. İbrahim'in inşa ettiği Kâbe, Kudüs'teki kutsal
mekânlar, Hz. Muhammed'in kabri, Uhud Şehitliği gibi tarihi yapılar nübüvvet
müessesesinin göstergeleridir. Ayrıca nübüvvetin insanlık kültüründeki izleri, giyim
kuşamdan ibadetlere, diğer davranış biçimlerine ve şahıs isimlerine kadar pek çok
alanda yaygın bir şekilde mevcuttur.
Peygamberlerin İnsanlığa Katkısı
Allah, rahmetinin eseri olarak daha başlangıçta biz insanları sağlam fıtrat üzere
yaratmış, birçok duyu organı ve duygularla donatmıştır. İnsanın mutlak doğruya
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
ulaşabilmesi için insana özgürlük, düşünme, iyi ile kötüyü ayırma yeteneği, irade,
konuşma, bilgi elde etme ve üretme gibi yetenekler de vermiştir. Bununla da
yetinmemiş insanın öz benliğinde ve dış dünyasında ayetler, alametler koymuş,
peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Bütün bunlar, Allah’ın varlığını ve birliğini
bilmek, rahmet ve rızasına uymak, hak yola girmek, öfke ve azabına sebep olan
hâllerden kaçınmak, ruhen ve ahlaken olgun insan olmak için gereklidir. İslam
inancına göre bütün varlıklar, Allah'ın kuludur ve zorunlu olarak O'nun kanun ve
emirleri altındadır. Bu, Kur’ân'ın "Tevhid" görüşüdür. Bu ilke ve anlayışı iyice
bilmeden İslam anlaşılamaz.
Peygamberler, insanlık
tarihinde silinmez izler
bırakmışlardır.
İnsanın, kendisine bahşedilen yetenekler sayesinde, çevresi ve diğer yaratıklar
hakkında bazı bilgiler edinmesi bir ihtimal olarak mevcuttur. Ancak bu durum,
oldukça sınırlı ve kendi gücü oranındadır. İnsanın gücünü aşan konularda veya gücü
dâhilinde olup da aile ve dış çevrenin olumsuz etkisiyle gerçeğe ulaşamayacağı
hususlar da söz konusudur. Böylesi zamanlarda, insanın elinden tutulması ve
yolunun aydınlatılması gerekir. İnsanın bu yönünü en iyi bilen yüce Allah,
hikmetinin, lütuf ve merhametinin bir sonucu olarak insanlara peygamberler
göndermiştir.
Peygamberlerin varlığından haberi olmayan bazı küçük topluluklar ile onlara
inanmayıp gerçekleri tahrif eden milletler, sapıtmış ve insanlığa yakışmayan
durumlara düşmüşlerdir. Bu toplumlar, insan, ağaç, taş, deniz, güneş, gökyüzü,
yeryüzü ve hayvan gibi varlıklara tapınıp durmuşlardır. İşte toplumları bu gibi insan
onurunu yok eden davranışlardan kurtarmak, onlara dünya ve ahirete yönelik
sorumluluklarını öğretmek için peygamberler gönderilmiştir. İnsanlığın hem dünya,
hem de ahiret mutluluğuna ermesini sağlamak için peygamberlere ihtiyaç vardır.
İnsanlık âlemi, öteden beri peygamberlere muhtaç olmuştur. Doğrusu, sağduyulu
hiçbir insan veya düşünür, peygamberlere olan ihtiyacı inkâr edemez.
İnsanların, Allah’ın varlığını ve birliğini akletme yetenekleriyle anlayabilmeleri
bir ihtimal olarak düşünülebilir. Fakat Allah’a ait olan sıfat ve nitelikleri, nasıl ibâdet
edileceğini, âhiret işlerini, dünya ve âhiretteki sorumluluğu, mükâfat ve cezânın ne
şekilde ve hangi boyutta olacağını gerçek anlamda ve bütün yönleriyle bilemezler.
İnsanların, en kısa ve en kesin bir yoldan dünyâ ve âhiret saadetine kavuşması, fikrî
ve ahlaki yüksekliğe ulaşması, ancak ilâhî eğitim ve öğretimle mümkün olabilir.
Peygamberler, en iyi ve en sağlam bir şekilde insanlara Allah'ı tanıtmış, inançla ilgili
hükümleri, ibâdetin mana ve muhtevasını öğretmişlerdir. Peygamberler, ahlaki
faziletleri, medenî hükümleri, içtimaî münasebetleri, faydalı ve zararlı şeyleri
bildirmişlerdir. Böylece, maddî ve manevî sahada insanlar için tam bir kılavuz
olmuşlardır. Peygamberlerin örnek ve rehber olarak gönderilmeleri, ahirette
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
insanların "bilmiyorduk, bize peygamber gönderilmedi" diye Allah'a karşı mazeret
ileri sürmelerini de geçersiz kılacaktır (Nisâ, 4/165).
Peygamberler, sadece
dinî kuralları değil,
evrensel ahlaki ve
insani değerleri de
insanlık âlemine
kazandırmışlardır.
Allah, insanları kendi yol göstericiliğinden yani peygamberlerin rehberliğinden
mahrum bırakacak olsaydı, inanç ve davranış alanlarında doğruya ulaşmak
imkânsız hâle gelirdi. İnsana her ne kadar ihtiyaç duyduğu bilgileri üretebileceği
duyular ve akıl yürütme gücü verilmişse de her iki kaynak da sınırlıdır. Akıl
yürütme, geçmişi ve geleceği kuşatabilen mutlak ve mükemmel bir kaynak değildir
ve insanın mutluluğu için gerekli olan bilgileri tek başına üretemez. Kaldı ki akıl,
ürettiği bilgilerin benimsenmesini sağlayacak manevî bir yaptırım gücüne de sahip
değildir. Öte yandan akıl yürütme gücüne rağmen insan, dünyevî arzularına aşırı
bağımlılık sebebiyle yanlış hükümler verebilir, korkularının ve hırslarının etkisiyle
aklî ve ruhî hastalıklara mâruz kalabilir. Ayrıca akıl yürütme bakımından her insan
aynı seviyede değildir. Nitekim pek çok konuda değişik görüşler ileri sürülmektedir.
Bütün bu nedenlerden dolayı, insanı hataya düşmekten koruyacak mükemmel bir
kaynağa ihtiyaç vardır ki bu da ilâhî bilgi kaynağından başkası olamaz. İnsan,
yaratılıştan sahip kılındığı donanım sayesinde, akıl yürüterek veya tabii bir yönelişle
Allah'ın varlığına fikren ulaşsa bile O'nun sıfatları, kulun yükümlülükleri ve ibadet
tarzı, Allah-evren, Allah-insan, insan-insan ilişkileri ve insanın dünyada
yaptıklarından hesaba çekileceği âhiret günü gibi konularda kesin bilgi sahibi
olamaz.
Dünya tarihindeki başarıların birçoğunun temelinde genellikle peygamberlerin
ve tebliğ ettikleri dinlerin büyük bir payı vardır. Hz. Âdem’den bu yana insanlığın
ortaya koyduğu mimari eserler, toplumsal kurumlar, bilimsel ve felsefi düşünceler,
ahlakî ve insanî esaslar olmak üzere medeniyet dediğimiz niteliklerin tümü,
peygamberlik müessesesinin eseridir. Peygamberler sanat, ticaret, ziraat ve çeşitli
meslekleri insanlara öğretmek suretiyle medeniyete, kültüre ve toplumsal
gelişmeye katkıda bulunmuşlardır. Onlar, ümmetlerini yalnız ahirete yönelik işlerde
değil, dünyayla ilgili konularda da mutlu kılmaya çaba göstermişlerdir.
Peygamberlerin getirdikleri din, insanların sadece belirli bazı alanlar veya inançla
ilgili birtakım ilkelerden ibaret değildir. Din, hayatı şekillendiren ve yeni değerlerle
donatan topyekûn bir hayat tarzıdır. Fakat insanlar, zaman içerisinde veya dünyevi
çıkarlarının kaybolacağı endişesiyle peygamberlere itaat etmekten yüz
çevirmişlerdir. Bunun sonucunda oluşturdukları bazı inanç ve pratikleri, bazen
peygambere izafe ederek, bazen de kişisel istekleriyle dinsel inançlar hâline
dönüştürmüşlerdir.
Peygamberler, sadece dinî kuralları değil, evrensel ahlaki ve insani değerleri de
insanlık âlemine kazandırmışlardır. Onlar, Allah’ın kelâmını sadece bildirmek,
yaymak, buyruklarını duyurmak ve açıklamakla değil, aynı zamanda bunların nasıl
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
Tartışma forumu
Tartışma
tatbik edildiğini ve başkalarına nasıl örnek olabileceklerini göstermek için de
faaliyette bulunmuşlardır. Onlar, ilahi emirlerin uygulanması konusunda toplumu
denetleme, onlara rehberlik etme ve insan hayatındaki yanlışlıkları belirtmekle de
sorumludurlar.
• Peygamberlerin insanlık âlemi için
gerekliliğini forumda tartışabilirsiniz.
Peygamberlere İman ve Önemi
Peygamberlere imanın,
bütün peygamberleri
kapsaması gerekir.
Her şeye görüntü, şekil, kuvvet ve kabiliyet Cenab-ı Hak tarafından verilmiştir.
Dünyada hiçbir şey gösterilemez ki Rabbimiz ona şekil ve güç vermenin yanı sıra
yaratılış amacını da öğretmiş olmasın. İnsanlara rehberlik ve önderlik yapılmasının
en uygun şekli, gayet tabii ki şuurlu bir insanın onlara yol göstermesi, hem de
bunun akıl ve mantıklarına aykırı olmayacak şekilde yapılmasıdır. Bütün Kâinat'ın
yaratıcısı, sahibi ve hâkimi olan Cenab-ı Hak, insanı yarattı. Ona bilme, düşünme ve
anlama gücü, iyi ile kötüyü ayırma yeteneği, seçme ve iradesini kullanma kabiliyeti
verdi. Tasarruf yetkileri bağışladı. Kısacası, ona özgürlük verdi ve yeryüzünün
halifesi olarak seçti. İnsan için en doğru yol, Allah’ı tek ilâh ve hâkim olarak kabul
etmek, buyruklarına göre dünyadaki işlerini yapmak ve orada geçireceği ömrü, bir
imtihan süresi olarak görmektir. İnsanın amacı ve hedefi, bu imtihanı kazanmak
olmalıdır. Aksine yapacağı her hareket yanlış olacaktır. İnsan, hak veya batıl
yollardan birini seçmekte özgürdür. Hak yolu seçerse, dünya ve ahirette huzur ve
mutluluk bulacaktır. Şayet batıl yolu seçerse, dünyada da âhirette de ebedî
huzursuzluk ve mutsuzluğa düşecektir.
Allah, yeryüzüne ilk olarak gönderdiği insanları yani Adem ve Havva’yı, cehalet
karanlığı içerisinde göndermedi. Aksine onların nasıl yaşamaları gerektiği
konusunda bilgiyle gönderdi (Bakara, 2/31). Onların hayat tarzları, Allah'a itaat yani
İslâmiyet’ti. Onlar, evlâtlarına da "müslim", yani Allah'a itaatkâr olma emrini
vermişlerdi. Ne var ki, daha sonraki yüzyıllarda insanlar, bu doğru hayat tarzından
ayrılarak çeşitli yanlışlıklara düştüler. Gaflet içinde yollarını şaşırmakla kalmadılar,
bunu tahrif de ettiler. Allah'ın yanı sıra yerde ve göklerdeki pek çok insanî ve
insanüstü, hayali ve maddi güçleri birer ilâh yaptılar. Allah'ın kendilerine bahşettiği
dine, hakikat ilmine çeşitli batıl itikat ve nazariyeler karıştırarak kendi arzularına
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
göre kural ve kanunlar icat ettiler. Sonuçta Allah'ın yarattığı dünyada, zulüm ve
baskıdan geçilmez oldu.
Peygamberlerin, tebliğ
ettikleri inanç ve ahlaki
ilkeler temelde aynıdır.
Her önemli işte bir uzmana ihtiyaç duyulması, danışılması, onun tavsiyelerine
göre hareket edilmesi dikkate değer bir husustur. Allah hakkında bilgi, O’nun
rızasına uygun hayat tarzını bilme ve yaşama konusunda en önemli ve güvenilir
bilgi kaynağı, hiç şüphesiz peygamberlerdir. Bundan dolayı peygamberlere iman,
itaat ve onları izlemek her insan için mutlak surette lüzumludur. Peygamberin
talimatlarını bir tarafa bırakıp, kendi kendine yol bulmaya çalışan kimse, doğru
yoldan sapar ve kesinlikle yanlış yola girer. Çünkü doğru yol, peygamberler
tarafından belirtilmiştir; ondan başka doğru yol yoktur ve olamaz. Bu yolu
görmezlikten gelen ve başka yollar arayan kişi, kendi vehimlerine aldanmaktadır.
Bu kişi kendi inatçılığı, gururu, peşin yargısı ve sapıklığının kurbanı olmaktadır. Bu
yolu kabul etmeme, yanlış gurur, körü körüne taassup, atalarının yoluna inatla
bağlılık veya nefsin aşağılık arzularının köleliği yüzündendir. Diğer yandan, bir kişi
samimi ve haksever ise yanlış duygu ve inançların esiri ve tesiri altında değilse,
gerçeğe giden yol ona açılır ve onun peygamberlere inanmayı reddetmesi için
hiçbir sebep yoktur. O kişi, peygamberlerin öğretisinde kendi ruhunun yankısını
bulur ve onları keşfetmekle kendi benliğini keşfeder.
Peygamberlere inanmak, iman esaslarındandır. Tevhid inancının temellerinden
biridir. Kur’ân, Allah'ı sevenlerin, peygamberlere uymaları gerektiğini birçok
ayetinde emreder. Çünkü elçiye itaat, Allah'a itaattir:
“ ْ‫ّللا وال َرسُول‬
ّْ ‫ل أطِ ٌعُوْْا‬
ْْ ُ‫ّللا ُ غفُورْ رَ حٌِم* ق‬
ّْ ‫ّللا ُ وٌ ْغفِرْْ ل ُك ْْم ُذ ُنوب ُك ْْم و‬
ّْ ‫ّللا فا َتبِعُونًِ ٌُحْ بِ ْب ُك ُْم‬
ّْ ْ‫حبُّون‬
ْْ ُ‫ق‬
ِ ‫ل إِن ُكن ُت ْْم ُت‬
ْ‫ّللا لْ ٌُحِبُّْ ا ْلكاف ِِرٌن‬
ّْ َْ‫( ”فإِن تولَ ْوْاْ فإِن‬Âl-i İmrân, 3/31-32; ayrıca bk. Furkan, 42/27-28; Nisa,
4/69; Nûr, 24/54). Peygamberlere imanın bütün peygamberleri kapsaması gerekir.
Peygamberlerden bir tanesine bile inanmamak kişiyi dinin dışına çıkarır. Buna göre,
iman yönüyle hiçbir peygamberi diğerinden ayırt etmemek gerekir ‫ق بٌْنْ أحدْ مِّن‬
ُْ ‫لْ ُنف ِّر‬
‫( رُّ ُسلِ ِْه‬Bakara, 2/136, 285). Allah’ın elçileri arasında ayırım yapıp bir kısmını kabul bir
kısmını inkâr, şüphesiz küfür olarak nitelenmiş ve böyleleri için çok şiddetli azabın
olduğu bildirilmiştir:
“ ْ‫ّللا وْ ُر ُسلِه وٌقُولُونْ ُن ْؤمِنُْ ِببعْ ضْ ون ْكفُ ُْر ِببعْ ض‬
ِّْ ْ‫الل و ُر ُسلِ ِْه وٌ ُِرٌ ُدونْ أن ٌُفرِّ قُوْْا بٌْن‬
ِّْ ‫إِنَْ الَذٌِنْ ٌ ْكفُرُون ِب‬
ْْ‫الل وٌ ُِرٌ ُدون أن ٌ َتخ ُِذوا‬
ِّْ ‫الً * أ ُ ْولـئِكْ ُه ُْم ا ْلكافِرُون حقّْا ً وأعْ ت ْدنا لِ ْلكاف ِِرٌنْ عذابْا ً م ُِّهٌنْا ً * والَذٌِنْ آم ُنوا ِب‬
ْ ٌ‫بٌْنْ ذلِكْ س ِب‬
ُ
ّْ ْ‫ٌِه ْْم أُجُور ُه ْْم وكان‬
ً ‫ّللا ُ غفُورْاً َرحٌِمْا‬
ْ
ُ
ْ
ِ ‫( ”و ُر ُسلِ ِْه ول ْْم ٌُفرِّ قوْا بٌْنْ أحدْ ِّمن ُه ْْم أ ْولـئِكْ س ْوفْ ٌ ُْؤت‬Nisa, 4/150-152).
Peygamberler, insanların Allah önünde eşitliğini savunmuş ve bunun mücadelesini
vermişlerdir. Peygamberlere karşı çıkanlar, çıkarlarının zedeleneceğini düşünen,
bilgilerine güvenip şımaran, servetleriyle gururlanan, onlara itaat etmeye tenezzül
etmeyen genellikle zengin ve mevki sahipleri olmuştur. Üst sınıf olduklarını
düşünenler, toplumdaki imtiyazlı durumlarının sarsılmasını istemeyenler, onlara
sürekli engel olmaya çalışmışlardır. Her peygamber, zorba, zayıfları ezen,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
çıkarlarına düşkün, gelenekleri körü körüne taklit eden, kibirli ve bağnazların
direnişiyle karşılaşmıştır (Hûd, 11//27-34). Peygamberlere ilk uyanlar ise genellikle
gençler ve insanlık dışı muamelelere maruz kalan ezilenler olmuştur. Çünkü
gençler, yenilikleri kabule ve açık düşünceye daha yatkındırlar. Fakat bir ömür boyu
belirli bir inanca, geleneğe bağlananlar, bu inançlarını kolayca terk edemezler.
Peygamberler, fakirleri, köleleri korumuş, onlarla birlikte oturup yemek
yemişlerdir. Onların kovulmasını ve yanlarından çıkarılmasını isteyen kibirli, zalim
ve şımarık zenginlere "Ben, inananları kovamam!" (Hûd, 11/29) diyerek
reddetmişlerdir.
Bazı toplumlar, kendilerine gönderilen peygamberleri inkâr edip onlara karşı
geldiler. Hatta bununla da kalmayıp onları öldürdüler (Bakara, 2/87; Al-İ İmran,
3/21, 112, 181, 183; Nisa, 4/155). Kur’ân’da, bilgilerine güvenip, servetleriyle
gururlanan, peygamberlere uymaya tenezzül etmeyip inkâr edenlerin, sonunda
nasıl cezalandırılıp mahvedildikleri anlatılmaktadır (Al-i İmran, 3/137; En’am, 6/11,
42-45; A’raf, 7/94-96, 101; Yunus, 10/13, 47 vd.)
Peygamberlerin Ortak Çağrısı
Kur’ân, peygamberlik olayını evrensel bir olgu olarak görmektedir. Bunun için,
Kur’ân'da ismi belirtilmiş veya belirtilmemiş olsun (Nisa, 4/164), dünyanın her
tarafına, bir başka ifadeyle her millete Allah'ın elçileri gönderilmiştir (Nahl, 16/36;
Fâtır, 35/24; Mü'min, 40/78). Peygamberler önce kendi kavimlerine
gönderilmekte; fakat ilettikleri tebliğ yalnız o yöreye ait değil, evrensel bir özelliğe
sahiptir. Onun için bütün insanlar, inanmak ve söylediklerini takip etmek
zorundadır.
Vahiy, insanların hem
âhirette ve hem de
dünya hayatında mutlu
olmasını sağlayacak
kanunlar bütünüdür.
Peygamberler, gönderildikleri toplumlara, onların konuştukları dille hitap etmiş
ve o dilde mesajlar getirmişlerdir (İbrâhîm, 14/4).
ْ‫ان ق ْو ِم ِْه لٌُِبٌِّنْ ل ُه ْم‬
ِْ ‫لَ بِلِس‬
ْ ِ‫وما أرْ س ْلنا مِن َرسُولْ إ‬
Peygamberlerin, tebliğ ettikleri inanç ve ahlaki ilkeler temelde aynıdır. Bu birlik,
onların aynı kaynaktan yani Allah tarafından görevlendirildiklerini göstermektedir.
Vahiy, insanların hem âhirette ve hem de dünya hayatında mutlu olmasını
sağlayacak kanunlar bütünüdür. Peygamberlerin tamamı, Allah'a kulluk etmeye
yani Tevhid'e çağırmışlardır:
َ ‫ّللا واجْ تنِبُوْْا‬
ْ‫الطا ُغوت‬
ّْ ‫ن اعْ ُب ُدوْْا‬
ِْ ‫لً أ‬
ْ ‫ل أُمَةْ َرسُو‬
ِّْ ‫ولق ْْد بع ْثنا فًِ ُك‬
"Andolsun ki, biz. 'Allah'a kulluk edin ve (tağut’tan) azdırıcı varlıklardan sakının'
diye (emretmeleri için) her millete bir peygamber gönderdik." (Nahl, 16/36). Bütün
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
peygamberlerin tebliğ ettikleri itikadî ve ahlakî prensipler aynı olmakla birlikte,
ibadet hükümleri ile helal-haram konusunda birtakım değişik hükümler getirdikleri
de olmuştur. Fakat şurası bir gerçektir ki bütün din ve peygamberlerin ortak ve
temel hedefleri vardır. Bu ortak ve temel hedefler, insan ve toplumun mal, can,
nesil, akıl ve dinî esas ve değerlerini muhafaza etmektir. Bütün peygamberler, bu
toplumsal faydalar için gayret göstermişlerdir. Bu esaslar, peygamberlerin
getirdikleri bütün dinlerde kutsaldır. (Şura, 42/13)
Peygamber, nezirdir;
cehennemle korkutur.
Beşirdir; cennetle
müjdeler.
Peygamberler, mükemmel şahsiyetleri ile ilahî tebliği sarsılmadan ve
korkusuzca ilan ederek, insanları kötü ahlaki vasıflardan çıkarma mücadelesini
sürdürmüşlerdir. Onlar, kendilerine vahyedilen gerçekler ışığında Allah'ı ve O’nun
yolunu, şeytanı ve ona yardımcı olan güçleri bütün açıklığıyla gözler önüne
sermişlerdir. Fakat insanların çoğu, onlara karşı gelmiş, alay etmiş ve öldürmekle
tehdit etmişlerdir. Sonuçta bir kısım sıkıntılarla karşılaşmış olsalar da her toplumda
peygamberler ve tabi olanları, kurtuluşa ve zafere ulaşmıştır. Zulüm ve ahlaksızlıkta
çok ileri giden inkârcılar, ya çeşitli bela ve musibetlere uğratılmış veya bazı tabiî
afetlerle helak edilmişlerdir.
Allah, bütün peygamberleri, insanlık âlemini cehaletin ve küfrün karanlığından
vahyin (ilmin) aydınlığına çıkarmakla görevlendirmiştir. Peygamberler, görevlerini
tam manası ile etkili bir şekilde yerine getirebilmek için, “ilim”le ve ilahî kurallar
bütünü ile donatılmışlardır. Bu ilahî kurallar bütününe din denilir. Dinin temel
hedefi, Allah'ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak (takva), insanlar
arasında iyilik ve adalet duygusunu meydana getirmek ve geliştirmektir. Çünkü
insanlar, ancak bu şekilde hayatın ulvî ve şerefli gayelerine ulaşabilirler.
Allah'ın insanlara rehberlik için peygamberler göndermesinin esas gayesi,
yeryüzünde bir adalet düzeni tesis etmektir. Böylece, insanlar zulüm ve saldırı
olmaksızın barış içinde yaşayabilirler. Peygamberlerin bu fonksiyonu, Kur’ân’da şu
ifadelerle dile getirilir: “ِْ‫ت وأنز ْلنا مع ُه ُْم ا ْلكِتابْ وا ْلمٌِزانْ لٌِقُومْ ال َناسُْ ِبا ْلقِسْ ط‬
ِْ ‫”لق ْْد أرْ س ْلنا ُرسُلنا ِبا ْلبٌِّنا‬
"Şu kesindir ki, Biz resullerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti
gerçekleştirmeleri için, resullerle beraber kitap ve adalet terazisi indirdik...." (Hadid,
57/25).
‫ والمعجزات البٌنات وأنزلنا معهم الكتاب والمٌزان * أي وأنزلنا‬، ‫ بالحجج القواطع‬، ‫وّللا لقد بعثنا رسلنا‬
‫ وفسر بعضهم‬، ‫ وأنزلنا القانون الذي ٌحكم به بٌن الناس‬، ‫ التً فٌها سعادة البشرٌة‬، ‫معهم الكتب السماوٌة‬
‫لٌقوم الناس بالقسط * أي لٌقوم الناس بالحق‬+‫ هو ما ٌوزن به وٌتعامل‬: ‫ وقال ابن زٌد‬،( ‫المٌزان بأنه )العدل‬
‫والعدل فى معامالتهم‬
Bütün peygamberlere şu üç şeyin verildiği görülmektedir:
1) Beyyinat: Yani, onların Allah'ın gerçek peygamberleri olduğuna dair açık
işaretler, mucizeler. Hakkın ve bâtılın ne olduğu âyet ve delillerle ispat edilmiş,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
ayrıca inanç, ahlak ve beşerî münasebetler konusunda doğru ve yanlış yolun
özellikleri, açıkça ve şüpheye mahal bırakmadan izah edilmiştir.
2) Kitap: İnsanoğluna muhtaç olduğu hidayetin yolunu bulabilmesi için
verilmiştir.
3) Mizan: Tartı yapıldığında hak ve bâtıl arasındaki farkı gösteren, düşünce,
ahlak ve muamelât konusunda ifrat, tefrit ve itidal noktalarını ortaya koyan ilahi
ölçü.
Bu üç şeyin peygamberler ile birlikte dünyaya gönderilmesinin sebebi, onların
ferdî ve toplumsal hayata adalet ve itidali hâkim kılmaları içindir. Böylelikle onlar,
bir yanda Allah'ın kulları üzerindeki haklarını, insanın kendi üzerindeki haklarını ve
sosyal ilişkilerde insanların birbirleriyle münasebetlerindeki haklarını ortaya koyup,
bunları hakkıyla uygularlar. Onlar bu prensiplere dayanarak, toplumda zulmü
kökten kaldıracak şekilde sosyal hayatı düzenlerler.
Peygamberler, kutsal kitaplar ve bunların takipçisi olan Hak yolunun yolcuları,
aynı ihtiyaca cevap vermiş, aynı vazifeyi yerine getirmişlerdir. Bu sebepten
dolayıdır ki, onlara Kur’ân-ı Kerim'de müzekkir (hatırlatanlar) ve yaptıkları işlere
zikr (hatırlatma), tezkere (hatıra), ve tezkir (hatırlatma) denilmiştir.
Peygamberlerin İsimleri ve Sayısı
Kur’ân-ı Kerim'de her millete mutlaka kendi içlerinden seçilmiş bir peygamber
gönderildiği açıkça beyan edilmiştir: “ ‫ل خالْ فٌِها‬
َْ ِ‫ق بشِ ٌرْاً ونذٌِرْاً وإِن مِّنْْ أُمَةْ إ‬
ِّْ ‫إِ َنا أرْ س ْلناكْ بِا ْلح‬
ْ‫“ ”نذٌِر‬Biz seni gerçek ile birlikte müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Hiçbir
topluluk yoktur ki içlerinden bir uyarıcı gelip geçmemiş olsun” (Fâtır, 35/24. Ayrıca
bk. Yunus, 10/47; İsrâ, 17/15).
Peygamberlerin esas
gayesi, yeryüzünde bir
adalet düzeni tesis
etmektir.
İlk peygamber, Hz. Âdem; son peygamber ise Muhammed (s.a.s)'dir. Bu ikisi
arasında sayısını ancak Allah'ın bildiği kadar peygamberler, gelip geçmiştir. Kur’ân-ı
Kerim'de peygamberlerin sayısı ve tümünün ismi bildirilmemiştir; yalnız yirmi beş
peygamberin adı zikredilir. Kur’ân'da adları geçen peygamberler şunlardır: Âdem,
İdrîs, Nûh, Hûd, Salih, İbrahim, Lût, İsmail, İshak, Ya'küb, Yûsuf, Şuayb, Eyyûb,
Zülkifl, Mûsâ, Hârûn, Dâvûd, Süleyman, İlyâs, Elyesa', Yûnus, Zekeriyyâ, Yahya, İsâ
ve Muhammed'den ibaret yirmi beş peygambere inanmak farzdır. Kur’ân'da adı
zikredilen Üzeyir, Lokman ve Zülkarneyn'in peygamber mi yoksa velî mi oldukları
ihtilaflıdır.
İslam inancında Hz. Adem'le başlayıp Hz. Muhammed'le son bulan
peygamberlerin sayısı hakkında kesin bilgi yoktur. 124.000 peygamberin
gönderildiği hakkındaki Ahmed b. Hanbel’in Müsned adlı eserinde yer alan rivayet,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
bu konuda kesin delil olarak kabul edilmemiştir. Bu rivayetin isnad açısından çok
zayıf olduğu kaydedilmiştir. Bu gibi rivayetler, âhad yani mütevatir olmayan yolla
geldiğinden bu hususta kesin delil olarak kabul edilemez. Nitekim Kur’ân-ı Kerim'de
şöyle denilmektedir: “ْ‫الً لَ ْْم ن ْقصُصْ ُه ْْم علٌْك‬
ْ ‫ل و ُر ُس‬
ُْ ‫الً ق ْْد قصصْ نا ُه ْْم علٌْك مِن ق ْب‬
ْ ‫”و ُر ُس‬
"Peygamberlerin bir kısmını bundan önce sana haber verdik, bir kısmını ise haber
vermedik" (Nisa, 4/164). Bu ayette, Allah, elçilerin hepsini değil, sadece bir kısmını
Hz. Muhammed'e bildirdiğini söylemektedir. Dolayısıyla peygamberlerin sayısını
kesin olarak bildiren hadis, bu ayete açıkça aykırılık arz etmektedir. Kanaatimizce
doğru olan da budur. Peygamberlerin gerçek sayısını yalnız Allah bilir.
Peygamberlerin Temel Özellikleri
Peygamberlerin
gerçek sayısını yalnız
Allah bilir.
Peygamberlerin kişilik ve karakterleri tertemiz olup öz geçmişlerinde yalan,
iftira, ikiyüzlülük, sahtekârlık ve dolandırıcılık konusunda en ufak bir belirti yoktur.
Bu nedenle, hayatlarının her safhasında dürüst ve doğru olanların yalnızca bu
konuda sözbirliği etmişçesine yalan söylemelerine imkân ve ihtimal yoktur.
Savundukları davanın kendilerine kişisel çıkar sağladığı da söylenemez. Tam
tersine, davaları uğruna son derece güç durumlara düştükleri, bedensel ve ruhsal
eziyetler çektikleri, tutuklandıkları, dövüldükleri, işkence gördükleri, sürgün
edildikleri ve çeşitli eziyetlerle öldürüldükleri görülmüştür. Dolayısıyla, şahsi
menfaat suçu kendilerine yüklenemez. Aksine bin bir güçlük ve engeller karşısında
davalarına tamamıyla sadık kalmaları, samimiyet ve iyi niyetlerinin birer kanıtıdır.
Onlar davalarına öylesine bağlıydılar ki bunun için canlarını bile severek feda
ettiler. Söz konusu insanların deli veya aklî dengelerinin bozuk olduğu da iddia
edilemez. Hayatın bütün meselelerinde hepsinin son derece akıllı, anlayışlı ve zeki
olduğu olaylarla sabit olmuştur. Muhalifleri bile zaman zaman akıl ve zekâlarına
hayran kalmışlardır. Bu öyle bir davadır ki, bunun için hayat boyunca mücadele
etmişler, var olan imkânlarının tümünü seferber etmişlerdir. Bu insanların
söylediklerinde akla aykırı bir şey de yoktur.
"Ve doğru yolu gösterme işi Allah'a aittir, hâlbuki kötü yollar da vardır." (Nahl,
16/9). Bu ayette tevhid, rahmet ve ulûhiyyet hakkında deliller ileri sürülürken
peygamberliğe de kısaca değinilmiştir. Şöyle ki; dünyada insanlar için düşünme ve
hareket etme konusunda çeşitli yollar vardır ve bunların fiilen izlenmesi
mümkündür. Belli ki bütün bunlar hak yol değildir. Gerçek sadece tektir ve sahih
bir hayat tarzı, doğru bir hayat nazariyesine dayanır. Bu doğru nazariyeyi, başka bir
deyimle, doğru yolu bilmek insanın en büyük zarureti ve ihtiyacıdır. Hatta temel
ihtiyacıdır. Bu öyle bir ihtiyaçtır ki, insan buna bizatihi insan olduğu için ihtiyaç
duyar. Bu ihtiyaç karşılanmadığı takdirde ise insanın bütün ömrünün boşa gittiği
söylenebilir. "Şayet Allah isteseydi, hepinizi hidayete erdirirdi." (Nahl, 16/ 9)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
Nübüvvet, vahiy esasına dayanır. Allah’ın vahyine muhatap olmak, kişisel
gayretlerle elde edilen bir makam değil, tamamen ilahi bir lütuftur (Cum'a, 62/4).
Allah’ın bu seçiminde mal, mülk, saltanat, şöhret ve makamın hiçbir etkisi yoktur
(Zuhruf, 43/31-32). Çok çalışmak ve ilâhî emirlere uymak suretiyle peygamber
seçilmek de mümkün değildir. Kur’ân, erkeklerden başkasının elçi olarak
görevlendirilmediğini de bildirir (Nahl, 16/43-44; Enbiyâ, 21/7).
Cenabı Hak, kendisine peygamberlik vereceği şahısları, yüksek ahlaki niteliklerle
donatmıştır. Peygamberler, insan olmalarına rağmen üstün meziyetlere sahiptirler.
Bu üstünlük, insanüstü bir nitelik değil, mükemmel insan olma konusundaki
üstünlüktür. Peygamberler, diğer insanlar gibi yer, içer, çarşılarda dolaşır (Furkan,
25/20), evlenir (Ra'd, 13/38), hastalanır, acı duyar, zevklenir ve ölürler. Evren
üzerinde herhangi bir tasarrufları yoktur, Allah'ın iradesine etki edemez ve gaybı
bilmezler. Onların gayb bilgileri, Allah'ın onlara bildirdiği miktardan ibarettir (Araf,
7/188).
Peygamberlerin kişilik
ve karakterleri
tertemizdir.
İslâm akaidinde Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed,
peygamberlerin büyükleri olarak kabul edilir. Kur’ân, bu peygamberleri “ulu’l-azm”
yani “azimet sahibi” ifadesiyle vasıflandırmaktadır. Ulu'l-azm peygamberler,
aldıkları ağır görev ve yüklendikleri sorumluluk karşısında herhangi bir yılgınlık
göstermeden dinî insanlara tebliğ görevini yerine getiren, bütün zorluklara göğüs
germede azim ve sebat gösteren peygamberler demektir.
İslâm inancına göre bütün peygamberler, peygamber olmak açısından eşittirler.
Ancak peygamberler arasında derece farkının bulunduğu da bildirilmiştir. Bu
konuda Kur’ân'da şöyle buyrulur:
ْ‫ت‬
ّْ ْ‫ض ْلنا بعْ ض ُه ْْم على بعْ ضْ ِّم ْنهُم مَن كلَم‬
َ ‫لف‬
ُْ ‫تِ ْلكْ الرُّ ُس‬
ِ ‫ّللا ُ ورفعْ بعْ ض ُه ْْم درجاتْ وآتٌْنا عٌِسى ابْنْ مرْ ٌمْ ا ْلبٌِّنا‬
ْ
ُ
ُ
‫ُوح القدس‬
ِْ ‫وأٌ َْدناْهُ بِر‬
"İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan
bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derecelerle yükseltmiştir..." (Bakara, 2/253).
Bütün peygamberlerde ortak olan sıfatları şu beş maddede toplamak
mümkündür: Emânet, sıdk, fetânet, ismet, tebliğ.
1-Emanet: Gerçek anlamda insanların güvenini kazanmış ve Allah’ın bildirdiği
esasları tam olarak aktaran anlamına gelmektedir. Bütün peygamberler son derece
emin, güvenilen, dürüst ve seçkin şahsiyetlerdir. Onlardan herhangi bir hiyânet asla
meydana gelmez. Kur’ân-ı Kerim'de, peygamberlerin emânet sıfatlarından söz
eden ayetler vardır (A'raf, 7/68; Şuarâ, 26/125, 143, 162, 178; Âl-i İmrân, 3/161).
2- Sıdk: Peygamberlerin, ilâhî hükümleri, emir ve yasakları insanlara tebliğde ve
verdikleri haberlerde doğru sözlü olmalarıdır. Peygamberlerin yalan söylemeleri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
asla caiz değildir. Hiçbir peygambere kavmi tarafından; "Sen daha önce yalancı
biriydin." denilememiştir. Çünkü peygamberlerin sözleriyle davranışları arasında
hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir uyumun olması gerekir.
3-Fetanet: Peygamberlerin üstün bir akletme yeteneğine, zekâya, kuvvetli bir
hâfıza ve yüksek bir ikna gücüne sahip olmalarıdır. Onlar hakkında akletme ve
hâfıza zayıflığı, delilik ve gaflet gibi noksan sıfatlar asla caiz değildir. Peygamberler,
herkes tarafından takip edilebilecek üstün vasıflı, yüksek ahlaklı, kâmil ve örnek
insanlardır. Onlar, her hususta çok güzel birer örnek oldukları için, Allah sevgisi ve
imanı aşılayarak onların hayatlarında esaslı değişiklikler yaparlar.
Peygamberlerin ortak ve
ayrılmaz özellikleri:
1-Emanet (güvenilir olma)
2-Sıdk (doğru sözlülük)
3-Fetanet (üstün akıl)
4-İsmet (günahsızlık)
5- Tebliğ (vahyi bildirme)
4-İsmet: Peygamberlerin vahyin tebliği, beyanı (açıklanması) ve tatbiki
konusunda hataya düşmekten korunmuş olmaları demektir. Bir başka ifadeyle
peygamberlerin gizli ve aşikâr her türlü günah ve peygamberlik şerefiyle
bağdaşmayacak davranışlardan uzak bulunmalarıdır. Zira peygamberler, insanlık
için uyulması istenen en mükemmel örnek ve önder şahsiyetlerdir.
Peygamberlerden büyük hata sadır olmaz; bir tür ayak sürçmesi olarak
nitelenebilecek “zelle” denilen bazı fiiller söz konusu olabilir. Bu durumlar ise
hemen ya kendisi veya bizzat Cenab-ı Hakk tarafından tashih edilir ve edilmiştir
de... (bk. Bakara, 2/35-37; Hûd, 11/45-47; Yûsuf, 12/23-24; Kasas, 28/15; Abese,
80/1-10). Peygamberler, Allah'tan gelen vahyi insanlara aktarma konusunda masumdurlar. Şeytân onlara inemez ve vahye hiçbir müdahalede bulunamaz (Şu'arâ,
26/210-212). İsmet'in peygamberlerde bulunması gereken bir sıfat olduğunda, tüm
İslâm bilginleri görüş birliği içindedir. Ancak niteliği ve kapsamı üzerinde görüş
ayrılıkları mevcuttur. Her konuda orta yolu gözeten İslâm, peygamberlerin temel
nitelikleri ve özellikle de ismet sıfatı konusunda da onları Hristiyanlık'taki gibi ilâh
mertebesine çıkarmamış, Allah'ın elçisi ve kulu kabul etmiştir (Mâide, 5/72-73,75;
Tevbe, 9/30; A'râf, 7/188). İslam inancında Peygambere veya sâlih kişilere akraba
olmak, kurtuluş için yeterli değildir. (Hûd, 11/43, 46, 81)
5-Tebliğ: Peygamberlerin “emin” yani güvenilir ve “sadık” olmaları, kendilerine
bildirilen ilahi gerçekleri, bir şey ekleyip çıkarmadan, bildirmeleri anlamına
gelmektedir. Peygamberlerin tebliğ sıfatının kapsamında, “beyan/tebyin” ve tatbik
de bulunmaktadır. Bu sebeple din, sadece bildirilen vahiyden ibaret değil, bu
vahyin açıklama ve hayattaki uygulamasını da ihtiva etmektedir. Peygamberler,
ilahi tebliğleri insanlığa ulaştırmak için ellerinden gelen gayreti göstermekle
yükümlü tutulmuşlardır. Hz. Muhammed, "kalbinde hiçbir şey gizlemeden" (A'raf,
7/2) ve "taviz vermeden, açıkça ilan etmekle emredilmiştir." (Hicr, 15/94)
Kitab-ı Mukaddes'te bazı peygamberlerle ilgili olarak verilen bilgiler, hem
gerçeklere, hem de İslâm'ın peygamberlik inancına hiçbir şekilde uymamaktadır.
Sıradan insanlar tarafından bile işlenmesi hoş karşılanmayacak olan bu yasak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
Bireysel Etkinlik
fiilleri, peygamberlerin yaptığını iddia etmek, bu yüce şahsiyetlere karşı hem
haksızlık hem de saygısızlıktır.
• Peygamberlerin davet metodu ve
uslubu hakkında düşününüz.
Peygamberlerin Ümmetlerine Şahitliği
Peygamberler arasında
derece farkı vardır.
Yüce Allah, ilahi daveti tebliğ konusunda peygamberlerden, o daveti kabul edip
etmeme açısından da toplumlardan hesap soracağını bildirmektedir (A'raf, 7/6).
Ayrıca peygamberler, ümmetlerinin doğru veya yanlış davranışlarına şahitlik
edeceklerdir: “(Her ümmetten bir şâhid çıkarırız: "Delilinizi getirin!" deriz. İşte o
zaman gerçeğin Allah'a âit olduğunu kesin olarak bilirler ve uydurdukları şeyler
kendilerinden kaybolup gider“ (Kasas, 28/75; bk. Nisa, 4/41; Nahl, 16/84, 89).
Peygamberlerin, aleyhlerinde şâhitlik yapacağı insanlar, onlara inanan ve izlerinde
giden kimseler değil, onlara inanmayan yahut inanmış göründüğü hâlde tutum ve
davranışlarıyla onların izinde gitmeyenlerdir. Suçlular, artık o mahkemede asla
suçlarını gizleyemeyeceklerdir: "O gün ağızlarını mühürleriz; elleri bize söyler,
ayakları onların yaptıklarına şahitlik eder" (Yâsîn, 36/65).
Nübüvvet ve Mucize İlişkisi
Peygamberler, peygamberliği ispat eden ve insanların benzerini getirmekten
âciz kaldıkları olaylarla desteklenir. Bu olağanüstü olaylar, İslam kültüründe
"mucize" olarak isimlendirilir. Kur’ân-ı Kerim'de bu gibi olaylara "ayet"
denilmektedir. Ayet; apaçık alamet, kesin delil, belge, mu'cize, yakîn ve katiyet
ifade eden şey, hâl, keyfiyet ve emare demektir. Terim olarak ise Allah’ın varlığını,
birliğini ve insanlara apaçık gerçekleri bildiren delil, belge demektir. Her bir
peygambere Allah tarafından verilen olağanüstü olaylar, sınırlı sayıdadır. Çünkü
olağanüstü olayların fazlalığı, muhatapların dengesini bozar. Hayatta olağanüstü
olaylar zaman zaman görülebilirse de hayat, olağanüstü olaylardan ziyade olağan
olaylar alanıdır. Mümin, tabiatı ve tabiat kanunlarını yaratanın Allah olduğunu bilir
ve inanır. Bu kanunları yaratan Allah olduğuna göre, onları istediği zaman ve
mekânda farklı bir şekilde kullanma kudretine de elbette sahiptir.
Cenab-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerim’de peygamberlere verilen bazı mucizeleri
zikretmektedir. Peygamberlerin bu mucizelerine rağmen muhataplarının çoğu,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
Peygambere veya sâlih
kişilere akraba olmak,
kurtuluş için yeterli
değildir.
onlara karşı çıkmış ve getirdikleri mucize ve vahiyleri, "eskilerin masalları,
uydurulmuş beşer sözleri, açık bir sihir" diye nitelendirmişlerdir (Enam, 6/25; lsrâ,
17/101; Mü'minûn, 33/24; Furkân, 25/5-6; Yâsîn, 36/13-15). Bu mucizelerin bir
kısmı, inanmak isteyenleri etkilemeye, bir kısmı da inkâr edenleri helak etmeye
yönelik olmuştur. Bu bağlamda Hz. Nuh'a tufan ve tufandan gemi ile kurtulma
(Hûd, 11/36-48), Hz. Yakub’un (a.s.) oğlu Yusuf’un (a.s.) gömleğini yüzüne sürmesi
sonucu gözlerinin açılması (Yusuf, 12/92-96), Hz. Süleyman'ın kuşlarla konuşması,
karıncanın sözünü anlaması (Neml, 27/18-28), Hz. İsa'nın, Allah'ın izniyle çamurdan
kuş yapıp ona üflediği zaman canlı bir kuş olup uçması, ölüleri diriltmesi, anadan
doğma körü ve alaca hastalığına tutulmuş kimseleri iyileştirmesi (Mâide, 5/110).
Hz. Salih'e kayadan çıkarılan deve (Hûd, 11/61-68}, Hz. İbrahim'i ateşin yakmaması
(Enbiyâ, 21/51-71), Hz. Musa'nın elindeki asanın yılan hâline gelmesi (A'râf, 7/103107), Hz. Musa’nın asasının, Firavun'un huzurundaki sihirbazların sihir sonucu
hareket eden ip ve sopalarını yutuvermesi (Tâhâ, 20/17-21, 65-70), asasını denize
vurunca denizin yarılıp İsrailoğulları'nın bu yoldan geçmesi, Firavun ve ordusunun
geçeceği sırada denizin tekrar kapanıp onları boğması (Şu'arâ, 26/61-66), Hz. İsâ'ya
gökten indirilen sofra, ölüleri diriltme, evde yenilen ve yenilmeyip saklanan şeyleri
haber verme (Âl-i Imrân, 3/45-49), Hz. Muhammed'e Kur’ân, isra ve mirac (İsrâ,
17/1), Bizanslılar'ın İranlılar'ı yeneceklerini savaştan önce bildirme (Rûm, 30/2-4),
gökyüzündeki ayın ikiye yarılması (Buhârî, Menâkıb, 27; Müslim, Münâfikûn, 8),
İsrâ, Hz. Peygamberin Miraç olayını yaşaması, taşın konuşması (Müslim, Fedâil, 2),
hurma kütüğünün inlemesi (Buhârî, Menâkıb, 25) gibi mucizeler verilmiştir. Son
peygamber için en büyük mucize, akla hitap eden ve bilgiye dayanan Kur’ân
olmuştur (Bakara, 2/23-24; Ankebût, 29/47-51, Ahzâb, 33/39-40).
Gerçek şu ki; başta Hz. Muhammed (s.a.v) olmak üzere, bütün peygamberler,
hayatları boyunca herkese güven ve emniyet vermişlerdir. Onların güçlü ve dürüst
şahsiyetleri, sağlam karakter, güzel ahlak, adalet ve merhametleri, doğruluk ve
güvenilir olmaları, cesâret ve istikametleri, parlak zekâ ve dirayetleri, elde ettikleri
eşsiz başarılar, sabır ve tahammülleri, haksızlık karşısındaki duruşları, sahip
oldukları belagat ve fesahatları, gösterdikleri hissî mucizelerden daha tesirli
olmuştur. Bu tavır ve nitelikler, onların Allah'ın Rasûlü olduğuna hem kendi
zamanlarında ve hem de kendilerinden sonra kesinlikle delâlet etmektedir.
Peygamberliğin Son Bulması
Kur’ân-ı Kerim, Müslümanlara, yalnız İslâm Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)'e
değil, bütün peygamberlere de inanmayı emretmektedir. İslâm dini, bu özelliğiyle
(bk. Bakara, 2/177, 285; Nisâ, 4/ 136), hiçbir dinin erişemediği derecede evrensel
bir insanlık dinî olma vasfını kazanmaktadır. Bütün dünya milletlerine hitap etmek,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
insanları kardeşliğe, barış, huzur ve mutluluğa davet etmek demektir. Kur’ân’ın
bildirdiğine göre, Hz. Muhammed (s.a.v), bütün insanlık âlemine ve bütün
milletlere hitab etmek üzere gönderilen peygamberdir.
“ْ‫ل رحْ م ًْة لِّ ْلعالمٌِن‬
َْ ِ‫“ ”وما أرْ س ْلناكْ إ‬Biz seni bütün varlık âlemleri için sırf bir rahmet
vesilesi olman için gönderdik!” (Enbiyâ, 21/107).
Peygamberler,
ümmetlerinin doğru
veya yanlış
davranışlarına şahitlik
edeceklerdir.
“ْ‫اس لْ ٌعْ لمُون‬
ِْ ‫ل كا َف ًْة لِّل َناس بشِ ٌرْاً ونذٌِرْاً ولكِنَْ أ ْكثرْ ال َن‬
َْ ِ‫“”وما أرْ س ْلناكْ إ‬Biz seni ancak bütün
insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bilmezler”
(Sebe; 34/28).
“ ‫ُمٌت‬
ُْ ٌ‫ِل هُوْ ٌُحْ ً و‬
َْ ‫ض لْ ا ِٰلهْ ا‬
ْ ِ ْ‫ت و ْالر‬
ِْ ‫ك الس َٰموا‬
ُْ ‫ّللا اِل ٌْ ُك ْْم جمٌعًا الَذى ل ُْه ُم ْل‬
ِّْ ٰ ‫ل‬
ُْ ‫ل ٌا اٌُّها ال َناسُْ ِا ّنى رسُو‬
ْْ ُ‫ق‬
ٰ
ٰ
ْ‫اللِ وكلِماتِه وا َت ِبعُوْهُ لعلَ ُك ْْم تهْت ُدون‬
ّْ ‫اللِ ورسُولِ ِْه ال َن ِبىِّْ ْالُمِّىِّْ الَذى ٌ ُْؤمِنُْ ِب‬
ّْ ‫“ ”ف ٰا ِم ُنوا ِب‬De ki: "Ey insanlar, ben
sizin hepinize, göklerin ve yerin sâhibi olan, kendisinden başka tanrı bulunmayan,
yaşatan, öldüren Allâh'ın Elçisiyim. Gelin Allah'a ve O'nun ümmi peygamberi olan
Elçisine inanın -ki o (peygamber) de Allah'a ve O'nun sözlerine inanmaktadır- O'na
uyun ki doğru yolu bulasınız!" (A'raf, 7/158).
O'ndan sonra artık peygamber gönderilmeyecektir. “ ‫ما كانْ مُحمَدْ ابا احدْ مِنْْ ِرجالِ ُك ْْم‬
‫ل شیْ ءْ علٌمًا‬
ِّْ ‫ّللا ُ ِب ُك‬
ّْ ٰ ْ‫ّللا وخاتمْ ال َن ِبٌّنْ وكان‬
ِّْ ٰ ْ‫“ ”و ٰلـكِنْْ رسُول‬Muhammed içinizden hiçbir erkeğin
babası değildir, lâkin Allah’ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her
şeyi hakkıyla bilir” (Ahzâb, 33/40). O’nun peygamberliği kıyamete kadar devam
edecektir. Bu kurallar, İslâm’ın ve en son mukaddes kitap Kur’ân'ın bildirdiği
gerçeklerdir (Sebe; 34/28; A'raf, 7/158). Onun getirdiği İslam dini, bütün insanlığın
dinidir, yaratılış gayesine en uygun olan bir dindir. O’nun getirdiği kitap (Kur’ân)
hiçbir değişikliğe uğramaksızın kıyamete kadar Allah tarafından korunmuş olacaktır
(Hicr, 15/9). Bu sebeple onun getirdiği hükümlerin tamamı, kıyamete kadar
kalıcıdır. Diğer peygamberlere verilen sahîfeler bugün mevcut değildir. Tevrat, İncil
ve Zebur'un da orijinal nüshaları yoktur; eldeki nüshalar ise tahrif edilmiştir.
Önceki peygamberlerin peygamberliği belli bir topluma yönelikken, onun
peygamberliği bütün insanlık âlemini ve bütün zamanları kuşatıcıdır. Yani onun
peygamberliği, kıyamete kadar sürecektir. O son peygamber olunca, onun getirdiği
dinin de en son ve en mükemmel din olması tabiidir. İslâmiyet, kıyamete kadar en
son ve en mükemmel din olarak devam edecektir. Bir âyette şöyle buyrulur: “ ْ‫ا ْلٌ ْوم‬
ً ‫ٌت ل ُك ُْم اإلِسْ المْ دٌِنْا‬
ُْ ِ‫ْت عل ٌْ ُك ْْم نِعْ متًِ ورض‬
ُْ ‫ت ل ُك ْْم دٌِن ُك ْْم وأ ْتمم‬
ُْ ‫" ”أ ْكم ْل‬Bugün size dininizi kemale
erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı
beğendim... " (Mâide, 5/3).
Peygamberimizin nübüvveti ve tebliğ ettiği Kur’ân, daha önceki bütün kitapları
içerik olarak ihtiva ettiği gibi, onların unutulan veya yozlaştırılan muhtevasını da
hatırlatan bir zikir olarak kıyamete kadar geçerliliğini sürdürecektir. Kur'ân'ın ihtiva
ettiği inanç esasları, sosyal ve hukukî prensipler, her devirdeki insanların temel
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
Bireysel Etkinlik
Peygamberimiz,
nübüvvet kurumun son
halkasıdır; mührüdür.
ihtiyaçlarını karşılayacak ve onları mutlu kılacak niteliktedir. Çünkü Kur'ân, aslına
uygun olarak korunabilmiş yegâne ilâhî kitaptır. Getirdiği din, en son ve en
mükemmel dindir (Mâide, 5/3). Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberlerin
sonuncusu olduğu inancına "hatm-i nübüvve" adı verilir. Bunun anlamı şudur: Artık
Hz. Peygamberden sonra ilahi vahiy de ilahi kitap da peygamber de
gönderilmeyecektir. Yani Hz. Muhammed”in şahsiyeti ve O’nun getirdiği Kur’ân,
bütün dünyanın ıslahı için yeterli iki kaynak hükmündedirler. Dolayısıyla bunlara
tabi olan İslam ümmeti de bütün insanlığın huzur ve refahı için mücadele edecek
ve örnek olabilecek bir ümmet niteliğindedir. Peygamberimizin getirdiği din, diğer
ilahi dinleri yürürlükten kaldırmıştır. Getirdiği din ve örnek şahsiyetiyle son
peygamber olarak Hz. Muhammed, bütün peygamberleri kıyamete kadar temsil
edecektir.
• Peygamberimizle "nübüvvetin sona ermesi"
ne anlama gelmektedir? Hakkında düşününüz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Özet
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
•Kur’ân, peygamberlik olayını evrensel bir olgu olarak görmektedir.
Bunun için Kur’ân'da, her millete Allah'ın elçilerinin gönderildiği
bildirilmiştir. Peygamberlik, vahiy esasına dayanır. Allah’ın vahyine
muhatap olmak, kişisel gayretlerle elde edilen bir makam değil,
tamamen ilahi bir lütuftur. Cenabı Hak, kendisine peygamberlik
vereceği şahısları, yüksek ahlaki niteliklerle donatmıştır.
Peygamberlik, Allah ile insanlar arasında dünya ve âhiretle ilgili
ihtiyaçların giderilmesi amacıyla yapılan elçilik görevidir.
Toplumları ve insan onurunu yok eden davranışlardan kurtarmak,
onlara dünya ve ahirete yönelik sorumluluklarını öğretme ve
mutluluğa ermelerini sağlamak için peygamberlere ihtiyaç vardır.
Peygamberler, insanlara ahlaki faziletleri, medenî hükümleri,
içtimaî münasebetleri, faydalı ve zararlı hususları bildirmişlerdir.
Böylece, maddî ve manevî sahada insanlar için tam bir önder
olmuşlardır. Peygamberler, sadece ibadet kurallarını değil, evrensel
ahlaki ve insani değerleri de insanlık âlemine kazandırmışlardır.
Peygamberlerin ve mesajlarının etkisi, zaman ve mekân sınırlarını
aşmış, dini, ahlaki, sosyal, ekonomik, politik, kültürel ve eğitim gibi
hayatın bütün yönlerine nüfuz etmiştir.
•Peygamberlere imanın bütün peygamberleri kapsaması gerekir.
Allah’ın elçileri arasında ayırım yapıp, bir kısmını kabul bir kısmını
inkâr, şüphesiz küfür olarak nitelenmiş ve böyleleri için çok şiddetli
azabın olduğu bildirilmiştir. İslam inancında Hz. Adem'le başlayıp
Hz. Muhammed'le son bulan peygamberlerin sayısı hakkında kesin
bilgi yoktur. Bütün peygamberlerde doğruluk, güvenirlilik, akıllı ve
zeki olma, günah işlememe ve aldıkları emirleri değiştirmeden
insanlara aktarma nitelikleri vardır. Kur’ân’da yirmi beş
peygamberin ismi geçmektedir. Bunların dışında üç kişi daha vardır
ki bunların peygamber olup olmadıkları kesin değildir. Her
peygambere peygamberliklerini ispat etmek, insanların onlara
iman etmelerini sağlamak, inanmak isteyenlerin hidayete
ulaşmalarını kolaylaştırmak, inananların kalplerini takviye etmek
amacıyla hissi yani bizzat müşahede olunabilen ve akılla
algılanabilen mucizeler verilmiştir.
•Dinimiz İslam’a göre, bütün insanlığın ihtiyacını karşılayabilecek
yeterlilikte en mükemmel ve en son kitap Kur’ân’dır. Hz.
Muhammed ise en son ve en mükemmel örnek ve önder bir
şahsiyettir. Kur’ân’dan sonra bir kitap gelmeyeceği gibi,
peygamberimizden
sonra
da
başka
bir
peygamber
gönderilmeyecektir. Bu konuda ayet ve hadisler, hiçbir şüpheye
meydan vermeyecek nitelikte çok açık ve kesindir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Ödev
Etkileşimli Alıştırmalar
Alıştırmalar
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
Ödev gönderimi
• Öğrendiklerinizi etkileşimli
alıştırmalarla pekiştirebilirsiniz.
• Peygamberlerin insanlık âlemine
kazandırdıkları hususları, ayetler
ışığında yazınız ve hazırladığınız
belgeyi göndermek için yandaki ödev
gönderme linkini kullanınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi “nebe” kelimesinin anlamını tam olarak kapsar?
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
a)
b)
c)
d)
e)
Nebe’, kıyamet demektir.
Nebe’ harhangi bir haber demektir.
Nebe’ çok önemli, ilim ifade eden ve faydalı olan haber demektir.
Nebe’, Kur’ân anlamına gelmektedir.
Nebe’, Kur’ân kıssaları için kullanılan bir kelimedir.
2. Nebi ile ilgili tanımlardan hangisi doğrudur?
a) Nebi, kendisine yeni bir kitap ve yeni bir din verilmeyen peygamberdir.
b) Nebi, önceki peygamberin getirdiği dinî insanlara bildirmekle yükümlü kişidir.
c) Nebi, hiçbir sorumluluğu olmayan ve kendisi de peygamber olduğunu
bilmeyen kişi demektir.
d) Nebi, hiçbir sorumluluğu olmayan ancak kendisinin peygamber olduğunu
bilen kişi demektir.
e) Nebi ve resul yakın anlamlı kelimelerdir. Nebi, Allah’tan haber almayı; resul
ise aldığı haberi insanlara bildirmekle görevli olmayı anlatır.
3. Peygamberlerin sayısı hakkında aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
a) Peygamberlerin sayısı hakkında kesin bilgi yoktur, ancak Allah bilir.
b) Peygamberlerin sayısı yirmi beştir.
c) Peygamberlerin sayısı, yirmi sekizdir.
d) Peygamberlerin sayısı, yüz yirmi dört bindir.
e) Peygamberlerin sayısı, ikiyüz yirmi dört bindir.
4. Nübüvvet ve mucize ilişkisi hakkında aşağıdakilerden hangisi doğru değildir?
a) Mucize, nübüvvetin gereklerinden biridir.
b) Her peygambere mucize verilmiştir.
c) Diğer peygamberlere hem hissi, hem de akli mucizeler verilmiştir.
d) Hz. Muhammed’e hem hissi, hem de akli mucize verilmiştir.
e) Hz. Muhammed’e sadece akli mucize verilmiştir ki o da Kur’ân’dır.
5. Peygamberlikle ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
a) Peygamberliğin son bulmasına hatm-ı nübüvvet denir.
b) Peygamberlik çalışmakla kazanılabilen bir derece değildir.
c) Peygamberimiz, hatemu’l-enbiyadır.
d) Peygamberler mal mülk değil, ilim miras bırakırlar.
e) Peygamberlik, onu isteyen kişilere verilir.
6. Peygamberlikle ilgili olarak aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur?
a) Peygamberlik, Allah ile insanlar arasında dünya ile ilgili ihtiyaçların
giderilmesi amacıyla yapılan elçilik görevidir.
b) Peygamberlik, Allah ile insanlar arasında dünya ve âhiretle ilgili ihtiyaçların
giderilmesi amacıyla yapılan elçilik görevidir.
c) Peygamberlik, Allah ile insanlar arasında âhiretle ilgili ihtiyaçların giderilmesi
amacıyla yapılan elçilik görevidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
d) Peygamberlik, Peygamber ile insanlar arasında yapılan elçilik görevidir.
e) Peygamberlik, Peygamber ile insanlar arasında dünya ve âhiretle ilgili
ihtiyaçların giderilmesi amacıyla yapılan elçilik görevidir.
7. “Hatemu’n-Nebiyyin” ifadesiyle ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
a) “Hatemu’n-Nebiyyin” ifadesi, sadece hadislerde geçmektedir.
b) “Hatemu’n-Nebiyyin” ifadesi, akaid kabilinden eserlerde geçmektedir.
c) “Hatemu’n-Nebiyyin” ifadesi, İslami eserlerde geçmemekte ancak alimlerin
genel kabulü olarak geleneğimize yerleşmiştir.
d) “Hatemu’n-Nebiyyin” ifadesi, Kur’ân’da geçmektedir.
e) Hiçbiri
8. Kur’ân’da, “ulu’l-azm” yani “azimet sahibi” ifadesiyle vasıflandırılan
peygamberler kimlerdir?
a)
b)
c)
d)
e)
Hz. Âdem, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed
Hz. Âdem, Hz. Nuh, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed
Hz. Âdem, Hz. İbrahim, Hz. Süleyman, Hz. İsa ve Hz. Muhammed
Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed
Hz. Nuh, Hz. Yakup, Hz. Yunus, Hz. Eyyub ve Hz. Muhammed
9. Hz. İsmail ve Hz. Harun’la ilgili olarak aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur?
a)
b)
c)
d)
e)
Kur’ân’da her ikisi de nebi olarak geçmektedir.
Hz. İsmail’in peygamber olup olmadığı belli değildir.
Kur’ân’da her ikisi de hem resul ve hem de nebi olarak geçmektedir.
Hz. Harun’un peygamber olup olmadığı belli değildir.
Hiçbiri
10. Peygamberlikle ilgili olarak aşağıdaki değerlendirmelerden hangisi doğru
değildir?
a) Bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri itikadî ve ahlakî prensipler aynı
olmakla birlikte, ibadet hükümleri ile helal-haram konusunda birtakım
değişik hükümler getirdikleri de olmuştur.
b) Bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri itikadî ve ahlakî prensipler aynı
değildir.
c) Bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri itikadî prensipler aynıdır.
d) Bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri ahlakî prensipler aynıdır.
e) Peygamberlerin, ibadet hükümleri ile helal-haram konusunda birtakım
değişik hükümler getirdikleri de olmuştur.
CEVAPLAR:
1-c, 2-e, 3-a, 4-e, 5-e, 6-b, 7-d, 8-d, 9- c, 10- b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
1. Kur’ân-ı Kerim.
2. Afifi, A. (1420). el-Hikmetu min İrsali’r-Rusul, Riyad: Daru’s-Semiî.
3. Akseki, A. H. (1973). İslam Dini, Ankara: DİB. Yay.
4. Aşker, Ö. S. (1403), er-Rusul ve’r-Risalat, Kuveyt: Mektebetu’l-Felah.
5. Aydın, A. A. (1990). İslâm’da İman ve Esasları, İst: Çağrı Yay.
6. Bilmen, Ö. N. (1972). Muvazzah İlmi Kelam, İstanbul: Bilmen Yay.
7. Butî, M. S. R. (1997). Kübra el-Yakiniyyat el-Kevniyye, Dımaşk: Daru’l-Fikr.
8. Cürcani, S. Ş. (1985). et-Ta’rifat, Beyrut: Mektebetu Lübnan.
9. Demirci, M. (2008). Kur’ân’ın Temel Konuları, İst: İFAV Yay.
10. Durmuş, Z. (2008). “İslam Düşüncesinde Resul-Nebi Ayrımı”, Diyanet İlmi
Dergi, Ankara: cilt: 44, s. 3, ss. 49-72.
11. Elmalılı, M. H. Y. (1971). Hak dinî Kur’ân Dili, İst: Eser Kitabevi.
12. Fazlurrahman, (1996). Ana Konularıyla Kur’ân, Ankara: Ankara Okulu Yay.
13. Görgün, T. (2006). “Nübüvvet: İnsanlığa Rahmet”, İslama Giriş Ana Konulara
Yeni Yaklaşımlar, Ankara: DİB. Yay.
14. http://yusufsevkiyavuz.com, “İslam’da Peygamberlik İnancı (Nübüvvet)” 9
Haziran 2011.
15. İbn Ebi’l-İz, (tsz). Şerhu Akideti’t-Tahaviyye, Mektebetu’r- Riyad
16. İbn Kesir, (1985). Tefsirul Kur’ân’il-Azim, İst: Daru Kahraman.
17. İbn Teymiyye, (1420). Kitabu’n-Nübuvvat, Riyad: Mektebetu Edvau’s-Selef.
18. İsfehani, R. (1997). Müfredatu Elfazi’l-Kur’ân, Şam: Daru’l-Kalem.
19. Köksal, M. A. (2005). Peygamberler Tarihi, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay.
20. Mevdudî, (1983). Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber, İst:
Pınar Yay.
21. Şimşek, M. S. (1999). Kur’ân’ın Ana Konuları, İst: Beyan Yayınları.
22. Taftazanî, S. (1408). Şerhu’l-Akaidi’n-Nesefiyye, tah: Ahmet Hicazî es-Saka,
Kahire: Mektebetu’l-Kulliyyat el-Ezheriyye.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
KUR’ÂN’DA İBADET VE MUÂMELÂT
• İBADET
• Sözlük ve Terim Anlamı
• İbadet-Tevhit İlişkisi
• Allah’tan Başkasına İbadet: Şirk
• İbadet Fıtrî Bir İhtiyaçtır
• Fazilet Bakımından İbadetin Dereceleri
• İbadetin Sonuçları
• MUÂMELÂT
• Sözlük ve Terim Anlamı
• Aileyi Tanzim Eden Hükümler
• Velayet, Miras Hukuku/Ferâiz ve
Vasiyet
• Mali ve Cezâî Hükümler
• İdare Edenle İdare Edilenler Arasındaki
İlişki
• Adalet, Şura, İslah ve Müslümanların
Maslahatı, Yardımlaşma, Himaye
• Müslümanların Gayr-i Müslimlerle
İlişkileri
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İbadet ve muâmelât kavramlarını genel olarak
tanımlayabilecek,
• Her iki kavramın gerekliliğini ve önemini
kavrayabilecek,
• Her iki kavramın Kur’ân ve Sünnet boyutunu
bilecek,
• Her iki kavramın sonuçlarını belleyebileceksiniz.
TEFSİR
Prof. Dr. Ali EROĞLU
Yrd. Doç. Dr. Yusuf ÇELİK
ÜNİTE
6
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
GİRİŞ
Allah Kur’ân’da, insanları ve cinleri kendisine kulluk vazifesini yerine getirmeleri
için yarattığını bildirmektedir. Allah yaratmasaydı, insanoğlu varlık sahasına
çıkamazdı. İnsan kulluğunun bilincinde olduğu sürece, mertebelerin en yücesine
layık olur.
İbadet, kulun Allah ile
ile kurduğu özel bir
ilişkidir.
Evrendeki bütün varlıklar, tabiat kanunları dediğimiz Allah'ın koyduğu yasalara
uymak zorundadırlar. Her canlının doğup büyümesi ve zamanı geldiğinde ölmesi bu
kanunlar çerçevesinde gerçekleşmektedir. Kâinat belli bir düzen içinde
yürümektedir. Yer, gök, canlı, cansız yaratılmış ne varsa Allah'ın koyduğu kanunlara
uymaya devam etmektedir. Sünnetullah gereği evrendeki bütün yaratılmışlar,
Allah’ın koyduğu kanunlar çerçevesinde yaşamaları bakımından zorunlu olarak
kuldurlar. Az önce bahsettiğimiz zorunlu kulluktan ayrı olarak bir de tercih ve
irademizi bu yönde kullanmak suretiyle kul olmanın icaplarını yerine getirmek
vardır. Burada insan, isterse iradesini kullanarak Allah’a kul olur, ebedî saadete
kavuşur. İsterse, Allah’ın dışındaki varlıklara kul olur, ebedî felakete uğrar. İmtihan
gereği Allah insanı belli bir yöne zorlamamıştır. Rehberler ve kitaplar göndermiş,
tercihi insanın cüzî iradesine bırakmıştır.
Bilindiği üzere dinimiz, birtakım kuru nazariyelerden ibaret değildir. Kulun Allah
ile kendisiyle ve başkalarıyla olan münasebetleri, somut temeller üzerine bina
edilmiştir. Düşüncede kalan, pratikte gösterilmeyen bir gerçek layık olduğu değeri
bulamaz. İnsan, inandığı gerçeği dili ile söylemeli ve hayata geçirmelidir. Çünkü
hayata geçirilmeyen bir inanç, zaafa uğrama, belki de zamanla yok olma
tehlikesiyle karşı karşıyadır. İşte bu zaruret sebebiyle dinimiz nazarî bilgileri
öğretmekle yetinmeyerek, amelî hükümleri de öğretmiş ve bu hükümlere
uyulmasını emretmiştir. Bir Müslüman iman ettikten sonra, imanının gereklerini
yerine getirmekle de sorumlu tutulmuştur. Kalbe yerleşmesi gereken bu iman,
ibadetler yoluyla hayata da yansımalıdır. Dinimizde ibadet, Allah ile kul arasında
kurulan bir ilişki, hatta kulun önemli bir vazifesidir. İbadet, dinin teorik bildirisinde
açıklanan iman konularının pratik alanda uygulanması ve gerçekleşmesidir. Dinî
tecrübeden kaynağını alan her eylem, dinin pratik anlatımı olarak görülmelidir.
KUR’ÂN’DA İBADET
Kur’ân’ın hassasiyetle üzerinde durduğu konulardan biri de ibadettir. İnsanların
günlük hayatlarında önemli bir yer tutmaktadır. Bütün dinlerde, icra şekilleri farklı
olmakla beraber ibadet vardır. Allah ile kul arasında kurulan ilişkide imandan
sonra, ibadet aşaması gelmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
Allah’a imandan sonra geldiğini söylediğimiz ibadetin kapsamı geniştir. Çünkü
Allah ile kulları arasındaki ilişki açısından ibadet, dar manada belli davranışları,
geniş manada ise hayatın bütününü içine almaktadır.
İbadet, Allah’a boyun
eğmek, ilah olarak sadece
O’nu tanımaktır.
Allah’a ibadet ederken bazı hususlara dikkat etmek, yapılan ibadeti kuruluktan
kurtarır. İbadetin dış şartlarına özen göstermek gerektiği gibi, iç şartlarına da özen
göstermek gerekmektedir. Allah ile ilişki kurmak demek olan ibadetin başında, her
türlü olumsuzluklardan O’na sığınmak ve güzel bir niyet taşımak önemlidir.
Bu girişten sonra ibadet kelimesinin sözlük ve terim anlamlarına geçmek
kanaatimizce yerinde olacaktır.
İbadet Kelimesinin Sözlük Anlamı
İbadet(‫ )عبادة‬kelimesi, a-b-d (‫ )عبد‬kökünden türemiş bir mastardır. Bu kökün
ubûdet (‫ )عبودة‬ve ubûdiyet (‫ )عبودية‬şeklinde iki mastarı daha bulunmaktadır. Bu
kelime şu anlamlara gelmektedir: “Tapmak, kulluk etmek, itaat etmek, boyun
eğmek, alçakgönüllülük etmek, kul edinmek, köle edinmek, birine bağlanıp ondan
ayrılmamak.” Bu sözlük anlamlarından anlaşılmaktadır ki, ‫ عبد‬kelimesinin ifade
etmek istediği esas mana, kişinin güç ve iktidar sahibi birine karşı boyun eğmesi,
itaat etmesi, kendi hürriyet ve bağımsızlığından feragat etmesi, ona karşı her türlü
mukavemet ve isyanı terk etmesidir. İşte kulluk ve itaat etmenin gerçek manası
budur.
Abd, kul; mabud
ise efendidir. Kul,
efendiye kayıtsız
ve şartsız itaat
eder.
Bu kelime, Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle insanın gerçekleştirdiği
davranışlar için kullanılır. Sözü edilen kelime dinî ritüelleri ifade etmek üzere
kullanılmakla beraber, daha genel nitelikte sayılacak düşünüş ve sözleri de içine
alır.
Dinî ritüeller için ibadet kelimesi, insan hayatını Allah’a saygı ve itaat bilinciyle
sürdürmesi şeklindeki hassasiyet için ise ubûdet kelimesi kullanılır. Buna göre
ibadette belirli davranış şekilleri akla gelirken ubûdette, ahlâkî-manevî öz ön plana
çıkmaktadır. Bu özden yoksun kalan davranışlar, ibadetin derinliğine zarar verirler.
Çünkü ibadetin esasını “hudu’, tâat ve tezellül” gibi özler oluştururlar. Tezellül
kelimesi sözlükte; “zillete katlanmak, aşağılanmak, alçalmak, hor ve hakir olmak,
kendini alçak tutmak” gibi manalara gelir. Hudu kelimesi; “eğilip tevâzu etmek,
alçaklık etmek” gibi anlamlara gelir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
İbadet Kelimesinin Terim Anlamı
Bütün dinlerde ibadet
vardır.
İbadet, güzel niyete bağlı bulunan ve yapılmasında sevap olan herhangi bir
ameldir. Allah’a tazim maksadıyla yapılır. Namaz kılmak, oruç tutmak gibi. İslam
Ansiklopedisi’nde bu kelime için şu tanım yer almaktadır: “Kulun Allah’a karşı sevgi,
saygı ve bağlılığını gösteren duygu, düşünce ve davranış biçimleri için kullanılan
terim.”
İbadet, mahiyeti idrak edilemeyen, sonsuz gücü kâinatta hissedilen, mülkünde
dilediği gibi tasarruf etme özgürlüğüne sahip olan Allah’a karşı gösterilen tazimin,
itaatin ve tevazuun en yükseğidir. Allah’tan başka hiç kimse buna layık değildir.
Yaratılmışların hiçbiri Allah’a ortak koşulamaz. Kulluğa layık yegâne zat olan Allah’a
ortak koşmak affı olmayan büyük günahlardandır. İbadetlerde kalp tamamen
Allah’a dönük olmalıdır. İbadet ederken, tazime aykırı düşen hareketlerden uzak
durmamız bu yüzdendir. Şerif Cürcanî (816/1413), ibadetin Allah’ı yüceltmek
amacıyla mükelleflerin arzularının hilafına yaptıkları fiil olduğunu söylemiştir.
İnsanın arzularının hilafına bir iş yapması kolay değildir. Allah’a karşı sorumluluk
bilinci taşımayanlar, nefislerinin isteklerinden başka hiçbir şey düşünmezler. Yalnız
kendi menfaatlerine önem verirler. Arzularını ilah edinip, bencil istek ve zevklerine
taparlar.
İbadetin en yüksek mertebesi, Allah’a huşu ve samimiyet içerisinde boyun
eğmektir. Burada mutlak acziyet ile mutlak kudret buluşmaktadır. Aczini bilmeyen
kibirliler, korku taşımayan gafil iyimserler ve ümit beslemeyen kötümserler bu
şereften mahrum kalırlar.
İbadet, Allah’ın rızasını
kazanmak niyetiyle yapılır.
İbadet bütün dinlerde vardır. Her peygamber, inananlara ibadeti emretmiştir.
Fakat ibadet şekilleri ve vakitlerinde değişiklikler olabilir. Yüce Yaratıcıya ihlâs ile
tazim edip boyun bükmenin gerekliliğini akıl ve vicdanımızla da bulabiliriz. Çünkü
insanoğlu kendisinden iyilik gördüğü kimselere karşı minnettarlık duygusu besler.
İnsan çeşitli vesilelerle içindeki bu duyguyu açığa vurmak ister, bundan zevk duyar.
Bu durum, insanların fıtratında vardır.
Dünyaya geldikleri andan itibaren insanlar, Allah’ın bahşettiği sonsuz nimetlere
kavuşmaktadırlar. Alıp vermekte olduğumuz nefes, soluduğumuz hava, yediğimiz
ekmek, içtiğimiz su saymakla bitiremeyeceğimiz bu nimetlerin cüzî bir kısmını
oluştururlar. Bu nimetlerin en büyüğü, insanın Yaratıcısına karşı sorumlu olarak
yaratılmasıdır diyebiliriz. Bir kul olarak bize düşen görev, hiçbir zaman nankörce bir
tutum içine girmeyip şükranda bulunmaktır.
Allah, bize hiçbir mükâfat sözü vermemiş olsaydı bile, vermiş olduğu
nimetlerden dolayı O’na karşı kulluk görevimizi yerine getirmemiz, sevgi ve saygı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
ile bağlanmamız gerekirdi. Vicdanlarımız bunu emreder. Vicdanlarına başvuranlar,
Allah’a ibadet etmenin lüzumunu anlamakta güçlük çekmezler.
Râzî’ye (ö. 606/1209) göre ibadet, başkasını tazim maksadıyla yapılan bir fiildir.
Kulun Allah’a ibadet etmesi gerekmektedir. İnsanoğlunu yokluktan varlığa, çıkaran
Allah’tır. İnsan her hâlinde Allah’ın yardımına muhtaçtır. Bundan dolayı, Allah’a
ibadetle meşgul olması gerekmektedir. Allah’a ibadet ederken, azamet ve büyüklük
edasından uzaklaşıp, tam bir tezellül ve tevazu hâline bürünmelidir. İbadet bize,
sevinç ve ferahlık vermelidir. Allah’tan başka kulluk yapmaya layık hiçbir varlık
yoktur. Çünkü Allah’a hiçbir şey ortak olamaz.
Fazilet Bakımından İbadetin Dereceleri
Râzî, ibadetin fazilet bakımından üç derecesinin bulunduğunu söylemektedir.
Gerçek ibadet, kulluk
bilinciyle sadece O’nun
için yapılandır.
Birinci Derece: Mükâfat elde etmek veya cezadan kurtulmak maksadıyla Allah'a
ibadet etmek. Bu maksatla yapılan ibadetin derecesi çok düşüktür. Çünkü istenen,
sadece mükâfat elde etmek, cezadan kurtulmaktır. Amaç, vasıta hâline
getirilmiştir. Değerler yer değiştirdiğinden ötürü, bu fiil değersiz kalmıştır.
İkinci Derece: Allah'a kullukta bulunarak, O'nun emirlerini yerine getirip
yasaklarından kaçınarak şeref kazanmak maksadıyla ibadet etmektir. Bu, birinci
dereceden üstündür. Maksat Allah’ın dışında bir şey olduğundan bu da tam
değildir.
Üçüncü Derece: İnsanın Allah'ın ilâh, kendisinin de O'nun kulu olduğu bilinciyle
ibadet etmesidir. Ulûhiyet büyüklüğü, ubûdiyet ise, tezellülü gerekli kılar. Bu
bilinçle yapılan ibadet, en üstün dereceye çıkmıştır. Nitekim namaza niyet ederken,
sevap kazanmak, cezadan kurtulmak için değil, “Allah rızası için” diyerek niyet
etmekteyiz.
İbadet ve Tevhid İlişkisi
Kur’ân'da en çok kullanılan kavramlardan birisi olan ibadet kavramı, isim, fiil ve
mastar formunda azımsanmayacak bir sayıda geçmektedir. Âyetlerde, Allah'a
ibadet emredilmiş, şirke düşerek başka varlıklara ibadet etmek kesin bir dille
yasaklanmıştır.
Önce tevhid; sonra
ibadet…
Dinimizde Allah’a imandan sonra tevhid inancından ayrılmamak esastır. Bundan
ötürü, birçok âyette insanlara sadece Allah’a ibadet etmeleri emredilmiştir. Çünkü
İslam inancında şirk koşmak, affı olmayan büyük günahlardandır. Tek bir Allah’a
imanın ve ibadetin olmadığı yerlerde, İslamın geri kalan gerçekleri temelsiz, şüpheli
konuma düşer. Bu yüzden âyetlerde sözü edilen kavramın, temelde Allah’a ortak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
İbadet özdür, tevhid
ise özün özüdür.
koşmak (şirk) karşısında konumlandırıldığını açık bir şekilde görürüz. Birtakım
faydasız, zararsız putlara tapınmayı bırakıp sadece Allah’a ibadet etmek, tevhidin
olmazsa olmaz şartı olarak sunulmuştur. Bir âyette, “De ki: “Ben Allah’a kulluk
etmek ve O’na ortak koşmamakla emrolundum.” denilmiştir. Burada Allah’a kulluk
etmekten maksadın tevhidi kabul edip, O’na şirk koşmamak olduğu gayet açıktır.
Bir başka âyette “Allah’a ortak koşanlar dediler ki: “Allah dileseydi ne biz, ne de
atalarımız O’ndan başka hiçbir şeye tapmazdık” denilerek müşriklerin dilinden bu
kelimenin tevhid anlamına geldiği belirtilmiştir. Hz. İbrahim’in, babasına
“İşitmeyen, görmeyen ve sana bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun?” dediği
sözlerden de bu kelimenin tevhid anlamında kullanıldığını görmekteyiz. Örnekleri
artırmamız mümkündür. Ancak, sözümüzü ispatlama açısından bu kadarını yeterli
buluyoruz. O hâlde, ibadet etmek derken aklımıza ilk planda, üzerimize farz
kılınmış olan namaz, oruç, zekât gibi davranışlar gelmemelidir. Kur’ân’da ibadetin,
amelî yönünden önce imanla ilgili yönü olan tevhid manası da gelmelidir. İnsanlar
önce iman etmekle sorumlu tutulmuşlardır. Dolayısıyla amelî sorumluluk daha
sonra gelmektedir. Müslüman olabilmek için “Allah’tan başka ilah olmadığı”nı,
O’ndan başkasına kulluk etmemek gerektiğini kabul etmek lazımdır. Bütün
peygamberler tevhidi anlatmış, kavimlerine karşı bunun mücadelesini vermişlerdir.
Demek ki, bedenen veya malen yaptığımız ibadetlerden önce, bu kelime Allah’ı
birlemek manasını taşımaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bedenen veya
başka şekillerde yerine getirdiğimiz ibadetleri de tek bir Allah rızası için yapmamız
gerekmektedir. Aksi takdirde, yapılan ameller geçerli olmamaktadır. Çünkü kulluk,
Allah’ın hakkıdır. Hiçbir şey, O’na ortak edilmeye layık değildir.
Kur'ân'da Allah'a ibadet kavramı, tek ilâh olarak O'na inanmak, buyruklarına ve
yasaklarına boyun eğmek, koyduğu hükümleri (namaz, hac, zekât, oruç vb.) yerine
getirmek, O’nun koyduğu helal ve haramları benimsemek, O’na karşı
büyüklenmemek, zahirde ve batında O’nun hükmüne razı olmak, kısacası hakiki
ilah olarak O’nu benimsemek gibi anlamları ihtiva eder.
İslam’da iman esaslarından sonra ikinci sırada, belirli davranış biçimlerini ihtiva
eden ibadetler gelmektedir. İbadetler, Yaratıcı ile irtibat hâlinde olmayı sağlarlar.
Allah’ın emri olması hasebiyle büyük öneme sahiptirler. Belirli davranış biçimindeki
ibadetler sembolik nitelik taşımaktadırlar. İbadetlerin şekilsel yönleri, önem
bakımından özlerinden sonra gelmektedir. Ancak, hiç kimse önemli olan özdür
diyerek, kendi aklına göre ibadet şekilleri ortaya koyamaz. Çünkü Kur’ân’da geçen
namaz, oruç, hac gibi mükellefiyetleri ayrıntılı bir biçimde peygamber bize
öğretmiştir.
Temel ibadetler, Kur’ân’da sıkça zikredilmektedir. Bunların yerine getirilmesi
müminlere emredilmektedir. Bu emirlerde, o ibadetlerin eda şekillerine
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
rastlanmaz. İnsanları kötülüklerden, azgınlıklardan korumasına benzer faydaları ve
amaçları üzerinde durulur. Bu, Kur’ân’ın üslubudur. Kur’ân bir şey anlatırken, o
şeyin ayrıntılarından ziyade, maksatları ve faydaları yahut zararları üzerinde durur.
Teferruatını, oradan alınacak dersleri, insanların zihinlerine havale eder.
Dinde kendisine
haram ve çirkin
bulaşmayan her
eylem ve söz,
ibadettir.
Peygamber, Medine döneminde ibadetlerin yerine getiriliş şekillerini uygulamalı
olarak ashabına göstermiştir. Rivayetler yoluyla, biz de onlardan öğrendik.
İbadetlerin getireceği bazı mahrumiyetlere ve külfetlere katlanmalıyız. Bunların
sağlayacağı dünyevî, uhrevî faydalar göz önüne alındığında tahammül kolaylaşır.
Kur’ân’da, Allah’ın hiç kimseyi gücünün yetmeyeceği şeylerle mükellef tutmayacağı
belirtilmiştir. Hastalık veya seferîlik gibi hâllerde, bedenî veya malî yönden
herhangi bir ibadeti yerine getirememe gibi bir durum sözkonusu olduğunda, bazı
kolaylıklar devreye girmektedir. Zaten İslam’da zorlaştırmak değil, kolaylaştırmak
esastır.
İnsanın yapacağı ibadetin gayesini ve anlamını kavrayacak bilince ulaşması, bu
konuda özgür iradesinin olması önemlidir. Çünkü Allah, ergenlik çağına ulaşmamış,
aklî fonksiyonları yerinde olmayan kimseleri mükellef tutmamaktadır. Buluğ çağına
erişmemiş çocukların, ileride zorluk yaşamamaları, disiplin kazanmaları yönünden
ibadete alıştırılmaları eğitim biliminin kabul ettiği ilkelerle uyum hâlindedir. Ayrıca,
Müslümanlığı kabul etmemiş kişilerin ibadetleri yerine getirme yükümlülükleri
bulunmamaktadır. Daha önce de söylediğimiz gibi, öncelikli olan imandır. İbadet
yükümlülüğü, imandan sonra başlar. İbadetler gösterişten uzak olmalı, Allah rızası
gözetilerek yapılmalıdır.
Yapılan ibadetlerde devamlılık önemlidir. İnsanın mükellefiyeti yani Allah’a karşı
sorumluluğu ölünceye kadar sürer. İslam itidal üzere kurulduğundan, ibadetler
konusunda da aşırılığa kaçacak hareketleri tavsiye etmez. Aşırı ölçülerde ibadette
bulunup, bir müddet sonra bıkkınlığa düşmektense, güç yetecek kadar ibadet yapıp
ömür boyu devam etmek daha iyidir.
İslam’da Allah’tan
başka bir şeye ibadetin
adı, şirktir.
İbadetlerin yardımlaşmayı sağlama, fertler arasında kaynaşma meydana
getirme türünden dünyaya yönelik olumlu sonuçları bulunduğu gibi, ahirete
yönelik olumlu sonuçları da vardır. Kişi, yükümlülüğünü yerine getirmiş olur. Allah
katında bir mükâfat elde eder. Ancak bu mükâfatın büyüklüğü, kişinin niyetine ve
içtenliğine bağlıdır.
Kişi, dünyayı bir tarafa bırakarak, Allah’ın huzurunda olduğu bilincine ulaşırsa,
amaca uygun ibadet etmiş olur. Zira gaflet hâlinde yapılan ibadet, amacına
ulaşamaz.
Her peygamber kavmini tek bir Allah'a ibadet etmeye davet etmiş, kendileri de
O'na ibadet etmişlerdir. Kur'ân'da, “ey insanlar” ve “ey müminler” hitâbıyla Allah’a
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
ibadet emredilmiş ve ibadetin ihlâsla yapılması istenmiştir. Allah'a ibadetten
bahseden âyetlerdeki ibadet kavramı, genel olarak tevhîd, itaat, duâ, Allah'ı
bilmek, boyun eğmek, iman etmek ve sâlih amel işlemek anlamlarını ifade ederler.
Allah’tan başkasına İbadet: Şirk
Kur’ân’ın inmeye başladığı dönemde yaşayan Araplar arasında puta tapıcılığın
yaygın olması nedeniyle, birçok âyette Allah’tan başkasına ibadet etmenin
yanlışlığından bahsedilmektedir. Allah gönderdiği kitap ve peygamberler yoluyla,
kendisinden başkalarına kullukta bulunmamaları konusunda insanları uyarmıştır.
Bu konuda onları zorlamamış, tercih hakkını onlara bırakmıştır. Böylece yaratılanlar
arasında sadece insanlar ve cinler Allah’tan başkasına tapmışlardır. Diğer yaratıklar
zorunlu olarak tek Allah’a ibadet etmeye devam etmektedirler.
Nefsinin isteklerini
ilah edineni
gördün mü?
(Âyet)
Allah’a ortak koşanların ortak koştukları şeylere baktığımızda, acziyet ifade
eden bazı ortak özelliklerin onlarda bulunduğunu görürüz; Gerçek varlıkları yoktur,
canlıların sahip olduğu bazı özelliklerden bile mahrumdurlar, yaratıcıya ait
fiillerden acizdirler (yaratamazlar, diriltemezler, rızık veremezler, duaya icabet
edemezler, hüküm yetkileri yoktur, hidayet edemezler, gaybı bilemezler), felaket
sırasında kaybolurlar, kendilerine tapanları savunamazlar, şefaat edemezler, delile
dayanmazlar, putlar kendilerine tapanları reddederler.
Puta tapanların, taptıkları putların kendilerini dahi korumaktan aciz olduklarını
kabul etmelerini göstermesi bakımından Enbiyâ sûresinde Hz. İbrahim ile kavmi
arasında geçen konuşma ilginçtir. Adı geçen sûrenin 65. âyetinde müşriklerin
“Andolsun bunların konuşmayacağını sen de bilirsin.” demesi üzerine Hz. İbrahim
onlara “ Öyle ise siz, (hâlâ) Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda, hiçbir zarar
veremeyecek şeylere mi tapacaksınız?” cevabını vermiştir. Bu cevap karşısında Hz.
İbrahim’i yakmaya teşebbüsten başka bir şey yapmak ellerinden gelmemiştir.
Müşriklerin Tanrı diyerek taptıkları putlar, bir nevi sembol ve vasıta değeri
taşımaktadırlar. Müşriklere göre putların imal edildikleri madde önemli değildir.
Putların aslında sembol değeri taşıdığını bazı âyetlerden de öğrenmemiz
mümkündür. Mesela, “Hayır, onlar cinlere ibadet ediyorlardı. Onların çoğu cinlere
inanıyordu.” (Sebe’, 34/41), “Eğer Rahman dileseydi biz onlara (meleklere) kulluk
etmezdik.” (Zuhruf, 43/20), “Hâlbuki (aslında) azgın bir şeytana tapmaktadırlar.”
(Nisâ, 4/117) âyetlerinden puta tapanların, o putların maddesinde başka varlıklara
taptıklarını anlamaktayız.
İnsanlar zihnen kavrayamadıkları Allah ile aralarına birtakım vasıtalar
koymuşlardır. Yardım veya şefaat beklentisiyle, korku veya dünyevî bir menfaat
sebebiyle putlara tapmışlar, zamanla bu sapma giderek daha da artmıştır.
Müşrikler, Allah’ın putları kendisine vasıta kıldığını, onlara tapınmanın Allah
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
tarafından meşru kılındığını iddia ediyorlardı. Hâlbuki Kur’ân, putların tanrılığını
kesin bir dille reddetmektedir.
En büyük put,
nefistir.
Kur’ân, tevhid dini olan İslam’ı getirdiği için şirkle çetin mücadeleler yapmıştır.
Puta tapıcılığı ortadan kaldırmayı temel gaye edinmiştir. Bu gaye uğrunda
müşrikler karşısında her türlü delili ileri sürmüştür. Burada bir hususu
hatırlatmakta fayda var; Kur’ân, İslama aykırı diğer inanışlarla mücadele etmemiş
midir? şeklinde bir soru akla gelebilir. Bu soruya, Kur’ân’ın İslam dışı her türlü
düşünceyle mücadele ettiği cevabını verebiliriz. Mâide, 17 ve 72. âyetlerde
“Andolsun, “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir” diyenler kesinlikle kâfir oldu.”, 73.
âyette “Andolsun, “Allah üçün üçüncüsüdür” diyenler kâfir oldu. Hâlbuki bir tek
ilahtan başka hiçbir ilah yoktur.” buyrularak teslisle mücadele edilmiştir. Ayrıca Kâf
24–25. âyetlerde, “Atın cehenneme, (hakka karşı) inatçı, hayrı hep engelleyen,
haddi aşan şüpheci her kâfiri!” buyrularak küfür ve şüphe yerilmiştir.
Kur’ân, tanrı olarak kabul edilen putların acizliklerini deliller ileri sürerek
belirtmiştir. Bir âyette, “Allah’ı bırakıp da ibadet ettikleriniz, bir çekirdek zarına bile
hükmedemezler.” Başka bir âyette, “Ey İnsanlar! Size bir örnek verildi. Şimdi ona iyi
kulak verin. Sizin Allah’tan başka taptıklarınız bir sinek dahi yaratamazlar, hepsi
bunun için toplansalar bile. Eğer sinek onlardan bir şey kapsa bunu ondan
kurtaramazlar. İsteyen de aciz, istenen de.” buyrularak putların zayıflık ve acizlikleri
gözler önüne serilmiştir. Putlara tapınarak onlardan medet uman müşriklerin ne
büyük şaşkınlık ve gaflet içinde oldukları bu âyetlerden ortaya çıkarılabilir.
İbadetin engelleri:
Tefekkürsüzlük,
bilgisizlik,
heveslere tapınma
kibir.
Putlardan bir şey beklemenin yanlışlığı apaçık bir gerçek olarak ortada
dururken, insanlar hangi sebeplerin peşine takılarak bu çıkmaz yola
sürüklenmişlerdir. Kur’ân’a baktığımızda, bu sapmanın sebeplerinin değişik
yerlerde zikredildiğini görürüz. Bu sebepler başlıca dört grup hâlinde tespit
edilmiştir: 1- Müşriklerle ilgili sebepler 2- Çevresel etkenler 3- Müşriklerin Resul ve
müminlerle ilgili ileri sürdüğü bahaneler 4- Müşriklerin putlarda var olduğunu
düşündüğü özellikler.
Müşriklerle ilgili sebepler; düşünmemeleri (peşin hüküm sahibi olmaları,
akıllarını kullanmamaları), bilgisizlikleri, şüphecilik ve heveslerinin peşinden
gitmeleri ve kibirli olmalarından kaynaklanmaktadır.
Şirkin çevresel etkenleri arasında; ataları taklit, baskı, refah, şeytanın aldatması
gibi sebepleri sayabiliriz. Müşrikler, atalarını körü körüne taklit ettikleri için şirkten
kurtulamamışlardır. Sıkıştıkları yerde atalarından o şekilde gördükleri tarzında bir
bahane ileri sürmüşlerdir. Körü körüne taklit, Kur’ân’ın en çok eleştirdiği
tutumlardandır. Kur’ân’da “Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun” denildiğinde, “Hayır,
biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” derler. Peki, ama ataları bir şey
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna
uyacaklar)” denilerek müşriklerin bu tavırları kınanmıştır.
Otoriteyi temsil eden kişilerden gelen baskılar ve tehditler de şirkin devam
etmesinde etkili olmuştur. Şeytanın saptırması, vesvese vermesi ve yaptıkları işleri
onlara güzel göstermesi de şirkin devamını sağlamıştır. Nitekim Kur’ân’da Âd ve
Semûd kavimlerinin helak edilmesinden bahsedildikten sonra “Şeytan onlara
işlerini süslemiş ve onları doğru yoldan alıkoymuştur.” denilerek bu kavimlerin ne
suretle helake sürüklendiği ortaya konulmuştur. Müşrik olmalarının sebebini
Allah’a izafe etmeleri de şirkte devam etmelerine neden olmuştur. Bunu “Eğer
Rahman dileseydi biz onlara kulluk etmezdik” dediler. Bu konuda hiçbir bilgileri
yoktur. Onlar sadece yalan söylüyorlar.” âyetinden anlamamız mümkündür.
Peygamberlerin makam, güç ve servet sahibi insanlar arasından seçilmeyişi
hususunu da şirklerine bahane olarak ileri sürmüşlerdir. Nitekim “Dediler ki: “Bu ne
biçim peygamber ki yemek yer, çarşıda pazarda dolaşır. Ona bir melek indirilseydi
de bu onunla beraber bir uyarıcı olsaydı ya!”, “ Yahut kendisine bir hazine verilseydi
veya ürününden yiyeceği bir bahçesi olsaydı ya!”. Ayrıca “ Bu Kur’ân iki şehrin
birinden bir büyük adama indirilseydi ya!” dediler” âyetlerinde bu husus açık olarak
anlatılmıştır.
Müşrikler, putlarda var olduğunu düşündükleri şefaat etme, zarar
vermelerinden korkma gibi özelliklerden dolayı da şirke düşmüşlerdir. Nitekim
“Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve
“İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir” diyorlar. De ki: “Siz, Allah’a
göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz!? O, onların ortak
koştukları şeylerden uzaktır, yücedir” âyetinden bunu anlayabiliriz.
Bireysel Etkinlik
Kulluğun önünde
iki amansız
düşman vardır:
Şeytan ve nefis
Müşrikler, şirk koşmalarına bir diğer sebep olarak peygamberlerde bulunan
sıfatları ileri sürerler. Onlara göre, bu sıfatların bir peygamberde olmaması gerekir.
Peygamberin kendileri gibi beşer olmasını zaaf olarak görmüşlerdir. Nitekim bu
husus “ İnsanlara hidayet (Kur’ân) geldikten sonra onların iman etmelerine ancak,
“Allah bir beşeri mi peygamber olarak gönderdi?” demeleri engel olmuştur.”
âyetinde dile getirilmiştir. Müşriklerin bu yadırgamalarına Kur’ân cevap vermiştir;
“De ki: “Eğer yeryüzünde, (insanlar yerine), yerleşip dolaşan melekler olsaydı,
elbette onlara gökten bir melek peygamber indirirdik.”
• Gerçek anlamda bir kul muyuz?
İbadetlerimizi hakkıyla yapıyor
muyuz? Üzerinde düşününüz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
İbadet Fıtrî Bir İhtiyaçtır
İbadet ve kulluk,
insanın mayasına
içirilmiştir.
Bilindiği üzere, insan hayatında lezzetler ve elemler vardır. İnsan lezzetten ne
kadar hoşlanırsa, elemden de o kadar acı duyar. Elemin sebepleri karşısında
öfkelenir veya korkar, lezzetin sebepleri karşısında ise, ümitlenir veya hırslanır.
İnsanı hareket ettiren veya durduran da bu korku ile ümidin sürekli mücadelesi ve
birinin diğerinin yerine geçmesidir. Ümit kırılınca, ruhu ümitsizlik ve karamsarlık
duyguları kaplar, insan hiçbir faaliyet gösteremez hâle gelir. Korku kalmayınca da
taşkınlıklar başlar, hiçbir işin sonu düşünülmez, insanlığa yararlı işler yapılmaz.
Ümidin içinde bir korku, korkunun içinde bir ümit olması sebebiyle insanlar gayret
gösterirler.
İnsanoğlu aciz olarak yaratılmıştır. İbadet etmek, Allah’ın kulları üzerinde bir
haktır. Aklı başında olanlar, ümit ile korku dairesinden dışarı çıkmazlar. İnsan her
an korku ile ümit arasındadır. Ümidin sebepleri sınırsız olduğu gibi, korkunun
sebeplerinin de sınırı yoktur. İnsan ruhu, ümitler ve korkular karşısında daima
müteessir olur. Ümitlerle korkuların karşı karşıya yer alarak bir noktada
buluştuklarını görür. Artık, hakikati kavramaya başlamıştır. İnsan ruhunun
tamamen müteessir olduğu, bütün korku ve ümitlerin toplandığı noktaya karşı
duyduğu ilgi, kulluk ve ibadet düşüncesinin başlangıç noktasını oluşturur. İnsanın
mutluluğu, mutsuzluğu, mahrumiyeti bu ilginin ciddiyetiyle doğru orantılıdır. İnsan
korku ve ümit duygularını neye bağlarsa, mabudu odur.
Bazı insanlar korku ve ümidin ilk kaynağı olan Yüce Zata yükselemez, belirli ve
sınırlı bir ümidin zorlaması veya bir korkunun kahrı altında ezilir. O varlığa o şekilde
bağlanır ki, sahip olduğu veya elde etmek istediği lezzetten vazgeçmeye, elemi
yüklenmeye imkân yok gibi düşünür. Bu ümidin kaynağını öyle sevmiş veya o
korkuyu doğuran şeyden öyle yılmıştır ki, bunlar ona bütün sevgilerin gayesi veya
bütün korkuların sonu gibi görünür. Böyle kendisi gibi sınırlı ve eksik bir varlığa
bağlanması, onun önünde öyle zilletlere götürür ki, bütün idrak o zillete boğulur, o
andan ilerisini görecek akıldan eser kalmaz.
İnsan, hayatı boyunca
nefsi ile vicdanı
arasında harb eder.
İnsanda yaratıcı-yaratılan / ilah-kul ilişkisini unutturarak bütün musibetleri
hazırlayan şirkin çıkış noktası da işte burasıdır. Kendilerini ibadet düşüncesiyle
ilgilisiz sananlar, bunu da kendileri için ileri bir fikir seviyesi olarak görenler,
farkında olmadan her an bir mabut değiştirirler. Bu şekilde bütün hayatları mutlak
bir şüphe içinde geçer. Fanilere gönül bağlayanlar, hüsranda kalmaya
mahkûmdurlar. Bu yüzden kulluk ve ibadete layık yegâne varlık Allah’tır. O’na
ibadet edenler, gelip geçici ümit ve korkulara kendilerini tamamen kaptırmazlar.
İslam’a göre lezzet ve elem, ümit ve korku doğuran amillerin hepsi mutlak bir
başlangıca dayanır ki, bu her şeyin sahibi olan Allah’tır. Bu sebeple ibadet ve
tezellül yalnız O’nadır. Kul ibadet ederken, mabuduna tam bir edeb, hudû ve tazim
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
ile boyun eğmelidir. Bu esnada tazimle bağdaşmayacak her türlü hareketten
sakınmalıdır. Hakkıyla ibadet, mutlak acziyet ile tam kudretin buluşmasıdır. Aczini
hissetmeyen kibirliler, hiçbir korku yokmuş gibi görünen gafiller, hiçbir ümit
beslemeyenler bu şereften mahrumdurlar.
Şuurlu olarak yapılan ibadetler, ahlakımızı güzelleştirir. İbadetlerimiz
ahlakımızın yükselmesine, ruhumuzun temizlenmesine hizmet etmiyorsa,
şuursuzca yapılmışlardır. Bunlar, kuru bir hareket olmaktan ileri gidememişlerdir.
İbadet, insanları madde âleminde boğulup kalmaktan kurtarır. İnsanın
düşüncelerini bu âlemin ötesindeki âleme çevirir.
Bireysel Etkinlik
Şuurlu ibadet,
ahlakı güzelleştirir.
İbadet isteği ve ihtiyacı fıtrîdir. İbadet duygusu insanın tabiatında var olan bir
kabiliyettir. İnsanlar her devirde, kendilerinden üstün ve bütün âleme hâkim bir
yaratıcı kudrete iman etmiş ve tazimde bulunmuşlardır. Çünkü yaratıcıya sevgi ve
saygı, korku ve ümit, yalvarma ve ibadet duyguları yaratılıştan gelmektedir. İbadet,
kalbe ve imana kuvvet verir. İman, ibadetlerle güçlendirilmezse, zamanla zayıflar,
yavaş yavaş kalpten silinip yok olur.
• Dinimizde ibadet kavramının kapsamının
özel ibadetlerden, nafile ibadetlere,
hatta hayatın içerisinde haram
karışmayan her türlü söz ve eyleme
kadar geniş olması hakkında düşününüz.
KUR’ÂN’DA MUÂMELÂT
Hz. Muhammed (s.a.v.), toplumu düzenleyen bir kanuna, aile düzeni
bulunmayan bir millete peygamber olarak gönderilmişti. Söz konusu bu topluma
hâkim olan düzen ataları taklit ve cahiliye geleneklerinden ibaretti. Yüce
peygamber ise fertler, aile ve devletlerarası ilişkileri düzenleyen bir hukuk sistemi
getirmişti. Bu hukuk, evlat ve baba arasındaki ilişkilerden başlayıp herkesin
diğerlerine karşı olan bütün haklarına varıncaya kadar tümünü düzenlemeyi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
Ahlak temeldir;
hukuk ahlakı temin
etmek için vardır.
hedeflemiştir. Hz. Peygamber’in Kur’ân ile tebliğ ettiği hukukun değerini anlamak
için onu, eski çağın en meşhur hukuki belgeleri olan Roma kanunlarıyla
karşılaştırmak gerekir. Ümmi olan bir zatın Allah katından getirdiği ve kendisinin
gerçek peygamber olduğunu gösteren Kur’ân’ın büyüklüğü işte böyle bir
karşılaştırma sonucunda ortaya çıkar. Böyle bir karşılaştırma ise kanun yapma
alanında bizi bir kısım gerçeklere ulaştırır ki bunlar, Roma hukukunda da ve sonraki
yüzyıllarda bilinmemekteydi. Ancak son yıllarda daha yeni ortaya çıkmıştır. Mesela
Kur’ân, ırk, cins siyah-beyaz, zengin-fakir arasındaki farkı ortadan kaldırmıştır.
Takvadan başka hiçbir milletin başka bir millete üstünlüğünü kabul etmemiştir.
Mesela, Kur’ân’a göre insanlar eşittir. Üstünlük ancak takva iledir. Roma hukukuna
göre ise Romalılar üstün ve imtiyazlıdır. Suç işleyen Romalının cezası diğerlerinden
azdır. Kur’ân’da, Roma hukukunun aksine, kölelerin cezası, hür insanların cezasının
yarısı kadardır. Kur’ân’da bu hususa dair verilecek pek çok örnek bulunmaktadır.
Bütün buları anlatmak imkânı yoktur.
Kur’ân-ı Kerim ve sünnette yer alan hükümleri genel olarak üç başlık altında
toplamak mümkündür. Bunlar, inanç, ibadet ve müamelatla ilgili hükümlerdir.
Daha önce inanç ve ibadet konuları anlatılmıştı. Şimdi sırada inanç ve ibadetle ilgili
hükümlerin dışında kalan ahkâmın açıklanması vardır ki bunlara muâmelât
denmektedir.
Sözlük anlamı
Muâmelât, köken itibarıyla Arapça bir kelime olup Türkçe’de davranış biçimi,
tutum, yol, yöntem, alışveriş, ticaret, işlem vs. anlamlarına gelen muâmele
sözcüğünün çoğuludur.
Muâmelât,
insanlararası her
türlü ilişki
biçiminin ahlaki ve
hukuki ahkâmıdır.
Terim anlamı
Istılah olarak da muamelât, insanların birbiriyle veya ferdin toplumla yahut da
toplumların birbiriyle olan hukuki, idari, mâli, iktisadî ve beşerî münasebetlerini
düzenleyen hükümleri ifade eden hukuki bir kavramdır. Muâmelât bir başka
ifadeyle İbadetin dışında kalan hukuki tasarruflar, akitler, suç, ceza ve benzeri
hükümlerdir. Yani ferdin fertle, ferdin toplumla veya toplumların birbiriyle olan
ilişkilerini düzenleyen kurallardır.
Bu hükümlerin bir kısmı, evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, iddet, miras,
nesep gibi aile hukuku; bir kısmı alışveriş, kiralama, trampa, rehin ortaklık,
borçlanma ve taahütte bulunma gibi bireyler arasındaki ilişkileri düzenlemeyi ve
hak sahibi olan herkesi korumayı amaç edinen Medeni hukuku; öte yandan ferdin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
işleyeceği suçlar ve bunlarla ilgili cezâî hükümleri; mal, can, ırz, nesep ve aklı
korumayı amaç edinen ilkeleri; hırsızlık, yol kesme, içki kullanma gibi suçlar için
âyet ve hadisle belirlenen cezalarla ilgili İslâm toplumun yararı ve kamu düzeninin
sağlanması için konulan hükümleri içeren ceza hukuku; davaların görülmesi,
şahitlik, yemin gibi insanlar arasında adaleti gerçekleştirmek için gerekli icraatı
düzenlemeyi amaç edinen ceza hukuku; devletler arası ilişkileri düzenleyen
devletler arası hukuku; gelir ve giderin hesaplanması ile ilgili mali ve benzeri
hükümleri içeren mali hukuku düzenleyen kuralları içermektedir.
Aileyi Tanzim Eden Hükümler
İslam’a göre
tanzim edilmiş bir
aile, toplumun
temelidir.
Kur’ân aileye ilişkin olan hükümleri, diğer bütün konulara ait olan hükümlerden
daha detaylı bir şekilde açıklamıştır. Buna göre Kur’ân, evlenme hükümlerini ve
nikâhı caiz olmayan kadınları geniş bir şekilde açıklamıştır; boşanma hükümlerini,
iddet ve hükümlerini oldukça mufassal olarak beyan etmiştir. Keza, mirastaki pay
oranlarını açık açık bildirmiştir. Sünnet de Kur’ân’ın aileyi tanzim eden hükümlerini
tamamlamıştır. Öyle ki bunlardan Kitab ve ya Sünnet’e dayanmayan bir hüküm
bulmak imkânsız gibidir. Âyetleri incelediğimiz zaman, Kur’ân’da aile hukuku kadar
geniş bir şekilde açıklanmış başka hükümler bulamayız.
Kur’ân’ın aile hukukuna bu derecede önem verişi, toplumun çekirdeğini teşkil
eden ailenin sağlam temellere oturtulmasını ve bu kurumun en iyi bir şekilde ıslah
edilmesini sağlamak olmalıdır. Konuyla ilgili olarak ilk gelen âyetlerde ailenin temel
unsuru ana-babanın, karı-kocanın manevi şahsiyetlerine verilen öneme dikkat
çekilmekte ve bunun üzerinde hassasiyetle durulmaktadır. İşte o âyetlerden
bazılarının mealleri şöyledir:
Erkek ve dişi,
müstakil iki
varlıktır; ama
birbirini tamamlar.
“Biz insana, ana-babasını tavsiye ettik. Anası onu zorluk çekerek (karnında)
taşımıştı. (Gebeliğinden doğuruncaya kadar, günden güne güçsüzleşmiş ve
ağırlaşmıştır).Onun(memeden) kesilmesi de iki yıl içinde olmuştur. (Onun için biz
insana:) Bana ve ana-bana şükret; dönüş banadır.” (diye öğüt verdik). Eğer onlar
seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi, bana ortak koşmak için zorlarlarsa, onlara
itaat etme, (fakat) onlarla iyi geçin ve bana yönelen kimsenin yoluna uy; sonra
dönüşünüz banadır. (O zaman ben) size yaptıklarınızı haber vereceğim.” (Lokman,
31/14-15). Lokman sûresi Mekke döneminin ortalarında inmiştir “Biz insan anababasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Anası onu (ne)zahmetle taşıdı ve zahmetle
doğurdu. (Ana karnında) taşınmasıyla sütten kesilmesi otuz ay sürdü…” (Ahkaf,
46/15) Ahkaf sûresi de Mekke’de inmiştir. Ancak 15. âyet, Medine’de inmiştir.
“(…) (Hanımlarınız), onlar sizin için elbisedir, siz de onların elbisesiniz..” (Bakara,
2/197). Bu âyet, Medine’de, bir ve ikinci hicrî yılda inmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
Evlenmeyle ilgili bazı âyetlerin mealleri de şöyledir: “Allah’a ortak koşan
kadınlarla, onlar inanıncaya kadar, evlenmeyin. (Allah’a ortak koşan kadın)
hoşunuza bile gitse, inanan bir cariye, ortak koşan bir kadından iyidir. Ortak koşan
erkekler de inanıncaya kadar, onlarla (kadın ve kızlarınızı) evlendirmeyin. (Allah’a
ortak koşan hür bir erkek) hoşunuza gitse bile, inanan bir köle, ortak koşan bir
adamdan iyidir. (Zira) onlar ateşe çağırıyorlar, Allah ise izniyle cennete (girmeğe)
ve mağfirete çağırıyor. İnsanlara âyetlerini (böyle) açıklıyor ki öğüt alsınlar.”
(Bakara, 2/221)
Nikah, toplumda
nesepleri tespit
eden dini bir
akittir.
“Şayet öksüz kadınlarla evlendiğiniz takdirde (on)lar hakkında adaleti yerine
getiremeyeceğinizden korkarsanız, size helal olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer,
dörder alın. O (kadı)nlar arasında da adalet yapamayacağınızdan korkarsanız, bir
tane ile yetinin yahut sahip olduğunuz cariyelerle yetinin. Adaletten ayrılmamanız
için en uygun olan budur.” (Nisa, 4/3), “Ne kadar isteseniz de kadınlar arasında
(tam bir) adalet yapamazsınız. Öyleyse, (birine) büsbütün meyledip ötekini (kocasız)
askıda kalmış gibi bırakmayın. Eğer nefsinizi düzeltir ve haksızlıktan sakınırsanız,
Allah bağışlayıcıdır, esirgeyicidir.” (Nisa, 4/129)
Mehir ilgili âyetler: “Nikâh ettiğiniz kadınların mehirlerini gönül hoşnutluğu ile
verin; eğer ondan bir kısmını gönül hoşnutluğu ile kendileri size bağışlarsa, onu da
afiyetle yiyin.” (Nisa; 4/4) “Verdiğiniz o mehiri eşinizden nasıl alırsınız ki birbirinizle
birleşip katıldınız (içli dışlı oldunuz) ve onlar sizden kuvvetli bir teminat, nikah
sözleşmesi aldılar.” (Nisa, 4/21)
Nikah düşemeyen kadınlar: “Bir de babalarınızın nikahlandığı kadınlarla
evlenmeyin. Cahiliye devrinde geçmiş olanlar affedilmiş geçmiştir. Çünkü bu
fuhuştur, (Allah’ın) hışmıdır ve iğrenç bir yoldur.” (Nisa, 4/22), “Size (şunlarla)
evlenmek de haram kılındı: Analarınız (ananızın anası ve babanızın anası; ne kadar
yukarı çıkarsa), kızlarınız (kızlarınızın kızı, oğullarınızın kızı; ne kadar aşağıya inilirse
inilsin), kız kardeşleriniz (ana-baba bir, baba bir, ana bir kardeşler dâhil), halalarınız
(bütün baba ve dede kız kardeşleri dâhil), erkek ve kız kardeşlerinizin kızları
(kardeşlerin torunları; ne kadar inilirse inilsin), süt analarınız(süt büyük anneleri
dâhil), süt kız kardeşleriniz (nesep itibarıyla haram olanlar, süt cihetinden de haram
olur), karılarınızın anaları (zifaf olsun olmasın), kendileriyle zifafa girdiğiniz
karılarınızdan olma himayenizdeki üvey kızlarınız. Eğer onlarla henüz zifafa
girmemişseniz kızlarını almaktan ötürü üzerinizde bir günah yoktur. Öz oğullarınızın
karıları ve iki kız kardeşi bir arada almanız da haramdır. Ancak cahiliye devrinde
geçen affedilmiş geçmiştir. Şüphesiz ki Allah, Cahiliye devrinde olan kötü işleri
bağışlayıcı, çok merhamet edendir.” (Nisa, 4/23), “(Bir de harp esirleri olarak) sahip
olduğunuz cariyeler müstesna, diğer bütün evli kadınlarla da evlenmeniz size
haram kılındı.(…)” (Nisa, 4/24), “Sizden her kim, mümin kadınlarla evlenecek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
zenginliğe kudreti olmazsa, ona da ellerinizin altındaki inanan cariyelerden
efendilerinin rızası ile nikâhlamak var. Allah sizin imanınızı en iyi bilendir. Hepiniz
birbirinizdensiniz (hepiniz Âdem soyundansınız. İnsan olma bakımından aranızda bir
fark yoktur. (…)” (Nisa, 4/25).
Kur’ân Cahiliye döneminde evlatlık ile ilgili mevcut hükmü şu şekilde
değiştiriyor: “Allah’ın kendisine nimet verdiği, senin de kendisine ihsanda
bulunduğun, (azat edip evlatlık edindiğin) kimseye (Zeyd’e): “Eşin (Zeyneb)i
nikâhında tut, Allah’tan kork” diyordun; fakat Allah’ın açığa vuracağı şeyi içinde
gizliyordun, insanlardan çekiniyordun; oysa asıl çekinmene layık olan Allah’tı. Zeyd
o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık ki (bundan böyle) evlatlıkları,
kadınlarıyla ilişkilerini kestikleri zaman o kadınlarla evlenmek hususunda
müminlere bir güçlük olmasın…” (Ahzab, 33/37)
Erkeğin, kadın;
kadının da erkek
üzerinde hem
sorumlulukları hem
de hakları vardır.
Aile hukuku ile ilgili Kur’ân’da mevcut pek çok hüküm vardır; Ehl-i kitabdan olan
kadınlarla evlenme müsaadesi: “Bugün size iyi ve temiz şeyler helal kılındı.
Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helal olduğu gibi, sizin yiyeceğiniz de
onlara helâldir. Ve müminlerden iffetli hür kadınlar ve sizden önce kendilerine kitap
verilenlerden namuslu hür kadınlar, zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın, namuslu
bir şekilde mehirlerini ödediğiniz takdirde, size helâldir. Her kim imanı inkâr ederse,
ameli boşa gitmiş olur ve o, ahirette zarara uğrayanlardandır.” (Maide,5/5)
âyetiyle bildirilmiştir. Evliliğin sona ermesi ve boşanma hadisesi ilgili hükümler en
gelişmiş şekliyle Kur’ân’da yer almıştır. Cahiliye toplumunda, ailenin ana
unsurlarından biri olan kadın gerçekten çok kötü sömürülmekte, o bir eşya gibi
muamele görmekte ve ona hemen hemen hiçbir hak tanınmamaktaydı. Bu sömürü
yollarından biri de boşanma biçimiydi. Çok evliliğin de yoğun olduğu bu toplumda
bu sömürünün boyutlarını tespit etmek mümkün değildir. İslam, eski tip aileyi bu
noktadan alarak yeni bir aile tipi oluşturmuştur. Yeni toplumda öngörülen aile tipi
oluşturmaya çalışılırken, gerekli tedbirler alınmış, önce eski aile tipiyle ilgili
gelenekler, peyderpey inen âyetlerle teker teker kaldırılmış, bu arada yeni aile
tipine geçişi sağlayıcı nitelikte, yavaş yavaş gelişen yapıcı ve yumuşak hükümler
gelmeye devam etmiştir. Sonunda, boşanma kurumunu kaldırmadan boşanmayı
engelleyici sosyo-ekonomik ve hukukî tedbirler alınmıştır (Bk: Nisa, 4/35, 128-129).
Yeni toplum yapısı Medine’de oluştuğu için aile hukukuyla ilgili hükümlerin hemen
hemen hepsi Medine’de inmiştir. Ailede kadın ve erkeğin hukukî statüsünü
belirleyen ve boşanmanın tehirini sağlayıcı hükümler, boşanmış kadınların tekrar
evlenebilmeleri için gerekli olan hukukî süreleri ve benzeri aile hukukuyla ilgili daha
pekçok hüküm Kur’ân’da yer almıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
Velayet
Yetim,
müslümanların
koruyup kollamak
zorunda olduğu
Allah’ın bir
emanetidir.
İslam’da velayetle ilgili hükümlerin çoğu yetim haklarının korunmasını tavsiye
veya emreden âyetlere dayanmaktadır. Bu konuda o kadar çok âyet var ki, bunlara
bakarak, İslam ilk gününden beri yetimin ve yoksulun velisi olmuştur, denilebilir.
“Yetimin malına yaklaşmayın; ancak erginlik çağına erişinceye kadar en güzel bir
tarzda (onun malını kullanıp geliştirebilirsiniz). (…)” “Yetimin malına, buluğ çağına
varıncaya kadar, malını en güzel bir şekilde koruyup çoğaltmak hizmetinden başka
bir surette yaklaşmayın. (…)”
Miras Hukuku/Ferâiz ve Vasiyet
İslam öncesi Arap toplumunda kolektif sorumluluk ilkesi hâkim olduğu için
kişisel ekonomik bağımsızlık önem arz eden bir konu değildi. Kadınlar, çocuklar,
köleler, toplumun büyük bir kesimi, ekonomik özgürlükten yoksun, meta
hükmünde idi, hukuki ve ekonomik şahsiyetleri hemen hemen hiç yoktu. Sadece,
eli silah tutan, ganimet elde edebilecek güçteki erkekler arasında, nesebe dayalı,
bir miras hakkı vardı. Miras, daha çok vasiyet şeklinde; “muahat” (kardeşlik
antlaşması) veya “hılf” denilen dayanışma antlaşması, evlat edinme gibi yollarla da
intikal ederdi.
Miras, Kur’an ve
Sünnette ayrıntılı
bir şekilde ortaya
konmuş hukuki bir
kurumdur.
İslam yeni toplumu oluştururken, hukukta, kişisel sorumluluğu ilke olarak
benimsemiş ve kişiliğin gelişmesi için de ekonomik bağımsızlığa önem vermiştir.
İslam miras hukukunun en belirgin özelliklerinden birisi, eski toplumda var olan bir
ilkeyi, yani nesebi esas alarak ona, özde, yeni bir anlam getirmiş olmasıdır. İslam’da
akrabalık, gerek nesep, gerekse sıhriyet yönünden, miras hukukunun temel ilkesi
olarak benimsenmiş; ayrıca, kişisel ekonomik bağımsızlığı gerçekleştirici nitelikte
belirli ölçüler de konulmuştur. Bir anlamda bunu, eski kolektif sorumluluk ve
mülkiyet anlayışının kişiselleştirilmesi olarak nitelemek mümkündür. Aile
hukukunda görüldüğü gibi, yeni toplum yapısına geçişte, tepeden inme emirlerden
çok, mevcut toplumsal realiteden tercihler yapılarak, toplumsal gelişim
doğrultusunda, olaylara dayalı makul gerekçeler çerçevesi içinde, toplum yapısını
yıkıcı ani sarsılmalara yer vermeden, yumuşak ve genel hükümlerle yavaş yavaş
sağlanmıştır.
Hukukun diğer alanlarında olduğu gibi, Mekke’de mirasla ilgili olarak inen
âyetler, inanca dayalı genel ilkeler ve ahlâkî öğütler mahiyetindedir. Konuyla ilgili
Medine’de inen âyetlerin gelişiminin tamamlanması da oldukça uzun sürmüştür.
Bu konuda bazı âyet mealleri şöyledir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
“Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz, yoksulu yedirmeye birbirinizi
teşvik etmiyorsunuz. Haram helâl demeden mirası yiyorsunuz. Malı aşırı biçimde
seviyorsunuz.” (Fecr, 89/17-20).
“Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir mal bırakacaksa anaya, babaya,
yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek, Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur.
Her kim bunu işittikten ve kabullendikten sonra vasiyeti değiştirirse, günahı onu
değiştirenleredir. Şüphesiz Allah (her şeyi) işitir ve (her şeyi) bilir. Her kim, vasiyet
edenin haksızlığa yahut günaha meyletmesinden endişe eder de (alâkalıların)
aralarını bulursa kendisine günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayan hem de
esirgeyendir.” (Bakara, 2/180-182)
Miras, vasiyet ve
borçların
ödenmesinden
sonra gelir.
“Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır; anababanın ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır. Gerek azından,
gerek çoğundan belli bir hisse ayrılmıştır. (Mirastan payı olmayan) yakınlar,
yetimler ve yoksullar miras taksiminde hazır bulunursa bundan, onları da
rızıklandırın ve onlara güzel söz söyleyin. Geriye eli ermez, gücü yetmez çocuklar
bıraktıkları takdirde (hâlleri ne olur) diye korkacak olanlar (yetimlere haksızlık
etmekten) korkup titresinler; Allah'tan sakınsınlar ve doğru söz söylesinler.” (Nisa,
4/7-9)
“Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras
vermenizi) emreder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler, ölünün bıraktığının üçte
ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir kadınsa yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, anababasından her birinin mirastan altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da anababası ona vâris olmuş ise, anasına üçte bir (düşer). Eğer ölenin kardeşleri varsa,
anasına altıda bir (düşer. Bütün bu paylar ölenin) yapacağı vasiyetten ve borçtan
sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin size, fayda bakımından daha
yakın olduğunu bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından konmuş farzlardır (paylardır).
Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir. Yapacakları vasiyetten ve borçtan sonra
eşlerinizin, eğer çocukları yoksa bıraktıklarının yarısı sizindir. Çocukları varsa
bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Çocuğunuz yoksa sizin de yapacağınız vasiyetten
ve borçtan sonra, bıraktığınızın dörtte biri onlarındır (zevcelerinizindir). Çocuğunuz
varsa, bıraktığınızın sekizde biri onlarındır. Eğer bir erkek veya kadının, anababası
ve çocukları bulunmadığı hâlde (kelâle şeklinde) malı mirasçılara kalırsa ve bir
erkek yahut bir kız kardeşi varsa, her birine altıda bir düşer. Bundan fazla iseler
üçte bire ortaktırlar. (Bu taksim) yapılacak vasiyetten ve borçtan sonra, kimse
zarara uğramaksızın (yapılacak)tır. Bunlar Allah'tan size vasiyettir. Allah her şeyi
hakkıyle bilendir, halîmdir.” (Nisa, 4/11-12)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
Mali Hükümler
Ticaret, helaldir;
faiz ise haramdır.
Aldatan bizden
değildir.
(hadis)
Mali muamelelerin adil ve mübah olan esaslarını Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da
açıklamıştır. Kur’ân-ı Kerim, mali muamelelerdeki ibahatin iki esasını bir âyette
belirtmiştir. Bu esaslardan birincisi halkın mallarını haksız yere yemenin yasaklanışı,
ikincisi de karşılıklı rızalaşmadır. Bu hususta Allah Teâla şöyle buyurur: “Ey iman
edenler, mallarınızı aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rızalaşmaya dayanan
ticaretle yeyin; haram ile kendinizi mahvetmeyin.” (Nisa, 4/29) Bu âyetteki “
karşılıklı rızalaşmaya dayanan ticaretle yeyin” ifadesi alım-satım taamülünde kâr ve
zararın muhtemel ve mübah olduğuna işarettir. Herhangi bir zarar ihtimali
olmadan elde edilen kazanç ticaret değildir. Böyle ticaretten elde edilen kârın adı
faizdir. Faiz ise haramdır. Çünkü Kur’ân, bu konuda çok sert bir üslûp kullanarak
faiz yiyenlerin durumunu açıklamıştır:
“Faiz (ribâ) yiyenler, kıyamet günü ancak şeytan çarpmış kimseler gibi kalkarlar.
Bu, onların, zaten faiz alım-satım gibidir demelerindendir. Oysa Allah, alım-satım
helal, faizi de haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelip de faizciliğe son
verirse, geçmiş olanlar kendisine kalır; onun işi Allah’a aittir. Kim de faizciliğe tekrar
dönerse, işte onlar cehennem ehlidir ve orada ebedî kalıcıdırlar. Allah, faizi eksiltir,
sadakaları artırır. Allah, her kâfir ve günahkârı sevmez. İman edip yararlı işler
işleyen, namaz kılan ve zekât verenlerin Rab’leri katında ecirleri vardır. Onlara
korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Ey iman edenler, Allah’tan korkun, iman
etmişseniz faizden arta kalan şeyden vazgeçin. Böyle yapmazsanız bilin ki bu,
Allah’a ve Peygamber’e karşı bir savaştır. Eğer tevbe ederseniz sermayeniz sizindir.
Böylece haksızlık etmemiş ve haksızlığa uğramamış olursunuz. Borçlu darlık içinde
ise genişleyinceye dek beklenmelidir. Bilmiş olsanız (bu durumda borcu)
bağışlamanız sizin için daha iyidir” (Bakara, 2/275-280). Ayrıca Kur’ân, haksız yere
halkın malını yemek anlamına gelen rüşveti de şöyle yasaklamıştır: “İnsanların
mallarından bir kısmını, bile bile günah işleyerek, ele geçirmek için mallarınızı iş
başındakilere vermek suretiyle aranızda haksızlıkla yemeyin.” (Bakara, 2/188) Buna
göre, meşru yoldan malın artmasına sebep olan bütün tasarruflar mübah
kılınmıştır. Bu da karşılıklı rızaya dayanan ticaretin serbest oluşunu gösterir. Bu
bakımdan Kur’ân-ı Kerim, önemli akidleri tanzim için iki şey istemektedir:
Birincisi şahit bulundurmaktır ki; bu konunun Kur’ân’da: “Alış veriş yaptığınızda
şahit tutun, kâtip/yazan da şahit de zarara uğratılmasın.” (Bakara, 2/282) şeklinde
yer aldığı görülmektedir.
İkincisi borçları ve vadeli satış bedellerini yazmak: Böylece ileride ortaya çıkması
muhtemel olan anlaşmazlıklar önlenmiş olacaktır. Bir de alışveriş yapanlar yolcu ise
rehin almaları emredilmiştir. Bu suretle de herhangi bir hakkın zayi olmasına karşı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
tedbir alınmış olmaktadır. Bütün bunlar, müdâyene/borçlanma âyetinde
açıklanmıştır (Bakara, 2/282). Zahiri mezhebi, aynı âyeti mesned alarak, her
alışverişte şahit tutulmasının, her türlü borç ve va’deli satış bedelleri için senet
yazılmasının vacib olduğu görüşündedir. Alım-satımlarda şahit bulundurma,
akidlere tam olarak bağlı kalınmasını sağlamak içindir. Zira akidlere bağlı
kalınmasını bildiren emirler, ancak bu suretle gerçekleştirilmiş olur.
Kur’ân’da mali ilişkileri düzenleyen nass’lar, külli ve genel mahiyettedir. Mali
muamelelerin çoğunu Sünnet açıklamıştır. Fakat bunlar da ibadetlere nispetle fazla
olan ibahettir. Bu husus, şu âyetlerde açıkça ifade edilmektedir “Yeryüzünde
olanların hepsini sizin için yaratan O’dur.” (Bakara, 2/29); “Ey iman edenler,
Allah’ın size helal kıldığı temiz şeyleri haram kılmayın…” (Mâide, 5/87)
Cezâî Hükümler
Kur’ân, suç ve cezalarla ilgili hükümleri, suçlulara verilecek cezanın genel esasını
açıklamıştır. O da suç ve ceza arasındaki eşitliğe dayanan kısas’tır. Öldürmede,
azayı yok etmede ve yarlamada kısas emredilmiştir. Böylece ceza, suç cinsinden
tayin edilmiş ve eşitlik sağlanmıştır. İşte bu nedenle Kısas meşru kılınmıştır. Kısas,
iki kısımdır. Biri suç için aynı cinsten cezanın uygulanması demek olan kısas, diğeri
de diyet adı verilen manevi kısastır.
Cezalar, suça denk
olmalıdır; ne eksik
ne fazla.
Fertlere karşı işlenilen suçların cezası kısastır. Kamu hukukuna karşı veya Allah
haklarına (hukukullah’a) karşı işlenilen suçlar için verilecek ağır cezalar, Kur’ân’da
belirtilmiş ve hafif cezalar hâkimlerin takdirine bırakılmıştır. Bu da İslam hukuk
düşüncesinin ulaşmış olduğu yüksek noktayı gösteren bir sonuçtur. Allah hakları’na
karşı işlenen suçların cezasına “hadd” adı verilmektedir. Kur’ân, zinanın, hırsızlığın,
yol kesmenin ve zina iftirası/kazf yapmanın haddini/cezasını açıklamıştır. Kur’ân-ı
Kerim tayin ettiği cezalarda önemli dört hususun göz önünde bulundurulmasını
esas almıştır:
1- Canı, aklı, dini, malı ve nesli korumak: Bunun içindir ki Kur’ân, kısas’ta hayat
olduğunu söyler: “Ey akıl sahipleri, sizin için kısasta hayat vardır.” (Bakara, 2/179)
2- Mağdur’un (öldürülen kişinin velisinin) kinini dindirmek: Çünkü mağdur
yaralıdır. Onun yarasını iyileştirecek, kinini dindirecek bir tedbir almak gerekir. Bu
sebepledir ki Kur’ân, maktulün velisine bir hak ve yetki tanındığını çok açık ve net
bir şekilde ortaya koymaktadır: “Haksız olarak öldürülenin velisine bir yetki
tanımışızdır. Artık o da öldürmekte aşırı gitmesin (katilin yerine, katilin akrabasını
veya katille beraber bir başkasını öldürmesin) zira kendisine yardım edilmiştir”
(İsra, 17/33). İşte bu, sosyal bir problemin çözümünde uygulanan çok önemli bir
yöntemdir. Hâlbuki modern ceza hukuku bu konuya daha yeni yönelmiş ve önemli
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
olduğunu vurgulamıştır. Çünkü mağdurun kinini dikkate almamak, cinayetin art
arda sürüp gitmesine, maktulün velisinin mukabil bir cinayet işleyerek kinini
dindirmeye çalışmasına veya öldürülenin velisinin bu işe başvurması durumunda,
kan gütme veya verilen cezayı az bulma yüzünden öç almasına neden olabilir.
Tartışma forumu
3- Mağdur veya ailesine bir bedel vermek: Herhangi bir sebepten kısas tam
olarak yerine getirilemediği zaman buna başvurulur.
4- Cezayı şahsiyete tabi kılmak: Yani, büyük şahsın cezası ağır, küçük şahsın
cezası hafif olmak. Buna göre, Kur’ân köleye, hür insana verilen cezanın yarısı
kadar bir ceza tayin edileceğine işaret etmiş ve bu hususu şöyle açıklamıştır: “Onlar
(cariyeler) evlendikten sonra bir fuhuşta bulunurlarsa, onlara hür (ve evlenmiş)
kadınlara verilen cezanın yarısı verilir.” (Nisa, 4/25)
Tartışma
Suçun ferdiliği
esastır. Kimse
kimsenin suçunu
üstlenemez.
• Suç ve ceza ilişkisi nasıl olmalıdır? Gerekçeleri
ile forumda tartışabilirsiniz.
İdare Edenle İdare Edilenler Arasındaki İlişki
Kur’ân, idare edenle idare edilenler arasındaki ilişkileri düzenleyen bir kısım
kurallar koymuştur ki bunları beş esasta toplamak mümkündür:
Adalet
Adalet, İslam’ın
temelidir.
Pek çok âyet-i kerimede geçen adalet kavramı hakkında Kur’ân’ın bazı
açıklamaları şöyledir: “Şüphesiz ki Allah, size emanetleri ehline teslim etmenizi ve
insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa,
4/58) Şu âyet-i kerime de bu esasın önemini belirten âyetlerden biridir: “Allah,
şüphesiz ki adaleti, iyilik yapmayı ve akrabaya yardım etmeyi emreder; taşkın
kötülüklerden, meşru olmayan şeylerden, zulüm ve zorbalıktan nehyeder.” (Nahl,
16/90)
Kur’ân adaleti, idare edenle idare edilenin, devlet başkanı ile vatandaşın ve
nihayet bütün halkın birbirine karşı adaletli davranması prensibine dayanır. Bu da
Kur’ân hükümlerini uygulama bakımından tam bir eşitlik sistemini gösterir.
Dolayısıyla zengin ve asılzâde cezadan muaf tutulmadığı gibi, hâkim ve idareci de
suç işlediği zaman, vatandaşlar gibi aynı cezaya çarptırılır. İdareciler de aynen
halkın sahip olduğu hak ve vecibelere sahiptirler; halkın üstünde herhangi bir
hakka sahip olmadıkları gibi, kutsal kişi olarak da kabul edilmezler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
Her şeyden önce Kur’ân herkesin yaşama imkânlarına sahip olması demek olan
sosyal adaletin gerçekleşmesini ister. Buna göre güçlüler, zayıfları koruyacak,
zenginler yoksulları yedirip içirecek, kollayıp gözetecektir. Kur’ân’a baktığımızda bu
hususları açıklayan pek çok âyet-i kerime görmek mümkündür.
İdarecilik, caka
satma yeri değil,
çetin ve ağır bir
sorumluluktur.
Kur’ân adaletine göre, her insan, kendi güç ve gayretini sarfetme fırsatını
bulacaktır; çalışmayan, tembelliğin cezasını çekecektir; çünkü gökten ne altın yağar
ne de gümüş. Çünkü kişinin eline kendi öz emeğinden başkası geçmez. Buna göre
adalet, iş ve kazanç bakımından mutlak bir eşitliği gerektirir. Çalışan herkes,
emeğinin karşılığını eksiksiz olarak elde edecektir; “kim zerre kadar iyilik yapmışsa
onu görür, kim zerre kadar kötülük yapmışsa o da onu görür.” (Zilzâl, 99/7, 8)
Şûrâ
Kur’ân-ı Kerim istişare yapmayı emreder: “Onların işleri aralarında şura
(danışma) iledir?” (Şûra, 42/38). Diğer bir âyet-i kerimede de: “İş hakkında onlarla
müşavere et. Bir kere karar verdin mi, artık Allah’a dayan…” (Âl-i İmrân, 3/159)
buyurulmaktadır.
Kur’ân şura ve adaletin vasıtalarını açıklamamış, bunları insanların takdirine
bırakmıştır. Ta ki onlar, gayelerine ulaşmak için en iyi vasıtalara başvursunlar; zira
bu vasıtalar, toplumlara, insanların durumlarına ve çağlara göre değişir.
İslah ve Müslümanların Maslahatı
Düstur: Takvada
yarışmak; günah
ve haksızlıkta
engel olmak…
İdare edenle idare edilenler arasındaki ilişki, bu esaslara dayanacaktır. Kur’ân-ı
Kerim, iyi idareci ile bozuk idarecinin niteliklerini anlatmıştır. Mesela, kötü idareci
hakkında; “İnsanlardan öylesi vardır ki, onun dünya hayatı hakkındaki sözü senin
hoşuna gider; kalbindekine (sözünün özüne uygun olduğuna) Allah’ı şahit tutar.
Oysa düşmanların en yamanıdır. İşbaşına geçince de yeryüzünde bozgunculuk
yapmaya, ekin ve nesli yok etmeye çalışır. Allah ise, bozgunculuğu sevmez. Ona;
‘Allah’tan kork!’ denilince, gururu kendisini günaha sürükler. Artık ona cehennem
yetişir; o ne kötü yerdir o.” (Bakara, 2/205, 206) buyurulmuştur.
Yardımlaşma
İdare edenle idare edilen ve bütün mü’minler birbirleriyle yardımlaşacaktır.
Çünkü Kur’ân’da, “birbirinizle iyilik ve takva’da yardımlaşın; günah işlemede ve
haksızlıkta yardımlaşmayın…” (Mâide, 5/2) buyurulur. Bu arada Kur’ân, mü’minler
arasında sulh, sukün, sevgi ve kardeşliği emreder ve “inanıyorsanız Allah’tan
korkun, aranızı (münasebetlerinizi) düzeltin, Allah ve Peygamberine itaat edin.”
(Enfal, 8/1) buyurur. Peygamber (s.a) de bu konuyu teyit mahiyetinde şöyle dua
etmiştir: “Allah’ım! Ümmetimin başına geçen ve onlara kolaylıkla muamele eden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
kimseye sen de kolaylık göster. Ümmetimin başına geçip onlara meşakkatle
muamele eden kimseye de meşakkat göster!” (Muslim, İmâre, 19; Ahmed b.
Hanbel, Musned, IV, 60). Başka bir hadis-i şerifinde; “merhamet, ancak zalim (şaki)
kimsenin kalbinden sökülüp alınır.” (Tirmîzî, Birr,16; II,301) buyurmuştur.
Himaye
Toplumun, mal, can, din ve namusu her türlü kötülükten korunması
gerekmektedir. İslam’a göre bu da İslam’ın suçlar için koyduğu haddleri/cezaları
uygulamak, zalimden mazlumun hakkını almak ve Kur’ân’ın tayin ettiği diğer
cezaları tatbikle gerçekleşir.
Müslümanların Gayr-i Müslimlerle İlişkileri:
Gayr-ı müslimlerle
ilişkiler, adalet ve
hukuk düzleminde
gerçekleştirilir.
Kur’ân, bütün insanları, cins, ırk ve milliyetlerine bakmaksızın, saygıya layık
görür ve bu konuda şöyle buyurur: “And olsun ki biz Âdemoğullarını şerefli kıldık,
onlara karada ve denizde taşıyacak vasıtalar ve güzel güzel rızıklar verdik, onları
yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık.” (İsra, 17/70) Keza, Kur’ân, insanları
fıtratları icabı hak ve vazifelerde eşit kılmış ve şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar,
doğrusu biz, sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık, birbirinizi tanıyasınız (veya
iyiliklerde yarışasınız) diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Çünkü Allah katında
en şerefliniz, takva bakımından en üstününüzdür.” (Hucûrat, 49/13). Bu yüksek
ruhla Kur’ân; dini, ırkı ve rengi ne olursa olsun, insan haklarına hürmet etmeyi
emretmiş ve bunu temel bir ilke olarak kabul etmiştir.
Kur’ân-ı Kerim, gayr-i Müslimleri üçe ayırır:
a) Zimmî ve muahedler (antlaşmalılar),
b) Müste’minler,
c) Muharipler.
Kur’ân, zimmiler’e, aynen Müslümanlara yapılan muamele gibi muamele
yapılmasını emreder ve şöyle buyurur: “Ahidleştiğiniz zaman Allah’ın ahdini yerine
getirin. Allah’ı kendinize kefil kılarak pekiştirdiğiniz yeminleri bozmayın. Şüphesiz
Allah, yaptıklarınızı bilir.” (Nahl, 16/80)
Müste’minler, İslam memleketlerinde müsaade ile oturan yabancı tüccar ve
benzeri kimselerdir. Bunlar zimmi ve muahedler gibi İslam idaresi altına girmiş
değildir. Bunlarla belli bir süre için antlaşma yapılmış olup sözlerinde durdukları
müddetçe kanları ve malları haramdır, korunur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
Zimmi, muahed ve müste’minlerin dışında kalan kimselere, fakihler,
“harbi=muharib” adını verirler. Kur’ân, bunlar için de uyulması gerekli bir kısım
haklar tanımıştır. Bu hakları beş madde hâlinde özetleyebiliriz:
1-Savaş zamanı da sulh zamanı da insan şahsiyetine saygı gösterilecektir.
Kur’ân-ı Kerim, savaşta düşman tarafından olan kimselerin kulak ve burun gibi
uzuvların kesmeyi yasaklamıştır. Hz. Peygamber de “Kulak ve burun keserek
intikam almaktan sakının.” (Buharî, Mezâlim, 30, Megâzî, 36) buyurmuştur.
Kur’ân’da esirlere ikram etmek, onları doyurmak bir meziyet olarak kabul edilmiş
ve şöyle buyurulmuştur: “Onlar, Allah sevgisiyle yoksulu, yetimi ve esiri
doyururlar.” (İnsan, 76/8)
Gayr-ı müslimlerle
dünyevi ilişkiler
kurulabilir; ama
asla dost olunmaz.
2-İnsan olma bakımından bütün beşeriyet birbirinin kardeşidir. Kur’ân, bu
hususu açıkça belirtir ve şöyle buyurur: “İnsanlar bir tek ümmetti. Allah,
peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi. İnsanların ayrılığa düşecekleri
şeylerde aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte doğru olan Kitab’ı indirdi.
Kitap verilenler kendilerine belgeler (âyetler) geldikten sonra, aralarındaki ihtiras
yüzünden, onda ayrılığa düştüler. İnananları, Allah, kendi izniyle hakkında ihtilafa
düştükleri gerçeğe eriştirdi. Allah, dilediğini doğru yola iletir.” (Bakara,2/213)
Bu insan kardeşliği esasına göre, savaşta sadece bilfiil savaş edenler veya savaş
için plan hazırlayanlar öldürülür; bütün halk kılıçtan geçirilmez. Savaş yalnız fasid
idarecilerin baskısını defetmek için meşru kılınmıştır. Bu itibarla Yüce Allah:
“Allah’ın, insanları birbiriyle defetmesi olmasaydı, yeryüzü fesada giderdi…”
(Bakara, 2/251) buyurmuştur. Yalnız savunma ve zulme karşı koyma amacıyla
savaşa izin verilmiş ve şöyle buyurulmuştur:
“Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselere (mukabil savaş açmak
için) izin verilmiştir. Allah, onlara yardım etmeye elbette muktedirdir. Onlar, sadece
‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmışlardır. Allah’ın,
insanları birbirleriyle defetmesi olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde
Allah’ın adı çok çok anılan camiler yıkılıp giderdi. And olsun ki Allah, Kendisine
yardım edenlere yardım edecektir. Gerçekten Allah güçlüdür, uludur.” (Hacc, 22/39,
40)
Bu insan kardeşliği sebebiyle Kur’ân, gayrimüslimlere iyilik etmeye mani olmaz
ve şöyle buyurur: “Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan
çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara karşı adaletli davranmanızı yasak
kılmaz. Gerçekten Allah, adil olanları sever. Allah, ancak sizinle din uğrunda
savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanızda yardımcı olanları dost
edinmenizi nehyeder. Kim, onları dost edinirse işte onlar zalimlerdir” (Mumtehine,
60/8, 9)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
3-Kur’ân, gayrimüslimlere karşı, savaş hâlinde bile olsalar adaletli davranmayı
emreder; çünkü adalet herkesin tabii hakkı olup bunda dost da düşman da eşittir.
Bu konuda Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurur: “Ey iman edenler, Allah için adaletli
şahidler olun; bir millete olan öfkeniz, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adil olun ki,
bu, takvaya daha yakındır. Allah’tan sakının; doğrusu, Allah işlediklerinizi
bilmektedir” (Mâide, 5/8)
4-Savaş alanında gayrimüslimlere misliyle muamele etmek gerekmektedir. Aşırı
gitmek, şerefsizlik etmek caiz değildir. Şu âyetler, bu esasları açıklamaktadır: “Size
saldıranlara siz de aynı şekilde saldırın. Allah’tan sakının ve Allah’ın müttakilerle
beraber olduğunu bilin” (Bakara, 2/194), “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de
savaşın; aşırı gitmeyin; doğrusu, Allah aşırı gidenleri sevmez” (Bakara, 2/190)
Gayr-ı müslim,
insan olması
hasebiyle insan
muamelesi
görmelidir.
Görüyoruz ki Müslümanlar, savaşta iki şeye bağlı kalmakla emr olunmuşlardır:
a) Düşmana karşı misilleme yaparak tecavüzü defetmek,
b) Takva ve faziletten ayrılmamak.
Düşman ırz ve namusa karşı kötülükte bulunsa bile, Müslümanlar şerefli
hareket edeceklerdir; çünkü şerefsizlik ve edepsizlik takvaya aykırıdır.
5-Düşman ahdini bozmadıkça ve döneklik ettiğine dair bir emare bulunmadıkça
ahde vefa gösterilecektir. Düşmanın ahdini bozduğuna dair bir işaret bulunursa,
Müslümanlar da ahidlerini bozacaklardır. Bu hususta Kur’ân şöyle buyurur: “Eğer
bir kavmin (antlaşmaya) hıyanet etmesinden korkarsan, sen de onlara karşı ahdini
boz; doğrusu Allah, hainleri sevmez.” (Enfal,8/58)
Hiyanet belirtileri veya şüphesi ortaya çıkmazsa ahde vefa göstermek gerekir;
sebepsiz yere ahdi bozmak doğru olmaz. Bu itibarla Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurur:
“Ahidleştiğiniz zaman Allah’ın ahdini yerine getirin. Allah’ı kendinize kefil kılarak
pekiştirdiğiniz yeminleri bozmayın. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızı bilir. Bir
ümmetin diğerlerinden daha çok olmasından ötürü, aranızdaki yeminleri bozarak,
ipliğini iyice eğirip katladıktan sonra bozan kadın gibi olmayın. Allah, onunla sizi
imtihan eder. Yemin olsun ki, ayrılığa düştüğünüz şeyleri O, kıyamet günü sizlere
açıklar. Allah, dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Lakin O, istediğini saptırır,
istediğini de doğru yola iletir. İşlediklerinizden mutlaka sorulacaksınız. Birbirinizi
aldatmak için yemin etmeyin ki, bu yüzden sağlamca yere basmakta olan ayağınız
sürçebilir. Allah yolundan alıkoyduğunuz için kötü bir azap tadarsınız ve sizin için
büyük bir azap vardır. Allah’ın ahdini hiçbir pahaya değişmeyin. Eğer bilirseniz Allah
katında olan, sizin için daha iyidir” (Nahl, 16/91-95)
İşte bu yüce hükümler, Kur’ân’ın nurundan süzülüp gelen bir kısım huzmeler
olup insanın yaratılışına tamamen uygundur. Bu hükümleri Allah Teala Kur’ân’da
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
beşerin fıtratı olarak vasıflandırır ve şöyle buyurur: “Yüzünü, tam olarak Allah’ın
fıtratı olan dine çevir ki O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışında
değişme yoktur. İşte doğru din budur; fakat insanların çoğu bilmez.” (Rum,30/30).
Sonuç olarak İslam’ın bu en belirgin ıslahatçı karakteri kişisel ve toplumsal
düzen anlayışında daha açık bir biçimde görülmektedir. Örneğin, kişisel mutlulukta
“denge” ilkesini benimsemiştir; insanın fiziki yönü ile psişik yönü arasında
kurulması zorunlu, daha çok spiritul niteliği ağır basan bir denge.
Toplumsal düzen alanında ise “eşitlik” ilkesi asıldır; sosyal realitenin ve kişisel
yeteneklerin zaman zaman dayattığı bazı geçici durumlar dışında İslâm hukukunun
ana ilkesi eşitliktir.
Bireysel Etkinlik
Toplumsal
düzende eşitlik
ilkesi esastır.
“İslâm’ın toplum ve hukuk anlayışına bu ilkeler açısından bakıldığı zaman
denilebilir ki, İslâm orijinal bir hukuk sistemi getirme amacı gütmemiş, ancak kişisel
ve toplumsal realiteye en uygun (fıtri) olanı benimsemiştir. Bu nedenle, hukuki
âyetleri toplumsal realitenin üstünde, tepeden inme bir takım emirler ve yasaklar
mecmuası olarak görüp, sadece metne dayalı hukuki yorumlar yapmak, nassı,
gayesi doğrultusunda anlamayı güçleştirecektir. Sosyal hayatla iç içe gelişen hukuki
hükümler, toplumsal realiteden ayrı düşünülürse, realite üstü soyut kavramlara
dönüşürler. İnanç, ahlak, ibadet dışında sadece hukuki hayatla ilgili âyetlerin sayısı
150-200 kadardır. Bunların da elli kadarı, ilke ve genel hükümler niteliğinde
âyetlerdir. Altı yüz kadar hadis, bu belli sayıdaki hukuki âyetlerin daha iyi
anlaşılmasını kolaylaştırıcı nitelikte hadislerdir. Âyetlerin şümulü dışında teşri
kaynağı olan hadisler çok az sayıdadır. Bu durumda, metin üzerinde yapılan hukuki
yorumlar sadece dil ve mantık kurallarına hasredilirse hukukun şümul alanı
kısıtlanır ve donar. Bu ve diğer birçok nedenlerle, hukuki yorum metodunun, daha
geniş kapsamlı yeni yaklaşım metotlarıyla desteklenmesi zorunludur.
• Muâmelat konusunda "adalet"
kavramının köşetaşı olması neden
önemlidir; üzerinde düşününüz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Özet
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
• İbadet; tapmak, kulluk etmek, itaat etmek, boyun eğmek, alçakgönüllülük
etmek, kul edinmek, köle edinmek, birine bağlanıp ondan ayrılmamak gibi
anlamlara gelir. Terim olarak, “Kulun Allah’a karşı sevgi, saygı ve bağlılığını
gösteren duygu, düşünce ve davranış biçimleri anlamındadır.
•Dinimiz birtakım kuru nazariyelerden ibaret değildir. Kulun Allah ile
kendisiyle ve başkalarıyla olan münasebetleri, somut temeller üzerine bina
edilmiştir. İbadet, güzel niyete bağlı bulunan ve yapılmasında sevap olan
herhangi bir ameldir. İbadet, mahiyeti idrak edilemeyen, sonsuz gücü
kâinatta hissedilen, mülkünde dilediği gibi tasarruf etme özgürlüğüne
sahip olan Allah’a karşı gösterilen tazimin, itaatin ve tevazuun en
yükseğidir. İbadetlerin yardımlaşmayı sağlama, fertler arasında kaynaşma
meydana getirme türünden dünyaya yönelik olumlu sonuçları bulunduğu
gibi, ahirete yönelik olumlu sonuçları da vardır. Kişi, yükümlülüğünü yerine
getirmiş olur. Allah katında bir mükâfat elde eder. Ancak bu mükâfatın
büyüklüğü, kişinin niyetine ve içtenliğine bağlıdır. Her peygamber kavmini
tek bir Allah'a ibadet etmeye davet etmiş, kendileri de O'na ibadet
etmişlerdir. Kur'ân'da, “ey insanlar” ve “ey müminler” hitâbıyla Allah’a
ibadet emredilmiş ve ibadetin ihlâsla yapılması istenmiştir. Allah'a
ibadetten bahseden âyetlerdeki ibadet kavramı, genel olarak tevhîd, itaat,
duâ, Allah'ı bilmek, boyun eğmek, iman etmek ve sâlih amel işlemek
anlamlarını ifade ederler.
•Muamelat, köken itibarıyla Arapça bir kelime olup Türkçe’de davranış
biçimi, tutum, yol, yöntem, alışveriş, ticaret, işlem vs. anlamlarına gelen
muâmele sözcüğünün çoğuludur. Istılah olarak da muamelât, insanların
birbiriyle veya ferdin toplumla yahut da toplumların birbiriyle olan hukuki,
idari, mâli, iktisadî ve beşeri münasebetlerini düzenleyen hükümleri ifade
eden hukuki bir kavramdır. Muamelat bir başka ifadeyle ibadetin dışında
kalan hukuki tasarruflar, akitler, suç, ceza ve benzeri hükümlerdir. Yani
ferdin fertle, ferdin toplumla veya toplumların birbiriyle olan ilişkilerini
düzenleyen kurallardır.
•Bu hükümlerin bir kısmı, evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, iddet, miras,
nesep gibi aile hukuku; bir kısmı alışveriş, kiralama, trampa, rehin ortaklık,
borçlanma ve taahütte bulunma gibi bireyler arasındaki ilişkileri
düzenlemeyi ve hak sahibi olan herkesi korumayı amaç edinen Medeni
hukuku; öte yandan ferdin işleyeceği suçlar ve bunlarla ilgili cezâî
hükümleri; mal, can, ırz, nesep ve aklı korumayı amaç edinen ilkeleri;
hırsızlık, yol kesme, içki kullanma gibi suçlar için âyet ve hadisle belirlenen
cezalarla ilgili İslam toplumunun yararı ve kamu düzeninin sağlanması için
konulan hükümleri içeren ceza hukuku; davaların görülmesi, şahitlik,
yemin gibi insanlar arasında adaleti gerçekleştirmek için gerekli icraatı
düzenlemeyi amaç edinen ceza hukuku; devletler arası ilişkileri düzenleyen
devletler arası hukuku; gelir ve giderin hesaplanması ile ilgili mali ve
benzeri hükümleri içeren mali hukuku düzenleyen kuralları içermektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Ödev
Etkileşimli Alıştırmalar
Alıştırmalar
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
Ödev gönderimi
• Öğrendiklerinizi etkileşimli
alıştırmalarla pekiştirebilirsiniz.
• Muamelat kapsamına giren ilişkiler
gereğine göre yapılırsa bir ibadet olur mu?
Konuyu araştırarak 200 kelimeyi
aşmayacak şekilde yazınız ve hazırladığınız
belgeyi göndermek için yandaki ödev
gönderme linkini kullanınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
1. Kur’ân’da en geniş bir şekilde yer alan muâmelât konusu aşağıdakilerden
hangisidir?
a)
b)
c)
d)
d)
Ekonomi hukuku
Ceza Hukuku
Miras Hukuku
Aile Hukuku
Uluslararası Hukuk
2. Kur’ân-ı Kerim’in, önemli akitler düzenlenirken, taraflardan istediği iki
önemli husustan biri aşağıdakilerden hangisidir?
a)
b)
c)
d)
e)
Satan-satın alanı korunmak
Şahit bulundurmak
Mağdurun yanında yer almak
Adaletli davranmak
Dürüst olmak
3. Kur’ân’da hâkimlerin takdirine bırakılan ceza aşağıdakilerden hangisidir?
a)
b)
c)
d)
e)
Kısas
Hadd
Diyet
Bedel
Ta’zîr
4. İslam’a göre yasaklanan ve savaşta kulak, burun vs gibi uzuvların
kesilmesini ifade eden kavram aşağıdakilerden hangisidir?
a)
b)
c)
d)
e)
Kısas
Müsle
Te’dip
İz’ac
Tazip
5. İslam hukukunda Allah’a karşı işlenilen suçların cezasına ne ad verilir?
a)
b)
c)
d)
d)
Diyet
Kısas
Hadd
Tazir
Bedel
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
6. Aşağıdakilerden hangisi ibadet kelimesinin sözlük anlamlarından değildir?
a)
b)
c)
d)
e)
Kulluk etmek
Boyun eğmek
Tapmak
Kul edinmek
Namaz kılmak
7. Râzî, fazilet bakımından ibadetin kaç derecesinin bulunduğunu söyler?
a)
b)
c)
d)
e)
Beş
Altı
Üç
Dört
İki
8. Hz. Peygamber hangi dönemde ibadetlerin yerine getiriliş şekillerini
uygulamalı olarak ashabına göstermiştir?
a)
b)
c)
d)
e)
Mekke
Hicretten Önce
Medine
Veda haccında
Taif
9. “Allah’ı bırakıp da ibadet ettikleriniz, bir çekirdek zarına bile hükmedemezler.”
âyetinden aşağıdakilerden hangisi anlaşılmaktadır?
a)
b)
c)
d)
e)
Putlara ibadet edilmemesi
Putların acizlikleri
Şirk koşmanın kötülüğü
Allah’a ibadet edilmesi
Allah’ın birliği
10. Aşağıdakilerden hangisi şirkin çevresel etkenleri arasında değildir?
a)
b)
c)
d)
e)
Ataları taklit
Baskı
Refah
Şeytanın aldatması
Kendi istekleri
CEVAPLAR:
1-d, 2- b, 3-e, 4-b, 5-c, 6-e, 7-c, 8-c, 9-b, 10-e
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
1.
Abduh, Muhammed- Reşîd Rıza. (1990). Tefsîru’l-Menâr. ys.
2.
Abdulhamid, Muhsin. (1993). İslam ve Toplumsal Kalkınma. Ter. Mehmet
Çakır. İstanbul.
3.
Aksu, Zahid. (2005). İslamın Doğuşunda Toplumsal Realite. Ankara.
4.
Asım Efendi, (1305). Kamus Tercümesi. İstanbul.
5.
Beğavî, Hüseyin İbn Mes’ûd. (1987). Me’âlimu’t-Tenzîl.
Abdurrahman el-Akk-Mervân Suvâr. Beyrut.
6.
Beydâvî, Nasıruddîn. (tsz). Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl. İstanbul.
7.
Demirci, Muhsin, (2008). Kur’ân’ın Ana Konuları. İstanbul.
8.
Dihlevi, Şah Veliyyullah. (2003). İslam Düşünce Rehberi. Ter. M. Erdoğan.
İstanbul.
9.
Güngör, Mevlüt. (1989). Cessâs ve Ahkâmu’l-Kur’ân’ı. Ankara.
thk.
Hâlid
10. Güngör, Mevlüt. (1996). Kur’ân Tefsirinde Fıkhî Tefsir Hareketi ve İlk Fıkhî
Tefsir. İstanbul.
11. Isfahanî, Rağıb. (1992). Müfredat. Tah. S. A. Davudî. Beyrut.
12. İbn Manzûr, (1978). Lisânu'1-Arab. Beyrut.
13. Olgun, Tâhirü’l Mevlevî. (1963). Müslümanlıkta İbadet Tarihi. İstanbul.
14. Şâtıbî, Ebû İshâk İbrahim İbn Mûsa. (1970). el-Muvâfakât. Kahire.
15. Taberî, Muhammed b. Cerîr. (1968). Câmi’u’l-Beyân ‘an Tefsîri Âyi’l-Kur’ân.
Mısır.
16. Zebîdî, (1966). Tâcu’l-Arûs. Beyrut.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
KUR’ÂN’DA ADALET VE DOĞRULUK
• Adaletin Tanımı ve İlgili Kavramlar
• Adaletin Üstünlüğü ve Evrenselliği
• Yönetimde Adalet
• Yargıda Adalet
• Şahitlikte Adalet
• Ticari Hayatta Adalet
• Aile Fertleri Arasında Adalet
• Doğruluğun tanımı ve İlgili
Kavramlar
• Doğruluğun Kur’ân’daki Yeri
• Doğruluk Mertebeleri
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Adaletin tanımını kavrayacak,
• Adaletin üstünlüğü ve evrensel bir değer
olduğunun bilincine varacak,
• Adaletin fert ve toplum hayatı için ne denli
gerekli olduğunu belleyecek,
• Adaletin her alanda geçerli olduğunu; hangi
prensip ve şartlarda gerçekleştiğini bilecek,
• Adaletin prensiplerini teorik olarak bilecek
ve hayata geçirebilecek,
• Doğruluğun tanımını kavrayacak,
• Doğrulukla ilgili kavramları bilecek,
• Doğruluğun Kur’ân’daki değerini anlayacak,
• Doğruluğun mertebelerini belleyeceksiniz.
TEFSİR
Doç. Dr. Musa BİLGİZ
Doç. Dr. Hüseyin GÜLLÜCE
ÜNİTE
7
Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk
GİRİŞ
İslam’ın üzerinde önemle ve ısrarla durduğu prensiplerden biri de hiç şüphesiz
ki adalettir. Adaletin temelinde Allah’ın ve varlıkların haklarına riayet etme
düşüncesi vardır. İslam, hayatın her alanında, davranışlarda, hüküm ve karar
vermede, insanların haklarını ödemede, sevmede ve ilgi göstermede, yönetim
işlerinde ve eğitimde dosdoğru hareket edilmesini, hakkıyla iş yapılmasını ve
herkesin hakkının tam olarak verilmesini ister. İslam, renk, kültür, eğitim düzeyi,
ırk, akrabalık, bölge ve toplumsal statü farklılıklarından dolayı insanlara farklı
davranılmasını, kesinlikle yasaklamış ve bu tür bir uygulamayı hem Allah’ın, hem de
insanların haklarına saygısızlık olarak değerlendirmiştir.
Doğruluk ise; doğru olma hâli, dürüstlük, sıdk, sadâkat, istikamet, hak, birr,
hidayet anlamına gelen itikadî ve ahlaki bir kavramdır. Allah’ın emrine ve
kanunlarına uygun bir yol izlemek ve insanların haklarına riayet etmek demektir.
İman eden ve inancını hayata geçiren doğru insan, Hz. Peygamber’in en güzel
ahlakını örnek alır. Kur’ân-ı Kerim, doğruluğa dair birçok âyet içerir. Doğruluk
anlamında, hak, istikamet, birr, hidayet vb. kelimeler de kullanılmasına rağmen
doğruluk, daha çok sıdk kelimesiyle karşılanır.
ADALET
Sözlük ve Terim Anlamı
Kur’ân-ı Kerim’de adaleti ifade etmek için kullanılan en önemli ve temel kavram
hiç şüphesiz ki “adalet”tir. Bunun dışında onunla yakın anlamlı olarak kıst ve vasat
kelimeleri de kullanılmaktadır.
Adalet,
haksızlıklardan
uzaklaşarak orta yolu
tutmaktır.
Adalet, orta yol, istikamet, eş, benzer, kıymet, fidye, bir şeyin karşılığı, düzenli
ve dengeli davranma, her şeyin ve herkesin hakkını verme, haksızlıklardan
uzaklaşarak orta yolu tutma, bir şeyi yerli yerine koyma, insaf ve eşitlik anlamında
kullanılan çok önemli bir Kur’ânî kavramdır. Adaletin zıttı, zulüm, haksızlık ve
insafsızlıktır. Adalet, insaflı ve hakkaniyetli olma anlamın yanında kelime-i tevhid
yani Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik etmek anlamında da kullanılmaktadır:
(Nahl, 16/90). Adalet, Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde genellikle, düzen, denge,
denklik, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yolu izleme, takvaya yönelme, dürüstlük,
tarafsızlık gibi anlamlarda kullanılmıştır.
Adl kelimesi, “adale an” veya “ye’dilun” şeklindeki kullanımlarında ise, haktan
ve İslam’dan yüz çevirmek manasına gelmektedir: “Hamdolsun o Allah'a ki, gökleri
ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti. Yine de inkârcılar, Rablerine eşler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk
tutuyorlar” (En’am, 6/1) âyetinde “rablerine eşler tutuyorlar” diye anlam verilen
kelime, orijinal metinde “bi rabbihim ye’dilun” şeklinde geçmektedir. Binaenaleyh
âyetteki bu ifade, Allah’a şirk koşmak ve haktan yüz çevirmek anlamındadır.
Adalet, dinî ıstılahta ise dince mahzurlu sayılan hususlardan kaçınmaktır. “Adalet,
borcunu vermek, alacağını istemektir; görevini yerine getirmek ve hakkını almaktır.
İhsan ise borcundan daha fazlasını vermek, alacağından daha azına razı olmaktır.”
Adaletle çok yakın anlamlı olarak Kur’ân’da kullanılan bir diğer kelime, “kıst” tır.
Kıst, adaletten nasiplenmiş olmak, adaletle birlikte insaflı ve merhametlice
davranmak demektir.
َ‫ِل ههوََ ا ْلع َٖزٌ هَز ا ْلحَ كٖ ٌ هم‬
ََّ ‫ل ا ِٰل ََه ا‬
ََ َِ‫ِل ههوََ َوا ْلم َٰلئِ َك هَة َواهولهوا ا ْل ِع ْل َِم َقائِمًا ِبا ْلقِسْ ط‬
ََّ ‫ل ا ِٰل ََه ا‬
َ َ ‫للا ه اَ َّن هَه‬
َّ ٰ ‫َش ِه ََد‬
“Allah’tan başka tanrı bulunmadığına şahid bizzat Allah’tır. Bütün melekler,
hak ve adaletten ayrılmayan insaflı ilim adamları da bu gerçeğe, aziz ve hakîm
(mutlak galip, tam hüküm ve hikmet sahibi) Allah’tan başka tanrı olmadığına
şahittirler” (Al-i İmran, 3/18).
ََ‫للا هٌحِبَ ا ْل هم ْقسِ ٖطٌن‬
ََّ ٰ ََّ‫َواِنَْ حَ َكمْتََ َفاحْ هك َْم َب ٌْ َن هه َْم ِبا ْلقِسْ طَِ اِن‬
Kıst, adaletle birlikte
insaflı ve merhametli
davranmaktır.
“…Ve eğer hüküm verirsen, aralarında adalet ve insafla hüküm ver. Çünkü
Allâh, adalet ve merhamet kurallarını gözeterek hüküm verenleri sever” (Maide,
5/42).
Konumuzla ilgili bir diğer kelime ise “vasat”tır. Vasat, bir şeyin her iki tarafının
da denk ve aynı seviyede olması, orta ve adalet manasına gelmektedir.
ً ‫ك جَ َع ْل َنا هك َْم اهم ًََّة َوس‬
‫َطا لِ َت هكو هنوا ه‬
‫ل َعلَ ٌْ هك َْم َش ٖهٌ ًدا‬
َ‫اس َو ٌَ هكونََ الرَّ سهو ه‬
َِ ‫ش َهدَا ََء َعلَى ال َّن‬
ََ ِ‫َو َك ٰذل‬
“Ey müminler! İşte böylece sizi, vasat bir ümmet yaptık ki, tüm insanlığa karşı
hakîkate şâhitlik eden güzel örnekler ve âdil şâhitler olasınız ve bu Elçi de size karşı
güzel bir örnek ve şâhit olsun…” (Bakara, 2/143) âyetinde yer alan vasat kelimesi,
adaletli anlamında değerlendirilmiştir. Kur’ân’da bu üç kavramdan en çok
kullanılanı adalet kavramıdır.
‫ جعلناكم أمة خٌارً ا عدول لتشهدوا‬,‫ إلى الطرٌق الصحٌح فً الدٌن‬-‫أٌها المسلمون‬- ‫وكما هدٌناكم‬
‫ وٌكون الرسول فً اآلخرة كذلك شهٌ ًدا علٌكم‬,‫على األمم فً اآلخرة أن رسلهم بلَّغتهم رسالت ربهم‬
‫ ثم صرفناك عنها‬,‫ قبلة "بٌت المقدس" التً كنت علٌها‬-‫أٌها الرسول‬- ‫ وما جعلنا‬.‫أ َّنه بلَّغكم رسالة ربه‬
‫ إل لٌظهر ما علمناه فً األزل؛ علما ٌتعلق به الثواب والعقاب لنمٌز َمن ٌتبعك‬,"‫إلى الكعبة بـ "مكة‬
.‫ و َمن هو ضعٌف اإلٌمان فٌنقلب مرت ًدا عن دٌنه لشكه ونفاقه‬,‫وٌطٌعك وٌستقبل معك حٌث توجهت‬
‫وإن هذه الحال التً هً تحول المسلم فً صالته من استقبال بٌت المقدس إلى استقبال الكعبة لثقٌلة‬
‫شاقة إل على الذٌن هداهم ومنَّ علٌهم باإلٌمان والتقوى وما كان للا لٌضٌع إٌمانكم به واتباعكم‬
.‫ إنه سبحانه وتعالى بالناس لرءوف رحٌم‬.‫ وٌبطل صالتكم إلى القبلة السابقة‬,‫لرسوله‬
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk
Adaletin Üstünlüğü ve Evrenselliği
Toplumsal düzenin ayakta durması, İslam'ın emrettiği adalet sayesinde
gerçekleşebilir. Çünkü adalet, mülkün temelidir. Yani devletin, milletin ve bunların
sahip olduğu bütün değerlerin ayakta kalabilmesi, otoritenin sağlanabilmesi ancak
adalet sayesinde mümkündür. Adaletin olmadığı yerde zulüm hâkim olur. Allah ve
onun koyduğu bütün hükümler, zulmün her çeşidinden uzaktır. Allah'ın emirlerinin
uygulandığı bir ortamda hiçbir kimseye zerre kadar zulüm yapılmaz (Nisa, 4/40).
Allah, adaleti, ihsanı,
muhtaç oldukları
şeyleri yakınlara
vermeyi emreder.
Kur’ân'a göre bütün ilahî öğretiler, insanlar arası ilişkilerde adaleti tesis etmeye
yöneliktir. Adil olmayan bir ilişki ve tutum, Allah'ın rızasına ve İslam'a uygun
değildir. Adalet, ferdî ve içtimaî yapıda dirlik ve düzenliği, hakkaniyet ve eşitlik
ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan ahlaki bir erdemdir. Kur’ân’ın üzerinde önemle
ve ısrarla durduğu prensiplerden biri de hiç şüphesiz ki adalettir. Adaletin
temelinde varlıklara şefkat ve merhametle yaklaşma düşüncesi vardır. İslam
nazarında bütün insanlar, Cenab-ı Hakk’ın yaratıklarıdır. Hiç kimse kendisinin
şeklini, rengini, ırkını, cinsiyetini, ailesini, doğum yeri ve tarihini belirleyebilecek
güce sahip değildir. Bu yüzden İslam, bunların hiçbirini ayırım ve adaletsizlik sebebi
olarak görmez. İslam nazarında, insanlar arasında asıl ve menşe yönüyle bir fark
olmadığı gibi, sınıf ayırımı da yoktur. Yani köylü – şehirli, zengin – fakir, soylu –
soysuz gibi nitelikler, hiçbir surette adaletsizlik veya kınama nedeni değildir.
İslam nazarında hak, hiçbir ferdin veya zümrenin keyfi arzularına göre
şekillenemez. Zira bir toplumda adaletin tatbik edilmemesi, haksızlıkların
artmasına, sonunda da o toplumun yıkılıp gitmesine sebep olur. Cemiyet hayatının
sağlıklı bir şekilde işlemesi, ancak adalet prensiplerinin uygulanmasıyla
mümkündür. İslam'da adalet, hukuk önünde herkese eşit davranmak, kültür, bilgi
ve mevkî farklılıklarından dolayı insanlara farklı davranmamak demektir. İslam bu
anlamda her ferdin ve her toplumun karşılıklı olarak işlerinde değişmez bir ölçü
şeklinde yerini almış, istek ve heveslere yer vermemiş, sevgi ve nefretlere
uymamış, akrabalık ve yakınlık bağlarına göre ayarlanmayan, zengin-fakir ayırımı
gözetmeyen, kuvvetli ve zayıf farkını göz önüne almayan bir adalet anlayışı
getirmiştir. Bunun için İslam, toplum içinde yaşayan bütün kesimlerin birliğini
sağlayan prensipler koymuş, toplumun güvenliğini garanti altına alan bir düzen
kurmuştur.
Kur’ân’a göre bütün insanlar tek nefisten yaratılmıştır. Buna göre insan olarak
yaratılış yönünden ve Allah katındaki durumları açısından herkes eşittir. Hiç kimse
kalıtsal bir üstünlük iddiasıyla ortaya çıkamaz. Buna ilaveten farklılıklara saygı
duyulması gerektiği de söz konusudur. İnsanlığın tümünü Allah’ın huzurunda bir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk
tarağın dişleri gibi eşit sayan Yüce dinimiz İslam, gerçek üstünlüğün iman ve
takvada olduğunu bildirir (Hucurat, 49/13).
Peygamberimiz ünlü Veda Hutbesi’nde insanlık âlemine şöyle sesleniyor: “Ey
İnsanlar! Rabbiniz birdir, atalarınız tekdir. Hepiniz Âdem’den türemiş
bulunuyorsunuz. Âdem ise topraktan yaratılmıştır. Allah katında en faziletli, en
makbul olanınız, O’ndan korkup çekineninizdir. Arab’ın Arap olmayan üzerinde her
hangi bir üstünlüğü yoktur. Varsa bu, takva yönündedir”. Hz Ali, Mısır valisi Malik
bin Eşter’e gönderdiği mektupta; “İnsanlar, ya din kardeşin ya da insanlıkta bir
eşindir” diyor. Bu ifade, herkese adaletle davranılması ve bu konuda mutlaka
haksızlıklardan kaçınılması gerektiğini açıkça bildirmektedir.
“Allah, adaleti, ihsanı, muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder.
Terbiyesizlik türünden çirkinlikleri, hak ve hukuka aykırı, onur kırıcı, saldırganca
tutum ve davranışları yasaklıyor! Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir” (Nahl,
16/90).
,‫إن للا سبحانه وتعالى ٌأمر عباده فً هذا القرآن بالعدل واإلنصاف فً حقه بتوحٌده وعدم اإلشراك به‬
,‫ وٌأمر باإلحسان فً حقه بعبادته وأداء فرائضه على الوجه المشروع‬,‫وفً حق عباده بإعطاء كل ذي حق حقه‬
‫ح قول أو‬
ََ ‫ وٌنهى عن كل ما َق هب‬,‫ وٌأمر بإعطاء ذوي القرابة ما به صلتهم وبرهم‬,‫وإلى الخلق فً األقوال واألفعال‬
‫بهذا األمر‬- ‫ وللا‬,‫ وعن ظلم الناس والتعدي علٌهم‬,ً‫عمال وعما ٌنكره الشرع ول ٌرضاه من الكفر والمعاص‬
.‫ ٌَعِظكم وٌذ ِّكركم العواقب; لكً تتذكروا أوامر للا وتنتفعوا بها‬-ً‫وهذا النه‬
Haksızlıklar karşısında
duyarsız kalmak,
umumi bir felakete yol
açar.
Abdullah İbn Mes'ûd: Kapsamlı anlamından ötürü, "Eğer bundan başka âyet
olmasaydı dahi bu âyet, Kur'ân'ın, her şeyi açıklayıcı ve âlemlere hidayet ve rahmet
olmasına yeterdi!" demiştir. Tabiin’den Katade, bu âyetin ifade ettiği gerçeklerin
büyüklüğü ve evrenselliğiyle ilgili olarak şu beyanda bulunur: “ Cahiliye dönemi
insanlarının kendi aralarında güzel gördüğü hiçbir husus yoktur ki Allah o hükmü
Kur’ân’da emretmiş olmasın, yine kendi aralarında birbirlerini ayıpladıkları hiçbir
hüküm yoktur ki Allah onu Kur’ân’da nehyetmiş olmasın”.
Peygamberimiz, bir arkadaşından bir miktar hurma ödünç alır. Ödeme zamanı
gelince de o an ödeme imkânı olmadığı için, Medineli bir Müslümana kendi adına
borcunu ödemesini söyler. Fakat Medineli’nin verdiği hurmaların kalitesi daha
düşüktür bu nedenle alacaklı kabul etmez, Medineli kızar: “Allah’ın Elçisinin verdiği
hurmaları mı reddediyorsun?" der. Alacaklı, boynunu bükerek; "Eğer Allah'ın Elçisi
de adaletli davranmazsa, kimden adalet bekleyeceğiz?" diye sorar. Bu durumdan
Hz. Muhammed (s.a.s)'in bilgisi yoktur. Haberdar edilince hüzünlenir, gözleri dolu
dolu: "Adam haklı!." der. Emir verir, hurmalar değiştirilir.
Mescit'te hutbe okurken, yeni Müslüman olmuş birisi, ayağa kalkar, kan davası
gütmektedir. Hz. Muhammed (s.a.s)'in sözünü keserek; "Ey Allah'ın Elçisi!" der ve
Mescid'te oturan bir grubu işaret ederek, "Bunların ataları bizim aileden birini
öldürmüşlerdi. Biz de karşılık olarak onlardan birinin öldürülmesini talep ediyoruz."
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk
Hz. Muhammed (s.a.s) sakin ama kararlı, cevap verir: “Babanın intikamı oğlu
üzerinden alınamaz.”.
Adaletli olmak, takvaya
en uygun davranıştır.
Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyuruyor: “Müslüman, Müslümanın kardeşidir.
Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman
kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin, Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir
Müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah da o kimsenin kıyamet günündeki
sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah
Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” (Buhârî, Mezâlim, 46; Müslim, Birr,
45 ). Peygamberimiz (s.a.s), toplum içinde yaşayanları bir gemide seyahat edenlere
benzetmiştir. Geminin alt katında olanların, su ihtiyacını karşılamak için gemide
delik açmaya çalışması ve üst katta olanların da bu işe göz yumması hâlinde hep
birlikte batacakları örneğini vermiştir (Buharî, Şerike, 6). Bu hadis, haksızlıklar
karşısında duyarsız kalmanın bütün toplum fertleri için umumi bir felakete yol
açacağının göstergesidir.
Bir mü’min diğer mü’min kardeşine her hâlükârda yardımcı olması
gerekmektedir. Peygamberimiz, “zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardımcı
ol” diye buyurduğu esnada birisi: "Ya Rasulullah! Şu mazlum olan kişiye yardım
edebiliriz. Fakat o zalime nasıl yardım ederiz?" diye sorar: Bunun üzerine
Peygamberimiz: “Onu insanlara zulmetmekten alıkoyarsanız, bu ona yapılmış bir
yardımdır!” (Buhari, Mezalim 4, İkrah, 7) buyurdu.
Hakkaniyet ve adaletin en güzel ölçüsünü dile getiren Hz. Peygamber, bütün
davranışlarımızda uygulamamız gereken çok önemli ve temel bir kuralı bizlere
bildirmektedir. Bu kural şudur: “Hiçbir kimse, kendisi için istediği hayır ve güzel
şeyleri, diğer kardeşleri için de arzulamadıkça iman etmiş olmaz.” (Buhari, İman, 7;
Müslim, İman, 71-72; Tirmizi, Kıyame, 59). Bu kurala göre, insanlara yönelik
ilişkilerimizin hepsinde, kendimizi karşıdaki insanın yerine koyma veya onu
kendimiz gibi görme söz konusudur. Bu kural, normal seviyedeki Müslümanlık
ölçüsüdür. Bunun üstündeki seviye ise, “isar” yani kardeşini kendisine tercih etme
seviyesidir. Bu ilke, iyi bir insan ve Müslüman olmanın en üst derecelerinden
biridir.
İslam’daki adalet
anlayışı, herhangi bir
din, ırk veya toplumla
sınırlı değildir.
Adalet, sosyal barış ve toplumsal huzurun temeli olduğu için, Allah'ın çok önem
verdiği esaslardan biridir. Bu yüzden Allah, insanlardan, hakkın mutlaka gözetilerek
yerine getirilmesini, verilen hükmün lehte de olsa aleyhte de olsa kabul edilmesini
istiyor ve aksine davrananları zalimler olarak niteliyor: “Aralarında hükmetmesi için
Allah’ın ve Resulünün hükmüne dâvet edildiklerinde, bir de bakarsın onlardan bir
kısmı yüz çeviriyor! Ama hüküm kendilerinden yana gözükünce, tam bir itaat içinde
koşa koşa gelirler. Sahi, kalplerinde bir inkâr hastalığı mı var bunların? Yoksa
imanda şüpheye mi düştüler yahut Allah’ın ve Resulünün kendilerine zulüm ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk
haksızlık yapacağından mı endişe ediyorlar? Doğrusu, asıl zalimler hem de kendi
kendilerine haksızlık edenler, onların ta kendileridir!” (Nur, 24/48-51).
İnsanın Allah nezdinde en üstün değer ölçüsü olan takva (Hucurât, 49/13)
erdemine nail olabilmesi için âdil olması gerekir (Mâide, 5/8). Çünkü adaletli olmak
takvaya en uygun bir davranıştır. İşte bu nedenle Allah, hem âdil olanları ve hem
de adaletle birlikte insaf ve merhamet sahiplerini sevdiğini belirtiyor (Hucurat,
49/9; Mümtehine, 60/8). Adalet çok üstün ve vazgeçilemez bir nitelik olduğu için,
Allah, âhirette hiçbir haksızlığa meydan vermeden kullarını yargılayacağını ve her
hak sahibine hakkını vereceğini beyan ediyor (Yunus, 10/54; Enbiya, 21/47)
Dolayısıyla hakkın ve adaletin ikamesi, biz Müslümanlar için Allah tarafından
belirlenmiş en önemli hayat prensibidir. Adaleti gerçekleştirmenin karşılığı da
dünya ve âhiret saadetidir.
Adaletin Alanları
Din, sosyal hayatın bütün alanlarını kapsayan ve şekillendiren bir müessesedir.
Adalet ise dinin en temel ve kapsamlı ilkelerinden biridir. Bu nedenle adalet,
hayatın hemen hemen bütün alanlarında uygulanması gereken bir ilkedir. Adaletin
kapsam alanlarını kısaca ve genel hatlarıyla ifade etmeye çalışacağız.
Yönetimde Adalet
Bir kavmin efendisi
(yöneticisi), onların
hizmetkârıdır.
(hadis)
Adaletin hakkıyla uygulanması gereken en kapsamlı alan, yönetim ve yargıdır.
İslam nazarında yöneticilik, insanın sorumlu kılındığı önemli emanetlerden biridir.
Hangi seviyede olursa olsun yöneticilik, insanın yüklendiği ağır bir sorumluluktur.
Kur’ân, insanların hangi makam ve konumda olursa olsun, yaptıkları bütün iyi ve
kötü işlerden hesaba çekileceğini bildirmektedir (Zilzal, 99/7-8). Peygamber
Efendimiz (s.a.s.) de, toplum fertlerinin tümünün üstlendikleri görev, kişi, kurum ve
mallara karşı sorumluluklarının bulunduğunu ve bunlardan hesaba çekileceklerini
bildirmektedir. Devlet başkanından aile reisine, amirden memura, evin hanımından
çocuklarına hatta evdeki hizmetçiye kadar her seviyedeki kişi, idare ettiklerinden
ve görevlerinden sorumludur (Buharî, Cuma, 11). Yönetimde adalet, idareciler için
en büyük ve en önemli görevdir. Kur'ân-ı Kerîm, "Allah size, emanetleri ehline
vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adalete uygun tarzda
hükmetmenizi emreder. Allah bununla, size ne de güzel öğüt verir!" (Nisa, 4/58).
‫ وٌأمركم‬,‫ فال تفرطوا فٌها‬,‫ التً اؤتمنتم علٌها إلى أصحابها‬,‫إن للا تعالى ٌأمركم بأداء مختلف األمانات‬
‫ إن للا تعالى كان سمٌ ًعا‬.‫ ونِعْ ََم ما ٌعظكم للا به وٌهدٌكم إلٌه‬,‫ إذا قضٌتم بٌنهم‬,‫بالقضاء بٌن الناس بالعدل والقسط‬
َّ ‫ م‬,‫ألقوالكم‬
.‫ بصٌرً ا بها‬,‫هطلعًا على سائر أعمالكم‬
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk
Bu âyet, hem toplumsal ilişkilerimizde, hem de yönetimle ilgili ilişkilerimizde
adalete ve hakka uygun olarak davranmamızı emretmektedir. Adaletle muamele
ve adaletli yönetim, Müslüman halk, yöneticiler ve âlimler için bir vazife olmakla
birlikte aynı zamanda bir ibadettir. Halk, yöneticilerinin meşru uygulamalarına karşı
adaletle itaat etmelidir. Yöneticiler, halkın mal, can, din, namus ve akıl
emniyetlerini koruyacak bütün tedbirleri almalıdırlar. Alimler ise, halkı dünya ve
ahiret için yararlı olabilecek amel ve itikadi esaslara sevketmekle yükümlüdürler.
Hz. Ömer döneminde Mısır valisi Amr b. As'ın oğlu yarışmayı kaybettiğinden
dolayı Mısır'lı bir adamı döverken ataları ile övünerek şöyle demişti: "Al sana bir
soylu tokadı. Asil kimselerin oğlundan'. Hz. Ömer, olaydan haberdar olunca hemen
aynı cezanın ona da uygulanmasını istemiş ve şunu demişti: "Annelerinden hür
olarak doğan insanları ne zaman köle edindiniz?".
İslam’daki adalet anlayışı, herhangi bir din, ırk veya toplumla sınırlandırılmayıp
bütün insanları kuşatıcıdır. Çünkü toplum huzuru, hiçbir ayırım yapmadan, bütün
insanlığı içine alan bir adalet anlayışıyla mümkündür. Bunun için Allah, Hz.
Peygambere gayrimüslimler hakkında bile adaletle hükmetmesini emretmektedir
(Nisa, 4/42). Hz. Peygamber; “Hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde,
adaletli davranan idarecinin, Allah’ın arşının gölgesinde ferahlanacağını”
bildirmektedir (Buhari, Ezan, 36, Zekât, 16; Müslim, Zekât, 91). Bir başka
hadislerinde ise; “Cennete girecek kişilerin en önünde, kudret ve iktidar sahibi olup
da adaletle muamele eden kişilerin geleceğini” (Müslim, Cemaat, 63)
müjdeleyerek, adaletten ayrılmamaya teşvikte bulunmuştur.
Yargıda Adalet
Kur'ân ile hükmeden
adaletle hükmetmiş
olur.
Hak ve adaletin tesis edileceği yerlerden biri de mahkemelerdir. İslam, yargıda
da adalet ilkesinin herhangi bir makam, mevki farkı gözetmeksizin sağlanmasını
ister. Bu yüzden Müslümanlar nazarında âdil mahkemeler, Allah'ın Hak ve Adl
isimlerinin tecelli ettiği yerler olarak sayılmıştır. Adaletle hüküm vermeyi temin
edecek yegâne kaynak ise, Allah'ın Kitabı’dır. "Aralarında, Allah'ın sana indirdiği
ahkâm ile hükmet! Asla onların keyiflerine uyma! Allah'ın indirdiği hükümlerin bir
kısmından seni caydırmalarından sakın!" (Maide, 5/49). “Biz sana, hakikati ortaya
koyan bu ilahi kelamı, insanlar arasında Allah’ın sana öğrettiğine göre hüküm
vermen için indirdik. O hâlde, (kim olursa olsun) haksız durumda olan kimselerin
destekleyicisi ve savunucusu olma!” (Nisa, 4/105). Peygamberimiz (s.a.s.) âyette
geçen "Allah'ın sana bildirdiği şekilde hükmet!" kısmını, adaletle irtibatlandırarak
"Kur'ân ile hükmeden adaletle hükmetmiş olur" şeklinde tefsir etmiştir.
Adaletin gözetilmesi, yalnızca Müslümanlar arasında görülen davalarda değil,
Müslümanlarla gayrimüslimler arasındaki davalarda da esastır. Bir kimse
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk
gayrimüslim diye mahkemede hakkı gasp edilemez. Karşısındaki Müslüman,
makamı, mevkisi, sosyal statüsü ne olursa olsun, farklı muamele göremez, adaletin
gereği ne ise o yapılmalıdır.
Sosyal İlişkilerde ve Şahitlikte Adalet
Şahitlik, hak ve adaletin tesisinde önemli hususlardan biridir. Kişinin, müşahede
ettiği bir hususta herhangi bir sebeple şahitlikten kaçması ya da gerçeği gizlemesi,
değiştirmesi, tahrif etmesi, olanın aksine beyanda bulunması veya olmamış bir şeyi
olmuş gibi göstermesi, telafisi mümkün olmayan maddi ve manevi hak kayıplarına
sebep olabilir. Böylesi bir davranış, büyük bir vebaldir. Allah'ın emri olarak yerine
getirilmesi istenen adalet olgusu, heva ve heveslerden, sevgi, nefret, kin gibi
duygulardan ve her türlü menfaatten, ayrıcalık ve imtiyazdan uzak, yalmzca hakkı
gözeten bir anlayıştır.
Allah için ve adaletle
şahitlik et.
Kur'ân, birilerine karşı taşıdığımız kötü hisler sebebiyle, insanların hakkını zayi
etmemizi ve adaletsiz davranmamızı yasaklar: "Ey iman edenler, Allah için şahitlik
eden kimseler olunuz. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin sizi adaletten
saptırmasın. Adil davranın, takvaya yakışan budur. Allah'tan korkun, Allah
yaptıklarınızdan haberdardır." (Mâide, 5/8).
‫ ه‬,‫ ابتغاء وجه للا‬,‫ٌا أٌها الذٌن آمَنوا باهلل ورسوله محمد صلى للا علٌه وسلم كونوا قوَّ امٌن بالحق‬
‫شهداء‬
‫ فذلك العدل‬,‫ اعدِلوا بٌن األعداء واألحباب على درجة سواء‬,‫ ول ٌحملنكم ب ْهغضهَ قوم على أل تعدلوا‬,‫بالعدل‬
.‫ وسٌجازٌكم به‬,‫ إن للا خبٌر بما تعملون‬.‫ واحذروا أن تجوروا‬,‫أقرب لخشٌة للا‬
Allah (c.c.), kin ve öfke gibi duygularımızın adaletsizliğe sebep olabileceğini
belirterek hassas olmamızı emrediyor. Bu sebeple Müslüman, sevmediği kişiden
dolayı hem ona, hem de onun yakınlarına düşmanlık veya haksızlık edemez,
münasebetini o nefret üzerine kuramaz. Yoksa adaletsiz davranmış olur. Hatta can
düşmanlarımıza bile haksızlık etme veya adaletsiz davranma hakkına sahip değiliz.
Dolayısıyla bir topluluğa karşı duyduğumuz kin, bizi adaletten saptırmamalı.
Bir başka âyette ise, konu biraz daha somutlaştırılarak her türlü duygusal,
maddi veya manevi bağlar sebebiyle taraf olabileceğimiz hususlar, gözler önüne
serilerek hakkaniyetli ve duyarlı olmamız istenir: “Ey inananlar! Adaleti tam yerine
getirerek Allah için şahitlik edenler olun, kendinizin, ana – babanızın ve
yakınlarınızın aleyhinde bile olsa, (şahitlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de
olsalar (adaletten ayrılmayın). Eğer dilinizi eğip bükerek gerçeği olduğu gibi
söylemekten çekinir veya büsbütün şahitlikten kaçarsanız, iyi bilin ki Allah bütün
yaptıklarınızdan haberdardır” (Nisa, 4/135).
‫ ولو‬,‫ مؤدٌن للشهادة لوجه للا تعالى‬,‫ كونوا قائمٌن بالعدل‬,‫ٌا أٌها الذٌن صدَّقوا للا ورسوله وعملوا بشرعه‬
‫ مهما كان شأن المشهود علٌه غن ًٌّا أو فقٌرً ا; فإن للا‬,‫ أو على أقاربكم‬,‫ أو على آبائكم وأمهاتكم‬,‫كانت على أنفسكم‬
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk
‫ وإن تحرفوا‬,‫ فال ٌحمل َّنكم الهوى والتعصب على ترك العدل‬,‫ وأعلم بما فٌه صالحهما‬,‫تعالى أولى بهما منكم‬
‫ فإن للا تعالى كان علٌمًا‬,‫ أو تعرضوا عنها بترك أدائها أو بكتمانها‬,‫الشهادة بألسنتكم فتأتوا بها على غٌر حقٌقتها‬
.‫ وسٌجازٌكم بها‬,‫بدقائق أعمالكم‬
“Bu âyette, iki mana vardır: Birisi başkasının sizde bir hakkı varsa, kendiniz ikrar
ve itiraf ediniz; ananız, babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa doğru hükümden,
adil şahitlikten kaçınmayınız demektir. Diğeri de üçüncü şahıs aleyhine şahitlik,
kendinizin ve yakınlarınızın bir zararıyla sonuçlanacak da olsa yine dosdoğru
şahitlik ediniz demektir. Aleyhine ve lehine şahitlik ettiğiniz kimseler zengin olsa da
böyle yapınız, fakir olsa da; ne zengine dalkavukluk etmek, ne de fakiri gözetmek
için şahitlikten kaçınmayınız, doğruluktan ayrılmayınız. Bu özellikleri ön plana
çıkararak insanlar arası sosyal münasebetleri düzenleyen Kur’ân’ın bu
uygulamalarını, İslam dışındaki hiçbir din, felsefe ve düşünce sisteminde bulmak
mümkün değildir.
Ticarette Adalet
Kur'ân-ı Kerîm'de adaletin gerçekleştirilmesine yönelik en çok uyarı ve ikazın
yapıldığı yerlerden biri de ticari hayattır. Zira ticaret, toplumsal ilişki alanlarının en
başta gelenidir. İslam devletinde uygulanan ekonomik prensiplere göre mülk
Allah'ındır. Müminlerin kardeş ilan edildiği, yığılan kişisel servetlerde dul, yetim ve
fakirlerin hak sahibi oldukları belirtilir. Bu yaklaşım, İslam'da ticari faaliyetlerin de
ancak gerçek bir adaletle ele alınması gerektiğini ortaya koymaktadır.
Aldatan bizden
değildir.
(Hadis)
Ticaret, mal ve mülk, insanların helâl-haram inancını en çok yitirdiği yerlerden
biridir. Eğer kişi, ilahi emirleri dikkate almazsa, doymak bilmeyen hırs ve azgınlaşan
menfaat duyguları, onu haksız kazanç elde etmeye sevk eder. Haksız kazanç ise,
ancak başkalarına zulmetme sonucu elde edilir. Allah insanın zaaflarını bildiği için,
dünyevi makam ve menfaatlere tabi olmama konusunda da onu uyarıyor. Ticari
hayatın ölçüsü, adalet ilkesi olduğu için, İslam ticaretin gereği olan ölçü ve tartıda
adaletli davranmayı emrediyor: "Ey kavmim ölçüyü tartıyı adaletle tam yapın,
insanlara haklarını eksik vermeyin."; (Hud, 11/85); "Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam
tutun ve doğru terazi ile tartın." (İsra, 17/35). "Tartıyı adaletle yapın, eksik ölçüp
tartmayın." (Rahman, 55/9); "Vay hâline eksik ölçüp tartanların! Onlar ki satın
alırken haklarını tam olarak alırlar. Fakat kendileri başkalarına satarken, ölçüp
tartarken eksik yapar, hile karıştırırlar. Sahi onlar, o en mühim günde, yani bütün
insanların Rabbülâlemîn'in divanında duracakları günde, diriltilip toplanacaklarını
düşünmezler mi?" (Mutaffifîn, 83/1-6). Bu âyetler, ekonomik hayata ilişkin adalet
kurallarını emretmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk
Ailede Adalet
İnsan hayatının en önemli ve vazgeçilemez alanlarından birisi de aile hayatıdır.
Aile, toplumun çekirdeğidir. Toplum hayatının sağlıklı bir şekilde yürümesi, en
başta aile bağlarının sağlamlığına, aile bağlarının sağlamlığı da, fertleri arasındaki
ilişkinin sağlıklı olmasına bağlıdır. Bu da ancak onlar arasında doğru, merhametli ve
adaletli davranmakla mümkün olabilir. Bir insanın eşinin, çocuklarının, anne ve
babasının geçimini temin etmesi, onlara ilgi göstermesi, insaf ve hakkaniyet
ölçüleri içinde muamelede bulunması, her türlü meşru ihtiyaçlarını gidermesi,
İslam'ın insana yüklediği en önemli görevlerdendir. Bu görevleri yerine getirmek,
adaleti gerçekleştirmek demektir. İnsan, bu görevlerini yapmadığı zaman büyük bir
zulüm ve adaletsizlik sergilemiş olur.
Hepiniz çobansınız.
Elinizin
altındakinlerden
sorumlusunuz.
(hadis)
Adaletin tesis edilmesi gereken alanlardan birisi de çocuklarla ve diğer aile
fertleriyle olan ilişkilerimizdir. Aile fertlerinin ihtiyaçlarını gidermek, onları terbiye
etmek gibi vazifeler de adaletin bir gereğidir. Sahabeden Osman b. Maz'un'un (r.a.)
hanımı, bir gün Hz. Aişe (r.a.) Vâlidemiz'e uğradı. Kadın genellikle güzel giyinir,
ellerine kına yakardı. Hz. Aişe Vâlidemiz, onun her zamanki hâlini görmeyince
sebebini sordu. O da kocasının dünyayı ve kadınları arzulamadığını söyleyerek
ilgisizliğinden şikayet etti. Aişe Vâlidemiz, bu durumu Efendimiz'e (s.a.s.) bildirdi.
Nebi (s.a.s.), Osman b. Maz'un'u yanına çağırdı ve "Ey Osman! Benim Sünnet'imden
yüz mü çevirdin?" diye sordu. Osman: "Hayır, ya Resûlallah! Benim tek isteğim
senin yolundur." dedi. Efendimiz buyurdu ki: "O hâlde dikkat et, ben hem uyurum,
hem namaz kılarım, bazen oruç tutarım, bazen tutmam. Hanımlarımla da beraber
olurum. Allah'a karşı takva sahibi ol ey Osman! Bilesin ki ailenin senin üzerinde
hakkı var, misafirinin üzerinde hakkı var, vücudunun senin üzerinde hakkı var. Oruç
tut, ama bazen tutma; namaz kıl, uykunu da al!" (Ebu Dâvud, Salât 317). Efendimiz
burada aile içi ilişkilerde çeşitli hakların yerine getirilmesine dikkat çekmektedir. Bu
hakları icra etmek ise, ancak adaletli davranmakla yani herkese hakkı ne ise onu
vermekle mümkündür.
Aile içinde anne-babaların da hakları vardır. Özellikle yaşlandıklarında
ihtiyaçlarının giderilmesi, saygı gösterilmesi, ziyaret edilmesi onların çocukları
üzerindeki haklarıdır. Bu hakları yerine getirmek, onlara karşı adaletli davranma,
ihmal ve kusurlarda bulunma ise zulüm olarak değerlendirilir. Kur'ân, ölüm ve
boşanma gibi sebeplerle bir kimsenin kendi çocukları dışında bakmakla yükümlü
olduğu yetim akraba çocuklarının malları konusunda da adaletli davranılmasını
emretmiştir (Nisa, 4/127).
‫ قل للا تعالى‬,‫ أن تبٌن لهم ما أشكل علٌهم َف ْهمهه من قضاٌا النساء وأحكامهن‬-ً‫أٌها النب‬- ‫ٌطلب الناس منك‬
‫ وما ٌتلى علٌكم فً الكتاب فً ٌتامى النساء الالتً ل تعطونهن ما فرض للا تعالى لهن من‬,‫ٌبٌِّن لكم أمورهن‬
‫ وٌبٌِّن للا لكم أمر الضعفاء‬,‫ وتحبون نكاحهن أو ترغبون عن نكاحهن‬,‫المهر والمٌراث وغٌر ذلك من الحقوق‬
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk
‫ وما تفعلوا من خٌر فإن للا تعالى‬.‫ ووجوب القٌام للٌتامى بالعدل وترك الجور علٌهم فً حقوقهم‬,‫من الصغار‬
.‫ ل ٌخفى علٌه شًء منه ول من غٌره‬,‫كان به علٌمًا‬
Bireysel Etkinlik
Ayrıca evlerdeki köle ve hizmetçilere adaletli davranmak da İslam'ın ehemmiyet
verdiği bir husustur. Bu çerçevede Peygamber Efendimiz (s.a.s.) köle ve
hizmetçilere yediğimizden yedirmeyi, giydiğimizden giydirmeyi, onlara güç
yetiremeyecekleri yükler yüklememeyi ve onları dövmemeyi emretmiştir (Buharî,
Rıkk, 15).
• Dinimizde adalete neden bu denli önem
verildiği hakkında düşününüz.
DOĞRULUK / SIDK
Sözlük ve Terim Anlamı
Kur’ân-ı Kerim’de türevleriyle birlikte 155 kez geçen sıdk (s-d-k) kelimesi,
morfolojik olarak sülasi mücerred fiillerin birinci babının mastarıdır. Bu fiil kökünün
“sıdk”tan başka “sadk”, “masdûka” ve “tasdâk” şeklinde başka mastarları da vardır.
Kizb (k-z-b) yalan söyleme kelimesinin zıddı olanı sıdk, sözünde durmak, vadini
yerine getirmek, samimi ve doğru olmak, doğru söylemek, dürüst olmak gibi
manalara gelmektedir.
Sıdk, doğruluk ve
dürüstlüktür;
peygamber ahlakıdır.
Kizbin zıddı olan sıdk, temelde sözlü durumlarda doğru olmayı ifade eder. Nisâ
sûresinin 87. âyetinde ‫للا حَ د ًٌِثا‬
ََِّ ََ‫ق مِن‬
َ‫“ َومَنَْ أَصْ َد ه‬Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?”
denilmekle bu duruma dikkat çekilmiştir. Ahmed b. Fâris bu kelimenin, aslında,
sözlü veya fiili olarak kuvvet manasını ifade ettiğini, yalan manasına gelen kizb’in
de zayıflık manasına geldiğini belirterek şöyle demektedir: “Nasıl yalan asılsız ve
zayıf ise, sıdk da kuvvetli ve güçlüdür. Mesela Araplar “şey’ün sadkun” ve “rumhun
sadkun” derler ki “kuvvetli şey” ve “sağlam mızrak” manalarına gelir. Kadınlara
verilen mihir manasına gelen “sadak” ifadesi de lüzumlu ve kuvvetli bir hak
oluşundandır. Nisâ süresi 4. âyette; ‫ص هد َقات ِِهنََّ نِحَْلَ ًَة‬
َ ‫“ َوآ هتوا ال ِّنسَا ََء‬Kadınlarınıza mihirlerini
cömertçe veriniz” buyrulması, mihrin kadınların kesin ve kuvvetli hakları
olduğundandır.” Türkçede de “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.” ve “Doğrular
her zaman güçlüdür.” atasözleri de bu manayla alakadardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk
Sıdk, Kur’ân-ı Kerim’de, lügat manasında kullanılmıştır. Yani geçmişte veya
gelecekte sözünde ve özünde doğru olmak, verdiği sözü yerine getirmek, dürüst ve
samimi olmak manalarını ifade etmektedir.
Kur’ân’da Sıdk/Doğruluk
Benim ümmetim günah
işleyebilir; ama asla
yalan söylemez.
(hadis)
Sıdk, sözün öze, yani kalbe mutabakatı ve verilen haberde doğruluğu ifade eder.
Bu nedenledir ki münafıkların “Muhammed Allah’ın Resulüdür” sözleri yalan
sayılmıştır. Çünkü her ne kadar bu söz doğru olsa da sözleri özlerine mutabık
olmadığından yalan sayılmaktadır. Bu husus Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade
edilmektedir: ََ‫للا ه ٌَ ْش َه هَد إِنََّ ا ْل هم َنافِقٌِن‬
ََّ ‫ك لَرَ سهول ه هَه َو‬
ََ ‫للا ه ٌَعْ لَ هَم إِ َّن‬
ََّ َ‫للا و‬
ََِّ ‫ل‬
َ‫ك لَرَ سهو ه‬
ََ ‫ك ا ْل هم َنافِقهونََ َقالهوا َن ْش َه هَد إِ َّن‬
ََ ‫إِ َذا جَ ا َء‬
ََ‫“ لَ َكا ِذبهون‬O münafıklar sana geldikleri vakit dediler ki şahadet ederiz ki hakikaten sen
Allah’ın resulüsün, Allah da biliyor ki hakikaten sen O’nun resulüsün. Bununla
beraber Allah şahadet ediyor ki münafıklar kesinlikle yalancıdırlar.” (Münafikun,
63/1).
Sıddîk ise, çok doğru olan, kendisinden asla yalan sadır olmayan, sözünde ve
özünde daima doğru olan kimseye denir. Kur’ân-ı Kerim’de İbrahim a.s için ًِ‫َو ْاذ هكرَْ ف‬
‫ب إِ ْبرَ اهٌِ ََم إِ َّن هَه َكانََ صِ ِّدٌ ًقا َن ِب ًٌّا‬
َِ ‫“ ا ْل ِك َتا‬Kitapta İbrahim’i de an, kesinlikle o hem nebi hem de
sıddîk idi.” (Meryem, 19/41). Buyrularak onun hem nebi hem de sıddîk biri olduğu
belirtilmiştir.
Allah Taalâ inananların, doğruların yanında yer almalarını ve onlardan
olmalarını emretmektedir. Tevbe sûresinin 119. âyetinde bu durum şöyle
belirtilmektedir: ََ‫للا َو هكو هنوا مَعََ الصَّا ِدقٌِن‬
َََّ ‫“ ٌَا أٌَهَا الَّذٌِنََ آ َم هنوا ا َّتقهوا‬Ey iman edenler Allah’tan
korkun ve sadıklarla beraber olun.”
,‫ امتثلوا أوامر للا واجتنبوا نواهٌه فً كل ما تفعلون وتتركون‬،‫ٌا أٌها الذٌن صدَّقوا للا ورسوله وعملوا بشرعه‬
.‫ وفً كل شأن من شؤونهم‬,‫وكونوا مع الصادقٌن فً أٌَمانهم وعهودهم‬
Yalanın ciddisi de şakası
da yalandır.
(hadis)
Nisâ sûresi 69. âyette de sadıkların, kendilerine nimet verilenlerden olduğu
belirtilmiştir. Bu husus ise âyette şöyle geçmektedir: ََ‫ك مَعََ الَّذٌِن‬
ََ ِ‫ل َفأهولَئ‬
ََ ‫للا َوالرَّ سهو‬
َََّ ‫َومَنَْ ٌهطِ َِع‬
‫ه‬
َ
َّ
ِّ ‫للا ه َعلٌَ ِْه َْم مِنََ ال َّن ِبٌٌِّنََ َوال‬
‫ك رَ فٌِ ًقا‬
ََ ِ‫ص ِّدٌقٌِنََ َوالش َهدَا َِء َوالصَّالِحٌِنََ َوحََسهنََ أولَئ‬
َ ‫“ أ ْن َع ََم‬Kim Allah’a ve
peygamberine itaat ederse bu gibi kimseler, Allah’ın kendilerine nimet verdiği
peygamberlerle, sadıklarla, şehitlerle ve iyilerle birliktedirler. Onlarsa ne güzel
arkadaştırlar.” Bu âyette ayrıca sadıkların, peygamberlerden sonra en üstün
mertebede olduklarına işaret edilmektedir.
‫ومن ٌستجب ألوامر للا تعالى وهدي رسوله محمد صلى للا علٌه وسلم فأولئك الذٌن َع ه‬
,‫ظ ََم شأنهم وقدرهم‬
‫فكانوا فً صحبة مَن أنعم للا تعالى علٌهم بالجنة من األنبٌاء والصدٌقٌن الذٌن كمهل تصدٌقهم بما جاءت به‬
.‫ وحَ سهنََ هؤلء رفقاء فً الجنة‬,‫ اعتقا ًدا وقول وعمال والشهداء فً سبٌل للا وصالح المؤمنٌن‬،‫الرسل‬
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk
İmanın temeli
doğruluk, nifakın temeli
de yalancılıktır.
Bakara 177. âyette ‫اهلل َوا ْلٌ َْو َِم‬
ََِّ ‫ب َو َلكِنََّ ا ْل ِبرََّ مَنَْ آمَنََ ِب‬
َِ ‫ق َوا ْلم َْغ ِر‬
َِ ‫ل ا ْل َم ْش ِر‬
ََ ‫َلٌْسََ ا ْل ِبرََّ أَنَْ هت َولوا وه جهو َه هك َْم قِ َب‬
ََ‫ل َوالسَّائِلٌِن‬
َِ ٌ‫ل َعلَى هح ِّب َِه َذ ِوي ا ْلقهرْ بَى َوا ْل ٌَ َتامَى َوا ْل َمسَاكٌِنََ َوابْنََ الس َِّب‬
ََ ‫ب َوال َّن ِبٌٌِّنََ َوآ َتى ا ْلمَا‬
َِ ‫ِر َوا ْلمَالئِ َك َِة َوا ْل ِك َتا‬
َِ ‫اآلخ‬
ْ
َ
ْ
َ
ْ
‫ه‬
َّ
َ
َ
َ
َ
‫ه‬
َ
َ
ََ‫ب َوأقا ََم الصَّالَة َوآتى الزكاَة َوالمهوفونََ بِ َع ْه ِد ِه َْم إِذا عَا َهدوا َوالصَّابِ ِرٌنََ فًِ البَأسَا َِء َوالضَّرَّ ا َِء وَ حٌِن‬
َِ ‫َوفًِ ال ِّرقا‬
ََ‫ك هه هَم ا ْل هم َّتقهون‬
ََ ِ‫ص َدقهوا َوأهولَئ‬
ََ ِ‫س أهولَئ‬
َِ ْ‫“ ا ْلبَأ‬İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına
َ ََ‫ك الَّذٌِن‬
çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, ahiret gününe,
meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır (Allah’ın rızasını gözeterek) yakınlara,
yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan
harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir.
Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar bu vasıfları
taşıyanlardır. Muttakiler ancak onlardır.” buyrularak sıdkın zahirî ve batınî, yani
açık ve gizli olan bütün amelleri kapsadığı, İslam ve iman makamı olduğu
belirtilmek istenmiştir.
‫ فً التوجه فً الصالة إلى جهة المشرق والمغرب إن لم ٌكن عن أمر للا‬-‫ تعالى‬-‫لٌس الخٌر عند للا‬
‫ وآمن بٌوم البعث‬,‫ وإنما الخٌر كل الخٌر هو إٌمان من آمن باهلل وصدَّق به معبو ًدا وحدَه ل شرٌك له‬,‫وشرعه‬
‫مع‬- ‫ وأعطى المال تطوعًا‬,‫ وبجمٌع النبٌٌن من غٌر تفرٌق‬,‫ وبالكتب المنزلة كافة‬,‫ وبالمالئكة جمٌعًا‬,‫والجزاء‬
‫ والمساكٌن الذٌن أرهقهم‬,‫ والٌتامى المحتاجٌن الذٌن مات آباؤهم وهم دون سن البلوغ‬,‫ ذوي القربى‬-‫شدة حبه‬
,‫ والسائلٌن الذٌن اضطروا إلى السؤال لشدة حاجتهم‬,‫ والمسافرٌن المحتاجٌن الذٌن َبعهدوا عن أهلهم ومالهم‬,‫الفقر‬
‫ ومن صبر‬,‫ والذٌن ٌوفون بالعهود‬,‫ وأدى الزكاة المفروضة‬,‫ وأقام الصالة‬,‫وأنفق فً تحرٌر الرقٌق واألسرى‬
‫ وأولئك هم‬,‫ أولئك المتصفون بهذه الصفات هم الذٌن صدقوا فً إٌمانهم‬.‫ وفً شدة القتال‬,‫فً حال فقره ومرضه‬
.‫الذٌن ات َقوا عقاب للا فتجنبوا معاصٌه‬
İmanın temelinin doğruluk olduğu gibi nifakın temeli de yalancılıktır. Bu
yüzdendir ki iman ile yalan asla bir arada bulunamazlar. Yüce Rabbimiz kendisinin
de sadık olduğunu bildirmiş, Al-i İmrân 95. âyette: ‫للا ه َفا َّتبِعهوا ِملَّ ََة إِ ْبرَ اهٌِ ََم حَ نٌِ ًفا َومَا‬
ََّ ََ‫صدَق‬
َْ ‫قه‬
َ ‫ل‬
ََ‫“ َكانََ مِنََ ا ْل هم ْش ِركٌِن‬De ki Allah sadıktır…” buyurarak bu yüce vasıfla kendisinin de
muttasıf olduğunu belirtmiştir. Bu nedenledir ki biz muminler, Kur’ân âyetlerini her
okuduktan sonra “sadakallahu’l-azim” diyerek Allah’ın sadık ve doğru olduğunu
ikrar ederiz.
Doğruluk, insanın hem
kendisi hem öteki
varlıklarla tutarlı
olmasını temin eder.
Yüce Allah aynı şekilde resulüne her işinde doğruluğu esas almasını emretmiş ve
şöyle buyurmuştur: َ‫ج صِ ْدق‬
ََ َ‫ل صِ ْدقَ َوأَ ْخ ِرجْ نًَِ م ْهخر‬
ََ ‫خ ْلنًِ م ْهد َخ‬
َْ ‫“ َوقه‬Ve deki, ey Rabbim
ِ ‫ل رَ بَِّ أَ ْد‬
beni gireceğim yere doğrulukla girdir ve çıkacağım yerden doğrulukla çıkar ve
tarafından bana hakkıyla yardım edici bir delil ver.” (İsrâ, 17/80).
Doğruluk insana kalp huzuru verir, yalan ise kişiyi huzursuz yapar ve strese
sokar. Tirmizi’de bu konuyla ilgili bir hadiste şöyle geçmektedir: “Sıdk, yani
doğruluk kalp huzurudur. Kizb, yani yalancılık ise kişinin içini kemirir.” Sahiheyn’de
geçen başka bir hadisi şerifte ise doğruluğun değeri şöyle belirtilmektedir:
“Doğruluk, iyiliğe götürür, iyilikse cennete götürür. Kişi doğruluğa devam ederse
indallahta sıddîk olarak yazılır. Kişi yalana devam ederse indallahta yalancı olarak
yazılır.” Yani bu şekilde kesinleşir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk
Arifler doğruluğu şöyle tarif etmişlerdir: Doğruluk Allah’a, amellerde vefakâr
olmaktır; özü sözü bir olmaktır; olduğu gibi görünmek veya göründüğü gibi
olmaktır; zor durumlarda hakkı söyleyebilmektir.
Doğrulukla ilgili selef-i salihinin şu sözleri de kayda değerdir: Kendine ve
başkalarına karşı dürüst olmayan doğruluğun kokusunu dahi alamaz.
Doğru olan ölümden ve sırlarının ortaya çıkmasından korkmaz. Nitekim Bakara
94. âyette: ََ‫اس َف َت َم َّنوه ا ا ْلم َْوتََ إِنَْ هك ْن هت َْم صَا ِدقٌَِن‬
َِ ‫ون ال َّن‬
َِ ‫للاِ َخالِص ًََة مِنَْ هد‬
ََّ ‫ت لَ هك هَم الدَّا هَر اآلخِرَ َةه ِع ْن ََد‬
َْ ‫ل إِنَْ َكا َن‬
َْ ‫قه‬
“…Eğer doğrular iseniz ölümü temenni ediniz” şeklinde buyrularak doğruların
ölümden ve ölümün sonrasından korkmayan kişiler oldukları belirtilmek
istenmiştir. Doğruluğun aslı, yalanla kurtuluşun mümkün olduğu yerlerde, doğru
davranmaktır. Doğruluk zarar, yalan fayda verecek olsa da doğruluktan ayrılmamak
gerekir.
Tartışma forumu
Tartışma
‫ وأنهم‬,‫ للٌهود الذٌن ٌدَّعون أن الجنة خاصة بهم; لزعمهم أنهم أولٌاء للا من دون الناس‬-‫أٌها الرسول‬- ‫قل‬
ْ ‫ إن كان األمر كذلك‬:‫أبناؤه وأحباؤه‬
ً‫ إن كنتم صادقٌن ف‬,‫فادعهوا على الكاذبٌن منكم أو من غٌركم بالموت‬
.‫دعواكم هذه‬
• Adalet ve doğruluk kavramlarının
birbiriyle ilişkisini forumda
tartışabilirsiniz.
Sıdkın Mertebeleri
Doğruluk üç kademedir. Birincisi niyetin doğruluğudur. Bu doğruluğun ilk
kademesidir. İkincisi hayatı Allah’a adamaktır. Bu kısım amelen doğruluk
makamıdır.
Sıdk, özde, sözde ve
eylemde doğru
olmaktır.
Üçüncüsü doğruluğu doğru bilmektir. Yani doğruluğu bilmeden doğru
olunamayacağına göre önce doğru olanı bilmek ve ona göre hareket etmektir. Bu
da Hakkın razı olacağı şeyleri bilmek ve onları yapmak anlamına gelmektedir.
Sadakaya sadaka denmesi de, sadaka vermenin doğru bir şey olduğunun bilinerek
yerine getirilmesinden dolayıdır.
İmamı Gazali, sıdkın altı manası, dolayısıyla altı mertebesinin bulunduğunu
belirterek şu kısımlara ayırmıştır: Sözde doğruluk, niyet ve iradede doğruluk,
azimde doğruluk, vefada doğruluk, amelde doğruluk ve dinin bütün emir ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk
yasaklarında doğruluk. Gazali, kim sıdkın bütün bu kısımlarını yerine getirecek
olursa sıddîk olur diyerek bu kısımları şöyle izah eder:
1- Sıdkın birinci derecesi, dilin doğru olmasıdır. Bu mertebedeki kişi konuştuğu
ve haber verdiği her şeyi mutlaka doğru söyler ve verdiği her sözü yerine getirir.
Sözünden asla dönmez. Sıdkın bu derecesi her Müslüman için gereklidir. Ve sıdkın
çeşitlerinin en meşhuru da budur. Bu sıdkın zıddı ise, kizb, yani yalan söylemek ve
verdiği sözde durmamaktır. Bu ise dinen yasak olan bir durumdur. Dinimizde
yalanın caiz olabileceği üç yer bulunmaktadır. Bunlar, iki Müslümanın arasını
düzeltmek için, iki eşi olanın eşlerinin gönlünü hoşnut etmek için ve savaşta icap
ettiğinde söylenilebilecek sözlerdir.
Sadıklarla beraber
olunuz!.
(Ayet)
2- Niyet ve iradedeki sıdk. Sıdkın bu mertebesindeki sadık, yaptığı her işi Allah
için yapar, içi-dışı birdir. Sadece sözünün doğru olması yetmez, niyetinin de halis
olması gerekir. Bu durumda ilgili bir hadiste Yüce Allah’ın ahirette alimlere,
“Bildiklerinle ne amel ettin?” sorusuna alimlerin “Şöyle şöyle amel ettim.” demeleri
üzerine Yüce Allah’ın “Yalan söylüyorsun, sen o amelleri ve işleri sana alim desinler
diye yaptın.”, diyeceğinin haber verilmesi, sıdkın bu derecesiyle ilgilidir. Daha önce
geçen âyette münafıkların Peygamberimizin risaletini kalben inanmadıkları hâlde
sözde tasdikleri de sıdkın bu mertebesiyle ilgili bir durumdur. Öyle ise sıdkın bu
ikinci mertebesinde sözün niyete uyması da şart olmaktadır. Ve niyetin sırf Allah
için olması gerekmektedir.
3- Azim ve kararlılıkta sıdk. Sıdkın bu derecesinde ise, kavlen ve kalben sadık
olmanın yanı sıra, azmin ve kararlılığın da bu samimiyete uygun olması gerekir.
Mesela bir insan kalbinden ve samimi bir şekilde “Eğer Allah beni zengin yaparsa
malımın tümünü veya yarısını Allah yolunda harcayacağım.” Dese, fakat bu
niyetinde kesin bir azim ve kararlılık olmasa, sıdkın bu derecesine göre sadık
sayılamaz. Bu derecede de sadık olabilmesi için sözünün bütün bir azim ve
kararlılıkla yerine getirmeyi kastetmesi gerekmektedir. Mesela Hz. Ömer’in “Hz.
Ebubekir’in içinde bulunduğu bir cemaate lider olmaktansa, boynumun vurulmasını
tercih ederim.” demesi bu niyetindeki azim ve kararlılığın derecesini göstermesi
bakımından bu derecedeki sıdka bir örnek oluşturmaktadır.
4- Azminin gereğini yerine getirmede sadık olmak. Üçüncü derecede geçen
bütün bir azim ve kararlılıkla, kalbinden samimi bir şekilde vaat ettiği şeyi tahakkuk
ettirmek imkânı elde ettiği hâlde, daha sonra bazı sudan sebep ve amillerden
dolayı önceki niyetini, azmini yerine getirmese, bu dereceye göre sadık olamaz. Bu
dördüncü derecedeki sadık kişiye örnek bir insan, Enes r.a.’ın amcası Enes b.
Nadr’dır. Bu sahabi Resulüllah ile beraber Bedir savaşına katılamamıştı. Bu durum
onun kalbini çok üzmüş ve Resulüllahın bu ilk cihadında hazır bulunamadığından
dolayı çok hayıflanmıştı. Sonradan şöyle vaat etti: Eğer Resulüllahla beraber bir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk
cihadı Allah bana nasip ederse ne yapacağımı kesinlikle Allah görecektir. Bu sahabi
bir sene sonra Uhud Savaşına katılma imkânını bulmuş ve cihada gidiyordu. Saad b.
Muaz onu görünce: Ey Eba Amr nereye gidiyorsun diye sormuş o da, cennetin
kokusuna, ben Uhud tarafından esen cennetin kokusunu almaktayım demiş, yiğitçe
savaşmış ve öldürülerek şehit edilmişti. Öldüğünde cesedinde seksen küsur mızrak,
kılıç ve ok yarası bulundu. Kız kardeşi Binti Nadr, kardeşimi ancak elbisesinden
tanıyabildim demişti. Bu sahabinin Bedir savaşına katılamama üzüntüsünü
gidermek için verdiği sözü, bu denli kararlılık azim ve iştiyakla yerine getirmesinden
dolayı Ahzab sûresinin 23. âyeti nazil olmuştu. Bu âyette Yüce Allah, َ‫مِنََ ا ْلم ْهؤ ِمنٌِنََ ِرجَ ال‬
‫للاَ َعلَ ٌْ َِه َف ِم ْن هه َْم مَنَْ َقضَى َنحْ َب هَه َو ِم ْن هه َْم مَنَْ ٌَ ْن َتظِ هَر َومَا َب َّدلهوا َت ْبدٌِال‬
ََّ ‫ص َدقهوا مَا عَا َه هدوا‬
َ “Müminlerden Allah’a
verdikleri söze sadık kalan nice erler vardır. Kimi canını verdi kimi de beklemektedir.
Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir.” buyurarak bu mertebedeki sadıkları anlatmıştır.
‫ فمنهم من‬:‫ وصبروا على البأساء والضراء وحٌن البأس‬,‫من المؤمنٌن رجال أوفوا بعهودهم مع للا تعالى‬
‫ النصر أو‬:‫ ومنهم مَن ٌنتظر إحدى الحسنٌٌن‬,‫ أو مات على الصدق والوفاء‬،‫ فاستشهد فً سبٌل للا‬،‫َو َّفى بنذره‬
.‫ كما غٌَّر المنافقون‬,‫ ول نقضوه ول بدَّلوه‬,‫ وما غٌَّروا عهد للا‬,‫الشهادة‬
Sıdk, her yer ve
zamanda, her daim…
ve bütün azalarla…
Bu derecede sadık olamayanlardan ise Tevbe sûresinin 75-78. âyetlerinde
bahsetmektedir. Bu âyetlerin meali ise şöyledir: ‫للا لَئِنَْ آ َتا َنا مِنَْ َفضْ لِ َِه‬
َََّ ‫َو ِم ْن هه َْم مَنَْ عَا َه ََد‬
ًِ‫( َفأَعْ َق َب هه َْم نِ َفا ًقا ف‬٥٧) ََ‫خلهوا ِب َِه َو َت َولَّ ْوا َو هه َْم مهعْ ِرضهون‬
َّ ‫لَ َن‬
ِ ‫( َفلَمَّا آ َتا هه َْم مِنَْ َفضْ لِ َِه َب‬٥٧) ََ‫ص َّد َقنََّ َولَ َن هكو َننََّ مِنََ الصَّالِحٌِن‬
َ
َ
َ
َ
َّ
َّ
ََّ‫للا ٌَعْ لَ هَم سِ رَّ هه َْم َو َنجْ َوا هه َْم َوأن‬
ََ ََّ‫(ألَ َْم ٌَعْ لَمهوا أن‬٥٥) ََ‫للا مَا َو َع هدوَهه َو ِبمَا َكا هنوا ٌَ ْك ِذبهون‬
ََ ‫وب ِه َْم إِلَى ٌ َْو َِم ٌَ ْل َق ْو َن هَه ِبمَا أ ْخلَفهوا‬
ِ ‫قهل ه‬
َّ
ْ
(٥٧) ‫ب‬
َِ ‫للاَ عَال هَم ال هغٌهو‬
َ “Yine onlardan kimi de Allah’a: “Eğer bize lutfundan ihsan ederse
muhakkak zekâtını veririz ve muhakkak Salihlerden oluruz.” diye söz vermiştir.
Fakat Allah, lutfundan onlara zenginlik verilince, onda cimrilik edip Allah’ın
emrinden yüz çevirerek sözlerinden döndüler. Nihayet Allah’a verdikleri sözden
döndüklerinden ve yalan söylediklerinden Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne
kadar onların kalbine nifak soktu. Münafıklar, Allah’ın onların sırrını da fısıltılarını
da bildiğini, gaipleri çok iyi bilen olduğunu hâlâ anlamadılar mı?”
Sıdkın bu mertebesiyle ilgili Ebu Saîd el-Harrâs şöyle demiştir: “Rüyamda gökten
iki meleğin indiğini gördüm. Bana “Sıdk nedir?” diye sordular. Ben de: “Sözünde
durmaktır.” dedim. Bana “Doğrusun.” dediler ve göğe çıktılar.”
5- Amel ve davranışlardaki sıdk: Sıdkın bu derecesi, kişinin içiyle dışının aynı
olmasını gerektirmektedir. Bunun zıddı riyadır. Eğer kişi zahiren salih görünüyorsa
içi de aynı olmalıdır. Başka bir ifade ile dışı içine uymalıdır, içi dışını tasdik
etmelidir. Resulüllah Efendimiz bu konuyla ilgili olarak “Ey Allahım, içimi dışımdan
daha hayırlı eyle ve dışımı salih eyle” buyurmuştur. Yezid b. Hars ise “Kulun içi dışı
aynı ise ve birbirine uyuyorsa bu normal bir hâldir. Eğer içi dışından daha iyi ise bu
fazilettir. Fakat dışı içinden üstün ise bu da kendini ve başkalarını aldatmaktır.”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk
diyerek sıdkın bu beşinci derecesini anlatmaya çalışmıştır. Ebu Yakup en-Nehrecûnî
ise sıdkın bu mertebesini şöyle tarif etmektedir: “Sıdk için dışa tam muvafakatıdır”.
6- Sıdkın en üstünü ve en efdali olan altıncı ve sonuncu derecesi ise bütün dinî
davranışlarda sadık olmaktır. Allah’tan korkmakta, Allah’tan ummada, Allah’a
saygıda, zühd ve rızada, Allah’a tevekkül ve Allah’ı sevmede vb. bütün dinî
durumlarda sadık ve doğru olmaktır. Bu derece Hücurât sûresinin 15. âyetinde
şöyle buyurmaktadır: ‫اهلل َورَ سهولِ َِه هث ََّم لَ َْم ٌَرْ َتابهوا َوجَ ا َه هدوا بِأ َ ْم َوال ِِه َْم َوأَ ْنفهسِ ِه َْم‬
ََِّ ِ‫إِ َّنمَا ا ْلم ْهؤ ِم هنونََ الَّذٌِنََ آ َم هنوا ب‬
ََ‫ك هه هَم الصَّا ِدقهون‬
ََ ِ‫للاِ أهولَئ‬
ََّ ‫ل‬
َِ ٌِ‫“ فًِ سَب‬Müminler ancak Allah’a ve resulüne iman eden ve ondan
sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır.
İşte sadıklar ancak onlardır.”
‫ وبذلوا نفائس أموالهم‬,‫ ثم لم ٌرتابوا فً إٌمانهم‬,‫إنما المؤمنون الذٌن صدَّقوا باهلل وبرسوله وعملوا بشرعه‬
.‫ أولئك هم الصادقون فً إٌمانهم‬,‫وأرواحهم فً الجهاد فً سبٌل للا وطاعته ورضوانه‬
(Hadis)
Bireysel Etkinlik
Müslüman, dilinden
ve elinden emin
olunan kimsedir.
Sıdkın bu derecesini izah etmek için şu misali verebiliriz. Kulun, Allah’tan
korkması dinî bir vecibedir. Fakat bu Allah korkusu kişide nasıl sadık bir şekilde
olmalıdır? Mesela bir insan bir eşkıyadan, bir düşmandan veya çok ciddi bir
tehlikeden rengi sarararak, azaları titreyerek, kalbi hızla çarparak korkar, icabında
yemeden-içmeden kesilir, aklı karışır, eli ayağı dolaşır, hiçbir şeyden zevk alamaz ve
bütün rahatı kaçar, bütün bir korku ve ümitsizliğe düşerse, aynı şekilde Allah’tan ve
Allah’ın onu cehenneme atmasından da daha fazla korkması gerekir ki Allah’tan
korkma hususunda sadık olabilsin. Nitekim bu konuda Resulüllah efendimiz
“Cehennemden korkan, cenneti isteyen kişi, nasıl uyuyabilir!” diyerek dinî
durumlarda gerçek sıdkın nasıl olabileceğini bildirmek istemiştir. Cibril hadisindeki
ihsan makamı olan “Allah’a O’nu görüyormuşsun gibi kulluk et, sen O’nu görmesen
de O seni görüyor” makamı ile örtüşen sıdkın bu derecesi, gerçekten elde edilmesi
çok zor bir makamdır ve insanlar bu gibi durumlarda birçok derecelere ayrılır.
Ayrıca bir insan bazı hususlarda daha sadık olabilirken bazı durumlarda daha az
samimi ve sadık olabilirler. Böylece sıdk ve samimiyetin derecesinin burada da
görüldüğü gibi pek çok kısımlara ayrılabileceği ortaya çıkmaktadır.
• "Benim ümmetim günah işleyebilir; ama
asla yalan söylemez." mealindeki hadis
bize ne anlatmaktadır? Üzerinde
düşününüz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Özet
Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk
•Adalet, ilahi ve sosyal ilişkilerimizi belirleme konusunda İslam'ın en
önemli ilkelerinden birisidir. İslam, insanın iki cihanda saadetini temin
etmeyi gaye edindiğinden dolayı, hak ve adalet meselesine çok büyük
önem vermiştir. Allah, Kur'ân-ı Kerîm'de hak ve adaletin her alanda
gerçekleştirilmesi için çokça uyarı ve teşviklerde bulunmuştur. Çünkü
Allah âdildir, adalet ve merhametle davrananları sever. Bu çerçevede
hangi seviyede olursa olsun bir yöneticinin yönettiği müessesede, bir
hâkimin baktığı davada, bir şahidin şahitlik yaptığı konuda, bir aile reisinin
aile içi münasebetlerde, bir tüccarın ticari hayatta ve bir mü'minin
insanlarla ilişkilerinde hakkı gözetmesini, adaleti ikame etmesini
emretmiştir. Bunun da ötesinde Allah (cc), mü'minlerin adalet
hassasiyetine sahip, adalet timsali kimseler olmasını emretmektedir.
Çünkü yargı, idare ve beşerî münasebetlerde adaletin gerçekleştirilmesi,
insanlığın ve İslam'ın temel ve en önemli hedeflerinden biridir. İnsanlar
arası ilişkilerin tümünde, kendimizi karşıdaki insanın yerine koyma veya
onu kendimiz gibi görme, temel bir Müslümanlık ölçüsüdür. İnsanlar arası
sosyal münasebetleri hakkaniyet ve merhamet esasına göre düzenleyen
Kur’ân’ın bu uygulamalarını, İslam dışındaki hiçbir din, felsefe ve düşünce
sisteminde bulmak mümkün değildir.
•Doğruluk, Kur’ân’ın temel kavramlarından biridir. Kur’ân ve hadislerde
doğruluk konusuna oldukça yer verilmiş, mü’minler her hâlükârda doğru
olmaya ve doğrularla birlikte hareket etmeye teşvik edilmişlerdir.
Doğruluk, Allah’a gereği gibi inanmanın ve ona karşı saygılı olmanın
ölçüsüdür. İmanın temeli, doğruluk; nifakın temeli de yalancılıktır. Sıdkın
en üstünü ve en efdali, bütün söz ve davranışlarda sadık olmaktır.
Allah’tan korkmakta, Allah’tan ummada, Allah’a saygıda, zühd ve rızada,
Allah’a tevekkül ve Allah’ı sevmede vb. bütün durumlarda sadık ve doğru
olmaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Ödev gönderimi
Ödev
Etkileşimli Alıştırmalar
Alıştırmalar
Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk
• Öğrendiklerinizi etkileşimli
alıştırmalarla pekiştirebilirsiniz.
• Adalet ve doğruluk kavramlarının "iman" ile
ilişkisini araştırarak 200 kelimeyi aşmayacak
şekilde bir yazı hazırlayınız ve hazırladığınız
belgeyi göndermek için yandaki ödev gönderme
linkini kullanınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Adaleti ifade etmek için Kur’ân’ın en çok kullandığı kavram aşağıdakilerden
hangisidir?
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
a)
b)
c)
d)
e)
Hak kavramı
Vasat Kavramı
Adalet Kavramı
Kıst kelimesi
İhsan Kavramı
2. Adl kelimesi, “adale an” veya “ye’dilun” şeklinde kullanıldığında hangi anlama
gelmektedir?
a) Her şeyin ve herkesin hakkını vermek, haksızlıklardan uzaklaşarak orta yolu
tutmak, insaf ve merhamet sahibi olmak
b) Allah’ın tevhid ilkesini benimsemek
c) Orta yolu tutmak
d) İhsanda bulunmak
e) Haktan ve İslam’dan yüz çevirmek, şirk koşmak
3. Adaletle birlikte insaflı ve merhametlice davranmak hangi kavramın
anlamıdır?
a)
b)
c)
d)
e)
Ma’ruf
İhsan
el-Birr
Kıst
Adalet
4. "Annelerinden hür olarak doğan insanları ne zaman köle edindiniz?" sözü kime
aittir?
a)
b)
c)
d)
e)
Allah’a
Hz. Ömer’e
Peygamberimize
İbn Abbas’a
İbn Mesud’a
5. Kur’ân’ın adalet ilkesi dikkate alındığında aşağıdaki uygulamalardan hangisi
yanlıştır?
a)
b)
c)
d)
e)
Anne ve babamız hakkında da adaletli davranmalıyız.
Çocuklarımız arasında adaletli davranmalıyız.
Gayrimüslimlere hakkında adaletli olmamız gerekmez.
Zengin ve fakir arasında ayrım yapılmamalıdır.
Mevki ve makam sahiplerine imtiyaz gösterilemez.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk
6. Aşağıdakilerden hangisi “sıdk” teriminin ifade ettiği manalardan biri değildir?
a)
b)
c)
d)
e)
Doğruyu söylemek
Sözün öze uyması
Her doğruyu her yerde söylememek
Verdiği sözde durmak
Dürüst ve samimi olmak
7. Aşağıdakilerden hangisi “sıdk” kelimesinin diğer mastarlarından biri değildir?
a)
b)
c)
d)
e)
Sadk
Tasdak
Masdûka
Sıdk
Sıddîk
8. İmamı Gazali sıdkı kaç mertebeye ayırır?
a)
b)
c)
d)
e)
Üç
Dört
Beş
Altı
Yedi
9. Sıdkın zıddı aşağıdakilerden hangisidir?
a)
b)
c)
d)
e)
Salah
Felah
Günah
Yalan
İsyan
10. Aşağıdakilerden hangisi sıdk kelimesinin manalarından değildir?
a)
b)
c)
d)
e)
Mihir
İbadet
Sadaka
Doğru sözlü olmak
Samimiyet
CEVAPLAR:
1-c, 2-e, 3-d, 4-b, 5-c, 6-c, 7-e, 8-d, 9-d, 10-b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
1. Kur’ân-ı Kerim.
2. Afzalur Rahman. (2004). Siret Ansiklopedisi. İnkılab Yay. İstanbul.
3. Çağrıcı, Mustafa. (1988). “Adalet”. İslam Ansiklopedisi. İstanbul.
4. Beydavî, (1418). Envâru't-Tenzîl. Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabi. Beyrut.
5. Elmalılı, Hamdi Yazır. (1971). Hak Dinî Kur'ân Dili. Eser Kitabevi. İstanbul.
6. Semerkandî, Ebu’l-Leys. (1413). Bahru’l-Ulûm. Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye. Beyrut.
7. Fîrûzâbâdî, Mecdüddin Muhammed b. Yakûb. (ts.) Besâiru Zevi’t-Temyîz fî
Letâifi’l-Kitabi’l-Azîz. Tah. Muhammed Ali en-Neccâr.
8. Hamidullah, Muhammed. (1990). İslam Peygamberi. (çev. Salih Tuğ). İstanbul.
9. İbn Fâris, Ebu’l-Huseyn Ahmed. (ts.). Mu’cemu Mekâyisi’l-Luga. Tah.
Abdusselâm Muhammed Hârûn.
10. İbn Manzûr, Cemâluddîn Muhammed b. Mükrim. Lisânu’l-Arab.
11. İmam-ı Gazalî, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed. İhyâu Ulûmi’d-Dîn
12. Kandehlevî, Yusuf. (1971). Hayatü’s-Sahabe. trc. Ahmet M. Büyükçınar ve
Arkadaşları. Kalem Yay. İstanbul.
13. Karaman, Hayrettin ve ark. (2006). Kur’ân Yolu. Diyanet İşleri Başkanlığı.
Yayınları. Ankara.
14. Kastallanî, Ahmed b. Muhammed. (1991). el-Mevâhibu'l-Ledüniyye. Beyrut.
1991
15. Kılıç, Recep. (1998). Hz. Peygamber'in Hayatından Davranış Modelleri. Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları. Ankara.
16. Mert, Muhit. (2009). “İslam'da Adalet İlkesi”. Yeni Ümit Dergisi. Sayı: 84. Nisan
- Mayıs – Haziran. İstanbul.
17. Mevdudî, Ebu’l-Ala. (1985). Tefhimu’l-Kur’ân. İnsan Yay. İstanbul.
18. Muhammed Hüseyin Ebu’l-Futûh. Kâimetun Mu’cemiyetun bi-Elfâzi’l-Kur’âni’lKerîm ve Derecâtu Tekrârihâ.
19. Polater, Kadir (2008). Kur’ân Açısından Zulüm ve Adalet. Doğu Yay. Erzincan.
20. Rağıb el-İsfehânî, Müfredâtu Elfâzi’l-Kur’ân. tahkîk: Safvân Adnân Dâvûdî
21. Şiblî, Mevlana (1978). Asrı Saadet. çev. Ö. Rıza Doğrul. Eser Neşriyat. İstanbul.
22. …….., (1986). Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi. İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Download