aydınlanmaya sende katıl!

advertisement
s a r ı s u r
temmuz 200 9 - sa yı 9
k ı z ı l b a ş al ev i l er i n so r u n l a rı n ı n t a r t ı şı l d ı ğ ı d e m o k ra t i k k ü r sü ! .
İ. Beşikçi - R. Maraşlı - Ayşe Hür - Evin Çiçek
Av. Hüseyin Aygün - Hamza Aksüt - Erdoğan
Çınar - Ünsal Öztürk - Mikail Aslan - İlhami
Sertkaya - Dr. Murat Kayacan - Fikret Başkaya
Esat Korkmaz - Kendal Doğan - Onur
Gülbudak - R. O. Kütahyalı - Ali Bayramoğlu
( b a s ı n d a n
s e ç t i k l e r i m i z )
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
a y dı nla nm a y a
s en de ka tı l!
kızılbaş: 9
redaktäon & geschäftsleitung
ali ülger
ab. hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
türkiye hukuk danışmanı:
av. nadide metin erdoğan
av. hıdır özcan
ad re s :
bergheimer str 51
D- 47228 duisburg almanya
tel:+49 (0)177 502 88 53
[email protected]
munzur dergisinin
32. sayısı yayınlandı.
baskı:
eigene duruk - deutschland
Çankırı Cad. YİBA Çarşısı 3.
Kat No: 45/381 Ulus Ankara
Tel & Faks: 0312-324 0420
E-mail: munzurdergisi
[email protected]
http//munzundergisi
wdgoo3.com
posta kutusu: 8
bahcelievler istanbul
banka hesap no:
700 / 66 99 100
garanti bankası davutpaşa
şubesi istanbul
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların hukuki sorumluluğu
sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız
ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi temmuz 2009
- ist kostenlos kızılbaş dergisi
parayla satılmaz.
KIZILBAŞ DERGİSİNİN YENİ
E-mail adresi:
[email protected]
Te l : 0 0 4 9 ( 0 ) 1 7 7 5 0 2 8 8 5 3
gönüllü katkı formu
adı soyadı :.........................................................................................
adres :.................................................................................................
e-mail & tel :......................................................................................
banka hesap no: 700 / 66 99 100
garanti bankası davutpaşa şubesi istanbul
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
can
cana
Kızılbaş Ali Ülger
Yerel seçimler yapıldı. Sonuçları
ortada. Gene Alevi toplulukları kendini temsil etmekten aciz kaldı.
Devletin Ordunun partisi chp'yi
ağırlıklı olarak destekledi. CHP'in
inkarcı kırımcı kuramına, ırçı politikalarına suçortaklığı yaptılar. Başta
dernekler, federasyonlar ve vakıflar
olarak CHP'yi destekleyerek sabıkalı işbirlikçi sertifikasını aldılar.
Umarım ki bu durumlarının farkına
varıp içine düştükleri kınalı-keklik
durumundan feragat ederler. Biz de
kimliklerine uygun davranışlarına
sevinir, dost olur ve yolumuzda birlikte yürümeye devam ederiz.
CHP'ci maraba taifesi, "Madımak
müze olsun" istiyor(!). Bu çok gayri
ciddi bir talep. Adeta kitle kuyrukçulugu yapılıyor. Öncelikle alevilik,
devletin sınırlarına sığınabilecek ne
bir yaşayış tarzı degildir. Bu açıdan
devletin politikasına sadekat eden
bir partinin alevi taleplerini dile
getirmeye kalkması yaptıkları katliamları "örtbas" etmek içindir. Bu
nedenlede Müze devletten bağımsız
olmak zorundadır. Devlet içi müze
ancak KIZILBAŞ alevileri politikalarına malzeme etmek için olabilir.
Başka bir işlevinin olmayacağı
kesindir. Koçgiride Dersimde, Maraşta, Çorumda fail olanların takipçileri Sivasta devletçi alevi müzesi olussun diyerek kendilerini
aklamaya, pirûpak olduklarını
kamuoyunda yaymanın hesabındadırlar. Ancak bu nafile. Yapılacak
müzenin içeriği dillendirilsin de
görelim. Hayırlı bir sunum olursa
KIZILBAŞ Aleviler demokratca
yapılacak müzeyi finans eder.
Sahipte çıkar...
CHP destekçilerinin içinde bulundugu bir güruh, yeni solcu bir parti
kurma girişimi içinde olduklarınının
haberlerini duyuyoruz. Ufuk Uras'ın
da içinde olduğu bu ittifakın biz
KIZILBAŞ Alevi topluluklarına
yarar saglamayacağı kanısındayım.
Onların da resmi sol kuram üzerinden, imha, inkar ve asimilasyoncu
politikaları sürdüreckleri kanısındayız. Buna yakın tarihimizde de
çokça örnekleri var...
İsçi sendikalarının yönetim kadrola
rının, siyasal olarak her zaman Türk
Ordusu'nun yanında yer almaları tesadüfi olmazsa gerek. Zira Türk solu
kimi istisnalar dışında esası İttihat
ve Terakki (İT) örgütlenmesinin sadık takipçileridirle. Sendika başkanları çeşitli irkçı milliyetçi partilerden vekil olmalarına karşı, demokratik tavır alanı daha olmamıştır.
Disk ve Türk İş genel başkanları
milletvekili oldular. Ancak muhalefet adına tek söz edememelerinin bir
nedeninin olması olsa gerek. Şimdikilerde gelecek ilk genel seçimde
chp veya bir başka partiden vekili
olabilirler!.. Ancak aydınlanma ve
doğru duruşun felsefesi ile Kızılbaş
aydın olan, ya da aydın ve emekten
yana olmak dürüstlüğü gerektirir.
Bunlarda bu ettigin olmadığını bilenlerimizin bile bile ‚lades' olmaları da ayrıca tartışılıp lanetlenmesi
gerekir.
Ermeni, Asuri, Keldani, Pontus,
Kürt meselesinde tarihi gerçekler
karşısında demokratik açık tavır almayan hiç bir kesimin Kızılbaş Aleviler sorununda da sağlıklı bir tutum ve gelecek pojesine sahip olması mümkün olmaz. Zira "ainesi iştir
kişinin lafa bakılmaz" katliamcıların da yaklaşımları inkar, imha, kandırmak ve eritmekten başka meziyetleri olabilir mi? Hayır.. Bunu anlamak için tc. tarihini kabaca bir göz
atmak yeterli olmasına rağmen, bu
aymazlığın anlaşılmaması kahredicidir.
Kürt meselesinin çözümünde eşitlik
temelinde talepler neden yoktur?!
Hiç düşünüldü mü?! Kürt Türk kardeşliğinin, ittifakının sürdürülmeye
çalışıldığı müdetçe, Kürt meselesi
eşitlik tekelinde ele alınmadığı sürece sorunun anlaşılamayacağı, sarpasaracağı bilinmesine rağmen aynı
çamurda patinaj yaparak yol almamak, çözümsüzlükte inat edildiğinin
göstergesi olduğu anlaşılamıyorsa
akilfukaralığına yorumlanırsa yanlış mı olur! Eger eşitlik temelinde
çözüm olacaksa önce Türk Kürt ittifakı bozulmalı dostluklar anlaşılmalıdır. Eşit ve dost olunmadan, kardeşlik ve ittifakın olmasını istemek boşa kürek çekmek olur. Türk Kürt İttifakını bozmak isteyen taraf var mı?!
Kürt örgütlenmeleri var olan demokratik sorunlarını tartışma dışında
tutarak gelecege bırakıyorlar. Aynen
İttiharçılar gibi. Kendi ikdidarlarında çözmek üzere!.... "ölme eşşegi
yaz geleince yonca yersin" misali...
Tabiiki bu inkarcı tekçil dayatmalar
da "ulusal birligi" tarihiyle yüzleşmeyi gündemine alamıyor. "Ya beni
desteklersin ya da düşmansın" ucuz
dayatmalar ile ittihatçi ittifaka böylece devam ediliyor....
Kızılbaş Şafii sorunu Dersim de hayati önem taşıyor. Bu ortak sorunun
tartışılabilinir hale getirilmesine
her dürüst insanin katkılarına önemle ihtiyaç var. Bu sorunu açık
dillendiremeyen KIZILBAŞ tarafın
kaçamak tepkilerini görmek gerekiyor. "Biz Kürt degiliz(!) zazayız" demelerinin altında gizlenen asıl gerçeklik şu; Kızılbaşlıklarına açık taraf olmadan sorundan kaçılıyor!...
Kürt milliyerçilerine olan güvensizliklerini bu yolla dışa vuruyorlar.
Bence her iki tepki de sagliksizdır.
Açık Kızılbaşlıklarıyla kendilerini
ifade etmelidirler. Diyer yanda Kürt
milliyerçileri de kendine tabi olmayanları düşman görmeleri yanlıştır,
ittihatçılıktır. Her iki kesimin de
kendilerini sorgulayıp, yenilemeye,
demokratikleşmeye adımlar atmalıdırlar. Tarihileriyle yüzleşerek ittihatçı ittifaktan köklü bir kopuşa
ihtiyaçları vardır.
Türk Devlet'i Kürt Meselesinin çözümünü TRT-6 açılımı ile sınırlı görüyorlar. Belki bu 1930-40 yıllara
göre iyi. Ama 16 Kürt TV kanalının
yayında olduğu günümüzde bu açılım deveden tüybile degildir!
TSK Siyasal hayattan çıkartılıp,
normal kışlasına sokulmadan demokratikleşme mümkün olmaz. TC. tarihi buna örnek.
Var olan Alevi Bektaşi örgütlenmelerinin orducu tutkularının sorgulanması yapılmadan demokratikleşme hayaldir.
Siyasal alana çıkıp sorumluluk alıp
demokratikleşmeye katılarak Alevilerin de benim partim diyebilecegi
örgütlenmeyi üretmek önümüzdeki
sürecin görevi olmalıdır...
Yaşamın her alanında düstürümüz
dürüstlük olmadikça, birbirimizi
kandirmaya kalkarak kendimiz olamayız..
Her aidiyetin kendisi olmasi dilegi
ile
can cana!..
kı zı l ba ş - sayı 9 - s a yf a 3 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
ERDOĞAN ÇINAR
SKANDALI
Hamza Aksüt
PİR SULTANA
ÇEVİRME TEKNİĞİ
Son yıllarda Türkiyede Aleviliği
her yere, her topluluğa ve her inanca bağlama furyası başladı. Birkaç
yıldır Hititler ve Luviler revaçta.
Hitit tezinin savunucusu Kemal
Soyer. Erdoğan Çınar, Kemal Soyerden daha yiğit çıktı, Alevileri bir
anda Hititlerden önceki Luvilere
bağladı. Ama bir gerçek var ki,
Soyerin ve Çınarın, Kürt Aleviler
Ermeni kökenlidir diyen Türk Tarih Kurumunun eski başkanı Yusuf
Halaçoğlunu sollamış olmaları.
Soyer ve Halaçoğlunu başka yazılara bırakarak bu yazıda Çınarın
tezlerini ele alacağım. Pardon, tezleriyle birlikte çevirilerini de ele
alacağım. Çınarın bilim ahlakı yönünden hangi derecede olduğunu
okurlar takdir edecek.
BÖLÜMI - ÖĞRETMEN PİR
OLDU, KİLİSE, ALEVİ OCAĞI
PİRLER OLDU St PAUL
HAYRANI
Konuyu bilmeyenler için Erdoğan
Çınarın tezlerini birkaç cümleyle
özetleyelim:
* Alevilerin kökeni, Hititlerden önce Anadoluda yaşamış olan Luvilere dayanır.
* Bizans döneminde Paulikienler
denen dinsel grup Alevidir.
* Paulikienler altı dede ocağı kurmuştur.
* Pir Sultan diye bilinen kişi aslında bir Paulikien önder olan Silvanustur.
* Silvanusa, Pir Silvanus demekte
bir sakınca yoktur. Böyle olunca
Pir Silvanusa Pir Sultan demekte
de bir sakınca yoktur. Silvanusun
başına gelenler Pir Sultanın da
başına gelmiştir.
* Paulikienler, Hıristiyan değil,
Alevidir.
Her şeyden önce Erdoğan Çınar,
Aleviliği Anadoluya özgü bir yapı
sanmakta, Suriye, İran, Irak gibi
ülkelerde dede ocaklarıyla birlikte
milyonlarca Alevinin yaşadığını
bilmemektedir. Ayrıca, Alevilerin
Türk, Kürt, Arap ve Rom gibi etnik
kökenlerini dikkate almamaktadır.
Gerçi bu, yalnızca Erdoğan Çınarın
düştüğü bir hata değildir. Türkiyedeki birçok araştırmacı aynı durumdadır. Bu nedenle Çınarın bu
yanılgısı mazur görülebilir.
Biz gelelim asıl konuya. Erdoğan
Çınar, kaynakları nasıl kullanmaktadır? Yabancı dilde yazılmış kaynakları Türkçeye çevirirken tahrifat yapmakta mıdır? Bir başka deyişle, başta Alevi aydınlar olmak
üzere okurları kandırmakta mıdır?
Eğer kandırıyorsa, yıllardır bu kadar düşünce üreten aydın ve araştırmacı, Çınarın yazdıklarına nasıl
inanabilmekte ve yer yer ona övgüler dizebilmektedir?
Paulikienleri Alevi olarak sunmak
istediğinde, Bizans ve Ortodoks
Kilisesi arşiv kayıtlarını kullandığını söyleyen Erdoğan Çınar, hemen hemen tüm kaynak notlarında
şu iki kaynağı gösteriyor ve zaman
zaman bunlardan bire bir çeviri
yaptığını söylüyor:
a- Pecis, ed. C. Astruc, W. ConusWolska, J. Goillard, P. Lemerle, D.
Papachyryssanthou and J. Paramelle, Peter of Sicily, T And M 4
(1970).
b- Pecis, ed. C. Astruc, W. ConusWolska, J. Goillard, P. Lemerle, D.
Papachyryssanthou and J. Paramelle, Peter the Higoumenos, T And M
4 (1970).
(Not: Hemen belirtelim, Çınar sayfa numarası da vermiyor. Bazen de
s. 69-97 gibi 28 sayfalık bir aralık
gösteriyor, ya da age. diyerek kitabın tümünü gösteriyor.)
Bizans görevlisi Peter of Sicilynin
ve öteki Bizanslıların Grekçe yazdığı metinleri, Janet Hamilton ve
Bernard Hamilton İngilizceye çevirerek, Christian Dualist Heresies in
the Byzantine World adlı kitapta
yayımlamışlardır. Çeviri için eski
Slovence uzmanı Yuri Stoyanoy
yardımda bulunmuş. Peterin kullandığı dil Grekçe. İngilizceye çeviri yapan yazarlar, terimleri özgün
haliyle de vermiş.
Her iki kaynak da dokuzuncu yüzyılda Bizans devleti görevlisi olarak
Paulikienler üzerine gönderilen
Peter of Sicilynin tuttuğu notlardan
oluşuyor.
(Not: Kaynak notlarına bakılırsa,
Erdoğan Çınar, Grekçe metni kullanmış ve zaman zaman bire bir çe-
viri yapmıştır. Ancak, bu durum
kuşkuludur. Sayın Çınar hangi dilden çeviri yaptığını belirtirse kendi
tezleri açısından da iyi olacaktır.
Çünkü Çınarın çevirisiyle, yukarıda adı geçen yazarların çevirisi arasında dağlar kadar fark vardır.
Grekçe uzmanı Çınar metinleri
doğru çevirmişse, bu üç yazar büyük zan altında kalacaktır.)
İşte Size Erdoğan Çınar Usulü
Çevirilerden Örnekler1- Erdoğan
Çınarın Çevirisi:(Bizans görevlisinin Paulikienler hakkında tuttuğu
notlardan bir bölüm)Papazlarımızı
ve hiyerarşinin diğer özellerini
reddediyorlar. Kendi papazlarına
pir ve rehber diyorlar ve papazları
kıyafet ve diyetleriyle veya yaşam
biçimleriyle diğerlerinden ayırt
edilemiyor. (Erdoğan Çınar, Kayıp
Bir Alevi Efsanesi, s. 145)
Ne güzel değil mi, insanın buldum
buldum, diye bağırası geliyor. Bizans döneminde, Anadoluda dinsel
önderlerine pir ve rehber diyen bir
inanç grubu var! Tam da bizim Aleviler! Peki, kim yazmış bunu? Paulikienlerin üzerine gönderilen Bizanslı bir görevli: Peter of Sicily.
Grekçe Metnin İngilizceye Çevirisi They reject our priests and other members of our hierarchy.
They call their own priests synekdemoi and notaries; they are not
distinguished from the others by
dress or diet or the rest of their
manner of life.Metinde ne pir var,
ne de rehber. Metnin Doğru Çevirisi
Onlar, papazlarımızı ve hiyerarşimizin diğer üyelerini reddediyor.
Papazlarına synekdemoi ve notaries diyorlar; giyim, diyet ya da yaşam biçimiyle diğerlerinden ayırt
edilemiyorlar.
Görüldüğü gibi, ne pir var ne de
rehber. Pir ve rehber, Çınarın uydurması. Sözü edilen insanlar, din
adamlarına synekdemoi ve notary
diyor. Çeviri ile ilgili bilim ahlakı
yönünden takdir okurların.
Peki, synekdemoi ne? Yeni Ahitte,
St Paulün yardımcısı olan Hıristiyan papazlara verilen ad. Sözcük,
yol/gezi arkadaşları (travelling
companions) anlamında. (Janet Hamilton, aynı yapıt, s. 10)
Erdoğan Çınar neden pir sözcüğünü kullanıyor? Gayet açık: Silvanusu, daha sonraki sayfalarda Pir
Silvanus olarak sunacak, sayfalar
ilerledikçe Pir Silvanusu, Pir Sultana çevirecek de ondan. (Peter of
Sicilye göre Paulikienler, Silvanus
ve öteki din adamlarına didaskalos
da diyorlar. Grekçe bir sözcük olan
didaskalos, öğretmen anlamında
(didakt, öğretme).
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 4 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
2- Erdoğan Çınarın Çevirisi:Konu:
İmparatorluk görevlisi Symeon,
Constantine/Silvanusu (Erdoğan
Çınarın Pir Sultanı) taşlatıp öldürüyor. Daha sonra başkent İstanbula dönüyor. Yaptığına pişman oluyor ve Cibossaya dönüp Silvanusun
yerine geçiyor.
Üç yıl boyunca İstanbulda kaldı.
Şeytan tarafından bütünüyle ele
geçirilmiş olarak yalnız bir yaşam
sürdü. Ardından her şeyi terk edip
gizlice kaçtı. Sivasa geri döndü.
(Aleviliğin Kökleri, s. 78)
Grekçe Metnin İngilizceye Çevirisi:
He was recalled to the emperor and
stayed for three years in Cons-tantinople, living privately, and was
compeletely taken over by the devil. He abandoned everything and
ran away secretly, and came to the
aforesaid Cibossa.
Çeviri bir şey dışında doğru. Çınar,
Cibossayı Sivas olarak çeviriyor.
Bizans döneminde Sivasın adı Sebastia. Pir Sultan Sivaslı olduğu için Çınar, Cibossayı Sivas olarak
sunuyor.
3- Erdoğan Çınarın çevirisi:
Kendisine Titus diyen, İmparatorun
emriyle Silvanusu taşlatan ve onun
ardından Sivastaki ikinci Pir olan
ve Justus tarafından Şebinkarahisar
piskoposuna ihbar edilen ve İmparatorun emriyle Silvanusa atılan
taşların oluşturduğu kümenin hemen yanında yakılan Symeona lanet olsun. (Aleviliğin Kökleri, s.
143)
Grekçe Metnin İngilizceye Çevirisi:
Anathema to Symeon who called
himself Titus, who, after he had
stoned Constantine on the emperors orders, became the second teacher at Cibossa, was denounced by
Joseph his disciple to the bishop of
Colonea, and was by the emperors
order brunt near the heap of stones
where Constantine had been stoned.
Metnin Doğru Çevirisi
Kendisine Titus diyen, imparatorun
emriyle Constantinei taşlatan, daha
sonra Cibossada ikinci öğretmen
olan, Justus tarafından Colonea
piskoposuna ihbar edilen ve imparatorun emriyle Constantinee atılan
taş yığınının yanında yakılan Symeona lanet olsun.
Metinde pir yok, teacher (öğretmen) var. İngilizceye çevirenler
bunu didaskalos yerine kullanmışlar ki, gayet doğru. Öyleyse Symenon nasıl ikinci pir oluyor? Metinde Sivas da yok, Cibossa var.
Bizans döneminde Sivasın adı Cibossa değil, Sebastia. (Metini yor-
umlayan uzmanlar, Cibossanın neresi olduğunun bilinmediğini belirtiyor: Cibossa is not otherwise
known.) Erdoğan Çınar buna neden
gerek duymuş? Çünkü Pir Sultan
Sivaslı, öyleyse Cibossayı, Sivas
olarak sunmak gerek! Erdoğan Çınar hızını alamayıp o kadar ileri
gidiyor ki, yer yer Cibossayla kastedilen yeri Yıldız dağlarının eteği
(yani Pir Sultanın yaşadığı yer)
olarak sunuyor.
Metinde taşlanan kişinin adı Constantine. Çınar bunu Silvanus olarak
çeviriyor. Neden? Çünkü aşağıda
da değineceğimiz gibi Silvanusun
asıl adı Constantine. Çınar Constantine adını okurlardan gizliyor.
4- Erdoğan Çınarın Çevirisi:Konu:
Silvanusun taşlanarak öldürülmesi.
Constantine/Silvanusu taşlatan İmparatorluk görevlisinin adı Symeon.
Symeon geldi, yerli yöneticilerden
Typhon adında birini kılavuz olarak yanına aldı.
Sivasta herkesi toparladı ve Şebinkarahisar kalesinin güneyine götürdü ve onlara önlerinde bağlanmış
halde bulunan biçareyi taşlamalarını emretti. Herkes eline bir taş aldı
ama kendilerine Hakktan yollandığını düşündükleri pirlerine atmamak için, ellerindeki taşı arkalarına
fırlattılar.
Şimdi evlatlığına verdiği eğitimin
ve öğrettiklerinin ödülünü alıyordu. İmparatorluk görevlisinin verdiği emir üzerine Justus eline bir
taş aldı ve ikinci bir Goliath gibi
taşı ona fırlatıp onu öldürdü. (Kayıp Bir Alevi Efsanesi, s. 158; Aleviliğin Kökleri, s. 142)
Grekçe Metnin İngilizceye Çevirisi:
Symeon arrived, took as his companion one of the local archons,
named Typhon, and going to the
place, gathered them all together
and took them to the south of
kastron of Colonea. There he made
the wretch stand with his disciples
facing him, and ordered them to
stone him. They picked up the stones, and dropping their hands as if
to their girdles, they threw the stones behind them, so as not to hit
their teacher, whom they belived
had been sent to them by God. Now
this Salo-anus had sometime previously adopted a certain Justus
and taught him the Manichaean
heresy. He now recieved from him
a fitting reward for this education
and teaching. On orders from the
imperial official, Justus picked up
a stone, hit him like a second Goliath, and killed him.
Metnin Doğru Çevirisi:
Symeon ulaştı. Yanına yerel yöneticilerden Typhon adında birini aldı, onları topladı ve Colonea kalesinin güneyine götürdü. Onlara,
önlerinde duran biçareyi (ya da kötü adamı) taşlamalarını emretti.
Taşları aldılar, ama Tanrının (God)
kendilerine gönderdiğine inandıkları öğretmenlerine vurmamak için arkalarına attılar. Salo-anus,
Justus adında birini evlatlık edinmiş ve ona Maniheist sapıklığını
öğretmişti. Şimdi, bu eğitimin ve
öğretimin ödülünü alıyordu. İmparatorluk görevlisinin verdiği emir
üzerine Justus, eline bir taş aldı ve
ikinci bir Goliath gibi taşı fırlatıp
onu öldürdü.
Metinde Hakk sözcüğü yok, God
var. Hıristiyanların tanrı anlamında
kullandığı sözcük. Çınar neden Godı, Hakk olarak sunuyor? Gayet açık: Alevilikte Hakk terimi var ya.
Metne göre Silvanus taşla öldürülmüş. Erdoğan Çınar bunu yeterli
görmüyor, metinde olmadığı halde,
taşla öldürülen bu kişiyi bir de astırarak idam ettiriyor. Neden bunu
yapıyor? Gayet açık, Pir Sultan
asıldı ya!
Pir Silvanus Yıldız Dağının eteklerinde önce Symenonun emri ile
kendisine yol oğlu olarak aldığı, en
sevdiği müridi tarafından başlatılan taş yağmurunun altında kaldı.
Sonra da asılarak idam edildi.
(Aleviliğin Kökleri, s. 142)
Metinde yol oğlu terimi yok. Çınar
bunu neden uyduruyor? Justusu,
Hızır Paşa yapacak ya ondan! Yıldız Dağı da nereden çıktı? Hiçbir
metinde yok. Hatta metinlerde Sivasın adı bile geçmiyor. Sivasın
Bizans dönemindeki adı Sebastia.
Colenea, Şebinkarahisar. Metinde
Coleneanın güneyi deniyor. Çınar,
Yıldız dağının Şebinkarahisarın
güneyinde olduğunu söylüyor. Yıldız Dağı, Şebinkarahisar ile Cibosso Kastronunun (Sivas Kale-si)
arasında Şebinkarahisarın güneyinde Sivas Kalesinin kuzeyindedir. (Kayıp Bir Alevi Efsanesi, s.
170-171)
Acaba Erdoğan Çınar hiç haritaya
baktı mı? Yıldız Dağı, Şebinkarahisarın bir hayli batısındadır.
Ayrıca, metinde Maniheizmden söz
edildiği halde Çınar bu bölümü
neden almamış? Aslında alabilirdi.
Maniheist terimini Alevi olarak
çevirebilirdi!
Erdoğan Çınar devam ediyor: En
sevdiği müridinin attığı taş ile
Hakka yürüyen Mananalisli Pir
Silvanus, Alevilerin ünlü mürşidi
ve Alevi sözlü geleneğinin kurucusu ve büyük ustası Pir Sultan
Abdaldır. (Aleviliğin Kökleri, s.
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 5 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
142-143)
Çınarın, Silvanusun asıl adı olan
Constantinei okurlardan nasıl gizlediğini aşağıda göreceğiz.
Paulikienlerin Cem Evi
İn an allegory, when adressing us
they refer to their own assemblies
as the Catholic Church, but among
themselves they refer to them as
oratories. (proseuchai) (Janet Hamilton, aynı yapıt, s. 95)
Burada söylenen ne: Paulikienler,
Katolik kilisesine gittiklerini söyleseler de bu bir kandırmacadır.
Aslında proseuchai dedikleri küçük
mabetlere gitmektedirler. Sayın
Çınar, bu terimi cem evi olarak tercüme etmekte bir sakınca görmemektedir. (Bakınız, Aleviliğin
Kökleri, s. 137; Kayıp Bir Alevi
Efsanesi, s. 144)
Paulikienlerin Katolik kilisesine
gitmemesi gayet doğaldır, çünkü
onlar Paulikiendir.
KİLİSELER BİR HAMLEDE
ALEVİ OCAKLARINA NASIL
ÇEVİRİLİR?
Anathema to those who say that
there are six Paulician Churches,
Macedon, which is a kastron of Colonea called Cibossa, which Constantine/Silvanus taught and Symeon/Titus; Achea, which is Mananalis, a village is Samosata, which
Genesius/Timothy taught; the
church of the Philippians, taught
by Joseph/Epaphroditus; the churc
of the Laodiceans, that is the
people of Mopsuestia; the church
of the Ephesians, who are the
Cynochoritae; these there Churchs
were, they say, seduced by
Sergius/Tychicus.
Başka bir metin:
They say that there are six
Churches in their confession; the
Church of Macedonia, Which is
kastron of Colonea; Cibossa, which
was instructed by Constantine/
Silvanus and Symenon/Titus; Achea, which is a village of Samosata; Mananalis, Which was instructed by Gegnesius/Timothy; the
Church of the Philippians, by which they mean the disciples of Joseph/Epaphroditus and Zacharias
whom they call the hireling shephered; the Church of Laodiceans,
by which they mean the people of
Argaoun, and that of the Colossians, meaning the Cynochorites.
These three Churches were, they
say, instructed by Sergius/Tychius.
(s.94)
Bu paragraflarda dile getirilenler
şunlar:
Altı kilise var.
1- Makedon Kilisesi: Constantine/
Silvanus ve Symeon/Titus tarafından kurulmuş.
2- Achea Kilisesi: Samaosatada
Gegnesius/Timothy tarafından kurulmuş.
3- Phlippians Kilisesi: Joseph/
Epaphroditus tarafından kurulmuş.
4-Laodiceans Kilisesi: Mopsuestia
ya da Argaoun halkının kilisesi ve
Sergius/Tychius tarafından kurulmuş.
5- Efes Kilisesi: Aynı kişi tarafından kurulmuş.
6- Colossians Kilisesi: Aynı kişi
tarafından kurulmuş.
Erdoğan Çınar Bu Metinlerden Şu
Alevi Ocaklarını Çıkarıyor:
Bizans ve Ortodoks Kilisesi arşiv
kayıtlarında altısı Anadoluda bir
tanesi de Balkanlarda olmak üzere
yedi Alevi ocağından bahis olunmaktadır... Tahtacı Sergiusun Hakka yürümesinden sonra, sekiz yüz
kırklı yıllarda Anadoluda altı büyük Alevi ocağının varlığını tespit
edebiliyoruz...
1- Mananakian Ocağı: Çınara göre
bu ocağın kurucusu, yedinci yüzyılda Mananalisten Sivasa giderek
Banaza yerleşen Pir Silvanus. Ocağın iki kolu var. Biri Banazda
biri de Pülümürün Haculiye köyünde.
Şu bizim Hacılı köyü, Haculiye
olmuş. Erdoğan Çınarın Hacı sözcüğü alerjisinden mi acaba? (Aşağıda bu alerjiden söz edilecektir.)
Ocağın adı neden Mananakian?
Ocağın bulunduğu coğrafyanın adı
Mananalis de ondan. Mananalis
neresi? Kaynak olarak kullandığı
Bilge Umarın kitabına göre Tercan
ile Kiğı arasında, Tuzla Suyu güney yanında uzanan bölgenin Bizans çağında kullanılan adı. Kökenini, öz biçimini, anlamını saptayamadım. (Bilge Umar, Türkiyedeki
Tarihsel Adlar, s. 541). Sayın Umar, sözcüğün anlamını saptayamamış ama Sayın Çınar saptamış:
Mananakian Ocağı adından da
kolayca anlaşılacağı üzere Ma/Kadın Anaya atfedilmişti. (Aleviliğin
Kökleri, s. 150). Oysa Ma sözcüğünün anlamını saptayan Bilge Umar.
Ne diyelim, çırak ustayı geçer derler! Bizim Malatyanın ması da
Kadın Anayla mı ilgili acaba? Yok
canım, Malatyanın eski adı Melitene.Çınara göre bu ocak mensupları Ortodoks kilisesinin ve Bizanslıların baskısı nedeniyle Mananakian değil, Makedonian adını
kullanıyordu. Böylece küçük bir
değişiklikle tüm baskılardan kurtulmuş oluyorlardı. Bu sebeple Pir
Silvanusun Yıldız Dağında kurduğu ocak Bizans kayıtlarına ve Or-
todoks metinlerine Makedonya Ocağı olarak geçti. (Aleviliğin Kökleri, s. 140-141)Baskıdan kurtulan
Paulikienler mi yoksa kaynakların
baskısından kurtulmak isteyen bir
Erdoğan Çınar mı söz konusu?
2- Achean Ocağı:
Ortodoks kaynaklarında bu Alevi
ocağının Timothy tarafından Mananaliste Samosatanın (ŞimşatkalePalu) bir köyünde kurulduğu ifade
edilmiştir... Ağuçen Ocağının dedeleri Ocağın merkezinin ElazığPalu arasındaki Sün Köyü olduğunu söylemektedirler ki verdikleri
bu coğrafi aidiyet bilgisi Bizans
kayıtlarındaki Achean Ocağının
merkezi ile bire bir örtüşmektedir.
Achean ocağının bugüne ulaşabilen
bir başka kolu da Kurachean (Kureyşan) ocağıdır. Palunun Seydili
köyündeki Seyit Sabu ocağı, Acean
ocağının bugüne ulaşmış bir başka
koludur. Aynı şekilde Acheanlardan koparak zaman içinde ayrı ocaklar halinde örgütlenen Derviş
Cemal, Baba Mansur, Şah İbrahimli ve Şah Ahmetli Alevi ocakları da
bu ocağın ardıllarıdır. AcheanAğuçan ocağı ve bu ocaktan kopan
ocak mensupları Palu, Elazığ, Tunceli ve Mazgirt köylerinde, kendi
ana yurtlarında, halen yaşamaya
devam ediyorlar. (Aleviliğin Kökleri, s. 151)
Acheadaki kilise oldu Ağuçen ocağı! Acheanın sonuna n harfi birdenbire ekleniverdi. Kilisenin (pardon
ocağın) kurucusu Genesius. Bu kurucu Timothy adını alıyor. Neden
alıyor bu adı? Timothy, Hıristiyanlığın büyük kurucusu ve yayıcısı St Paulün müridi de onun için.
Avuçan ocağının kurucusu, St Paule ne kadar hayran! Avuçan ocağının hangi kurucusu acaba? Köse
Seyyid mi, Mir Seyyid mi, Seyyid
Mençek mi, Koca Seyyid mi?
(Not: Çınar, bir çırpıda bir sürü ocak adı sayıyor, Derviş Cemal, Baba Mansur, Şah İbrahimli, Şah Ahmetli ocaklarını bir çuvala dolduruyor. Aşağıda, birinci kitabında
dile getirdiği dede ocaklarına da
değineceğim. Ayrıca, Sün köyü
Elazığ ile Palu arasında değil.
Coğrafyayı değiştirmeye gücümüz
yetmez.)
3- Epaphroditus Ocağı: Çınara göre bu kiliseyi (pardon, ocağı) Epaphroditus kurmuş.
Pek çok defa güvenlik nedeniyle
yer değiştiren bu kurucunun son
durağı Orta Toroslarda, bugünkü
Abdal Musa ocağının yakınlarında,
Antalyanın kuzeyinde, Burdurun
Bucak ilçesi Ürkütlü beldesindeki
Komama antik kenti oldu. Bu ocak
günümüzde Abdal Musa ocağı ola-
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 6 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
rak biliniyor. (Aleviliğin Kökleri,
s. 151-152)
Erdoğan Çınarın kaynak olarak
kullandığını söylediği Bizans ve
Ortodoks Kilisesi kayıtlarındaki
Epaphroditus kim acaba? Asıl adı
Joseph olan bu kişi, kendisine Epaphroditus adını seçiyor. Neden bu
adı seçiyor: St. Paulün Colessanlara yazdığı mektuplarda kardeşim
dediği kişi Epaphroditus. Bizim
Epaphroditus, yani Joseph, Pisidiadaki Antiocha gidiyor ve Philippi
kilisesini kuruyor. (Peter Of Sicilynin notlarından:... but Joseph escape and run off as a fugitive towards
Phrygia, and leaving there, he settled in Antioch in Pisidia. (Janet
Hamilton, s.82, Kilise kurmasıyla
ilgili bilgi için bak, aynı yapıt,
s.18: Epaphroditus escaped arrest
and went to Antioch in Pisidia in
Central Anatolia, which had been
evangelized by St Paul. There he
founded the Paulicien Church of
Philippi.)
Kiliseye bu adı vermesinin nedeni,
St Paulün Epaphroditusunun da
aynı adlı kilisenin üyesi olması.
Yani, hem Josephin aldığı ad, hem
de kurduğu kiliseye verdiği ad, St
Paul ekolünün ad vurma geleneğinden. Çınar, kilisenin (pardon, ocağın) adını neden Philippi değil de
Epaphroditus olarak sunuyor, anlamak güç.
Bir dakika, Pisidiadaki Antioch
neresi? Çınarın kaynak olarak kullandığı (ama kaynak olarak göstermediği) Bilge Umarın tespitine göre bugünkü Yalvaçın atası. (Bilge
Umar, aynı yapıt, s. 78) Erdoğan
Çınar, kilisenin (pardon, ocağın)
yerini Burdurun Ürkütlü beldesindeki Komama olarak sunuyor.
Çınar bunu neden yapıyor? Çünkü
ona ma hecesi içeren yer adları gerek. Komama, Kutlu Ananın Halkı
demek. (Bilge Umar, aynı yapıt, s.
458)
Erdoğan Çınarın kaygısı belki de
Yalvaçın St Paulü hatırlatmasını
önlemek. Çünkü, St Paulün ilk yolculuğunda uğradığı yerlerden biri
Yalvaç. Hıristiyanlık tarihinde en
önemli yerlerden biri.
4- Laodikian Ocağı: Çınara göre
kurucusu Tahtacı Sergius. Bu kişi
taliplerini Arguvana çağırmış, çağırıya uyanlar Laodikianlar olduğu
için ocak bu adı almış. Ocağın merkezi de çok ilginç: Arguvan. Achean ocağından Sergiusun daveti
üzerine yurtlarını terk ederek Arguvana yerleşen Acheanların merkezi Arguvanın Merzirme köyüdür.
Acheanların bu kolu günümüzde
Şah İbrahimliler olarak bilinmektedir. (Aleviliğin Kökleri, s. 152)
Ne diyelim! Bizim Dede Garkınlı
Şeyh İbrahim Veli ve talipleri meğer Avuçanlıymış. Şeyh İbrahim de
herhalde Tahtacı Sergiusun halifelerinden birisidir! Zaten söylemlerinde ve gülbanklarında Sergius adı
bolca geçiyor! Şeyh İbrahimin musahibi Ali Seydi kim acaba? Ona da
Grekçe bir ad bulmak gerek! (Merzirme, Arguvana değil, Hekimhana
bağlı. Samimiyetimle söylüyorum,
Çınarın bu hatası mazur görülebilir. Sadece bilgi olsun diye belirtiyorum.)
Ocağın kurucusu Sergius, kendisine Tychicus adını seçiyor. Tychicus, St Paulün risalesinde Lordun
sadık müridi olarak anılan kişi.
Sergius, Galatiada (Ankara yöresi)
doğmuş bir Grek. Bu bölgedeki çalışmalarından sonra Niksar yakınındaki Cynochoriona gidiyor ve
burada Laodicea kilisesini kuruyor.
Burada çıkan olaylar sonunda Sergius ve müritleri Arguvana giderek
Astatoilere katılıyor. 5- Efes Ocağı: Çınara göre Kurucusu Sergius.
Bizim Tahtacı Sergius! Ocağın
merkezi İzmirin Narlıdere kasabası. Bu ocağın bir başka kolu Emirbeyli olarak biliniyor. Çınarın daha önceki kitabında Timurbeyli olan ocak, son kitabında bu kez
Emirbeyli olmuş. Hacı Emirli ocağını kastediyor herhalde. Ocağın
kurucusu İbrahim Sani. Ne yapsın
sayın Çınar, Hacı adını kullansa olmuyor, İbrahim ve Sani adlarını da
kullanamıyor. En iyisi, Arapçayı
çağrıştırmayan Timurbeyli ve
Emirbeyli adlarını kullanmak. Gerçekten de zor bir durum. Çınarın
yerinde olmak istemezdim. (Sayın
Çınar da asimile olmuş Alevi yazarlar ve yöneticiler gibi hacı terimini Kâbeyi ziyaret etmiş kişi olarak mı anlıyor acaba? İngilizce
sözlükle Türkçe metni açıklamak
gibi bir şey bu.)
Efes, St Paulün yaşamında önemli
bir yere sahip.
6- Niksar Ocağı: Çınara göre kurucusu Sergius. Bizim Tahtacı Sergius! Mürşidi ise Baba İlyas. Danişmendliler on birinci yüzyılda
burada bir devlet-dergâh kurmuş.
(Aleviliğin Kökleri, s. 153-154)
İyi de, bir kişi nasıl üç ocak kuruyor? Kilise kursa anlayacağız. Alevilikte bir eren yalnızca bir dede
ocağı kurar ve o ocak, kurucusunun
adıyla anılır. Sayın Çınar, dede ocağını bir bina ya da tekke mi sanıyor yoksa? Dede ocağı, bir dede
grubuyla, o dede grubunun taliplerinin toplamı olan sosyal yapıya
verilen addır.
7- Dimetoka Ocağı: Çınara göre
zorunlu göç nedeniyle Anadoludan
Balkanlara taşınan Alevi toplulukların mürşit ocağı olarak on birinci yüzyılda ortaya çıkmış. Ocağın
merkezi Dimetoka. Çınarın kastettiği, Hacı Bektaş ocağına bağlı olan Kızıldeli ocağı herhalde. Yalnız, sayın Çınar, bu ocak kurucusunun adını vermeyi unutmuş. St
Paulün hangi adamı kurdu acaba
Kızıldeli ocağını?
Peki, Çınarın Alevi Ocağı Kurdurduğu Bu Kişiler
Kendilerine Hangi Adları Seçiyorlar?
Ya da Ocak Kurucularının Tümü St
Paul Hayranı!
Symeon/ Titus: İmparatorluk görevlisi Peter of Sicily, Symeonun
kendisine iyi bir ad seçerek Titus
adını aldığını belirtiyor ve şöyle
diyor: Ona Titus demeyeceğim,
Ketos diyeceğim. Çünkü Titus, St.
Paulün Creteye atadığı piskopos.
Ketos ne, balina. Denizlerde hırsız
gibi pusuya yatan balina.
Erdoğan Çınar, Peter of Sicilynin
bu notunu kitabına almış, ancak, St
Paul bölümünü... ile geçiştirerek
paragrafı şöyle tercüme etmiş:
Ben ona Titus değil Kelos (Balina)
diyeceğim. Ne de olsa kendisi
denizin derinliklerinde saklanan
balina gibiydi... Bazen denizciler
ne olduğunun farkına varamaz ve
(ada büyüklüğündeki) balinanın
üzerine kanca atıp gemilerini bağlarlar. (Kayıp Bir Alevi Efsanesi, s.
163)
Çınarın çevirdiği paragrafı aynen
verelim:
I will not call him Titus, for he was
not the imitator of Titus whom Paul
ordained a bishop in Crete, but
Ketos (whale). He was like the
whale of the sea which lurks in the
water.. (Janet Hamilton, aynı yapıt,
s. 79)
Görüldüğü gibi Çınar, Titusun St
Paulün atadığı bir piskopos olduğunu ifade eden bölümü saklıyor,
okura sunmuyor, okurları kandırıyor.
Genesius/Timothy: Timothy, St
Paulün Book of Actine göre St
Paulün müridi. (Timotheus/ Timothy, was a disciple of St Paul, see
Acts 16.1 (Janet Hamilton, aynı
yapıt, s. 80 dipnot)
Joseph/Epaphroditus: Joseph bu
adı niye almış? Hristiyan mitolojisine göre Epaphroditus, St. Paulün
kardeşim, yoldaşım ve askerim
dediği kişi. Erdoğan Çınarın Alevi
Epaphroditusu, St. Paulün misyonerlik yaptığı Pisidyaya gidiyor ve
kilise kuruyor.
Sergius/Tychicus: Sergius bir Grek
ve Galatiadaki (Ankara yöresi)
Taviumun bir köyünde doğmuş.
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 7 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
Adını niye Tyhchicus diye değiştirmiş? Tyhchicus, St. Paulün, Ephistelde tanımladığı gibi, Lordun
aziz ve sadık kardeşi (a beloved
brother and faithful minister in the
Lord EPH. 6.21)
Sergiusun takipçilerine Astatoi deniyor. Bu ad, St. Paulün bizler
evsiz, barksız gezenleriz ifadesi ile
açıklanıyor.
Sergius, St. Paul gibi pastoral mektuplar yazmış.
Constantine/Silvanus (Erdoğan Çınarın Pir Sultanı): Peter of Sicilynin yazdığına göre Constantine,
Mananalisten ayrılarak Cibossaya
gidiyor. Kendisinin, Paulün mektubunda Makedonyaya gönderildiğinden söz edilen sadık müridi olan
havari olduğunu söylüyor. Siz Macedoniansınız. Ben Paulün size
gönderdiği Silvanusum (Janet Hamilton, aynı yapıt, s. 78).
Constantine, (Çınarın Pir Sultanı)
kendisine Silvanus adını seçiyor
ama Bizanslı görevliler ona bu adı
layık görmüyorlar, sahte Silvanus
diyorlar. Also called pseuda-Silvanus (Janet Hamilton, aynı yapıt, s.
101).
Onlar sahte Silvanus diyorlar ama
Çınar, Silvanusun asıl adı olan
Constantinei okurlardan saklıyor,
yazılarında hep Silvanusu kullanıyor. Neden acaba?
Bu isim, 680 yılında Sivasta asılan
Pirin asıl adı değildi. Pir Silvanus
bu ismi Alevi sözlü geleneğinin
başlatıldığı ve kurumlaştırıldığı
Cibossa (Sivas) Alevi ocağını kurduktan sonra aldı... (Kayıp Bir
Alevi Efsanesi, s. 159)
Kısacası: Constantine ve ardılları,
St Paulün müritlerinin adlarını alıyorlar. Kurdukları kiliselere de hep
St Paulün ziyaret ettiği yerlerin
adını veriyorlar. (Later didaskaloi
followed Constantines example
and took the names of Pauls disciples, and also called their churches
after places visited by Paul. J. Hamilton..., aynı yapıt, s.12) Yaşadıkları olaylar da Paul zamanındaki
olaylara benziyor. Eğer Çınarın Pir
Sultan olayı bunlardan biriyse Pir
Sultanı Hıristiyanlığın ilk şehidi
Stephan olarak ele alabiliriz. Ne
diyelim.
Constantine Silvanusun İki Kitabı
Erdoğan Çınar Draconus adında
birinin Suriyede bir süre tutuklu
kaldıktan sonra bir yolunu bularak
kaçtığını, köyüne dönerken yol
üstünde Paluya uğradığını belirttikten sonra Silvanusu, Draconusun
huzuruna çıkarıyor ve niyaz aldırıyor. Yaza kadar bu iki pir uzun
uzun sohbet edip yolun erkânını
derince konuşuyorlar. Draconus
giderken Constantine Silvanusa iki
kitap veriyor. Silvanus bu iki kitabı
önce kalbinin üzerine, sonra dudaklarına götürüyor, ardından ikisini de heybesine koyuyor. Ve mürşidini yol ayrımına kadar uğurluyor. (Kayıp Bir Alevi Efsanesi, s.
150-152)
Çınara göre bu kitaplardan birisi
Kudret (Dynasis). Çınar öteki kitabın adını vermiyor.
Peki, Peter of Sicily bu konuda ne
diyor: Suriyeden dönen bir mahkum Constantinee iki kitap veriyor.
Bunlardan birisi Gospel, öbürü de
Apostle. Sicilynin yazdığını aynen
alalım: This man entertained in his
house for some time a certain deacon, a prisoner who was returning
to his own country from Syria and
came first to Mananalis. All this we
found by careful enquriy. The prisoner was bringing back from Syria
two boks one of the holy Gospel
and the other of the Apostle, which
he presented to Constantine in return for his hospitalıty. (Janet Hamilton, aynı yapıt., s. 76)
Gospel İncil demek. Apostle ise St
Paulün yazdıkları.
Buna göre Suriyeden gelen iki kitap tamamen Hıristiyanlıkla ilgili.
Üstelik Hıristiyanlığın temel metinleri. Bunları Alevi kitapları diye
yutturmaya çalışmaya ne demeli?
Çınarın sözünü ettiği kitap Dynamis Bizans Kilisesinin onuncu
yüzyıla ait lanetleme metinlerinde
geçiyor. Bu bölümde kilise yetkilisi kendisine aykırı görüşlere sahip
olan tüm mezhepleri, şeytana tapanları vb. ile birlikte Paulikienleri
de lanetliyor. O kadar ki, Katolik
Kilisesine aykırı düşünenleri lanetliyor: Anathema to those who dont
think as the Holy Catholic
Apostolic Church thinks. (J.
Hamilton, s, 109)
Peki, Dynamis nedir?
Dynamis, bir gnostik çalışmadır.
Hıristiyanlığın da gnostizmi vardır.
Bizans metinlerini inceleyen ve
yayımlayan araştırmacılara göre
Paulikienlerin geleneğinde herhangi bir gnostik (ya da maniheist)
etkinin izleri yoktur. Gnostik nitelemesine erken anti-heretik Ortodoks kaynaklarda rastlanmaktadır.
(Janet Hamilton, aynı yapıt, s. 8,
109 dipnot)
Peki, Erdoğan Çınar okuduğu orijinal metindeki Apostle ve Gospeli
görmemiş mi? Bunların Hıristiyanlığın temel metinleri olduğunu
bilmiyor mu? Bildiği için mi iki
kitap diye ad vermeden geçiyor?
Okuyucudan saklıyor.
Kaynak:
http://www.alevigundem.com
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 8 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
bu sevdaya
düştük bir kere
e r d o ğ a n
ç ı n a r
Alevi erkanında dede lik yapmanın yol diliyle ifade edersek- cem- cemaat görmenin yada ''görgü sorgu
yürütmenin- iki şartı vardır:
-Ocak soylu olmak yada bir ocaktan
el almış olmak
-Dört kapının sırlarına vakıf olmak
Alevi yolunda büyük bozulma 1930
lu yıllarda başladı, Bozulma 1950 li
yıllarda köyden kente göç süreciyle
birlikte hızlandı. Altmış yetmiş yıl
gibi kısa bir sürede, o muhteşem uygarlık, o kadim erkan adeta yok oldu, göçtü gitti.
Alevi yolundaki bu büyük çöküşün
en büyük nedeni dede olma vasfı taşımayan ocak soylularının erkan kurallarını çiğneyerek dedelik yapmalarıydı. Onlar geldikleri ocakların
saygınlığının ve inanırlığının üzerine basarak etrafa cehalet saçtılar.
Dört kapı disiplininden mahrum dedelik kisvesine bürünmüş,ocak soylular okul görmemiş, bilgisayarla tanışmamış köylü Aleviler üzerinde
oldukça inandırıcıydılar. Ancak zaman içinde köylülükten kurtulan
Aleviler için onların söylemleri anlamlarını yitirdi. Şehir hayatı ve
Alevi toplumunun eğitim seviyesinin yükselmesiyle birlikte bu sözde
dedeler devirlerini tamamlamış oldular.
Şehir hayatı ve yükselen Alevi bilinci ile bu sözde dedelerin miadını
doldu ama Alevilik büyük yaralar al-
masına rağmen tam olarak ortadan
kaldırılamamıştı. Kalan işi tamamlamak için yeni aktörlere ihtiyaç duyuldu.
Ben size yarım kalmış bir cinayetin
yeni faillerini takdim edeyim; Bunlar Alevi yarım aydınlarıdır.
Yarım Aydın Gözüyle Alevi Ocakları:
Alevi ocakları Alevi toplum yaşamının bütün alanlarına müdahale eden,
taliplerinin sosyal yaşamlarını biçimlendiren bir ruhani gücün otoritesi etrafında kenetlenmiş sosyal örgütlenmelerdir.
Alevi ocak sistemi aynı zamanda
bünyesinde kadim sırlar saklayan ve
bu sırları, kendi kurumsal yapısı içinde yetiştirdiği İnsan-ı Kamiller
aracılığı ile sonraki kuşaklara aktaran bir gizem okuludur.
Alevi ocaklarının tarihi, toplumsal
işlevleri ve kurumsal işleyişleri doğru bir perspektifle ortaya konduğunda Alevilikle ilgili pek çok kör nokta
aydınlanacakken. Sözde dedelerin
hurafelerini devir almış Alevi yarım
aydınları tarihin en büyük yalanını
büyük bir pişkinlikle tekrarlıyorlar
Hamza Aksüt Ocak 2009 da yayınlanan Alevi ocaklarını konu alan kitabında şunları yazıyor;
Aleviliğin temel kurumu olan dede
ocaklarının ve onlara bağlı toplulukların tarih içinde izini sürdüğümüz-
de varılan coğrafya Mezopotamyadır. Bu durum gayet doğaldır. Müslümanlık her ne kadar Mekke ve
Medine de ortaya çıkmışsa da Müslüman topluluklar çok kısa bir süre
sonra bu coğrafyayı terk ederek Irak
ve Suriyeye taşınmıştır. Suriye Emevilerin, Irak ise İmam Aliye bağlı
olanların coğrafyası haline gelmiştir
s. 413
Dede ocakları için verilen sonuçlardan biri de ezici çoğunluğun Musa
Kazımcı olmasıdır. (S. 414)
Ocakların çoğunluğunun bu durumda olması için şu yorum yapılabilir.
Altıncı İmam Cafer-i Sadıktan sonra
imamlık konusunda iki gurup ortaya
çıkmıştı. Bunlardan birincisi İmam
Caferin büyük oğlu İsmaili İmam
olarak tanıyanlar ki bunlara İsmaililer dendi. İkinci gurup ise Musa Kazım-ı imam olarak tanıdı ve daha
sonra İmamların on ikincisi Muhammedi Mehdi kabul etti. İşte dede
ocaklarındaki Musa Kazımlılığı bu
bağlamda ele almak gerekir. S.415
Topluluklar etnisitesine göre seyit
guruplarının talibi olmuştur. Türk
talipler Hacı Bektaş, Dede Garkın,
Ağuçan ve Sultan Sahak. Kürt Talipler Baba Mansur Ağuçan, Derviş
Cemal ve Sultan Sahak ocaklarının
talibidir. S. 416
Yakın geçmişte kendisine dede süsü
vermiş cahil takımı da aynen bunları söylüyorlardı..Onlar uzun metinler yazacak kadar okuma yazma bilmediklerinden bunları kağıda dökememişlerdi.
Hamza Aksüt bu hurafeleri olduğu
gibi yazıya geçirmiş. Elinde kanıt
olarak cahil takımından devraldığı
biçare söylemlerden başka hiçbir
veri yok. Onun aktarımlarından şu
sonuç çıkıyor.
-Anadoluda bulunan Alevi ocaklarının tamamı seyit gurupları, yani
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 9 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
Arap soylular tarafından kurulmuşlardır. Bu ocakların kurucuları da
ezici çoğunluğu Musai Kazımın
(745-799) torunlarıdır.
Yani; Pir Sultan Abdal, Battal Gazi,
Baba İlyas, Yunus Emre, Kızıldeli
Sultan, Hacı Bektaş-i Veli, Abdal
Musa, Güvenç Abdal, Kaygusuz Abdal, Baba Tekeli, Nur Halife, Hubyar Sultan, Cemal Abdal, Kalender
Çelebi ve diğer Alevi mürşitler
imamların soyundan gelen Arap
asilzadeleriydiler.
Anadoluda ve Balkanlarda iki yüz
elliden fazla Alevi ocağı var. Bu ocak soylularının nüfusu elde net bir
veri olmamasına rağmen milyonları
buluyor olmalıdır. Bu sayı Musai
Kazımın Irak Suriye İran ve Arabistandaki akrabalarının toplam sayısından çok ama çok fazladır.
Akla gelen sorular şunlar;
-Araplar Anadoluda bu kadar çok
sa-yıda akrabalarının bulunduğunun
ve bu akrabalarının yüzyıllar boyunca Anadoluya ışık saçtıklarının
neden farkında bile değiller.
-Musai Kazımın elli dört yıl sürmüş
yaşamı boyunca Anadoluya hiç uğramadığı biliniyor,. O halde onun
Anadoludaki bu geniş akraba topluluğu nasıl ortaya çıktı. (Hamza Aksütün bu konuda bir açıklaması
yok.)
Benim aklıma iki ihtimal geliyor.
Birinci ihtimal;
Onuncu yüzyıldan başlayarak Anadoluya büyük bir Arap göçü yaşandı. (Herhalde tarih yazıcılarının dalgınlığına geldi, bu büyük göçü yazmayı unuttular) Göç edenlerin
büyük çoğ-unluğu Musai Kazımın
torunlarıydılar. Bunlar Anadoluya
yerleştikten sonra kendi dilleri
Arapçayı bir ke-nara bırakarak
Bağlama çalıp, Türk-çe nefesler
söyleyip, Kürtçe sohbetler etmeye
başladılar. Ortaya Alevi-lik çıktı
İkinci ihtimal;
Onuncu ve on birinci yüzyıllarda
Asya üzerinden Anadoluya doğru
yola çıkan Türklerin arasından çok
sayıda Türk kadını göç yolları üzerinde Musai Kazımın akrabaları ile
kısa süreli evlilikler yaptılar. Kucaklarında (yada karınlarında) bu evlilikten olan çocuklarla Anadoluya
geldiler. Anadoluda Aleviliğin temellerini atan işte bu çocuklardır.
İçini açıp ta baktığımız zaman komik gelen bu zırvalar ak kağıt üzerinden yarım aydınlar eli ile yeniden
pazarlanılmaya çalışılıyor. Kağıtlar
ve zihinler kirletiliyor.
Esas olan gözlerden kaçırılıyor.
Alevi Ocaklarının Kökleri:
Anadoluda Alevi Ocaklarının tarihi.
Hitit-Luvi çağında Kadın Anaya
(Ma) adanmış dergah devletlerle
başladı.
Bu dergah devletlerde kutsal ayinlerin yapıldığı yere Kadın Ananın evidenilirdi (Ma beth)
Luvi dilinde,
Ma: Kadın ana, Beth, Ev, demektir.
Bu sözcük. (Mabeth) zaman içinde
mabete dönüşmüştür.
Eski çağda Ma bethlerde yaşayan ve
tüm yaşamlarını mabethlere adamış
ruhanilerin, mabethle olan aidiyet
bağını vurgulayan bir isimle adlandırılmış olmaları yadsınamaz bir ihtimaldir..
Alevi ocaklarının köklerini Arap
çöllerine taşımakta mahir olan yarım aydınların sırtlarını dayadıkları,
Ehli beyt sözcüğünün ev ehliyada ev
halkından olan anlamına geldiği
herkesçe bilinir.Ancak o çok tekrarlandığı için herkesçe doğru olarak
kabul edilen çok yaygın ve çok yanlış bilginin aksine bu tanımlama içindeki ev Hz. Alinin evi değildir.
Burada bir gizli anlam vardır. Burada kast edilen ev Kadın Ananın
evidir. Yani Mabethtir.
Bu bir sırdır. Alevi ince yolu içinde
taşıyabilecek olana aktarılan sırr-ı
hakikatlerden yalnızca bir tanesidir.
Bana öyle geliyor ki; Alevi terminolojisi içinde bundan böyle; Ehli beyt
sözcüğü yerine Ehli Mabeth yada
kısaca Ehli Beth sözcüğünü kullanmanın zamanı gelmiştir. Şu yarım
aydınların elinden sevdikleri oyuncaklardan birini daha alma vaktidir.
Alevi yarım aydınları Alevi ocaklarının köklerini Arap çöllerine taşımak için birbirleri ile yarış ededursunlar, Roma İmparatorluğunun Senato kararları onları yalanlıyor. Arkeolojik bulgular; Roma İmparatorluğu Senatosunca bu ocaklara kutsallık ve dokunulmazlık statüsü verildiğini ortaya çıkardı. (Kanıt Tokat
müzesi bahçesinde sergilenen mermer kiriş üzerindeki yazı)
Alevi yarım aydınlarını yalanlayanlardan biri de Strabon; Eski çağın
ünlü gezgini ve coğrafyacısı Strabon
Hacı Bektaşi Veli Ocağının iki bin
yıl öncesinden kaydını tutmuş. Strabon bu kadim dergahın birinci yüzyılda üç bin yatılı dervişi olduğunu
ve yılda yüz talantonluk gelir sağlayan geniş arazileri bulunduğunu
zikrediyor. (Strabon, Geographika
XII.2)
Charles Texier benzer bir tespitle
Battal Gazi ocağının geçmişinin
eski çağa dayandığını güvenilir verilerle açıklıyor. (Charles Texier- Asia
Mi-nor)
A.W.Hasluckta Bektaşilik Tetkikleri
adlı çalışmasında aynı görüşleri dile
getiriyor.
İslam coğrafyası içinde yaşamak zorunda kalan Alevi ocakları savunma
güdüsü ile gerçek bilgiyi sır ederek,
düşmanlarını bir nebze olsun savuşturdular.. Alevi ocakları, çaresizlikten geliştirdikleri bu korunma kalkanının içine Musai Kazımı da katarak
ve bu söylemlerini uydurma soy ağaçları ile süsleyerek dışarıya karşı
daha inandırıcı olmaya çalıştılar.
Ancak bunların hiçbirisi gerçek
değildi.
Gerçek değildi çünkü; Musai Kazımın ne kendisi, ne öncelleri ne de
ardılları bırakın Aleviliğin kurucu
mürşitleri olmayı Aleviliğin Aslından bile haberdar değillerdi.
İşte Alevilik denince ilk akla gelenler
-Ayin-i Cem
-On iki hizmetli
-Kırklar meclisi
-Varlığın birliği
-Semah
-Nefes, bağlama
-Dört kapı kırk makam
-Alevi ocak sistemi ve dedelik kurumu
-Dem alma
-Musahiplik
-Düşkünlük
Hz. Alinin tüm yaşamı boyunca verdiği hutbeleri, emirleri, mektupları,
hikmet ve vecizeleri (Necül Belaga)
ve kendi yazdığı divanı ortada Hz.
Alinin eserlerinde yukarıda zikredilenlerden hangisinin iğne ucu kadar
izi var.?
Hz. Alinin yazdıklarında ve söylediklerinde Aleviliğin izi bile yok ta
diğer on bir İmamın eserlerinde var
mı?
Onlarda da yok tabii
On iki imamların dudaklarından,
Alevilikle ilgili olabilecek en küçük
bir söz bile dökülmemişse, yazdıklarında da zerre kadar Alevilik yoksa
ve İslamiyetin bu ünlü şahsiyetleri
yaşamlarını da birer Alevi gibi sürdürmemişlerse, onları nasıl Alevi
yolunun kurucu mürşitleri olarak
ka-bul edeceğiz. Bu kabulümüzü
hangi akademik ve bilimsel verilere
dayandıracağız.
Hal böyleyken cahil takımından devir alınmış, mantık ve izan süzgecinden geçirilmemiş, paralel kanıtları bulunmayan hurafelere nasıl itibar edeceğiz.
Aydın olmanın ilk şartı şüphe etmek
değil midir?
Esas Üzerinden Tartışma Daveti;
Alevi ocaklarının on iki imamlara
bağlanabilmesi için öncelikle Alevi-
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 10 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
liğin İslamın içinde olduğunun kanıtlanması kaçınılmaz bir gerekliliktir.
Eskinin yalanlarına terzilik edenler
Meydana çıksınlar.Aleviliğin İslamın içine nasıl sığdığını İslamın da
Aleviliği kendi bünyesine nasıl kabul ettiğini Alevi kamuoyu önünde
tartışalım.
Alevilik İslamın içindeyse zaten benim yazdıklarımın tamamın yalanyanlış şeyler olduğu, üzerinde konuşulmaya bile değer olmadıkları ortaya çıkacaktır. Bu durumda, yalan
yanlış şeyleri tartışarak, kendimizi
ve kamuoyunu meşgul etmeden kısa
yoldan aydınlanmış ve doğrulara
kavuşmuş oluruz. Benim yazdıklarımın detaylarını tartışmaya gerek
bile kalmaz.
Eğer Alevilik, benim iddia ettiğim
gibi bir başka bünyenin içine sığdırılamayacak kadar ulu bir yol ise.
Edep, erkan ile yapılacak tartışmadan böyle bir sonuç çıkarsa; O zaman benim yazdıklarım üzerinden
tartışmamıza ve arayışımıza devam
ederiz.
Ben bu daveti önceki makalemde de
yaptım
Hamza Aksütün davete cevabı şu oldu;
Ben, Aleviler İslam içidir ya da İslam dışıdır gibi anlamsız ve karşıtlarımızın kurduğu tartışma tuzağına
düşmem.
Şu yanıta bakar mısınız?
Tüm Alevi ocaklarını hiçbir kanıt ve
belge göstermeden ucuz bir senaryo
eşliğinde kendi köklerinden koparıp
Arap çöllerine taşıyan sen; zaten bu
tartışmanın keskin bir tarafı olmuş
olmadın mı?
Sen tartışmaya göbekten müdahil
değil misin?.
Kamuoyuna sunduğun bir çalışma
var. Diyorsun ki Alevi ocakları Musai Kazıma bağlıdır. Ben de diyorum
ki bunu öne sürebilmek için önce
Aleviliğin İslamın içinde olduğunu
kanıtlayabilmen gerekir
İşte meydan. Gel ve kanıtla.
Kanıtlayamazsın, sen de kanıtlayamazsın kimseler de kanıtlayamaz.
Çünkü Alevilik sizlerin biçtiği o elbisenin içine sığmayacak kadar kadimdir ve uludur.
Çünkü cebinizdeki bir avuç çöl kumu ile bu görkemli uygarlığın üzerini kapatamazsınız.
Aleviliğin Tanımı
Hamza Aksüt; Ben, Aleviler İslam
içidir ya da İslam dışıdır gibi anlamsız ve karşıtlarımızın kurduğu tartışma tuzağına düşmem. diyor ve hemen ekliyor,
Alevilik Aleviliktir
Bir öğrenci zorlandığı soru karşısın-
da kalkıp sınıfta öğretmenine
Ben deniz suyu tuzlu mudur değil
midir tartışmam. Deniz denizdir yanıtını verse, yada
Ben Amerika ne zaman keşfedildi
tartışmasına girmem Amerika, Amerikadır tarzında cevaplarla öğretmenini oyalamaya kalksa, kırık not almaktan kurtulamazdı.
Hamza Aksütün notunu siz verin.
Hamza Aksütün notunu siz verin
ama müsaade edin bu cümlenin içinde barındırdığı sinsi tuzağı ben açıklayayım
Bugün Alevi yolu kaybolmuş, erkanı dağılmış, ocaklar yıkılmış. Tarumar olmuşuz. Geçmişimiz çalınmış,
toplumsal belleğimiz silinip gitmiş.
Aleviliği eritip ortadan kaldırmak
isteyenler, kendi benliğimize kavuşmamızı, hafızamızı tazelememizi,
yitirdiklerimizi tekrar bulmamızı asla istemiyorlar. Onlar Aleviliğin bugünkü fotoğrafını çekip bu görüntüyü Aleviliğin kendisi imiş gibi kitlelere kabul ettirmeye çalışıyorlar.
-Alevilik, Aleviliktir.
Karıştırmayın, araştırmayın diyorlar.
Onlar bu kaba tanımla yetinmemizi
isteseler de biz kendi aslımızı geçmişimizi ve varlık sebebimizi demirin üstünde karınca izi arar gibi arayacağız.
Çünkü bu sevdaya düştük bir kere.
Yalan Dükkanı:
Bir başka yarım aydın çıkmış benim
Aleviliği Orta Asyaya bağlama çabasında olduğumu yazmış.
Bunun cevabını son kitabımdan bir
alıntı ile vermek istiyorum;
Bu toprakların kesintisiz, tutkulu ve
uzun soluklu macerası bir film şeridi gibi gözlerimizin önüne seriliyor.
Destan tadında bir serüvenle, yazılmamış bir tarihle başbaşa kalıyoruz.
Halkalar birbirine eklendikçe anlıyoruz ki; Luviler, bu toprakların en
sessiz ve en derin uygarlığını yaratanlar, bu coğrafyanın en eski yerlileri ve asıl sahipleri, bu topraklarda
her zaman var oldular ve hâlâ aramızdalar.
Bugünün Alevileri var olmak, varlıklarını sürdürebilmek uğruna toplumsal hafızalarından vazgeçmiş
görünseler de, ya da belleklerinin
bir bölümünü hakikaten yitirmiş
olsalar da gerçek o ki; bu toprakların
en eski yerleşik halkı Luviler,
Truvayı Yunan yağmasına karşı savunan kadın ve erkek savaşçılar,
Truvalılara yardıma koşan Karyalılar, Likyalılar, Pisidyalılar, Anadolu
dergâh-devletlerinin yeminli vatandaşları, Çankırı Konsilinin lanetlediği, ör-gütlü kadınlar, aynı örgütlenmenin ardılları, aynı sevdanın
tutkunları, Karacahöyükdeki kadın
dervişler, Malya Ovasının mağlupları, Alevi
nizamının son büyük kurucusu Abdal Musa ve daha niceleri unutulmaya yüz tutmuş görkemli bir tarihin,
kaybolmadan günümüze ulaşabilmiş
parçalarıdırlar.
Aleviliğin on bin yıldan uzun sürmüş tarihi, Anadolunun beşeri tarihi
ile aynı yaştadır. Bu topraklar üzerinde insanlığın varlığı ile birlikte
ortaya çıkıp, çoğala çoğala bugüne
ulaşmış bu zengin kültürel miras
uzun süre Türk-İslam sentezinin
yoksul duvarları arasına hapsedilmeye çalışıldı. Kendilerini dava
adamı olarak niteleyen acemi kurgucular; bu coğrafya da yeşermiş, bin
bir türlü renge ve kokuya sahip eşsiz
güzellikteki çiçeklerin köklerini bazen susuz Arap çöllerinde bazen de
çorak Asya bozkırlarında aradılar.
Arkeoloji, antropoloji ve genetik bilimlerinde ulaşılan bilgilerle, hayal
mahsulü göç masalları ve hamasi etnisite tiradları büyük ve ani bir çöküşle gözden düştüler. Artık biliyoruz ki etnik ve inanç köklerimiz de,
zengin kültür mirasımızın beslendiği asıl kaynaklar da bu topraklardadır. Ruhumuzu sarhoş eden en keskin ve en yoğun kokular, bu muhteşem ra-yiha, kendi bahçemizden
geliyor. Gözlerimizi kamaştıran,
etrafımızı sarmalayan, bizleri aklımızdan eden, eşsiz renk çeşitliliği;
ışığını bu gök-yüzünden aldı.
(Aleviliğin Kökler s.182)
Bir yalan dükkanı açmışsınız. İçinde
ne ararsan var.
Aldığınız yalan
Sattığınız yalan
Tarttığınız yalan
Bu yalan dükkanında iftira da var,
haksız ve mesnetsiz isnat da var.
Ne yok bu dükkanda derseniz; Bu
dükkanda önce insaf yok.
Bu dükkanda Gerçekler yok
Halbuki Alevilik dediğin Gerçeklerin demi dir 23.Şubat.2009-İstanbul
İlgilisine not: Bizans tarihinde Silvanus, Carbeas ve Chrysocheir adları ile anılan Pavlikan önderlerinin,
Alevi erkanı içinde, Pir Sultan Abdal, Hüseyin Gazi Ve Battal Gazi isimleri ile varlıklarını sürdürdüklerine dair geniş makalemi yakında
okurlar ile paylaşacağım.
Kaynak:
http://www.alevigundem.com
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 11 - yayı n t ari hi - haz ir an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
"mu rahipleri"
(a)luvi miydi?
Ü n s a l
Din kitapları var. Kuran'ı referans,
Muhammed'i de "ışık" olarak almıyorsun.
Bir kişi yazdığı yazılarda ve kitaplarda aynı konuda birbirini destekleyen, besleyen görüşler ileri sürer.
Eğer zaman içinde görüşü değişirse,
ki bu çok normaldir, özeleştiri yapar, yeni görüşünü söyler.
Bir kişi, örneğin Erdoğan Çınar aynı
konuda birbirine zıt beş ayrı şey
söylüyorsa, eleştirilere de karşı çıkarak para pul, kitap tanıtımı gibi
konularda dedikodu yapıyorsa, o kişide, bir problem var demektir.
Biz kaynakları tahrif eden, olmamışı
olmuş gibi anlatan, inceden inceye
din propagandası yapan bir kişinin
yüzünü açığa çıkartıyoruz. Bu tartışmayı isteyen de ben değilim, o istedi.
Okurdan da ricam var. Konuyu direkt, doğrudan anlatmaya çalışıyorum. Doğru anlaşılmalıdır. Hedefe,
doğruya kilitlenme, anlatılanı anlatıldığı gibi alma, sadece tartışılan
konulara odaklanma temel kuraldır.
Örneğin "İsmaili" dendiği zaman ne
anlıyorsunuz? Aynı şekilde "Musa
Kazımlı" dendiği zaman ne anlıyorsunuz? Erdoğan Çınar, Hamza Aksüt'ün kitabından alıntı yapıyor,
"Musa Kazımlı" sözünü "Musa Kazımcı" diye anlayıp yazıyor. Önündeki kitaptan aldığı alıntıda bile tahrifat yapan bir kişiye ne denir?
İsmaili dendiği zaman övgüler düzüyorsun da, Musa Kazımlı dendiği
zaman neden tüylerin diken diken
oluyor?
Din kitapları var. Kuran'ı referans,
Muhammed'ide "ışık" olarak almıyorsun. Bence de almamak gerekir.
Ancak neden Tevrat'ı, İncil'i referans, İsa'yı da "ışık" olarak alıyorsun? Tevrat'taki "çeviri yanlışları"
ile bile ilgileniyorsun. Bu, nasıl oluyor? Karşı isen hepsine karşı ol, alıyorsan hepsinden al. Sen değil misin
Aleviliğin dinlerin asıl kaynağı, dinlerin serçeşmesi olduğunu söyleyen?
Kitaplar arasında tercih mi yapmamız gerekiyor?
Okurdan bir ricam var. Erdoğan Çınar'dan alınan alıntıları birlikte ele
alalım, birlikte değerlendirelim. Bir
sonuca varalım.
Ö z t ü r k
DEVRİMCİLER BU
S O R U L A R I N C E VA B I N I
VERECEKTİR
Alevilerin gençliği devrimcidir. 68
ve 78 kuşakları, sadece topraklarımızda yaşayan insanların değil, dünyanın bütün ezilen halklarının ve işçilerinin kurtuluşu için, yaşanabilir
bir dünya ve komünist bir toplum için gençliğini, canını feda eden özverili, dürüst, kitlelerdi. İşkencelerde
yiğitçe direnen, baskınlarda canlarını veren, idam sehpalarını tekmeleyerek giden, cezaevlerinde doğru
dürüst yatan insanlığın yüz aklarıdır
onlar. Bugün o kuşakların ardılı, arayış içinde olan, kendisini ifade etmeye çalışan milyonlarca diyebileceğimiz devrimci bir yapı var. Bu
yapı şimdi Alevilikle ilgileniyor. Zihinlerini yapılandırmaya çalışıyor.
Devrimciler açısından Alevilikle ilgilenmek, bence, tek tanrılı olsun,
çok tanrılı olsun bütün din ve inançlara eleştirel bir gözle bakmak demektir.
Devrimciler dinlere ve dincilere karşıdır. İslam'ın içinde yaşadıkları için
özellikle İslam'a tepkilidirler. Ali'ye,
Muhammed'e, Kuran'a duyulan tepkiden yararlanmaya çalışanlar var.
Erdoğan Çınar yazdığı kitaplarda
Kuran'dan hiç alıntı almıyor, ancak
Tevrat ve İncil övgüyle anlatılıyor.
İsa coşkuyla anlatılıyor. Bu bir tuzaktır. Bu tuzağın devrimciler tarafından fark edilmesi gerekiyor. Kuran ile Tevrat ve İncil arasında nasıl
bir fark var da sadece Tevrat ve İncil'i incelemekle yetineceğiz!
Erdoğan Çınar ayrıca Alevilere Aleviliğin Güneş'e bağlı olduğunu anlatıyor. Arş'taki kandilin Güneş olduğunu söylüyor. "Güneş İmparatorluğu"nu ise Mu diye anlatıyor. Devrimcilere Mu masalını anlatmak zordur. Güya Mu, Atlantis ve Uygur
İmparatorluklarında imiş. Sonra birdenbire, aniden ilk insanı Anadolu'da ortaya çıkarmaz mı! Sonra bütün bu görüşlerden de vazgeçti. Erdoğan Çınar'a göre Mu uygarlığı
Aluvi uygarlığı oldu, A harfi düştü
kaldı mı Luvi? Luvi oldu mu Alevi,
hem de Kadın Ana toplumu...
Deyişlerde Kandil gördüğü yerlere
Güneş yazdı. (Kilise gördüğü yerlere de Alevi ocağı yazdı.) Oysa Hakk
Erenleri işareti vermişlerdi: Ay Ali'dir, gün Muhammed. Buyurun, buradaki Ali ve Muhammed örtüsünü
kaldıralım bakalım ortaya ne çıkacak?
Devrimciler Erdoğan Çınar'ın Alevi
olduğu ön kabulüyle onun tezlerine
eleştirel bir gözle yaklaşmadı. "Güneş gecesi"nin neyi ifade ettiğini
Erdoğan Çınar'a sormadı.
O halde arkadaşlarla daha açık konuşalım:
Erdoğan Çınar Alevi toplumunun bir
kadın ana toplumu olduğunu söylüyor mu? Söylüyor. Peki, bu kadın ana
toplumu ile ilgili ne söylüyor: "Şimdi Komana kalabalık bir kenttir ve
Armenia'dan gelen halk için önemli
bir ticaret merkezidir. Tanrıça'nın
(Ma/Kadın Ana) 'eksadosu' zamanında festivale katılmak için kentlerden, kasabalardan, her yerden kadınlar ve erkekler hep birlikte burada toplanırlar. Belirli bazı kişiler daha vardır ki bir yemine uyarak daima orada yaşarlar, tanrıça (Ma/ Kadın Ana) onuruna kurbanlar ke-serler." (Erdoğan Çınar, Aleviliğin
Kökleri, s. 58)
Strabon'dan bir alıntı yukarıdaki.
Parantez içindeki (Ma/ Kadın Ana)
Strabon'da yok. Ancak Strabon'da
yukarıdaki alıntının devamında
okuyacaklarınız var:
"Yerli halk lüks içinde yaşar ve toprakları bağlarla doludur; ve çoğu,
kendini tanrıçaya vakfetmiş olan,
vücutlarından kazanç sağlayan kadınlardır. Bu nedenle bir bakıma
kent küçük Korinthos gibidir. Çünkü
orada da Aphrodite için kutsal olan
kurtizanlar çok olduğundan pek çok
yabancı buraya gelerek tatil yapar.
Buraya giden tüccar ve askerler bütün paralarını harcadıklarından bunlar için şu atasözü söylenir: Korinthos'a seyahat etmek her adamın
harcı değildir. İşte benim Komana
hakkında söyleyeceklerim." (Strabon, XII-3-36; Hamza Aksüt'ün Erdoğan Çınar'ın Katakulli Teknikleri
başlıklı yazısından)
Bu alıntıdan ne anlayacağız? Erdoğan Çınar'ın Alevi/Kadın Ana/Ma
toplumu diye yutturmaya çalıştığı
toplumun kadınlarının "vücutlarından kazanç sağlayan kadınlar" olduğunu anlamak çok mu zor? Erdoğan Çınar'ın yalana ve tahrifata
dayalı anlatımlarını anlamak çok mu
zor?
Başka birkaç konu daha: "Kandil geceleri kandil oluruz" (Güneş geceleri güneş oluruz.) (Erdoğan Çınar,
Civiyazıları Yayınları, Aleviliğin
Gizli Tarihi, s. 77);
Bir Kandil'den Bir Kandil'e atıldım"
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 12 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
(Bir Güneşten Bir Güneşe Atıldım.)
(Erdoğan Çınar, Civiyazıları Yayınları, Aleviliğin Gizli Tarihi, s. 79)
1. Türkçede "Güneş gecesi" şeklinde
bir anlatım var mı?
2. Türkçede anlamsız "Güneş gecesi" kavramı yoksa, acaba bu Mu uygarlığının, Luvilerin bir deyimi
midir?
Bir sorum daha olacak arkadaşlara:
Erdoğan Çınar aşağıdaki sözleri ile
ne demek istedi? Yani biz işimizi
gücümüzü bırakacağız da İsa'yı
öğrenmeye, İncil üzerindeki gizlilik
perdesini kaldırmaya mı çalışacağız? Bir yerden kurtulmaya çalışırken diğerinin içine mi düşeceğiz?
Bir de Havarilerin mektupları var…
Acaba planları bozulan Hıristiyanlar
bize kızıyor mu?
3. "Hz. İsa gerek inanç temelleri,
gerek gizliliğe dayalı kurumsal yapıları ile Alevilikle çok büyük benzerlikler gösteren Esenniler'in arasında yetişmiş ve bu tarikat içinde
en üst mertebeye ulaşmış bir 'İşık
oğlu' idi." (Erdoğan Çınar, Aleviliğin Gizli Tarihi, Kalkedon Yayınları, s. 191)
"İncil bu hali ile üzerindeki gizlilik
perdesi kaldırılarak okunduğunda
karşımıza her dönemde, her dinin
saklısında var olmuş Alevi (Işık) inanışı çıkar." (Erdoğan Çınar, Aleviliğin Gizli Tarihi, Kalkedon Yayınları, s. 192)
"Yeni Ahit olarak bilinen dört İncil'de (Matta, Markos, Luka, Yuhanna) ve Havariler'in mektuplarında
Alevi inanışı ile örtüşen pek çok
satır arası vardır. İncil'de göklerin
hakimiyeti'nden çok sık bahsedilir
ki bu bile başlı başına bir Alevi izidir." (Erdoğan Çınar, Aleviliğin
Gizli Tarihi, Kalkedon Yayınları, s.
195)
E RİCH VO N DANİK EN GİB İ
Erdoğan Çınar Erich Von Daniken'e
taş çıkartacak "roman"larında Paulikienleri, Bogomilleri, Katharları
bile Alevi olarak gösterebiliyor.
Gerçekleri alt üst edebiliyor. Gnostik Manici Hıristiyan mezhebini
Alevi olarak gösterebilen bir kafa,
biraz daha geriye gitse, Zerdüştileri,
Sabiileri, Hanifleri de Alevi gösterir.
Zaten Müslümanların dışındaki İbrahimilerin (Yahudi, Hıristiyan) sis
perdesi içinde olduğunu, üzerlerindeki sis perdesinin kaldırılması durumunda Alevilerin ortaya çıkacağını söylüyor. Eski Ahit'i, Yeni Ahit'i,
İsa'yı övmüyor mu?
Burada soruşturulması gereken Ünsal Öztürk'ün düşünceleri değildir;
evrakta sahtecilik yapan, açık tahrifatçı, yalana dayalı anlatımcı, olguları tersyüz eden, Pir Sultan Abdal'ı
16. yüzyıldan alıp 7. yüzyıla götürecek kadar şaşkın, "iyi"-"kötü" anlayışını Alevilik olarak sunacak kadar bilgisiz, bir konuda bir çırpıda
beş ayrı görüş öne sürecek kadar
okuru aptal sanan Erdoğan Çınar'ın
konumunu tartışıyoruz. Kuşkusuz
Aleviler çok büyük bir toplum, milyonlarca nüfusu var. Bu nüfusun
içerisine Sabiilerden de Paulikienlerden de, Manici gruplardan da karışanlar var. Bunu da unutmamak
gerekir.
Yine de Ünsal Öztürk'ün temel düşünce sistematiğini kısaca bir kere
daha tekrarlıyorum: Hakk Erenleri
baki dünyasının malıdır. Baki dünyası ikrar imandır. İkrar, imanın
koynundadır, doğrudur. Hakk Erenlerinin düşünce sistematiklerinde
din ve dincilik yoktur. Özellikle vurgulamak gerekirse, semavi dinler
hiç yoktur. Aleviler bilimle ilgilenmelidirler, din mümkün olduğu kadar hiç konuşulmamalıdır. Bilim ve
gönül birliği Yol'u tarif eder. Aleviler arasında din adına misyonerlik
insanlık adına suçtur. İnsanları birbirine düşüren dindir. Din 72 millet
ve 18 bin âlemin içindedir. Fani
dünyasının malıdır. Kim olursa olsun dini kavramlarla Alevileri bir
yerlere bağlamaya çalışanlara karşı
çıkılmalıdır. Aleviler hiç kimsenin
düşünce ve inanç sistematiğinin sorgulanmadığı laik bir toplumda vatandaşlarla eşit olarak ve karışık olarak yaşamalıdır.
Alevileri en iyi anlatan kavram Yol
kavramıdır. Eskiden Alevilerin İslam'ın içinde mi dışında mı tartışması vardı. Erdoğan Çınar'la birlikte
şimdi gelinen nokta Aleviler Hıristiyanlığın içinde mi dışında mı noktasıdır. Bu tartışmalara ihtiyaç yoktur. Aleviliği semavi dinlerin ezoterik bir mezhebi gibi göstermeye
çalışmak bu Yol'a hakarettir.
Hakk Erenlerinin Yol'unda insanın
çamurdan yaratıldığı anlatılmaz,
kullanılan kavram "doğum"dur, "üç
yüz altmış altı"dır. Üç yüz altmış altı, birdir. Rahmetnur deryasının malıdırlar. Hakk Erenleri "iyi" ve "kötü"yü bilirler ancak Yol iyi kötü dengesine dayanmaz, ayrıdır. Hakk Erenlerinin Yol'unda Hakk vardır, hakikattir ve halkımızın kalbinde bir
noktadır. Hakk Yol'unda cariye, köle
yoktur! İsmi üzerinde Hakk Yol'u,
doğruluk yoludur. Manicilik, Zerdüştilik Yol'u anlatamaz! Sabiilik,
Haniflik de Hakk Erenlerinin Yol'unu anlatamaz. Hakk Erenlerinin
Yol'u gnostik bir akım değildir. Hiç
ilgisi yoktur. Hakk Erenlerinde vücut Hakk'ın evidir, pis yeri yoktur.
Anne rahminde yıkanıp gelmişlerdir, vücutları temizdir (İstemem
taharet yundum
da geldim Hatayi). Hakk Erenlerinin Yol'u 73'
tür. Semavi dinlere hiç karışmadığı gibi onla
rın önceli ve yakını Zerdüştiliğe, Sabiiliğe,
Hanifliğe
hiç
karışmadı. Fani
dünyasını peygamberler anlatıyor.
Allah'ın âdemi çamurdan yaptığını
söylüyor. Aracılar aradan çekilsin,
iddia sahibi çıksın ortaya, kendisi
anlatsın nasıl yapmış!
Tek tanrılı dinlerin atası İbrhim'dir,
dolayısıyla Hakk Yol'u İbrahimiliğe
de hiç karışmamıştır. Hakk Erenlerinin özellikle "İbrahim"le hesaplaşması gerekir. O ve çocukları kritik
eşiktir.
Her insan ve topluluk işleğinden
bellidir. Hakk Erenlerinin Yol'u enced, yani ana yoludur. Ana yolu ise
Naci ve Naciye'nin toplamıdır. Bu
yüzden Hakk-Naci-Naciye diyoruz.
Nurdan gelmişlerdir. Nur Kub-bei
Rahman'dır. Işık Alemi'nde ervah
deryadır. Başınızı kaldırdığınızda
gördüğünüz ışık cisimlerine ışığını
biz veririz. Biz olmazsak ışığı kim
görüp kim söyleyecek! Kudret Kandili görüşü artık kabul görmemektedir. Bütün bu görüşleri Alevilerin
Büyük Sırrı adlı kitapta, 2005'te anlatmaya çalıştım. Erdoğan Çınar'ı da
o kitapta eleştirdim. "Yaratılış" kavramı kullanılarak Hakk Erenlerinin
Yol'unun anlaşılamayacağını söyledim. Hâlâ "yaratılış" deyip duruyor.
Devriyeyi de anlatmıştım. Devriye
anne, baba ve çocuktur. Rahim torbası olmayan yoktur.
ERDO ĞAN ÇI NAR
DÜNYADAKİ İL K İNS ANIN
ANADOL U'DA ORTAYA
ÇIK TI ĞINI İ DDİ A EDİ YOR
BUNL ARI KİM YAZDİ ?
Sık sık görüş değiştiren ancak eleştiri kabul etmeyen Erdoğan Çınar
önce Mu'cuydu. Düşünce sistematiği şöyleydi: Uzay, Mu (Atlantis-Uygurlar), Sümerler (Aşağı Mezopotamya'ya giden Uygurlar)-Luviler
(Asya İçlerinden Anadolu'ya geldiler); Bir ara da Atlantis'in kolonisi
Mısırcı oldu. Önce 10. yüzyılda Orta
Asya'dan getirdiği Türkmenleri inanışlarının bozulmamış kalıpları ile
Anadolu'da karşılaştırırken, sonra
Alevileri Alamut üzerinden Türkmen yaparak Anadolu'ya getirdi.
Tabii ki gelenler mutlaka Luvi olmuştur! Güya Luvi ardılları Paulikienler, Bogomiller, Katharlar ve
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 13 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
Aleviler…
Bunların hepsi de Alevidir, Luvi'dir
ve Işık insanıdır! Bunları bir kişi
anlattı. Bir kişi aynı yerde birden
fazla görüşü okurun önüne koydu.
Doğal olarak Erdoğan Çınar' a "iyi
araştırmacı", "ezberimizi bozdu"
diyenler hasta oldular. Hastalıktan
kurtulmak zordur.
Erdoğan Çınar'ın "Luvi" ezber bozmasını biraz inceleyelim:
a) Nereden (2004 Yılındaki Görüşü)
"Luvilerin kim oldukları bilinmiyor.
Anadolu'ya Asya'dan geldiklerine
dair kesin olmayan izler var." (Erdoğan Çınar, Aleviliğin Gizli Tarihi,
s. 31)
"Anadolu'nun bilinen en eski halkı
Luviler'in de ayak izleri bizi Asya'nın içlerine götürüyor. Bilinmeyen kadim bir tarihte, onlar da Anadolu'ya Asya'nın içlerinden gelmişlerdi." (age., s. 182)
Bunları Erdoğan Çınar yazdı. Luvileri, Aluvileri Orta Asya bozkırlarında aradı. Sonra şunları söyledi:
"Başlangıçta yeryüzünün her tarafında tek bir din hüküm sürüyordu.
Bu din, öze en yakın hali ile onbinlerce yıl Anadolu'da çeşitli kisveler
altında varlığını sürdürdü. Bu dinin
anavatanı Mu, (Güneş) İmparatorluğu idi. Bu İmparatorluğun Atlantis
koloni İmparatorluğu'na bağlı Mısır
alt kolonisinde bu dini en saf hali ile
kurumlaştıran, okullaştıran İdris
Peygamber oldu. İdris Peygamber'in
kurduğu Mısır Okulu'ndan yetişmiş,
aydınlanmış halklar bu inanışı
Alamut üzerinden Türkmen dervişler aracılığı ile bin yıllar süren üzen
bir yolculuğun sonunda Anadolu'ya
ulaştırdılar." (Aleviliğin Gizli Tarihi, Kalkedon Yayınları, s. 213)
b) Nereye (2008 Yılındaki Görüşü)
"Çok parlak, ışıltılı, gizemli ve ses-
siz Luvi uygarlığı bugüne kadar
yeterli düzeyde aydınlığa kavuşturulamamıştır. Bir teze göre Luviler,
Anadolu'ya çok eski bir geçmişte
Asya içlerinden geldiler. Son dönemlerde ortaya atılan ve güçlü dayanakları olan diğer bir görüşe göre
de Luviler insanlığın başlangıcından
beri Anadolu'da yaşıyorlardı. Onlar
Anadolu'da var olmuş ilk insanlardı…" (Erdoğan Çınar, Aleviliğin
Kökleri, s. 50)
"Dil bilimciler, Luvi dilinin sadece
Anadolu'da değil tüm yeryüzünde
konuşulan en eski Hint-Avrupa dili
olduğu konusunda fikir birliği içindeler." (Erdoğan Çınar, Aleviliğin
Kökleri, s. 48)
Bunlar da Erdoğan Çınar'ın yeni
görüşleri.
Görüş değiştirmiş ama özeleştiri
yapma gereği duymamış. O halde
yukarıdaki bütün görüşleri savunmaktadır.
Asya içleri, Luvilerin ayak izleri,
kadim tarih, Mısır kolonisi ne oldu?
Luviler Orta Asya'dan mı geldi,
Anadolu'da mı ortaya çıktı; Mısır'dan mı geldi; Luvi uygarlığı bugüne
kadar yeterli düzeyde aydınlığa çıkarılabildi mi, yoksa son dönemlerde ortaya atılan ve güçlü dayanakları olan tezlere göre Luviler "insanlığın başlangıcından beri Anadolu'da"
mı yaşıyorlardı? "Onlar Anadolu'da
var olmuş ilk insanlar" mıydı? Artık
Erdoğan Çınar'ın bir karar vermesi
gerekiyor. Ki nihayet kararını verdi.
Erdoğan Çınar'ın son kararı şu: "Son
dönemlerde ortaya atılan ve güçlü
dayanakları olan diğer bir görüşe
göre de Luviler insanlığın başlangıcından beri Anadolu'da yaşı-yorlardı. Onlar Anadolu'da var olmuş ilk
insanlardı." (Erdoğan Çınar, Aleviliğin Kökleri, s. 50)
Demek ki Luviler konusundaki "Luvi uygarlığı bugüne kadar yeterli
düzeyde aydınlığa kavuşturulamamıştır" belirsizliği ortadan kalkmıştır. Erdoğan Çınar'a göre Luvi uygarlığı konusunda son dönemlerde
ortaya atılan tezlerin güçlü dayanakları vardır. İnsanlığın başlangıç
yeri Anadolu'dur ve ilk insanlar Luvilerdi! Başka yerlerden, örneğin
Orta Asya'dan, Mısır'dan gelmediler.
Susuz Arap çöllerinden de gelmediler. Hiçbir yerden gelmediler, Anadolu'da ortaya çıktılar! Erdoğan Çınar artık görüş değiştirmemeli!
Orada durmalı! Eğer görüş değiştirirse ki mutlaka değiştirecektir okuru şimdiden uyarıyorum, dikkatli
olun, bunlar hep böyle yapıyorlar.
"EZBER BOZAN"
ERDOĞAN ÇINAR
Erdoğan Çınar'ın son görüşü dünyadaki bilim adamlarının "ezberini
bozacak", onları altüst edecek niteliktedir. Çünkü:
1. Gen araştırmacılarına göre modern insan 200 bin yıl önce Afrika'nın doğusunda, Etiyopya'da ortaya çıkmış ve oradan bütün dünyaya
yayılmıştır. (Bakınız: Hepimizin
Kökeni Afrika, Steve Olson, 2008
Ankara)
2.Erdoğan Çınar'a göre Luviler, yani
ilk insanlar on bin yıldan fazla bir
zaman önce Anadolu'da ortaya çıkmışlardır. Ne kadar büyük bir keşif!
Geriye kalan yüz doksan bin yıl ne
olacak?
Erdoğan Çınar'a göre insanlar dünyaya Anadolu'dan yayılmış. Sadece
Anadolu'da değil tüm yeryüzünde
konuşulan en eski Hint-Avrupa dili
Luvice değil miymiş? Erdoğan Çınar neandertalleri mi anlatıyor acaba!
Dünyada kabul gören bilim adamları modern insan ile neandertal insanın uzun bir zaman birlikte yaşadığını, neandertal insanın günümüzden yirmi sekiz bin yıl önce tarih
sahnesinden çekildiğini söylüyorlar.
Erdoğan Çınar'a göre Luviler Etiyopya'dan gelmemiştir, ilk insan
Anadolu'da ortaya çıkmıştır! Neandertaller de tarih sahnesinden çekildiğine göre başka bir insan türüyle karşı karşıyayız demektir! O halde onlara bir isim vermemiz gerekiyor. Benim önerim "ilk kez Anadolu'da ortaya çıkan insana", Anadolu "aşığı", abartıcının önde gideni
Erdoğan Çınar'ın isim vermesidir.
Erdoğan Çınar bu müthiş buluşunu
tez olarak üniversitelere de sunmalıdır!
YAZDI ĞIN GÖ Ç NE OL DU
ERDO ĞAN ÇI NAR?
"James Churchward tarafından batı
Tibet'te bir manastırda bulunarak
okunan Naakal Yazıtları, Tufan ile
birlikte sular altında kalan Uygur
İmparatorluğu'ndan kurtarılarak Batı Tibet'e taşınmış kutsal belgelerdi.
Sümerliler de büyük bir ihtimalle
Tufan'la birlikte Asya içlerinden kopup, suların önünden kaçarak Asya
içlerinden, Tufan'dan en az etkilenen bir bölgeye, Aşağı Mezopotamya'ya gelerek yerleşmişlerdi." (205
Erdoğan Çınar, Aleviliğin Gizli Tarihi, Çiviyazıları Yayınları, İstanbul
2004, s. 182)
Sadece bu değil, Mısır'dan, hani İdris okulundan başlayan göç ne oldu?
Yukarıdaki alıntıda yer alan görüşü
ve diğer görüşleri hâlâ savunuyor
musun? Erdoğan Çınar şimdilerde,
Luviler ilk insanlardır ve Anado-
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 14 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
lu'da ortaya çıkmışlardır diyor. O
halde, Atlantis'in kolonileri Uygurların, Mısırlıların Luvi olması gerekmiyor mu? Oralarda konuşulan
dilin de Luvice olması gerekmiyor
mu? Acaba Tufan sularından kurtarılarak Batı Tibet'e taşınan Uygur İmparatorluğu'nun Naakal Yazıtları
Luvice miydi? Batı Tibetliler de
Luvi miydi? Erdoğan Çınar bu sorulara "Son dönemlerde ortaya atılan
ve güçlü dayanakları olan" görüş
doğrultusunda "Tartışmasız Luvilerdir!" demelidir. Çünkü ilk insan
Anadolu'da Luvi olarak ortaya çıktı
ya!
O halde göç, Uygur Türklerinin Orta
Asya içlerinden dağılmaları şeklinde değil veya Mısır kolonisinden
değil, Anadolu'dan Orta Asya içlerine, Mısır'a doğru olmalıdır. Yani
Uygurların ve Mısırlıların kökünün
Luvi olması gerekiyor. O halde Alamut'taki Türkmenlerin binlerce yıl
süren Alamut'tan Anadolu'ya taşıdıkları Mu'cu luk ne olacak?
"Dil bilimciler, Luvi dilinin sadece
Anadolu'da değil tüm yeryüzünde
konuşulan en eski Hint-Avrupa dili
olduğu konusunda fikir birliği içindeler"se, Luvilerin Anadolu' dan
tüm yeryüzüne yayıldıkları, gittikleri yerlere de Luviceyi götürdükleri
de söylenmelidir. Luviler Alevi olduğuna göre, bütün yeryüzündeki
insanlar da Alevi'dir.
Erdoğan Çınar'ın düşünce sistematiğinde Tufan olayının kritik bir yeri
var. Tufan olduğunda Erdoğan Çınar'a göre, Atlantis ve Uygur im-paratorlukları sona ermişti ve özellikle
Uygurlar sel sularının önünden kaçmışlardı. Bazı Türkler de kaçmayarak Tufan'dan kurtulmuşlardı. Bazı
Uygurlar Batı Tibet'e Tufan sularının önünden kaçarak Naakal Yazıtlarını götürmüşlerdi. Erdoğan Çı-nar
artık Luvileri Orta Asya içlerinden
ve Mısır'dan getirmiyor. Anadolu'da
ilk insan olarak ortaya çıktıklarını
söylüyor. Peki, Tufan nerede gerçekleşti? Tufan en çok nereyi etkiledi.
Luviler dünyaya nasıl yayıldı?
Peki, Sümerler ne oldu?
"Sümerler… Yeterli kanıt olmamakla birlikte Hazar denizinin ötesinden, Asya'nın içlerinden geldiklerine dair önemli ipuçları vardır. Orta
Asya Türkçesine benzer eklemeli bir
dil kullanıyorlardı.
Sezgilerimize güvenerek şunu söyleyebiliriz: Orta Asya yeryüzünde
Tufan'dan en fazla etkilenen yerlerden biriydi. Anayurtları sular altıda
kaldıktan sonra Sümerliler sellerin
önünden kaçarak Aşağı Mezopotamya'ya gelmişler ve asıl yurtlarından
'Pek çok uzakta olan ev'i ERİDU' yu
kurmuşlardı. Ve muhtemeldir ki inanışlarının kaynağı Tufan ile birlikte
ortadan kalkan Uygur İmparatorluğu
idi." (Erdoğan Çınar, Çiviyazıları
Yayınları, Aleviliğin Gizli Tarihi, s.
184)
Erdoğan Çınar görüşü değiştirdiğine, Luviler Orta Asya'dan ve Mısır'dan gelmediğine, Anadolu'nun ilk
insanları, dünyanın da ilk insanları
olduğuna göre önce Luviler Orta Asya'ya gittiler de orada Uygurları
oluşturdular da sonra oradan Aşağı
Mezopotamya'ya mı indiler? "Asya
içlerinden kopup" Tufan sularının
önünden kaçanlara ne oldu? Sakın
bu Luviler, yani Anadolu'da ortaya
çıkan dünyanın ilk insanları Türk
olmasın, bütün dünya Luvice konuştuğuna göre bütün dünya da Türk
olmasın? Sümerler, Orta Asya Türkçesine benzer eklemeli bir dil kullanıyorlarsa, acaba bu "ekleme"yi
Anadolu'dan Tanrı dağına giderken
mi aldılar?
Anlaşıldığı kadarıyla ırkçı Türk tezi
olan Güneş-Dil Teorisi, Erdoğan
Çınar'ın tezleri karşısında çok yetersiz kalmaktadır.
Erdoğan Çınar'ı bugüne kadar uydurduğu düşüncelerden sadece bir
şey kurtarabilir. Benim katkıma acilen ihtiyacı var.
Erdoğan Çınar'a bir uydurma katkıda da ben bulunayım, hediyem olsun, yeni kitabında kullanabilir:
"Dünyada insan yoktu. Anadolu da
on bin yıldan fazla bir zaman önce
dünya haritasında yoktu. Orası
denizdi. Bir anda deniz çekildi, kara
İnternette yapılan bu tartışmaların bir
bölümünü bire bir buraya aktardık.
Bu tartışmaların Alevi aydınlanmasına
önemli katkıları olacagı kanısındayız.
tartışan aydınlarımızın diyer yazılarının
tamamını Alevi formu ile alevi gündem
f o r u m l a r ı n d a v a r. i s t e y e n l e r ş u
adreslseden ulaşabilirler -KIZILBAŞh t t p : / / w w w. n e t w o r k 5 4 . c o m / F o r u m / 5 9 4 4 1 4
h t t p : / / w w w. a l e v i g u n d e m . c o m
ortaya çıktı, bir de ne görelim, üzerinde kendilerine Hititlerin Luvi adı
verdikleri bir topluluk yaşamıyor
mu! Onlar Mu rahipleriydi, dinlerin
serçeşmesi, asıl kaynağıydı. Bu ilk
insanlar bir çırpıda konuşmaya başladılar. Dağlara tepelere isimler verdiler. Hızlarını alamayıp bütün dünyanın dağlarına tepelerine isimler
verdiler. Aslında size bir şey söyleyeyim mi, gizliden, hani Platon var
ya, ilk kez Atlantis'in varlığını söyleyen, işte o Platon aslında Anadolu'yu işaret etmişti. Zaten karşı kıyıda oturmuştu. Bakın Atlantis…
Anadolu… aralarında nasıl da ses
uyumu var değil mi! Burada ilk kez
açıklıyorum: Atlantis Anadolu'dur.
Mu'nun anavatanı Anadolu'dur ve
onlar Luvilerdi. Bugüne kadar bu
bilgiyi sakladım. Orta Asya'daki
Uygurları, Mısır'daki koloniyi mahsusçuktan anlattım. Artık doğruyu
açıklamak zamanı geldi."
"MU ARMASI"NIN
VATA N I N E R E S İ D İ R ?
Luvilerin dünyanın ilk insanları,
Luvicenin de dünyanın ilk dili ve
yeryüzündeki insanlar tarafından
konuşulan en eski dil olarak Erdoğan Çınar'ca kabul edilmesi Er-doğan
Çınar'ın kafasındaki sistematiği yıkmıştır…
Dengesini yitirmesi de bu yüzdendir.
Erdoğan Çınar eskiden sekiz köşeli
Mu armasının Uygurlardan gelerek
Hacı Bektaş tekkesinde ortaya çıktığını düşünüyordu. İşler tersine döndüğüne göre, acaba Mu rahiplerinin
sekiz köşeli Mu arması Hacı Bektaş
tekkesinin bulunduğu yerdeki kadın
ana topluluklarından ne za-man, kim
tarafından Uygurlara götürülmüş
olabilir? Acaba Tufan Anadolu'yu en
fazla etkiledi de Luviler en az etkilenen Orta Asya içlerine, Tanrı dağına doğru mu sel sularının önünden
kaçarak gittiler?..
Erzurumlu Teyo Emmi'nin maceraları Erdoğan Çınar maceraları yanında hiç kalıyor.
Kaynak:http://www.alevigundem.com
[email protected]
http://www.yurtkitap.com
TEL: (0 312) 417 35 49|
FAX : (0 312) 425 36 40
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 15 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
kızılbaş
gelenek
e s a t
Selçuklulardan bu yana Anadolu'da
bir düşünce/inanç kurumu olarak yaşayan Kızılbaşlığı, Şiilik kolu kabul
ederek doğrudan İran'a bağlamak
tam gerçeği yansıtmaz
Marifet yaşamın sınavına çekilmeden önce, sonrasını görebilmektir.
Kızılbaşlık, merkezi otoriteye karşı
siyasal isteklerini de öne alarak başkaldıran göçer, yarı-göçer ve köylülerin, tasavvufi açıdan Hz Ali, On
İki İmam ve Kerbelâ tapımı, etik açıdan adama muhabbet (insanı sevme), deme muhabbet (mürşidin öğretme gücünü sevme), nura muhabbet (aydınlığı sevme) ilkeleri üzerine yapılanan bir Alevilik koludur.
Selçuklulardan bu yana Anadolu'da
bir düşünce/inanç kurumu olarak
yaşayan Kızılbaşlığı, Şiilik kolu kabul ederek doğrudan İran'a bağlamak tam gerçeği yansıtmaz: Anadolu toprağında Bektaşilikle ortak inanç, gelenek ve görenek temeli üzerinde gelişip şekillenen bir sentez
olarak, bir Alevilik kolu olarak algılamak daha doğru olur. Şöyle de
söylenebilir: Anadolu Aleviliğinin
felsefe, öğreti ve erkân boyutunda
günümüze taşınan yapısına son biçimini, çağdaşı durumundaki etkilenme kaynaklarının sonuncusu olan
Kızılbaşlık vermiştir.Kızılbaşlık Osmanlı egemeni tarafından niçin tehlikeli görülmüştür, sorusunu açmaya
çalışalım: Kızılbaşlık, Ortaçağ'ın temel üretim zemini olan toprak üzerindeki belirleyici üretici güç durumunda bulunan göçerlerin, yarı-göçerlerin ve köylülerin, en fazla ezilen sınıf insanının siyasal isteklerini
de öne alarak devlete başkaldırısıdır.
Bu başkaldırıyı gerçekleştirirken,
ilksel komünal toplumdan getirdiği
kural ve değerlerle kendini ve halkı
kurtuluşa taşımaya çalışmış, siyasal
iktidarı "alaşağı" etmek istemiştir.
Kızılbaş tavır, Osmanlı egemeni için
çok tehlikeli bulundu: Bir daha Osmanlı toprağında bu türden bir siyasal/inançsal hareketin olmaması için
elinden gelen her şeyi yaptı; yakaladıklarını kılıçtan geçirdi. Yakalayamadıkları devletin uzanamadığı alanlara çekildi. Ancak Osmanlı egemeni, gün gelir yine devletin egemenlik alalına girer diye bir karşı-
k o r k m a z
ideolojik saldırı başlattı: mum söndü
vb. karalamalar bu karşı-ideolojik
saldırının ürünleridir; kafalara gerçekleşmiş olaylar/olgular diye "kazınan" bu karalamalar günümüze kadar taşınmıştır.
Kızılbaş İsyanların Düşünsel-Nesnel Koşulları
Geçmişinin hesabını yapamayan bir
Kızılbaş, "günübirlik" yaşayan bir
insandır. Doğal olarak "gündelik"
bilincinin ötesine kendini taşıyamaz.
Bağnaz dinciliğin ortodoks "bahçesi"nde tümüyle "tüketici" olan,
"Tanrı buyruklarını akılla barıştırma" çabası yerine; tarihsel sürecinde
İslamlığın, ötesinde Hıristiyanlığın
ortodoks yorumuna bir "tavır" olarak gelişen, temel üretim zemininde,
belirleyici üretici güçlerin "sözcülüğünü" yaparak egemen sınıfa/ egemen sınıfın ilahi ideolojisine "karşı"
duruş alan, düşünsel-inançsal ve siyasal bir "hesaplaşma"ya giren Kızılbaşlığın, "kavga"sına katkı vermek daha üreticidir.
Batı'da, her sınıfın kendi kimliğiyle
boy gösterdiği bir tarih süreci yaşandı. Orada burjuva devrimleri, genelde tüm Ortaçağ kurumlarına/ değerlerine, özelde feodal sınıfa karşı yapıldı. Bu nedenle, o dönemde ilerici
bir konumda bulunan burjuvazi, bilimsel anlamda hem kendi kendini
eleştirebildi, hem de Ortaçağ'a/ Ortaçağ değerlerine ilişkin doğru saptamalarda bulunabildi.
Doğu'da ise tarih süreci, sınıflar ve
sınıf kimliği açısından daha "sisli"
yaşandı. Dar bir askeri aristokrasinin egemenliğinde biçimlenen barbar krallıklardan, organize feodal
devlete geçildi. Toplum bir bakıma,
askeri nitelikli egemen bir zümreyle
bağımlı göçer/ yarı-göçer ve köylü
yığınlarına ayrılmıştı. Köylülerin
artı ürününe el konulması sürecinde,
sınıflaşma kimliğinin karmaşıklığına koşut olarak, ilksel eşitlikçi toplumdan kalma davranış biçimlerinin/ anılarının, bunların yaratısı durumunda olan geleneklerin yönlendiriciliğinde, merkezi otoriteye karşı
sayısız isyanlar oldu.
Batı'da köylü isyanları, düşyapısal(ütopik) da olsa komünizmi tarihin
gündemine sokmasına karşın, yaşanan sürecin mantığına uygun olarak,
burjuva eşitliğinin coşkusuna kapılmaktan kurtulamadı; burjuvaziyle
birlikte kapitalizm-öncesi egemenlik ilişkilerine ve geçmiş değerlere
karşı amansız bir mücadeleye yöneldi. Doğu'daysa ilişkiler bu denli
"açık" yaşanmadı; sınıflaşma "silikliğinin" getirdiği bir hedef "bulanıklığı" vardı. Coşkusuna kapılacakları sınıf kimlikli bir burjuvazi ve burjuva eşitliği yoktu; çaresiz, uygarlık-öncesinden gelen ve uygarlığa adım atılır atılmaz yok edilmek istenen "ilksel kolektivizm" değerlerine
sarılındı. Barbarlık insanlık değerlerine göndermeler yapılarak "beslenmeye" çalışılan bu isyan ideolojisi,
yaşanan andaki toplumun geleceğini
temsil eden burjuva değerlerle buluşamadığı için, toplumun somut gündeminden "uzaklaşmış" olan "göçebeeşitlikçi" insanlık değerlerine sahip çıktı.
İslamlık daha çeyrek yüzyılını doldurmadan "iki zıt kutba" ayrılmıştı
bile. Bir yanda Ortodoks İslamlık
iktidarını ebedileştirme yoluna giderken, diğer yanda muhalefet, barbar etkileri altında ve özellikle İrak/
İran toprakları üzerinde "resmi devlete karşı", göçebe/yarı-göçebe
"meşrebine uygun" bitmez tükenmez bir "halk hareketini" fışkırtıp
ölümsüzleştirdi. İktidarı elinde bulunduran Ortodoks İslamlık "şeriata" tutunarak, yani "zâhiri ilkelere"
dayanarak kelleler "uçururken", bâtıni muhalefet, zorbalık önünde "heterodoksiye" sığındı; gönül bilgisi
yoluyla "idealizm-materyalizm bileşimi bir isyan ideolojisi" oluşturarak
başkaldırılarına gerekçeler yarattı.
Burjuvazinin sınıf kimliğiyle ortaya
çıkıp halk hareketlerine önderlik
edemeyişinin yarattığı boşluk, doğrudan ezilen göçer/ yarı-göçer ve
köylü yığınları tarafından, tarihseltoplumsal "haklılık" temelinde "barbarlık insanlık değerleri" üzerine
yapılanan "bâtıni bir ideoloji" ile
"kapatılma" yoluna gidildi.
Oluşturulan ideolojinin "güçsüzlüğü" başlangıçta bâtıni hareketi bir
"bocalama" içine itti. Sonraları Sünni Ortodoks İslamlığın kaynaklarına
"sezgisel akıl" ve "gönül bilgisi" yoluyla "farklı" bir yaklaşım getirerek
inanca, inanç kanalından muhalefet
etmenin yollarını, yöntemlerini geliştirerek, Ortodoks İslam değerlerini sorgulayıp inanç dünyasında kendisine bir "düşünce yapısı" oluştur-
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 16 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
du. Ve Sünni İslamlığa karşı "kabaran" Arap ve Arap olmayan Müslüman kökenli toplumsal tepkiyi, yarattığı bu düşünce yapısının "şemsiyesi" altında topladı. Açılan bu kanaldan sürece katılan Orta Asya kökenli göçerler/ yarı-göçerler ve Anadolu yerli halkı, Sünni İslamlıkla
"muhalefet" koşullarında yeni yeni
biçimlenmekte olan Bâtıni hareketi
ideolojik"güçsüzlüğünden" kurtardı.
Çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa geçişi, kabile örgütlenmesinden organize devlet örgütlenmesine geçişle birleştiren Araplar, kısa sayılabilecek
bir zaman içinde Mısır, Mezopotamya ve Kuzey Afrika'nın geniş alanlarını ele geçirdiler. Egemenlik kurdukları topraklarda, yürürlükte olan
hukuk sistemini kaldırarak yerine
"şeriatı" yerleştirdiler. Yaşanılan bu
süreç, Arapların kendi içindeki sınıflaşmaları her geçen gün biraz daha
derinleştirdi, kabile değerlerini
"çözdü". Zamanla bir yandan, yaşanılan anda ezilen sınıf/ katman durumundaki Arap kabile tabanı yerli sömürülen halk ile "kaynaşırken", diğer yandan eski Arap kabile egemenleri, ele geçirdikleri topraklardaki
"ezen sınıf" kalıntılarıyla bütünlenerek, adım adım "feodal bir aristokrasi"ye dönüştü.
Bu kapsamda, Mekke ve Medine'den çıkıp tüm Ön Asya'yı kucaklayan Arap istilasıyla organize İslam
devleti kurulmuş oldu. İzleyen yüzyıllarda, Orta Asya'dan kopup gelen
Oğuzlar'ın Ön Asya'yı ele geçirmesiyle Anadolu toprağında feodal
devlete "ilk" sıçrayış gerçekleşti.
Buna koşut olarak yine Anadolu toprağında, "ilksel kolektivizm" değerleriyle yüklü Asya kökenli göçerler;
tektanrıcı dinlere karşı bâtıni kanalında "savunuya çekilen" Ön Asya
yerli halkı ve Arap Yarımadası'nda
Sünni İslamlığın palazlanması koşullarında doğan, çok geçmeden Anadolu ve çevre toprakları etkisi altına alan, Sünni inanca "heterodoksi" inançla başkaldıran "Ali Yandaşları" buluştu. (1)
İşte Kızılbaş isyanlar böylesi koşullarda "patlak veren" Baba İlyas/ Baba İshak başkaldırısının izinde,
Müslüman-Hıristiyan ve Yahudi zeminde Şeyh Bedreddin başkaldırısıyla sınıfsal içerik edindi; her biri
"ezilenlerin" iktidarı alıp insanlığı
esenliğe çıkaracak "kâmil toplumu"
kurmak için yaşama geçirilen bir
"devrim" niteliğini kazandı.
Bâtıni inançla "kutsanmak"la birlikte bir "bilgelik felsefesi", bir "bilgelik öğretisi" ya da bir "halk sûfiliği"
olan Kızılbaşlık, "düşünceyle nesne-
nin uygunluğunu" hakikat olarak algıladı; "dünyayı dünyayla açıklama"
çabasına girdi. Can bedeli ödenerek
yaşama geçirilen "Anadolu aydınlanması"na "nesnel ve toplumsal"
açılımlar getirdi. Getirdiği açılımlarla Kızılbaşlık, tektanrıcı dinlerin
şeriatından bir "özgürleşme hareketi" olarak öne çıktı. Tektanrıcı üç dinin (İbrahim-İsa-Muhammet dinleri)
şeriatıyla kendinden "kopartılıp"
gökyüzüne çıkarılan insanı, önce
felsefesinin ve öğretisinin yorumuyla kuşattı. Akıldan inanca atlanılan
zeminde kendi ürünü inanç yaratısınca zincire vurulan ve zavallılaşan
insanı, inançtan akla inilen çizgi üzerinde "yukarıdan aşağıya uçurarak" yere, ait olduğu toprağa indirdi.
Indirir indirmez de hümanizmin (2)
bireysel-kitlesel tabanını yaratmış
oldu.
Toprak üzerinde gezindirdiği insanı;
önce bireyselleştirdi, sonra toplumsallaştırdı. Onu bir inanç varlığından bir yorum ve yetenek varlığına
dönüştürdü: İnsan ya da insanlık sorunlarına akılcı çözümler bulma yolunda hizmetli yaptı. Hizmetli olmanın aydınlığında, devletin ve şeriatın
uzağında, ona karşı kanalda, hümanizmi yaratan/ üreten asıl toplumsal
tabanı yakalamış oldu. İçinde yer aldığı toplum katında; uygarlık öncesi
eşitlikçi toplum değerlerinin taşıyıcısı durumunda bulunan muhalefet
insanının yaşama yordamı olarak algıladığı hümanizmi, devlete karşı
halkla taraf etti.
Aydınlanma dünyasında: Gökyüzünden yeryüzüne indirildiğine inanılan
Tanrı buyruklarına göre bedenleşen
ve egemenin güdümünde canavarlaşan insana karşı üretici/yaratıcı insanı; konuşan Tanrı durumunda ve
halk kimliğinde kişilendirdi. Bu potada, yani mazlumlar katında 72
milleti eritti; bir yaptı. İnsan-evrenTanrı sorununu yeniden irdeledi:
İnancın yerini akıl aldı. İnanca dayanan tanrıbilimin karşısına, inancı
aklın denetimine veren bâtıni felsefeyi yerleştirdi. Tanrı-evren sorunu
inanç sorunu olmaktan çıktı, bir insan sorunu durumuna geldi.
Batı'da burjuva hümanizmi(3) daha
tarihin gündemine gelmeden Anadolu toprağında Kızılbaşlar; İlkçağ
aydınlanmacılığının uzantısında ve
İlkçağ hümanizminin(4) kuşatıcılığında insanın bedensel ve ansal
(anlama-kavrama) yeteneklerini geliştirdi. Bu yolda, genelde şeriatçı
dinsel değerlere, özelde feodal despota ve onun uşaklarına başkaldırdığında, burjuva sınıf kimliğinin henüz ufukta gözükmediği bir toprakta; ilksel eşitlikçi toplum değerlerini
bayraklaştırarak, tasavvuf bağlamında ancak sezgiyle ulaşılabileceğini
varsaydığı insanlığın son kurtuluşunu tarihin gündemine taşıyıverdi.
Düşyapısal da olsa toplumcu hümanizmi (5) en üretici halkasından yakalanmış oldu.
Farkında mısınız-farkında mıyız bilemem ama bu toprağın Kızılbaşları; hümanizmi, halk memnuniyetsizliğinin uzantısında ezilenin iktidara yönelik özlemlerinin taşıyıcısı
durumuna getirdiğinde, kendilerini
de tanrıbilimin karşısına koydular.
Tasavvufi maya biçiminde algıladıkları hümanizmi, egemene yönelik
isyanla bugünlere taşıdılar. Onbinlerle seslendirilen kıyımlara uğradıklarında ödedikleri bedel, toplumcu
hümanizmi yaşama geçirebilmek
için ödedikleri bir bedeldi bir bakıma. Bu anlayış en net ve en boyutlu
anlamını; Şeyh Bedrettin'in, "Yarin
dudağından gayri her şey her yerde
ortak olmak için" ileri haykırışında
buluyordu.(6)
Kızılbaş hümanizmi bugün: Ortaçağ'dan günümüze feodal değerlere/kurumlara karşı verdiği kavganın,
bu yolda kazandığı deneyimlerin güvencesinde; kendisini geleceğe hazırlıyor. Kendisine yardımcı olacak
toplumsal dinamikler özlenen toplu
davranışı yaratamamış olsalar da
Kızılbaşlar; tasavvuf algılarında
"ters" duran gerçekleri ayakları üzerine "oturtarak" tarihin nesnel yasalarını, insanın özgürce gelişebileceği ve insanlığın hızla ilerleyebileceği insanlık çağına geçişin maddi
koşullarını yakalama uğraşında
kararlı gözüküyor.
İnsanı aşağılaştırarak, uşaklaştırarak
hümanizmi boğmaya çalışan sistemin dayatmasını; insanın insanı sömürmesine son verecek asıl kimliği,
emekçi kimliğini-halk kimliğini öne
çıkararak-onurlandırarak çözmeye
çalışıyor.
Talihin hep talihliden yana güldüğü
bu toplumsal "cangıl"da Kızılbaşlar;
inadına aklının yolundan yürüyerek,
insanı, okunacak en büyük kitap olarak algılayarak, idealizmini çağdaş
insanı okşayacak bir "damak tadı"na
dönüştürerek, genişleyen akıl alanında toplumcu hümanizmin tohumlarını ekiyor.
Resmi kayıtlarda ya da resmi kayıtlarla beslenen yazarda-çizerde Kızılbaş, Osmanlıya başkaldırmış,
devleti yıkmak istemiş, cahil halkı
çevresinde toplayıp ayaklanmış, din
tanımayan, kötünün de kötüsü, sakınılması gereken bir kimliktir. Açıktır ki her Kızılbaşın iki yönü var-
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 17 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
dır: Düşünce insanı yönü ve eylem
insanı yönü. Bu iki yön birbirinden
ayrılmaz; Kızılbaş bu iki yönün var
ettiği bir bütündür. Ancak, Kızılbaş
isyanın felsefe boyutunu-siyasal boyutunu ve inanç boyutunu, yazılı ürünlerden çok "eylemlerinden" öğreniyoruz. Eylemi dillendiriyoruz bir
bakıma. Bâtıni gelenekte siyasetfelsefe ya da inanç "yaşamın hizmetine" verilir. Yaşamın "hizmetlisi"
olmaya başlayınca "eylem" boy verir; eyleme bakılarak "ne düşünüldüğü" anlaşılır. Öncesinde düşünce
"gizildir" ve ancak "kafalarda" vardır: Eyleme dönüşmüşse "gerçekliği" kabul edilir, dönüşmemişse
"yok" sayılır. Biz de geleneğin izinden gidip eylemi "buharlaştıracağız"; çünkü, eylemin olağanüstü
yanı onun "buharı", yani düşüncesidir. Bu kapsamda Kızılbaşlık, egemenin ilahi ideolojisine karşı oluşturulmuş, varlığın içinden "taşan"
bir felsefenin-inancın, siyasal dileklerle belirgin bir toplumsal özlemin
onun kişiliğinde eylemli dışa vurumudur, yani bir "olay"dır. Bu "olay",
anasız-babasız değildir; kimsesiz
çocuklara benzemez: Bir geçmişi,
toplumun derinliklerinde yatan nedenleri vardır. Kızılbaş isyanlar bütünlüğü içinde kavranamazsa gerçeklere ulaşılamaz. Nedeni durumundaki "toplumsal olaylar" örtük
halden "açık" hale getirilmelidir.
Çünkü, Kızılbaşlık tarihi bir "karşıtarih", bir "yasaklı-ta-rih"tir. Onu
anlayabilmek ya da yazabilmek için
"karşı-tarafa", "yasak-lı-tarafa" geçmek zorunludur. "Kar-şı-tarafa",
"yasaklı-tarafa" geçmek, "tersine
dönüşümü" gerektirir: Tektanrıcı
dinlerin egemen olduğu Ortaçağ
koşullarında, egemene ve egemenin
ilahi ideolojisi durumundaki tektanrıcılığa "göçer/yarı-göçer ve köylü
temelli" toplumsal tepki, "bu dünyayı terket- öbür dünyayı terket- hiç
durma terkettiğin yeri de terket"
üçlemesiyle dile getirilen "üç terk"
ya da "üç firar" tasarımıyla bu "dönüşümü" yaşama geçirmiştir. İnanmak için "doğaüstüne" başvuru yolu
terkedilmiş, "varlığa" ya da "varlığın içine" yönelme benimsenmiştir.
İşte Kızılbaşlık benim toprağımda
önce "Metafizik Tanrı"ya, sonra da
"Egemen"e isyanı örgütlemiştir.
Tanrı'ya İsyan
Kızılbaşlar, "bilinen" ya da "belletilmiş" başkaldırı türlerinden bir başka
"başkaldırı"yı yaşama geçirdiler:
Metafizik Tanrı'yı "kafa tutmak"
gibi.
Kendiliğinden var olan, varlığı kendisinden başka bir varlığı gerektirmeyen, önsüz-sonsuz olarak algılanan, her şeyin varolma nedeni duru-
mundaki güce ya da canlı ve cansız
doğayı güden doğa yasalarının kimliklendirilmesi biçiminde algılanan
doğanın canına, doğanın aklına,
doğanın yeteneğine "Tanrı" adı verilmiştir. Ama diğer taraftan biliyoruz ki Bâtınilikte Tanrı, "sonuç"
üretmek zorundadır. Ürettiği sonucu
da kucaklayacak biçimde tanımlarsak Tanrı, "evrensel madde ve biçimdir". Gizil durumdaki evrensel
madde, doğasındaki "eğilime" uyarak "biçimlenme"ye başlayınca "eyleme" geçmiş olur. Düşünce, ötesinde bilinç, işte bu "eylemli madde"
üzerine kurulur.
İnsanlar belki de milyonlarca yıl
Tanrı düşüncesinden uzak yaşadı;
bir ibadet gereksinmesi duymadı.
Tarihlendirirsek Tanrı düşüncesi ve
bağlantılı olarak ibadet, ilksel komünal toplumun belli bir aşamasında belirmeye başladı. Tanrı başlangıçta bir "düzenleyici" olarak tasarımlandı; "yaratıcı tanrı" tasarımı
ise köleci toplumun bir ürünü olan
tektanrıcı Yahudilikte ortaya atıldı;
Müslümanlıkta daha da geliştirildi.
Tanrı-öncesi çağdan tanrılık çağa
geçiş aşamasında toplumsal bir olgu
olarak yaşama geçen "fetişçilik" ya
da "putçuluk" anlayışlarında beliren
ilk tanrı tasarımlarında "doğa"; tanrı
yaratısı değil, doğrudan Tanrı'nın
kendisiydi. Bunun bir gereği olarak
mitolojilerinde, söylencelerinde doğa ya da doğanın parçaları tanrıydı.
Bu nedenle bu ilk tasarımlarda tanrı
tek değil, çoktu. Yetkin mitolojilerde; doğa parçaları "kişileştirilmiş",
"kişi kimliği edinmiş" olduğu için,
örneğin deniz-tanrı, deniz tanrısı
değil, doğrudan "deniz"di; topraktanrı, toprak tanrısı değil, doğrudan
topraktı; Güneş-tanrı, Güneş tanrısı
değil, doğrudan Güneş'ti; Ay-tanrı,
Ay tanrısı değil, doğrudan Ay'dı.
Doğayı "kişileştiremeyen", "doğaya
kişi kimliği veremeyen" daha az yetkin mitolojilerde doğa, tanrılardan
önce gelmekte ve tanrılar onun bağrından çıkmaktaydı. Örneğin; l) İskandinav tanrıdoğumunda ilk tanrılık tasarımı olan Ymir; buzlu sislerle sıcak buharların karışımından, yani doğal öğelerin harmanlanmasından doğdu. 2) Eski Mısır tanrıdoğumunda ilk tanrılık tasarımı; doğadan
ortaya çıktı. Başlangıçta "ilksel bataklık" bulunmaktaydı; sular alçalınca bir ada belirdi; adada kurbağalar ve yılanlar kaynaşmaktaydı; derken bunların arasında bulunan bir
yumurtanın "çatlamasından" ilk
"Ra" kaz donunda görünüşe çıktı. 3)
Çin tanrıdoğumunda ilk tanrılık
tasarımı; "hava"dan ortaya çıktı.
Başlangıçta "hava" vardı; ilk tanrısal güç "Pen-Gu", bu havanın içinde
oluştu. 4) Zerdüştlük bağlamında İr-
an tanrıdoğumunda ilk tanrılık tasarımı; doğayı önceleyen değil, sonralayan bir olgu olarak belirdi. Doğasal enerji, "ışık donunda" tanrı olarak ortaya çıktı ve iyiliği simgeleyecek biçimde bilince taşındı. 5) Hint
tanrıdoğumunda ilk tanrılık tasarımı; öznel gerçeklik olarak algılanan
"ruh" ile nesnel gerçeklik olarak algılanan "madde"nin özdeşliği zemininde, doğanın ya da doğa parçalarının soyutlanması, kimliklendirilmesi biçiminde belirdi. 6) Asyalı kandaş toplumların tanrıdoğumunda ilk
tanrılık tasarımı; içinde yaşanılan
nesnel dünyanın Gök, Yer ve Yeraltı
gibi kimi bölümlerinin, topluluk
zümrelerinin topluluk vicdanlarını
temsil etmek üzere "bedenleştirilmesiyle" doğdu. 7) Anadolu Bâtıni
aya da Kızılbaş tanrıdoğumunda ilk
tanrılık tasarımı; göremediğimiz,
ancak etkileriyle tanıdığımız doğasal elektrik gücünün "ışık" biçiminde görünüşe çıkmasıyla doğdu. Kendiliğin-denliğin egemen olduğu diğer tanrı tasarımlarından farklı olarak
Anadolu Bâtıni ya da Kızılbaş tanrılık tasarımı; bir "akıl yürütme" çabasının sonucu olarak bilince/inanca
çıktı. Diğer tasarımlarda tanrı; doğal
kaynakların ya da doğal gizilgüçlerin yaratısı bir "kendiliğinden varlık" iken Anadolu Bâtıni ya da Kızılbaş tasarımında, doğal olanın
düşünceyle yorumlanması sonucu
bir olgu olarak beliren bir "akıl varlığı"ydı ve yine bir akıl varlığı olan
insan donunda yeryüzünde gezinmekteydi. Bu özdeşlik nedeniyle İnsan Tanrı, insanın tanrısı değil, doğrudan insandı.
Doğanın tanrılara göre önceliğini
belirten bu tasarımlara ilişkin örnekler çoğaltılabilir. Ancak özünde, tektanrıcı dinleri önceleyen bütün tanrı
tasarımlarında doğa ya tanrıların yaratıcısıdır ya da doğrudan tanrıdır.
Doğayı Tanrı'nın yarattığı savı, tektanrıcı dinlerle birlikte ortaya çıktı;
ilkin, köleci toplumun dini olan Yahudilik'te ileri sürüldü. Yine de Yahudi tektanrıcılığı, birçok tanrılar
arasından birini yeğleme sonucu
tektanrıcı bir nitelik kazanmıştı. Hıristiyanlıktaki "Baba-Oğul-Kutsal
Ruh" üçlemesinde, Yahudilikteki bu
"yeğleme" olgusunun izleri görülür.
Gerçek anlamda tektanrıcılığı gerçekleştiren tek din Müslümanlıktır.
Müslümanlığın tektanrıcılığı şu önermeyle açık olarak dile getirilir:
"Allah'tan başka tanrı yoktur" (Lâ
ilâhe illallah).
Bu bağlamda kimi düşünürler tarafından dile getirildiği gibi, Yahudilik, çoktanrıcılığın özel bir biçimiydi; hiyerarşiye bağlanmış çoktanrıcılıktan başka bir şey değildi. Çün-
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 18 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
kü, insanlık durumunun bir gereği
olarak köleci üretim düzeninin ilk
dö-nemlerinde, insanlık durumu açısından düşünürsek aşağı, orta ve yukarı barbarlık konaklarında komşu
halkların tanrılarını da kabullenmek
zorunluluğu vardı; süreç içinde
komşu halkların tanrıları geriye
çekildi ya da toplumsal konumları
gereği edilgenleşti; bu ortam yenen
topluma, kendi tanrısını tek bırakma
olanağı yarattı. Köleci toplumların
tanrıları; bu toplumların despot krallarının konumlarının-vicdanlarının
"lahut"(gökyüzü aynasına)'a yansımasıyla inanca çıktı; toplumdaki
efendi-kul ilişkisi yüceltilip kutsanarak Tanrı-kul ilişkisine dönüştürüldü.
Felsefenin evreni, dinlerin dışında
kalarak konu edinmesi, ilkin Anadolu'da başladı. Anadolu'nun "doğacı
bilgeleri", evreni kuran ilkeleri sorun durumuna getirdi; evreni, "diri
bir bütün" olarak gördü. Thales'in
"su" adını verdiği bu ilk kurucu ilke,
akıl kurallarına dayalı düşüncenin
ilk ürünü sayıldı. Bunu "hava",
"ateş" ve "toprak" izledi.
Tanrı'nın varlığını akıl yürütmelerle
kanıtlama girişimleri; dinin felsefe
üzerindeki etkisinin büyük olduğu
Ortaçağ' da yoğunlaştı: Süreç içinde
Tanrı tasarımı genelde ya "Tanrı, tanımı gereği en yetkin varlıktır. Varolmak bir yetkinliktir. Demek ki Tanrı'nın varlığı zorunludur", diyen
"varlıkbilimsel kanıt" üzerine ya da
"Hareket evrenseldir; hareket eden
şeylere bir başkası neden olur. Öyleyse hareket edenlerin nedenleri ya
sonsuza değin uzanan bir zincir oluşturur ya da kendi hareket etmeyen
bir hareket nedeninde durur. Geçmişe doğru sonsuzca uzayan bir hareket zinciri olanaksızdır. Demek ki
Tanrı, kendisi hareket etmeyen bir
hareket ettiricidir", diyen "ilk neden
kanıtı" üzerine yapılandırıldı.
Tektanrıcılığın ortaya çıkmasıyla
Ortaçağ, ruhu; odak sorun durumuna
getirdi. Somut varlıkları oluşturan
toprak, su, hava ve ateş'in dışında
ruh, evrende bütün her şeyin kaynağı sayıldı.
Henüz ruh anlayışına ulaşamamış ilkel insanlar; bir bebeğin oyuncaklarını canlı sanıp onlarla konuşması
gibi bebeksi bir evreden geçtiler;
nesneleri, kendileri gibi duyar, düşünür sandılar; bu canlıcılık anlayışına "animatizm" adı verildi. Nesnelerin de insanlarınki gibi birer ruhu
olduğu inancına dayanan dinsel canlıcılık (animizm), bu bebeksi anlayış üzerine yapılandı; sonraları bu ruh
anlayışından Tanrı anlayışına, tanrı
tasarımına geçildi. devam edecek....
http://www.alevigundem.com
- Hrant Dink Cinayetine 20
- kitaba 28 yıl ceza istendi(!)
Gazeteci Hrant Dink cinayetinin sanığı Ogün Samast
20 yıl hapis istemiyle yargılanırken, Dink Cinayeti ve
İstihbarat Yalanları adlı kitabı yazarak 6 ayrı suç işlediği iddia edilen Nedim Şener hakkında 28 yıl hapis istemiyle dava açıldı
Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink
cinayetinde polisin ve istihbarat birimlerinin ihmal ve
hatalarını anlatan Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları
adlı kitabın yazarı ve Milliyet muhabiri Nedim Şener
hakkında 6 ayrı suç işlediği iddiasıyla toplam 28 yıla
kadar hapis cezası istemiyle iki ayrı dava açıldı. Şenere
28 yıl hapis cezası istenirken, Dinki öldürdüğünü itiraf
eden sanık Ogün Samast içinse 20 yıl hapis cezası talep
edilmişti.
Davaya bugün başlanıyor
Şener, hakkında açılan davalardan İstanbul 11. Ağır
Ceza Mahkemesinde ve İstanbul 2. Asliye Ceza
Mahkemesinde yargılanacak. Şener bugün İstanbul 2. Asliye Ceza
Mahkemesinde ilk kez hâkim karşısına çıkacak.
Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları adlı kitabın Ocak 2009da yayımlanmasından sonra, Dinke suikast düzenleneceği ihbarının yapıldığı dönemde
Trabzon Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şubesinde görevli olan polis
memuru Muhittin Zenit, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına başvurarak
kitapta, Terörle mücadelede görev almış kişileri hedef göstermek, gizli bilgileri açıklamak, temin etmek ile haberleşmenin gizliliğini ihlal ve adil
yargılamayı etkilemeye teşebbüs suçlarını işlediği iddiasıyla Şener hakkında suç duyurusunda bulundu.
Yasak bilgiler iddiası
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının başlattığı soruşturma sürerken, Dink
cinayetinde ihmalleri olduğu tartışılan Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat
Daire Başkanı Ramazan Akyürek, İstanbul Emniyet Müdürlüğü İstihbarat
Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer ve Trabzon İstihbarat Şube Müdürü Faruk
Sarı da aynı iddialarla Şener hakkında suç duyurusunda bulundu.
3 ayrı suçtan başka dava
Soruşturmanın tamamlanmasının ardından savcı Selim Berna Altay tarafından hazırlanan iddianamede, Nedim Şener hakkında Terörle mücadelede
görev almış kişileri hedef göstermek, açıklanması yasaklanan gizli bilgileri
açıklamak ve temin etmek suçlarından toplam 20 yıla kadar ağır hapis
cezası istemiyle dava açıldı.
Şenerin bu davası İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesinde görülecek.
Savcı Altay haberleşmenin gizliliğini ihlal ve adil yargılamayı etkilemeye
teşebbüs iddialarıyla ilgili dosyayı ise görev alanlarına girmediği için
İstanbul asliye ceza mahkemelerine gönderdi. Ayrıca yapılan incelemede
kitapta devlet kurumlarına hakaret suçunun işlendiği de iddia edilerek
soruşturma kapsamına alındı. Savcı İsmail Onaran tarafından yürütülen
soruşturma sonucunda Şener hakkında bu 3 suçtan 8 yıla kadar hapis istemiyle ayrı bir dava daha açıldı. Böylece Şener için istenen toplam ceza 28
yıla çıktı.
İhmalle suçlananlar
Dinkin öldürülmesinde ihmalleri olduğu öne sürülen Trabzon Jandarma
Alay Komutanlığından 8 kişi ise halen Trabzon Sulh Ceza Mahkemesinde
iki yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılanıyor. Öte yandan Dink cinayetinde ihmali olduğu tartışmaları gündemden düşmeyen Trabzon ve İstanbul
polisi hakkında ise herhangi bir dava yok.
Başbakanlık Teftiş Kurulunun hazırladığı ve Başbakan Recep Tayyip
Erdoğanın onayladığı raporda, Nedim Şener hakkında dava açtıran
Ramazan Akyürek ile Dink öldürüldüğünde Emniyet İstihbarat Dairesi
Başkanlığı C Şube Müdürü olan şu andaki İstanbul İstihbarat Müdürü Ali
Fuat Yılmazer hakkında Dink cinayetinde ihmali olduğu belirlenmişti.
Erdoğanın onayı üzerine rapor İçişleri Bakanlığına gönderildi. İçişleri
Bakanı Beşir Atalayın imzasıyla da Akyürek ve Yılmazer hakkında inceleme yapması için 2 mülkiye müfettişi görevlendirildi. İncelemeye halen
devam ediliyor. http://www.milliyet.com.tr
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 19 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
DERSİM
1938
HAPİSHANESİ
Avuk at Hüse yin AYG ÜN
2008 yılı muazzam bir "tarihle yüzleşme" yılıydı. Amerika Birleşik
Devletleri nin (ABD) yasama organı
Temsilciler Meclisi, ilk kez, Afrika
kökenli vatandaşlarından, kölelik ve
yasal ayırımcılık için resmen özür
dileme kararı aldı. ABD de kölelik
bundan 140 yıl önce yasaklanmıştı.
Resmi özür kararında kölelik döneminde Afrika kökenlilere yapılanlar,
"köklü adaletsizlik, işkence, zulüm,
gaddarlık, vahşilik ve insanlık dışı"
şeklinde tanımlandı.
ABD'nin çiçeği burnunda başkanı
Barack Hüseyin Obama bir kaç gün
evvel "Guantanamo'yu kapatmak ve
işkence utancını bitirmek istiyorum"
dedi. Şili'de Yüksek Mahkeme, Pinochet döneminde onlarca muhalifin
ölüm emrini veren ve Ölüm Kervanı
adı verilen komiteye üye 5 emekli
subaya hapis cezası verdi. İspanya'da sosyalist hükümeti, diktatör
Franco döneminde sürgüne gönderilen veya ekonomik şartlar yüzünden
ülkeyi terk edenlerin çocuk ve torunlarına İspanyol vatandaşlığı hakkı
tanıdı.
İtalyan Yüksek Mahkemesi 1944'te
Toskana'daki Nazi katliamı nedeniyle Almanya'yı 1 milyon Avro tazmi
nat ödemeye mahkum etti. İspanya'da bir yargıç 1930'lardaki iç savaş ve onu izleyen diktatörlük döneminde onbinlerce kişinin kaybolması
hakkında soruşturma başlattı. Yargıç Baltasar Garzon, yetkililerden
19 mevkideki toplu mezarların açılmasını istedi. Arjantin'de askeri diktatörlük döneminde "ortadan kaybolanların" çocuklarını bulmak için
mücadele eden Mayıs Meydanı Büyükanneleri Derneği iki çocuğu daha buldu. İspanya Hükümeti, 19361939 iç savaşı ve general Franko
diktatörlüğünden zarar görenleri
"Tarihsel Hafıza Yasası" adlı yasal
düzenlemeler ile resmen kurban sıfatı ile tanımaya ve bu kurbanlara
demokrasi için verdikleri mücadeleden dolayı tazminat ödemeye hazır
lanıyor. Yeni Zelanda ve Fas'ta ve
bazı başka yerlerde daha hükümet
ler kendi geçmişlerindeki "kara sayfaları" temizleme yolunda adımlar
attı.
Türkiye
Yukarıdaki örnekler cesaret verici.
Hiçbir ülke kendi tarihinden, ne tuhaftır ki, kaçamıyor. Türkiye de başta
Ermeni Tehciri olmak üzere Kürt ve
Alevi sorunu ile yüz yüze. Türk devlet yetkililerinin Vecdi Gönül gibi
temsilcileri bunun aksini gösteren
demeçler verse de durum ne mutlu ki
böyle.
Modern Türkiye tarihindeki belki de
en kara sayfa 1937 ve 1938 yıllarında Dersim bölgesinde yaşanan insanlık dışı eylemlerdir. Bu yıllarda
"tek millet" yaratmak isteyen İttihat
Terakkici anlayış on binlerce savunmasız kadın, çocuk, yaşlı insanı hiçbir suçları olmadığı halde-yok
etti. Ölenlerin sayısının 40 binden
az olmadığı araştırmacıların ortak
görüşü. 10-12 binden az olmayan
sayıda bir insan grubunun ise İttihat
Te-rakki'nin "etnisite mühendisliği"
tezi temelinde "batıya" muhacirliğe
gönderildiği tahmin ediliyor. Kesin
rakamlar verilemez; resmi istatistikler yok ve arşivler kapalı.
Bu tarihteki olaylar Dersimlilerin
hafızasında "milat"tır. 1938'den önce ve sonra diye tarih ikiye bölünmüştür.
Dersimlilerin önemli bir kısmı öteden beri bu kara yıla "jenosid" diyor. Bu tarihi bugünlerde gündemleştiren gelişme ise Brüksel'de Avrupa Parlamentosunda yapılan "Dersim Soykırımı" toplantısı oldu.
Dört aşamalı plan
Dersim'de yaşanan trajedi 4 bölümde ele alınabilir:
Şark İslahat Planı, hukuki hazırlıklar ve ilk adımlar. (lütfen bakınız:
2510 sayılı İskan Kanunu ve 2881
sayılı Tunceli Kanunu) Silahların
toplanması, "dede" ve "seyitler"in
kurşuna dizilmesi, liderlerin tutuklanması -toplumun başsız bırakılması-, idamlar (15 Kasım 1937 Elazığ
Buğday meydanında 8 liderin asılması).
Halkın önemli bir kısmının yok edilmesi (toplu cinayetler ve sakat bırakmalar).
Sürgün, "toprağın ıslahı" ve bölgenin insansızlaştırılması (Belli bölgelerin yerleşime kapatılması -lütfen
herhangi bir Dersimli ile konuşunuz: Aliboğazı, Demenan, Haydaran
ve Mırzan bölgelerinin 1950 yılına
kadar "yasak bölgeler" olarak ilânı12 binden az olmayan sayıda insanın Türkiye'nin Kayseri'den öteye
kentlere, ilçelere ve köylere dağıtılması, "bir köye bir aile" uygulaması, yakın akrabaların bile -bazen
kardeşler- 9 yıl boyunca birbirini
görmesine izin verilmemesi)
Zazaca ve Kürtçe konuşmanın yasaklanması ve asimilasyon. Yatılı
Bölge İlköğretim Okulları nın (Yİ
BO) 1939'da açılması, yatılı okullar
ve Sıdıka Avar'ın "çocuk toplaması"
-lütfen bakınız: "Dağ Çiçeklerim"
Sıdıka Avar'ın anıları, "Dört Dağ
İçinde" Sevim Koyunoğlu'nun anıları ve "Anılarla Tunceli" M. Fethi Ülkü'nün anı kitapları)
Bu dört aşamalı plan elbette başka
şekillerde de tasnif edilebilir. Ancak
yukarıdaki sınıflandırma gerçeğe
yakın görünüyor.
Dersim aslında "Yavuz'dan beri" iriliufaklı sayısız katliamların mağdurudur (lütfen hatırlayınız: Osmanlının "sel seferleri" deyişi). Ancak
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 20 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
1938 hacmi, etkisi ve kalıcı sonuçlarıyla birlikte düşünüldüğünde açık
bir "insanlığa karşı suç" eylemi. Bu
nedenle devletin ve hükümetin yapacağı çok şey var.
Hapishaneden çıkmak için
Öncelikle bir "tartışma ortamı" yaratılmalı. Kimsenin başkasını suçlamadığı "kollektif" bir platform yaratmalı. Bu platform politikadan veya ideolojiden- arındırılmalı (lütfen
ilgili gazetelere bakınız: Brüksel'deki Avrupa Parlamentosu binasında
13 Kasımda yapılan "Dersim Soykırımı" toplantısında -olumlu konuşmaların yanı sıra- "Öcalanın sağlığı" da genişçe dile getirilmiş). Tartışma ortamını tesis etmek için bir
"Bilgi Bankası" veya "Dersim Arşivi" kurulmalı. Bölük-pörçük belgeler birleştirilmeli. Fotoğraflar ve ilgili nesneler toplanmalı.
Daha sonra "Anma Yerleri", "Anma
Günleri" belirlenmeli. Katliam nerelerde başladı ve toplu biçimde sürdüyse ora bir anma yeri kabul edilmeli. Bu nedenle Dersim'deki noktaların (genellikle dere ağızları veya
Munzur kıyıları) tespiti yararlı olacak. Anma tarihi ise 15 Kasım
(idamların tarihi), 4 Mayıs (Bakanlar Kurulu'nun 1937 kararı) olabilir.
Her yıl geleneksel törenlerle bir
"yas çalışması" başlatılmalı. Dersimlilerin veya başkalarının bir daha bu tür bir felaketle karşılaşmaması için başta kendini ve konuya
uzak kesimleri hedefleyecek "aydınlatma çalışması" yürütülmeli. Bu
konuda merkez Türkiye olmalı. "Dışarıdaki" çalışmalar ancak ikincil
olmalı.
Katliam görmüş bütün topluluklar
hasta. Hafızaları o tarihle başlar ve
biter; o tarihte her şey donakalmıştır. O tarih, adeta "kendi hapishaneleri" olmuştur. Sorun, tarihle yüzleşmek. İlk adım "özür" ve "gönül alma"dır. Devletin demokratikleşmesi
ve tüm kimliklere ve dillere saygı ve
tam hak eşitliği şart. 2008 yılı tüm
dünyada yaşanan gelişmelerle devlete ve bize güç vermeli.
Unutulmamalı ki, 1938 Dersim trajedisi bu ülkede ve Türk halkıyla çözülecek. Eğer uygar ulusların yaptığı gibi başarılırsa hasta iyileşmeye
başlar. Başarılamazsa devlet inkârda, biz ise "1938 Hapishanesi"nde
ölülerin hayaletleriyle yan yana yaşamaya devam ederiz.
kaynak:
h t t p : / / w w w. d e r s i m . b i z
Osmanlılar Devrinde
Osmanlılar Devrinde
DERSİM İSYANLARI
DERSİM İSYANLARI
kaynak:
h t t p : / / w w w. d e r s i m . b i z
T. C.
Yazan
Kurmay AlbayYazan
Burhan Özkök
Kurmay Albay Burhan Özkök
Dahiliye Vekaleti
JANDARMA
UMUM KUMANDANLIĞI
III Ş.
I Ks.
Sayı
5505S
Metin arasında 3. kroki vardır
Metin arasında 3. kroki vardır
Gizli ve zata mahsustur.
DERS İM
1937
Askeri1937
Matbaa
Askeri
MatbaaLaikasıdır
106 Sayılı Askeri
Mecmua
106 Sayılı Askeri Mecmua Laikasidir
Kayıt altında yüz tane basılmıştır.
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 21 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
Mikail Aslan
KAYIP
İŞARETLER (2)
Kırmanciye
Tarihçi ve yazar Erdal Gezik’in
bir makalesinden okumuştum; Avrupa’da yaşayan bir ailenin dört
çocuğundan bahsediyor.
Dersimli olan bu ailede dört kardeşten biri kendisini Kürt, biri Zaza, biri Alevi biri de enternas-yonalist olarak niteliyor. Dört kardeşinde iletişim kurdukları cemaat
ve mekanlar ayrı ayrı.
Bu cemaatlar da çoğunlukla birbirilerine karşı sıcak değiller. Bu aile aslında Dersimlilerdeki kimlik
arayışlarının geneldurumunu yansıtıyor. Bizim insanlarımız arasında devamlı bölünme ve parçalanma bir kader midir?
1938 yenilgisinin sebebi de aşiretler arasındaki bölünmüşlüktü. Nitekim bu yıllarda öyle bir iç ihanet yaşanmıştır ki, bir kese altın
için kardeş kelleleri torbalarda
devlete sunuluyordu.
Bizim gibi katliama uğramış diğer halkların tarihlerinde böyle
içe dönük barbarlık pek görülmez.
Kronik bir hastalığa dönüşmüş olan bu devamlı bölünme ve içe dönük didişmenin köklerini de düşünceme göre bu trajik tarihimizde aramak lazım. Sonraları solun
girişiyle bu parçalı durum devam
etti.Ve bu ayrışma hobisi şimdilik
kimlik arayışına yansımış görünüyor.Bize gelen e-maillerden de an
laşılıyor ki bayağı bir kafa karışık
lığı mevcut. Bazıları bizi ‘Kürtçü’
bazıları ise ‘Zazacı’ vb. kelimelerle eleştiriyor.
Her şeyden önce şunu söylemeliyim ki ben bir dil bilimci değilim.
Bizim bölgemiz hakkında araştırma yapan çeşitli oryantalistleri
okudum.
Fakat inanıyorum ki en iyi bizler
kendimizi tanımlayabiliriz,
kaznak:http://www.dersimovacik.com
Dr. Baran'ın
cenazesini istiyoruz
Gökyüzüne yasak ıslıklarla
tutunmaksa yaşam, yaşam gözlerin, umut sen, ellerin toprak,
yüreğin Dersim. 'kefensiz
ölümün mezarı göklerdir'.
Yıkık bir coğrafyadır yüreğim.
Kuşatılmış bir ömrün yıkık,
viran hatıralarında dolaşırım.
Binlerce yıldır varolma savaşında dökülen kanlarla, kırmızıya
boyanır gözlerim. Topraklar
uğruna verilen savaşlar, ölümler, acılar, arda kalan yetimler
ve öksüzler, gözyaşları, savaşların gölgesinde, savaşı büyük
yapan komutanlar…
Tarih şahittir ki, büyük insanları, komutanları yenilmek yıkmamıştır. Bu tarih ki onuru yüreğiyle harmanlayıp, düşmanının
bile ölüsüne saygı duyan komutanlar görmüştür cenazeyi teslim eden düsmanlarda. Biz bu coğrafyada
bir şeyi iyi biliriz, ölüsüne saygısı olmayanın dirisine hiç yoktur.
Yıllardır sular akar yüreğimizden, evlatlarımız, oğullarımız,
evlerimiz, ağaçlarımız, yurdumuz akip gitti ellerimizden.
Yaslılıgın deminde dedelerimiz torunlarını gömdü, babalarımız
ogullarını. Gözlerimiz acı oldu. Ne iade-i itibar ne şehitlik
mertebesi unutturdu acımızı.
Biz cenazemizi istiyoruz! Duyun dağlar, taşlar, taşlaşmış
yürekler, lal´laşmış diller. Biz biliriz ki ve artık herkeste bilir
ki, bütün ihanetçiler katledilişine çekilen sis perdesinin arkasında kaldı. Adları belli, yaptıkları belli, acılar ve bedeller
onların yüreklerine düşsün.
Onurlu yüreğinle bilki BİRAÊ Mİ, APÊ Mİ, CİGERA Mİ, PIYÊ
Mİ, KHALIKÊ Mİ, HEVALÊ Mİ, sevdana tutunan her nefer
mezarını bekler, onurunu koruyan her kişide bu sorumluluk
içinde bedenini bulacaktır. Dersim'desin biliriz ve gelip seni
alacağız. Senin mezarını Dersim yapmıştık. Bulunduğun yerden bulup seni doğduğun köye götürme istekliliğimiz tükenmeyecek. Tüketmek isteyenlere inat, vermek istemeyenlere
inat, tükenmeyeceğiz.
Her geçen yıldönümünde, yazıların ötesinde, bu acıları yüreğinde yaşayan bu coğrafyanın onurlu insanları, her evin gölgesinde bir acı vardır biliriz, evladının bedenini kucaklamak
isteyen her ananın yüreğinin sıcaklığında, mezarımızı istiyoruz.
Dersimin neresindeysen oraya gelip seni almak istiyoruz.
Yüreğinin değerinde bir mezar istiyoruz. 11.03.2009
Ailesi
[email protected] http://mamekiye.de
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 22 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
Z aza c a Di l i
Teme l De s le ri -8
ilhami sertkaya
Z A Z A C A’ D A F İ İ L
Z azaca ’d a y apı l ar ı na gör e üç k ı s ı m f i i l va rdı r :
1 - Bas i t f i i l l er
2 - Tü r em i ş f i l l er 3- Bi l eşi k f ii l l er
1 - BAS İ T Fİ İL LER
B u n la r b aş k a b ir kel i m e yar d ım ı yl a t ür em eyen, t ek kel i m ey l e o l an f ii l l er di r.
B a zı Ö rn ek l er
B ERD ENE -g ö t ür m ek, A RDE NE- get i r me k, WE RDE NEYem e k
Ş I MI TE NE- i çm ek, WAS T ENE - is t em ek, Şİ YE NE- gi t m ek
B İYE NE- o l m ak
2 - TÜRE MİŞ Fİ İL LER
F i i l ö n e k in i n , ki mi f i il l er i n önüne gel m esi yl e ol u şur.
B a zı Ö rn ek l er :
C A+KER DEN E- CAKE RDE NE -yer l eş ti r m ek,
DE +VE RDAYENE - DEVE RDAYE NE- dökm ek
P Ê +GIR OTE NE -P Ê GİR OTE NE -Tut m ak, yaka l am ak
PA+ ZE LE QNAYENE - PAZE LE QNAYEN E- Bi r ş eyi
b aş ka b i r ş ey e yap ı şt ı r m ak
3 - BİL EŞ İK F İİL LER
İ si m o l an k el i m e m a st ar ı nı n önüne gel m ekl e
y apı l ı r.Yan i i s i m yar d ı m ı yl a yap ı l ır ( İs i m+ fi i l ) .
B azı Örn ek l e r:
PAR S +KER DEN E- PARS KE RDE NE -Di l enm ek
PAR E+ KER DENE - PARE KER DEN E- P ayl aşm ak
P E RS +KE RDE NE- P ER SKE RDE NE -S or m ak
KAŞ +KE RDE NE -KA ŞKE RDE NE -Ç ekm ek
B AR+KE RDE NE- BA RKE RDE NE- Yükl em ek
kaynak: http://sertkaya1.tripod.com/mypersonalsite/id28.html
Dersim Geminde
Rhein - Ruhr e.V
Derneğimiz Hızır dilinden kursu
başlattı. Kısa zamanda büyük
ilgi gören kusa katılım beklenenin üzerinde oldu.
Kurmancada kurs açmak için
yeterli talep olması halinde eşit
koşullarda kursları severek sürdürmek istiyoruz.
Dernek lokalimizde her pazar
günü açık büfe kahvealtı yapılmaktadır. Tüm hemşeri ve dostlarımızla birlikte olmaktan mutlu olmaktayız.
Kırmızı Kalem 17 Nisan´da Almanya´nin Duisburg şehrinde,
Yönetmen Özgür Fındık´ın hazırlamış olduğu Kırmızı Kalem
adlı Belgesel Film gösterime sunuldu.
Duisburg ve çevresinden oldukc
yogun ilgi gören belgesel sempati topladı.
Desim soykırımı belgesel ile tartışmaya tanıklar da katıldı
Ali Rıza Polat
Dersim Gemeinde Rhein-Ruhr e.V.
Weseler Str.32
47169 Duisburg - Marxloh
http://www.dersimgemeinde.com
[email protected]
Tel :0203 - 988 99 00
dersim
sitesinin
adresi:
i n fo @d e rs i m . b i z
h t t p : / / w w w.d e rs i m .b i z
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 23 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
o Milletin temsilcilerine ve masum insanlara tuzak kurmayı amaçlayan bu plan, kimin talimatıyla hazırlandı?
o Masum insanların evlerine silah ve mühimmat yerleştirmeyi
kim, nasıl planlar?
İTİRAZIMIZ
VAR
Taraf, "AKP ve Gülen'i bitirme
planı" ile ilgili haberlere yasak
koyan Genelkurmay'a karşı yarın
mahkemeye başvuracak
Taraf'ın "AKP ve Gülen'i bitirme
planı" başlığıyla yayımladığı
Genelkurmay'a ait "İrticayla Mücadele Eylem Planı" dünkü gazetelerde geniş yer buldu.
Genelkurmay Başkanlığı Askerî
Mahkemesi'nin yasak kararına
rağmen Zaman, Star ve Sabah gibi gazeteler belgeyle ilgili gelişmeleri manşette taşıdı.
Zaman'ın soruları
Eylem planını, "Millete ve Hükümete Kirli Tezgah" başlığıyla
manşetten yayımlayan Zaman
gazetesi, önceki gün Taraf'ta yayımlanan bilgileri okurlarına aktardı. Gazete, 'soruşturuyoruz'
diyen Genelkurmay'a ise şu soruları yöneltti:
o Belgede imzası bulunan Kurmay Albay Dursun Çiçek sorgulandı mı, açığa alınacak mı?
o TSK'ya ait bu evrakın, tutuklanan Ergenekon sanığı Serdar Öztürk'ün elinde ne işi var?
o Soruşturmada belgeyi yayımlayanlar mı, yoksa bu vahim
komployu kuranlar mı araştırılacak?
o Masum insanlar hakkında askerî suç icat edip askerî mahkemede dava açma planını kim veya kimler kendisine görev edindi?
o Anayasa ve yasaları ihlal ederek bu planları yapanlara hangi
yaptırımlar uygulanmaktadır?
o Nisan 2009 tarihli andıç uygulamaya kondu mu? Hangi faaliyetler yürütüldü?
o Söz konusu andıcın altında imzası olanlar sorgulandı mı? Soruşturmanın, selameti açısından
açığa alındı mı?
o Soruşturma gizliliği ihlalden
mi açıldı, yoksa olayın açığa çıkartılması ve sorumluların tespiti amaçlanıyor mu?
Sabah gazetesi ise gelişmeleri
"TSK'da derin soruşturma" manşetiyle okurlara duyurdu ve eylem planından başlıklara yer
verdi.
Ergenekon hâlâ aktif
Taraf'ın haberini manşetine taşıyan başka bir gazete ise Star'dı. Gazete "Ergenekon 2009" baş
lığıyla yayımladığı haberde "Genelkurmay Başkanlığı'nın Nisan
2009 tarihli planı Ergenekon'un
hâlâ aktif olduğunu ortaya çıkardı" ifadelerini kullandı.
Vatan gazetesi, eylem planını
sürmanşetten gördü. "Garip şeyler oluyor" başlığıyla yayımlanan haberde, "Ergenekon davasıyla ilgili haberleriyle dikkat
çeken Taraf gazetesi dün yine
kamuoyunu sarsacak bir habere
imza attı" ifadelerini kullandı.
Soruşturma vurgusu
Hürriyet gazetesi de, "Genelkurmay: Plan haberi soruşturuluyor"
başlığıyla gelişmeleri birinci say
fasına taşıdı. Genelkurmay'ın
planla ilgili soruşturma başlattığını okurlara duyuran gazete ayrıca belgelerin ofisinde bulunduğu Serdar Öztürk'ün avukatının,
"Belgeleri cemaatçi yapılanma,
müvekkilimin bürosuna koydu"
açıklamasına yer verdi.
Radikal gazetesi de "Yalanlama
yok" başlığıyla yayımladığı haberin spotunda "Genelkurmay'ın
AKP ve Gülen'e karşı plan yaptığı iddiasını içeren belge ne yalanlandı ne doğrulandı" dedi.
"Taraf yazdı Genelkurmay soruşturuyor" ifadeleriyle eylem planını birinci sayfadan gören Mil-
liyet, haberin spotunda şunları
yazdı:
"Taraf gazetesinde dün, Nisan
2009'da, Genelkurmay Harekât
Başkanlığı'nda AKP'yi ve Fethullah Gülen'i bitirmek için plan
hazırlandığına ilişkin haber çıktı. Genelkurmay da bu haber üze
rine konunun soruşturulması için
askerî savcılığa talimat verildiğini duyurdu."
Cumhuriyet gazetesi ise haberi
"Genelkurmay soruşturuyor" baş
lığıyla verdi.
Yeni Şafak gazetesi de haberi
"Şok plana soruşturma" başlığıyla okurlara duyurdu.
KÖŞE YAZARLARI
'EYLEM PLANI'NI YAZDI
En güvenilir kalenin yıkıldığı
andır
Taraf'ın, yayımladığı "İrticayla
Mücadele Eylem Planı" gazetelerin yanı sıra köşelerde de geniş
yer buldu.
Birçok köşe yazarı, Genelkurmay'a ait "eylem planı"nın suç
olduğuna dikkat çekip, Karargah'tan daha doyurucu bir açıklama istedi. Vatan gazetesi ise
Askeri Mahkeme'nin yasak kararı nedeniyle Okay Gönensin'in
köşe yazısını yayımlamadı.
HÂLÂ DERS ALMADINIZ MI
Ertuğrul Özkök (Hürriyet): Bu
yazıyı şu şartla yazıyorum: "Eğer bu belge gerçekse..." Yeni ve
feci bir andıç olayı ile karşı karşıyayız demektir.
Belgenin tarihi Nisan 2009...
Yani iki ay önce hazırlanmış.
Altında Genelkurmay Harekât
Başkanlığı'nda görevli muvazzaf
bir subayın imzası var.
Eger bu belge gerçekse; İnsan
soruyor:
"Yani hâlâ mı ders almadınız?"
Belgeyi baştan sona okuyorum.
Birtakım kelli felli insanlar oturmuş, bir "Aksiyon Planı" hazırlamışlar.
Amaçları, AKP hükümetini ve
Fethullah Gülen'i yıpratmak. Yani alenen suç. Hem de ağır bir
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 24 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
nin içine ajanlar sokmuş.
Üstelik bu ajanların görevi 'düşman' faaliyetleri hakkında bilgi
toplamak da değil.
Ya da "Geri zekalılık örneği"...
TERTİPLERİ BİR BELGEDE
GÖRMEK AKLA SIĞMIYOR
Güngör Mengi (Vatan): Genelkurmay Başkanlığı, ülke güvenliğine yönelik iç ve dış tehlikeler
bağlamında elbette irtica tehdidine karşı uyanık olmak ve önleyici tedbirler geliştirmek sorumluluğundadır.
Ama insanın güvendiği bir arkadaşının yanında bile telaffuz etmekten sakınacağı tertipleri bir
belgede görmek akla sığmıyor!
Bu bir tedbir paketi değil, sanki
askerleri karalamak için kasten
hazırlanmış bir suçüstü belgesidir!
Okuyan üstünde yarattığı ilk
duygu, en güvenilen kalenin yıkıldığı şokudur.
Başımıza gelecek en iyi şey,
böyle bir planın asla yazılmadığını öğrenmek veya en azından
bir fikri çalışma taslağı olarak
sunulduğu halde üst makam tarafından çöpe atıldığını işitmek
olabilir.
BU BİR DARBE BELGESİDİR
Ergun Babahan (Star): Bu ülkeyi
korumakla görevli Silahlı Kuvvetler, işi gücü bırakmış, üst üste
bir kaç seçim kazanmış bir parti-
Abuk-sabuk açıklamalar yapıp
partiyi kamuoyu önünde zor duruma düşürmekle görevli bu
ajanlar.
Kim bilir daha ne Turan Çömez'
ler vardır bu partinin içinde, şak
emredilince tak diye konuşan...
Taraf'ın yayınladığı belge, Genelkurmay'da hazırlanmış bir
darbe belgesidir.
Çünkü seçimle işbaşına gelmiş
bir partiyi yasadışı yollarla etkisiz hale getirmeyi, hatta tasfiye
etmeyi amaçlamaktadır.
Bu açıkça Anayasa'yı ihlal suçudur.
BU ÜLKENIN BIR ASKER
SORUNU VAR
Hasan Cemal (Milliyet): Taraf'ın
dünkü birinci sayfası ise bu ülkedeki 'asker sorunu'nu bir kez
daha apaçık sergiliyordu.
Oysa, demokrasi ve hukuk devletinin damgasını bastığı bir düzende asker kendi başına buyruk
bir siyasal parti gibi davranamaz. Seçilmiş sivil otoriteye tabidir asker demokrasilerde.Ve
hukukun üstünde değildir, olamaz da...
İşte bu açılardan Türkiye'de as-
genelkurmay başkanı
ogr. ilker başbuğ
kerin hala böyle bir raya oturmaya niyetli olmadığını sergilemişti Taraf'ın dünkü birinci sayfası.
Anlaşılan Ahmet Altan da bu
yüzden yazısına şu ilginç başlığı
koymuştu:
"Ordu uslanmıyor!"
BAŞBUĞ
BILGI ALMIŞ OLMALI
Fehmi Koru (Yenişafak): Genelkurmay Başkanı dün sabah Taraf
gazetesini görür görmez imza sahibi subayı çağırtıp yapılan (veya yapılmayan) çalışmayla ilgili
kesin bilgiyi almış olmalıdır.
Tabii daha önce böyle bir planın
hazırlandığından kendisi bizzat
haberdar değil idiyse.
KAYITDIŞI SIYASET
Ali Bulaç (Zaman): Planı hazırlayanların Allah'tan korkmadıkları kesin. Gizli planda, baskınlarda Alevi düşmanlığını körükleyecek bilgi ve belgelerin de
evlere bırakılması öngörülüyor.
Bunun anlamı Sünni-Alevi çatışmasının körüklenip tezgahlanmasıdır. Demek oluyor ki, geçmişte hepimizi derinden sarsan
toplumsal çatışmalar (Çorum. K.
Maraş, Sivas Madımak, Başbağlar vb.), suikast ve cinayetler söz
konusu kayıt dışı siyasetin bir
parçasıdır.
Kaynak:
Taraf-İstanbul - 14.6.09
http://www.taraf.com.tr/haber/35
667.htm
Vakit Gazetesi isim vermeden bir bürokratın Ağlama Duvarında çekilmiş 3 fotoğrafını yayınladı.
Kısa bir araştırma sonrası bu kişinin Org. İlker
Başbuğ olduğu ortaya çıktı. -basından alınmıştır.-
suç.
Belgeyi okuyunca sadece iki şey
söyleyebiliriz: Ya, "Vahim provokasyon."
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 25 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
Siyasi kültür, Ergenekon,
"Mustafa Kemal'in Askerleri" ve Sol
Fikret Başkaya
Türkiye'de geçerli
siyasi kültür esas
itibariyle
19201938 döneminde
oluşmuş, rejimin
tüm kurumlarına
derinlemesine
sirayet etmiş, bugün de belirleyici
olmaya devam eden 'tuhaf' bir kültürdür. Yakın tarihin baştan aşağı tahrif edilip, ihtiyaca göre yeniden 'inşa
edilmiş' bir versiyonuna, M. Kemal' in
putlaştırılmasına, devletin kutsanmasına dayanmıştır. Böylece Eski Rejim
kendini yepyeni bir şey olarak sunmayı başarmıştır. "Yenilikçi" Osmanlı
bürokratik elitinin devamı olan egemen bürokratik elitin ve hâkim sınıfın diğer unsurlarının [Ticaret ve sanayi burjuvazisi, toprak ağaları] çıkarlarını gerçekleştirmeyi amaçlamıştır.
Yeniliği, farklılığı, moderniteyle ilgisi
görüntüden ibarettir. Eski'nin yepyeni
bir şeymiş gibi sunulabilmesini sağlayan da, ülkenin geçmişinde bir modernite devriminin yaşanmamış olmasıdır. Cumhuriyet aydınlanması denilen
de tam bir safsatadır. Tartışmayı yasaklayan, farklı düşünceyi düşman sayıp lânetleyen, muhalifi şeytanlaştırıp
cezalandıran, kişiye tapınmaya dayanan, bir dizi 'laik kutsallıklar peydahlayan, toplumu 'adam edilmesi gereken' bir nesne olarak gören bir rejimin
modernite ve aydınlanmayla gerçekten bir ilgisi olabilir miydi? Eğer bir
aydınlanma devrimi yaşanmış olsaydı,
Eski Rejimle bir hesaplaşma ve kopuş
söz konusu olsaydı, hem topluma böylesine bağnaz bir resmi tarihi ve resmi
ideolojiyi dayatmak mümkün olmaz,
hem de söz konusu resmi tarih ve resmi ideoloji bu kadar uzun ömürlü olmazdı. Osmanlı döneminin yeniliklerinin, Cumhuriyet döneminin inkılaplarının asıl misyonu, Eski olanı yeni
bir retorik ve kimi yeni kurumlar ve
mekanizmalarla marifetiyle yeniymiş
gibi sunmaktan ibaretti ki, bu işte başarılı olduklarını teslim etmek gerekir.
Herhalde modern tarih çağında kişi
kültünün böylesine etkin ve etkinliğin
bu kadar uzun ömürlü olduğu bir başka "modern" toplum olupolmadığını
araştırmak ilginç olurdu. Her şeye kâdir bir kurtarıcı, koruyucu, kurucu,
eğitici yetiştirici [mürebbi], yol gösterici, bağışlayıcı, vasi, tek ve şaşmaz,
en büyük [Atatürk] ve onun ne dediğini, neyi arzuladığını, neyi istemediğini bilen, onun adına konuşan bir 'cumhuriyet aydını', 'modern ulemâ' taifesi.
İşte 'Modern Türkiye' denilen böyle
bir şey.. [Ebedî] Şef, parti, devlet, millet özdeşliğine veya 'birliğine' dayanan bir rejim, modernliğin [çağdaşlığın] timsali sayıldı. Yönetici elit millet dediğinde de kendini kastediyordu.
Bütün bu zaman zarfında halkın 'işe
karıştırılmaması' kuralı geçerliydi.
Halkın politik sürece dahil edilmemesinin gerekçesi de hazırdı: Halk cahildi, eğitilmesi ve 'olgunlaşması' 'yetiştirilmesi','rüştünü ispat emesi' gerekiyordu. Onu eğitecek olan [mürebbi]
de kendileriydi. Diktatörlük döneminde oluşturulan yapıda kayda değer bir
değişiklik söz konusu olmadan 1946'
da çok parti sistemine geçiş, gerçek
anlamda birçok partili sistem anlamına gelmiyordu. O zamana kadar bütünüyle siyasi sürecin dışına atılmış
halk kitleleri, bundan böyle muvazaa
partileri veya taşeron devlet partileri
ve seçimler aracılığıyla manipüle edilecekti. Aracın rotasını tek parti diktatörlüğü döneminde olduğu gibi yine
asıl devlet partisi belirlemeye devam
edecekti. Halk henüz mürebbilerin
rahle-i tedrisinden geçmemişti, korunmaya ve kollanmaya ihtiyacı vardı.
Halk henüz yeterli eğitimi alıp, 'olgunlaşmadığına' göre mürteciler, teokrasi yanlıları, kızıl komünistler, kim
bilir belki de liberaller onu aldatabilirdi... Aslında bu anlayış 'modern koloniyalizme' özgüdür ve bugün de geçerli ama artık köprülerin altından
hayli su aktığı da bir vakıa... Nasıl İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş Eski
Rejimden bir kopuş değil idiyse, diktatörlükten 'demokrasiye' geçiş de bir
kopuş değildi.
Can sıkıcı ve rahatsız edici olan husus, rejimin hiçbir zaman tartışma konusu yapılmaması ve esas itibariyle
1920-1938 döneminde oluşturulan siyasi kültürün varlığını ve etkinliğini
bugün de sürdürmesidir. Aslında bu
durum kişi kültüne, 'ulu öndere' tapınmaya dayalı eğitim sisteminin doğal
sonucudur. Diplomalı kesimin bilincinin resmi tarih ve resmi ideoloji tarafından dumura uğratılmasıyla, iğdiş
edilmesiyle ilgilidir. Ulu önder tüm
soruların cevabını peşinen ve 'ilelebet'
verdiğine ve gidilecek yolu da gösterdiğine göre, ortada tartışılacak bir şey
kalır mıydı? Velhasıl mürebbilere ve
diplomalı taifeye iz sürmekten başka
yapacak bir şey kalmıyordu... Rejimi
tartışmaya cesaret edenler rejimin kutsallarına saldıran 'yıkıcılar', değilse
"düşmanlarımız hesabına çalışan ajanlar" olabilirlerdi ki, Cumhuriyetin
'sükûn sağlayıcı takrirleri onlara gereken dersi verirdi. Bu durum son dönemde gündemde olan ve bir süre daha gündemde kalacağa benzeyen Ergenekon Operasyonuyla bir kez daha
doğrulandı. Sivil ve militer bürokrasi,
akademi ve iş dünyası içindeki darbecilere yönelik operasyona özellikle
diplomalı kesimin verdiği tepki, tek
parti diktatörlüğü döneminde oluşturulan siyasi kültürün bu kesimin bilincinde ne kadar köklü bir yer edindiğini ortaya koyuyor. Elbette operasyonun mahiyeti hakkında da kafalar
karışık ve böyle bir siyasi kültürün geçerli olduğu koşularda bu anlaşılmaz
bir şey değil. Türkiye'de darbecilik ve
darbeci gelenek rejime ve onun mantığına içkin bir özelliktir. Başka türlü
söylersek, TC'de darbeler rejimin 'olağan halidir'. Dolayısıyla genel durumdan bir sapma veya istisna değildir.
Netice itibariyle Cumhuriyet de bir
darbeyle kurulduğuna göre, rejimin
darbelerle yol alması neden şaşırtıcı
olsun? Başladığı gibi devam etti ama
artık yolun sonuna gelmekte olduğumuzu söyleyebiliriz... Öyleyse Ergenekon operasyonunda 'yeni olan' nedir? 'Yenilik' bu güne kadar ordu içinde kotarılan darbe girişiminin bu sefer
'sivil alana' sıçraması ve bunun engellenememesidir. Vatanın ve milletin
tüm işlerinden sorumlu, koruyucu ve
kollayıcı ordu bu sefer çalınan minareye kılıf bulmakta başarılı olamadı...
Ordu içindeki darbecilerle darbe karşıtları arasındaki görüş ayrılığı ve çatışma, sivil yargının işe müdahale etmesi ve durumdan halkın haberdar
olmasıyla sonuçlandı. Velhasıl halk
duymaması gerekeni duydu... Bir kısmı emekli olan, darbede ısrarcı komutan başarılı olursa [ki bu onun 'sivil
toplum' dediklerini etkili bir şekilde
harekete geçirebilmesine bağlıydı],
darbeyi ordu içinde de yapacakları bilindiğinden, darbe karşıtları [aslında
darbe karşıtlarıyla darbeciler arasındaki anlaşmazlık bir ilkeden değil,
konjonktürün darbeye uygun olmaması tespitinden kaynaklandığı anlaşılıyor...] bu kesimi etkisizleştirmek üzere
- operasyonun kapsamını da kendileri
belirlemek kaydıyla - sorunu sivil yargıya havale etmek zorunda kaldılar.
[Her ne kadar operasyonunun kapsamı
hakkında etkin olsalar da, bazı durumlarda ruhları çağıranların onu geri
gönderemedikleri de bilinen bir gerçektir.] Bu tür bir operasyonla fazlasıyla ayağa düşmüş, mafyalaşmış un-
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 26 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
surları tasfiye etmek, ordu içindeki ve
dışındaki darbecileri etkisizleştirmek,
imaj tazelemek, başta ordu olmak üzere 'devletimizin itibarını' restore etmenin amaçlandığı anlaşılıyor. Aslında darbeye hedef olan ordu kadrolarının darbe karşıtlığı, onların demokrasi aşkıyla ilgili değildir. Bu durumda yeni olan bir şey de, ilk defa her
darbenin gönüllü destekçisi olan sivil
bürokrasinin yükseklerine, akademinin ve medyanın, bazı unsurlarına dokunulmuş olmasıdır. Dokunulmazlıkları konusunda sarsılmaz bir inanca
sahip olan ve kendilerini 'müesses nizamın bekçisi' ve 'memleketin sahibi'
olarak gören diplomalı seçkinlerin infiali ve şaşkınlığı bu yüzdendir. Oldum olası bu kesimlerin en büyük korkusu 'cahil halkın' işe karışmasıdır. Bu
yüzden özgürlüklerin, demokrasinin,
insan haklarının katıksız düşmanıdırlar. Darbeyle ilgili olduğu gerekçesiyle tutuklananlara yapılan muameleden
vazife çıkarmaya çalışıyorlar. Elbette
hak ihlallerinin her türlüsüne karşı
çıkmak ve usul hukuku kurallarına uyulmasını istemek son derece önemli
ve gereklidir. Tutuklamalar sürecinde
yasal gereklere uyulmadığı için ortalığı velveleye verenler, hak ihlâllerinden yakınanlar, Ergenekon sanıklarına
yapılanın yüz katı başkalarına yapıldığında kıllarını hiç kıpırdattıkları oldu
mu? Işkence ve siyasi cinayetlerle ilgili, düşüncelerinden dolayı cezalandırılanlarla ilgili bir defacık sesleri çıktı mı? Çıkar mıydı? Çıkabilir miydi?
Bu ülkede anaokulundan başlayarak
tüm okul sisteminde ve askerlikte puta
tapmayı esas alan, özgür düşünceye
düşman bir eğitim sürecinden geçmiş,
düşünme yeteneği körelmiş, yurttaş
değil kul bilinci taşıyan, bürokraside,
akademide, orduda, medyada, vb. ayrıcalıklı bir pozisyon edinmiş kesimin
darbeci, 'ulusalcı', Ergenekoncu olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Nitekim bir üniversite rektörünün Ergenekon davasından tutuklanması sonrasında bu durumu Atalarına şikâyet için
Anıt Kebire giden cüppeli hocaların
"biz Atatürk'ün askerleriyiz" sloganı
atmaları, rejimin verdiği eğitimin etkinliğinin kanıtı oyduğu gibi, yarattığı
insan tipi hakkında da bir fikir verecek durumdadır... Bu dünya'da ve
sadece burada, Kemalist Cumhuriyette üniversite üyeleri, şikayet için ölmüş bir şahsiyetin mezarına gidebilir
ve kendini militarist bir sloganla ifade
edebilir... İşte size 'memleketimin üniversitesinden manzaralar...' İşte size
'modern Türkiye'den manzaralar... Bu
durum sadece üniversite denilen ama
adından başka üniversiteyle ortak yanı
olmayan kurumun sefaletini göstermiyor, aynı zamanda Türkiye'deki bilimsel/entelektüel seviyeyi de gösteriyor ve siyasi kültürün sefaleti hakkında da fikir veriyor.
Solun Ergenekonla imtihanı...
Aldığı eğitim ve rejimin niteliği gereği, kalben veya fiilen, reel veya potansiyel Ulusalcı-Ergenekoncu olanların
bu durumuna diyecek bir şey yok. Lâkin solun bu konudaki tavrı problemli.
Elbette operasyonun devlet içi bir
operasyon olduğunda da kuşku yok ve
dosya pisliğin temizlenmesi için mobilize olmuş emekçi halk kitlesinin talebi ve dayatması sonucu açılmış da
değil. Sol problemli bir kavram. Genel
olarak sol kavramından, ezilen, sömürülen sınıfların safında olmak ve ezilme ve sömürülmenin olmadığı, eşitlik
ve özgürlüğe dayalı sosyalist bir toplum ve dünya için mücadele etmenin
anlaşılması gerekir. Türkiye'de sol ile
sol olmayan arasındaki sınır silik. Bunun nedeni solun her şeyden önce Kemalizm'den kopamamış, rejimin resmi
ideolojisi olan Kemalizm'le hesaplaşamamış, dahası öyle bir kaygı taşımıyor olmasıyla ilgili. [Elbette istisnalar
vardır...] Resmi tarihle, resmi ideolojiyle hesaplaşmayan, resmi tarihin
ürettiği yalanlara, efsanelere itibar
eden bir sol hareket olabilir mi? Böyle
bir hareket inandırıcı olabilir, kitlelerin güvenini kazanabilir, etkin bir
politik faaliyet yürütülebilir mi? Türkiye'de solun 'radikal unsurları' arasında bile Türkiye Cumhuriyeti denilenin 'gerçek' bir cumhuriyet olduğuna, üstelik anti-emperyalist bir ulusal
kurtuluş savaşı sonucu kurulduğuna
inanların sayısı az değildir. Türkiye'de
1923 de adı Cumhuriyet olarak değiştirilen rejim, padişahın sahneden çekilmesi dışında bir farklılık ve orijinallik içermiyordu. Kaldı ki, zaten rejim o tarihte şeklen anayasal bir monarşiydi ve padişahın sadece sembolik
bir varlığı söz konusuydu. Kemalizm'le aradaki sınırın kalın çizgiyle
ayrılmadığı koşullarda ve köklü bir
anti-militarist bilinç yokluğunda solun
darbeler karşısında tutarlı bir tavır ortaya koyması elbette mümkün olamazdı ve olmadı. Mesela 27 Mayıs darbesini 'ilerici' sayıyor... Bu dünyada ilerici bir darbe olabilir mi? Böyle bir
şeyi düşünmek bile Elif-Ba da kırk
hata değil midir? Nitekim son dönemde solun bir kesiminin 'ulusalcılığa'
meyletmesi ve darbecilerin safına savrulması söylediğimizi doğruluyor.
Solda olmak şurada dursun, solun karşısındaki ulusalcılar dışındaki 'radikal
solun' da [istisnalar hariç ve genel bir
çerçevede] Ergenekon Operasyonu
konusunda sola yakışır bir tavır sergilediğini söylemek mümkün değil. Oysa bu durum rejimi teşhir etmek için
bir fırsata dönüştürülebilir, rejimle
ilgili bir netleşme sağlanılabilirdi. Bu
işe girişmemek için her biri kendince
bir 'gerekçe' bulmuş görünüyor. Kimileri operasyonun gerisinde AKP'nin
olduğunu düşündüğü için yapması
gerekeni yapmıyor. Eğer AKP'nin de
diğer düzen partileri gibi bir taşeron
devlet partisi olduğunu bilselerdi, bu
tür gerekçeler üretmek durumda kal-
mazlardı. Bunun için de asıl iktidar ile
görünen iktidar arasındaki ayrımın
farkında olmaları gerekirdi. Kimileri
sorunun üzerine gitmenin AKP'yi
güçlendireceğini düşünüyor. Başkaları
operasyonun sonuna kadar gitmeyeceğini, diğerleri operasyonun asıl yapılması yerde yapılmadığını söylüyor.
Kimi sol entelektüel de 'demokrasi ve
sol adına' darbecilerden bir kısmını
desteklemeye kadar işi ileri götürüyor.
Operasyonun gerisinde ABD'nin olduğunu düşündükleri için uzak duranlar
da var... Elbette operasyonun arkasında emperyalistler de olabilir ama bu
sorunun üzerine gerektiği gibi gitmememin ve gereğini yapmamanın bir
mazereti olabilir mi? Sizin kendi ilkelerinizin gereğini yapmak diye bir
derdiniz yok mu? Bu gerekçelerin hiçbir kıymet-i harbiyesi yok ve anyayı
Konyayla karıştırmakla ilgili... Eğer
öyleyse bütün bu uyduruk gerekçelerin gerisinde ne var? Belli ki, solun
rejimin niteliğini anlamakla ilgili bir
derdi ve kaygısı yok ve o konuda 'bilinç' zafiyeti var... Rejimin niteliğini
tartışmayı hiçbir zaman dert etmemiş
sol hareketin bileşenlerinin bu operasyonla ilgili sağlıklı bir duruş ortaya
koymaları düşünülebilir miydi? Solun
bu sorun karşısındaki tavrındaki tutarsızlık onun demokrasi ve özgürlükler
konusundaki yetersizliğiyle de ilgili.
Bizdeki sol, resmi ideoloji olan Kemalizm'den ve onun yakın akrabası olan Stalinizmden kopamamış olmaktan
ötürü, demokrasiyi ve özgürlükleri
hiçbir zaman önemsemedi. Bizzat
kendi içinde demokrasiyi işletemeyen,
kendi içinde eşitlikçi-demokratik işleyişi gerçekleştiremeyen, özgürlüklerin kıskanç savunucusu olmayan bir
sol nasıl bir soldur? Bırakın demokrasiyi kıskançlıkla savunmayı, demokrasiyi 'burjuva demokrasisi' sayıp lânetliyor... Egemen sınıfların asla demokrasi diye bir sorunu olamayacağını, egemenliklerini ancak demokrasi
ve özgürlük yokluğunda sürdürebileceklerini düşünemiyor. Aslında burjuva demokrasisi diye bir şey yok. İşçi
sınıfının ve ezilen halkların mücadelesi sonucu burjuva düzeninde kazanılmış sınırlı mevziler var. Burjuvaların
demokrasiyle ilgisi, sömürme ve egemen olmayla sınırlıdır. Egemenler için
demokrasi sadece bir retoriktir ve bir
ideolojik manipülasyon aracıdır...
Özgürlükler ve demokrasiyse ezilen
ve sömürülen sınıflara gereklidir ve
ancak onların mücadelesiyle etekemiğe bürünebilir, içi doldurulabilir.
Velhasıl Ergenekonla rejimin ayıbı
'dışa vurmuştu' solun bu ayıbı büyütmek, oradan giderek de Kemalist rejimi teşhir etmek gibi bir misyonu olmalıydı ama misyonunun gereğini
yapmakta sınıfta kaldı...
Kaynak:
http://www.ozguruniversite.org
[email protected]
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 27 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
Koçgiri'den
Dêrsim'e
Jenosidler (1)
E v i n
Bilimin Osmanlı imparatorluğu'nun
Teşkilat-ı Mahsusacıları, T.C.nin kemalistleri tarafından bir ulusun yok
edilmesi amacına araç edilmesi
Bu yüzyılın Kürd bilim insanı tarihsel gerçekliğiyle yüzyüze. Sorumluluğunu yerine getirme konusunda
ikircikli davranma hakkı, lüksü yok.
Görev, sorumluluk, yetki üçgeninde
kendisine düşeni yapmak mecburiyetinde.
Kimyasal maddeler kullanılarak
Kürdistan'da gerçekleştirilen jenosidlerle ilgili bilgiler, belgeler yerleştirildikleri, gizlendikleri arşivlerde, kutularda konuyla ilgili kişilerin
düğüm bağlarını çözmelerine hazır
durumda, okurlarını bekliyorlar.
Kürd ulusunun evlatları bilimsel araştırma konusunu içeren ulusal görevlerini diğer ulusların mensuplarının yapmalarını bekleyemezler.
Böyle bir istemleri de olamaz. Kürdistan'da yaşayanlar bir yana, dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan ve öğrenim görme hakkına kavuşan onlarca insanımız araştırma, öğrenme,
öretme görevini rahatlıkla yerine
getirebilecek durumdalar. Hem kendi uluslarının fertlerini, hem de diğer ulusların konuyla ilgili fertlerini
doğru bilgilendirme bizlerin sorumlulukları arasında.
Jenosid-soykırım konusunu Kürd
ulusu açısından ele alınca, Osmanlı
ve jenosidler, T.C. ve jenosidler olarak başlıklara ayırıp, Çaldıran'dan,
Yavuz Sultan Selim'den itibaren konuyu ele almak gerekiyor.
10 Kasım 2008 tarihli makalemi
Kürd Medyasına gönderdiğimde,
kimyadal maadelerin kullanıldığı
Kürd jenosidleri konusunda bir duyarsızlığın varlığını his ettim. Çerkes ulusundan olan ve T.C.de bürokrat olarak yıllarca rejime hizmet
sunan İhsan Sabri Çağlayangil'in 6
dakikalık Doğu Dersim anlatımı ise
kürd medyasında sansasyonel etki
yarattı. Tabi ki ses kasedi ellerinde
olan Dêrsimli erkeklerimizse bilgiyi
bana degil, Kürd olmayan bir bayana vermeyi tercih ettiler !
Ulusal hastalığımız, bu konuda da
varlığını his ettirdi. Kürd olmayan
konuşunca ciddiye alınıyor, dinleniyor. Kürd olmayan yazınca, okunuyor. Özel arşivlerde korunan bilgiler
kendisine sunuluyor. Kürd komplekslerinden, zaaflarından kurtulmadıkça sorun yaşamaya devam edecek. Gerçek tarihini sadece kendi
ulusunun mensuplarında öğrenebilecek.
Sömürgecilerin özel olarak eğittikleri, kurdukları stratejik merkezlerde görevlendirdikleri, siyasal sistemin hizmetkarları, kulları yaptıkları
kişiler bilinçli uygulamalarıyla, T.C.
sı-nırları içinde yaşayan halkları bilgisizlendiriyorlar.
Yönlendirmeyle körleşenler, doğruları görme imkanına da sahip olamazlar. Yalan, yanlış cümlelerin
bombardımanına uğrayan, öğrenmemeyi, sormamayı öğrenen bir ulusun
evlatları, kendi ölüm kararvericilerini, yok edicilerini yarğılama yerine,
kahraman olarak görüp alkışlayabiliyorlar.
Halen tarihimizi analiz edemeyen,
sömürgecilerin verdikleri yanlış
cümlelerle geçmişi değerlendirmeye
çalışan öğrenme tembeli bir halkız.
Kürd direnişlerini, isyan olarak ele
alıyoruz. Jenosidleri, toplu katliam
olarak işliyoruz.
Koçgiri'den, Dêrsim'e Kürdistan
topraklarında gerçekleştirilen jenosidlerde hangi kimyasal maddeler,
gazlar nasıl, ne miktarda kullanıldılar? Bu güne kadar kaç kürd bu konuyla ilgilendi? Sömürgeci, işgalci
devletin kadroları jenosidleri amaçladılar ve gerçekleştirdiler. Bizler
jenoside uğrayanların aile mensupları, yakınları, aynı bölgenin insanları, aynı ulusun evlatları teknoloji
kullanılarak oluşturulan ölüm tablolarını gerekli bilgilerle, donanımla
tuallere çizip, kendi ulusumuzun
mensuplarına, dünya kamuoyuna, ilgili kişilere tarif edebildik mi? Hayır.
Bu ilgisizlik, vurdumduymazlık, sorumsuzluk bireysel korkulardan mı
kaynaklanıyor? Evet. Öğrenme, öğretme tembelliğinden mi kaynaklanıyor? Evet. Kendi olamama, kendinden, kimliklerinden kaçış, kurumlaşmamayı, örgütsüzlüğü beraberinde getiriyor. Bu durum hesap sormayı, suçluları teşhir etmeyi, yargılatmayı engelliyor. Jenosidleri sürekli kılıyor. Yoketme sevdalılarına
cesaret veriyor.
Fransa Cumhurbaşkanı N. Sarkozy,
11.11.08'de 1.Dünya Savaşı'nın 90.
cı yıldönümü nedeniyle bir konuşma
yaptı. Sayın Sarkozy devlet başkanları, büyükelçiler, B.M. temsilcilerine yaptığı hitapda " Bundan 90 yıl
önce 11.11.1918'de 1. Dünya Savaşı
son buldu. Savaşa 65 milyon insan
katıldı. 8.5 milyon insan öldü. 21
milyon insan yaralandı, sakat kaldı.
4 milyon kadın dul, 8 milyon çocuk
ise yetim kaldılar. İşte savaşın bilançosu budur. Anlamak için bu korkunç rakamlara bakmak gerekir."
(Nicolas, Sarkozy, Publié le 11-1108 à 14:17, Allocution de M. le Président de la République lors de la
Célébration Nationale du 90 ème anniversaire de l'Armistice de 1918 à
Douaumont, Nécropole Nationale de
Douaumont - Meuse, Mardi 11 novembre 2008 (http//www.elysee.fr/
documents/ındex)
Sayın Sarkozy savaşın insan üzerinde yarattığı tahribatı bir oran da anlattı. Alman Ordusu tarafından,
Fransa, İngiltere, Belçika Ordu'larının mensuplarına karşı kullanılan
kimyasal silahlardan, gazlardan bahsetmedi. Hangi zehirli maddeler,
gazlar kullanıldı? Hangi ülkelerin
askerleri bu maddelerden, gazlardan
dolayı sakat kaldılar ya da öldüler?
Oluşturulan stoklardan arta kalanlar
hangi ülkelere satıldı?
1. Dünya Savaşı'nda Alman Ordusu
mensupları Osmanlı Ordusu'nu yönetiyorlardı. Ortak hedef; Orta Asya'
ya kadar dünyayı eğemenlik altına
alıp, hammade, pazar alanları olarak
kullanmaktı. Bu amaçların gerçekleşmesi için de engel olarak görülen
halklara karşı korkunç yaptırımlara
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 28 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
Ç i ç e k
gidildi. Soykırım, sürgün amaca varmak için kullanılan araçlardı.
Almanlar zehirli gazları ürettiler,
kullandılar. Bu maddelerin ne kadarı Osmanlı İmparatorluğu sınırları
içinde kullanıldı? 1914-18, 1919-23
sürecinde şidettin zoruyla yerleşim
birimlerinde veya yerleşim birimlerinin dışında, sürgün yollarında kaç
yüz bin insan üzerinde bu gazlar denendi? Derin vadilere doğru sürülen,
magaralara doldurulan binler nasıl
can verdiler?
Almanlar, kimyasal madde yapımında kullanılan ne kadar maddeyi Osmanlı İmparatorluğu'nu yöneten asker-sivil bürokratlara verdiler? Kaç
kişiyi bu maddelerin kullanımı konusunda eğittiler ?
1. Dünya Savaşı sürecinde soykırıma uğratılan Kürdler, Ermeniler,
Helen-Rum-Grekler, Asuri-KeldaniSüryaniler bu konuyla ne oranda ilgilendiler? Bildiğim kadarıyla bu
güne kadar yerleşim birimlerinde,
mağaralarda, vadilerde, geçiş güzergahlarında herhangi bir inceleme
ya-pılmadı ya da yapılamadı. Bu
konuda elimde bilgi yok.
Almanların, Fransa, İngiltere ve
Belçika halklarına karşı kullandıkları kimyasal silahlar İttihad-ı Terraki
Partisi yöneticileri tarafından Ermeni, Grek-Helen-Rum, Asuri-Keldani
-Süryani ve Kürdlere karşı kullanılmıştır. Savaş-jenosid suçları işlenmiştir. Bu tarihi bir gerçekliktir.
1.Dünya Savaşı süreci bilim insanları tarafından incelendi. İnceleyenlerden biri Prof.Dr.André Kling'dir.
Prof.Dr.A.Kling'in, 1914-1918 dönemine ilişkin olarak Almanların
kullandıkları kimyasal silahları incelemiş olması bu gün konuyu bilmek, anlamak isteyenlerin işlerini
kolaylaştırıyor. Fransa Bilimler
Akademisi'nin tutanaklarının 174.cü
cildinde, 16 Ocak 1922 tarihli ve III.
No.lu toplantıda yer verilen bilgiler
bizleri bilgilendiriyor. Tutanaklar,
Fransa Kimyasal Savaş Maddeleri
Hizmet Bürosunda korunmaktalar.
Olivvier Lepick ise 1998'de, İsviçre'nin Cenevre kantonunda bulunan
Uluslararası İlişkiler Yüksek Araştırmalar Enstitüsünde yaptığı tarih
doktorasında, 1. Dünya Savaşı'nda
kullanılan kimyasal gazların, silahların listesini veriyor;
"Başlıca tahriş, sinirlendirici maddeler;
o le bromacetone (CH3-COCH2Br) ;
o le bromure de benzyle (C6H5CH2Br) ;
o le bromure de xylyle (CH3-C6H4CH2 Br) ;
o le bromomethyl ethyl cetone
(CH2Br-COOC2H5) ;
o le bromacetate d'ethyle (CH2BrCOC2H5) ;
o le cyanure de bromobenzyle
(C8H6BrN) ;
o l'iodacetone (CH3-CO-CH2İ) ;
o 1'iodacetate d'ethyle
(İCH2COO2H5) ;
o l'iodacetate de methyle
(İCH2COOCH3) ;
o l'iodure de benzyle(C6H5-CH2İ) ;
o l'iodure de xylyle (CH3-C6H4CH2İ) ;
o le chloracetone (CH3-COCH2Cl) ;
o le chlorure de benzyle (C6H5CH2Cl) ;
o le chlorure de xylyle (CH3-C6H4CH2Cl) ;
o le chlorure de cacodyle
((CH3)2=As-Cl) ;
o le chlorure de benzyle orthonitre
(O2N-C6H4-CH2Cl) ;
o l'acroleine (H2C=CH-CHO) ;
o le chlorosulfate d'ethyle (ClS03C2H5) ;
o le chlorosulfate de methyle (ClS03CH3).
Öksürtücü maddeler :
1. le cyanure de diphenylarsine
((C6H5)2=As-CN) ;
2. le chlorure de diphenylarsine
((C6H5)2=As-Cl) ;
3. le dichlorure d' ethylarsine
(C2H5-As-CL2) ;
4. le dibromure d'ethylarsine
(C2H5-As-Br2) ;
5. le dichorure de phenylarsine
(C6H5-As-CL2) ;
6. le dibromure de phenylarsine
(C6H5-As-Br2) ;
7. le sulfate de dimethyle
(SO2(OCH3)2).
Deride kabarcıklar yaratan maddeler;
8. le sulfure d'ethyle dichlore
(S=(C2H4CL2)) ;
9. le dichlorure d'ethylarsine
(C2H5-As-CL2) ;
10. le dibromure d'ethylarsine
(C2H5-As-Br2) ;
11. le dibromure de methylarsine
(CH3-As-Br2).
Nefes almayı önleyen, kesen , boğucu maddeler;
12. le chlore (CL2) ;
13. l'oxyeWorure de earbone ou
phosgene (COCL2) ;
14. le chloroforrniate d'ethyle
monochlore (ClCO-OCH2Cl) ;
15. le chloroforrniate d' ethyle trichlore ou diphosgene (CL-COOCCL3) ;
16. la chloropierine ou trichloronitromethane (N02-C=CL3) ;
17. le chlorure de phenylcarbylamine (C6H5N=C=CL2) ;
18. le tetrachlorosulfure de carbone
(CCL3-SCL) ;
19. le brome (Br2) ;
20. l'acroleine (H2C=CH-CHO) ;
21. le sulfure d'hydrogene (H2S).
Zehirler :
22. l'acide cyanhydrique (HCN) ;
23. le chlorure de cyanogene
(CNCL) ;
24. l'iodure de ecyanogene (CNİ) ;
25. le bromure de cyanogene
(CNBr) ;
26. le chlorure de phenylcarbylamine (C6H5-NC=CL2).
(Olivier Lepick, La Grande Guerre
Chimique 1914-1918, PUF 1998,
Paris, p.13, 14, 15)
Dr. Lepick'e göre; toplam olarak
112.600 ton kimyasal madde kullanıldı. Bunun 52.000 tonunu Almanya, 26.000 tonunu Fransa, 14.000'
unu İngiltere kullandı. Sadece 1915'
de Almanların kullandıkları kimyasal silah 3.600 tondur.
1914'den, 1918'e kadar savaşta toplam 1.389.000 top kullanıldı. Ayrıca
1916'da 35.000 ton kimyasal silah,
1916'da 59.000 ton kimyasal silah
kullanıldı. Ağustos 1914 ile Kasım
1918 arası kullanılan kimyasal
silahlar 66.000.000 tondur.
Bu silahlardan sadece Rusya'da
2.500 kişi ölürken, Batı Cephesi'nde
ölü sayısı; 496.200 kişidir. Askerlerin % 70'inin savaşın son 11 ayında kullanılan kimyasal gazlardan
öldüklerini tespit eden Lepick,
23.000.000 yaralı ve 8.500.000 ölü
olduğunu belirtiyor. (Olivier Lepick,
La Grande Guerre Chimique 19141918, PUF 1998, Paris, p.311, 312,
316, 319)
Dr. Lepick bir başka incelemesinde;
22 Nisan 1915'de Almanlar tarafından kullanılan gazlardan bahseder.
Bir günlük ölü sayısının; 2-5.000
arası olduğunu, yaralı sayısının ise;
10.000 olduğunu açıklar. (Les Armes Chimique, PUF, QSJ 3472,
Paris, 1999, p.34)
1921'de, M.Victor Lefebure'ün ileri
sürdügü teze göre ise ölü sayısı
5.000'dir. (Victor Lefebure, The
Riddle of the Rhine: Chemical Strategi in Peace and war, Londres, ed.
Collins&Co, 1921, p.27 a 35)
1921'e ve Koçgiri'ye gelince;
Koçgirililerin karşılarında, Osmanlının bütün kurumlarını, kuruluşlarını kullanan, Bolşeviklerin mali,
teknik, askeri desteğine sahip olan
bir Kongre yönetimi vardır. Osmanlı
Ordusu, paramiliter güçleri de savaş
tecrübesine sahiptirler.
Alman komutanların denetimleri altında 1. Dünya Savaşı süreci içinde
Osmanlı sömürgelerinde falliyet yürüten Teşkilat-ı Mahsusa 1921'e gelindiğinde isim degiştirmiştir. Teşkilat-ı Mahsusa güçleri, Osmanlının
bütün olanaklarına, bolşeviklerin
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 29 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
desteklerini de katarak Koçgiri'ye
doğru yok edici darbeleri indirmek
amacıyla saldırıya geçerler. 1920'de,
de ingilizlerle yapılan gizli antlaşma
da bağımsız bir Kürdistan'ın kurulmasına kesinlikle izin verilmeyecegi
belirtilerek, ingilizlerin güvencesi
alınmıştır.
Bakanlar Kurulu üyeleri 13.03.1921'
de Nurettin Paşa'yı "Seferde Ordu
Komutanı " görev ve yetkisiyle Koçgiri ulusal kurtuluş harekatını bastırmakla görevlendirirler. Nurettin Paşa, bir bildiri yayınlayarak Sivas askerlik şubesinden 1308 ve 1309
doğumluların askere alınmalarını
ister. Bütün jandarma birlikleri,
Sivas as-kerlik şubesi emrine verilirler.
Üst düzey Teşkilat-ı Mahsusa kadrolarından oluşturulan bakanlar kurulunun onayı ile Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa'nın askeri birliklere verdiği talimat;
"Harekattın şiddeti ayaklanmanın
tertipçisi ve tahrikçisi olan kişilere
yönelik olacaktır. Harekata başlamadan önce her birlik komutanı durumu halka bildirecek ve onları kanunlara uymaya çağıracaktır. Halktan
fesadcı ve tahrikçilerin teslimi istenecektir. Verilen süre 48 saati geçmeyecek, bu süreyi aşanlar başkaldırmış sayılacaklardır.
Yakalananların kaçmalarına fırsat
verilmeyecek, Sivas Merkez Komutanlığı'na sevk ve teslim olunacaklardır. Direnenler köy halkı oldukları takdir de bu işlem bütün köy halkı
için uygulanacaktır. İsteyerek ya da
istemeyerek, her ne şekilde olursa
olsun ayaklanma ve eşkiyalığa katılmış olanların silahları alınacak. Silahları gizledikleri anlaşılanlar tutuklanacaktır. Düşmanı veya zararlı
kişileri topluca yok etmek harekatı
Koçgiri'liler, Dêrsim'den gelen asiler ve çevre de isyana katılanlara uygulanacaktır." denmekte.
Merkez Ordusu yetkilileri bu talimatın çok gizli tutulmasını isterler.
Hü-kümet üyeleri çevre birimler de
ya-şayan halkın gücünden de yararlanılmasını emrederler. Hükümete
bağlı çevre; Kafkas, Balkan göçmeni olan değişik halklar hükümete
bağlı çevreyi oluşmaktalar. Bunlar
Osmanlı-Rus savaşı süreci ve sonrası, Balkan savaşları süreci ve sonrası bölgede Kürd birliğine karşı özel
amaçla, tedbir olarak oluşturulan
stratejik köylere yerleştirilen müslümanlaştırılmış Balkan ve Kafkas
halklarından oluşmaktadırlar. Paramiliter olarak kullanılırlar. Ermeni
ve Helen-Rum halklarına karşı kullanılmışlardır. Tecrübe sahibidirler!
Ermeni ve Rum halklarının taşınır,
taşınmaz malları kendilerine sunula-
rak memnun edilmişlerdir. Sıra kimliklerinden vazgeçmeyen bölge insanı olan kürdlere gelmiştir.
".....Kürt ve Arapların düşmanı kan
dökücü Nurettin Paşa'yı, Koçgiri' ye
saldıran güçlerin komutanı yaptılar.
Angora hükümeti Nurettin Paşa'ya
büyük yetki verdi. O da seferberliğe
başladı ve Koçgiri'lileri " hırsız, çete, İslamın düşmanları" olarak suçladı. Propagandasın da "Bunlar Türk
düşmanlarıyla, Amerika Birleşik
Devletleri, İngiltere, Fransa, İtalya,
Yunanistan ve Ermenistan'la işbirliği içindedirler. Bunlar Halife ve İslamın düşmanıdırlar." diyordu. Bu
propagandasının Kürtler üzerindeki
etkisi ulusal açıdan iyi oldu. Daha
fazla direniş, mücadele etkisi yarattı." (İ.H.Şaweyş, Roja Nuwe)
Koçgiri Kürtlerinin doğaya tapmaları, kafir olarak görülmeleri için yeterlidir. Koçgirililer; animisttirler.
Bugün halen bu inanç güçlü bir şekilde varlığını devam ettirmekte.
(Animisme-doğaya tapma)
M. Kemal ve çalışma ekibini oluşturanlar, Müslümanlık dışındaki dini
anlayışlara yaşam hakkı tanımazlar.
Tahammülleri yoktur. İttihat-ı Teraki Partisi'nin mensubu olan bu kişiler, partilerinin Türk-İslam kritirlerine göre davranış sergilerler. Osmanlı sınırları içine hapsedilen halkları türkleştirme ve islamlaştırma,
tek din, tek dil sloğanları canlılığını
korumaktadır.
İntikam düşüncesiyle eğitilen, donatılan teşkilatçı silahlı kişiler, Koçgiri ve Koçgiri'lilere ait her şeyi
düşman olarak görürler ve saldırırlar. Kaide, kural bilmezler, tanımazlar. Savaş kuralları dahi uygulanmaz. Bundan dolayı Angora'da hazırlanan planlar askeri birimlere ve
idarecilere bildirilirken "çok gizli "
tutulmaları istenilir.
Merkez Ordusu " tenkil harekatı planı " nı hazırlayıp Genelkurmaya bildirir. Bildirinin altıncı şıkkı; "Koçgiri aşiretini bir daha başkaldıramayacak hale sokmak, yahut bu aşireti
şimdiye kadar yaşadığı alandan parça, parça uzaklaştırıp dağıtmak lüzumlu görüldüğünden bu iki düşünceden hangisinin yapılacağı, tenkil
hareketinin vereceği sonuçlara göre
ayrıca emredilecektir. "(Rahmi
Apak, Türk İstiklal Harbi 6.cilt)
Koçgiri aşireti mensupları Osmanlının Trebizonde, Sewaz, Xarput vilayetlerine bağlı idari birimlerde yaşamaktadırlar. Koçgiri bölgesinde ise
sadece Koçkirî-Koçgîrî aşireti mensupları degil, diğer aşiretlerin mensupları da yerleşiktirler.
Mart ayı bölge insanı için büyük bir
değer ifade etmektedir. Doğanın
canlanması, yerin-gögün birbirine
kavuşması törenleri yapılır. 31 Mart
en büyük törenin yapıldıgı gündür.
Bu süreç içinde "yakın, yıkın, yok
edin" emir zincirleri Angora-SêwazKoçgiri güzergahında şakırdatılırlar.
"Direnen köy ve haneleri yakın"
emri süreci hızlandırır. Merkez Ordusu Komutanlığınca Genel Kurmaya yazılan telgraf dan bir kesit;
"Madde 2: Uygulanan tedbirlerin esası aşağıdadır.
Koçgiri aşireti ile ona yardım edenlerin silahlarının alınması ve bunlar
ile beraber direnmekte ısrar edenlerin köy ve hanelerinin yakılması,
mallarına el konulması ve sürgünün
beylik ve ağalık tabakasının tamamen kırılarak ortadan kaldırılması.
14 Nisan 1921
Merkez Ordusu Komutanlığı "
Merkez Ordusu harekat planını uygulamaya başlamıştır. Sadece bazı
günlerdeki uygulamaları ve gelişmeleri sıralarsak soykırımın boyutu anlaşılabilinir.
Arçaylan köyünden Kuruçay, Avamati ye vadisine bakış.
10 Nisan l92l - Kemah müfrezesi,
Giresun müfrezesiyle birleşir. Zımara'ya giden 27.ci süvari tugayı, Kuruçay'ın güneyinde hareket halinde
olan halkın bütün hayvanlarına el
konulması, bu insanların öldürülmeleri, Koçgiri'lilerin ve Dêrsim'lilerin, Doğu Dêrsim'e geçişlerine izin
verilmemesi ve Dêrsim'e geçiş noktalarının tutulması için emir verir.
27.ci süvari tugayı, Quzkuşla bölgesinde, Terkilox'un güneyine doğru
giden halka karşı Eğin müfrezesini
ve Komır köyü (Müslümanlar, Kürt
değiller) paramiliter güçlerini harekete geçirir. Halkın şeytan köprüsünden Dêrsim'e geçmesi engellenir.
Kıyımdan kaçan insanların hayvanlarına ve taşıyabildikleri erzaklarına
el konulur. İnsanlar mağaralara sığınarak ölümcül darbelerden kurtulmaya çalışırlar. Erzincan müfrezesi
Fırat'ın kuzeyindeki köylere karşı
saldırıya geçer. Köyleri yakmaya
başlarlar. Canlıları yok etmek için
sahip oldukları bütün araçları, maddeleri kullanırlar.
13 Nisan l921; 14.cü süvari tümeni,
Beydağ'ının güneybatısındaki köylere karşı saldırı başlatır. Korkut
(Kafkas halklarından oluşmuş)Karahasan'ın Batı istikameti izlenir.
Pazarcık köyü dahil, geçtikleri yerleri yakarlar. 27.ci süvari tugayının
görevi Fırat üzerindeki geçiş yollarını tutup, sivil halkın Doğu Dêrsim'e sığınmasını önlemektir.
Çaqsur (Müslümanlar, Kürt değiller)
alanında keleklerle suyu geçmek ist-
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 30 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
eyen halk saldırıya uğrar. Onlarca
savunmasız sivil bu alanda boğulurlar, ölürler. Sağ kalabilipte doğuya
doğru yönelenler izlenirler. İlıç
(Lîç) ve Kemah (Kamax) arasında
bulunan Vaslı'da, sivillere yönelik
ayrı bir katliam gerçekleştirilir.
Maksutuşağı (Maxsudan) sırtlarına
yerleşen Angora'daki Kongre ye
bağlı silahlı güçler Acemoğlu
köprüsünü kontrol altına alırlar.
Halka ait olan her şey talan edilir.
Kabaran ba-har suları üzerindeki
geçiş noktaları farklı kimlikleri yok
etme tutkusunun tutsağı olan kişilerin tatmin noktaları olurlar.
Purê Gaban magaraları, Dereşoran
köyü vadide.
l4 Nisan 1921; 14.cü tümen Korkut,
Karahasan'ın (Müslüman degiller,
Kürt değiller) batısı ve Alşan Çiftliği (Goma Alşan Begê mezin, hareketin savaşçı komutanlarından İzzet
Bey'in köyü) bölgesinde konumlanır. 27.ci süvari tugayı mensupları
ise mağaralara sığınmış olan silahsız, sivil halkın yaşamına son vermekle meşguldürler.
l5 Nisan l921; 14.cü tümene bağlı
güçler sağdan Korkut, Kızılkale (Qizilqele-Mahmut Bey'in köyü) ve soldan Karahasan, Sorhın (Sorxin),
Bogazören (Boxazwêran) güzergahlarında ilerler. Köyler yakılır. Bu
köylerin halkı ve Cerid'liler sağ kalabilmek için Doğu'ya doğru yönelirler. Bu köylerin insanlarına ait olan eşyalar ve hayvanlar müfrezeler
tarafından gaspedilirler.
16 Nisan l921; 14.cü tümen mensupları Alşan Bey'in konağının bulunduğu Boxazwêran köyünü yakarlar.
Giresun Alayı, Kalkancı bölgesini
yakar. Hücum taburu ise Kızıldağ'a
(Çîyaysurik) doğru ilerler. 27.ci süvari tugayı Çengeli dağı ve çevresinde yakma, öldürme, talan, tecavüz işlemlerini yürütür.
18 Nisan l921; Alanda bulunan Tugaylardan biri İngurik, Kapımahmut, Boğazören köylerine, ikinci
Tugay ise Cefan köyüne gider. Bu
köyde toplu mezar oluşturulur. Çorak (Çorax) köyünde de aynı işlem
gerçekleştirilir.
Çimen mezrasından (Yoncabayır)
Seyd Heydê oradan yaralı olarak
kurtulanlardan birisidir. Çorax'daki
katliamın tek tanığıdır. 17 kişi bir
çukura atılırlar.
Halkın her yıl ibadetlerini yaptıgı
Çengeli dagının purları ve magaralar. Bu magaralarda gızlenıyorlar.
Arçaylan ve Moxındi mezraları arasında bulunan, Zimag (orman içindeki mağara) denilen alanda toplu
katliam gerçekleştirilir. Kar ve
soğuğa karşı korunma amacıyla
gece ateş yakılır. Toxıt köyün de
konumlandırılan saldırı güçleri tarafından yakılan ateş ve duman görülür. Ertesi gün saldırıya geçilir.
Toxıt köyünden bir paramiliterin yol
göstermesi so-nucu savunmasız olan
bu insanların yerleri tespit edilir ve
sivil halk top-lu halde öldürülür.
Savaşamayan insanların, hamile,
bebekli kadın ve çocukların kurtarılması için Doğu Dêrsim'e götürülmelerine karar verilir. Bundan dolayı
Haydar Bey, 24 Nisan 1921'de,
2.000 kişilik bir kitleyle ErzincanPilömür (Pılemori) üzerinden Doğu
Dêrsim'e geçmek ister.
Haydar Bey yanındaki kuvvetlerle
Erzingan'ın kuzeyinden geçerek
Qureyşan-Xuresu aşireti mensuplarının yaşadığı bölgeye gider. Kongre'ye bağlı ordu güçleri de onları
arkadan takip ederler. Haydar Bey,
Angora'daki Kongre hükümetini
oluşturan teşkilatçılarla gönül birliği
içinde olan, ittihatçı Qureyşan-Khuresu aşireti ağası Kör Paşanın (Paşoyê kûr-Pasao kor) saldırganlığı ve
saygısızlığıyla karşı karşıya kalır.
Doğu Dêrsim'e geçemeden geri dönmek zorunda kalırlar. Bölge de örgütlenmiş olan Teşkilat-ı Mahsusa,
yerli elemanlarıyla, yerlilere karşı
saldırıya geçirilmiştir. Bundan dolayı Haydar Bey çaresiz kalır. Koçgirililerle birlikte geri dönerlerken,
Kongre'nin teşkilatçı paramiliter
güçleriyle, bölgede jenosid görevini
yürüten düzenli ordu kuvvetleriyle
karşılaşırlar. Çarpışarak Koçgiri
bölgesine varırlar. Bu güzergahda
çok sayıda Koçgirili sivil ölür.
Bu vadiler Dogu Dersim`e geçis olanagı saglıyorlar
"İmraniye'de Kumandan Paşa Hazretleri'ne;
No: 99 şifre
Osman Ağanın kumandanlar tarafından bazı kişilere verilen vesikalara
itibar etmeyerek, pek şiddetli hareketlerde bulunduğu ve bunu gören
halkın haysiyetlerinden dolayı sığınmaya yanaşmadıkları belgelerle öğrenildi. Hareketlerini değiştirmesi
için adı geçene kesin emir verilmesi
ve mümkün ise bir an önce memleketine iadesi rica olunur efendim.
28 Nisan 1921
Sivas Valisi Cemal "
(Cumhurbaşkanlığı arşivi)
İdari yönetici, askeri yöneticiden istekte bulunur. İslamlaştırıp osmanlı
devletinin kulu yapamadıkları, ümmet zincirine bağlayamadıkları
Kürdistani bütün kimlikleri koruyan
kürdü "kafir, din düşmanı, kitapsız,
hırsız" olarak gören, Arnavut ve dönme olan Nurettin Paşa, Osman Ağa'
nın pratiğinden son derece memnundur. Vali Cemal Bey'in ricası onun
için önemli değildir. Tek isteği farklı
olanı "yok etme" olan Osmanlı devletinin askeri kadrosu hedefine ulaşmadan bölgeden ayrılmayacaktır.
Tümüyle yakılan çiman mezrası
Mustafa Kemal ve bakanlar kurulunu oluşturan teşkilatçı ekibi halka en
fazla zarar verme yetenegine sahip
olanı, en çok canlıyı öldüreni, köy
yakanı, tecavüz edeni en iyi noktalara yerleştireceklerdir. Rütbeler yükselecektir. Suç işleyen, yargılanmayacağını bilir. Arnavut Nurettin Paşa, o zamanki özel harb dairesinden
görev, yetki, güvence almıştır.
Koçgiri ulusal kurtuluş harekatı yenilgiye doğru gitme gelişmesi gösterince, Merkez Ordusu Sebastia-Sivas'a döner. Komutanları bir bildiri
yayınlar. "Koçgiri reislerinden Azamet ve biraderleri Bahri ve Sabit
Beylerle, Filig Ali, Hemo ve Zara'nın Çevirmehan'ından Aziz, Taki ve
Haydar Bey soyundan Pehlivan ile
Hüseyin ve Aşur ile beraber 159 kişi
ve ayrıca 113 kişi ölü olarak ve 113
kişi yaralı olarak elde edilmiştir. Aynı zamanda 2000 tüfekle, 218 beygir
ve 207 asker firarisi yakalanmıştır"
(Nuri Dêrsimi - Kürdistan Tarihinde
Dêrsim, S. 158 - 159)
Bu bildiride belirtilen sayılar kesinlikle doğru değildir. 113 ölü ve 113
yaralı (!) İnsan isteyerek, seçerek öldürse ancak böyle bir orantı oluşabilir. Gerçekte ise ölü sayısı çok yüksektir. Koçhisar, Zara, Gercanus,
Zerenik, Kemah, Divriği ve Kangal
bölgesinde geniş bir tarama (!) harekatına girişen Merkez Ordusu güçleri ve Giresunlu çeteler yalnızca 272
kişiyi mi öldürdüler? Gerçek sayıyı
onlar da bilemezler. Tarama sözcüğünün anlamı çok farklıdır. Askeri
kuralları bilen bu sözcüğü çok iyi
yorumlayabilir. Jenosid bu sayılarla
gizlenilmek istenmiştir.
Konuyla ilgili olarak Büyük Millet
Meclisi'nde ki tartışmalardan bir kaç
görüş;
M. Kemal ve yönettiği bakanlar kurulunun kararlarıyla Kürdistan'da
görevlendirilen düzenli ve düzensiz
ordu komutanları soykırım yöntemiyle savaşırlar. Jenosid öyle bir aşamaya getirilir ki meclistekiler de
tartışma gerekliliğini duyarlar. Bu
konuyu mecliste tartıştıran kişi Erzurum mebusu, Kürd ve Şadi aşiretinden albay Hüseyin Avni Bey'dir.
Basına yansıyan tartışmalardan birisi özetle şöyledir;
Albay Avni Bey: "....hükümet bizi
hem ayaklanmanın ciddiyeti konusunda, hem de acımasızca bastırıl-
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 31 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
ması konusunda haberdar etmedi...."
Bağırtılar, sesler, susturmalar...........
Hükümetin hatası nedir?
Sıralardan değişik sesler...
"Bu bir diktatörlüktür. Biz gerçeği
öğrenmek istiyoruz. Ulusun temsilcileri miyiz?
Evet mi? Hayır mı? ...."
"Siz sadece hükümetin uşaklarısınız..... "
Mebusların sesleri, şiddetli ve uzun
gürültü....
Soldan sesler: "....söyleyin siz nereye araştırma heyeti göndermek istiyorsunuz? Kürdistan ateş ve kan
içinde ve siz hala aptal ve modası
geçmiş önlemler...."
Sağda ve merkezden sesler: "....susun, hain söylenen gerçek değildir...."
Hemen, hemen bütün mebuslar ayaktadırlar ve birbirlerine bağırırlar....
Abdul-Kader Kemali Bey: (kürsüye
sıçrıyor) " .....hükümet kanuna saygı
göstermiyor..."
Uğultular ve bağırmalar...
"Kürdistan'da her şey sakindir demekle, yalan söylüyor...."
Konuşmacının konuşmasına fırsat
verilmiyor ve zorla kürsüden indiriliyor)
(La Répression Du Mouvement
Kurde ", dans le Bulletin Périodique
De La Presse Turque n° 15, Paris,
Juillet 1921, P. 6)
"Siz sadece hükümetin uşaklarısınız
"çok doğru, yerinde söylenilen bir
belirleme. Angora'daki hükümeti oluşturanlar Teşkilat-ı Mahsusa'nın
çok özel kadrolarıdırlar. Çeşitli vaatlerle, atamalarla kongreye götürülüp, sıralara oturtulan ve kendilerine
konuşma hakkı verilmeyenler ise, o
dönemki asker ve sivil Osmanlı bürokrasinin bir kesiminin oluşturdugu
meclisin, Teşkilat-ı Mahsusa'nın,
ya-ni o günkü derin devletin karargahı olduğunu anlayamamışlardır.
Teşki-lat adlı gizli devletten habersizdirler. Kullanıldıklarını anlayamazlar!
Yavuz Sultan Selim'den sonra eli en
çok Kürd Animist kanına bulaşan
Mustafa Kemal 5. 8. 1921 tarihli
oturumda kendisini "Başkumandan"
seçtirmiş ve bütün yetkileri elinde
toplamıştır. Eleştirmeye, soru sormaya, bilgi edinmeye çalışan atama
mebuslara hadlerini bildirir. "Ben
varken, kimse ordunun çalışmalarını
denetlemeye kalkamaz." demektedir. "Başkumandanlık kanunu "nu
çıkartarak kendisinin ve diğer ordu
mensuplarının çalışmalarının kontrol edilmelerini, sınırlama getirilmelerini engeller. Önlemini alır.
Yet-ki, görev, sorumluluk vardır,
ama hesap verme, bilgilendirme,
açıklama yapma, sorumlu olma yoktur. Askeri diktatörlük halkları
kırma falliyetlerini aralıksız sürdürür.
Meclisteki tartışmaların basına yansımasından rahatsızlık duyan ve tartışmaların yazılmasını istemeyen
bazı milletvekilleri, başta Osmanlının idari yöneticisi-mutasarıf, Erzincan mebusu Emin Bey, Koçgiri konusunda görüşme isteyen 107 imzalı
bir önerge vererek, gizli oturum isterler. Milletvekillerinden bölgeyi
yakından bilenlerin dile getirdikleri
gerçekler ise jenosidin boyutunu anlatmaya yetiyor. Değişik tarihlerdeki oturumlarda dile getirilen gerçekleri özet olarak belirtecek olursam;
Büyük Millet Meclisi -Angora, tartışmalar ve görüşler;
Konu : Koçgiri - Ümraniye hadiseleri ve Doğu vilayetlerindeki genel
asayış
Reis - Buyurunuz Emin Bey.
Emin Bey (Erzincan): "Efendim gizli oturumu biz istedik. Sebebi de defalacla görmüş ve Ümraniye'den,
oradan geçmiş bir arkadaşınızım.
Ben, Koçgiri hadiselerini tamamen
takip etmiş bir arkadaşınızım. Oradaki cereyanı ahvali tadat etmek için
memlekette gerek hayati siyasiyesine ve gerekse orduda dahi heyeti
umumiye zannedileceği için gizli
oturum talep ettik. Bundan dolayı
teklif etmiştim. Çünkü orada öyle
bir zulüm icra edilmiştir ki tüyleri
ürpertir. Çünkü efendiler memlekete
yapılan bütün zulüm felaketi Büyük
Millet Meclisi namına yapılmıştır.
Bunu anlatmak, açıklamak zannedersem dışarıda kötü tesir yapar.
Gizli oturum teklifimiz bundan doğmuştur. Dışarıdakilerin, başkalarının
bilmesi lazım gelmez. Dışarı, başkaları bilse de yabancı devletlerin bilmesi gerekmez "
Hacı Fevzi Efendi (Erzingan): "….
Ümraniye'nin menfaati mevkiiyesi
Dêrsim'e nispetten ehemmiyetsizdir.
Fakat kavim ve milliyet itibariyle
ar-alarında fark yoktur. Bu itibarla
birbirlerine şiddetle bağlıdırlar.
Bun-dan dolayı birbirlerinin tesiriyle et-kilenirler. İşte Ümraniye'den
Dêrsim dahi etkilenmiştir. Ümraniye'de se-bepler ve etmenler pek
çoktur…..
Dördüncüsü, çok ileri gitme, arz ettiğim uygulama ki yüce meclisinize
aktaramıyorum, anlatamıyorum. Bu
uygulama
Cengizlerde,
Ermenilerde, Yunanilerde olmuş idi.
Atlarına binmişler, silahlarını almışlar.....".
Hacı Ahmet Efendi (Muş): "Hakikaten buraya gelirken uğradığım yerlerde " bizi de Ermeniler gibi kesecekler" diyerek dalgalanan bu haber
Dêrsim'e kadar gitmiştir"
Emin Bey (devamla): " Ve Ümraniye'de meydana gelen ve başkalarına
da ders olacak şekilde cezalandırma
denilen bu şeyin Afrika barbarlarının bile kabul edemeyecekleri derecede olduğunu gören Dêrsim'liler
korkmuşlardır. "Örneği budur" demişlerdir. Bu facia Ermenilere bile
yapılmamıştır....."
Koçgirililer halen mağaralardaki iskelet, elbise kalıntılarında, toprakta,
köylerdeki toplu mezarlarda gerekli
incelemeleri yapabilmiş degiller. Bu
soykırımla ilgili olması gereken
çalışmalar yapılmıyor.
Qercesar köyü
1937-38 Doğu Dersim ve kimyasal
maddeler
Dêrsim 1937-38 isyan değil, ulusal,
kültürel, dinsel anlam da sömürgeciliğe karşı bir direniştir. 1925'den itibaren bu bölge her yönüyle araştırılmış, incelenmiş ve elde edilen sonuçlara göre planlamalar, proğramlamalar,
hazırlıklar
yapılmıştır.
Boyut-ları kapsamlı olan bir jenosid-soykırımdır.
Osmanlı İmparatorluğu sınırları içine hapsedilen ve 1. Dünya Savaşı
süreci içinde asker-sivil osmanlı
bürokratlarının yok edilmelerine karar verdikleri halklar bu savaş sonrasında da jenoside uğrarlar. Bu soykırımların uygulayıcıları, hukuki anlamda soykırımlardan sorumlu olan
kişiler, Dêrsim soykırımının planlamasını yapan, pratiğe koyan kişilerdirler. Kimilerinde ise soykırım görevi babadan oğula geçmiştir.
T.C. Genelkurma Başkanlığı'nın
Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938) adlı resmi yayınında Dêrsim'de uygulanan jenosid
eylemleri gizleniyor. Uçakların seferleri, atılan maddeler açıklanmıyor. Kitaptan sadece bir kaç anlatım,
kimyasal maddelerin varlığını, kullanıldıklarını ispatlamal için yeterli;
Muxar (Koçyatagı) köyü-Kamax;
soykırım ve çocuk olmak
"1 Temmuz 1938; Ayaklanma bölgesindeki haydutların durumu şöyleydi: Haydaran ve Kör Abbas aşiretlerinden 100 kadar silahlı Timnas tepe
de ve Roşnak boğazını tutmakta.
Bunların aile ve davarları Hinzari
güneyindeki dere ve yaylalarda. Silahlı 50 kadar Demenanlı Haydut
Dolubaba, Kerenko tepeleri etrafında, aileleri Piter, Kafat ve Laç deresi mağaralarında. Keçel haydutlarından 100 kadar silahlı Karasakal yaylası cıvarında, diğer 50 kadar silahlı
Bal Uşağı haydutlarıyla birlikte Dojikbaba kuzey sırtlarında; Abbasan,
Aşuran ve Beyit uşaklarından 50 ka-
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 32 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
dar silahlı Dojıkbaba güney sırtlarında; bu haydutların 5-6 bin tahmin
edilen aile efradı Iskisor, Ahpanos,
Horan bölgelerindeki mağaralarda,
dere tabanlarında, Sırpat mağaralarında saklanmaktadırlar." (T.C. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı
Resmi Yayınları, seri No:8, Türkiye
Cumhuriyetinde
Ayaklanmalar
(1924-1938), Ankara, Genelkurmay
Basımevi, 1972, s.432)
Haydaran, Heiderû, Kör Abbas; Avasû, Roşnak; Rosnage, Demenanlı;
Demenu, demenız, Piter; pêterê,
Kafat; Kalferat, Keçel; keçelû, Bal
Uşağı; bolevanu, Dojikbaba; Tujikbava, Abbasan; Avasû, Aşuran; asuru, Beyit; beytu, Iskisor; İksor, Demenan, Demenu, Demenız aşireti
mensuplarının yaylası
"3 Mayıs 1937.... Bu arada Demenanlı aşiret reisleri nezdinde toplantı halinde bulunan diğer aşiret reislerinin, havadan bombardıman edilmek suretiyle toplantıyı dağıtmak ve
aşiretler üzerinde moral kırıcı bir
etki sağlamak luzumu üzerine tayyare alay komutanı komutasında 5
uçaklı bir filo, Kırklardağı darboğazdere yolu-Zele Dağı-Kırmızı ve
Kosur dağları kuzeyindeki keçizeken (yukarı bor) köyünü havadan
bombaladı. Bu hava taaruzunda özellikle Sabiha Gökçen Hanım'ın attığı 50 kiloluk bir bomba Keçizeken
köyünden kuzeye doğru kaçan asi
grupa oldukça ağır zaiyat verdiği
yapılan gözetlemelerden anlaşılıyordu." (T.C. Genelkurmay Harp Tarihi
Başkanlığı Resmi Yayınları, seri No:
8, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938), Ankara, genelkurmay Basımevi, 1972, s.388)
Demenanlı; Aşira Demenu, demenız, Kırklardağı; Koê Qhelxeru, darboğazdere yolu; rea dere çeti, Zel
Dağı; Koê Jele, Kırmızı ve Kosur
dağları; Koo sur, keçizeken; borê
corr.
"26 Mayıs 1937'yi takip eden günlerde de 25.nci Alay, Muhafız Alayı,
62.nci Alay, Jandarma Birlikleri, çıkarıldıkları müfrezelerle tarama işine devam ettiler. Yer yer eşkiya ile
müsademe edildi ve uçaklar asi köylerini bombaladılar." (T.C. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Resmi Yayınları, seri No:8, Türkiye
Cumhuriyetinde
Ayaklanmalar
(1924-1938), Ankara, genelkurmay
Basımevi, 1972, s.400)
"Nihayet 22 Haziran 19382de Seyyar Jandarma Alayı tekrar taaruza
başlayarak şiddetli müsademelerden
sonra saat 08.30'da Amutka köyünü
işgal etti. Amutka karakolunu kurtardı. Bu müsademe de bir er şehit,
iki er yaralandı. Haydutlardan da karakol civarında 20 kadar ceset vardı.
Amutka'nın işgalinden sonra Ali
Boğazı'na doğru kaçan haydutlar üç
tayyare filosu tarafından bombalanmışlardı." (T.C. Genelkurmay Harp
Tarihi Başkanlığı Resmi Yayınları,
seri No:8, Türkiye Cumhuriyetinde
Ayaklanmalar (1924-1938), Ankara,
genelkurmay Basımevi, 1972, s.429)
Versalê magaraları. Muzır daglarının eteklerinde
"23 Haziran 1938: 57.nci Alay Karargahı, I.nci Tabur ve bir topçu takımı, daha önceki emre göre Bilgeç
tepeye gelmiş ve burayı işgal etmişti. Keza bu gün bir tayyare filosu Tagar ve Bozan köylerini bombalamış
ve civardaki sürülere makineli tüfek
ateşi açmıştı." (T.C. Genelkurmay
Harp Tarihi Başkanlığı Resmi Yayınları, seri No:8, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938),
Ankara, genelkurmay Basımevi,
1972, s.430)
Tagar; Tağu, Bozan; bozu
"8 Temmuz 1938 gününe kadar bir-
likler bulundukları bölgelerde arazi
ve hava şartları çok ağır olmasına
rağmen devamlı surette tarama faaliyeti yapmış, bu hareketlerde
zaman zaman ve yer yer haydut
direnmeleri ile karşılaşıldığı için
yapılan mü-sademelerde kıtalarımızdan bir miktar şehit ve yaralı
verilmişti. Hay-dutlara da oldukça
ağır insan ve hayvan zayiatı verdirilmiş, yer yer dehaletler olmuş ve
muhtelif bölgelerde haydutların terkettikleri hayvan sürüleri toplattırılmış, yapılan tarama harekatında
zaman zaman tayyare desteği de
yapılmış ve bazı köyler bombalanmış ve yakılmıştı. Bundan sonraki
günlerde de tarama faaliyeti aynı
şekilde devam etmiş ve beliren
ihtiyaca göre yeni müfrezeler tertiplenip görevlendirilmiş ve bölge komutanlıkları kuruluşlarında bazı
değişiklikler yapılmıştı." (T.C. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı
Resmi Yayınları, seri No:8, Türkiye
Cumhuriyetinde
Ayaklanmalar
(1924-1938), Ankara, genelkurmay
Basımevi, 1972, s.433)
"Haydutların sığındığı, ağızları
mazgallı taş duvarlarla kapatılmış
mağaralar, cesur askerlerimiz tarafından kuşatılmış top ve makineli
tüfek ateşinden başka 25.nci Alay
dan gönderilen istihkam müfrezesi
tarafından tahrip kalıpları atılmak
suretiyle mağaralar tahrip edilerek
içindekiler öldürülmüş, can havli ile
dışarıya fırlayanlar da ateşle imha
edilmişti." (T.C. Genelkurmay Harp
Tarihi Baş-kanlığı Resmi Yayınları,
seri No:8, Türkiye Cumhuriyetinde
Ayaklanmalar (1924-1938), Ankara, genelkurmay Basımevi, 1972,
s.436) (devamı gelecek sayıda)
Kaynak:
http://www.newroz.com/forum/read.
php?1,25428,25428#msg-25428
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 33 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
1915 soykırımı
sürecindeki kürtler
üzerine kısa birkaç not
s a i t
Geçenlerde Osmanlı Meclisi mebusan üyesi Vahan Papazyan'ın Anılarını yayına hazırlarken anıların ekinde yer alan raporda zikredilen bazı
Kürt egemenleri hakkında bilgi için
nasname özgür bireyler topluluğundan Şükrü Gülmüş'ten bu kişilere
dair biyografik bilgi istemiştim.
Şükrü Gülmüş bir istek ve bir rapor
adıyle Nasname özgür bireyler topluluğu sitesinde bu raporu yayınlaması üzerine okuyuculardan ilgilenenler doğal olarak yorumlarını bildirdiler. Bu yorumlardan biri özellikle yazının milliyetçi Kürt liderleri karaladığını ve bu çalışmaların
ard niyet taşıdığı ve doğru olmadığı
mealinde Kürt resmi tarih tezi oluşturmaya yönelik bir özleme yönelik
bir düşünceyi ve tehlikeli bir yönelimi ifade etmekteydi. Oysa çok iyi
bilinmektedir ki Soykırım aktörleri
Kürt Hacı Musa, Cemile Çeto, Ashkar Sımko, Kör Hüseyin Paşa... gibilerin Kürt yurtseverliğiyle bir ilişkileri yoktur. Kemalist iktidar sırasında kendilerine gerek kalmadığını
anlayan bu kişiler, Şeyh Said isyanından sonra bu isyana destek vermemelerine karşı sıranın kendilerine
geldiğini anlamaları karşısında yeni
bir güvenli liman aramalarıdır. Kemalist rejim kimseye minnet duygusu taşımaz. Minnet ettiği kişileri de
ortada bırakmaz. Bu Soykırım aktörlerinin Kürt milli hareketi ile anma çabası, Kürtler´in üzerinde düşüneceği önemli bir konudur da. Bunlar Kürt milli hareketi ile en son ilişkilendirilecek kişilerdir. Geçmişte
Hamidiye alaylarıyla bölgede Ermeniler üzerinde katliamlar uygulayan
bu aşiret reisleri, İttihat ve Terakki
iktidarında aşiret alaylarıyla 1915
Soykırım aktörleridir. Kemalist iktidarın yükselme döneminde bölgedeki paralı ajanları olarak karşımıza
çıkar. Bu kişiler Kemalist iktidarın
kurulma sürecinde Kemalistler tarafından maddi olarak fonlanmışlardır
da.
Bu yazı bu yanlış algılama ve yanlış
düşüncenin izale edilmesine yöneliktir, bu yazıdan maksadımın özellikle Kürtleri karalamak ve yeni bir
polemik konusu yaratmak olmadığı-
ç e t i n o ğ l u
nı da belirtmek isterim. Söz konusu
yorum olmasaydı bu yazı da yazılmayacaktı.
1915 Soykırım Sürecine Kürtler´in
dahli üzerine yazılanlar ve söylenenler önemli bir külliyat oluşturmasına, hatta önemli Kürt yazarlar
tarafından da konunun işlenmesine
rağmen Kürdistan'ın Kuzey batı
kesiminde yaşayan Kürtler tarafından yeterince bilinmemektedir. Ya
da bilinmek istenmemektedir. Bunun birkaç sebebi olabilir: Bunları
sürece dahil olmaktan dolayı inkar,
bu sürece dahil olmaktan dolayı cezalandırma korkusundan dolayı milli mücadelede Türk milliyetçileriyle
işbirliği, Hıristiyanların el konulan
malları, haremlere alınan kadınları,
köleleştirilen kadınları ve çocuklarından dolayı taşınan (bugün hoş
karşılanamayan) duygular... gibi
nedenler sıralanabilir.
Katılmanın konuşulmasından hoşnut
olmama hali sürüyor. Bu konuda
Kürtler ve Kürdistan yalnız değildir.
1915´te önemli bir Ermeni nüfus barındıran Maraş bölgesi için de unutma inkar ve konuşmama söz konusudur. Bu yörenin insanı da konuşmamaktadır ve konuşulmaktan hoşlanmamaktadır. 1915´te sürgüne
gönderilen Ermeni Patriği Zaven
Efendinin hazırladığı Exterminators listesinde Maraş'ta katliamlara
katılanlar önemli bir liste oluşturmaktadır. Bu listede ismi geçenler
ile ilgili hangi Maraş kökenli arkadaşa soru sordumsa bir cevap alamadım ve bana olan bakışı değişti hatta
ilişkisini kesenler de oldu bunlar içinde yıllardır tanıdığım birlikte çalıştığımız kişiler de vardı. Neredeyse karşıma çıkan her Maraşlıya bu
konuyu sorduğumda tek kelime alamadım. Herkes de bu kişileri tanıyordu. "Cumhuriyet" döneminde uzun yaşamışlardı. Bu konudaki suskunlukta ağız birliği bir olguyu
güçlendirdi: Bu da katliamlara Maraş'ta katılımın kitlesel olduğuydu
ve suskunluk bundandı. Aynı olgu
Diyaribekır içinde söylenebilir. Patrik Zaven'in Diyaribekir ve Mardin
listesi de uzundur. Gerçi bunların
elebaşıları olan ailelerden bugün
bölgede pek az kalmış olsa da bu
elebaşı olan aktörler bölge halkını
bu katliamlara kitlesel katılmalarında önemli rol oynamışlardır. Bu olgunun tesbiti yaşı elliyi biraz aşan
birkaç kişiden sormakla bile mümkündür. Birkaç istisnası olsa da aşiret reisleri ve şeyhler bölgedeki
1915 Soykırımını kitleselleştiren
aktörlerdir.
Oysa Kürtler´in 1915 Soykırım sürecine dahli Kürdistanın diğer parçalarında konuşulan tartışılan konulardandır. Güney Kürdistandan Kürt
yazar Kemal Mazhar Ahmed'in Birinci Dünya Savaşı'nda Kürdistan
adlı çalışmasını da akademik bir çalışma olarak özellikle burada zikretmek isterim. Konuyla ilgili Kürt
araştırmacı Recep Maraşlı'nın Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi
ve 1915 Soykırımı da önemli bir
katkıdır. Kürtler Recep Maraşlı'nın
bu eserini bir tarih felsefesi olarak
özümseyerek okumalıdırlar.
Konuya dair bu uzun girizgahtan
sonra Kürt yurtsever önderlerden
Cibranlı Halit Bey'in Kürtler´in bu
sürece dahil olmakla kendi boğazımızı kesecek kılıcı biledikleri yargısıyla konumuza başlayalım.
Bu yazı Türkiye´de resmi tarihin karaladığı Binbaşı E. Noel'in Kürdistan Hatıraları ve raporlarından sürecin, Otonom Kürdistan yanlısı ve
bu konuda çalışmalar da yürüten bir
şahsiyetin notlarından Kürtler´in
1915 Soykırım sürecine dahil olmasına dair yargılarına dayanarak sürecin bir vechesine ışık tutmaya çalışacağız. Bu konuda binbaşı E. Noel,
okurun Türkçe´de olabileceği geniş
kaynakların dışında bir kaynak olduğundan Noel'in notları özel olarak
seçilmiştir. Binbaşı Noel Kürdistan'ın istatistiklerle de desteklenen ayrıntılı bir fotoğrafını çekmiştir. Raporlarında döneme ilişkin birçok ayrıntıya yer verir. Aşiretlerin isimlerine, yapılarına, reislerine, güçlerine,
kontrol bölgelerine, yerleşim bölgelerinin savaş öncesi ve sonrası demografisine, üretim yapısına dair
ayrıntılı ve önemli bilgiler vermektedir. Yazıda italikle belitilen bölümler Noel'den alıntılardır.
Binbaşı Noel 11 Nisan 1919 günü
akşamı Miran'lı Mustafa Paşa'nın
oğlu aşiret reisi Naif Bey'in misafiridir. Ev sahibi hakkında şunları not
etmiştir: Naif Bey bir reis olarak beni, hassas ve akıllı bir adam olmasıyla etkiledi. Peş-Xabur'da katledi-
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 34 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
len 900 Hıristiyan olayındaki rolü
nedeniyle kendisine karşı gelişebilecek olayları düşünmekte ve kendisinin sadece Türk hükümetinden aldığı emirleri uyguladığını vurgulamaktadır. Naif Bey bu rolü kendisi
açıklamaktadır ve Noel'in yönelttiği
herhangi bir soru da yoktur.
Nsibin'de Kürtler İngilizlerin yörede
Hıristiyanların katliamları için çok
acımasız cezalar düşündüğü yolundaki milliyetçi Türklerin söylentilerinin ve propagandasının tesirinde
oldukları saptamasını yapar. Bu söylentinin Kürtler tarafından da yayıldığını söyleyerek Propagandanın başarısı sadece korkuya dayanmakta
olup geçicidir yargısını da ekler. Geceyi birlikte geçirdiğim aşiretlerden
biri açıkça [bu nedenle] İngilizlere
karşı direnebileceklerini ifade etmişti. Diye yazar.
Ama onlara İngiliz ve Ermeni'nin
farklı şeyler olduğu açıklandığında
kararı zayıflamışt, notunu düşer.
Üstlerine, yapılan katliamlara karşı
İngilizler´in intikamcı politika uygulayacakları yönündeki söylentilerin etkisinin kırılması için Türkler´in doğrudan verdiği emirler veya
yönlendirmeleri üzerine, Kürtler´in
yaptığı katliamların failleri konusunda genel bir af ilan edilmesi gerekebilir diye rapor verecektir. Noel
bu konuda ısrarlıdır da, aksi taktirde
Aşiretlerin insafına kalmış olan pek
çok Hıristiyanın hayatı da dolayısıyla gözlerimizin önünde tehlikeye girecektir. Diye vurgular. Noel'in burada kastettiği aşiretlerin alıkoydukları kadın ve çocuklardır. Milliyetçi
propagandanın başarısının misilleme hurafesi ve Ermeni öncelikli politikaların korkusu üzerinde yükseldiğinin altını çizer.
Noel, Şeyh Abdülkadir hakkında
şunları da ekler. Konstantinopolis'
ten Şeyh Abdülkadir, Nsibin'deki
ileri gelenlere bir telgraf göndermiştir. Bu zat Türkiye himayesinde bağımsız bir Kürdistan'a olumlu bakan
hareketin başlıca yöneticilerindendir. Kürtler´in Hıristiyanları öldürerek milli davalarına zarar vermemelerini acilen salık vermektedir. Daha
sonra bir başka telgraf da Kürt lider
Emir Ali'den gelir. Bu zat da Bedirhan Beg'in oğludur.
Nsibin'de o sırada 250 Hıristiyanın
yerel Müslüman evlerinde esir ve
köle gibi tutulan genç kadın ve çocuğun 200'ünün sebest bırakıldığını
ve halen bilinen 50 genç kadın ve
çocuğun ise tutulmaya devam edildiğini kaydeder. Yerel mülki amirle-
rin bu kişileri ellerinde tutan egemenlere güçleri yetmemektedir: Halen Nsibin'de, yaklaşık 50 kadar Hıristiyan, Müslüman evlerinde tutsak
gibi yaşamaktadır. Gidecek bir yeri
olsaydı çoğunluğu gidebilecek durumdadır. Ancak bir kısmı da kaymakamın etki edemiyeceği kadar
zengin ve nüfuzlu ailelerin yanındadır... Müslüman aileyi çocuğu geri
vermeye zorlamak bir çözüm olabilir. Böylesi şehirlerde mümkündür
ama köylerde durum farklıdır. Pek
çok vaka da Hıristiyan çocuklar
Kürt ailelerce fidye karşılığı verilmektedir.
Noel Müslüman evlerinde esir ve
köle gibi tutulan genç kadın ve çocukların tutsaklıktan azat edilmesi
sorunundan başka çok daha önemli
bir konu da çalınan mal varlığının
geri verilmesidir. Diyerek Hıristiyan
kurbanların el konan varlıklara dikkat çeker. Eğer Türkler´in kendi kararlarına bırakılırsa pek bir şeyin geri verilmeyeceği, zira böyle bir şey
görülmemiştir sözleriyle bu konuya
önemle eğinilmesini ister. Gasp
edenlerin direnişlerinden ve kararlılığını yaptığı görüşmeler neticesinde
anlayıp not eder. Ancak emlakın geri
verilmesi veya tazmin düşüncesinin
bile, dini ve ırklararası düşmanlıkları canlandıracağı ve Müslüman kamuoyunun tümünü bize karşı ayaklandıracağını, bunun da ciddi askeri
sorunlar yaratacağını söylediler. Nitekim, Milli mücadele de bu olgu
üzerinde yükselecektir. Noel notlarında Nsibin'de savaş öcesi 120 Hıristiyan evinden ancak 10 tanesinin
kaldığını da ilave eder. Bunlar da
muhtemelen Ermeni dışındaki Hıristiyanlar olmalıdır. Üstelik bu kalanların şartları da son derece kötüdür: Durumları ise kölelikten çok az
farklıdır.
Mardin ile ilgili bilgiler de verilir.
Mardin´de bir aşiret reisinden söz eder. Şammar sefi Ali Abdurrezzak'ı
da onlarla buldum, haracını almaktaydı. Yaşlı bir adamdı. İngilizlere
karşıydı. Kendi çizgisinden şaşmaz
ters ve kolay kabul edilmez bir insandı. Bir süre bana bağırdı sonra
kalktı ve söylenerek çadırdan çıktı:
"Tüm bu İngilizleri de Ermeniler gibi yok etmek gerek" diyerek.1915
Katliam sürecine Almanlar´ın dahiline dair bilgiler de verilir, buradaki
bilgilerin yerel kaynaklardan toplandığına da dikkat çeker: Türkiye´
nin savaşa girmesinin hemen sonrasında, pek çok öngörü, Hıristi-yanların geleceği hakkında fikir vermektedir. Huzursuzlukların en erken
işaretleri başından beri Hıristiyan-
lara karşı düşmanca tavır takınmış
olan Alman subaylarından gelmektedir. İttifaktaki dostları olarak
Türklere düşüncelerini iletip savaş
gerekçesi olarak yapacakları katliamları yasalaştırabileceklerini söylediler. 1914 Aralığında bile, Mardin'de bir Alman, Reichstag'ın bir
Ermeni katliamını yasal bir önlem
olarak gördüğünü ve onların ihanetinin ispatlanmış sayıldığını söylemekteydi. Noel, yerel kaynaklardan
derlediği bilgilerle 1915 Soykırım
sürecine ilişkin ayrıntılı bilgiler
verir. Subay-ların ve mebusların aşiret reislerine yaptıkları propagandalardan, Kürt-ler´in oluşturduğu katliam birlikleri El-Hamsin'lerin örgütlenmelerinden söz ederken sistematik bir hareket olduğunun ve gizli
bir organizasyona bağlı bir komisyonun varlığının altını çizer: Tüm
bu bahsedilen olaylar dizisi, tüm teferruat konusunda çalışmalar yapan,
karar veren bir polis kurumunun
varlığını ispat etmektedir... Komisyon emirlerine mutlak surette itaat
edilecekti. Aksi takdirde hükümetteki görevlerinden azledilecek veya
farklı cezalara çarptırıla-caklardı.
Noel bu örgütlenmeyi tarif ederken
titiz bir planlamadan söz eder: Tahminlerin ötesinde olayın asıl içyüzü,
programın bilimsel denecek bir titizlikle planlanmış olmasıdır. Kürtler
bu titiz planın tetikçileri olarak örgütlenmişlerdir. (ancak burada bir
toplumsal sorumluluğa da dikkat
çekmek gerekir; bu tetikçilikte Kürtler yalnız değildir diğer unsurlar da
en az Kürtler kadar bu katliamlara
katılmışlardır. Tek başına İttihat ve
Terakkinin bin yıllardır bu coğrafyada yaşayan kadim halkın kazınmasında bu derece başarıyı yerel halkın
çeşitli motivasyonlarla alet edilerek
bu katliamlarda tetikçi olarak rol almamış olsaydı bu kadar kısa bir sürede bir halkı topyekün bu coğrafyadan kazıyamazlardı) Noel; cahil halkı ceza sorumluluğundan vareste tutar: [Katliamlar] Konstantinopolis´ten gelen talimatla yerel cahil Müslümanları alet ederek gelişmiştir.
Cezalandırılması gereken onlar
[Kürtler] değildir. Üst düzey devlet
idarecileri ve onlara gönüllü hizmet
eden yerel Müslüman yöneticiler
sorumludur. Zira onlar da bu vesile
ile ceplerini doldurmuştur. Katliamların yer yer rakamlarını da verir.
Yerel kaynaklardan aldığı bilgilerle
ölüm konvoylarını ve katliamları
katliamlarda kullanılan yerel milislerin marifetleri ayrıntılı anlatırken
ekler. Bu süregelen olayların faillerinin hangi mantık veya gerekçe ile
hareket ettiklerini anlamak çok zordur.
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 35 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
Aralarında pek fazla anlaşamayan
farklı aşiretlerin Ermeni Soykırımı
söz konusu olduğunda tek vücut olduğunu da vurgular. Yerel idareci ve
yöneticilerin propagandalarında halkı bu şekilde korkutarak yanlarına
çekmektedirler: Bu amaçla İngiliz
idaresinin Ermeni yanlısı olacağı
varsayımı yayılmaktadır. Bu şeilde
Hıristiyan katliamlarına katılanların
cezalandırılması ve Ermeniler´in
Kürtler üzerinde idareci olarak tayin
edileceği söylentisi ile korkutmaktalar. Bu propagandada oldukça büyük
bir başarı elde etmişlerdir... Halk ve
özellikle aşiretler ciddi şekilde korkutulmuş bize karşı düşmanca bir atmosfer yaratılmıştır. Noel bu olguya
karşı halkın bu korkusunu giderecek
çalışmalar tavsiye ederek bir bildiri
taslağı önerir.
Diyaribekir'daki siyasi durum ve yerel ileri gelenlere dair notlar başlığında; Doğudaki pek çok şehirde olduğu üzere, Diyaribekir´deki ileri
gelenler de bazı istisnalar hariç yozlaşmış ve dejenere entrikacılar olarak tanımlanabilirler. Onlar emirleri
altındakileri baskı altında tutar, insan haklarını ihlal eder, daima yozlaşmış bir Türk subayı ile işbirliğine
hazır olup devleti dolandırırlardı.
Bu özelliklerle İttihat ve Terakki
Partisinin etkin destekleyicileri olması şaşırtıcı değildi. Ayrıca tüm
bunlara ek olarak kendi çıkarlarını
gözetme hırsı da vardı. İttihat ve Terakki Partisinin ve Türk hükümetlerinin olası yok olma ihtimallerine
karşı tüm bu adamlar Kürt milliyetçi
partisine katıldılar.
Bu işbirlikçilerin yanında Kürt ulusal örgütlenmesi çalışmalardan ve
önderlerden söz eder:Adil olmak gerekirse, yine de Kürtler grubu iç-inde bazı öyle üyeler mevcuttur ki,
Kürdistan'ın bir bütün olarak gerçekleşebilmesi uğruna canla başla
çalışmaktalar. Bunları isimlendirir
de:
-Kamil Bey Kahyalı Zade
-Şevket Zaza İsmail ailesinden
Diğerleri ise;
-İhsan Bey, Dr. Fuat Bey, Ekrem
Bey. Bu sonuncusu İsviçre'de tahsil
görmüş enerjik bir adamdır. Ancak
Cemil Paşa ailesine ait olması (Yani
1915 katliamlarında çok belirgin katılımı ispatlanmış olması ve dolayısıyle çok fazla maddi çıkar sağlamış
olması) onun aleyhinde bir bilgidir.
İzmir'in işgaline değinerek bu işgalin etkilerini vurgular: Kürtler´in İzmir örneğini Diyaribekir'e yapması
bekleniyordu. İngilizler önce gelip
şehri işgal edecek bu da Ermeni birliklerin gelişine önayak olacaktı.
Tüm bu önlemler doğal seyrini takip
etti. Yerel ahali arasında çok fazla
fanatizm oluşmuştu. Eski yozlaşmış
şehirliler ki şimdi Kürt Partisi üyesiydiler ve 1915 katliamlarının hesabından korkmaktaydılar. Yeni bir
katliam istemekteydiler. Öyle ki bu
son kalan şahitler de yok edilebilsin
ve kirli mazileri gömülebilsin; deliller ortadan kalksın.
Son söz olarak ifade edelim ki Britanya İmparatorluğu´nun özel temsilcisinin kişisel olarak Ermeni halkına ağıt yakması Ermeni halkının
kaderini değiştirmeyecektir. Britanya, T. E. Lawrence'ın Lincoln Stephens'e verdiği röportajda açıkça söylediği gibi halklarla ilgilenmez. Britanya daha çok tabii kaynaklarla ilgilenmiştir, halklardan çok... İngilizler tüccar olup idealist değiller.
İngilizlerin Ermenistan'ın bölünmesi
taraftarı olduğunu da Arabistanlı
Lawrence bu röportajda ifade ederek, Brintanya´nın Ermenisiz bir Ermenistan istediğini de açıklar.
Bu da, dönemin emperyal gücü tarafından Kürdistan´ın nasıl ve neden
dört parçaya ayrıldığının ifadesi
olsa gerektir.
1915 Soykırım
Sürecine Kürtler´in
Dahline ek
Ermeni soykırım sürecinde Kürtler
üzerine kısa birkaç not başlıklı yazımda konunun Kürtlere yakın olan
bir şahsiyetin notlarını özel olarak
aldığımı özellikle belitmiştim, ayrıca yazıda da belirttiğim gibi binbaşı
Noel'in notları son derece ayrıntılıdır. Soykırım sırasında Kürtler´in
Ermenilere ve diğer Hıristiyanlara
reva gördüklerine ilişkin yazdıklarını yazıya alamadım bu yazılanları
vahşet olarak tanımlamak bile yetersiz kalmaktadır. Yazıda iki kürt yazarın da (Mazhar Kemal Ahmed ve
Recep Maraşlı) bu konudaki kitaplarına da referans vermiştim, Hadi Garo Sasunı Taşnak´tır ve taraflıdır(!)
onu da benim gibi geçelim. Bu konuda Dadrian'ın Belge yayınlarında
yayınlanan dört ciltlik toplu eserleri,
Naci Kutlay'ın yazıları, M. Kalman'ın, Batı Ermenistan- Kürt ilişkileri
ve Jenosid, ve David Gaunt'un, Katliamlar Direnişler Koruyucular, Fr.
Hyac Simon'un 1915 Bir Papazın
Günlüğü , İsmail Beşikçi'nin editörlüğünde hazırlanan Resmi Tarihte
Kürtler kitapları da ayrıca referans
olarak verilebilir.
Yazıya gösterilen tepkilerden ilgili
kişilerin bu eserleri okumadıkları
anlaşıldığı gibi boğazına kadar Ermeni Soykırımı´na batmış kişilerin,
bu Kürt işbirlikçilerinin Kürt önderi
(!) olarak kabul edilmesi başka bir
şey değilse sadece şaka olabilir. Hacı Musa, Cemil Çeto, Kör Hüseyin,
Sımko Kürdistan üzerinde Kemalist
diktatörlüğün kurulmasının aletleridirler, Hamid'den başlayarak İttihat
ve Terakki ve onun ardılları kemalistler tarafından yemlenen kürt egemenleridir. Hacı Musa'ya M. Kemal
maaş bağlamıştır, Hacı Musa'nın Ermeni soykırımına dahli ile ilgili sadece Türkçe´de değil yabancı dilde
çok geniş bir külliyat oluşmuştur.
Kürt Hacı Musa Beg, gırtlağına kadar Ermeni Soykırımına bulaşmış
bir kişidir.
Patrik Zaven Efendi'nin Exterminators listesinde yer alır Hacı Musa,
Erzurum ve Sivas Kongrelerinde bulunmamasına rağmen Heyet-i Temsiliye üyeliğine getirilerek önemi
vurgulanır ve ayrıca altın ve para
ile maddi olarak da ödüllendirilir.
Sımko'nun iaşesi ve ibadesi kemalistlerce sağlanmıştır., soykırım sırasında Kör Hüseyin İstanbul´da İttihat ve Terakki yönetimince ağırlanmaktadır, Hacı Bedir Ağa mebuslukla ödüllendirilerek kardeşi Zeynel ile birlikte Tarsus ve Mersin´de
emval-i metrukeden gayrimenkuller
tahsis edilir. Cemile Çeto ile M. Kemal ilişkisi ise bilinmez değildir.
Ayrıca Kemalistlerce bütün işbirlikçi Kürt aşiretleri özellikle maddi bakımdan yemlenmişlerdir. Katliamın
baş aktörü Dr. Reşid´de Bedirhaniler´in damadıdır... örnekler çoğaltılabilir. TC arşivlerinde bunların dışında başka belgeleri mevcuttur.
Zaza Murat, velhasıl ve Brusk Ali'nin konuyu benim "taraflı ve sığ"
yazımdan değil bizzat yukarıda adını verdiğim objektif Kürt araştırmacılarından ve diğerlerinden daha kolay öğrenebilir. Benim sadece internette bu konudaki kolayca ulaşabileceği yazılarım oldukça fazla olduğundan yorulmalarını istemem. Ayrıca Kürt olmayan birinden bu konuyu öğrenmelerinin onlarda bir burukluk da yaratmasını da istemem.
"Kürt özgürlük hareketi" adına yüksekten atıp ne adına ya da ne şekilde ve ne anlama geldiğini anlamakta
güçlük çektiğim Ermenilere verilebileceklerin sıralanması ise politikanın konusu değil, psikiyatrinin konusudur ve konumuzun dışında olduğunun özellikle altını çizmek isterim.
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 36 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
Bir Kere Daha
1915 Soykırımı´nda
Kürtler´in Rolü
ve Hamidiye
Alayları Üzerine
Ermeniler´in bu coğrafyadan kazınmasında en büyük suçlu İttihat ve
Terakki ile Alman ortakları olmasının yanında bin yıllardır bu coğrafyada yaşayan bir halkın bir anda ortadan kaldırılması sadece ordu ve Teşkilat-ı Mahsusa çetelerinin örgütlediği cezaevinden çıkardıkları canilerden teşkil edilen çetelerin yanında yerel halkın da Soykırıma destek
vermesi, İttihatçı canilerin işlerini
tereyağından kıl çeker gibi düzenli
bir şekilde gerçekleştirmelerinde en
büyük kolaylık sağlamıştır. Bu Kırıma her bölgeden ve her milliyetten
yerel halk iştirak etmiştir. Her milliyet 1894-96 katliamları sırasında
edindiği gerekli tecrübeyi 1915 sürecinde uygulamıştır. Her milliyettin
mensuplarından ittihatçılara suç ortağının çıktığı gibi Kürtler´de bu işbirliğinden vareste değillerdir. Üstelik Kürtler´in Hamidiye katliamları
sırasındaki tecrübeleri diğerlerinden
çok arttığını söylemekte sakınca
yoktur. Hamidiyeler bu işlem için
örgütlenmişlerdir. Bugün de bu hamidiye artığı aşiretler korucu olarak
işlevlerini kendi halkına karşı yürütmektedirler. Bu kısa yazının amacı
Kürtleri karalamak değildir. Soykırıma katılan her milliyet gibi Kürtler´in de sorumluluğunun tartışılmasına katkıda bulunmaktır. Ermeniler´in en yoğun olarak yaşadığı
bölgede bugün yaşayanların geçmişle ilgili söyleyecek şeyi olmalıdır.
Kürtlerin bu gün mağdur durumda
olması geçmişlerinin sorgulanmasına engel değildir ve olmamalıdır. Bu
kısa yazı, bu konuda ki sağlıklı ve
dürüst tartışmalara ve incelemelere
bir katkı niteliğindedir.
Bu tartışmanın ne yararı var sorusuna Kürt araştırmacı Naci Kutlay şu
sözleriyle karşılık vermektedir:
"1915 ve sonrasında yaşananları,
yaşlılardan çok dinledim. Seçim çalışmalarında gezdiğim yörelerde bu
bilgilerim zenginlik kazandı. Yazdıklarımdan başka, söyleşi ve konferanslarda da dile getirdim. Kürtler´in ve aydınların kendileriyle hesaplaşmaları gerektiğini söyledim. Herkes bana hak verdi, yalnız bir arkadaş; 'buna gerek var mı? Kürtlere ne
yararı var bunun?' dedi. Ben bunu,
bir 'travmanın neden olduğu yaranın'
onarımında gerekli olduğunu söyle-
dim. Gereksiz bir 'yük'ten kurtulma
olduğunu dile getirdim. Birçok Kürt
feodallerinin zenginliklerinde bu
Ermeniler´in payı var. Herkes yazdı.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı da 1930'ların
başlarında Elazığ Cezaevi'nde yazdığı 'İhtiyat Kuvvet: Şark' eserinde
değindi. Son yıllarda sayısız belge,
anı ve araştırmada ele alındı. Kürt
aydınları bu konuda yaşananları es
geçemezler diyorum. Sultanların ve
İttihat Terakki yöneticilerinin günahına yöre Kürt feodalleri de ortak
oldular. Bazı Kürt önde gelenlerinin
Ermenileri korumuş olmaları (Koçgiri, Dersim ve Müks'te) bu gerçeği
değiştirmez. 'Devlet yaptırdı' diye
bir mazeret olamaz. Bence bu konu
ayrı ve derinlikli bir araştırma konusu olmalıdır. Beni de onlardan biri
kabul ediyorsanız, Kürt aydınlarının
tarihe karşı böyle bir borçları var."
Naci Kutlay'ın sözlerine şunları da
eklemeliyim: Hakkari bölgesinde,
gerek 1894-96 gerekse 1915 ve sonrası Hıristiyan kırımlarında Pinyaniş
Aşiretinin önemli rolleri bulunmaktadır. Bu kırımlarda etkin rol alan
Aşiretin reislerinden Evliya Bey'in
torunu Evliya Parlak'ın 1980 darbesinden sonra kurulan Danışma Meclisine üye seçilmesi bir tesadüfmüdür? Yoksa bir devamlılığa mı işaret
etmektedir? Kürtler bu soruyu kendilerine sormalıdırlar. Evliya, sadece küçük bir örnektir. Bunun gibi
çok örnekler çoktur. Kürt araştırmacılar öncelikle bu gibi olayları günışığına çıkarmalıdırlar. Geçmişteki
kırımlardan sorumlu aşiret mensuplarından birçok kişinin bugün kendi
deyimleriyle Kürt Özgürlük Hareketinde yer alması Kürtlerin sorumluluğunun sorgulanmasına engel değildir. Pinyaniş aşiretinden bir çok kişi gibi İsa Parlak'ın Kürt Özgürlük
Hareketi mensubu olarak Çukurca'daki bir çatışmada hayatını kaybetmesi bir şeyi değiştirmez.
Nasname'deki önceki yazımda
(1915 Soykırımı sürecindeki Kürtler
üzerine kısa birkaç not) amacımın
polemik olmadığını özellikle belirtmiştim. Bu tartışmadan kaçma anlamına gelmez bu olguyu aklı başında
herkesle tartışmaya da açığım. Yazımda Kürdistan'daki Ermeni Soykırımı'na Kürtlere yakın bir şahsiyet
olan Binbaşı Noel'in Kürdistan'da
bulunduğu sırada günü gününe tuttuğu notlarından okuyucuya bir bakış açısı sağlamaktı. Yazıya ek olarak yazığım ikinci yazı (1915 Soykırım Sürecine Kürtler´in dahline
ek) ise okuyuculardan bazılarının
konuyu anlamakta çektikleri güçlüğün (yada anlamakta ısrar etmelerinin) izale edilmesine yönelikti. Ya-
zıda söz ettiğim Kürt işbirlikçilerinin -ne yazık ki bazı okuyucu için
bunlar önderdir(!)- İttihaçılar ve ardılları Kemalistler tarafından beslenmesi, para ve ünvanlar la taltif
edilmesine, ayrıcalıklar sağlanmasına dair belgeler arşivlerde doludur.
Ben burada birkaç tanesine yer vereceğim:
1. Hacı Musa'nın Ermeni Soykırımındaki rolü üzerine ayrıntılı bilgi
için Recep Maraşlı, Ermeni Ulusal
Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı, Peri Yayınları, Ed. Ahmet
Önal, 2008, s 280-294, ayrıca 13.3.
2009 tarihli Agos/kirk'te Gulizar'ın
öyküsüne bakılabilir.
2. 28.6.1921 gün ve 975 sayılı
kararname ile "Muş'taki Kürdi lakaplı Hacı Musa'ya 50 altın verilmesi.
"BCA. 30.18.1./ 3.26.6.
3. 10/7/1921 gün ve1059/232-5 sayılı kararname ile "Hacı Musa Kürdi'ye, Müdafaa-i Milliye ve Dâhiliye
Vekâletlerince toplam 1000 lira gönderilmesi." BCA. 30.18.1.1/3.30.10.
4. 19.9 1923 gün ve 2787 sayılı karar Sımko Ağanın Van'a yerleştirilmesi ve oğlunun kendisine teslimi
BCA 30.18.1.1/7.34.10 (Sımko, Asur patriği Mar Şamun'la sorunları
çözmek üzere O'nu evine davet etti.
Yemekten sonra ve sorunları konuşmanın ardından misafirlerini yolcu
edeceği zaman, önceden hazırlıklı
adamlarına Mar Şamun'u ve yanındakileri öldürttü.)
5. 1.7.1918 tarihli "Dersaadet'te mukim Haydaran aşireti reisi Hüseyin
Paşa'ya örtülü ödenekten yardım yapılması." BCA 272.74/67.29.3
6. 21.3.1926 Aile efradını Adana'ya
nakletmek isteyen Malatya mebusu
Hacı Bedir ağa için Tarsus ve Mersin'de bulunan çiftliğin ve bazı evlerin tahsis edilmesi BCA. 30.18.1.1/
18.20.15
7. 27.1.21 tarih ve 620 sayılı karar
"Fırat vadisinde ve civarındaki çeşitli aşiret başkanlarının bazı unvan
ve para verilerek taltif edilmesi"
BCA 30.18.1.1/2.33.6
8. 9.10.20/ 5-13 Haydaran aşireti reislerinden BMM üyelerinden Hüseyin'in Muradiye kazasında ihale olunan öşür vergisi için yapılacak muameleye izin verilmesi. BCA 30.10/
4.23.13.
9. 3.11.917 Hakkari eski mebusu Seyid Taha'nın Adana'da meskün kar-
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 37 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
deşi Seyid Abdülhakim'e maaş bağlanması BCA 272.74/65.18.11 (Seyid Taha da Hakkari yöresindeki hristiyanların yok edilmesinde etikili
bir Kürt figürüdür)
Benden bu kısa yazıda bu kadar örnek yeter sanırım, Bu konuda Başbakanlık Cumhuriyet Arşivinde ki
Aşair ve İskan Umum Müdürlüğünün evraklarında istemediği kadar
belge bulabilecektir.
İşbirliğinin yanında Kürtler´in 1915
Soykırımındaki rolleri geniş bir külliyat oluşturur. Ancak bu coğrafyada
ne yazık ki okumadan ziyade kulaktan dolma kahve sohbeti kültürü daha popüler olduğundan bu külliyata
bazılarının itibar etmediğini görmekteyiz. Teşkilat-ı Mahsusa kadrolarıyla birlikte, Hamidiye kadroları
da Kemalist (2. Jöntürk) hareketin
en önemli payandaları olmuştur. Bu
sürekliliğin eşsiz prototipi olarak
Hamidiye komutanı Mutki'li Hacı
Musa Beg'i ve Teşkilat-ı Mahsusa
reisi İpsiz Recep'i gösterebiliriz.
Hacı Musa ve İpsiz Recep bu üç dönemin en önemli figürlerinden olup
kesintisizliği sembolize ederler. Bu
eli kanlı çetecilerden İpsiz Recep,
Televizyon dizisi olarak devlet televizyonunda gösterilmeye devam etmektedir. Boğazına kadar Ermeni
Soykırımına batmış Hamidiye alayı
komutanı Hacı Musa Beg dizinin ne
zaman gözümüze sokulacağını beklediğimi ifade etmek isterim. Muş
katliamından canlı olarak kurtulan
Taşnaktsutyun Van Mebusu Vahan
Papazyan anılarında Muş'ta katliamlardan kurtulabilen Ermeniler´in
sığındıkları dağlarda, Hacı Musa'nın, sağ kalabilen kılıç artıklarını takipten vazgeçmediğini anlatır. Hacı
Musa Ermeniler´in bir tekini bile
sağ bırakmamak kararındadır. Hergün şafakla birlikte, dağlar Musa
Beg'in aşiretlerince çevriliyor ve
bitkiler yönüne yaylım ateşi uygulanıyordu. Bu gayesiz değildi. Katliam artığı kişiler, geceleri düşüncesizce şurda burda ateşler yakıyorlardı. Ama ne yapsalardı? Sahipsiz tarlalardan buğday ve arpa başakları
getirip kavuruyorlar, bazıları da
ellerinde kalan yağla pişiriyorlardı.
Kürt gü-ruhu ise gece ateşleri görüp,
şafakla birlikte halkı kesmeye geliyorlardı.
Bu Hamidiye eskileri Kemalist hegemonyanın Kürdistan üzerinde kurulmasının aletleridir. Hacı Musa ve
diğerlerinin işlevleri sona erdikten
sonra bir kenara atıldıklarında, Kürt
ulusal hareketine yanaşmaya çalışmaları, yada yanaştıkları düşünüle-
rek cezalandırılmaları bu kişileri aklamaz. Bu kez çıkarlarını başka bir
kanaldan ifadeye çalışmaktadırlar.
Kemalist iktidarın pekiştiği bu dönemde Teşkilat-ı Mahsusa mensuplarına yeniden ikbal kapısı açılarak
önemli görevlere gelmeleri ve Teşkilat-ı Mahsusa'nın rejime entegre
edilmesiyle, Hamidiye kadrolarına
pek iş düşmez. İşlevleri bitmiş bir
kenara atılmışlardır. Bir kısmı isyanlarla alakalandırılarak idam edilirken (bunu idam sehpasına giderken kendi biledikleri kılıçların kendi
boyunlarını kesmesi olarak ifade
ederler) bir kısmı da sürgün edilir.
Hacı Musa'da bunlardan biridir. Kemalistlerce sürgüne gönderilen bir
diğer Hamidi işbirlikçi Kör Hüseyin
Paşa ile yurt dışında sürgünde buluşurlar. Hacı Musa ve Kör Hüseyin
1928 yılındaki af yasasından yararlanmak maksadıyla sürgünden dönerken yolda ölür. Diğerleri dönüş
yolunda birbirlerine girerler, Hacı
Musa'nın kardeşi Medeni, erken
davranıp Kör Hüseyin ve ailesini
yok eder ve kellelerini Genel Vali
İbrahim Tali'ye (Öngören) takdim
ederek affa mahzar olsa da Kör Hüseyin'in Haydaran Aşireti Medeni'den, Şeyh Ahmet Barzani'de kardeşi
Nuh'tan öcünü alır.
Cemile Çeto ise 1925 ayaklanmasını
örgütleyen Azadi cemiyetini destekleyen Bitlis bölgesindeki aşiret reisleri içinde görülmesine karşılık ayak
lanmaya katılmamış ve devletin safında yer almıştır. Buna karşılık
1926 yılında İstiklâl Mahkemesi tarafından idamı mahkum edilen ve
ailesi sürgüne gönderilen aşiret reisleri arasında Cemile Çeto da bulunmaktaydı. Cemile Çeto, Kemalist
harekete destek veren Kürt ağaları
içinde de tanınan bir şahsiyettir.
Mustafa Kemal, Cemile Çeto'ya
mektup göndererek, Sivas Kongresi
hakkında bilgi vermekte ve kendisinden Ermenilere karşı destek istemektedir. Cemile Çeto'nun idam
edilirken bu işbirliğinin sonuçlarından hayıflanarak kendisiyle birlikte
mah kum olan bir arkadaşına "Cemile Çeto, ji kerê da keto," [Eşekten
olma -ya da Eşekten düşme- Cemil!..] dediği rivayet edilir. Kürt ulusal söyleminde işbirlikçiliğin sonuçlarını yermek için oldukça revaçta olan bir deyimdir.
Cemile Çeto'nun ağabeyi Bişarê
Çeto da öyle örnek alınacak bir
önder değildir. Bişare Çeto eşkiyalıklarıyla ünlüdür.1906'da Osmanlı
yönetimiyle çatışmaya girmiş [Bişare Çeto ayaklanması...] ise de çatış-
ma uzlaşma ile sonuçlanmış ve 1914
yılında Iran sınırında (Azerbaycan'da) öldürülünceye kadar Osmanlı ordusunda milis olarak görev yapmıştır. Folklor araştırmacı Salih
Kevirbiri ise sözlü Kürt edebiyatındaki kilamlardan yola çıkarak Bişare Çeto'nun Bitlis'in "Kevirê Qul"
(Delikli Taş) mıntıkasında Ruslarla
girdiği çatışmada öldürüldüğünü
yazmaktadır. (Geleneksel Kürt sözlü
edebiyatında Dengbêjlerin söyledikleri kilam ve uzun çiroklarda - şarkı
ve manzum hikayelerde - Bişare Çeto'nun devlete karşı gözü pekliğinden, eşkiyalıkta ise gösterdiği cesaret ve cevvallıktan övgüyle söz edilir.)
Burada şunu da ilave etmeliyim ki
bu ailelerden son kuşak içinde eski
çizgiyi izlemeyen, Kürt ulusal hareketi içinde yer alan insanlar da bulunmaktadır: Cemile Çeto'nun torunu Derviş Akgül (Derweşe Sado da
denmektedir) TKDP (Türkiye'de
Kürdistan Demokrat Partisi) kurucu
ve yöneticilerindendir.
Hacı Fero [Hacı Ferro, Hacı Faro];
Muş-Varto bölgesinde "Mala Fero"
(Fero Ailesi) olarak bilinen KürtAlevi kökenli geniş bir aileye adını
veren büyük dedeleridir. Xormek
aşiretinin de yönetici ailesidir. Hacı
Fero, "Doğu İlleri ve Varto tarihi"
kitabının yazarı Mehmet Şerif Fırat'ın da dedesidir. Aile, genellikle
devlet yanlısı, Kemalist, CHP'li ve
Sosyal Demokrat bir çizgi takip etmişse de; aynı aileden 70'li yıllarla
beraber Kürt ulusal demokratik mücadelesine katılan birçok isim de
bulunmaktadır. Özgür Politika yazarlarından Selim Fırat bir örnektir.
Aynı şeyler, Hacı Bedir Ağa'nın Rişvan aşiretinin son kuşak mensupları
için de söylemek mümkündür. Sosyalizm mücadelesine omuz veren
Şiar Rişvanoğlu'nu da örnek verebiliriz. Örnekler çoğaltılabilir…
Kürtler´in Soykırım´daki rolüne
baktığımızda; İTC açısından temel
amaç Kürtleri bu suça iştirak ettirmektir. Kürtler açısından baktığımızda, birçok neden sıralanabilir.
Kürt araştırmacı M. Kalman bu eğilimleri şöyle özetler: "Kürtler´den
kırıma katılanlar, adam öldürmekten
çok, talan ve yağma peşindeydiler.
Bunu söyleyen Muş'taki Osmanlı
görevlilerinden biridir. Aşiretlerin
bölgelere göre değişen tavırları söz
konusuydu. Batılı Devletlerin bir
Ermeni Devleti'nin kurulmasına
çalıştıkları inancı, Kürtler´in Ermenilere düşmanlığını geliştirdiği gibi
Kürt ulusu arasında korku ve telaş
yaratı-yor ve kendilerinin Ermeni-
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 38 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
ler´in hiz metine verileceği doğrultusunda yaygın bir propaganda ve
inanç gelişiyordu. Bu anlayış onların Ermenilere karşı gelmelerinin en
önemli nedeni oluyordu. Batılı Devletlerin 'desteğindeki' bazı Ermeni
örgütleri milattan önceki dönemlere
ait Büyük Ermenistan haritalarını
yayınlayarak Batı-Ermenistan dışındaki mevcut Kürt topraklarını da
sınırları içerisinde göstermeleri
elbetteki bir olumsuzluktu.
Kürtleri önemli oranda etkiler. Ermeni partileri Batılı Devletlerin Osmanlıya yönelik hesaplarından kendi paylarına birşeyler koparacaklarına inanırlar. Bu durum Kürtler´in
tepkisini çektiği gibi Osmanlıdan
destek görme, onlara yakınlaşma ortamını da beraberinde getiriyordu,
ilkönce Ermeni isteklerinin gerçekleşmesinin engellenmesi ve beklentisi içindeydiler. Çünkü Osmanlı işgali altında da bulunulsalar, üzerlerinde yaşadıkları topraklardan kovulacaklarının endişesi kendilerini
önemli bir şekilde düşündürür. Daha
düne kadar Kürt ağalarına haraç veren, onlara bağlı olan Ermeniler´in,
Batı Devletlerinin de desteğiyle
Kürtler üzerinde baskı uygulayacakları propagandaları Kürtleri etkiliyordu. Kürtler, kurulacak olası bir
Ermeni Devleti nedeniyle topraklarını kaybedeceklerini, ağalar ise
hem toprak hem de otoritelerini kaybedeceklerini düşünüyorlardı. İster
istemez kendilerini yalnız hissettiklerinden Türklerin egemenliğinde de
kalsalar ilk anda Ermeni isteklerini
sonuçsuz bırakmak ön plana çıkıyordu. Osmanlılar Kürtlerle olan dinsel bağlılıklarını, Ermeni karşıtı
politikanın merkezine oturturlar. Zaten çok uzun yıllardır sürdürülen Ermeni düşmanlığı Hamidiye Alaylarının kurulmasından sonra pratikte
çok büyük yaygınlık göstermişti.
Soykırımda din faktörü önemlice
kullanıldığından birçok yerde "kafirlere"(!) yönelik saldırılar bu nedenle gerçekleştirilir."
Kürt egemenlerinin Ermeniler´in
zenginliğine göz dikmeleri yanında
katliama iştirak eden diğer Kürt halkı için de cahillik, taassup, yoksulluk gibi etmenler sıralanabilir. Kürtler´in Soykırıma katılımına ilişkin
Kürt yazar Kemal Mazhar Ahmed'in
de tesbitleri önemlidir: "Ne yazık ki
bilerek ya da bilmiyerek, kasıtlı ya
da kasıtsız, bazı Kürtler de bu kırımlara katıldılar. Bu durumu değerlendirip araştırmak amacıyla önce,
katıldıklarını gösteren birkaç örnekle işe başlamak isteriz. Urfa'da ya-
pılan ilk kırımı, bir derviş şeyhi olan
Molla Sait Ahmet, verdiği bir fetva
ile 28 Aralık 1895'de başlattı. Molla
Sait, bir Ermeni´yi halkın gözleri
önünde yere yatırıp satırla kafasını!
bedeninden ayırarak işe girişti. Bu
imam, katliamdan birkaç gün önce,
şehrin bazı önde gelenlerini toplamış, onları bu yönde oluşturmuş ve
Sultan'ın saltanatı için ser esirgemeyiz, buyurmuştu. Van'da yapılan ilk
katliamda, Abdülhamid ve Abdülgaffar adlarında iki kardeş birlikte
200 kişiyi öldürdüler.
Böyle 'kardeş'lerden Harput'da da
bir haylisi vardı ve iki kardeş burada, bir günde 300'den fazla Ermeni´
yi katletmişlerdi. Bir Kürt ağa, bir
Ermeni kafilesini jandarmalardan
satın almış ve bütün her şeylerine el
koyduktan sonra onları öldürmüş.
Sonra, lira ve altınları yutmuş olabilirler düşüncesiyle karınlarını yararak yoklamıştır. Bu yüzden asker ve
jandarmalar bir hayli servet edindiler. Altınları olup ta rüşvet veren ve
bu yolla kurtulanlar ise, bir yerine,
birkaç kez ölerek dünyayı seyre devam ettiler. Gordlevski bu konuda
şunları yazıyor: 1916 yazında, Kürtler´in, Ermenileri gruplar halinde
Bitlis'e doğru yola nasıl çıkardıklarına gözlerimle tanık oldum. Bunu,
Sığınma Komitesinin, kendilerine
vereceği paranın hatırı için yaptıkları belliydi. Oysa Kürtler, Ermenileri,
Türk'ten esirgemişlerdi ama bir köle
gibi de Bitlis pazarına sürüyorlardı.
Sanki, zaten ödleri patlamış olan bu
kimselerde irade de kalmasın ya da
Kürtler olmadan Bitlis yolunu çıkaramıyacaklarını anlasınlar isteniyordu. Dağların öte yüzünde karşılaştıkları muamele her hallerinden ve
gözlerinden okunuyordu."
Siirt Fındık köyü Ermeniler´ine
Kürt kardeşleri Ferman sırasında
Fındık köyünü Cizre ve Siirt'e bağlayan ve bugün hala kullanılan 90'ar
km lik yolu Ermenileri devlete ihbar
etmeme karşılığı yaptırdıktan sonra
yolun tamamlanmasını kutlama gayesiyle düzenlenen şölen sırasında
boğazlanmışlardır.
Garo Sasuni, reaya Kürtler´in kırımlara iştirakini hayretle karşılayarak,
Soykırımdaki rollerine değinir:
"Hayret edilecek bir gerçekte 1915
Nisan Jenosidinde Reaya Kürtler´in,
aşiretlerden daha kötü bir rol oynamalarıdır. Osmanlı idaresi aşiretlerden şüphe ettiği için Reaya Kürtleri
sahneye çıkarıp, kısa vadeli jandarma olarak görevlendirip silahlandırarak, kendilerine Ermenileri kırmalarına ve bırakılmış olan mülkleriyle
zenginleşmelerine izin verilmiştir.
Osmanlı idaresinin kendilerine ver-
diği bu yetkiden şımaran Reaya
Kürtler, Ermeniler´in başına tam bir
bela kesilerek, son derece insafsız
davranışlarda bulunmuşlardır. Ve
hatta şu veya bu aşiretin yanına sığınmış olan Ermenileri de Osmanlı
makamlarına ihbar etmişlerdir."
Garo Sasuni, Soykırım sürecinde,
Kürtler´in Ermenileri korumasından
söz ederken Kuzey ve Güney Kürdistan'daki aşiretler arasındaki Soykırıma iştirakteki farklara değinir: "
1 - Kürtler ülkenin güney bölgelerinde, Ermeni kırımına çok az ölçüde katılmışlardır.
2 - Birçok aşiretler kırımlara katılmamakla kalmayıp, aksine kendilerine sığınmış olan Ermenileri saklamış ve korumuşlardır. Örneğin Dersim Ermeni kurtaran ocaklardan biri
olmuş ve bu sayede 20,000 Ermeni
hayatta kalabilmiş, bunlar sonraları
Erzincan ve Erzurum yoluyla daha
doğuya geçip kurtulabilmişlerdi. Sasun'un Huyt-Modikan'lı Ermenice
konuşan Kürt Şeho ailesi o bölgenin
Sasun'lularını korumuştu. 1916'da
Muş bölgesi Ruslar tarafından işgal
edildikten sonra, oradaki Ermenileri
ve o bölgedeki dığer aşiretlerin yanına sığınmış olan yakınen 12.000
Ermeni´yi toparlayıp Muş'a getirebilmişlerdi. Suriye dolaylarına sürülmüş olanlardan da edinilen bilgilere göre, Güney Kürdistan'ın güçlü
aşiret reislerinin muhafazası sayesinde çok sayıda Ermeni kurtarılabilmişti. Ben şahsen bu konuyla ilgili olarak şu gerçeği kendim saptadım. Birçok Kürt aşiret reisleri,
1915-1917 senelerinde Ermenileri
kendi muhafazaları altına alıp, onlara Kürt elbise1eri giydirerek saklamış olduklarından, sonradan Osmanlı idarecileri tarafından cezalandırılmışlardır."
Ermeni soykırımına katılmayan aşiretler cezalandırılmışlar ve sürgüne
gönderilerek aşiret yapıları dağıtılmıştır. Ancak tüm bu korumalar Ermeniler´in bu coğrafyadan kazınması gerçeğini değiştirmez. Ayrıca kurtarılanlar Kürtler içerisinde bambaşka bir kimlikle yaşayacaklardır.
İsmail Beşikçi, Kürt Sorunu içinde
sorduğu sorularda Ermeni Soykırımı
ve bu süreçte Kürtler´in rolüne de
değinerek ilginç tesbitler sunar:
"Kürt bölgelerinde mülk sahibi olma
durumunun Ermeni soykırımıyla
ilişkisi şu olabilir: Ermenilere 1915'
de soykırım yapıldı. İttihatçılar,
ekonomiyi millileştirmek için, devleti ve toplumu millileştirmek için,
bunu gerekli gördüler. Milli Savun-
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 39 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
ma Bakanı Vecdi Gönül, bu yazının
başında dile getirdiğımiz konuşmasında bu durumu anlatmaya çalışıyordu. Rumlar sürgün edildi. Ermeni nüfus tehcir sırasında soykırımla
çürütüldü. Onlardan geriye pek çok
taşınmaz mal kaldı. Tarlalar, değirmenler, zeytinlikler, mandıralar,
fabrikalar, atölyeler, evler, dükkânlar, bağlar, bahçeler, tarımda kullanılan çeşitli üretim araçları büyükbaş hayvanlar, sürüler vs. Gerek
Türk toplumunda, gerek Kürt toplumunda pek çok ailenin zenginliğinin
kaynağı bu mallardır. Yağmalanan
Ermeni ve Rum mallarıdır. Bingöl,
Elazığ, Muş, Bitlis, Ağrı, Van, Diyarbakır, Siirt, Kars gibi yörelerde,
Ermeni mallarının bazı Kürt ailelerinin eline geçtiği düşünülebilir.
Kürtler arasında bir ailenin çocuklarının, yani kardeşlerin, farklı farklı
soyadları olduğu izlenmektedir.
Bunun da Ermeni mallarının yağmalanmasıyla ilişkisi olduğu varsayılabilir. Eğer bir aileye bir parça mal
verileceği belirtilmişse, kardeşlerin
farklı farklı soyadları almaları sağlanarak, aile daha çok mala el koymuş olabilir. Bunun, soykırımda,
Kürtler´in yaygın tetikçiliğinin bir
ücreti olduğu da düşünülebilir. Van
Gölü'nü merkeze koyarsak, bu merkez etrafında, 1915 Ermeni soykırımından sonra şu şekilde bir nüfus
hareketi yaşanmış olabilir. Kırsal
alanlardan şehirlere doğru. Güneyden Kuzeye doğru bir nüfus hareketi, Ermeni mallarını yağmalamak için böyle bir nüfus hareketi söz konusu olabilir. Devletin bu sürece göz
yumduğu da açıktır. Bu sürecin
devlet için çok büyük bir yararı vardır. Kürtleri soykırım sürecine iyice
ortak etmek, Kürt-Ermeni çelişkisi
yaratmaya çalışmak... İkinci olarak
da Kürtler´de gelışebilecek milli
hareketi engellemeye çalışmak. Ermeni mallarının yağmalanmasına
katılan Kürtler´in, devlete, devlet
görüşüne bağımlı bir hale geldikleri
açıktır. Devletin, her zaman, bu malları ellerinden alabileceğini düşünen
aileler, devletle işbirliği yaparak bu
ilişkileri korumaya çalışacaklardır."
Soykırımda kullanılan Kürtler´den
oluşan Hamidiye alaylarına gelince:
"1890 yılının Kasım ayı ortalarında,
İstanbul gazeteleri, Hamidiye olarak
adlandırılan Kürt alaylarının kurulmasına ilişkin bir padişah fermanı
yayımladılar. Hamidiye Alayları
Kürtler´in Bâbıali'ye ayaklanmadıkları, Rus-Kafkas sınırındaki bölgelerden oluşturuldu." Sırma, bu alayların Ermenilere karşı kurulduğunu
ifade eder: ?Abdülhamid, Doğu ve
Güney-Doğu Anadolu'dan asker toplayarak Ermeni isyanlarını bastırmak için, Hamidiye adında özel bir
ordu kurdu.?
Akçam Soykırımda önemli rolleri
bulunan Hamidiye Alaylarının (ittihat yönetiminde adı Aşiret Alaylarına çevrilmiştir) işleyişi ve niteliklerine ilişkin olarak: "Hamidiye Alayları'nın kurulması ile ödüllendirme
mekanizmasının daha da sistematik
bir karakter kazandığını görmekteyiz. Bu birliklerin her türlü giderleri
yaptıkları baskın, soygun ve katliamlardan elde ettikleri gelirlerle
sağlanıyordu. Ayrıca bu birlikler katılanlar her türlü vergiden muaf tutuluyorlar ve ilgili aşiretlere devlet
tarafından arazi veriliyordu."
Katliamı gerçekleştirmek için iki
halk arasında nifak sokulması da ihmal edilmez: "Doğu Anadolu'da Ermenilerle Kürtler´in gizlice anlaşmasından korkan Abdülhamit, potansiyel düşmanlarını bölmek için
İslam-Hıristiyan rekabetini uyandırmıştı." Van'da yaşayan Amerikan ve
Alman misyonerler, 1914-15 kış aylarında, Doğubeyazıt ve Eleşkirt civarındaki 52 Ermeni köyünün tümünün Hamidiye alaylarınca basıldığı,
yağmalandığı ve tahrip edildiğini
aktarırlar.
Kürt araştırmacı Kemal Mazhar Ahmed Abdülhamid'den başlayarak Ermeni Soykırımına Kürtler´in sistemli olarak dahil edilişini şu sözlerle
ifade eder: "[E]gemen güçler, -öncelikle Abdülhamid döneminde- bu
vahşetin bütün vebalin Kürtlere
yüklemek, bu olayı geriliğin, kör
dinsel inançların bir yansıması olarak göstermek istediler… geriliğin
ve kör inançların, Kürtler´in bir bölümünün bu katliama katılmaya,
"kafir" kanıyla ellerini "yeşile" boyamaya ittiğini belirtmiştik. Kimi
Kürtler selavat getirerek Ermeniler´in başını kestiler. Bu noktada ister istemez akla şu soru gelıyor: Gerek Türk, gerek Kürtler ve bölgedeki diğer uluslar, bu katliamların öncesindeki dönemlerde çok daha geri
bir durumda bulunuyorlardı ve dinsel inançları da oldukça katıydı;
buna karşın ne Kürtlerle Ermeniler,
ne de Kürtlerle Asurlar arasında
değil bu türden katliamlar, huzursuzluklara yol açacak nitelikte problemler bile görülmemişti. Niçin?
Birçok yabancı yazar geçmişte Kürtlerle Kürdistan'daki müslüman olmayan topluluklar arasında süregelen iyi ilişkilere dikkati çekmiş ve
bunu Ortadoğu' da en olumlu bir
örnek olarak nitelemiştir.
K. Mason, Londra'daki bir coğrafya
cemiyetinde Kürdistan'la ilgili ola-
rak yaptığı bir konuşmada bu konuda şöyle diyor: Çoğumuzda çarpık
bir düşünce var, güya Ermeni kırımlarının suçlusu Kürtlerdir. Oysa
müslüman olmayanların büyük bir
bölümü savaştan önce, (yani 1. Dünya Savaşıyaz.) Kürdistan'da çok
mutlu bir yaşam sürdürüyorlardı.
Milletler Cemiyeti, Musul sorununu
incelerken de bu duruma özel olarak işaret etti. Bunun yanı sıra V.
Gordlevski, din farkı, müslüman
Kürtler ile gavur Ermeniler arasında
hiçbir olumsuz rol oynamadı, demekte, Ermeniler´in camilere ve
Kürtler´in de kiliselere ne kadar rahatlıkla girip çıktıklarını belirtmektedir. Gerçek odur ki etkili bir el,
karanlık bir gölge, Kürtler´in dinsel
inançlarını kullanarak onları Ermeniler´in üzerine sürmüştür. Gerçeğin
böyle olduğunu kanıtlayan çok sayıda belge vardır. Birçok yörede Padişah'ın emri ile müftü, imam ve din
görevlileri halkın dinsel duygularını
körükleyerek 'kafirleri' öldürmeleri
için tahriklerde bulundular.
İlk kırımda Palu Müftüsü, halkın talan yapmak yerine, daha çok Ermeni´yi öldürmeye önem vermesi gerektiğini söyledi. Erzurum şehir yöneticileri de açık çağrı yaptılar: Gavurları öldürün, hiç kimseden korkmayın. Yaşamak müslümanların
hakkıdır, gavurlara ölüm!. Sivas'da,
Urfa'da derviş ve mollaların sloganları bunlardı. Arapkir'de, Ermenileri
öldürmek Muhammed'in ümmeti
için görevdir, propagandaları ile
halkı galeyana getirdiler. Bu yolla,
birçok insanı şartlandırıp kiliseye
gidenlerin üstüne saldırttılar. Zihni
çelinen birçok Kürt, Ermeniler´in
katlini 'gaza' olarak görüyor ve bu
nedenle selavat getireninden elini
geri çekiyordu. [Siirt'te müftünün
fetvasıyla 5 Ermeni'yi öldürenin
cennete gideceği vaat edilir. Cahil
halk da buna inanır ve Ermenilere
karşı bir sürek avı başlar. Ancak kafirler öldürülmeden önce salavat getirmeye davet edilmesi gerekliydi.
Buna inanıp sürek avına çıkan biri
ancak dört kişi öldürebilmiş, cennetin anahtarı için beşinci kişiyi aramaktadır. Bir mağarada saklanan haber verilen Ermeninin peşine düşerek yakalar. Fetva gereği salavat getirmesini ister. Ermeni kurban cevaben sen sözlerini söyle ben tekrar
edeyim cevabını verir. Katil ise salavatın sözlerini bilmemektedir. Katil
söyleyemez kurban tekrar edemez.
Ermeni canından olur. Katil cennetin anahtarını garantiler].
Bu biçimde ve önceden hazırlanmış
bir plana göre cahil bazı Kürtler´in,
beyinleri yıkanmış ve zorla Ermeni-
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 40 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
ler´in karşısına çıkarılmışlardır. Açıktır ki bunun sorumluluğu, onları
bu eylemlere itenlere aittir. Katliamlara katılanların büyük bir bölümünün Hamidiye Alayları'na mensup
olduklarını da göz önünde tutmak
gerekir. Bu askeri kuvvet, Kürtleri
bu işe hazırlamak amacıyla oluşturulmuştu ve daha ilk günden bu doğrultuda çalışmalar yapıyordu. Örneğin Diyarbakır'da yapılan ilk katliamı, kent dışından getirilmiş olan bu
birlikler gerçekleştirdi. İkinci kırımda, Erzurum'da, yöneticıler Hamidiye birliklerine açıkça görev verdiler.
Hamidiye Alayları, ordu ve jandarma gibi miri, yani saltanata bağlı bir
kurumdu. Bu nedenle, buna bakılarak Kürt halkının da kırımlara katıldığı sonucu çıkarılmamalıdır. Bir kısım derebey, ağa ve Hamidıye komutanları, keselerini doldurmak, yeni mal ve topraklar elde etmek için
Ermeni katliamını, kendileri bakımından fırsat bildiler. Örneğin Palu'da, Sekrat köyü beyi İbrahim, serbest bırakılan birçok Ermeni´yi himayesine aldı, onların mal ve servetlerine elkoydu ve herşeylerini
gaspettikten sonra da kapı dışarı etti.
Daha başka yörelerde de ağalar aynı
yöntemi uyguladılar. Derebeylerin
isteği, Ermeniler´in topraklarına el
koymaktı ve herkesi bu yönde teşvik
ettiler…
1915 Temmuz başlarında, ağır silahlarla donatılmış 20.000 kişilik bir
askeri kuvvet, 11 adet topla birlikte
İstanbul'dan Muş'a gitmek üzere yola çıkarıldı. Aynı ayın 1'inde o toplar, Muş şehir merkezindeki Ermeni
mahallelerini dövdüler. Muş Mutasarrıfı'nın yanı sıra, birçok yönetici
bu katliamda açıkça yer aldı ve yönetti. Yine soruna dikkatle eğilindiği
zaman, Kürtler´den bazılarının da,
yöneticilerin zorlamaları sonucu bu
eylemlerde yer aldıkları açıkça görülür… Bazı yoksul ve aç kimselerin, talan ve soygun amacıyla bu
katliamlara katıldıkları söylenebilir,
ama yöneticiler bununla yetinmediler. Çünkü, Ermeniler daha çok
Kürtler´in eliyle öldürülsün istiyorlardı. Biz, Kürtlere, Ermenileri ortadan kaldırmaları için emir verdik,
maalesef öldürmekten çok talan yapıyorlar. Bu sözler, birinci kırım sırasında Muş'da görevli olan birine
aittir. Saf birçok Kürt, sultan ve derebey emrettikleri için bu işi yaptığının farkında idi. Çok defa, Kürtler
bu olaylarla ilgili olarak önceden
Ermenilere haber ulaştırdılar…
Birçok yerde yöneticiler, cezaevinde
bulunan Kürt mahkumları, -ki içlerinde katil ve eşkiyalar da vardı, Ermenileri öldürmeleri karşılığında
serbest bıraktılar. Bu tür uygulama-
lara bütün Ermeni kırımlarında rastlamaktayız. Abdulaziz Yamulki'nin
belirttiği gibi, çeşitli bölgelerde
mahkumlara Kürt giysileri giydirildikten sonra, gruplar halinde Erzurum, Diyarbakır gibi şehirlere gönderildiler. Birinci katliam sırasında
bazı yörelerde yönetim, askerlere de
Kürt giysileri giydirerek katliam
yapmaya gönderdi… mahkumlar,
kötü kişiler ve Hamidiye Süvarıleri,
belirli bir yerde toplanıyor, yöneticiler kendilerine akıl verip duygularını okşadıktan sonra Ermeniler´in üstüne gönderiyordu. Bu durumlara
bizzat kendi gözleriyle tanık olmuş
bir kısım Ermeniler, yazdıkları mektuplarda şunları anlatırlar: Halkı Ermenilere karşı harekete geçirmek için, gerekli ön hazırlıkları yapsınlar
diye, ilkin bir miktar yabancı görevlendirilirdi. Bunlar, katliamdan önce
ve sonra çeşitli suçlar icadediyor, en
çok da İsyancı olduklarını yayıyorlardı"
İsveçli araştırmacı David Gaunt,
2007 tarihinde İstanbul 27. Kitap
Fuarında yaptığı konuşmasında Bölgedeki olayları şöyle özetler: İtihad
ve Terakki Cemiyeti'nden yerel siyasetçilerin bölgedeki bütün Hıristiyanları silip süpürmeye kararlı oldukları anlaşılıyordu. İstanbul'la yaptıkları yazışmalarda, ya Asurlara
"Ermeni" diyor ya da "asiler" gibi
her anlama çekilebilecek bir terim
kullanıyorlardı. Karma Hıristiyan
nüfus barındıran şehirler ve büyük
kasabalarda, ilk toplanıp infaz edilenler Ermeniler´di. Sonra sıra Katolik ya da Protestan Asurlara geldi.
En son kurbanlarsa, Süryani Ortodoks Kilisesi'ne bağlı olanlardı.
Sancağın çok sayıda görevlisi sözlü
iletilen Hıristiyan karşıtı planları
protesto etti. İki mutasarrıf başka vilayetlere atanırken, bazı kaymakam
ve küçük memurlar suikasta kurban
gittiler. Valilik imha amaçlı özel bir
komite kurdu. Elli üyeden oluştukları için, güneyde Arapça elli anlamına gelen el-Hamsin adıyla tanınan
mahalli milis güçleri örgütlendi. Milis köyleri kuşatıp yok edecekti. Daha büyük ya da direniş beklenen yerlerde bazı Kürt aşiretlerine de çağrı
yapılacaktı. Hayatta kalanlar çoğu
kez belirli aşiretlerden söz ediyorlardı. Açıkçası bazı aşiretlerin bu olaylarda öne çıktığı görülüyordu. Ne
var ki, katliamlara açıkça karşı çıkan aşiretler de vardı. Hatta Haverkan aşireti ve birçok Yezidi Kürt
gibi Hıristiyanları aktif bir biçimde
koruyan aşiretlere de rastlanıyordu.
Diyaribekir'deki Ermeni katliamlarına ilişkin Şevket Beysanoğlu katliamın bu güne uzanan ip uçlarını verir.
Ermeni Kırımları Diyaribekir'e vali
olarak atanan Dr. Mehmet Reşit
Bey'in (Şahingiray) gelmesiyle başlar. Beysanoğlu olayı şöyle anlatıyor: "Dr. Mehmet Reşit Bey göreve
başlar başlamaz durumun vehametini, Müslüman halkın içinde bulunduğu gergin havayı hemen anlamış
ve bazı önlemler alarak, girişimde
bulunmak gereği duymuştur. İlk iş
olarak, Mektupçu Bedri, Jandarma
komutanı Rüştü, eşraftan Yasinzade
Şevki, Pirinçzade Fevzi, Müftüzade
Şeref beylerden oluşan bir Tahkik
Heyeti oluşturdu. Peşinden, sivil
halktan bir milis alayı teşkil edildi.
Bu alayın başında Cemilpaşazade
Mustafa Bey (albay) bulunuyordu.
Diğer milis su-bayları şunlardır:
Binbaşı Yasinzade Şevki (Ekinci)
Yüzbaşılar: Zazazade Hacı Süleyman, Çerçizade Abdulkerim, Direkçizade Tahir, Pirinçzade Sıtkı (Tarancı), Teğmenler: Halifzade Salih,
Ganizade Servet (Akkaynak), Muhtarzade Salih, Şeyhzade Kadri (Demiray), Piranzade Kemal (Önen),
Yazıcızade Kemal, Hacı Bakır"
Beysanoğlu Diyaribekir'deki katliamların boyutundan söz ederken imha yerine sürgün kelimesini kullanmaktadır. Oysa Beysanoğlu´nun zikrettiği telgrafın orjinalinde imha kelimesi kullanılmaktadır. Zaten Dr.
Reşit inkar da etmemektedir. "Vali
Dr. Mehmet Reşit Bey'in İçişleri bakanlığına gönderdiği şifreli telgrafında (15 Eyül 1331), bölgeden sürülen [katletme kelimesinin Ermeni
adedinin 120 bin olduğu bildirmektedir." Resmi rakamlara göre 120
bin Ermeni Musul'a göç ettirilerek
"temizlenmiştir". İşin aslı 120 bin
Ermeni'nin soykırıma uğratıldığıdır.
David Gaunt´da incelemesinde kayıplara ilişkin rakamlar verir. Hıristiyanların can kayıpları çok yüksektir: Diyarbakır'da nüfus kaybı Gregoryen Ermenilerde % 97, Katolik
Ermeniler´de % 92, Kildani Asurlar´da % 90, Süryani Ortodoks Asurlar´da % 72 ve Süryani Katolik
Asurlar´da % 62'ydi. Bu vilayette
düşman ordular arasında neredeyse
hiç çatışma olmadığı düşünüldüğünde, bunlar çok yüksek yüzdeler.
Naci Kutlay Diyaribekir'de olanları
ve Kürtler´in rolüne ilişkin:"1915
Ermeni olaylarında Diyarbakır'ın
önde gelen Kürt eşrafı devletle birlikte gerekeni yaptılar. Dr. Reşit 1.
Dünya Savaşı sonunda Ermeni öldürülmeleri nedeniyle İstanbul'da yargılandı. İdama mahkum edilen Dr.
Reşit Bekir Ağa Bölüğü hapishanesinden kaçtı ve Şişli'de sıkıştırılınca
intihar etti. Bunları ancak yaşlı Diyarbakırlılar bilir. Kürtler de bu ko-
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 41 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
nuları konuşmadılar. Ziya Gökalp,
Pirinççizade Feyzi, Zülfü Tigrel ve
Süleyman Nazif de Ermeni öldürülmelerinden suçlanarak İngiltere yönetimindeki Malta Adası'na sürüldüler. Kurtuluş Savaşı içinde bırakıldılar. Diyarbakır Valisi Dr. Reşit Bey
Ermenilere kötü muamelede bulunmadığı ve emirleri yerine getirmediği için Lice Kaymakamı Hüseyin
Nesimi Beyi Diyarbakır'a çağırttı ve
yolda Çerkez Harun çetesine öldürttü."
Son sözü Kürt Sorunu üzerindeki
yıllardan beri ortülen ölü toprağını
kaldıran ve Ermeni Sorunu ve Kürt
Sorunu İlişkisinin incelenmesinde
yeni perspektifler sunan İsmail Beşikçi'ye bırakalım:
"Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Alevilik sorunu Türkiye'nin temel sorunlarındandır. Kürt sorunu, Ermeni
sorunu elbette kendi başlarına, ayrı
ayrı sorunlardır. Ama bu iki sorunun
birlikte ele alınması, toplumsal ve
politik ilişkileri çok daha açıklayıcı
olmaktadır. Sorunu şu şekilde koymak mümkündür. 1915'de yaşama
geçirilen soykırımdan sonra, pek
çok taşınmaz mal ortada kaldı. Bu
Ermeni mallarının akıbeti incelenmeye değer bir konudur. Ermeniler´den kalan evler, dükkânlar, atölyeler, tarlalar, bağlar, bahçeler, ambarlar, değirmenler, ağıllar, mandıralar, tarımda ve sanayide kullanılan, karasaban, kağnı, araba, örs, vs
gibi üretim araçları vs. ne oldu? Büyükbaş hayvanlar, koyun sürüleri ne
oldu? Bu konuda şöyle bir değerlendirme yapılabilir. Bir defa, soykırım
sırasında tetikçi olan, Kürtler´in,
Kürt ailelerin olması mümkündür.
Bu Kürtler, bu aileler, ağalardan,
şeyhlerden, aşiretlerden vs. olabilir.
Ermeni soykırımının planlanması,
organize edilmesi, yaşama geçirilmesi, elbette İttihat ve Terakki Fırkası'nın eseridir. Ama bu gibi işlerde
Kürt tetikçilerin kullanılması Türk
egemenlik sisteminin üzerinde özenle durduğu bir konudur.
O zaman bu tetikçiliklerinin bir ücreti olarak, bu taşınmazlardan bir
kısmı onların denetimine, istifadesine sunulmuş olabilir. İttihatçılar, Ermenilere karşı kullanılmak üzere,
cezaevlerindeki tutuklularla ve mahkûmlarla da pazarlık yaptılar. Eğer
Ermenileri yaşadıkları yerlerden, bir
daha oralara dönemeyecekleri şekilde uzaklaştırırlarsa, onlardan kalan
taşınmaz malların bir kısmının, büyükbaş hayvanların, koyun sürülerinin vs. kendilerine verileceği söylenmiştir. Uzaklaştırma işine kitlesel
öldürmeler de dahildir. Eğer Ermenilere karşı bu tür operasyonlara girişirlerse, serbest bırakılacaklar,
savcılıklardaki veya adliyedeki dosyalan kapatılacaktır.
Ödülün büyüklüğü karşısında pek
çok Kürt bu operasyonlarda rol almış olabilir. İşte Ermeniler´den kalan taşınmaz malların bir kısmının
da bu tür kişilere, ailelere verilmiş
olması mümkündür. Çevredeki
Kürtler´den bir kısmı, Ermeniler´den kalan taşınmazlara fiilen sahiplenmiş olabilir. [Bazı Kürt egemenlerinin konaklarının duvarında Ermenice yazılar halen durmaktadır]
Bunların, ileride, tapuya geçirilmesi
sürecinde, devletin bu Kürtler´den,
bu ailelerden istediği, herhalde,
devlete sadakattir. Devlete karşı bir
tutum saptandığı zaman, bu ailelerin, bu Kürtler´in elinden taşınmazlarının alınacağı herhalde, kendilerine söylenmektedir…
Şöyle bir durumu da varsayabiliriz:
canını kurtarmak için Müslümanlığı
kabul etmiş Ermeniler, Ermeni aileler de olabilir. Bunlar, mallarınımülklerini, bunların en azından bir
kısmını korumuş olabilirler. Bütün
bu ilişkileri mikro düzeyde incelemekte yarar vardır.
Örneğin bu ilişki Lice'de, Silvan'da,
Bismil'de, Karakoçan'da, Kiğı'da,
Hınıs'ta, Digor'da, Derik'te, Muradiye'de, Kızıltepe'de, Başkale'de, Bitlis'te, Muş'ta, Çukurca'da vs. nasıl
gelişti konusunun ayrıntılı bir şekilde, zengin olgusal dayanaklarıyla
incelenmesi gerekir. 1915'de soykırıma uğrayan sadece Ermeniler değildi. Asuri-Süryani ve Kildani halklar da soykırım yaşadılar. O zaman,
onlardan kalan taşınmazları akıbeti
üzerinde de durmak gerekir. Bütün
bunların, Ermeni ve Asuri-Süryani
soykırımlarının, Kürt coğrafyasında,
toprak-insan ilişkilerinde, toprak
mülkiyeti yapısında çok önemli değişikliklerin yarattığı kabul edilebilir.
Örneğin, bugün, 1915'den önce, Ermeniler´in veya Süryanilerin yaşadığı köylerde, koruculuğun daha kolay
bir şekilde örgütlendiği söylenebilir.
Bu olaylar, mikro düzeyde incelenebileceği gibi, makro düzeyde de incelenebilir. 1915'de bazı Kürt aileler, Ermenılere karşı geliştirilen
operasyonlarda, Ermeniler´in sürülmesinde rol sahibi olmuş olabilir.
1990'lardaysa, bu Kürtler, devlet
zorlamasıyla yerlerinden-yurtlarından sürülmüşlerdir. Yirminci yüzyılın başlarında ve sonlarında meydana gelen bu iki olgunun irdelenmesi,
artık tarih felsefesinin alanına girmektedir."
Bu tartışmada Berzan Boti'nin davranışı örnek alınabilecek ender bir
davranış olarak önümüzde durmaktadır
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 42 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
müslüman
vicdanına çağrı
R a si m O za n K üt a h ya l ı
.Birçok konuda hitap ettiği kitle
azınlıklara tekabül eden resmî
devlet ideolojisinin çok geniş kitlelere aynı anda hitap edebildiği
tek mesele var... Ermeni meselesi
etrafında birbirinden hiç hoşlanmayan kesimler bir anda ittifak
içine girebiliyor... İttihatçı zihniyet bir anda Türkleri, Kürtleri,
Alevileri, Sünnileri, laikleri, dindarları kendi çatısı altında birleştirebiliyor... İşte bu sebeple, bu
coğrafyanın temel hastalığı İttihatçılıktır... İttihatçı zihniyetten
bir yandan herkes şikâyet eder,
bir yandan da bu coğrafyada
herkes bir yanıyla İttihatçıdır...
Bu acı gerçek değişmedikçe de bu
bozuk düzen bu şekilde yaşamaya
devam edecek maalesef...
Bunu herkes iyi bilmeli...
Türkiye'nin dindar entelektüelleri
esasen İttihatçılardan hoşlanmaz... Özellikle Talat Paşa figürüne yönelik sevgisizlikleri had safhadadır... Talat Paşa dendiği
zaman dindar bir insanın aklında
oluşan temel imaj, Talat'ın mason
ve İslam-düşmanı olduğudur...
Fakat aynı dindarlar, bu hiç
hoşlanmadıkları Talat Paşa'nın
yönetimindeki İttihatçı hükümetin
Ermeni kardeşlerimizi zorunlu
göçe zorlamasını ve çoluk çocuk
yollarda katledilmelerine göz
yummasını, hatta bunu teşvik
etmesini niçin savunma ihtiyacı
hissederler? Müslüman vicdanına
sahi bir insan böyle bir felaketi
niçin savunur? Daha doğrusu
nasıl savunabilir?
Aynı zihniyetin takipçileri
Türkiye'nin dindarlarına da türlü
zulümler yapmadı mı? İstiklal
mahkemelerinde şapka meselesi
yüzünden İskilipli Atıf Hoca gibiler katledilmedi mi? Yalan dolan
gerekçelerle Cavit Bey gibiler
asılmadı mı? Bu İttihatçı zihniyet
Kuran öğrenmek isteyenleri bile
potansiyel suçlu görmedi mi?
Çocukların Kuran öğrenmesini
bile yasaklamadı mı? Bu zihniyet
evinde Kuran meali bulundu diye
insanları hapse tıkmadı mı?
Binlerce Müslüman, evinde jandarma baskına gelecek diye İslami kitaplar saklanmadı mı? O
saklanan İslami kitaplar arama
sırasında bulununca evlerden
toplanıp yakılmadı mı?
Bilinmelidir ki bu İttihatçı zihniyet Ermenileri ve Hıristiyanları
ne kadar düşman gördüyse, dindar Müslümanları ve İslami hayat
tarzını da bir o kadar düşman
olarak gördü... Kürtleri ve
Alevileri de aynı şekilde düşman
belledi...
Düşman olduklarına karşı inkâr
ve mümkünse imha politikasını
yürüttü... İttihatçı zihniyet uyguladığı zulüm politikalarını düşman
olduğu kesimlerin demografik
oranlarıyla ters orantılı olarak
hayata geçirdi... En azınlık olana
en sert ve gaddar zulümleri uyguladı. Gayrımüslimler direkt imha
edilme ve kovulma politikasıyla
yüz yüze geldiler. Bu topraklar
sistematik olarak gayrımüslimlerden arındırıldı. Şunu da unutmayalım ki İttihatçı arındırma
politikası 1915'te bitmedi, bugünlere kadar "tehcir" sürmeye
devam etti... İttihatçı zihniyet,
düşman olduğu kesimlerin nüfus
oranı arttıkça zulüm seviyesini
zorunlu olarak düşürdü... Kürtler
bir Ermeniler gibi değildi...
Aleviler bir Kürtler kadar değildi... Sünni-dindarlar da Aleviler
gibi değildi...
Dolayısıyla bu ülkenin tarihinde
bir dindar kıyımı yaşanmadıysa,
bu dindar insanların sayıca
çokluğundandır... Katledilerek yok
edilme ihtimalinin olmaması sebebiyledir... Hiç kimsenin şüphesi
olmasın ki bu ülkede, tıpkı o
zamanın Ermenileri gibi, iki milyon kadar Sünni-dindar kesim
yaşasaydı, bu azınlık dindarların
da sonu Ermenilerden farklı
olmazdı... Sünni-dindarlar
Aleviler gibi 12-15 milyon arası
bir azınlık olsalardı da sonları
Alevilerden farklı olmazdı... Maraş'ı, Malatya'yı, Çorum'u ve Sivas'ı bu sefer Sünni-dindar insanlarımız yaşamak zorunda kalırdı...
Dolayısıyla muhafazakâr entelektüel Gökhan Bacık'ın
"Muhafazakâr Akla Çağrı" başlıklı çok çok önemli makalesinde
altını çizerek belirttiği gibi
Ermeni meselesinin kimlere hayat
öpücüğü verdiği dindar yurttaşlarımız tarafından, İslami dünya
görüşüne sahip aydınlarımız tarafından çok iyi tespit edilmelidir...
İslami duyarlılığa sahip olup,
aynı zamanda milliyetçi olan insanlarımıza da buradan seslenmek
istiyorum... Ermeni kardeşlerimiz
biz Türkler tarafından katledilmemiştir... "Türk milleti, Ermenileri
kesmiştir" söylemi saçma sapan
bir söylemdir. Kimse ama kimse
bu söylemi savunmuyor bu ülkede.
Bu alçak İttihatçı oyunlarına lütfen gelmeyin... Yüzbinlerce
Ermeni kardeşimize zulmeden bu
bahsettiğim İttihatçı zihniyettir.
Bu vicdansız kararı alan dönemin
İttihatçı hükümetidir... Bu devletin
tarihi boyunca Müslümanların
İslam'ı yaşama hakkına sistematik
olarak tecavüz eden zihniyetle
Ermeni kardeşlerimize o büyük
felaket acısını yaşatan zihniyet
aynıdır...
Bu zihniyet Medine Bircan'ı inancı gereği taktığı başörtüsü sebebiyle hastane kapılarında katlettirmişti... O zaman dönemin tıp
fakültesi dekanı hiç tınmamış ve
"Atatürk devrimleri benim için
hipokrat yemininden öncedir"
demişti...
1915'te de Diyarbakır'ın Ermenileri katledilirken gelen itirazlara
karşı dönemin valisi Dr. Mehmet
Reşit "Benim için Türklüğüm,
hipokrat yemininden öncedir"
demişti...
Bu ülkenin Müslüman vicdan
sahipleri mesleklerine ihanet edecek derecede gözü dönmüş bu iki
İttihatçı doktor arasında fark görmemelidir... 2001'de İslami kimliğinden ötürü Medine Bircan'ı katledenler, 1915'te Ermeni kimliği
sebebiyle insanları katledenlerin
zihniyet torunlarıdır...
http://www.taraf.com.tr
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 43 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
Af-Silah
Bırakma
İ s m a i l
Af, son aylarda basının üzerinde
durduğu önemli bir konudur. Hewler'de toplanacak Kürt Konferansı'ndan, PKK'nin silah bırakmasından, Kürt sorununa getirilecek çözümlerden, PKK'nin dağdan inmesinden, indirilmesinden söz edilmektedir. Devletin itirazları, çekinceleri, PKK'nin koşulları da af konusunda, silah bırakma konunda
önemli başlıklar olmaktadır. Bu tartışmalarla birlikte gelişen bir süreç
daha vardır. Bu, "faili meçhul" cinayetler konusundaki perdenin biraz
aralanmaya başlamasıdır. 1990'ların
sonlarında, TBMM'de kurulan Susurluk Komisyonu üyesi olan Fikri
Sağlar, "faili meçhul" denen cinayetlerin 17 binden fazla olduğunu
açıklamıştır. Sabaha karşı, güvenlik
güçlerince yapılan bir baskınla evinden alınan baba, bir daha evine dönmemiştir. Eşinin, çocuklarının, yakınlarının aramaları, soruşturmaları,
polis merkezlerinde, jandarma merkezlerinde, Cumhuriyet savcılıklarında dile getirilen suç duyuruları
bir sonuç vermemiştir. Veya, aile, bu
merkezlerdeki bütün aramalarına,
soruşturmalarına rağmen babanın
akıbeti hakkında bir bilgi edinememiştir. Babanın, bir zaman sonra, işkence görmüş cesedi yol kenarında,
bir köprü altında veya dağdaki bir
mağaranın önünde bulunmuştur. Öğle vakti, ekmek almak için evinden
bakkala giden delikanlı, yolda, güvenlik güçlerince zorla arabaya bindirilerek kaçırılmış, bütün aramalara
rağmen sonuç alınamamış, birkaç
gün sonra gencin işkence görmüş
cesedi, bir tarlada, bir yol kenarında
bulunmuştur. Böyle binlerce cinayet
vardır. Bu cinayetlerin 17 binin üzerinde olduğu bilinmektedir. Bu cinayetlerin JİTEM tarafından gerçekleştirildiği de biliniyor. Son bir yıla
kadar ısrarla inkar edilen, "böyle bir
örgüt yoktur" denen JİTEM'in üzerindeki perde artık aralanmaktadır.
JİTEM itirafçılarının verdikleri bilgiler dahilinde kuyular açılmakta,
mezar yerleri kazılmaktadır. Buralardan, kemikler, saç parçaları, elbise paçaları çıkmaktadır. Aileler, ölüm kuyularında, asit kuyularında çıkan kemik
B e ş i k ç i
lerle, oğullarının, kızlarının cesetlerine sahip olmaya çalışmaktadır.
"Faili meçhul" cinayetlerin, uyuşturucu kaçakçılığı, silah kaçakçılığı,
haraç, ırza geçme, talan gasp gibi
süreçlerle geliştiği de bilinmektedir.
Koruculuk, itirafçılık, Hizbullah,
"faili meçhul" cinayetlerin organik
bir parçasıdır. Bunların Kürt toplumunda derin yaralar açtığı açıktır.
Bütün bunlar Kürt toplumuyla birlikte Türk toplumunu da giderek
devleti de çürüten unsurlar olmuştur. Devlet, 'terörle mücadele' ediyorum diye, Kürt sorunuyla mücadele
ediyorum diye böylesine çürütücü
süreçlere de yol vermiştir. Sarıkız,
Ayışığı, Yakamoz, Eldiven gibi darbe planları, darbe girişimleri de bu
ortamda şekillenmiştir.
Devlet, PKK'nin, PKK savaşçılarının affı konusunda itirazlar, çekinceler ileri sürmektedir. Peki, 17 binden fazla olduğu vurgulanan "faili
meçhul" cinayetler konusunda af
mümkün müdür? Bu cinayetleri işleyenleri, bunların yöneticilerini
kim affedecek? Bu cinayetleri işleyenler, bunların yöneticileri, Kürtlerin vicdanında, insanların vicdanında her zaman suçlu olarak, katil olarak kalacaklardır. PKK, düşüncesini,
eylemini her yerde, her zaman savunabilir. Çünkü zulmü protesto etmektedir. Kimlik haklarını, Kürt
toplumu olmaktan doğan haklarının
savunmaktadır. Gasp edilen hakları,
sonuçta, evrensel değerleri savunmaktadır. PKK zaten bu haksız
süreçleri bir sonucudur. "Faili meçhul" cina-yetler işleyenler ise, kendilerini hiçbir yerde, hiç bir zaman
savunamazlar. Onun için "JİTEM
diye bir örgüt yoktur" diye ısrar ediliyordu.
Ölüm Kuyuları Konusunda
Duyarsızlık
Son 25 yıllık Kürt savaşının çok önemli özellikleri vardır. Kadınların
toplumsal ve siyasal mücadeleye katılmaları çok önemli bir gelişmedir.
Ailelerin, çatışmalarda yaşamlarını
yitiren evlatlarının cesedine sahip
olabilmek için yaptıkları mücadele
yine çok önemli bir gelişmedir. Ai-
leler, bu konuda kararlı ve ısrarlı bir
mücadele yürütmüşlerdir. Ama,
Kürtler, "faili meçhul" cinayetler
konusunda bu cinayetlerin takibi,
ölüm kuyularının, asit kuyularının
açılması, mezar yerlerinin kazılması
konusunda, kemik parçalarını, saç
parçalarının, elbise parçalarının bulunması konusunda evlatlarının cesetlerine sahip olabilmek için gösterdikleri duyarlılığı göstermemişlerdir. Bu şüphesiz olumsuz bir tutumdur. Halbuki, "faili meçhul" cinayetlere kurban gidenler, ya dağdaki savaşçının babasıdır, ya kardeşidir, ya amcasıdır, ya da yeğenidir…
vs. 21 Mart'ta Newroz'da, Diyarbakır'da, yüzbinlerce Kürt'ün toplandığı görülmüştür. Bir milyona yakın
kitleden söz edenler de vardır. Bu
kitlenin siyahlar giyerek oraya geldiğini düşünün, Newroz'da kitlesel
yası sergileyen bir program uygulandığını düşünün, ve bunu, ölüm
kuyularıyla, asit kuyularıyla, kemiklerle, "faili meçhul" cinayetlerle açıklayın…En ciddi muhalefet, en kalıcı muhalefet böyle olur kanısındayım.
Yerel Seçimler
29 Mart 2009 yerel seçimlerinde
Demokratik Toplum Partisi başarı
göstermiştir. İl Genel Meclisi seçimlerinde % 5.6 civarında oy toplamıştır. (2 milyon 250 bin oy) Başta Diyarbakır olmak üzere, Batman, Van,
Hakkari, Siirt, Iğdır, Şırnak, Dersim
illerinin belediye başkanlıklarını kazanmıştır. Bunların yanında, Nusaybin, Kızıltepe (Mardin), Yüksekova
(Hakkari), Malazgirt (Muş) Tatvan
(Bitlis), Doğubeyazıt, Patnos (Ağrı),
Silvan (Diyarbakır), Viranşehir (Urfa) Kurtalan (Siirt) gibi nüfusu yüz
bin civarında olan ilçelerin belediye
başkanlıklarını kazanmıştır. Sözü
edilen bu on ilçenin dışında 41 ilçenin daha belediye başkanlıklarının
DTP almıştır. DTP; Ağrı'da, Bitlis'te, Muş'ta, Bingöl'de, Mardin'de, belediye başkanlıklarını çok az bir oy
farkıyla kaybetmiştir. Çok yerde de
seçim yolsuzluklarından dolayı itirazlar vardır. DTP, İl Genel Meclisi
verilerine göre, Diyarbakır, Hakkari,
Batman, Şırnak gibi yörelerde, %
50' nin üzerinde, Van, Muş, Mardin,
gibi yörelerde % 40'ın üzerinde, Ağrı, Siirt, Iğdır gibi yörelerde de %
30' un üzerinde oy toplamıştır. Bingöl ve Bitlis'te de %20'nin üzerinde
oyu vardır. Bütün bu illerde, Adalet
ve Kalkınma Partisi 22 Temmuz
2007 seçimlerine göre çok oy kaybetmiştir.
Yukarıda belirtilenlerin dışında 40
belde de daha belediye başkanlıkla-
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 44 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
rını DTP almıştır. Belediye başkanlarının 14 kadındır. Bunun özellikle
vurgulanması gerekir. Ayrıca, Batı
illerindeki, Çukurova, Mersin, İstanbul gibi yörelerdeki Kürt oyları
da toparlanmaya başlamıştır. 22
Temmuz 2007 seçimlerinde AKP'nin
aldığı oyların büyük bir kısmının
geri döndüğü söylenebilir. Kömür
ve yiyecek torbalarının, beyaz eşya
dağıtımının fazla bir işlevi olmadığı,
Kürtlerin kimliklerine daha fazla sahip çıktıkları söylenebilir. Demokrasi, halkın kendi kendini yönetme bilincinin gelişmesidir. Kürtlerin yerel
yönetimlerde iktidar olmaları bu bilincin geliştiğini de göstermektedir.
Bütün bunlar, devletin, "faili meçhul" cinayetlerle, Hizbullah'ın, itirafçıların, korucuların kullanılmasıyla planladığı hedeflere ulaşamadığını göstermektedir.
Af-Barış-Yüzleşme
PKK'nin silah bırakmasından söz
ediliyor. "Bir Kürt konferansı düzenlenecek. Konferans PKK'e silah
bırak diyecek" deniyor. Çevreye bir
kere bakmak gerekir. Ortadoğu'da
benzer mücadelelerde neler oldu,
neler yaşandı? İşgal altındaki Filistin topraklarında, Batı Şeria'da ve
Gazze'de Filistin Devleti nasıl kuruldu? Filistin Kurtuluş Örgütü'yle
İsrail arasında nasıl anlaşma oldu?
Anlaşma sonunda FKÖ silah bıraktı
ama, Filistinli savaşçılar, Batı Şeria'da ve Gazze'de, özerk birimin
güvenlik gücü, askeri gücü oldular.
Bu süreç Güney Kürdistan'da nasıl
yaşandı? Saddam Hüseyin rejimiyle
mücadele eden peşmergeler, İrak'a
yapılan ABD müdahalesi sürecinde
oluşan Kürt Federe Devleti'nin,
Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin
gü-venlik gücü, askeri gücü oldu.
Di-yelim ki af ilan edildi. PKK liler
dağdan indiler, cezaevlerine konulmadılar, evlerine döndüler. Ne yapacak bu eski savaşçılar? İnşaat işçiliği, duvar işçiliği mi yapacak? İşportacılık, seyyar satıcılık mı yapacak?
Kaçakçılık mı yapacak? Boyacılık,
badanacılık mı yapacak? Bunlar elbette saygı değer meslekler. Ama
yıllardır dağda olan, bu savaşçılar
bu mesleklere nasıl uyum gösterecekler? Kürtler, PKK'nin silah bırakmasını neden bu kadar iştahla
istiyorlar? Güneyli Kürtler, neden
böyle bir istek peşindeler? Bu konular üzerinde düşünmek gerekir.
PKK' nin de, savaşçılarını, güvenlik
gücü olarak istihdam edebileceği bir
ya-pıyı, otonomi gibi, federasyon
gibi bir yapıyı düşünmesi gerekir.
ABD, PKK'nin kalaşnikoflarına İran'ın atom bombasına karşı çıktığın-
dan daha fazla karşı çıkıyor. Uluslararası toplum da bu tutumu benimsiyor. Ama, aynı uluslar arası
toplumun, Güney Kürdistan'da
Kürtlere karşı geliştirilen jenosit
konusunda hiç seslerini çıkarmadıkları bilinmeyen bir konu değildir.
Afganistan'da Taliban'la, İrak'ta el
Kaide ile görüşme ortamı yaratmaya
çalışan ABD'nin Kürt karşıtı bu
tutumu çözüme hizmet eden bir
tutum değildir. Bu çerçevede Cemal
Özçelik'in, "Atom Bombası mı Daha
Tehlikeli, Kalaşnikof mu?" yazısana
bakmakta yarar var. (www.kurdinfo.com 28 Mart 2009) Cemal Özçelik bu yazısında, "Dünyadaki Ge-lişmeler, PKK' yi Silahsızlandırma ve
Güney Kürdistan'ı Uluslararası Bir
Yarı Sömürge Haline Getirme Projeleri"ni irdeliyor.
PKK'ye "Silah bırak" demek için
Kürt konferansının düzenlenmesi
anlamsızdır. Sen zaten kararını vermişsin, konferansa ne gerek var. Ama bir Kürt Konferansı elbette gereklidir. Uluslar arası toplum karşısında muhatap olabilecek bir Kürt
örgütüne elbette ihtiyaç vardır. Bu
tür konuların konuşulması, tartışılması için bir Kürt konferansına gerek vardır.
Bu arada, Kürdistan Yurtseverler
Birliği Başkanı ve İrak Cumhurbaşkanı Celal Talabani'nin, "Kürt devleti hayaldir, o anlayışlar şiirlerde
kalmıştır" şeklindeki beyanlarını da
kabul etmemek, eleştirmek gerekir.
1920'lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, dünyaya nizam veren güçler
tarafından, Kürtlerin başına lanetli
bir çorap geçirilmiştir. Kürtler bu
haksız nizamı eleştirecekleri, bu
eleştirilerini sürekli kılacakları yerde, "Kürt devleti hayaldir" demeleri
yanlıştır. Düşünelim ki, Andorra,
San Marino, Monako, Liechtenstein
on bin, otuzbin nüfusu olan devletler…Birleşmiş Milletler'in ve Avrupa Konseyi'nin üyesi olan devletler…"Kürtlere bağımsızlık olmaz"
şeklindeki Avrupa Konseyi'nin kararları altında bu devletlerin de imzaları var. Bu devletler, Ortadoğu'
daki toplam nüfusu 40 milyonun üzerinde olan Kürtlerin geleceğini nasıl belirliyor? Bu hakkı kendilerinde
nasıl görüyorlar? Bu süreçte siyasal
ahlak var mı, insanlık var mı, insanlaşma var mı? İnsanlaşmanın temel
ölçütü, insanın kendi hemcinsine
karşı yaptığı muameledir. 200 yıldır
özgürlükleri uğrunda kararlı bir mücadele içinde olan Kürtlerin böylesine engellenmesi insanlaşmaya uygun bir süreç midir? Avrupa Konseyi'ne Avrupa'nın Vicdanı denir. Ama,
Avrupa'nın Vicdanı, Kürtlerin başına 1920'lerde geçirilen lanetli çorap
aynen kalsın anlayışı içindedir. Avrupa'nın vicdanı bu durum nasıl sindirebiliyor? Kürtler, bu ilişkileri, bu
tarihsel geçmişi elbette eleştirmelidir. Eleştiriler sürekli olmalıdır.PKK
barıştan, yüzleşmeden, hakikatlerin
araştırılmasından çok söz etmektedir. Ama, kendi içinde gelişen ölümlere, cinayetlere karşı görmezlikten
gelme, bilmezlikten gelme gibi bir
politika izlemektedir. Bu konuda
PKK'nin politikası, devletin PKK'ye
karşı yürüttüğü politikayı andırmaktadır. PKK günümüze kadar, tek taraflı olarak, birçok kere ateşkes ilan
etti. Ama devlet bunları hiç dikkate
almadı, Kürtlere karşı baskı ve şiddet politikasını aynen sürdürdü.
PKK de barış diyor, Barış Meclisi'nden söz ediyor, yüzleşmeden, Hakikatları Araştırma Komisyonu'ndan söz ediyor fakat, kendi örgütsel yapısında gelişen ölümleri, cinayetleri görmezlikten, bilmezlikten
geliyor, bunlar yokmuş gibi davranıyor. PKK kendi içinde, kendinden
ayrılanlarla barışı gündeme getiremiyorsa, Kürtler arasında barışı sağlayamıyorsa, kendi içinde gelişen bu
süreçlerle yüzleşemiyorsa, barış anlayışının, yüzleşme anlayışının ciddi
bir ağırlığı olmaz. Bu girişimler, bu
niyetler ciddi bir sonuca da ulaşmaz.
PKK önce, kendi içindeki olaylarla
ilgili olarak Hakikat-ları Araştırma
Komisyonu kurmalıdır. Toplum karşısında, devlet karşısında, ancak
böyle bir süreçten sonra daha güçlü
olur. Kendi içinde barış arama, kendi içinde yüzleşmeyi gerçekleştirme
Kürtleri, PKK'yi büyütür. Bu sorunu
görmezlikten gelmek, kulak ardı etmek, savsaklamak ise Kürtleri de
PKK'yi de küçültür. Türk soluyla
ittifak yapmak, Kürtleri hiç dikkate
almamak, yine, Kürtleri, PKK'yi büyüten bir süreç değildir
Yukarıda seçimlerin bazı olumlu
yönlerinden söz ettik. Bir de şöyle
bir konu var: 7 milyon seçmenin
sandık başına gitmediği dile getirilmektedir. Bunun ne kadarının Kürt
olduğu iller bazında incelenmesi gereken bir durumdur. Daha da önemlisi şudur: Kürt şehirleri bazında seçimleri irdelerken, "DTP şu kadar
oy aldı, AKP şu kadar oy aldı"
"DTP'in oyu şu kadar artı, AKP'nin
oyu şu kadar azaldı" diyoruz. Batı
Şeria'da, Gazze'de yapılan seçimleri
düşünün, İsrail siyasal partileri oralardan oy alabiliyor mu? Güney
Kürdistan'daki seçimleri düşünün,
Merkezi İrak' ın siyasal partileri oralardan oy alabiliyor mu? Bu konuların düşünülmesinde de yarar vardır.
Kaynak:
http://www.kurdistan-post.com
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 45 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
Türk Ordusu
"Çözüm"
istiyor mu ?
r e c e p
Doğrusu son bir iki aydır hararetli
bir biçimde yapılan "çözüm" tartışmalarında yazılıp çizilenleri okuyunca daha çok uzun süre "Kürt
sorununda çözüm" gibi herhangi
bir şeyin söz konusu olmadığına
ikna oldum. Sanki birkaç gün
sonra "çözüm" olacak yada hiç olmazsa bazı adımlar atılacakmış
gibi yapılan tartışmaların ne yazık
ki altı da boş, içi de!.. Yazıların bir
kısmı PKK'yi silahlı mücadeleye
son vermesi, bir kısmı da AKP hükümetini görüşmeler yapması için
teşvik etmeye yönelik siyasal anlamlar taşıyor o kadar. Ortada ise
gerçekte ne bir "çözüm projesi",
ne bir "çözüm zemini" ne de bir
"siyasi irade" bulunmuyor.
Bunlar olmaksızın ne çözülecek
ki? İki de bir "yem borusu"[1] çalarak ne kazanılacak?
Dikkat çeken bir husus da "çözüm"
konusunda Türk basınında kalem
oynatan köşe yazarlarının, analizler yapan TV yorumcularının, akademisyenlerin -içlerinden birkaçı
istisna- Kürt meselesi konusunda
kaba bir cehalet içinde olmalarıdır.
Ne Kürt tarihini biliyorlar, ne edebiyatını, ne de felsefesini... ne
Kürt siyasetini takip ediyorlar ne
de Kürt toplumunu tanıyorlar!
Kürtçe zaten bilmezler, Kürtlerin
yazıp çizdikleri Türkçe şeyleri de
okumazlar. Bizim dünyamızdan
hiçbir haberleri yok!. Ama bol bol
çözümden, empatiden söz ediyorlar!...
m a r a ş l ı
kız alıp vermişiz, et ve tırnak gibi
olmuşuz" dedikleri bir toplum
hakkındaki bu bilgisizlikleri artık
yabancılaşma ötesi bir durum!
En "baba yorumcuları" bile "kargadan başka kuş tanımaz" misali
Kürt siyasetini sadece PKK'den
ibaret sanıyor. Onu da hakkıyla tanısalar neyse, öpüp başımıza koymak gerek. Kürt ulusal hareketinin
tarihsel, toplumsal, ideolojik kaynaklarından; PKK'yi de belirleyen
siyasal dokudan bîhaberler!.. "Geç
kalmış" da olsa şu anda dünyanın
en geniş toplumsal tabana sahip,
aktif ve etkili ulusal kurtuluş hareketlerinden biriyle karşı karşıya
olduklarını göremiyorlar. Kürt ulusal hareketinin sahip olduğu direnme potansiyelleri hakkında da bir
fikir sahibi değiller. Kürdistan sorununun uluslar arası karakterini
görmeyip Türkiye'nin bürokrasiye
takılan herhangi bir "iç meselesi"
gibi algılıyorlar.
Sorunu tanımlamakta ortak hiçbir
kavram ve objektif kriterleri bulunmadığı bir yerde ortak bir "çözüm" arayışı ne derece mantıklı?
Tarafların ortak bir "sorun" tarifi
yoksa, nasıl bir "ortak çözüm" olacak?
Evet bu böyle de, bu durumu az
çok yakından bilen Kürt aydınlarının, politikacılarının bu "çözüm"
tartışmalarına ortada sahici bir şey
varmış gibi dahil olma biçimlerine
ne demeli?
"Bu kadar cehalet ancak tahsil ile
mümkündür" sözü tam da bu durum için söylenmiş olmalı. Alt
yapısını Türk Milli Eğitim sistemi
ve resmi ideolojinin yalanlarının
oluşturduğu, güncel olarak ise
TSK'nın resmi bildirilerinde söylenenlerin biraz altında biraz üstünde bilgilerle zaten ne gibi bir vizyonları olabilir ki?
Bu nedenle, acaba gerçekten bilmediğimiz ve perde arkasında bir
şeyler mi oluyor diye satır aralarını da didikleyerek okumak, gelişmeleri çok daha titiz izlemek zorunluluğu hissediyorum.
"Yüzyıllardır beraber yaşıyoruz,
Neden böyle olduğuna dair gözü-
...ama üzgünüm, ortada "çözüm"ün konuşulabilirliği bakımından
bile ciddi hiçbir şey göremiyorum.
müzün önünde öylece hiç değişmeden duran sadece iki neden sayabilirim:
Birincisi; AKP hükümetinin, yani
sivil siyasal iktidarın "çözüm" konusunda daha önce söylenmiş
olanların ötesinde, tasarladığı,
detaylandırdığı herhangi bir projesi yok... Sorunu tanımlamada yeni
bir bakış açısı taşımayan bir siyasi
iktidar elbette sorunun çözümünde
de yeni bir yapamayacaktır. Çok
basit bir örnek: Aynı meclisin çatısı altında görev yapan bir muhalefet partisi DTP lideriyle "görüşüp
görüşmemeyi" bile bu kadar aşılmaz bir mesele haline getiren bir
iktidar, nasıl radikal adımlar atabilir ki?
İkincisi; Varsayalım ki hükümetin
bu yönde bazı hazırlıkları, en azından "niyeti" vardır. Ama yine de
bu bir şey ifade etmez, Çünkü
"Kürt meselesi" Türkiye Cumhuriyeti'nin Millî Meselesi'dir ve sivil
hükümetler asla bu konuda tek
başlarına irade sahibi olamazlar.
Türk Devletinin kurucu gücü, siyasi vasisi ve gerçek muktediri
olan Türk Ordusu izin vermeksizin
bu sorunun çözümünde herhangi
bir adım atılması mümkün değildir.
Öyleyse asıl soru "TSK, Kürt sorununun çözümünü istiyor mu?"
olmalı. TSK'nın "Kürt sorunu"na
yaklaşımında bir değişim, bir yenilik var mı?
İsrarla sürdürdükleri şiddet politikasının iflas edişini kabule yanaşmayan, kendi pratiğinin tartışılmasını da istemeyen, çizdiği çerçevenin dışına çıkılmasına asla müsamaha etmediği halde başarısızlıkların faturasını sivil siyasete kesmekten de çekinmeyen "cin gibi "
bir ordudan bahsediyoruz. Avrupa
demokrasilerindeki normlara uygun davranan bir Ordudan değil,
zaten siyaseti yönlendirdiği yetmiyormuş gibi, bir de begenmediği hükümeti devirmek için hergün
yeni yeni darbe ve komplolar içine
girmekten çekinmeyen bir ordudan
bahsediyoruz.
Milletini kendi oluşturmuş, vatanını kendi yaratmış, devletini kendi
kurmuş, halkını modernleştirme ve
medenileştirme inancıyla onu kendi bildiği gibi yönetmeye programlanmış bir ordudan, TSK'dan bahsediyoruz!.. Sınıflar, kurumlar,
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 46 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
ideolojiler, din ve politika üzeri bir
kurum olduğuna inanan bir ordu.
Bu ordunun "Kürt sorunu"nun çözümü konusunda herhangi yeni bir
açılımı var mı?
Devletin ve toplumun tümünü denetim ve vesayet altında tutan bir
ordunun, kendi egemenlik sisteminin sonunu belirleyecek olan bir
"millî mesele"yi sivil siyasetçilere,
onların iradesine bırakması düşünülebilir mi? Hele bu sorun, meşruiyet temelleri iyice sarsıldığı
halde kendilerine çok ihtiyaç duydukları siyasal-ideolojik bir manevra alanı sağlıyorsa; Hele bu sorunun çözülmesi, kendi militarist
egemenlik sistemlerinin de çözülmesi anlamına geliyorsa...
Türk Ordusu ile AKP yönetimi
arasında son birkaç yıldır iç iktidarı paylaşma konusunda gittikçe
şiddetlenen bir mücadele yaşanmaktadır. AK Parti iktidarı, dış pazarlara açılmaya çalışan taşra ve
AB ile bütünleşmek isteyen metropol burjuvazisinin desteğiyle, orta
sınıfların ve köylülüğün güvenini
de kazanarak Ordunun geleneksel
iktidarına karşı, kontrollü, temkinli bir mücadele sürdürüyor. ABD
ve AB gibi dış faktörlerin desteğinin yanı sıra, ülke içindeki birçok
kesimin özellikle liberallerin de
desteğini kazanmış olmasına rağmen, bu çatışma Kürdistan ve Kıbrıs gibi ulusal sorunları yine tamamen ordunun güç alanına terk
ederek yapılmış bir güç mücadelesidir.
Örneğin ordunun siyasete karşı
kurduğu komplolar özellikle Şemdinli'de iyiden iyiye deşifre olmasına rağmen, AKP bu alanda bir
kapışmayı ne ideolojik ne de siyasi olarak göze alamadı. Ancak
hükümeti doğrudan devirme çalışmaları yaptığı açığa çıkan bir
cunta örgütlenmesi olan "Ergenekon" üzerinden giderek alanını genişletmeye çalışıyor. Kürdistan ve
Kıbrıs bağlantılı olarak buralarda
yürütülen gayrı meşru faaliyetler
ve insanlık suçları ister istemez ortaya döküldüğü halde bunlar mümkün mertebe by-pass edilerek, bir
pazarlık havasında sürdürülüyor
bu dava da.
Hal böyleyken, açık bir darbe yapma ve yönetime el koyma koşulları da oldukça zayıflayan, ama ku-
rumsal olarak geleneksel siyasi iktidar gücünü halen koruyan Türk
ordusunun, tarihinde siviller karşısında düştüğü bu en zor durumda,
onlara "Kürt sorununu ordusuz
çözmek" gibi bir hediye verebileceğini kim düşünüyorsa onlar TC
devletini, Kemalist bürokrasiyi
hiç tanımıyorlar demektir. Tersine
hem Kürdistan hem de Kıbrıs
konuları sivil iktidarın ümüğünü
sıkmak için çok daha provakatif
bir kullanım değeri kazanmış durumdadır.
Öyleyse TC Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün telaffuz ettiği "tarihi
fırsat" söyleminin maddi temeli
nedir merak ediyorum. Türk ordusu herhangi bir "çözüm" için angaje olmadan "tarihi bir fırsat" tan
söz edilebilir mi?
En son olarak TC ordusu Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un
basın brifinginde söylediği "açılım"lardan başka bir şey yok elimizde. "TSK elinden geleni askeri
olarak yapıyor, siyasetçilerin de
çözüm için bir şeyler yapmaları
gerekir" lafı, -özür dilerim amaargo tabiriyle bir "geyik muhabbeti"nden başka bir anlam taşımıyor.
Sorunun yeni bir tanımı ve analiz
yok Başbuğ'un konuşmalarında.
TSK yönetiminin halen "dağdakilerin teslim olması", "teröristlerin
yok edilmesi", "terörün kökü kazınıncaya kadar mücadele" gibi bildik şeyler ve tehditlerden başka bir
çözümü yok. Eh tabi kendisinin
"entelektüel" görünme merakının
ürünü olarak araya kattığı -ki Kenan Evren ne kadar "ressam" ve
sanatçıysa, Başbuğ da o kadar en-
telektüeldir!- soslardan büyük anlamlar çıkarmaya çalışanların yaranmacılığını ciddiye almaya gerek
yok herhalde.
Kürdistan sorununun barışçı çözümü yolundaki başlıca engel TSK'
dır. PKK'nin tek taraflı ateş-kes
ilan etmesi, hatta silahlı mücadeleyi bırakıp tamamen barışçıl siyasi yöntemler kullanması bile sorunu çözmez. Çünkü gerilla mücadelesini belirleyen olgu TC'nin askeri varlığıdır. Uzun bir süreçten beri
de bu mücadeleyi önemli oranda
kendi alanına çekerek manipüle
etmeyi başarmaktadır.
PKK'nin, kendisinden daha deneyimli kadrolara, siyasal olarak daha
köklü yapılara sahip olmalarına
rağmen diğer bir dizi Kürt örgütünün arasından öne fırlaması, geniş
bir kitle desteği bulmasının nedeni, sömürgeciliğin askeri zorbalığına karşı gerilla savaşı örgütlemiş
olmasıdır. Türk ordusunun sömürgeci zorbalığı olduğu sürece onun
karşısında bir gerilla hareketi de
Kürt toplumundan her zaman destek görecektir. Ama PKK olarak
ama başka bir yapıyla...
Diğer yandan TSK, bu sorunun
"düşük yoğunluklu savaş" konsepti içinde tutulmasından yararlanmaktadır. Çünkü bu savaş ortamına hem iç politikadaki siyasi pozisyonunu kaybetmemek, hem de
özellikle Güney Kürdistan'a yönelik askeri müdahale opsiyonlarını
açık tutmak için şiddetle ihtiyacı
vardır. Bu yüzden PKK silahlı mücadeleyi istemese bile TSK onları
kışkırtmaya, manipüle etmeye çalışmaktan geri durmayacaktır. E-
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 47 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
linde tuttuğu bir takım siyasi ve istihbari mekanizmalarla çatışmaların istediği düzeylerde sürmesi
için çaba harcayacaktır. Örneğin
birkaç yıl önce Şemdinli'de suçüstü yakalan TSK tam olarak burada
ihtiyaç duyduğu bir kışkırtma tezgahlamaktaydı. Bu pratiği sadece
o gün ve o yerle mi sınırlıydı?
Daha kavramsal bir ifade ile militarist bürokratik oligarşi, Türkiye'
deki her türlü demokratikleşme
eğiliminin önünde de temel bir engel teşkil eder. Konuları buradan
konuşmaya başlamadan, PKK'ye
çağrılar yapmak hiçbir şey söylememek anlamına gelir.
Aslında "demokrasi" ve "barışçıl
çözüm" e gerçekten niyetli olan
herkesin bildiği bir gerçektir bu.
Türk siyasetinin "Hacıyatmaz"ı
olan Demirel, ordu karşısındaki
tutumuna ilişkin bir zamanlar öyle
demişti: "Üzerinden aşamadığınız
engelin -tıpkı dağ gibi- çevresinden dolaşacaksınız." Demirel gerçekten de Ordunun çevresinden
dolaştı ama her defasında da kendisini kaçınılmaz olarak onun kuyruğunda buldu.
Türk Ordusu "Kürt sorunu"nun savaş ve şiddet ortamının yok olacağı biçimde çözülmesini istemez,
istemiyor da. Öncelikle bu konunun "çözülmesi" gerekiyor.
İster "Kürt sorunu"nun çözümü,
ister Türkiye'nin demokratikleşmesi konusunda olsun TSK ile
açık bir siyasi hesaplaşmaya girişip onu aşmadan, çevresinden dolaşmaya kalkanlar kendilerini eni
sonu TSK'nın kuyruğunda bulurlar. "Çözüm" tartışmalarını Türk
militarist bürokrasisi, Kemalist
oligarşik egemenlik ekseninden
ayrı olarak ele almak bütün taraflar için olanaksızdır.
[1] Kıtlık ve savaş zamanlarında
orduda yemleri kesilen atları biraz
olsun canlandırabilmek için karşılığı olmadığı halde "Yem borusu"
çalınır. Şartlı refleksle boru sesinden sonra yem geleceğini sanan
atlar umutlanır ve biraz daha enerji harcarlar. "Yem borusu çalmak"
deyimi de siyaset diline de yaklaşık bu anlamıyla geçmiştir.
Kaynak:
http://www.gelawej.net
Dünya Süryanileri Adıyaman'da buluştu
Geleneksel Süryani Kadim Cemaati Büyük Ayini, Adıyaman Mor PetrusMor Pavlus Kilisesi'nde, dünyanın birçok ülkesinden ve Türkiye'nin
çeşitli şehirlerinde yaşayan çok sayıda Süryani'nin katılımıyla gerçekleşti.
Duaların ve kilise korosu tarafından ilahilerin okunması ile başlayan
ayin töreninde Süryaniler bol bol dua etti. Geleneksel olarak düzenlenen
Büyük Ayin'e başta İstanbul olmak üzere birçok il ve dünyanın dört bir
yanından Süryaniler geldi.
İstanbul, İzmir ve Ankara bölgesi ruhani reisi ve Patrik Vekili Metropolit
Filüksinos Yusuf Çetin ile bölge sorumlusu Adıyaman Mor Petrus-Mor
Pavlus Kilisesi Metrıopoliti Melki Ürek büyük ayini yönetti. Patrik
Vekili Metropolit Filüksinos Yusuf Çetin, yaptığı açıklamada şöyle dedi:
"Yıllardır bu kilisenin yıldönümü nedeniyle dünyanın bir çok yerinden,
özellikle Adıyaman cemaati başta olmak üzere burada doğmuş, büyümüş
ya da daha sonra başka ülkelere Adıyaman dışına göç etmiş olan cemaatimiz geldi ve ayinimizi gerçekleştirdik. Buralardan yurt dışına gidenler
nerede olurlarsa olsunlar kalpleri bura için atıyor ve özlüyorlar. Doğup
büyüdükleri ve ibadet ettikleri yerlere özlem duyuyorlar. 40-50 yıldır
buraları göremeyenler ve gelemeyenler var. Burada hem birbirlerini
görüyor hem de yıllardır çektikleri özlemi gideriyorlar. Biz Süryani
cemaati ve toplumu olarak bu ülkeyi seviyoruz. Bu ülkede yaşayanları
seviyoruz ve yaptığımız dualarda ve ayinlerde bu ülkede yaşayan herkese dualar ediyoruz. Ülkemizin birlik ve beraberliği, ülkemizin gelişmesi
ve büyümesi, ayrıca yükselmesi için dua ediyoruz. Geçmiş yıllarda çeşitli nedenlerle başka yerlere giden aslen Adıyamanlı cemaat üyelerimiz,
doğduğu ve büyüdüğü Adıyaman'a olan özlemlerini gidermek üzere her
yıl belirli bir tarihte burada buluşuyorlar. Böylece dünyanın dört bir
yanından gelen akraba ve dostları ile görüşüyor, hem de Adıyaman'a
olan hasretlerini gideriyorlar."
Adıyaman Mor Petrus-Mor Pavlus Kilisesi Metropoliti Melki Ürek ise
her yıl Türkiye'nin çeşitli illerinde ve yurt dışında yaşayan Adıyamanlı
Süryani kardeşlerinin katılımı ile kutladıklarını ifade etti. Metropolit
Ürek, şunları kaydetti: "Mor Petrus- Mor Paulus kilisesi din adamı
olmadığı için yaklaşık 15 yıl boş kaldı ve kapalıydı. 1999 yılından bu
yana tekrar ibadete açıldı ve bu sene 11. yılını kutluyoruz. Çok güzel bir
ortamda kutlamalarımızı gerçekleştirdik. Buraya gelen insanlarımızın
mutluluğu, tebessümü bizleri de çok mutlu etti. Ülkemizin esenliği, barışı ve dünya barışı için dualar edildi. Mor Petrus- Mor Paulus kilisesi
bütün dünyada olduğu gibi bizler için de büyük bir önem taşımaktadır.
Bugün Adıyaman'da hem Süryani cemaati hem de Ermeni kardeşlerimiz
büyük ayin için gelmişlerdir. Hepimiz Adıyaman"ın şenlenmesini, birlik
ve beraberlik içersinde kalmasını istiyoruz." Ayin sonrasında okunmuş
ekmek ikram edilirken, yıllardır birbirini görmeyen Adıyamanlı Süryaniler hep birlikte yemek yedi.
(CIHAN)
Kaynak: samanyoluhaber.com
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 48 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
kavi
kitap
da Türkiye'deki basın mensupları kamuya açık tartışmalarda, konuyla ilgili daha başka birçok kaynağın bulunduğundan neden hiç söz etmemişlerdi?
o TBMM üyeleri, İngiltere ve Birleşik
Devletler'de bulunan bu kaynaklara
erişim olanağına sahip olan dış dünyanın Türkiye'nin resmi tezini çürütmeyeceği ve gülünç duruma düşürmeyeceğinden nasıl emin olabilmişlerdi?
Ara Sarafian
Öncelikle bu toplantıya ev sahipliği
yapmaları nedeniyle İnsan Hakları
Derneği ve Ankara Düşünce Özgürlüğü Girişimi'ne teşekkür ederim.
1916'de İngiliz Parlamentosu'nun
Mavi Kitaplar dizisinden yayınladığı
"Osmanlı İmparatorluğu'nda Ermenilere Yapılan Muamele 1915-1916"
başlıklı kitabın Türkçe baskısının tanıtımı için bir araya gelmiş bulunuyoruz. Kitap, belgelerde anlatılan olayların halen sürmekte olduğu 1916 yılında yayınlanmıştı. Yakın bir zamana
kadar Mavi Kitap, Ermeni Soykırımı
tezinin gelişim sürecindeki dönüm
noktalarından birini oluşturması nedeniyle, yalnızca tarih yazımı açısından
önem taşıdı.
Ancak 1980'li ve 90'lı yıllarda Türkiye'de yetkililer Ermeni Soykırımı konusundaki tartışmaları baskı altına alma ve çarpıtma girişimlerini başlattı.
Bu amaçla konuyla ilgili yalnızca üç
ana kaynağın bulunduğunu, bunların
da savaş zamanına özgü propaganda
malzemeleri olduğunu ileri sürdü.
Bunlar, Aram Andonian belgeleri olarak bilinen belgeler, 1913-16 yılları
arasında Amerika Birleşik Devletlerinin İstanbul'daki büyükelçisi Henry
Morgenthau'nun anıları ve İngiliz Parlamentosu'nca 1916'da yayınlanan
Mavi Kitap'tı.
1990'lı yıllarda Mavi Kitap'a (ve
Henry Morgenthau'nun tanıklığına)
yöneltilen eleştiriler üzerinde yaptığım çalışmalar sonucunda Mavi Kitap'ın asılsız olduğuna ilişkin Türkiye'nin resmi tezlerinin bir kurmacadan
ibaret olduğunu gördüm. Çünkü söz
konusu tezler, bu üç yayının dayandığı, yayınlanmış bulunan ve arşivlerde
ulaşılabilir durumda olan kaynak ve
belgelerin kasıtlı olarak çarpıtılması
ya da doğrudan inkârı üzerinden geliştirilmişti.
(Bildiğiniz gibi gibi bu tezler, 1980'li
ve 90'lı yıllarda, resmi Türk tarih anlatımının eleştirilere karşı bir yasaklar
ve sansür rejimi tarafından koruma
altına alındığı koşullarda geliştirilmişti. Bugünkü koşulların farklı olması
sevindiricidir.)
Gomidas Enstitüsü, 2000 ve 2005 yıllarında yayınladığı Mavi Kitap'ın sansürsüz basımında resmi Türk tarih yazımının bir eleştirisine yer verdi. Enstitü ayrıca Birleşik Devletler konsolosluk raporları ve diplomatik kaynaklarından, 1915-17 yılları arasında
Osmanlı Ermenilerinin imhasına iliş
kin diğer belgeleri de yayınladı. Bu
kitaplarla Mavi Kitap'ın dayandığı
arşiv belgeleri de ortaya konulmuş oldu.
Bu nedenle 2005 yılında Mavi Kitap'ın tekrar gündeme gelmesi oldukça şaşırtıcıydı. Özellikle de TBMM'nin İngiliz Parlamentosu'na yazdığı ve bu
kitabın Ermeni Soykırımı iddialarının
kaynağını oluşturduğunu ve uydurma
olduğunu öne süren, bu nedenle İngiliz Parlamentosu'nun Mavi Kitap'ı
geri çekmesini talep eden mektup şaşırtıcıydı. Bu gelişmenin üzerine İngiliz Parlamentosu'ndan bir grup parlamenter TBMM mektubuna yanıt vererek, TBMM üyelerini görüş ayrılıklarını yüzyüze tartışmaya davet etti. Ne
var ki TBMM üyeleri bu mektuba yanıt vermeyerek İngiliz parlamenterlerin davetini görmezden geldi. Hiçbir
TBMM üyesi kendi tutumunu savunmaya istekli değildi.
İngiliz parlamenterlerin verdiği yanıtla ilgili bilgileri birazdan Lord Avebury sunacak.
O halde, Mavi Kitap'ın Türkçe baskısı
bugün ne bakımdan önem taşıyor?
TBMM'nin İngiliz Parlamentosu'na
yazdığı mektup, Mavi Kitap'a bir "inkâr" aracı olarak yeni bir önem kazandırdı. Mektubun, Ankara'nın 1915
olaylarına ilişkin ortak bir tarih komisyonu kurma çağrısıyla aynı zamanda
yazılması bu girişimi daha da anlamlı
kılıyordu. Çünkü bu mektup Ermeni
sorunuyla ilgili olarak TBMM'nin ve
ona tavsiyelerde bulunanların inandırıcılığına, konuyla ilgili duygu durumlarına ve ulaştıkları sonuçlara ilişkin bazı soruların sorulmasını kaçınılmaz kılmıştı:
o TBMM üyeleri, çok açık ki, çoğu
eleştirdiği kitabı ve beş yıl önce yayınlanan sansürsüz basımını bile görmeden nasıl yargıya varabilmişler,
kitabın "uydurma" olduğu sonucuna
ulaşabilmişler ve bunu kamuoyuna bu
şekilde açıklayabilmişlerdi?
o Mavi Kitap'ın hiçbir güvenilir kaynağa dayanmadığı sonucunu nereden
ve nasıl çıkarmışlardı?
o Kendi görüşlerini nasıl bağımsız ve
daha güçlü bilgi kaynaklarına başvurmaksızın, yalnızca 1980'lerin ve 90'
ların Türkiye'nin resmi tarih tezlerine
güvenerek oluşturabilmişlerdi?
o TBMM üyelerinin danışmanları ya
Bugün bile, Türkiye'nin resmi tezleri,
İngiliz arşivlerindeki Toynbee Belgeleri'nin varlığının inkârına dayanıyor.
Oysa Mavi Kitap'ın orijinal kopyasıyla birlikte, belgelerin derlenmesini
sağlayan yazışmaları da içeren bu belgeler, kitapta anlatılanlara ilişkin akıl
almayacak detaylar sunmakta.
Türkiye'nin resmi tezleri, bunun yanı
sıra, Mavi Kitap'a ek olarak yayınlanan, kitapta gizli tutulmuş kişi ve yer
isimleri listesinin de inkârına dayanmakta. Mavi Kitap'a ilişkin yapılacak
herhangi bir değerlendirmenin vazgeçilmez unsuru niteliğindeki bu listenin
varlığı resmi Türk tarihçileri tarafından hiçbir zaman kabul edilmemiştir.
Aynı şekilde İngiliz'lerin ana bilgi
kaynağının Birleşik Amerika olduğu
gerçeği de inkâr edilmekte. Bu bakımdan ABD Dışişleri Bakanlığı arşivinde
bulunan Osmanlı İmparatorluğu kaynaklı belgelerin özel bir yeri vardır.
Bugün de bu belgelere ABD arşivlerinden kolayca ulaşılabilir.
İngiliz ve Amerikan kayıtlarına karşı
ileri sürülecek itirazlar olabilir. Ama
bu durumda itirazı olanlar, öncelikle
bu kayıtların varlığını kabul etmeli ve
eleştirilerini ortaya koymalıdırlar.
Böyle yapmak yerine söz konusu belgelerin varlığı inkâr edilerek insanların yanıltma ve kitabı karalamak için
yanlış kaynaklara atıfta bulunma yolu
tercih edilmiştir. Mavi Kitap'a karşı
çıkanlar bu nedenle, belirli tarihsel
tezlere meşru itirazlarını dile getiren
insanlar olarak değil, "inkârcılar" olarak nitelendirilmişlerdir.
Oysa demokratik toplumlarda tarihsel
gerçekleri çarpıtanlara yer yoktur.
Onların yol açtığı olumsuz etkilere
karşı çıkmanın en iyi yolu konuyu
kamuoyunun tartışmasına açmaktır.
Mavi Kitap'ın sansürsüz baskısının
Türkçe çevirisi bu amaçla, Ermeni sorununu daha demokratik ve daha açık
bir Türkiye toplumunda yeniden ele
alınabilmesini sağlamak için yayınlanmıştır.
Dilerim bu yayınımız, TBMM'nin en
azından bazı üyelerinin Mavi Kitap'a
ilişkin aldıkları kollektif tutumu gözden geçirmelerine ve kendileriyle bu
tutum arasına mesafe koymalarına
vesile olur. http://www.hyetert.com
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 49 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
ermeniler'in
nuremberg'i
ayşe hür
Bugün 1915 Ermeni Tehciri'nin mimarlarından Talat Paşa'nın Berlin'de Soghomon Tehliryan adlı bir
Ermeni tarafından öldürülmesinin
88. yıldönümü. Talat Paşa ile birlikte ülke dışına kaçan yedi kişiden,
Harbiye Nazırı Enver Paşa, Bahriye
Nazırı Cemal Paşa, Teşkilat-ı Mahsusa'nın Doğu Bölgesi sorumlusu
Dr. Bahaeddin Şakir, Trabzon Valisi
Cemal Azmi, eski Polis Umum Müdürü Bedri, İTC' nin Merkez Komitesi üyelerinden Dr. Nazım ve Dr.
Rusuhi' den ilk beşi de benzer şekilde öldürülmüştü. (Dr. Nazım 1926'
da İzmir Suikastı Davası dolayısıyla
Ankara'da idam edildi.)
Söz konusu suikastların çoğu henüz
tam anlamıyla aydınlanmış değil.
Bu yüzden de İttihatçı önderlere yönelik suikastlar konusunda gerçekle
efsane birbirine karışmış durumda.
Ermeni tarafının genel eğilimi, bu
suikastların tamamını üstlenmekten
yana. Böylece gelecek kuşaklara,
Ermeni halkına karşı işlenen büyük
suçu cezasız bırakmadıkları mesajını iletiyorlar. Türk tarafı da bu efsaneye halel getirmiyor çünkü böylece
dikkatleri 'Ermeni tedhişçi' kavramına çekip, bu suikastların tarihsel arka planını gözden kaçırmayı hedefliyorlar. Bu hafta, bu suikastlardan
en iyi bilinenine göz atacağız.
Devrim ve karşı
devrimlerin Almanyası
Almanya'nın savaşı kaybedeceği anlaşıldığında 40 bin denizcinin 29
Ekim-3 Kasım 1918'de Kiel limanını işgal etmesiyle başlayan devrimci ayaklanma sonucu Osmanlı Devleti'nin müttefiki Kayzer II. Wilhelm, Almanya'yı terk ederek Hollanda'ya yerleşmiş, iktidarın gerçek
hâkimleri olan ve Almanya'nın yenilmediğini, aksine Masonlar, Yahudiler ve Cizvitler tarafından 'arkadan vurulduğunu' söyleyen Ludendorff ve Hindenburg görevlerinden
ayrılmışlardı. Tarihe 'Kasım Devrimi' olarak geçen hareketin önderi
Almanya'nın Birinci Dünya Savaşı'ndaki konumuna şiddetle karşı
çıkan ve sosyalist bir devrim öngören Spartakistler adlı gruptu. (Grubun adı Spartakusbriefen = Spartaküs'ten Mektuplar başlıklı risaleden
geliyordu, Spartaküs ise tarihin ilk
devrimcisi idi.)
1919'dan 1933'e kadar sürecek bu
yeni döneme 'Weimer Cumhuriyeti'
denildi. Ancak sosyalistlerin iktidarı
ılımlılarla paylaşmayı reddetmeleri
üzerine işler ters gitmeye başladı. 4
Ocak 1919'da Berlin' de Spartakistlerin ayaklanma teşebbüsü 19 Ocak
1919'da aşırı sağcı Berlin Muhafız
Tümeni tarafından bastırıldı, Karl
Liebknecht ve Rosa Luxemburg
1919'un 15 Ocak' ı 16 Ocak'a bağlayan gece işkence ile öldürüldüler. 13
Mart'ta Wolfgang Kapp adlı aşırı
sağcı bir gazetecinin önderliğindeki
'Kapp Darbesi' yaşandı. Darbe başarısız oldu ancak 1920 Ocağından itibaren uygulanmaya başlayan aşağılayıcı Versailles Antlaşması yüzünden Almanya adeta İngilizlerin kontrolüne girmişti. İşte böyle karanlık
bir ortamda, Berlin'de gündeme
bomba gibi düşen bir olay yaşandı.
"Ben yabancıyım, o da..."
Daha sonra eşinin anlattığına göre,
Berlin'in Charlottenburg semtindeki
Hardenberger Sokağı'ndaki 4 numaralı evde ikamet eden Talat Paşa 15
Mart 1921 sabahı çok tedirgindi. Saat 11'e doğru tütün ve eldiven almak
için evinden çıkmış, birkaç kez geri
dönüp evine bakmıştı. Sokak boyunca yürümeye başlamış, sonra kaldırım değiştirmişti. 17 numaralı evin
önüne vardığında, karşısından gelen
gri paltolu bir genç önce Talat Paşa'nın kendisini geçmesine izin vermiş, ardından dönüp revolverinin
tetiğine basmıştı. Talat Paşa ensesinden giren tek kurşunla yere yığılırken, genç adam silahı atıp kaçmaya
başlamıştı. Caddeden geçenler adamın üzerine atlayıp yere yatırmışlardı. Etrafındakiler kendisini tekmelerken genç adam kırık dökük bir
Almancayla "Ben yabancıyım, o da
yabancı! Sizle ilgili bir durum yok!"
demişti.
Suç mahallini terk
1/2 Kasım 1918 gecesi bir Alman
denizaltısı (ya da torpidosuyla) İstanbul'dan kaçan Talat Paşa ve şürekâsı önce Sivastopol yakınlarındaki Gözleve'ye (Evpatorya), oradan
Almanların hazırladığı bir trenle
Almanya'ya geçmiş, Alman Hükümeti'nce önce Berlin'in 50 km. uzağında, Postsdam kenti yakınlarında
ünlülerin sayfiye yeri olan Neubabelsberg'e yerleştirilmişlerdi. Olay
İstanbul'da duyulunca, yeni hükümeti kuran Ahmet İzzet Paşa Almanlardan İttihatçıların hiç değilse askerî kanadından olan Enver ve Cemal
Paşaların iade edilmesini talep etmişti. Ancak Alman Hükümeti özellikle Talat Paşa'yı iade etmeyi düşünmüyordu. Çünkü Talat Paşa hem
üst düzey Alman yöneticileriyle
dostluklar kurmuştu, hem de Alman
kamuoyu kendisini, Osmanlı Devleti'ni modernleştirmek için uğraşan
bir devrimci ve kadim Alman dostu
olarak tanıyordu. Talat Paşa bir süre
sonra eşi Hayriye Hanım' la birlikte
Berlin'in şık semti Charlottenburg'daki dokuz odalı geniş eve yerleşti.
İhtiraslı ve kayıtsız
'Cafer Saî', 'Ali Saî', 'Mehmed Saî"
gibi takma adlar altında bu adreste
üç yıl yaşayan Talat Paşa'nın İstanbul'dan kaçarken "Bizim siyasi ömrümüz artık sona ermiştir" dediğini
unutmuşa benziyordu. Çünkü bu üç
yıl içinde evi yalnız Almanya'daki
değil, Avrupa'daki eski Jön Türklerin buluşma yeri olmuş, Talat Paşa
Avrupa'nın çeşitli köşelerine dağılmış olan İttihatçıları örgütlemeye
çalışmış, İsviçre ve İtalya'da üst düzeyde siyasi temaslarda bulunmuştu.
Bankeri Davidoff aracılığıyla İngilizlerle Anadolu hareketinin başına
geçmek için pazarlıklar yapmış,
Mustafa Kemal'e ve TBMM'deki bazı İttihatçılara mektuplar yazmıştı.
O Salı sabahı Talat Paşa son nefesini verirken yıllardır sarf ettiği "Ben
yatağımda ölmeyeceğim" cümlesinin acı bir şekilde doğrulandığını
aklından geçirmiş olmalıydı.
İki saat kadar yerde kalan cesedin
üzerinden 'Mehmed Saî' adına düzenlenmiş bir kimlik çıkmıştı ancak
gerçek kimliğini yakınlardaki tütüncü dükkânını işleten eski İttihatçılardan Dr. Nazım ve Dr. Bahaeddin
Şakir teşhis ettiler. Ceset morga kaldırıldı ve tahnitlenerek geçici olarak
Neukölln'deki Türk mezarlığına defnedildi.
Dünya basınındaki tepkiler
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 50 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
Karakolda itiraflar
Cinayeti işleyen Soghomon Tehliryan, 24 yaşında bir üniversite öğrencisiydi. Yakalandığında cebinde
12 bin mark bulunmuştu. Bir bastonun başında yol açtığı 20 santimlik derin yaradan dolayı kan kaybeden ve o gece ateşler içinde kıvranarak geçiren Tehliryan ertesi gün,
cinayet masasından Müfettiş von
Manteuffel tarafından bir tercüman
aracılığıyla sorgulanmış ve sorgusunda "...Almanya'ya sadece Talat
Paşa'yı öldürmek için geldim...
Ailem Ermeni tehcirinde öldü. Ben
tesadüf eseri ölümden döndüm. Daha o zaman Talat Paşayı öldürmeye
ant içtim... Ermeni asıllı bazı vatandaşlar bana Talat Paşa'yı öldürmem
için para verdi... Talat Paşa'nın öldüğünü duyan vatandaşlarım, rahat bir
nefes alacak ve bu başarımdan ötürü
benimle iftihar edeceklerdir. Bunu
düşününce seviniyorum. Cinayeti
sadece bu duyguyu tatmak için işledim" demişti.
"Bir insan öldürdüm ama katil
değilim!"
Tehliryan 2 Haziran 1921 günü saat
9.30'da Charlottenburg Üçüncü Eyalet Mahkemesi'ne çıkarıldı. Onu savunmak için, büyük bir bölümü Avrupa'daki ve ABD'deki Ermeni diasporası tarafından toplanan 426 bin
Mark ile Almanya'nın en ünlü üç
avukatı tutulmuştu. Yargıç Dr. Lehmberg şahitlere ve avukatlara, da-
vanın Ermenistan'da değil Berlin'de
görüldüğünü hatırlatıp, politik yorumlara girmemelerini, iddialarını
hukuk sınırları içinde tutmalarını
söyledikten sonra duruşma başladı.
Yargıç, Tehliryan'a "Talat Paşa'yı
öldürmek istediniz mi," diye sorduğunda, Tehliryan'ın cevabı "Soruyu
anlamıyorum. Öldürdüğümü söyledim ya!" olmuştu. Yargıcın "Pişman
mısınız," sorusunu ise sanık, "Hayır" diye yanıtlamıştı, "bir insan öldürdüm, ama katil değilim."
S o g h o m o n Te h l i r y a n
Olay Lübnan'dan ABD'ye kadar Ermenilerin yaşadığı coğrafyada büyük heyecan, Türk ve Müslüman
dünyasında ise büyük üzüntü uyandırmıştı. Fransa'daki La Figaro,
İngiltere'deki The Outlook, The Times, ABD'deki The Public Ledger
of Philadelphia, Osmanlı Devleti'ndeki Peyam-ı Sabah ve Journal d'
Orient gibi gazetelerde suikastı onaylayan yazılar çıkmıştı. ABD'deki
New York Times ise 16 mart tarihli
sayısında tehciri eski büyükelçisi
Morgenthau'nun ağzından özetliyor,
18 marttaki sayısında Talat Paşa'nın
Berlin'de çok konforlu bir hayat sürdüğünü, iddialara göre bir Berlin
bankasında 10 milyon markının olduğunu belirtiyordu. (Bu iddia, İttihatçıların yanlarında büyük miktarda para ile kaçtıkları iddiasıyla örtüşüyordu. Ancak eşi Hayriye Hanım
yıllar sonra "Berlin'de beş parasız
kaldığımız günlerimiz oldu. Parmağımdaki yüzükleri sattık. Nihayet
kendisine verilen son hatıraları ve
nişanları bile" diyecekti.)
Sanıklar yer değiştiriyor
Sanığın o güne dek yaşadıkları, tanık ve uzman tanıkların ifadeleri
dinlendikçe davanın rengi değişmeye başladı. 3 Haziran 1921 tarihli New York Times gazetesinin yazdığı gibi, sanık sandalyesinde artık
Soghomon Tehliryan değil İttihat ve
Terakki'nin güçlü adamı, son Osmanlı Sadrazamı Talat Paşa ve İttihatçı zihniyet oturuyordu. Nitekim
dava o günden sonra 'Tehliryan Davası' olarak değil 'Talat Paşa Davası'
olarak bilinecekti.
Mahkemede anlattığına göre Soghomon Tehliryan 2 Nisan 1897'de
İran'daki Pakariş'de doğmuştu. Dört
yaşına geldiğinde, tüccar olan babası Erzincan'a göç etmişti. O zamanlar Erzincan 20 bin kadar Ermeni'yle
20-25 bin civarında Türk'ün yaşadığı bir şehirdi. Protestan olan Tehliryan ailesi Erzincan'da 14 yıl boyunca rahat bir hayat sürmüştü. Soghomon'un iki ağabeyi, evli ve bir çocuklu ablası, biri 15, diğeri 16 yaşında iki kız kardeşi vardı. Birinci
Dünya Savaşı başladığında ortanca
ağabeyi askere alınmış, 1915'te Sogomon 18 yaşındayken, Tehliryan
Ailesi Erzincan'daki ve ülkenin diğer bölgelerindeki Ermenilerle birlikte Der Zor'a doğru ölüm yolculuğuna başlamıştı. Kafile şehirden henüz ayrılmıştı ki, jandarma ve ahaliden oluşan gruplar konvoyu soymaya başlamış, ardından da jandarma
konvoya ateş açmıştı. Kız kardeşlerinden biri jandarmalar tarafından
çalılıklara götürülmüş, orada tecavüze uğramıştı. Başına bir darbe yiyen Sogomon iki gün sonra kendine
geldiğinde ağabeyinin ölüsünü üzerinde bulmuştu. Başı baltayla parçalanmış olan ağabeyinin bütün kanı
üzerine akmıştı. Yol cesetlerle doluydu. Cesetlerin arasında annesi de
vardı. Kafilenin ön taraflarında yürüyen babasının ve ağabeyinin, kucağında bebeği ile yürüyen ablasının
akıbetlerini ise o günden beri bilmiyordu.
Acılı bir hayat hikâyesi
Sonrası uzun hikâyeydi. Yaşlı bir
Kürt kadını onu saklamıştı. Yarala-rı
iyileştikten sonra, Kürt giysilerine
bürünmüş ve İran'a doğru yola çıkmıştı. Dersim'de iki ay saklanmış,
Harput katliamından kurtulan iki
Ermeniyle birlikte gündüzleri saklanıp geceleri yol alarak, ot ve bitki
kökleriyle karınlarını doyurarak
sürekli doğuya yürümüşlerdi. Arkadaşlarından biri ot zehirlenmesinden
ölmüş, kalan iki arkadaş iki ay yürüdükten sonra Rus askerlerine sığınmışlardı. Önce İran'da Salmast'a,
sonra Gürcistan'da Tiflis'e geçmişlerdi. Tiflis'te uzun süre hasta yatan
Soghomon bir yıl sonra Rus ordularının Erzincan'ı işgal etmesi üzerine
cesaretlenip Erzincan'a gelmiş, harabe halindeki evlerini bulmuş, ailesinin eve sakladığı 4.800 altını alıp
Tiflis'e geri dönmüştü. 1919 Şubat'ında İstanbul, Selanik, Sırbistan,
tekrar Selanik, Paris, Cenevre yoluyla 1920 başında Berlin'e varacak
olan Soghomon Tehliryan bu seyahatleri sırasında sık sık sara nöbetleri geçirmişti. İddiasına göre ilk nöbet Erzincan'daki yıkılmış evlerini
gördüğünde gelmişti.
Mahkemede farklı tavır
Tehliryan mahkemedeki ifadesinde,
polis sorgusundayken söylediklerini
hatırlamadığını belirterek, Talat Paşa'nın Berlin'de yaşadığını bilmediğini, kendisini cinayetten beş hafta
önce tesadüfen gördüğünü, o tarihten beri annesinin sık sık rüyasına
girerek "Biliyorsun, Talat burada, ama sen buna aldırmıyorsun. Artık
benim oğlum değilsin" dediğini anlattı. Rüyalar sıklaşınca 5 Mart
1921'de Talat Paşa'nın Hardenberger
Sokağı'ndaki evinin tam karşısındaki 37 numaralı Bayan Dittman'ın
evine taşınmıştı. 15 Mart Salı saba-
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 51 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
hı, odasında kitap okuyup volta atarken, Talat Paşa'yı önce balkonda,
sonra sokağa çıkarken görmüştü.
Annesinin hayali tekrar gözünün
önüne gelmiş ve bavulundaki silahı
kaptığı gibi yola düşmüştü. Hayvanat Bahçesi'ne doğru yürüyen Talat
Paşa'yı tek kurşunla öldürmüştü.
Tutuklandığında cebinde bulunan 12
bin mark, Erzincan'dan getirdiği
4.800 altından arta kalmıştı.
Tanıklar, iddialar
İlk gün suikastın görgü tanıkları,
Tehliryan'ı tanıyanlar ve uzman tanıklar dinlendi. Tehliryan'ın iki ev
sahibi sanığın sessiz, terbiyeli, düzenli bir genç olduğunu, dans ve dil
dersleri aldığını, geceleri karanlıkta
mandoliniyle acıklı şarkılar söylediğini, arada düşüp bayıldığını, bazı
geceler uyuyamadığını söylediler.
Uzman tanıklardan 1890'lı yıllardan
beri Doğu Anadolu'da görev yapan
Protestan rahibi Johannes Lepsius,
1890'lardan başlayarak 1915'e kadarki dönemi özetleyen uzun konuşmasında Osmanlı Devleti'nde yaşayan 1.850.000 Ermeni'den 1.400.000'
inin tehcir edildiğini bunların yüzde
80'inin yollarda ve Der Zor'da imha
edildiğini anlattı. Ardından, tehcir
sırasında İzmir'de ordu kumandanı
olan Alman General Liman von Sanders dinlendi. Sanders, Talat Paşa'
nın tehcirin sorumlusu olduğunu ancak Talat Paşa'dan öldürmelerle ilgili herhangi bir emir almadığını söyledi. 24 Nisan 1915'te İstanbul'da tutuklanarak Çankırı ve Ayaş'a gönderilen 280 Ermeni toplum liderinden
biri olan Metropolit Krikoris Balakian ise, sadece 16 kişinin sağ kurtulduğu o ölüm yolculuğunu anlattı.
Aram Andonyon adlı tanık, Halep'te
iken Talat Paşa' nın imzaladığı tehcir emrini gördüğünü anlattı.
Farklı yorumlar
Mahkemenin tayin ettiği Berlin'in
en ünlü psikolog ve nörologları
Tehliryan'ın sara hastası olduğunda
mutabık kalmakla birlikte, cinayet
sırasında bilincinin yerinde olup
olmadığı konusunda çelişik görüşler
bildirdiler. Bu konu önemliydi çünkü yürürlükteki 1870 tarihli Alman
Ceza Kanunu'na göre öldürme fiili
kasten işlendiyse 211. maddeye göre
ölüm cezası verilirdi. Öldürme kasıtlı değilse 212. maddeye göre beş
yıldan hafif olmamak kaydıyla ağır
hapis cezası, öldürme ağır tahrik altında işlenmişse 213. maddeye göre
altı aya kadar hapis cezasına hükmedilirdi. 51. maddeye göre ise, sanık
cinayeti işlediği anda şuursuz veya
ağır akıl hastası ise' özgür iradesinin
çalışmadığı' (cezai ehliyetinin olmadığı) kabul edilerek serbest bırakılabilirdi. Ertesi gün 12 kişilik halk
jürisi kararını açıkladı: Sanık 51.
maddeye göre beraat ettirilmişti.
Tehliryan neden beraat etti?
Yargılamanın çok kısa sürmesi, tanık seçimi ve bunların çok azının
dinlenmesi, sanığın polis sorgusundaki ifadeleriyle mahkemedeki ifadeleri arasındaki çelişkilerin üzerine
gidilmemesi, olayın arkasında bir
örgüt olup olmadığının sorgulanmaması, sanığın ruh sağlığı konusundaki çelişik bilirkişi raporlarına rağmen katilin suçsuz bulunması, savcının temyize gitmekle birlikte daha
sonra yeterli belge olmadığı ve
Tehliryan Almanya'yı terk ettiği için
temyizden vazgeçmesi Alman yargısıyla ilgili kuşkular yaratmıştır. Ancak bu kararın Birinci Dünya Savaşı
sonrasında ortaya çıkan yeni dünya
düzeniyle ilişkisi olduğu açıktır. Bunun bir kanıtı savcılık makamının
Prusya Adalet Bakanlığı'na gönderdiği 26 Mayıs 1921 tarihli yazıdır.
Yazıda savcı davanın politik bir boyut kazanabileceği, savunma makamı tarafından suikasta yol açan motifin öne çıkarılacağı, hatta Almanya'nın 1915 Tehciri'ndeki rolünün
bile sorgulanabileceği, bununsa Almanya'yla Türkiye arasındaki ilişkileri zedeleyeceği ihtimalinin altı
çiziyordu. Nitekim sanık avukatları
müvekkillerini savunurken, Alman
İmparatorluğu'nun çıkarlarını da
kollayan bir yol izlemişlerdi. Ayrıca,
Tehliryan'ın, arkadaşlarının ve
uzman tanıkların
anlatımları jüri üyelerini derinden
etkilemişti. Bu arada eklemek lazım: Jüri sisteminin yargılama usullerine eklenmesi 1919'da olmuştu yani henüz bu konuda hukuksal
normlar oluşmamıştı. Jürinin kararını gerekçe göstermeden alabilmesi
de kararı etkilemiş olmalıydı.
Tarihin
mahkemeden üstün iradesi
Peki, Tehliryan'ın şu veya bu nedenle hukuk ilkelerine aykırı biçimde beraat ettirilmesi, Talat Paşa'nın Ermeni toplumuna karşı işlediği korkunç suçu geçersiz, Talat
Paşa'yı masum mu kılardı? Ülkesinde yargılanmamak için Almanya'ya
kaçan, gıyabında idama mahkûm
olduğu halde Almanya tarafından ülkesine iade edilmeyeceğinden emin
olan, mimarı olduğu trajediden zer-
rece pişmanlık duymadığı her davranışından belli olan birinden kim,
nasıl hesap soracaktı?
Bunun cevabını mahkemeyi yakından izleyen, sıhhiye subayı olarak
Türkiye'de bulunmuş olan ve tehcir
sırasında sekiz bin fotoğraf çeken
yazar Armin T. Wegner 'Adil Bir Karar' başlıklı yazısında şöyle cevaplamıştı: "...Çelimsiz Ermeni öğrenci
ve geniş omuzlu Talat Paşa bu davada arka plânda kalmışlardır. Ön
plâna çıkan yarısına yakını imha
edilmiş bir halkın mezarından ayağa
kalkıp, savaşın çirkinliğine ve onun
cellâtlarına çürümüş elleriyle uzanmaları ve bu mahkemenin tribünlerinde o tanımlanamaz acıyı dünyaya
haykırmalarıydı. İşte bu durum, bu
davayı Almanya'nın bu güne dek
gördüğü en önemli davası haline
getirmiştir. Burada anlatılan olayların gücü öylesine büyüktür ki, jüri
apaçık bir cinayete rağmen beraat
kararı vermiştir... Türk devlet adamının Ermeni halkının yok edilmesindeki suçtan payına düşeni hayatıyla ödemesi haksız bir yargı gibi
görünmekle beraber, kendisinin yol
açtığı felaket öyle korkunçtur ki;
katilin, bütün benzer olaylarda olduğu gibi kınamamız gereken suçu,
bir halkın umutsuzluktan kurtulma
çabası olarak algılanmıştır... Öldürülen bakanın kara çarşafı, kalkık
peçesiyle adliye koridorlarında hayalet gibi dolaşan karısı için de, en
az kocasının felakete sürüklediği
yüz binlerce kadın kadar üzüntü
duymaktayız. Ne var ki halklardan
da üstün olan tarihin iradesi, Talat'ın
idamını, kendi kurbanlarından biri
aracılığı ile infaz ederek yerine getirmiştir."
Suikast sonrası
Talat Paşa'dan dokuz ay sonra, 18
Temmuz 1921'de eski Bağımsız
Azerbaycan Cumhuriyeti'nin Dahiliye Nazırı Behbud Han Cevanşir,
İstanbul Beyoğlu'nda Pera Palas
Oteli önünde Misak Torlakyan adlı
bir Ermeni tarafından öldürüldü.
Torlakyan İstanbul'da İngiliz subaylarından oluşan bir mahkemede
yargılandı ve aynen Tehliryan davasında olduğu gibi, Cevanşir'in
Dahiliye Nazırlığı sırasında Ermenilere karşı işlediği suçlar vurgulandı ve Torlakyan'ın cinayeti sara
hastalığının etkisi altında işlediği
kabul edilerek beraat ettirildi.
Said Halim Paşa'nın öldürülmesi
6 Aralık 1921'de, Talat Paşa'dan önceki Sadrazam Said Halim Paşa,
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 52 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
Roma'da faili meçhul bir cinayete
kurban gitti. Daha sonra bu olayı Arşavir Şıracıyan üstlendi.Ancak
1931'de Kuşçubaşı Eşref, Atina'da
kendisini ziyaret eden Mısır Hıdivi
Abbas Hilmi Paşa'nın mutemedi
Nafi Bey'e, 1914'te Abbas Hilmi
Paşa'ya yönelik suikast girişimiyle
ne Said Halim Paşa'nın ne de İttihatçıların rolü olduğunu söylediğinde,
Nafi Bey'in üzüntü içinde 'Vah vah...
Bir masumun kanına girildi... Yazık
oldu... Hata ettik" dediğini anlatacaktı. Said Halim Paşa'yı, İtalyan
Karbonari örgütü tarafından yetiştirilmiş, İtalyan uyruğuna geçmiş bir
Bulgar öldürmüştü. Bu iş için Bulgaristan hükümetine de bir miktar
para ödenmişti.
yapılan 9. Dünya Kongresi'nde Ermeni toplumuna karşı suç işleyen
101 kişinin listesinin çıkarılmasından sonra bu konuda üstüne düşeni
yapmanın kendisinde bir obsesyon
haline geldiğini açıkladı. 64 yaşındayken 23 Mayıs 1960'da ABD'nin
San Fransisco şehrinde öldü ve
Fresno şehrindeki Ararat Mezarlığı'
na gömüldü. Bugün bazı Ermeni
kaynaklarında, Tehliryan'ın 1920'de
İstanbul'a uğradığında, Mıgırdıç Harutunyan (veya Harutun Mıgırdiçyan) adlı Ermeni'yi de öldürdüğü
belirtiliyor. İddialara göre Harutunyan Osmanlı gizli polisine bağlıydı
ve 24 Nisan 1915'te İstanbul'dan
sürülen Ermeni liderlerinin adını o
polise vermişti.
Bahaeddin Şakir ve Cemal Azmi
Talat Paşa'nın kemikleri
17 Nisan 1922'de Teşkilat-ı Mahsusa liderlerinden Dr. Bahaeddin Şakir
ve Trabzon'un 'Sopalı Mutasarrıf'
lakaplı valisi Cemal Azmi, Berlin'
de, Talat Paşa'nın karısı Hayriye Hanım ve Dr. Rusuhi adlı bir İttihatçı
ile çıktığı bir akşam gezisi sırasında
kimliği belirlenemeyen kişiler tarafından öldürüldü. Suikastçıların Ermeni İntikam Birliği'ne bağlı olduğunu tahmin ettiğini söyleyen Alman polisi failleri bulmak için 50
bin Mark ödül koydu ama kimse yakalanamadı. Daha sonra suikasti
Aram Yerganian ve Arşak Şıracıyan
da olayı üstlendi.
Murat Bardakçı'nın aktardığına göre, Talat Paşa'nın eşi Hayri Hanım,
1931'de aile dostları, eski Deutche
Bank Müdürü Wasserman' dan bir
mektup aldı. Wasserman, Alman kanunlarına göre bir cenazenin gömülmeden en fazla on sene bekleyebileceğini söyleyerek, müddetin dolmak
üzere olduğunu hatırlatıyordu. Hayriye Hanım, mektubu alıp Şükrü Saraçoğlu'na gitti. Saraçoğlu "Konu
beni aşar" diyerek kendisini Atatürk'
le görüştürdü. Çankaya'da başlayan
görüşme akşam Tahsin Uzer'in evinde devam etti. Bazı bakanların da iştirak ettiği konuşmanın sonunda
Atatürk "Cenazesinin naklini benden şu anda istemeyin, Almanya ile
bu konuda görülecek hesabımız var,
izin verin şimdi gömülsün, zamanı
gelince onu bizzat ben getirtirim"
dedi ama sözünü tutamadı. Talat Paşa'nın kemikleri İkinci Dünya Savaşı sırasında, Adolf Hitler'in Türk-
Tehliryan ne oldu?
'Ermeni Ulusal Kahramanı' ilan edilen Tehliryan beraat ettikten sonra
Soghomon Melkian adını alarak izini kaybettirdi. 1956 yılında, Taşnakların 1919 baharında Erivan'da
Alman ilişkilerini sıcaklaştırmak
istemesi sayesinde Almanya'dan getirildi. 25 Şubat 1943 günü Sirkeci
Garı'ndan alınan tabut önce Şişli
Sıhhat Yurdu'na getirildi, ertesi gün
görkemli bir askerî törenle Şişli'deki
Hürriyet-i Ebediye Tepesi'ne gömüldü. Tören kıtasının önünde Reisicumhur İsmet İnönü'nün çelengi
vardı.
.........
Mustafa Çolak, "Tehcir Olayını'nın
Propaganda Sürecindeki Doruk
Noktası: 'Talat Paşa Davası'",
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,
Sayı 58, Cilt: XX, Mart 2004; The
Caseof Soghomon Tehlirian, Yay.
Haz. Vartkes Yeghiayan, Glendale,
California, 2006; Hasan Babacan,
Mehmed Talat Paşa 18741921(Siyasi Hayatı ve Icraatı),
TTK Yayınları, Ankara 2005; Talat
Paşa Davası, Tutanaklar, Yay. Haz.
Doğan Akhanlı, Belge Yayınları,
Istanbul 2003; Dilek Zaptçıoğlu,
"Talat Paşa Davası", Cumhuriyet,
23 Nisan 1993.
kaynak:
http://www.taraf.com.tr/makale/4502.htm
Ay şe H ür ’ü n
Ta r a f G a z et es i nd e
y a y ı nl a n a n di y e r
yazılar
ht t p: // ww w. t ar af .co m . t r/
yazi l ar.a sp?i d=1 2
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 53 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
24 Nisan 1915 Emeni Jenosidinin
94. yıldönümü vesilesiyle
a h m e t
Kafkasya, Mezopotamya, Trakya,
Akdeniz Havzasında Eşitliği Özledik!
1915'i, Geliş ve Gidişatını Tabusuz
Tartışalım!
Halkların varlığı, tüm insanlığın
gözü önünde adeta kendilerinden
çalınmıştır.
Dört kıtaya fetihçi olarak uzanan
Osmanlı devleti, 18-19 yüzyılda gerileyerek; Trakya, Anatolia, Mezopotamya, Kafkasya ve Ortadoğu'ya
yayılan alanlarda geriledikçe, Osmanlı Cemaatçılığı üzerinde gerilemeyi durdurup tutunmaya çalıştı. Bu
sürede kapitalizm ile yüz yüze gelen
sistem; toprak kaybeden, Avrupa ve
Afrika'da darbeler yiyen, yerel halkların direnişi ile karşılaşan ve üstten
merkezden ekonomik ve politik olarak dayatılan batı kapitalizminin
pa-zarının etki alanına çekilmeye
çalışıldıkça küçülen, yaralı ve
"Asya'nın hasta adamı!" konumuna
girdi.
Bunu engellemeye çalışan ekip, önce Osmanlı Mozaiğine uygun kültürleri içinde barındıran "çok kültürlü"
bir toplum projesi ile kurtarmaya
koyuldu. Bu anlayışla İttihat ve Terakki Cemiyeti (İT-C) kuruldu. Bu
örgüt içerisinde de Prens Sabahattin'in (ademi merkezci) ve Ahmet Rıza'nın (katı merkezci) çizgileri bir
süre sonra ayrışmaya başladı. Ademi merkezci Prens Sabahattin çizgisi, birkaç yıllık mücadelesi sonucunda, (-bugüne kadar en kitlesel kalabalığa sahip olmasına rağmen 'itilafçı' çizgi olarak zaman zaman hükümet oldu, ama iktidar olamadı- )
muhalefette kaldı, giderek iktidardan uzaklaştırıldı.
Katı merkezci ve her şeyi şiddetle
çözeceğine inan ve adeta gözü dönmüş, henüz genç ve Alman emperyalizminin yandaşı ve "Kadrolar ve
devlet her şeyi yapar!" diyen ekip
oluştu. Bu devleti oluşturmak için
kollar sıvandı, legal ve illegal olarak örgütlenerek devleti ele geçirmeyi benimseyen ve Osmanlı'nın
Ba-tıda kaybettiği alanları Doğu'da
ka-zanmak, hiç değilse ellerindeki
top-rakları kaybetmeme amacı ile
köken olarak Türk olmayan "Çılgın
Türk-ler" saldırı siyasetleri ile
donandılar.
İttihatçılar, 1908 darbesini gerçekleştirdiğinde, artık Osmanlıcılık,
Türkçü / Turancı ideolojiye evirildi
ve bu minvalde Türk olarak milletleşmek özlemi şekillendi.
İT-C; Türkleri, millet olma özlemlerini tarihin doğal akışı ile tamamlayacak donanımları yoktu.
1853 yılında Marks'ın da "Doğu Sorunu" yapıtında belirttiği üzere; "
Türkiye'nin yöneticilerinin Türkler
olduğunu sanmak büyük bir yanılgı
olur. Liman kentlerini elinde bulunduran, Rum Ermeni ve diğer azınlıklar ticaretin ve ekonominin esasını
elinde bulundurmakta ve yönetmektedirler. Ancak Türklerin idari ve
kültürel açıdan imtiyaz sahibi oldukları…"nı belirtmektedir.
Yani Türkler, millet olmanın önemli
bir unsuru olan ekonomik yeterlilikten yoksundu.
Tarihte hep fetihçi olan ve her fetih
ettiği halkların kültürünü içine aldıkça heterojen hal alan Osmanlı içinde Türkler, özgün kültürden yoksundu. Türk toplumunun diğer kültürlerden alıkoydukları ile kalıyor
ve bu alanda da milletleşmeye
müsa-it bir durumda değildi. Bu açıdan İs-lamiyet'ten ilk başta ayrılarak mo-derniteye evirilmek ve laikliğe doğru yol almak istemesine rağmen, sarılmak istediği başka başka
donelere sahip olamadığı için yeniden İslam dinine evirilerek millet
için "din si-lahını" kullanmayı yeğledi. Bugün Türkçülüğe ilave edilen
İslam sentezi bu minval üzerinedir.
Genel fetihçi karakteri ile Bilecik,
Eskişehir, Kütahya, Afyon çevresi
dı-şındaki alanlarda yerleşik bir
duruma geçip "vatan edinmiş"
durumda da değildi. Ancak, "Atımın
nalının değdiği yer yurdumdur!"
fetihçi zihniyete oturan bir sahiplenme kültürü oluşmuş ve bu başka halkların tarihte yurt edindiği alanları
yeniden fethetme eğilimini güçlendiriyordu. Av-rupa ve Afrika'da topraklar kaybettikçe de, yönetici kadrosunun çoğu göçebe durumuna düşen
İT-C ekibi, yeniden "alanlarını(!)"
kaybetmemek üzere, en basit karşıt
sahiplenmeyi içten içe "ölümüne!"
bastıracak bir şiddet reaksiyonunu
geliştiriyor ve "Bir çakıl taşını bile
kaybedecek tahammül yok!" oluyor-
du. Ama gel gör ki, bu kaybetmek
istemediği alanlar başka başka halkların yurdu idi ve bu halklar kendi
yurtlarında yaşıyor durumda idiler.
Yalnız yaşamıyorlar, kadim yerelli,
kültürler üretmiş, ekonomik ve gelişmişlikle birleşen özlem ve ulusal uyanışları, onları da ulus gibi davranmaya götürüyordu. Bu durum İTC'nin ellerini çabuk tutmalarını
zorunlu kılıyordu!
Hemen, "özgürlük, eşitlik ve vatan"
şiarları ile diğer halkları ürkütmemek ve gerekirse "Bu zor süreçte
desteklerini alarak önce devleti ele
geçirmek" idi. Ulus dâhil, her şeyi
bu darbeci devlet "Zor ile inşa edecekti". Bunun için 1908 darbesi ile
birlikte 1909 ve 1910 yıllarında İTC'nin merkezi olan Selanik'te önemli kararların alınacağı gizli toplantılar gerçekleştirildi. Tüm toplantılarda, "Türkler nasıl ve hangi minvalde ulus olabilir?" sorusunu arıyorlardı. Kendisi Pomak Çingene
olan Talat Paşa'nın talimatı ile İTC'nin YİNE Türk olmayan
üç
meşhur doktoruna; (Dr. Bahattin
Şakir, Dr. Ziya Gökalp ve Dr. Nazım)
süreç içinde bir rapor düzenlettirildi. Daha son-ra bazı rütüşler ile
TC'nin de resmi ideolojisi haline
evirilen bu proje; "Türklerin Millet
olabilmeleri için; Rumların servet
ve sermayelerine el konularak
sürülmeleri gerekir. Tura-na varmamız ve birleşmemiz için yerleşik
oldukları alanlar itibarı ile
Ermeniler önemli bir engel teşkil etmektedirler. Bu alanlardaki Ermenilerin ellerindeki varlıkları alınarak
temizlenmeleri gerekir. Homojen bir
toplumun inşası gayesi ile Alevilerin
de behemehâl Müslümanlaştırılması
gerekir. Geniş bir alanda yerleşik ve
savaşçı yapıya sahip olan Kürtlerin
ise zamana yayılır şekilde asimilasyona tabii tutularak, Türk unsur
içinde eritilmesi gerekir."
İşte bunlar gerçekleştiği oranda,
esasında Türk olmayan Türkler, Osmanlılardan arta kalan etnistelerin
toplamından bir ulus yaratacaktı.
Bunun için önce devlet ve ardında
vatan ve millet yaratılacaktı. Bu
projenin gerçekleşmesi ancak ve ancak çok halklı olan bu coğrafyada
jenosit ile başarılacaktı. Böylesi bir
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 54 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
Ö N A L
"cumhuriyetin " ayakta kalabilmesi
için de en makul yol jenosit idi. Bu
açıdan bugüne kadar yayılan ve sürdürülmek istenen bir jenosit politikası tesadüfî değildir. Bugün de TC.
Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün
"Devletin gücü ile bir (Türk-aö) ulus
yaratıldı. Eğer tehcir olmasaydı, bugün Türk ulusu olmayacaktı." derken, esas amacı 'jenosidi kabul' etmek değildi. Daha ziyade Rumlara
karşı gerçekleştirdikleri sürgün ve
Ermenilere karşı gerçekleştirdikleri
soykırımın yanı sıra (Yahudiler hariç) tüm gayrı-Müslimler ortadan
kaldırıldı. Uzun süreye yayılan Alevi
ve Kürtlere uygulanan soykırımın
'Türklere kazandıracağı gelecek!' ile
bu jenosit projesinin, devamındaki
devlet iradesinin tavizsizce sergilenmesi/sürdürülmesi tehdidi ve ihtiyacı vurgulanmak istendi!
Çoğunluğu Türk ve Müslüman olmayan ve sonradan bu coğrafyaya gelen İT-C. kadrosunun ve cumhuriyette de etkin olan bu ekip ile oluşturduğu devletin arkasını sağlama almak için, bir Türk millet oturturuldu. Bunun için her defasında etnik
köken itibari ile Türk olmayan devlet yetkilileri; "Bu vatan bizimdir,
kabul etmeyenler terk etsin!" noktasındadırlar. Sorunun esas itirazı ise,
başka topraklardan buraya göç
edenler, kurdukları devlete yönetici
olup, otokton halkların soykırımı
üzerinde edindikleri toprak ve servetleri kaybedecekleri korkusu ile
itiraz etmektedirler.
Kurulan "Cumhuriyet" ise; bu otokton halklar için bir gelişme olmayıp,
İT-C'nin kadro ve ideolojisi ile devamı niteliğindedir. Bu gün de sürdürülen aynı politik zihniyetin sürdürülmesinde bir abes yoktur. Hiçbir
zaman bu politikalar emperyalizm
ile uyumsuz da uygulanmamıştır. Zira darbelerle gelen ve varlığını ancak darbelerle sürdürebilen bu cumhuriyetin meşruiyetini sağlayan da
emperyalizmdir. En çok "anti-emperyalizm" adına sağcısı, solcusu
bilcümle şövenistlerin sarıldıkları
Lozan Antlaşması, emperyalist bir
onay sonucunda meşruiyeti sağlanmıştır!. Devletin tüm gelişmeleri bu
otokton halkların statüsüz bıraktırılarak, yok edilmesi üzerinde şekillendirilmiştir. Halkların varlığı, tüm
insanlığın gözü önünde adeta kendilerinden çalınmıştır.
Bu açıdan sorunun çözümü, öncelikle tarihin özgürce ve bilimsel olarak
tartışılmasının ortamı yaratılmalıdır.
Devletten topluma, siyasal örgütlenmelerin tamamı için geçerli olan,
"Geçmiş ile Hesaplaşma" ya da tarih ile sağlıklı yüzleşmenin ortamı
sağlanmalıdır.
Devletlerden ziyade, bağımsız organlardan oluşan hakem heyetlerinin oluşması gerekir.
Sınırların açılımından da öteye,
isteyen herkesin kendi ata topraklarına dönmeleri için kolaylıklar sağlanmalıdır.
Kafkasya, Mezopotamya, Akdeniz
havzasında bir insanlık barışının
gerçekleşmesi için öncelikle kafalarda çizilen kalın çitlerin ve tabuların kalkması ve giderek sınırların da
an-lamsızlaştığı bir eşitliğin, dostluğun sağlanması gerekir.
Sorun iki devletin kendi arasındaki
pazarlıklarla çözülecek durumda
değildir. Artık soykırım gibi ağır insanlık suçları, uluslar arası hukukun ve insanlığın sorunlarıdır.
Çözümleri de uluslar arası düzeyde
olacaktır. Aksi halde varlıklarını
insanlığın yok edilişine borçlu olan
zihniyetin çözüm üretebileceğinin
şansı son de-rece azdır. Bu barış,
insanlığın sağduyusu ve müdahalesi
ile mümkündür.
21. yüz yılda insanlık olumlu gelişmelere tanıklık etmektedir. Ümitle
mücadele etikçe insanlık kazanacaktır.
24 Nisanlar insanlığın çirkin yüzü
olarak tarihte ortakça anılıp lanetlenecektir.
Halkların dostluğu daha bir önem
kazanacaktır.
Jenosit yapanların torunları da
üzerlerindeki ağır insanlık suçunu
hafifleteceklerdir.
dayanışma erekli
kitap ilanları yapılır
k i zi l b as@ gmx. n et
Wesanên Pêrî
Adres: Navnîsan:
Sögütlü Çeşme Cad.
Pavlonya Sok. Nuhoğlu İşhanı
No: 10 / 8
Kadıköy / İstanbul
Tel & Fax: 0216 347 26 44
GSM: 0533 488 01 12
[email protected]
[email protected]
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 55 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
İNSAN
HAKLARI
O n u r
İşkence Karşıtı Mücadele ve İbrahim Kaypakkaya Dosyası
Bugün, 36. yılını tamamlamış olan
Ibrahim Kaypakkaya'nın ölümü,
Türkiye'deki en korkunç ve üzeri
örtülmüş en ciddi işkence vakalarından.
İstanbul - BİA Haber Merkezi
19 Mayıs 2009, Salı
İşkence karşıtları dahi, işkencenin
etkisi konusunda zafiyete düşüyor
çoğu kez. Öyle ya, işkence acı ve
elem'e ilişkin bir tür "üst terim" olarak yükseldiğinden, işkence bilgisine, belgesine, iddiasına yönelik toplumsal algı, çoğu kez mağdura sempati duyma ya da işkenceciden iğrenme şeklindeki duygusal sınırlar
içerisinde kalıyor.
Bu da modern toplumun en basit
reflekslerinden olan bir tür imajinasyon ile, işkencenin kendi üzerinde
yaşanması halinde çekilecek ızdırabın bilinç dışı olarak tahayyül edilmesi esasına dayanıyor. Bu pekala
anlaşılır bir şey. Zaten işkence karşıtlığının asıl dinamiği de budur. Ne
var ki, duygusal algı ile sınırlı olan
bir işkence karşıtlığı, "vaka temelli"
geliştiğinden, vakadan zamansal olarak uzaklaşıldıkça, başka bir deyişle empatiyi zorlayan zemin ortadan kalktığında mağdur, travması ile
baş başa bırakılıyor.
Hiyerarşik travma zinciri...
G Ü L B U D A K
bir bütün olarak karşıtının siyasi
amaçlarını hedef alan ve etkisi kuşaktan kuşağa devam eden hiyerarşik bir travma zinciridir. Yani, travma sağaltım teorisindeki temel sayıltı, nasıl bireyin travması ile uygun
bir zeminde yüzleşmesi esasına dayanıyorsa, bu geniş ölçekli travma
ile baş etmenin yolu da toplumsal
yüzleşme ve işkencenin siyasi detaylarının deşifrasyonudur.
Bu sebeple işkence ile mücadelenin
işkenceci erk üzerinde politik bir
baskıya dönüşmesi gerekiyor ki, örneğin, hukuki kazanımlarla yetinen
bir yaklaşım dolaylı olarak işkencenin ömrünü ve etkisini arttıran bir
değişkene dönüşüyor. Misal, Türkiye'nin çeşitli işkence davaları nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nce (AİHM) bilmem kaç bin
avro ödemeye mahkum edildiğine
ilişkin haberlerin yalnızca belli gazetelerin köşelerinde kalması, herhangi bir hükümet yetkilisinin söz
konusu mahkumiyete ilişkin tek bir
açıklama yapma ihtiyacı dahi hissetmemesi açık şekilde işkenceyi cesaretlendiriyor. Yine, mağdurla empati
kurdurmaya yönelik çıplak hümaniter bir yaklaşım da, kısa soluklu olduğundan işkencenin bağışıklık sistemini güçlendiriyor.
Bu sebeple tutarlı ve etkin bir işkence karşıtlığının geçmişte yaşanmış
ve güncel olan tüm işkence olaylarının deşifrasyonu konusunda politik
bir motivasyonla hareket etmesi, bu
İşkence tarihin en etkili siyasi yöntemlerinden ki, öyle olduğundan
yüzyıllardır kesintisiz şekilde kullanılıyor. Bir siyaset yöntemi olarak
işkence, uygulayıcılarının deneyimleri ve sistematik aktarımı ile siyasi
nesnel şartlara göre evrim geçirmekte de güçlük çekmedi. Fakat her halde "esastan" kullanılan bir metot
olarak varlığını sürdürdü. Dahası,
uygulayıcılar tarafından işkencenin
formasyonunu yükseltecek bir tür
işkence entelektüelizminin geliştiği
dahi söylenebilir.
Siyasi işkencenin acı ve elem'den
ibaret algılanması işkencenin ömrünü uzatan en önemli sebeplerden.
"Kaba, ilkel" vs. şeklinde değerlendirilen işkencenin bir tür acizlik, iptidai bir cezalandırma taktiği olarak
algılanması işkence karşıtı bilincin
kırılma noktalarından. Öyle ki, işkence, mağdurun bedenini ve ruh
yapısını incitme hedefini çok aşan,
konudaki duyarlılığın işkence ile
travmatize olan kitlesel grupların
travmaları ile hesaplaşmalarını sağlayacak bir zemine göre örgütlenmesi gerekiyor.
Kaypakkaya dosyası
Bugün, 36. yılını tamamlamış olan
İbrahim Kaypakkaya'nın ölümü,
Türkiye'deki en korkunç ve üzeri örtülmüş en ciddi işkence vakalarındandır. Bununla birlikte İbrahim
Kaypakkaya'nın maruz kaldığı işkence, en politikleşmiş işkence
olaylarından olup, çok geniş bir toplumsal sahayı travmatize etmesi
amaçlanmıştır.
Ne var ki, Kaypakkaya, sert siyasi
tavrı nedeniyle ihmale maruz kalmış, 36 yıl önce yaşadığı ağır işkencenin üzerine gitme cesareti yalnızca siyasi taraftarlarına/ardıllarına
bırakılmıştır. Kaypakkaya'nın daha
çok o sert ideolojik tutumuyla anılması doğal, fakat bu işkence dosyasının kapağının 36 yıldır açılamamış
olması gerek sol'a gerekse tutarlı bir
insan hakları savunucusu olduğu iddiasında olan herkese dert olmalıdır.
Bilindiği gibi 70'li yılların hemen
başlarının önemli siyasi portrelerinden olan İbrahim Kaypakkaya'nın
gözaltında iken ölümü üzerine derli
toplu bir resmi belge bile bulunmaz.
Türkiye'de elbette üzeri örtülmüş
çok sayıda dosya var fakat, İbrahim
Kaypakkaya olayının üzerindeki örtünün bir türlü zorlanamıyor oluşunun daha çok öznel nedenlerden
kaynaklandığı, başka deyişle düşünceleri devlet açısından "pek tehlikeli" bulunan bir siyasi kişiliğin ölümünü açığa çıkaracak kitlesel/yaygın bir cesaretin yaratılamamasından kaynakladığı düşüncesindeyim.
Gerek bu sebeple, yani işkence karşıtlığı konusunda daha tutarlı/bütünlüklü bir iradeye olan ihtiyaç nedeniyle, gerekse Kaypakkaya olayının
sembolik niteliği sebebiyle, bu dosyanın yeniden açılması talebi önemli bir moment olacaktır. Öyle ki, son
yıllarda bir çok "karanlık dosya"nın
aydınlanmasına yönelik kitlesel çabanın artması gibi bir olumluktan
söz edilebilecekken, bu olumluluktan hiç pay alamamış dosyaların olması üzücüdür. İbrahim Kaypakkaya, adı telafuz edildiğinde akla hemen "işkence"nin geldiği özel bir
örnektir, bu sebeple insan hakları
mücadelesinde, işkence karşıtı mücadelede önemli bir eşik olduğu gerçeği her ölüm yıldönümünde bizleri
rahatsız etmelidir.(OG/EÜ)
* Onur Gülbudak, psikolog.
kaznak:
http://bianet.org/bianet/insan-haklari/114602-iskence-karsiti-mucadeleve-ibrahim-kaypakkaya-dosyasi
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 56 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
27 Nisan
Muhtırasının Utancı
Canlı Tutulmalıdır
27 Nisan 2009
KAYİPLAR HAFTASİ
Sözleşme Onaylanırsa, Bütün Kayıpların Akıbeti Ortaya Çıkacak
Kayıplar Sözleşmesi onaylanırsa, aileler kayıplarının akıbetini
öğrenebilecek. İHD Başkanı Türkdoğan "Soruşturmaların ucu 90'ların
yetkililerine dokunur" diyor.
Tolga KORKUT
KAYIPLAR HAFTASI: Türkiye Uluslararası Kayıplar Sözleşmesini 2,5 Yıldır
Görmezden Geliyor. "Kayıplarımızın akıbetini öğrenmek istiyoruz. Kaybedenlerin cezalandırılmasını, bizden özür dilenmesini istiyoruz."
Bu söz, bütün kayıp yakınlarının neredeyse ortak talebi.
1995'te kaybedilen oğlu Murat Yıldız'a ne olduğunu bilmeyen Hatice Yıldız
"Oğlum 14 yıldır yok. Yalnızca kaybedenler değil, onları yargılamayan savcı ve
hakimler de sorumlu" diyor.
1995'te gözaltına alındıktan sonra işkence yapılmış cesedi Beykoz'da ormanlık
arazide bulunan ve Altınşehir kimsesizler mezarlığına gömülen Rıdvan Karakoç'un kardeşi Hasan Karakoç'sa "En azından çiçek koyacak bir mezarımız var.
Şanslıyız. Nasıl bir şanssa bu..." diye konuşuyor.
"Kardeşim ölü mü, sağ mı, bilmek istiyorum. Ölüyse, mezarına gidip çiçek bırakabilmek istiyorum." Bunlar da 2001'de Silopi'de kaybedilen HADEP ilçe yöneticisi Ebubekir Deniz'in abisi Mehmet Ata Deniz'in sözleri.
Bu taleplerin karşılanmasını sağlayan uluslararası sözleşme, tam adı "Bütün
Kişilerin Zorla Kaybedilmeden Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme" olan
Kayıplar Sözleşmesi. 81 ülkenin imzaladığı, 10 ülkenin onayladığı sözleşmeyi
Türkiye hâlâ imzalamadı.
İmzaya açıldığı Şubat 2007'den beri hükümetin sözleşmeyi imzalaması talebini
dile getire İnsan Hakları Derneği'nin (İHD) Başkanı Öztürk Türkdoğan, Türkiye'de sözleşmenin yürürlüğe girmesi halinde en önemli değişikliğin, kayıpların
akıbetini bulma çalışmaları olacağını söylüyor.
bianet'in görüştüğü Türkdoğan'a göre, bu, "sağ veya ölü, bütün kayıplara ne olduğunu ortaya çıkarmak" demek. Aynı zamanda, Türkiye kayıp vakalarıyla ve
ne yaptığıyla ilgili uluslararası raporlama sürecine de girecek.
"Ucu çok kişiye dokunur"
Fakat hükümetin bu konuda ne düşündüğüne, ne yaptığına dair bir işaret yok.
Türkdoğan, bunu kayıplarla ilgili kapsamlı araştırmaların ucunun bugün görevde olan birçok asker veya polise, aynı zamanda 90'lı yılların yetkililerine dokunacak olmasıyla açıklıyor.
Türkdoğan "Kanaatim, herkes bunu bildiği için sözleşme gündeme gelmiyor"
diyor.
Kayıp yakınları, her açıklamalarında, 90'lı yıllardaki kaybetmelerle ilgili, dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'i, başbakanı Tansu Çiller'i, olağanüstü
hal bölge valilerini, emniyet genel müdürü Mehmet Ağar'ı, Güneydoğu ve Doğu'daki jandarma komutanlarını sorumlu tutuyor. Diyarbakır İHD'ye göre, Güneydoğu'da 1990-200 arasında gözaltına alındığı bilinen kayıp vakalarının sayısı yaklaşık bin 500.
Ebubekir Deniz ve birlikte kaybedildiği Serdar Tanış'la ilgili, yakınları bugün
Ergenekon davasında sanık olan Levent Ersöz'ü işaret ediyor. Mehmet Ata Deniz "Eğer Levent Ersöz'le karşılaşırsam, ona 'Bu insanların suçu neydi' diye soracağım. Tek yaptıkları bir parti açmaktı" diye konuşuyor.
Birçok kayıp ve faili meçhulle ilgili bilgi veren eski PKK'li ve JİTEM tetikçisi
Abdülkadir Aygan, intihar ettiği söylenen JİTEM Diyarbakır Grup Komutanı
Abdülkerim Kırca'yı sorumlu olarak gösteriyordu. (TK)
http://bianet.org
Genelkurmay Başkanlığı'nın sitesinde yayımlanan ve e-muhtıra olarak da adlandırılan Askeri bildirinin
üzerinde tam 2 yıl geçti. Toplumsal
hafızanın unutkanlığına karşı bu utanç verici açıklamanın gündemde
tutulması gerektiğini düşünüyoruz.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hemen öncesinde yayımlanan ve açık
bir muhtıra niteliği taşıyan bu açıklama kamuoyunda geniş yankı bulmuş ve bir kısım siviller tarafından
da sahiplenilmişti. Zaten askeri darbelerin en temel meşruluk hedefi sivil destek beklentisi ya da inşasıdır.
Açıklama bu desteği vermeye gönülden razı olan veya razı kılınmış
sivil oluşumların da onayını almıştı.
Geniş toplum muhalefetiyle karşılaşan bu muhtıra ile ilk defa gerçek
siviller kazandı. Milletin iradesine
kast edenler ilk defa karşılarında
halkı gördüler. MAZLUMDER olarak biz de, Türkiye'deki darbeler ve
darbe süreçleri ile ilgili düzenlediğimiz çeşitli söyleşi, sergi, panel,
seminer gibi etkinlikler ile darbelerin yeni kuşakların da hafızalarında
yer edinmesini sağlamaya ve gündemlerinde bu konuyu canlı tutmaya çalıştık, çalışacağız.
Artık darbeci geleneğin gönüllü
temsilcileri de anlamalıdır ki darbeler bu ülkeye hiçbir şey kazandırmamaktadır. Bu gelenek toplumun
içinin daha da boşaltılmasına, fakirleşmesine, mağdur olmasına neden
olmaktadır. Bu gelenek ülkeyi piyon haline sokmakta bir takım işgallerin aracısı kılmaktadır. Bu gelenek güç sahiplerinin cebini şişirirken halkın geleceğini ipotek altına
almakta, bankaların hortumlanmasına, vatandaşın soyulmasına neden
olmaktadır.
Bu muhtıranın karşısında duran ve
toplumsal tabanı olan sivil kurum
ve kişilerin etkisiyle bu açıklama
havada kalmışsa da bir daha böyle
yollara tevessül edilmemesi için bu
utanç, sahiplerine sürekli hatırlatılmalıdır. Bu vesileyle, ümit ediyoruz
ki söz konusu teşebbüs darbeci geleneğin son halkası olur.
MAZLUMDER İstanbul Şubesi
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 57 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
''halkı
askerlikten
soğutmak iyidir''
'Halkı askerlikten soğutmak' suçlamasıyla bugün (7 Mayıs) yargı önüne çıkan Oğuz Sönmez, Mehmet
Atak, Gürşat Özdamar ve Serkan
Bayrak savunmalarını yaptılar.
Bir sonraki duruşma 8 Temmuz'a ertelenirken çıkışta, Avukat Eren Keskin, duruşmayı izlemeye gelenlerle
birlikte basına bir açıklama yaptı.
Beyoğlu 2. Sulh Ceza Mahkemesi'
nde başlayan duruşmada ilk savunmayı Oğuz Sönmez yaptı. Sönmez,
vicdani redci Mehmet Bal'a askeri
cezaevinde uygulanan işkenceyi
protesto etmek için yapılan basın
açıklamasına katıldığını, yazılan bildiriyi okuduğunu, protesto etmek
anlamında slogan attığını, militarizme, tüm yapılanmalarına, anlayış ve
kültürüne karşı olduğunu, bu anlamda halkın askerlikten sağutulmasının
iyi bir şey olduğunu düşündüğünü
söyledi.
Mehmet Atak (aşağıdaki) hazırladığı
yazılı savunmasını okuyup, hakime
verdi. Atak, kendisini suçlayan savcı
hakkında suç duyurusunda bulunduğunu, kendisini suçlu görmediği için
okuduğu metnin bir savunma olarak
algılanmaması gerektiğini özellikle
belirtti.
Gürşat Özdamar ve Serkan Bayrak
da vicdani redci Mehmet Bal'a askeri cezaevinde uygulanan işkenceyi
protesto etmek için yapılan basın
açıklamasına katılıp slogan attıklarını, polisin her zaman yaptığı gibi
yalan söyleyerek, GBT araştırması
yapıyoruz diyerek önce kimliklerini
aldığını daha sonra da gözaltına
alındıklarını söylediler.
"Derrida dilin eksikliliğinden bahseder, bence haklıdır. Hem fikir, his ve
izlenimlerimizi kelimelere döktüğümüzde onlar artık kendi hakikatlerinin birinin parafından yeniden şekillenmesi şeklinde eksilirler, hem de
yazı ya da söz olarak başka birisiyle
buluştuğunda bu kez de o kişinin algısına göre yeniden şekillenerek bir
kez daha eksilirler. En azından ikinci eksilmeye maruz kalmamak, zapta kendi terminolojim kadar geçmek
için okuduğum bu metnin kopyasının yazılı beyan olarak zapta geçmesini talep ediyorum.
Hukuk kuralları, insanlık tarihiyle
kaim değildir. Zaman ve mekana
izafi olarak değişmiştir, değişecektir. Mevcut T.C. hukuk kuralları dahilinde, akabinde açıklamalarımdan
sarih bir şekilde anlaşılacağı gibi bir
suç işlemediğim için, okuduğum bu
metin bir müdafaa değil, sadece bir
izahtır.
Kendi efkarımla yetinmeyeyim, bir
resmi kurumda yargılandığıma göre,
ben de mevzua resmi paraftan bakayım dedim ve devlet üniversitelerinden psikiyatri profesörleriyle fikir
teatisine girdim. "Askerlikten soğutulan halk"in psikiyatri bilimi adına
tahlilini talep ettiğimde, bana devlet
üniversiteleri tıp fakültelerinde okutulan, yani resmi tasdikli bir kitabin
iki bölümünü işaret ettiler: Prof Dr.
Avukat Eren Keskin, basın açıklaması yapmanın izne tabi olmadığını,
slogan atmanın da yasak olmadığını,
söz konusu basın açıklaması sırasında kendisinin de vicdani redci Mehmet Bal'ın yanında olduğunu ve işkence edilmiş bir vaziyette sedye ile
yanına getirildiğini, esas sorunun
vicdani ret olduğunu, Türkiye Devletinin AİHM kararlarına rağmen
yasal değişime direndiğini söyledi.
Mehmet Atak'ın
mahkemede okuduğu metin:
Ertuğrul Köroğlu ve Prof. Dr. Cengiz Güleç tarafından kaleme alınan
"Psikiyatri Temel Kitabı".
Bu kitabın "Zeka Geriliği" bölümünde "askerlikten soğutulan halk"ı
oluşturan tek tek insanların durumu
iki kategoriye girermiş: 1- Mental
Retardasyon yani zeka geriliği; 2Embesil yani orta dereceli zeka geriliği, bu durumdaki kişi başkalarının
iradesine tabi olur ve kendi kararlarını vermekten aciz olurmuş, yani
"askerlikten soğutulabilirmiş".
Aynı kitabın "Şizofreni" bölümü de
"askerlikten soğutulan halk"ı oluşturan tek tek insanların tanımlanması
için kullanılabilirmiş : Bu durumdaki kişide eylemlerinin sorumluğundan muaf olacak derecede "faik ve
mümeyyiz" değildir. Yani gerçeği
değerlendirme yeteneği ileri derecede bozuk olduğu için başkalarının
yönlendirmesine açıktır.
Mevcut Türkçe'de "halk" kelimesinin birbirleriyle de bazı noktalarda
örtüşen iki etimolojisi var: 1.si Arapçadan geliyor "herhangi bir insan
topluluğu; ahali" manasında. 2. Aramiceden geliyor, ama oraya da Eski
Yunancadaki "demos" kelimesinden
geçmiş "pay; bölünmüş; bir yana ayrılan kısım" manasında. Zannederim
"askerlikten soğutulan halk" Arapçadan gelen manasında yani ahali
manasında. Ben de mevcut TC sınırları dahilinde, T.C. vatandaşı insanlardan birisi olduğuma göre bu suç
isnadını yapan savcının benim
"mental retardasyon", "embesilite"
ya da "şizofreni" dahili bir psikiyatrik problemim olduğunu kanıtlamasını talep ediyorum. Herhangi bir
tam teşekküllü devlet ya da üniversite hastanesinin psikiyatri servisinde bu kontrolden geçmeye hazırım.
Bu üç tanımdan birine uymazsan bu
suçlamada bulunan savcı, halk'ı oluşturan insanlardan biri olarak bana
iftira atmış olur.
Modernite döneminde psikiyatrinin
entegre etme, edemediklerini de tecrit etme üzerine kurulu yapısını pek
tasvip etmesem de, mevcut bir devlet ya da üniversite hastanesinin kararına saygılı olacağım. Halk'ı oluşturan diğer insanlar ne yaparlar bilemem ama ben bu üç tanıma da uymuyorsam, bu tanımlar yaşayan dil
içinde hakaret sıfatları olarak da
kullanıldıkları için, bu suçlamayı
yapan savcı hakkında bana hakaret
ettiği için suç duyurusunda bulunacağım.
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 58 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
Halen müşteki olduğu dava Hasdal
Askeri Mahkemesi'nde devam eden
Mehmet Bal'ın askeri hapishanede
işkence görmesini protesto eden bir
gösteriye katılacaktım. Ama ancak
nihayetine yakın yetişebilmiştim ve
dağıtılan bildiriyi, yandaki bankanın
tozluklarına oturmuş, içimden yani
sessiz okurken bir insanın diğer insanların hüviyetlerine baktığını fark
edince, insanları "hüviyetini görmedikleri insanlara hüviyetlerini göstermemeleri" doğrultusunda ikaz
ederek müdahalede bulunmuş ve bunun neticesinde de gözaltına alınmıştım. Maruz kaldığım bu hak ihlali karşısında Beyoğlu Cumhuriyet
Savcılığı'na bir suç duyurusunda bulunmuş ve İstanbul Valiliği İl İnsan
Hakları Kurulu'na dilekçe vermiştim.
Benim hakkımda TCK 318'den dava
açan savcı, ihbarnamede çekilen video filminde 'slogan attığım ve pankart tuttuğumu' iddia etmiş. Videonun seyredilmesini talep ediyorum.
Kolay karıştırılacak bir fiziğim yok.
İnandığım bir pankartsa tutabilirim
ama mevzu bahis videoda pankart
tutan bir görüntüm olamaz çünkü
tutmadım. Slogan atma konusuna
gelince, meşrep olarak slogan atmayan, atmamış bir insanım. Hayatımdaki bulunabilecek tek slogan atan
görüntüm "Babam Askerde" isimli
filmdeki görüntümdür ki o bile hareketli bir görüntü değil, film dahilindeki bir fotoğraftır.
Video seyredildiğinde suçlandığım
her iki fiili de işlememiş olduğum
ayan beyan görülecektir. Mevcut
TCK'da maruz kaldığım bu durumu
işaret eden bir madde var.: Madde
271 yani "suç uydurma": Bu madde
de "İşlenmediğini bildiği bir suçu,
yetkili makamlara işlenmiş gibi ihbar eden ya da işlenmeyen bir suçun
delil veya emarelerini soruşturma
yapılmasını sağlayacak biçimde uyduran kimseye üç yıla kadar hapis
cezası verilir." diyor.
Laz Kültür Derneği
"Skani Nena" yı yayınladı
Laz Kültür Derneği, en önemli varlık nedeni olarak gördüğü yayın çıkarma hedefini hayata geçirerek "Skani Nena" yı okucuyla buluşturdu. Laz dili ve kültürüne yönelik tarih ve araştırma yazılarıyla birlikte şiir, destan ve masallara yer verilen derginin ilk sayısı yayınlandı.
Lazca ve Türkçe olarak iki dilde hazırlanan derginin devam sayıları
üçer aylık periyotla yayınlanacak.
Türkiye"de "Laz" kelimesiyle kurulan ilk dernek olan Laz Kültür
Derneği "Skani Nena" (Senin sesin- Senin dilin)"yı çıkardı. Bundan bir yıl önce Laz dili ve kültürüne ait değerleri incelemek, korumak ve bu dile ait her türlü
zenginliği insanlara tanıtmak
amacıyla kurulan Laz Kültür
Derneği, ilk olarak 2009 yılı Lazca masa takvimini çıkardı.
Daha sonra derneğin kuruluş çalışmalarıyla paralel ilerleyen
toplantılar meyvesini vererek
"Skani Nena" yayın hayatına
merhaba dedi. Normal dergi ebadında (A4), kapak hariç siyah beyaz yayınlanan derginin ilk sayısı
112 sayfadan oluşuyor. Lazca ve
Türkçe olarak iki dilde hazırlanan "Skani Nena" üçer aylık
periyotla yayınlanacak. Abonelik sistemiyle dağıtılacak derginin yıllık bedeli 40 lira olarak belirlendi.
Ska ni N ena ’ya b aşa rı la r d iler iz KIZ IL BAŞ
Video seyredildikten sonra beni bu
iki fiille itham etmiş savcı hakkında
bana delil olarak işaret ettiği videoda olmayan iki fiile dayanarak dava
açtığı için maddi ve manevi tacizde
bulunduğu için suç duyurusunda
bulunuyorum. Keza bu dolayımla
mahkeme ekip ve ekipman masraflarıyla kamuyu zarara uğrattığı için de
suç duyurusunda bulunuyorum."
07-05-2009
Kaynak:
http://savaskarsitlari.org/arsiv.asp?
ArsivTipİD=8&ArsivAnaİD=51781
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 59 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
Başbuğ
görevden
alınabilir
A l i
Taraf Gazetesi'nin ortaya çıkardığı askerin siyasi işlevi ve niyetleriyle ilgili "siyasi dehşet belgesi"
haberi her zamankinden farklı bir
işlev görüyor, farklı bir konjonktüre oturuyor ve farklı bir anlam
içeriyor.
Şunu kabul edelim, bunca gelişmeye, uzlaşma adımına, sivilleşme
çabasına rağmen, askerin ya
kurum olarak ya bir grup olarak
meşru hükümeti imhaya, bir toplumsal kesimi hedefe koymaya
soyunuyor.
Bu tür belgelerin onlarcası ortaya
çıktı, 28 Şubat'tan sonra… Ve hiç
biri yalanlanmadı, yalanlanamadı. Ama ya geçiştirildi, ya asker
ve merkez medya tarafından
önemsenmedi ya da doğrulandı.
Bu kez farklı…
Bu kez en devletçi, Kemalist,
hatta orducu yazarlar, gazeteler
bile ortaya çıkan belgeye mesafe
almak zorunda kaldılar. Tüm meslek kuruluşları ve önde gelen
yayın organları askeri yargının
habere dair koyduğu yayın yasağını bir sansür girişimi olarak
nitelediler.
Bu, önemlidir.
Askerin "gayri meşru siyasi işlevinin hareket alanının iyice daraldığını ve meşruiyetinin tükendiğini"
göstermektedir.
Belgenin yayınlanmasından sonra
bir dizi gelişme oldu.
B a y r a m o ğ l u
Önce yayın yasağı geldi.
Başbakan gerekirse yargıya başvuracağız dedi. Askeri Savcılık
açıklama yaptı. Ardından
Genelkurmay Başkanlığı açıklama
yapmak zorunda kaldı.
Bu son açıklama, itham eden ton
taşısa da savunma hattında kalıyordu.
Askerin açıklamasındaki şu cümlelerin altı özellikle çizilmelidir:
"Genelkurmay Askeri Savcılığı
tarafından bugün açıklandığı
şekilde, soruşturmada şu ana
kadar elde edilen delillerden
Askeri Savcılık, iddia edilen belgenin Genelkurmay Başkanlığının
herhangi bir biriminde hazırlandığına ilişkin bir kanaate ulaşamamıştır. Kriminal inceleme sonucunda, belgenin sahte veya gerçek
olduğuna ilişkin, Askeri Savcılık
kesin bir kanaate varabilecektir.
Önemli olan da, hazırlandığı
iddia edilen belgenin sahte veya
gerçek olduğunun, Askeri Yargı
tarafından en kısa zamanda
ortaya çıkartılmasıdır. Belgenin
doğruluğu ispat edilirse, sorumluların yasalar çerçevesinde yargı
makamları tarafından cezalandırılacağına ilişkin güvencemiz
tamdır. Türk Silahlı Kuvvetleri bu
konunun en yakın takipçisi olacaktır. Eğer belge sahte ise, Türk
Silahlı Kuvvetleri, bunun kimler
tarafından ve ne amaçla hazır-
landığının ortaya çıkarılmasının
da sonuna kadar takipçisi olacaktır…"
Ortada asker açısından "iradi bir
durum"dan çok bir "zorunluluk
hali" vardır.
Bu da önemlidir.
Ülke bu sıkıntıları keşke yaşamasa, demokrasi adına utanç verici
haller keşke ortaya çıkmasa…
Ama değişimin bedeli buysa, gidilen istikamet doğruysa, şikâyet
etmekten çok, sevinmek gerekir.
O zaman soru şudur: Peki şimdi
ne olacak?
Askeri savcılığın soruşturma süreci bize çok anlamlı gelmiyor…
Ama o belgenin altında imzası
bulunan ismi Kurmay Albay'ı
Ergenekon savcısının sorgulayacak olması önemli. Zira belge bir
Ergenekon tutuklusunun evinde
bulundu.
Sorgu sonrası tutuklama bile gelebilir…
Sonra siyaset var.
Asker, kamuoyuna, gazetecilere
meydan okuyucu, had bildirici
açıklamalar yapmak yerine, bunu
yaptığı, siyasete müdahale etmeye
soyunduğu, kaos ortamı yaratmaya çalıştığı için hesap vermelidir.
Aksi halde daha çok andıç ürer…
Bu noktada yargı kadar önemli
olan siyasettir.
Hesap sormanın bu açıdan koşulu
bellidir:
Siyasetin alanına sahip çıkması,
gerekiyorsa Genelkurmay
Başkanı'nın görevden alınması…
Bu arada unutmadan, bu koşullarda asker ya sertleşecek ya
değişecek böyle bir dönemin kapısı aralanıyor…
Bizce değişim kaçınılmazdır…
Hesap sorma ve yaptırım koşuluyla…
Kaynak: Yeni Şafak
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 60 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
MAZLUMDER "AKP ve
Gülen'i Bitirme Planı"nı
Yargıya Taşıdı
MAZLUMDER, Askeri savcılığın incelemeye aldığını açıkladığı "AKP ve Fethullah Gülen'i
Bitirme Planı"yla ilgili Genel
Kurmay Baskanı Basbuğ ve
planda imzası olduğu ifade edilen Kurmay Kıdemli Albay Çiçek'in "Anayasayı ihlal"den
yargılanmasını istedi.
Ankara - BIA Haber Merkezi
15 Haziran 2009, Pazartesi
İnsan Hakları ve Mazlumlar için Dayanısma Derneği (MAZLUMDER), Taraf gazetesinin
gündeme getirdiği "AKP ve
Fethullah Gülen'i Bitirme Planı"yla ilgili Genel Kurmay
Başkanlığı hakkında suç duyurusunda bulundu.
Ergenekon Sorusturma kapsamında tutuklanan Emekli Teğmen
Serdar Öztürk'ün bürosunda ele
geçirildiği savunulan "İrtica ile
Mücadele Eylem Planı" belgesini yargıya tasıyan MAZLUMDER, Genel Baskan Yardımcısı
Avukat Emrullah Beytar'ın imzasıyla sunduğu şikayet dilekçesinde, planın hazılannmasıyla
Ceza Yasası'nın 309. maddesinde yer verilen "Anayasayı ihlal"
suçunun islendiğini savundu.
ri için üzerlerine iftira atıldığı'
seklinde haberler yayınlatılacak..."
Dilekçede, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Basbuğ ve
planın üzerinde imzası bulun- Kriminal inceleme yapılacak
duğu iddia edilen Kurmay Kıdemli Albay Dursun Çiçek'in Son olarak Genelkurmay Başyargılanması talep edildi.
kanlığı Askeri Savcılığı, Anadolu Ajansı'na (AA), ''Yapılan
İki askeri görevli hakkında so- sorusturmada su ana kadar elde
rusturma açılmasının da "huku- edilen deliller değerlendirildikun üstünlüğü ilkesinin zorunlu ğinde, ele geçirildiği iddia edibir gereği" olduğuna yer veril- len belgenin, Genelkurmay
Başkanlığının herhangi bir biridi.
minde hazırlanmadığına ilişkin
12 Haziran'da Taraf gazetesinin bir kanaate varıldığını'' açıklagündeme getirdiği plana göre; ması yaptı.
"AK Parti içindeki ajanlar harekete geçirilip partide bölünme Askeri Savcılık, belgenin sahte
yasanıyormus hissi verilecek... olup olmadığı, kimlerce hazır'İsık evleri'nde silâh ve mühim- landığı konularının da kriminal
mat bulunması sağlanarak Ce- inceleme sonrasında ortaya
maate karsı 'silâhlı terör örgütü' çıkarılacağı ifade edildi.
davası açılacak... Bazı hedef kişiler hakkında medyada 'kara Eylem planına dair belgenin,
Genelkurmay Harekat Baskanpropaganda' yapılacak...
lığı Bilgi Destek Dairesi 3. BilErmenistan ve Yunanistan ile il- gi Destek Sube Müdürlüğünde
gili haberler tepki uyandıracak hazırlanan ve 3. Bilgi Destek
biçimde kullanılarak milliyetçi Şube Müdürü Deniz Kurmay
partilerin tabanı genisletile- Albay Dursun Çiçek'in paraf ve
cek... Ergenekon sanığı subay- imzasını içeren bir çalısmaya
lar hakkında 'masum oldukları, dair olduğu iddia edilmişti.
irticayla etkin mücadele ettikle- (EÖ)
GENEL MERKEZ
Genel Başkan: Ahmet Faruk ÜNSAL
Adres: Mithatpaşa Caddesi No: 21/14 Kızılay ANKARA
Tel: +90 (312) 435 77 95 - Faks: +90 (312) 435 77 98
Http: www.mazlumder.org.tr - E-Posta: [email protected]
[email protected]
http://www.hyetert.com
İSTANBUL
Şube Başkanı: AYHAN KÜÇÜK
Kalenderhane Mh. C.Y. Tosyalı Cd. No: 124-B Vefa İSTANBUL
[email protected]
Tel: (212) 526 24 38- 526 24 39 - Faks: (212) 526 24 41
web: www.mazlumderistanbul.org
http://www.network54.
mail: [email protected]
com/Forum/121213
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 61 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
BİR
ÖZGÜRLÜK
İSYANI:
"KOÇGİRİ"
SEZER ASLAN
Evet, bahsettiğimiz yer canı pahasına
özgürlükleri için başkaldıran yiğit insanların Alişerlerin, Zarifelerin diyarı,
Koçgiri.
Kendi kültürünü yıllardır sürdüren bir
toplum 1920 li yıllarda başka güçlerin
zorlu dayatmaları sonucu kendi onurunu, özünü, kültürünü korumak için,
canlarıyla bir özgürlük isyanına koyuldular. Ancak uzun sürmeden bu özgürlük isyanı zulmü dayatınların gözüne batmaya başladı, Koçgiri'ye onbinlerce asker gönderildi.
Gelenler isyanı değil Özgürlüğü bastırmaya geliyorlardı. Askerler, silahlar, toplar peşpeşe Koçgirililerin üzerinden geçerken buna fazla dayanamayacaklarını biliyorlardı.
İsmi Koçgirinin kara yazısı olarak tarihe geçen Topal Osman ve askerleri
işkence yaptığı insanların cesedlerini
bir şekilde toprağa gömmüş, yakmış
kendince yok etmişti.
Ancak unuttukları bir şey vardı. Geride Dağ gibi bir Koçgiri Kültürü kalmıştı ve onu yok etmeye kimsenin gücünün yetmeyeceğini düşünememişlerdi…
KENDİ KADERİNİ KENDİ ÇİZMİŞ
BİR TOPLUM ASİMİLE EDİLMEYE
ÇALIŞILAN KÜLTÜRÜNÜ VE ÖZÜNÜ YİNE KENDİ ÇABASIYLA
AYAKTA TUTUYOR…
Koçgiri aradan yıllar geçmesine rağmen kültürüne ve özüne tutunarak,
toprağın üzerinde kalabilmeyi başarmıştı. Ancak son otuz yılın getirdiği
göçler Koçgiri'li insanların, özellikle
de gençlerinin şehirleşmesine, özünü
kentin sokaklarında yitirmesine sebep
olmuştu. Halen Koçgiri Yöresinde
yaşamakta olan nüfusu azınlıkta kalmış. Kültürünü özüne bağlı yaşarken
gurbetin getirdiği rüzgar, genç kesim
başta olmak üzere gurbetteki Koçgirilinin Kültürüne bıçak vuruyordu…
Koçgirinin kültürünü, yaşadığı acıları
ve tarihini bilen gençleri ise, bir araya
gelip, Koçgirinin özünü ayakta tutabilmek amacıyla "KOÇGİRİ GENÇLİK GİRİŞİMİ"ni kurdular…
KOÇGİRİ GENÇLİK GİRİŞİMİ MİSYONU VE ÇALIŞMA EKİBİ
Gençlik Girişiminin kendine edindiği
görevlerin başında, Koçgiri Kültürünü
yine Koçgiriliye tarafsız bir şekilde,
doğru kaynağından anlatmak ve benimsetmekdir.
Bu tür çalışmaların düzenli işleyip ba-
şarıya ulanmasında en önemli unsur,
üzerinde çalışılan kitleden gelecek
destektir. Yine yöre insanının dini inançlarını, giyim-kuşamı, gelenek ve
görenekleri, düğün, cenazeleri merasimleri, halayları ve ağıtları gibi Koçgirinin öz kültür mirasını, halka anlatmak ve yaşatmakla bu ekibin görev
alanı içerisinde en önemli unsurdur…
KOÇGİRİ BELGESELİ
Özellikle de gurbetteki Koçgiriliye
yönelik, özünü bilmesini amaçlayan
bir proje gerekliydi.
Bunun için bir "KOÇGİRİ BELGESELİ"düşünüldü ki bu projede Koçgirinin tarihi ve kültürü, köy, köy gezilerek çeşitli röportajlarla, hem yöre insanın ağzından, hemde yörenin ileri
gelenlerinden dinlenecek, coğrafyası
gezilen yörenin, manzaralarıyla görüntülenecekdir.
Bu görüntüleri gören Koçgirili özünü
daha yakından bilip tanıyıp kendi kültürünü yaşam tarzını gelenek ve göreneklerini görerek kültürüne daha sıkı tutunabilecekdir…
Koçgiri Belgeseli çalışmaları Araştırmacı KOÇGİRİ GENÇLİK GİRİŞİMİ
üyesi Burhan Uygunun yönetiminde
son sürat başladı ve 2009 Temmuzunun ilk haftası Yol Tv`ninde desteğiyle Sivas, İmranlı ve Zara köylerinde
çekimlere başlanacak…
SON OLARAK…
Yıllardır asimile edilmeye çalışılan
türlü siyasete ve politikaya alet edilen
Koçgiri, başta bu proje kapsamında ve
kadrosunun titizliğiyle süren çalışmalarıyla kendisini başka çatılar altından
tecrit edecek ve artık "Biz de Varız!..."
diyebilecektir. Yine son söz halkının
desteğidir…
Aralıksız süren bu çalışmalarımızda
bize destek olmak istiyorsanız :
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 62 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
“müslüman basınında”
kızılbaş
dr.
murat
kayacan
"Alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü" şeklinde
bir spot cümleyle çıkan Kızılbaş
adlı derginin genel yayın yönetmeni, Ali Ülger ve merkezi de Almanya. Ancak dergi İstanbul'da
yayınlanıyor. Büyük oranda Ermeni Sorununa ayrılmış olan
derginin 8. sayısında
(Mart
2009) Ali Ülger, Alevi Bektaşilerin TC tarihinde yapılmış soykırım ve sürgünlere karşı çıkmadıkları kanaatinde olduğunu ifade etmekte ve Alevilere bağımsız
demokratik Kızılbaş Alevi Partilerini kurup demokratikleşmeye
katkıda bulunmalarını önermektedir.
Dergi, çuvaldızı kendine batırma
konusunda oldukça cesur. Alevilerin siyasi denemeleri "(Türkiye) Birlik Partisi" hakkındaki kitabın tanıtımına dair dergiye şu
spot cümle yerleştirilmiş: Alevilerin ilk partisini istihbaratçı
general kurmuş (Cümlenin sonunda! ya da? bulunmadığını belirteyim).
CHP ve TKP (Türkiye Komunist
Partisi) vs. örgütlerin Ergenekon'u desteklediği, Kemalist İlhan Selçuk ile dayanışmada bulunan kalabalık bir sazcı, şarkıcı
alevi grubunun bulunduğu tenkidinde bulunan Ülger'e göre;
Koçgiri, Dersim Çorum, Maraş,
Sivas, Gazi ve Örnek Mahallelerinde ve Madımak'ta insanların
katledilmesinden ilk elden sorumlu olan CHP'yi marabalık
yapan anlı şanlı düşük Alevilerin
durumu onur kırıcıdır (Dergide
bir yandan da Alevi ve Yöre derneklerinden Çankaya'da CHP'ye
destek metni de yer almakta). yine Ülger, Türk Silahlı Kuvvetlerinin 70-80 yıllık TC tarihinin
siyasal sorumlusu, devletin asil
kuvveti ve erki olduğunu söylemekte. Demokratikleşmenin yolunu açmak da orduyu siyasal
hayattan çıkartmakla mümkün.
Hüseyin Demirtaş'ın "Dedeye
maaş!" adlı yazısında ise, imamları ve müezzinleri maaşa bağlaması nedeniyle Diyanet, ruhban
sınıfı oluşturmakla itham edilmekte ve Alevilikte vakitli ibadet
olmayışı, dedeliğin rızaya bağlı
oluşu şeklindeki gerekçelerle dedelere maaş bağlanmasının benzer bir sonuç getireceği söylenmekte. Demirtaş soruyor: Cemaat dedeyi postta oturtmak istemezse ne olacak? Devlet memuru
diye göreve devam mı edecek?"
Rasim Ozan Kütahyalı'nın Kızılbaşlık üzerine yazısı da alıntılanmış. Kütahyalı'ya göre Kızılbaşlık sonradan dahil olunabilen
bir mezhep değil ve etnik bağlamda ele alınmalı.
Ünsal Öztürk münafıkların özelliklerini ayetlere göndermede
bulunarak sıraladığı "Müslüman
münafık İzzettin Doğan Hocaefendi" adlı yazısında Cem Vakfı
Başkanı İ. Doğan'ın ne namaz
kıldığını, ne hacca gittiğini, ne
Ramazan orucu tuttuğunu ne de
din için cihada kalktığını dolayısıyla ona Müslüman değil münafık denebileceğini söylemekte.
"Tarihsel bir gerçeklik mi ütopya
mı? Kızılbaş Alevilerde rızalık
şehri" adlı yazısında Haşim Kutlu ise, putların ormanında ve
putlarla çarpışarak ilerlediğini
söylemekte. Tevrat'tan ayetler
aktararak cennetin dünyada olduğunu anlatan yazar, keşke Hz.
Âdem'in bulunduğu cennetin
dünyada olup olmadığı konusunda Maturudi'nin görüşlerini okuyabilseydi de Müslüman mütefekkirlerden de bu görüşü beyan
edenlerin bulunduğundan haberi
olsaydı.
Dergide Dilek Güven ile yapılmış olan bir röportaj iktibas edilmiş. Güven, şu anki azınlıklara umumi menfi bakışın aksine
geçmişte Anadolu'da daha hoşgörülü bir ortam olduğunu ifade
etmekte: "Hem tehcir hem de
mübadele sırasında insanlar
Rum ve Ermeni komşularını korumuş. Mesela 1915'te Ermeniler Konya'dan sürülmüyor. Çünkü bölgenin ağası: 'Gâvursuz
memleket mi olur?' diye izin vermiyor."
Ermeni soykırımı ile ilgili olarak
İsmail Beşikçi de 1915'te yaşananların 1910 yılında Selanik'te
yapılan İttihad ve Terakki Fırkası Kongresi'nde planlandığını
ifade etmekte ve soykırım denildiğinde bunun illa da insanların
gaz odalarına konup öldürülmesi
anlamına gelmediğini sözgelimi
aç bırakmanın, birbirlerinden
habersiz kılmanın, çetelerin saldırıları karşısında korumasız
bırakmanın, ağır şartlarda çalıştırmanın da bir etnik nüfusu çürütmek anlamına geldiğini söylemekte.
Sait Çetinoğlu ise genelkurmay
kayıtlarından aktarımda bulunarak 1.Dünya Savaşında 800 bin
Ermeni ve 200 bin Rum'un hayatını kaybettiği bilgisini vermekte.
Ermeni Soykırımı konusunda
dergide Ramgavar Partisi eski
yöneticisi Nakkaşyan'ın açıklaması okuyucunun ilgisine sunulmakta: "İhsan Sabri Çağlayangil, 1977'de Ermeni örgütleriyle
gizlice görüşerek tazminat önerdi." Nakkaşyan Obama'ya yazdığı açık mektupta bu bilgiyi aktarmış.
Sivas olayları hakkında Yeni Şafak'ta yayınlanan Salman Yüksel
ile röportajda olayın sorumluluğu konusunda JİTEM'e göndermede bulunulmakta ve JİTEM'in
hem Madımak hem de Başbağlar
olayının sorumlusu olduğu ifade
edilmekte.
Görüldüğü gibi Kızılbaş ezber
bozan bir dergi. Alevi kesimden
dikkate şayan bir ses.
kaynak: (Konya’da yayınlanan
Memleket gazetesi 7 mayıs 2009)
http://www.memleket.com.tr/aut
hor_article_detail.php?id=9814
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 63 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
" Yetiş Ya Xızıre kal "
Kendal DOĞAN
Zordayız. Ya Hızır. Zalimin ve zorbanın elinde, düşkünün dilindeyiz. Boz atlı, nur yüzlü, ak sakallı pirim, yoldaşım,
yol bilenim ya Hızır neredesin?
Ya xızır! Hani çağrıldığında hazır ve nazırdın. Bilmez
misin yoksulun hali hal değil. Ezilenin, horlananın,
garibin. mazlumların gözü yolundadır.
Bize güç olmuştun, umut olmuştun biz seni, sen bizi
unutmuşa benziyorsun. Ya Hızır.
Çok mu uzaktasın? Deryalara dalıp ilyas, dağlarda Nebi
oldun. Gök yüzünde ay ve güneş oldun karanlıkları
aydınlığa çıkardın.
Ne oldu sana pirim neredesin?
Bilmez misin yazılanı, okunanı, tarikatı, yola gireni, pire
Başköylü
bağlananı duydun mu? Pirim. Rızalık alındığını, aklanmak için
HESEN EFENDİ
dara duran canı gördün mü? Pirim.
Hakkın yüzüne kim ulaşmış? Hak kapısına kim gitmiş?
Hızırda bir imdat olmadı,
Hak aşığı duydun mu? Pirim.
Alevileri düşman elinden
Hakikat aleminde yüzeni, Hakikat yolunu bileni gördün
almadı.
Hızır Alevilere borçludur,
mü? Pirim
Hemde gayet çok borçludur.
Hakkullah vereni, Hal ehlini, Hakikat sırrını bileni gördün
Hızır nerde kaldı, kesilen
mü? Pirim.
kurbanları görsün,
İkrar ayinini, ikrar edeni, ikrar kurbanını, ikrara
Tutulan oruçların ve
bağlananını gördün mü? Pirim
lokmaların hesabin versin.
Abayı ceddimizden bu ana
Düşkünlük darı kurulmuyor, Düşkünlük erkanı nerede,
kadar çağırıyoruz,
Düşkün Ocağının ateşi sönmüş Pirim.
Hızır kavuş carımıza diye
" Yetiş Ya Xızıre kal " derdi Dersimli, Koçgirili, Vartolu,
bağırıyoruz.
Kiğılı…
Hangi darlıkta, esirlikte
Dağdaki geyiklerle gezerdin, sevdalı yüreklere umut
kurtarmış?,
Düşman dibinden mi sarsıp
olurdun. Ne oldu sana?
aktarmış?.
Kimseler görmedi seni yakın zamanda. Şahı Horasanı
Düşman daima Alevilere
niyaz ederim. Şahı Merdan-ı, Şahı Şehidan-ı, Şahı
galiptir,
velayeti çıkaramam aklımdan. Hangi dondasın Pirim.
Aleviler düşmana daima
Yoksa sende mi?
mağluptur.
Akıl ermez yaradanın sırrına diyorsun.
Bir gece rüyama gir diye yakaran, sabah kalkıp yönünü hakka
dönen, kamil ile kardeş olmaya can atan yol
erine görün Pirim.
Bilirim bin bir donda görünürsün. Bir zaman Musa, bir zaman
Babek oldun. Bir zamanlar Eba Müslim. Hallac oldun,Nesimi
oldun,Pir Sultan oldun. ve de Deniz oldun. Lakin hangi donda
yeniden görüneceğini merak ederim.
Hatırlarım adına tutulan üç günlük orucu.
Lokma olarak dağıtılan kömbeleri.
Dem ile cemi, ne güzel olurdu orucun. Genç civanların aşkı
muhabbetleri, yetişkinlerin İnsanı kamile ulaşma kaygıları.
Pirim ulu yol bilenim Hızır'ım. yine de yetişmeni bekleriz.
Kardeş kardeşe düşman olmuş iken, yollar kapanmışken,
düşmanlıklar azmışken, kan akarken yetiş be Hızır.
Pirim yaşlı Hızır. Bozatlı yoldaşım yeter artık. Yetiş imdada.
http://www.kizilkoyu.com/ehlihak/haber_oku.asp?haber=222
kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 64 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de
Download