serum adiponektin seviyesinin glisemik kontrol üzerine etkisinin

advertisement
T.C.
SAĞLIK BAKANLIĞI
HAYDARPAŞA NUMUNE
EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ
5. İÇ HASTALIKLARI KLİNİĞİ
Şef: Dr. YILDIZ BARUT
SERUM ADİPONEKTİN SEVİYESİNİN
GLİSEMİK KONTROL ÜZERİNE
ETKİSİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
(İÇ HASTALIKLARI UZMANLIK TEZİ)
Dr. Mustafa CANHOROZ
İSTANBUL 2005
ÖNSÖZ
Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ ndeki İç Hastalıkları uzmanlık
eğitimim süresince, tıbbi bilgi ve deneyimlerinin artması için katkılarını esirgemeyen, akın
ilgi ve desteğini her zaman hissettiğimiz, çok değerli hocam Uzm. Dr. Arslan DAĞAR’ a
sevgi ve saygılarımı sunarım.
Klinik şefimizin emekliliğe ayrılmasından sonra şef vekilimiz olarak O’nun yokluğunu
aratmayan Şef Vekilimiz Uzm. Dr. Yıldız BARUT’a sevgi ve saygılarımı sunarım.
Rotasyonlarım esnasında bilgi ve tecrübelerimi esirgemeyen hastanemiz Enfeksiyon
Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Servis Şefi Doç. Dr. Paşa GÖKTAŞ’a; Hastanemiz
Biyokimya Kliniği Şef Vekili Uzm. Dr. Sacide ATALAY’a; Heybeliada Göğüs Hastalıkları ve
Tüberküloz Hastanesi Başhekimi ve 1. Dahiliye Klinik Şefi Uzm. Dr. Melahat
KURUTEPE’ye; Dr. Siyami Ersek Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Eğitim ve Araştırma
Hastanesi Kardiyoloji Klinik Şefi Uzm. Dr. Tuna TEZEL’e sonsu saygı ve şükranlarımı
sunarım.
İhtisasım süresince, klinik deneyim ve becerilerimi arttırmamda büyük katkıları olan
servis uzmanlarım Uzm. Dr. Sabri Şahin’e, Uzm. Dr. Neslihan Aydın’a, Uzm. Celal
Duman’a, Uzm. Dr. Ali Öztürk’e, Uzm. Dr. Müzeyyen Karasakal’a, Uzm. Dr. Ayça Kaya’ya
teşekkürlerimi sunarım.
Eğitimim süresince birlikte çalıştığımız değerli asistan arkadaşlarıma ve 5. İç
Hastalıkları kliniği hemşire ve personeline teşekkür ve sevgilerimi sunarım.
Yardımlarını ve sevgilerini benden esirgemeyen sevgili eşim ve tüm aileme, tüm
kalbimle teşekkür ederim.
Dr. Mustafa Canhoroz
2
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
……………………………………………………………………………. 2
GİRİŞ ve AMAÇ ………………………………………………………………………… 4
GENEL BİLGİLER
A. Diyabetes Mellitus …………………………………………………………… 6
B. Adipoz Dokunun Endokrin Fonksiyonları …………………………………... 38
C. Metabolik Sendrom ve İnsülin Direnci ……………………………………… 48
MATEYAL ve METOD ………………………………………………………………… 55
BULGULAR …………………………………………………………………………….. 58
TARTIŞMA ……………………………………………………………………………... 64
SONUÇ .………………………………………………...……………………………….. 69
ÖZET …………………………………………………………………………………….. 71
KAYNAKLAR …………………………………………………………….…………….. 72
3
GİRİŞ ve AMAÇ
Son zamanlarda yapılan çalışmalar yağ dokusunun sadece bir enerji deposu değil aynı
zamanda aktif endokrin organ olduğunu göstermiştir. Beyaz yağ dokusu, ihtiyaç fazlası
enerjiyi trigliserit halinde yağ hücresinde depolar ve ihtiyaç duyulduğunda hızla dolaşıma
verebilir. Yağ dokusu vücutta en büyük enerji deposudur ve enerjinin yağ hücresinde
depolanması ve salgılanması hormonal sinyallerle (insülin, katekolaminler, glukokortikoitler
gibi) kontrol edilir. Yağ hücresinden leptin, resistin, tümör nekrozis faktör-α (TNF-α),
adiponektin, adipsin, interlökin-6 (IL-6), plazminojen aktivatör inhibitör-1 (PAI-1),
transforming büyüme faktörü-α (TGF-α), anjiyotensinojen, asilation-stimüle edici protein
(ASP), insülin benzeri büyüme faktörü (IGF-I), prostaglandin I2 (PG I2), prostaglandin F2α
(PG F2α) gibi çok sayıda madde salgılandığı saptanmıştır. Leptin, enerji homeostazisini
düzenler ve vücut yağ dokusu hakkında hipotalamusa bilgi verir. Resistin, insülin direnci ve
periferik doku insülin hassasiyeti ile ilgili olabilir. TNF-α, insülin reseptör sinyaline karışır ve
obezlerde insülin direnci gelişimine neden olur. Adiponektin, ailevi hiperlipidemi
patogenezinde yer alır ve insülin direnci ile ilişkilidir.
Yağ dokusu salgıladığı bu ürünleri ile vücutta birçok sistemin fonksiyonunu etkiler.
Yağ hücresi pasif bir hücre değildir, aksine günlük enerji alımına bağlı sürekli hacim
değişkenliği gösteren, ekstrasellüler sıvıya sitokin, hormon salgılayan bir hücredir. Yağ
hücresi bu salgı ürünleri ile endokrin, parakrin ve otokrin yolla diğer hücrelerle haberleşir,
hormonlar ve sitokinlere membran reseptörleri aracılığı ile yağ asidini kana vererek, yağ
asitlerini hücre içine alarak depolama ve hormon, sitokin salgılayarak cevap verir.
4
Adiponektin, yağ hücresinden insülin stimülasyonu ile salgılanan, kollegen VIII ve
kompleman C1’e benzeyen, bir hormondur. Plazmada 2-25 μg/mL kadar bulunan adiponektin
salgılandıktan sonra plazmada kollegen I, III, V’e bağlanır, II ve IV’e bağlanmaz.
Adiponektin endotelyal adezyon moleküllerinin VCAM-I, ICAM-I ve E-selektin ile ilişkisini
inhibe eder ve inflamatuar sitokinler (TNF-α gibi) ile ilişkiyi tetikler. Obezlerde ve insülin
direnci gelişenlerde plazma seviyesi düşüktür. İn vivo koşullarda, kronik uygulamalarda,
Adiponektin enjeksiyonlarının plazma serbest yağ asidi miktarını azalttığı görülmüştür.
Adiponektinin insülin direncini birçok dokuda düzelttiği de saptanmıştır. İnsülin direnci
gelişmiş kemirici hayvanlarda intravenöz adiponektin enjeksiyonları insüline hassasiyeti
düzeltir. Adiponektin üretimi PPARγ agonistleri ile uyarılır.
Tip 2 diyabetik hastalar, belirgin olarak artmış aterosklerotik risklere sahiptirler.
Diyabetik popülasyonda ölümcül bir koroner kalp hastalığı geçirme riskleri neredeyse daha
önce myokard enfarktüsü geçirmiş olanlar kadardır. Bu artmış risk; hiperglisemi, dislipidemi
ve artmış inflamasyonla bağıntılıdır. Sadece yağ dokuları tarafından sentezlenen
adiponektinin tüm bu mekanizmalarda rol aldığı düşünülmektedir. Adiponektin, insülin etkisi
ve rezistansı üzerinde modülatör bir moleküldür ve tip 2 diyabet gelişimini önlemede etkindir.
Bunun yanında antiinflamatuvar etkileri de saptanmıştır. Ayrıca lipid metabolizmasında da
etkileri mevcuttur, kısmen artmış HDL düzeyleri ve azalmış trigliserit düzeyleri ile
bağıntılıdır. Daha önce yapılan çalışmalarda adiponektinin antiinflamatuvar özelliklerinin
diyabetik hasta gruplarında kan yağları ve glisemi üzerindeki etkileri fazlaca araştırılmamıştı.
Bu çalışmada adiponektinin diyabetik hasta popülasyonunda glisemik kontrolde
belirgin bir etkisi olup olmadığını araştırdık.(87-94)
5
GENEL BİLGİLER
DİYABETES MELLİTUS
Diyabetes mellitus; değişik sebeplere bağlı ve değişik komplikasyonlara yol
açan,heterojen,bir grup karmaşık metabolik bozukluktur. İnsülin hormon sekresyonunun
ve/veya insülin etkisinin mutlak veya göreceli azlığı sonucu karbonhidrat, yağ ve protein
metabolizmasında bozukluklara yol açar. Hiperglisemi yaygın bir özelliğidir ve bu yüzden
şeker hastalığı olarak da tanımlamak alışkanlık haline gelmiştir. Klinik olarak polidipsi,
poliüri, polifaji, ağırlık kaybı gibi klasik belirtiler ve hastalığa özel retinopati, nöropati,
nefropati gibi komplikasyonlar ile şüphe edilebilir ve tanınabilir. Doğru ve mantıklı tanı
kriterlerinin belirlenmesindeki problemler, son yarım asırda tanımlanan kriterlerdeki büyük
çeşitlilikten anlaşılabilir. Hastalığın sağlıklı popülasyonlarda taranması başka bir tartışmalı
alandır ve diyabet gelişme riski olan insanları erken dönemde tanıyıp komplikasyonların
önlenmesi amacını taşır. Bununla birlikte tarama yapılmasının yararlarına ait kanıtlar ikinci
derecede önem taşımaktadır ve henüz ideal bir yaklaşım belirlenmemiştir.
Diyabetes Mellitus Tarihi
Diyabetes mellitus’ a tarih yapraklarında ilk kez M.Ö. 1500 yıllarında Mısır
papirüslerinde rastlanmıştır. Bu papirüslerde bol su içme ve aşırı idrara çıkma ile seyreden
bir hastalıktan bahsedilmektedir. M.Ö. 5. yüzyılda Hint uygarlığında “Medhumeh”
adı
verilen, aşırı susama ve ağız kokusu ile birlikte “ballı idrarla” seyreden bir hastalıktan
bahsedilmiştir. Bu hastalığa sahip kişilerin genelde şişman insanlar olduğu ve hastaların
kuruyarak ve ağızlarının kokarak öldükleri belirtilmektedir. Hastalığa ilk kez diyabet adını
6
M.S. 130 – 200 yılları arasında yaşayan Kapadokyalı hekim Arataeus vermiştir. Dört ciltlik
eserinde diyabeti “hastalık nemli vücut ve uzuvlardan oluşur. Salgılar böbrek ve mesane
aracılığı ile dışarı atılır. Hastalardaki su yapımı asla kesilmez, fakat su kaybı bir bendin
açılmış kapağı gibi sürer gider. Bir süre sonra zayıflama, daha sonra da ölüm gelir.” diyerek
tanımlarken diyabetle ilgili ilk önemli belgeyi hazırlamıştır. (1)
Büyük
Türk-İslam
alimi
İbn-i Sina da şeker hastalığını M.S. 1000 yıllarında
bugünkü tanıma yakın şekilde tarif etmiş, ve eserleri M.S. 1500
yıllarına kadar tıp
okullarında ders kitabı olarak okutulmuştur.(2)
Thomas Willis 1600’lü
yılların sonunda diyabetik hastaların idrarlarının tatlı
olduğunu göstermiş ve hastalığa Diyabetes Mellitus adını vermiştir. Bundan bir yüzyıl sonra
İngiliz Methew Dobson idrardaki tatlı tadı, kristalleştirerek tespit ettiği şekerin verdiğini
göstermiştir. Aynı dönemde Pool ve Cawley kimyasal olarak idrarda şeker bulmuş ve
idrardaki şekerin glukoz olduğunu kanıtlamışlardır. Fransa’da Claude Bernard diyabetik
hastalardaki pankreasa ait
muhtemel fonksiyonları, spekülasyonları ve bulguları
değerlendirmiştir. Bernard, köpeklerde pankreatik kanalları bağlayarak veya kanallara yağ
veya parafin enjekte ederek tüm salgıları engelleyebileceğini ve organın da atrofiye
uğrayacağını göstermiştir. 1869 yılında “Pankreasın Mikroskopik Anatomisine Katkılar”
isimli tezinde Paul Langerhans kendi adını taşıyacak olan pankreas hücrelerinden ilk kez
bahsetmiştir. 1893 yılında Laguese, Langerhans tarafından tarif edilen adacıkların endokrin
pankreas dokusu oluşturabileceğini düşünmüş ve bu dokulara Langerhans adacıkları ismini
vermiştir.(3)
1921 yılında Banting ve Best pankreas ekstrelerinin diyabetik köpeklerde yüksek
glukoz düzeylerini düşürdüğünü göstermişlerdir. 1922 yılında Leonard Thompson adında
Kanadalı bir doktor ilk kez pankreas ekstresini bir insanda kullanarak tarihe geçmiştir.
İnsülinin moleküler yapısı 1955’de Sanger tarafından gösterilmiş ve bu buluşu kendisine
7
Nobel ödülünü kazandırmıştır.
Profesör Collip, keşfedilen insülini ilk defa saflaştıran
kişidir. Bu insülin kısa tesirli idi ve günde birkaç kez enjeksiyon gerekiyordu. 1936 yılında
Hagedorn kristalize insüline protamin ilave ederek ilk defa uzun etkili insülinlerden birini
buldu. 1972’de saf insülinler piyasaya sürüldü. İnsülin tedavisinde metabolik kontrol
sağlayabilen yöntemin endojen insülinin fizyolojik salınımını en iyi taklit edebilen yöntem
olduğunun 1993’de saptanması ile beraber
intensif insülin tedavisinin diyabetik
komplikasyonları önlemede ve geriletmede daha başarılı bir uygulama biçimi olduğu ortaya
konmuştur.
1926’da Frank tarafından yapılan ilk çalışmalardan sonra Biguanidler konusundaki
araştırmalar yoğunlaşmıştır. 1942’de sülfanamidlerin hipoglisemik etkisi bulunduktan sonra
sülfanilüre türevleri tıp dünyasına girmiştir.
1980’li
yıllardan
sonra
başlayan
pankreas adacık transplantasyonu, yapay
pankreasın bulunması, ve de diyabetin etyopatogenezinde immünitenin bulunması ve
immünsüpresif tedavilerin geliştirilmesi yeni bir çığır açtı. Çok kısa etkili rekombinan insülin
olan Lys-pro’nun ve çok uzun etkili geralgine insülinin günlük kullanıma girmesinden sonra
günümüzde halen çalışmaların ağırlık noktası oral insülin, immünoterapi ve pankreas
transplantasyonu olarak görülmektedir.
Diyabetes Mellitus’un Tanısı
Diyabetin tanısı için belirli sınırlar oluşturulmasının birkaç yolu düşünülmüştür.
Genellikle diyabet tanısı, kan şekerinin normal, sağlıklı bir toplum için tanımlanmış olan
sınırın dışında olması veya klinik ve diyabete bağlı patolojilere yol açan kan şeker düzeyi ile
konulurdu. İlk olarak ikinci seçenek tercih edilmiş ve altın standart olarak retinopati
kullanılmıştır. Bunun sebebi, diğer komplikasyonlarla karşılaştırıldığında, tanısının daha
kolay
konabilmesi ve diyabete özgü olmasıydı. Birkaç çalışma, geniş nüfus tabanlı
8
örneklerde glukoz değerlerine göre retinopatinin görülme sıklığını belirlemiştir(6). Bu
çalışmalarda görülmüş ki, glukoz değerleri 110 mg/dl ve 126 mg/dl olan grupta retinopati
prevalansı artmaktadır.
Özellikle
tip
2
diyabette,
kardiyovasküler
hastalıklar,
diyabete
özgü
komplikasyonlardan daha fazla morbidite ve mortaliteye yol açmaktadırlar. Bu yüzden
diyabetin kan şekeri ile retinopati
arasındaki
ilişkiden çok, sonrasında oluşan
kardiyovasküler problemler ile olan ilişki temelinde tanımlanması mantıklıdır (7). Diyabetin
klasik olarak tanı konduğu değerlerin bir hayli altında risk artmaya başlar ve eşik değerinin
etkisi konusunda sağlam deliller yoktur(7,8).
Retinopati oluşumu göz önüne alınırsa, bu komplikasyonun görülme sıklığının, açlık
plazma glukozunun 140 mg/dl olduğu durumlarda arttığı gözlenmiştir(9). Fakat bu konuda
yapılan yeni çalışmalarda bunun doğru olmadığı ve retinopati gelişmesinin gerçekte 120
mg/dl ve 126 mg/dl arasındaki açlık plazma glukoz düzeyleri ve glukoz yüklemesinden
sonraki ikinci saatteki 200 mg/dl’ den fazla olan plazma glukoz düzeyleri ile ilişkili olduğu
gösterilmiştir.(10,11)
Artık dünyada yaygın olarak kullanılan diyabet tanı kriterleri Amerikan Diyabet
Birliği (ADA) tarafından belirlenmiştir. Buna göre diyabetes mellitusun en basit tanısı açlık
glisemisinin venöz plazmada en az iki ardışık ölçümde 126 mg/dl veya daha yüksek olması
ile konur. Yine günün herhangi bir saatinde açlık ve tokluk durumuna bakılmaksızın
randomize venöz plazma glisemisinin 200 mg/dl’ nin üzerinde olması ve poliüri, polidipsi,
polifaji, zayıflama gibi diyabetik semptomların oluşu ile de tanı konulabilir (11)(Tablo 1).
Tablo 1. Diyabetes Mellitus Tanı Kriterleri (ADA)
1. Diyabet semptomları ve ≥200 mg/dl randomize plazma glukoz düzeyi:
9
Günün herhangi bir saatinde öğüne bakılmaksızın ölçülen plazma glisemi
değeri; Poliüri; polidipsi; Polifaji; Açıklanamayan ağırlık kaybı
2. Açlık plazma glukoz düzeyi ≥126 mg/dl; en az 8 saatlik açlık sonrası
3. Oral glukoz tolerans testi sırasında 2. saat plazma glukoz düzeyi 200 mg/dl
Açlık plazma glukoz düzeyi 110 mg/dl altında olan ve diyabet açısından yüksek risk
taşıyan bireylerde belirli aralıklarla oral glukoz tolerans testi (OGTT) yapılarak bozulmuş
glukoz toleransı veya diyabet aranmalıdır (12). Açlık kan şekeri tek başına tanı kriterlerini
karşılıyorsa OGTT’ye gerek yoktur. Ayrıca bozulmuş glukoz toleransı tanısı varsa OGTT
gerekir. ADA, açlık plazma glukoz düzeyi 110 mg/dl ile 126 mg/dl arasındaki değerler için
bozulmuş açlık glukozu adını verdiği yeni bir tanımlama önermiştir. (Tablo 2)
Tanı kriterleri içerisinde yer almayan glikolize hemoglobin (HbA1c), diyabet
tanısında kan şekerine karşı bir takım avantajlar sunar. Kişinin aç kalmasına veya OGTT
için iki saat beklemesine gerek yoktur. Retinopati ile ilişkisi açlık kan şekeri veya iki saatlik
tokluk şekeri kadar güçlüdür. Hem açlık hem de tokluk glukozunu yansıttığı için her ikisine
karşı bir avantajı olabilir. Buna rağmen uygulamadaki standardizasyon ve mali problemler
nedeni ile tanısal değerler üretmek henüz mümkün olmamıştır (11).
Tablo 2. Glukoz toleransının sınıflaması
Açlık Plazma Glukozu
Normal < 110 mg/dl
Bozulmuş açlık glukozu ≥ 110 mg/dl ve <126 mg/dl
Diyabet ≥ 126 mg/dl
OGTT sırasında 2. saat plazma glukozu
Normal < 140 mg/dl
Bozulmuş açlık glukozu ≥ 140 mg/dl ve <200 mg/dl
Diyabet ≥ 200 mg/dl
10
Diyabetes Mellitus’un Sınıflaması
İlk kez 1979 yılında Ulusal Diyabet Veri Grubu (NDDG) ve daha sonra da 1985
yılında Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından diyabetin geniş bir sınıflandırılması
yapılmıştır (9,13). WHO’ nun yaptığı sınıflama kliniksel olup aynı zamanda diyabeti
terminolojik olarak insüline bağımlı (IDDM) ve insüline bağımlı olmayan (NIDDM) olarak
da adlandırmıştır. Her iki grup diyabet heterojen olduğundan WHO sınıflamasının genel
uygulanabilirliği sınırlıdır. Örneğin, özellikle yetişkinlerde etiyolojik, fenotipik ve klinik
kriterlerin karışımına dayanarak IDDM ve NIDDM arasında açık ve tam anlamıyla
birbirinden bağımsız olduklarını gösteren bir faklılık gözlenememiştir. Buna karşı her iki
sınıflama, epidemiyolojik çalışmalarda ve hastaların tedavisinde klinik araştırma ayırımı için
önemli ve gerekli yönergeleri sağlamıştır. Daha sonra ADA tarafından 1998 yılında önerilen
yeni sınıflama ise etiyolojik olup, insüline bağımlı olan ve insüline bağımlı olmayan diyabet
yerine tip 1 ve tip 2 diyabet terminolojisini de önermektedir. (Tablo 3)
Tablo 3. Diyabetes mellitus’ un etiyolojik sınıflaması (ADA)
I-
Tip 1 Diyabetes Mellitus (IDDM)
A- İmmünolojik
B- İdiyopatik
II-
Tip 2 Diyabetes Mellitus (NIDDM)
İnsülin direnci veya insülin salgı bozukluğu ağırlıklı nedendir.
III-
Diğer Spesifik Tipler
11
A- β Hücre fonksiyonunda genetik bozukluk
1- Kromozom 12, HNF-1 Alfa (MODY 3)
2- Kromozom 7, glukokinaz (MODY 2)
3- Kromozom 20, HNF-4 Alfa (MODY 1)
4- Mitokondriyal DNA
5- Diğerleri
B- İnsülin etkisinde genetik bozukluk
1- Tip A insülin rezistansı
2- Leprechaunizm
3- Rabson-Mendenhall sendromu
4- Lipoatrofik diyabet
5- Diğerleri
C- Egzokrin pankreas hastalıkları
1- Pankreatit
2- Travma/Pankreaktomi
3- Neoplazm
4- Kistik fibrozis
5- Hemakromatozis
6- Fibrokalkülöz pankreas
7- Diğerleri
D- Endokrinopati
1- Akromegali
2- Cushing sendromu
3- Glukagonoma
12
4- Feokromasitoma
5- Hipertiroidizm
6- Somatostatinoma
7- Aldesteronoma
8- Diğerleri
E- İlaç yada kimyasallara bağlı
1- Vacor
2- Pentadimin
3- Nikotinik asit
4- Glukokortikoidler
5- Tiroid hormonu
6- Diyazoksit
7- Beta-adrenerjik agonistler
8- Tiazidler
9- Dilantin
10- Alfa-interferon
11- Diğerleri
F- Enfeksiyonlar
1- Konjenital Rubella
2- Sitomegalovirüs
3- Diğerleri
G- İmmün diyabetin bilinmeyen formları
1- Stiff-mann sendromu
2- Anti-insülin antikoru
3- Diğerleri
13
H- Diyabetle bazen birlikteliği olan genetik sendromlar
1- Down Sendromu
2- Klinefelter Sendromu
3- Turner Sendromu
4- Wolfram Sendromu
5- Friedreich Ataksisi
6- Huntington Koresi
7- Laurence-Moon-Biedl Sendromu
8- Miyotonik Distrofi
9- Porfiria
10- Prader-Willi Sendromu
11- Diğerleri
IV-
Gestasyonel Diyabetes Mellitus
Epidemiyoloji
Diyabetes mellitus, bütün toplumlarda ve ırklarda görülen bir hastalıktır. Türkiye’ de
diyabet prevalansı % 3,84, tip 2 diyabet prevalansı % 2,04, tip 1 diyabet prevalansı % 1,08’
dir.(64)
Tip 1 diyabet çocukluk çağında ortaya çıkan kronik hastalıklar içinde en sık
görülenlerinden biridir. Dünyada her yıl 50 000 yeni vakaya tip 1 diyabet tanısı konmaktadır.
Beyaz ırkta 20 yaş altı çocuk ve gençlerde tip 1 diyabet insidensi binde 1-3 civarındadır.(16)
14
Tip 2 diyabet tüm dünyada en sık rastlanan diyabet formudur. Hastalık ilk yıllarda
genellikle asemptomatik olduğu için gelişmiş ülkelerde bile, bilinen diyabetlilerin
bilinmeyenlere oranı 2/1’ dir.(24,30)
A.B.D.’ de yapılan çalışmalarda 20-74 yaş grubu toplumda diyabet prevalansı % 6,6
bulunmuş ve bilinmeyen diyabet olgularının % 50 civarında olduğu bildirilmiştir. (24)
Tip 1 Diyabetes Mellitus (IDDM)
Tip 1 diyabet hastalarının insülin salgılama kapasiteleri azdır veya hiç yoktur; ve
metabolik dekompanzasyon ve ölümü engellemek için dışarıdan insüline ihtiyaçları vardır.
Genelde diyabet, daha
önce sağlıklı, obez
olmayan çocuklarda ve
gençlerde günler
içerisinde ortaya çıkar. Daha yaşlı gruplarda ise bu başlangıç daha yavaş olur. İlk incelemede
tipik hasta genellikle hasta görünüşlüdür ve belirgin semptomları vardır (poliüri, polidipsi,
polifaji ve kilo kaybı). Hatta bunlarda ketoasidoz saptanabilir. Tip 1 diyabetin yıllar süren
semptomsuz preklinik dönemi olduğuna inanılmaktadır. Bu dönemde pankreasta beta
hücreleri HLA, genetik faktörler ve çevre tarafından etkilenen bir otoimmün saldırıyla
yavaşça yok edilmektedirler. Bazı hastalarda ise herhangi bir akut hastalık, preklinikten klinik
döneme geçişi hızlandırabilir.
İlk olarak metabolizmayı normale çevirmek için insülin
tedavisi şarttır. Tedavi başlangıcını takiben, haftalar veya haftalar sürebilen balayı dönemi
başlayabilir. Bu dönemde beta hücre fonksiyonunun kısmi düzelmesi ve akut hastalığın sebep
olduğu insülin direncinin terse dönmesi, gerekli insülin dozlarında azalmaya yol açar. Bundan
sonra insülin salgılama kapasitesi kademeli olarak yıllar içerisinde kaybolur. Tip 1 diyabetes
mellitus bir otoimmün hastalıktır ve bu HLA birlikteliğiyle ve adacık hücrelerine karşı
oluşmuş antikorlarla kanıtlanabilir. Bu hastalık diyabet popülasyonunun % 10 kadarını
oluşturur (14,15).
15
Tip 1 diyabet iki ana kategoriye ayrılabilir: immünolojik ve idiyopatik diyabetes
mellitus. İmmünolojik tip 1 diyabetes mellitusa pankreatik beta hücrelerinin otoimmün
hücresel yıkılması sebep olur. Hastaların % 90’ ından fazlasında tanı esnasında adacık hücresi
otoantikorları, insülin otoantikorları ve glutamik asit dekarboksilaza karşı oluşmuş
otoantikorlar saptanır ve bunlar beta hücreleri tamamen yok olduğunda kaybolurlar. Tip 1
diyabetin gelişmesinde dokuz kromozomun üstündeki en az 12 ayrı genetik lokus
saptanmıştır. Çevresel faktörlerin de tip 1 diyabetin gelişmesinde önemli bir yeri olduğu
anlaşılmış fakat kesin rolü henüz tanımlanamamıştır. En sık başlangıç dönemi çocukluk ve
gençlik çağları olarak ve özellikle 30 yaşın altı olarak tespit edilmiştir. Bugünlerde Avrupalı
diyabetiklerde % 10 gibi bir grubun yavaş gelişen tip 1 diyabete sahip olduğu, ve bunların
klinik olarak sanki tip 2 diyabet hastasıymış gibi kliniklere başvurduğu ve gerçek tanıyı oral
tedaviye cevap vermemeleriyle ve insülin ihtiyacına hızlı geçişle aldıkları anlaşılmıştır.
İdiyopatik tip 1 diyabetes mellitus insülin eksikliği varlığı ile birlikte olan ve otoimmün beta
hücresi yıkımının kanıtları olmadan saptanan tiptir. İnsülin sensitivitesi ölçüldüğünde normal
saptanır. Bu diyabet formu daha sıklıkla Afrikalı Amerikalılarda gözlenmekle beraber genel
görülme sıklığı bu popülasyonda dahi azdır. (17)
Diğer Spesifik Tipler
Bu kategori, birçok spesifik hastalığın, ilacın ve durumun sebep olduğu bir seri
diyabetik sendromu kapsar (bkz. Tablo 3). Genetik araştırmalar, daha önce tip 2 diyabetin bir
formu olarak gözüken MODY (maturity-onset diabetes of young) patogenezine yeni bakış
açıları
kazandırmıştır.
MODY,
değişik
kromozomlardaki
birçok
genetik
lokusun
mutasyonlarıyla tariflenen beta hücre fonksiyonlardaki genetik bozukluklarla tanımlanır. En
sık görülen formu olan MODY Tip 3, 12. kromozomda bulunan hepatosit nükleer faktör 1alfa (HNF- 1α) adındaki transkripsiyon faktöründe oluşan mutasyonla ilgilidir. MODY Tip 2
16
ise 7. kromozom üzerinde bulunan glukokinaz genindeki mutasyonla ilişkilidir. Bütün bu
durumlar, baskın otozomal bir şekilde geçerler. (14)
İnsülin etkisindeki genetik bozukluklara bağlı olarak oluşan ve sık görülmeyen diyabet
tipleri de vardır. İnsülin reseptör mutasyonları ile birlikte görülen metabolik bozukluklar
hiperinsülinemi ve hafif hiperglisemiden ağır diyabete kadar değişebilir.(18)
Birçok ilaç insülin salgılanmasını bozar. Bu ilaçlar diyabete neden olmazlar, sadece
insülin direnci olan bireylerde diyabetin oluşmasını hızlandırırlar (19). Vacor ve intravenöz
pentadimine gibi toksik maddeler ise beta hücrelerini kalıcı olarak tahrip ederler (20).
Bazı virüs enfeksiyonları diyabet ile ilişkili bulunmuştur. Konjenital rubella olan
hastalarda HLA ve immün belirteçler bakımından tip 1 diyabet özelliği gösteren diyabet
oluşmuştur. Ayrıca coxackievirüs B, cytomegalovirüs, adenovirüs ve kabakulak virüsünün
diyabet oluşmasına yol açtığı ileri sürülmüştür (21).
Down
sendromu,
Klinefelter
sendromu,
Turner
sendromu
gibi
kromozom
anomalilerinin olduğu birçok genetik sendrom diyabetinin artmış sıklığı ile birlikte olabilir.
Gestasyonel Diyabetes Mellitus
Gestasyonel diyabet terimi ilk kez gebelik sırasında oluşan veya saptanan bozulmuş
glukoz toleransını tanımlamaktadır. Gebelikten önce bilinen diyabeti olan kadınlar
gestasyonel diyabet olarak tanımlanamaz. Gestasyonel diyabet genellikle gebelikle ilgili
insülin antagonistik hormonlarının tepe yaptığı ikinci veya üçüncü trimesterde ortaya çıkar.
Doğumdan sonra her zaman olmamakla beraber, genellikle glukoz toleransı normale döner.
Buna rağmen bu hastaların % 30 ila % 40’ ında tip 2 diyabet 5 ila 10 yıl arasında gelişebilir.
Nadiren hamilelik tip 1 diyabeti başlatabilir. Gestasyonel diyabet gebe kadınların hemen
hemen % 2’ sinde gelişmektedir. Hastalar genellikle hafif ve asemptomatik hiperglisemi ile
17
seyretmelerine rağmen hiperglisemiye bağlı fetal morbidite ve mortaliteden korunmak için
genellikle insülin ile sıkı bir tedavi gerekir(14).
WHO gebelerde OGTT yorumunun gebe olmayan erişkinlerdeki gibi yapılmasını
önermekte, NDDG ise 100 gr glukoz ile 3 saatlik OGTT önermektedir. WHO ayrıca her
gestasyonel diyabet olgusunda postpartum 3. ayda 75 gr glukoz ile OGTT yapılmasını
önermektedir(22). ADA’ ya göre gebeliğin sonlanmasından en az 6 hafta sonra glukoz
toleransının; diyabet, bozulmuş açlık glukozu, bozulmuş glukoz toleransı veya normoglisemi
olarak sınıflandırılması ve hastaların uzun dönem takibi gereklidir(23).
Bozulmuş Glukoz Toleransı ve Bozulmuş Açlık Glukozu
Bozulmuş glukoz toleransı (IGT) tanısı, 2 saat sonundaki glukoz konsantrasyonu 140
mg/dl ila 200 mg/dl olan sınırdaki hastalar için tanımlanmıştır. Bu hastalar tipik olarak normal
veya hafif yükselmiş açlık plazma glukoz seviyesine sahip olmakla beraber sadece oral
glukoz yüklemesi ile karşılaştıklarında belirgin hiperglisemi gösterirler. Yaklaşık olarak
bozulmuş glukoz toleransına sahip kişilerin üçte biri 10 yıl içerisinde tip 2 diyabetes mellitus
geliştirirler. Bozulmuş glukoz toleransı aynı zamanda metabolik sendrom X’ in de bir
parçasıdır ve aterosklerotik kardiyovasküler hastalık için bir risk faktörüdür. Normal
popülasyonun açlık glukoz değerlerinin 110 mg/dl’nin üstünde olması pek sık
görülmemektedir. Buna ek olarak 110 mg/dl’ yi aşan açlık glukoz seviyeleri 1. faz insülin
salınımının bozulması ve mikrovasküler ve makrovasküler komplikasyon gelişme riskinde
artmayla ilişkilidir. Bu yüzden normal glukoz dengesi ve diyabet arasında kalan, bozulmuş
açlık glukozu (IFG) adı verilen yeni bir tanısal kategori yaratılmıştır. Bozulmuş açlık glukozu
olan kişiler 110 mg/dl ile 126 mg/dl arasında açlık kan şekerine sahiptirler. 1970’ li yıllarda
hafif derecede glukoz intoleransı olan hastalar, diyabetik olarak değerlendiriliyordu. Fakat
yukarıda tanımlanan iki bozukluğun normal glukoz toleransı ile diyabet arasındaki ara
18
metabolik bozukluklar olduğu gösterilmiştir. Her iki durumda da normal veya normalin üst
sınırında glikolize hemoglobin düzeylerine rastlanır. Bunlar metabolik sendrom X ile ilişkili
olduklarından tip 2 diyabet ve kardiyovasküler hastalıklar için risk oluştururlar(17,23).
Tip 2 Diyabetes Mellitus (NIDDM)
Tip diyabet tüm dünyada en sık rastlanan diyabet formudur. Hastalık ilk yıllarında
genellikle asemptomatik olduğundan bilinen diyabetlilerin bilinmeyen diyabetlilere oranı 2/1
dır(24). Dünya Sağlık Örgütü ve epidemiyeloji otoritelerinin 1993 ve1995 yıllarında yapmış
olduğu tahminlere dayanarak gelişmekte olan toplumlar başta olmak üzere dünyanın hemen
her yerinde tip 2 diyabet epidemisinden bahsedilmektedir. Tahminlere göre 100 milyon
civarındaki diyabet hasta sayısının önümüzdeki 10 yılın sonunda 200 milyona ve 21. yüzyılın
ilk çeyreğinde ise 300 milyona ulaşması beklenmektedir(25). A.B.D.’ de yapılan çalışmalarda
20-74 yaş grubu toplulukta diyabet
prevalansı % 6,6 bulunmuş ve bilinmeyen diyabet
olgularının % 50 civarında olduğu bildirilmiştir. Ülkemizde ise 1997-98 yıllarında yapılan
“Türkiye Diyabet Epidemiyeloji Çalışması(TÜDEP)” e göre 20-80 yaş grubu diyabet sıklığı
% 7,2 bozulmuş glukoz toleransı ise % 6,7 bulunmuştur(26,27).
Tip 2 diyabet genel olarak orta yaş grubu ve yaşlıların hastalığıdır. Bununla beraber
bazı etnik gruplarda genç erişkin ve adolesan gruplarda da sıklığı artmaktadır. Ancak, bu son
bahsedilen grubun erişkin yaşlarda görülen yavaş seyirli tip 1 diyabet olgularından ayrımının
iyi yapılması gerekir.(15,28,29)
Tip 2 diyabette belirli risk faktörleri mevcuttur. İlk olarak tip 2 diyabet sıklığının
yaşlanma ile paralel artış gösterdiği bilinmektedir. Diyabet-yaşlanma ilişkisi toplumdaki
kümülatif insidense ve mortalite oranına bağlıdır. İkinci olarak monozigot ikizlerde tip 2
diyabetin % 90’ a varan çok yüksek oranda konkordans göstermesi, hastalığın gelişmesinde
genetik faktörlerin önemli ölçüde rolü olduğunu düşündürtmektedir. Amerika’ da Pima
19
yerlilerindeki diyabet sıklığının bu etnik grupların normal Amerikan toplumu ile karışmış
olduğu topluluklara nazaran daha yüksek olduğu gösterilmiştir. Yine bir ailede birinci derece
akrabalarda diyabet bulunması, diyabet riskini 2-6 misli arttırır. Ailedeki diyabetli birey sayısı
arttıkça diyabet riski yükselir. Çeşitli etnik gruplarda tip 2 diyabetin bazı HLA grupları ile
ilişkili olabileceği bildirilmiştir. Ayrıca Tablo 3’ den de görüleceği üzere, bazı ailevi özel
diyabet formlarında spesifik gen mutasyonları gösterilmiştir. Obezite, tip 2 diyabete sıklıkla
eşlik eden bir metabolizma bozukluğu olmanın yanı sıra, kişide diyabet gelişeceğini
belirleyen önemli bir risk faktörüdür. Pima yerlilerini inceleyen bir çalışmada beden kitle
indeksi (BKİ) < 20 kg/m2 ile BKİ > 40 kg/m2 olan insanlar karşılaştırıldığında her bin kişi
için yıllık diyabet insidensinin 0,8’ den 72’ ye yükseldiği saptanmıştır. Toplumsal
araştırmalar diyabet gelişme riskinin BKİ’ den başka vücut yağ kitlesi artışı ile de paralel
olarak arttığını ortaya koymuştur. Bu nedenle en azından bel çevresi veya bel/kalça oranı ile
abdominal yağ kitlesi tahmin edilmelidir. Obezitenin yanı sıra sedanter yaşam biçiminin de tip
2 diyabet gelişmesinde önemli rol oynadığı bilinmektedir. A.B.D. ve Çin’ de yapılan
çalışmalarda, düzenli egzersiz yapan kişilerde diyabet görülme sıklığının azaldığı tespit
edilmiştir(27,29-36).
Heterojen bir hastalık olan insüline bağımlı olmayan diyabetin patogenezinden, beta
hücre fonksiyon bozukluğu, insülin direnci ve hepatik glukoz üretim artışı gibi üç ana
metabolik bozukluk sorumludur. Hepatik glukoz üretim artışının primer bozukluk olduğunu
gösteren bulgular azdır. İnsülin eksikliği ve/veya insülin direnci ise asıl nedeni oluşturur.
Fakat NIDDM’ in ortaya çıkışında insülin eksikliği ile seyreden beta hücre fonksiyon
bozukluğundan (37) veya insülin direncinden (38,39) hangisinin primer olarak sorumlu
olduğu güncel bir tartışma konusudur. Bunun yanında beta hücre fonksiyon bozukluğu ve
insülin direnci arasında karşılıklı bir etkileşimin olduğu ve her ikisinin de patogenezde birlikte
rol aldığı da ileri sürülmektedir(40). NIDDM’ deki primer patolojinin beta hücre fonksiyon
20
bozukluğu veya insülin direnci olmasında yaşın, etnik farklılıkların, şişmanlığın ve diyabetin
heterojenitesinin kısmen de olsa belirleyici olduğu ileri sürülmektedir(41).
Yukarıda belirtilen tartışmalardan ayrı olarak son yıllarda NIDDM’ in oluşmasında
dördüncü bir görüş, primer bozukluğun hiperinsülinemi olduğu ve insülin direncinin
hiperinsülinemiye bağlı olarak oluştuğu hipotezi ortaya atılmıştır. Bu hipoteze göre merkezi
sinir sisteminde ventromedial hipotalamus, median eminans ve henüz tanımlanamayan bazı
alanlardaki değişiklikler gıda alımı, termogenez ve sempatik sinir sistem aktivitesinin
düzenlenmesinde rol alan nöropeptid Y ve/veya diğer nöro-regulatuar peptidlerin üretimini
arttırarak vagus sinirini uyarmakta ve bu da insülin salgısını uyarmaktadır. Ayrıca sağlıklı
bireylerde yapılan çalışmalarda kronik fizyolojik öglisemik hiperinsülineminin insülin
direncine neden olduğu gösterilmiştir. Hiperinsülineminin hasta nonoksidatif glukoz
kullanımını veya glikojen sentezini bozarak tıpkı NIDDM’ de olduğu gibi insülin direncine
yol açabileceği ileri sürülmektedir. Fakat tüm bunlara karşın NIDDM’ in oluşmasında en
önemli iki patogenetik faktör insülin eksikliği ve insülin direncidir(42,43).
Tip 2 diyabetin patogenezine bakıldığında ilk bozukluk beta hücre fonksiyon
bozukluğudur. İnsülin direnci ile birlikte olsun veya olmasın, eğer mutlak bir insülin eksikliği
varsa NIDDM kaçınılmazdır. İnsülin salgılanmasında bozukluğa yol açan etiyolojik faktörler
Tablo 4’ de sıralanmıştır(44).
Tablo 4. İnsülin salgılanmasında bozukluğa yol açan faktörler
1- İnsülin salgısında kantitatif bozukluklar
a- İnsülin salgısında kalitatif bozukluklar
b- Birinci faz insülin salgısının bozulması
2- Pulsatil insülin salgılanmasının bozulması
3- Proinsülin salgılanmasında anomaliler
21
4- Düşük doğum ağırlığı (Thrifty fenotip hipotezi)
5- Glikoz toksisitesi
6- Amilin (Adacık amiloid polipeptid)
7- Calcitonin-Gene-Related-Peptid (CGRP)
8- İnkretinler (Glucagon like peptid-1, GİP, Galanin)
9- Lipotoksisite
10- İnsülin salgılanma bozukluğunda genetik nedenler
NIDDM’ in patogenezinden birinci derecede sorumlu olan bozukluk insülin direncidir.
İnsülin direnci, normal konsantrasyonlarındaki insülinin normalden daha az biyolojik yanıt
oluşturması, başka bir anlatımla glukoz kullanımını uyarma etkisinin azalmasıdır. İnsülin
direnci primer olabileceği gibi başlangıçta azalmış insülin salgılanmasına sekonder olarak
gelişen bir hiperinsülinemiye bağlı olabilir. İnsülin direnci NIDDM ve kardiyovasküler
hastalıkları önemli bir klinik göstergesi sayılmaktadır. Normalde insülin karaciğerde
glukoneogenezde ve glikojenolizi inhibe ederek hepatik glukoz üretimini baskılar. Ayrıca
glukozu kas ve yağ dokusu gibi periferik dokulara taşıyarak burada glikojen olarak
depolanmasını yada enerji üretmek üzere okside olmasını sağlar. İnsülin direncinde insülinin
karaciğer, kas ve yağ dokusundaki bu etkilerine karşı direnç oluşarak hepatik glukoz
supresyonu bozulur. Kas ve yağ dokusunda da insülin aracılığı ile olan glukoz kullanımı
azalır. Bu durumda oluşan insülin direncini karşılayacak ve dolayısıyla normal biyolojik
yanıtı sağlayacak kadar insülin salgısı artışı ile metabolik durum kompanse edilir. Böylelikle
hipergliseminin önlenebilmesi için beta hücreleri sürekli olarak insülin salgısını arttırmaya
yönelik bir çaba içerisine girer. Sonuçta normoglisemi sağlanırken insülin düzeylerinde de
normallere göre 1,5-2 kat yüksek bir seviye oluşur. Bu hiperinsülinemik kompansasyon
sürecindeki beta hücrelerinde başlangıçta herhangi bir bozukluk yoktur. Fakat beta hücresinde
22
fonksiyon kaybı başladığında insülin salgısı da giderek azalmakta ve diyabet ortaya
çıkmaktadır. Prospektif çalışmalar insülin direnci olan bireylerde sonunda glukoz intoleransı
veya tip 2 diyabetin geliştiğini göstermektedir. İnsülin direnci tip 2 diyabet ve obzitede sık
görülmekle birlikte obez olmayan ve normal OGTT’ si olan sağlıklı bireylerin % 25’ inde ve
esansiyel hipertansiyonlu hastaların da %25’ inde insülin direnci saptanmıştır(45,46).
1988’ de Reaven şişmanlık, diyabet, hipertansiyon, hiperlipidemi ve aterosklerotik
kalp hastalıklarının tesadüften öte bir sıklıkta aynı hastada bulunmalarını gözlemleyip
bunların aynı metabolik bozukluktan kaynaklandığını ileri sürerek insülin direnci,
hiperinsülinemi, obezite, glukoz tolerans bozukluğu, hipertrigliseridemi, azalmış HDL
kolesterol konsantrasyonu, hipertansiyon ve koroner hastalıktan oluşan insülin direnci
sendromunu tarif etmiştir. Bunlar arasından özellikle insüline bağımlı olmayan diyabet,
esansiyel hipertansiyon ve koroner kalp hastalığı, önemi giderek artan morbidite ve
mortaliteden sorumlu olmakla beraber yine de insülin direnci ile bunlar arasındaki bağa ilişkin
bir çok konu henüz açıklığa kavuşmamıştır(38).
İnsülin direncinin iyi bir şekilde tanımlanmamış oluşu klinikte kullanımını
sınırlamaktadır. İnsüline karşı duyarlılık, normal glukoz toleranslı ve görünürde sağlıklı olan
insanlarda bile çok geniş bir aralıkta (üç kat ile dört kat arasında) dalgalanmaktadır. Ayrıca
insülin duyarlılığının önemli bir belirleyicisi olan vücut yağ oranı, olguların sadece üçte
birinde insülin direnci ile ilişkili bulunurken intra abdominal yağ dokusu olguların büyük bir
çoğunluğunda insülin direnci ile ilişkili bulunmuştur. Birçok kalıtsal ve edinilmiş faktör
insülin duyarlılığını etkileyebilir. Bunlardan bazıları, örneğin cinsiyet kaçınılmazdır. Yine de
bölgesel adipozite, iskelet kası kitlesi ve fizik kondisyon durumu ile bağlantılı bazı faktörler
potansiyel olarak değiştirilebilecek özelliklerdir. Puberte ve gebelik (ikinci ve üçüncü
trimesterler) ile ilgili hormonal değişmeler insülin gereksiniminde sıklıkla önemli artışlara
neden olurlar. Yaşlanmanın insülin duyarlılığı üzerine etkisi tartışmalıdır.(38,47,48).
23
Tip 2 diyabette insülin direncinin gelişimi 4 dönemde incelenebilir. İlk dönem
preklinik diyabet dönemidir(normoglisemik hiperinsülinemik dönem). Tip 2 diyabetin henüz
klinik belirti vermediği bu döneminde beta hücre fonksiyonları nispeten normaldir. Fakat
mevcut olan periferik insülin direnci normale göre daha fazla insülin salınarak aşılmaya
çalışılır ve bu şekilde açlık ve tokluk kan şekerleri normal sırlar içerisinde tutulur. Açlık ve
tokluk insülin düzeyleri ise yüksek bulunur. Bu döneme NIDDM’ lerin birinci derece
normoglisemik ancak insüline dirençli akrabalarında tanımlandığından, prediyabetik dönem
adı da verilmektedir. Bu nedenle preklinik evre diyabetin sık görüldüğü ailelerin sağlıklı
bireylerinde araştırılabilir. Amerika’daki Pima yerlilerinde ve Meksikalı Amerikalılarda bu
dönemdeki insülin direnci belirgin şekilde gösterilmiştir.
İkinci dönem glukoz intoleransı olarak adlandırılır(postprandiyal hiperglisemik
hiperinsülinemik dönem). Diyabet açısından genetik yüklülük ve de şişmanlık gibi yüksek
risk grubunda olan bireylerde periferik insülin direncini aşmak için pankreas beta hücreleri
üzerinde oluşan aşırı yük zamanla beta hücrelerinde bitkinliğe ve insülin salgısında azalmaya
neden olunca glukoz intoleransı başlar ve bu durumda açlık glisemisi normal olduğu halde
postprandiyal glisemi yükselir. Bu dönemde genellikle hiperinsülinemi devam etmekle
birlikte periferdeki direnci aşabilecek düzeyde insülin salgılanamamaktadır. Bu dönemde
tokluk insülin düzeyleri sağlıklı bireylere göre hala yüksek olsa bile birinci döneme göre bir
hayli azalmıştır.
Daha sonraki dönem erken klinik diyabet dönemidir(hiperglisemik hiperinsülinemik
dönem). Normal glukoz toleransı saptanan preklinik birinci dönem ve postprandiyal glukoz
intoleransı saptanan ikinci dönemde açlık hiperglisemisi gelişmediğinden bu iki dönemi
kompanse periferik insülin direnci dönemi olarak adlandırmak uygun olacaktır. İnsülin
direncinin giderek artması ile kompansasyon bozulmaya başlar ve bu esnada karaciğerde
glukoz yapımı artarak açlık plazma glisemisinin yükselmesine yol açar. Postprandiyal
24
hiperglisemi yanında açlık glisemisinin henüz 140 mg/dl altında olduğu bu dönemde insülin
salgısı daha fazla artmamaktadır.
Son dönem ise klinik diyabet dönemidir(hiperglisemik hipoinsülinemik dönem). Açlık
plazma glisemisi 140 mg/dl geçince insülin salgısı azalmaya başlar. Fakat yine de insülin
direnci devam eder. İnsülin direncinin zirvede olduğu bu dönemde giderek artan hiperglisemi
insülin salgısı artışı ile kompanse edilmediği gibi glukoz toksisitesi nedeni ile beta hücreleri
insülin salgısını daha da az salgılamaya başlar. Bu dönemdeki insülin direncinin
ağırlaşmasında serbest yağ asitleri artışının da yani lipotoksisitenin de payı vardır(44).
İnsüline bağımlı olmayan diyabetes mellitus’ lu hastaların çoğunda hem insülin
eksikliği hem de insülin direnci bulunmaktadır. Bununla birlikte bu bozukluklardan
hangisinin hastalığın primer nedeni olduğu son derece tartışmalıdır. Bu karışıklığa yol açan en
büyük nedenler obezitenin varlığı ve tip 2 diyabetin heterojenitesidir.
Gerçekten de
obezitenin kendisi, oluşturduğu insülin direnci ve hiperinsülinemi ile beta hücre
fonksiyonlarını olumsuz olarak etkileyebilmektedir. Yine insülin eksikliği veya insülin
direncinin ön planda olduğu bir takım alt tiplerin tanımlanmasından dolayı diyabetin heterojen
bir hastalık olduğunun gösterilmesi de bu karışıklığı büsbütün arttırmaktadır. Bu yüzden tip 2
diyabetin oluşmasında insülin direnci ve genetik olarak programlanmış pankreatik beta
hücresi disfonksiyonunun birlikte rol aldığı ve böylelikle aralarındaki karşılıklı etkileşimin
daha önemli olduğu bir çok araştırıcı tarafından yoğun olarak araştırılmıştır. Birinci faz
insülin salgısının kaybı ve insülin pulsatilitesinin bozulması gibi insülin salgısında kalitatif
anomaliler, insülinin dokularda oluşturacağı etkiyi bozarak doğrudan insülin direncine yol
açabilir. Ayrıca insülin eksikliği altta yatan insülin direncini şiddetlendirmektedir. İnsülin
direnci de insülin eksikliğine yol açabilmektedir. Uzun süreli belirgin hiperglisemi sonrası
oluşan glukoz toksisitesinin beta hücre fonksiyonları üzerine olumsuz etkisi sonucu insülin
salgısı azalmaktadır. Plazma glukoz düzeylerindeki ilerleyici artışın, hiperglisemi sırasında
25
kolayca gösterilen beta hücre fonksiyonundaki ilerleyici bozulmanın
sonucu olduğu
düşünülmektedir. Yoğun insülin tedavisi ile in vivo olarak insülin duyarlılığının belirgin
şekilde düzeltilmesi bunu kanıtlamaktadır(40,49).
Tip 2 diyabetin patogenezindeki üçüncü ana metabolik bozukluk artmış hepatik glukoz
üretimidir. Hepatik glukoz üretimindeki artış açlık kan şekerinin artmasına yol açar. Hatta
açlık hiperglisemisinin tamamının karaciğer glukoz yapımındaki artışa bağlı olduğu kabul
edilmektedir. Artmış hepatik glukoz üretimi açlık glukoz düzeyi ile pozitif ilişkilidir.
Karaciğerden glukoz yapımı glikojenolizis ve glukoneogenez yoluyladır. Hepatik
glukoneogenezdeki artışın kesin mekanizması bilinmemekle beraber insülin eksikliği, hepatik
insülin direnci, hiperglukogonemi, laktat, amin, gliserol gibi glukoneogenetik prekürsörlerin
artışı glukoneogenezi arttırır.
Glukoneogenetik enzimleri kodlayan genlerin diyabet patogenezindeki rollerini
araştırmak için yeni olarak birçok çalışma başlatılmıştır. Hepatik glukoz üretiminde glukoz-6fosfataz da önemli rol oynar. Glukoz-6-fosfatazın aktivitesi çeşitli hormonlar tarafından
düzenlenir. İnsülin glukoz-6-fosfatazın katalitik subünitesinin mRNA miktarını azaltarak
aktivitesini baskılar. Yapılan genetik çalışmalarda glukoz-6-fosfataz gen promoterinde
herhangi bir mutasyon/polimorfizme rastlanılmamıştır. Glukagon ve kortikosteroidler bu
enzimin aktivitesini arttırırlar. Hepatik glukoneogenez artışının diyabetiklerde primer
bozukluk olduğunu gösteren pek az bulgu vardır. Bu faktörün sekonder olay olduğu ancak
glukoz toksisitesini daha da arttırdığı düşünülmektedir.(50,51)
Diyabetes Mellitus’ un Kronik Komplikasyonları
Diyabetes mellitusun akut metabolik komplikasyonları ve kronik komplikasyonları
vardır. Akut metabolik komplikasyonları arasında; diyabetik ketoasidoz ve ketoasidoz
koması, hiperozmolar nonketotik diyabet koma, laktik asidoz koması ve daha çok bir tedavi
26
komplikasyonu olarak oluşan hipoglisemi koması sayılabilir. Diyabetes mellitus’ un değişik
organ ve sistemlerde oluşturduğu değişiklere ise diyabetin kronik komplikasyonları (nöropati,
nefropati, retinopati) ve makrovasküler komplikasyonlar (ateroskleroz ve sekellleri, felç,
myokard enfarktüsü, kangren) ana başlıkları altında toplanmaktadır. Patogenezinde hem
mikro, hem de makrovasküler hastalığın bulunduğu diyabetik ayak da, her iki patolojiyi de
bulundurduğundan, önemli bir morbidite nedenidir.
Periferik sinir hastalığı, tanıdan 25-30 yıl sonra diyabetli olguların yaklaşık % 50’
sinde görülmektedir. Tip 1 ve tip 2 diyabetes mellitus’ da görülen nöropatinin klinik
özelliklerinin birbirine benzemesi, bu komplikasyonun gelişiminde insüline karşı doku
direncinden ziyade hipergliseminin rolü olduğunu düşündürmektedir. Diyabetik periferik
nöropati simetrik ve asimetrik sendromlar olmak üzere ikiye ayrılır. Simetrik sendromlardan
en sık görüleni sensitif (duyusal-“sensory”) polinöropatidir. Sensitif polinöropati genellikle
sinsi başlar. Fakat sık olarak stres, enfeksiyon ve insülin tedavisine başlanması gibi tetik
çekici bir etken bulunur. Sensitif nöropatinin kalın lif tipinde bulgular dokunma ve vibrasyon
duyularında azalma, distal reflekslerin kaybı ve sensory ataksidir. Buna karşın ince lif tipinde
hiperestezi ile birlikte derin yakıcı ağrı vardır. Çok az olan fizik belirtiler genellikle uçlarda
ağrı ve ısıya duyarsızlık ile sınırlanmıştır. Derin tendon refleksleri korunmuştur.
Psödosyringomyeli durumunda hastada ince lif kaybına bağlı ağrı ve ısı hissi kaybı,
nörotropik eklemler, ayak ülserleri, fark edilmeyen kesik ve yanıklar olur. Asimetrik
sendromlarda karpal tünel sendromu, peroneal nöropatiye bağlı düşük ayak, radyal nöropatiye
bağlı düşük bilek, 3., 4. ,6. ve 7. kranyal sinir paralizileri sık görülür. Diyabetik disotonomide
de postural hipotansiyon ve senkop, vagal etki kaybına bağlı kalp hızı bozuklukları, vaza
nervorum disfonksiyonuna bağlı ödem, disfaji (özafagus atonisi), gastrik atoni, ve reflü, safra
kesesi atonisi, gece diyaresi veya konstipasyon, mesane atonisi ve inkontinans, impotans,
27
anhidrozis, poikilotermi, sıcak intoleransı, postprandiyal hiperanhidrozis, pupiller, lakrimal ve
respiratuvar bozukluklar görülmektedir(52,53).
Diyabetik nefropati, gelişmiş ülkelerde son dönem böbrek hastalığının en sık
nedenidir. İnsüline bağımlı diyabetes mellitus (IDDM) olgularının % 30-50’ sinde, insüline
bağımlı olmayan diyabetes mellitus (NIDDM) olgularının da % 20-25’ inde (proteinüri
şeklinde) görülmektedir. Böbrek yetmezliği NIDDM olguların ancak % 5-10’ unda gelişir.
Nefropatinin neden bazı hastalarda görülmediği bilinmemekle birlikte, bazı risk faktörleri
saptanmıştır. Bunlar; kötü glisemik kontrol, ailede böbrek hastalığı anamnezi, ailede
hipertansiyon
anamnezi
yüksekliktir(hipertansiyon
ve
kırmızı
eğilimi
küre
sodyum-lityum
belirleyicisi).
Diyabetik
zıt
transport
nefropatinin
ilk
hızında
belirtisi
mikroalbuminüridir(idrarla günde 30-300 mg albümin çıkarılması). Bu dönemde alınacak
önlemlerle böbrek hasarının ilerlemesi durdurulabilmektedir. Halbuki aşikar proteinüri
döneminde yapılan tedaviler, böbrek hastalığının ilerlemesini ancak yavaşlatabilir.
Patogenezle ilgili bilgilerin ışığı altında, diyabetik nefropatinin önlenmesi, tedavisi ve böbrek
yetmezliğinin geciktirilmesi için
alınabilecek
başlıca önlemler şunlardır: hastanın
mikroproteinüri döneminde saptanması, hipertansiyonun tedavisi, uygun glisemi regülasyonu,
diyetin protein içeriğinin uygun sınırlarda tutulması(54).
Hipertansiyon, diyabetik nefropatinin ilerlemesini hızlandıran en önemli etkendir.
Ayrıca, hipertansiyonun tedavisi gerek mikroalbüminüri, gerek aşikar proteinüri döneminde
idrarla protein atılımını azaltmakta, mikroalbüminüri döneminde ise glomerüler filtrasyon
hızını da korumaktadır. Düzenli olarak izlenen hastada zaman içinde kan basıncında hafif bir
yükselme, kan basıncı normal sınırlar içinde de olsa antihipertansif tedavinin başlaması için
bir endikasyondur. Tedavi ile kan basıncı daha önceki düzeyine getirilmelidir. Hastanın
önceki kan basıncı bilinmiyorsa, hekim sistolik kan basıncını 120-130 mmHg, diyastolik kan
basıncını da 80-85 mmHg arasında tutmalıdır. Kan basıncının düşürülmesine yönelik
28
farmakolojik olmayan önlemler arasında kilo verilmesi (zayıflama ve fizik egzersiz) vardır.
Bunlar kan basıncını düşürücü etkileri yanında daha başka yararlara da sahiptir. NIDDM
olgularında insüline direnci azaltırlar; plazma insülin konsantrasyonunu düşürür. LDLkolesterol ve trigliserid düzeyini azaltır; HDL-kolesterol düzeyini arttırırlar. Her ne kadar
hastaların haftada 3-4 gün; her seferinde 30-45 dakika süreyle maksimal egzersiz
kapasitelerinin % 30-40’ ı oranında egzersiz yapmaları önerilse de az da olsa yapılan
egzersiz hiç yapılmamasından iyidir. Diyabetik olgularda kullanılacak antihipertansif ilaçlar
hem etkin olmalı hem de istenmeyen metabolik etkileri olmamalıdır. Bu bakımdan anjiotensin
dönüştürücü enzim (ACE) inhibitörleri, kalsiyum kanal antagonistleri birinci seçenek
ilaçlardır. Klonodin, alfa 1 adrenerjik antagonistler (prazosin, doksazosin, terazosin) ve
hidralazin de yukarıda ki tanıma uygun ilaçlardır ve kan basıncı birinci seçenek ilaçlarla
kontrol altına alınamıyorsa, tedaviye eklenebilirler. Renal yetersizliği ve refrakter
hipertansiyonu bulunan hastalardaki hipertansiyonun tedavisinde minoksidil özellikle etkili
olmaktadır. ACE inhibitörleri proteinüride diğer antihipertansiflere göre daha fazla azalma
yapmakta, ayrıca normotansif hastalarda da bu yönden etkili olmaktadır. Proteinürili, fakat
normotansif
hastalara da tolere edilebilecek dozlarda verilmeleri önerilir. Bu ilaçlardan
kaptoprilin glukoz toleransını düzelttiği, insüline direnci ve hiperinsülinemiyi azalttığı, LDLkolesterol ve trigliserid düzeylerini azalttığı ve HDL-kolesterol düzeyleri arttırdığı
saptanmıştır. Bunlar glisemi ayarı ve aterosklerotik risk faktörleri yönünden yararlı etkilerdir.
ACE inhibitörlerinin glomerül hipertrofisini önlemek yolunda böbrek koruyucu etki
gösterdikleri de ileri sürülmüştür. Yalnız, tip 4 renal tübüler asidozu bulunan hastalarda
hiperkalemi oluşturabilir; renal arter stenozu, ağır konjestif kalp yetmezliği ve ileri böbrek
yetmezliğinde glomerüler filtrasyon hızını azaltabilirler. Bu gibi durumların tanınması
açısından ACE inhibitörleri ile tedaviye başlandıktan bir hafta sonra serum potasyum ve
kreatinin düzeyleri ölçülmelidir(55).
29
Kroc, Oslo ve Steno çalışmalarının da gösterdiği gibi, sürekli subkütan insülin
infüzyonu ve sık subkütan insülin enjeksiyonu yöntemleri ile sağlam sıkı glisemik regülasyon,
mikroproteinüri döneminde proteinüriyi azaltmaktadır. Böyle hastaların açlık plazma glukoz
düzeyi 80-110 mg/dl arasında, postprandiyal 2. saat plazma glukoz düzeyi 160 mg/dl altında
ve HbA1c değeri % 6-7 arasında tutulmalıdır. Aşikar nefropati geliştikten sonra ise titiz
glisemi ayarının prognoz üzerinde etkinliği azaldığı ve hipoglisemi olasılığı arttığı için
hedefler daha yüksek tutulur (açlık plazma glukoz < 180 mg/dl; glikolize hemoglobin < % 8).
Diyetle fazla protein alınması, intraglomerüler hipertansiyon gibi hemodinamik bozuklukları
arttırarak diyabetik nefropatinin ilerlemesini hızlandırır. Bu bakımdan diyabetli hastaların
günlük protein alımının vücut ağırlığının kilogram başına 0,6-0,8 gram ise sınırlandırılması
önerilir(56).
Diyabetik retinopati, ABD’ de 20-74 yaş arasındaki kişilerde önde gelen bir nedenidir.
20 yıl kadar süren hastalıktan sonra IDDM olgularının hemen hepsinde, NIDDM olgularının
ise % 60’ dan fazlasında retinopati görülür. IDDM’ de, hastalığın ilk 5 yılında retinopati
nadirdir. Fakat 10 yıl geççikten sonra hastaların % 60’ ında retinopati saptanmaktadır.
Proliferatif diyabetik retinopati (PDR) 20 yıl hastalık süresinden sonra IDDM olguların %
40-50 ‘ sinde gözlenmektedir. 40 yılın sonuna kadar da PDR kümülatif insidensi % 60’ ı
bulmaktadır. Çok genç yaşta başlayan IDDM’ de Puberte sonuna kadar önemli göz hasarı
gözlenmez. Retinopati; NIDDM olgularının % 20’ sinde, hasta yeni diyabet tanısı aldığında
mevcuttur. Hastalık süresince retinopati gözlenen bütün olguların toplam oranı ise IDDM’ de
olduğundan daha düşüktür (% 60-80). Olguların ancak % 10-20’ sinde PDR gelişir(57).
Diyabetik retinopati, tedavi uygulaması yönünden basitçe iki evreye ayrılabilir;
proliferatif olmayan başlangıç retinopati ve proliferatif retinopati. Diyabetik retinopati,
belirgin görme kaybı ortaya çıkıncaya kadar genellikle belirtisiz seyreder. Belirtiler ortaya
çıktığında ise görme kaybını önlemede çok etkin olan fotokoagülasyon tedavileri için uygun
30
zaman geçirilmiş olur. Böyle bir sonuçla karşılaşmamak için diyabetli olguların göz dibi
bulguları izlenmelidir. IDDM’ de hastalığın ilk 5 yılından ve pubertenin başlamasından sonra
düzenli olarak her yıl göz muayenesi yapılmalıdır. NIDDM olgularında ise, ilk göz dibi
muayenesi hasta yeni diyabet tanısı aldığında yapılmalı, bu muayeneler daha sonra her yıl
tekrarlanmalıdır. Göz muayenesi; hafif ve orta ağırlıkta başlangıç diyabetik retinopatisi
bulunanlarda 6-12 ayda bir, ağır başlangıç retinopatisi bulunanlarda 2-4 ayda bir yapılmalıdır.
Aralarında Diyabet Kontrol ve Komplikasyonları Çalışması’ nın (DCCT) da bulunduğu
araştırmalarda, gliseminin titiz kontrolünün, diyabetli olgularda retinopati insidensini ve
ilerlemesini azalttığı gösterilmiştir. Yalnız gliseminin sıkı kontrolü, başlangıçta özellikle
proliferatif retinopatiyi ağırlaştırmaktadır. Fakat bu kötü etki, titiz regülasyon tedavisine
devam edilirse 3 yıl içerisinde ortadan kalkar. Başlangıç retinopati evresi sırasında görülen
makula ödemi, tedavi edilmezse % 25-30 oranında orta derecede görme kaybına (görme
keskinliği 20/200) yol açabilir. Makulaya uygulanan fokal lazer cerrahisi orta derecede görme
kaybı oranını % 50 yada daha fazla azaltıp, % 12’ ye veya bunun da altına indirir. Tedavi
edilmeyen yüksek riskli PDR’ de 5 yıl içinde ağır görme kaybı ( görme keskinliği 5/200’ den
az) oranı % 60’ a varabilmektedir. İyi zamanlanmış lazerle yaygın (panretinal)
fotokoagülasyon, bu riski % 5’ in altına indirebilmektedir. Bu şekilde yaygın fotokoagülasyon
vitreus içine kanama ve retina dekolmanı gelişen hastalar vitrektomiden yararlanabilir(57).
Diyabetli olgularda ateroskleroz riski yüksektir. Myokard enfarktüsü, felç ve kangren
insidensi artmıştır. Gözlemler diyabetes mellitus’ un, koroner kalp hastalığı riskini 2-4 misli
arttırdığını göstermektedir. Aterosklerozdan korunmada diyabetli kişilere uygulanacak
önlemler arasında uygun glisemik regülasyonun yanında başlıca hipertansiyonun, obezitenin
ve lipit bozukluklarının (LDL, VLDL, Lp(a), kolesterol ve trigliserid düzeyleri yüksekliği,
HDL kolesterol düzeyi düşüklüğü) tedavisi, insüline direncin ve hiperinsülineminin
azaltılması sayılabilir. Diyabetlilerde görülen periferik vasküler hastalık, diyabetli olmayan
31
kişilerde görülene benzer. Yalnız daha erken yaşlarda ortaya çıkar ve daha hızlı ilerler. Lipit
bozuklukları, sigara ve hipertansiyon hastalığın gidişini hızlandırır. Diyabetli olgularda ayak
ve bacak amputasyonları, genel popülasyona göre 5 misli sık görülür. Başlıca belirtisi aralıklı
topallamadır (“claudicatio intermittens”). İlerlemiş lezyonlarda istirahat ağrısı da görülebilir.
Bacak derisi soğuk ve soluktur; kıllarda dökülme vardır. Fungal enfeksiyona bağlı tırnaklarda
kalınlaşma, venöz dolumda gecikme görülebilir. Tanıda doppler ile kan basıncı ölçümü,
transkütan oksijen basıncı ölçümü ve arteriyografi gibi yöntemlere başvurulabilir. Tedavide
vazodilatör ilaçlar bazen yararlı olabilir. Fakat bunların iskemik bölgeye kollateral kan
akımını azaltarak belirtileri ağırlaştırması da olasıdır. Sempatektomi faydasızdır. Çünkü
otonom nöropati nedeniyle zaten otosempatektomi olmuştur. Vasküler cerrahi en etkin
tedavidir(58).
Diyabetik ayak lezyonları nöropati ve iskemi nedeni ile gelişirler. Bunlar diyabetli
hastaların en sık hastaneye yatış nedenleri arasındadır. Diyabetik ayak lezyonları başlıca
hiperkeratoz, nasır, ülser ve kangren şeklinde sıralanabilir. Bazen ayakla ilgili kemik
deformiteleri ve nörojenik artropati de gözlenmektedir. Diyabetli olgularda amputasyon riski
diyabetli olmayan popülasyona göre 15 kat fazladır. Diyabetteki ayak lezyonlarının
önlenmesinde hastanın eğitimi önemlidir. Hastaya ayaklarını gün boyu temiz ve kuru tutması,
ayağını sıkmayan ayakkabılar giymesi, tırnak bakımına dikkat etmesi, yanıklardan sakınmak
için yıkanma suyunun sıcaklığını iyi kontrol etmesi önerilir. Bu kontrolde lokalize ısı artışı
bölgeleri, kızarıklık bulunması, fazla basınca maruz kalan bölgelere işaret ettiğinden
önemlidir. Bu bulgularla karşılaşınca, bir süre istirahat edilmesi veya ayakkabı değişikliği ile
ülserlerin açılması önlenebilir. Yüzeysel ülserler de istirahat ve değişik yöntemlerle ülser
üzerindeki basıncın azaltılması ile iyileşirler. Derin ülserler özellikle apse ve osteomyelit ile
birlikteyse, hasta hastaneye yatırılmalıdır. Tedavide ülser debride edilir; varsa apse boşaltılır.
32
Lezyon izotonik NaCl çözeltisi ile yıkanır. Kültür alındıktan sonra sistemik antibiyotik
tedavisine başlanır(59,60).
Diyabetin Regülasyonu ile Komplikasyonları Arasındaki İlişki
Yarım yüzyıldır düzelmiş glisemi kontrolünün diyabetin vasküler ve nöropatik
komplikasyonlarını engellediği veya geciktirdiği tartışılmıştır. Bu soruya cevap vermek
amacıyla Ulusal Sağlık Örgütü, Diyabet Kontrolü ve Komplikasyonları Çalışmasını (DCCT)
başlatmıştı. Bu çalışma 9 yıl sürmüş ve 13 ila 39 yaş arasındaki 1441 tip 1 diyabet hastasını
kapsamıştı. Hastalar yoğun insülin tedavisi alanlar ve konvansiyonel tedavi alanlar olarak
ikiye ayrılmışlardı. Yoğun insülin alan gruptaki HbA1c ve ortalama glukoz düzeyleri
konvansiyonel tedavi alanlardan sırasıyla % 1,5-2 ve 60-80 mg/dl kadar azalmıştı. Aynı
zamanda çoğu yoğun tedavi alan hastadaki HbA1c düzeyleri normalden ortalama olarak %
1,1 fazlaydı. Buna rağmen yoğun tedavi retinopati gelişmesini % 76 oranında ve retinopatisi
olanlardaki retinopati ilerlemesini % 54 oranında azaltmıştı. Ek olarak, konvansiyonel tedavi
ile karşılaştırıldığında, yoğun tedavi mikroalbüminüriyi % 39, proteinüriyi % 54, ve klinik
nöropatiyi % 60 oranında azaltmıştır. Büyük kardiyovasküler olayların sayısı da azalma
eğiliminde olmasına rağmen istatistiksel bir anlam taşımamaktaydı. Bütün bu bulgular iyi
glisemi kontrolünün faydasını göstermiştir. Ancak bu yoğun tedavinin risk taşımadığını
düşünmek hatalı olur. Ağır hipoglisemi, kilo alımı gibi yan etkiler yoğun tedavi alan grupta
sıkça gözükmüş, ve yoğun tedavi alacak hastanın iyi seçilmesi gerektiği sonucuna
varılmıştır(61).
DCCT çalışması tip 2 diyabetik hastaları kapsamasa da, benzer daha ufak bir çalışma
Japonya’da tip 2 hastalar üzerinde yapılmış ve yoğunlaştırılmış insülin tedavisi ile benzer
sonuçlara ulaşılmıştır. Tip 2 diyabetik hastalarda gelişmiş kan glukoz kontrolünün faydasını
gösteren daha kapsamlı bir çalışma İngiltere’de Birleşik Krallık Prospektif Diyabet Çalışması
33
(UKPDS) adı altında yapıldı. 1977 il 1991 yılları arasında yeni tip 2 diyabet tanısı almış 5102
hasta ile çalışılmıştı. 3 ay diyet tedavisinden sonra açlık kan glukozu 110 mg/dl ila 270 mg/dl
olan 3867 hasta randomize edilerek ya içinde sülfanilüre ve metformin olan yoğun tedaviye
veya insüline veya konvansiyonel tedaviye başlanılmıştı. Hastalar ortalama olarak 10 yıl takip
edildiler. Yoğun tedavi alan grupta HbA1c değerleri daha düşük saptandı ( % 7’ye karşı %
7,9). Bu mütevazı gelişme mikrovasküler komplikasyonları % 25 ve bütün diyabete bağlı
olayları % 12 oranında düşürmüştü. Glisemi ve diyabetik komplikasyonlar arasındaki
süregelen ilişki aynen DCCT’deki gibi saptanmıştı(62).
Her iki tip diyabetik hasta grubunda da tedavi amacı, hastaları gereksiz riske
sokmadan elde edilebilecek en düşük glisemik kontrol olarak gözükmektedir. Tip 2 diyabet
hastalarının büyük bir alt grubu, özellikle yaşlı hastalar ve kardiyovasküler hastalığı olanlar,
sıkı kontrol için ideal adaylar olmayabilirler. DCCT ve UKPDS çalışmaları göstermiş ki,
bütün hastalar kan şekeri seviyelerinin 200 mg/dl’lerden 150 mg/dl’lere kadar çekilmesinden
fayda görmektedirler. Çoğu tip 2 hastalarda bu sınırlara diyet, oral ajanlar ve tip 1 hastalar
için gerekenden daha basit insülin tedavileriyle ulaşılabilir.
Tip 2 Diyabetes Mellitus Tedavisi
Tip 2 diyabetin tedavi yöntemlerinin seçiminde temel tedavi amaçlarını belirlemek
zorunludur. Birincisi hem akut komplikasyonlar ve hiperglisemiye bağlı semptomları
önleyerek, hem de yararsız tanı işlemleri, katı diyet rejimleri ve gereksiz ilaçlar ve bunlara
bağlı yan etki riski gibi hekimden kaynaklanan uygulamalardan sakınarak hastanın yaşam
kalitesinin mümkün olduğu kadar normal olarak sürdürülmesidir. İkincisi, uzun süreli
komplikasyonların önlenmesidir. Bu bağlamda tip 2 diyabeti olan hastalardaki esas tıbbi
problem, kardiyovasküler morbidite ve mortalitede aşırılıktır. Daha az oranda, özellikle
34
diyabeti daha genç yaşlarda başlayanlar (örneğin 60 yaşın altında) mikroanjiyopatik
komplikasyonlar açısından risk taşırlar.
Çoğu tip 2 diyabetli hastada metabolik kontrolü sağlamaya yeterli yegane tedavi şekli
diyet ve egzersiz olabilir. Bu yüzden farmakolojik ajanların kullanımı hiperglisemi ağırlaşana
kadar geciktirilebilir. Bu grup hastaların ilk basamakta uygulaması gereken hayat şekli
değişiklikleri Tablo 5’ de özetlenmiştir(14).
Tablo 5. Diyabet hastaları için hayat şekli değişiklikleri
1- Diyet önerileri
A- Kilo verilmesi, alınması veya korunması (uygun şekilde)
B- Karbonhidratlar: % 45-60 (diyabetin ve trigliserid düzeylerinin ağırlığına bağlı
olarak)
C- Doymuş yağ asitlerinin kısıtlanması (total kalorinin % 10’ u)
D- Tekli doymamış yağ asitlerinin artması
E- Kolesterol alımının azaltılması (< 200 mg/gün)
F- Hipertansiyona yatkın olanlarda sodyum kısıtlaması
2- Egzersiz önerileri*
A- Aerobik ağırlıklı tercih edilir. Ağırlık kaldırma, germe hareketleri ve kan
basıncını arttıracak Valsalva manevralarından kaçınılması.
B- Yoğunluk: nabız sayısını dakikada en az 120-140 arasına yükseltmek (hastanın
yaşına ve kardiyovasküler durumuna göre)
C- Sıklık: haftada 3-4 defa
D- Süre: 20-30 dakika(önünde ve arkasında 5-10 dakikalık esneme hareketleri ile)
*: Sınırlamalar, var olan koroner ve periferik vasküler hastalık, proliferatif retinopati,
periferik ve otonom nöropati ve kötü glisemik kontrole göre konur.
35
Tip 2 diyabette oral ajanlarla tedaviye, diyet ve egzersiz tedavisinin tek başın yetersiz
olduğu durumlarda başlanır. Ağır hiperglisemisi olan hastalarda genellikle ilk olarak
hipergliseminin toksik etkilerini ortadan kaldırmak ve hastayı stabilize etmek için insülin
tedavisi başlanır v çoğu hasta daha sonra oral ajanlara iyi yanıt verir.
Sülfanilüre grubu ilaçlar en sık kullanılan oral antidiyabetik ilaç grubudur. Etkilerini,
beta hücreleri üzerindeki ATP’ ye bağımlı potasyum kanalları ile ilgili reseptörlere bağlanarak
ve böylece hücresel depolarizasyona sebep olarak gösterirler. Etkinlik, doz, metabolizma, etki
süresi ve yan etkiler açısından farklılık gösteren birçok çeşidi olsa da, her ilaç maksimal
dozlarda kullanıldıklarında hemen hemen benzer hipoglisemik etkiyi gösterirler. Daha kısa
etki süresi olup, karaciğer tarafından metabolize edilen ilaçlar, böbrek fonksiyon bozukluğu
olan yaşlı hastalarda daha az hipoglisemiye sebep olacağı için tercih edilebilir. Bir ajan
seçildikten sonra tedaviye düşük dozlarda başlanır ve her bir iki haftada bir doz arttırılarak,
optimal doza ulaşılır. Çoğu hasta tedaviye glukoz değerlerinde düşme ile cevap verse de; %
15-20 hastada primer cevapsızlık denilen durum oluşabilir. İlaç kullanan hastalarda yıllar
geçtikçe kötü glisemik kontrol ve ilaç toleransının gelişmesi, her yıl % 5-10 oranında
sekonder cevapsızlığa sebep olabilir. Bu grup ilaçlar arasında birinci jenerasyon içerisinde
klorpropamid ve tolbutamid sayılabilecekken, günümüzde hipoglisemi riski daha az olduğu
için tercih edilen ikinci jenerasyon ilaçlar arasında ise glimepirid, glibürid ve glipizid
sayılabilir(14,63).
Yeni dönemde geliştirilen ve kullanıma sunulan benzoik asit deriveleri, repaglinid ve
netaglinid, sülfanilüre reseptörünün başka bir bölümüne bağlanarak insülin salınımını
uyarırlar. Bu ilaçların en büyük avantajı kısa etki süreleri sebebiyle hipoglisemi riskinin
azalmış olmasıdır. İlaçlar birden fazla dozlarda, özellikle her öğünün başlangıcında
alınmalıdır(14,63).
36
Biguanid grubu ilaçlardan kullanımda olan metformin, etkisini başlıca hepatik glukoz
üretimini azaltarak gösterir. Kilo verdirici özelliğinden dolayı obez hastalarda ya başlangıç
tedavisi olarak tek başına ya da diğer ilaçlarla kombine olarak verilebilir. Hipoglisemi riski
tek başına yoktur fakat laktik asidoz geliştirebilir ve bu yüzden böbrek yetmezliği, karaciğer
hastalığı, konjestif kalp yetmezliği ve kronik hipoksi hastalarında kullanılmamalıdır. Kısa etki
süresinden dolayı, tercihen yemeklerden sonra tavsiye edilir. Yan etkisi genellikle
gastrointestinal problemlerdir(14,63).
Troglitazon, roziglitazon ve pioglitazon “tiyazolidinediyonlar” olarak bilinen ve
etkilerini peroksizom proliferatör-aktive edilmiş reseptör gama üzerinden bir çok insüline
duyarlı
genin
transkripsiyonunu
regüle
ederek
gösteren
ilaçlar
periferik
glukoz
metabolizmasını sitümile ederler. Bu ilaçlardan ilki olan troglitazon ağır karaciğer
yetmezliğine sebep olduğundan kullanımdan kaldırılmıştır. Diğer iki ilacın daha az karaciğer
toksisitesi olduğundan kullanımları devam etmektedir fakat karaciğer fonksiyon bozukluğu
olan
veya
yükselmiş
karaciğer
enzimleri
olan
(özellikle
ALT)
hastalarda
kullanılmamalıdır(14,63).
Ülkemizde bulunan tek alfa-glukasidaz inhibitörü olan akarboz, ince barsakta
karmaşık karbonhidratları monosakkaritlere yıkan alfa-glukasidaz enzimini inhibe ederler ve
karbonhidrat emilimini önlerler. Bu ilacın en büyük avantajı, belirgin toksisitesi olmayışıdır.
En sık yan etkileri ise flatulans ve diyare gibi gastrointestinal etkilerdir. Düşük dozlarda
başlanarak her öğün arasında kullanılması tavsiye edilir(14,63).
İnsülin, tip 2 diyabetiklerde eğer hasta genç, zayıf ve ileri derecede hiperglisemik ise
veya geçici stresten (yaralanma, enfeksiyon, ameliyat, gebelik) dolayı birinci tedavi seçeneği
olarak kullanılabilir. Aşırı obez hastalarda gelişmiş insülin direnci büyük dozlarda insülin
kullanımına sebep olabilir ve bu da bazen kalori alımının kısıtlanmasını ve kilo kaybını
engelleyebilir. Bazı durumlarda insülin ve oral antidiyabetik ajanların kombinasyonu
37
(özellikle biguanidler ve tiyazolidinediyonlar) insülin doz ihtiyacını azaltır ve glisemi
kontrolünü iyileştirir (14,63).
ADİPOZ DOKUNUN ENDOKRİN FONKSİYONLARI
Yağ dokusu bağ dokusunun özel bir tipidir ve adipositlerden oluşur. Normal
ağırlıktaki bir insanda, erkeklerde vücut ağırlığının % 15-20’sini, kadınlarda ise vücut
ağırlığının % 20-25’ini yağ dokusu oluşturmaktadır.
Farklı yerleşim, renk ve patoloji gösteren “uniloküler” ve “multiloküler” olarak
adlandırılan iki tip yağ dokusu vardır.
Olgunlaşmış uniloküler yağ dokusu (sarı yağ dokusu) hücreleri, sitoplazmalarının
ortasında bir tek sarı yağ damlacığı içerirler. (Nükleus kenara itilmiştir.)
Multiloküler yağ dokusu (kahverengi yağ dokusu) hücrelerinin sitoplazmalarında ise
çok sayıda lipid damlacığı ve kahverengi mitokondriumlar mevcuttur. Kahverengi rengi
içerdiği çok sayıda kan damarları ve mitokondriumlarındaki renkli sitokromlardan
kaynaklanır. Multiloküler yağ dokusu vücudun her tarafına yayılmış uniloküler yağ
dokusunun aksine vücudun belli yerlerinde toplanmıştır.
Adipoz doku geleneksel açıdan, içerdiği triaçilgliserollerin, gerektiğinde enerji
amacıyla kullanılmak üzere depolandığı bir doku olarak tariflenmektedir. Adipoz doku
organizmadaki en büyük enerji rezervuarıdır ve adipositler lipogenezis ve lipoliz oluşumu için
gerekli tüm enzimleri içerirler.
Adipoz dokunun;
-
Enerji depolama
-
Yağda eriyen vitaminleri depolama
-
Fiziksel koruma sağlaması
-
Termogenezis
38
fonksiyonlarına ek olarak, günümüzde adipositlerden ve adipoz stromal hücrelerden derive
proteinlerin otokrin, parakrin ve endokrin etkiler ile hem lokal hem de sistemik etkileri olduğu
gösterilmiştir.
Adipositlerden
sentezlenen
sitokinlerin
homeostazisde,
immün
cevapta,
vazoregülasyonda ve steroid metabolizmasında rol yandığı bilinmektedir.
Bu proteinlerin birçoğu yağ kütlesi depolanmasında artmaktadır ve obezitenin birçok
morbiditesinden sorumludur. Bunlardan üçünün artmış aktivitesi (tümör nekrozis faktör,
interlökin-6 ve resistin) obezitede görülen artmış insülin rezistansının gelişiminde rol oynar.
Buna karşın adiponektin ve leptinde olduğu gibi diğer adipokinler iskelet kasındaki yağ
asitlerinin beta oksidasyonunda stimulatör etki yoluyla insülinin az kullanılmasına neden
olurlar.
Adipositlerin diferansiasyonu nükleer transkripsiyon faktörü, peroksizom proliferatör
aktiveted reseptör (PPAR) ile kontrol edilir. Enerji fazlalığı geliştiğinde TNF, anjiotensinojen
(ATN) ve resistin gibi adipositten türeyen faktörlerle feedback yoluyla adiposit
diferansiasyonu ve lipid depolanması inhibe edilir. Enerji açığı geliştiğinde, adiponektin ve
leptin gibi diğer adipositlerden sekrete edilen proteinlerde düşme ve asilasyon stimulating
protein (ASP) ve anjiotensin II (AngII) de ise aktivasyon görülür.
İnsülin Sensitivitesi İle İlişkili Adipokinler
Adiponektin
Adipoz doku tarafından sentezlenen ve 30 kDa büyüklüğünde olan adiponektin
(GBP28, adipoQ ya da ACRP30 olarak da bilinir) kollagen benzeri bir plazma proteinidir.
Adiponektinin endoteliyal hücrelere direkt etki göstererek anti-aterojenik olarak rol
39
oynadığı gösterilmiştir. Yine yapılan klinik çalışmalarda adiponektin düzeyinin obezite, tip II
diyabetes mellitus ve koroner arter hastalıklarında düşük olduğu tespit edilmiştir.
Serum konsantrasyonu düşük olan obez kişilerde kilo kaybını takiben tekrar
yükselmeye başlamaması adiponektinin yağ depolanması üzerinde negatif feedback etkisi
olduğunu göstermektedir.
Adiponektin düzeyleri erkeklerde kadınlardan, obezite, tip II Diyabetes mellitus ve
koroner arter hastalığında da sağlıklı bireylerden daha düşüktür. Konsantrasyonu insülin
sensitivitesi ile koraledir ve insüline cevap olarak yükselir. Bu protein bir insülin uyarıcısı
değildir, bununla birlikte iskelet kasındaki serbest yağ asitlerinin beta oksidasyonunu
arttırarak insülin etkisinden koruma sağlar.
Hipoadiponektin lipoatrofik hayvanlarda insülin rezistansına katkıda bulunabilir.
Adiponektin adiposit diferansiasyonu sırasında yüksek derecede regüle edilir ve
thiazolidinedione (TZD)’nin insülin duyarlılaştırıcı etkilerden bazılarına PPAR (peroxisome
proliferation activated receptor)’a bağlanarak aracılık edebilir.
Klinik olarak insülin resistanı olan deneklerin TZD ile tedavisi, vücut ağırlığını
etkilemeden plazma adiponektin konsantrasyonunu anlamlı olarak arttırmaktadır.
Ek olarak adiponektin fagositoz aktivitesini, makrofajlardan TNFα salınımını ve
makrofajların köpük hücrelerine transformasyonunu supresse etmektedir. Ayrıca vasküler düz
kaslarda depolanmıştır ve damar duvarını koruyarak koroner arter hastalığı riskinde azalma
sağlar.
Leptin
Leptin 16 kDa ağırlığında adipositlerden derive bir sitokindir. Sistemik enerji
balansındaki ve enerji depolanmasındaki değişikliklere yanıt olarak yağ hücrelerinden sentez
edilir ve salınır.
40
Leptin, besin alınımı ve enerji kullanımını ayarlayarak vücut ağırlığının kontrolünde
etkili olan ve etkisini beyindeki özel reseptörler üzerinde gösteren önemli bir dolaşım
hormonudur. Leptin, ayrıca vücut lipit metabolizması, hematopoezis, pankreatik beta hücre
fonksiyonu, ovariyan hücre fonksiyonu ve termogenezis gibi farklı doku ve sistemler üzerine
de etkisi olan önemli bir hormondur.
Leptinin primer fizyolojik fonksiyonu vücut yağını korumaktır. Serum ve adipoz
dokudaki azalmış seviye beyindeki enerji defisiti bulunduğuna işaret etmektedir.
Sirkülasyondaki leptin kısmen plazma proteinlerine bağlanmıştır ve kapiller junctionlardan
difüzyon yolu ile SSS’nde median eminence ve sature edilebilir reseptörler ile choroid
plexusa transport olur.
Leptin ayrıca sempatik sinir sistemi aktivitesini de arttırır. Adipositlerdeki leptin
mRNA ve protein seviyeleri, hem sirkülasyondaki leptin düzeyleri hem de vücut yağı ile
koraledir.
Leptin iskelet kasındaki, karaciğerdeki, pankreasın beta hücrelerindeki intrasellüler
lipid düzeyini insülin sensitivitesini geliştirerek düşürür. Kasta insülinin bu sensitize edici
etkisi malonyl CoA inhibisyonu, yağ asitlerinin beta oksidasyonu için mitokondriye artmış
transportu ile gerçekleşir. Bu değişiklikler özellikle adrenerjik reseptörlerin santral sempatik
aktivasyonu ile ilişkilidir.
Leptin sentezi hem yapısal (constituve) hem de hormonal olarak kontrol edilmektedir.
Enerji rezervinin durumu ile etkilenmektedir ve inhibitör feedback yoluyla sempatik sinir
sistemi ile düzenlenmektedir. Hem adiposit büyüklüğü hem de lokalizasyonu leptin
üretiminde etkilidir. Buna karşın bu parakrin/otokrin düzenleyici etkinin mekanizmasının geri
kalan büyük kısmı tanımlanamamıştır.
Büyük yağ hücreleri küçük yağ hücrelerinden daha fazla leptin içermektedir. Yine
subkutanöz yağ dokusu visseral yağ dokusundan daha fazla leptin salgılamaktadır.
41
Bir çok deneysel çalışma glukozun adipositlerden leptin salınmasında önemli bir
regülatör olduğunu göstermiştir. Rat adiposit kültürlerinde glukoz inhibitörleri leptin sentezini
bloke etmiştir. Erkeklerde glukoz infüzyonu leptinin hızlı açlık düşüşünü azaltır. % 2-3
sellüler glukoz uptake’nin olduğu heksozaminaz biyosentez yolu bu yol ile ilişkili olabilir.
UDP-N asetilglukozamin (heksozaminaz biyosentezinde son bir ürün) leptin salınımını
arttırmaktadır. Bunun inhibisyonu glukoz ile stimüle olan leptin salınmasını ve ob geni
ekspresyonunu düşürmektedir. İnsan subkutanöz adipoz dokudaki UDP-N asetilglukozamin
düzeyleri hem BMI hem de serum leptin seviyesi ile anlamlı olarak koraledir. İnsülin
deneklere birkaç gün verildiğinde leptin sekresyonunu stimüle etmektedir. Ratların uniloküler
yağ dokusundaki adipositler insülin varlığında endoplazmik retikulumda bulunurlar, insülin
tedavisini takiben plazma membranında lokalize olurlar. Birçok şey üzerinde etkileri olabilen
kortikosteroidler in vitro ve in vivo leptin sentezini düşürmektedir. Bu yanıt obezlerde daha
fazladır.
Yaş ağırlık ve vücut yağları benzer olduğunda kadınlar erkeklere göre daha fazla
leptin üretmektedirler. Bu muhtemelen cinsiyete bağlı farklı yağ depolanmasına, dağılımına
ve testosteronun leptin üzerindeki suprese edici etkisinden kaynaklanmaktadır.
Doğum esnasında kızlarda umblical kord kanındaki leptin konsantrasyonu
erkeklerindekinden iki kat daha fazladır. Pulsatil leptin sekresyonu kadın seks hormonları ile
koraledir. Bununla birlikte ovariyan seks steroidlerinin etkilerine ilişkin uyuşmazlık vardır.
İnsülin Rezistansı İle İlişkili Adipokinler
Resistin
12,5 kDa ağırlığında sisteinden zengin adipositlerden sekrete edilen bir proteindir.
(Fizz3 olarak da bilinir) Bu adipokinin TZD ile sentezi azaltılmaktadır. Resistin yağ
dokusunda bulunan benzer molekül ailesinin bir üyesidir. Resistinin vahşi hayvanlara
42
verilmesi insülin rezistansını düşürmektedir. Ancak obez, insülin direncine sahip farelerde
insülin sensitivitesini yeniden düzenlemektedir.
Morbit obez insanlarda, normal kilolu kontrollere göre adipoz doku örneklerindeki
resistin mRNA düzeyi yükselmiştir. Bununla birlikte klinik ve deneysel bir çok araştırma
resistinin obezite ve insülin rezistansı arasında ilişkide majör bağlantı olmayabileceği
gösterilmiştir.
Tümör Nekrozis Faktör
TNFα çeşitli immünolojik fonksiyonları ile multi potansiyel bir sitokindir. İlk başlarda
tümör nekrozunun sebebi olarak ve kanser ve enfeksiyon gibi kaşeksiye sebep olan
durumlarla ilişkili olabileceği şeklinde tanımlanmıştır.
Obez kişilerde TNFα ve reseptörler (TNFR1 ve TNFR2) adipositlerde ve
stromavasküler hücrelerde artmış miktarda sentez ve sekrete edilirler. Bu otokrin etkileri
obezite ve diyabetes mellitusta insülin rezistansına katkıda bulunmaktadır. TNFα yağ ve kas
dokusundaki GLUT4 mRNA’yı sentezini azaltarak ederek insülin etkisini inhibe eder. Ayrıca
insülin reseptörlerinin otofosforilasyonunu ve fosforilasyonunu insülin reseptör substrat-1’i
düşürerek de azaltmaktadır. TNFR1’in lipolitik etkisi ile dolaşımdaki serbest yağ asitleri
artmaktadır. TNFα insülin rezistanslı hayvanlarda PPAR ligandlarını bloke ederek lipolize
neden olur. Erkeklerde TNFα
konsantrasyonu ağırlık kaybı ve TZD ile tedavi ile
düşmektedir. TNFα kullanımı hipoglisemi olmaksızın hiperinsülinemiye sebep olmaktadır.
TNFα ‘nın hipotalamus üzerinde de önemli etkileri vardır. Ratlarda intravenöz veya
intraserebroventriküler TNFα enjeksiyonu CRH yoluyla ACTH sekresyonunu stimüle eder.
TSH sekresyonunu ise inhibe eder.
43
Böylece, TNF apoptozis ile adiposit yıkımını kolaylaştırarak lipogenesizi inhibe
ederek ve lipolizi arttırarak obezite üzerinde net anlamda koruyucu etkisi olduğu gibi
görünmektedir.
İnterlökin-6
Erkeklerde dolaşımdaki IL-6’nın % 30’u adipoz dokudan orijin almıştır. Visseral yağ
dokusundaki konsantrasyonu subkutanöz yağ dokusundaki konsantrasyonundan yüksektir.
obezite ile yükselmekte, TNF ve IL-1 ile de stimüle olmaktadır.
Artmış seviyeleri artmış koroner arter hastalıkları, ateroskleroz ve anstabil anjina ile
ilişkilidir. IL-6 karaciğerde CRP, fibrinojen, haptoglobin gibi akut faz reaktanlarının yerine
primer akut faz reaktanıdır. Bu da hiperkoagülibiteye katkıda bulunmaktadır.
Önemli bir nokta IL-6’nın endoteliyal adhezyon moleküllerinin salınımını
arttırmasıdır. Ayrıca GLUT-4’ü inhibe ederek insülin sensitivitesi, hepatik glikojenezis ve
lipoprotein lipaz üzerine zıt etki göstermektedir. Sonuç olarak görülen lipoliz non esterifiye
yağ asitlerini arttırmakta ve bu da NO’e bağlı endoteliyal vazodilatasyonu engellemektedir.
IL-6 reseptörleri hipotalamusta bulunurlar. IL-6 CRH ile prostaglandin sentezini ve
salınımını arttırarak termogenezisi satiely’i (doygunluk?) stimüle ederler. IL-6’nın obezite ve
tromboembolik komplikasyonlar arasındaki ilişkide bağlantısı olup olmadığı araştırılmaktadır.
Adiposit Proteinleri ve Lipid Metabolizması
Adipsin
Adipsin (ADIPosyte-trypSIN) 24 kDa ağırlığında adipositlerden sekrete edilen bir
proteazdır ve insan complement D ile (closely) homoloji gösterir.
Bu proteaz acylation stimulating protein (ASP) sentezi için gereklidir. ASP
lipogenezis için önemli bir mediyatördür. Adipsin konsantrasyonu obez kemirgen
44
modellerinde düşük olmasına karşın, paradoksal olarak aşırı adipositli insanda seviyeleri
artmıştır. Örneğin; obez Pima Hintlilerinin serum adipsin düzeyleri obez olmayan kontrol
grubuna göre % 45 daha yüksektir.
Anorexia nervosalı deneklerde adipsin düzeyi düşüktür ve besin alımına başlanmasıyla
tekrar yükselmektedir. İnsülin stimulated adipsin ADP-ribosylation faktör 6 (ARF6) ile
ilişkilidir. Adrenektomili ob/ob kobaylarda sirkülasyondaki adipsin seviyeleri yükselmektedir
ve kortikosteron replasmanı bu değişikliği geriye döndürmektedir. Adipsin sekresyonu
hayvanlarda sempatomimetik ajanlarla da stimüle olmaktadır.
Asilasyon Stimulating Protein (ASP)
ASP 76 aminoasidli bir proteindir ve yağ asidi kullanımını ve trigliserid
esterifikasyonunu stimüle etmektedir. Adipsin yağ hücrelerinde sentez edildikten sonra
stromaya sekrete edilir ve burada ASP’ ye çevrilir. Omental dokuda adipsin düzeyinin
subkutanöz adipoz dokudan daha yüksek olduğunun gösterilmesine karşın ASP ile ilgili bir
veri henüz bildirilmemiştir.
Retinoik asit (Transthyrelin ve şilomikronlar tarafından retinil esterler şeklinde
transfer edilirler) C3 genini stimüle eder ve bu da postprandiyal ASP artışına yol açar.
Koroner arter hastalarının ¼’ü yüksek konsantrasyonda ASP’ ye sahiptir.
ASP-knockout farelerde, postprandiyal trigliserid klirensi gecikmiştir ve ağırlık
kazancı düşmüştür. İnsüline benzer şekilde ASP glukoz transporter veziküllerinin yağ dokusu
ve kas hücre membranlarına hareketini arttırır ve diaçilgliserol/protein kinaz yolunu aktive
eder. Bu da yağ asidi ile trigliserid sentezinde kullanılan gliserol-3-fosfat sentezi için gerekli
glukoz substratı sağlar. Böylece ASP defisiti postprandiyal yağ asitlerinin artışına, azalmış
ağırlık kazancına ve azalmış trigliserit sentezine yol açar.
45
Aquaporin Adipoz (AQPap)
AQPap adipoz spesifik bir gliserol kinaz genidir ve özellikle uniloküler adipoz dokuda
bol miktarda ekspresse olmaktadır. AQPap gliserolün hepatik glikoneogenezise girişini
kontrol ederek glukoz homeostazını regüle eder. Vahşi tip farelerde, AQPap ekspresyonu
açlık esnasında artmıştır ve tekrar beslenmeyle azalmaktadır. AQPap TZD verilen farelerde
adipoz dokuda artmaktadır.
Adipokinler ve Homeostazis
Plazminojen Aktivatör İnhibitör-1 (PAI-1)
Karaciğer ve adipoz dokuda sentez edilen PAI-1 doku tipi plazminojen aktivatör
aktivitesini inhibe ederek trombüs oluşumunu regüle eder. Serum PAI-1 konsantrasyonu
visseral adiposit kısmına bağlı olarak artar. Omental doku aynı deneklerde subkutanöz
dokudan anlamlı olarak daha fazla PAI-1 sekrete etmektedir.
PAI-1 seviyeleri koroner arter hastalarında ve takiben miyokardiyal enfarktüste artmış
olarak bulunmaktadır. Seviyeleri diyet, egzersiz, kilo kaybı ve metformin alımı ile
düşmektedir.
Adiposit Renin Anjiotensin Sistem
Adiposit renin anjiotensin sistemi (RAS) adiposit diferansiasyonu ve lipid
depolanması üzerinde parakrin, otokrin etkileri yolu ile yağ hücresi büyüklüğünü ve enerji
depolanmasını regüle etmektedir.
Anjiotensinojen (ATG), renin, anjiotensin converting enzim (ACE), anjiotensin II
(Ang2) ve reseptörler (AT1, AT2) ve non-renin anjiotensin kinazlar olan katepsin D, katepsin
G ve tonin adipoz dokudan ekspresse edilmektedirler.
Plazma AGT, renin, ACE aktivitesi BMI ile pozitif korelasyon gösterir. Adipose doku
AngII prostasiklin (PGI2) etkisi aracılığıyla preadipositlerden adipositlere terminal
46
diferansiasyonu ve adipoz dokuya kan teminini kontrol eder. Adipoz doku AGT adiposit
vasküler rezistans üzerinde de etkilidir. Ancak lipogenezisi düşürerek yağ kütlesi üzerinde
negatif bir regüle edici etkiye sahiptir.
AngII ve AGT reseptörleri visseral dokuda subkutanöz dokuya göre hem obezlerde
hem de non-obezlerde yüksek konsantrasyonda bulunmaktadırlar. Glukokortikoid varlığında
insülin, beta adrenerjik stimülasyon ve nütrisyonel değişiklikler AGT gen ekspresyonunu
ayarlar. Adiposit renin anjiotensin sisteminin obezite ile hipertansiyon arasındaki ilişkideki
rolü araştırılmaktadır.
Diğer Adiposit Proteinler
Metallothionein adipositlerden sekrete edilen düşük moleküler ağırlığa sahip metal
bağlayıcı bir proteindir. Fonksiyonunun yağ asitlerini oksidasyondan korumak olduğu
sanılmaktadır. Metallothionein genleri (MT-1 ve MT-2) adipoz dokunun diferansiyasyonunun
erken aşamasında ekspresse edilirler. İn vitro şartlarda MT-1 transkripsiyonu dexametazon,
forskolin ve bromo-cAMP ile ve daha düşük düzeyde de insülin ve leptin ile stimüle
olmaktadır.
FIAF (Fasting-Induced Adipose Factor) adipositlerden sentezlenen bir proteindir ve
kalori eksikliğinde yükselir ve peroxisome proliferation activated receptor (PPAR) ile
etkileşime girer.
Lipoprotein lipaz, kolesterol ester transferaz, apolipoprotein E, retinol bağlayıcı
protein, 11-hidroksisteroid dehidrogenaz ve aromataz lipid metabolizması için önemli diğer
adiposit proteinleridir.
Obezitenin insülin rezistansı, hipertansiyon ve endoteliyal hastalıklara hangi
mekanizmayla yol açtığı konusu cevap bekleyen en önemli araştırma konularından biridir.
Adiposit sinyal proteinlerinin fonksiyonu ve regülasyonu, adipositlerin diferansiasyonu ve
47
vücut yağ dağılımının kontrolü hakkında yapılan araştırmalar obezite ve obezitenin sebep
olduğu hastalıkların tedavisi açısından önemlidir.
METABOLİK SENDROM ve İNSÜLİN DİRENCİ
Metabolik sendrom; dünyada giderek daha fazla sayıda insanı etkileyen önemli bir
morbidite nedenidir. Pandemiye doğru ilerleyen bu büyümede, hareketsiz yaşam tarzının
benimsenmesi ve beslenme alışkanlığında değişmeler gibi çevresel etkenler yanında,
kalıtımla gelen bazı özellikler de rol oynamaktadır.
Yapılan çalışmalar, metabolik sendrom bileşenleri içinde insülin direncinin diğerleri
üzerine etkisini ve patofizyolojideki kritik rolünü açığa çıkarmaktadır. İnsülin direncinin,
obezite, hipertansiyon ve hiperlipidemi ile olan karışık ilişkileri hala tam aydınlatılamasa da,
mevcut bilgiler ışığında, metabolik sendromun insülin direncinin boynuzları üzerinde
taşındığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Metabolik Sendromun Tanımı
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 1998 yılında metabolik sendromu, diyabet, bozulmuş
açlık glikozu, bozulmuş glikoz toleransı veya insülin direnci ile birlikte, hipertansiyon (>
160/90 mmHg), hiperlipidemi, santral obezite ve mikroalbuminüriden en az ikisinin olması
olarak tanımladı (65).
Ulusal Kolesterol Eğitim Programı [National Cholesterol Education Program (NCEP)]
Uzman Paneli, 2001 yılında yetişkinlerde yüksek kan kolesterolü tespiti, değerlendirme ve
tedavisi raporunu (ATP III) hazırladı (66). Bu raporda, metabolik sendrom tanısı için tabloda
belirtilen beş kriterden üçünün varlığının yeterli olduğu bildirildi (Tablo 1).
48
Tablo 1. ATP III Metabolik Sendrom Tanı Kriterleri
- Abdominal Obezite (Bel çevresi)
Kadın >88 cm
Erkek >102 cm
- Trigliserid
> 150 mg/dl
- HDL
Kadın < 50 mg/dl
Erkek < 40 mg/dl
- Kan Basıncı
> 135/85 mmHg
- Açlık Plazma Glukozu
110-125 mg/dl
* Bu beş kriterden en az üçünün varlığı gereklidir
ATP III, bu kriterlerden ayrı olarak metabolik sendrom bileşenlerini de tanımlamıştır
ki bu bileşenler arasında kriterlere yansımamış olan, ama her yeni çalışmayla artan bir
ilgiyle karşılanan iki konu daha vardır: Bunlar; proinflamatuvar durum ve protrombotik du­
rumdur.
"National Health and Nutrition Examination Sur-vey (NHANES)" çalışmasının
verilerinden yararlanılarak yapılan bir analizde, metabolik sendrom tanımı DSÖ kriterlerine
göre yapılmış olan hastalar ile, ATP III raporuna göre yapılanlar arasında kardiyovasküler has­
talık prevalansı bakımından istatistiksel anlamlı bir fark bulunamadı (67).
Metabolik Sendromda Patogenez
Metabolik sendromun etiolojisi üç kategoride incelenebilir: Obezite ve yağ dokusu
bozuklukları, insülin direnci ve bağımsız faktörler (vasküler, hepatik ve immünolojik kökenli
moleküller gibi).
İnsülin direnci ve glikoz metabolizması
Metabolik sendrom bileşenlerini taşıyan birçok insanda, insülin aracılı glikoz
metabolizması bozuklukları olduğu epidemiyolojik çalışmalarla desteklendi. Fakat her obez
49
olanda insülin direnci olmadığı veya insülin direnci olanlarda da metabolik sendrom
prezentasyonunun değişik fenotiplerde olabildiği görülünce, genetik mirasın etkisinin
araştırılması önem kazandı. Gerçekten de farklı etnik gruplarda yapılan çalışmalar bunu
doğrular niteliktedir.
Örneğin; obezite ve insülin direncinin sık görüldüğü bir popülasyon olan Pima
yerlilerinde; tip 2 diyabetes mellitus (DM) sıklığı artmışken, hiperlipidemi ya da hipertansiyon
prevalansı yüksek değildir (68-70). Metabolik sendrom bileşenlerinin değişkenliğini başka
etnik gruplarda da gösteren çalışmalar vardır (71,72). Bütün bu veriler, insülin direncinden
başlayıp metabolik sendroma giden yolda -henüz hepsinin anlamını bilmesek de- başka yol
işaretlerinin olduğu düşüncesini desteklemektedir.
Tip 2 DM gelişme sürecinde öncelikle ortaya çıkan, dokuların insülin etkisine karşı
direnç geliştirmesidir. Hiperglisemi daha sonra belirir. Dokuların insülin duyarlılıkları
birbirinden farklı olduğundan, insülin direnci başladığında öncelikle kasta glikoz yıkımı azalır
ve bu, postprandiyal hiperglisemiye yol açar. Bu durumu daha belirgin bir insülin etkisizliği
izler ve karaciğerden glikoz çıkışı artar. Böylece açlık hiperglisemisi ve tüm gün
hiperglisemisi saptanır hale gelir (73).
İnsülin direnci ve lipid metabolizması
İnsülin direnci ve yağ dokusunda artış, tip 2 DM patogenezinde iş birliği içinde
görünmektedir. İnsülin direncinde; bir yandan plazma lipoprotein lipaz (LPL) aktivitesi azalıp
plazma trigliseritleri artarken, bir yandan da karaciğerde LPL aktivitesinin artması nedeniyle
HDL'nin yıkımı hızlanır. İnsülin direncinin özelliklerinden biri de artmış plazma serbest yağ
asitleri (SYA) konsantrasyonudur. SYA karaciğerde trigliserid birikmesini uyarır. Fakat
SYA'ların insülin direnci oluşumundaki rolü bundan daha karmaşık mekanizmaları da içerir.
İnsülin direnci obezite ilişkisini anlamakta; adipoz dokunun bir enerji deposu olmak dışında,
50
dolaşıma birçok peptid kompleman faktörü ve sitokin salgılayan bir endokrin organ görevi
gördüğünün keşfi, devrim niteliğindedir. Normal insülin etkisi insülini hücre yüzeyindeki re­
septörüne bağlanıp, reseptörün intrensek tirozin kinaz aktivitesini başlatmasıyla gerçekleşir.
Yakın zamanda yapılmış çalışmalar, SYA'nın insülin direnci patogenezindeki rolleri hakkında
fikir vermektedir. Görülmüştür ki; SYA'ları hem kas dokusunda glikoz alımını azaltmak hem de
karaciğerden glikoz çıkışını arttırmak yönünde insülin karşıtı etkiler sergilemekteler. Her iki
dokuda da SYA'ların hücrede açil koenzim A (CoA) türevlerinin miktarını arttırdıkları ve artan
açil CoA'nın da normal tirozin fosforilasyon kaskadına karşı çalışan serin kinaz moleküllerinin
etkisini arttırdığı anlaşıldı (74). Obez insanlardaki "ektopik adipoz doku" (hedef organlarda
biriken trigliserid) sözü edilen açil CoA moleküllerinin önemli bir kaynağıdır (75). Adipoz
dokudan salınan interlökin (IL)-6 ve tümör nekroz faktörü (TNF)-α gibi moleküllerin de
metabolizma üzerine olumsuz etkileri vardır.
Adiponektin, yağ dokusunun salgıladığı bir plazma proteinidir. Yukarıda sözü geçen
moleküllerin tersine adiponektin, plazmadan glikozun, trigliseritlerin ve SYA'ların
temizlenmesini kolaylaştırır ve karaciğerde glikoz üretimini baskılar (76). Ayrıca, hasarlı
damarların
duvarında
birikerek,
aterogenez
sürecinde
önemli
olan
inflamatuvar
mediatörlerin olumsuz etkilerini engeller. Adiponektin düzeyi obez bireylerde azalmıştır ve
ilginç olarak adiponektin düzeyinin regülasyonu subkütan yağ dokusundan çok omental yağ
dokusunda yapılmaktadır (77). Bu da visseral adipozitenin metabolik sendrom ve insülin
direnci ile olan bağlantısı ile uyumlu bir mekanizmadır.
Vücut yağ dağılımı, insülin direnci için önemli bir risk faktörüdür. Konuyla ilgili ilk
sistematik değerlendirme 1956 yılında Vague ve arkadaşları tarafından yapıldı. Obezitenin
"android" ve "jinoid" tip olarak sınıflandırıldığı bu çalışmada, android obezitenin diyabet ve
koroner arter hastalığı ile -jinoid tip obeziteye kıyasla daha fazla- ilintili olduğu saptandı (78).
İzleyen çalışmalar da bu bulguları destekledi.
51
Yaşları 5 ila 16 arasında değişen obez kız çocuklarının alındığı bir çalışmada, bel
çevresi ile plazma insülini ve insülin direnci arasında anlamlı korelasyon saptandı (79).
Visseral obezitenin insülin direnci ile olan bağlantısı omental ve paraintestinal bölgede
biriken yağ dokusunun metabolik özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Temelde, visseral yağ
dokusu insülin etkilerine daha dirençli ve lipolitik enzimlere daha duyarlı olduğundan bunun
sonucu olarak portal sisteme daha çok SYA geçmesi ve karaciğerde artan trigliserid sentezi,
insülinin ilk geçiş metabolizmasını bozabilir (80,81). Daha önce de söz edildiği gibi, açil
CoA'nın önemli bir kaynağı olmanın yanı sıra, visseral yağ; adiponektin düzeyinin
ayarlanmasında da önemlidir.
Bunların dışında, metabolik sendroma eşlik eden protrombotik durumla da insülin
direncinin ilişkisi vardır. Hiperinsülinemi, karaciğerde fibrinojen ve plazminojen aktivatör
inhibitörü 1 (PAI-1) yapımını uyarmaktadır; bu ikisi de aterogenezde rolü olan protrombotik
durumu ortaya çıkarmaktadır (82).
İnsülin Direnci Açısından Metabolik Sendromda Tedavi
Metabolik sendromun her bir bileşeninin ayrı ayrı kontrolü için günümüzde güvenli
farmakolojik ajanlar mevcuttur. Kan basıncının; Birleşik Ulusal Komite'nin VII. raporunda
(JNC VII) öngörülen sınırlara düşürülmesi, aşikar diyabeti olan hastalarda HbA1c'nin Ameri­
kan Diyabet Derneği (ADA) kılavuzunda öngörüldüğü üzere %7 düzeyine çekilmesi ve lipid
profilinin NCEP rehberine uygun hale getirilmesi için hekimlerin elinde birçok ilaç hazır
bulunmaktadır. Fakat belki bunlardan daha güç olanı, hastayı, egzersiz yapmaya ve diyete uy­
maya ikna etmektir.
Sağlıklı yaşam konusunda hastanın eğitilmesi şarttır. Obezitenin tedavisi ve insülin
direnci ile başa çıkılması ancak böyle mümkün olabilir. Obezite tedavisinde "gerçekçi hedef"
ideal vücut ağırlığı değil, o anki vücut ağırlığının %10'unun altı ay süresince kaybedilmesidir.
52
Hem yağ oranının hem de günlük kalori alımının kısıtlandığı bir diyet, metabolizmayı
olumlu etkiyerek dengeli bir kilo kontrolünü sağlayabilir. Düzenli fiziksel aktivite
hedeflenen kiloya ulaşmayı kolaylaştıracak ve bu kilonun korunmasında yardımcı
olacaktır. Beden kitle indeksi (BKİ) ≥ 30 kg/m2 olanlarda santral etkili bir zayıflama ilacı
olan sibutramin -hipertansif yan etkileri konusunda dikkatli olunarak-ve pankreatik lipaz
inhibitörü olan orlistat kullanılabilir. BKİ > 40 kg/m2 veya ≥ 35 kg/m2 olup da eşlik eden
hastalığı olan vakalarda kilo azaltıcı cerrahi girişimler de gündeme gelebilir.
Diyetteki yağ oranı artıp kalori azaltıldığında, insülin direncinin arttığını gösteren
çalışmalar vardır (83). İntravenöz glikoz tolerans testi ile insülin duyarlılığını ölçen ve 1,625
vakayı kapsayan IRAS çalışmasında toplam yağ alımı ile insülin duyarlılığı arasında ters
ilişki saptandı, ancak BKİ farkları dışarıda tutulduğunda bu ilişki istatistiksel anlamını
kaybetti (84). Diyetin içeriği, karbonhidrat-yağ etkisinin de ötesinde, metabolik sendrom
bileşenlerini doğrudan etkiliyor da olabilir. Tekli doymamış yağın ağırlıklı olduğu geleneksel
diyeti benimseyen Akdeniz popülasyonunda, koroner arter hastalığının ve diyabetin daha az
görülmesinin altında yatan mekanizmalar keşfedilmeyi beklemektedir.
İnsülin direncinin kırılmasında egzersizin yararı konusunda çalışmalar vardır. Thorell
ve arkadaşlarının yaptığı bir çalışmada, egzersizin, GLUT-4 reseptörlerinin plazma
membranına taşınması yoluyla, iskelet kasında glikoz transportunu arttırdığı gösterildi (85).
IRAS çalışması da, egzersizin insülin aktivitesi üzerine olumlu etkilerini onayladı (84). Tip 2
DM
hastalarında
insülin
duyarlılığını
arttırıcı
ilaç
olarak
biguanidlerin
ve
tiazolidinedidonların kullanımı da diyet ve egzersizin yeterli olmadığı hastalar için iyi bir
seçenektir. Tiazolidinedionların bir etkisi de dolaşımda adiponektin düzeylerini arttırmaktır.
Protrombotik durumun önlenmesi için fibrinojeni ve PAI-1'i hedef alan bir tedavi
seçeneği henüz yoksa da, antiplatelet tedavi olarak aspirin oldukça etkili görünmektedir.
Aspirin, koroner olayların birincil ve ikincil korumasında etkilidir ve metabolik sendromda
53
birincil korumada ümit vadeden bir ajandır. Metabolik sendromun proinflamatuvar bileşeni
ile savaş konusuna ilgi artmaktadır. Bazı lipid düşürücü ajanların C-re-aktif protein düzeyini
azaltması onların antiinflamatuvar etkisini yansıtmaktadır (86).
.
54
MATERYAL VE METOD
Çalışmaya, Nisan 2005 ve Temmuz 2005 ayları arasında Haydarpaşa Numune Eğitim
ve Araştırma Hastanesi 5. Dahiliye polikliniğine başvuran daha önce tip 2 diyabetes mellitus
tanısı almış; 36 ile 72 yaş arasındaki, 38 kadın ve 16 erkek hasta; ile başka nedenlerle
polikliniğe başvuran 33 ile 66 yaş arasında, 12 kadın ve 7 erkek non diyabetik olgu alınmıştır.
Çalışmaya alınan olgular, diyabetik ve non diyabetik olanlar olarak ikiye ayrıldıktan
sonra; diyabetik olanlar da HbA1c değerlerine göre, iyi glisemik kontrollüler (HbA1c <7) ve
yeterli glisemik kontrol sağlanamayanlar (HbA1c >7) olarak ikiye ayrıldı.
Toplam 73 olgunun kardiyovasküler risk faktörlerinin ve metabolik kontrollerinin
değerlendirilmesi amacıyla anamnezleri, aile ve ilaç öyküsü alınıp fizik muayeneleri yapıldı.
Hastaların metabolik durumlarını incelemek amacıyla bel çevresi,BMI (Body Mass İndeks)
hesaplanması, yağ kitlesi(Fat Mass), % yağ oranı(Fat%), kan basıncı ölçümü, açlık ve tokluk
kan şekeri tayini, lipid profili tayini, HbA1c tayini, CRP tayini ve serum adiponektin düzeyi
tayini yapıldı. Hastalarda diyabetin kronik komplikasyonlarını saptamak amacı ile
fundoskopik muayene, 24 saatlik idrarda mikroalbümin ile total protein ölçümü, ve plazma
kreatinin ölçümü; gerektiğinde de ileri tetkikler (EKG, ekokardiyografi, talyumlu kardiyak
sintigrafik inceme vb.) yapıldı. Metabolik parametrelerini etkileyebilecek durumların
dışlanabilmesi için (Tiroid bozuklukları, anemi, kronik renal yetmezlik, malignite, gebelik,
karaciğer bozuklukları…) serum TSH tayini, tam kan sayımı, üre ve kreatinin tayini,
karaciğer fonksiyon testleri, eritrosit sedimentasyon hızı ile gerekli hallerde tümör markerları
ve beta-HCG tayini yapıldı.
Yağ kitlesi ve % yağ oranı olgu yarım saat dinlendirildikten sonra Tanita Body
Composition Analyzer TBF-300 cihazı ile yapılmıştır.
55
Sabah açlıkta kan alınarak adiponektin düzeyi dışındaki tüm testler aynı gün içerisinde
Merkez Biyokimya Laboratuarında değerlendirildi.
Glukoz, total kolesterol, trigliserid ve HDL serumda Roche/Hitachi moleküler PP;
otoanalizatöründe enzimokalorimetrik metodl spektrofotometrik olarak ölçüldü.
LDL ve VLDL Friedwald fomülüne göre hesaplandı: VLDL= Trigliserid/5;
LDL=Total kolesterol – HDL – trigliserit/5
Mikroalbüminüri Roche/Hitachi moleküler PP; otoanalizatöründe immünotürbimetrik
olarak ölçüldü.
HbA1c, aynı otoanalizörde, hemolize tam kanda, türbimetrik inhibisyon immünölçüm
(turbimetric inhibition immunoassay, TINIA) ile çalışıldı.
Tiroid hormonları Abbott/Architect
otoanalizöründe elektrochemiluminans ile
çalışıldı.
Adiponektin için alınan 10 cc kan tüpte pıhtılaşmaya bırakıldıktan sonra santrifüj
edilerek elde edilen serum iki ayrı tüpe alınarak -75 derecede çalışılmak üzere saklanıldı. Tüm
örnekler toplandıktan sonra Gelişim Tıp laboratuarında çözülerek RayBio Human
Adiponectin/Acrp30 ELISA Kit ile değerlendirildi.
Çalışmada elde edilen bulgular değerlendirilirken, istatistiksel analizler için SPSS
(Statistical Package for Social Sciences) for Windows 10.0 programı kullanıldı. Çalışma
verileri değerlendirilirken tanımlayıcı istatistiksel metodların (Ortalama, Standart sapma)
yanısıra niceliksel verilerin karşılaştırılmasında normal dağılım gösteren parametrelerin
gruplar arası karşılaştırmalarında Oneway Anova testi ve farklılığa neden çıkan grubun
tespitinde Tukey HDS testi kullanıldı. Normal dağılım göstermeyen parametrelerin gruplar
arası karşılaştırmalarında Kruskal Wallis testi ve Mann Whitney U test kullanıldı.
Niteliksel verilerin karşılaştırılmasında ise Ki-Kare testi kullanıldı. Parametreler arasındaki
ilişkilerin incelenmesinde normal dağılım gösteren parametreler için pearson korelasyon
56
testi; normal dağılım göstermeyen parametreler için Spearman’s rho korelasyon testi
kullanıldı.
Sonuçlar
%
95’lik
güven
aralığında,
anlamlılık
p<0.05
düzeyinde
değerlendirildi.
57
BULGULAR
Çalışma Nisan 2005-Temmuz 2005 tarihleri arasında yaşları 33 ile 72 arasında
değişmekte olan; 50’si kadın (% 68.5) ve 23’ü erkek (% 31.5) olmak üzere toplam 73 olgu
üzerinde yapılmıştır. Olguların ortalama yaşı 51.42±9.50’dir.
Tablo 1: Demografik özelliklere göre grupların karşılaştırılması
Kontrollü DM
Kontrolsüz DM
Nondiyabetik
Ort
SD
Ort
SD
Ort
SD
50,70
7,49
52,47
10,94
50,31
8,87
Kadın
n
17
%
85,0
n
21
%
61,8
n
12
%
63,2
Erkek
3
15,0
13
38,2
7
36,8
Yaş
Test ist.;
p
F:0,386;
p:0,681
Cinsiyet
χ2:3,489
;
p:0,175
F: Oneway ANOVA testi
χ2: Ki-kare testi
Yaş ortalamasına göre gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık
bulunmamaktadır (p>0.05).
Cinsiyet dağılımına göre gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık
bulunmamaktadır (p>0.05).
58
Tablo 2: Kontrollü diyabet ve kontrolsüz diyabet olgularının diyabet yaşı ve HbA1c düzeyi
karşılaştırmaları
Kontrollü DM
DM yaşı (ay)
Kontrolsüz DM
Ort
SD
Ort
SD
20,25
29,89
55,38
73,99
Test ist.;
p
Z:-1,133;
p:0,257
Z:-6,093;
HbA1c
6,61
0,28
9,82
1,74
p:0,001**
Z: Mann Whitney U testi
** p<0.01 ileri düzeyde anlamlı
Kontrollü diyabet ve kontrolsüz diyabet olgularının diyabet yaşları arasında
istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulunmamaktadır (p>0.05).
Kontrollü diyabet olgularının HbA1c düzeyleri; kontrolsüz diyabet olgularının HbA1c
düzeylerinden istatistiksel olarak ileri düzeyde anlamlı düşüktür (p<0.01).
10
9,5
9
8,5
8
7,5
7
6,5
6
5,5
5
4,5
4
3,5
3
2,5
2
1,5
1
Şekil 1: Kontrollü ve kontrolsüz diyabet gruplarında
HbA1c düzeyi dağılımı
0,5
0
Kontrollü DM
Kontrolsüz DM
59
Tablo 3: BMI, bel çevresi, fat % ve fat mass düzeylerine göre grupların karşılaştırılması
Kontrollü DM
BMI
Kontrolsüz DM
Nondiyabetik
Ort
SD
Ort
SD
Ort
SD
30,99
4,24
29,83
6,63
29,43
4,48
Test ist.;
p
KW:2,531
;
p:0,282
F:3,666;
Bel çevresi
103,70
10,21
99,83
12,45
93,79
11,07
p:0,031*
F:2,272;
Fat %
37,37
7,13
32,06
10,49
33,75
6,97
p:0,111
F:1,139;
Fat Mass
29,61
8,74
25,58
11,78
25,78
7,29
p:0,326
F:2,209;
Adiponektin
659,29
98,57
694,09
144,85
609,50
168,24
p:0,117
F: Oneway ANOVA testi
KW:Kruskal Wallis testi
* p<0.05 düzeyinde anlamlı
Grupların BMI düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık
bulunmamaktadır (p>0.05).
Bel çevresine göre gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık
bulunmaktadır (p<0.05). Kontrollü diyabet olgularının bel çevresi; nondiyabetik olguların bel
çevresinden istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksektir (p: 0.024; p<0.05). Kontrolsüz
diyabet olgularının bel çevresi ile; kontrollü diyabet (p:0.464; p>0.05) ve nondiyabetik (p:
0.167; p>0.05) olguların bel çevreleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık
bulunmamaktadır.
60
105
100
95
90
85
80
75
70
65
60
55
50
45
40
35
30
25
20
15
10
5
0Grupların fat %
Kontrollü DM
Şekil 2: Gruplara göre bel çevresi dağılımı
düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık
bulunmamaktadır (p>0.05).
Kontrolsüz DM
Nondiyabetik
Grupların fat mass düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık
bulunmamaktadır (p>0.05).
Bel çevresi
Grupların Adiponektin düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık
bulunmamaktadır (p>0.05).
Tablo 4: Adiponektin ile HbA1c, Crp, SAB ve DAB korelasyonu
HbA1c
Crp
Kontrollü DM
SAB
DAB
HbA1c
Crp
Kontrolsüz DM
SAB
DAB
Adiponektin
r
p
-0,054
0,820
0,029
0,902
-0,019
0,937
-0,145
0,541
-0,032
0,857
-0,019
0,915
-0,058
0,743
0,099
0,576
SAB parametresi için pearson korelasyon testi
Diğer parametreler için spearman’s rho korelasyon testi kullanılmıştır.
61
Kontrollü DM grubunda; Adiponektin ile HbA1c düzeyi arasında istatistiksel olarak
anlamlı bir ilişki bulunmamaktadır (p>0.05).
Adiponektin ile Crp düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki
bulunmamaktadır (p>0.05).
Adiponektin ile sistolik arter basıncı (SAB) arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki
bulunmamaktadır (p>0.05).
Adiponektin ile diastolik arter basıncı (DAB) arasında istatistiksel olarak anlamlı bir
ilişki bulunmamaktadır (p>0.05).
Kontrolsüz DM grubunda; Adiponektin ile HbA1c düzeyi arasında istatistiksel olarak
anlamlı bir ilişki bulunmamaktadır (p>0.05).
Adiponektin ile Crp düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki
bulunmamaktadır (p>0.05).
Adiponektin ile sistolik arter basıncı (SAB) arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki
bulunmamaktadır (p>0.05).
Adiponektin ile diastolik arter basıncı (DAB) arasında istatistiksel olarak anlamlı bir
ilişki bulunmamaktadır (p>0.05).
İstatistiksel İncelemeler
Çalışmada elde edilen bulgular değerlendirilirken, istatistiksel analizler için SPSS
(Statistical Package for Social Sciences) for Windows 10.0 programı kullanıldı. Çalışma
verileri değerlendirilirken tanımlayıcı istatistiksel metodların (Ortalama, Standart sapma)
yanısıra niceliksel verilerin karşılaştırılmasında normal dağılım gösteren parametrelerin
62
gruplar arası karşılaştırmalarında Oneway Anova testi ve farklılığa neden çıkan grubun
tespitinde Tukey HDS testi kullanıldı. Normal dağılım göstermeyen parametrelerin
gruplar arası karşılaştırmalarında Kruskal Wallis testi ve Mann Whitney U test kullanıldı.
Niteliksel verilerin karşılaştırılmasında ise Ki-Kare testi kullanıldı. Parametreler arasındaki
ilişkilerin incelenmesinde normal dağılım gösteren parametreler için pearson korelasyon
testi; normal dağılım göstermeyen parametreler için Spearman’s rho korelasyon testi
kullanıldı. Sonuçlar % 95’lik güven aralığında, anlamlılık p<0.05 düzeyinde
değerlendirildi.
63
TARTIŞMA
Ateroskleroz büyük ve orta çaplı musküler arterleri tutan endotelyal disfonksiyon,
vasküler inflamasyon ve damar duvarı intima tabakasında lipid ve inflamatuar hücre birikimi
ile karakterize bir patolojidir. Damar duvarında bu birikim plak oluşumuna, vasküler
remodelinge, akut ve kronik kan akımı problemlerine ve hedef organa oksijen taşınmasında
zorluklara yol açmaktadır. Endotelyal hasarın muhtemel nedenleri; okside LDL, infeksiyöz
ajanlar, toksinler, sigara içilmesi, hiperglisemi ve hiperhomosisteinemidir. Dolaşımdaki
monositler damar duvarına göç etmekte ve endotelyal hasara yol açabilecek çok sayıda
sitokinlerin ve büyüme faktörlerinin salınımına yol açmaktadır.
Adiponektin; gen transkript-1 (apM1) gen bölgesinden kodlanan, 244 aminoasit
içeren, kollajen VIII, X ve C1q ile yüksek derecede strüktürel homoloji gösteren bir
glikoproteindir. Adiponektin aterosklerozu gerileten anti-inflamatuar bir sitokindir ve
ateroskleroz üzerine protektif etkisi bulunmaktadır. Adiponektin doza bağımlı olarak
aterosklerotik damar duvarında birikir ve tümör nekrozis faktör-α (TNF-α) tarafından
indüklenen inflamatuvar hücre göçünü inhibe eder. Makrofajdan TNF-α ve benzeri sitokin
üretimini baskılar. Adiponektin aterosklerotik endotelden inflamatuvar stimulus sonucu
üretilen E-selektin, intrasellüler adezyon molekül-1 (ICAM-1) ve vasküler adezyon molekül-1
(VCAM-1) benzeri adezyon moleküllerin düzeyini azaltır ve monositin endotelyal bölgeye
göçünü önler.
Tip 2 diyabetik hastalar, belirgin olarak artmış aterosklerotik risklere sahiptirler.
Diyabetik popülasyonda ölümcül bir koroner kalp hastalığı geçirme riskleri neredeyse daha
önce myokard enfarktüsü geçirmiş olanlar kadardır. Bu artmış risk; hiperglisemi, dislipidemi
ve artmış inflamasyonla bağıntılıdır. Sadece yağ dokuları tarafından sentezlenen
adiponektinin tüm bu mekanizmalarda rol aldığı düşünülmektedir. Adiponektin, insülin etkisi
64
ve rezistansı üzerinde modülatör bir moleküldür ve tip 2 diyabet gelişimini önlemede etkindir.
Bunun yanında antiinflamatuvar etkileri de saptanmıştır. Ayrıca lipid metabolizmasında da
etkileri mevcuttur, kısmen artmış HDL düzeyleri ve azalmış trigliserit düzeyleri ile
bağıntılıdır. Daha önce yapılan çalışmalarda adiponektinin antiinflamatuvar özelliklerinin
diyabetik hasta gruplarında kan yağları ve glisemi üzerindeki etkileri fazlaca araştırılmamıştı.
Bu konuda yapılmış çalışmalardan biri; Matthias B. Schulze ve arkadaşları tarafından
yayınlanmış “Tip 2 diyabetes mellituslu erkeklerde Adiponektin ile glisemik kontrol, kan
yağları ve inflamasyon markerları arasındaki ilişki”dir(96). 1986 başlamış Amerika Birleşik
Devletlerindeki erkek sağlık personelleri arasında “The Health Professionals Follow-up
Study” olarak adlandırılan çalışmadaki 741 tip 2 diyabetli erkeğin verileri değerlendirilmiştir.
Bu çalışmada yüksek plazma adiponektin seviyelerinin; ileri yaş, artmış fiziksel aktivite ve
yüksek alkol tüketimi ve düşük BMI ile beraberliği saptanmış. Ayrıca plazma adiponektin
seviyeleri yüksek olan popülasyonda insülin kullanımı daha yüksek ve dislipidemi daha düşük
saptanmış. Diğer verilerde; adiponektin HDL ve LDL kolesterolle doğru orantıya sahipken,
HbA1c, trigliserit, non-HDL kolesterol, ApoB100, CRP ve fibrinojen ile ters orantıya sahiptir.
Ayrıca adiponektin ve serum kreatinin seviyesi arasında ilişki saptanamamış.
Bir başka çalışma da; Çek Cumhuriyetinde David Stejskal ve arkadaşları tarafından
“Tip 2 diyabetes mellituslu kişilerde metabolik kontrol kriteri olarak adiponektin seviyeleri”
olarak yapılmıştır(95). Bu çalışmada da toplam 109 olgu değerlendirilmiştir. Sonuç olarak
adiponektin seviyeleri BMI, açlık kan şekeri, ürisemi, trigliserit, HbA1c ile ters; HDL ile
doğru orantılı saptanmıştır. Resistin, leptin ve ObRe ile adiponektin arasında belirgin ilişki
saptanmamıştır. Çalışmayı yürütenler sonuç olarak; tip 2 diyabetik hastaların diğer yüksek
aterosklerotik risk taşıyan popülasyondan daha düşük serum adiponektin seviyelerine sahip
olduğu, iyi glisemik kontrol yapılan hastaların daha yüksek serum adiponektin düzeyine sahip
65
olduğu ve adiponektinin metabolik kontrol ve aterosklerotik risk açısından iyi bir belirteç
olduğunu değerlendirmişler.
Okamoto ve ark. Yaptıkları (102) deneysel çalışmada kateterle damar hasarı
oluşturulmuş bölgede subendotelyal adiponektin birikiminin olduğunu, sağlam damar
bölgelerinde bu birikimin olmadığını ortaya koymuşlardır. Bunun sonucunda da serum
adiponektin düzeylerinin azaldığını rapor etmişlerdir.
Epidemiyolojik çalışmalarda insülin direncinin KVH risk faktörü olduğu ortaya
konulmuştur. İnsülin direnci; dislipidemi, obezite, diyabet ve hipertansiyon ile ilişkilidir.
Hipertansiyona %30-50 insülin direncinin eşlik ettiği bildirilmiştir ve birçok çalışmada kan
basıncı ile açlık plazma insülin arasındaki anlamlı ilişki gösterilmiştir. Adiponektinin
deneysel çalışmalarda; ß-oksidasyon ve enerji katabolizmasında rol alan genlerin
ekspresyonunu arttırarak, periferik dokuda insülin reseptör ve insülin reseptör substrat-1
(İRS-1) düzeylerini arttırarak ve glukoneogenezde rol alan maddelerin düzeylerini azaltarak
insülin sensivitesini arttırdığı ortaya konulmuştur. İnsanlarda da adiponektinin çizgili kaslarda
insülin reseptörünün tirozin fosforilasyonunu regüle ettiği gösterilmiştir.(95-101)
Bizim yaptığımız çalışmada toplam 73 (50 kadın 23 erkek) olgu değerlendirildi.
Olguların hepsi aterosklerotik risk faktörlerine sahipti. 54 olgu diyabetes mellitus tanılı idi.
Non diyabetik olan 19 hastanın, 10 tanesi hipertansif diğerleri ise metabolik sendromluydu.
Diyabetli olan popülasyon HbA1c değerlerine göre ikiye ayrıldı. Yeterli glisemik kontrol
değeri olarak HbA1c<7 kabul edildi ve bu değerin altındaki hastalar iyi kontrollü diyabetes
mellitus olarak adlandırıldı. HbA1c>7 olan grup yeterli olmayan glisemik kontrol olarak
değerlendirilerek, kötü kontrollü diyabetes mellitus olarak adlandırıldı. İyi kontrollü diyabetik
popülasyonda Hba1c değeri 6,61±0,28 iken, kötü kontrollü grupta 9,82±1,74 saptandı. Non
diyabetik grupta HbA1c düzeyleri ölçülmedi, açlık ve tokluk kan şekeri bakılarak ve gereken
olgularda OGTT yapılarak diyabet dışlanıldı.
66
Gruplar arasında yaş (50,70±7,49; 52,47±10,94; 50,31±8,87), BMI (30,99±4,24;
29,83±6,63; 29,43±4,48), bel çevresi (103,70±10,21; 99,83±12,45; 93,79±11,07), fat mass
(29,61±8,74; 25,58±11,78; 25,78±7,29) ve fat % (37,37±7,13; 32,06±10,49; 33,75±6,97)
arasında anlamlı farklılık yoktu. Kontrollü ve kontrolsüz diyabetiklerin
diyabet yaşları
arasında anlamlı fark yoktu.
Çalışmamız sonucunda her üç grubunda adiponektin seviyeleri arasında anlamlı fark
saptanmadı. Kontrollü diyabetli grubunda adiponektin, 659,29±98,57; kontrolsüz diyabet
grubunda 694,09±144,85; non diyabet grubunda 609,5±168,24 değerlerinde bulunuş, p:0,117
hesaplanmıştır. Ayrıca gruplarda adiponektin ile HbA1c, CRP, diastolik ve sistolik kan
basınçları arasında korelasyon saptanmamıştır.
Literatürde yapılan diğer çalışmalarla sonuçlarımız aynı doğrultuda çıkmadı. Bizim
sonuçlarımıza göre serum adiponektin düzeyinin glisemik kontrol üzerine direk bir etkisi
yoktur.
Adiponektin seviyesini de etkileyen santral obezite insülin rezistansında önemli bir
faktördür. Koroner kalp hastalığı (diyabetten bağımsız olarak), endoteliyal disfonksiyon,
artmış yağ kitle oranı, dislipidemi, hipertansiyon, sigara kullanımı, artmış BMI ile de
adiponektin seviyesinde
düşme olur. Adiponektini etkileyen bu faktörlerin bir çoğu,
adiponektinden bağımsız olarak insülin rezistansı ve glisemi üzerinde de etkileri vardır.
Bu çalışmanın ışığında adiponektinin, diğer çalışmaların aksine glisemi üzerinde
etkisinin olmadığını söyleyememekle beraber; adiponektinin baskın, belirleyici bir etken
olmadığını söyleyebiliriz. Çalışma grubumuzda diğer risk faktörleri, fiziksel özellikleri, hayat
alışkanlıkları ve ilaç kullanımları benzer olduğu için; gliseminin birbirinden farklı olmasına
rağmen, serum adiponektin seviyelerinde anlamlı farklılık bulunamamıştır. Buradan
çıkarabileceğimiz
bir
sonuç
da,
ateroskleroz
ve
metabolik
sendromda
bulunan
67
hipoadiponektineminin bu hastalıklar için bir neden değil de; bu hastalıkların sonucu olarak
saptanan bir bulgu olmasıdır.
Metabolik sendrom gibi çok bilinmeyenli bir mekanizmada etkilenen ve/veya
etkileyen faktörlerden biri olan adiponektin; tek başına metabolik sendromu ve
komplikasyonlarını anlamamıza faydası olmayacaksa da, bu yolda önemli basamaklardan biri
olacaktır. Değerlendirmemize göre adiponektin, serbest yağ asitlerinin dolaşımdan yağ
hücresine geçişi kolaylaştıran hormonal bir düzenleyicidir. Obezite gibi yağ dokusunda
depolama kapasitesinin azaldığı hallerde ve/veya, akut inflamasyon gibi periferde artmış
enerji gereksinimi gibi var olan enerji kaynaklarının yağ dokusuna geçerek depolanması
yerine perifer dokuya gitmesi istenen durumlarda down regülasyona uğrayarak serum düzeyi
azalmaktadır. Adiponektinin kan düzeyinin azalması, metabolik sendrom ve insülin direncinin
nedeni değil de metabolik sendromu ve insülin direncini hazırlayan sürecin sonucudur.
Ateroskleroz ve kardiyovasküler olaylar açısından düşündüğümüzde serumda saptanan
hipoadiponektinemi olabilecek bir riski değil de, gerçekleşmiş bir riski ortaya koymaktadır.
Hasta için bundan sonra yapabileceğimiz primer koruma olmaktan çıkmakta, daha sıkı ve
yoğun uygulanması gereken sekonder koruma olmaktadır. Adiponektin seviyesinin günlük
kullanıma girebilmesi için bugün için kullandığımız ateroskleroz risk faktörlerine göre
maliyet/fayda açısından daha büyük gruplarda araştırılması gerekmektedir.
68
SONUÇ
Nisan 2005 – Temmuz 2005 tarihleri arasında Haydarpaşa Numune Eğitim ve
Araştırma Hastanesi 5. İç Hastalıkları polikliniğinde yapılan çalışmada 54 tip 2 diyabetes
mellituslu ve 19 non diyabetik aterosklerotik risk faktörleri taşıyan olgu değerlendirilmiştir.
Çalışmada diyabetik hastalar glisemik kontrollerine göre kontrollü (HbA1c<7) ve
kontrolsüz(HbA1c>7) diyabetik hastalar olarak ayrılmıştır.
Kontrollü diyabetik (n:20), kontrolsüz diyabetik (n:34) ve non diyabetik (n:19) olarak
üç gruba ayrılan yaş, cinsiyet, diyabet yaşı , BMI, bel çevresi, yağ kitlesi ve yağ % oranı
arasında anlamlı farklılık olmayan; egzersiz, diyet ve ilaç alışkanlıkları birbirine benzer
hastalarda serum adiponektin seviyeleri ölçülerek, serum adiponektin seviyesinin kan şekeri
üzerine etkisinin olup olmadığı değerlendirildi. Her üç grup arasında serum adiponektin
seviyelerinin
arasında
anlamlı
fark
saptanmadı
(659,29±98,57;
694,09±144,85;
609,5±168,24; p:0,117; F:2,209). Bu sonuç beklediğimizin aksine serum adiponektin
düzeyinin kan şekeri regülasyonu üzerinde belirleyici bir etkisi olmadığını göstermiştir.
Glisemik kontrol dışında benzer aterosklerotik risk faktörlerini taşıyan bu kontrollü
diyabetik ve kontrolsüz diyabetik gruplarında serum adiponektin seviyesi ile HbA1c, CRP,
sistolik ve diyastolik tansiyon arteriyel arasında korelasyonun olup olmadığı değerlendirildi.
Literatürün aksine her iki grupta da serum adiponektin seviyesi ile HbA1c, CRP, sistolik ve
diyastolik tansiyon arteriyel arasında korelasyon saptanmadı. Literatürde saptanan ilişkinin
adiponektin etkisinden çok adiponektinin de etkilendiği; koroner kalp hastalığı (diyabetten
bağımsız olarak), endoteliyal disfonksiyon, artmış yağ kitle oranı, dislipidemi, hipertansiyon,
sigara kullanımı, artmış BMI ile ilişkili olabilir.
69
Metabolik sendrom gibi çok bilinmeyenli bir mekanizmada etkilenen ve/veya
etkileyen faktörlerden biri olan adiponektin; tek başına metabolik sendromu ve
komplikasyonlarını anlamamıza faydası olmayacaksa da, bu yolda önemli basamaklardan biri
olacaktır. Değerlendirmemize göre adiponektin, serbest yağ asitlerinin dolaşımdan yağ
hücresine geçişi kolaylaştıran hormonal bir düzenleyicidir. Obezite gibi yağ dokusunda
depolama kapasitesinin azaldığı hallerde ve/veya, akut inflamasyon gibi periferde artmış
enerji gereksinimi gibi var olan enerji kaynaklarının yağ dokusuna geçerek depolanması
yerine perifer dokuya gitmesi istenen durumlarda down regülasyona uğrayarak serum düzeyi
azalmaktadır. Adiponektinin kan düzeyinin azalması, metabolik sendrom ve insülin direncinin
nedeni değil de metabolik sendromu ve insülin direncini hazırlayan sürecin sonucudur.
70
ÖZET
Son zamanlarda yapılan çalışmalar yağ dokusunun sadece bir enerji deposu değil aynı
zamanda aktif endokrin organ olduğunu göstermiştir. Yağ dokusu salgıladığı ürünleri ile
vücutta birçok sistemin fonksiyonunu etkiler. Yağ hücresi pasif bir hücre değildir, aksine
günlük enerji alımına bağlı sürekli hacim değişkenliği gösteren, ekstrasellüler sıvıya sitokin,
hormon salgılayan bir hücredir. Tip 2 diyabetik hastalar, belirgin olarak artmış aterosklerotik
risklere sahiptirler. Diyabetik popülasyonda ölümcül bir koroner kalp hastalığı geçirme
riskleri neredeyse daha önce myokard enfarktüsü geçirmiş olanlar kadardır. Bu artmış risk;
hiperglisemi, dislipidemi ve artmış inflamasyonla bağıntılıdır. Sadece yağ dokuları tarafından
sentezlenen adiponektinin tüm bu mekanizmalarda rol aldığı düşünülmektedir. Daha önce
yapılan çalışmalarda adiponektinin antiinflamatuvar özelliklerinin diyabetik hasta gruplarında
kan yağları ve glisemi üzerindeki etkileri fazlaca araştırılmamıştı. Bu çalışmada adiponektinin
diyabetik hasta popülasyonunda glisemik kontrolde belirgin bir etkisi olup olmadığını
araştırdık. Kontrollü diyabetik (n:20), kontrolsüz diyabetik (n:34) ve non diyabetik (n:19)
olarak üç gruba ayrılan yaş, cinsiyet, diyabet yaşı , BMI, bel çevresi, yağ kitlesi ve yağ %
oranı arasında anlamlı farklılık olmayan; egzersiz, diyet ve ilaç alışkanlıkları birbirine benzer
hastalarda serum adiponektin seviyeleri ölçülerek, serum adiponektin seviyesinin kan şekeri
üzerine etkisinin olup olmadığı değerlendirildi. Her üç grup arasında serum adiponektin
seviyelerinin arasında anlamlı fark saptanmadı (659,29±98,57; 694,09±144,85; 609,5±168,24;
p:0,117; F:2,209). Bu sonuç beklediğimizin aksine serum adiponektin düzeyinin kan şekeri
regülasyonu üzerinde belirleyici bir etkisi olmadığını göstermiştir. Adiponektinin kan
düzeyinin azalması, metabolik sendrom ve insülin direncinin nedeni değil de metabolik
sendromu ve insülin direncini hazırlayan sürecin sonucu olduğunu düşündürtmektedir.
Anahtar Kelimeler: Adiponektin, Diyabetes Mellitus, HbA1c, Metabolik Sendrom
71
KAYNAKLAR
1. Atabek E. Kapadokyalı Arateus. TDC Yayınları, Çelik Cilt Matb, 1973;4-9
2. Asita S. Sarrafzadeh, M.D., Nuri Sarafian, PH.D., Almut Von Gladis, PH.D. Ibn
Sina(Avicenna):Historical Vignette, Neurosurg Focus 2001; 11 (2)
3. Doç. Dr. Mustafa Yenigün, Bilim Tarihi Uzmanı Neslihan Ener. Diabetes Mellitus’un
Tarihçesi. Her Yönüyle Diabetes Mellitus. Doç. Dr. Mustafa Yenigün.(ed) İstanbul Nobel
Tıp Kitapları Ltd. Sti., 2001; 3-6
4. Herrington GM. The discovery of insulin. Ala Med, 1995;64(12):6-12
5. Gray MA. Historical developments in the drug therapy of diabetes. Orthop Nurs, 1997;
16(2):81-7
6. Engelgau MM, Thompson TJ, Herman WH. Comparison of Fasting and 2-hour glucose
and HbA, levels for diagnosis diabetes; diagnostic criteria and performance revisited.
Diabetes Care, 1997; 20: 785-91
7. Balkan B, Bertrais S, Ducimetiere P, Eschwege E. Is there a glycaemic threshold for
mortality risk? Diabetes Care, 1999; 22:696-9
8. Bjornholt JV, Eriksen G, Aaser E. Fasting blood glucose: an underestimated risk factor for
cardiovascular death. Results from a 22-year follow-up of healthy nondiabetic men.
Diabetes Care, 1999;22:45-9
9. National Diabetes Data Group. Classification and Diagnosis of Diabetes Mellitus and
categories of glucose intolerance. Diabetes 1979;28: 1039-57
10. Lebovitz HE. Diagnosis and classification of diabetes mellitus. In: Lebovitz HR; Ed.
Therapy of diabetes mellitus ans related disorders. American Diabetes Association
Clinical Education Series, Third Edition, Virginia, 1998:4-7
72
11. The Expert Committe on the Diagnosis and Classification of Diabetes Mellitus: Report of
The Expert Committe on the Diagnosis and Classification of Diabetes Mellitus. Diabetes
Care 1997; 20(Suppl.1) 1183-97
12. World Health Organization. WHO Study Group on Prevention of Diabetes Mellitus.
Geneva . Tech Rep Ser 1994;844
13. World Health Organization. WHO Study Group .Diabetes Mellitus. Geneva . Tech Rep
Ser 1985;727:1-113
14. Sherwin RS. Diabetes Mellitus. Goldman L, Claude Bennet J.(eds) Cecil Textbook of
Medicine 21st Edition WB Saunders Company 2000 p.1263-85
15. MB Davidson (ed) Diabetes Mellitus Diagnosis and treatment. 4th ed. WB Saunders
Company, 1998
16. Sekikawa A, LaPorte RE. Epidemiology of insulin dependent diabetes mellitus. “KGMM
Alberti, P Zimmet, RA DeFronzo, H Keen (eds), International Textbook of Diabetes
Mellitus, 2nd Ed., Volume 1, New York, John Wiley&Sons Ltd, 1997, s.89-96”
17. DeFronzo RA, Current Management of Diabetes Mellitus. Mosby-Year Book Inc. 1998,
p.2
18. Taylor SI, Lilly Lecture: molecular mechanisms of insulin resistance: lessons from
patients with mutations in the insulin receptor gene. Diabetes 1992, 41:1473-90
19. Pandit MK, Burke J, Gustafson AB, Minocha A, Peiris AN. Drug-induced disorder of
glucose tolerance. Ann Int Med.1993; 118:529-40
20. Esposti MD, Ngo A, Myers MA. Inhıbition of mitochondrial complex I may account for
IDDM induced by intoxication with rodenticide Vacor. Diabetes 1996;45:1531-34
73
21. Karjalainen J, Knip M, Hyoty H, Linikki P, Ilonen J, Kaar M-L, Akerblom HK,
Relationship between serum insulin antibodies, islet cell and antibodies and Coxacki-B4
and mumps virus specific antibodies at the clinical manifestation of type 1 diabetes.
Diabetologia 1988;31:146-52
22. O’Sullivan JB, Mahan CM, Criteria for the oral glucose tolerance test in pregnancy.
Diabetes 1964;13:278-85
23. The Expert Committe on the Diagnosis and Classification of Diabetes Mellitus: Report of
The Expert Committe on the Diagnosis and Classification of Diabetes Mellitus. Diabetes
Care 1999; 22(Suppl.1) :5-19
24. Eastman RC, Cowie CC, Haris MI. Undiagnosed diabetes or impaired glucose tolerance
and cardiovascular risk. Diabetes Care 1997;20:127-128
25. King H, Rewers M and WHO ad hoc Diabetes Reporting Group: Global estimates for
prevalance of diabetes mellitus and impaired glucose tolerance in adults. Diabetes Care
1993;16:155-177
26. Haris MI, Flegal KM, Cowie CC, Eberhardt MS, Goldstein DE, Little RR, Wiedmeyer HM, Byrd-Holt DD: Pevalence of dibetes, impaired fasting glucose and impaired glucose
tolerance in U.S Adults. The Third National Health and Nutrition Examination Survey,
1988-1994. Diabetes Care 1998;21:518-524
27. Satman I, Yılmaz MT, Baştar I, Şengül A, Sargın M, Salman F, Salman S, Karşıdağ K,
Dinççağ N, Yıllar G, Tütüncü Y and TURDEP Group: Diabetes Epidemiology Study in
Turkey: first step data results. Diabetes 47 (suppl.1):1998;A384,1480
28. Neufeld ND, Raffel LJ, Landon C, Ida Chen Y-D, Vadhem CM: Early presantation of
type 2 diabetes in Mexican-American youth. Diabetes Care 1998;21:80-86
29. Bennett PH, Rewers M, Knowler WC,: Epidemiology of diabetes mellitus.”H.Rifkin (ed),
Textbook of Diabetes, Fifth Ed., London Appleton Lange, 1998, s.373-400
74
30. Valle T, Tuomiletho J, Eriksson J: Epidemiology of NIDDM in Europids. KPMM Alberti,
P Zimmet, RA DeFronzo, H Keen (eds), International Textbook of Diabetes Mellitus, 2nd
Ed., Volume I, New York, John Wiley&Sons Ltd, 1997;s125-142
31. World Health Organization, Department of Noncommunicable Disease Surveillance:
Definition, Diagnosis anc Classification of Diabetes Mellitus and its Complications.
Report of a WHO Consultation, WHO Publ., Geneva,1999
32. Zimmet P, Dowse G, Finch C, Serjeanston S, King H: The epidemiology and natural
historu of NIDDM-Lessons from South Pasific. Diabetes/Metabolism Reviews 1990;6:91124
33. Volk A, Renn W, Overkamp D, Menhert B, Maeker E, Jacop S, Balletshoper B, Haring
H-U, Rett K: Insulin action and secretion in healthy, glucose tolerant first degree relatives
of patients with type 2 diabetes. Influence of body weight. Experimental and Clinical
Endocrinology & diabetes 1999;107:140-147
34. Ito C, Maeda R, Nakamura K, Sasaki H: Prediction of Diabetes Mellitus (NIDDM).
Diabetes Research and Clinical Practice 34 (suppl.):1996;S7-11
35. Proceedings of Intenational Diabetes Epidemiology Group (IDEG)- Himeji Symposium:
Genetic and Life style factors in preventing diabetes- Need for a new paradigm. Diabetes
Research and Clinical Practice 34 (Suppl),1996
36. Pan X-R, Li G-W, Hu Y-H, Wang J-X, Yang W-Y, An Z-X, Hu Z-X, Lin J, Zhong J, Cao
H-B, Liu P-A, Jiang Y-Y, Wang J-P, Zheng H, Bennett PH, Howard BV:Effects of diet
and exercise in preventing NIDDM in people with impaired glucose tolerance. The Da
Qing IGT and Diabetes Study. Diabetes Care 1997;20:537-544
37. Mitrakou A, Kelly D, Mokan M, Veneman T, Pang-burn T, Reilly J, Gerich J. Role of
reduced supression of glucose production and diminished early insulin release in impaired
glucose tolerance. N Engl J Mecl 1992;326:22-29
75
38. Reaven GM, Banting Lecture 1988: Role of insulin resistance in human disease. Diabetes
1988;37:1595-1607
39. Porte D Jr. Beta cells in type 2 diabetes mellitus. Diabetes 1991;40:166-80
40. Kahn SE, Prigeon RL, Mcculloch DK et al. Quantification of the relationship between
insulin sensitivity and B-cell function in human subjects: evidence for a hyperbolic
function. Diabetes 1993;42:1663-72
41. Groop LC, Widen E, Ferrannini E. Insulin resistance and insulin deficiency in
pathogenesis of type 2 diabetes. Errors of metabolism or of methods. Diabetologia
1993;36:1326-31
42. DeFronzo RA, Bonadonna RC, Ferrannini E. Pathogenesis of NIDDM In: KPMM Alberti,
P Zimmet, RA DeFronzo, H Keen (eds), International Textbook of Diabetes Mellitus,
New York, John Wiley&Sons Ltd, 1997;31:635-89
43. Del Prato S, Leonetti E, Simonson DC, Sheehen P, Matsuda M, DeFronzo RA. Effect of
sustained physiologic hyperinsulinemia and hyperglycemia on secretion and insulin
sensitivity in man. Diabetologia 1994;37:1025-35
44. Doç. Dr. Yüksel Altuntaş. Tip 2 Diabetes Mellitus’un Patogenezi. Her Yönüyle Diabetes
Mellitus. Doç. Dr. Mustafa Yenigün (ed). İstanbul Nobel Tıp Kitapları Ltd. Sti., 2001;
219-36
45. Hollenbeck C, Reaven GM. Variations in insulin stimulated glucose uptake in healthy
individuals with normal glucose tolerance.J Clin Endocrinol Metab 1987;64.1169-73
46. Ferrannini E, Buzzigoli G, Bonadonna R et al. Insulin resistance in essential hypertension.
N Engl J Med 1987;317:350-57
47. Kahn R. Insulin resistance insensitivity an insulin unresponsiveness. A necessary
distinction. Metabolism 1987;27(suppl2):1893-1902
76
48. Yki-Jarvinen H. Role of insulin resistance in the pathogenesis of NIDDM. Diebatolgia
1995;38:1378-88
49. Turner RC, Holman RR, Mathews DR, Hockaday TDR, Peto J. Insulin deficieny and
insulin resistance interaction in diabetes: estimation of their relative contribution by
feedback analysis from basal
insulin and glucose concentrations. Metabolism
1979;28:1086-89
50. DeFronzo RA, Ferrannini E, Simonsen DC. Fasting Hyperglycemia in non-insulin
dependent diabetes mellitus: contributions of excessive hepatik glukoz production and
impaired tissue glucose uptake. Metabolism 1989;38:387-95
51. Mithieux G, Vidal H, Zitoun C, Bruni N, Daniele N, Minassian C. Glucose-6-phosphatase
mRNA and activity are increased to the same extent in kidney and liver of diabetic rats.
Metabolism 1996;45:891-96
52. Greene DA. Prevention and treatment of neuropathy. Margensen CE-E Standall (eds.)
Diabetes Present Practive and Future Perspectives; Walter de Gruyter, Berlin, New York
1991; 297-324
53. Swenson MR. Diabetic peripheral neuropathy. Bardin CW (ed) Current Therapy in
Endocrinology and Metabolism, Fifth Edition, Mosby, St Louis 1994;416-419
54. Castellino P, Tuttle KR, Defronzo RA. Diabetic nephropathy. Bardin CW (ed) Current
Therapy in Endocrinology and Metabolism, Fifth Edition, Mosby, St Louis 1994;426-436
55. Yenigün M. Diyabetik nefropati, Metabolik yönleri ile diabetes mellitus ve hipertansiyon.
Mart matbaası, 1997; S.296
56. Cooper M E, Gilbret R E. Pathogenesis, prevention and treatment of diabetic nephropathy.
Comprehensive Clinical Nephorology. Johnson R J, Feehally J (eds). Mosby,first edition,
Barcelona 2000: section 6:chapter 35
77
57. Aiello LM, Cavallerona J. Diabetic retinopathy. Bardin CW (ed) Current Therapy in
Endocrinology and Metabolism, Fifth Edition, Mosby, St Louis 1994;436-446
58. Uysal AR. Ateroskleroz ile ilişkili endokrin ve metabolik etkenler. Doktor 1994;2(2):117122
59. Boulton AJM. The diabetic foot. Medical Clinics of North America 1988; 72(6): 15131530
60. Graf PM. The diabetic foot. Bardin CW (ed) Current Therapy in Endocrinology and
Metabolism, Fifth Edition, Mosby, St Louis 1994;446-452
61. Diabetes Control and Complications Trial Research Group: the effect of intensive
treatment of diabetes on the development and progression on long term complications of
insulin-dependent diabetes mellitus. N Engl J 1993;329:927
62. Turner RC, Holmann RR, Cull CA, et al. Intensive blood-glucose control with
sulphonyureas or insulin compared with conventional treatment and risk of complications
in patients with type 2 diabetes(UKPDS 33). Lancet 1998;352-837
63. Physician’s Guide to Non-Insulin Dependent (Type 2) Diabetes: Diagnosis and
Treatment, 3rd ed. Alexandria, VA, American Diabetes Association,1998
64. Bağrıaçık N, Ersan E, Kalkan G, Yalçınkaya M: Antalya diyabet taramasu, Türk diyabet
yıllığı 5:13:51-65, 1983
65. Alberti KG, Zimmet PZ. Definition, diagnosis and classification of diabetes mellitus and its
complications. Part 1. Diagnosis and classification of diabetes mellitus, provisional report of a
WHO consultation. Diabet Med 1998; 15:539-53
66. National Institutes of Health: Third Report of the on Detection, Evaluation and Treatment of
High Blood Cholesterolin Adults. Adult Treatment Panel III. Executive Summary.Bethesda,
MD, National Institutes of Health, National Heart Lung and Blood Institute, 2001-NIH publ.
no. 01-3670
78
67. Ford ES, et al. A comparison of the prevalance of the metabolic syndrome using two
proposed definitions. Diabetes Care 2003; 26:575-81
68. Bennett PH. Diabetes mellitus in Pima Indians. Lancet1971; 2:488-9
69. Howard BV, Lee ET, Pettit DJ, Knowler WC, Bennet PH. Plasma and lipoprotein
cholesterol and triglyceride concentrations in the Pima Indians: distributions differing
from those of Caucasians. Circulation 1983; 68:714-24
70. Howard BW, Lee ET, Yeh JL, et al. Hypertension in adult American Indians. The Strong
Heart Study. Hypertension 1996; 28:256-64
71. Collins V, Dowse G, Finch C, Zimmet P. An inconsistent relationship between insulin and
blood pressure in three Pacific island populations. J Clin Epidemiol 1990; 43:1369-78
72. Saad MF, Lillioja S, Nyomba B, et al. Racial differences in the relation between blood
pressure and insulin resistance. N Engl J Med 1991; 324:733-9
73. DeFronzo RA. Pathogenesis of type 2 diabetes: metabolic and molecular implications for
identifying diabetes genes. Diabetes Reviews 1998; 5:177-269
74. Shulman GI. Cellular mechanisms of insulin resistance. J Clin Invest 2000; 106:171-6
75. Ravussin E, Smith SR. Increased fat intake, imparied fat oxidation, and failure of fat cell
proliferation result in ectopic fat storage, insulin resistance and type 2 diabetes mellitus.
Ann N Y Acad Sci 2002; 967:363-78
76. Berg AH, Coombs TP, Scherer PE. ACRP30/adiponectin: an adipokine regulating glucose and
lipid metabolism. TrendsEndocrinol Metab 2002; 13:84-9
77. Motoshima H, Wu XD, Sinha MK, et al. Differential regulation of adiponectin secretion from
cultured human omental and subcutaneous adipocytes: effects of insulin and rosiglitazone. J
Clin Endocrinol Metab 2002; 87:5662-7
79
78. Vague J. The degree of masculine differentiation of obesities: a factor determining
predispodition to diabetes, atherosclerosis, gout and uric calculous disease. Am J Clin Nutr
1956; 4:20-34
79. Maffeis C, Corciulo N, Livieri C, et al. Waist circumference as a predictor of cardiovascular
and metabolic risk factors in obese girls. European Journal of Clinical Nutrition 2003;
57:566-72
80. Tchernof A, Lamarchi B, Prud'homme A. The dense LDL phenotype: association with
plasma lipoprotein levels, visceral obesity and hyperinsulinemia in men. Diabetes Care
1996; 19:629-37
81. Banerji MA, Lebowitz J, Chaiken RL, Gordon D, Kral J, Lebowitz H. Relationships of
visceral adipose tissue and glucose disposal independent of sex in black NIDDM subjects. Am
J Physiol 1997; 273:425-32
82. Haffner SM, D'Agostino Jr R, Mykkanen L, et al. Insulin sensitivity in subjects with type 2
diabetes. Relationship to cardiovascular risk factors: the Insulin Resistance Atherosclerosis
Study. Diabetes Care 1999; 22:562-8
83. Swinburn BA, Boyce VL, Bergman RN, Howard BW, Bogardus C. Deterioration in
carbohydrate metabolism and lipoprotein changes induced by modern high fat diet in Pima
Indians and Caucasians. J Clin Endocrinol Metab 1991; 73:156-65
84. Mayer-Davis EJ, Monaco JH, Hoen HM, et al. Diyetary fat and insulin sensitivity in a
triethnic population: the role of obesity. The Insulin Resistance and Atherosclerosis Study.
JAMA 1998; 279:669-74
85. Thorell A, Hirshman MF, Nygren J, et al. Exercise and insulin cause GLUT-4 translocation in
human skeletal muscle. Am J Physiol 1999; 277:733-41
80
86. Grundy SM, Brewer BH Jr, Cleeman JI, Smith SC, Lenfant C. Definition of metabolic
syndrome: report of the National Heart Lung and Blood Institute/American Heart Associati­
on Conference on scientific issues related to definition. Circulation 2004; 109:433-8
87. Schling P, Löffler G. Cross talk between adipose tissue cell, impact on pathophysiology.
News Physiol Sci 2002; 17:99-104
88. Wickelgren I. Obesity: How big a problem? Science 1998; 280:1364-7.
89. Goldstein BJ. Insulin resistance as the care defect in type 2 diabetes mellitus. Am J
Cardiol 2002;90(Suppl):3G-10G.
90. Lopez F. Pharmacological treatment of obesity. Drugs 2002;62:915-44.
91. Ergün A. Leptin (ob Protein). Turkiye Klinikleri J Med Sci 1999;19:130-6
92. Steppan CM, Lazar MA. Resistin and obesity-associated insulin resistance. Tren Endoc &
Metab 2002;13:18-23.
93. Fruhbeck G, Gomez-Ambrosi J, Muruzabal FC, Burrell MA. The adipocyte: A model for
integration of endocrine and metabolic signaling in energy metabolsm regulation. Am J
Physiol Endocrinol Metab 2001;280:E827-E847.
94. Wiecek A, Kokot F, Chudek J, Adamczak M. The adipose tissue a novel endocrine organ
of interest to the nephrologist. Nephrol Dial Transplant 2002;17:191-5.
95. D. Stejskal, V. Ruzicka, S. Adamovska, R Jurakavo. Adiponectin concentreations as a
criterion of metbolic control in persons with type 2 diabetes mellitus? Biomed Papers
147(2), 167-172, 2003
96. Matthias B. Schulze, DRPH; Eric B. Rimm, SCD; Iris Shai, RD, PHD; Nader Rifai, PHD;
Frank B. Hu, MD. Relationship Between Adiponectin and Glycemic Control, Blood
Lipids, and Inflammatory Markers in Men With Type 2 Diabetes. Diabetes Care
27(7):1680-1687, 2004
81
97. Mehlika Işıldak, Gülay Sain Güven, Alper Gürlek. Metabolik sendrom ve insülin direnci.
Hacettepe Tıp Dergisi 2004; 35:96-99
98. Dr. Yusuf ÖZKAN, Dr. Süleyman Serdar KOCA, Dr. Vedat GENCER. Decreased Serum
Adiponectin Levels In Hypertensive Patients. Turkiye Klinikleri J Med Sci 2005, 25:519524
99. Cho E, Rimm EB, Stampfer MJ, Willett WC, Hu FB: The impact of diabetes mellitus and
prior myocardial infarction on mortality from all causes and from coronary heart disease
in men. J Am Coll Cardiol 40:954-960, 2002
100.Dr. Ahmet ERGÜN. Adipose Tissue And The Adipocyte: Review. Turkiye Klinikleri J
Med Sci 2005, 25:412-420.
101.Haffner SM, Lehto S, Ronnemaa T, Pyorala K, Laakso M: Mortality from coronary heart
disease in subjects with type 2 diabetes and in nondiabetic subjects with and without prior
myocardial infarction. N Engl J Med 339:229-234, 1998
102.OkamotoY, Kihara S, Ouchi N, Nishida M, Arita Y, Kumado M, Ohashi K (2002).
Adiponetin reduces atherosclerosis in apolipoprotein E-deficient mice Circulation 106,
2767-2670
82
Download