ووو - Terkip ve İnşa Dergisi

advertisement
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
FİHRİST
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü
Haki Demir
Takdim / Editör – 2
Genel Yayın Yönetmeni
Metin Acıpayam
Editör
Adnan Köksöken
Abonelik
Yıllık abone: 80 TL
Altı aylık abone: 40 TL
İslam ve Teşkilat / Haki Demir – 3
Türkçülerin Meylettiği Müelliflerin Medeniyet
Fikrindeki Arıza ve Farklılıklar
Ahmet Doğan İlbey – 5
Rekabetten Uhuvvete Dönmek İçin
Ali Yurtgezen – 9
Teşkilat Nedir? / İbrahim Sancak – 12
Halk İçin Devlet & Bir Suç Şebekesi Olarak
Devlet / Atilla Fikri Ergun – 16
Hesap Numarası
Metin Acıpayam
PTT K.Maraş şubesi -11093404-
Tabii Teşkilatlılık Hali / Nurettin Saraylı – 20
Mizanpaj
Atilla Fikri Ergun
Teşkilat ve Müessese Üzerine
A. Bülent Civan – 23
Baskı
Fikirteknesi Yayınevi
Teşkilat ve Zeka / Ahmet Muhtar Turan – 25
İrtibat
Tel: 0507 465 58 88
E-mail: [email protected]
[email protected]
Web sitesi: www.terkibveinsadergisi.com
Twitter: twitter.com/terkibinsadergi
Zafere Götüren Teşkilat Modeli
Şevki Karabekiroğlu – 30
Ferd ve Teşkilat / Ebubekir Sıddık Karataş – 35
Cemaat ve Teşkilat / Faruk Adil – 39
Devletsizlik Fikri / Ömer Yılmaz – 42
İdare adresi
İsmetpaşa mah. 9. Sk. Ergenekon İşhanı
Kat:1 no:4 K.MARAŞ
Nizam – Teşkilat – Devlet / Ahmet Selçuki – 45
ISSN: 2449 - 2999
Medeniyet Akademisi Etrafında Müzik Külliyesi
-2- / Metin Acıpayam - 50
Teşkilat ve Hayat / Osman Gazneli – 48
‫ووو‬
Riyaset – Teşkilat – Mensubiyet
Abdullah Tatlı – 51
Teşkilatın Büyüme İstidadı / İlyas Taşkale – 56
İslam’ın Teşkilata Verdiği Kıymet
Selahattin Adanalı – 59
Teşkilat ve Kurucu Şahsiyet
Fatih Mehmet Kaya – 61-62
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
1
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
TAKDİM
Editör – Adnan Köksöken
Teşkilat meselesi büyük dava… Ferdin talim ve terbiyesinden cemiyetin inşa ve
tanzimine, devletin kuruluşundan nizamın
tesis ve devamına, medeniyet tasavvurundan
büyük terkibin inşa ve tatbikine kadar her
meselede teşkilat var. Hayatın irtibat ve münasebet ağındaki en küçük düğüm bile bir
teşkilat ve müesseseye ihtiyaç duyar.
Teşkilat, nizamdır. Nizamın mefhumu muhalifi ise keşmekeş, modern dille kaostur. Nizam ile kaos arasındaki tercih tereddütsüz şekilde nizam lehinedir. Ne var ki
nizamın ne olduğu, nasıl inşa edileceği, muhafazasının usulü anlamak ve ihtiyaç hasıl
olduğunda tecdit etmeyi bilmek gerek. Nizam, o kadar girift ve o kadar çok bilinmeyenli bir denklemdir ki, kendini oluşturan
parçalardan fazla bir mana ve kıymet ifade
eder.
Tüm hayatı kuşatacak bir nizam anlayış ve tatbikatına sahip olmak fevkalade zor.
İslam’ın muhtevasındaki ilahi nizamı anlamak ise daha zor… Çok şükür ki bu zorlukları kolaylaştıran iki usul var; fikirde terkip,
tatbikatta teşkilat… Zaten teşkilat, tatbikatın
terkibidir, bu cihetle meseleye bakıldığında
tek usul terkiptir. Öyleyse terkip, fikri ve fiili
tezahürleri farklı olsa da nizamı ifade etmek
için kullanılacak tek inşai mefhumdur.
Dünya görüşü veya medeniyet tasavvuru, fikrin en üst seviyede teşkilatlanmış
halidir. Müessese ise fikrin tatbikattaki teşkilatlanmış hali… Nereden bakılırsa bakılsın,
mesele nihayetinde terkip ve teşkilata çıkar.
İslam medeniyet tasavvuru, ilimlerin
tasnifi, mevzu haritası gibi temel meseleler10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
den sonra teşkilat ve müessese bahsine gelmemiz kaçınılmazdı. Bir medeniyet tasavvurundan bahsediyorsanız muhakkak ki “inşa
fikri” şarttır. İnşa fikrinden bahsetmeye başladığınız andan itibaren teşkilat ve müessese
fikri zarurettir.
Teşkilat ve müessese fikri, İslam’ın
insan ve hayat ile irtibat ve münasebetini
kuracak maniveladır. İslam, tüm ihtişamıyla
ve bütün kaynaklarıyla ortada duruyor, mesele onu insan ve hayata tatbik etmek olduğuna
göre, ihtiyaç listemizin ön sıralarında teşkilat
ve müessese fikri kayıtlıdır. Kelime-i Şehadet getirerek oluş sürecini tamamladığını
vehmedenlere değil sözümüz, sözümüz varoluş sürecinin bir ömür boyu süreceğini idrak
eden istidat, hassasiyet ve cehd sahiplerinedir.
Teşkilat ve müessese fikri, İslam medeniyet tasavvurunun kayda değer mütemmim cüzlerindendir. İslam medeniyet tasavvuru üzerinde, inşa ve teşkilat fikrine ihtiyaç
hissetmeden çalışanlar, entelektüel gevezelikle meşgul olmaktadır. Medeniyet tasavvuru, muhakkak ki inşa edilmek için hazırlanan
büyük terkiptir, öyleyse inşa ve teşkilat fikri
zarurettir.
Bu sayımızın konusu, İslam ve teşkilattır. Teşkilat ve müessese meselesi, medeniyet tasavvuru, inşa fikri ve medeniyet müesseseler çerçevesinde tetkik edilmektedir.
Ümit ve duamız o ki, yazarlarımızın makaleleri ülkeye ve ümmete faydalı olsun
İletişim: [email protected]
2
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
İSLAM VE TEŞKİLAT
Haki Demir
İslam’ın her hükmü teşkilata atıf yapar. Hiçbir din ve dünya görüşü İslam kadar
teşkilat meselesini ciddiye almamıştır.
Doğrudan veya dolaylı olarak içtimai
gerçekliğe atıf yapmayan İslami ölçü yoktur.
Her ibadet ferdi gerçeklik ile içtimai gerçekliği harmanlar, sadece birine ait ibadet bulmak mümkün olmaz. İçtimai gerçeklik, aynı
zamanda teşkilat demektir. Bazı ibadetlerin
ferdi gerçeklik kısmı ağır basar, bazılarının
içtimai gerçeklik boyutu ağır basar ama hiçbir ibadet tek gerçeklik üzerine oturmaz.
Çünkü İslam’ın insan telakkisi, ferd ile cemiyeti terkip eden veya ferdi ve cemiyeti insan
telakkisinin iki tezahür mecrası olarak kabul
eden bir muhtevaya sahiptir.
İçtimai gerçeklik ve buna bağlı olarak
teşkilatlılık hali anlaşılmadığında, İslami
ölçülerin muhtevasındaki teşkilat anlayışına
ulaşmak kabil olmaz. Vakit namazlarının
ferdi olarak kılınabileceğini hükme bağlayan
İslam, aynı zamanda cemaat ile kılınmasını,
mescitte kılınmasını ısrarla teşvik ve tavsiye
etmiştir. Cemaatle kılınması ile mescitte kılınması birbirinden farklıdır. Evde de cemaatle kılınabilir ama mescitte kılınması başka
manalara da gelir. Cemaatle kılmayı tavsiye
ederken, her hal ve şartta teşkilatlılık haline
atıf yapar, mescitte kılınmasını tavsiye ederken, teşkilatlılık halini küçük cemaatlerden
taşırıp cemiyet planına nakleder. Mescit ve
camide Müslümanları bir araya getiren İslam,
namaz kılıp geri dönün demez. O bir teşkilatlılık halidir, namazınızı bir arada kılın ki birbirinizden haberiniz olsun, birbirinizin dertleriyle ilgilenin…
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
Mescit, İslam’ın ilk müşahhas teşkilatıdır. İlk ve en önemli müşahhas teşkilatı,
namaz ibadeti merkezinde kurması ise teşkilatın muhtevasını, şeklini, yoğunluğunu gösteren hikmetlerle doludur. Yeryüzünde üyeleri günde beş vakit bir araya gelen bir teşkilat
yoktur. İslam, namaz marifetiyle günde beş
vakit tüm ümmeti bir araya toplamaktadır.
Bu sebeple cami bir teşkilat merkezi olmaktan önce, “tabii teşkilatlılık hali”nin karargahıdır. Namazla bir araya gelmek nefsin en
fazla gerilediği andır. O duygu haliyle Müslümanlar birbirlerinin dertleriyle daha yakından, daha derinden, daha diğerkam bir ahlak
ve hassasiyetle ilgilenebilir. İslam’ın teşkilat
fikrindeki ufkun derinlik ve genişlik buudunu
namazda görmek kabildir.
İslam medeniyetleri Mescid-i Nebeviyi misal alarak teşkilatlılık halini, bütün
içtimai müessese ve faaliyetlerin merkezi
haline getirmişlerdir. Namaz merkezindeki
organizasyonu daha geniş bir alana yayarak
birçok şeyi “cami” haline getirmişler, toplamışlardır. Daha sonra camiyi de “külliye”
haline getirerek, ilmi çalışmalardan birçok
içtimai faaliyetlere kadar hayatın “idare merkezi” yapmışlardır. Tarihimizde, İslam’ın
teşkilat ufkuna bu kadar nüfuz etmiş medeniyet misalleri varken, bu günkü Müslümanların teşkilat bahsindeki dar ufku ve kısır anlayışı kabul edilebilir cinsten değil.
İnsanlık tarihinin en geniş teşkilat ufku, tevhid ve vahdettir. Hem derinlik ufku
cihetiyle (tevhid) hem de genişlik ufku cihetiyle (vahdet)…
Tevhid (derinlik) cihetiyle teşkilattaki
nihai sadakat mercii tayin edilmiştir. Müslümanların sadakati, Allah ve Resulünedir.
Yeryüzündeki tüm teşkilatlanmalar, bu sadakat ölçüsüne ayarlı halde gerçekleştirilmek
ve devam ettirilmek durumundadır. Tevhid
3
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
cihetiyle Allah’a ve Resulüne sadık olan
Müslümanlar, yeryüzündeki tüm teşkilatlanmalarda, bu ölçüyü esas alır. Bu sebeple hiçbir otorite, kendine bila kaydu şart itaat talebinde bulunamaz. Kendisine itaat talebinde
bulunan her şahıs ve mercii, Allah’a ve Resulüne itaat etmek durumundadır. İtaat ettiği
müddetçe kendisine itaat edilir. Yeryüzünde
en fazla itaate layık şahıs ve mercii, Allah’a
ve Resulüne en fazla itaat edenlerdir. İslam,
teşkilat konusundaki temel şiarını, hakimiyetteslimiyet parantezinde kurmaz. İtaat etmeyene itaat edilmez. İtaat zincirinin zirvesinde
yer alan şahıs, en fazla itaat eden kişi olmak
zorundadır. Tevhid, itaat silsilesini sıhhatli
kurmayı ve insanlığın idrak edemeyeceği
kadar derinleştirmeyi mümkün kılar.
Vahdet, yeryüzünde birlik inşasıdır.
Tevhidin yeryüzünde tecellisi, öncelikle vahdet üzerinedir. Ümmetin vahdeti gerçekleşmediğinde, Müslümanlık eksiktir. Tevhid
nasıl ki ruhi teşkilatlanmayı gerçekleştirir,
vahdet de içtimai (müşahhas) teşkilatlanmayı
gerçekleştirir.
Tevhidin insan iç dünyasını derinleştiren özelliği, vahdeti ihmal etmeye sebep
olmamalıdır. Derunundan nihai mercie bağlanan Müslüman, yeryüzünde teşkilat ve müesseseler marifetiyle diğer Müslümanlara
bağlanmalıdır. Teşkilatın manası budur, ümmet olmak ancak bu şekilde mümkündür.
Allah’a ve Resulüne itaat etmek, onlara itaat
edenlere itaat etmeyi gerektirmiyorsa, Müslümanlar, Allah’a ve Resulüne itaat bahsini
gözden geçirmelidir. Müstakil ve müstağni
birer ferd olmak, teşkilat, cemiyet, ümmet
olmayı engeller.
sıfırladığımızda) İslam’ın tezahürlerinin tamamına yakınını inkıtaa uğratırız.
İslam, teşkilat bahsini kamu otoritelerinin inhisarına bırakmaz. Kamu teşkilatları
(devlet de dahil) İslam cemiyetinin teşkilatlarından biridir. Herhangi bir vakıf teşkilatı,
devlet teşkilatından daha az önemli değildir.
Aradaki fark, büyüklük farkıdır, mahiyet ve
kıymet farkı değil. Devlet teşkilatının daha
mühim olması, büyüklüğünden ve daha fazla
Müslüman’ın meseleleriyle ilgilenmesindendir. Bunun dışında mahiyet farkı aramak,
devleti hem cemiyetten hem de İslam’dan
daha kıymetli kabul etmeye kadar varacak
zihni savrulmalara yol açar. Bu çerçevede
teşkilat, İslam devleti olmadığı için mühim
olan bir bahis değil, İslam devletinde de aynı
kıymete sahip bir mevzudur.
İslam, her emir, nehiy, tavsiye ve teklifini doğrudan Müslüman şahsiyete yapar.
Müslüman ferd, bu ölçülerin içinde tek kişilik olanları yalnız başına yapar fakat tek kişilik olmayanları yapabilmek için teşkilatlanır.
İslam, hilafet ve devlet bahsini bile doğrudan
Müslüman ferde hitap ederek teklif eder fakat Müslüman ferd, bunların inşası için teşkilatlanması gerektiğini bilir. Kısaca, ölçülerin
sayısız miktarı teşkilatsız olarak yerine getirilemeyecek çaptadır. Teşkilatlılık hali, İslam’ın ölçülerine içtimai çapta muhatap olmaktır. Teşkilatlılık halinden kastımız, özel
bir teşkilat değil, öncelikle herhangi bir teşkilat içinde bulunmaktır. Teşkilatlanmamış
olan Müslüman, İslam’a muhatap olmak konusunda izah edilemeyecek kadar eksiklik
içindedir.
İletişim: [email protected]
Teşkilat bahsi, ümmet bahsinin, ümmet bahsi de Müslüman olma bahsinin mütemmim cüzüdür. Müslümanların hayatından
teşkilatı kaldırdığımızda (teşkilatlılık halini
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
4
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
TÜRKÇÜLERİN MEYLETTİĞİ
MÜELLİFLERİN MEDENİYET
FİKRİNDEKİ ÂRIZA VE FARKLILIKLAR
Ahmet Doğan İlbey
hususiyetler taşıyan ilmî gerçekler, tarıma,
sağlığa, ticarete, ekonomiye ve bayındırlığa
ait kaideler ve aletler ile matematik ve mantık kavramlarının sahasındadır. Öyle ki medeniyet değiştirilebilir, aktarılabilir, hars değiştirilemez. Medeniyet sürekli değil, hars
süreklidir.
Medeniyetin İslâm’ın maddî ve
mânevî olarak tecessüm ettiği Medine modelinden neşet ettiğine, böyle bir medeniyetin
varlığında siyaset ve toplum yapısının fıkıh
ahkâmına göre seyreden bir tekâmül olduğuna inandığımızı ölçü alarak Türkçü akımın
meylettiği bazı müelliflerin medeniyet fikrindeki ârıza ve farklılıkları tahlil ve tenkid
denemesi yapmak istiyoruz.
Kültürle medeniyet arasında bir savaş
vardır. Eğitim ve siyasetin gayesinin, bir kültürün mensubunu, yâni fertlerini medeniyetçi
fertler olarak yetiştirmek olduğunu söyler.
Türklere gösterdiği örnek de Anglo- Saksonlardır. Avrupalıların gelişmişliklerini medeniyetçi/ ferdiyetçiliklerine bağlarken, Doğuİslâm milletlerinin “geri kalmalarını” toplulukçu/ cemaatçi/ kültürcü olmalarına) bağlar.
Evvel emirde belirtelim ki Türkçü
ifadesinden kastımız, Türklüğe dair dünya
görüşlerini laik / seküler zeminde sürdüren
anlayış etrafında hareket eden cemiyetlerdir.
*Mümtaz Turhan, kısmî farkla yine
garb medeniyeti cephesinde…
*Türkçüler Gökalp’ten tevarüs eden
medeniyet fikrinde sabit…
Türkçülerin hâlen en temel düşünce
aldıkları Ziya Gökalp, kültür (doğrusu irfan
yahut maarif olması gerek) karşılığı kullandığı yavan ver soğuk bir kelime olan
“Hars”la medeniyeti ayırarak medeniyet kavramının aslını, özünü değiştirmeye çalıştı.
Batılı anlayış şemasına göre baktığı medeniyet, teknik vasıtaları, fen ve sanayi ürünleri,
taklit ve değiştirme yoluyla bir halktan diğer
halka geçtiğini ve sürekli geçebileceğini iddia etti.
Erol Güngör’ün keskin bir şekilde
tenkid ederek çürüttüğü, kültür ile medeniyet
arasında çatışma olduğunu savundu. Medeniyet milletlerarası ilişkileri arttırır, bilgi ve
teknik transfer edilebilir. Oysa kültür harsîdir
(millî demek istiyor). Medeniyet objektif
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
5
Gökalp’in şâkirdi Mümtaz Turhan’ın
görüşlerinin zemini Kemalist Cumhuriyet
inkılâbını bir vakıa hâlinde kavrayan ve bazı
yanlışlıklar olan Cumhuriyet Batılılaşmasını
muhafazakârlaştırmanın gerektiğine inanan
bir düşünce hâkimidir. Bundandır ki tenkidine yine “Garplılaşmanın neresindeyiz?” diye
başlar.
Gökalp’i tenkid ederken, “kültürün
değişebileceği” ve Kemalist Cumhuriyetin
“Mecburî veya Empoze Kültür Değişmesi”
siyasetinin muvaffak olamayışına karşı yine
aynı zeminde “çözüm” bulmaya çalışmasıdır.
İslâm medeniyet ölçüleriyle bakıldığında bu
tez temelden yanlıştır. Çünkü bu bakış, eğitimden ilim ve medenî tekamülün esaslarına
Batı’nın medeniyet ve ilmî zihniyetiyle ıslahat düşüncelerinden öte bir şey ifade etmez.
Mümtaz Turhan’ın “Serbest kültür
değişmesi” düşüncesi problemlidir. Onu bir
hayli aşan ve hattâ kültür ve medeniyet anla-
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
yışında bile ayrılan şâkirdi Erol Güngör’ün
“Teknolojiye Gandhi hariç kimse direnemedi” sözündeki eklektik düşünce dışında Gökalp’ten de Turhan’dan da olabildiğince ayrı,
yâni yerli düşündüğünü söyleyebiliriz.
Turhan’ın da İslâm toplumuna Batı’nın “teknik-biliminin” nasıl taşınmasından
meselesinden hareket eder, fakat bu taşınma
ameliyesinin zemini sekülerdir. İslâm bütünüyle belirleyici değil. Gökalp’ten ayrıldığı
nokta, toplumun Cumhuriyet kadrosunun
tepeden inme ideolojik târiflerinin gereksiz
olduğu noktadır. Gökalp’in “Türk milleti,
İslâm ümmeti, Garb medeniyeti” üçlemesindeki çelişkilere büsbütün düşmez. Ona göre,
Anadolu’da yaşayan millet/dindarlık bir gerçektir. Fakat Cumhuriyet sistemini de bir
ihtiyaç ve gerçeklik olarak kabul eder. Bu iki
gerçek arasında taraf olmamış gibi görünür,
net değildir.
Cumhuriyetçilerin “Empoze Kültür
Değişmesi” siyasetini tenkid eder, ancak tekrar belirtelim ki zeminini vetayin edici amillerini net olarak belirtmediği “Serbest Kültür
Değişmesi”ni mantıklı bulur. Mâlûmdur ki,
moda ifadeyle “küresel kapitalizmin” ve durdurulamayan bir virüs gibi yayılan modernleşme dalgasının karşısında “Serbest kültür
değişmesi” nin millî kültürleri daha da “dirençsiz” bırakacağı ortadadır.
Turhan’ın bir başka ârızalı bakışı da
İslâm’ı ve dinimizden neşet ahlâkı ahlâkı,
mezhebî inanışları milleti yapan en temel
değerler olarak değil, “kültür” sahası ve
“kültürel unsur” şeklinde değerlendirmesidir.
Bu bakış, onun Batı “Garp uygarlığını” yerli
medeniyet kavramı ile sentez yaparak târif
etmesinden kaynaklanıyor. Garp medeniyetini “ilim- teknik- hak/ hürriyet nizamı” şeklinde kavradığı içindir “Garplılaşma” temelde karşı çıkılacak bir problem teşkil etmez.
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
Kendi ifadesiyle “yerli-eski kültürün müesseselerinin Garblı / medenî müesseselerle intibakını serbest kültür değişmesi” yoluyla telif
edileceğini savunur.
*Türkçülerin sığındığı fakat fikrini
tamamen almadıkları müellif: Erol Güngör
Günümüz Türkçülerinin çokça iktibas
ederek fikirlerine meylettikleri bir aşka müellif de Erol Güngör’dür. Onun “Bir medeniyet
her şeyden önce bir değerler, inançlar sistemidir. Müesseseler bu değer ve inançların
birer eseri olarak ortaya çıkar. O halde Müslümanların asıl bakmaları gereken şey iktisadî, askerî, siyasî vs. müesseseleri değil,
onların gerisindeki zihniyettir. (…) Müslümanların temel doktrinini teşkil eden Kur’an
ve hadisler bu dünyayı kendi maksatlarımız
için devamlı tetkik etmeyi ve kullanmayı
teşvik etmektedir…” sözlerinden anlaşıldığı
üzere medeniyeti, ağyarını mâni, efradını
câmi bir târifle olmasa da İslâmî zemine
oturttuğunu takipçileri bilir. Ne var ki düşüncelerini başucunda bulundurmalarına rağmen
onun medeniyet anlayışını esas almayan
Türkçü kuruluşlar eklektik ve seküler medeniyet tasavvurundan sıyrılmaya niyetli görünmemektedir.
Mümtaz Turhan’ın şâkirdi olup onu
tenkid ve tekzip eden Erol Güngör ise,
İslâm’ın Bugünkü Meseleleri kitabında
İslâm’ı sadece bir kültür şeklinde değil medeniyet olarak da târif eder. Modern teknolojinin veya genel bir ifadeyle modernizmin
dünyayı sürüklemekte olduğu uçuruma karşı
bir engel koymak” tan, yâni İslâmî bakışla
karşı bir duruş sergilenmesinin gerektiğinden
bahseder. Fakat “İslâm’ın modern teknolojiye karşı takınacağı tavır elbette ona karşı
çıkmak olmayacaktır. İslâm ülkeleri, hemen
istisnasız şekilde, modern teknolojiye intibak
etmek gayreti içindedirler ve bunda herhangi
6
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
bir dinî mahzurun bulunmadığını bilmektedirler” diyerek, Sait Hâlim Paşa, Mehmet
Âkif gibi İslâm medeniyet fikrinde yerli zeminde kalarak Batı’nın ilerlemeci anlayış
şemasında beis görmez.
“Her milletin tarih ve kültürünün o
millete mahsus olduğunu kabul ettiğimize
göre, her milletin modern teknolojiyi benimseme ve kullanma tarzının da kendine mahsus olacağını kabul etmeliyiz” ifadesiyle Batı
“uygarlığının” teknolojisinin millî kültüre
zarar vermeden alınabileceğini detaylıca izah
eder.
Ne var ki, Güngör’ün de Medine’nin
siyasî, fıkhî, içtimâî varoluşundan doğan medeniyet anlayışına tam olarak mutabık olamadığı görülmektedir. Medeniyetin sahasına
kültürü de dâhil eder. Şeması böyle olsa da
kültüre yüklediği muhteva yerlidir ve
İslâm’ın her şeyini tayin ettiği bir millet kültüründen bahseder. “Kültür bir inançlar, bilgiler, his ve heyecanlar bütünüdür; yani
maddî değildir. Bu manevî bütün uygulama
hâlinde maddî formlara bürünür.”
Selefleri Gökalp ve Turhan’dan ayrıldığı hususlar onu İslâm medeniyet anlayışlarının içinde görmeye kâfidir. Meselâ, seleflerinin bütünüyle karşı olmadığı Batı “uygarlığı”na bel bağlamaz ve teknik zaruretler
olarak bakar. Seleflerinin, kültürü eklektik
târif etmelerinin aksine o kültürü dinî zeminde oluşan, târih içinde şekillenen ve esaslarının çok da değişmeyeceğini belirterek, “Avrupalılaşmayı imkânsız kılan şey işte budur”
diyor.
Bir ayrıntı olarak belirtelim ki Güngör, sıkça vurgu yaptığı “Kültürü koruma”dan bahsederken, milletin târih içinde
değişerek aldığı formları fazlaca öne çıkarır.
Bu vaziyette “kültürü koruma” nın önemin10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
den bahsederken, dinin bütünüyle denetleyici vasfını kısmen gözden uzak tuttuğu intıbaını verir.
*Türkçülerin, saflarında tutup fikrini
almadığı bir başka müellif: Yılmaz Özakpınar
Günümüz Türkçü hareketin, görüşlerine çokça atıfta bulunup fakat İslâmî esas
alan medeniyet fikrini kabullenmedikleri bir
başka müellif de Yılmaz Özakpınar’dır.
“Kültür ve Medeniyet Anlayışları ve Bir Medeniyet Teorisi” kitabında ileri sürdüğü görüşlerini hülâsa ederek, bu müellifle zıt düştükleri noktaları göstermeye çalışacağız.
Özakpınar, kültür ve medeniyet, doğada kendiliğinden bulunmaz; insan ürünüdür. Medeniyet teorisinin hareket noktası
budur. Bu noktadan hareketle “teori, refleks
ya da içgüdü haricinde insanın yaptığı her
davranışı, meydana getirdiği her şeyi kültür
kavramı içinde görür. “İster medeni diye nitelendirilsin, ister ilkel diye nitelendirilsin,
bütün insan toplumlarının kültürü vardır;
kültürsüz bir insan topluluğu olamaz (…)
insan her yerde ve her şartta, sırf biyolojik
ihtiyaçlarını karşılama düzeyinde bile (…)
kültür meydana getirir.”
Bu târifte problem yoktur. Ne var ki,
Özakpınar’a atıfta bulunan, fikirlerini paylaştıklarını söyleyen günümüz Türkçülerinin
“hars” dedikleri kültür anlayışıyla uyuşmamaktadır. Yukarıda beyan ettiğimiz üzere
Türkçüler kültürü inanç, ahlâk gibi değerler
manzumesi olarak sayarak medeniyetten bağımsız olduğunu iddia ederler.
Oysa Özakpınar, medeniyetin dinden
neşet eden inanç manzumesi olarak kültürleri
için alıp değiştireceğini ve kendisine bağlayacağını ileri sürer. Ona göre inanç ve ahlâk
7
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
nizamı medeniyettir. Doğa ve toplum hayatı
içinde meydana getirilen her türlü eser kültürdür. Demek ki kültür aslında medeniyetin
ürünüdür. Medeniyet, kültür eserlerini doğurtan, onların hedefini, istikâmetini, niteliklerini belirleyen seçici, sınırlandırıcı, değerlendirici, kuşatıcı bir inanç ve ahlâk nizamıdır.
Kültür ve medeniyet, aynı mantık konumdaki
hâdiseler değildir. Kültürler, eserler ve ürünleridir; medeniyet, onların arkasındaki inanç
ve ahlâk nizamıdır.
Buna göre insan ürünü her oluşum bir
kültürdür. Kültürün içine maddî yapısı olan
oluşumlar, örfler, âdetler, kanaatler, fikir ve
tutumlar, ideolojiler, bilimsel teoriler, sanatlar, şiir ve destanlar, soyut oluşumlar girer.
Bu çerçevede Süleymaniye Câmii maddî
yapısı itibariyle insan zihninin ürünüdür,
maksadı ve fonksiyonu ise medeniyetin tezahürüdür.
Görüşlerinin nihai noktası Türkçülerin esas aldıkları Gökalp’in tezlerinin tam
aksi istikametinde olup, çürütmektedir:
Bu çerçevede herhangi bir teknolojik
ürün de maddi yapıya dönmeden önce insan
düşünme ve çabasının sonucu olan, zihni
olan bir faaliyetle belirlenir. Diğer değişle
kültürdür. Teknolojik kapasite zihnî yani
mânevî niteliktedir. Teknoloji transferleri
medeniyet transferi değil kültür transferidir.
Ziya Gökalp’in yaptığı ayrım yanlış bir kavramlaştırmaya dayanmaktaydı. Çünkü kültür,
muhtevası duygu olsun ya da bilgi olsun,
insan ürünü her türlü oluşumdur.
Gökalp’in medeniyet anlayışını yerle
bir eden bu Özakpınar’ın medeniyet anlayışını yol haritası olarak sahiplenmeyen Türkçülerin eklektik zihniyetlerinden vazgeçmediklerini görülüyor. Okuyup sahiplenmedikleri
“Bir Medeniyet Teorisi”nin esası şudur:
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
Özakpınar, kendine meyleden Türkçülerin aksine medeniyetimiz İslâm medeniyetidir diyor. İslâm’ın tek ve gerçek medeniyet olduğunu; on birinci yüzyıldan itibaren
Türk kültürünü yeniden yapılandıran bir
inanç ve ahlâk nizamı olarak, Türk toplumunu bin yıl boyunca yoğurup şekillendirdiğini,
hedefler tayin ettiğini, bu sebeptendir ki
İslâm’ı Türk toplumunun ruhundan söküp
atmanın mümkün olamayacağını söyler.
Dahası var; Türkçülerin elân sürdürdüğü eklektik ve sentezci medeniyet anlayışlarına seslenircesine Türkçülerin bir asırdır
sürdürdüğü yanlışa işaret eder:
“Türk toplumu iki ayrı medeniyet,
daha doğrusu iki ayrı ahlâk nizamı arasında
kalıp ezilmek istemiyorsa, kendi medeniyetine sahip çıkmak zorundadır. Türk toplumunu
haysiyet sahibi bir millet olarak yaşaması
İslâm medeniyeti bilincini canlı tutmasıyla
mümkündür. Hiçbir toplumun kendi inanç ve
ahlâk nizamıyla birlikte Batı medeniyetine
kabul edilmesi düşünülemez; esasen bu sosyolojik olarak imkânsızdır.”
*Türkçüler, cumhuriyetin medeniyet
anlayışıyla müttefiktirler
Velhâsıl, Türkçü kuruluşlar, Gökalp’ten tevarüs eden medeniyet görüşlerini
bünyelerinden atmaları gerektiğini idrâk etmedikçe, Batılı bir medeniyeti zorbaca ikâme
eden Cumhuriyet devrimlerinin Müslüman
Türk milletinin medeniyet değerlerine hasım
olduğunu kavramadıkça sentezci medeniyet
tasavvurlarıyla millet damarlarına girmeleri
mümkün görünmüyor.
İletişim: [email protected]
8
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
REKABETTEN UHUVVETE
DÖNMEK İÇİN
Ali Yurtgezen
Meşhur hikâyedir; Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethine hazırlandığı günlerde
bir sabah erkenden tebdil-i kıyafetle Edirne
çarşısında alışverişe çıkar. Girdiği ilk
dükkândan bir şey satın alır. İkinci bir şey
daha satın almak istediğini söyleyince,
dükkân sahibi, “Ben siftahımı yaptım; onu da
yandaki dükkândan alınız.” diyerek komşusu
esnafa yönlendirir Fatih’i. Genç padişah yandaki dükkânda da diğer dükkânlarda da aynı
tavırla karşılaşır. Esnafın böylesine bir tok
gözlülükle birbirini kollamasından pek memnun olmuştur. “Ben bu milletle değil İstanbul’u, dünyayı fethederim!” diyerek Allah’a
hamd ü senada bulunur.
Bugün herkes bu hikâyede anlatılan
erdemli davranışın güzelliği hususunda hemfikir olmakla beraber, hemen hiç kimse aynı
sahnenin şimdilerde yaşanabileceğine ihtimal
vermiyor. Hatta bu tür rivayetleri havsalasına
sığdıramadığı için “uydurmadır” diyerek yok
sayanlar bile var. Çünkü artık ticarette de
diğer meşguliyet sahalarında da aynı işi yapanlar birbirlerini “rakip” olarak görüyor.
Oysa Fatih devrinde esnaf ve sanatkârlar
birbirlerini “ahî”, yani kardeş görüyor, kardeşlik hukukunun gereği olarak da böyle
davranıyorlardı. Böyle güzellikleri yeniden
yaşamak istiyorsak rekabeti bırakıp uhuvvete
dönmek zorundayız. Bu da ahilik sistemini
yeniden ihya etmeye bağlı. Kapitalist anlayışın belirlediği ve içimize sinmediği için hep
yakındığımız piyasa kurallarından kurtulmanın başka yolu yok.
Tarihî bir kurum olan ahilik, ilk bakışta bir meslek teşekkülü gibi görünüyor.
Gerçekten de bir taraftan başkalarına muhtaç
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
olmadan alın teriyle kazanan, verimli çalışan,
kaliteli üretim yapan, başı dik, alnı açık, kanaat sahibi ve güvenilir meslek erbabını yetiştiren; diğer taraftan da fiyatları ve standartları belirleyerek tüketiciyi koruyan bir yapılanma ahilik. Bütün ayrıntıların hesaba katıldığı sağlam bir sisteme dayanıyor. Sistem
içinde yamak olarak iş hayatına başlayan
çocuklar, sırasıyla çıraklık ve kalfalık aşamalarından geçtikten sonra o meslekteki ustalarının icazetiyle ustalığa terfi ettirilerek ahi
oluyorlar. Bu anlamda ahi, “işinin ehli, imanlı, ahlâklı, dürüst esnaf veya sanatkâr” demek. İcazet töreninde yeni ustaya bu mesleği
kimin kimden öğrenerek öğrettiği, geriye
doğru birkaç silsile sayılmak suretiyle belirtildikten sonra, o mesleğin ilk piri olan bir
peygamber, sahabe yahut velinin ismi zikrediliyor. Mesela demirciler Hz. Davut’u a.s.,
berberler Selman-ı Farisi’yi r.a., ayakkabıcılar Hasan-ı Basri’yi k.s. kendi mesleklerinin
ilk üstadı kabûl ediyorlar. Bir sanatkâra icazetle ustalık payesi verilirken beline bağlanan
ve “şed” denilen kuşak, o kişinin bağımsız iş
kurma hakkı kazandığı anlamına da geliyor.
“Şedsiz kazanç haram” sayıldığı için ahilik
sisteminin eğitim sürecinden geçmeyen yahut
geçse bile ustalık icazeti alamayanların işyeri
açmasına izin verilmiyor.
Ahilikte her meslek grubunun bir piri
var. Bugün de kullandığımız “o işin piri”
deyiminden de anlaşılacağı üzere, bir meslek
grubunun piri, o mesleği en iyi yapan, dolayısıyla meslektaşlarını denetleme, onlar hakkında her türlü kararı verme yetkisine sahip
olan en tecrübeli kişidir. Ahi birliğinin zaviyesinde her ayın ilk ve üçüncü cumasında
yapılan toplantılarda görüşülen meseleleri
karara bağlar. Hile ile mesleğini lekeleyen,
müşterisini aldatan esnafın kapısını “pir çivisi ile çivileyerek” dükkânını kapatmak, kalitesiz mal üretenlerin “pabucunu dama atmak”
onun yetkisindedir.
9
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
Bütün bu sıkı ve tavizsiz kurallara
rağmen Selçuklulardan Osmanlının son zamanlarına kadar ahi birliklerindeki asıl ve
etkili denetimin, ahilere meslek eğitimi eşliğinde kazandırılan güzel ahlâkla, fütüvvet
denilen tasavvuf terbiyesiyle sağlandığı da
bir vakıa. O nedenle ahilik kurumunu sadece
bir meslek teşekkülü olarak görmemek gerekiyor.
Ahilikte şed kuşanıp usta olan esnaf
veya sanatkâr, icazet töreninden sonra, öğüdünü almak üzere Ahi Baba’nın huzuruna
götürülüyor. Ahi Baba, bütün ahi pirlerinin
kendisine bağlı olduğu, ahiliğin ahlâkî çerçevesini yahut manevi zeminini tayin ve muhafaza eden, Allah dostu bir mürşid-i kâmil
aynı zamanda. Tasavvuf terbiyesi sürecinde
kazanılması gereken güzel halleri, karşısında
diz çöküp oturan yeni ustanın kulağına küpe
olsun diye son bir kez tekrarlayarak şöylece
nasihat ediyor: “Harama bakma, haram yeme, haram içme; helâlinden kazan. İbadetlerini aksatma. Şeriata, tarikata muhalefet etme. Nefsine ve şeytana uyma. Güzel
ahlâktan, akl-ı selimden ayrılma. Doğru, sabırlı, dayanıklı ol. Yalan söyleme. Kimseyi
aldatma. Kimsenin ehline ıyaline kem gözle
bakma. Kimsenin ayıbını eksiğini araştırma.
Büyüklerinden önce söze başlama. Büyüğüne
sen var; ikramda, hürmette, hizmette bulun.
Kibirlenme, haset etme, cimri olma. Kuvvetli
ve üstün durumdayken affetmesini, hiddetli
iken yumuşak davranmasını bil. Dünya malına tamah etme. Kanaatkâr ol. Yanlış ölçme.
Eksik tartma. Başkalarının sanatına göz dikme. Eline, diline, beline sahip ol. Elin, kapın,
sofran açık olsun. Hak Teala sana iki el vermiş; bir elin kazancını kendi ihtiyaçlarına,
diğer elin kazancını fukaraya sarf et!”
Ahiliğin temel esaslarını anlatan ve
Fütüvvetname denilen kitaplarda daha geniş
bir şekilde ele alınan bu nasihatlerin, ciddi
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
bir nefs terbiyesinden geçmeyince muhataplarda davranış oluşturmayacağı muhakkak.
Böyle olduğu içindir ki ahilikte manevi eğitime meslek eğitiminden daha fazla önem
veriliyor. Ahi zaviyeleri iyi incelendiğinde
bugünkü meslek odalarından farklı olduğu
çok net görülecek. Yamak ve çıraklara okuma yazma, ilmihal, Kur’an-ı Kerim, gerektiğinde hat ve musiki buralarda öğretiliyor.
Aynı iş kolundaki dükkânlar o mesleğin zaviyesi etrafında kümelendiğinden vakit namazları buralarda toplu halde kılınıyor. Tıpkı
diğer tekke ve zaviyelerde olduğu gibi ahi
zaviyelerine gelen fakir ve yolculara da üç
güne kadar karşılıksız hizmet veriliyor. Ve
elbette bütün esnaf ve sanatkârlar kendi zaviyelerinde belli bir tarikat disiplini içerisinde
tasavvuf terbiyesinden geçiriliyorlar.
Bütün bunları şunun için hatırlattık.
Tasavvuf terbiyesinin hususen meslek erbabına, o mesleğin şartları dikkate alınarak zaruret miktarı kadar da olsa verilmesi, husule
gelen güzellikte tasavvufun payını göz ardı
ettiren bir tutuma yol açıyor. Bunda tasavvufun yaşanan hayattan kopuk, dünyaya dair
tasarrufta bulunmayan bir terbiye sistemi gibi
anlaşılmasının da payı olmalı. Halbuki Yeniçeri örneğinde görüldüğü gibi Osmanlıda
askerin bile bir tarikat mensubiyeti var. Böyle olmazsa o vazifeyi bir ibadet şuuruyla doğru ve güzel yapmanın imkânı yok çünkü.
Tasavvuf terbiyesinden geçip zikir ehli olmayınca, yani her yerde, her zaman ve her
işte Allah Teala’yı, ölümü, ahireti ve hesabı
hatırlamayınca ahilik ölçülerine uymanın da
imkânı yok. Kaldı ki bir davranışın mana ve
tezahür tarafını ayırmak modern zamanlara
mahsus bir arıza. Geçim sağlayan iş anlamına
“meslek” kelimesinin, tasavvuf yoluna girmek anlamına “sülük” kelimesiyle aynı kökten geldiğini, dolayısıyla bütün meşru mesleklerin ancak bir seyr ü sülük ile kemal deresinde kazanılıp icra edilebileceğini unut-
10
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
muş gibiyiz. Bakırcıların ellerindeki çekici
neden lafza-i celâlin hafi zikirdeki ritmine
uygun olarak üst üste iki darbe halinde indirdiğini merak etmiyoruz. Keçecilerin yünü
kendilerine çekerken yine lafza-i celâlin ilk
hecesini, yüne göğüs vurduklarında ise ikinci
hecesini söyleyerek işlerini nasıl şevkli bir
zikir haline getirdiklerinden haberdar değiliz.
Bir peygambere, bir sahabeye, bir veliye dayandırılan mesleklerin o mesleği yapanlara
nasıl bir manevi sorumluluk yüklediğini fark
edemiyoruz. Hileye hurdaya tenezzül etmeden bir işin güzel, sağlam ve doğru yapılmasının o işi ancak zikirle, ibadet şuuruyla, salih
amel niyetiyle yapmaya bağlı olduğunu düşünemiyoruz.
Piyasadaki kalitesizlikten, beceri yetersizliğinden, güvensizlikten, ölçüsüz bir
kazanma hırsının sevk ettiği düşmanca rekabetten herkes rahatsız. Çare arayışıyla geçmişe dönüp ahilik sistemini bugüne uyarlamaya
çalışanlar var. Fakat sistemin özünü, temelindeki tasavvuf terbiyesini ıskaladıklarından
günümüze taşıdıkları şeklî unsurlar işe yaramıyor. Hasıl-ı kelam, gösterişli törenlerde
sembolik ritüellerle şed bağlamak ahi olmaya
yetmiyor.
İletişim: [email protected]
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
11
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
TEŞKİLAT NEDİR?
İbrahim Sancak
Hayat ferdi gerçeklikten ibaret olsaydı ve içtimai gerçeklik olmasaydı teşkilat
denilen yapıya ihtiyacımız olmazdı. Ferdi
hayat, teşkilata ihtiyaç duymaz, içtimai havzadaki gerçekliklerden biri değilse. Ferdi
hayat, içtimai gerçekliklerden biri olduğu
için onun bile teşkilata ihtiyacı var.
Hayat ferdi gerçeklik ile içtimai gerçekliğin toplamından meydana geliyor, çünkü insan mutlak ferdi hayat yaşayamıyor.
Özet olarak “insan sosyal varlıktır” şeklinde
ifade edilen bu hususiyet, birçok şekilde izah
edilebilirse de Müslümanların bilmesi gereken en önemli boyutu, “mutlak ferdiyetin”
tevhid mevzuu olduğudur. Sadece insan değil
hiçbir varlık, yalnız başına var olabilme ve
varlığını devam ettirebilme kudretinde değildir. “Mutlak ferdiyet” iddiası, uluhiyet iddiasıdır.
Müslümanların teşkilat anlayışı, temelde uluhiyet ile ubudiyet sınırını muhafaza
etme çabalarından biridir. İnsan nefsi, yalnız
başına yaşayabilme iktidarını talep eder, yalnız başına yaşayamaz ama bu arzudan vazgeçmez. Nefisteki uluhiyet arzusunun bir
çeşidi olarak zuhur eder, ferdiyet talebi…
İçtimai varlık olma zarureti hem insanın tabiatına yerleştirilmiştir hem de İslam’ın muhtevasına… Muhal-farz insan tabiatında münferid yaşama istidadı ve iktidarı olsaydı, İslam’ın muhtevası gereği yalnız yaşamaktan
imtina etmeliydi. Ne var ki bu zaruret, hem
insanın tabiatında hem de İslam’ın muhtevasında var.
Ferdi gerçeklik, kıymetlidir. Mesele
ferdi gerçekliğin tenkidi değil, ölçüsüdür.
Ferdi oluşlar gerçekleştirilemediğinde, cemi10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
yet inşa edilemez. Cemiyeti şahsiyet haline
gelmiş ferdler inşa eder. Ferd haline gelemeyenler, cemiyet değil, kalabalık meydana
getirirler. Dolayısıyla ferdi gerçeklik ile içtimai gerçeklik arasında kıvamı kamil olan bir
muvazene kurulmalıdır. Biri olmadan diğerini gerçekleştirmek mümkün olmadığı için her
ikisi de diğerine mecburdur. Herhangi birine
yaslanarak diğerini tahfif etmek, ancak insan
zekasının ifrat ile tefrit arasında dolaşan sıhhatsiz savrulmalarından zuhur eder. O durumda ortaya çıkan ise sosyalizm ve liberalizm olur. Hayatı bu gerçekliklerden biri üzerine bina etmeye çalışan ve diğerini manasız
ve kıymetsiz kabul eden her anlayış, özü itibariyle hastalıklıdır.
İçtimai gerçeklik, insan kalabalıklarının kendiliğinden oluşturduğu hercümerç
değil, aksine merkezinde iman olan akıl ve
zeka faaliyetlerinin teşkilatlı neticesidir. Dikkat edilmesi gereken ilk nokta, içtimai gerçekliğin, fiili bir durum olmaktan önce, kalbi
ve zihni bir yöneliş olmasıdır. İnsanın zihni
evreni nefs merkezliyse ve kalbi evreni de
faal değilse, ferdi gerçeklik, menfaate ayarlı
hale geleceği için, içtimai gerçekliği tanımaz,
onu sadece menfaatlerini gerçekleştirebileceği bir havza olarak görür. İşte teşkilatın kurulmadan yıkıldığı nokta burasıdır.
Kalbi evren iman ile istikamet kazandığında teşkilatın kaynağı oluşmuştur. İman
kalbi evrenden doğup zihni evrene (nefs, akıl
ve zeka evrenine) oradan da fiziki (fiili) evrene doğru bir mecra oluşturduğunda, kalbi
ve zihni teşkilatın altyapısı meydana gelir.
Bundan sonraki safha, aklın, teşkilatın malzemelerini toplaması, oluşturması ve kullanmasıdır.
Teşkilat gibi müşahhas bir bahsin bu
konularla ne ilgisi var veya bu kadar mücerred ifade etmenin pratik bir faydası yok di-
12
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
yenler için tespit edelim. Ferdileşmenin haddi kalbi ve zihni evrende aşıldığı için, içtimai
gerçeklik ihtiyacı, basit günlük ihtiyaçlardan
öteye gidemiyor. İçtimai gerçeklik, sabah
kahvaltı yapabilmek için gereken malzemeleri on dakikada bakkaldan alabilmeyi mümkün kılan devasa organizasyondan ibaret değil. Tabii ki yarım saatte kahvaltı yapabilmek
için sütü sağmak, peynir yapmak, fırında
ekmek pişirmek vesaire gibi birçok şeyi yalnız başına yapmanın zorluğu malum, bunun
için toplum organize olmuş ve kahvaltıyı
yarım saatte yapılabilir hale getirmiştir. İçtimai gerçekliği bu şekilde anlamak, içtimai
havzayı, menfaatlerini gerçekleştirecek bir
imkan alanı olarak görmektir ve İslam ile
alakası yoktur. Müslüman şahsiyetin iç alemi
içtimai gerçekliği böyle görmez.
İnsanlar fiili dünyada değil, zihni evrenlerinde yalnızlaştılar, ferdileştiler. Zihni
evrenlerini organize edemeyenlerin teşkilat
kurma arzu ve çabası, ferdi menfaatlerini
daha fazla gerçekleştirmektir. Bu durum ve
anlayış, teşkilatı değil, istismarı ve suiistimali
üretir, günümüzde olduğu gibi.
Müslümanların teşkilat anlayışı, ruhtan başlar, kalpte istikamet kazanır, zihinde
mecraya dönüşür, akılda tedbir ve malzeme
fikri olur, oradan hayata ulaşır. Bu çerçeveden bakıldığında teşkilat, önce ferdi gerçeklik örülürken harcına katılır, sonra küçük
içtimai birimlere dönüşerek “cemaat” halini
alır, sonra büyük organizasyonlara sıçrayarak
“cemiyet” olur, daha sonra coğrafyaları çevreleyerek “milleti” inşa eder ve nihayet yeryüzündeki vahdeti gerçekleştirerek “ümmeti”
teşkil eder.
Ferd, cemaat, cemiyet, millet, ümmet… Bunların tamamını gerçekleştirecek öz
tabii ki imandır. Fakat imanın içtimai gerçeklik haline gelmesi, başka bir ifadeyle imanı
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
içtimai havzada gerçekleştirebilmek teşkilat
ile mümkündür. Teşkilat, imanın içtimai gerçeklik kazanmasının sanki tek manivelasıdır.
İmanın toplum içinde serazat dolaşması, ona
içtimai gerçeklik kazandırmaz. Yani iman,
ferdi gerçeklikte kaldığı takdirde içtimai sahaya intikal etmez, orada kendini gerçekleştiremez.
Teşkilatın en küçüğü, ferdi oluşlardır.
Ferdi oluşlarda teşkilat, kalbi ve zihni evrenlerde mayalanır. Teşkilatın en büyüğü ise
ümmettir. Ümmet çapındaki teşkilat, dünyada sadece Müslümanların ufkunda mevcuttur.
Hümanist yaklaşımla “insanlık ailesi” gibi
beylik laflar edenlere bakmayın, merkezinde
iman olmayan hiçbir fikri çerçeve, pratikte
tüm insanlığa hitap edecek bir yapı kuramaz.
Dünyanın en büyük çaplı teşkilat ufkuna sahip Müslümanların, bu konuda (teşkilat bahsinde) tökezlemeleri anlaşılır gibi değil.
Üç kişilik teşkilatı kuramayan ve devam ettiremeyen Müslümanların ümmet olmaktan bahsetmesi, gevezelikten başka bir
şey değil. Ferdi oluşlarda iman ve İslam bir
şekilde gerçekleştirilebilir fakat içtimai oluşlarda iman ve İslam, ancak teşkilat ile gerçekleştirilebilir. Teşkilatsız bir Müslüman,
hayatın içtimai gerçekliğini reddetmiş demektir. İçtimai gerçekliği reddetmek, imanı
muhafazayı neredeyse imkansız kılar. İmanı
içtimai gerçeklikten tecrit etmek, tam olarak
laik bir anlayıştır, Müslümanların hatırında
olsun.
*Teşkilat denklemi ve teşkilatın gücü
Teşkilat, insanların bir araya gelmesi
değildir. Bilindiği üzere çok çeşitli beraberlikler vakidir. İnsanlar sinemada film izlerken de, tavla oynarken de beraber olurlar.
Bunun gibi sayısız beraberlikler her gün yaşanır. Bunların hiçbiri teşkilatlılık hali değil-
13
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
dir. Öyleyse insanların hangi türden beraberlikleri teşkilattır? Bu soruyu, teşkilatın muhtevasından önce, matematik denklemiyle izah
edelim.
Bir kişi bir birim zamanda bir birim iş
yapabiliyor olsun. On kişi bir araya geldiğinde on birim iş yapıyorsa, teşkilat kurmuş
olmazlar. En fazla, teşkilat kurma niyetlerini
ortaya koymuş olurlar ve işe başlamış sayılırlar. On kişinin tek tek yaptıkları işlerin toplamı ile on kişini beraber yaptıkları işlerin
toplamı aynı olduğunda, o on kişiden hiçbiri
teşkilat fikrine ve anlayışına sahip değildir.
Teşkilatlılık hali ve teşkilatlı faaliyet,
bir araya gelen insanların tek tek yaptıkları
işlerin toplamından fazla iş yapabilmektir.
Bunun denklemi nedir?
Birinci denklem, on kişinin her biri,
kendi hayat alanında ve içtimai havzada on
kişilik gücü kullanır. Öyleyse on kişinin gücü, yüz kişinin tek tek yapabildiği iş toplamına denktir. Bu denklem, teşkilatın tabii denklemidir. Bir teşkilattan bahsedebilmek için,
üye sayısının kendisi ile çarpımından elde
edilen gücü üretmesi ve kullanabilmesi gerekir. Bu netice elde edildiğinde, teşkilatçılıkta
zirveye ulaşılmış olmaz, tabii neticesine kavuşulmuş olur. Bu denklem, üye sayısının
karesine eşittir.
Teşkilatın kuruluş süreci, üye sayısının kendisi ile çarpımından elde edilen gücü
üretebilme ve kullanabilme maharetine kavuşmasıdır. Üye sayılarının tek tek yapabildikleri iş hacminin toplamından başlamak
üzere üye sayısının kendisi ile çarpımından
elde edilen güce ulaşabilme süreci, inşa dönemidir. Bu dönem, teşkilatlılık hali değil,
teşkilatlılık halini kazanma çabasıdır.
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
İkinci denklem, tek tek yapılamayacak işleri yapabilme maharetinin kazanılmasıdır. Yalnız yapılamayacak işler, tek tek
milyonlarca insanın bile yapamayacağı işlerdir. Bu sebeple yalnız yapılamayan işler teşkilatlanarak yapılabilir. Tek başına yapılamayacak her iş, başlı başına bir teşkilat işidir.
Bu sebeple tek yapılamayacak her iş için
oluşturulan birim, bir teşkilat olarak hesaplanabilir.
Her üye, tek başına yapılabilecek işleri yapar, iki kişiyle yapılabilecek işleri yapar,
üç kişiyle yapılabilecek işleri yapar, teşkilat
toplamının yapacağı işleri yapar ila ahir.
Hangi pozisyon müsaitse ve mesaisi hangilerine katkıda bulunmaya uygunsa orada olur.
Böylece teşkilatın her üyesi, hem toplam
teşkilat gücünü, hem beraber yapılabilecek
işlerin gücünü yalnız başına kullanır. Her üye
bu güçleri yalnız başına kullandığında teşkilatın gücü, en az üye sayısının küpü olur. Bu
neticeye ulaşan teşkilatlar, teşkilat anlayış ve
fikrini geliştirmiş demektir.
Teşkilatın sadece çarpan (katsayı) etkisi mi var? Hayır. Teşkilatların (ki bunlar
sureta teşkilattır) bölen ve çıkaran etkisi de
var. Bu husus anlaşılmadan, teşkilat işiyle
ilgilenmek, teşkilatlanma teşebbüslerinde
bulunmak, faydadan çok zarar veriyor. Misal
üzerinden konuyu tetkik edelim.
On kişi bir araya geldiğinde nasıl olur
da bölen veya çıkaran etkisi olur? Teşkilat
fikri ve anlayışı olmayan insanlar bir araya
geldiyse, birlikte iş yapmak bir tarafa, her
birinin tek tek yapabileceği işlere de mani
oluyor. Bir araya gelmeseler ve her biri tek
tek çalışsa ortaya çıkan toplam, bir araya
geldiklerinde yaptıkları işlerin toplamından
fazla olabiliyor. Bu ters teşkilatlılık halidir.
On kişi bir araya gelerek ancak bir veya iki
veya beş kişilik iş yapabiliyor. Çünkü birbir-
14
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
lerine yardımcı olmadıkları gibi problem
haline geliyorlar. İşin vahim olan noktası, on
kişi bir araya geldiğinde, üretilen toplam işin,
bir kişinin yalnız başına yapabileceği işten
daha az olmasıdır. Hatta negatif sonuçlar
üretebilmeleridir. Yani, bir araya geldiklerinde iş yerine problem üretiyorlar ve o problemler hayatlarının diğer alanlarında da verimlerini düşürüyor. Bu tür durumlar, teşkilat
meselesindeki ters denklemlerdir.
Beraberliklerin teşkilatlılık haline gelebilmesi, çarpan etkisi yapan denklemler
kurulabildiğinde mümkündür. İnkas etkisi
yapan ters denklemler meydana çıkıyorsa,
enerjileri israf eden ters teşkilatlar kurulmuş
demektir ki derhal tasfiye edilmelidir. O insanların yalnız başlarına yaşamaları daha
faydalıdır. Aslında o insanların yalnız yaşamalarında da bir fayda yoktur da, yalnız kaldıklarında cemiyete verecekleri zararın az
olması kar sayılır.
İletişim: [email protected]
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
15
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
HALK İÇİN DEVLET & BİR SUÇ
ŞEBEKESİ OLARAK DEVLET
Atilla Fikri Ergun
Şehir-medeniyet düzeninde teşkilatlanma, iş bölümü, siyasî teşekkül ve organizasyon, adaleti ikame etmek, hukuk yoluyla
hakları koruma altına almak, üretim ilişkilerini gereği gibi düzenlemek -veya değiştirmek-, ribaya dayanmayan adaletli bir iktisadî
sistem oluşturmak, ideal bir içtimaî (sosyal)
yapı meydana getirmek kaçınılmaz bir zorunluluktur; gerek aklî gerekse naklî veriler bunun zorunluluğunu kesin bir biçimde doğrulamaktadır. Müslümanlar, aslî kaynaklardan,
yanı sıra kendi tarihî, felsefî, kültürel ve toplumsal tecrübelerinden de yararlanmak suretiyle söz konusu zorunluluğun gereğini yerine getirmek durumundadırlar.
Tarih içinde kaleme alınmış, İslam
ilim-irfan-tefekkür mirasının bir parçası olan
siyasetnâmelerin muhtevasından az çok haberdar olan herkes mevcut yapının ve bu yapıyı idare edenlerin devletle ve devlet adamlığı ile uzaktan yakından herhangi bir alakasının olmadığını bilir.
Devlet içtimaî, siyasî, iktisadî, hukukî
nizamı deveran ettiren -ki kelimenin anlamlarından biri de budur-, dolayısıyla istikrarını
sağlayan mekanizmadır; kan dolaşımını sağlayamıyorsa, kan dökülürken içeride ve dışarıda acz içerisindeyse veya zaaf gösteriyorsa
insanlar kendi başlarının çaresine bakmak
zorundadırlar. Mevcut tablo itibariyle can,
mal, akıl, nesil, din emniyeti açısından devlete güven duyulacak bir noktada değiliz. Oysa
Hz. Peygamber, “Endişe ve ızdıraplardan o
derece emin olacaksınız ki, bir atlı San’a’dan
Hadramevt e kadar Allah’tan başka hiç kimseden korkmadan gidecek, kimsenin koyun
sürüsüne kurt saldırır diye bir korkusu olma10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
yacak”(1) diyordu. Devlet bunun için var,
değilse devletle bir işimiz yok.
Modern anlamda devlet, halka rağmen devlettir, ondan ayrıdır, adaleti sağlamaktan ziyade küçük bir zümrenin elindeki
özel mülkiyeti korumak ve -her ne kadar birtakım sosyal hakları garanti altına alarak belli
başlı özgürlük alanları açsa da- aslında “sürü” olarak gördüğü halkı kontrol altında tutmak, deyim yerindeyse onu gütmek için vardır. Bu nedenle devlet, halk için belli bir kalıp öngörmekte ve zihinlere şu veya bu şekilde “Devlet namustur, devlet özgürlüktür,
eğitimdir, sağlıktır, devlet hayatın ta kendisidir”, kısacası “Devlet her şeydir” anlayışını
yerleştirmek veya zihinlere yerleşmiş olan bu
anlayışı diri tutmak istemektedir.
Şüphesiz bu haliyle devlet bir tahakküm aracıdır; kendi normları dışında kalan
herkesi kendi varlığına karşı potansiyel tehlike olarak görmekte, bireyleri sürekli olarak
denetim altında tutmakta, onların sadece eylemlerini değil, aynı zamanda duygu ve düşüncelerini de kontrol etmeye, yönlendirmeye çalışmaktadır. Bu bakış açısı, gerektiğinde
devletin bekası için bütün halkı feda edebilir.
Bunu kısaca “halktan ayrı, halkın üstünde
devlet” olarak tanımlayabiliriz. Buna göre,
bir halk ve ondan ayrı bir de devlet vardır,
devlet, ülkeyi ve halkı yönetmektedir.
Buna karşın bizim iki temel itiraz
noktamız olmalıdır: Birincisi, devletin varlık
nedeni adaletin sağlanmasıdır, nitekim devlet, adaletin sağlanması için halk tarafından
yapılan organizasyondur; adalet yoksa devlet
işimize yaramıyor demektir. Celaleddin
Rumî’nin ifadesiyle, “Allah bize devlet ve
hükümeti halk göklere el açıp ağlamasın diye
verdi. Keza mülk ve hükümet verilmesi, halkın âh-ı dumanı semaya yükselip de felek ve
suha yıldızının muzdarip olmaması içindir.
16
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
Keza öksüz iniltisinden arşın titrememesi ve
bir kimsenin zulüm hastası olmaması içindir.” (Rumî, Mesnevî, Beyit: 12289-12291)
İkincisi, -birincisine bağlı olarakdevlet halkın emrindeyse devlettir, halk üzerinde baskı unsuruysa ve birileri yerken diğerleri bakıyorsa, devlet denilen şey üç beş
kodamana hizmet eden bir suç şebekesidir.
Şu halde kendi halkını sömüren devlet bize
ait değildir, aksine o, halkın sırtından kazanç
sağlayan bir avuç asalağın devletidir.
“Halktan ayrı, halkın üstünde devlet”
anlayışı adaletsizliğin ve zorbalığın kaynağıdır. Söz konusu anlayış, hayatî önem arz
eden belli başlı konularda resmî kalıplara
ihtiyaç duyar. Bu noktada resmî eğitim kurumları ve resmî dinî yapılanma öne çıkan iki
önemli kalıba sokma aracıdır.
Kısmen restorasyona tabi tutulan ve
konjonktür itibariyle “Müslüman” kimliğe
büründürülen hâl-i hazırdaki modern devlet,
hayatın hemen her alanında baskısını hissettirmektedir. İktidarın, yıllardır tartışılan zorunlu din dersi meselesine yaklaşımı bu konudaki en iyi örneklerden birini teşkil etmektedir. Buna göre, zorunlu din dersi olmazsa
IŞİD mantığı güçlenecektir. Sorun şu ki, zorunlu din dersi olduğunda bu sefer hâl-i hazırdaki zihniyet güçlenmektedir. Dolayısıyla
bu yaklaşımla bizden yiyicilerle kıyıcılar
arasında bir tercih yapmamız istenmektedir;
ölüm mü, sıtma mı, hangisi?!
Resmî din anlayışı da aynı şekilde
baskıcıdır ve bunun yanı sıra bölücüdür. Kimin Mü’min kimin kâfir olduğuna devlet
karar veremez. Devlet, Müslüman olduğunu
beyan eden herhangi bir kimseyi dinî anlayışından ötürü belli bir kategoriye sokamaz,
onu ötekileştiremez ve baskı altına alamaz.
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
Günümüzde devlet eliyle camiler dahi
“resmî” hale getirilmiş bulunmaktadır. İmparatorluk dönemlerinde dahi devlet elini mabede bu denli sokmamıştı. Cami devlet tasallutu altındayken camideki adamın kalıpların
dışına çıkması ve bağımsız bir dinî düşünceye sahip olması beklenemez.
İslam’da ne resmî din anlayışı, ne
resmî din eğitimi, ne resmî din adamı sınıfı,
ne de resmî ibadethane vardır. Herkese açık,
yoruma elverişli ve halkın tümüne ait olanı
dar çerçeveye sıkıştırmak İslam’ın ruhuna
aykırıdır, bu tür yaklaşımlar hem İslam’ı olmadık bir mahiyete büründürmekte hem de
halkın istikbalini karartmaktadır.
Özellikle belirtmek gerekir ki, Şeriat’ın bir bütün olarak topluma yönelik karşı
bir saldırı olarak gördüğü ve hukuken suç
olarak nitelendirdiği -ceza-i müeyyideyi gerektiren- tutum ve davranışlar dışında devletin müdahalesine açık herhangi bir alan yoktur. Hz. Peygamber, Medine’de polis devleti
kurmamıştır; tecessüste bulunmamış, kimseyi
gizlice dinlememiş, hiç kimsenin haberleşme
ve seyahat özgürlüğünü kısıtlamamış, hiçbir
zaman bir polis gibi, bir savcı gibi davranmamış, suçunu kendi ağzıyla itiraf edene
dahi “Gel bakayım, demek sen suç işledin ha,
alın götürün bunu” dememiştir. Aksine suçunu kendi ağzıyla itiraf eden kimseyi dinlemek dahi istememiş, ona arkasını dönmüştür.
Halkın organize ettiği devlet, öncelikle toplumu meydana getiren kişi ve grupların
tamamen kendi rızalarıyla -sulh yoluyla- sosyal, siyasî ve iktisadî organizasyonlara katılımını sağlar. Bu katılımda içtimaî sözleşme
gereği herkes hukuka riayet edecektir. Bu
hukuk Müslüman bir ülkede İslamî esaslar
doğrultusunda -Şeriat’ın maksatlarına uygun
biçimde- teşekkül eder.
17
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
Hukuk, adaletin yegâne teminatıdır,
zira hukuk, hakları belirler, koruma altına alır
ve sınırları tayin eder. İslam hukuku, servet
ve iktidarın halkın geneline yayılmasını sağlayacak, yeni bir hâkim sınıfın ortaya çıkmasına engel teşkil edecek şekilde vazedilmiştir.
İslam söz konusu olduğunda, servet ve iktidardan kaynaklanan siyasî ve hukukî imtiyazlardan söz edilemez. Dolayısıyla Marksist
teorinin aksine hukuk, İslam’da üst yapıyı
değil, alt yapıyı oluşturur. Marksist teori,
ancak insanların menfaat çatışmalarını çözüme kavuşturmak amacıyla hâkim sınıf tarafından belirlenen ve buna bağlı olarak hâkim
sınıfı imtiyazlı kılan hukuk kurallarının yürürlükte olduğu toplumlar açısından geçerli
olabilir.
Devleti idare edenler, kamu malları
üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunamazlar, toplumun malî kaynaklarını israf
edemezler. Şeriat, kendi malını israf eden
kimsenin dahi harcama yetkisini elinden almaktadır. Hal böyle iken halkın memuru
olan, kamunun malını korumakla görevli
bulunan devlet idarecilerinin kafalarına göre
harcama veya dağıtma yetkileri yoktur. Bu
noktada “devlet malı-kamu malı” ayrımının
yanlış olduğunu belirtmek gerekir, zira “devlet malı” olarak nitelendirilen şeylerin tümü
aslında kamu malıdır. Örneğin dağlar, sahiller, ormanlar, kişilere ait olmayan ölü araziler, köprüler, hastaneler, okullar, limanlar,
devlet daireleri ve buralardaki tüm eşyalar
gibi.
Bu noktada özellikle belirtmek gerekir ki, İslam tarihinde zengin-fakir uçurumunun olabildiğince derinleştiği, servet ve iktidarın siyasî ve hukukî imtiyaza mesnet teşkil
ettiği dönemleri, “hukukun devre dışı kaldığı
dönemler” olarak anmak icap eder.
Dolayısıyla devletin tüccar veya işletmeci zihniyetiyle hareket etmesi ve zaten
kamuya ait olan malları kamuya ücretli hale
getirerek, deyim yerindeyse halkın sırtından
gelir elde etmesi söz konusu olamaz. Ancak
birtakım arazi, bina, tesis ve malların kiraya
verilerek kamu yararına gelir elde edilmesi
mümkündür. Devlet, bu şekilde elde edilen
geliri adil bir biçimde bölüştürmekle yükümlüdür.
Bunlardan başka İslam nokta-i nazarından son tahlilde hiç kimse hiçbir şeyin
sahibi değildir, Mülk Allah’ındır; insanlar,
mevcut rızık kaynakları, servet ve mallar
üzerinde yalnızca intifa (yararlanma) hakkına
sahiptirler. Dolayısıyla fakirlik ve açlık tehlikesiyle karşı karşıya olan herkes, bir başkasının ihtiyaç fazlası malı üzerinde hak sahibidir
ve bu hak, devlet eliyle garanti altına alınır.
Gerçekte zenginin fakire, işverenin
işçiye karşı hiçbir üstünlüğü yoktur. Hiç kimse bir diğerinin kölesi değildir. “Üsttekileralttakiler” ayrımı suni bir ayrımdır, hakikatte
böyle bir ayrım söz konusu değildir; bütün
insanlar Allah katında eşittirler, tek üstünlük
ölçüsü takvadır.
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
Medine örneği doğrultusunda eğer bir
devlet olacaksa, halka rağmen, halktan ayrı,
halkın üstünde devlet değil, halk için devlet
olacaktır. Servetin de, iktidarın da kaynağı
halktır; insan hiç kimsenin olmadığı bir yere
-örneğin çölün ortasına- gitse, orada ne servet
yığabilir ne de iktidar elde edebilir, çünkü
yapayalnız, bir başınadır.
Ne var ki, mevcut devlet anlayışı, kapitalist pazarın ve yeni zengin sınıfın varlığının teminatıdır. Günümüzde pazar dinî ölçü
çerçevesinde şekillenmemekte, din pazara
uygun biçimde yorumlanmaktadır; merkezde
din -dolayısıyla zaman ve mekân üstü değer-
18
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
ler- değil, pazar ve yeni zengin sınıf yer almaktadır. Birilerinin köpeğine mama almak
için verdiği parayı ailesine götüremeyenlerin
bulunduğu bir ülke için kıyametin kopması
an meselesidir. Bu bakımdan kısmen restorasyona tabi tutulan hâl-i hazırdaki devleti
bize “Cihan Devleti” olarak yutturmak isteyen zihniyeti ‘büyük ruh hastası’ olarak nitelendirmemiz yanlış olmayacaktır.
İslamcılar, Samiri’nin buzağısı gibi
gönüllerine yerleşen devlet putunu parlatmakla meşguller. İslamcı cenahta Allah’a
davetin yerini iktidara davete bıraktığı günleri yaşıyoruz. İslamcı paradigma bir zamanlar
“Hak verilmez alınır” yaklaşımı üzerine kuruluydu, günümüzde ise devlet birtakım
“haklar vermek” suretiyle bir zamanların
radikallerini yeni statükonun gönüllü hizmetkârları haline getirdi.
19
Sonuç itibariyle devlet-iktidar elimize
ayağımıza zincir vuruyor, sermaye elini cebimize sokuyor, düzenin dini de “Boş ver”
diyor, “Aldırma, nasıl olsa ahiret senin”.
Hac’da taşlananlar işte bunlar; küçük, ortanca ve büyük şeytan.
Neyse ki, sahte tanrılar daima iflas
eder ve istisnasız her iktidar yok olucudur!
---------Dipnot:
1- Buhârî, Menâkıb, 25, Menâkıbu’lEnsâr, 29; İbnu’l-Esir, Üsdu’l- Ğabe, II/115; Ebu
Nuaym, Hilye, I/144
İletişim: [email protected]
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
TABİİ TEŞKİLATLILIK HALİ
Nurettin Saraylı
*İman ve teşkilat
İman, ruhi yöneliştir, ruhun istikamet
kazanmış halidir. Bu sebeple iman, ruhi teşkilatlanma halidir. Ruhi teşkilatlanma, müşahhas değil, mücerrettir. Şahıslara veya müesseselere bağlılık değil, manaya bağlılıktır.
İnsanların aynı istikamete yönelmesidir, bu
sebeple kendiliğinden bir teşkilatlılık haline
işaret eder. Muhataplarına iman teklifinde
bulunmalarından dolayı dünyadaki en büyük
teşkilatlar, dinlerin ta kendisidir.
İman, derin ve muhkem bir teşkilatlılık halidir. Dış etkiyle mümkün olmayan,
kendi kendine zuhur eden, insanı ruhundan
kavrayan, kalbini ve zihnini teşkilatlandıran
ve idare eden bir kıymettir. İnsanı büyük
hadiseler karşısında ayakta tutan, ağır yükleri
taşımasını mümkün kılan, şiddetli saldırılar
karşısında mukavemet ettiren bir ruhi kıymettir. İdeolojilerin arayıp da bulamadığı,
teşkilatların elde etmek isteyip de üretemedikleri bir kıymet…
İman, aklın aldatıcı etkilerine karşı
sabrı mümkün kılan, akla ayartıcı teklifler
sunulduğunda aklı zapt altına alabilen, nefsin
baştan çıkarıcı hazlarına karşı mukavemet
edebilen, nefse yapılan hain teklifleri reddedebilen tek kuvvet kaynağıdır. Bu hususiyetler, bir teşkilatın arayıp da bulamayacağı
cinsten kıymetlerdir. Teşkilat, mensuplarından emin olmak istediğinde nasıl bir muhafaza merkezi ve muhafaza dairesi oluşturabilir?
Geliştirilebilen hiçbir emniyet tedbiri, iman
kadar muhkem ve derin olmamıştır.
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
Akla ve zekaya dayalı tedbirler, daha
akıllı ve daha zeki birileri tarafından kırılmakta, yıkılmakta, geçersiz kılınabilmektedir. Bir tedbir ne kadar zekice olursa olsun,
bir müddet sonra normalleşmekte çünkü aklın alanına taşınabilmekte, üzerinde çalışılabilir hale getirilmektedir. Bir tedbir, ilk keşfedildiği zamanda aşılmaz, kırılmaz gibi görünse de (gerçekten böyle olsa da) bir müddet
sonra akıl ve zeka onu mutlaka aşmanın yolunu bulmaktadır. Netice olarak akıl ve zekaya dayalı tedbirlerin mutlaka bir miadı vardır,
miadı olduğu ve miadının da ne zaman dolduğu bilinmelidir. Miadı dolan tedbirin değiştirilmesi şarttır zira aşılması, kırılması,
yıkılması zamanı gelmiş demektir. Ne var ki
bir tedbirin miadını doldurduğunu bilmek
için hayattaki tüm gelişmeleri, her insanın
akıl ve zeka durumunu bilmek gerekir, bu ise
imkansızdır.
20
İşte imanın vazgeçilmez bir kıymet,
kaynak ve kuvvet olarak ehemmiyetinin anlaşıldığı noktalardan birisi burasıdır. Teşkilatlar için tedbir meselesi ne kadar mühimse,
iman teşkilatlanmada o derecede mühimdir.
Teşkilat her zaman fedakarlık ister,
fevkalade hallerde ise çok daha fazla fedakarlık ister. İnsanları fedakarlık yapmaya
sevk etmek, fedakarlık yapmalarını mümkün
hale getirmek, ihtiyaç duyulduğunda sabırlı
ve dayanıklı kılmak nasıl mümkün olabilir?
Bir insanı fedakarlık yapmaya neyle ikna
edebiliriz? Fedakarlığın maddi ve dünyevi bir
karşılığı olabilir mi? Sabırlı ve dayanıklı olması için ne teklif edilebilir?
İman bitmez tükenmez bir enerji kaynağıdır. Hiçbir teklifte bulunmadan insanları
sabırlı, dayanıklı, fedakar, cefakar yapar.
Böyle bir kaynak yerine maddi tekliflerde
bulunmak makul müdür? Kaldı ki, imanın
ürettiği sabrın karşılığı hangi maddi kıymetle
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
ödenebilir, imanın talep ettiği fedakarlığa
dünyanın tamamı bedel olarak kafi midir?
Her meseleyi tek tek ele almaya gerek
yok. İmanlı insanlara dayanan teşkilatlar, en
muhkem teşkilatlardır. Keza hedefi imanın
istikameti olan teşkilatlar, en muhkem bünyeleri kurabilirler.
*Ahlak ve teşkilat
Ahlak, cemiyet teşkilinin ruhi ve akli
altyapısıdır. İnsan kalabalığı ile cemiyet arasındaki fark, kalabalıkların cemiyet çapındaki
teşekkülüdür. Bu teşekküle ahlak diyoruz, bu
manada ahlak, insan kalabalığını cemiyete
tahvil eden veya insan kalabalığından cemiyet inşa eden kaideler manzumesidir.
Kaideler manzumesidir ama alt alta
yazılan bir kaideler listesi değil. Ahlak, hayatın tüm hadise çeşitliliğini izah ve tanzim
eden, sayısız insandaki tüm mizaç çeşitliliğini belli bir çerçeveye alan, hayatın merkez ve
muhitini, özünü ve sınırlarını gösteren, hayatın içinde mecralar açan ve bu mecralarda
akan suyu belli havzalarda toplayıp değerlendiren muhteva manzumesidir.
Ahlak, tüm cemiyetin bir araya gelip
müşterek kararlar almasına ihtiyaç duymaksızın cemiyet çapında teşkilat kuran ana fikirdir. Merkezinde iman olmak üzere oluşturduğu “muhit”te, hayatın nasıl yaşanacağını, alt ve üst sınırlarını gösteren, insanların
birbirini tanımadan “bilmelerini” sağlayan,
nasıl davranacaklarını birbirinden habersiz
şekilde öğreten özdür.
Ahlaklı cemiyet, “büyük teşkilatını”
kurmuş demektir. Büyük teşkilat, cemiyet
teşkilidir. Ve büyük teşkilat, teşkilat kurmanın altyapısı ve ufkudur. Tüm teşkilatlar bu
ufuk içinde kurulur, idare edilir ve verimlen-
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
dirilir. Ahlak yoksa teşkilat kurmak fevkalade zordur.
Mafya bile önce bir “ahlak” oluşturur,
nelerin yapılıp yapılmayacağı, nelerin nasıl
yapılacağı, hangi hedeflere yürüneceği, insanların birbiriyle münasebetlerinin nasıl
kurulacağı ila ahir… Tüm bunların adına
“racon” dese de, onun asıl adı ahlaktır. Mafya bile ahlak yoksa ayakta kalamaz.
Ahlak, hayatın içinde cereyan edeceği
nazari havzadır. Bu havza yoksa hayatın
hangi yöne, hangi mecralarda, hangi ritimde
akacağı bilinmez. Bunlar bilinmediğinde
hayat, kaosa döner, kaos üretir. Kaos, nizamın (teşkilatın) zıddıdır.
Hiçbir şey iklimini bulmadan doğamaz, yaşayamaz. Teşkilatın nazari havzası
ahlak, ameli havzası ise cemiyet yani teşkilatlı kalabalık yani ahlaklı topluluktur. Teşkilat kurabilmenin zemini ve ufku ahlaklı cemiyettir. Ahlaklı cemiyet yoksa teşkilat kurmanın, sevk ve idare edebilmenin, hedeflerine ulaşabilmenin çerçevesi farklıdır. İşte günümüzün teşkilatlanma problemlerinin kaynağı budur, halkın (insanların) kafi derecede
ahlaklı olmaması…
Kurulmak istenen teşkilatların arzulanan seviyeye gelememesinin temel sebebi,
içinde yaşadığı halkın nazari ve tatbiki çerçevesini kaybetmiş olmasıdır. Kimin ne yapacağı, nasıl yapacağı, hangi hadise karşısında nasıl bir tavır takınacağı meçhul… Bir
insanı tanımak yıllar sürüyor ki yıllar sonra
da nasıl davranacağından emin olmak fevkalade zor. Bilinmeyen, tanınmayan, test edilmemiş insanlarla teşkilat kurmak nasıl mümkün olabilir?
Bir insanı tanımanın iki yolu var, birincisi ahlak, ikincisi ise o kişinin kendini
tanımasıdır. Ahlak, bir insanın mizaç hususi-
21
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
yetleri ne olursa olsun, davranışların umumi
çerçevesini tayin ettiği için, kişi tanınmasa da
mesela hainlik etmeyeceği, mesela ahde vefa
göstereceği bilinir. Mizaç hususiyetlerindeki
farklılıkların bilinmemesi, teşkilat kurmaya
ve idare etmeye mani olmaz. Ahlak ortadan
kaybolunca geriye kalan yol, insanların mizaç hususiyetlerini derinliğine keşfetmektir.
Bunu yapmak ise on yıllar alır, çünkü insanın
sahip olmadığı imkanlar eline geçtiğinde
mizaç hususiyetleri içinde gizli kalanların
zuhur edeceğini bilmek gerek. Mizaç hususiyetlerinin zuhur etmesi için ona uygun imkan
ve şartlar gerekir. Mizaç hususiyetlerinin
tezahürü için gerekli olan imkan ve şartlara
sahip olmayan bir insanın, o imkanlara sahip
olduğunda nasıl davranacağını o insanın kendisi de bilmez, başkasının bilmesi ise zaten
imkansız. Ahlak yoksa insanın kendisini tanıması gerekir ki o insan bilinebilsin, oysa
sahip olmadığı imkanlar mizaç hususiyetlerinin zuhuruna mani olduğu için, kişi kendini
bile tanıyamıyor. Büyük paradoks…
Ahlaki altyapının olmaması, teşkilatların, birbirini yıllarca tanıyan insanlar arasında kurulmasına sebep oluyor. Bu durum,
mevcut şartlara baktığımızda neredeyse zaruret gibi görünüyor. Ne var ki ancak birbirini
tanıyan insanların teşkilat kurabilmesi, teşkilatın büyüme istidadını engelliyor. Bu durum
teşkilatları “cemaat” ufkuna hapsediyor. Cemaatler kendi insanlarıyla teşkilat kurmayı
tercih ediyorlar, bu tercihlerinde haksız da
değiller.
Mevcut şartlarda haksız değiller tabii
ki ama teşkilatlanmaya mani olan bu durumun aşılması ve yeni yolların bulunması gerekiyor. Aksi takdirde insanların ve teşkilatların ufku çok dar kalıyor.
İçinde bulunduğumuz çağda, en fazla
hasarı ahlak aldı. Modern zamanlar denilen,
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
postmodern zamanların temrinleri yapılan bu
çağ, tüm ahlaki altyapıları yıktı. Bu durum,
eski ahlak anlayışlarına karşı yürütülen bir
mücadele değildi, bu durum, tam olarak ahlaka karşı yürütülen bir mücadeleydi. Batının
ahlaka açtığı savaşın hedefi ve neticesi anlaşılamadı. Ahlaka karşı açılmış savaş, “büyük
teşkilatı” çökertti. Büyük teşkilat, büyük direnişti, büyük oluşların havzasıydı, büyük
hamlelerin istinatgahıydı. Ahlak çöktüğü
nispette batı dünyaya nüfuz etti, dünyayı yönetebilir hale geldi. Dünyada batıya karşı
mücadele etmek, direnmek, batıyla hesaplaşmak isteyenler ise çözümü başka yerde
aradı. Son iki asırdır yanlış teşhisin peşinde
koşan dünya, batıyla bir türlü hesaplaşamadı.
Büyük teşkilat çöktüğü için, o ufuk
içinde kurulan tüm teşkilatlar problemli hale
geldi, kendinden beklenen neticeleri ve faydayı üretemedi. Mevcut kaynaklar da yanlış
teşhisin peşinde israf edildi.
Bu günün ahlaksız içtimai zemininde
teşkilat kurmak çok problemli hale geldi. Bu
günün şartlarına uygun teşkilat numuneleri
geliştirmek şart… Ahlak zafiyeti bu kadar
açık olduğu için her teşkilat, faaliyet alanı ne
olursa olsun, ilk hedefini veya mühim hedeflerinden birini “ahlak” olarak tespit etmelidir.
Herhangi bir teşkilat, cemiyete veya en azından mensuplarına, ahlaki çerçevede bir kıymet katmıyorsa, hedefi ne olursa olsun, maksadına uygun faaliyet göstermiyor demektir.
22
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
TEŞKİLAT VE MÜESSESE
ÜZERİNE
A. Bülent Civan
Her dünya görüşü çapına ulaşmış fikir, kendini insanda ve hayatta gerçekleştirmek ister. Fert ve cemiyetin hayat içerisinde
akacağı mecraları oluşturmayan fikrin hayatta karşılığı yoktur, bu ihtimalde entelektüel
gevezelikten ibaret kalır. Mefkurenin hayata
yöneldiği andan itibaren ortaya çıkan ihtiyaç
“teşkilat ve müessese fikri”dir. Fikri hayata
hakim kılıp, fikrin hayatını inşa edecek vasıtalar, teşkilat ve müesseselerdir. Hayatın deveranını sağlayabilmek ve hayata vaziyet
edebilmek için teşkilatlanmak şarttır. Hayat
teşkilatsız ve müessesesiz akmaz.
Bir dünya görüşü çapında fikir üretip,
medeniyet tasavvuruna doğru ilerlemek ancak; fikrin teşkilatını kurup, müessese fikri
ve modelleri oluşturmak ve tatbik etmekle
mümkündür. Bunlar aynı zamanda medeniyet
temrinleridir. Müslümanlar olarak, insana,
hayata ve varlığa dair külli fikirler üretmeli,
külli fikrin diğer adı olan medeniyet tasavvurunu merkeze almalı, onun çatısı altında
hamle ve hareketi gerçekleştirmeliyiz. Hayatı
tüm şubeleri ile ihata edecek imal-i fikirde
bulunmayan yaklaşımların eklektizme düşmeleri kaçınılmaz olur. Dolayısıyla hayatın
her alanı ile ilgili fikir geliştirmelidir.
İslam dünya görüşü, hakikati merkeze
alarak bütün fikrini oluşturur. Tevhit, vahdet
ve kesret bağlamında oluşturulan fikirlerin,
fertten başlayarak cemaat, cemiyet, millet ve
ümmet zincirinin gerçekleştirilmesi ancak
teşkilatlılık hali ile mümkündür. Bu nizami
durumunun bizi götüreceği nihai menzil,
İslam medeniyet tasavvurudur. Medeniyet
zaten nizam ve teşkilatlılık halidir. Tüm in10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
sanlığa sunacağımız hakikati ancak; kesif bir
teşkilatlılık durumu ile mümkün ve gerçek
kılabiliriz.
Fikirteknesi külliyatından da anlaşılacağı üzere tüm yazılarımızı, tefekkürün müntehası olarak ifade edilen “medeniyet tasavvuru” etrafında örmeye gayret ediyoruz. Fertten başlayarak ümmete ve insanlığa doğru
akan hayatın kendi haline bırakılması mümkün değildir. Aksi taktirde hayatın akışını
kaosa bırakmış oluruz. Kaosun tersi nizamdır. Yerlerin ve göklerin yaratılışını baktığımızda muhteşem bir nizama şahit oluruz.
Yaratılmışların en şereflisi olmaya namzet
insanın başıboş bırakılması da mümkün değildir. “Yola çıkarken üç kişi dahi olsanız,
aranızdan birini imam seçiniz” mukaddes
ölçüsünün işaret ettiği ilk mana, teşkilatlılık
halidir.
23
Ferde ve cemiyete de sirayet eden fikir, bir akış güzergahı oluşturur. Fertten başlayarak bir zincirin halkaları gibi, medeniyete
doğru akan fikrin ilk muhatabı insandır. İnsan kendi derinliğine doğru ne kadar inebilir
ve derinliğinde ki manayı ne derece kavrarsa,
bulunduğu o noktadan hayatın yatay anlamda içine ve kılcal damarlarına doğru nüfuz
etme istidat ve iktidarına sahip olur. Bidayeti
şahsiyet inşası olan bu yürüyüşün, nihayeti
İslam medeniyet inşasıdır ki, şahsiyet ile medeniyet arasındaki tüm süreçleri taşıyacak
olan teşkilat ve medeniyet müesseseleridir.
Fertten ümmete ve medeniyete doğru
olan güzergahta devlet de milletin teşkilatlanmış halidir. Osman Gazinin oğluna yaptığı
nasihatte; “'İnsanı yaşat ki devlet yaşasın”
sözü, teşkilatlılık zincirindeki ilk halka olan
insanın, ruhi kaynaklarına kadar nüfuz eden
bir idrak mevcuttur çıkar. Külli anlayışımızın
insan telakkisine bir atıf olduğu açıktır. İnsanın hayata vaziyet edebilmesinin ilk merhale-
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
si Müslüman şahsiyet inşasıdır. Müslüman
şahsiyetin inşa edildiği bu merkez, iman ve
ahlaktır. İman ile mayalanan duygu ve düşünce, ahlak marifeti ile hayata yani muhite
taşınır, imanın insan derinliğindeki ilk tezahürü olan edep, içtimai sahaya ahlak olarak
çıkar. Bu ruhi silsile teşkilat ve müessese
fikrimizin mukaddimesidir. “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyuran
Efendimiz Aleyhisselatü Vesselamın beyan
buyurduğu hakikat, her şeyin bidayetinin
şahsiyet inşası olduğunu gösteren muhkem
bir delildir.
Medeniyet tarihimize baktığımızda,
hayatın her sahasının hatta en küçük beşeri
münasebetin bile teşkilat ve müessese ile
örüldüğünü görürüz. Öyle ki İslam medeniyetlerini ve İslam tarihini, müesseseler nizamı olarak okuyabiliriz. Kadimdeki teşkilat ve
müesseseye verilen ehemmiyet ve kurulmasındaki maharet zirveye çıkmışken, bugün
bazı Müslümanların “birey” olmaktan bahsetmesi, oryantalist taarruzun derin tesirini
göstermektedir. Birey kelimesi, hiçbir irtibat
ve nispeti olmayan insan anlamına gelir ve
materyalist altyapılı liberal felsefenin ürünü
ve neticesidir. Müslümanın birey olması asla
söz konusu değildir, Müslüman şahsiyet sahibi olur. Birey, sadece kendini ve kendi
menfaatini düşünen insan demektir, şahsiyet
ise ferdi ve içtimai hususiyetleri kendinden
cem eden, bu sebeple de cemiyet inşasının
temel sütunu olan muhteşem mefhumdur.
Bireylerden kalabalıklar, şahsiyetlerden ise
cemiyet meydana gelir.
Saf ruhi ve ahlaki nizam sadece Asr-ı
saadette mümkün olmuş, güzide kadro Sahabe-i Kiram ile içtimai nizam inşa edilmiştir.
Asr-ı Saadet, hakikatin maddeye bulaşmaması için müşahhas müesseselerin asgari sayıda
tutulduğu, hakikatin saf haliyle izah, idrak ve
tatbikinin yapıldığı bir devirdir. Asr-ı Saadet10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
te İslam saf haliyle ikmal ve ifade edilmiş,
ondan sonra İslam ile inşa devri başlamıştır.
İçinde bulunduğumuz çağ, hayatın İslami altyapısının çöktüğü, hayatın altyapısının batı tarafından işgal ve inşa edildiği bir
olağanüstü bir devirdir. İnsanın ve hayatın
İslam’a taşınması, İslam’ın şahsiyet, cemiyet,
devlet ve medeniyetinin yeniden inşa edilmesi ihtiyacı içindeyiz. Tüm bunları yapacak
manivela teşkilat ve müessesedir.
Medeniyetimizin kurucu şahsiyetlerinden olan ariflerin kalpleri tecelli mahalleridir. Allah'ın Rahman ve rahim isimlerinin
de tecelli ettiği bu merhamet zirvesi olan
kalb-i selim sahibi insanların etrafında oluşan
vakıflar dikkat çekicidir. Merhametin müesses hali olan vakıflar, ancak rahmetin kalblerine indiği büyük şahsiyet sahipleri tarafından gerçekleştirilebilirdi, öyle de olmuştur.
Hassasiyet öyle bir zirveye çıkmıştır ki, göç
edemeyen yaralı leyleklere bile vakıf kurulmuştur. Kurucu şahsiyetlerin şahikası olan
ariflerin talim ve tedrisatının yoğun olduğu
devir ve coğrafyalarda vakıfların çokluğu
dikkatten kaçmaz. Kendi imanımızın hayatını
ürettiğimiz dönemlerdeki müesseselerimiz,
insanlık tarihinin mümtaz medeniyetlerini
inşa ettiğimizin delilleridir.
Netice olarak; fikrin önce mevcut hayat mecralarına nüfuz etmesi, sonra bizzat
kendi mecralarını açması ve hayata vaziyet
etmesi teşkilat ve müesseseler marifetiyle
mümkündür. Teşkilat ve müesseseyi büyük
hamlenin minyatür teşebbüsleri olarak anlarsak, her teşkilat ve müessese ile bir medeniyet temrini yapmış oluruz. Böylece küçücük
bir teşkilatı bile medeniyet ufkuna ayarlı şekilde kurma çabasına gireriz. Malumdur ki
parçasında olmayan mana ve muhteva bütününde olmaz.
İletişim: [email protected]
24
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
TEŞKİLAT VE ZEKA
Ahmet Muhtar Turan
Zekanın tabiatı bağımsızlıktır. Yüksek zekalarda bu hususiyet ifrat halinde tezahür eder. Bu hususiyet zekayı “teşkilatlılık
halinden” uzak tutar. Hatta teşkilatları çözen,
dağıtan ve yıkanlar yüksek zekalardır.
Zekanın emir almaktan hoşlanmayan,
sıraya girmekten nefret eden, zapt altına
alınmaya isyan eden tabiatı, teşkilatlandırılması en zor insan türünün yüksek zeka olduğunu gösterir. Ne var ki yüksek zekanın olmadığı teşkilatlar, küçük hacimli, dar ufuklu,
basit yapılı olur ve sürekli bilinen bazı davranışları tekrarlar. Teşkilatların en ciddi paradoksları, yüksek zeka meselesinde ortaya
çıkar.
Yüksek zekalar büyük teşkilatlar
kurmuştur. Girift yapıları olan, çözülmeleri
zor, büyüme istidadına sahip teşkilatları ancak yüksek zekalar kurar. Hakim (veya lider)
olduğu teşkilat zeka için problem oluşturmaz.
Mesele, teşkilatı kuranın yüksek zeka olması
değil, teşkilatın yüksek zekaları istihdam
etmesidir. Bir tane yüksek zeka teşkilatın
başında olabilir ve orada bulunduğu müddetçe fevkalade faydalı olur ama başka yüksek
zekaları teşkilatta istihdam etmesi zordur.
Zira liderlik kadrosu tekdir ve o da doludur.
Paradoks, yüksek zekanın yönetilenler listesinde bulunmasında (yani sıraya girmesinde)
ortaya çıkar. Zor olan bu…
Yüksek zekayı istihdam edemeyen
teşkilatlar, büyüme istidadına kavuşamaz.
Belli bir sınırda (liderin ufuk sınırında, liderin hacminde) durur. Teşkilatların büyüme
problemlerinin kahir ekseriyeti bu noktada
ortaya çıkmaktadır.
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
Liderliğin deha olduğu teşkilatlarda
yüksek zeka istihdamı mümkün olabiliyor.
Çünkü yüksek zekalar liderliğin dehasına
ulaşamadığı için ona itiraz etme gücünü bulamıyor veya onun emrinde çalışmak zekanın
gurunu kırmıyor. Aksine dehanın emrinde
çalışmaktan dolayı kendini tatmin olmuş hissedebiliyor. Fakat bu misaller de fazla değil.
Yüksek zekayı istihdam edebilmek için ondan daha yüksek bir zeka arayışının sonu
yok. Bu türden bir teşkilat sistemi kurma
çabası sınırlı başarıları aşamaz.
Zekanın tabiatında hainlik olduğu
zannedilir. Hayatın pratiğinde bu görüntüleri
verdiği de doğrudur. Akıl ve ahlaktan tamamen tecrit olmuş zekanın tabiatında hainlik
olduğu da doğrudur. Fakat zekanın akıl ve
ahlaktan tamamen tecrit olması ihtimali zayıftır. Zekadaki hainlik görüntüleri onlara
karşı fevkalade temkinli davranma itiyatları
geliştirilmesine sebep oluyor. Bu sebeple
liderler, çevrelerinde zeki insanları bulundurmuyorlar.
Yüksek zekayı istihdam etmek için
daha yükseğini aramanın dışında yollar geliştirmek gerekiyor. Başka bir yolu bulunamazsa yüksek zeka istihdamı sınırlı kalır.
Zekanın tabiatı ferdi gerçekliğe meyyaldir. Yüksek zekalar ve dehalar ferdi gerçeklik temayüllerini önleyemiyor ve içtimai
varlıklar (insanlar) haline gelemiyorlar. Ta
çocukluklarından itibaren içtimai şahsiyet
olmaları istikametinde eğitim almalarını gerektiriyor. Zaten eğitim, mizaç hususiyetlerini dengelemek için yapılır. Mesela mizacen
cimri olan bir çocuğa cömertlik eğitimi vermek gerekir ki en azından ikramda bulunacak
kadar içtimaileşebilsin. Mizacen cömert olan
çocuğa ise iktisatlı olma eğitimi verilir ki,
müsriflikten korunsun.
25
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
Yüksek zekaları cemiyetin ve hayatın
içinde tutmak, teşkilatlı bir hayatı yaşayabilir
hale getirmek için, iman ve ahlak eğitiminin
derinleştirilmesi gerekir. Yüksek zeka ve
dehaları zaptedecek hiçbir güç yoktur, iman
dışında.
Bir teşkilatın mahareti, yüksek zekayı
istihdam edebilmesiyle ölçülür. Yüksek zekayı istihdam etmemiş, edememiş, etmenin
yolunu bulamamış olan teşkilatlar, cemiyetin
ayak işlerini yapmaktan ileri geçemezler.
Kendilerine sorarsanız çok ciddi işleri yaptıklarını iddia ederler ama yüksek zekayı istihdam edemedikleri için zaten yaptıkları işlerin
ciddi olup olmadığını bile anlama iktidarında
değillerdir. Zekaları küçük dolayısıyla ufukları da dar olduğu için onların zihni evrenlerine göre yaptıkları iş küçük değildir. Karıncaya on santimlik uzunluğa sahip bir cismin
“büyük” gelmesi gibi bir durumdur halleri.
Küçük işlerle “büyük” işmiş gibi meşgul
olanlardan meydana gelen teşkilatın büyüme
ufku ne olabilir ki. Her varlık ancak kendi
ufkuna ulaşabilir. Ufku dar ise yapacağı bir
şey yoktur.
Teşkilatlanmada en büyük problem
yüksek zekaların istihdamıdır. Yüksek zekaların istihdam formülünü geliştiren ve istihdamı gerçekleştiren teşkilatların önünde duracak bir güç yoktur.
Yüksek zekaların istihdamındaki en
büyük problem ise onların tatmin edilmesidir. Maddi manadaki tatmin değil, zekanın
tatminidir bahsini ettiğimiz. Yüksek zekayı,
zekası ile mütenasip bir pozisyonda istihdam
etmezseniz, zekanın fazlalığı çalışmaktan
vazgeçmez. Bir pozisyona o pozisyonu dolduramayacak birini tayin etmek ile o pozisyondan çok daha hacimli birini tayin etmek
arasında yanlışlık bakımından fazla bir fark
yoktur. Pozisyonunun gerektirdiği işleri
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
yapmak zekasının üçte, beşte birini ancak
meşgul eden mevkii, yüksek zekanın teşkilat
içinde patlamasına yol açar.
Zekanın tatmini başka bir şeye benzemez. Zeka tatmin edilmediğinde, sahibi de
önünde duramaz. Hele de nefs ham haldeyse
zeka ile nefsin ittifakı meydana gelir ki, o
zekanın (ve tabii ki nefsin) önünde durmak
kabil olmaz.
Yüksek zekalardaki en büyük problemlerden birisi, nefsin saklanacağı en uygun
unsurun zeka olmasıdır. Yüksek zeka, nefsinin arzularını, teşkilat için “gereklilik” olarak
anlatmanın maharetine sahiptir. Yüksek zekalardaki nefsi genel olarak görmek mümkündür ama bir konu konuşulurken fark etmek neredeyse imkansızdır. Zira nefs zekanın faaliyetlerine öyle bir nüfuz eder ki, onu
fark ve teşhis etmek dünyanın en zor işlerinden biri haline gelir.
Yüksek zekayı tatmin etmek, aynı
zamanda ondan en yüksek verimi almak olduğu için, doğru noktalarda istihdam etmeye
gayret edilmelidir.
Yüksek zeka istihdamının kalbi ve
zihni altyapısının kaybolduğu bir çağda yaşıyoruz. Batı bu istihdamı “menfaat” merkezli
gerçekleştirdi. Yüksek zekaları menfaate
ayarlı şekilde istihdam etmek için onları teşkilatların tepelerine yerleştirdi. Menfaat ile
zirve pozisyonun buluştuğu nokta, banka
genel müdürlükleriydi. Bankalar yirminci
asırda en fazla para kazanan kuruluşlar oldu.
Fakat istihdamın temel gayesi menfaat olduğu için daha fazla kar etmekten başka bir
hedef gütmedi. Kar maksimizasyonu nihayetinde tüm sistemi çökertti. Batı yüksek zeka
istihdamının en basit şekli olan menfaate
yönelmekle ne kadar büyük bir hata yaptığını
26
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
hala anlamadı. Bu ahmaklık batıya çok pahalıya mal oldu ve mal olmaya devam ediyor.
Batıdaki krizi üretenler, sıradan kişiler değil. Banların başında bulunanlar en az
yükse zeka sahibiydi. Batıdaki krizi dehalar
ürettiği için krizin çözümü yok. Dehaların
ürettiği krizi kimse çözemez.
*Teşkilat ve yüksek zeka istihdamı
Yüksek zekaların istihdamı kadar sıkıntılı bir iş yoktur. Büyük sıkıntılara katlanmanın sebebi ise yüksek zekaların verimlerinin çok fazla olmasıdır. Problemleri ne
kadar büyük ve fazla olursa olsun yüksek
zeka istihdamının yolunu bulmak gerekir.
Bir teşkilatın yüksek zeka istihdamının ilk şartı, teşkilatın yüksek zeka ürünü
olmasıdır. Yüksek zeka, basitlik, sığlık ve
aleladeliğe tahammül edemez. Bunları görmesi, fark etmesi ve anlaması ise fazla zamanını almaz. Yanlış ve hata yapılması değil
kastettiğimiz, her şahıs veya kuruluş yanlış
yapabilir ve zeka bunları bir oranda anlar.
Fakat sığlığı gördüğünde, oradan son sürat
kaçar.
lıdır. Yüksek zekanın bağımsızlık karakteri,
mahkumiyete manidir. Onlar ancak müstakil
hale gelmekten alıkonabilir ama bunun yolu
da muhtariyettir. İstiklalini ilan etmesi teşkilatı yıkar, böler, etkisizleştirir. İstiklalini önlemek için zapt altına almaya çalışmak beyhudedir. Kainatta sıkıştırılmaya müsait olmayan tek şey zekadır. Çabuk patlar.
Yüksek zekayı patlatmayacak kadar
muhtariyet verilmeli fakat bu muhtariyet teşkilatı dağıtmayacak sınırda tutulmalıdır. Teşkilat demek, nihayetinde merkezi bir yapı
demektir. Merkezi yapı muhtariyete tahammül edebilir ama muhtariyetin kendini dağıtmasına müsaade etmez. Bu denge fevkalade zor kurulan, bir defa kurulduğunda da
sürekli muhafaza edilemeyen, belli aralıklarla
yeniden ve başka şartlarda kurulması gereken
bir muvazenedir. Hareketli muvazene… İşin
zorluğu asıl bu noktada kendini gösterir.
Ortalama bir zekanın kurduğu teşkilat, aleladedir. Zeka bunu birkaç günde anlar
ve daha intibak etmeden itiraz eder. İntibak
etmeden yapılan itiraz, mensubiyete mani
olur. Mensup olduktan (intibak ettikten) sonra yapılan itiraz, iç itirazdır ve faydalanılabilir. Fakat mensup olunmadan yapılan itiraz
dış itirazdır ve yıkıcı tesir icra eder. En küçük
zararı yüksek zekayı istihdam edememektir.
Siyasi rejimler de dahil olmak üzere,
keskin bir merkezi yönetim, insanın ve hayatın tabiatına uygun değil. Fakat aynı şekilde
mutlak bir ademi merkeziyetçilik de uygun
değil. Zayıf mizaçlı insanlar üzerinde katı
merkeziyetçi teşkilatlar kurulabilir ama bu
insanlardan (zayıf tabiatlı insanlardan) müteşekkil teşkilat, zayıf olur, başarılı olamaz,
uzun yaşayamaz. Merkezi yapıyı etkisiz kılacak kadar yayılmış bir ademi merkeziyetçilik
ise teşkilatı baştan dağıtır. Diktatörlerin, diktatörlük temayülündeki kişilerin ve buna uygun siyasi düşüncelerin (mesela oligarşik
yapıların) piyasayı işgal etmesinden kaynaklanan katı merkeziyetçi düşüncenin tesirinde
kalmamak gerekir.
Teşkilatı yüksek bir zekanın kurmuş
olması, başka bir yüksek zekanın istihdamı
için ilk şart fakat kafi şart değildir. Yüksek
zekayı istihdam edebilmek için onu tatmin
edecek muhtariyet tanınmalı ve alan açılma-
Devlet teşkilatlarından küçük dernekleşmelere kadar, her türlü teşkilat, katı merkeziyetçi yapıyla sürdürülemez. Bunun birçok sebebi var. Bizim konumuzla ilgili kısmına temas etmek gerekirse; katı merkezi-
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
27
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
yetçi teşkilatlar ilk olarak zeka katliamı yaparlar. Yüksek zekadan tecrit edilmiş teşkilatların ise hayatta ve dünyada yapabilecekleri bir şey yok. İmkan bulurlar da gücü ellerine geçirirlerse, başka yolunu bilmedikleri
(çünkü zeki değiller) için büyük katliamlar
yaparlar. Küçük teşkilatlarda ise adam öldürme imkanları olmadığı için iftira gibi haysiyetsiz işlere meylederler.
Yüksek zeka istihdamının diğer bir
şartı, hiyerarşik akışkanlıktır. Yüksek zekanın önü açık değilse ve başarılı olduğu takdirde yükselmeyeceğini görmüşse, olduğu
yerde kalmaz. Mutlaka hiyerarşik yapıyı yıkar veya ona zarar verir.
Teşkilatlanma ve idare anlayışında
meydana gelebilecek en vahim hatalardan
birisi, yüksek zekayı normal zekanın emrine
vermektir. Bu özel şartlarda mümkün olabilir
ama geçici olarak… Normal zeka, yüksek
zekanın üstünde de olsa onun karşısında kıvranır. Makam olarak sahip olduğu pozisyonu
şahsiyet olarak dolduramayan ve koruyamayan insan, tehlikelidir. Normal zeka, üstün
zekalı bir kişinin amiri olduğunda çok tehlikeli hale gelir. Yüksek zeka da normal zekanın altında yer aldığında tehlikeli hale gelir.
Bu kompozisyonda üretim değil boş yere
enerji tüketimi olur.
Yüksek zekaların en uygun istihdam
yolu, idari hiyerarşiye katmamak ve uzman
olarak faydalanmaktır. Fikir adamı, ilim
adamı veya muhtelif uzmanlık alanları yüksek zekalar için çok verimli olur. Özellikle
tefekkür istidadı olan yüksek zekaların fikri,
ilmi çalışmalarda bulunmasına imkan hazırlamak en yüksek verimi almaktır.
*Yüksek zekaların teşkilatlanması
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
Yüksek zekaların teşkilatlanması veya
teşkilatlarda istihdam edilmesi, teşkilat anlayış ve tatbikatının en zor meselesidir. Ne var
ki bu meseleyi halledememiş kültür havzalarında büyük ve başarılı teşkilatlar kurmak
mümkün değil. Yüksek zekayı istihdam
edememek veya yüksek zekalar için teşkilat
kuramamak, onlardan faydalanılamayacağı
için, teşkilatları, faaliyetleri ve hedefleri “orta
zekaya” mahkum etmek olur. Orta zeka seviyesindeki teşkilatlardan beklenecek fazla bir
şey olamaz.
Yüksek zekaların bir teşkilatta istihdam edilebilmesi, teşkilatın yetkili mevkilerinde ancak mümkün olabiliyor. Teşkilatın
idare heyetinin orta zekalı olması halinde,
yüksek zekaları onların emri altında istihdam
etmek, insan tabiatına aykırıdır, bunu yapmak iman ve ahlakla mümkün olduğunda
bile potansiyel bir tehlike (iç çatışma, ihtilaf,
rekabet) ile karşı karşıya kalırız.
Zeka akıl gibi intibak maharetine sahip değil, aksine zeka, bağımsız ve kayıtsız
çalışmak ister, hakkını fazlasıyla almakta
ısrar eder. Yüksek zekaları orta zekaların
emrine vermek, onları isyana teşvik etmektir,
zekanın isyanı ise çok yıkıcı olur.
Zeka, iki şey karşısında eğilir, daha
yüksek zeka ve iman… Zekanın başka bir
zeka (kendinden yüksek zeka) karşısında
eğilme imkanı vardır ama bu ihtimal bile
çoğunlukla gerçekleşmez. Zeka iman karşısında eğilir ama iman etmesi zordur. Neticede zekanın bu iki kıymet karşısında eğilmesi,
onun nasıl istihdam edileceğinin ipuçlarını
verir. Zeka, ya kendisinden çok daha ileri bir
zekanın emrine verilmelidir veya sağlam bir
imana kavuşturulmalıdır. Tatbikatta iman
sahibi zekaların bile baş eğmekte, itaat etmekte, belli bir çerçeve (teşkilat) içinde yaşamakta zorlandıkları görülüyor.
28
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
Zekaya baş eğdirebilecek hacimli tek
iç alem merkezi, “akl-ı selimdir”. Akıl, zekaya baş eğdiremez, akıl, zekayı kuşatacak
hacme ulaşamazsa zeka karşısında direnemez. Akıl, akl-ı selim ihtimali dışında hiçbir
zaman “yüksek zekayı” zapt altına alamaz.
Aklın zekayı kontrol edebildiği misaller,
normal zeka seviyeleri için söz konusudur.
Zeka, ruhi istidattır, ruhun bir özelliğidir. Ruhi istidatların doğrudan tecelli eden
az sayıdaki özelliklerinden biridir zeka. Ruhun doğrudan tecellisi olan zekaya boyun
eğdirecek olan, ruhun doğrudan tecellisi olan
veya ruhun doğrudan tecellilerinden beslenen
başka bir iç alem unsurudur. İşte akl-ı selime
ihtiyacımız tam olarak burada ortaya çıkar.
Akl-ı Selim (yani şuur), doğrudan
ruhtan (ve kalpten) beslendiği için, akla nispetle çok daha güçlüdür, zekadan da güçlüdür. Zeka akl-ı selimi tanır, aynı kaynaktan
zuhur ettiğini bilir, ona karşı isyan etmeye
cesaret edemez.
Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük
dehası da olsa, akl-ı selim sahibi olmuşsa,
zeka zapt altına alınmıştır. Zeka zapt altına
alındığında deha (veya yüksek zeka) istihdam
edilebilir. Yüksek zekaları akıl zapt edemediği için çok tehlikelidirler, çok yıkıcıdırlar,
onlarla ilgili en sıhhatli ve muhkem yol, akl-ı
selim sahibi olmalarını temin etmektir.
Yüksek zekalar için müstakil teşkilatlar kurulması başka bir yoldur. En sıhhatli
yol da budur. Yüksek zekalar diğer teşkilatlara kafi sayıda dağıtılmalıdır. Birbiriyle kavga
edecek kadar çok sayıda değil, her teşkilata,
o teşkilatta rahat çalışacak, yıkıcı değil de
inşa edici şekilde çalışma imkanı sağlanarak
dağıtılmalıdır. Geri kalanları ise yüksek zekaları istihdam eden teşkilatlara sevk edilmelidir.
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
Yüksek zekaları istihdam edecek teşkilat nedir, nasıl kurulur, yüksek zekalar burada nasıl istihdam edilir? Yüksek zekaların
teşkilatlanması olan bu durum, tatbiki sahalara değil nazari alanlara yönelik faaliyet gösterir. İlim, fikir, sanat ve benzeri nazari sahalarda faaliyet gösteren teşkilatlar, dehaları
istihdam edebilir. Çünkü bu tür teşkilatlar,
makam gibi, rütbe gibi kıymetlere değil, nazari imalata mütemayildir. Bu sebeple bu tür
teşkilatlardaki istihdam, alt-üst yapısını,
emir-itaat münasebetini gerektirmez.
Bu tür teşkilatlarda yüksek zekaların
hürriyetleri kısıtlanmaz, sadece nazari çalışma ve üretme imkanları temin edilir. Zaten
yüksek zekaların istihdamı, hiçbir şartta
normal zekaların istihdamı gibi değildir. Aynı türden ölçülerle (mesela sabah 08.00 akşam 17.00 gibi mesai uygulaması ile) istihdam etme çabasına girildiğinde verim alınamaz.
Dehaları ve yüksek zekaları, pratiğin
hengamesine sokup da mücadele ile ömürlerini tamamlatmaktan çok daha verimli olan,
nazari sahalara sevk etmektir. Cins kafalar,
nazari sahalarda fevkalade verimli olurlar,
fikir, ilim ve sanat alanlarında muhteşem
eserler verirler. Yüksek zekalardan en fazla
bu şekilde faydalanılabilir.
29
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
ZAFERE GÖTÜREN TEŞKİLAT MODELİ
Şevki Karabekiroğlu
“Örgütlenmiş 10 kişi örgütsüz 1000
kişiye galebe çalar.”
Maraş harbinde bu kadar orantısız güce rağmen nasıl oldu da sivil Maraş halkı
düzenli Fransız ordularını mağlup etti, hep
merak edilir. Şüphesiz bunu sayısız sebepleri
var. Biz burada Maraş halkının düşmana karşı örgütlenme biçimini anlatacağız.
Maraş halkının büyük savaş öncesi
örgütlenme tarzı üzerinde yeterince araştırma
yapılmış değildir. İki türlü örgütlenmeden
söz edebiliriz. Birincisi Sivas Kongresi sonrası başlayan ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri bünyesinde yürütülen Kuva-i Milliye
hareketi. İkincisi ise Maraş halkının kendi
imkânları ile oluşturduğu bölgesel teşkilat.
Bu örgütlenme tarzını İtalyan birliğinin kurulmasını sağlayan ve dünyanın en sistematik
ve gizli örgütü kabul edilen Karbonari teşkilatının örgütlenme tarzına benzetenler vardır.
Eğer böyle ise, dünyanın çeşitli yerlerindeki
örgütlenme şekillerinden haberleri varsa ne
ala. Yok, kendi akıl ve tecrübeleri ile bu neticeye ulaşmışlarsa gerçekten şaşılacak bir
olay. Esasen Fransızlar bizden daha çok şaşırmıştır. Sivil bir halkın bu kadar organize
hareket etmesi, çok az bir zayiat vererek çok
büyük bir orduyu mağlup etmesi, akıl ve bilimin ölçüleriyle açıklanacak bir olay değildir.
Her tarihi olayda olduğu gibi Maraş
halkının örgütlenme biçiminde de çeşitli rivayetler ve iddialar ortaya atılmaktadır. Söylenen sözlerin mutlak gerçeği ifade ettiğini
iddia etmek mümkün değildir. Eldeki bilgile10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
re dayanarak söylenebilecek şeyler aşağıya
yazılmıştır.
Maraş’ta teşkilat kurma fikrinin Doktor Mustafa tarafından ortaya atıldığı kabul
edilir. Fransızların Maraş’a geleceği kesinleşince Doktor Mustafa harekete geçerek halkı
Ulu Camiye toplamış, burada küçük çaplı bir
miting düzenledikten ve etkili bir konuşma
yaptıktan sonra bir de Protesto telgrafı hazırlayarak hazırki kalabalığa imzalatmıştı. Burada yaptığı konuşmada ise halkı silahlanmaya ve işgale karşı koymaya çağırmıştı. Doktor Mustafa’nın Maraş mücadelesine sağladığı katkı çok büyüktür.
Maraş’ta ilk teşkilat çalışması ne zaman ve nerede yapıldı? Vezir Hoca’nın ifadesine göre bayrak olayından iki gün sonra
kendisi ve bazı Maraşlılar Abdülhakim
Bey’in dükkânında buluşmuşlardır. Burada
Vezir Hoca; “Fransızlar bu bayrak olayının
intikamını bizden mutlaka almak isteyecektir.
Birleşip konuşalım” demiştir. Pazartesi günü
sabah namazından önce camide buluşmaya
karar vermişlerdir. Caminin medresesinde ilk
toplantı yapılmıştır. Bu toplantıda üyeler
seçilmiştir.
Seçilen üyeler teker teker yemin ediyordu. Yemin metni şöyleydi;
“Vatanın ve milletin selameti uğruna
gerekirse feda-i can edeceğime, Meşru ve
milli teşkilatımıza karşı hainlik edenlerin öz
kardeşimiz dahi olsa idamına, sır saklayacağıma vallahi ve billahi”
Sonraki toplantı iki gün sonra Veliefendioğlu Ziya’nın evinde yapılmıştı. Ancak
haklarında tam malumat olmayan iki kişi de
bu toplantıya dâhil olmuştu. Büyük ihtimal
üyeler halkayı genişletmek adına etraftan
tanıdıkları insanları toplantıya davet etmiş-
30
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
lerdi. Ancak teşkilatta gizlilik temel esastı.
Bu yüzden toplantının mahiyeti hemen değiştirildi. Ev sahibi şerbet hazırlayıp kısa bir
mevlit okuttu. Toplantıya mevlit süsü verildi.
Bu toplantıda teşkilatın genişletilmesi
ve tüm mahallelerde kurulması kararlaştırıldı.
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti tarzında örgütleniliyordu ama bu teşkilatın tüzüğü ortada
yoktu. Nihayet mutasarrıfa bu tüzüğün geldiği haber alındı. Evkaf Müdürü Evliya tüzüğü
temin etmekle görevlendirildi. Ardından Faik
ve Aslan tarafından hazırlanan geçici talimatname okundu. Örnekleri çoğaltıldı ve
semtlere dağıtıldı.
Esasen Maraş’ta teşkilat çalışmaları
sadece Kayabaşı’nda gerçekleşenden ibaret
değildi. Şekerli mahallesinde de bir teşebbüs
başlamıştı. Başlangıçta birbirinden habersiz
gelişen teşkilat kurma işlemi sonradan birleşti. Şekerli grubu da Kayabaşı grubuna katıldı.
Maraş’ta teşkilat kurma çalışmaları
farklı şekilde değişik merkezlerde devam
ediyordu. Yukarıda bahsi geçen iki teşebbüsten biri olan Kayabaşı örgütü daha çok genç
ve vatansever bir ekip tarafından yürütülüyordu. Şekerli grubu daha ziyade zengin ve
itibarlı kimselerden oluşuyordu. Bunların
arasında Belediye Reisi Bekir Sıtkı, Ali Sezai
Efendi, Rafet Hoca, Dede Mehmet, Hacı Nuri gibi isimler vardı.
Teşkilat mührü şekerli grubundan
Çuhadar Hacı Mehmet’te bulunuyordu. Kayabaşı ekibinden birisi gidip mührü onlardan
aldı.
Bu hareketlilik Ermenilerin gözünden
kaçmamıştı. Şüphelendikleri gençleri Fransızlara ihbar ediyorlar, bunlar gözaltına alınıp
işkence ediliyor, fakat hiçbiri en küçük bir
açık vermiyordu.
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
Maraş Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti bu
şekilde vücut buldu. Cemiyetin başkanlığına
Aslan Bey, ikinci başkanlığa da Refet Hoca
seçildi. Başkâtipliğe ise Tapu Memuru Faik
Bey getirildi.
Teşkilatın kuruluşunu teşkilat reisi
Arslan Bey şöyle anlatıyor;
“Sabah namazında Hoca Efendi halkı
mescide topladı. Vaaz ve nasihat etti. Maraş’ın kurtulacağının kat’i olduğunu, bu husustan şüphe edilmemesi gerektiğini, bu işte
Allah’ın yardımı ve inayeti olduğunu, silaha
sarılmak gerektiğini, bu işin Müdafa-i Hukuk
Cemiyeti reisi Arslan Bey’in kafasından doğan bir şey olmadığını, hep beraber harp etmemiz gerektiğini anlattı”
Cemiyet merkezi Ulu Camii medresesi idi. Savaş sırasında iş görmek üzere şehir
on bölgeye ayrıldı. Her bölgenin ayrı bir yönetim kurulu vardı. Merkeze bağlı köyler de
bu grupların bünyesine bağlandı. Kaza merkezlerinde de birer yönetim kurulu vardı.
Şehirde on bölgede bulunan yönetim
kurullarının ve başkanlarının isimleri şunlardır:
1. Çavuşlu (Yörükselim) Mahallesi
Reisi Çuhadar Zade Hacı Mustafa Efendi.
2. Bektutiye (Fevzi Paşa) Mahallesi
Reisi Ser Müsevvid Ahmet Efendi.
3. Restebaiye (Gazi Paşa) Mahallesi
Reisi Baba Halil Zade Ahmet Efendi.
4. Acemli (Şehit Evliya) Mahallesi
Reisi Evkaf Memuru Evliya Efendi.
31
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
5. Kayabaşı Mahallesi Reisi Tapu
Memuru Faik Efendi.
6. Divanlı Mahallesi Reisi Hasan Bey
7. Ekmekçi Mahallesi Reisi Sapsız
Hacı Efendi.
8. Cığcığı (Hayrullah) Mahallesi Reisi
Muhacir Memuru Nasrullah Efendi.
9. Alemli (Sakarya) Mahallesi Reisi
Zülakdiroğlu Süleyman Bey
10. Hatuniye (Kurtuluş) Mahallesi
Reisi Şeyh Ali Sezai Efendi.
*Savaş için Hazırlık Başlıyor
Maraş Müdafa-i Hukuk Cemiyeti kurulduktan sonra para toplamak, erzak biriktirmek, silah ve cephane temin etmek için
kollar sıvandı. Esnaftan Beşen Beyzade Hacı
Nuri merkez veznedarı yapıldı. Maraş halkı
seferberlik ilan etmişti. Kimden ne istenirse
anında getirip teslim ediyordu. Para, yiyecek,
malzeme, cephane, silah kimin elinde işe
yarar ne varsa hiç yüksünmeden canı gönülden getirip veriyordu. Bir kişi vardı ki fedakârlığı ile parmak ısırtmıştı; Çuhadarzade
Hacı Mehmet Efendi. Tek seferde 500 altın
bağışlamıştı.
Sıra silah temin etmeye gelmişti. Öncelikle jandarmanın elinde bulunan silahlar
halka dağıtılmalıydı. Jandarmanın gizli deposunda 850 silah, bin sandık da cephane vardı.
Bu depodan İngilizlerin de, Fransızların da
haberi yoktu. Bu silahların Müdafa-i Hukuk
Cemiyetine verilmesi için Maraş mutasarrıfı
Cevdet Bey’e gidildi. O da muvafakat etti.
Ancak Binbaşı İsmail Hakkı tereddüt geçirdi.
Bunun üzerine başka bir yol bulundu. Merkez Bölük Kumandanı Mahmut Bey devriye
çıkan jandarma vasıtası ile silahları dağıtma10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
yı başardı. Bunu da şöyle yaptılar; jandarma
devriyeye çıkarken ellerinde silahlarla gidiyor, akşam dönerken boş dönüyordu. Bu şekilde depo boşaltıldı.
*Maraş’taki Teşkilatın Yapılanması
ve Çalışma Tarzı
Maraş halkının merkezi hareketin dışında, kendi imkânları ile ortaya koyduğu
örgütlenme tarzı fevkalade mükemmeldir.
Dünyanın hiçbir yerinde örneği yoktur.
Şehir, iletişim için çok değişik yollar
denemiştir. Eski Maraş evleri bilinir. Genellikle bitişik nizamdır. Alt katları ahır veya
ambar gibi kullanılır. Bu kısım çoğunluk
taştan örmedir. Üst katlar ise genellikle ahşap
veya kerpiçtir. Maraş halkı alt katlardaki
ahırları mazgal delikleri açarak birbirine bağlamıştır. Bir insanın rahatlıkla geçebileceği
genişlikte açılan bu mazgal deliklerinden
irtibat sağlanmıştır. Sokak sonları boş arsaya
geldiği takdirde buralardan da toprak kazılarak tüneller açılmıştır. Maraş halkının birbiri
kurduğu irtibatı dışarıdan fark etmek
imkânsızdır. Çünkü tüm iletişim yer altından
yürümektedir.
*Parola
Savaş başladığı sıralar özellikle geceleri düşmanlar Türklerin mahallesinden hiç
geçemezdi. Çünkü Maraş halkı alt kattaki
ahırların sokağa bakan duvarlarına bir namlu
sığacak kadar delik açmış ve sabaha kadar
nöbet tutmuştu. Sokakta herhangi bir karartı
belirdiği an parola soruluyordu. (o zaman
halk dilinde; parla) teşkilat tarafından her
gün değiştirilen parola yine teşkilat tarafından mahalle temsilcilerine bildiriliyor ve
Müslümanlar bunu öğreniyordu. Ertesi gün
yeni bir parola ihdas ediliyordu. Parolayı
öğrenemeyen Müslümanlar sokağa çıkmı-
32
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
yordu. Esasen buna gerek de yoktu. Çünkü
Müslümanlar artık dış sokakları değil evlerin
altından açılan mazgal yollarını kullanıyorlardı.
Kısaca geceleri şehirde hâkimiyet tamamen Türklere geçiyordu.
Teşkilat savaş için tüm hazırlıkları
tamamlamıştı. Her mahalle kendi içerisinde
emir ve komuta halkası oluşturmuştu. Mahalleler sokaklara kadar askeri bir disiplin içerisinde örgütlenmişti. Savaş başladığı an milisler ve başlarındaki milis subayları harekete
geçecek bütün cadde ve sokaklar tutularak
silah başı yapılacaktı. Düşman mevzileri arasındaki boş yerler işgal edilecekti. Böylece
düşman kuvvetlerinin irtibat noktaları kesilecekti.
Haberleşme sistemleri tahrip edilecekti. Ermenilerin ve Türklerin karışık olduğu mahalleler vardı. Bu karışık bölgelerdeki
Ermeni evlerinin herhangi birinden ateş açılırsa derhal o tarafa yönelip bu hedef imha
edilecekti.
Bertiz grubu savaş başlayınca kuzey
ve kuzey batı noktalarını tutacak, Elbistan ve
Göksun yollarını kapatacak, haberleşmeyi
temin edecekti. Kolej ve kışla bölgesindeki
düşman kuvvetleri bu çeteler tarafından taciz
edilecekti. Bertiz çetelerinin baskısı düşmanın ilgisini dağıtacak ve şehirdeki mücahitlerin rahat hareket etmesini sağlayacaktı.
Maraş’taki teşkilatlanma tarzı Ermenilerin dikkatinden kaçmamıştı. Bir Ermeni
yazar bu konuda şunları söylüyor;
“Çevre köylerdeki ve şehirlerdeki bütün Türkler silahlanıyordu. Zamanı geldiğinde Fransızlara karşı savaşmak için hazır bekliyorlardı. Askeri merkezler oluşturulmuş ve
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
buralar teçhizatla doldurulmuştu. Diğer taraftan siperler kazılmış, istihkâmlar yapılmıştı.
Bunlar Fransız subaylarının, memurlarının,
kuvvetlerinin gözleri önünde oluyordu. Fransızlar tehlikeyi fark ettiklerinde iş işten geçmişti. Onlar da kendilerini düzenlemeye ve
organize olmaya başladılar. Şehre cephane
top vs. getirdiler. Maraş’ın kısa bir süre sonra
savaş alanına döneceği aşikârdı.”
*Maraş Kendi Yağı İle Kavrulmak
Zorunda
Mütareke yıllarında Anadolu kendi
kaderi ile baş başa kalmıştı. Resmen ülke
yönetimini elinde tutan İstanbul Hükümetinin
varlığı veya yokluğu ülkede hissedilmiyordu.
Erzurum Kongresi’nde oluşturulan ve Sivas
Kongresi sırasında görev alanı ve yetkileri
genişletilen Temsil Heyeti ise nereye yetişeceğini bilemiyordu. Düzenli ordu ortada
kalmamıştı. İşgale uğrayan bölgelerin çoğu
durumun ümitsiz olduğunu görüp en baştan
kavgaya girmemişti. Düşmanlar da bunu istismar edip çaktırmadan işgal alanlarını genişletmeye bakıyorlardı.
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurarak
mücadeleye bir şekilde başlamış olan bölgelere gerekli yardımı ulaştırmak çok zordu.
Düzenli ordulara karşı kırık dökük milis
kuvvetleri ile mücadele etmeye çalışan bu
teşkilatlara yardım gitmesi şarttı, ama nasıl?
Merkezi hükümetten hayır beklemek
mümkün değildi. Ordular büyük oranda dağılmıştı. Mevcutları ve sayıları azalmış ve
düzenleri bozulmuş olan askeri birlikler nereye yardıma koşacağını bilemez halde idi.
Bu yardımı yapmak istese bile bunun için
gerekli olan silah ve teçhizat çok yetersizdi.
Maraş bölgesinin sorumluluğunu da
üzerine alan III. Ordu bir yandan milli hare-
33
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
ketleri desteklerken öbür yandan durum analizleri yapıyordu. III. Orduya göre Urfa, Antep ve Maraş bölgesini işgal eden Fransızlar
buralardaki güçlerini yavaş yavaş arttırarak
sinsice bölgeye yerleşmek istiyorlardı. III.
Kolordu bu bölgedeki milli teşkilatlara yardım etmek istiyordu ama bu iş için elinde
yeteri kadar subay yoktu. Kolorduya bağlı 5.
Ve 15. Tümenler becerikli ve hizmete hevesli
subaylardan birer ikişer tane ancak bulup
gönderebilmişti. III. Kolordunun bu bölgeler
için yapabileceği tek şey bu idi. çünkü bu
kolordunun sorumluluk bölgeleri hep sorunlu
bölgelerdi. Mesela Amasya, Tokat, Samsun,
Kavak ve havza çevreleri Pontus’çu Rum
çetelerin cirit attığı yerlerdi. Bunlarla mücadele etmek de bu kolordunun görevi idi.
Gerçi çok zor bir iş olmasına rağmen
Maraş’ta mücadeleyi doğrudan halkın sahiplenmesi ve milis kuvvetlerin bir kurmay titizliği ile savaş stratejisi belirlemesi ve bunu da
büyük bir başarı ile uygulaması milli mücadele açısından sayısız faydalar sağlamıştır.
En başta düşmanlarımıza şu mesaj verilmiştir. Sizi yenenler bizim düzenli ordularımız ve organize birliklerimiz değildir. Sivil
insanlarımız çakaralmaz silahlarla sizin düzenli ordularınızı darmadağın etmiştir. Buradan kiminle mücadele ettiğinizi anlayabilirsiniz. Kendimizi toparlar ve düzenli ordular
haline gelirsek bizimle nasıl başa çıkacaksınız?
Maraş dışarıdan adam akıllı bir yardım alamamış olmasına rağmen yüksek iman
gücü, mükemmel örgütlenme kabiliyeti ile
aklın almayacağı bir zafere imza attı.
Bu kurtuluş modeli örnek olmalıdır.
2003 yılında 10 milyonluk Bağdat şehrinin
tek mermi atmadan teslim olduğunu düşünür-
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
sek Maraş’ta kazanılan zaferin büyüklüğünü
daha iyi kavramış oluruz.
İletişim: [email protected]
34
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
FERD VE TEŞKİLAT
Ebubekir Sıddık Karataş
*Nefs ve teşkilat
Nefs, özünde teşkilata muhaliftir. Fakat nefs bile bilir ki, menfaatin büyüğü teşkilatlılık halindedir. Ferdi hayat gerçekliğinde
kaldığı müddetçe elde edeceği menfaat küçük
çaplı olacaktır. Özünde ferdi menfaati esas
aldığı için teşkilatlanmaya karşı olan nefs,
daha büyük menfaatleri elde edebilmek için
teşkilata karşı çıkmaz. Hatta teşkilatlanmayı
teşvik bile eder. İşin merkezinden kaydığı
nokta da tam olarak burasıdır.
Nefsin talep ettiği teşkilat, kendi merkezinde oluşmalı ve çalışmalıdır. Ferdiyetçiliğin ve ferdi menfaatin zirve noktalarından
birisi budur. Kurulacak veya kurulmuş olan
bir teşkilatın, tek kişinin ekseninde çalışmasını talep etmek, teşkilat değil menfaat manivelası tesis etmektir.
Teşkilat, üyelerinin ferdi menfaatlerini de gerçekleştirir muhakkak. Üyelerinin
menfaatlerini gerçekleştirmek teşkilat için
tabii bir neticedir. Tamamen üyelerinin ferdi
menfaatlerinin dışında hedefleri olan saf idealist teşkilatlar kurulabilir tabii ki. Fakat teşkilatların çoğunluğu üyelerinin menfaatlerini
de gerçekleştirmek gibi hedeflere sahiptir.
İşin ölçüsü, üyelerinin menfaatlerini gözetirken, en azından tüm üyelerinin menfaatlerini
gözetir. Her bir üyenin menfaatini, tüm üyelerin menfaati çerçevesinde temin eder. Bunu
yaparken de cemiyetin aleyhine bir iş yapmaktan imtina eder.
Nefs merkezli teşkilatlar, bir kişinin
hakimiyetine girme istidadına sahiptir. Her
nefs, teşkilatın hakimiyetini talep eder. Hakimiyeti elde etme istidadı olan fertler ise
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
kıyasıya mücadele eder. Bu tür teşkilatların
kurulması, yaşaması ve etkili olabilmesi,
zaruret sınırlarındadır. Nefsin zarureti ise
yalnız başına elde edemeyeceği menfaatlerdir. Bu sebeple başka bir yerde menfaatlerini
elde edebileceğini anladığı andan itibaren o
kişiyi teşkilatta tutmak mümkün olmaz.
Menfaate (nefse) dayalı teşkilatlar çabuk kurulur. Menfaat sıcak (kinetik) enerji
demektir. Fakat çabuk kurulduğu gibi de çabuk çözülür ve yıkılır.
Nefs merkezli zihni evrenler, katı ferdiyetçidir. Katı ferdiyetçilik, teşkilatlılık haline manidir. Teşkilatlar katı ferdiyetçilikle
(mesela liberalizmle) kurulamaz ve devam
ettirilemez. Kurulanlar, mütemadi iç çatışmalarla meşgul olurlar. CHP misaline bu açıdan
bakıldığında ne demek istediğimiz anlaşılır.
CHP gibi nefs merkezli teşkilatlar, ters denkleme sahiptir.
Müslümanların teşkilat fikri, nefs
merkezli zihni evrenden uzak “ruh merkezli
teşkilat” anlayışıdır. Nazari olarak böyle bir
tespit yapmak, fiili durumun böyle olduğu
manasına gelmez. Müslümanlar, ferdileşme
sürecini maalesef ifrat noktalara kadar götürdüler. Bir tür liberalizasyon sürecini Müslümanların da yaşadığı bir çağdayız. Ferdi gerçeklik ile içtimai gerçeklik arasındaki muvazene, İslam’a uygun şekilde kurulamadı.
Cemaatçi anlayıştaki ferdi gerçekliğin reddine tepki olarak doğan liberalizasyon (ferdileşme) süreci, cemaatçi anlayıştaki yanlışı
ters kutupta yaptı. Muvazene dışındaki savrulmaların hiçbiri diğerine tercih edilmez.
Tepkiyle kalkan, yanlışla oturuyor, tepki gösterdiği yanlışı zıt kutupta yapmaktan kurtulamıyor.
Netice olarak Müslümanların teşkilat
anlayışının çerçevesini İslam, muhtevasını
35
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
iman, sistemini ahlak, manivelasını da akıl
oluşturur. Zekaya düşen de keşif maharetidir.
Nefs ile ilgili problem çok girift ve
naziktir. Hoyratça ve normal zeka seviyesi,
normal akıl terkibi ile üstesinden gelinemez.
Nefsin en büyük mahareti, her şeyin (her
fiilin) muhtevasına nüfuz edebiliyor olmasıdır. Namaza bile nüfuz eden nefsin, hayatta
nüfuz edemeyeceği bir konu olduğu zannına
yakalanmamak gerekir. Nefs, zekaya da nüfuz eder, akla da nüfuz eder, şuura da nüfuz
eder. Sistemlere de nüfuz eder, teşkilatlara da
nüfuz eder, cemiyete de nüfuz eder.
Dikkat çekici nokta, nefsi nefsin fark
etmesidir. Bir insanın nefsinin zuhurunu,
başka bir insanın (mesela muhatabının) nefsi
fark ediyor. Çünkü nefs, nefsi tanır. Nefsi
nefsin fark etmesi, nefse karşı nefsin mücadele etmesini tetikliyor. Cemiyette umumiyetle nefslerin önünü başka bir nefsler kesiyor. Bu durum nefslerin azmanlaşmasına
mani olmak bakımından faydalı neticeler
verebiliyor ama cemiyet de nefsler kumkuması haline geliyor. Bu netice ise çok berbat
bir durum oluşturuyor.
Nefsin panzehiri iman ve ahlaktır.
Nefs, ahlaka da nüfuz edebilir ama kişi ahlaka riayet ettiği müddetçe en azından başkalarına zarar vermez. Kendi yaptıklarını nefsi
için yapmış olmak gibi bir garabete düşer ve
manevi mükafatına kavuşamaz fakat çevresine ve teşkilata zarar vermez. Bu sebeple ahlak bahsi, teşkilat mevzuunda, imandan sonraki en önemli ikinci meseledir.
*Teşkilat ve zihni organizasyon
Ferdi oluş süreci bir şahsiyet terkibine
ulaşmalıdır. Şahsiyet terkibinin alt yapısı,
kalb dünyası ile zihni dünyanın organize olmasıdır. İnsanın ilk teşkilatı, kalbi evrenin
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
organizasyonu, ikinci teşkilatı, zihni evrenin
organizasyonudur. Kalbi ve zihni evrenleri
organize olmayan insanların, duygu ve düşünce dünyası kaotiktir. Kaotik iç alem, dış
alemde bir teşkilata mensup olmayı imkansız
kılar.
Ferdi oluşun nihai hedefi şahsiyet terkibidir, tezahürü ahlak, muhtevası ise duygu
ve düşünce dünyasıdır, kaynağı kalb, yeşerdiği havza ise zihni evrendir. Manivelası ise
akıl ve zeka… Kalbi evren, ruhun imanı ve
istikametidir. Zihni evren aklın ve nefsin at
koşturduğu havzadır, iman ve ahlak tarafından zapt altına alınmalıdır. Akıl, iman ve
ahlaka bağlı olmalıdır. Akl-ı selim haline
geldiğinde ise imana bağlı fakat ahlakı zamana göre sürekli yeniden terkip etme salahiyetine sahiptir. İşte teşkilatın ferdi derinliklerdeki özü burasıdır.
36
Akl-ı Selim sahibi insanlar teşkilatın
kurucu unsuru (kurucu aklı) olur. Akıl sahipleri ise itaat edicileri… Çünkü teşkilatın nazari alandaki ismi (karşılığı) ahlaktır. Ahlakı
her an yeniden terkip edecek olan salahiyet,
akılda değil, akl-ı selimdedir. Akıl, itiraz
etmeksizin itaat ile mesuldür.
Akl-ı Selim haline gelemeyen ham
akıl, asla yeni bir ahlak terkibi gerçekleştiremez. Ahlak ile aklın eşit olduğu seviye, akl-ı
selimdir. İslam’ı içinde yaşadığımız çağda
tatbik edebilecek akıl, akl-ı selimdir ki akl-ı
selim bu işi, ahlak anlayışını yeniden terkip
ederek gerçekleştirir. Zira ahlak, İslam’ın
tamamına şamildir, hukuk ise İslam’ın bir
kısmına şamildir. Hayatta her hal ve hadisenin bir ahlakı var fakat bazılarının hukuku
vardır. Bu sebeple hukuk sistemi İslam’ın bir
kısmını ihtiva eder. Bu sebeple İslam’ın tatbiki, ahlak anlayışını inşa etmek ve hayata
geçirmekle kabil olur.
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
Zihni evrenler organize olamazsa, her
türlü problemin kaynağı haline gelir. Fakat
en büyük zararı, teşkilatlara ve teşkilatlılık
haline verir. Merkezi bir yapıya kavuşmayan,
nizami bir organizasyon ifade etmeyen zihni
evrenler, teşkilatların zehiridir. Merkezinde
akl-ı selimin taht kurmadığı zihni evrenler,
sadece itaat etmekle mükelleftir. İtaat ederken, idrak etmeye ve akl-ı selimi inşa etmeye
gayret etmelidir.
Meşveret, akl-ı selim sahiplerinin
işidir. Ham akıllılarla istişare etmek, ameliyatın nasıl yapılacağını kasaptan sormaktır.
Fakat akl-ı selim sahipleri, seviyelerinin ilzam ettiği salahiyeti, imtiyaz haline getirmeyecek, her Müslüman’ın akl-ı selim sahibi
olması için gereken tedbirleri alacak, usulleri
geliştirecek, çalışmaları yapacaktır. Ehliyet,
imtiyaz kaynağı değil mesuliyet kaynağıdır.
*Akıl ve teşkilat
Teşkilatlılık hali, nizam halidir. Teşkilat, nizamın kurucu müessesesidir. Bunlar,
“nizam fikri”ne ihtiyaç duyar. Nizam fikri
üretilemeden, nizam fikrinin tatbikatı olan
ahlak kuşanılamadan, teşkilattan ve teşkilatlılık halinden bahsetmek kabil olmaz. Nizam
fikri ise, istikamet kazanmış kalbi evren ve
tanzim edilmiş zihni evren ile mümkündür.
Ferdi oluş süreci nizama ulaşmamış
kişilerden meydana gelen kalabalığa cemiyet
denmediği gibi bu kişiler teşkilat da kuramaz.
Kurmaya teşebbüs ettiklerinde meydana gelen yapıya teşkilat denmez, birbirlerinin etini
yedikleri (gıybet ettikleri) bir mezbahane
bina etmiş olurlar.
Teşkilat, hususi bir yapıdır. Yeryüzündeki tüm teşkilatlar, az veya çok “emiritaat” omurgasına sahiptir. Zihni organizasyonunu gerçekleştirememiş olanlar itaat edecek, akl-ı selim sahipleri ise emir verecektir.
Akl-ı selim sahibi olmayanlar itaat ettiklerinde umulur ki, zihni organizasyonlarını teşkilat içinde gerçekleştirirler. Teşkilatın ve teşkilatlılık halinin bir faydası da, zihni organizasyonunu gerçekleştiremeyenlere bu konuda
katkıda bulunmaktır. Fakat zihni evreni kaostan kurtulamayanlar, asla ama asla teşkilatta
söz sahibi olmamalı, emir verecek mevkide
bulunmamalı, karar alacak salahiyeti kuşanmamalıdır.
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
Akıl ile teşkilat arasında birbirini teyit
eden tabiat ve münasebet var. Zaten teşkilat,
zekanın değil aklın eseridir. Aklın bünyesinin
teşekkül etmesi, yani zeka gibi yeknesak değil terkibi bir mahiyet taşıması, teşkilat ile
yoğun münasebet içinde olduğunu gösterir.
Akıl bir çeşit teşkilattır, zihni teşkilat… Teşkilat da bir çeşit “içtimai akıldır”.
37
İnsanın kalbi ve zihni evreninde teşkilata en fazla benzeyen akıldır. Bu cihetle
teşkilat anlayışını aslında aklın bünyesinden
çıkarmak kabil ve doğru bir yoldur.
Akıl, hem ferdi ve ferdi derinliği hem
de içtimai hayatı ve örgüyü ifade eder. Akıl,
insanın kendine ait olanlarla, cemiyete ait
olanların harmanlanarak bünyeleşmiş halidir.
İnsanın sadece kendine ait olan malzeme
(unsurlar) ile akıl inşası kabil değildir, böyle
bir teşebbüs akim kalır, akıl ortaya çıkmaz.
Akıl, ferd ile cemiyet arasındaki müşterek alanı oluşturur. Tabii ki ferd ile cemiyet
arasındaki tek müşterek alan akıldan ibaret
değildir, aslında ferd ile cemiyet arasındaki
müşterek alanın adı, ahlaktır. Zaten bu sebeple aklın temeli, bünyesinin asli unsurlarından
birisi ahlaktır. Ahlak, insanın zihni evreninde, idrak istidadı ile harmanlanarak merkezleşmiş ve bünyeleşmiş halidir. Akıl, tüm ce-
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
miyette cari olan ahlakın, ferdileşmiş şeklidir.
Ahlakın aklileşmesi veya aklın ahlakileşmesi olarak isimlendirilmesi mümkün
olan akıl ve ahlak, ferd ile cemiyet arasındaki
münasebetleri, müşterek alanı, birlikte varoluşu ifade eder. Teşkilat da tam olarak budur.
Teşkilat, ne sadece ferdi bir vakıa ne de sadece içtimai vakıadır. Teşkilat, ferd ile cemiyet arasındaki örgünün adıdır. İçtimai havza
ile ferdi derinliği bir arada bulundurabilme
maharetinin adına teşkilat diyoruz.
Akıl, ferd ile cemiyet arasındaki müşterek kıymetlerin, kıymet ölçülerinin nazari
çerçevede bünyeleşmesidir, aynı işlemin tatbiki adı teşkilattır. Teşkilat, ferdi kıymetlerle
içtimai kıymetleri birbirine derin bir örgü ile
bağlar, bu sebeple teşkilat, kalabalıkları cemiyet haline getirir. Teşkilatsız halk, kalabalıktan ibarettir, teşkilatlı halk ise cemiyet
haline gelmiştir.
Akıl, hem ferdi istiklali muhafaza
eder hem de içtimai havzayı daim kılar. Akıllı ferdler yoksa ortaya çıkan teşkilat değil,
lider, emir, memur teslisine teslim olan bir
yapı zuhur eder. Buna teşkilat demiyoruz,
demeyiz, dememeliyiz. Yapı, emir-itaat parantezinde gerçekleşiyorsa, o örgünün adı
teşkilat değil başka bir şey olmalıdır. Birlikte
olmak, beraber yaşayabilmek, bunları da nizami bir çerçevede yapabilmek için hem akıl
hem de teşkilat gerekir. Teşkilat yoksa emiritaat parantezinde bir yapı inşa edilmişse akıl
zuhur etmez, akıl yoksa kurulan yapı teşkilat
değil başka bir şeydir.
Teşkilat, ferdi oluşları mümkün kılar,
ferdi, cemiyete ezdirmez. Diğer taraftan teşkilat, cemiyeti, ferdi aşırılıklara karşı muhafaza eder. Teşkilat, insani oluşları, ferdi aşırılıklardan ve cemiyetin ceberrut tesirinde ko10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
rurken, her ikisi arasındaki yüksek muvazeneyi ve harikulade kıvamı yakalamalıdır.
Ferd ile cemiyet arasındaki muvazene ancak
teşkilat (müessese) ile kurulabilir, bu muvazenenin teşkilatsız kurulması ütopya bile
değildir. Lakin her teşkilat (ve müessese) bu
muvazeneyi kuramaz, kurarsa da uygun kıvamını bulamaz. İşte teşkilat fikrine ihtiyacımızın azami noktaya çıktığı hususlardan
birisi budur. Ferd ile cemiyetten herhangi
birini diğerine tercih etmek, muvazeneyi biri
lehine bozmak, diğerine karşı istibdada savrulmak vahim neticelere yol açar.
Ferd ile cemiyet arasındaki muvazene
ve muvazene kıvamı, ancak “büyük fikir” ile
mümkündür. Büyük fikir, büyük terkiptir, bu
ise medeniyet fikridir. Tefekkürün ve tatbikatın nihai menzilini, meselenin bidayetinde
anlamayanlar, ferd ile cemiyet arasındaki
muvazeneyi ve kıvamını yakalayamazlar.
Büyük fikir (veya medeniyet tasavvuru) olmalıdır ki, maksat, istikamet ve güzergah
belli olsun.
Medeniyet tasavvuru, binanın mimari
planıdır. Mimari planı hazırlanmamış olan
binanın inşaatına başlanmaz. Hangi işin ne
zaman, hangisinden önce veya sonra yapılacağını, hangi işin nereye yapılacağını bilme
imkanı mimari plan ile mümkündür. Mimari
planı olmadan inşaata başlayanlar, saray değil en fazla gecekondu yaparlar. Tam da bu
sebeple büyük plan (medeniyet tasavvuru)
olmadan başlanmamalı, teşkilat fikrini de
medeniyet tasavvurundan devşirmelidir.
İletişim: [email protected]
38
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
CEMAAT VE TEŞKİLAT
Faruk Adil
Türkiye’de Müslümanların içtimai
bünyeleşmeleri cemaat şeklinde zuhur etti,
bu sebeple cemaat bahsini ayrıca tetkik etmek ehemmiyet arzediyor. Cemaat bir tarafından bakıldığında müthiş bir teşkilat numunesidir, başka bir tarafından bakıldığında
teşkilat numunesi değil, teşkilatların kuluçka
makinesi gibidir. Türkiye’de ve İslam coğrafyasında her fikir bünyeleşmek istediğinde
önce cemaatleşiyor. Cemaat, kadimden beri
kullanılan içtimai bünye numunesi olduğu
için tecrübe müktesebatı da büyük, dolayısıyla içtimai oluşumlar tabii olarak bu havzaya
akıyor.
İslam, modern zamanlardaki sivil toplum kuruluşlarına benzer teşkilatları arzu
etmez. İslam, Müslümanları günde beş vakit
bir araya getirecek kadar yoğun bir teşkilatlılık haline sahiptir, beş vakit bir araya getirme
mekanı cami, bir araya getirme sebebi namaz, bir araya getirme şekli ise insanların
tamamını, sınıf oluşturmadan yan yana ve
aynı istikamete doğru dizmek şeklindedir.
Diğer taraftan, herhangi bir iş için bir araya
gelen iki kişinin birini diğerine (diğerlerine)
imam, reis tayin eden bir içtimai yoğunluğa
sahiptir. İslam, her an teşkilat kurmakta, her
iş için teşkilat kurmakta, her alan için teşkilat
kurmaktadır. Bu yoğunlukta “teşkilatlılık
halini” taşıyabilecek bir teşkilat numunesi
keşfedilmiş değil.
İşte cemaat, bir taraftan İslam’ın
muhtevasına uygun olarak elzem bir taraftan
da modern zamanların şartlarında fiili bir
zarurettir. Hala batıda (belki doğuda da) İslami cemaatlerin teşkilatlılık halinin yoğunluğuna ulaşan bir teşkilatlanma numunesi
yoktur. Ehl-i tasavvufun haftada en az iki
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
defa “hatim” okumak için, diğer cemaatlerin
“ders” veya başka bir isim altında haftada
birkaç kez bir araya gelmesi, bir araya geldiklerindeki münasebet yoğunluğu, başka tür
teşkilat numunelerinde gerçekleştirilemiyor.
Cemaatlerdeki bir araya gelme, birlikte iş yapma, beraber yaşayabilme yoğunluğu,
modern teşkilat formlarının tamamen dışındadır, bunlardaki ruhi, hissi, tabii münasebet
yoğunluğu modern çağın sivil toplum kuruluşlarının ufkunu aşar. Modern dünyanın
teşkilatlanma meselesinde çözemediği, oluşturamadığı en önemli mesele; ruhi, hissi,
tabii birlikler, beraberliklerdir. Bu eksikliği
kapatmak için batı dünyasındaki gizli teşkilatlar, tuhaf, saçma, sapık ritüeller geliştirme
yoluna gitmişlerdir; masonik teşkilatların ve
Hıristiyan teşkilatlarının gizli ritüellerine
bakıldığında ne kadar sapıkça temayüller
geliştirdikleri görülür. Cemaat şeklindeki
içtimai bünyelerin ulaştığı derinlik, batıda,
ruh ve akıl sıhhatini bozmadan gerçekleştirilemiyor. Bunun kıymetini bilmek, cemaatleşmeyi tenkit ederken (ki tenkide tabi tutulacak cihetleri var) hoyrat ve vicdansız davranmamak, özellikle de meseleyi anlamadan
sığ şekilde cemaatleşmeye savaş açmak, intihar olur.
Cemaatleri teşkilat olarak değerlendirip tenkit etmek sıhhatli görünmüyor. Cemaatler, ruhi, kalbi, hissi mayalama bünyesi
olarak kabul edilmeli. Zaten yaptıkları iş derinlik boyutuyla bu… Modern teşkilat numunelerine benzemediği için tenkit etmek ise
kendimizi inkar olur. Cemaat bünyesinde
mayalanan ruhi, kalbi yapı, içtimai sahaya
muhtelif teşkilatlarla çıkmaktadır.
Ruhi-kalbi bünyeyi yoğurma, mayalama, inşa etme hususunda cemaatlerin gerçekleştirdiğini, başardığını yapabilecek başka
bir içtimai bünyeleşme çeşidi keşfetmiş deği-
39
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
liz. Başka bir bünyeleşme çeşidini keşfedememiş olmamız, sadece bizim idrak zafiyetimizle ilgili bir durum değil, bu keşfi dünya
da yapamadı. Öyleyse cemaat bünyeleşmesi,
İslam cemiyetlerinin tarihi keşfidir, bu keşfi
hoyratça bir kenara atamayız.
Türkiye’de ve diğer İslam ülkelerinde, on dokuzuncu ve yirminci asırda uygulanan batı operasyonlarına karşı coğrafyanın
kalbini muhafaza eden ana unsurlar, tasavvufun deruni, cemaatlerin de içtimai bünyeleridir. Batının son iki asırdır doğrudan uyguladığı planlarına rağmen dünyada hala İslam ve
Müslümanlar varsa, bu bünyelere borçluyuz.
Dikkat edilirse, son birkaç asırdır batının
dünya hakimiyetinden kurtulan medeniyet,
kültür, anlayış kalmamıştır, buna direnebilen
sadece İslam coğrafyasıdır, direniş merkezleri de tasavvuf ve cemaatlerdir.
Cemaatlerin birçok yanlışı olabilir,
cemaatleşme tarzlarının da yanlışları olabilir
fakat batının nihai hamlesini yirminci asırda
hilafeti kaldırarak yaptığı çok sayıda operasyonlarına karşı ümmeti ayakta tutan bu bünyelere karşı tarihi bir borcumuz olduğu unutulmamalıdır.
Cemaatlerin, teşkilatlarını kendi bünyelerinde kurmaları tabiidir. Ruhi ve ahlaki
altyapısını hazırladıkları bünyeler, aynı zamanda teşkilatların kuluçka makinesidir.
Tenkit edilecek husus, cemaatlerin teşkilatları kendi bünyelerinde kurmaları değil, cemaatler üstü şemsiye teşkilatlar veya müşterek
teşkilatlar kurmamış olmalarıdır. Şemsiye
teşkilatların “birliğe” doğru giden güzergah
olması cihetinden ehemmiyeti büyük fakat
kurulması da aynı nispette zordur. Lakin
müşterek teşkilatların kurulmamasının mazereti yok. Son zamanlarda cemaatler arası
müşterek teşkilatlar kurulduğunu, kurulmaya
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
teşebbüs edildiğini görmek ise memnuniyet
vericidir.
Cemaatlerden bir cemaat olmak ve
böyle kalmak, başka bir ifadeyle tüm hayatı
kuşatacak kadar genişleyememek ve derinleşememek, müşterek teşkilatlara ihtiyacımızı
artırıyor. Bir cemaat büyüyüp diğerlerini
şubeleri haline getiremediği müddetçe, müşterek teşkilat fikrinin geliştirilmesi gerekiyor.
Doğru olan ise bir cemaatin diğerlerini yok
etmesi değil, müşterek hayat ve faaliyet alanları oluşturmak, bunu mümkün kılacak müşterek teşkilatlar kurmaktır.
Teşkilat anlayış ve tatbikatının gelişmemesinden dolayı bir müddet büyüyen cemaatler, büyümeleri nispetinde diğer cemaatlerle münasebetlerini sıklaştırmak yerine
onları hakir görmeye ve imkanlarını paylaşmamaya başlıyor. Kuvvet ve iktidar, zenginlik ve imkan, bilgi ve maharet geliştikçe birleştirici olmak yerine bağımsızlığını artıran,
gücünü ve imkanlarını hasisçe kullanan misaller çoğalıyor. Güçlü insan ve cemaatlerin
kudret ve imkan hasisliği ve cimriliği çok
çirkin görünüyor. Bunun en tipik misali, Fethullah Gülen cemaatidir, büyüdükçe her sahada kendi teşkilatını kuruyor, diğer cemaatlerle hiçbir müşterek hayat ve faaliyet alanı
oluşturmuyor, mevcut olanlardan geri çekiliyor. Gayrimüslimlerle müşterek hayat ve
faaliyet alanı oluşturan Fethullah Gülen cemaati, Müslüman cemaatlerle müşterek faaliyetlere girmekten imtina ediyor. Güçlendikçe
kudret ve imkan hasisliği artıyor. Bu hususta
o kadar ileri gitti ki, ülkeye ve ümmete ihanet
etmekte hiç tereddüt etmedi. Fethullah Gülen’in ihanet örgütü, Müslümanların teşkilat
anlayışı için üzerinde çalışılması gereken bir
mevzudur. Cemaatçilik bahsinin ihanete kadar gidebilecek bir kapalı sistem oluşturma
ihtimali vardır ve cemaat gibi aziz bir mef-
40
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
hum ve içtimai bünyenin bu zehirden muhafaza edilmesi gerekir.
tarihi süreçler, Müslüman halklarda tedavisi
uzun sürecek hastalıklar başlatmış gibi.
Türkiye’de her nedense küçük ve zayıf cemaatlerin ittifak ve ittihat bahsini gündeme getirmesi, güçlü ve büyük cemaatlerin
ise tam aksine bağımsızlaşması alışkanlık
haline geldi. Kuvvetin tabiatında bağımsızlık
yatıyor, ferdi veya içtimai bünyeler kuvvetlendikçe bağımsızlaşma sürecine giriyor. Bu
durum, insan ve hayatın “çıplak tabiatı” ile
ilgilidir, İslam ahlakı bunun tam aksini işaret
eder, güçlü olanların Müslümanlara bağlanma mesuliyeti daha fazladır.
Müslümanların elde ettikleri kudret
ve iktidar, gayrimüslimlere karşı bağımsızlaşmalarını, Müslümanlara karşı ise bağlanmalarını iktiza eder, İslam ahlak ve mesuliyeti bunu gerektirir. Bu durumun tam aksine
olan gelişmeler yani kuvvetin Müslümanlara
karşı bağımsızlaşma, gayrimüslimlere karşı
bağlanma halini ve tavrını tetiklemesi, İslam
ile kurulan münasebetin sıhhatsizliğine delalet etmez mi?
Müslümanlar ne zamandır İslam ahlakına değil de, hayatın çıplak tabiatına uygun davranmaya başladılar? Farkında olmadan (muhtemelen farkında olmadan, farkındalarsa durum vahim) İslam ile aralarına
koydukları mesafe azalmak yerine artıyor.
Kuvvetlenen cemaat ve teşkilatların Müslümanlarla münasebetleri ve müşterek hayat
alanları azalıyorsa, sıhhatsiz bir durum var
demektir.
Türkiye’de (belki de tüm İslam ülkelerinde) son bir asırdır iktidar olamayan Müslümanlar, anlaşılabilir bir güç ve iktidar açlığı içindeler. Derinleşmiş ve müzminleşmiş
olan bu açlık, biraz kudret ve iktidar sahibi
olan fert ve cemaatlerde, anlaşılmaz bir hasisliğe ve cimriliğe sebep oluyor. İslam dışı
siyasi rejimler tarafından yönetilen İslam
ülkelerindeki halkın iktidara uzaklığının uzun
sürmesinden kaynaklanan ciddi problemler
yaşanıyor. İktidarsızlık, ruhi, akli, ahlaki
kaynaklarda sıhhatsiz oluşumlara sebep olmuş gibi görünüyor. Zalimlerin yönetimleri
altında mazlum ve mağdur olan Müslümanlar, bir miktar kudret ve iktidar sahibi olduklarında, bunu, birbirlerine karşı da kullanmaktan imtina etmiyorlar. Son birkaç asırlık
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
Kudret ve iktidar mahrumiyeti ne kadar yıkıcı ise bunlara karşı doymak bilmez
bir açlığa sahip olmak da o kadar yıkıcıdır.
Türkiye’de ve diğer İslam ülkelerinde Müslümanlar iktidarla imtihan devrine girdiler.
Birçok İslam ülkesinde İslamcılar iktidarları
ele geçiriyorlar, Arap baharının rüzgarıyla
birlikte hazır olmayan İslami teşkilat ve hareketler, devlet ve iktidarı kucaklarında buldular. Aniden büyük güç sahibi olmak, derin
ruhi tesirler meydana getirir. Müslümanların
iktidarla imtihanı çetin geçecek gibi görünüyor. Lakin başka bir yolu yok, iktidarla imtihan olmanın yolu, iktidardan geçer. İktidar
olmadan iktidarla imtihan olmak kabil değil.
Şimdi bu imtihanla (hem de hazırlıksız olarak) karşı karşıyalar, kaçınılmaz olarak birçok problem yaşanacak, ne var ki bu durumla
yüzleşmekten başka yol yok.
Müslümanlar kudret ve iktidar imtihanını bir an önce geçmeliler, sıhhatlerine
kavuşmalılar, iktidarla harmanlanmış ruhi ve
ahlaki muvazenelerini kurmalılar. Yapacak
çok işimiz var, yolun ortasında imtihandan
sınıfta kalma lüksümüz yok.
İletişim: [email protected]
41
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
DEVLETSİZLİK FİKRİ
Ömer Yılmaz
Son dönemde ivme kazanan eklektik
yaklaşımlar, bugüne kadar hiç duyulmamış,
İslam’ın ana (temel) teorik metinlerinde
(Kur’an-Hadis) ve tarihte karşılığı olmayan,
ancak ‘ütopik’ olarak nitelendirilebilecek
türde birçok “İslam” anlayışının ortaya çıkmasına neden oldu. Bunlardan biri de “devletsiz İslam”. Bu yaklaşım, İslam’ın ayrıca
bir devlet talebi olmadığını öne süren modern(ist) yaklaşımdan farklı olarak İslam’da
devlete hiç yer olmadığını, İslam’ın devleti
toptan reddettiğini savunuyor. Kuşkusuz bu
yaklaşım ilhamını Anarşist felsefeden alıyor.
Nitekim bazı nevzuhur küçük gruplar kendilerini “Anarşist Müslüman” olarak tanımlıyorlar.
Ütopik düşüncelerin savunucuları, realiteyi önceleyen ve adımlarını mevcut şartları dikkate alarak atan kimseleri ezbercilikle
suçlarlar genellikle. Oysa ütopyaların cazibesine kapılanların, savundukları düşünceleri
ezber haline getirmekte hiç de aşağı kalır
yanlarının olmadığı bilinen bir gerçektir.
Devletsizlik fikri örneğinde de görüldüğü gibi, ütopyalar insanlık için umut vadetmezler aslında, aksine insanların umutlarını çalarlar, zira gerçekleşebilme ihtimalleri
yoktur. Bu yüzden olmadık yerlere umut bağlayanlar, gerçekte umutsuz vakalardır. Ütopyalar insanlığa sunulmuş birer öneridir lakin
genellikle uçuk kaçıktırlar, bu yüzden de
çoğunlukla kabul görmemişlerdir.
Ütopya üreticileri ve savunucuları da
genellikle karnı tok sırtı pek kimselerdir,
peşlerine taktıkları insanlar ise, özellikle
gençler, onların zavallı kurbanlarıdır, ânın
gerçekliğinden kopmuş, hayal âlemine dalmış, hayatı ıskalamışlardır.
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
Ütopyacılar, halkın anlayamayacağı
bir dille konuşmakta ustadırlar, “biyopolitika, post-anarşizm, pan-kapitalizm,
steampunk-şeriat, anarca-İslam” vb. “cici” ve
“şık” kavramları kullanmaktan zevk alırlar.
Ortalama yurdum insanı ise bu kavramları
bilmez, dahası bu kavramlardan hiç hazzetmez, sonuçta onun kendi dini, tarihi, kültürü,
geleneği vardır.
Yine de ütopyacılar hemen her fırsatta
klişeleşmiş söylemlerin tekrarladığından dem
vururlar, bunu söylerlerken kendileri de aynı
şekilde klişeleşmiş söylemleri, mesela 200
yıl öncesinin Avrupa’sında ortaya atılmış
olan düşünceleri tekrar ederler. Demek ki bir
yönüyle tekrardan kaçış mümkün olmuyor.
Devletsizlik fikrinin en meşhur klişelerini, devletin zararlı olduğu ve yok edilmesi
gerektiğine ilişkin “inançtan” kaynaklanan
düşünce ve söylemler oluşturur. Ortada ne
yapılması gerektiğine dair somut, kuşatıcı,
başarılı ve kalıcı bir örnek, dolayısıyla ayakları yere sağlam basan bir model önerisi olmadığı için, işin ucu “primitif (ilkel) topluma
dönelim” demeye kadar varır.
Anahtar kelimeler, “isyan, devrim,
anarşi, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, ne tanrı ne
devlet” vesairedir. Benzer şekilde “eşitlik,
özgürlük, kardeşlik” gibi kelime ve kavramları kullanan ve bunlar adına gözlerini kırpmadan adam öldüren Jakobenleri hatırdan
çıkarmamak gerekir. Devletsizlik fikri, tersinden bir tahakküm felsefesidir aslında, bir
başka deyişle mutlak devletsizlik veya mutlak anarşi fikri, tersinden mutlak tahakkümdür. Konu üzerinde biraz düşünenler bunun
neden böyle olduğunu kolayca anlayabilirler.
Asıl meseleye gelecek olursak, milyonların bir arada yaşadığı bir dünyada devlet zorunluluktur, zira işlerin görülebilmesi
42
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
ve anlaşmazlıkların giderilebilmesi ancak bu
şekilde söz konusu olur. Devlet vardır ve var
olacaktır, sorun onun hangi felsefî temel üzerine bina edileceği, şeklinin nasıl olacağı ve
vazifelerinin ne olacağıdır. Özetle devlet
nerede başlayıp nerede bitecektir, üzerinde
düşünülmesi gereken konu budur. Devlet,
müdahale alanının kısıtlanması, bugünküne
oranla etkisizleştirilmesi, hükmetme vasıtası
olmaktan çıkarılması anlamında silinebilir,
küçültülebilir fakat tamamen yok edilmesi
olanaksızdır. Devletin yok edilebilmesi için
şehir-medeniyet düzeninin yok edilmesi gerekir ki bu da söz konusu değildir.
Günümüzde devlet tahakküm amaçlı
kullanılmaktadır, felsefî arka planı sakattır ve
bugünkü haliyle toplumun ayaklarındaki
pranga ya da tepesindeki balyoz hükmündedir. Şu da bir gerçek ki öldüğümüzde kimimiz kimsemiz olmasa bile yaşarken pek hayrını görmediğimiz bu “pranga” ya da “balyoz
devlet” en azından bizi götürüp garipler mezarlığına gömmektedir. “Ben öldükten sonra…” demek anlamsızdır, zira iş ölenle sınırlı
değildir, geride kalanı da ilgilendirmektedir.
Örneğin 2014 yılında Türkiye’de ölen insan
sayısı 390.121’dir, kaçınılmaz olarak bu sayıda insanın defin işlemlerini gerçekleştirecek bir örgütlenmeye ve bu örgütlenmenin
sevk ve idare edilmesine ihtiyaç vardır. İnsanın insan gibi yaşamasına izin vermeyen devletin onun gömülmesinde işe yaraması elbette
trajiktir. Keza devlet denen organizasyon
olmasa, şehir düzeninde yaşayan toplum elini
yüzünü yıkamak için su bile bulamaz, zira
musluğu açtığımızda akan su, o musluğa devlet organizasyonu sayesinde gelmektedir.
Örnekler çoğaltılabilir.
Birtakım kişi ve gruplar, İslam’la
devletsizlik fikrini örtüştürmeye çalışmaktalar. Oysa devletsizlik fikrinin herhangi bir
dinî-ilahî temeli yoktur, vahye dayanmaz,
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
aşağıda görüleceği üzere Hz. Muhammed’in
pratiğinde de yer tutmaz, haliyle Müslümanlar için referans oluşturmaz. Bu fikir Batı
kaynaklıdır, yerli aklın ürünü değildir; Batı’nın etik, sosyal, politik ve ekonomik bunalımlarının ürünü olarak ortaya çıkmış, yaşadığımız coğrafyada bazı Batı’cıların eliyle
özellikle dininden, tarihinden, kültüründen,
geleneğinden koparılmış bir kısım gençliğin
önüne bir “seçenek” olarak konulmuş fakat
pek fazla taraftar bulamamıştır. Daha geniş
planda ortaçağ Avrupa’sındaki Kilise baskısından (muharref Hıristiyanlıktan) hareketle
dini devre dışı bırakıp onu Tanrı ile insan
arasındaki özel bir ilişki mesabesine indirgeyen, böylece dini vicdanlara hapsetmek isteyen yaklaşımların ve “ne tanrı ne devlet” gibi
sloganların hiçbirinin İslamî bir karşılığı bulunmaz.
Devletin gerekliliği konusunda Müslümanlar arasında ihtilaf olmadığından tarih
boyunca Müslümanlar devlet sahibi olagelmişlerdir. İslam şehirli-medenî bir dindir,
şehir-medeniyet düzeni, devletsizlik fikrini
devre dışı bırakır. Devletsizlik olsa olsa dağda, kırda, bayırda kendilerini mevcut sosyaliteden soyutlayan bir avuç insan arasında
mümkün olabilir. İslam hayatın bütününü
düzenler, hukuk vazeder; nikâhtan alışverişe, mirastan savaş hukukuna kadar hayatın her alanını kapsayan hükümleri vardır.
Hz. Muhammed, Medine’de mescid, pazar,
medrese kurmuş, davaları karara bağlamış,
diğer devlet reislerine mektuplar yazmış,
zekât toplamış, ordu kurmuş, savaşa çıkmış,
antlaşma imzalamıştır; buna rağmen “İslam’da devlet yoktur, İslam siyasetle vs. ilgilenmez” demek insan zekâsına hakarettir. Hz.
Muhammed’in Mekke ve Medine dönemlerinde iki farklı politik kimlik taşıdığına ilişkin değerlendirmemiz için dipnotta linkini
vermiş olduğumuz Devletçi Dindarlığın Can-
43
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
lı Örneği: AK Parti İslamcılığı başlıklı yazımıza bakılabilir.(1)
Bir kısım devletsizlik fikri savunucularının ortaya attıkları “primitif topluma dönüş” fikrinin de gerçekte herhangi bir karşılığı yoktur. Kırk yaşına gelmiş bir insana “Hadi bakalım, çocukluğuna dön” demek gibi bir
şeydir bu. Bu düşünceyi savunanların yapacakları en doğru şey, teknolojinin her türlüsünden derhal kurtulmak, örneğin televizyonlarını, bilgisayarlarını ve cep telefonlarını
atmak, şehirde daha fazla yer işgal etmeyi
bırakarak dağlara, ormanlara yerleşmek, avcı-toplayıcı olarak çıplak yaşamaktır.
Devletsizlik fikrini savunanlar devletin arızî olduğunu, tarihte sonradan ortaya
çıktığını savunurlar; ilk insan topluluklarında
devlet yoktur. Bu takdirde “ilk insan çıplaktı,
haliyle örtünmek de arızîdir” diye düşünülebilir, oysa örtünmenin arızî olması onun gereksiz, zararlı ya da yok edilmesi gereken bir
şey olduğu anlamına gelmez; gerekli olduğu,
ihtiyaç duyulduğu için insanlık örtünme yoluna gitmiştir. Köşede bucakta ilkel yaşayan
birtakım kabileler ve mutlak çıplaklaşma
eğilimindeki Batı toplumlarının bir bölümü
dışında bugün insanlık şu veya bu şekilde
örtünmektedir. Bu, şehir-medeniyet düzeninde kaçınılmaz olarak böyledir.
Batı, üç yüz yıldan fazladır Müslümanların ensesinde boza pişirirken, Batılı
felsefelerin taşıyıcıları tutunduğumuz son
dalı da kesmeye çalışıyorlar. Onların hatırına
Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan
olamayız. İslam’ın varlığa, insana, hayata,
topluma, tarihe bakışı farklıdır, bir başka
deyişle İslam, her açıdan farklı bir paradigma
üzerine kuruludur; aklı başında her Müslüman için bu böyledir. Bu açıdan İslam’ı devletten-siyasetten, daha geniş planda hayatın
herhangi bir alanından soyutlamaya yönelik
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
yaklaşımlar, Müslüman toplumlar için zararlıdır. Bu yaklaşımla güdülen amaç, yapmak,
onarmak, ıslah etmek değil, yıkmak, bozmak,
fesat çıkarmaktır. Tarih boyunca devlet sahibi olagelmiş bulunan Müslümanlar devlet
fikrinden vazgeçmeyecektir, sorun devletin
İslamî bir bakış açısı temelinde şekillenen
farklı bir felsefî yaklaşımla modern devletten
ayrı nasıl inşa edileceği, nasıl olacağı, nasıl
sınırlanacağıdır.
---------Dipnot:
1- Devletçi Dindarlığın Canlı Örneği: AK
Parti İslamcılığı
http://akilvefikir.org/2014/07/30/devlet
ci-dindarligin-canli-ornegi-ak-partiislamciligi/
İletişim: [email protected]
44
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
NİZAM - TEŞKİLAT - DEVLET
Ahmet Selçuki
*Teşkilat ve devlet
Devlet, bir ülkedeki en büyük teşkilattır. Teşkilat-ı Esasiyedir. Millet (veya
halk) teşkilatı, milletin (veya halkın) teşkilatlanmasıdır. Bu sebeple de, çatı teşkilatıdır,
teşkilatların tamamının üzerinde koruyucu
bir teşkilat vazifesi görür.
Devlet teşkilatının ne kadar iyi olduğu, ne kadar doğru kurulduğu, ne kadar faydalı olabildiği, halkın “teşkilat kurma maharetine” bağlıdır. Bir ülkede yaşayan halkın
teşkilat kurma mahareti sıfırlanmışsa, o ülkede teşkilat değil, bir tür işgal vardır.
Açık ve gizli müstemleke ülkelerinde,
müstemleke (sömürge) idareleri, yerli halkta
iki özelliğin gelişmesini istemez, müstakil
tefekkür ve teşkilat kurma mahareti… Bu iki
özellik, hürriyetin ön şartıdır ve kafi şartıdır.
Bu özelliklerin her biri diğerini doğurur ve
besler. Bu özelliklerden biri gerçekleşmişse,
diğerinin doğum zamanı yakındır.
Özellikle gizli müstemleke ülkelerinde (Türkiye gibi) halkın teşkilat kurma maharetinin gelişmemesi için, diktatoryal siyasi
rejimler kurulur ve bir yönetici elit sınıf oluşturulur. Halkın teşkilat kurma ve idare etme
maharetinin gelişmesi, idareci sınıf oluşmasına mani olur, bu sınıfın imtiyazını elinden
alır.
Türkiye’de, cumhuriyet dönemi boyunca Kemalist elitler, devlet üzerinde özel
mülkiyet iddia ettiler. Bu iddialarını doğrulatmak, sürdürebilmek için, ülkede kurulan
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
tüm teşkilatlar periyodik olarak kapatılmıştır.
Darbe zamanlarında veya darbe dışında yargı
eliyle kapatılmıştır. Bu şekilde kapatamadıkları teşkilatları muhtelif ablukalara alarak
batırmış, iflas ettirmiş, şaibeye bulaştırmış ve
kapatmışlardır. Bu ülkede öyle zamanlar oldu
ki, “örgüt” kelimesi “kanundışı” (illegal)
mana taşımaya başladı, hala az çok kanundışı
tedailer taşıyor. Oysa örgüt kelimesi, teşkilat
kelimesinin uydurukçası… Hepsi bu kadar…
Devlet üzerinde özel mülkiyet iddiasını sürdürebilmenin en sağlam yolu, imtiyazlı sınıf dışındaki halka teşkilat kurma ve
idare etme maharetlerini kazandırmamaktır.
Sürekli kapatılan teşkilatlar, ne teamüllerini,
ne kurallarını oluşturabilmiş ne de tecrübe
biriktirebilmiştir. Seksen yıllık cumhuriyet
döneminde bu tür bir tecrübe, teamül, ahlak
ve arşiv intikali yoktur, sadece cemaatlerin,
teşkilatlarında değil de içtimai havzasında ve
hafızasında bir birikim oluşmuştur.
Herhangi bir teşkilat ile devlet teşkilatı arasında mahiyet farkı yoktur, fark, kullandıkları vasıtalar ve imkanlarla ilgilidir. Devlet, kanun koymak, silahlı güç kullanmak
gibi farklı alet ve vasıtalara sahiptir, bunun
gibi alet ve imkan farkından başka, mahiyete
dönük bir fark bulunmaz.
Teşkilat kurma ve yönetme maharetine sahip olan insan kaynağı ne kadar artarsa
o nispette ülkenin ve milletin tepesinde bulunan devlet “iyi” olur. Halkın kahir ekseriyeti
bu maharete sahip olamasa da, imtiyazlı sınıf
oluşmayacak kadar çok sayıda insanın teşkilatlanmayı bilmesi gerekir. Bir ülkede, sadece o ülkeyi yönetecek sayıda teşkilattan ve
idareden anlayan insan kaynağı (kadrosu)
olduğunda, imtiyazlı sınıf kaçınılmaz olarak
meydana gelir.
45
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
Bir ülkede ne kadar az teşkilat kuracak ve idare edecek kadro varsa, o ülkedeki
devlet o kadar kötü, o kadar ceberrut, o kadar
zararlı olur. İmtiyazlı sınıf, gerçekten kendilerinden başka devleti yönetecek insan kaynağı olmadığını gördüğünde, devlet üzerinde
özel mülkiyet kurar. Başka yönetebilecek
kadro olmaması halinde rekabet ve mücadele
olmayacağı için, özel mülkiyet iddiası kendiliğinden oluşur.
Bu milletin ayağa kalkması için hızlı
şekilde teşkilatçılığı öğrenmesi, anlaması,
maharet haline getirmesi gerekiyor. Bu sebeple, on yaşından itibaren herkesin mutlaka
bir teşkilata üye olması, teşkilat içinde yetişmesi, teşkilatı hayat haline getirmesi şart.
Teşkilat, çocuğun hayat havzası olmalı, onun
içine doğmalı, onun içinde büyümeli, onunla
birlikte yaşamalıdır.
*Teşkilat ve medeniyet
Teşkilat kuracak ve yönetecek maharete sahip olmayanlar, siyasi mücadele yapamazlar, rejime karşı mücadeleyi hiç yürütemezler. Siyaset tarihi, sayısız siyasi muhalefetin, teşkilat kuramadıkları, kurduklarını
yönetemedikleri için hedefine varamadan
çözülen, çürüyen, yok olan misallerle doludur. Birçok siyasi hareket mücadele ettiğini
zanneder lakin aslında mücadele etmediklerini bilmezler. Bir mahalleyi bile idare edemeyen siyasi düşünceler ve hareketler, rejimi
değiştirme iddialarıyla sahaya inerler, ne
yaptıklarını ve ne yapacaklarını bilmedikleri
için de bir sürü insanın boş yere başını derde
sokarlar.
Teşkilat kurabilen, idare edebilen,
bunu halka gösterebilen bir kadro mutlaka
büyür, güçlenir, gelişir. Teşkilat kurma ve
idare etme mahareti öyle tılsımlı bir güç oluşturur ki, temelindeki düşüncenin tüm saçmalığına rağmen belli menzillere kadar ulaşabilir. “Saadet zinciri” oluşturan dolandırıcılık
teşkilatları, teşkilat kurma ve idare etme maharetinin en bariz misalidir. Temelindeki
düşünce “dolandırıcılık” olmasına rağmen
belli menzillere kadar ulaştıkları malum…
Buna mukabil, temelinde saf, temiz, samimi
düşüncelerin olduğu teşkilatlar, kurucu ve
yönetici kadroların zafiyetinden ve beceriksizliklerinden dolayı sıhhatli kurulamıyor,
yönetilemiyor veya hızlı şekilde yıkılıyor.
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
Medeniyetin muhteva (ve fikir) ile ne
kadar alakası varsa, medeniyet inşasının da
teşkilat ile o kadar alakası var. Sahip olunan
(veya mensup olunan) bilgi ve fikir kaynağı,
medeniyet kuracak muhteva ve hacme malik
değilse medeniyet tasavvuru, ufku ve fikri
oluşmaz. Bununla beraber, o kaynağa mensup olanlar, teşkilat fikrine ve tatbikatına,
kurucu fikir ve kurucu şahsiyete ulaşamadıklarında, fikir kafi olsa bile o kaynaktan medeniyet inşa etmek mümkün olmaz.
Medeniyet için bilgi ve fikir kaynağı,
o kaynaktan süzülmüş medeniyet fikri ve
tasavvuruna ihtiyaç var, bu ihtiyaç kadar da o
kaynağın mensuplarında kurucu şahsiyet
inşasına ihtiyaç duyulur. Bir şeyin kendi
kendine olması beklenmez, bir şeyin olması
için gereken ihtiyaçları bilmemek mazeret
sayılmaz.
Teşkilat, fikrin tatbik manivelasıdır,
vasıtasıdır, yoludur. Fikir var ama teşkilat
yoksa hiçbir netice yoktur. Teşkilat var ama
fikir yoksa, ortalık gürültüden yaşanmaz hale
gelir.
Medeniyet, en kısa tarifiyle, teşkilatlılık halidir. Cemiyetin teşkilatlanmış hali,
teşkilatı hayat haline getirmiş halidir. Medeniyetin başka bir kısa tarifi ise, nizamlılık
halidir ki, bu dahi teşkilatlılık hali ile kabil-
46
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
dir. Medeniyete en uzak hal, kaostur ve başıbozukluktur.
Hayatın nizami akışını temin eden
“büyük fikir”, medeniyettir. Medeniyet, yüksek fikirdir, bir manada fikrin havzasıdır,
iklimidir. Medeniyet fikri ve havzası, bir
taraftan fikrin nizami imalini mümkün kılar
diğer taraftan hayatın nizami akışını... Bu
cihetle medeniyet havzası, fikir ile fiil arasındaki münasebeti teşkilat ve teşkilatlılık
haliyle kurar. Fikir ile fiil arasındaki münasebetin ferdi çerçevede kalması, en derin
fikre sahip olan mütefekkiri bile bedevi bir
hayata mahkum eder. Medeniyet, fikir ile fiil
arasındaki münasebetin teşkilat marifetiyle
kurulmasını, bu yolla ferd ile cemiyetin harmanlamasını mümkün kılan muhteşem terkiptir.
Ferdi oluşların içtimai havzasını, içtimai oluşların ferdi kaynaklarını (ve faillerini) temin eden medeniyet iklimi, ferd ile cemiyet arasındaki münasebeti, doğrudan değil
teşkilat ve müessese marifetiyle gerçekleştirir. Teşkilatlar (müesseseler), bir taraftan
ferdi oluşların imkan ve şartlarını temin eder
diğer taraftan içtimai oluş süreçlerinin ferdi
kaynaklarını harekete geçirir. Her iki oluşu
ve oluş süreçlerini harmanlayan, mayalayan,
birbirine bağlayan, birbirine muhtaç eden,
birbirinin ihtiyaçlarını karşılayan muhteşem
ve nizami örgüye medeniyet diyoruz. İşte bu
örgünün ilmekleri teşkilatlardır.
Fertler arasındaki münasebetler ile
ferd ve cemiyet arasındaki münasebetler doğrudan olduğu takdirde, birçok problemi davet
eder. Şahıslar arasındaki münasebetin teşkilat
(müessese) üzerinden yürümesi, ferdi, nefsi,
akli, hissi birçok problemin süzülmesini, fevri davranışların zapt edilmesini mümkün kılıyor, bununla beraber cahillik, akılsızlık, tecrübesizlik gibi birçok zihni zafiyetin zararlı
neticelerinin ortaya çıkmasını engelliyor.
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
Teşkilatların (müesseselerin) ömrü insan
ömründen uzundur (normalde böyledir, Türkiye’de hala bu hale gelemedi), birçok neslin
tecrübesi teşkilatlarda birikir, bu sebeple teşkilat mensuplarının on beş yaşındaki bile,
yalnız yaşayan elli yaşındaki insandan daha
fazla tecrübe sahibi olabilir.
Medeniyet, teşkilat değil, teşkilatlılık
halidir, hem de yoğun teşkilatlılık hali. Teşkilat yoğunluğunun derecesi doğru seviyeye
çıkmış ve o seviyede durdurulmuş ise, cemiyet için teşkilatlılık hali sağlanmıştır. Teşkilatlılık halinin yoğunluk derecesinin lüzumundan fazla artırılması, hayatın akışını yavaşlatır hatta durdurur. Teşkilatsızlık hali
kadar ihtiyaçtan fazla teşkilat yoğunluğu da
zararlıdır. Teşkilatlılık halinin yoğunluk derecesinde kıvamın ölçüsü, teşkilatların hayatın akışını (devamını) kolaylaştırma imkanıdır, akışı kolaylaştırmak yerine zorlamaya,
yavaşlatmaya başlamışsa, teşkilat yoğunluğu
ihtiyaçtan fazladır. Kıvamını bulmuş teşkilat
yoğunluğu, medeniyetin istikrar kazanmış
halidir.
Bir millet veya halk veya ümmet; teşkilat kurma, idare etme, sürdürebilme maharetine ne kadar sahipse, medeniyet kurma
istidadına o kadar maliktir. Keza bir halk,
teşkilatlılık halini ne kadar itiyat haline getirdiyse, hayatı o kadar nizami bir altyapıda, o
kadar kolay, o kadar rahat yaşar. Aksi takdirde kaosa mahkum olur, sürekli varlık-yokluk
mücadelesine savrulur, hayatı yaşama imkanından mahrum hale gelir.
İletişim: [email protected]
47
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
TEŞKİLAT VE HAYAT
Osman Gazneli
Hayatı inşa etmek için ihtiyaç duyduğumuz unsurlar; fikir, kuvvet, teşkilattır. Fikir, özet olarak yeni bir hayat anlayışını ihtiva eden mana; kuvvet, yeni hayat anlayışını,
hayatın içinde ikame etmek için gereken güç;
teşkilat ise bunları yapacak maniveladır.
Teşkilat, kendini fikre bağlayan, fikrin kuvvetini imal ve temin eden, onu hayatın ortasına diken manivela vazifesi görür.
Teşkilat sadece tatbikat vazifesini
görmez, ihtiyaç hasıl olduğunda fikri imal,
kuvveti temin ve bunları harmanlayarak hayata vaziyet eder. Teşkilatı bir noktada mevzilendirmek ve orada hapsetmek doğru olmaz. Sadece tatbikatı gerçekleştirecek “kol”
vazifesi vermek teşkilatı anlamamak olur.
Fikir, bir kişiden yani fertten doğar,
ehil insanlardan oluşan mecliste kıvamını ve
kemalini bulur, belli sayıda mensubiyet oluşturduğunda teşkilatını kurar, belli bir kuvvet
temin (veya imal) ettiğinde kendi hayatını
inşa etmeye başlar. Teşkilatların temel problemlerinden birisi, “fikirsiz” kurulmasıdır,
fikirsiz kurulan teşkilatlar hayata vaziyet
etme maharetini kazanamaz. Maalesef ülkemizde kurulan teşkilatların kahir ekseriyeti
fikirsizdir, iman ve ahlak saikiyle fakat fikirsiz şekilde kurulduklarından dolayı ancak
yardım kuruluşları halinde varlıklarını sürdürebiliyorlar. Bu tür teşkilatların da bir boşluk
doldurduğu vakadır, tenkidi ve reddi gerekmez ama teşkilattan kastedilen asıl mananın
bu olmadığı anlaşılmalıdır.
Fikirsiz teşkilat, güçlü delilere benzer,
bir şekilde elde ettiği veya ürettiği gücü nasıl
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
kullanacağını, hangi hedefe yöneleceğini,
neler yapacağını bilmez. Faydalı olmaktan
çok zararlı, inşa etmekten çok yıkıcı özelliklere sahip olur. Bir yapıyı teşkilat haline getiren ana özellik, inşa etme maharetidir, inşa
etme çabası ve becerisi olmayan teşekküllere
başka isim vermek gerekir.
Teşkilat, nizami kuvvettir. Kuvvet her
şekilde vardır, bulunur. Hayat, çok sayıda ve
çeşitte gücü bünyesinde barındırır ve üretir.
Teşkilat kuvvetin tanzim (disipline) edilmiş
halidir. Bu sebeple teşkilat, kaotik değil nizami bir özellik taşır. Nizami çerçeveye
alınmamış halde cemiyetin içinde dolaşan
kuvvet, kaos sebebidir, mutlaka birbiriyle
çatışır. Teşkilatlanmış kuvvetler de birbiriyle
çatışabilir ama bunların çatışması da nizamidir. Nizami çatışma, vaziyet edilebilir mahiyet arzeder, sınırları vardır ve zararları bellidir. Kaotik kuvvet unsurlarının birbiriyle
çatışması sebepsiz ve hedefsiz olabilir, üzerinde tasarruf etmek kabil olmaz ve durdurmak da mümkün değildir. Gayrinizami kuvvet unsurları her zaman yıkıcıdır, hem de
sadece yıkıcıdır.
Teşkilatın hayata dair ilk inşa hamlesi, kendine ait nizam inşasıdır, kendini inşa
etmektir. Kendini nizami çerçeveye alabilmiş, kendi nizamını inşa etmiş bir teşkilat,
inşa maharetini kazanmış, inşa stajını bitirmiştir. Teşkilat, kendini, kendi nizamını inşa
ederken, aynı zamanda kendi hayat alanını da
inşa etmiş olur. Bu işi yapmakla, hayatın
herhangi bir alanını veya küçük de olsa bir
parçasını inşa edebilme, tanzim edebilme
maharetini ispat eder.
Teşkilatların hayata nüfuz edememe,
onu inşa edememe, hayata doğru büyüyememe sebebinin birincisi, kendini inşa edememiş, kendini tanzim edememiş olmasıdır.
Sekiz-on kişinin bir araya gelmesiyle teşkilat
48
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
(mesela dernek) kurduğunu zannedenler, bu
noktayı anlamadıkları için, neden büyüyemediklerini bir türlü anlamazlar.
hedefini gerçekleştirmek için çalışmalı, o
fikrin hayatını inşa etmeye uğraşmalıdır.
İletişim: [email protected]
Teşkilatlar belli hedefler için kurulur,
bu hedeflerin içinde “hayatı inşa” etmeyi
gerektirmeyecek cinsten olanlar bulunabilir.
Bu durumda bile teşkilatlar, en azından kendilerini kurarken, hedeflerine doğru yürürken
inşa faaliyetini nispeten yapmak durumunda
kalırlar. Teşkilat kadrolarının anlaması gereken ilk konu, teşkilatın hedefi ve faaliyet
alanı ne olursa olsun, hayatın inşasına dönük
bir tarafı mutlaka vardır. Bu nokta anlaşılmadığında, her teşkilat (mesela dernek) başkalarını kopyalamak, tekrarlamak durumunda
kalıyor. En basitinden yardım işi yapmayı
hedefleyen bir dernek bile, yardımın nasıl
toplanacağı, nasıl dağıtılacağı, mevcut usullerin geliştirilmesi, yenilerinin keşfedilmesi
gibi meseleler üzerinde kafa yormak zorundadır. Türkiye’de teşkilatların (dernek ve
vakıfların) büyük eksikliklerinden birisi budur, Müslümanlar da bu konuda fazlaca eksiktir. Başka bir teşkilatın (derneğin) yaptıklarını tekrarlamaktan başka bir şey yapamayacak olanlar, yeni bir teşkilat (mesela dernek) kurma sebeplerini açıklayamazlar. Açıklayamadıkları için de zihinlerinde zehirli düşünceler mayalanır, “diğer teşkilatların dürüst
olmadıkları” gibi… Fikir üretemeyenler, dedikodu yapmaktan başka bir şeye güç yetiremezler.
Teşkilatların hayatı inşa edebilmesi
için önce bir fikrinin olması gerekir. Genel
olarak fikir sahibi olmaktan bahsetmiyoruz,
özel olarak hayatın herhangi bir alanında,
tatbik edilebilir bir fikir sahibi olmak gerekir.
Umumi olarak herkes Müslüman olduğu için
fikir ihtiyacı hissetmiyor, hoyrat ve dikkatsiz
şekilde sahaya giriyorlar. Oysa herhangi bir
konuda, büyük veya küçük bir fikir olmalı,
teşkilat bu fikir üzerine kurulmalı, bu fikrin
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
49
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
Dördüncü Fasıl
MEDENİYET AKADEMİSİ ETRAFINDA MÜZİK KÜLLİYESİ -2Metin Acıpayam
-Müzik Encümeni ve Müzik Külliyesi
TalimatıÜçüncü Fasıl
Müdür ve Yardımcılarının Vazifeleri
1.Madde: Külliye idarecileri (Müdür
ve yardımcıları) umumi sevk ve idareden
birinci derecede sorumludur. Memurların ve
müstahdemlerin vazifelerini sıhhatli şekilde
icra etmeleri hususunda çalışacaklar, düzen
ve intizamı sağlayacak tedbirler alarak, külliyenin umumi durumuyla sürekli alakadar
olarak, talebelerin derslerinde ilerlemeleri
hususunda gerekli malzemeyi temin ettirerek
aylık iki defa olmak kaydıyla toplantı düzenini sağlayacak ve her toplantıdan sonra ay
başında toplanan bilgileri ve yapılan faaliyetler hakkında Külliye Müzik Encümen Başkanlığı’na göndermek vazifeleridir.
Talebeler Hakkında
1.Madde: Külliyeye kayıt yaptıran talebelerin müziğe olan kabiliyeti, musikiyi
zevk- selim noktasında görmeleri hususunda
kemal-i ehemmiyetle dikkate alınarak bu
konuya özellikle önem verilecektir.
2.Madde: Müzik talebesi iki kısım
olup, birincisi musikiye aşinası olanlar, diğeri
ise musikiye yeni başlayanlar. Bunlardan
musikiye aşina olanların tedrisatı encümen
huzurunda imtihan ile ehliyet ve liyakat derecelerine göre kendilerine uygun bir sınıfa
kaydedilirler ve bunlar için ayrı ders saatleri
uygulanır.
3.Madde: Talebelerin mizaç hususiyetleri gözönünde bulundurularak tedrisata
devam edilir.
4.Madde: Derslere zamanında gelmek
mecburidir, derse üstüste üç defa zamanında
gelmeyen talebe o dersten mahrum edilir.
2.Madde: Külliye idarecileri; kütüphane ve müze ile alakalı ders gereçlerinin
güzel bir şekilde korunup korunmadığını
teftiş ederek, bunun temini ile alakalı tedbirler alır. Müessese içinde vazife ihmalkârlığı
hiçbir şekilde affedilemez. Vazifesini savsak
ve maleyani şekilde ihmal eden memur ve
müstahdemler hakkında cezai müeyyide uygulanmasını müdür yardımcıları düzenler, bu
cezaların onayı için Müzik Encümen Başkanlığı’na bildirilir.
5.Madde: Umumi edeb kaidelerine
uymayan hareketler özür ve bahane kabul
edilmeksizin söz konusu talebe hakkında
Encümen Başkanlığının tasvibiyle kayıt silinilerek talebeye bildirilir.
3.Madde: Öğretici ve talebelerin devam cetvelleri günlük olarak tanzim edilerek
Müzik Encümen Başkanlığı’na gönderilir, bu
vazifeyi müdür yardımcıları görür.
tir.
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
6.Madde: Külliye dahilinde kaydı
olan hiçbir talebe kaydı devam ettiği sürece
hiçbir yerde ücret karşılığında hizmet veremez.
Not: Bu yazı serimiz devam edecek-
İletişim: [email protected]
50
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
RİYASET - TEŞKİLAT - MENSUBİYET
Abdullah Tatlı
*Teşkilat ve liderlik
Teşkilat ile liderlik arasındaki münasebet yanlış anlaşılır, aslında bunlar özü itibariyle çatışır, normal ve doğru olan teşkilatta liderliğin olmamasıdır, ne var ki bunun
tam aksi kanaat yaygındır. Liderlik, yönetilme ihtiyacından doğar, bu cihetiyle de halk
için söz konusudur. Teşkilat, yönetilme ihtiyacı içinde olan insanlardan teşekkül etmez,
bilakis kendi kendini yönetebilen insanlardan
teşekkül eder. Teşkilat kadrolarının hem yönetebilme hem de yönetilebilme maharetine
sahip olması, yönetilme ihtiyacından kaynaklanmaz, sadece teşkilatın idare uzvunun bulunması, faaliyetinin nizami çerçevede gerçekleştirilmesi gibi şartlara tekabül eder.
Teşkilat, her mensubunun elindeki
enstrümanla musiki eserini kendi kendine
çalabilecek maharet ve seviyede olan orkestradaki “şef” ihtiyacı gibi bir idare heyetine ve
başkana ihtiyaç duyar. Teşkilat başkanı ile
liderlik başka şeydir, orkestra şefinin zaman
ayarını yapması gibi, başkan da faaliyetin
nizami çerçevede gerçekleşmesini takip ve
murakabe eder. Teşkilat mensuplarının ne
yapacağını bilmediğini, başkandan emir beklediğini düşündüğümüz andan itibaren teşkilattan bahsetmiyoruz demektir. Emir bekleyebilir ama bu durum “ne yapacağını bilmemek” derekesine kadar düşmekten değil, faaliyetin nizami altyapısının temini içindir.
Bir teşkilatın, teşkilatlanma seviyesini
tespit edebileceğimiz ölçülerden birisi, liderliğe ihtiyaç duyma nispetidir. Teşkilatın liderlik ihtiyacı sıfıra inmişse veya liderliğe
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
hiçbir zaman ihtiyaç hissetmemişse, o teşkilatın notu zirvededir.
Birinci husus, bir teşkilatın kadrosu
ve mensuplarının seviyesi yükseldikçe liderlik ihtiyacı azalır, aksi ihtimalde liderlik ihtiyacı artar. İkinci husus, bir teşkilatın teşkilat
örgüsünün liderlik için ayırdığı alanın genişliği veya darlığı o teşkilatın kalitesini gösterir, liderlik için geniş bir alan ayırmışsa teşkilatlanamamış demektir, liderlik için ne kadar
küçük yer ayırmışsa (ideali hiç yer ayırmamasıdır) teşkilat kalitesi o kadar yüksektir.
Mesele teşkilatın lidere sahip olup
olmaması değil, lidere ihtiyaç duyup duymamasıdır. Teşkilatın lider (hatta liderler)
yetiştirmesi kalitesini artırır ama o lidere
ihtiyaç duyarsa kalitesi azalır. İyi bir teşkilat,
hedeflerini gerçekleştirmek için halka liderler
sunmalıdır, halka lider sunamayan teşkilatın
büyüme istidadı zayıftır. Halkın liderlere
ihtiyaç duyması teşkilatta da gerçekleştiğinde, teşkilattan değil, bir araya gelmiş halk
kalabalığından bahsediyoruz demektir.
Liderlik ihtiyacı, kendine itimatsızlıktan kaynaklanır. Bu özellik halka aittir. Bir
teşkilatın mensupları içinde lidere ihtiyaç
duyanlar olabilir ama öncelikle yönetici kadronun lidere ihtiyaç duyması zafiyettir. Mensuplarının içinde de lidere ihtiyaç duymayacak kadar kendine güvenen (ama güvenmenin ruhi ve akli altyapısına sahip olan) insan
sayısı arttıkça teşkilatın kalitesi artar.
Teşkilatlılık hali, insanın kendine güvensizliğini gidermelidir. Bir teşkilat, mensuplarındaki güvensizlik hissini ortadan kaldıramıyorsa zaten problemlidir. İnsanların
kendilerine güvenmelerinin sebebi teşkilatlılık hali değil de, liderlik ise, o teşkilat maksadına ulaşamamıştır.
51
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
Teşkilat şahsiyet sahibi insanlarla kurulmalı, kurulduktan sonra da şahsiyet sahibi
insanlar yetiştirmelidir. Şahsiyet sahibi insanların lider ihtiyacı yoktur.
Teşkilatın lidere ihtiyacı yoktur, liderin teşkilata ihtiyacı vardır. Liderlik, teşkilatsız olmaz, teşkilatsız lider, ordusu olmayan
komutan gibidir.
*Teşkilat ve mensubiyet
Teşkilat, şahsiyet, mensubiyet meseleleri, sığ teşkilatlarda ve sığ teşkilat fikrinde
tezat teşkil eder ve bir araya gelmez. Teşkilat
ile mensubiyet birbirinin “mütemmim cüzü”dür ama teşkilat ve mensubiyet meselesine şahsiyeti eklediğimizde konu giriftleşir.
Şahsiyet, ferdiyetin tamamlanması, yalnız
başına varoluşun gerçekleştirilmesi şeklinde
anlaşılır, bu anlayış özü itibariyle doğrudur.
Ne var ki ferdiyet, cemiyet ile irtibatını koparmış değildir, böyle anlaşıldığında doğru
olduğunu düşündüğümüz tarifi tekzip etmek
gerekir.
Şahsiyet, tefekkür kudret ve maharetine sahip olmaktır. Bu hususiyet, emirle hareket etmek, kendi düşüncesine aykırı hareketlere katılmamak şeklinde anlaşılır. Oysa
teşkilat, müşterek karar, müşterek hareket
demektir. Şahsiyet sahibi bir insan, teşkilatta,
herhangi bir konu müşavere ve müzakere
edilirken, kendi düşüncesinin dışında bir karar alınması halinde, o karara uymamayı, akıl
ve şahsiyet meselesi haline getirdiğinde, teşkilatın ne olduğunu anlamamış demektir.
Ferdi tefekkür ile içtimai (veya teşkilatlı)
tefekkür arasında bir fark olmak gerekir.
Teşkilat, içtimai akıl olduğuna, olması gerektiğine göre, teşkilatta alınan karar, tüm mensupların düşüncelerini ihtiva etmeyebilir,
onların üzerinde (bazen dışında) kararlar alabilir. Teşkilat mensubu ve şahsiyet sahibi bir
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
insan, kendi fikrinde ve kararında ısrar ettiğinde, teşkilatlılık hali sona ermiş demektir.
Teşkilatın aldığı karar, teşkilat mensuplarının iştirakiyle oluşan aklın verimidir.
Müşterek karar, mensupların akıl seviyesi
ortalamasını gösterir. İçlerinde yüksek zeka,
derin akıl, keskin idrak, kuvvetli tecrübe sahibi insanlar olabilir, böyle durumlarda teşkilat mensuplarını o şahsın beyanlarına, fikirlerine, kararlarına itibar ve ittiba etmelerinde
tabii ki fayda var. Ama bu kişiler, kendine
ittiba edilmediği için teşkilatı terk edemez,
teşkilat mensuplarının akıl ortalamasıyla
meydana gelen karara ittiba etmekten imtina
edemez.
Teşkilatta bazen yanlış karar da alınabilir buna rağmen teşkilatlılık halinin devam
etmesi gerekir. Teşkilatın yanlış ve bozuk
düşünceler tarafından işgal edilmesi başka bir
şeydir, bazen yanlış kararlar alınması başka
bir şey… Bir teşkilat mensubunun, teşkilatın
aldığı yanlış kararın tatbikatına iştirak etmesi
nasıl talep edilir, bu durum nasıl izah edilir?
Bu sorunun cevabı, Uhud gazası müzakerelerinde mevcuttur. Fahri Kainat Aleyhisselatü
Vesselam Efendimiz, Uhud gazası öncesi
müzakere meclisinde (Mescid-i Nebevi’de),
kendi reyinin aksine rey ileri sürüldüğünü, o
reyin de taraftarlarının kafi derecede çok
olduğunu görünce, ashabının (yani ümmetin)
reyine ittiba ediyor. Bir kararın yanlış olduğunu, Fahri Kainat Aleyhisselatü Vesselam
Efendimizden daha iyi anlayacak yeryüzünde
başka bir insan yaşamamıştır, buna rağmen
çoğunluğun reyine ittiba etmesi, teşkilat, teşkilatlılık hali ve sevk ve idare bahislerinde
“ölçü” vazetmektir. Hemen hatırlatmak gerekir ki, bu tür hadise, din ile ilgili bir vakıada
hiç cereyan etmemiştir, Uhud Gazası müzakeresinde istişare edilen husus, stratejik bir
konudur, “düşman ordusuyla açık alanda mı
karşılaşalım yoksa Medine’de kalıp müdafaa
52
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
savaşı mı yapalım?” sorusuna cevap aranıyor. Bu soru, “mubahlar” alanındaki bir meseleye karşılık geldiği için Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam, çoğunluğun kararına
ittiba etmiştir. Dini bir meselede zaten O’nun
olduğu yerde kimsenin söz hakkı yoktur.
Uhud muharebesindeki malum netice
husule geldikten sonra da, Fahri Kainat
Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz, kimseye
kahretmemiş, onları mesul tutmamış, teşkilatın, teşkilatlılık halinin, sevk ve idare bahsinin temel ölçü ve ehemmiyetini göstermiştir.
Yüksek zeka ve hacimli akıl sahiplerinin teşkilatta istihdam edilmesinin zorluğu
malum. Mensuplardan daha derin ve geniş
düşünme istidat ve mahareti olan bir kişinin,
orta zeka ve normal akıl seviyesine sahip
teşkilat mensuplarının kararlarına ittiba etmesinin istenmesi, bu insanların kalbi ve
zihni evrenlerinde fırtınalar koparır. Doğru
olan bu insanların teşkilatta hak ettikleri
mevkide bulunmalarıdır ama bu mümkün
olmadığında dağıtıp yıkmak gerekmez.
Bu günün dünyasında herkes her şeyi
bildiği iddiasındadır. Bu durum çok tatsız bir
iklim oluşturuyor. Bir insanın anlamadığı
açık olan bir hususta iddialar savurması ve
kendisine ittiba edilmesini talep etmesi, çok
çirkin, çok iğrenç bir tavırdır ve asla tahammül sınırları içinde değildir. Bu türden güdük
akıl sahiplerinin çoğaldığı bir vasatta, teşkilatlanma ile ilgili hangi ölçüyü koyarsanız
koyun, asla müspet neticeler vermez.
Yağ gibi ele gelmeyen ama mütemadiyen üste çıkan kişilik tipleri (şahsiyet değil)
ile dolu cemiyette, bir teşkilat mayası çalmak, göle yoğurt çalmaktan daha iddialıdır.
Tabii ki bu durumun farkındayız, buna rağmen bir şeyler yapmak gerekiyorsa, ki gere-
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
kiyor, duruma uygun fikir üretmeye çalışıyoruz.
*Teşkilatın sevk ve idare mahareti
Teşkilatın sevk ve idare mahareti, idare edenlerin “idare etme özelliği”, idare edilenlerin de “idare edilebilir” olma özelliğidir.
Sevk ve idare işinin sadece idarecilerle ilgili
olduğu zannedilir, oysa idare edenlerin “idare
etme” mahareti kadar, idare edilenlerin de
“idare edilebilirlik” özelliğine bağlıdır. İdare
edilebilirlik özelliği sıfır olan üyeleri, dünyanın en mahir idarecileri bile sevk ve idare
edemez. Tabii ki insanların idare edilebilirlik
özellikleri sıfırda değildir, az çok her insan
idare edilebilirlik özelliğine sahiptir fakat
unutulmamalıdır ki idare edilenlerin içinde
problem çıkarmak isteyenler olduğunda, sevk
ve idare etme işi fevkalade zorlaşır.
Sevk ve idare etmek bir teşkilat ve
teşkilatlılık halidir, aynı şekilde idare edilebilirlik özelliği de teşkilat ve teşkilatlılık halidir. Teşkilatın ilk işi sevk ve idare maharetine sahip olanları idareci yapmaksa eğer ikinci işi de diğer üyelerini idare edilebilirlik
özellikleriyle teçhiz etmektir. İdare edenlerle
idare edilenlerin karşılıklı özellikleri aynı
zamanda gerçekleşmezse, teşkilat kurulamamış demektir, kurulmuşsa eğer idare edilemez olmuştur. Çünkü sevk ve idare, teşkilatın ta kendisidir, bu maharete sahip olmayan
kuruluş, teşkilat haline gelemez.
İdare etmek hakim olmak, idare edilmek ise mahkum olmak değildir. Hakimiyet
ile mahkumiyet, idare üzerinden izah edilmez. Bu sebeple “idare edilebilirlik özelliği”,
şahsiyetsizlik ifade etmez aksine yüksek bir
şahsiyetin muhtevasında bulunur.
Teşkilat, liderliğe bağlıysa idare seçkinleri oluşur. Teşkilatın iyisi, liderliğe ihtiyaç duymaz. Teşkilatın liderliğe ihtiyaç
53
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
duyması ile hedeflerine ulaşmak için halk
nezdinde lidere ihtiyaç duyması farklı konulardır. İyi teşkilat, liderliğe ihtiyaç duymaz
ama halk için tesirli bir liderlik çıkarabilir,
çıkarmak isteyebilir. Halk için çıkardığı lidere, halkın teveccüh göstermesinden dolayı da
mahkum olmaz, olmamalıdır.
Liderliğe bağlı olsun veya olmasın,
idareci seçkin sınıfın oluşması, tabiatı gereği
problemlidir. İdare maharetine sahip olanlar,
liyakat ve ehliyet gereği idareci yapılmalıdırlar ama asla sınıf haline getirilmemelidir.
Sınıf haline getirilmemesi için de, ne kadar
iyi idareci olursa olsun, bazen idare edilenler
safında bulunmalı, bulundurulmalıdır. İdare
edilenler safında mesuliyetlerini yerine getirmeyen, getiremeyen, getirmekten imtina
edenler, idareci yapılmamalıdır.
İyi teşkilatın kadroları, hem idare
edebilirlik hem de idare edilebilirlik özelliklerine sahiptir. Her iki özelliğe birden sahip
olan kadrolar, dünya tarihinde nadir görülmüştür, zirvesi ise sahabe-i kiramdır. Fahri
Kainat Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin,
ordu teşkil ederken, bazen sahabenin mümtaz
şahsiyetlerinden birini değil de, mesela Hz.
Usame’yi (RA) kumandan tayin etmesi dikkat çekicidir. On sekiz yaşlarında olan Hz.
Usame (RA), içinde Hz. Ebubekir (RA), Hz.
Ömer (RA) gibi sahabenin güzidelerinin bulunduğu orduya kumandan tayin edilmiştir.
Hz. Halid Bin Velid (RA) gibi bir kumanda
dehasının da içlerinde bulunduğu orduya,
tecrübesiz ve genç birini tayin etmesinin mühim sebep ve hikmetlerinden birisi de, sahabe
kadrosunun hem idare edebilir hem de idare
edilebilirlik hususiyetlerine sahip olması için
yapılan bir tedrisat değil midir? O orduda
nefer olarak bulunan Hz. Halid Bin Velid
(RA), hem idare edebilir hem de idare edilebilir özelliklere sahipse, zaten o ordunun aynı
zamanda kumandanı değil midir? Hz. Usame
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
(RA), hem idare edebilir hem de idare edilebilir bir şahsiyet ise, emrinde bulunan kumanda dehası Hz. Halid Bin Velid’e (RA)
fikrini sormadan orduya kumanda eder mi?
Sahabe-i Kiram, cemiyet kadrosu olarak tek misaldir. Zaten onların müderrisi de
Hz. Resul-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselam
Efendimizdir. Cemiyet teşkili için fertlerde
hangi hususiyetlerin lazım olduğu merak
edildiğinde cevap, Sahabe efendilerimizdir.
Sahabe-i Kiram’ın gözden kaçan en mühim
hususiyetlerinden biri ise, idare edebilirlik
özelliği ile idare edilebilirlik özelliğini şahsında cem etmesidir.
Bir teşkilatın seviyesi, üyeleri (kadroları) arasında idare edebilir özellikte çok sayıda insan olmasıyla ölçülür. İdare heyetini
teşkil edecek sayıdan çok daha fazla sayıda
kadrosu olan teşkilat, iyi teşkilattır. İdare
heyetini oluşturacak kadar idare maharetine
sahip kadrosu olan teşkilat, zayıf teşkilattır, o
kadro imha edildiğinde veya eceliyle öldüğünde yıkılır. İdare heyetinden çok daha fazla sayıda idare maharetine sahip kadroya
sahip olan teşkilatın ayakta kalabilmesinin
tek yolu ise, kadrolarının hem idare edebilir
hem de idare edilebilir olmasıdır.
Teşkilatlarda sevk ve idare maharetine sahip kadro sayısı arttıkça bölünmeler
başlıyor. Lider çapında insanları istihdam
edebilen teşkilatlar kurulamıyor. Her lider
çapındaki adam ayrılıyor ve başka bir teşkilat
kuruyor. Böylece her teşkilat zayıf, dayanıksız, kifayetsiz hale geliyor. Bu problemlerin
sebebi ise kadroların hem idare edebilir hem
de idare edilebilir olmamasındandır.
Teşkilatın bünyesi idare edilebilir şekilde kurulmalıdır. Bir teşkilat için idare edilebilirlik fevkalade mühimdir, idare edilemeyen teşkilat, ruhu alınmış ceset gibidir.
54
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
Teşkilatın birimleri kurulurken dikkat
edilecek önemli birkaç husustan birisi de,
idare edilebilirlik özelliğidir. Herhangi bir
birimin teşkilat bünyesinde bulunduğu yer,
idare edilebilir olmalıdır. Teşkilat içinde kurulacak bir uzuv (organ) teşkilatın toplam
bünyesi içinde idare edilebilir şekilde kurulmazsa, ihtiyaç karşılayan, problem çözen bir
mahiyet kazanmak yerine problem çıkaran,
teşkilata yük olan atıl bir uzuv haline gelir.
İletişim: [email protected]
55
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
TEŞKİLATIN BÜYÜME İSTİDADI
İlyas Taşkale
Teşkilatı inşa eden tohum, fikirdir.
Fikir, fiili dünyaya çıkarak teşkilatın bünyesini inşa eder. Teşkilatın bünyesi de yeniden
tohumlar (fikirler) üretir.
Teşkilatların büyüme istidadı, önce
tohumunda, sonra bünyesinde, sonra teşkilatlanma tarz ve şekillerinde ve nihayet dil ve
üslubunda aranır.
Teşkilatın tohumu, fikridir. Teşkilatın
temelindeki fikir, ne kadar insanı muhatap
alma imkanına sahipse, teşkilatın tabii sınırı
odur. Mesela doktorları hedefleyen bir meslek kuruluşunun en fazla büyüme istidadı,
ülkedeki doktor sayısıdır. İslami teşkilatlanmalarda, belli bir anlayışı muhatap alıyorsa
büyüme istidadı, o anlayış çapındadır. Mesela sadece başörtülüleri muhatap alan bir teşkilattan bahsettiğimizde büyüme istidadı o
sınırda kalır, ila ahir.
Teşkilatın büyüme istidadına sahip
olup olmamasından önce, büyüme ihtiyacı
olup olmadığını tespit etmek gerekir. Bazı
teşkilatlar büyümek için kurulmazlar, belli
bir vazifeleri, hedefleri vardır, o vazifeyi
yapabilecek büyüklük kafidir, bunları büyütmeye çalışmak yıkıcı tesir yapar.
Bazı teşkilatların büyümesi gerekir
fakat her teşkilatta olduğu gibi “büyüklüğünü” tayin eden hedefidir. Hedefe ulaşmak
için kafi büyüklüğe ulaşan teşkilatların hala
büyüme çabasında olması, büyümesini değil
yıkılmasını sağlar. Beş kişinin yapacağı işi
on kişiye vermek, çok zaman sevk ve idare
problemleri doğurur, fazla kişinin istihdam
edilmesi işin daha hızlı ve kolay yapılmasını
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
değil, karışıklığı ve işin yavaşlamasını sağlayabilir. Bu durum, teşkilatlanma meselesinde
ciddi bir problemdir ve yaygın şekilde yaşanmaktadır.
Her teşkilatın, temelindeki fikir ve
hedef, kullanılan dil ve üslup, hitap alanındaki insan çeşidi ve sayısı onun büyüklüğünü,
dolayısıyla büyüme istidat ve imkanını oluşturur. Muhakkak ki her teşkilatın bir tabii
sınırı var. Hiçbir teşkilat sınırsız sürede, sınırsız hacimde büyümeye devam edemez.
Bünyesinin tabii sınırı mutlaka bilinmeli, o
sınıra ulaştığında büyüme çabası durdurulmalı, derinleşme ve çelikleşmeye yönelmelidir. Özellikle cemaatlerin ciddi bir kısmı bu
problemi yaşıyor, tüm cemaati bir teşkilat
içinde (mesela vakıf veya dernek) muhafaza
etmeye çalışıyor. Olmaz, yürütülemez, gerçekleştirilemez. Bunun sebebi liderliğinin
tasarrufu elinden kaçırma endişesi olabilir
fakat bu endişe teşkilatlanma zafiyeti oluşturmaktadır.
Liderlik, birden çok teşkilatı aynı zamanda idare edebilme maharetini taşımalıdır.
Sadece bir teşkilatı idare edebilecek bir liderlik, o teşkilata ve o teşkilatın tabii sınırına
mahkum olur. Teşkilata mensup insanlara
hakim olduğunu zannederken, aslında teşkilatın oluşturduğu hacim tarafından zapt altına
alınmış, mahkum edilmiştir. Liderlik aslında
mahkum olmaz fakat mahkum olduğunu,
olmaya doğru gittiğini göremeyen bir idare
ve başkan, asla lider olamaz.
Türkiye’de kurulan teşkilatlar hacim
ve hitap kitlesi muhasebesi yapmaz. Fikir
(aslında fikir de yok da) ve hedef hesabı yapar, hacim (tabii sınır) ve hitap kitlesi muhasebesi yapılmadan hedef hesabı yapmak,
teşkilat anlayışı ile telif edilemez. Teşkilatın
hacim hesabı yapılmadığında, hasbelkader
gelişmeler iyi gider de mensupları çoğalırsa,
56
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
bir müddet sonra bölünme mukadder hale
gelir, bu durumun ülkemizde sayısız misali
var. Cemaatlerin kendi içinde bölünmelerinin
sebeplerinden biri de, hacim hesabı yapılmadığından dolayıdır. Teşkilat, bünyesi itibariyle taşıyamayacağı kadar insanı içine almaya
çalıştığında sıkışıyor, bu sıkışıklık problem
üretiyor. Teşkilat yoğunluğunun kıvamında
olması şarttır, yoğunluk gereğinden fazla
olduğunda sıkışıyor, gereğinden az olduğunda seyrekleşiyor. Sıkıştığında patlama, seyrekleştiğinde dağılma meydana geliyor.
Yoğunluğu artmış ve sıkışmış teşkilatlardaki problemlerin birçoğu aslında sıkışmaktan kaynaklanıyor fakat bu durumu
bilmeyenler (teşkilat anlayışına sahip olmayanlar) problemlerin sebeplerini ve kaynaklarını başka yerde arıyorlar. Problemler tabii
olarak ihtilafları, ihtilaflar hizipleri, hizipler
de ayrışmaları tetikliyor. Cemaatlerin birçok
bölünme hadisesi aslında teşkilatların artmış
yoğunluklarını seyrekleştirmek içindir. Fakat
kimse bunu anlamıyor, ihtilafları olduğunu
vehmediyor, ihtilafların (ve problemlerin)
kaynağının sıkışmadan doğduğunu farketmiyor ve bölünüyor. Bölündüğünde rahatlıyor
çünkü teşkilatın yoğunluğu normale dönüyor.
Tabii sınırlarına ulaşan, hacmini belli
bir yoğunlukta dolduran teşkilatların önünde
iki yol var; birisi yeni bir gurup (cemaat)
doğurmak, diğeri teşkilat doğurmak… Yeni
bir cemaat doğurmak bölünmektir, yeni bir
teşkilat doğurmak ise büyümektir. Meselenin
kritik noktası burası… Büyümek, tek teşkilatın hacminin büyümesi şeklinde anlaşılıyor,
bu yanlış, büyüme yeni teşkilatlar kurmak
şeklinde de olur. Tek teşkilatta ısrar, ciddi
problemlerin ana rahmidir.
Teşkilat fikrin manivelasıdır. Tek teşkilatta ısrar sıhhatsizdir, asıl olan fikirdir.
Tek teşkilatta ısrar, niyetle ilgili, idare et10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
mekle ilgili, teşkilat anlayışı ile ilgili problemlere işaret eder. Teşkilat anlayışı doğru ve
sıhhatli, niyeti saf ve samimi, idare mahareti
güçlü olan insanlar (liderlikler), teşkilat sayısını ve çeşidini artırmaktan imtina etmezler.
Özellikle teşkilat çeşidini artırmak fevkalade
zaruretlerdendir, zira hayatın çeşitliliği tek
teşkilat çeşidi ile çalışmaya manidir. Mesela
infak (yardım) teşkilatları ile ticari teşkilatları
(şirketleri) aynı teşkilat yapısı içinde tutmak
problemlidir. Hayattaki birçok faaliyet alanı
bir arada bulunamamak gibi özelliğe sahiptir,
birbiriyle imtizacı kabil olmayan faaliyetleri
aynı teşkilat bünyesinde sürdürmeye çalışmak, teşkilatı büyütmek değil, dağıtmak ve
yıkmak için yığınak yapmaktır.
Teşkilat, temelindeki kurucu düşünceden başlayarak tüm unsurlarıyla büyüme
istidadını muhtevasında barındırmalıdır. Temelindeki düşünce, faaliyet alanı, hitap kitlesi, hedefi, kullanacağı malzeme ve vasıtalar
ila ahir… Bunların hepsi ya büyüme istidadını taşır veya büyümeye mani olur.
Küçük veya sığ düşüncelerle kurulan
teşkilatların büyüme istidadı yoktur. Fikrin
hacmi ve ufku, teşkilatın büyüme istidadının
nazari çerçevesidir. Orta zekaların kurduğu
ve idare ettiği teşkilatların büyümesi beklenmez, bunların hedefleri (ufukları değil) ne
kadar büyük olursa olsun teşkilat kadük kalır.
Teşkilatı kuran ve idare edenlerin
ufukları, tabii olarak hedeflerini gösterir.
Hedefin, ufuktan bağımsız olarak büyük olması bir mana ifade etmez, kurucu ve yönetici kadroların ufukları, teşkilatın tabii sınırıdır. Kurucu kadronun hedefinin dünya devleti olması halinde bile, ufku dar ise o ufuk
içinde kalacağı, bazı imkanlar elde etse bile
büyüme istidadına sahip olamayacağı vakadır. Kurucu ve yönetici kadronun ufku dışında bir hedef tayini, hayalperestliktir. Zaten
57
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
hayal, düşünce ufkunun ötesine geçen zihni
faaliyettir.
Büyük düşünmek, büyük hedef edinmekle olmaz. Büyük düşünmek, büyük ufuk
sahibi olmak ve o ufuk içinde faaliyet gösterebilecek bir akıl bünyesine sahip olmakla
kabildir. Nazari olarak büyük hedefler edinmek, dar ufuklar için komik ve ütopiktir.
Umumiyetle de istismar ve dolandırıcılık
yapmak için ortaya çıkar.
Faaliyet alanı, teşkilatın büyüme istidadını tayin eden hususlardandır. Herhangi
bir sivil alanda kurulan teşkilat, devleti hedef
alamaz, devlet kurmayı düşünemez. Siyasi
sahada teşkilatlanmadan devlet kurma hedefine yönelenler, ne kadar büyürse büyüsün,
ne kadar güçlenirse güçlensin, yarış pistinde
koşmadığı için en hızlı koşan yarışçı olsa da
birinciliği kazanamayanların durumuna benzer. Yarış pistinin dışında ve ona paralel olarak koşan birinin, en hızlı koşması halinde
bile madalya alamayacağı misalinde olduğu
gibi, her alanın kendi tabii hedefleri olduğu,
bu hedeflerin dışında bir hedef tayininin boşa
çıkacağı bilinmelidir.
Sosyal hareketlerin siyasi harekete
tahvil edildiğine ve siyasi neticeler elde ettiğine dair tarihte misaller var. Fakat bu misallerin iki özelliğini unutmamak gerekir. Birincisi siyasi saha boşalır ve sosyal saha siyasi
sahayı doldurma imkan ve fırsatını kazanır,
ikincisi ise sosyal hareketleri siyasi harekete
hızlıca tahvil edecek maharet sahibi liderlikler bulunur. Bu iki şart birlikte veya ayrı ayrı
yoksa yanlış kulvarda koşmaya benzer bir
durum meydana çıkar ve hedefe ulaşılması
mümkün olmaz.
Büyüme istidadının en mühim unsuru, teşkilatın dikey boyutudur, dikey teşkilatlanma maharetine sahip olmayan kadrolar ve
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
teşkilatlanma tarzı, sürekli genişleyeceği için
mutlaka dağılır. Teşkilatın genişleme hızına
paralel bir derinleşme hızı olmalı, büyüme iki
istikamette aynı zamanda gerçekleşmelidir.
Sadece genişleyen teşkilatlar büyüyormuş
gibi görünür ama aslında dağılıyordur. Yatay
bağlar ve mensubiyetler bir teşkilatı ayakta
tutmaya asla kafi gelmez. Teşkilatın gücünü
oluşturan, sağlamlığını üreten, dayanıklılığını
artıran hususiyeti, yatay (genişlik) bağları
değil, dikey (derinlik) örgüsüdür. Dikey boyutu olmayan bir teşkilat, bir milyon mensuba ulaşsa, bin kişilik güce ulaşmış olmaz.
Oysa dikey boyutu sağlam olan bir teşkilat,
bin kişilik on bin kişilik mensuba ulaşsa, bir
milyonluk güç sahibi olur.
Teşkilatın üye sayısının artmasını büyüme zannedenler, teşkilattan anlamayan,
sadece kelle sayan akıl garibanlarıdır. Derinlik boyutu sıfır olan bir teşkilatta, bırakın
binlerce, on binlerce insanı sevk ve idare
etmeyi, on kişilik insan gurubunu idare etmek imkansızlaşıyor. Bir derneğin resmi
organlarını oluşturmak için lazım olan yaklaşık yirmi civarındaki insanın, daha üye bile
yapmaya başlamadan ihtilaflara boğulması,
karar alamaması, kerhen alınan kararların
tatbik edilememesi, birçok sebeple birlikte
teşkilatın dikey boyutunun olmamasından
kaynaklanır.
Teşkilatın büyüme istidadı birçok meseleye bağlıdır. Büyüme istidadı olmayan
teşkilatların kalabalıklaşması, büyüme zannedildiği için bu konu ile ilgilenen yok. Veya
bir teşkilatın neden üye sayısını artıramadığı
sorusunu soranlar, aslında büyüme istidadı
olup olmadığı sorusunu soranlardır ama soruyu bile doğru soramadıkları için doğru cevabı bulma ihtimalleri yoktur.
İletişim: [email protected]
58
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
İSLAM’IN TEŞKİLATA VERDİĞİ
KIYMET
Selahattin Adanalı
Bir yapının iyi bir teşkilat olduğunu
gösteren birkaç alamet var. Teşkilat ile üyeler
arasındaki münasebet yoğunluğu, üyelerinin
ihtiyaçlarını karşılama ve problemlerini çözme hacmi, iş yapabilme mahareti ve fikri
tesir gücü.
İslam, teşkilatını kurmadan önce,
müminin kalbine nüfuz etmekle, en güçlü, en
yoğun, en yaygın teşkilatı kurabilmenin kalbi, zihni ve akli altyapısını inşa etmektedir.
İslam, hiçbir teşkilat kurmadan, mana olarak
bir kalbe nüfuz ettiğinde o kalbin sahibinin
tüm hayatını tanzim eder. Günlük periyotlarla baktığınızda beş vakit namaz kıldırmakta,
evde bir hücre oluşturmakta, işyerindeki hayatını tanzim etmekte, kısaca hayatın ruhi ve
fikri teşkilatını kurmaktadır. Hiçbir din ve
dünya görüşü, insanın hayatında, İslam kadar
yoğun şekilde yer alamaz. Her nefesinden
sorumlu olduğunu, her hareketinden hesaba
çekileceğini, her işini meşru ve usulüne uygun yapması gerektiğini kabul ettirebilen bir
hayat anlayışı yoktur, İslam’dan başka. Bu
çaptaki derinlik ve yoğunluk, dünya tarihinde
hiç görülmemiş bir teşkilat altyapısı oluşturur.
Müslümanların bu gün içinde bulundukları teşkilatsızlık haline bakınca, İslam’ı
anlamakta ve yaşamakta ne kadar sığ kaldıkları görülüyor. Böyle derin ve güçlü bir kalbi,
zihni ve ahlaki altyapı üzerine ciddi, etkili ve
büyük teşkilatlar kuramıyor olmaları izahsız
bir durumdur. Gayrimüslim birisi bile dışarıdan İslam’a bir saat baksa, ilk göreceği mana,
yoğun bir teşkilatlılık halidir. Çünkü İslam’ın
hangi hükmüne bakarsa baksın, birçoğunda
yoğun ve açık şekilde teşkilatlılık halini gö10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
rür, bazılarında ise beş on dakikalık bir zihni
gayretle “teşkilatlılık halini” anlar.
Müslümanlar İslam’a ne kadar yaklaşırlarsa o nispette teşkilatlılık haline yaklaşmakta, İslam’dan ne kadar uzaklaşırlarsa,
teşkilatlılık halinden o nispette uzaklaşmaktadır. İslam’ı anlamaktaki derinlik arttıkça
Müslüman şahsiyet, tabii olarak teşkilatlılık
haline kavuşmaktadır. Anlayışlardaki sığlık,
teşkilatlılık halinden uzaklaştırırken, ferdileşme sürecini de derinleştirmektedir. Öyleyse denklem tersinden de kurulabilir. Müslümanların teşkilatlılık hali arttıkça İslam’ı
anlama derinliği artar. Anlama kudreti tabii
ki akıl, zeka ve istidatlarla doğrudan ilgilidir.
Teşkilatlılık hali ne kadar artarsa artsın idrak
derinliği kişinin akıl, zeka ve istidatlarıyla
sınırlıdır. Fakat teşkilatlılık halinin artması,
en azından mesuliyet hissini ve hassasiyet
seviyesini yükseltir. Allah, bildiği ile amel
edene bilmediklerini öğrettiğine göre, hassasiyet ve mesuliyetin gelişmesiyle beraber,
akıl, zeka ve istidatların kifayetsizliğine rağmen misilsiz “ihsanlara” muhatap olunur.
Hiçbir teşkilata mensup olmayan bir
Müslüman, çok ciddi bir problemle karşı
karşıyadır. Dahil olacak uygun bir teşkilat
olmadığını düşünen her Müslüman en azından çevresindeki üç beş kişiyle küçük de olsa
bir teşkilat kurmak durumundadır. Teşkilatsızlık hali, asla izah edilemez.
Yıllarca beş vakit namaz kılıp da,
günde veya haftada birkaç defa gittiği camiyi
sadece secde mekanı olarak gören Müslüman, ciddi bir vakadır. İslam’ın hayattaki
yoğunluğundan bir teşkilat fikri üretememiş
(anlamamış) olan Müslüman, tüm zihni evrenini baştan sona gözden geçirmelidir.
Teşkilatlılık hali, medeniyettir. İslam,
teşkilatlılık halini zirveye çıkararak, yeryü-
59
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
zündeki en büyük medeniyeti kurma salahiyetinin münhasıran kendinde olduğunu ilan
eder. Müslümanlar, teşkilatlılık halini anlamamakla, çölde değil ama şehrin ortasında
bedevi bir hayat yaşamaktadır. Teşkilatsızlık
hali gayri medeni bir durumdur ve şehirde
(toplumda) tek başına yaşamaktır. Bedeviliğin tarifi, yalnız veya teşkilata ihtiyaç duyulmayacak kadar küçük guruplar halinde
yaşamaktır. Bu ne büyük tezat…
İletişim: [email protected]
60
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
TEŞKİLAT
ŞAHSİYET
VE
KURUCU
Fatih Mehmet Kaya
Süregelen ve süregiden yapılar içinde
bulunmak, onları yönetmek, işletmek, idare
etmek kolay. Teamüller, kurallar, adetler
içinde hayatı yaşamak, ciddi bir fikri çabayı
ve başarıyı gerektirmez. Normal zekaya sahip, normal bilgiye malik birisi, idareci de
olabilir, uzman personel de…
Mevcut yapıdan, halden, statüden, rejimden, devletten kısacası en küçüğünden en
büyüğüne kadar herhangi bir yerleşik sistemden çıkmak veya onu yıkmak, yerine yenisini
inşa etmek söz konusu olduğunda, ciddi hususiyetleri ve istidatları olan insanlar lazım.
En mühim hususiyet, “İnşa Fikri”ne sahip
olmaktır. İnşa fikrine sahip olmak ön şarttır
ama onu “kurucu şahsiyet” haline getirmeden
olmaz.
İhtilaller tarihi, başarılı ihtilalleri yazdığı için, başarısız olanlar görünmez. Dünya
siyaset tarihi, başarılı ihtilallerden çok fazla
sayıda başarısız ihtilal teşebbüslerinin ve
siyasi hareketlerin arşividir. İhtilalin başarılı
olduğu misallerin kahir ekseriyeti de, inşa
döneminde “maksattan” sapmıştır. Lazım
olan ihtilalci (yıkıcı) fikir ile beraber, inşa
fikrinin de olmasıdır. İnşa fikri, kurucu fikir… İnşa fikri yoksa ihtilalci olmak, serseri
olmanın diğer adıdır.
Büyük siyasi hareketler bir tarafa, hayatımızdaki günlük ihtiyaçlar için bile, kurucu fikir, kurucu şahsiyet gerekiyor. Küçücük
bir problemi, herhangi birinin çözmesi ile
kurucu şahsiyetin çözmesi arasındaki fark,
gevezelik yapmakla sistem kurmak arasındaki fark kadardır. Ne var ki günlük ihtiyaçlar
içinde bu farkı görmek, keskin bir idrak işi10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
dir. Çünkü küçük hadiselerdeki kurucu irade
farkı, derinlerdedir. Satıhta gezinen akıllar
(idrakler) bu farkı görmez.
Teşkilatçılığın temel özelliği, hayata
bakışındaki “sistem düşünce”sindedir. Sistem
çapında düşünmeyenlerin kuracağı, sevk ve
idare edeceği, devamını sağlayacağı teşkilatlar ancak “hobi” türünden alakaları cezbeder.
Sistem düşüncesine sahip olmadan kurucu
düşünceye sahip olmak kabil değildir. Küçük
teşkilatlar ve günlük ihtiyaçlar için sistem
düşüncesine lüzum olmadığına inananlar,
asla sistem düşüncesine ulaşamazlar. Dev
çınar ağacının tohumda gizli olduğuna dair
klasik misalin bile bertaraf edeceği sığ düşüncelerle vakit kaybetmemek gerek.
Birçok teşkilat nüvesi, sistem düşüncesine lüzum olmadığına inanan ve sistem
düşüncesinin yakınına bile yaklaşamayan
adamlar tarafından oluşturulmaya çalışıldığı
için ilerlemiyor, gelişmiyor, büyümüyor,
kuvvetlenmiyor. Tohum kısır olduğu için bir
türlü yeşermiyor. Ondan sonra başlıyorlar,
“dış güçler”, “rejimin güçleri” filan gibi bir
sürü mazeret aramaya…
Kurucu düşünce, mevcut durumun ne
olduğunu, şartlar ve imkanlar haritasını doğru teşhis etmekle başlar. Yıkılacak olan en
küçük yapının bile yerine ondan daha iyisini
inşa edebilmenin fikriyatını gerektirir. Hayatta hangi yapının üzerine yürünecekse, o yapının yerine inşa ve ikame edilecek en az
birkaç tane alternatif fikir ve proje üretilmiş
olmasıdır kurucu düşünce. “Hele yıkalım da
nasıl olsa bir şeyler yaparız” türünden düşünce serserilikleri, niyetinin ne olduğu hiç
önemli olmaksızın, yıkıcı düşüncelerdir.
Devlet kurmaktan bahsedenlerin,
“kervan yolda dizilir” lafına iltica etmesi
kadar ahmakça bir zihni organizasyon ola-
61
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
maz. Dernek kurmaktan aciz insanların devlet kurmaktan bahsetmesi, en hafif tabiriyle
komiktir. Kurucu şahsiyet, kurucu düşüncenin fikri gücüyle, mevcut hayatı değerlendiren, koridorlarını keşfeden, açıklarını fark
eden, nasıl nüfuz edileceğini derinliğine anlayan, halkın ihtiyaçları ile fikrin gerekleri
arasında paralellik kuran, müesseseyi halkın
en fazla ihtiyaç duyduğu alandan başlamak
üzere kurmaya başlayan insandır. Halkın
ihtiyaçlarını bile bilmeyen, sonrada halkı,
duyarsız, idraksiz, alakasız gibi vasıflarla
itham ederek nefsine mazeret üretenler, kurucu şahsiyet olamazlar. Mevcut durumda
halkın ihtiyaçlarını karşılayamayan, problemlerini çözemeyen, meseleleri ile ilgilenemeyenler, iktidar olduklarında sadece diktatör
oluyorlar.
Çözümü sadece iktidarda görenler,
çözüm yolunu namluda gören fikir nasipsizleridir. İktidar olmadan çözülebilecek problemler olmalı. İktidar olmadan çözüm fikrine
ve çözüm maharetine sahip olunduğu gösterilmeli. Zaten hiçbir halk, iktidar olmadan
bazı problemleri çözebildiğini ispatlayamayan kadrolara itibar etmemiştir. Milyonlarca
insanın, hiçbir ihtiyacını karşılamadan, hiçbir
problemini çözmeden bir araya getirilebileceğini düşünen kafalar, orijinal bir ahmaklık
çeşidini sergiliyorlar.
Kurucu düşünce, kurucu şahsiyet…
İşin sırrı burada… Kurucu düşünce inşa
edilmeden, kurucu şahsiyetler yetiştirilmeden
yapılabilecek bir şey yok. Bunlar olmadan
sadece mazeret üretiliyor.
İletişim: [email protected]
10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT
62
Download