TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ FİHRİST Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Haki Demir Takdim / Editör – 2 Genel Yayın Yönetmeni Metin Acıpayam Editör Adnan Köksöken Abonelik Yıllık abone: 80 TL Altı aylık abone: 40 TL İslam ve Teşkilat / Haki Demir – 3 Türkçülerin Meylettiği Müelliflerin Medeniyet Fikrindeki Arıza ve Farklılıklar Ahmet Doğan İlbey – 5 Rekabetten Uhuvvete Dönmek İçin Ali Yurtgezen – 9 Teşkilat Nedir? / İbrahim Sancak – 12 Halk İçin Devlet & Bir Suç Şebekesi Olarak Devlet / Atilla Fikri Ergun – 16 Hesap Numarası Metin Acıpayam PTT K.Maraş şubesi -11093404- Tabii Teşkilatlılık Hali / Nurettin Saraylı – 20 Mizanpaj Atilla Fikri Ergun Teşkilat ve Müessese Üzerine A. Bülent Civan – 23 Baskı Fikirteknesi Yayınevi Teşkilat ve Zeka / Ahmet Muhtar Turan – 25 İrtibat Tel: 0507 465 58 88 E-mail: [email protected] [email protected] Web sitesi: www.terkibveinsadergisi.com Twitter: twitter.com/terkibinsadergi Zafere Götüren Teşkilat Modeli Şevki Karabekiroğlu – 30 Ferd ve Teşkilat / Ebubekir Sıddık Karataş – 35 Cemaat ve Teşkilat / Faruk Adil – 39 Devletsizlik Fikri / Ömer Yılmaz – 42 İdare adresi İsmetpaşa mah. 9. Sk. Ergenekon İşhanı Kat:1 no:4 K.MARAŞ Nizam – Teşkilat – Devlet / Ahmet Selçuki – 45 ISSN: 2449 - 2999 Medeniyet Akademisi Etrafında Müzik Külliyesi -2- / Metin Acıpayam - 50 Teşkilat ve Hayat / Osman Gazneli – 48 ووو Riyaset – Teşkilat – Mensubiyet Abdullah Tatlı – 51 Teşkilatın Büyüme İstidadı / İlyas Taşkale – 56 İslam’ın Teşkilata Verdiği Kıymet Selahattin Adanalı – 59 Teşkilat ve Kurucu Şahsiyet Fatih Mehmet Kaya – 61-62 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT 1 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ TAKDİM Editör – Adnan Köksöken Teşkilat meselesi büyük dava… Ferdin talim ve terbiyesinden cemiyetin inşa ve tanzimine, devletin kuruluşundan nizamın tesis ve devamına, medeniyet tasavvurundan büyük terkibin inşa ve tatbikine kadar her meselede teşkilat var. Hayatın irtibat ve münasebet ağındaki en küçük düğüm bile bir teşkilat ve müesseseye ihtiyaç duyar. Teşkilat, nizamdır. Nizamın mefhumu muhalifi ise keşmekeş, modern dille kaostur. Nizam ile kaos arasındaki tercih tereddütsüz şekilde nizam lehinedir. Ne var ki nizamın ne olduğu, nasıl inşa edileceği, muhafazasının usulü anlamak ve ihtiyaç hasıl olduğunda tecdit etmeyi bilmek gerek. Nizam, o kadar girift ve o kadar çok bilinmeyenli bir denklemdir ki, kendini oluşturan parçalardan fazla bir mana ve kıymet ifade eder. Tüm hayatı kuşatacak bir nizam anlayış ve tatbikatına sahip olmak fevkalade zor. İslam’ın muhtevasındaki ilahi nizamı anlamak ise daha zor… Çok şükür ki bu zorlukları kolaylaştıran iki usul var; fikirde terkip, tatbikatta teşkilat… Zaten teşkilat, tatbikatın terkibidir, bu cihetle meseleye bakıldığında tek usul terkiptir. Öyleyse terkip, fikri ve fiili tezahürleri farklı olsa da nizamı ifade etmek için kullanılacak tek inşai mefhumdur. Dünya görüşü veya medeniyet tasavvuru, fikrin en üst seviyede teşkilatlanmış halidir. Müessese ise fikrin tatbikattaki teşkilatlanmış hali… Nereden bakılırsa bakılsın, mesele nihayetinde terkip ve teşkilata çıkar. İslam medeniyet tasavvuru, ilimlerin tasnifi, mevzu haritası gibi temel meseleler10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT den sonra teşkilat ve müessese bahsine gelmemiz kaçınılmazdı. Bir medeniyet tasavvurundan bahsediyorsanız muhakkak ki “inşa fikri” şarttır. İnşa fikrinden bahsetmeye başladığınız andan itibaren teşkilat ve müessese fikri zarurettir. Teşkilat ve müessese fikri, İslam’ın insan ve hayat ile irtibat ve münasebetini kuracak maniveladır. İslam, tüm ihtişamıyla ve bütün kaynaklarıyla ortada duruyor, mesele onu insan ve hayata tatbik etmek olduğuna göre, ihtiyaç listemizin ön sıralarında teşkilat ve müessese fikri kayıtlıdır. Kelime-i Şehadet getirerek oluş sürecini tamamladığını vehmedenlere değil sözümüz, sözümüz varoluş sürecinin bir ömür boyu süreceğini idrak eden istidat, hassasiyet ve cehd sahiplerinedir. Teşkilat ve müessese fikri, İslam medeniyet tasavvurunun kayda değer mütemmim cüzlerindendir. İslam medeniyet tasavvuru üzerinde, inşa ve teşkilat fikrine ihtiyaç hissetmeden çalışanlar, entelektüel gevezelikle meşgul olmaktadır. Medeniyet tasavvuru, muhakkak ki inşa edilmek için hazırlanan büyük terkiptir, öyleyse inşa ve teşkilat fikri zarurettir. Bu sayımızın konusu, İslam ve teşkilattır. Teşkilat ve müessese meselesi, medeniyet tasavvuru, inşa fikri ve medeniyet müesseseler çerçevesinde tetkik edilmektedir. Ümit ve duamız o ki, yazarlarımızın makaleleri ülkeye ve ümmete faydalı olsun İletişim: [email protected] 2 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ İSLAM VE TEŞKİLAT Haki Demir İslam’ın her hükmü teşkilata atıf yapar. Hiçbir din ve dünya görüşü İslam kadar teşkilat meselesini ciddiye almamıştır. Doğrudan veya dolaylı olarak içtimai gerçekliğe atıf yapmayan İslami ölçü yoktur. Her ibadet ferdi gerçeklik ile içtimai gerçekliği harmanlar, sadece birine ait ibadet bulmak mümkün olmaz. İçtimai gerçeklik, aynı zamanda teşkilat demektir. Bazı ibadetlerin ferdi gerçeklik kısmı ağır basar, bazılarının içtimai gerçeklik boyutu ağır basar ama hiçbir ibadet tek gerçeklik üzerine oturmaz. Çünkü İslam’ın insan telakkisi, ferd ile cemiyeti terkip eden veya ferdi ve cemiyeti insan telakkisinin iki tezahür mecrası olarak kabul eden bir muhtevaya sahiptir. İçtimai gerçeklik ve buna bağlı olarak teşkilatlılık hali anlaşılmadığında, İslami ölçülerin muhtevasındaki teşkilat anlayışına ulaşmak kabil olmaz. Vakit namazlarının ferdi olarak kılınabileceğini hükme bağlayan İslam, aynı zamanda cemaat ile kılınmasını, mescitte kılınmasını ısrarla teşvik ve tavsiye etmiştir. Cemaatle kılınması ile mescitte kılınması birbirinden farklıdır. Evde de cemaatle kılınabilir ama mescitte kılınması başka manalara da gelir. Cemaatle kılmayı tavsiye ederken, her hal ve şartta teşkilatlılık haline atıf yapar, mescitte kılınmasını tavsiye ederken, teşkilatlılık halini küçük cemaatlerden taşırıp cemiyet planına nakleder. Mescit ve camide Müslümanları bir araya getiren İslam, namaz kılıp geri dönün demez. O bir teşkilatlılık halidir, namazınızı bir arada kılın ki birbirinizden haberiniz olsun, birbirinizin dertleriyle ilgilenin… 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT Mescit, İslam’ın ilk müşahhas teşkilatıdır. İlk ve en önemli müşahhas teşkilatı, namaz ibadeti merkezinde kurması ise teşkilatın muhtevasını, şeklini, yoğunluğunu gösteren hikmetlerle doludur. Yeryüzünde üyeleri günde beş vakit bir araya gelen bir teşkilat yoktur. İslam, namaz marifetiyle günde beş vakit tüm ümmeti bir araya toplamaktadır. Bu sebeple cami bir teşkilat merkezi olmaktan önce, “tabii teşkilatlılık hali”nin karargahıdır. Namazla bir araya gelmek nefsin en fazla gerilediği andır. O duygu haliyle Müslümanlar birbirlerinin dertleriyle daha yakından, daha derinden, daha diğerkam bir ahlak ve hassasiyetle ilgilenebilir. İslam’ın teşkilat fikrindeki ufkun derinlik ve genişlik buudunu namazda görmek kabildir. İslam medeniyetleri Mescid-i Nebeviyi misal alarak teşkilatlılık halini, bütün içtimai müessese ve faaliyetlerin merkezi haline getirmişlerdir. Namaz merkezindeki organizasyonu daha geniş bir alana yayarak birçok şeyi “cami” haline getirmişler, toplamışlardır. Daha sonra camiyi de “külliye” haline getirerek, ilmi çalışmalardan birçok içtimai faaliyetlere kadar hayatın “idare merkezi” yapmışlardır. Tarihimizde, İslam’ın teşkilat ufkuna bu kadar nüfuz etmiş medeniyet misalleri varken, bu günkü Müslümanların teşkilat bahsindeki dar ufku ve kısır anlayışı kabul edilebilir cinsten değil. İnsanlık tarihinin en geniş teşkilat ufku, tevhid ve vahdettir. Hem derinlik ufku cihetiyle (tevhid) hem de genişlik ufku cihetiyle (vahdet)… Tevhid (derinlik) cihetiyle teşkilattaki nihai sadakat mercii tayin edilmiştir. Müslümanların sadakati, Allah ve Resulünedir. Yeryüzündeki tüm teşkilatlanmalar, bu sadakat ölçüsüne ayarlı halde gerçekleştirilmek ve devam ettirilmek durumundadır. Tevhid 3 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ cihetiyle Allah’a ve Resulüne sadık olan Müslümanlar, yeryüzündeki tüm teşkilatlanmalarda, bu ölçüyü esas alır. Bu sebeple hiçbir otorite, kendine bila kaydu şart itaat talebinde bulunamaz. Kendisine itaat talebinde bulunan her şahıs ve mercii, Allah’a ve Resulüne itaat etmek durumundadır. İtaat ettiği müddetçe kendisine itaat edilir. Yeryüzünde en fazla itaate layık şahıs ve mercii, Allah’a ve Resulüne en fazla itaat edenlerdir. İslam, teşkilat konusundaki temel şiarını, hakimiyetteslimiyet parantezinde kurmaz. İtaat etmeyene itaat edilmez. İtaat zincirinin zirvesinde yer alan şahıs, en fazla itaat eden kişi olmak zorundadır. Tevhid, itaat silsilesini sıhhatli kurmayı ve insanlığın idrak edemeyeceği kadar derinleştirmeyi mümkün kılar. Vahdet, yeryüzünde birlik inşasıdır. Tevhidin yeryüzünde tecellisi, öncelikle vahdet üzerinedir. Ümmetin vahdeti gerçekleşmediğinde, Müslümanlık eksiktir. Tevhid nasıl ki ruhi teşkilatlanmayı gerçekleştirir, vahdet de içtimai (müşahhas) teşkilatlanmayı gerçekleştirir. Tevhidin insan iç dünyasını derinleştiren özelliği, vahdeti ihmal etmeye sebep olmamalıdır. Derunundan nihai mercie bağlanan Müslüman, yeryüzünde teşkilat ve müesseseler marifetiyle diğer Müslümanlara bağlanmalıdır. Teşkilatın manası budur, ümmet olmak ancak bu şekilde mümkündür. Allah’a ve Resulüne itaat etmek, onlara itaat edenlere itaat etmeyi gerektirmiyorsa, Müslümanlar, Allah’a ve Resulüne itaat bahsini gözden geçirmelidir. Müstakil ve müstağni birer ferd olmak, teşkilat, cemiyet, ümmet olmayı engeller. sıfırladığımızda) İslam’ın tezahürlerinin tamamına yakınını inkıtaa uğratırız. İslam, teşkilat bahsini kamu otoritelerinin inhisarına bırakmaz. Kamu teşkilatları (devlet de dahil) İslam cemiyetinin teşkilatlarından biridir. Herhangi bir vakıf teşkilatı, devlet teşkilatından daha az önemli değildir. Aradaki fark, büyüklük farkıdır, mahiyet ve kıymet farkı değil. Devlet teşkilatının daha mühim olması, büyüklüğünden ve daha fazla Müslüman’ın meseleleriyle ilgilenmesindendir. Bunun dışında mahiyet farkı aramak, devleti hem cemiyetten hem de İslam’dan daha kıymetli kabul etmeye kadar varacak zihni savrulmalara yol açar. Bu çerçevede teşkilat, İslam devleti olmadığı için mühim olan bir bahis değil, İslam devletinde de aynı kıymete sahip bir mevzudur. İslam, her emir, nehiy, tavsiye ve teklifini doğrudan Müslüman şahsiyete yapar. Müslüman ferd, bu ölçülerin içinde tek kişilik olanları yalnız başına yapar fakat tek kişilik olmayanları yapabilmek için teşkilatlanır. İslam, hilafet ve devlet bahsini bile doğrudan Müslüman ferde hitap ederek teklif eder fakat Müslüman ferd, bunların inşası için teşkilatlanması gerektiğini bilir. Kısaca, ölçülerin sayısız miktarı teşkilatsız olarak yerine getirilemeyecek çaptadır. Teşkilatlılık hali, İslam’ın ölçülerine içtimai çapta muhatap olmaktır. Teşkilatlılık halinden kastımız, özel bir teşkilat değil, öncelikle herhangi bir teşkilat içinde bulunmaktır. Teşkilatlanmamış olan Müslüman, İslam’a muhatap olmak konusunda izah edilemeyecek kadar eksiklik içindedir. İletişim: [email protected] Teşkilat bahsi, ümmet bahsinin, ümmet bahsi de Müslüman olma bahsinin mütemmim cüzüdür. Müslümanların hayatından teşkilatı kaldırdığımızda (teşkilatlılık halini 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT 4 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ TÜRKÇÜLERİN MEYLETTİĞİ MÜELLİFLERİN MEDENİYET FİKRİNDEKİ ÂRIZA VE FARKLILIKLAR Ahmet Doğan İlbey hususiyetler taşıyan ilmî gerçekler, tarıma, sağlığa, ticarete, ekonomiye ve bayındırlığa ait kaideler ve aletler ile matematik ve mantık kavramlarının sahasındadır. Öyle ki medeniyet değiştirilebilir, aktarılabilir, hars değiştirilemez. Medeniyet sürekli değil, hars süreklidir. Medeniyetin İslâm’ın maddî ve mânevî olarak tecessüm ettiği Medine modelinden neşet ettiğine, böyle bir medeniyetin varlığında siyaset ve toplum yapısının fıkıh ahkâmına göre seyreden bir tekâmül olduğuna inandığımızı ölçü alarak Türkçü akımın meylettiği bazı müelliflerin medeniyet fikrindeki ârıza ve farklılıkları tahlil ve tenkid denemesi yapmak istiyoruz. Kültürle medeniyet arasında bir savaş vardır. Eğitim ve siyasetin gayesinin, bir kültürün mensubunu, yâni fertlerini medeniyetçi fertler olarak yetiştirmek olduğunu söyler. Türklere gösterdiği örnek de Anglo- Saksonlardır. Avrupalıların gelişmişliklerini medeniyetçi/ ferdiyetçiliklerine bağlarken, Doğuİslâm milletlerinin “geri kalmalarını” toplulukçu/ cemaatçi/ kültürcü olmalarına) bağlar. Evvel emirde belirtelim ki Türkçü ifadesinden kastımız, Türklüğe dair dünya görüşlerini laik / seküler zeminde sürdüren anlayış etrafında hareket eden cemiyetlerdir. *Mümtaz Turhan, kısmî farkla yine garb medeniyeti cephesinde… *Türkçüler Gökalp’ten tevarüs eden medeniyet fikrinde sabit… Türkçülerin hâlen en temel düşünce aldıkları Ziya Gökalp, kültür (doğrusu irfan yahut maarif olması gerek) karşılığı kullandığı yavan ver soğuk bir kelime olan “Hars”la medeniyeti ayırarak medeniyet kavramının aslını, özünü değiştirmeye çalıştı. Batılı anlayış şemasına göre baktığı medeniyet, teknik vasıtaları, fen ve sanayi ürünleri, taklit ve değiştirme yoluyla bir halktan diğer halka geçtiğini ve sürekli geçebileceğini iddia etti. Erol Güngör’ün keskin bir şekilde tenkid ederek çürüttüğü, kültür ile medeniyet arasında çatışma olduğunu savundu. Medeniyet milletlerarası ilişkileri arttırır, bilgi ve teknik transfer edilebilir. Oysa kültür harsîdir (millî demek istiyor). Medeniyet objektif 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT 5 Gökalp’in şâkirdi Mümtaz Turhan’ın görüşlerinin zemini Kemalist Cumhuriyet inkılâbını bir vakıa hâlinde kavrayan ve bazı yanlışlıklar olan Cumhuriyet Batılılaşmasını muhafazakârlaştırmanın gerektiğine inanan bir düşünce hâkimidir. Bundandır ki tenkidine yine “Garplılaşmanın neresindeyiz?” diye başlar. Gökalp’i tenkid ederken, “kültürün değişebileceği” ve Kemalist Cumhuriyetin “Mecburî veya Empoze Kültür Değişmesi” siyasetinin muvaffak olamayışına karşı yine aynı zeminde “çözüm” bulmaya çalışmasıdır. İslâm medeniyet ölçüleriyle bakıldığında bu tez temelden yanlıştır. Çünkü bu bakış, eğitimden ilim ve medenî tekamülün esaslarına Batı’nın medeniyet ve ilmî zihniyetiyle ıslahat düşüncelerinden öte bir şey ifade etmez. Mümtaz Turhan’ın “Serbest kültür değişmesi” düşüncesi problemlidir. Onu bir hayli aşan ve hattâ kültür ve medeniyet anla- TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ yışında bile ayrılan şâkirdi Erol Güngör’ün “Teknolojiye Gandhi hariç kimse direnemedi” sözündeki eklektik düşünce dışında Gökalp’ten de Turhan’dan da olabildiğince ayrı, yâni yerli düşündüğünü söyleyebiliriz. Turhan’ın da İslâm toplumuna Batı’nın “teknik-biliminin” nasıl taşınmasından meselesinden hareket eder, fakat bu taşınma ameliyesinin zemini sekülerdir. İslâm bütünüyle belirleyici değil. Gökalp’ten ayrıldığı nokta, toplumun Cumhuriyet kadrosunun tepeden inme ideolojik târiflerinin gereksiz olduğu noktadır. Gökalp’in “Türk milleti, İslâm ümmeti, Garb medeniyeti” üçlemesindeki çelişkilere büsbütün düşmez. Ona göre, Anadolu’da yaşayan millet/dindarlık bir gerçektir. Fakat Cumhuriyet sistemini de bir ihtiyaç ve gerçeklik olarak kabul eder. Bu iki gerçek arasında taraf olmamış gibi görünür, net değildir. Cumhuriyetçilerin “Empoze Kültür Değişmesi” siyasetini tenkid eder, ancak tekrar belirtelim ki zeminini vetayin edici amillerini net olarak belirtmediği “Serbest Kültür Değişmesi”ni mantıklı bulur. Mâlûmdur ki, moda ifadeyle “küresel kapitalizmin” ve durdurulamayan bir virüs gibi yayılan modernleşme dalgasının karşısında “Serbest kültür değişmesi” nin millî kültürleri daha da “dirençsiz” bırakacağı ortadadır. Turhan’ın bir başka ârızalı bakışı da İslâm’ı ve dinimizden neşet ahlâkı ahlâkı, mezhebî inanışları milleti yapan en temel değerler olarak değil, “kültür” sahası ve “kültürel unsur” şeklinde değerlendirmesidir. Bu bakış, onun Batı “Garp uygarlığını” yerli medeniyet kavramı ile sentez yaparak târif etmesinden kaynaklanıyor. Garp medeniyetini “ilim- teknik- hak/ hürriyet nizamı” şeklinde kavradığı içindir “Garplılaşma” temelde karşı çıkılacak bir problem teşkil etmez. 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT Kendi ifadesiyle “yerli-eski kültürün müesseselerinin Garblı / medenî müesseselerle intibakını serbest kültür değişmesi” yoluyla telif edileceğini savunur. *Türkçülerin sığındığı fakat fikrini tamamen almadıkları müellif: Erol Güngör Günümüz Türkçülerinin çokça iktibas ederek fikirlerine meylettikleri bir aşka müellif de Erol Güngör’dür. Onun “Bir medeniyet her şeyden önce bir değerler, inançlar sistemidir. Müesseseler bu değer ve inançların birer eseri olarak ortaya çıkar. O halde Müslümanların asıl bakmaları gereken şey iktisadî, askerî, siyasî vs. müesseseleri değil, onların gerisindeki zihniyettir. (…) Müslümanların temel doktrinini teşkil eden Kur’an ve hadisler bu dünyayı kendi maksatlarımız için devamlı tetkik etmeyi ve kullanmayı teşvik etmektedir…” sözlerinden anlaşıldığı üzere medeniyeti, ağyarını mâni, efradını câmi bir târifle olmasa da İslâmî zemine oturttuğunu takipçileri bilir. Ne var ki düşüncelerini başucunda bulundurmalarına rağmen onun medeniyet anlayışını esas almayan Türkçü kuruluşlar eklektik ve seküler medeniyet tasavvurundan sıyrılmaya niyetli görünmemektedir. Mümtaz Turhan’ın şâkirdi olup onu tenkid ve tekzip eden Erol Güngör ise, İslâm’ın Bugünkü Meseleleri kitabında İslâm’ı sadece bir kültür şeklinde değil medeniyet olarak da târif eder. Modern teknolojinin veya genel bir ifadeyle modernizmin dünyayı sürüklemekte olduğu uçuruma karşı bir engel koymak” tan, yâni İslâmî bakışla karşı bir duruş sergilenmesinin gerektiğinden bahseder. Fakat “İslâm’ın modern teknolojiye karşı takınacağı tavır elbette ona karşı çıkmak olmayacaktır. İslâm ülkeleri, hemen istisnasız şekilde, modern teknolojiye intibak etmek gayreti içindedirler ve bunda herhangi 6 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ bir dinî mahzurun bulunmadığını bilmektedirler” diyerek, Sait Hâlim Paşa, Mehmet Âkif gibi İslâm medeniyet fikrinde yerli zeminde kalarak Batı’nın ilerlemeci anlayış şemasında beis görmez. “Her milletin tarih ve kültürünün o millete mahsus olduğunu kabul ettiğimize göre, her milletin modern teknolojiyi benimseme ve kullanma tarzının da kendine mahsus olacağını kabul etmeliyiz” ifadesiyle Batı “uygarlığının” teknolojisinin millî kültüre zarar vermeden alınabileceğini detaylıca izah eder. Ne var ki, Güngör’ün de Medine’nin siyasî, fıkhî, içtimâî varoluşundan doğan medeniyet anlayışına tam olarak mutabık olamadığı görülmektedir. Medeniyetin sahasına kültürü de dâhil eder. Şeması böyle olsa da kültüre yüklediği muhteva yerlidir ve İslâm’ın her şeyini tayin ettiği bir millet kültüründen bahseder. “Kültür bir inançlar, bilgiler, his ve heyecanlar bütünüdür; yani maddî değildir. Bu manevî bütün uygulama hâlinde maddî formlara bürünür.” Selefleri Gökalp ve Turhan’dan ayrıldığı hususlar onu İslâm medeniyet anlayışlarının içinde görmeye kâfidir. Meselâ, seleflerinin bütünüyle karşı olmadığı Batı “uygarlığı”na bel bağlamaz ve teknik zaruretler olarak bakar. Seleflerinin, kültürü eklektik târif etmelerinin aksine o kültürü dinî zeminde oluşan, târih içinde şekillenen ve esaslarının çok da değişmeyeceğini belirterek, “Avrupalılaşmayı imkânsız kılan şey işte budur” diyor. Bir ayrıntı olarak belirtelim ki Güngör, sıkça vurgu yaptığı “Kültürü koruma”dan bahsederken, milletin târih içinde değişerek aldığı formları fazlaca öne çıkarır. Bu vaziyette “kültürü koruma” nın önemin10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT den bahsederken, dinin bütünüyle denetleyici vasfını kısmen gözden uzak tuttuğu intıbaını verir. *Türkçülerin, saflarında tutup fikrini almadığı bir başka müellif: Yılmaz Özakpınar Günümüz Türkçü hareketin, görüşlerine çokça atıfta bulunup fakat İslâmî esas alan medeniyet fikrini kabullenmedikleri bir başka müellif de Yılmaz Özakpınar’dır. “Kültür ve Medeniyet Anlayışları ve Bir Medeniyet Teorisi” kitabında ileri sürdüğü görüşlerini hülâsa ederek, bu müellifle zıt düştükleri noktaları göstermeye çalışacağız. Özakpınar, kültür ve medeniyet, doğada kendiliğinden bulunmaz; insan ürünüdür. Medeniyet teorisinin hareket noktası budur. Bu noktadan hareketle “teori, refleks ya da içgüdü haricinde insanın yaptığı her davranışı, meydana getirdiği her şeyi kültür kavramı içinde görür. “İster medeni diye nitelendirilsin, ister ilkel diye nitelendirilsin, bütün insan toplumlarının kültürü vardır; kültürsüz bir insan topluluğu olamaz (…) insan her yerde ve her şartta, sırf biyolojik ihtiyaçlarını karşılama düzeyinde bile (…) kültür meydana getirir.” Bu târifte problem yoktur. Ne var ki, Özakpınar’a atıfta bulunan, fikirlerini paylaştıklarını söyleyen günümüz Türkçülerinin “hars” dedikleri kültür anlayışıyla uyuşmamaktadır. Yukarıda beyan ettiğimiz üzere Türkçüler kültürü inanç, ahlâk gibi değerler manzumesi olarak sayarak medeniyetten bağımsız olduğunu iddia ederler. Oysa Özakpınar, medeniyetin dinden neşet eden inanç manzumesi olarak kültürleri için alıp değiştireceğini ve kendisine bağlayacağını ileri sürer. Ona göre inanç ve ahlâk 7 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ nizamı medeniyettir. Doğa ve toplum hayatı içinde meydana getirilen her türlü eser kültürdür. Demek ki kültür aslında medeniyetin ürünüdür. Medeniyet, kültür eserlerini doğurtan, onların hedefini, istikâmetini, niteliklerini belirleyen seçici, sınırlandırıcı, değerlendirici, kuşatıcı bir inanç ve ahlâk nizamıdır. Kültür ve medeniyet, aynı mantık konumdaki hâdiseler değildir. Kültürler, eserler ve ürünleridir; medeniyet, onların arkasındaki inanç ve ahlâk nizamıdır. Buna göre insan ürünü her oluşum bir kültürdür. Kültürün içine maddî yapısı olan oluşumlar, örfler, âdetler, kanaatler, fikir ve tutumlar, ideolojiler, bilimsel teoriler, sanatlar, şiir ve destanlar, soyut oluşumlar girer. Bu çerçevede Süleymaniye Câmii maddî yapısı itibariyle insan zihninin ürünüdür, maksadı ve fonksiyonu ise medeniyetin tezahürüdür. Görüşlerinin nihai noktası Türkçülerin esas aldıkları Gökalp’in tezlerinin tam aksi istikametinde olup, çürütmektedir: Bu çerçevede herhangi bir teknolojik ürün de maddi yapıya dönmeden önce insan düşünme ve çabasının sonucu olan, zihni olan bir faaliyetle belirlenir. Diğer değişle kültürdür. Teknolojik kapasite zihnî yani mânevî niteliktedir. Teknoloji transferleri medeniyet transferi değil kültür transferidir. Ziya Gökalp’in yaptığı ayrım yanlış bir kavramlaştırmaya dayanmaktaydı. Çünkü kültür, muhtevası duygu olsun ya da bilgi olsun, insan ürünü her türlü oluşumdur. Gökalp’in medeniyet anlayışını yerle bir eden bu Özakpınar’ın medeniyet anlayışını yol haritası olarak sahiplenmeyen Türkçülerin eklektik zihniyetlerinden vazgeçmediklerini görülüyor. Okuyup sahiplenmedikleri “Bir Medeniyet Teorisi”nin esası şudur: 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT Özakpınar, kendine meyleden Türkçülerin aksine medeniyetimiz İslâm medeniyetidir diyor. İslâm’ın tek ve gerçek medeniyet olduğunu; on birinci yüzyıldan itibaren Türk kültürünü yeniden yapılandıran bir inanç ve ahlâk nizamı olarak, Türk toplumunu bin yıl boyunca yoğurup şekillendirdiğini, hedefler tayin ettiğini, bu sebeptendir ki İslâm’ı Türk toplumunun ruhundan söküp atmanın mümkün olamayacağını söyler. Dahası var; Türkçülerin elân sürdürdüğü eklektik ve sentezci medeniyet anlayışlarına seslenircesine Türkçülerin bir asırdır sürdürdüğü yanlışa işaret eder: “Türk toplumu iki ayrı medeniyet, daha doğrusu iki ayrı ahlâk nizamı arasında kalıp ezilmek istemiyorsa, kendi medeniyetine sahip çıkmak zorundadır. Türk toplumunu haysiyet sahibi bir millet olarak yaşaması İslâm medeniyeti bilincini canlı tutmasıyla mümkündür. Hiçbir toplumun kendi inanç ve ahlâk nizamıyla birlikte Batı medeniyetine kabul edilmesi düşünülemez; esasen bu sosyolojik olarak imkânsızdır.” *Türkçüler, cumhuriyetin medeniyet anlayışıyla müttefiktirler Velhâsıl, Türkçü kuruluşlar, Gökalp’ten tevarüs eden medeniyet görüşlerini bünyelerinden atmaları gerektiğini idrâk etmedikçe, Batılı bir medeniyeti zorbaca ikâme eden Cumhuriyet devrimlerinin Müslüman Türk milletinin medeniyet değerlerine hasım olduğunu kavramadıkça sentezci medeniyet tasavvurlarıyla millet damarlarına girmeleri mümkün görünmüyor. İletişim: [email protected] 8 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ REKABETTEN UHUVVETE DÖNMEK İÇİN Ali Yurtgezen Meşhur hikâyedir; Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethine hazırlandığı günlerde bir sabah erkenden tebdil-i kıyafetle Edirne çarşısında alışverişe çıkar. Girdiği ilk dükkândan bir şey satın alır. İkinci bir şey daha satın almak istediğini söyleyince, dükkân sahibi, “Ben siftahımı yaptım; onu da yandaki dükkândan alınız.” diyerek komşusu esnafa yönlendirir Fatih’i. Genç padişah yandaki dükkânda da diğer dükkânlarda da aynı tavırla karşılaşır. Esnafın böylesine bir tok gözlülükle birbirini kollamasından pek memnun olmuştur. “Ben bu milletle değil İstanbul’u, dünyayı fethederim!” diyerek Allah’a hamd ü senada bulunur. Bugün herkes bu hikâyede anlatılan erdemli davranışın güzelliği hususunda hemfikir olmakla beraber, hemen hiç kimse aynı sahnenin şimdilerde yaşanabileceğine ihtimal vermiyor. Hatta bu tür rivayetleri havsalasına sığdıramadığı için “uydurmadır” diyerek yok sayanlar bile var. Çünkü artık ticarette de diğer meşguliyet sahalarında da aynı işi yapanlar birbirlerini “rakip” olarak görüyor. Oysa Fatih devrinde esnaf ve sanatkârlar birbirlerini “ahî”, yani kardeş görüyor, kardeşlik hukukunun gereği olarak da böyle davranıyorlardı. Böyle güzellikleri yeniden yaşamak istiyorsak rekabeti bırakıp uhuvvete dönmek zorundayız. Bu da ahilik sistemini yeniden ihya etmeye bağlı. Kapitalist anlayışın belirlediği ve içimize sinmediği için hep yakındığımız piyasa kurallarından kurtulmanın başka yolu yok. Tarihî bir kurum olan ahilik, ilk bakışta bir meslek teşekkülü gibi görünüyor. Gerçekten de bir taraftan başkalarına muhtaç 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT olmadan alın teriyle kazanan, verimli çalışan, kaliteli üretim yapan, başı dik, alnı açık, kanaat sahibi ve güvenilir meslek erbabını yetiştiren; diğer taraftan da fiyatları ve standartları belirleyerek tüketiciyi koruyan bir yapılanma ahilik. Bütün ayrıntıların hesaba katıldığı sağlam bir sisteme dayanıyor. Sistem içinde yamak olarak iş hayatına başlayan çocuklar, sırasıyla çıraklık ve kalfalık aşamalarından geçtikten sonra o meslekteki ustalarının icazetiyle ustalığa terfi ettirilerek ahi oluyorlar. Bu anlamda ahi, “işinin ehli, imanlı, ahlâklı, dürüst esnaf veya sanatkâr” demek. İcazet töreninde yeni ustaya bu mesleği kimin kimden öğrenerek öğrettiği, geriye doğru birkaç silsile sayılmak suretiyle belirtildikten sonra, o mesleğin ilk piri olan bir peygamber, sahabe yahut velinin ismi zikrediliyor. Mesela demirciler Hz. Davut’u a.s., berberler Selman-ı Farisi’yi r.a., ayakkabıcılar Hasan-ı Basri’yi k.s. kendi mesleklerinin ilk üstadı kabûl ediyorlar. Bir sanatkâra icazetle ustalık payesi verilirken beline bağlanan ve “şed” denilen kuşak, o kişinin bağımsız iş kurma hakkı kazandığı anlamına da geliyor. “Şedsiz kazanç haram” sayıldığı için ahilik sisteminin eğitim sürecinden geçmeyen yahut geçse bile ustalık icazeti alamayanların işyeri açmasına izin verilmiyor. Ahilikte her meslek grubunun bir piri var. Bugün de kullandığımız “o işin piri” deyiminden de anlaşılacağı üzere, bir meslek grubunun piri, o mesleği en iyi yapan, dolayısıyla meslektaşlarını denetleme, onlar hakkında her türlü kararı verme yetkisine sahip olan en tecrübeli kişidir. Ahi birliğinin zaviyesinde her ayın ilk ve üçüncü cumasında yapılan toplantılarda görüşülen meseleleri karara bağlar. Hile ile mesleğini lekeleyen, müşterisini aldatan esnafın kapısını “pir çivisi ile çivileyerek” dükkânını kapatmak, kalitesiz mal üretenlerin “pabucunu dama atmak” onun yetkisindedir. 9 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ Bütün bu sıkı ve tavizsiz kurallara rağmen Selçuklulardan Osmanlının son zamanlarına kadar ahi birliklerindeki asıl ve etkili denetimin, ahilere meslek eğitimi eşliğinde kazandırılan güzel ahlâkla, fütüvvet denilen tasavvuf terbiyesiyle sağlandığı da bir vakıa. O nedenle ahilik kurumunu sadece bir meslek teşekkülü olarak görmemek gerekiyor. Ahilikte şed kuşanıp usta olan esnaf veya sanatkâr, icazet töreninden sonra, öğüdünü almak üzere Ahi Baba’nın huzuruna götürülüyor. Ahi Baba, bütün ahi pirlerinin kendisine bağlı olduğu, ahiliğin ahlâkî çerçevesini yahut manevi zeminini tayin ve muhafaza eden, Allah dostu bir mürşid-i kâmil aynı zamanda. Tasavvuf terbiyesi sürecinde kazanılması gereken güzel halleri, karşısında diz çöküp oturan yeni ustanın kulağına küpe olsun diye son bir kez tekrarlayarak şöylece nasihat ediyor: “Harama bakma, haram yeme, haram içme; helâlinden kazan. İbadetlerini aksatma. Şeriata, tarikata muhalefet etme. Nefsine ve şeytana uyma. Güzel ahlâktan, akl-ı selimden ayrılma. Doğru, sabırlı, dayanıklı ol. Yalan söyleme. Kimseyi aldatma. Kimsenin ehline ıyaline kem gözle bakma. Kimsenin ayıbını eksiğini araştırma. Büyüklerinden önce söze başlama. Büyüğüne sen var; ikramda, hürmette, hizmette bulun. Kibirlenme, haset etme, cimri olma. Kuvvetli ve üstün durumdayken affetmesini, hiddetli iken yumuşak davranmasını bil. Dünya malına tamah etme. Kanaatkâr ol. Yanlış ölçme. Eksik tartma. Başkalarının sanatına göz dikme. Eline, diline, beline sahip ol. Elin, kapın, sofran açık olsun. Hak Teala sana iki el vermiş; bir elin kazancını kendi ihtiyaçlarına, diğer elin kazancını fukaraya sarf et!” Ahiliğin temel esaslarını anlatan ve Fütüvvetname denilen kitaplarda daha geniş bir şekilde ele alınan bu nasihatlerin, ciddi 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT bir nefs terbiyesinden geçmeyince muhataplarda davranış oluşturmayacağı muhakkak. Böyle olduğu içindir ki ahilikte manevi eğitime meslek eğitiminden daha fazla önem veriliyor. Ahi zaviyeleri iyi incelendiğinde bugünkü meslek odalarından farklı olduğu çok net görülecek. Yamak ve çıraklara okuma yazma, ilmihal, Kur’an-ı Kerim, gerektiğinde hat ve musiki buralarda öğretiliyor. Aynı iş kolundaki dükkânlar o mesleğin zaviyesi etrafında kümelendiğinden vakit namazları buralarda toplu halde kılınıyor. Tıpkı diğer tekke ve zaviyelerde olduğu gibi ahi zaviyelerine gelen fakir ve yolculara da üç güne kadar karşılıksız hizmet veriliyor. Ve elbette bütün esnaf ve sanatkârlar kendi zaviyelerinde belli bir tarikat disiplini içerisinde tasavvuf terbiyesinden geçiriliyorlar. Bütün bunları şunun için hatırlattık. Tasavvuf terbiyesinin hususen meslek erbabına, o mesleğin şartları dikkate alınarak zaruret miktarı kadar da olsa verilmesi, husule gelen güzellikte tasavvufun payını göz ardı ettiren bir tutuma yol açıyor. Bunda tasavvufun yaşanan hayattan kopuk, dünyaya dair tasarrufta bulunmayan bir terbiye sistemi gibi anlaşılmasının da payı olmalı. Halbuki Yeniçeri örneğinde görüldüğü gibi Osmanlıda askerin bile bir tarikat mensubiyeti var. Böyle olmazsa o vazifeyi bir ibadet şuuruyla doğru ve güzel yapmanın imkânı yok çünkü. Tasavvuf terbiyesinden geçip zikir ehli olmayınca, yani her yerde, her zaman ve her işte Allah Teala’yı, ölümü, ahireti ve hesabı hatırlamayınca ahilik ölçülerine uymanın da imkânı yok. Kaldı ki bir davranışın mana ve tezahür tarafını ayırmak modern zamanlara mahsus bir arıza. Geçim sağlayan iş anlamına “meslek” kelimesinin, tasavvuf yoluna girmek anlamına “sülük” kelimesiyle aynı kökten geldiğini, dolayısıyla bütün meşru mesleklerin ancak bir seyr ü sülük ile kemal deresinde kazanılıp icra edilebileceğini unut- 10 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ muş gibiyiz. Bakırcıların ellerindeki çekici neden lafza-i celâlin hafi zikirdeki ritmine uygun olarak üst üste iki darbe halinde indirdiğini merak etmiyoruz. Keçecilerin yünü kendilerine çekerken yine lafza-i celâlin ilk hecesini, yüne göğüs vurduklarında ise ikinci hecesini söyleyerek işlerini nasıl şevkli bir zikir haline getirdiklerinden haberdar değiliz. Bir peygambere, bir sahabeye, bir veliye dayandırılan mesleklerin o mesleği yapanlara nasıl bir manevi sorumluluk yüklediğini fark edemiyoruz. Hileye hurdaya tenezzül etmeden bir işin güzel, sağlam ve doğru yapılmasının o işi ancak zikirle, ibadet şuuruyla, salih amel niyetiyle yapmaya bağlı olduğunu düşünemiyoruz. Piyasadaki kalitesizlikten, beceri yetersizliğinden, güvensizlikten, ölçüsüz bir kazanma hırsının sevk ettiği düşmanca rekabetten herkes rahatsız. Çare arayışıyla geçmişe dönüp ahilik sistemini bugüne uyarlamaya çalışanlar var. Fakat sistemin özünü, temelindeki tasavvuf terbiyesini ıskaladıklarından günümüze taşıdıkları şeklî unsurlar işe yaramıyor. Hasıl-ı kelam, gösterişli törenlerde sembolik ritüellerle şed bağlamak ahi olmaya yetmiyor. İletişim: [email protected] 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT 11 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ TEŞKİLAT NEDİR? İbrahim Sancak Hayat ferdi gerçeklikten ibaret olsaydı ve içtimai gerçeklik olmasaydı teşkilat denilen yapıya ihtiyacımız olmazdı. Ferdi hayat, teşkilata ihtiyaç duymaz, içtimai havzadaki gerçekliklerden biri değilse. Ferdi hayat, içtimai gerçekliklerden biri olduğu için onun bile teşkilata ihtiyacı var. Hayat ferdi gerçeklik ile içtimai gerçekliğin toplamından meydana geliyor, çünkü insan mutlak ferdi hayat yaşayamıyor. Özet olarak “insan sosyal varlıktır” şeklinde ifade edilen bu hususiyet, birçok şekilde izah edilebilirse de Müslümanların bilmesi gereken en önemli boyutu, “mutlak ferdiyetin” tevhid mevzuu olduğudur. Sadece insan değil hiçbir varlık, yalnız başına var olabilme ve varlığını devam ettirebilme kudretinde değildir. “Mutlak ferdiyet” iddiası, uluhiyet iddiasıdır. Müslümanların teşkilat anlayışı, temelde uluhiyet ile ubudiyet sınırını muhafaza etme çabalarından biridir. İnsan nefsi, yalnız başına yaşayabilme iktidarını talep eder, yalnız başına yaşayamaz ama bu arzudan vazgeçmez. Nefisteki uluhiyet arzusunun bir çeşidi olarak zuhur eder, ferdiyet talebi… İçtimai varlık olma zarureti hem insanın tabiatına yerleştirilmiştir hem de İslam’ın muhtevasına… Muhal-farz insan tabiatında münferid yaşama istidadı ve iktidarı olsaydı, İslam’ın muhtevası gereği yalnız yaşamaktan imtina etmeliydi. Ne var ki bu zaruret, hem insanın tabiatında hem de İslam’ın muhtevasında var. Ferdi gerçeklik, kıymetlidir. Mesele ferdi gerçekliğin tenkidi değil, ölçüsüdür. Ferdi oluşlar gerçekleştirilemediğinde, cemi10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT yet inşa edilemez. Cemiyeti şahsiyet haline gelmiş ferdler inşa eder. Ferd haline gelemeyenler, cemiyet değil, kalabalık meydana getirirler. Dolayısıyla ferdi gerçeklik ile içtimai gerçeklik arasında kıvamı kamil olan bir muvazene kurulmalıdır. Biri olmadan diğerini gerçekleştirmek mümkün olmadığı için her ikisi de diğerine mecburdur. Herhangi birine yaslanarak diğerini tahfif etmek, ancak insan zekasının ifrat ile tefrit arasında dolaşan sıhhatsiz savrulmalarından zuhur eder. O durumda ortaya çıkan ise sosyalizm ve liberalizm olur. Hayatı bu gerçekliklerden biri üzerine bina etmeye çalışan ve diğerini manasız ve kıymetsiz kabul eden her anlayış, özü itibariyle hastalıklıdır. İçtimai gerçeklik, insan kalabalıklarının kendiliğinden oluşturduğu hercümerç değil, aksine merkezinde iman olan akıl ve zeka faaliyetlerinin teşkilatlı neticesidir. Dikkat edilmesi gereken ilk nokta, içtimai gerçekliğin, fiili bir durum olmaktan önce, kalbi ve zihni bir yöneliş olmasıdır. İnsanın zihni evreni nefs merkezliyse ve kalbi evreni de faal değilse, ferdi gerçeklik, menfaate ayarlı hale geleceği için, içtimai gerçekliği tanımaz, onu sadece menfaatlerini gerçekleştirebileceği bir havza olarak görür. İşte teşkilatın kurulmadan yıkıldığı nokta burasıdır. Kalbi evren iman ile istikamet kazandığında teşkilatın kaynağı oluşmuştur. İman kalbi evrenden doğup zihni evrene (nefs, akıl ve zeka evrenine) oradan da fiziki (fiili) evrene doğru bir mecra oluşturduğunda, kalbi ve zihni teşkilatın altyapısı meydana gelir. Bundan sonraki safha, aklın, teşkilatın malzemelerini toplaması, oluşturması ve kullanmasıdır. Teşkilat gibi müşahhas bir bahsin bu konularla ne ilgisi var veya bu kadar mücerred ifade etmenin pratik bir faydası yok di- 12 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ yenler için tespit edelim. Ferdileşmenin haddi kalbi ve zihni evrende aşıldığı için, içtimai gerçeklik ihtiyacı, basit günlük ihtiyaçlardan öteye gidemiyor. İçtimai gerçeklik, sabah kahvaltı yapabilmek için gereken malzemeleri on dakikada bakkaldan alabilmeyi mümkün kılan devasa organizasyondan ibaret değil. Tabii ki yarım saatte kahvaltı yapabilmek için sütü sağmak, peynir yapmak, fırında ekmek pişirmek vesaire gibi birçok şeyi yalnız başına yapmanın zorluğu malum, bunun için toplum organize olmuş ve kahvaltıyı yarım saatte yapılabilir hale getirmiştir. İçtimai gerçekliği bu şekilde anlamak, içtimai havzayı, menfaatlerini gerçekleştirecek bir imkan alanı olarak görmektir ve İslam ile alakası yoktur. Müslüman şahsiyetin iç alemi içtimai gerçekliği böyle görmez. İnsanlar fiili dünyada değil, zihni evrenlerinde yalnızlaştılar, ferdileştiler. Zihni evrenlerini organize edemeyenlerin teşkilat kurma arzu ve çabası, ferdi menfaatlerini daha fazla gerçekleştirmektir. Bu durum ve anlayış, teşkilatı değil, istismarı ve suiistimali üretir, günümüzde olduğu gibi. Müslümanların teşkilat anlayışı, ruhtan başlar, kalpte istikamet kazanır, zihinde mecraya dönüşür, akılda tedbir ve malzeme fikri olur, oradan hayata ulaşır. Bu çerçeveden bakıldığında teşkilat, önce ferdi gerçeklik örülürken harcına katılır, sonra küçük içtimai birimlere dönüşerek “cemaat” halini alır, sonra büyük organizasyonlara sıçrayarak “cemiyet” olur, daha sonra coğrafyaları çevreleyerek “milleti” inşa eder ve nihayet yeryüzündeki vahdeti gerçekleştirerek “ümmeti” teşkil eder. Ferd, cemaat, cemiyet, millet, ümmet… Bunların tamamını gerçekleştirecek öz tabii ki imandır. Fakat imanın içtimai gerçeklik haline gelmesi, başka bir ifadeyle imanı 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT içtimai havzada gerçekleştirebilmek teşkilat ile mümkündür. Teşkilat, imanın içtimai gerçeklik kazanmasının sanki tek manivelasıdır. İmanın toplum içinde serazat dolaşması, ona içtimai gerçeklik kazandırmaz. Yani iman, ferdi gerçeklikte kaldığı takdirde içtimai sahaya intikal etmez, orada kendini gerçekleştiremez. Teşkilatın en küçüğü, ferdi oluşlardır. Ferdi oluşlarda teşkilat, kalbi ve zihni evrenlerde mayalanır. Teşkilatın en büyüğü ise ümmettir. Ümmet çapındaki teşkilat, dünyada sadece Müslümanların ufkunda mevcuttur. Hümanist yaklaşımla “insanlık ailesi” gibi beylik laflar edenlere bakmayın, merkezinde iman olmayan hiçbir fikri çerçeve, pratikte tüm insanlığa hitap edecek bir yapı kuramaz. Dünyanın en büyük çaplı teşkilat ufkuna sahip Müslümanların, bu konuda (teşkilat bahsinde) tökezlemeleri anlaşılır gibi değil. Üç kişilik teşkilatı kuramayan ve devam ettiremeyen Müslümanların ümmet olmaktan bahsetmesi, gevezelikten başka bir şey değil. Ferdi oluşlarda iman ve İslam bir şekilde gerçekleştirilebilir fakat içtimai oluşlarda iman ve İslam, ancak teşkilat ile gerçekleştirilebilir. Teşkilatsız bir Müslüman, hayatın içtimai gerçekliğini reddetmiş demektir. İçtimai gerçekliği reddetmek, imanı muhafazayı neredeyse imkansız kılar. İmanı içtimai gerçeklikten tecrit etmek, tam olarak laik bir anlayıştır, Müslümanların hatırında olsun. *Teşkilat denklemi ve teşkilatın gücü Teşkilat, insanların bir araya gelmesi değildir. Bilindiği üzere çok çeşitli beraberlikler vakidir. İnsanlar sinemada film izlerken de, tavla oynarken de beraber olurlar. Bunun gibi sayısız beraberlikler her gün yaşanır. Bunların hiçbiri teşkilatlılık hali değil- 13 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ dir. Öyleyse insanların hangi türden beraberlikleri teşkilattır? Bu soruyu, teşkilatın muhtevasından önce, matematik denklemiyle izah edelim. Bir kişi bir birim zamanda bir birim iş yapabiliyor olsun. On kişi bir araya geldiğinde on birim iş yapıyorsa, teşkilat kurmuş olmazlar. En fazla, teşkilat kurma niyetlerini ortaya koymuş olurlar ve işe başlamış sayılırlar. On kişinin tek tek yaptıkları işlerin toplamı ile on kişini beraber yaptıkları işlerin toplamı aynı olduğunda, o on kişiden hiçbiri teşkilat fikrine ve anlayışına sahip değildir. Teşkilatlılık hali ve teşkilatlı faaliyet, bir araya gelen insanların tek tek yaptıkları işlerin toplamından fazla iş yapabilmektir. Bunun denklemi nedir? Birinci denklem, on kişinin her biri, kendi hayat alanında ve içtimai havzada on kişilik gücü kullanır. Öyleyse on kişinin gücü, yüz kişinin tek tek yapabildiği iş toplamına denktir. Bu denklem, teşkilatın tabii denklemidir. Bir teşkilattan bahsedebilmek için, üye sayısının kendisi ile çarpımından elde edilen gücü üretmesi ve kullanabilmesi gerekir. Bu netice elde edildiğinde, teşkilatçılıkta zirveye ulaşılmış olmaz, tabii neticesine kavuşulmuş olur. Bu denklem, üye sayısının karesine eşittir. Teşkilatın kuruluş süreci, üye sayısının kendisi ile çarpımından elde edilen gücü üretebilme ve kullanabilme maharetine kavuşmasıdır. Üye sayılarının tek tek yapabildikleri iş hacminin toplamından başlamak üzere üye sayısının kendisi ile çarpımından elde edilen güce ulaşabilme süreci, inşa dönemidir. Bu dönem, teşkilatlılık hali değil, teşkilatlılık halini kazanma çabasıdır. 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT İkinci denklem, tek tek yapılamayacak işleri yapabilme maharetinin kazanılmasıdır. Yalnız yapılamayacak işler, tek tek milyonlarca insanın bile yapamayacağı işlerdir. Bu sebeple yalnız yapılamayan işler teşkilatlanarak yapılabilir. Tek başına yapılamayacak her iş, başlı başına bir teşkilat işidir. Bu sebeple tek yapılamayacak her iş için oluşturulan birim, bir teşkilat olarak hesaplanabilir. Her üye, tek başına yapılabilecek işleri yapar, iki kişiyle yapılabilecek işleri yapar, üç kişiyle yapılabilecek işleri yapar, teşkilat toplamının yapacağı işleri yapar ila ahir. Hangi pozisyon müsaitse ve mesaisi hangilerine katkıda bulunmaya uygunsa orada olur. Böylece teşkilatın her üyesi, hem toplam teşkilat gücünü, hem beraber yapılabilecek işlerin gücünü yalnız başına kullanır. Her üye bu güçleri yalnız başına kullandığında teşkilatın gücü, en az üye sayısının küpü olur. Bu neticeye ulaşan teşkilatlar, teşkilat anlayış ve fikrini geliştirmiş demektir. Teşkilatın sadece çarpan (katsayı) etkisi mi var? Hayır. Teşkilatların (ki bunlar sureta teşkilattır) bölen ve çıkaran etkisi de var. Bu husus anlaşılmadan, teşkilat işiyle ilgilenmek, teşkilatlanma teşebbüslerinde bulunmak, faydadan çok zarar veriyor. Misal üzerinden konuyu tetkik edelim. On kişi bir araya geldiğinde nasıl olur da bölen veya çıkaran etkisi olur? Teşkilat fikri ve anlayışı olmayan insanlar bir araya geldiyse, birlikte iş yapmak bir tarafa, her birinin tek tek yapabileceği işlere de mani oluyor. Bir araya gelmeseler ve her biri tek tek çalışsa ortaya çıkan toplam, bir araya geldiklerinde yaptıkları işlerin toplamından fazla olabiliyor. Bu ters teşkilatlılık halidir. On kişi bir araya gelerek ancak bir veya iki veya beş kişilik iş yapabiliyor. Çünkü birbir- 14 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ lerine yardımcı olmadıkları gibi problem haline geliyorlar. İşin vahim olan noktası, on kişi bir araya geldiğinde, üretilen toplam işin, bir kişinin yalnız başına yapabileceği işten daha az olmasıdır. Hatta negatif sonuçlar üretebilmeleridir. Yani, bir araya geldiklerinde iş yerine problem üretiyorlar ve o problemler hayatlarının diğer alanlarında da verimlerini düşürüyor. Bu tür durumlar, teşkilat meselesindeki ters denklemlerdir. Beraberliklerin teşkilatlılık haline gelebilmesi, çarpan etkisi yapan denklemler kurulabildiğinde mümkündür. İnkas etkisi yapan ters denklemler meydana çıkıyorsa, enerjileri israf eden ters teşkilatlar kurulmuş demektir ki derhal tasfiye edilmelidir. O insanların yalnız başlarına yaşamaları daha faydalıdır. Aslında o insanların yalnız yaşamalarında da bir fayda yoktur da, yalnız kaldıklarında cemiyete verecekleri zararın az olması kar sayılır. İletişim: [email protected] 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT 15 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ HALK İÇİN DEVLET & BİR SUÇ ŞEBEKESİ OLARAK DEVLET Atilla Fikri Ergun Şehir-medeniyet düzeninde teşkilatlanma, iş bölümü, siyasî teşekkül ve organizasyon, adaleti ikame etmek, hukuk yoluyla hakları koruma altına almak, üretim ilişkilerini gereği gibi düzenlemek -veya değiştirmek-, ribaya dayanmayan adaletli bir iktisadî sistem oluşturmak, ideal bir içtimaî (sosyal) yapı meydana getirmek kaçınılmaz bir zorunluluktur; gerek aklî gerekse naklî veriler bunun zorunluluğunu kesin bir biçimde doğrulamaktadır. Müslümanlar, aslî kaynaklardan, yanı sıra kendi tarihî, felsefî, kültürel ve toplumsal tecrübelerinden de yararlanmak suretiyle söz konusu zorunluluğun gereğini yerine getirmek durumundadırlar. Tarih içinde kaleme alınmış, İslam ilim-irfan-tefekkür mirasının bir parçası olan siyasetnâmelerin muhtevasından az çok haberdar olan herkes mevcut yapının ve bu yapıyı idare edenlerin devletle ve devlet adamlığı ile uzaktan yakından herhangi bir alakasının olmadığını bilir. Devlet içtimaî, siyasî, iktisadî, hukukî nizamı deveran ettiren -ki kelimenin anlamlarından biri de budur-, dolayısıyla istikrarını sağlayan mekanizmadır; kan dolaşımını sağlayamıyorsa, kan dökülürken içeride ve dışarıda acz içerisindeyse veya zaaf gösteriyorsa insanlar kendi başlarının çaresine bakmak zorundadırlar. Mevcut tablo itibariyle can, mal, akıl, nesil, din emniyeti açısından devlete güven duyulacak bir noktada değiliz. Oysa Hz. Peygamber, “Endişe ve ızdıraplardan o derece emin olacaksınız ki, bir atlı San’a’dan Hadramevt e kadar Allah’tan başka hiç kimseden korkmadan gidecek, kimsenin koyun sürüsüne kurt saldırır diye bir korkusu olma10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT yacak”(1) diyordu. Devlet bunun için var, değilse devletle bir işimiz yok. Modern anlamda devlet, halka rağmen devlettir, ondan ayrıdır, adaleti sağlamaktan ziyade küçük bir zümrenin elindeki özel mülkiyeti korumak ve -her ne kadar birtakım sosyal hakları garanti altına alarak belli başlı özgürlük alanları açsa da- aslında “sürü” olarak gördüğü halkı kontrol altında tutmak, deyim yerindeyse onu gütmek için vardır. Bu nedenle devlet, halk için belli bir kalıp öngörmekte ve zihinlere şu veya bu şekilde “Devlet namustur, devlet özgürlüktür, eğitimdir, sağlıktır, devlet hayatın ta kendisidir”, kısacası “Devlet her şeydir” anlayışını yerleştirmek veya zihinlere yerleşmiş olan bu anlayışı diri tutmak istemektedir. Şüphesiz bu haliyle devlet bir tahakküm aracıdır; kendi normları dışında kalan herkesi kendi varlığına karşı potansiyel tehlike olarak görmekte, bireyleri sürekli olarak denetim altında tutmakta, onların sadece eylemlerini değil, aynı zamanda duygu ve düşüncelerini de kontrol etmeye, yönlendirmeye çalışmaktadır. Bu bakış açısı, gerektiğinde devletin bekası için bütün halkı feda edebilir. Bunu kısaca “halktan ayrı, halkın üstünde devlet” olarak tanımlayabiliriz. Buna göre, bir halk ve ondan ayrı bir de devlet vardır, devlet, ülkeyi ve halkı yönetmektedir. Buna karşın bizim iki temel itiraz noktamız olmalıdır: Birincisi, devletin varlık nedeni adaletin sağlanmasıdır, nitekim devlet, adaletin sağlanması için halk tarafından yapılan organizasyondur; adalet yoksa devlet işimize yaramıyor demektir. Celaleddin Rumî’nin ifadesiyle, “Allah bize devlet ve hükümeti halk göklere el açıp ağlamasın diye verdi. Keza mülk ve hükümet verilmesi, halkın âh-ı dumanı semaya yükselip de felek ve suha yıldızının muzdarip olmaması içindir. 16 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ Keza öksüz iniltisinden arşın titrememesi ve bir kimsenin zulüm hastası olmaması içindir.” (Rumî, Mesnevî, Beyit: 12289-12291) İkincisi, -birincisine bağlı olarakdevlet halkın emrindeyse devlettir, halk üzerinde baskı unsuruysa ve birileri yerken diğerleri bakıyorsa, devlet denilen şey üç beş kodamana hizmet eden bir suç şebekesidir. Şu halde kendi halkını sömüren devlet bize ait değildir, aksine o, halkın sırtından kazanç sağlayan bir avuç asalağın devletidir. “Halktan ayrı, halkın üstünde devlet” anlayışı adaletsizliğin ve zorbalığın kaynağıdır. Söz konusu anlayış, hayatî önem arz eden belli başlı konularda resmî kalıplara ihtiyaç duyar. Bu noktada resmî eğitim kurumları ve resmî dinî yapılanma öne çıkan iki önemli kalıba sokma aracıdır. Kısmen restorasyona tabi tutulan ve konjonktür itibariyle “Müslüman” kimliğe büründürülen hâl-i hazırdaki modern devlet, hayatın hemen her alanında baskısını hissettirmektedir. İktidarın, yıllardır tartışılan zorunlu din dersi meselesine yaklaşımı bu konudaki en iyi örneklerden birini teşkil etmektedir. Buna göre, zorunlu din dersi olmazsa IŞİD mantığı güçlenecektir. Sorun şu ki, zorunlu din dersi olduğunda bu sefer hâl-i hazırdaki zihniyet güçlenmektedir. Dolayısıyla bu yaklaşımla bizden yiyicilerle kıyıcılar arasında bir tercih yapmamız istenmektedir; ölüm mü, sıtma mı, hangisi?! Resmî din anlayışı da aynı şekilde baskıcıdır ve bunun yanı sıra bölücüdür. Kimin Mü’min kimin kâfir olduğuna devlet karar veremez. Devlet, Müslüman olduğunu beyan eden herhangi bir kimseyi dinî anlayışından ötürü belli bir kategoriye sokamaz, onu ötekileştiremez ve baskı altına alamaz. 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT Günümüzde devlet eliyle camiler dahi “resmî” hale getirilmiş bulunmaktadır. İmparatorluk dönemlerinde dahi devlet elini mabede bu denli sokmamıştı. Cami devlet tasallutu altındayken camideki adamın kalıpların dışına çıkması ve bağımsız bir dinî düşünceye sahip olması beklenemez. İslam’da ne resmî din anlayışı, ne resmî din eğitimi, ne resmî din adamı sınıfı, ne de resmî ibadethane vardır. Herkese açık, yoruma elverişli ve halkın tümüne ait olanı dar çerçeveye sıkıştırmak İslam’ın ruhuna aykırıdır, bu tür yaklaşımlar hem İslam’ı olmadık bir mahiyete büründürmekte hem de halkın istikbalini karartmaktadır. Özellikle belirtmek gerekir ki, Şeriat’ın bir bütün olarak topluma yönelik karşı bir saldırı olarak gördüğü ve hukuken suç olarak nitelendirdiği -ceza-i müeyyideyi gerektiren- tutum ve davranışlar dışında devletin müdahalesine açık herhangi bir alan yoktur. Hz. Peygamber, Medine’de polis devleti kurmamıştır; tecessüste bulunmamış, kimseyi gizlice dinlememiş, hiç kimsenin haberleşme ve seyahat özgürlüğünü kısıtlamamış, hiçbir zaman bir polis gibi, bir savcı gibi davranmamış, suçunu kendi ağzıyla itiraf edene dahi “Gel bakayım, demek sen suç işledin ha, alın götürün bunu” dememiştir. Aksine suçunu kendi ağzıyla itiraf eden kimseyi dinlemek dahi istememiş, ona arkasını dönmüştür. Halkın organize ettiği devlet, öncelikle toplumu meydana getiren kişi ve grupların tamamen kendi rızalarıyla -sulh yoluyla- sosyal, siyasî ve iktisadî organizasyonlara katılımını sağlar. Bu katılımda içtimaî sözleşme gereği herkes hukuka riayet edecektir. Bu hukuk Müslüman bir ülkede İslamî esaslar doğrultusunda -Şeriat’ın maksatlarına uygun biçimde- teşekkül eder. 17 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ Hukuk, adaletin yegâne teminatıdır, zira hukuk, hakları belirler, koruma altına alır ve sınırları tayin eder. İslam hukuku, servet ve iktidarın halkın geneline yayılmasını sağlayacak, yeni bir hâkim sınıfın ortaya çıkmasına engel teşkil edecek şekilde vazedilmiştir. İslam söz konusu olduğunda, servet ve iktidardan kaynaklanan siyasî ve hukukî imtiyazlardan söz edilemez. Dolayısıyla Marksist teorinin aksine hukuk, İslam’da üst yapıyı değil, alt yapıyı oluşturur. Marksist teori, ancak insanların menfaat çatışmalarını çözüme kavuşturmak amacıyla hâkim sınıf tarafından belirlenen ve buna bağlı olarak hâkim sınıfı imtiyazlı kılan hukuk kurallarının yürürlükte olduğu toplumlar açısından geçerli olabilir. Devleti idare edenler, kamu malları üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunamazlar, toplumun malî kaynaklarını israf edemezler. Şeriat, kendi malını israf eden kimsenin dahi harcama yetkisini elinden almaktadır. Hal böyle iken halkın memuru olan, kamunun malını korumakla görevli bulunan devlet idarecilerinin kafalarına göre harcama veya dağıtma yetkileri yoktur. Bu noktada “devlet malı-kamu malı” ayrımının yanlış olduğunu belirtmek gerekir, zira “devlet malı” olarak nitelendirilen şeylerin tümü aslında kamu malıdır. Örneğin dağlar, sahiller, ormanlar, kişilere ait olmayan ölü araziler, köprüler, hastaneler, okullar, limanlar, devlet daireleri ve buralardaki tüm eşyalar gibi. Bu noktada özellikle belirtmek gerekir ki, İslam tarihinde zengin-fakir uçurumunun olabildiğince derinleştiği, servet ve iktidarın siyasî ve hukukî imtiyaza mesnet teşkil ettiği dönemleri, “hukukun devre dışı kaldığı dönemler” olarak anmak icap eder. Dolayısıyla devletin tüccar veya işletmeci zihniyetiyle hareket etmesi ve zaten kamuya ait olan malları kamuya ücretli hale getirerek, deyim yerindeyse halkın sırtından gelir elde etmesi söz konusu olamaz. Ancak birtakım arazi, bina, tesis ve malların kiraya verilerek kamu yararına gelir elde edilmesi mümkündür. Devlet, bu şekilde elde edilen geliri adil bir biçimde bölüştürmekle yükümlüdür. Bunlardan başka İslam nokta-i nazarından son tahlilde hiç kimse hiçbir şeyin sahibi değildir, Mülk Allah’ındır; insanlar, mevcut rızık kaynakları, servet ve mallar üzerinde yalnızca intifa (yararlanma) hakkına sahiptirler. Dolayısıyla fakirlik ve açlık tehlikesiyle karşı karşıya olan herkes, bir başkasının ihtiyaç fazlası malı üzerinde hak sahibidir ve bu hak, devlet eliyle garanti altına alınır. Gerçekte zenginin fakire, işverenin işçiye karşı hiçbir üstünlüğü yoktur. Hiç kimse bir diğerinin kölesi değildir. “Üsttekileralttakiler” ayrımı suni bir ayrımdır, hakikatte böyle bir ayrım söz konusu değildir; bütün insanlar Allah katında eşittirler, tek üstünlük ölçüsü takvadır. 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT Medine örneği doğrultusunda eğer bir devlet olacaksa, halka rağmen, halktan ayrı, halkın üstünde devlet değil, halk için devlet olacaktır. Servetin de, iktidarın da kaynağı halktır; insan hiç kimsenin olmadığı bir yere -örneğin çölün ortasına- gitse, orada ne servet yığabilir ne de iktidar elde edebilir, çünkü yapayalnız, bir başınadır. Ne var ki, mevcut devlet anlayışı, kapitalist pazarın ve yeni zengin sınıfın varlığının teminatıdır. Günümüzde pazar dinî ölçü çerçevesinde şekillenmemekte, din pazara uygun biçimde yorumlanmaktadır; merkezde din -dolayısıyla zaman ve mekân üstü değer- 18 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ ler- değil, pazar ve yeni zengin sınıf yer almaktadır. Birilerinin köpeğine mama almak için verdiği parayı ailesine götüremeyenlerin bulunduğu bir ülke için kıyametin kopması an meselesidir. Bu bakımdan kısmen restorasyona tabi tutulan hâl-i hazırdaki devleti bize “Cihan Devleti” olarak yutturmak isteyen zihniyeti ‘büyük ruh hastası’ olarak nitelendirmemiz yanlış olmayacaktır. İslamcılar, Samiri’nin buzağısı gibi gönüllerine yerleşen devlet putunu parlatmakla meşguller. İslamcı cenahta Allah’a davetin yerini iktidara davete bıraktığı günleri yaşıyoruz. İslamcı paradigma bir zamanlar “Hak verilmez alınır” yaklaşımı üzerine kuruluydu, günümüzde ise devlet birtakım “haklar vermek” suretiyle bir zamanların radikallerini yeni statükonun gönüllü hizmetkârları haline getirdi. 19 Sonuç itibariyle devlet-iktidar elimize ayağımıza zincir vuruyor, sermaye elini cebimize sokuyor, düzenin dini de “Boş ver” diyor, “Aldırma, nasıl olsa ahiret senin”. Hac’da taşlananlar işte bunlar; küçük, ortanca ve büyük şeytan. Neyse ki, sahte tanrılar daima iflas eder ve istisnasız her iktidar yok olucudur! ---------Dipnot: 1- Buhârî, Menâkıb, 25, Menâkıbu’lEnsâr, 29; İbnu’l-Esir, Üsdu’l- Ğabe, II/115; Ebu Nuaym, Hilye, I/144 İletişim: [email protected] 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ TABİİ TEŞKİLATLILIK HALİ Nurettin Saraylı *İman ve teşkilat İman, ruhi yöneliştir, ruhun istikamet kazanmış halidir. Bu sebeple iman, ruhi teşkilatlanma halidir. Ruhi teşkilatlanma, müşahhas değil, mücerrettir. Şahıslara veya müesseselere bağlılık değil, manaya bağlılıktır. İnsanların aynı istikamete yönelmesidir, bu sebeple kendiliğinden bir teşkilatlılık haline işaret eder. Muhataplarına iman teklifinde bulunmalarından dolayı dünyadaki en büyük teşkilatlar, dinlerin ta kendisidir. İman, derin ve muhkem bir teşkilatlılık halidir. Dış etkiyle mümkün olmayan, kendi kendine zuhur eden, insanı ruhundan kavrayan, kalbini ve zihnini teşkilatlandıran ve idare eden bir kıymettir. İnsanı büyük hadiseler karşısında ayakta tutan, ağır yükleri taşımasını mümkün kılan, şiddetli saldırılar karşısında mukavemet ettiren bir ruhi kıymettir. İdeolojilerin arayıp da bulamadığı, teşkilatların elde etmek isteyip de üretemedikleri bir kıymet… İman, aklın aldatıcı etkilerine karşı sabrı mümkün kılan, akla ayartıcı teklifler sunulduğunda aklı zapt altına alabilen, nefsin baştan çıkarıcı hazlarına karşı mukavemet edebilen, nefse yapılan hain teklifleri reddedebilen tek kuvvet kaynağıdır. Bu hususiyetler, bir teşkilatın arayıp da bulamayacağı cinsten kıymetlerdir. Teşkilat, mensuplarından emin olmak istediğinde nasıl bir muhafaza merkezi ve muhafaza dairesi oluşturabilir? Geliştirilebilen hiçbir emniyet tedbiri, iman kadar muhkem ve derin olmamıştır. 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT Akla ve zekaya dayalı tedbirler, daha akıllı ve daha zeki birileri tarafından kırılmakta, yıkılmakta, geçersiz kılınabilmektedir. Bir tedbir ne kadar zekice olursa olsun, bir müddet sonra normalleşmekte çünkü aklın alanına taşınabilmekte, üzerinde çalışılabilir hale getirilmektedir. Bir tedbir, ilk keşfedildiği zamanda aşılmaz, kırılmaz gibi görünse de (gerçekten böyle olsa da) bir müddet sonra akıl ve zeka onu mutlaka aşmanın yolunu bulmaktadır. Netice olarak akıl ve zekaya dayalı tedbirlerin mutlaka bir miadı vardır, miadı olduğu ve miadının da ne zaman dolduğu bilinmelidir. Miadı dolan tedbirin değiştirilmesi şarttır zira aşılması, kırılması, yıkılması zamanı gelmiş demektir. Ne var ki bir tedbirin miadını doldurduğunu bilmek için hayattaki tüm gelişmeleri, her insanın akıl ve zeka durumunu bilmek gerekir, bu ise imkansızdır. 20 İşte imanın vazgeçilmez bir kıymet, kaynak ve kuvvet olarak ehemmiyetinin anlaşıldığı noktalardan birisi burasıdır. Teşkilatlar için tedbir meselesi ne kadar mühimse, iman teşkilatlanmada o derecede mühimdir. Teşkilat her zaman fedakarlık ister, fevkalade hallerde ise çok daha fazla fedakarlık ister. İnsanları fedakarlık yapmaya sevk etmek, fedakarlık yapmalarını mümkün hale getirmek, ihtiyaç duyulduğunda sabırlı ve dayanıklı kılmak nasıl mümkün olabilir? Bir insanı fedakarlık yapmaya neyle ikna edebiliriz? Fedakarlığın maddi ve dünyevi bir karşılığı olabilir mi? Sabırlı ve dayanıklı olması için ne teklif edilebilir? İman bitmez tükenmez bir enerji kaynağıdır. Hiçbir teklifte bulunmadan insanları sabırlı, dayanıklı, fedakar, cefakar yapar. Böyle bir kaynak yerine maddi tekliflerde bulunmak makul müdür? Kaldı ki, imanın ürettiği sabrın karşılığı hangi maddi kıymetle TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ ödenebilir, imanın talep ettiği fedakarlığa dünyanın tamamı bedel olarak kafi midir? Her meseleyi tek tek ele almaya gerek yok. İmanlı insanlara dayanan teşkilatlar, en muhkem teşkilatlardır. Keza hedefi imanın istikameti olan teşkilatlar, en muhkem bünyeleri kurabilirler. *Ahlak ve teşkilat Ahlak, cemiyet teşkilinin ruhi ve akli altyapısıdır. İnsan kalabalığı ile cemiyet arasındaki fark, kalabalıkların cemiyet çapındaki teşekkülüdür. Bu teşekküle ahlak diyoruz, bu manada ahlak, insan kalabalığını cemiyete tahvil eden veya insan kalabalığından cemiyet inşa eden kaideler manzumesidir. Kaideler manzumesidir ama alt alta yazılan bir kaideler listesi değil. Ahlak, hayatın tüm hadise çeşitliliğini izah ve tanzim eden, sayısız insandaki tüm mizaç çeşitliliğini belli bir çerçeveye alan, hayatın merkez ve muhitini, özünü ve sınırlarını gösteren, hayatın içinde mecralar açan ve bu mecralarda akan suyu belli havzalarda toplayıp değerlendiren muhteva manzumesidir. Ahlak, tüm cemiyetin bir araya gelip müşterek kararlar almasına ihtiyaç duymaksızın cemiyet çapında teşkilat kuran ana fikirdir. Merkezinde iman olmak üzere oluşturduğu “muhit”te, hayatın nasıl yaşanacağını, alt ve üst sınırlarını gösteren, insanların birbirini tanımadan “bilmelerini” sağlayan, nasıl davranacaklarını birbirinden habersiz şekilde öğreten özdür. Ahlaklı cemiyet, “büyük teşkilatını” kurmuş demektir. Büyük teşkilat, cemiyet teşkilidir. Ve büyük teşkilat, teşkilat kurmanın altyapısı ve ufkudur. Tüm teşkilatlar bu ufuk içinde kurulur, idare edilir ve verimlen- 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT dirilir. Ahlak yoksa teşkilat kurmak fevkalade zordur. Mafya bile önce bir “ahlak” oluşturur, nelerin yapılıp yapılmayacağı, nelerin nasıl yapılacağı, hangi hedeflere yürüneceği, insanların birbiriyle münasebetlerinin nasıl kurulacağı ila ahir… Tüm bunların adına “racon” dese de, onun asıl adı ahlaktır. Mafya bile ahlak yoksa ayakta kalamaz. Ahlak, hayatın içinde cereyan edeceği nazari havzadır. Bu havza yoksa hayatın hangi yöne, hangi mecralarda, hangi ritimde akacağı bilinmez. Bunlar bilinmediğinde hayat, kaosa döner, kaos üretir. Kaos, nizamın (teşkilatın) zıddıdır. Hiçbir şey iklimini bulmadan doğamaz, yaşayamaz. Teşkilatın nazari havzası ahlak, ameli havzası ise cemiyet yani teşkilatlı kalabalık yani ahlaklı topluluktur. Teşkilat kurabilmenin zemini ve ufku ahlaklı cemiyettir. Ahlaklı cemiyet yoksa teşkilat kurmanın, sevk ve idare edebilmenin, hedeflerine ulaşabilmenin çerçevesi farklıdır. İşte günümüzün teşkilatlanma problemlerinin kaynağı budur, halkın (insanların) kafi derecede ahlaklı olmaması… Kurulmak istenen teşkilatların arzulanan seviyeye gelememesinin temel sebebi, içinde yaşadığı halkın nazari ve tatbiki çerçevesini kaybetmiş olmasıdır. Kimin ne yapacağı, nasıl yapacağı, hangi hadise karşısında nasıl bir tavır takınacağı meçhul… Bir insanı tanımak yıllar sürüyor ki yıllar sonra da nasıl davranacağından emin olmak fevkalade zor. Bilinmeyen, tanınmayan, test edilmemiş insanlarla teşkilat kurmak nasıl mümkün olabilir? Bir insanı tanımanın iki yolu var, birincisi ahlak, ikincisi ise o kişinin kendini tanımasıdır. Ahlak, bir insanın mizaç hususi- 21 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ yetleri ne olursa olsun, davranışların umumi çerçevesini tayin ettiği için, kişi tanınmasa da mesela hainlik etmeyeceği, mesela ahde vefa göstereceği bilinir. Mizaç hususiyetlerindeki farklılıkların bilinmemesi, teşkilat kurmaya ve idare etmeye mani olmaz. Ahlak ortadan kaybolunca geriye kalan yol, insanların mizaç hususiyetlerini derinliğine keşfetmektir. Bunu yapmak ise on yıllar alır, çünkü insanın sahip olmadığı imkanlar eline geçtiğinde mizaç hususiyetleri içinde gizli kalanların zuhur edeceğini bilmek gerek. Mizaç hususiyetlerinin zuhur etmesi için ona uygun imkan ve şartlar gerekir. Mizaç hususiyetlerinin tezahürü için gerekli olan imkan ve şartlara sahip olmayan bir insanın, o imkanlara sahip olduğunda nasıl davranacağını o insanın kendisi de bilmez, başkasının bilmesi ise zaten imkansız. Ahlak yoksa insanın kendisini tanıması gerekir ki o insan bilinebilsin, oysa sahip olmadığı imkanlar mizaç hususiyetlerinin zuhuruna mani olduğu için, kişi kendini bile tanıyamıyor. Büyük paradoks… Ahlaki altyapının olmaması, teşkilatların, birbirini yıllarca tanıyan insanlar arasında kurulmasına sebep oluyor. Bu durum, mevcut şartlara baktığımızda neredeyse zaruret gibi görünüyor. Ne var ki ancak birbirini tanıyan insanların teşkilat kurabilmesi, teşkilatın büyüme istidadını engelliyor. Bu durum teşkilatları “cemaat” ufkuna hapsediyor. Cemaatler kendi insanlarıyla teşkilat kurmayı tercih ediyorlar, bu tercihlerinde haksız da değiller. Mevcut şartlarda haksız değiller tabii ki ama teşkilatlanmaya mani olan bu durumun aşılması ve yeni yolların bulunması gerekiyor. Aksi takdirde insanların ve teşkilatların ufku çok dar kalıyor. İçinde bulunduğumuz çağda, en fazla hasarı ahlak aldı. Modern zamanlar denilen, 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT postmodern zamanların temrinleri yapılan bu çağ, tüm ahlaki altyapıları yıktı. Bu durum, eski ahlak anlayışlarına karşı yürütülen bir mücadele değildi, bu durum, tam olarak ahlaka karşı yürütülen bir mücadeleydi. Batının ahlaka açtığı savaşın hedefi ve neticesi anlaşılamadı. Ahlaka karşı açılmış savaş, “büyük teşkilatı” çökertti. Büyük teşkilat, büyük direnişti, büyük oluşların havzasıydı, büyük hamlelerin istinatgahıydı. Ahlak çöktüğü nispette batı dünyaya nüfuz etti, dünyayı yönetebilir hale geldi. Dünyada batıya karşı mücadele etmek, direnmek, batıyla hesaplaşmak isteyenler ise çözümü başka yerde aradı. Son iki asırdır yanlış teşhisin peşinde koşan dünya, batıyla bir türlü hesaplaşamadı. Büyük teşkilat çöktüğü için, o ufuk içinde kurulan tüm teşkilatlar problemli hale geldi, kendinden beklenen neticeleri ve faydayı üretemedi. Mevcut kaynaklar da yanlış teşhisin peşinde israf edildi. Bu günün ahlaksız içtimai zemininde teşkilat kurmak çok problemli hale geldi. Bu günün şartlarına uygun teşkilat numuneleri geliştirmek şart… Ahlak zafiyeti bu kadar açık olduğu için her teşkilat, faaliyet alanı ne olursa olsun, ilk hedefini veya mühim hedeflerinden birini “ahlak” olarak tespit etmelidir. Herhangi bir teşkilat, cemiyete veya en azından mensuplarına, ahlaki çerçevede bir kıymet katmıyorsa, hedefi ne olursa olsun, maksadına uygun faaliyet göstermiyor demektir. 22 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ TEŞKİLAT VE MÜESSESE ÜZERİNE A. Bülent Civan Her dünya görüşü çapına ulaşmış fikir, kendini insanda ve hayatta gerçekleştirmek ister. Fert ve cemiyetin hayat içerisinde akacağı mecraları oluşturmayan fikrin hayatta karşılığı yoktur, bu ihtimalde entelektüel gevezelikten ibaret kalır. Mefkurenin hayata yöneldiği andan itibaren ortaya çıkan ihtiyaç “teşkilat ve müessese fikri”dir. Fikri hayata hakim kılıp, fikrin hayatını inşa edecek vasıtalar, teşkilat ve müesseselerdir. Hayatın deveranını sağlayabilmek ve hayata vaziyet edebilmek için teşkilatlanmak şarttır. Hayat teşkilatsız ve müessesesiz akmaz. Bir dünya görüşü çapında fikir üretip, medeniyet tasavvuruna doğru ilerlemek ancak; fikrin teşkilatını kurup, müessese fikri ve modelleri oluşturmak ve tatbik etmekle mümkündür. Bunlar aynı zamanda medeniyet temrinleridir. Müslümanlar olarak, insana, hayata ve varlığa dair külli fikirler üretmeli, külli fikrin diğer adı olan medeniyet tasavvurunu merkeze almalı, onun çatısı altında hamle ve hareketi gerçekleştirmeliyiz. Hayatı tüm şubeleri ile ihata edecek imal-i fikirde bulunmayan yaklaşımların eklektizme düşmeleri kaçınılmaz olur. Dolayısıyla hayatın her alanı ile ilgili fikir geliştirmelidir. İslam dünya görüşü, hakikati merkeze alarak bütün fikrini oluşturur. Tevhit, vahdet ve kesret bağlamında oluşturulan fikirlerin, fertten başlayarak cemaat, cemiyet, millet ve ümmet zincirinin gerçekleştirilmesi ancak teşkilatlılık hali ile mümkündür. Bu nizami durumunun bizi götüreceği nihai menzil, İslam medeniyet tasavvurudur. Medeniyet zaten nizam ve teşkilatlılık halidir. Tüm in10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT sanlığa sunacağımız hakikati ancak; kesif bir teşkilatlılık durumu ile mümkün ve gerçek kılabiliriz. Fikirteknesi külliyatından da anlaşılacağı üzere tüm yazılarımızı, tefekkürün müntehası olarak ifade edilen “medeniyet tasavvuru” etrafında örmeye gayret ediyoruz. Fertten başlayarak ümmete ve insanlığa doğru akan hayatın kendi haline bırakılması mümkün değildir. Aksi taktirde hayatın akışını kaosa bırakmış oluruz. Kaosun tersi nizamdır. Yerlerin ve göklerin yaratılışını baktığımızda muhteşem bir nizama şahit oluruz. Yaratılmışların en şereflisi olmaya namzet insanın başıboş bırakılması da mümkün değildir. “Yola çıkarken üç kişi dahi olsanız, aranızdan birini imam seçiniz” mukaddes ölçüsünün işaret ettiği ilk mana, teşkilatlılık halidir. 23 Ferde ve cemiyete de sirayet eden fikir, bir akış güzergahı oluşturur. Fertten başlayarak bir zincirin halkaları gibi, medeniyete doğru akan fikrin ilk muhatabı insandır. İnsan kendi derinliğine doğru ne kadar inebilir ve derinliğinde ki manayı ne derece kavrarsa, bulunduğu o noktadan hayatın yatay anlamda içine ve kılcal damarlarına doğru nüfuz etme istidat ve iktidarına sahip olur. Bidayeti şahsiyet inşası olan bu yürüyüşün, nihayeti İslam medeniyet inşasıdır ki, şahsiyet ile medeniyet arasındaki tüm süreçleri taşıyacak olan teşkilat ve medeniyet müesseseleridir. Fertten ümmete ve medeniyete doğru olan güzergahta devlet de milletin teşkilatlanmış halidir. Osman Gazinin oğluna yaptığı nasihatte; “'İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözü, teşkilatlılık zincirindeki ilk halka olan insanın, ruhi kaynaklarına kadar nüfuz eden bir idrak mevcuttur çıkar. Külli anlayışımızın insan telakkisine bir atıf olduğu açıktır. İnsanın hayata vaziyet edebilmesinin ilk merhale- TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ si Müslüman şahsiyet inşasıdır. Müslüman şahsiyetin inşa edildiği bu merkez, iman ve ahlaktır. İman ile mayalanan duygu ve düşünce, ahlak marifeti ile hayata yani muhite taşınır, imanın insan derinliğindeki ilk tezahürü olan edep, içtimai sahaya ahlak olarak çıkar. Bu ruhi silsile teşkilat ve müessese fikrimizin mukaddimesidir. “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyuran Efendimiz Aleyhisselatü Vesselamın beyan buyurduğu hakikat, her şeyin bidayetinin şahsiyet inşası olduğunu gösteren muhkem bir delildir. Medeniyet tarihimize baktığımızda, hayatın her sahasının hatta en küçük beşeri münasebetin bile teşkilat ve müessese ile örüldüğünü görürüz. Öyle ki İslam medeniyetlerini ve İslam tarihini, müesseseler nizamı olarak okuyabiliriz. Kadimdeki teşkilat ve müesseseye verilen ehemmiyet ve kurulmasındaki maharet zirveye çıkmışken, bugün bazı Müslümanların “birey” olmaktan bahsetmesi, oryantalist taarruzun derin tesirini göstermektedir. Birey kelimesi, hiçbir irtibat ve nispeti olmayan insan anlamına gelir ve materyalist altyapılı liberal felsefenin ürünü ve neticesidir. Müslümanın birey olması asla söz konusu değildir, Müslüman şahsiyet sahibi olur. Birey, sadece kendini ve kendi menfaatini düşünen insan demektir, şahsiyet ise ferdi ve içtimai hususiyetleri kendinden cem eden, bu sebeple de cemiyet inşasının temel sütunu olan muhteşem mefhumdur. Bireylerden kalabalıklar, şahsiyetlerden ise cemiyet meydana gelir. Saf ruhi ve ahlaki nizam sadece Asr-ı saadette mümkün olmuş, güzide kadro Sahabe-i Kiram ile içtimai nizam inşa edilmiştir. Asr-ı Saadet, hakikatin maddeye bulaşmaması için müşahhas müesseselerin asgari sayıda tutulduğu, hakikatin saf haliyle izah, idrak ve tatbikinin yapıldığı bir devirdir. Asr-ı Saadet10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT te İslam saf haliyle ikmal ve ifade edilmiş, ondan sonra İslam ile inşa devri başlamıştır. İçinde bulunduğumuz çağ, hayatın İslami altyapısının çöktüğü, hayatın altyapısının batı tarafından işgal ve inşa edildiği bir olağanüstü bir devirdir. İnsanın ve hayatın İslam’a taşınması, İslam’ın şahsiyet, cemiyet, devlet ve medeniyetinin yeniden inşa edilmesi ihtiyacı içindeyiz. Tüm bunları yapacak manivela teşkilat ve müessesedir. Medeniyetimizin kurucu şahsiyetlerinden olan ariflerin kalpleri tecelli mahalleridir. Allah'ın Rahman ve rahim isimlerinin de tecelli ettiği bu merhamet zirvesi olan kalb-i selim sahibi insanların etrafında oluşan vakıflar dikkat çekicidir. Merhametin müesses hali olan vakıflar, ancak rahmetin kalblerine indiği büyük şahsiyet sahipleri tarafından gerçekleştirilebilirdi, öyle de olmuştur. Hassasiyet öyle bir zirveye çıkmıştır ki, göç edemeyen yaralı leyleklere bile vakıf kurulmuştur. Kurucu şahsiyetlerin şahikası olan ariflerin talim ve tedrisatının yoğun olduğu devir ve coğrafyalarda vakıfların çokluğu dikkatten kaçmaz. Kendi imanımızın hayatını ürettiğimiz dönemlerdeki müesseselerimiz, insanlık tarihinin mümtaz medeniyetlerini inşa ettiğimizin delilleridir. Netice olarak; fikrin önce mevcut hayat mecralarına nüfuz etmesi, sonra bizzat kendi mecralarını açması ve hayata vaziyet etmesi teşkilat ve müesseseler marifetiyle mümkündür. Teşkilat ve müesseseyi büyük hamlenin minyatür teşebbüsleri olarak anlarsak, her teşkilat ve müessese ile bir medeniyet temrini yapmış oluruz. Böylece küçücük bir teşkilatı bile medeniyet ufkuna ayarlı şekilde kurma çabasına gireriz. Malumdur ki parçasında olmayan mana ve muhteva bütününde olmaz. İletişim: [email protected] 24 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ TEŞKİLAT VE ZEKA Ahmet Muhtar Turan Zekanın tabiatı bağımsızlıktır. Yüksek zekalarda bu hususiyet ifrat halinde tezahür eder. Bu hususiyet zekayı “teşkilatlılık halinden” uzak tutar. Hatta teşkilatları çözen, dağıtan ve yıkanlar yüksek zekalardır. Zekanın emir almaktan hoşlanmayan, sıraya girmekten nefret eden, zapt altına alınmaya isyan eden tabiatı, teşkilatlandırılması en zor insan türünün yüksek zeka olduğunu gösterir. Ne var ki yüksek zekanın olmadığı teşkilatlar, küçük hacimli, dar ufuklu, basit yapılı olur ve sürekli bilinen bazı davranışları tekrarlar. Teşkilatların en ciddi paradoksları, yüksek zeka meselesinde ortaya çıkar. Yüksek zekalar büyük teşkilatlar kurmuştur. Girift yapıları olan, çözülmeleri zor, büyüme istidadına sahip teşkilatları ancak yüksek zekalar kurar. Hakim (veya lider) olduğu teşkilat zeka için problem oluşturmaz. Mesele, teşkilatı kuranın yüksek zeka olması değil, teşkilatın yüksek zekaları istihdam etmesidir. Bir tane yüksek zeka teşkilatın başında olabilir ve orada bulunduğu müddetçe fevkalade faydalı olur ama başka yüksek zekaları teşkilatta istihdam etmesi zordur. Zira liderlik kadrosu tekdir ve o da doludur. Paradoks, yüksek zekanın yönetilenler listesinde bulunmasında (yani sıraya girmesinde) ortaya çıkar. Zor olan bu… Yüksek zekayı istihdam edemeyen teşkilatlar, büyüme istidadına kavuşamaz. Belli bir sınırda (liderin ufuk sınırında, liderin hacminde) durur. Teşkilatların büyüme problemlerinin kahir ekseriyeti bu noktada ortaya çıkmaktadır. 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT Liderliğin deha olduğu teşkilatlarda yüksek zeka istihdamı mümkün olabiliyor. Çünkü yüksek zekalar liderliğin dehasına ulaşamadığı için ona itiraz etme gücünü bulamıyor veya onun emrinde çalışmak zekanın gurunu kırmıyor. Aksine dehanın emrinde çalışmaktan dolayı kendini tatmin olmuş hissedebiliyor. Fakat bu misaller de fazla değil. Yüksek zekayı istihdam edebilmek için ondan daha yüksek bir zeka arayışının sonu yok. Bu türden bir teşkilat sistemi kurma çabası sınırlı başarıları aşamaz. Zekanın tabiatında hainlik olduğu zannedilir. Hayatın pratiğinde bu görüntüleri verdiği de doğrudur. Akıl ve ahlaktan tamamen tecrit olmuş zekanın tabiatında hainlik olduğu da doğrudur. Fakat zekanın akıl ve ahlaktan tamamen tecrit olması ihtimali zayıftır. Zekadaki hainlik görüntüleri onlara karşı fevkalade temkinli davranma itiyatları geliştirilmesine sebep oluyor. Bu sebeple liderler, çevrelerinde zeki insanları bulundurmuyorlar. Yüksek zekayı istihdam etmek için daha yükseğini aramanın dışında yollar geliştirmek gerekiyor. Başka bir yolu bulunamazsa yüksek zeka istihdamı sınırlı kalır. Zekanın tabiatı ferdi gerçekliğe meyyaldir. Yüksek zekalar ve dehalar ferdi gerçeklik temayüllerini önleyemiyor ve içtimai varlıklar (insanlar) haline gelemiyorlar. Ta çocukluklarından itibaren içtimai şahsiyet olmaları istikametinde eğitim almalarını gerektiriyor. Zaten eğitim, mizaç hususiyetlerini dengelemek için yapılır. Mesela mizacen cimri olan bir çocuğa cömertlik eğitimi vermek gerekir ki en azından ikramda bulunacak kadar içtimaileşebilsin. Mizacen cömert olan çocuğa ise iktisatlı olma eğitimi verilir ki, müsriflikten korunsun. 25 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ Yüksek zekaları cemiyetin ve hayatın içinde tutmak, teşkilatlı bir hayatı yaşayabilir hale getirmek için, iman ve ahlak eğitiminin derinleştirilmesi gerekir. Yüksek zeka ve dehaları zaptedecek hiçbir güç yoktur, iman dışında. Bir teşkilatın mahareti, yüksek zekayı istihdam edebilmesiyle ölçülür. Yüksek zekayı istihdam etmemiş, edememiş, etmenin yolunu bulamamış olan teşkilatlar, cemiyetin ayak işlerini yapmaktan ileri geçemezler. Kendilerine sorarsanız çok ciddi işleri yaptıklarını iddia ederler ama yüksek zekayı istihdam edemedikleri için zaten yaptıkları işlerin ciddi olup olmadığını bile anlama iktidarında değillerdir. Zekaları küçük dolayısıyla ufukları da dar olduğu için onların zihni evrenlerine göre yaptıkları iş küçük değildir. Karıncaya on santimlik uzunluğa sahip bir cismin “büyük” gelmesi gibi bir durumdur halleri. Küçük işlerle “büyük” işmiş gibi meşgul olanlardan meydana gelen teşkilatın büyüme ufku ne olabilir ki. Her varlık ancak kendi ufkuna ulaşabilir. Ufku dar ise yapacağı bir şey yoktur. Teşkilatlanmada en büyük problem yüksek zekaların istihdamıdır. Yüksek zekaların istihdam formülünü geliştiren ve istihdamı gerçekleştiren teşkilatların önünde duracak bir güç yoktur. Yüksek zekaların istihdamındaki en büyük problem ise onların tatmin edilmesidir. Maddi manadaki tatmin değil, zekanın tatminidir bahsini ettiğimiz. Yüksek zekayı, zekası ile mütenasip bir pozisyonda istihdam etmezseniz, zekanın fazlalığı çalışmaktan vazgeçmez. Bir pozisyona o pozisyonu dolduramayacak birini tayin etmek ile o pozisyondan çok daha hacimli birini tayin etmek arasında yanlışlık bakımından fazla bir fark yoktur. Pozisyonunun gerektirdiği işleri 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT yapmak zekasının üçte, beşte birini ancak meşgul eden mevkii, yüksek zekanın teşkilat içinde patlamasına yol açar. Zekanın tatmini başka bir şeye benzemez. Zeka tatmin edilmediğinde, sahibi de önünde duramaz. Hele de nefs ham haldeyse zeka ile nefsin ittifakı meydana gelir ki, o zekanın (ve tabii ki nefsin) önünde durmak kabil olmaz. Yüksek zekalardaki en büyük problemlerden birisi, nefsin saklanacağı en uygun unsurun zeka olmasıdır. Yüksek zeka, nefsinin arzularını, teşkilat için “gereklilik” olarak anlatmanın maharetine sahiptir. Yüksek zekalardaki nefsi genel olarak görmek mümkündür ama bir konu konuşulurken fark etmek neredeyse imkansızdır. Zira nefs zekanın faaliyetlerine öyle bir nüfuz eder ki, onu fark ve teşhis etmek dünyanın en zor işlerinden biri haline gelir. Yüksek zekayı tatmin etmek, aynı zamanda ondan en yüksek verimi almak olduğu için, doğru noktalarda istihdam etmeye gayret edilmelidir. Yüksek zeka istihdamının kalbi ve zihni altyapısının kaybolduğu bir çağda yaşıyoruz. Batı bu istihdamı “menfaat” merkezli gerçekleştirdi. Yüksek zekaları menfaate ayarlı şekilde istihdam etmek için onları teşkilatların tepelerine yerleştirdi. Menfaat ile zirve pozisyonun buluştuğu nokta, banka genel müdürlükleriydi. Bankalar yirminci asırda en fazla para kazanan kuruluşlar oldu. Fakat istihdamın temel gayesi menfaat olduğu için daha fazla kar etmekten başka bir hedef gütmedi. Kar maksimizasyonu nihayetinde tüm sistemi çökertti. Batı yüksek zeka istihdamının en basit şekli olan menfaate yönelmekle ne kadar büyük bir hata yaptığını 26 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ hala anlamadı. Bu ahmaklık batıya çok pahalıya mal oldu ve mal olmaya devam ediyor. Batıdaki krizi üretenler, sıradan kişiler değil. Banların başında bulunanlar en az yükse zeka sahibiydi. Batıdaki krizi dehalar ürettiği için krizin çözümü yok. Dehaların ürettiği krizi kimse çözemez. *Teşkilat ve yüksek zeka istihdamı Yüksek zekaların istihdamı kadar sıkıntılı bir iş yoktur. Büyük sıkıntılara katlanmanın sebebi ise yüksek zekaların verimlerinin çok fazla olmasıdır. Problemleri ne kadar büyük ve fazla olursa olsun yüksek zeka istihdamının yolunu bulmak gerekir. Bir teşkilatın yüksek zeka istihdamının ilk şartı, teşkilatın yüksek zeka ürünü olmasıdır. Yüksek zeka, basitlik, sığlık ve aleladeliğe tahammül edemez. Bunları görmesi, fark etmesi ve anlaması ise fazla zamanını almaz. Yanlış ve hata yapılması değil kastettiğimiz, her şahıs veya kuruluş yanlış yapabilir ve zeka bunları bir oranda anlar. Fakat sığlığı gördüğünde, oradan son sürat kaçar. lıdır. Yüksek zekanın bağımsızlık karakteri, mahkumiyete manidir. Onlar ancak müstakil hale gelmekten alıkonabilir ama bunun yolu da muhtariyettir. İstiklalini ilan etmesi teşkilatı yıkar, böler, etkisizleştirir. İstiklalini önlemek için zapt altına almaya çalışmak beyhudedir. Kainatta sıkıştırılmaya müsait olmayan tek şey zekadır. Çabuk patlar. Yüksek zekayı patlatmayacak kadar muhtariyet verilmeli fakat bu muhtariyet teşkilatı dağıtmayacak sınırda tutulmalıdır. Teşkilat demek, nihayetinde merkezi bir yapı demektir. Merkezi yapı muhtariyete tahammül edebilir ama muhtariyetin kendini dağıtmasına müsaade etmez. Bu denge fevkalade zor kurulan, bir defa kurulduğunda da sürekli muhafaza edilemeyen, belli aralıklarla yeniden ve başka şartlarda kurulması gereken bir muvazenedir. Hareketli muvazene… İşin zorluğu asıl bu noktada kendini gösterir. Ortalama bir zekanın kurduğu teşkilat, aleladedir. Zeka bunu birkaç günde anlar ve daha intibak etmeden itiraz eder. İntibak etmeden yapılan itiraz, mensubiyete mani olur. Mensup olduktan (intibak ettikten) sonra yapılan itiraz, iç itirazdır ve faydalanılabilir. Fakat mensup olunmadan yapılan itiraz dış itirazdır ve yıkıcı tesir icra eder. En küçük zararı yüksek zekayı istihdam edememektir. Siyasi rejimler de dahil olmak üzere, keskin bir merkezi yönetim, insanın ve hayatın tabiatına uygun değil. Fakat aynı şekilde mutlak bir ademi merkeziyetçilik de uygun değil. Zayıf mizaçlı insanlar üzerinde katı merkeziyetçi teşkilatlar kurulabilir ama bu insanlardan (zayıf tabiatlı insanlardan) müteşekkil teşkilat, zayıf olur, başarılı olamaz, uzun yaşayamaz. Merkezi yapıyı etkisiz kılacak kadar yayılmış bir ademi merkeziyetçilik ise teşkilatı baştan dağıtır. Diktatörlerin, diktatörlük temayülündeki kişilerin ve buna uygun siyasi düşüncelerin (mesela oligarşik yapıların) piyasayı işgal etmesinden kaynaklanan katı merkeziyetçi düşüncenin tesirinde kalmamak gerekir. Teşkilatı yüksek bir zekanın kurmuş olması, başka bir yüksek zekanın istihdamı için ilk şart fakat kafi şart değildir. Yüksek zekayı istihdam edebilmek için onu tatmin edecek muhtariyet tanınmalı ve alan açılma- Devlet teşkilatlarından küçük dernekleşmelere kadar, her türlü teşkilat, katı merkeziyetçi yapıyla sürdürülemez. Bunun birçok sebebi var. Bizim konumuzla ilgili kısmına temas etmek gerekirse; katı merkezi- 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT 27 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ yetçi teşkilatlar ilk olarak zeka katliamı yaparlar. Yüksek zekadan tecrit edilmiş teşkilatların ise hayatta ve dünyada yapabilecekleri bir şey yok. İmkan bulurlar da gücü ellerine geçirirlerse, başka yolunu bilmedikleri (çünkü zeki değiller) için büyük katliamlar yaparlar. Küçük teşkilatlarda ise adam öldürme imkanları olmadığı için iftira gibi haysiyetsiz işlere meylederler. Yüksek zeka istihdamının diğer bir şartı, hiyerarşik akışkanlıktır. Yüksek zekanın önü açık değilse ve başarılı olduğu takdirde yükselmeyeceğini görmüşse, olduğu yerde kalmaz. Mutlaka hiyerarşik yapıyı yıkar veya ona zarar verir. Teşkilatlanma ve idare anlayışında meydana gelebilecek en vahim hatalardan birisi, yüksek zekayı normal zekanın emrine vermektir. Bu özel şartlarda mümkün olabilir ama geçici olarak… Normal zeka, yüksek zekanın üstünde de olsa onun karşısında kıvranır. Makam olarak sahip olduğu pozisyonu şahsiyet olarak dolduramayan ve koruyamayan insan, tehlikelidir. Normal zeka, üstün zekalı bir kişinin amiri olduğunda çok tehlikeli hale gelir. Yüksek zeka da normal zekanın altında yer aldığında tehlikeli hale gelir. Bu kompozisyonda üretim değil boş yere enerji tüketimi olur. Yüksek zekaların en uygun istihdam yolu, idari hiyerarşiye katmamak ve uzman olarak faydalanmaktır. Fikir adamı, ilim adamı veya muhtelif uzmanlık alanları yüksek zekalar için çok verimli olur. Özellikle tefekkür istidadı olan yüksek zekaların fikri, ilmi çalışmalarda bulunmasına imkan hazırlamak en yüksek verimi almaktır. *Yüksek zekaların teşkilatlanması 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT Yüksek zekaların teşkilatlanması veya teşkilatlarda istihdam edilmesi, teşkilat anlayış ve tatbikatının en zor meselesidir. Ne var ki bu meseleyi halledememiş kültür havzalarında büyük ve başarılı teşkilatlar kurmak mümkün değil. Yüksek zekayı istihdam edememek veya yüksek zekalar için teşkilat kuramamak, onlardan faydalanılamayacağı için, teşkilatları, faaliyetleri ve hedefleri “orta zekaya” mahkum etmek olur. Orta zeka seviyesindeki teşkilatlardan beklenecek fazla bir şey olamaz. Yüksek zekaların bir teşkilatta istihdam edilebilmesi, teşkilatın yetkili mevkilerinde ancak mümkün olabiliyor. Teşkilatın idare heyetinin orta zekalı olması halinde, yüksek zekaları onların emri altında istihdam etmek, insan tabiatına aykırıdır, bunu yapmak iman ve ahlakla mümkün olduğunda bile potansiyel bir tehlike (iç çatışma, ihtilaf, rekabet) ile karşı karşıya kalırız. Zeka akıl gibi intibak maharetine sahip değil, aksine zeka, bağımsız ve kayıtsız çalışmak ister, hakkını fazlasıyla almakta ısrar eder. Yüksek zekaları orta zekaların emrine vermek, onları isyana teşvik etmektir, zekanın isyanı ise çok yıkıcı olur. Zeka, iki şey karşısında eğilir, daha yüksek zeka ve iman… Zekanın başka bir zeka (kendinden yüksek zeka) karşısında eğilme imkanı vardır ama bu ihtimal bile çoğunlukla gerçekleşmez. Zeka iman karşısında eğilir ama iman etmesi zordur. Neticede zekanın bu iki kıymet karşısında eğilmesi, onun nasıl istihdam edileceğinin ipuçlarını verir. Zeka, ya kendisinden çok daha ileri bir zekanın emrine verilmelidir veya sağlam bir imana kavuşturulmalıdır. Tatbikatta iman sahibi zekaların bile baş eğmekte, itaat etmekte, belli bir çerçeve (teşkilat) içinde yaşamakta zorlandıkları görülüyor. 28 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ Zekaya baş eğdirebilecek hacimli tek iç alem merkezi, “akl-ı selimdir”. Akıl, zekaya baş eğdiremez, akıl, zekayı kuşatacak hacme ulaşamazsa zeka karşısında direnemez. Akıl, akl-ı selim ihtimali dışında hiçbir zaman “yüksek zekayı” zapt altına alamaz. Aklın zekayı kontrol edebildiği misaller, normal zeka seviyeleri için söz konusudur. Zeka, ruhi istidattır, ruhun bir özelliğidir. Ruhi istidatların doğrudan tecelli eden az sayıdaki özelliklerinden biridir zeka. Ruhun doğrudan tecellisi olan zekaya boyun eğdirecek olan, ruhun doğrudan tecellisi olan veya ruhun doğrudan tecellilerinden beslenen başka bir iç alem unsurudur. İşte akl-ı selime ihtiyacımız tam olarak burada ortaya çıkar. Akl-ı Selim (yani şuur), doğrudan ruhtan (ve kalpten) beslendiği için, akla nispetle çok daha güçlüdür, zekadan da güçlüdür. Zeka akl-ı selimi tanır, aynı kaynaktan zuhur ettiğini bilir, ona karşı isyan etmeye cesaret edemez. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük dehası da olsa, akl-ı selim sahibi olmuşsa, zeka zapt altına alınmıştır. Zeka zapt altına alındığında deha (veya yüksek zeka) istihdam edilebilir. Yüksek zekaları akıl zapt edemediği için çok tehlikelidirler, çok yıkıcıdırlar, onlarla ilgili en sıhhatli ve muhkem yol, akl-ı selim sahibi olmalarını temin etmektir. Yüksek zekalar için müstakil teşkilatlar kurulması başka bir yoldur. En sıhhatli yol da budur. Yüksek zekalar diğer teşkilatlara kafi sayıda dağıtılmalıdır. Birbiriyle kavga edecek kadar çok sayıda değil, her teşkilata, o teşkilatta rahat çalışacak, yıkıcı değil de inşa edici şekilde çalışma imkanı sağlanarak dağıtılmalıdır. Geri kalanları ise yüksek zekaları istihdam eden teşkilatlara sevk edilmelidir. 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT Yüksek zekaları istihdam edecek teşkilat nedir, nasıl kurulur, yüksek zekalar burada nasıl istihdam edilir? Yüksek zekaların teşkilatlanması olan bu durum, tatbiki sahalara değil nazari alanlara yönelik faaliyet gösterir. İlim, fikir, sanat ve benzeri nazari sahalarda faaliyet gösteren teşkilatlar, dehaları istihdam edebilir. Çünkü bu tür teşkilatlar, makam gibi, rütbe gibi kıymetlere değil, nazari imalata mütemayildir. Bu sebeple bu tür teşkilatlardaki istihdam, alt-üst yapısını, emir-itaat münasebetini gerektirmez. Bu tür teşkilatlarda yüksek zekaların hürriyetleri kısıtlanmaz, sadece nazari çalışma ve üretme imkanları temin edilir. Zaten yüksek zekaların istihdamı, hiçbir şartta normal zekaların istihdamı gibi değildir. Aynı türden ölçülerle (mesela sabah 08.00 akşam 17.00 gibi mesai uygulaması ile) istihdam etme çabasına girildiğinde verim alınamaz. Dehaları ve yüksek zekaları, pratiğin hengamesine sokup da mücadele ile ömürlerini tamamlatmaktan çok daha verimli olan, nazari sahalara sevk etmektir. Cins kafalar, nazari sahalarda fevkalade verimli olurlar, fikir, ilim ve sanat alanlarında muhteşem eserler verirler. Yüksek zekalardan en fazla bu şekilde faydalanılabilir. 29 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ ZAFERE GÖTÜREN TEŞKİLAT MODELİ Şevki Karabekiroğlu “Örgütlenmiş 10 kişi örgütsüz 1000 kişiye galebe çalar.” Maraş harbinde bu kadar orantısız güce rağmen nasıl oldu da sivil Maraş halkı düzenli Fransız ordularını mağlup etti, hep merak edilir. Şüphesiz bunu sayısız sebepleri var. Biz burada Maraş halkının düşmana karşı örgütlenme biçimini anlatacağız. Maraş halkının büyük savaş öncesi örgütlenme tarzı üzerinde yeterince araştırma yapılmış değildir. İki türlü örgütlenmeden söz edebiliriz. Birincisi Sivas Kongresi sonrası başlayan ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri bünyesinde yürütülen Kuva-i Milliye hareketi. İkincisi ise Maraş halkının kendi imkânları ile oluşturduğu bölgesel teşkilat. Bu örgütlenme tarzını İtalyan birliğinin kurulmasını sağlayan ve dünyanın en sistematik ve gizli örgütü kabul edilen Karbonari teşkilatının örgütlenme tarzına benzetenler vardır. Eğer böyle ise, dünyanın çeşitli yerlerindeki örgütlenme şekillerinden haberleri varsa ne ala. Yok, kendi akıl ve tecrübeleri ile bu neticeye ulaşmışlarsa gerçekten şaşılacak bir olay. Esasen Fransızlar bizden daha çok şaşırmıştır. Sivil bir halkın bu kadar organize hareket etmesi, çok az bir zayiat vererek çok büyük bir orduyu mağlup etmesi, akıl ve bilimin ölçüleriyle açıklanacak bir olay değildir. Her tarihi olayda olduğu gibi Maraş halkının örgütlenme biçiminde de çeşitli rivayetler ve iddialar ortaya atılmaktadır. Söylenen sözlerin mutlak gerçeği ifade ettiğini iddia etmek mümkün değildir. Eldeki bilgile10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT re dayanarak söylenebilecek şeyler aşağıya yazılmıştır. Maraş’ta teşkilat kurma fikrinin Doktor Mustafa tarafından ortaya atıldığı kabul edilir. Fransızların Maraş’a geleceği kesinleşince Doktor Mustafa harekete geçerek halkı Ulu Camiye toplamış, burada küçük çaplı bir miting düzenledikten ve etkili bir konuşma yaptıktan sonra bir de Protesto telgrafı hazırlayarak hazırki kalabalığa imzalatmıştı. Burada yaptığı konuşmada ise halkı silahlanmaya ve işgale karşı koymaya çağırmıştı. Doktor Mustafa’nın Maraş mücadelesine sağladığı katkı çok büyüktür. Maraş’ta ilk teşkilat çalışması ne zaman ve nerede yapıldı? Vezir Hoca’nın ifadesine göre bayrak olayından iki gün sonra kendisi ve bazı Maraşlılar Abdülhakim Bey’in dükkânında buluşmuşlardır. Burada Vezir Hoca; “Fransızlar bu bayrak olayının intikamını bizden mutlaka almak isteyecektir. Birleşip konuşalım” demiştir. Pazartesi günü sabah namazından önce camide buluşmaya karar vermişlerdir. Caminin medresesinde ilk toplantı yapılmıştır. Bu toplantıda üyeler seçilmiştir. Seçilen üyeler teker teker yemin ediyordu. Yemin metni şöyleydi; “Vatanın ve milletin selameti uğruna gerekirse feda-i can edeceğime, Meşru ve milli teşkilatımıza karşı hainlik edenlerin öz kardeşimiz dahi olsa idamına, sır saklayacağıma vallahi ve billahi” Sonraki toplantı iki gün sonra Veliefendioğlu Ziya’nın evinde yapılmıştı. Ancak haklarında tam malumat olmayan iki kişi de bu toplantıya dâhil olmuştu. Büyük ihtimal üyeler halkayı genişletmek adına etraftan tanıdıkları insanları toplantıya davet etmiş- 30 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ lerdi. Ancak teşkilatta gizlilik temel esastı. Bu yüzden toplantının mahiyeti hemen değiştirildi. Ev sahibi şerbet hazırlayıp kısa bir mevlit okuttu. Toplantıya mevlit süsü verildi. Bu toplantıda teşkilatın genişletilmesi ve tüm mahallelerde kurulması kararlaştırıldı. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti tarzında örgütleniliyordu ama bu teşkilatın tüzüğü ortada yoktu. Nihayet mutasarrıfa bu tüzüğün geldiği haber alındı. Evkaf Müdürü Evliya tüzüğü temin etmekle görevlendirildi. Ardından Faik ve Aslan tarafından hazırlanan geçici talimatname okundu. Örnekleri çoğaltıldı ve semtlere dağıtıldı. Esasen Maraş’ta teşkilat çalışmaları sadece Kayabaşı’nda gerçekleşenden ibaret değildi. Şekerli mahallesinde de bir teşebbüs başlamıştı. Başlangıçta birbirinden habersiz gelişen teşkilat kurma işlemi sonradan birleşti. Şekerli grubu da Kayabaşı grubuna katıldı. Maraş’ta teşkilat kurma çalışmaları farklı şekilde değişik merkezlerde devam ediyordu. Yukarıda bahsi geçen iki teşebbüsten biri olan Kayabaşı örgütü daha çok genç ve vatansever bir ekip tarafından yürütülüyordu. Şekerli grubu daha ziyade zengin ve itibarlı kimselerden oluşuyordu. Bunların arasında Belediye Reisi Bekir Sıtkı, Ali Sezai Efendi, Rafet Hoca, Dede Mehmet, Hacı Nuri gibi isimler vardı. Teşkilat mührü şekerli grubundan Çuhadar Hacı Mehmet’te bulunuyordu. Kayabaşı ekibinden birisi gidip mührü onlardan aldı. Bu hareketlilik Ermenilerin gözünden kaçmamıştı. Şüphelendikleri gençleri Fransızlara ihbar ediyorlar, bunlar gözaltına alınıp işkence ediliyor, fakat hiçbiri en küçük bir açık vermiyordu. 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT Maraş Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti bu şekilde vücut buldu. Cemiyetin başkanlığına Aslan Bey, ikinci başkanlığa da Refet Hoca seçildi. Başkâtipliğe ise Tapu Memuru Faik Bey getirildi. Teşkilatın kuruluşunu teşkilat reisi Arslan Bey şöyle anlatıyor; “Sabah namazında Hoca Efendi halkı mescide topladı. Vaaz ve nasihat etti. Maraş’ın kurtulacağının kat’i olduğunu, bu husustan şüphe edilmemesi gerektiğini, bu işte Allah’ın yardımı ve inayeti olduğunu, silaha sarılmak gerektiğini, bu işin Müdafa-i Hukuk Cemiyeti reisi Arslan Bey’in kafasından doğan bir şey olmadığını, hep beraber harp etmemiz gerektiğini anlattı” Cemiyet merkezi Ulu Camii medresesi idi. Savaş sırasında iş görmek üzere şehir on bölgeye ayrıldı. Her bölgenin ayrı bir yönetim kurulu vardı. Merkeze bağlı köyler de bu grupların bünyesine bağlandı. Kaza merkezlerinde de birer yönetim kurulu vardı. Şehirde on bölgede bulunan yönetim kurullarının ve başkanlarının isimleri şunlardır: 1. Çavuşlu (Yörükselim) Mahallesi Reisi Çuhadar Zade Hacı Mustafa Efendi. 2. Bektutiye (Fevzi Paşa) Mahallesi Reisi Ser Müsevvid Ahmet Efendi. 3. Restebaiye (Gazi Paşa) Mahallesi Reisi Baba Halil Zade Ahmet Efendi. 4. Acemli (Şehit Evliya) Mahallesi Reisi Evkaf Memuru Evliya Efendi. 31 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ 5. Kayabaşı Mahallesi Reisi Tapu Memuru Faik Efendi. 6. Divanlı Mahallesi Reisi Hasan Bey 7. Ekmekçi Mahallesi Reisi Sapsız Hacı Efendi. 8. Cığcığı (Hayrullah) Mahallesi Reisi Muhacir Memuru Nasrullah Efendi. 9. Alemli (Sakarya) Mahallesi Reisi Zülakdiroğlu Süleyman Bey 10. Hatuniye (Kurtuluş) Mahallesi Reisi Şeyh Ali Sezai Efendi. *Savaş için Hazırlık Başlıyor Maraş Müdafa-i Hukuk Cemiyeti kurulduktan sonra para toplamak, erzak biriktirmek, silah ve cephane temin etmek için kollar sıvandı. Esnaftan Beşen Beyzade Hacı Nuri merkez veznedarı yapıldı. Maraş halkı seferberlik ilan etmişti. Kimden ne istenirse anında getirip teslim ediyordu. Para, yiyecek, malzeme, cephane, silah kimin elinde işe yarar ne varsa hiç yüksünmeden canı gönülden getirip veriyordu. Bir kişi vardı ki fedakârlığı ile parmak ısırtmıştı; Çuhadarzade Hacı Mehmet Efendi. Tek seferde 500 altın bağışlamıştı. Sıra silah temin etmeye gelmişti. Öncelikle jandarmanın elinde bulunan silahlar halka dağıtılmalıydı. Jandarmanın gizli deposunda 850 silah, bin sandık da cephane vardı. Bu depodan İngilizlerin de, Fransızların da haberi yoktu. Bu silahların Müdafa-i Hukuk Cemiyetine verilmesi için Maraş mutasarrıfı Cevdet Bey’e gidildi. O da muvafakat etti. Ancak Binbaşı İsmail Hakkı tereddüt geçirdi. Bunun üzerine başka bir yol bulundu. Merkez Bölük Kumandanı Mahmut Bey devriye çıkan jandarma vasıtası ile silahları dağıtma10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT yı başardı. Bunu da şöyle yaptılar; jandarma devriyeye çıkarken ellerinde silahlarla gidiyor, akşam dönerken boş dönüyordu. Bu şekilde depo boşaltıldı. *Maraş’taki Teşkilatın Yapılanması ve Çalışma Tarzı Maraş halkının merkezi hareketin dışında, kendi imkânları ile ortaya koyduğu örgütlenme tarzı fevkalade mükemmeldir. Dünyanın hiçbir yerinde örneği yoktur. Şehir, iletişim için çok değişik yollar denemiştir. Eski Maraş evleri bilinir. Genellikle bitişik nizamdır. Alt katları ahır veya ambar gibi kullanılır. Bu kısım çoğunluk taştan örmedir. Üst katlar ise genellikle ahşap veya kerpiçtir. Maraş halkı alt katlardaki ahırları mazgal delikleri açarak birbirine bağlamıştır. Bir insanın rahatlıkla geçebileceği genişlikte açılan bu mazgal deliklerinden irtibat sağlanmıştır. Sokak sonları boş arsaya geldiği takdirde buralardan da toprak kazılarak tüneller açılmıştır. Maraş halkının birbiri kurduğu irtibatı dışarıdan fark etmek imkânsızdır. Çünkü tüm iletişim yer altından yürümektedir. *Parola Savaş başladığı sıralar özellikle geceleri düşmanlar Türklerin mahallesinden hiç geçemezdi. Çünkü Maraş halkı alt kattaki ahırların sokağa bakan duvarlarına bir namlu sığacak kadar delik açmış ve sabaha kadar nöbet tutmuştu. Sokakta herhangi bir karartı belirdiği an parola soruluyordu. (o zaman halk dilinde; parla) teşkilat tarafından her gün değiştirilen parola yine teşkilat tarafından mahalle temsilcilerine bildiriliyor ve Müslümanlar bunu öğreniyordu. Ertesi gün yeni bir parola ihdas ediliyordu. Parolayı öğrenemeyen Müslümanlar sokağa çıkmı- 32 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ yordu. Esasen buna gerek de yoktu. Çünkü Müslümanlar artık dış sokakları değil evlerin altından açılan mazgal yollarını kullanıyorlardı. Kısaca geceleri şehirde hâkimiyet tamamen Türklere geçiyordu. Teşkilat savaş için tüm hazırlıkları tamamlamıştı. Her mahalle kendi içerisinde emir ve komuta halkası oluşturmuştu. Mahalleler sokaklara kadar askeri bir disiplin içerisinde örgütlenmişti. Savaş başladığı an milisler ve başlarındaki milis subayları harekete geçecek bütün cadde ve sokaklar tutularak silah başı yapılacaktı. Düşman mevzileri arasındaki boş yerler işgal edilecekti. Böylece düşman kuvvetlerinin irtibat noktaları kesilecekti. Haberleşme sistemleri tahrip edilecekti. Ermenilerin ve Türklerin karışık olduğu mahalleler vardı. Bu karışık bölgelerdeki Ermeni evlerinin herhangi birinden ateş açılırsa derhal o tarafa yönelip bu hedef imha edilecekti. Bertiz grubu savaş başlayınca kuzey ve kuzey batı noktalarını tutacak, Elbistan ve Göksun yollarını kapatacak, haberleşmeyi temin edecekti. Kolej ve kışla bölgesindeki düşman kuvvetleri bu çeteler tarafından taciz edilecekti. Bertiz çetelerinin baskısı düşmanın ilgisini dağıtacak ve şehirdeki mücahitlerin rahat hareket etmesini sağlayacaktı. Maraş’taki teşkilatlanma tarzı Ermenilerin dikkatinden kaçmamıştı. Bir Ermeni yazar bu konuda şunları söylüyor; “Çevre köylerdeki ve şehirlerdeki bütün Türkler silahlanıyordu. Zamanı geldiğinde Fransızlara karşı savaşmak için hazır bekliyorlardı. Askeri merkezler oluşturulmuş ve 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT buralar teçhizatla doldurulmuştu. Diğer taraftan siperler kazılmış, istihkâmlar yapılmıştı. Bunlar Fransız subaylarının, memurlarının, kuvvetlerinin gözleri önünde oluyordu. Fransızlar tehlikeyi fark ettiklerinde iş işten geçmişti. Onlar da kendilerini düzenlemeye ve organize olmaya başladılar. Şehre cephane top vs. getirdiler. Maraş’ın kısa bir süre sonra savaş alanına döneceği aşikârdı.” *Maraş Kendi Yağı İle Kavrulmak Zorunda Mütareke yıllarında Anadolu kendi kaderi ile baş başa kalmıştı. Resmen ülke yönetimini elinde tutan İstanbul Hükümetinin varlığı veya yokluğu ülkede hissedilmiyordu. Erzurum Kongresi’nde oluşturulan ve Sivas Kongresi sırasında görev alanı ve yetkileri genişletilen Temsil Heyeti ise nereye yetişeceğini bilemiyordu. Düzenli ordu ortada kalmamıştı. İşgale uğrayan bölgelerin çoğu durumun ümitsiz olduğunu görüp en baştan kavgaya girmemişti. Düşmanlar da bunu istismar edip çaktırmadan işgal alanlarını genişletmeye bakıyorlardı. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurarak mücadeleye bir şekilde başlamış olan bölgelere gerekli yardımı ulaştırmak çok zordu. Düzenli ordulara karşı kırık dökük milis kuvvetleri ile mücadele etmeye çalışan bu teşkilatlara yardım gitmesi şarttı, ama nasıl? Merkezi hükümetten hayır beklemek mümkün değildi. Ordular büyük oranda dağılmıştı. Mevcutları ve sayıları azalmış ve düzenleri bozulmuş olan askeri birlikler nereye yardıma koşacağını bilemez halde idi. Bu yardımı yapmak istese bile bunun için gerekli olan silah ve teçhizat çok yetersizdi. Maraş bölgesinin sorumluluğunu da üzerine alan III. Ordu bir yandan milli hare- 33 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ ketleri desteklerken öbür yandan durum analizleri yapıyordu. III. Orduya göre Urfa, Antep ve Maraş bölgesini işgal eden Fransızlar buralardaki güçlerini yavaş yavaş arttırarak sinsice bölgeye yerleşmek istiyorlardı. III. Kolordu bu bölgedeki milli teşkilatlara yardım etmek istiyordu ama bu iş için elinde yeteri kadar subay yoktu. Kolorduya bağlı 5. Ve 15. Tümenler becerikli ve hizmete hevesli subaylardan birer ikişer tane ancak bulup gönderebilmişti. III. Kolordunun bu bölgeler için yapabileceği tek şey bu idi. çünkü bu kolordunun sorumluluk bölgeleri hep sorunlu bölgelerdi. Mesela Amasya, Tokat, Samsun, Kavak ve havza çevreleri Pontus’çu Rum çetelerin cirit attığı yerlerdi. Bunlarla mücadele etmek de bu kolordunun görevi idi. Gerçi çok zor bir iş olmasına rağmen Maraş’ta mücadeleyi doğrudan halkın sahiplenmesi ve milis kuvvetlerin bir kurmay titizliği ile savaş stratejisi belirlemesi ve bunu da büyük bir başarı ile uygulaması milli mücadele açısından sayısız faydalar sağlamıştır. En başta düşmanlarımıza şu mesaj verilmiştir. Sizi yenenler bizim düzenli ordularımız ve organize birliklerimiz değildir. Sivil insanlarımız çakaralmaz silahlarla sizin düzenli ordularınızı darmadağın etmiştir. Buradan kiminle mücadele ettiğinizi anlayabilirsiniz. Kendimizi toparlar ve düzenli ordular haline gelirsek bizimle nasıl başa çıkacaksınız? Maraş dışarıdan adam akıllı bir yardım alamamış olmasına rağmen yüksek iman gücü, mükemmel örgütlenme kabiliyeti ile aklın almayacağı bir zafere imza attı. Bu kurtuluş modeli örnek olmalıdır. 2003 yılında 10 milyonluk Bağdat şehrinin tek mermi atmadan teslim olduğunu düşünür- 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT sek Maraş’ta kazanılan zaferin büyüklüğünü daha iyi kavramış oluruz. İletişim: [email protected] 34 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ FERD VE TEŞKİLAT Ebubekir Sıddık Karataş *Nefs ve teşkilat Nefs, özünde teşkilata muhaliftir. Fakat nefs bile bilir ki, menfaatin büyüğü teşkilatlılık halindedir. Ferdi hayat gerçekliğinde kaldığı müddetçe elde edeceği menfaat küçük çaplı olacaktır. Özünde ferdi menfaati esas aldığı için teşkilatlanmaya karşı olan nefs, daha büyük menfaatleri elde edebilmek için teşkilata karşı çıkmaz. Hatta teşkilatlanmayı teşvik bile eder. İşin merkezinden kaydığı nokta da tam olarak burasıdır. Nefsin talep ettiği teşkilat, kendi merkezinde oluşmalı ve çalışmalıdır. Ferdiyetçiliğin ve ferdi menfaatin zirve noktalarından birisi budur. Kurulacak veya kurulmuş olan bir teşkilatın, tek kişinin ekseninde çalışmasını talep etmek, teşkilat değil menfaat manivelası tesis etmektir. Teşkilat, üyelerinin ferdi menfaatlerini de gerçekleştirir muhakkak. Üyelerinin menfaatlerini gerçekleştirmek teşkilat için tabii bir neticedir. Tamamen üyelerinin ferdi menfaatlerinin dışında hedefleri olan saf idealist teşkilatlar kurulabilir tabii ki. Fakat teşkilatların çoğunluğu üyelerinin menfaatlerini de gerçekleştirmek gibi hedeflere sahiptir. İşin ölçüsü, üyelerinin menfaatlerini gözetirken, en azından tüm üyelerinin menfaatlerini gözetir. Her bir üyenin menfaatini, tüm üyelerin menfaati çerçevesinde temin eder. Bunu yaparken de cemiyetin aleyhine bir iş yapmaktan imtina eder. Nefs merkezli teşkilatlar, bir kişinin hakimiyetine girme istidadına sahiptir. Her nefs, teşkilatın hakimiyetini talep eder. Hakimiyeti elde etme istidadı olan fertler ise 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT kıyasıya mücadele eder. Bu tür teşkilatların kurulması, yaşaması ve etkili olabilmesi, zaruret sınırlarındadır. Nefsin zarureti ise yalnız başına elde edemeyeceği menfaatlerdir. Bu sebeple başka bir yerde menfaatlerini elde edebileceğini anladığı andan itibaren o kişiyi teşkilatta tutmak mümkün olmaz. Menfaate (nefse) dayalı teşkilatlar çabuk kurulur. Menfaat sıcak (kinetik) enerji demektir. Fakat çabuk kurulduğu gibi de çabuk çözülür ve yıkılır. Nefs merkezli zihni evrenler, katı ferdiyetçidir. Katı ferdiyetçilik, teşkilatlılık haline manidir. Teşkilatlar katı ferdiyetçilikle (mesela liberalizmle) kurulamaz ve devam ettirilemez. Kurulanlar, mütemadi iç çatışmalarla meşgul olurlar. CHP misaline bu açıdan bakıldığında ne demek istediğimiz anlaşılır. CHP gibi nefs merkezli teşkilatlar, ters denkleme sahiptir. Müslümanların teşkilat fikri, nefs merkezli zihni evrenden uzak “ruh merkezli teşkilat” anlayışıdır. Nazari olarak böyle bir tespit yapmak, fiili durumun böyle olduğu manasına gelmez. Müslümanlar, ferdileşme sürecini maalesef ifrat noktalara kadar götürdüler. Bir tür liberalizasyon sürecini Müslümanların da yaşadığı bir çağdayız. Ferdi gerçeklik ile içtimai gerçeklik arasındaki muvazene, İslam’a uygun şekilde kurulamadı. Cemaatçi anlayıştaki ferdi gerçekliğin reddine tepki olarak doğan liberalizasyon (ferdileşme) süreci, cemaatçi anlayıştaki yanlışı ters kutupta yaptı. Muvazene dışındaki savrulmaların hiçbiri diğerine tercih edilmez. Tepkiyle kalkan, yanlışla oturuyor, tepki gösterdiği yanlışı zıt kutupta yapmaktan kurtulamıyor. Netice olarak Müslümanların teşkilat anlayışının çerçevesini İslam, muhtevasını 35 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ iman, sistemini ahlak, manivelasını da akıl oluşturur. Zekaya düşen de keşif maharetidir. Nefs ile ilgili problem çok girift ve naziktir. Hoyratça ve normal zeka seviyesi, normal akıl terkibi ile üstesinden gelinemez. Nefsin en büyük mahareti, her şeyin (her fiilin) muhtevasına nüfuz edebiliyor olmasıdır. Namaza bile nüfuz eden nefsin, hayatta nüfuz edemeyeceği bir konu olduğu zannına yakalanmamak gerekir. Nefs, zekaya da nüfuz eder, akla da nüfuz eder, şuura da nüfuz eder. Sistemlere de nüfuz eder, teşkilatlara da nüfuz eder, cemiyete de nüfuz eder. Dikkat çekici nokta, nefsi nefsin fark etmesidir. Bir insanın nefsinin zuhurunu, başka bir insanın (mesela muhatabının) nefsi fark ediyor. Çünkü nefs, nefsi tanır. Nefsi nefsin fark etmesi, nefse karşı nefsin mücadele etmesini tetikliyor. Cemiyette umumiyetle nefslerin önünü başka bir nefsler kesiyor. Bu durum nefslerin azmanlaşmasına mani olmak bakımından faydalı neticeler verebiliyor ama cemiyet de nefsler kumkuması haline geliyor. Bu netice ise çok berbat bir durum oluşturuyor. Nefsin panzehiri iman ve ahlaktır. Nefs, ahlaka da nüfuz edebilir ama kişi ahlaka riayet ettiği müddetçe en azından başkalarına zarar vermez. Kendi yaptıklarını nefsi için yapmış olmak gibi bir garabete düşer ve manevi mükafatına kavuşamaz fakat çevresine ve teşkilata zarar vermez. Bu sebeple ahlak bahsi, teşkilat mevzuunda, imandan sonraki en önemli ikinci meseledir. *Teşkilat ve zihni organizasyon Ferdi oluş süreci bir şahsiyet terkibine ulaşmalıdır. Şahsiyet terkibinin alt yapısı, kalb dünyası ile zihni dünyanın organize olmasıdır. İnsanın ilk teşkilatı, kalbi evrenin 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT organizasyonu, ikinci teşkilatı, zihni evrenin organizasyonudur. Kalbi ve zihni evrenleri organize olmayan insanların, duygu ve düşünce dünyası kaotiktir. Kaotik iç alem, dış alemde bir teşkilata mensup olmayı imkansız kılar. Ferdi oluşun nihai hedefi şahsiyet terkibidir, tezahürü ahlak, muhtevası ise duygu ve düşünce dünyasıdır, kaynağı kalb, yeşerdiği havza ise zihni evrendir. Manivelası ise akıl ve zeka… Kalbi evren, ruhun imanı ve istikametidir. Zihni evren aklın ve nefsin at koşturduğu havzadır, iman ve ahlak tarafından zapt altına alınmalıdır. Akıl, iman ve ahlaka bağlı olmalıdır. Akl-ı selim haline geldiğinde ise imana bağlı fakat ahlakı zamana göre sürekli yeniden terkip etme salahiyetine sahiptir. İşte teşkilatın ferdi derinliklerdeki özü burasıdır. 36 Akl-ı Selim sahibi insanlar teşkilatın kurucu unsuru (kurucu aklı) olur. Akıl sahipleri ise itaat edicileri… Çünkü teşkilatın nazari alandaki ismi (karşılığı) ahlaktır. Ahlakı her an yeniden terkip edecek olan salahiyet, akılda değil, akl-ı selimdedir. Akıl, itiraz etmeksizin itaat ile mesuldür. Akl-ı Selim haline gelemeyen ham akıl, asla yeni bir ahlak terkibi gerçekleştiremez. Ahlak ile aklın eşit olduğu seviye, akl-ı selimdir. İslam’ı içinde yaşadığımız çağda tatbik edebilecek akıl, akl-ı selimdir ki akl-ı selim bu işi, ahlak anlayışını yeniden terkip ederek gerçekleştirir. Zira ahlak, İslam’ın tamamına şamildir, hukuk ise İslam’ın bir kısmına şamildir. Hayatta her hal ve hadisenin bir ahlakı var fakat bazılarının hukuku vardır. Bu sebeple hukuk sistemi İslam’ın bir kısmını ihtiva eder. Bu sebeple İslam’ın tatbiki, ahlak anlayışını inşa etmek ve hayata geçirmekle kabil olur. TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ Zihni evrenler organize olamazsa, her türlü problemin kaynağı haline gelir. Fakat en büyük zararı, teşkilatlara ve teşkilatlılık haline verir. Merkezi bir yapıya kavuşmayan, nizami bir organizasyon ifade etmeyen zihni evrenler, teşkilatların zehiridir. Merkezinde akl-ı selimin taht kurmadığı zihni evrenler, sadece itaat etmekle mükelleftir. İtaat ederken, idrak etmeye ve akl-ı selimi inşa etmeye gayret etmelidir. Meşveret, akl-ı selim sahiplerinin işidir. Ham akıllılarla istişare etmek, ameliyatın nasıl yapılacağını kasaptan sormaktır. Fakat akl-ı selim sahipleri, seviyelerinin ilzam ettiği salahiyeti, imtiyaz haline getirmeyecek, her Müslüman’ın akl-ı selim sahibi olması için gereken tedbirleri alacak, usulleri geliştirecek, çalışmaları yapacaktır. Ehliyet, imtiyaz kaynağı değil mesuliyet kaynağıdır. *Akıl ve teşkilat Teşkilatlılık hali, nizam halidir. Teşkilat, nizamın kurucu müessesesidir. Bunlar, “nizam fikri”ne ihtiyaç duyar. Nizam fikri üretilemeden, nizam fikrinin tatbikatı olan ahlak kuşanılamadan, teşkilattan ve teşkilatlılık halinden bahsetmek kabil olmaz. Nizam fikri ise, istikamet kazanmış kalbi evren ve tanzim edilmiş zihni evren ile mümkündür. Ferdi oluş süreci nizama ulaşmamış kişilerden meydana gelen kalabalığa cemiyet denmediği gibi bu kişiler teşkilat da kuramaz. Kurmaya teşebbüs ettiklerinde meydana gelen yapıya teşkilat denmez, birbirlerinin etini yedikleri (gıybet ettikleri) bir mezbahane bina etmiş olurlar. Teşkilat, hususi bir yapıdır. Yeryüzündeki tüm teşkilatlar, az veya çok “emiritaat” omurgasına sahiptir. Zihni organizasyonunu gerçekleştirememiş olanlar itaat edecek, akl-ı selim sahipleri ise emir verecektir. Akl-ı selim sahibi olmayanlar itaat ettiklerinde umulur ki, zihni organizasyonlarını teşkilat içinde gerçekleştirirler. Teşkilatın ve teşkilatlılık halinin bir faydası da, zihni organizasyonunu gerçekleştiremeyenlere bu konuda katkıda bulunmaktır. Fakat zihni evreni kaostan kurtulamayanlar, asla ama asla teşkilatta söz sahibi olmamalı, emir verecek mevkide bulunmamalı, karar alacak salahiyeti kuşanmamalıdır. 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT Akıl ile teşkilat arasında birbirini teyit eden tabiat ve münasebet var. Zaten teşkilat, zekanın değil aklın eseridir. Aklın bünyesinin teşekkül etmesi, yani zeka gibi yeknesak değil terkibi bir mahiyet taşıması, teşkilat ile yoğun münasebet içinde olduğunu gösterir. Akıl bir çeşit teşkilattır, zihni teşkilat… Teşkilat da bir çeşit “içtimai akıldır”. 37 İnsanın kalbi ve zihni evreninde teşkilata en fazla benzeyen akıldır. Bu cihetle teşkilat anlayışını aslında aklın bünyesinden çıkarmak kabil ve doğru bir yoldur. Akıl, hem ferdi ve ferdi derinliği hem de içtimai hayatı ve örgüyü ifade eder. Akıl, insanın kendine ait olanlarla, cemiyete ait olanların harmanlanarak bünyeleşmiş halidir. İnsanın sadece kendine ait olan malzeme (unsurlar) ile akıl inşası kabil değildir, böyle bir teşebbüs akim kalır, akıl ortaya çıkmaz. Akıl, ferd ile cemiyet arasındaki müşterek alanı oluşturur. Tabii ki ferd ile cemiyet arasındaki tek müşterek alan akıldan ibaret değildir, aslında ferd ile cemiyet arasındaki müşterek alanın adı, ahlaktır. Zaten bu sebeple aklın temeli, bünyesinin asli unsurlarından birisi ahlaktır. Ahlak, insanın zihni evreninde, idrak istidadı ile harmanlanarak merkezleşmiş ve bünyeleşmiş halidir. Akıl, tüm ce- TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ miyette cari olan ahlakın, ferdileşmiş şeklidir. Ahlakın aklileşmesi veya aklın ahlakileşmesi olarak isimlendirilmesi mümkün olan akıl ve ahlak, ferd ile cemiyet arasındaki münasebetleri, müşterek alanı, birlikte varoluşu ifade eder. Teşkilat da tam olarak budur. Teşkilat, ne sadece ferdi bir vakıa ne de sadece içtimai vakıadır. Teşkilat, ferd ile cemiyet arasındaki örgünün adıdır. İçtimai havza ile ferdi derinliği bir arada bulundurabilme maharetinin adına teşkilat diyoruz. Akıl, ferd ile cemiyet arasındaki müşterek kıymetlerin, kıymet ölçülerinin nazari çerçevede bünyeleşmesidir, aynı işlemin tatbiki adı teşkilattır. Teşkilat, ferdi kıymetlerle içtimai kıymetleri birbirine derin bir örgü ile bağlar, bu sebeple teşkilat, kalabalıkları cemiyet haline getirir. Teşkilatsız halk, kalabalıktan ibarettir, teşkilatlı halk ise cemiyet haline gelmiştir. Akıl, hem ferdi istiklali muhafaza eder hem de içtimai havzayı daim kılar. Akıllı ferdler yoksa ortaya çıkan teşkilat değil, lider, emir, memur teslisine teslim olan bir yapı zuhur eder. Buna teşkilat demiyoruz, demeyiz, dememeliyiz. Yapı, emir-itaat parantezinde gerçekleşiyorsa, o örgünün adı teşkilat değil başka bir şey olmalıdır. Birlikte olmak, beraber yaşayabilmek, bunları da nizami bir çerçevede yapabilmek için hem akıl hem de teşkilat gerekir. Teşkilat yoksa emiritaat parantezinde bir yapı inşa edilmişse akıl zuhur etmez, akıl yoksa kurulan yapı teşkilat değil başka bir şeydir. Teşkilat, ferdi oluşları mümkün kılar, ferdi, cemiyete ezdirmez. Diğer taraftan teşkilat, cemiyeti, ferdi aşırılıklara karşı muhafaza eder. Teşkilat, insani oluşları, ferdi aşırılıklardan ve cemiyetin ceberrut tesirinde ko10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT rurken, her ikisi arasındaki yüksek muvazeneyi ve harikulade kıvamı yakalamalıdır. Ferd ile cemiyet arasındaki muvazene ancak teşkilat (müessese) ile kurulabilir, bu muvazenenin teşkilatsız kurulması ütopya bile değildir. Lakin her teşkilat (ve müessese) bu muvazeneyi kuramaz, kurarsa da uygun kıvamını bulamaz. İşte teşkilat fikrine ihtiyacımızın azami noktaya çıktığı hususlardan birisi budur. Ferd ile cemiyetten herhangi birini diğerine tercih etmek, muvazeneyi biri lehine bozmak, diğerine karşı istibdada savrulmak vahim neticelere yol açar. Ferd ile cemiyet arasındaki muvazene ve muvazene kıvamı, ancak “büyük fikir” ile mümkündür. Büyük fikir, büyük terkiptir, bu ise medeniyet fikridir. Tefekkürün ve tatbikatın nihai menzilini, meselenin bidayetinde anlamayanlar, ferd ile cemiyet arasındaki muvazeneyi ve kıvamını yakalayamazlar. Büyük fikir (veya medeniyet tasavvuru) olmalıdır ki, maksat, istikamet ve güzergah belli olsun. Medeniyet tasavvuru, binanın mimari planıdır. Mimari planı hazırlanmamış olan binanın inşaatına başlanmaz. Hangi işin ne zaman, hangisinden önce veya sonra yapılacağını, hangi işin nereye yapılacağını bilme imkanı mimari plan ile mümkündür. Mimari planı olmadan inşaata başlayanlar, saray değil en fazla gecekondu yaparlar. Tam da bu sebeple büyük plan (medeniyet tasavvuru) olmadan başlanmamalı, teşkilat fikrini de medeniyet tasavvurundan devşirmelidir. İletişim: [email protected] 38 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ CEMAAT VE TEŞKİLAT Faruk Adil Türkiye’de Müslümanların içtimai bünyeleşmeleri cemaat şeklinde zuhur etti, bu sebeple cemaat bahsini ayrıca tetkik etmek ehemmiyet arzediyor. Cemaat bir tarafından bakıldığında müthiş bir teşkilat numunesidir, başka bir tarafından bakıldığında teşkilat numunesi değil, teşkilatların kuluçka makinesi gibidir. Türkiye’de ve İslam coğrafyasında her fikir bünyeleşmek istediğinde önce cemaatleşiyor. Cemaat, kadimden beri kullanılan içtimai bünye numunesi olduğu için tecrübe müktesebatı da büyük, dolayısıyla içtimai oluşumlar tabii olarak bu havzaya akıyor. İslam, modern zamanlardaki sivil toplum kuruluşlarına benzer teşkilatları arzu etmez. İslam, Müslümanları günde beş vakit bir araya getirecek kadar yoğun bir teşkilatlılık haline sahiptir, beş vakit bir araya getirme mekanı cami, bir araya getirme sebebi namaz, bir araya getirme şekli ise insanların tamamını, sınıf oluşturmadan yan yana ve aynı istikamete doğru dizmek şeklindedir. Diğer taraftan, herhangi bir iş için bir araya gelen iki kişinin birini diğerine (diğerlerine) imam, reis tayin eden bir içtimai yoğunluğa sahiptir. İslam, her an teşkilat kurmakta, her iş için teşkilat kurmakta, her alan için teşkilat kurmaktadır. Bu yoğunlukta “teşkilatlılık halini” taşıyabilecek bir teşkilat numunesi keşfedilmiş değil. İşte cemaat, bir taraftan İslam’ın muhtevasına uygun olarak elzem bir taraftan da modern zamanların şartlarında fiili bir zarurettir. Hala batıda (belki doğuda da) İslami cemaatlerin teşkilatlılık halinin yoğunluğuna ulaşan bir teşkilatlanma numunesi yoktur. Ehl-i tasavvufun haftada en az iki 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT defa “hatim” okumak için, diğer cemaatlerin “ders” veya başka bir isim altında haftada birkaç kez bir araya gelmesi, bir araya geldiklerindeki münasebet yoğunluğu, başka tür teşkilat numunelerinde gerçekleştirilemiyor. Cemaatlerdeki bir araya gelme, birlikte iş yapma, beraber yaşayabilme yoğunluğu, modern teşkilat formlarının tamamen dışındadır, bunlardaki ruhi, hissi, tabii münasebet yoğunluğu modern çağın sivil toplum kuruluşlarının ufkunu aşar. Modern dünyanın teşkilatlanma meselesinde çözemediği, oluşturamadığı en önemli mesele; ruhi, hissi, tabii birlikler, beraberliklerdir. Bu eksikliği kapatmak için batı dünyasındaki gizli teşkilatlar, tuhaf, saçma, sapık ritüeller geliştirme yoluna gitmişlerdir; masonik teşkilatların ve Hıristiyan teşkilatlarının gizli ritüellerine bakıldığında ne kadar sapıkça temayüller geliştirdikleri görülür. Cemaat şeklindeki içtimai bünyelerin ulaştığı derinlik, batıda, ruh ve akıl sıhhatini bozmadan gerçekleştirilemiyor. Bunun kıymetini bilmek, cemaatleşmeyi tenkit ederken (ki tenkide tabi tutulacak cihetleri var) hoyrat ve vicdansız davranmamak, özellikle de meseleyi anlamadan sığ şekilde cemaatleşmeye savaş açmak, intihar olur. Cemaatleri teşkilat olarak değerlendirip tenkit etmek sıhhatli görünmüyor. Cemaatler, ruhi, kalbi, hissi mayalama bünyesi olarak kabul edilmeli. Zaten yaptıkları iş derinlik boyutuyla bu… Modern teşkilat numunelerine benzemediği için tenkit etmek ise kendimizi inkar olur. Cemaat bünyesinde mayalanan ruhi, kalbi yapı, içtimai sahaya muhtelif teşkilatlarla çıkmaktadır. Ruhi-kalbi bünyeyi yoğurma, mayalama, inşa etme hususunda cemaatlerin gerçekleştirdiğini, başardığını yapabilecek başka bir içtimai bünyeleşme çeşidi keşfetmiş deği- 39 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ liz. Başka bir bünyeleşme çeşidini keşfedememiş olmamız, sadece bizim idrak zafiyetimizle ilgili bir durum değil, bu keşfi dünya da yapamadı. Öyleyse cemaat bünyeleşmesi, İslam cemiyetlerinin tarihi keşfidir, bu keşfi hoyratça bir kenara atamayız. Türkiye’de ve diğer İslam ülkelerinde, on dokuzuncu ve yirminci asırda uygulanan batı operasyonlarına karşı coğrafyanın kalbini muhafaza eden ana unsurlar, tasavvufun deruni, cemaatlerin de içtimai bünyeleridir. Batının son iki asırdır doğrudan uyguladığı planlarına rağmen dünyada hala İslam ve Müslümanlar varsa, bu bünyelere borçluyuz. Dikkat edilirse, son birkaç asırdır batının dünya hakimiyetinden kurtulan medeniyet, kültür, anlayış kalmamıştır, buna direnebilen sadece İslam coğrafyasıdır, direniş merkezleri de tasavvuf ve cemaatlerdir. Cemaatlerin birçok yanlışı olabilir, cemaatleşme tarzlarının da yanlışları olabilir fakat batının nihai hamlesini yirminci asırda hilafeti kaldırarak yaptığı çok sayıda operasyonlarına karşı ümmeti ayakta tutan bu bünyelere karşı tarihi bir borcumuz olduğu unutulmamalıdır. Cemaatlerin, teşkilatlarını kendi bünyelerinde kurmaları tabiidir. Ruhi ve ahlaki altyapısını hazırladıkları bünyeler, aynı zamanda teşkilatların kuluçka makinesidir. Tenkit edilecek husus, cemaatlerin teşkilatları kendi bünyelerinde kurmaları değil, cemaatler üstü şemsiye teşkilatlar veya müşterek teşkilatlar kurmamış olmalarıdır. Şemsiye teşkilatların “birliğe” doğru giden güzergah olması cihetinden ehemmiyeti büyük fakat kurulması da aynı nispette zordur. Lakin müşterek teşkilatların kurulmamasının mazereti yok. Son zamanlarda cemaatler arası müşterek teşkilatlar kurulduğunu, kurulmaya 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT teşebbüs edildiğini görmek ise memnuniyet vericidir. Cemaatlerden bir cemaat olmak ve böyle kalmak, başka bir ifadeyle tüm hayatı kuşatacak kadar genişleyememek ve derinleşememek, müşterek teşkilatlara ihtiyacımızı artırıyor. Bir cemaat büyüyüp diğerlerini şubeleri haline getiremediği müddetçe, müşterek teşkilat fikrinin geliştirilmesi gerekiyor. Doğru olan ise bir cemaatin diğerlerini yok etmesi değil, müşterek hayat ve faaliyet alanları oluşturmak, bunu mümkün kılacak müşterek teşkilatlar kurmaktır. Teşkilat anlayış ve tatbikatının gelişmemesinden dolayı bir müddet büyüyen cemaatler, büyümeleri nispetinde diğer cemaatlerle münasebetlerini sıklaştırmak yerine onları hakir görmeye ve imkanlarını paylaşmamaya başlıyor. Kuvvet ve iktidar, zenginlik ve imkan, bilgi ve maharet geliştikçe birleştirici olmak yerine bağımsızlığını artıran, gücünü ve imkanlarını hasisçe kullanan misaller çoğalıyor. Güçlü insan ve cemaatlerin kudret ve imkan hasisliği ve cimriliği çok çirkin görünüyor. Bunun en tipik misali, Fethullah Gülen cemaatidir, büyüdükçe her sahada kendi teşkilatını kuruyor, diğer cemaatlerle hiçbir müşterek hayat ve faaliyet alanı oluşturmuyor, mevcut olanlardan geri çekiliyor. Gayrimüslimlerle müşterek hayat ve faaliyet alanı oluşturan Fethullah Gülen cemaati, Müslüman cemaatlerle müşterek faaliyetlere girmekten imtina ediyor. Güçlendikçe kudret ve imkan hasisliği artıyor. Bu hususta o kadar ileri gitti ki, ülkeye ve ümmete ihanet etmekte hiç tereddüt etmedi. Fethullah Gülen’in ihanet örgütü, Müslümanların teşkilat anlayışı için üzerinde çalışılması gereken bir mevzudur. Cemaatçilik bahsinin ihanete kadar gidebilecek bir kapalı sistem oluşturma ihtimali vardır ve cemaat gibi aziz bir mef- 40 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ hum ve içtimai bünyenin bu zehirden muhafaza edilmesi gerekir. tarihi süreçler, Müslüman halklarda tedavisi uzun sürecek hastalıklar başlatmış gibi. Türkiye’de her nedense küçük ve zayıf cemaatlerin ittifak ve ittihat bahsini gündeme getirmesi, güçlü ve büyük cemaatlerin ise tam aksine bağımsızlaşması alışkanlık haline geldi. Kuvvetin tabiatında bağımsızlık yatıyor, ferdi veya içtimai bünyeler kuvvetlendikçe bağımsızlaşma sürecine giriyor. Bu durum, insan ve hayatın “çıplak tabiatı” ile ilgilidir, İslam ahlakı bunun tam aksini işaret eder, güçlü olanların Müslümanlara bağlanma mesuliyeti daha fazladır. Müslümanların elde ettikleri kudret ve iktidar, gayrimüslimlere karşı bağımsızlaşmalarını, Müslümanlara karşı ise bağlanmalarını iktiza eder, İslam ahlak ve mesuliyeti bunu gerektirir. Bu durumun tam aksine olan gelişmeler yani kuvvetin Müslümanlara karşı bağımsızlaşma, gayrimüslimlere karşı bağlanma halini ve tavrını tetiklemesi, İslam ile kurulan münasebetin sıhhatsizliğine delalet etmez mi? Müslümanlar ne zamandır İslam ahlakına değil de, hayatın çıplak tabiatına uygun davranmaya başladılar? Farkında olmadan (muhtemelen farkında olmadan, farkındalarsa durum vahim) İslam ile aralarına koydukları mesafe azalmak yerine artıyor. Kuvvetlenen cemaat ve teşkilatların Müslümanlarla münasebetleri ve müşterek hayat alanları azalıyorsa, sıhhatsiz bir durum var demektir. Türkiye’de (belki de tüm İslam ülkelerinde) son bir asırdır iktidar olamayan Müslümanlar, anlaşılabilir bir güç ve iktidar açlığı içindeler. Derinleşmiş ve müzminleşmiş olan bu açlık, biraz kudret ve iktidar sahibi olan fert ve cemaatlerde, anlaşılmaz bir hasisliğe ve cimriliğe sebep oluyor. İslam dışı siyasi rejimler tarafından yönetilen İslam ülkelerindeki halkın iktidara uzaklığının uzun sürmesinden kaynaklanan ciddi problemler yaşanıyor. İktidarsızlık, ruhi, akli, ahlaki kaynaklarda sıhhatsiz oluşumlara sebep olmuş gibi görünüyor. Zalimlerin yönetimleri altında mazlum ve mağdur olan Müslümanlar, bir miktar kudret ve iktidar sahibi olduklarında, bunu, birbirlerine karşı da kullanmaktan imtina etmiyorlar. Son birkaç asırlık 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT Kudret ve iktidar mahrumiyeti ne kadar yıkıcı ise bunlara karşı doymak bilmez bir açlığa sahip olmak da o kadar yıkıcıdır. Türkiye’de ve diğer İslam ülkelerinde Müslümanlar iktidarla imtihan devrine girdiler. Birçok İslam ülkesinde İslamcılar iktidarları ele geçiriyorlar, Arap baharının rüzgarıyla birlikte hazır olmayan İslami teşkilat ve hareketler, devlet ve iktidarı kucaklarında buldular. Aniden büyük güç sahibi olmak, derin ruhi tesirler meydana getirir. Müslümanların iktidarla imtihanı çetin geçecek gibi görünüyor. Lakin başka bir yolu yok, iktidarla imtihan olmanın yolu, iktidardan geçer. İktidar olmadan iktidarla imtihan olmak kabil değil. Şimdi bu imtihanla (hem de hazırlıksız olarak) karşı karşıyalar, kaçınılmaz olarak birçok problem yaşanacak, ne var ki bu durumla yüzleşmekten başka yol yok. Müslümanlar kudret ve iktidar imtihanını bir an önce geçmeliler, sıhhatlerine kavuşmalılar, iktidarla harmanlanmış ruhi ve ahlaki muvazenelerini kurmalılar. Yapacak çok işimiz var, yolun ortasında imtihandan sınıfta kalma lüksümüz yok. İletişim: [email protected] 41 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ DEVLETSİZLİK FİKRİ Ömer Yılmaz Son dönemde ivme kazanan eklektik yaklaşımlar, bugüne kadar hiç duyulmamış, İslam’ın ana (temel) teorik metinlerinde (Kur’an-Hadis) ve tarihte karşılığı olmayan, ancak ‘ütopik’ olarak nitelendirilebilecek türde birçok “İslam” anlayışının ortaya çıkmasına neden oldu. Bunlardan biri de “devletsiz İslam”. Bu yaklaşım, İslam’ın ayrıca bir devlet talebi olmadığını öne süren modern(ist) yaklaşımdan farklı olarak İslam’da devlete hiç yer olmadığını, İslam’ın devleti toptan reddettiğini savunuyor. Kuşkusuz bu yaklaşım ilhamını Anarşist felsefeden alıyor. Nitekim bazı nevzuhur küçük gruplar kendilerini “Anarşist Müslüman” olarak tanımlıyorlar. Ütopik düşüncelerin savunucuları, realiteyi önceleyen ve adımlarını mevcut şartları dikkate alarak atan kimseleri ezbercilikle suçlarlar genellikle. Oysa ütopyaların cazibesine kapılanların, savundukları düşünceleri ezber haline getirmekte hiç de aşağı kalır yanlarının olmadığı bilinen bir gerçektir. Devletsizlik fikri örneğinde de görüldüğü gibi, ütopyalar insanlık için umut vadetmezler aslında, aksine insanların umutlarını çalarlar, zira gerçekleşebilme ihtimalleri yoktur. Bu yüzden olmadık yerlere umut bağlayanlar, gerçekte umutsuz vakalardır. Ütopyalar insanlığa sunulmuş birer öneridir lakin genellikle uçuk kaçıktırlar, bu yüzden de çoğunlukla kabul görmemişlerdir. Ütopya üreticileri ve savunucuları da genellikle karnı tok sırtı pek kimselerdir, peşlerine taktıkları insanlar ise, özellikle gençler, onların zavallı kurbanlarıdır, ânın gerçekliğinden kopmuş, hayal âlemine dalmış, hayatı ıskalamışlardır. 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT Ütopyacılar, halkın anlayamayacağı bir dille konuşmakta ustadırlar, “biyopolitika, post-anarşizm, pan-kapitalizm, steampunk-şeriat, anarca-İslam” vb. “cici” ve “şık” kavramları kullanmaktan zevk alırlar. Ortalama yurdum insanı ise bu kavramları bilmez, dahası bu kavramlardan hiç hazzetmez, sonuçta onun kendi dini, tarihi, kültürü, geleneği vardır. Yine de ütopyacılar hemen her fırsatta klişeleşmiş söylemlerin tekrarladığından dem vururlar, bunu söylerlerken kendileri de aynı şekilde klişeleşmiş söylemleri, mesela 200 yıl öncesinin Avrupa’sında ortaya atılmış olan düşünceleri tekrar ederler. Demek ki bir yönüyle tekrardan kaçış mümkün olmuyor. Devletsizlik fikrinin en meşhur klişelerini, devletin zararlı olduğu ve yok edilmesi gerektiğine ilişkin “inançtan” kaynaklanan düşünce ve söylemler oluşturur. Ortada ne yapılması gerektiğine dair somut, kuşatıcı, başarılı ve kalıcı bir örnek, dolayısıyla ayakları yere sağlam basan bir model önerisi olmadığı için, işin ucu “primitif (ilkel) topluma dönelim” demeye kadar varır. Anahtar kelimeler, “isyan, devrim, anarşi, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, ne tanrı ne devlet” vesairedir. Benzer şekilde “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” gibi kelime ve kavramları kullanan ve bunlar adına gözlerini kırpmadan adam öldüren Jakobenleri hatırdan çıkarmamak gerekir. Devletsizlik fikri, tersinden bir tahakküm felsefesidir aslında, bir başka deyişle mutlak devletsizlik veya mutlak anarşi fikri, tersinden mutlak tahakkümdür. Konu üzerinde biraz düşünenler bunun neden böyle olduğunu kolayca anlayabilirler. Asıl meseleye gelecek olursak, milyonların bir arada yaşadığı bir dünyada devlet zorunluluktur, zira işlerin görülebilmesi 42 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ ve anlaşmazlıkların giderilebilmesi ancak bu şekilde söz konusu olur. Devlet vardır ve var olacaktır, sorun onun hangi felsefî temel üzerine bina edileceği, şeklinin nasıl olacağı ve vazifelerinin ne olacağıdır. Özetle devlet nerede başlayıp nerede bitecektir, üzerinde düşünülmesi gereken konu budur. Devlet, müdahale alanının kısıtlanması, bugünküne oranla etkisizleştirilmesi, hükmetme vasıtası olmaktan çıkarılması anlamında silinebilir, küçültülebilir fakat tamamen yok edilmesi olanaksızdır. Devletin yok edilebilmesi için şehir-medeniyet düzeninin yok edilmesi gerekir ki bu da söz konusu değildir. Günümüzde devlet tahakküm amaçlı kullanılmaktadır, felsefî arka planı sakattır ve bugünkü haliyle toplumun ayaklarındaki pranga ya da tepesindeki balyoz hükmündedir. Şu da bir gerçek ki öldüğümüzde kimimiz kimsemiz olmasa bile yaşarken pek hayrını görmediğimiz bu “pranga” ya da “balyoz devlet” en azından bizi götürüp garipler mezarlığına gömmektedir. “Ben öldükten sonra…” demek anlamsızdır, zira iş ölenle sınırlı değildir, geride kalanı da ilgilendirmektedir. Örneğin 2014 yılında Türkiye’de ölen insan sayısı 390.121’dir, kaçınılmaz olarak bu sayıda insanın defin işlemlerini gerçekleştirecek bir örgütlenmeye ve bu örgütlenmenin sevk ve idare edilmesine ihtiyaç vardır. İnsanın insan gibi yaşamasına izin vermeyen devletin onun gömülmesinde işe yaraması elbette trajiktir. Keza devlet denen organizasyon olmasa, şehir düzeninde yaşayan toplum elini yüzünü yıkamak için su bile bulamaz, zira musluğu açtığımızda akan su, o musluğa devlet organizasyonu sayesinde gelmektedir. Örnekler çoğaltılabilir. Birtakım kişi ve gruplar, İslam’la devletsizlik fikrini örtüştürmeye çalışmaktalar. Oysa devletsizlik fikrinin herhangi bir dinî-ilahî temeli yoktur, vahye dayanmaz, 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT aşağıda görüleceği üzere Hz. Muhammed’in pratiğinde de yer tutmaz, haliyle Müslümanlar için referans oluşturmaz. Bu fikir Batı kaynaklıdır, yerli aklın ürünü değildir; Batı’nın etik, sosyal, politik ve ekonomik bunalımlarının ürünü olarak ortaya çıkmış, yaşadığımız coğrafyada bazı Batı’cıların eliyle özellikle dininden, tarihinden, kültüründen, geleneğinden koparılmış bir kısım gençliğin önüne bir “seçenek” olarak konulmuş fakat pek fazla taraftar bulamamıştır. Daha geniş planda ortaçağ Avrupa’sındaki Kilise baskısından (muharref Hıristiyanlıktan) hareketle dini devre dışı bırakıp onu Tanrı ile insan arasındaki özel bir ilişki mesabesine indirgeyen, böylece dini vicdanlara hapsetmek isteyen yaklaşımların ve “ne tanrı ne devlet” gibi sloganların hiçbirinin İslamî bir karşılığı bulunmaz. Devletin gerekliliği konusunda Müslümanlar arasında ihtilaf olmadığından tarih boyunca Müslümanlar devlet sahibi olagelmişlerdir. İslam şehirli-medenî bir dindir, şehir-medeniyet düzeni, devletsizlik fikrini devre dışı bırakır. Devletsizlik olsa olsa dağda, kırda, bayırda kendilerini mevcut sosyaliteden soyutlayan bir avuç insan arasında mümkün olabilir. İslam hayatın bütününü düzenler, hukuk vazeder; nikâhtan alışverişe, mirastan savaş hukukuna kadar hayatın her alanını kapsayan hükümleri vardır. Hz. Muhammed, Medine’de mescid, pazar, medrese kurmuş, davaları karara bağlamış, diğer devlet reislerine mektuplar yazmış, zekât toplamış, ordu kurmuş, savaşa çıkmış, antlaşma imzalamıştır; buna rağmen “İslam’da devlet yoktur, İslam siyasetle vs. ilgilenmez” demek insan zekâsına hakarettir. Hz. Muhammed’in Mekke ve Medine dönemlerinde iki farklı politik kimlik taşıdığına ilişkin değerlendirmemiz için dipnotta linkini vermiş olduğumuz Devletçi Dindarlığın Can- 43 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ lı Örneği: AK Parti İslamcılığı başlıklı yazımıza bakılabilir.(1) Bir kısım devletsizlik fikri savunucularının ortaya attıkları “primitif topluma dönüş” fikrinin de gerçekte herhangi bir karşılığı yoktur. Kırk yaşına gelmiş bir insana “Hadi bakalım, çocukluğuna dön” demek gibi bir şeydir bu. Bu düşünceyi savunanların yapacakları en doğru şey, teknolojinin her türlüsünden derhal kurtulmak, örneğin televizyonlarını, bilgisayarlarını ve cep telefonlarını atmak, şehirde daha fazla yer işgal etmeyi bırakarak dağlara, ormanlara yerleşmek, avcı-toplayıcı olarak çıplak yaşamaktır. Devletsizlik fikrini savunanlar devletin arızî olduğunu, tarihte sonradan ortaya çıktığını savunurlar; ilk insan topluluklarında devlet yoktur. Bu takdirde “ilk insan çıplaktı, haliyle örtünmek de arızîdir” diye düşünülebilir, oysa örtünmenin arızî olması onun gereksiz, zararlı ya da yok edilmesi gereken bir şey olduğu anlamına gelmez; gerekli olduğu, ihtiyaç duyulduğu için insanlık örtünme yoluna gitmiştir. Köşede bucakta ilkel yaşayan birtakım kabileler ve mutlak çıplaklaşma eğilimindeki Batı toplumlarının bir bölümü dışında bugün insanlık şu veya bu şekilde örtünmektedir. Bu, şehir-medeniyet düzeninde kaçınılmaz olarak böyledir. Batı, üç yüz yıldan fazladır Müslümanların ensesinde boza pişirirken, Batılı felsefelerin taşıyıcıları tutunduğumuz son dalı da kesmeye çalışıyorlar. Onların hatırına Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olamayız. İslam’ın varlığa, insana, hayata, topluma, tarihe bakışı farklıdır, bir başka deyişle İslam, her açıdan farklı bir paradigma üzerine kuruludur; aklı başında her Müslüman için bu böyledir. Bu açıdan İslam’ı devletten-siyasetten, daha geniş planda hayatın herhangi bir alanından soyutlamaya yönelik 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT yaklaşımlar, Müslüman toplumlar için zararlıdır. Bu yaklaşımla güdülen amaç, yapmak, onarmak, ıslah etmek değil, yıkmak, bozmak, fesat çıkarmaktır. Tarih boyunca devlet sahibi olagelmiş bulunan Müslümanlar devlet fikrinden vazgeçmeyecektir, sorun devletin İslamî bir bakış açısı temelinde şekillenen farklı bir felsefî yaklaşımla modern devletten ayrı nasıl inşa edileceği, nasıl olacağı, nasıl sınırlanacağıdır. ---------Dipnot: 1- Devletçi Dindarlığın Canlı Örneği: AK Parti İslamcılığı http://akilvefikir.org/2014/07/30/devlet ci-dindarligin-canli-ornegi-ak-partiislamciligi/ İletişim: [email protected] 44 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ NİZAM - TEŞKİLAT - DEVLET Ahmet Selçuki *Teşkilat ve devlet Devlet, bir ülkedeki en büyük teşkilattır. Teşkilat-ı Esasiyedir. Millet (veya halk) teşkilatı, milletin (veya halkın) teşkilatlanmasıdır. Bu sebeple de, çatı teşkilatıdır, teşkilatların tamamının üzerinde koruyucu bir teşkilat vazifesi görür. Devlet teşkilatının ne kadar iyi olduğu, ne kadar doğru kurulduğu, ne kadar faydalı olabildiği, halkın “teşkilat kurma maharetine” bağlıdır. Bir ülkede yaşayan halkın teşkilat kurma mahareti sıfırlanmışsa, o ülkede teşkilat değil, bir tür işgal vardır. Açık ve gizli müstemleke ülkelerinde, müstemleke (sömürge) idareleri, yerli halkta iki özelliğin gelişmesini istemez, müstakil tefekkür ve teşkilat kurma mahareti… Bu iki özellik, hürriyetin ön şartıdır ve kafi şartıdır. Bu özelliklerin her biri diğerini doğurur ve besler. Bu özelliklerden biri gerçekleşmişse, diğerinin doğum zamanı yakındır. Özellikle gizli müstemleke ülkelerinde (Türkiye gibi) halkın teşkilat kurma maharetinin gelişmemesi için, diktatoryal siyasi rejimler kurulur ve bir yönetici elit sınıf oluşturulur. Halkın teşkilat kurma ve idare etme maharetinin gelişmesi, idareci sınıf oluşmasına mani olur, bu sınıfın imtiyazını elinden alır. Türkiye’de, cumhuriyet dönemi boyunca Kemalist elitler, devlet üzerinde özel mülkiyet iddia ettiler. Bu iddialarını doğrulatmak, sürdürebilmek için, ülkede kurulan 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT tüm teşkilatlar periyodik olarak kapatılmıştır. Darbe zamanlarında veya darbe dışında yargı eliyle kapatılmıştır. Bu şekilde kapatamadıkları teşkilatları muhtelif ablukalara alarak batırmış, iflas ettirmiş, şaibeye bulaştırmış ve kapatmışlardır. Bu ülkede öyle zamanlar oldu ki, “örgüt” kelimesi “kanundışı” (illegal) mana taşımaya başladı, hala az çok kanundışı tedailer taşıyor. Oysa örgüt kelimesi, teşkilat kelimesinin uydurukçası… Hepsi bu kadar… Devlet üzerinde özel mülkiyet iddiasını sürdürebilmenin en sağlam yolu, imtiyazlı sınıf dışındaki halka teşkilat kurma ve idare etme maharetlerini kazandırmamaktır. Sürekli kapatılan teşkilatlar, ne teamüllerini, ne kurallarını oluşturabilmiş ne de tecrübe biriktirebilmiştir. Seksen yıllık cumhuriyet döneminde bu tür bir tecrübe, teamül, ahlak ve arşiv intikali yoktur, sadece cemaatlerin, teşkilatlarında değil de içtimai havzasında ve hafızasında bir birikim oluşmuştur. Herhangi bir teşkilat ile devlet teşkilatı arasında mahiyet farkı yoktur, fark, kullandıkları vasıtalar ve imkanlarla ilgilidir. Devlet, kanun koymak, silahlı güç kullanmak gibi farklı alet ve vasıtalara sahiptir, bunun gibi alet ve imkan farkından başka, mahiyete dönük bir fark bulunmaz. Teşkilat kurma ve yönetme maharetine sahip olan insan kaynağı ne kadar artarsa o nispette ülkenin ve milletin tepesinde bulunan devlet “iyi” olur. Halkın kahir ekseriyeti bu maharete sahip olamasa da, imtiyazlı sınıf oluşmayacak kadar çok sayıda insanın teşkilatlanmayı bilmesi gerekir. Bir ülkede, sadece o ülkeyi yönetecek sayıda teşkilattan ve idareden anlayan insan kaynağı (kadrosu) olduğunda, imtiyazlı sınıf kaçınılmaz olarak meydana gelir. 45 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ Bir ülkede ne kadar az teşkilat kuracak ve idare edecek kadro varsa, o ülkedeki devlet o kadar kötü, o kadar ceberrut, o kadar zararlı olur. İmtiyazlı sınıf, gerçekten kendilerinden başka devleti yönetecek insan kaynağı olmadığını gördüğünde, devlet üzerinde özel mülkiyet kurar. Başka yönetebilecek kadro olmaması halinde rekabet ve mücadele olmayacağı için, özel mülkiyet iddiası kendiliğinden oluşur. Bu milletin ayağa kalkması için hızlı şekilde teşkilatçılığı öğrenmesi, anlaması, maharet haline getirmesi gerekiyor. Bu sebeple, on yaşından itibaren herkesin mutlaka bir teşkilata üye olması, teşkilat içinde yetişmesi, teşkilatı hayat haline getirmesi şart. Teşkilat, çocuğun hayat havzası olmalı, onun içine doğmalı, onun içinde büyümeli, onunla birlikte yaşamalıdır. *Teşkilat ve medeniyet Teşkilat kuracak ve yönetecek maharete sahip olmayanlar, siyasi mücadele yapamazlar, rejime karşı mücadeleyi hiç yürütemezler. Siyaset tarihi, sayısız siyasi muhalefetin, teşkilat kuramadıkları, kurduklarını yönetemedikleri için hedefine varamadan çözülen, çürüyen, yok olan misallerle doludur. Birçok siyasi hareket mücadele ettiğini zanneder lakin aslında mücadele etmediklerini bilmezler. Bir mahalleyi bile idare edemeyen siyasi düşünceler ve hareketler, rejimi değiştirme iddialarıyla sahaya inerler, ne yaptıklarını ve ne yapacaklarını bilmedikleri için de bir sürü insanın boş yere başını derde sokarlar. Teşkilat kurabilen, idare edebilen, bunu halka gösterebilen bir kadro mutlaka büyür, güçlenir, gelişir. Teşkilat kurma ve idare etme mahareti öyle tılsımlı bir güç oluşturur ki, temelindeki düşüncenin tüm saçmalığına rağmen belli menzillere kadar ulaşabilir. “Saadet zinciri” oluşturan dolandırıcılık teşkilatları, teşkilat kurma ve idare etme maharetinin en bariz misalidir. Temelindeki düşünce “dolandırıcılık” olmasına rağmen belli menzillere kadar ulaştıkları malum… Buna mukabil, temelinde saf, temiz, samimi düşüncelerin olduğu teşkilatlar, kurucu ve yönetici kadroların zafiyetinden ve beceriksizliklerinden dolayı sıhhatli kurulamıyor, yönetilemiyor veya hızlı şekilde yıkılıyor. 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT Medeniyetin muhteva (ve fikir) ile ne kadar alakası varsa, medeniyet inşasının da teşkilat ile o kadar alakası var. Sahip olunan (veya mensup olunan) bilgi ve fikir kaynağı, medeniyet kuracak muhteva ve hacme malik değilse medeniyet tasavvuru, ufku ve fikri oluşmaz. Bununla beraber, o kaynağa mensup olanlar, teşkilat fikrine ve tatbikatına, kurucu fikir ve kurucu şahsiyete ulaşamadıklarında, fikir kafi olsa bile o kaynaktan medeniyet inşa etmek mümkün olmaz. Medeniyet için bilgi ve fikir kaynağı, o kaynaktan süzülmüş medeniyet fikri ve tasavvuruna ihtiyaç var, bu ihtiyaç kadar da o kaynağın mensuplarında kurucu şahsiyet inşasına ihtiyaç duyulur. Bir şeyin kendi kendine olması beklenmez, bir şeyin olması için gereken ihtiyaçları bilmemek mazeret sayılmaz. Teşkilat, fikrin tatbik manivelasıdır, vasıtasıdır, yoludur. Fikir var ama teşkilat yoksa hiçbir netice yoktur. Teşkilat var ama fikir yoksa, ortalık gürültüden yaşanmaz hale gelir. Medeniyet, en kısa tarifiyle, teşkilatlılık halidir. Cemiyetin teşkilatlanmış hali, teşkilatı hayat haline getirmiş halidir. Medeniyetin başka bir kısa tarifi ise, nizamlılık halidir ki, bu dahi teşkilatlılık hali ile kabil- 46 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ dir. Medeniyete en uzak hal, kaostur ve başıbozukluktur. Hayatın nizami akışını temin eden “büyük fikir”, medeniyettir. Medeniyet, yüksek fikirdir, bir manada fikrin havzasıdır, iklimidir. Medeniyet fikri ve havzası, bir taraftan fikrin nizami imalini mümkün kılar diğer taraftan hayatın nizami akışını... Bu cihetle medeniyet havzası, fikir ile fiil arasındaki münasebeti teşkilat ve teşkilatlılık haliyle kurar. Fikir ile fiil arasındaki münasebetin ferdi çerçevede kalması, en derin fikre sahip olan mütefekkiri bile bedevi bir hayata mahkum eder. Medeniyet, fikir ile fiil arasındaki münasebetin teşkilat marifetiyle kurulmasını, bu yolla ferd ile cemiyetin harmanlamasını mümkün kılan muhteşem terkiptir. Ferdi oluşların içtimai havzasını, içtimai oluşların ferdi kaynaklarını (ve faillerini) temin eden medeniyet iklimi, ferd ile cemiyet arasındaki münasebeti, doğrudan değil teşkilat ve müessese marifetiyle gerçekleştirir. Teşkilatlar (müesseseler), bir taraftan ferdi oluşların imkan ve şartlarını temin eder diğer taraftan içtimai oluş süreçlerinin ferdi kaynaklarını harekete geçirir. Her iki oluşu ve oluş süreçlerini harmanlayan, mayalayan, birbirine bağlayan, birbirine muhtaç eden, birbirinin ihtiyaçlarını karşılayan muhteşem ve nizami örgüye medeniyet diyoruz. İşte bu örgünün ilmekleri teşkilatlardır. Fertler arasındaki münasebetler ile ferd ve cemiyet arasındaki münasebetler doğrudan olduğu takdirde, birçok problemi davet eder. Şahıslar arasındaki münasebetin teşkilat (müessese) üzerinden yürümesi, ferdi, nefsi, akli, hissi birçok problemin süzülmesini, fevri davranışların zapt edilmesini mümkün kılıyor, bununla beraber cahillik, akılsızlık, tecrübesizlik gibi birçok zihni zafiyetin zararlı neticelerinin ortaya çıkmasını engelliyor. 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT Teşkilatların (müesseselerin) ömrü insan ömründen uzundur (normalde böyledir, Türkiye’de hala bu hale gelemedi), birçok neslin tecrübesi teşkilatlarda birikir, bu sebeple teşkilat mensuplarının on beş yaşındaki bile, yalnız yaşayan elli yaşındaki insandan daha fazla tecrübe sahibi olabilir. Medeniyet, teşkilat değil, teşkilatlılık halidir, hem de yoğun teşkilatlılık hali. Teşkilat yoğunluğunun derecesi doğru seviyeye çıkmış ve o seviyede durdurulmuş ise, cemiyet için teşkilatlılık hali sağlanmıştır. Teşkilatlılık halinin yoğunluk derecesinin lüzumundan fazla artırılması, hayatın akışını yavaşlatır hatta durdurur. Teşkilatsızlık hali kadar ihtiyaçtan fazla teşkilat yoğunluğu da zararlıdır. Teşkilatlılık halinin yoğunluk derecesinde kıvamın ölçüsü, teşkilatların hayatın akışını (devamını) kolaylaştırma imkanıdır, akışı kolaylaştırmak yerine zorlamaya, yavaşlatmaya başlamışsa, teşkilat yoğunluğu ihtiyaçtan fazladır. Kıvamını bulmuş teşkilat yoğunluğu, medeniyetin istikrar kazanmış halidir. Bir millet veya halk veya ümmet; teşkilat kurma, idare etme, sürdürebilme maharetine ne kadar sahipse, medeniyet kurma istidadına o kadar maliktir. Keza bir halk, teşkilatlılık halini ne kadar itiyat haline getirdiyse, hayatı o kadar nizami bir altyapıda, o kadar kolay, o kadar rahat yaşar. Aksi takdirde kaosa mahkum olur, sürekli varlık-yokluk mücadelesine savrulur, hayatı yaşama imkanından mahrum hale gelir. İletişim: [email protected] 47 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ TEŞKİLAT VE HAYAT Osman Gazneli Hayatı inşa etmek için ihtiyaç duyduğumuz unsurlar; fikir, kuvvet, teşkilattır. Fikir, özet olarak yeni bir hayat anlayışını ihtiva eden mana; kuvvet, yeni hayat anlayışını, hayatın içinde ikame etmek için gereken güç; teşkilat ise bunları yapacak maniveladır. Teşkilat, kendini fikre bağlayan, fikrin kuvvetini imal ve temin eden, onu hayatın ortasına diken manivela vazifesi görür. Teşkilat sadece tatbikat vazifesini görmez, ihtiyaç hasıl olduğunda fikri imal, kuvveti temin ve bunları harmanlayarak hayata vaziyet eder. Teşkilatı bir noktada mevzilendirmek ve orada hapsetmek doğru olmaz. Sadece tatbikatı gerçekleştirecek “kol” vazifesi vermek teşkilatı anlamamak olur. Fikir, bir kişiden yani fertten doğar, ehil insanlardan oluşan mecliste kıvamını ve kemalini bulur, belli sayıda mensubiyet oluşturduğunda teşkilatını kurar, belli bir kuvvet temin (veya imal) ettiğinde kendi hayatını inşa etmeye başlar. Teşkilatların temel problemlerinden birisi, “fikirsiz” kurulmasıdır, fikirsiz kurulan teşkilatlar hayata vaziyet etme maharetini kazanamaz. Maalesef ülkemizde kurulan teşkilatların kahir ekseriyeti fikirsizdir, iman ve ahlak saikiyle fakat fikirsiz şekilde kurulduklarından dolayı ancak yardım kuruluşları halinde varlıklarını sürdürebiliyorlar. Bu tür teşkilatların da bir boşluk doldurduğu vakadır, tenkidi ve reddi gerekmez ama teşkilattan kastedilen asıl mananın bu olmadığı anlaşılmalıdır. Fikirsiz teşkilat, güçlü delilere benzer, bir şekilde elde ettiği veya ürettiği gücü nasıl 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT kullanacağını, hangi hedefe yöneleceğini, neler yapacağını bilmez. Faydalı olmaktan çok zararlı, inşa etmekten çok yıkıcı özelliklere sahip olur. Bir yapıyı teşkilat haline getiren ana özellik, inşa etme maharetidir, inşa etme çabası ve becerisi olmayan teşekküllere başka isim vermek gerekir. Teşkilat, nizami kuvvettir. Kuvvet her şekilde vardır, bulunur. Hayat, çok sayıda ve çeşitte gücü bünyesinde barındırır ve üretir. Teşkilat kuvvetin tanzim (disipline) edilmiş halidir. Bu sebeple teşkilat, kaotik değil nizami bir özellik taşır. Nizami çerçeveye alınmamış halde cemiyetin içinde dolaşan kuvvet, kaos sebebidir, mutlaka birbiriyle çatışır. Teşkilatlanmış kuvvetler de birbiriyle çatışabilir ama bunların çatışması da nizamidir. Nizami çatışma, vaziyet edilebilir mahiyet arzeder, sınırları vardır ve zararları bellidir. Kaotik kuvvet unsurlarının birbiriyle çatışması sebepsiz ve hedefsiz olabilir, üzerinde tasarruf etmek kabil olmaz ve durdurmak da mümkün değildir. Gayrinizami kuvvet unsurları her zaman yıkıcıdır, hem de sadece yıkıcıdır. Teşkilatın hayata dair ilk inşa hamlesi, kendine ait nizam inşasıdır, kendini inşa etmektir. Kendini nizami çerçeveye alabilmiş, kendi nizamını inşa etmiş bir teşkilat, inşa maharetini kazanmış, inşa stajını bitirmiştir. Teşkilat, kendini, kendi nizamını inşa ederken, aynı zamanda kendi hayat alanını da inşa etmiş olur. Bu işi yapmakla, hayatın herhangi bir alanını veya küçük de olsa bir parçasını inşa edebilme, tanzim edebilme maharetini ispat eder. Teşkilatların hayata nüfuz edememe, onu inşa edememe, hayata doğru büyüyememe sebebinin birincisi, kendini inşa edememiş, kendini tanzim edememiş olmasıdır. Sekiz-on kişinin bir araya gelmesiyle teşkilat 48 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ (mesela dernek) kurduğunu zannedenler, bu noktayı anlamadıkları için, neden büyüyemediklerini bir türlü anlamazlar. hedefini gerçekleştirmek için çalışmalı, o fikrin hayatını inşa etmeye uğraşmalıdır. İletişim: [email protected] Teşkilatlar belli hedefler için kurulur, bu hedeflerin içinde “hayatı inşa” etmeyi gerektirmeyecek cinsten olanlar bulunabilir. Bu durumda bile teşkilatlar, en azından kendilerini kurarken, hedeflerine doğru yürürken inşa faaliyetini nispeten yapmak durumunda kalırlar. Teşkilat kadrolarının anlaması gereken ilk konu, teşkilatın hedefi ve faaliyet alanı ne olursa olsun, hayatın inşasına dönük bir tarafı mutlaka vardır. Bu nokta anlaşılmadığında, her teşkilat (mesela dernek) başkalarını kopyalamak, tekrarlamak durumunda kalıyor. En basitinden yardım işi yapmayı hedefleyen bir dernek bile, yardımın nasıl toplanacağı, nasıl dağıtılacağı, mevcut usullerin geliştirilmesi, yenilerinin keşfedilmesi gibi meseleler üzerinde kafa yormak zorundadır. Türkiye’de teşkilatların (dernek ve vakıfların) büyük eksikliklerinden birisi budur, Müslümanlar da bu konuda fazlaca eksiktir. Başka bir teşkilatın (derneğin) yaptıklarını tekrarlamaktan başka bir şey yapamayacak olanlar, yeni bir teşkilat (mesela dernek) kurma sebeplerini açıklayamazlar. Açıklayamadıkları için de zihinlerinde zehirli düşünceler mayalanır, “diğer teşkilatların dürüst olmadıkları” gibi… Fikir üretemeyenler, dedikodu yapmaktan başka bir şeye güç yetiremezler. Teşkilatların hayatı inşa edebilmesi için önce bir fikrinin olması gerekir. Genel olarak fikir sahibi olmaktan bahsetmiyoruz, özel olarak hayatın herhangi bir alanında, tatbik edilebilir bir fikir sahibi olmak gerekir. Umumi olarak herkes Müslüman olduğu için fikir ihtiyacı hissetmiyor, hoyrat ve dikkatsiz şekilde sahaya giriyorlar. Oysa herhangi bir konuda, büyük veya küçük bir fikir olmalı, teşkilat bu fikir üzerine kurulmalı, bu fikrin 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT 49 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ Dördüncü Fasıl MEDENİYET AKADEMİSİ ETRAFINDA MÜZİK KÜLLİYESİ -2Metin Acıpayam -Müzik Encümeni ve Müzik Külliyesi TalimatıÜçüncü Fasıl Müdür ve Yardımcılarının Vazifeleri 1.Madde: Külliye idarecileri (Müdür ve yardımcıları) umumi sevk ve idareden birinci derecede sorumludur. Memurların ve müstahdemlerin vazifelerini sıhhatli şekilde icra etmeleri hususunda çalışacaklar, düzen ve intizamı sağlayacak tedbirler alarak, külliyenin umumi durumuyla sürekli alakadar olarak, talebelerin derslerinde ilerlemeleri hususunda gerekli malzemeyi temin ettirerek aylık iki defa olmak kaydıyla toplantı düzenini sağlayacak ve her toplantıdan sonra ay başında toplanan bilgileri ve yapılan faaliyetler hakkında Külliye Müzik Encümen Başkanlığı’na göndermek vazifeleridir. Talebeler Hakkında 1.Madde: Külliyeye kayıt yaptıran talebelerin müziğe olan kabiliyeti, musikiyi zevk- selim noktasında görmeleri hususunda kemal-i ehemmiyetle dikkate alınarak bu konuya özellikle önem verilecektir. 2.Madde: Müzik talebesi iki kısım olup, birincisi musikiye aşinası olanlar, diğeri ise musikiye yeni başlayanlar. Bunlardan musikiye aşina olanların tedrisatı encümen huzurunda imtihan ile ehliyet ve liyakat derecelerine göre kendilerine uygun bir sınıfa kaydedilirler ve bunlar için ayrı ders saatleri uygulanır. 3.Madde: Talebelerin mizaç hususiyetleri gözönünde bulundurularak tedrisata devam edilir. 4.Madde: Derslere zamanında gelmek mecburidir, derse üstüste üç defa zamanında gelmeyen talebe o dersten mahrum edilir. 2.Madde: Külliye idarecileri; kütüphane ve müze ile alakalı ders gereçlerinin güzel bir şekilde korunup korunmadığını teftiş ederek, bunun temini ile alakalı tedbirler alır. Müessese içinde vazife ihmalkârlığı hiçbir şekilde affedilemez. Vazifesini savsak ve maleyani şekilde ihmal eden memur ve müstahdemler hakkında cezai müeyyide uygulanmasını müdür yardımcıları düzenler, bu cezaların onayı için Müzik Encümen Başkanlığı’na bildirilir. 5.Madde: Umumi edeb kaidelerine uymayan hareketler özür ve bahane kabul edilmeksizin söz konusu talebe hakkında Encümen Başkanlığının tasvibiyle kayıt silinilerek talebeye bildirilir. 3.Madde: Öğretici ve talebelerin devam cetvelleri günlük olarak tanzim edilerek Müzik Encümen Başkanlığı’na gönderilir, bu vazifeyi müdür yardımcıları görür. tir. 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT 6.Madde: Külliye dahilinde kaydı olan hiçbir talebe kaydı devam ettiği sürece hiçbir yerde ücret karşılığında hizmet veremez. Not: Bu yazı serimiz devam edecek- İletişim: [email protected] 50 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ RİYASET - TEŞKİLAT - MENSUBİYET Abdullah Tatlı *Teşkilat ve liderlik Teşkilat ile liderlik arasındaki münasebet yanlış anlaşılır, aslında bunlar özü itibariyle çatışır, normal ve doğru olan teşkilatta liderliğin olmamasıdır, ne var ki bunun tam aksi kanaat yaygındır. Liderlik, yönetilme ihtiyacından doğar, bu cihetiyle de halk için söz konusudur. Teşkilat, yönetilme ihtiyacı içinde olan insanlardan teşekkül etmez, bilakis kendi kendini yönetebilen insanlardan teşekkül eder. Teşkilat kadrolarının hem yönetebilme hem de yönetilebilme maharetine sahip olması, yönetilme ihtiyacından kaynaklanmaz, sadece teşkilatın idare uzvunun bulunması, faaliyetinin nizami çerçevede gerçekleştirilmesi gibi şartlara tekabül eder. Teşkilat, her mensubunun elindeki enstrümanla musiki eserini kendi kendine çalabilecek maharet ve seviyede olan orkestradaki “şef” ihtiyacı gibi bir idare heyetine ve başkana ihtiyaç duyar. Teşkilat başkanı ile liderlik başka şeydir, orkestra şefinin zaman ayarını yapması gibi, başkan da faaliyetin nizami çerçevede gerçekleşmesini takip ve murakabe eder. Teşkilat mensuplarının ne yapacağını bilmediğini, başkandan emir beklediğini düşündüğümüz andan itibaren teşkilattan bahsetmiyoruz demektir. Emir bekleyebilir ama bu durum “ne yapacağını bilmemek” derekesine kadar düşmekten değil, faaliyetin nizami altyapısının temini içindir. Bir teşkilatın, teşkilatlanma seviyesini tespit edebileceğimiz ölçülerden birisi, liderliğe ihtiyaç duyma nispetidir. Teşkilatın liderlik ihtiyacı sıfıra inmişse veya liderliğe 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT hiçbir zaman ihtiyaç hissetmemişse, o teşkilatın notu zirvededir. Birinci husus, bir teşkilatın kadrosu ve mensuplarının seviyesi yükseldikçe liderlik ihtiyacı azalır, aksi ihtimalde liderlik ihtiyacı artar. İkinci husus, bir teşkilatın teşkilat örgüsünün liderlik için ayırdığı alanın genişliği veya darlığı o teşkilatın kalitesini gösterir, liderlik için geniş bir alan ayırmışsa teşkilatlanamamış demektir, liderlik için ne kadar küçük yer ayırmışsa (ideali hiç yer ayırmamasıdır) teşkilat kalitesi o kadar yüksektir. Mesele teşkilatın lidere sahip olup olmaması değil, lidere ihtiyaç duyup duymamasıdır. Teşkilatın lider (hatta liderler) yetiştirmesi kalitesini artırır ama o lidere ihtiyaç duyarsa kalitesi azalır. İyi bir teşkilat, hedeflerini gerçekleştirmek için halka liderler sunmalıdır, halka lider sunamayan teşkilatın büyüme istidadı zayıftır. Halkın liderlere ihtiyaç duyması teşkilatta da gerçekleştiğinde, teşkilattan değil, bir araya gelmiş halk kalabalığından bahsediyoruz demektir. Liderlik ihtiyacı, kendine itimatsızlıktan kaynaklanır. Bu özellik halka aittir. Bir teşkilatın mensupları içinde lidere ihtiyaç duyanlar olabilir ama öncelikle yönetici kadronun lidere ihtiyaç duyması zafiyettir. Mensuplarının içinde de lidere ihtiyaç duymayacak kadar kendine güvenen (ama güvenmenin ruhi ve akli altyapısına sahip olan) insan sayısı arttıkça teşkilatın kalitesi artar. Teşkilatlılık hali, insanın kendine güvensizliğini gidermelidir. Bir teşkilat, mensuplarındaki güvensizlik hissini ortadan kaldıramıyorsa zaten problemlidir. İnsanların kendilerine güvenmelerinin sebebi teşkilatlılık hali değil de, liderlik ise, o teşkilat maksadına ulaşamamıştır. 51 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ Teşkilat şahsiyet sahibi insanlarla kurulmalı, kurulduktan sonra da şahsiyet sahibi insanlar yetiştirmelidir. Şahsiyet sahibi insanların lider ihtiyacı yoktur. Teşkilatın lidere ihtiyacı yoktur, liderin teşkilata ihtiyacı vardır. Liderlik, teşkilatsız olmaz, teşkilatsız lider, ordusu olmayan komutan gibidir. *Teşkilat ve mensubiyet Teşkilat, şahsiyet, mensubiyet meseleleri, sığ teşkilatlarda ve sığ teşkilat fikrinde tezat teşkil eder ve bir araya gelmez. Teşkilat ile mensubiyet birbirinin “mütemmim cüzü”dür ama teşkilat ve mensubiyet meselesine şahsiyeti eklediğimizde konu giriftleşir. Şahsiyet, ferdiyetin tamamlanması, yalnız başına varoluşun gerçekleştirilmesi şeklinde anlaşılır, bu anlayış özü itibariyle doğrudur. Ne var ki ferdiyet, cemiyet ile irtibatını koparmış değildir, böyle anlaşıldığında doğru olduğunu düşündüğümüz tarifi tekzip etmek gerekir. Şahsiyet, tefekkür kudret ve maharetine sahip olmaktır. Bu hususiyet, emirle hareket etmek, kendi düşüncesine aykırı hareketlere katılmamak şeklinde anlaşılır. Oysa teşkilat, müşterek karar, müşterek hareket demektir. Şahsiyet sahibi bir insan, teşkilatta, herhangi bir konu müşavere ve müzakere edilirken, kendi düşüncesinin dışında bir karar alınması halinde, o karara uymamayı, akıl ve şahsiyet meselesi haline getirdiğinde, teşkilatın ne olduğunu anlamamış demektir. Ferdi tefekkür ile içtimai (veya teşkilatlı) tefekkür arasında bir fark olmak gerekir. Teşkilat, içtimai akıl olduğuna, olması gerektiğine göre, teşkilatta alınan karar, tüm mensupların düşüncelerini ihtiva etmeyebilir, onların üzerinde (bazen dışında) kararlar alabilir. Teşkilat mensubu ve şahsiyet sahibi bir 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT insan, kendi fikrinde ve kararında ısrar ettiğinde, teşkilatlılık hali sona ermiş demektir. Teşkilatın aldığı karar, teşkilat mensuplarının iştirakiyle oluşan aklın verimidir. Müşterek karar, mensupların akıl seviyesi ortalamasını gösterir. İçlerinde yüksek zeka, derin akıl, keskin idrak, kuvvetli tecrübe sahibi insanlar olabilir, böyle durumlarda teşkilat mensuplarını o şahsın beyanlarına, fikirlerine, kararlarına itibar ve ittiba etmelerinde tabii ki fayda var. Ama bu kişiler, kendine ittiba edilmediği için teşkilatı terk edemez, teşkilat mensuplarının akıl ortalamasıyla meydana gelen karara ittiba etmekten imtina edemez. Teşkilatta bazen yanlış karar da alınabilir buna rağmen teşkilatlılık halinin devam etmesi gerekir. Teşkilatın yanlış ve bozuk düşünceler tarafından işgal edilmesi başka bir şeydir, bazen yanlış kararlar alınması başka bir şey… Bir teşkilat mensubunun, teşkilatın aldığı yanlış kararın tatbikatına iştirak etmesi nasıl talep edilir, bu durum nasıl izah edilir? Bu sorunun cevabı, Uhud gazası müzakerelerinde mevcuttur. Fahri Kainat Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz, Uhud gazası öncesi müzakere meclisinde (Mescid-i Nebevi’de), kendi reyinin aksine rey ileri sürüldüğünü, o reyin de taraftarlarının kafi derecede çok olduğunu görünce, ashabının (yani ümmetin) reyine ittiba ediyor. Bir kararın yanlış olduğunu, Fahri Kainat Aleyhisselatü Vesselam Efendimizden daha iyi anlayacak yeryüzünde başka bir insan yaşamamıştır, buna rağmen çoğunluğun reyine ittiba etmesi, teşkilat, teşkilatlılık hali ve sevk ve idare bahislerinde “ölçü” vazetmektir. Hemen hatırlatmak gerekir ki, bu tür hadise, din ile ilgili bir vakıada hiç cereyan etmemiştir, Uhud Gazası müzakeresinde istişare edilen husus, stratejik bir konudur, “düşman ordusuyla açık alanda mı karşılaşalım yoksa Medine’de kalıp müdafaa 52 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ savaşı mı yapalım?” sorusuna cevap aranıyor. Bu soru, “mubahlar” alanındaki bir meseleye karşılık geldiği için Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam, çoğunluğun kararına ittiba etmiştir. Dini bir meselede zaten O’nun olduğu yerde kimsenin söz hakkı yoktur. Uhud muharebesindeki malum netice husule geldikten sonra da, Fahri Kainat Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz, kimseye kahretmemiş, onları mesul tutmamış, teşkilatın, teşkilatlılık halinin, sevk ve idare bahsinin temel ölçü ve ehemmiyetini göstermiştir. Yüksek zeka ve hacimli akıl sahiplerinin teşkilatta istihdam edilmesinin zorluğu malum. Mensuplardan daha derin ve geniş düşünme istidat ve mahareti olan bir kişinin, orta zeka ve normal akıl seviyesine sahip teşkilat mensuplarının kararlarına ittiba etmesinin istenmesi, bu insanların kalbi ve zihni evrenlerinde fırtınalar koparır. Doğru olan bu insanların teşkilatta hak ettikleri mevkide bulunmalarıdır ama bu mümkün olmadığında dağıtıp yıkmak gerekmez. Bu günün dünyasında herkes her şeyi bildiği iddiasındadır. Bu durum çok tatsız bir iklim oluşturuyor. Bir insanın anlamadığı açık olan bir hususta iddialar savurması ve kendisine ittiba edilmesini talep etmesi, çok çirkin, çok iğrenç bir tavırdır ve asla tahammül sınırları içinde değildir. Bu türden güdük akıl sahiplerinin çoğaldığı bir vasatta, teşkilatlanma ile ilgili hangi ölçüyü koyarsanız koyun, asla müspet neticeler vermez. Yağ gibi ele gelmeyen ama mütemadiyen üste çıkan kişilik tipleri (şahsiyet değil) ile dolu cemiyette, bir teşkilat mayası çalmak, göle yoğurt çalmaktan daha iddialıdır. Tabii ki bu durumun farkındayız, buna rağmen bir şeyler yapmak gerekiyorsa, ki gere- 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT kiyor, duruma uygun fikir üretmeye çalışıyoruz. *Teşkilatın sevk ve idare mahareti Teşkilatın sevk ve idare mahareti, idare edenlerin “idare etme özelliği”, idare edilenlerin de “idare edilebilir” olma özelliğidir. Sevk ve idare işinin sadece idarecilerle ilgili olduğu zannedilir, oysa idare edenlerin “idare etme” mahareti kadar, idare edilenlerin de “idare edilebilirlik” özelliğine bağlıdır. İdare edilebilirlik özelliği sıfır olan üyeleri, dünyanın en mahir idarecileri bile sevk ve idare edemez. Tabii ki insanların idare edilebilirlik özellikleri sıfırda değildir, az çok her insan idare edilebilirlik özelliğine sahiptir fakat unutulmamalıdır ki idare edilenlerin içinde problem çıkarmak isteyenler olduğunda, sevk ve idare etme işi fevkalade zorlaşır. Sevk ve idare etmek bir teşkilat ve teşkilatlılık halidir, aynı şekilde idare edilebilirlik özelliği de teşkilat ve teşkilatlılık halidir. Teşkilatın ilk işi sevk ve idare maharetine sahip olanları idareci yapmaksa eğer ikinci işi de diğer üyelerini idare edilebilirlik özellikleriyle teçhiz etmektir. İdare edenlerle idare edilenlerin karşılıklı özellikleri aynı zamanda gerçekleşmezse, teşkilat kurulamamış demektir, kurulmuşsa eğer idare edilemez olmuştur. Çünkü sevk ve idare, teşkilatın ta kendisidir, bu maharete sahip olmayan kuruluş, teşkilat haline gelemez. İdare etmek hakim olmak, idare edilmek ise mahkum olmak değildir. Hakimiyet ile mahkumiyet, idare üzerinden izah edilmez. Bu sebeple “idare edilebilirlik özelliği”, şahsiyetsizlik ifade etmez aksine yüksek bir şahsiyetin muhtevasında bulunur. Teşkilat, liderliğe bağlıysa idare seçkinleri oluşur. Teşkilatın iyisi, liderliğe ihtiyaç duymaz. Teşkilatın liderliğe ihtiyaç 53 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ duyması ile hedeflerine ulaşmak için halk nezdinde lidere ihtiyaç duyması farklı konulardır. İyi teşkilat, liderliğe ihtiyaç duymaz ama halk için tesirli bir liderlik çıkarabilir, çıkarmak isteyebilir. Halk için çıkardığı lidere, halkın teveccüh göstermesinden dolayı da mahkum olmaz, olmamalıdır. Liderliğe bağlı olsun veya olmasın, idareci seçkin sınıfın oluşması, tabiatı gereği problemlidir. İdare maharetine sahip olanlar, liyakat ve ehliyet gereği idareci yapılmalıdırlar ama asla sınıf haline getirilmemelidir. Sınıf haline getirilmemesi için de, ne kadar iyi idareci olursa olsun, bazen idare edilenler safında bulunmalı, bulundurulmalıdır. İdare edilenler safında mesuliyetlerini yerine getirmeyen, getiremeyen, getirmekten imtina edenler, idareci yapılmamalıdır. İyi teşkilatın kadroları, hem idare edebilirlik hem de idare edilebilirlik özelliklerine sahiptir. Her iki özelliğe birden sahip olan kadrolar, dünya tarihinde nadir görülmüştür, zirvesi ise sahabe-i kiramdır. Fahri Kainat Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin, ordu teşkil ederken, bazen sahabenin mümtaz şahsiyetlerinden birini değil de, mesela Hz. Usame’yi (RA) kumandan tayin etmesi dikkat çekicidir. On sekiz yaşlarında olan Hz. Usame (RA), içinde Hz. Ebubekir (RA), Hz. Ömer (RA) gibi sahabenin güzidelerinin bulunduğu orduya kumandan tayin edilmiştir. Hz. Halid Bin Velid (RA) gibi bir kumanda dehasının da içlerinde bulunduğu orduya, tecrübesiz ve genç birini tayin etmesinin mühim sebep ve hikmetlerinden birisi de, sahabe kadrosunun hem idare edebilir hem de idare edilebilirlik hususiyetlerine sahip olması için yapılan bir tedrisat değil midir? O orduda nefer olarak bulunan Hz. Halid Bin Velid (RA), hem idare edebilir hem de idare edilebilir özelliklere sahipse, zaten o ordunun aynı zamanda kumandanı değil midir? Hz. Usame 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT (RA), hem idare edebilir hem de idare edilebilir bir şahsiyet ise, emrinde bulunan kumanda dehası Hz. Halid Bin Velid’e (RA) fikrini sormadan orduya kumanda eder mi? Sahabe-i Kiram, cemiyet kadrosu olarak tek misaldir. Zaten onların müderrisi de Hz. Resul-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselam Efendimizdir. Cemiyet teşkili için fertlerde hangi hususiyetlerin lazım olduğu merak edildiğinde cevap, Sahabe efendilerimizdir. Sahabe-i Kiram’ın gözden kaçan en mühim hususiyetlerinden biri ise, idare edebilirlik özelliği ile idare edilebilirlik özelliğini şahsında cem etmesidir. Bir teşkilatın seviyesi, üyeleri (kadroları) arasında idare edebilir özellikte çok sayıda insan olmasıyla ölçülür. İdare heyetini teşkil edecek sayıdan çok daha fazla sayıda kadrosu olan teşkilat, iyi teşkilattır. İdare heyetini oluşturacak kadar idare maharetine sahip kadrosu olan teşkilat, zayıf teşkilattır, o kadro imha edildiğinde veya eceliyle öldüğünde yıkılır. İdare heyetinden çok daha fazla sayıda idare maharetine sahip kadroya sahip olan teşkilatın ayakta kalabilmesinin tek yolu ise, kadrolarının hem idare edebilir hem de idare edilebilir olmasıdır. Teşkilatlarda sevk ve idare maharetine sahip kadro sayısı arttıkça bölünmeler başlıyor. Lider çapında insanları istihdam edebilen teşkilatlar kurulamıyor. Her lider çapındaki adam ayrılıyor ve başka bir teşkilat kuruyor. Böylece her teşkilat zayıf, dayanıksız, kifayetsiz hale geliyor. Bu problemlerin sebebi ise kadroların hem idare edebilir hem de idare edilebilir olmamasındandır. Teşkilatın bünyesi idare edilebilir şekilde kurulmalıdır. Bir teşkilat için idare edilebilirlik fevkalade mühimdir, idare edilemeyen teşkilat, ruhu alınmış ceset gibidir. 54 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ Teşkilatın birimleri kurulurken dikkat edilecek önemli birkaç husustan birisi de, idare edilebilirlik özelliğidir. Herhangi bir birimin teşkilat bünyesinde bulunduğu yer, idare edilebilir olmalıdır. Teşkilat içinde kurulacak bir uzuv (organ) teşkilatın toplam bünyesi içinde idare edilebilir şekilde kurulmazsa, ihtiyaç karşılayan, problem çözen bir mahiyet kazanmak yerine problem çıkaran, teşkilata yük olan atıl bir uzuv haline gelir. İletişim: [email protected] 55 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ TEŞKİLATIN BÜYÜME İSTİDADI İlyas Taşkale Teşkilatı inşa eden tohum, fikirdir. Fikir, fiili dünyaya çıkarak teşkilatın bünyesini inşa eder. Teşkilatın bünyesi de yeniden tohumlar (fikirler) üretir. Teşkilatların büyüme istidadı, önce tohumunda, sonra bünyesinde, sonra teşkilatlanma tarz ve şekillerinde ve nihayet dil ve üslubunda aranır. Teşkilatın tohumu, fikridir. Teşkilatın temelindeki fikir, ne kadar insanı muhatap alma imkanına sahipse, teşkilatın tabii sınırı odur. Mesela doktorları hedefleyen bir meslek kuruluşunun en fazla büyüme istidadı, ülkedeki doktor sayısıdır. İslami teşkilatlanmalarda, belli bir anlayışı muhatap alıyorsa büyüme istidadı, o anlayış çapındadır. Mesela sadece başörtülüleri muhatap alan bir teşkilattan bahsettiğimizde büyüme istidadı o sınırda kalır, ila ahir. Teşkilatın büyüme istidadına sahip olup olmamasından önce, büyüme ihtiyacı olup olmadığını tespit etmek gerekir. Bazı teşkilatlar büyümek için kurulmazlar, belli bir vazifeleri, hedefleri vardır, o vazifeyi yapabilecek büyüklük kafidir, bunları büyütmeye çalışmak yıkıcı tesir yapar. Bazı teşkilatların büyümesi gerekir fakat her teşkilatta olduğu gibi “büyüklüğünü” tayin eden hedefidir. Hedefe ulaşmak için kafi büyüklüğe ulaşan teşkilatların hala büyüme çabasında olması, büyümesini değil yıkılmasını sağlar. Beş kişinin yapacağı işi on kişiye vermek, çok zaman sevk ve idare problemleri doğurur, fazla kişinin istihdam edilmesi işin daha hızlı ve kolay yapılmasını 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT değil, karışıklığı ve işin yavaşlamasını sağlayabilir. Bu durum, teşkilatlanma meselesinde ciddi bir problemdir ve yaygın şekilde yaşanmaktadır. Her teşkilatın, temelindeki fikir ve hedef, kullanılan dil ve üslup, hitap alanındaki insan çeşidi ve sayısı onun büyüklüğünü, dolayısıyla büyüme istidat ve imkanını oluşturur. Muhakkak ki her teşkilatın bir tabii sınırı var. Hiçbir teşkilat sınırsız sürede, sınırsız hacimde büyümeye devam edemez. Bünyesinin tabii sınırı mutlaka bilinmeli, o sınıra ulaştığında büyüme çabası durdurulmalı, derinleşme ve çelikleşmeye yönelmelidir. Özellikle cemaatlerin ciddi bir kısmı bu problemi yaşıyor, tüm cemaati bir teşkilat içinde (mesela vakıf veya dernek) muhafaza etmeye çalışıyor. Olmaz, yürütülemez, gerçekleştirilemez. Bunun sebebi liderliğinin tasarrufu elinden kaçırma endişesi olabilir fakat bu endişe teşkilatlanma zafiyeti oluşturmaktadır. Liderlik, birden çok teşkilatı aynı zamanda idare edebilme maharetini taşımalıdır. Sadece bir teşkilatı idare edebilecek bir liderlik, o teşkilata ve o teşkilatın tabii sınırına mahkum olur. Teşkilata mensup insanlara hakim olduğunu zannederken, aslında teşkilatın oluşturduğu hacim tarafından zapt altına alınmış, mahkum edilmiştir. Liderlik aslında mahkum olmaz fakat mahkum olduğunu, olmaya doğru gittiğini göremeyen bir idare ve başkan, asla lider olamaz. Türkiye’de kurulan teşkilatlar hacim ve hitap kitlesi muhasebesi yapmaz. Fikir (aslında fikir de yok da) ve hedef hesabı yapar, hacim (tabii sınır) ve hitap kitlesi muhasebesi yapılmadan hedef hesabı yapmak, teşkilat anlayışı ile telif edilemez. Teşkilatın hacim hesabı yapılmadığında, hasbelkader gelişmeler iyi gider de mensupları çoğalırsa, 56 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ bir müddet sonra bölünme mukadder hale gelir, bu durumun ülkemizde sayısız misali var. Cemaatlerin kendi içinde bölünmelerinin sebeplerinden biri de, hacim hesabı yapılmadığından dolayıdır. Teşkilat, bünyesi itibariyle taşıyamayacağı kadar insanı içine almaya çalıştığında sıkışıyor, bu sıkışıklık problem üretiyor. Teşkilat yoğunluğunun kıvamında olması şarttır, yoğunluk gereğinden fazla olduğunda sıkışıyor, gereğinden az olduğunda seyrekleşiyor. Sıkıştığında patlama, seyrekleştiğinde dağılma meydana geliyor. Yoğunluğu artmış ve sıkışmış teşkilatlardaki problemlerin birçoğu aslında sıkışmaktan kaynaklanıyor fakat bu durumu bilmeyenler (teşkilat anlayışına sahip olmayanlar) problemlerin sebeplerini ve kaynaklarını başka yerde arıyorlar. Problemler tabii olarak ihtilafları, ihtilaflar hizipleri, hizipler de ayrışmaları tetikliyor. Cemaatlerin birçok bölünme hadisesi aslında teşkilatların artmış yoğunluklarını seyrekleştirmek içindir. Fakat kimse bunu anlamıyor, ihtilafları olduğunu vehmediyor, ihtilafların (ve problemlerin) kaynağının sıkışmadan doğduğunu farketmiyor ve bölünüyor. Bölündüğünde rahatlıyor çünkü teşkilatın yoğunluğu normale dönüyor. Tabii sınırlarına ulaşan, hacmini belli bir yoğunlukta dolduran teşkilatların önünde iki yol var; birisi yeni bir gurup (cemaat) doğurmak, diğeri teşkilat doğurmak… Yeni bir cemaat doğurmak bölünmektir, yeni bir teşkilat doğurmak ise büyümektir. Meselenin kritik noktası burası… Büyümek, tek teşkilatın hacminin büyümesi şeklinde anlaşılıyor, bu yanlış, büyüme yeni teşkilatlar kurmak şeklinde de olur. Tek teşkilatta ısrar, ciddi problemlerin ana rahmidir. Teşkilat fikrin manivelasıdır. Tek teşkilatta ısrar sıhhatsizdir, asıl olan fikirdir. Tek teşkilatta ısrar, niyetle ilgili, idare et10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT mekle ilgili, teşkilat anlayışı ile ilgili problemlere işaret eder. Teşkilat anlayışı doğru ve sıhhatli, niyeti saf ve samimi, idare mahareti güçlü olan insanlar (liderlikler), teşkilat sayısını ve çeşidini artırmaktan imtina etmezler. Özellikle teşkilat çeşidini artırmak fevkalade zaruretlerdendir, zira hayatın çeşitliliği tek teşkilat çeşidi ile çalışmaya manidir. Mesela infak (yardım) teşkilatları ile ticari teşkilatları (şirketleri) aynı teşkilat yapısı içinde tutmak problemlidir. Hayattaki birçok faaliyet alanı bir arada bulunamamak gibi özelliğe sahiptir, birbiriyle imtizacı kabil olmayan faaliyetleri aynı teşkilat bünyesinde sürdürmeye çalışmak, teşkilatı büyütmek değil, dağıtmak ve yıkmak için yığınak yapmaktır. Teşkilat, temelindeki kurucu düşünceden başlayarak tüm unsurlarıyla büyüme istidadını muhtevasında barındırmalıdır. Temelindeki düşünce, faaliyet alanı, hitap kitlesi, hedefi, kullanacağı malzeme ve vasıtalar ila ahir… Bunların hepsi ya büyüme istidadını taşır veya büyümeye mani olur. Küçük veya sığ düşüncelerle kurulan teşkilatların büyüme istidadı yoktur. Fikrin hacmi ve ufku, teşkilatın büyüme istidadının nazari çerçevesidir. Orta zekaların kurduğu ve idare ettiği teşkilatların büyümesi beklenmez, bunların hedefleri (ufukları değil) ne kadar büyük olursa olsun teşkilat kadük kalır. Teşkilatı kuran ve idare edenlerin ufukları, tabii olarak hedeflerini gösterir. Hedefin, ufuktan bağımsız olarak büyük olması bir mana ifade etmez, kurucu ve yönetici kadroların ufukları, teşkilatın tabii sınırıdır. Kurucu kadronun hedefinin dünya devleti olması halinde bile, ufku dar ise o ufuk içinde kalacağı, bazı imkanlar elde etse bile büyüme istidadına sahip olamayacağı vakadır. Kurucu ve yönetici kadronun ufku dışında bir hedef tayini, hayalperestliktir. Zaten 57 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ hayal, düşünce ufkunun ötesine geçen zihni faaliyettir. Büyük düşünmek, büyük hedef edinmekle olmaz. Büyük düşünmek, büyük ufuk sahibi olmak ve o ufuk içinde faaliyet gösterebilecek bir akıl bünyesine sahip olmakla kabildir. Nazari olarak büyük hedefler edinmek, dar ufuklar için komik ve ütopiktir. Umumiyetle de istismar ve dolandırıcılık yapmak için ortaya çıkar. Faaliyet alanı, teşkilatın büyüme istidadını tayin eden hususlardandır. Herhangi bir sivil alanda kurulan teşkilat, devleti hedef alamaz, devlet kurmayı düşünemez. Siyasi sahada teşkilatlanmadan devlet kurma hedefine yönelenler, ne kadar büyürse büyüsün, ne kadar güçlenirse güçlensin, yarış pistinde koşmadığı için en hızlı koşan yarışçı olsa da birinciliği kazanamayanların durumuna benzer. Yarış pistinin dışında ve ona paralel olarak koşan birinin, en hızlı koşması halinde bile madalya alamayacağı misalinde olduğu gibi, her alanın kendi tabii hedefleri olduğu, bu hedeflerin dışında bir hedef tayininin boşa çıkacağı bilinmelidir. Sosyal hareketlerin siyasi harekete tahvil edildiğine ve siyasi neticeler elde ettiğine dair tarihte misaller var. Fakat bu misallerin iki özelliğini unutmamak gerekir. Birincisi siyasi saha boşalır ve sosyal saha siyasi sahayı doldurma imkan ve fırsatını kazanır, ikincisi ise sosyal hareketleri siyasi harekete hızlıca tahvil edecek maharet sahibi liderlikler bulunur. Bu iki şart birlikte veya ayrı ayrı yoksa yanlış kulvarda koşmaya benzer bir durum meydana çıkar ve hedefe ulaşılması mümkün olmaz. Büyüme istidadının en mühim unsuru, teşkilatın dikey boyutudur, dikey teşkilatlanma maharetine sahip olmayan kadrolar ve 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT teşkilatlanma tarzı, sürekli genişleyeceği için mutlaka dağılır. Teşkilatın genişleme hızına paralel bir derinleşme hızı olmalı, büyüme iki istikamette aynı zamanda gerçekleşmelidir. Sadece genişleyen teşkilatlar büyüyormuş gibi görünür ama aslında dağılıyordur. Yatay bağlar ve mensubiyetler bir teşkilatı ayakta tutmaya asla kafi gelmez. Teşkilatın gücünü oluşturan, sağlamlığını üreten, dayanıklılığını artıran hususiyeti, yatay (genişlik) bağları değil, dikey (derinlik) örgüsüdür. Dikey boyutu olmayan bir teşkilat, bir milyon mensuba ulaşsa, bin kişilik güce ulaşmış olmaz. Oysa dikey boyutu sağlam olan bir teşkilat, bin kişilik on bin kişilik mensuba ulaşsa, bir milyonluk güç sahibi olur. Teşkilatın üye sayısının artmasını büyüme zannedenler, teşkilattan anlamayan, sadece kelle sayan akıl garibanlarıdır. Derinlik boyutu sıfır olan bir teşkilatta, bırakın binlerce, on binlerce insanı sevk ve idare etmeyi, on kişilik insan gurubunu idare etmek imkansızlaşıyor. Bir derneğin resmi organlarını oluşturmak için lazım olan yaklaşık yirmi civarındaki insanın, daha üye bile yapmaya başlamadan ihtilaflara boğulması, karar alamaması, kerhen alınan kararların tatbik edilememesi, birçok sebeple birlikte teşkilatın dikey boyutunun olmamasından kaynaklanır. Teşkilatın büyüme istidadı birçok meseleye bağlıdır. Büyüme istidadı olmayan teşkilatların kalabalıklaşması, büyüme zannedildiği için bu konu ile ilgilenen yok. Veya bir teşkilatın neden üye sayısını artıramadığı sorusunu soranlar, aslında büyüme istidadı olup olmadığı sorusunu soranlardır ama soruyu bile doğru soramadıkları için doğru cevabı bulma ihtimalleri yoktur. İletişim: [email protected] 58 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ İSLAM’IN TEŞKİLATA VERDİĞİ KIYMET Selahattin Adanalı Bir yapının iyi bir teşkilat olduğunu gösteren birkaç alamet var. Teşkilat ile üyeler arasındaki münasebet yoğunluğu, üyelerinin ihtiyaçlarını karşılama ve problemlerini çözme hacmi, iş yapabilme mahareti ve fikri tesir gücü. İslam, teşkilatını kurmadan önce, müminin kalbine nüfuz etmekle, en güçlü, en yoğun, en yaygın teşkilatı kurabilmenin kalbi, zihni ve akli altyapısını inşa etmektedir. İslam, hiçbir teşkilat kurmadan, mana olarak bir kalbe nüfuz ettiğinde o kalbin sahibinin tüm hayatını tanzim eder. Günlük periyotlarla baktığınızda beş vakit namaz kıldırmakta, evde bir hücre oluşturmakta, işyerindeki hayatını tanzim etmekte, kısaca hayatın ruhi ve fikri teşkilatını kurmaktadır. Hiçbir din ve dünya görüşü, insanın hayatında, İslam kadar yoğun şekilde yer alamaz. Her nefesinden sorumlu olduğunu, her hareketinden hesaba çekileceğini, her işini meşru ve usulüne uygun yapması gerektiğini kabul ettirebilen bir hayat anlayışı yoktur, İslam’dan başka. Bu çaptaki derinlik ve yoğunluk, dünya tarihinde hiç görülmemiş bir teşkilat altyapısı oluşturur. Müslümanların bu gün içinde bulundukları teşkilatsızlık haline bakınca, İslam’ı anlamakta ve yaşamakta ne kadar sığ kaldıkları görülüyor. Böyle derin ve güçlü bir kalbi, zihni ve ahlaki altyapı üzerine ciddi, etkili ve büyük teşkilatlar kuramıyor olmaları izahsız bir durumdur. Gayrimüslim birisi bile dışarıdan İslam’a bir saat baksa, ilk göreceği mana, yoğun bir teşkilatlılık halidir. Çünkü İslam’ın hangi hükmüne bakarsa baksın, birçoğunda yoğun ve açık şekilde teşkilatlılık halini gö10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT rür, bazılarında ise beş on dakikalık bir zihni gayretle “teşkilatlılık halini” anlar. Müslümanlar İslam’a ne kadar yaklaşırlarsa o nispette teşkilatlılık haline yaklaşmakta, İslam’dan ne kadar uzaklaşırlarsa, teşkilatlılık halinden o nispette uzaklaşmaktadır. İslam’ı anlamaktaki derinlik arttıkça Müslüman şahsiyet, tabii olarak teşkilatlılık haline kavuşmaktadır. Anlayışlardaki sığlık, teşkilatlılık halinden uzaklaştırırken, ferdileşme sürecini de derinleştirmektedir. Öyleyse denklem tersinden de kurulabilir. Müslümanların teşkilatlılık hali arttıkça İslam’ı anlama derinliği artar. Anlama kudreti tabii ki akıl, zeka ve istidatlarla doğrudan ilgilidir. Teşkilatlılık hali ne kadar artarsa artsın idrak derinliği kişinin akıl, zeka ve istidatlarıyla sınırlıdır. Fakat teşkilatlılık halinin artması, en azından mesuliyet hissini ve hassasiyet seviyesini yükseltir. Allah, bildiği ile amel edene bilmediklerini öğrettiğine göre, hassasiyet ve mesuliyetin gelişmesiyle beraber, akıl, zeka ve istidatların kifayetsizliğine rağmen misilsiz “ihsanlara” muhatap olunur. Hiçbir teşkilata mensup olmayan bir Müslüman, çok ciddi bir problemle karşı karşıyadır. Dahil olacak uygun bir teşkilat olmadığını düşünen her Müslüman en azından çevresindeki üç beş kişiyle küçük de olsa bir teşkilat kurmak durumundadır. Teşkilatsızlık hali, asla izah edilemez. Yıllarca beş vakit namaz kılıp da, günde veya haftada birkaç defa gittiği camiyi sadece secde mekanı olarak gören Müslüman, ciddi bir vakadır. İslam’ın hayattaki yoğunluğundan bir teşkilat fikri üretememiş (anlamamış) olan Müslüman, tüm zihni evrenini baştan sona gözden geçirmelidir. Teşkilatlılık hali, medeniyettir. İslam, teşkilatlılık halini zirveye çıkararak, yeryü- 59 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ zündeki en büyük medeniyeti kurma salahiyetinin münhasıran kendinde olduğunu ilan eder. Müslümanlar, teşkilatlılık halini anlamamakla, çölde değil ama şehrin ortasında bedevi bir hayat yaşamaktadır. Teşkilatsızlık hali gayri medeni bir durumdur ve şehirde (toplumda) tek başına yaşamaktır. Bedeviliğin tarifi, yalnız veya teşkilata ihtiyaç duyulmayacak kadar küçük guruplar halinde yaşamaktır. Bu ne büyük tezat… İletişim: [email protected] 60 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ TEŞKİLAT ŞAHSİYET VE KURUCU Fatih Mehmet Kaya Süregelen ve süregiden yapılar içinde bulunmak, onları yönetmek, işletmek, idare etmek kolay. Teamüller, kurallar, adetler içinde hayatı yaşamak, ciddi bir fikri çabayı ve başarıyı gerektirmez. Normal zekaya sahip, normal bilgiye malik birisi, idareci de olabilir, uzman personel de… Mevcut yapıdan, halden, statüden, rejimden, devletten kısacası en küçüğünden en büyüğüne kadar herhangi bir yerleşik sistemden çıkmak veya onu yıkmak, yerine yenisini inşa etmek söz konusu olduğunda, ciddi hususiyetleri ve istidatları olan insanlar lazım. En mühim hususiyet, “İnşa Fikri”ne sahip olmaktır. İnşa fikrine sahip olmak ön şarttır ama onu “kurucu şahsiyet” haline getirmeden olmaz. İhtilaller tarihi, başarılı ihtilalleri yazdığı için, başarısız olanlar görünmez. Dünya siyaset tarihi, başarılı ihtilallerden çok fazla sayıda başarısız ihtilal teşebbüslerinin ve siyasi hareketlerin arşividir. İhtilalin başarılı olduğu misallerin kahir ekseriyeti de, inşa döneminde “maksattan” sapmıştır. Lazım olan ihtilalci (yıkıcı) fikir ile beraber, inşa fikrinin de olmasıdır. İnşa fikri, kurucu fikir… İnşa fikri yoksa ihtilalci olmak, serseri olmanın diğer adıdır. Büyük siyasi hareketler bir tarafa, hayatımızdaki günlük ihtiyaçlar için bile, kurucu fikir, kurucu şahsiyet gerekiyor. Küçücük bir problemi, herhangi birinin çözmesi ile kurucu şahsiyetin çözmesi arasındaki fark, gevezelik yapmakla sistem kurmak arasındaki fark kadardır. Ne var ki günlük ihtiyaçlar içinde bu farkı görmek, keskin bir idrak işi10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT dir. Çünkü küçük hadiselerdeki kurucu irade farkı, derinlerdedir. Satıhta gezinen akıllar (idrakler) bu farkı görmez. Teşkilatçılığın temel özelliği, hayata bakışındaki “sistem düşünce”sindedir. Sistem çapında düşünmeyenlerin kuracağı, sevk ve idare edeceği, devamını sağlayacağı teşkilatlar ancak “hobi” türünden alakaları cezbeder. Sistem düşüncesine sahip olmadan kurucu düşünceye sahip olmak kabil değildir. Küçük teşkilatlar ve günlük ihtiyaçlar için sistem düşüncesine lüzum olmadığına inananlar, asla sistem düşüncesine ulaşamazlar. Dev çınar ağacının tohumda gizli olduğuna dair klasik misalin bile bertaraf edeceği sığ düşüncelerle vakit kaybetmemek gerek. Birçok teşkilat nüvesi, sistem düşüncesine lüzum olmadığına inanan ve sistem düşüncesinin yakınına bile yaklaşamayan adamlar tarafından oluşturulmaya çalışıldığı için ilerlemiyor, gelişmiyor, büyümüyor, kuvvetlenmiyor. Tohum kısır olduğu için bir türlü yeşermiyor. Ondan sonra başlıyorlar, “dış güçler”, “rejimin güçleri” filan gibi bir sürü mazeret aramaya… Kurucu düşünce, mevcut durumun ne olduğunu, şartlar ve imkanlar haritasını doğru teşhis etmekle başlar. Yıkılacak olan en küçük yapının bile yerine ondan daha iyisini inşa edebilmenin fikriyatını gerektirir. Hayatta hangi yapının üzerine yürünecekse, o yapının yerine inşa ve ikame edilecek en az birkaç tane alternatif fikir ve proje üretilmiş olmasıdır kurucu düşünce. “Hele yıkalım da nasıl olsa bir şeyler yaparız” türünden düşünce serserilikleri, niyetinin ne olduğu hiç önemli olmaksızın, yıkıcı düşüncelerdir. Devlet kurmaktan bahsedenlerin, “kervan yolda dizilir” lafına iltica etmesi kadar ahmakça bir zihni organizasyon ola- 61 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ maz. Dernek kurmaktan aciz insanların devlet kurmaktan bahsetmesi, en hafif tabiriyle komiktir. Kurucu şahsiyet, kurucu düşüncenin fikri gücüyle, mevcut hayatı değerlendiren, koridorlarını keşfeden, açıklarını fark eden, nasıl nüfuz edileceğini derinliğine anlayan, halkın ihtiyaçları ile fikrin gerekleri arasında paralellik kuran, müesseseyi halkın en fazla ihtiyaç duyduğu alandan başlamak üzere kurmaya başlayan insandır. Halkın ihtiyaçlarını bile bilmeyen, sonrada halkı, duyarsız, idraksiz, alakasız gibi vasıflarla itham ederek nefsine mazeret üretenler, kurucu şahsiyet olamazlar. Mevcut durumda halkın ihtiyaçlarını karşılayamayan, problemlerini çözemeyen, meseleleri ile ilgilenemeyenler, iktidar olduklarında sadece diktatör oluyorlar. Çözümü sadece iktidarda görenler, çözüm yolunu namluda gören fikir nasipsizleridir. İktidar olmadan çözülebilecek problemler olmalı. İktidar olmadan çözüm fikrine ve çözüm maharetine sahip olunduğu gösterilmeli. Zaten hiçbir halk, iktidar olmadan bazı problemleri çözebildiğini ispatlayamayan kadrolara itibar etmemiştir. Milyonlarca insanın, hiçbir ihtiyacını karşılamadan, hiçbir problemini çözmeden bir araya getirilebileceğini düşünen kafalar, orijinal bir ahmaklık çeşidini sergiliyorlar. Kurucu düşünce, kurucu şahsiyet… İşin sırrı burada… Kurucu düşünce inşa edilmeden, kurucu şahsiyetler yetiştirilmeden yapılabilecek bir şey yok. Bunlar olmadan sadece mazeret üretiliyor. İletişim: [email protected] 10. SAYI - OCAK 2016 / İSLAM VE TEŞKİLAT 62