İLETİŞİM NEDİR? PROF. DR. METİN IŞIK Günlük hayatın akışı içerisinde hepimiz birbirimizle iletişim kurarız. Evde, caddede, otobüs durağında ve işyerinde… Bazen sevinçlerimizi, bazen de acılarımızı paylaşırız. İyi bir haber aldığımızda içimiz içimize sığmaz. Hemen bir yakınımızla, bir arkadaş ya da ahbabımızla bunu paylaşmak isteriz. Öğrenciysek sınav sonuçlarının açıklandığını duyduğumuzda hemen arkadaşlarımızı arar, bu bilgiyi onlarla paylaşırız. İş görüşmesinin ardından dolgun bir ücretle işe kabul edildiğimizde içimiz içimize sığmaz, bizim için çok önemli olan bu mutlu haberi ailemiz ve arkadaşlarımızla paylaşmak isteriz. Aynı şekilde başımıza kötü bir şey geldiğinde veya kötü bir haber aldığımızda üzüntümüzü dostlarımızla, arkadaşlarımızla paylaşarak, acılarımızı hafifletmek isteriz. Bu esnada onlardan tatlı bir söz, bir teselli cümlesi dolayısıyla ilgi bekleriz. Böylece bir nebze de olsa ferahlarız. Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere iletişim kurma isteği doğuştan gelen, insanoğluna özgü bir özelliktir. Zira insanları diğer canlılardan ayıran konuşma ve düşünme yetileri insan dışında hiçbir varlığa bahşedilmemiştir. İnsan düşündükçe ve konuştukça insan olduğunun farkına varmaktadır. İletişim kurmak sadece konuşmak değildir. Bir başka ifadeyle insanlar sadece konuşarak iletişim kurmazlar. Sözlü iletişim olarak ifade edilen konuşmanın dışında, sözsüz iletişim dediğimiz beden dili yoluyla da iletişim kurulabilmektedir. Hatta bazen sözcükler tükenir, cümleler boğazımızda düğümlenir, çok şey söylemek isteriz ama hiçbir şey söyleyemeyiz. İşte o söyleyemediğimiz “hiçbir şey” bile bir iletişim kurma biçimidir. Böyle bir durumda karşımızdaki kişi yüz ifademizden, bedenimizin duruşundan dolayısıyla beden dilimizden demek istediğimizi rahatlıkla anlayabilir. Bir tanım yapmak, iletişimin ne olduğunu tasvir etmek gerekirse, “insanlar arasındaki her türlü bilgi, duygu ve düşünce alışverişine” iletişim adı verilmektedir. Tanımdan da anlaşılacağı üzere iletişimin olabilmesi için, bir diğer ifadeyle insan iletişiminden söz edebilmek için her şeyden önce birden çok kişinin olması ve bilgi, duygu ve düşüncelerin değiş tokuş edilmesi gerekmektedir. Bir kişinin konuşup, diğerlerinin pasif dinleyici olduğu bir ortamda gerçek manada bir iletişimden değil, olsa olsa enformasyondan ve enforme etmekten söz edilebilir. İletişim kavramını daha iyi anlamak için Cüceloğlu’nun tanımını vermekte büyük yarar vardır. Cüceloğlu’na göre (1992: 13) iletişim, “iki birim arasındaki birbirine ilişkin mesaj alışverişidir.” Bu tanımdan yola çıkarak iletişimin olmazsa olmaz 3 koşulundan söz edilebilir: İlk olarak iletişimden söz edebilmek için en az iki birimin olası gerekir. İnsan iletişimi söz konusu olduğunda buradaki iki birim insandır. Bir diğer ifadeyle en az iki kişinin olması, iletişime iki kişinin katılması gerekir. İkinci olarak, bu iki kişi arasında bir alışverişin olması gerekmektedir. Alışverişin olmadığı yerde iletişimden söz edilemez. Bir başka ifadeyle sadece alış ya da sadece veriş söz konusu olduğunda iletişimden bahsetmek imkânsızlaşmaktadır. Böyle bir durumda sadece bir kişi konuşmayacak, diğer taraflar da söz alma, konuşma hakkına sahip olacak ve düşüncelerini dile getirebileceklerdir. Üçüncü ve son olarak ise, iletişimin gerçekleşebilmesi için iki kişi arasındaki mesaj alışverişinin birbirine ilişkin olması gerekmektedir. Eğer iletişime katılanlar aynı konu, olay ya da olgu üzerinde konuşmuyorlarsa, halk arasındaki söyleniş biçimiyle “biri anyadan, öteki de Konya’dan bahsediyorsa” iletişim olayından söz etmek imkânsızdır. Amerikalı iletişimbilimci Paul Watzlawick ve arkadaşları iletişimle ilgili olarak 5 temel varsayım geliştirmişlerdir (Cüceloğlu, 1992: 19-27): İlk varsayım, iletişim kurmanın zorunlu olduğu üzerine kuruludur. İletişim kuramamanın imkânsızlığından yola çıkılarak geliştirilen bu varsayım, aynı sosyal ortamda birbirlerini algılayan bireylerin iletişim kuramamalarının olanaksız olduğunu ileri sürer. Davranışın karşıtının olmadığı, tepki göstermeyip, hiçbir davranışta bulunmamanın da bir davranış türü olduğu savunulur. Buna göre, konuşmak nasıl bir davranış olarak kabul ediliyorsa, tepki vermeyip susmak da bir davranış türü olarak nitelendirilmektedir. İkinci varsayıma göre, iletişimin ilişki ve içerik olmak üzere iki boyutu bulunmaktadır. İlişki düzeyinin, içerik düzeyine anlam verdiği savunulur. Bireyler normal şartlarda ilişkilerini konuşma konusu yapmazlar. İlişki ancak herhangi bir sorun ya da aksaklık anında konuşma konusu halini alır. Nitekim işyerindeki bir memurun amirine ismiyle hitap etmesi hoş bir davranış biçimi olmayacağından bu durum kişilerin ilişkilerini yeniden gözden geçirmelerine yol açabilir. Üçüncü varsayıma göre, mesaj alışverişindeki dizisel yapı kendi başına bir anlam ifade etmektedir. İletişim bir mesaj alışverişi olduğundan, birey mesajını sunduğu anda hedef kitle bunu alır ve geri besleme yoluyla tekrar kaynağa gönderir. İletişim süreci böylece sağlıklı bir şekilde işler. Dördüncü varsayım ise, mesajların sözlü ve sözsüz olmak üzere iki şekilde sunulabileceği üzerine kuruludur. Kaynak mesajını sözlü bir biçimde iletebileceği gibi, beden dili yardımıyla sözsüz olarak da iletebilmektedir. Beşinci ve son varsayım ise, iletişime giren bireyler arasında eşit ve eşit olmayan şeklinde iki tür ilişkinin var olduğunu ileri sürer. Buna göre, iletişime giren taraflar birbirlerini denk görürlerse eşit ilişkiler içinde iletişime devam ederler. Aksi halde eşit olmayan ilişkiler söz konusu olacaktır. Örneğin, Türkiye’de evin reisi erkektir anlayışını paylaşan eşler arasında bireylerin peşinen kabul ettiği eşit olmayan ilişkiler söz konusudur. Bu durum bireyler arasında evliliğin ahenkle sürmesine herhangi bir engel teşkil etmemektedir. II. İletişimin Birey ve Toplum Açısından Önemi İletişimin temel amaçlarından birinin de bireyler arasında ortaklık yaratmak olduğu söylenebilir (Kaya, 1985: 1-2). Söz konusu ortaklık ise bireyin bilgi, duygu ve düşüncelerini diğer bireylere aktarması suretiyle gerçekleşebilmektedir. Yukarıdaki bölümde de bahsedildiği üzere bireyler arasındaki her türlü bilgi, duygu ve düşünce alışverişi iletişim olarak nitelendirilmektedir. Bireyin iletişimde bulunma isteği ise doğuştan gelen ve kalıtım yoluyla geçen bir özellik olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsan yapısı gereği bilgi, duygu ve düşüncelerini başkalarına, yani diğer bireylere aktarma isteği duymuştur. Sürekli olarak daha fazla kişiye ulaşma isteği, zamanla insanoğlu için vazgeçilemeyecek bir hal alırken, söz konusu bilgi, duygu ve düşünceleri aktarma işlemi ise sözlü ve sözsüz olmak üzere iki şekilde gerçekleşmiştir. İlk çağlardan itibaren ateş ve dumandan yararlanmak suretiyle sözsüz olarak mesaj aktarma (iletme) yöntemini kullanan insanoğlu; yaya olarak sözlü mesaj iletimi gibi yöntemleri de uzunca bir süre kullanagelmiştir. Zaman içerisinde yazının bulunması, ulaşım imkânlarının artması, ticari ilişkilerin gelişmesi ve merkezi devletlerin kurulması gibi bir dizi gelişmeler iletişimin yaygınlaşmasında önemli bir rol oynamıştır (Alemdar, 1981: 3). Bu ise zamanla yeni birtakım iletişim araç, yöntem ve tekniklerinin geliştirilmesini sağlamıştır. İlkçağlardan itibaren duman, güvercin, ulak vb. araçların kullanımıyla başlayan bu süreç; telgraf, telefon, gazete, radyo, televizyondan, uydu teknolojileri ve internete kadar uzanmıştır. Yirminci yüzyıla gelindiğinde ise iletişim alanında büyük değişim ve gelişmeler yaşanmıştır. Artık ses ve görüntünün elektronik yöntemlerle iletilmesi, yani kitle iletişimi söz konusudur. Yirminci yüzyıla gelinceye kadar sınırlı sayıda kişiye ulaşabilen insanoğlu, teknolojik gelişmelerin yardımıyla çok kısa sürede çok fazla sayıda kişiye ulaşabilme olanağına da kavuşmuştur. Gazetenin kitlelere malolarak toplumsal hayatta etkinliğini arttırmasının yanı sıra, radyo ve televizyon gibi görsel işitsel araçların gelişerek yaygınlık kazanması Mc Luhan’ın (1964: 93) deyimiyle dünyayı adeta bir “evrensel köy” haline dönüştürmüştür. Günümüzde her türlü haber ve bilgi iletiminde söz konusu iletişim araçlarının oynayacağı rol düşünüldüğünde bunun çok da abartılı bir benzetme olmadığı görülecektir. Bugün için iletişim bireysel ve toplumsal açıdan büyük önem arz etmektedir. Toplumsal veya bireysel bir sorunu çözüme kavuşturmak için insanların düşünce alışverişinde bulunmaları, yani birbirileriyle iletişim kurmaları şarttır. Çünkü iletişim, bireyin yaşamını daha anlamlı hale getirmekte ve kolaylaştırmaktadır. Bir toplumda, toplumu oluşturan bireyler konuşma ve tartışma becerisine sahip değilse herhangi bir sorunla karşılaşıldığında sorunun insani bir şekilde çözümlenmesi mümkün olmayacaktır. Aksine bireyler iletişim kuramadıklarından sorunlar birbirilerine eklemlenerek daha da büyüyüp karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hal alacak, böyle bir olgu ise beraberinde sürtüşme ve çatışmayı getirecektir. Bu olumsuzlukları gidermek ya da en aza indirgemek için bireylerin diğer kişilerin fikirlerine karşı hoşgörülü olması ve sorunların konuşularak çözümlenmeye çalışılması gerekmektedir. “İnsanlar konuşa konuşa anlaşırlar”, “acılar paylaştıkça azalır, sevinçler paylaştıkça çoğalır” özdeyişleri boşa söylenmemiştir. Olaya bireysel açıdan bakıldığında ise, insanlarla iyi iletişim kurma yeteneğine sahip olan bireyler problemlerini diğer bireylerle paylaştıklarından saygı, sevgi ve işbirliği ortamında sorunların daha rahat çözebilecektir. İyi iletişim kurabilen insanlar başkalarının sorunlarını, acılarını ve sevinçlerini paylaşma becerisine de sahip olduklarından daha çabuk arkadaşlıklar ve dostluklar kurabilecek, girişkenlikleri sayesinde mesleğinde zirveye daha kolay ulaşabileceklerdir. Diğer taraftan düşüncelerini açıklamaktan çekinen, sıkılgan ve utangaç kişiler ise diğer bireylerle iletişim kurmakta zorlandıklarından kendilerini toplumdan soyutlayarak bir anlamda yalnızlığa mahkûm olacaklardır. İletişim bir anlamda “ortaklık kurmak” olduğundan bu tür insanlar bilgi, duygu ve düşünce bazında ortaklık kurma eylemini gerçekleştiremediklerinden, bir başka ifadeyle hem kendi acılarını ve mutluluklarını, hem de başkalarının acılarını ve sevinçlerini paylaşamadıklarından, yalnızlık duygusuna kapılarak bir takım ruhsal problemlerle karşı karşıya kalabileceklerdir. III. İletişim Araçlarının Gelişimi Çağdaş anlamda iletişimi yazılı basının gelişmesi ve okumanın bireyselleşmesiyle başlatmak mümkündür (Kaya, 1985: 2). Haber ve bilgilerin pazarlanabilen ve alıcı bulabilen bir meta haline gelmesi okumanın bireyselleşmesi sonucunda gerçekleşmiştir. Okumanın bireyselleşmesi haber, bilgi, duygu ve düşüncelerin üretimi, yayımı ve dağıtımının kolektif bir çaba ile gerçekleşmesinin de başlangıcı olmaktadır. İletişim araçları ile bu araçların zaman içerisinde gelişmesini sağlayan etmenler arasında bir ilişki mevcuttur. Bu sebeple iletişim araçlarının gelişmesini sağlayan etmenleri teknik, ekonomik ve sosyal gelişmeler şeklinde üç grupta toplamak mümkündür (İnuğur, 1978: 15): Teknik Gelişmeler: Basım sanatının ve kâğıdın icadıyla başlayan bazı gelişmeler sonucunda ortaya çıkan bir dizi yenilik iletişimin gelişmesine neden olmuştur. Ekonomik Gelişmeler: Gazetelerin çoğalması, tirajlarının ve sayfa sayılarının artması, kâğıdın ucuza mal edilmesi ilan ve reklâm gelirlerinin artması sonuçta gazete fiyatlarının düşmesini sağlamıştır. Böylece gazete topluma mal olmaya başlamıştır. Bu ekonomik gelişmeler, radyo, sinema ve televizyonun ortaya çıkmasında da rol oynamıştır. İletişim her şeyden önce ekonomik faaliyetlerle ilişkilidir. Kâğıt, mürekkep, baskı makinesi, kaset, faks, kamera, bilgisayar vb. gibi iletişim alanında kullanılan materyallerin tümünün üretim ve dağıtımı ekonomik süreç içerisine girmektedir. Günümüzde iletişim kurumları kaynak, altyapı, sermaye yatırımları, istihdam ve hasıla ile ekonomi içerisinde geniş bir ticaret sektörü ortaya çıkarmıştır. İletişim ile diğer sanayi kolları arasındaki ilişkiler iç içe geçmiş durumdadır. Ulaşım ve kimya sektörleri dışında basım, kâğıt ve elektronik sanayileri iletişim alanına altyapı oluşturmaktadır. İletişim alanındaki yatırımların artarak devam etmesi büyük ölçekli iletişim kurumlarının oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Sosyal Gelişmeler: olarak ise genel oy hakkının tanınması gibi demokratik alandaki gelişmeler sıralanabilir. Zira demokrasinin dünyada yaygınlaşması toplumsal hayat tarzlarında değişikliklere neden olmuştur. Bireylerin haber ve bilgiye olan gereksiniminin zamanla artması iletişim araçlarının önem ve etkinliğini de artırmıştır. İletişim araçlarının yapıları ve örgütlenişleri ile siyasal sistemler arasında bir ilişki söz konusudur. İletişim araçlarının kurulma ve örgütlenmeleri, o ülkenin siyasal sistemine göre şekillenen hukuksal çerçeveye göre gerçekleşmektedir (Işık, 2002:3-5). Siyasal sistemlerin oluşması ve şekillenmesi ise toplumsal gelişmelerin bir sonucu olmaktadır. Başka bir ifadeyle, toplumsal gelişmeler siyasal yaşama da yansımaktadır. Söz konusu yansıma alan ve konularından biri “egemenlik” olgusudur. Toplumsal gelişmeler ışığında, egemenlik kavramı farklı bakış açıları altında incelenmeye başlanmıştır. Önceleri Tanrıya ve hükümdarın şahsına dayandırılan egemenliğin kaynağı konusunda zamanla farklı görüşler ortaya atılmıştır. Egemenliğin kaynağı olarak halkın kendisini gören anlayış yerleşmeye ve kök salmaya başlayınca, halkın doğrudan doğruya siyasal yaşama katılmasının yolu da açılmıştır. Böylece iktidara talip olan yeni birtakım kişi ve grupların ortaya çıkması, bunların iletişim araçlarından olanakları ölçüsünde yararlanmaya çalışması sonucunu da beraberinde getirmiştir. Artık iletişim araçları iktidara talip olan bu grupların kendi görüşlerini topluma duyurarak taraftar kazanma mücadelelerinde en önemli araçlardan biri konumuna gelmiştir. Toplumsal gelişmeler ışığında, iletişim araçlarının gelişimi genel olarak dört ana başlık altında incelenebilir (İnuğur, 1978: 17): Birinci Dönem: yazının icadıyla başlayan ve 1789 Fransız ihtilaline, kadar süren dönemi kapsamaktadır. İkinci Dönem: 1789 Fransız ihtilalinden 1848 sanayi devrimine kadar devam eden dönemdir. Bu dönemin başlarında sansür ve siyasi baskıların ağırlığı hissedilirken, dönemin sonlarına doğru basın özgürlüğü olgusu yerleşmeye ve kök salmaya başlamıştır. Üçüncü Dönem: 1850'den 1914 yılında patlak veren birinci dünya savaşına kadar olan dönemdir. Bu dönemde basın toplumsal yaşamın bir parçası haline gelmiştir. Dördüncü Dönem ise: birinci dünya savaşından günümüze kadar olan dönemdir. Bu dönem modern basın çağı olarak da adlandırılmaktadır. IV. İletişim Biliminin Doğuşu ve Gelişimi İletişimin akademik düzeyde özel bir konumu bulunmaktadır. İletişim alanında çalışanlar, iletişimin disiplinler arası bir nitelik taşıdığını savunur. Bu sebeple; tarih, sosyoloji, sosyal psikoloji, siyaset bilimi, dilbilim, antropoloji ve psikoloji iletişim alanına pek çok bulgu sağlamaktadır (Alemdar ve Kaya, 1983: 6). İletişim ile tarih ve sosyoloji bilimleri arasında önemli ilişkilerin mevcut olduğu söylenebilir. Tarih bilimi, geçmişteki insan toplumlarının gelişimini araştırırken olayların yanı sıra kurumlar, ekonomik yaşam ve kültürel gelişmeleri de incelemektedir. Ekonomik konular incelenirken ise, ticaret yolları, ulaşım olanakları ve haber iletimi konularını da araştırmaktadır. Ulaşım olanakları ve haber iletimi gibi konular iletişim kapsamına girdiğinden bunların gelişimi incelenirken tarih biliminin verileri önemli yararlar sağlamaktadır. Tarih belgeleri alanla ilgili araştırmalarda ipuçları vermektedir (Alemdar, 1981: 4-5) Tarihçiler bu gibi konuları araştırırken, tarih bilimi zaman içerisinde kendi içerisinde iletişim (basın) tarihi adı altında özel bir uzmanlık alanı oluşturmuştur. İletişim tarihi kapsamında, basının faaliyet gösterdiği toplumun bir aynası olduğu noktasından hareketle bu alanda en fazla belgeye sahip olunan dönem olan gazete ve diğer dönemsel yayınların ortaya çıktığı dönem incelenmiştir. Bu bağlamda söz konusu yayınların, dönemin toplumsal özelliklerini yansıttığı kabul edilerek, toplumsal gelişmeler (savaşlar, krizler vb.) incelenirken basın yayın araçlarından büyük ölçüde yararlanılmıştır. İletişimin bir bilim haline gelmesi sürecinde büyük rol oynayan bir diğer bilim dalı da sosyolojidir. Zira sosyologların toplumla ilgili araştırmalar yaparken kullandığı yöntem ve teknikler zaman içerisinde basının toplumsal hayata etkileri konusunun araştırılmasında kullanılmaya başlanmıştır. Bu bağlamda, basının sosyal hayata etkileri zaman içerisinde sosyologların üzerinde en çok yoğunlaştıkları konulardan biri haline gelmiştir. Konuyla ilgili ilk araştırma, Amerika Birleşik Devletlerinde yaşayan Polonyalı köylüler üzerinde yapılmıştır. Araştırma sonucunda basının Polonyalı köylülerin sosyal bütünleşmelerinde, yani Amerikan toplumuna entegre olarak sosyalleşmelerinde önemli rol oynadığı ortaya çıkmıştır. Bu araştırmanın ardından yine Amerika Birleşik Devletlerinde birçok saha araştırması daha yapılmıştır. Zaman içerisinde radyo ve televizyonun ortaya çıkması ve buna bağlı olarak reklâmın yaygınlaşması izleyici ve tüketici davranışlarının (eğilim ve tercihlerinin) tespit edilmesine yönelik araştırmaların yaygınlaşmasına neden olmuştur. Çoğunlukla akademisyenler tarafından gerçekleştirilen bu araştırmalara reklâmcıların ve diğer ticari kuruluşların ekonomik destek sağlaması iletişimin sosyoloji tarafından incelenmesi sonucunu doğurmuştur. Böylece ileriki yıllarda ortaya çıkacak olan kitle iletişim sosyolojisinin de temelleri atılmıştır. Kitle İletişim Sosyolojisi, okuyucu, dinleyici ve izleyicilerin iletişim açısından sınıflandırmasını yapmıştır. Mesajların farklı şekillerde algılanmasının ve mesaja karşı geliştirilen farklı tepkilerin nedenleri iletişim sosyolojisi tarafından ele alınmıştır. Böylece, kitle iletişim araçlarının toplumsal değişmede rol oynayan önemli bir araç olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Kitle iletişim alanındaki ilk araştırmalar Amerika Birleşik Devletleri'nde basın, sinema ve radyo ile başlamıştır. Araştırmaların büyük bir bölümü bu konuda uzmanlaşmış kurumlarla işbirliği içerisindeki üniversitelerde gerçekleştirilmiştir. Söz konusu araştırmalarda kitle iletişim araçlarının ve bu araçlarda çalışanların büyük ölçüde özerk olduğu varsayılmış, bunun bir sonucu olarak ise yapılan araştırmalar iletişim sürecinin belirli yön ve bölümleri üzerinde yoğunlaşmıştır. Böylece iletişimciler ve izleyiciler arasındaki ilişkiler, kitle iletişimin etkileri, kitle iletişim araçlarının siyasal sistem içerisindeki yeri ve kurumsal gelişimi gibi konular sıkça incelenmiştir (Alemdar ve Kaya, 1983: 6). Bu bağlamda iletişimin bir bilim dalı haline gelmesi sürecinde Katz, Lazarsfeld, Laswell, Hovland, Merton ve Klapper'in araştırmalarının önemli katkılarının olduğu söylenebilir. Kitle iletişim alanındaki amprik araştırmalar yaygın olarak 1930'lu yıllarda başlamıştır. 1920'lerden itibaren Amerika Birleşik Devletleri'nde radyonun gelişmesi ve reklâmcılığın güç kazanması kitle iletişim araçlarının güçlü etkileri olduğu savını kuvvetlendirmiştir (Brown, 1983: 28). Denetimli denek gibi örneklem araştırmaları ise 1936 yılında başlamıştır. 1920 ve 30’lu yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde kitle iletişim araçları ile ilgili iki farklı görüş vardı. Birinci görüşe göre, kitle iletişim araçları sürekli büyüyen dünya ile bağını yitiren halkın, dünya ile bağını yeniden sağlayacaktı. Avrupa'da mali buhranların, Amerika'da ise siyasal çalkantıların yaşandığı bu dönemde, evrensel bilgiyi ve olumlu değerleri toplumun en uzak köşelerine ulaştıracağı düşünülen radyo huzur ve istikrarın yeniden kurulması için bir kurtarıcı olarak görülmüştür. Böylece, kültürel bütünlüğü sağlayacak toplumların mutluluğa yeniden ulaşabilecekleri umut edilmiştir. İkinci görüş ise, kitle iletişim araçlarını demokratik toplumu tahrif etmeye çalışan şeytanın ajanları olarak nitelendirmekteydi. Kitle iletişim araçlarının okuyucu ve dinleyicilerin beyinlerini yıkayabilecek yeni teknolojilerin uygulanmasının izleyici kitle denilen güçlü silahlar olduğu şiddet ve zorbalığı yaygınlaştırdığı bu görüşü benimseyenlerce iddia edilmekteydi. Bunun yanı sıra, Amerika Birleşik Devletleri'nin birinci dünya savaşına basının kışkırtmaları sonucu girdiği ve Roosevelt'in seçimi kazanmasında radyo yayınlarının etkili olduğu da söz konusu görüşü benimseyenlerce kabul edilmekteydi. Kitle iletişim araçlarının bireyler üzerinde 1940'lı yıllara kadar güçlü ve ikna edici bir etkiye sahip olduğuna inanılmaktaydı. “Etki teorisi” olarak da adlandırılan bu görüşün düşünsel temelleri Walter Lippman’ın 1922 yılında yayınlanan “Kamuoyu” adlı kitabında da yer almıştır. Bireyin dünyayı gerçek olarak değil, kafasındaki resimler olarak gördüğünü ileri süren Lippman; bireyin düşüncelerin de bireysel tecrübelerce değil, kitle iletişim araçları tarafından biçimlendirildiğini savunur (Vivian, 1999: 385). “Etkiler Teorisi” olarak adlandırılan ve Lippman’a atfedilen bu olguyu savunanlar, radyo ve film gibi yeni teknolojilerin uygulanmasının “izleyici kitle” denilen bir kesimi oluşturduğunu ileri sürerler. Yine bunlara göre; sanayileşme ve kentleşmenin, aralarında kalıcı bağlar bulunmayan, yabancılaşmış ve toplumsal ilişki ve değerlerden kopmuş; manipülasyona açık bir kitle yaratması bu kitlelerin kitle iletişim araçları için kolay bir av haline gelmesine neden olmuştur. 1940 yılından itibaren "SINIRLI ETKİLER" dönemi adı verilen dönem başlamıştır. 1940'lı yılların başından itibaren Amerika Birleşik Devletleri'nde kitle iletişim araştırmaları gelişmiş ve kitle iletişimin etkisine yönelik amprik araştırmalar yapılmaya başlanmıştır. Özellikle Lazarsfeld ve arkadaşları tarafından yapılan araştırmalar sonucunda kitle iletişim araçlarının bireysel kanaatleri, tutum ve davranışları değiştirmede doğrudan etki edemeyeceği suç ve saldırganlık gibi olguların da doğrudan nedeni olmadığı tespit edilmiştir. Araştırmalar kitle iletişiminden ziyade toplumsal ilişkiler ile, kültür ve inanç sisteminin bireyler üzerinde daha güçlü etkiler bıraktığını ortaya çıkarmıştır (Lazarsfeld ve ark., 1968: 151-152). 1960'lı yıllardan sonra ise mevcut iletişim araçlarına televizyonun da eklenmesi Key, Blumer ve Holloran gibi iletişimcileri yeniden araştırma yapmaya yönelmiştir. Bu dönemle birlikte, kitle iletişim araçlarının GÜÇLÜ ETKİLERİNİN olduğu görüşü yeniden taraftan bulmaya başlamıştır. Özellikle 1970’li yılların ardından geliştirilen gündem kurma ve suskunluk sarmalı gibi kuramlar kitle iletişim araçlarının güçlü etkileri olduğu yönündeki savları kuvvetlendirmiştir. Kitle iletişim araçlarının doğrudan ve kısa vadeli etkileri yerine, dolaylı ve uzun vadeli etkileri konusu önem kazanmıştır.