İKİ KITA, İKİ UYGARLIK VE İKİ GÜÇ ARASINDA TÜRKİYE (1) Dış

advertisement
İKİ KITA, İKİ UYGARLIK VE İKİ GÜÇ ARASINDA TÜRKİYE (1)
Dış politika, çok düşünüp az konuşmayı, ketum olmayı gerektiren bir alandır.
Ufukları geniş olan devletler, uygulamak istedikleri politikalar için gerekli
altyapıyı sağlar, gereken yolları bulurlar.
Türkiye’nin geleneksel dış politikası, genel yönelimi açısından Transatlantik merkezli
olarak bilinir. Ankara, Batı kampına sadık, Avrupa Birliği üyesi olmaya çalışan bir
müttefiktir. Cumhuriyet’in ilanından sonra, Kıbrıs Barış Harekâtı hariç, hiç
savaşmamıştır. Dış politikada statükocu bir devlettir. Hırslı, hınçlı, hırçın talepleri,
yayılmacı hevesleri, sınırların yeniden çizilmesini isteyen politikaları yoktur. Osmanlı
Devleti’nden beri bölgesinde her zaman dinamik olmaya çalışmıştır. Barış ve istikrarı
korumaya öncelik verir. Diplomasi ajandasının yoğunluğu açısından her zaman ilk 10
ülke arasında olmasına rağmen, yıllarca diplomaside fazla atak, hevesli
görünmekten, bu şekilde algılanmaktan özenle kaçınmıştır. Türk Dışişleri Bakanlığı
da Osmanlı’dan bu yana, nitelikli, seçkin kadrolarıyla öne çıkmıştır. Türkiye’nin Batı
yanlısı dış politikası, kimi dönemlerde aşırıya kaçmıştır. Kraldan çok kralcı olmuş ve
öyle bir izlenim vermiştir. Özellikle Demokrat Parti, Turgut Özal ve AKP iktidarlarında
ABD ile ilişkiler bu açıdan dikkat çekmiştir. Öyle ki, Türkiye, ABD adına kimi bölgesel
operasyonlara katılmayı savunacak kadar ABD yanlısı politikalar izlemiştir. Demokrat
Parti’nin Kore’ye asker yollaması, Turgut Özal’ın “bir koyup üç almak” şeklinde
özetlediği ve ülkeyi Birinci Körfez Savaşı’na sokmayı arzulayan siyaseti, AKP’nin
TBMM’de reddedilen 1 Mart 2003 tarihli tezkerenin geçmesi için gösterdiği çaba bu
politikalara örnektir. Nitekim son yıllarda Türkiye gündemini meşgul eden “Ermeni
açılımı”, “Kürt açılımı” gibi politik yönelimlerin de ABD talepleriyle uyumlu olduğu
anlaşılmıştır. Dış politikada güç, olanak, çıkar ve amaçlar arasında denge olması
gerekir. Güç unsurları olan siyasi, iktisadi, askeri ve toplumsal- kültürel güç arasında
ahenk şarttır. Tüm bunların yanında, coğrafi konum önemlidir. Kamuoyunun bir fikir
etrafında buluşması, yani ulusal uzlaşmanın sağlanması ise zorunludur. Dış politika,
çok düşünüp az konuşmayı, ketum olmayı gerektiren bir alandır. Ufukları geniş olan
devletler, uygulamak istedikleri politikalar için gerekli altyapıyı sağlar, gereken yolları
bulurlar. Bir politikanın başarıya ulaşması için, onu destekleyenlerin ortak faydası,
yararı, çıkarı olmalıdır. Sadece heyecan vermek yetmez. Çünkü diplomaside işbirliği,
ortak fayda ve çıkara dayanır. Ortak tarih ve kültür ile dayanışma duyguları gerek
şarttır, ama yeter şart değildir.
Önerilerde gerçekçiliği hiç elden bırakmamak zorunludur. İstek, bu isteği besleyen
dünya görüşü, bu yönde siyasi irade, lider, kadro, entelektüel altyapı, program ve
bunu destekleyen halk gerekir. Doğru planlama ve doğru eylem planı şarttır.
Türkiye’nin son dönemde izlediği dış politikanın yönelimleri ve öncelikleri konusunda
ülkede bir fikir birliği sağlanmamıştır. Tersine, ülkenin dış siyaseti, tarihsel derinliğe,
deneyime, birikime, donanıma karşın, yön duygusunu yitirmiş görünmektedir.
Bölgesel güç mü, bölge gücü mü, küresel aktör mü, merkez mi, eksen mi, kanat mı,
köprü mü olacağına bir türlü karar verememiş görünmektedir. Dahası Türkiye, laiklik–
İslam, Doğu – Batı, AB üyeliği – Ortadoğu liderliği gibi konularda da ikilem içindedir.
Bu da, adım atmasını, tavır almasını, tutum takınmasını güçleştirmektedir. Bir adım
atmadan önce sık sık ABD ve AB’nin ne diyeceği yönünde endişe yaşamaktadır.
Yanlış anlaşılma kaygısı taşımaktadır. Bu nedenle, kimi alanlarda oynaması gereken
rolü de oynayamamakta, Batı’dan onaylanmış bir arabuluculuk rolüyle yetinmektedir.
Avrupa Birliği’nde eşit bir üye adayı olarak kabul görmezken, yüzünü Doğu’ya
dönmekte zorlanmaktadır. Kısacası, tüm “çok merkezli bakış açısı, çok yönlülük, çok
boyutluluk, stratejik derinlik, komşularla sıfır sorun, proaktif dış politika, ön almak,
oyun kurucu olmak, sorun çözmek, arabuluculuk” söylemlerine karşın, gerçekte tercih
sıkıntısı yaşamaktadır. Türkiye, “AB, Türkiye’yi içine almadan küresel aktör olamaz”
gibi haklı ve doğru sözler etmektedir. Ama AB’nin sözcülerinin Türkiye’yi açıkça üye
yapmayacaklarını söylemelerine karşın, örneğin, Gümrük Birliği’ni sorgulamayı göze
alamamaktadır. Türk Dışişleri Bakanı, “Ortadoğu’daki en önemli bölgesel aktör
Türkiye’dir” demektedir, ama arabuluculuk çalışmalarının sonuçları, onu teyit
etmemektedir. Türkiye, 4 Temmuz 2003 tarihinde Kuzey Irak’ın Süleymaniye
kentinde ABD askerlerinin, Türk askerlerinin kafasına çuval geçirmesini içine
sindirebilmiştir. Danimarka Başbakanı Rasmussen’in, Hz. Muhammed hakkındaki
karikatürlere ve terör örgütü PKK’nın televizyonuna gösterdiği hoşgörüyü ağır içimde
eleştirdikten sonra, onun NATO genel sekreteri olması için parmak kaldırmıştır.
Libya’ya yönelik son saldırılar öncesinde “Ne işi var NATO’nun Libya’da?” diye
sorduktan sonra, koalisyon güçlerine destek vermiştir. Arap ülkelerindeki isyan
dalgasında da Türkiye, Mısır liderine verdiği tepkiyi (o da ABD ile telefonla
konuştuktan sonra), Libya ve Suriye liderlerine ancak gecikmeli olarak vermiştir. Bu
da, hem Batı nezdinde sorgulanmasına neden olmuş, hem çifte standart gütmekle
suçlanmış, hem de Arap dünyasındaki itibarına şüpheyle bakılmaya başlanmasına
yol açmıştır. Buna karşın Türkiye’yi yönetenler, sürekli olarak ülkenin dünya
siyasetindeki ağırlığının arttığını söylemektedirler. İkili ve çok taraflı temaslardaki
yoğunluğu, ev sahipliği yapılan uluslar arası toplantıların çokluğunu, cumhurbaşkanı,
başbakan ve dışişleri bakanının yurt dışı gezi programını ve ülkenin artan dış
ticaretini, kendi iddialarını desteklemek için kullanmaktadırlar. Türkiye, dış politikada
her yerde olmaya çalışmakta, her sorunu çözmeye talip olmaktadır. O kadar ki,
bazen Ortadoğu’da yeni düzenin mimarının Türkiye olacağı bile öne sürülmektedir.
Türkiye’nin, tarihinde ilk kez büyük dış politika hedeflerine sahip olduğu, bir
vizyonunun ve misyonunun bulunduğu dillendirilmektedir. Türk Dışişleri Bakanı sık
sık ülkenin tek merkezli değil, çok merkezli bir dış politika anlayışına sahip olduğunu
vurgulamaktadır. Henüz başbakan başdanışmanı olduğu dönemde yaptığı bir ABD
ziyaretinde, ABD Başkanı Obama ile Türkiye’nin dış politika tercihlerinin ve
önceliklerinin bütünüyle örtüştüğünü söylemiştir ki, bu fikri savunan çok sayıda
uzman, diplomat, öğretim üyesi, gazeteci, asker vardır Türkiye’de. Ancak gerçeklerle
niyetler örtüşmemektedir. Olanaklarla hayaller arasında uçurum vardır. Türkiye,
gönlünden geçenlerin, hayal ettiklerinin gerçek olduğunu sanmaktadır. Bu da sık sık
“hayalperest” veya “kafası karışık” bir görüntü ver esine neden olmaktadır. Son olarak
Filistin’de El Fetih ve Hamas arasındaki arabuluculuk çalışmalarına karşın, sorunun
çözümünde Mısır’ın öne çıkması, Türkiye’nin masa başında sadece bir davetli olarak
yer bulması, Füze Kalkanı’na ev sahipliği yapması, ciddi bir inandırıcılık ve itibar
sorunu yaşandığını gösteren gelişmelerdir. Gerçekler, söylemlerle, verilmeye alışılan
görüntüyle çelişmektedir. Yetkililer, küresel ölçekte öne çıkan bir dış politika
izlendiğini, büyük başkentlerin Ankara’ya danışmadan adım atmadığını öne sürseler
de, hakikat öyle değildir. Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik adımları, ABD ve AB’den
bağımsız ya da onlara rağmen atılmamıştır. Tersine, ABD ve AB’nin bilgisi dâhilinde
ve teşvikiyle atılmış adımlardır. Batı, bu sayede Türkiye’yi Doğu’daki sözcüsü,
temsilcisi olarak görmek istemiştir. İran, Suriye, Hamas, Hizbullah gibi ülke ve
örgütlerle ilişki kurmada bir aracı olarak kabul etmiş, görüşlerinin onlara
aktarılmasında Türkiye’yi kullanmayı tercih etmiştir. Bu tercih, Türkiye’yi
yönetenlerdeki Neo-Osmanlıcı yönelimle de örtüşmüştür. Ortadoğu, Balkanlar,
Kafkaslarda etkin olmaya çalışan, Afrika’yla ilişkilerine özel önem veren Türkiye’nin
de, bu ülkelerin Batıdaki sözcüsü, temsilcisi olması hayal edilmiştir. Türkiye
Cumhuriyeti’nin başbakanının Arap sokaklarındaki ünü, Davos’taki “one minute”
çıkışı ve İsrail’in Mavi Marmara baskını sonrasında doruğa çıkınca, Türkiye’nin bu
politikayı başarabileceği yönünde yanlış bir algı da ortaya çıkmıştır. Ayrıca, tarihi bir
anımsatma yapmak gerekirse, Türkiye’nin Araplar arasında en büyük ünü ve itibarı,
geçmişte, 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanında, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda, Kıbrıs
Barış Harekâtı’nda, yakın dönemde de 1 Mart 2003 tarihinde TBMM’de reddedilen
tezkerede yakaladığını anımsamak gerekir. Yani Türkiye, Batıya karşı tavır aldığı
zaman, Ortadoğu’da itibarını artırmış bir ülkedir. Bu durum, yeni değildir.
Gerçeklerle Niyetler Örtüşmüyor…
Türkiye’nin hem bölgesel güç olmasını, hem Ortadoğu’da lider olmasını, hem de
Avrupa Birliği üyesi olmasını istemek ayrıdır, bunların gerçekleşme ihtimali ayrıdır.
İzlenen dış politika, ABD veya AB karşıtı olmasa bile, Ortadoğu’ya özellikle öncelik
verdiği için, bazen Batı karşıtı olduğu ya da en azından gizli ajandasının bulunduğu
yönünde eleştirilmektedir. Doğuya yönelik kimi adımlar, Batılı başkentlerde kuşkuyla
karşılanmaktadır. Türkiye için “eksen kayması” olarak yorumlanmaktadır. Türkiye’nin
Doğu’ya yönelik ilgisinin, Türk basınının da abartılı yaklaşımıyla, sanki yeni bir
şeymiş gibi sunulmasının da bunda payı vardır. Türkiye’nin tarihsel mirasına, coğrafi
arka planına, jeopolitik konumuna, stratejik derinliğine sanki ilk kez önem veriliyormuş
gibi bir hava estirilmesi, ülkenin küresel ölçekte rolünün arttığına ilişkin abartılı
yorumlara neden olmaktadır. Ülkenin dışişleri bakanının yaptığı seyahatlerin çokluğu,
dünyanın yaşadığı hızlı değişim, bölgedeki gelişmeler, Türkiye’nin dış politikadaki
görünürlüğünün Ortadoğu bölgesinde biraz artması, Afrika ile daha çok ilgilenmesi,
şüphesiz önemlidir. Kısa vadede sonuç almasa bile, geleceğe yatırım yapmak
açısından olumludur. Ancak tüm bunlar, Türkiye’nin mutlaka ağırlığını artırdığı
anlamına gelmez. Çünkü dış politika da, tüm diğer alanlarda olduğu gibi sonuç odaklı
çalışmayı gerektiren bir disiplindir. Şunu da belirtmek gerekir ki, dünyaya açılmak,
Türkiye’ye özgü bir dış politika tercihi değildir. Afrika’yla ilgilenen sadece Ankara
değildir. Dünyanın iddialı tüm ülkeleri, iddialı olmaya çalışan tüm başkentleri bunu
yapmaktadır. Dış politika gibi sonuçların kısa sürede değil, orta ve uzun vadede
alındığı bir alanda; atılan adımları, yapılan temasları, açılan dış temsilcilikleri
sevinçle, ama ihtiyatlı bir tutumla karşılamak gerekir. Sonuç alabilmek için temasların
İstikrarlı olması, tarafların birbirini çok iyi tanıması, diplomatik adımların ekonomik,
kültürel, akademik, sportif, turistik vb. adımlarla desteklenmesi zorunludur. Öte
yandan Türkiye, Ortadoğu coğrafyasında etkili olmaya çabalarken, Türk dünyasına
aynı önemi vermemektedir. Ortadoğu’da, İran ve Suriye’yle ilişkiler, Hamas’la kurulan
yakınlık, El Beşir’e sahip çıkma örneklerinde olduğu gibi, bazen “Batılı müttefiklerini”
kızdırma pahasına öne çıkmaya çabalayan, bölgedeki kimi liderlerle kurduğu yakın
ilişki Batılı başkentlerde tepki çeken Türkiye, Türk dünyasındaki en yakın müttefiki
olan Azerbaycan’la ilişkilerin gerginleşmesine neden olmuştur. Ortadoğu halkları
arasında yakalanan şöhret, Bakü sokaklarında geçerli değildir. Keza, ancak Irak’taki
Türkmenlerin haklarını korumada da başarısız olmuştur. Ortadoğu’daki pek çok
başkentte, sokaktaki halk arasında değil ama uzmanlar arasında, Türkiye’den gelen
adımların ne kadarının Ankara kaynaklı, ne kadarının Washington kaynaklı olduğuna
ilişkin ciddi şüphe olduğunu da unutmamak gerekir. ABD ile sorun yaşayan pek çok
Ortadoğu ülkesinin ABD’ye iletmek istedikleri mesajları Türkiye’ye söyledikleri de bir
gerçektir. “Komşularla sıfır sorun” söyleminin hayata geçmesi için, komşuların da sıfır
sorun istemesi gerekir. Çünkü bu politika, tek taraflı çabalarla başarıya ulaşamaz.
Arabuluculuk çalışmalarında etkili olabilmek için, Türkiye’nin, masaya davet ettiği
tarafları masada kalmaya ikna edecek, sonra da uzlaşmalarını ağlayacak güçlü siyasi
ve iktisadi araçlara sahip olması şarttır. Ancak, dış politikada yaygın ve baskın bir
hâkimiyeti olmadığından, arabulucu olarak yapabilecekleri sınırlıdır. Çünkü Türkiye,
iktisadi ve siyasi olarak bölgesel ve küresel etkilere fazlasıyla açıktır. Nitekim Suriye
ile İsrail, İran ile ABD, Rusya ile Gürcistan, Pakistan ile Afganistan, Hindistan ile
Pakistan arasında arabulucu olan Türkiye bir tek Pakistan ile Afganistan arasındaki
arabuluculuk çabalarında kısmen başarıya ulaşmıştır. Diğerlerinde ise hiçbir sonuç
alamamıştır. “İmparatorluk bakiyesi” söylemi, Medeniyetler İttifakı’nda ve Büyük
Ortadoğu Projesi’nde eş başkanlık, yeni Osmanlıcılık çabalarıyla öne çıkan dış
siyaset, ülkenin iç siyasetiyle ve özellikle de ekonomik durumuyla örtüşmemektedir.
Türkiye’nin ABD ve AB nezdinde sahip olmadığı ağırlığa, itibara, Doğu’nun yükselen
güçleri Rusya, Çin, Hindistan, İran arasında sahip olması düşünülemez. Çünkü
Avrasya’nın yükselen güçleri nezdinde, Batı’yla ilişkilerdeki tavrından dolayı
inandırıcılık sorunu yaşamaktadır. Bu yüzden de onlarla artan ekonomik ilişkilerini,
aynı oranda dış siyasete yansıtamamaktadır. Türk ekonomisi, Rusya başta olmak
üzere, Doğu ile giderek daha fazla yakınlaşmasına, Rusya Almanya’yı geçerek
Türkiye’nin bir numaralı dış ticaret ortağı olmasına karşın, Türk sermayesi de aynen
Türk siyaseti gibi Batıdan bağımsız hareket edememektedir. Bunların yanında,
Türkiye’nin gerçekten ulusal bir savunma doktrinine sahip olmaması da bir diğer
sorundur.
Download