diabetes mellitus`un tanımı, tanısı ve sınıflaması

advertisement
T.C.
SAĞLIK BAKANLIĞI
ŞİŞLİ ETFAL EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ
Şef. Doç. Dr. Yüksel ALTUNTAŞ
YENİ TESPİT TİP 2 DİABETES MELLİTUSLU HASTALARDA PANKREAS
BETA HÜCRE REZERVİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
(Umanlık Tezi)
Dr. Güliz Serin Yalçın
İstanbul - 2004
1
Önsöz
Asistanlığım süresince tıbbi tecrübe ve bilgisi yanında sosyokültürel yönünden de
yararlandığım, yeniliklere ve değişikliğe açık, yönetici ve eğitici olarak her zaman saygı
duyduğum değerli hocam Doç. Dr. Yüksel Altuntaş’a şükranlarımı sunuyorum.
Kısa bir süre de olsa birlikte çalışma zevkini tattığım Hematolog Dr. Dilek Argon’a,
bana Hematoloji bilimini sevdirdiği ve hekimlik hayatım boyunca hastalarla kuracağım
iletişimde örnek teşkil ettiği için teşekkürlerimi sunuyorum.
Rotasyonlarım sırasında birlikte çalışmak şerfefine eriştiğim Şişli Etfal Eğitim ve
Araştırma Hastanesi Nefroloji Kliniği Şefi Dr. Abdülkadir Ünsal’a, Gastroenteroloji Kliniği Şefi
dr. Mehmet Sökmen’e ve şef yardımcısı dr. Nihat Akbayır’a teşekkür ederim.
Birlikte çalıştığım servis uzmanlarım, asistan arkadaşlarım, hemşire ve personele
teşekkür ederim.
Rotasyonlarım sırasında birlikte çalıştığım sayın hocalarım; doç. Dr. Filiz Koşar (S.B.
Yedikule Göğüs Hastalıkları Hastanesi 6. Klinik Şefi), Dr Nezaket Eren (S. B. Şişli Etfal Eğitim
ve Araştırma Hastanesi Biyokimya Kliniği şefi), Dr. Engin Seber (S. B. Şişli Etfal Eğitim ve
Araştırma Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları Kliniği emekli şefi), Koşuyolu Göğüs Kalp Damar
Cerrahisi Hastanesi Kardiyoloji bölümünün değerli hocalarına ayrı ayrı teşekkür ederim.
Bugünlere gelmem için benden hiçbir fedakarlığı esirgemeyen sevgili anneme ve
babama, tezimin yazılma aşamasında çok büyük katkısı olan sevgili eşim Selçuk Yalçın’a,
manevi desteğini her zaman yanımda hissettiğim sevgili kardeşim Mert Serin’e en içten
duygularımla teşekkür ederim.
Dr Güliz Yalçın Serin
2
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ
1-2
GENEL BİLGİLER
3-37
MATERYAL VE METOD
38-40
BULGULAR
41-47
TARTIŞMA VE SONUÇ
48-55
KAYNAKLAR
56-63
3
GİRİŞ
Tip 2 diyabetli hastalarda insülin tedavisi ile ilgili olarak uygulanan genel yaklaşım, önce
bir oral antidiyabetik kullanıldıktan sonra bu ilaçlara karşı sekonder yetersizlik geliştikten sonra
insülin tedavisine başlamak şeklindedir.
Beta hücre fonksiyonu endojen insülinin pulsatil salınım göstermesi ve kısa yarı ömre
sahip olması (6-7 dk.) nedeniyle, endojen insülin düzeylerine bakılarak sağlıklı bir şekilde
değerlendirilemez. Beta hücre fonksiyonunu değerlendirmede daha uygun bir yöntem endojen
insülin üretiminin bir başka göstergesi olan ve daha uzun yarı ömre sahip (30 dk.) C-peptid
düzeylerine bakılmasıdır. Bununla birlikte düşük C-peptid düzeyi bulunması, hastada beta hücre
fonksiyonu kaybı mı, yoksa geri dönüşümlü glikoz toksisitesi mi olduğunu ayırt etmede
yeterince yardımcı olmaz.
Hipergliseminin kendisi hem beta hücresi üzerine etki ederek insülin salgılanmasını
baskılar hem de periferik dokularda insülinin kullanılmasını azaltır. Hipergliseminin beta
hücresi üzerine olan bu olumsuz etkisine glukoz toksisitesi adı verilmektedir. Hiperglisemi
durumunda sıkı metabolik kontrol ile (diyet, sulfonilüre ve insülin tedavisi ile) insülin
salgılanmasının düzeldiğinin gözlenmesi hipergliseminin kendisinin insülin salgılanması üzerine
baskılayıcı bir etkisinin olabileceğini düşündürmüştür.
Diyabetik hastalarda, herhangi bir tedavinin insülin sekresyonu üzerine olan etkisi
konusunda hükme varmak için, uygulanan testlerin güvenilir olması ve standardazisyonunun
uygun olması gerekmektedir. C-peptid-Glukagon testi insülin sekresyonunu belirlemek amacıyla
kullanılan testler arasında en standardize testtir. Uzun yıllardır bir çok açıdan geçerliliği
kanıtlanmıştır. C-peptid-Glukagon testi, sülfonilüreler veya diğer antidiyabetik ilaçlarla
4
sürdürülen tedaviler esnasında gerçekleştirilir. Bu ilaçlar, aynı zamanda endojen insülin
sekresyonunu da etkilerler. Sülfonilüreler ile tedavi edilen hastaların her yıl %5-10’unda
sulfonilüre yetersizliği gelişmektedir.
Proinsülin
insülinin
ancak
%5’i
kadar
biyolojik
etkiye sahip
olup
insülin
immünoreaktivitesinin normal bireylerde %2-4’ünü, NIDDM’lu bireylerde ise %8-10’unu
oluşturur. Proinsülinin %70’ini 32-33 split (kırılmış) proinsülin oluşturur Proinsülin ve split
proinsülinlerin klirensleri yavaş olduğundan ve de insülin ölçümünde kullanılan rutin RIA
yöntemleri insülinin yanında proinsülinleri de (sağlam ve kırılmış) ölçtüğünden insülin düzeyleri
olduğundan yüksek bulunur. Buradan yola çıkarak plazmadaki sağlam ve 32-33 kırılmış
proinsülin konsantrasyonlarının ölçümünün (çift işaretli immünometrik yöntemler ile) insülin
direncine veya beta hücre salgılama kapasitesine ya da her ikisine bağlı olarak beta hücresinde
oluşan fonksiyon bozukluğunu yansıtabileceği ileri sürülmektedir.
Daha önce yapılan çalışmalarda kısa etkili insülinler ve NPH insülin ile yapılan intensif
insülin tedavisinin Beta-hücre rezervini iyileştirdiği gösterilmiştir.Tip 2 diabette insülin
analogları ile daha fizyolojik bir tedavi yaklaşımı sağlanmaktadır. Tip 2 diabette 1. faz insülin
sekresyonu bozulmuştur.1. faz insülin yanıtı prandial glukoz toleransının en önemli
belirleyicisidir. Hızlı etkili insülin analogları postprandial hiperglisemiyi 1.faz insülin yanıtını
düzelterek kısa etkili insülinlere göre daha iyi düşürmektedir. Bu çalışmada bizim amacımız
yeni tip2 diabetes mellitus tanısı almış olan hastalarda 3’lü insülin analogları ve NPH insülin ile
uygulanan intensif insülin tedavisinin Beta-hücre rezervi üzerine olan etkisini belirlemektir.
5
6
GENEL BİLGİLER
DİABETES MELLİTUS’UN TANIMI, TANISI VE SINIFLAMASI(1)
DİABETES MELLİTUS’UN TANIMI
Diabetes Mellitus insülin hormon sekresyonunun ve/veya insülin etkisinin mutlak veya
göreceli azlığı sonucu karbonhidrat, protein ve yağ metabolizmasında bozukluklara yol açan
kronik hiperglisemik bir grup metabolizma hastalığıdır. Diabetes Mellitus klinik olarak
polidipsi, poliüri, polifaji, pruritus, ağırlık kaybı gibi klasik belirtiler ve hastalığa spesifik
retinopati, nöropati, nefropati gibi komplikasyonlar ile şüphe edilebilir veya tanınabilir.
Özellikle insüline bağımlı olmayan diabet bu belirtileri göstermiyebilir, böyle durumlarda tanı
kan ve idrar testine göre konur. İnsüline bağımlı olan diabet ise klasik belirtiler ile hemen
tanınır.
DİABETES MELLİTUS’UN VE BOZULMUŞ GLUKOZ TOLERANSININ
TANISI
Daha önceki yapılan çalışmalarda diabetin spesifik ve en yaygın komplikasyonlarından
olan retinopati oluşumunun glukoz yüklemesinden sonraki 2. saatteki  200 mg/dl plazma
glukoz düzeyi ile yakın ilişkili olduğu bunun da 140 mg/dl açlık plazma glukozuna karşılık
geldiği gösterilmişti. Fakat bu konuda yapılan yeni çalışmalarda bunun doğru olmadığı
retinopati gelişme açısından gerçekte 120 ve 126 mg/dl arasındaki açlık plazma glukoz
düzeylerinin glukoz yüklemesinden sonraki 2. saatteki  200 mg/dl plazma glukoz düzeyleri ile
ilişkili olduğu ileri sürülmüştür. Diabetes Mellitus’un yeni tanı kriterleri tablo 1’ de
gösterilmiştir.
7
Amerikan Diabet Birliğine (ADA) göre diabetes mellitus’ un en basit tanısı açlık
gliseminin venöz plazmada en az iki ardışık ölçümde 126 mg/dl veya daha yüksek olması ile
konur. Yine günün herhangi bir saatinde açlık ve tokluk durumuna bakılmaksızın randomize
venöz plazma glisemisinin 200 mg/dl’ in üzerinde olması ve polidipsi, poliüri, polifaji,
zayıflama gibi diabetik semptomlarının oluşu ile de tanı konulabilir .
Tablo 1: Diabetes Mellitusun Tanı Kriterleri
1. Diabet semptomları ve  200 mg/dl randomize plazma glukoz düzeyi:
Günün herhangi bir saatinde öğüne bakılmaksızın ölçülen plazma glisemi değeri
Poliüri
Polidipsi
Açıklanamayan ağırlık kaybı
2. Açlık plazma glukoz düzeyi  126 mg/dl: En az 8 saatlik tam açlık sonrası
3. Oral glukoz tolerans testi sırasında 2.saat plazma glukoz düzeyi  200 mg/dl
Açlık plazma glukoz düzeyi 110 mg/dl altında olan ve diabet açısından yüksek risk
taşıyan bireylerde belirli aralıklarla OGTT yapılarak bozulmuş glikoz toleransı veya diabet
aranmalıdır(tablo 2). Açlık kan şekeri tek başına tanı kriterini sağlıyorsa OGTT’ ne gerek
yoktur. Eğer hastada semptomlar yok veya hafif var ise ve glisemi tanı sınırlarını zorluyor ise
OGTT gerekebilir. Ayrıca bozulmuş glukoz tolerans tanısı için de OGTT’ ne gerek vardır. Tip 1
diabet tanısı için OGTT’ ne gerek yoktur. Aslında tablo 2 de gösterilen ve Amerikan Diabet
Birliği (ADA) tarafından 1997’ de önerilen yeni tanı kriterleri OGTT yapılmadan da açlık
plazma glukozuna göre tanı konulmamış büyük bir hasta popülasyonunun tanısını
kolaylaştırmaktadır.
Tablo 2: Glukoz Toleransının Sınıflaması (ADA 1997)
Açlık Plazma Glukozu
Normal < 110 mg/dl
Bozulmuş açlık glukozu 110 mg/dl ve < 126 mg/dl
Diabet  126 mg/dl
8
OGTT sırasında 2. Saat plazma glukozu
Normal < 140 mg/dl
Bozulmuş glukoz toleransı  140 ve < 200 mg/dl
Diabet  200 mg/dl
Tablo 3: Diabet Açısından Yüksek Risk Grupları (WHO 1994)
Tip-2 diabetiklerin birinci dereceden akrabaları
Ailede genetik yüklülük (Ailede yoğun Tip-2 diabetli varlığı).
Kırsal alandan kentsel alana göç edenler veya aktif bir yaşamdan pasif bir yaşama dönmüş
kişiler.
Beden kitle indeksi 27 kg/m2 üzeri olan ve bel/kalça oranı 1.0’ den büyük olan obez ve/veya
android obezler
Daha önce gestasyonel diabet saptanmış olan veya iri bebek doğan kadınlar (>4 kg bebek).
Metabolik (sendrom X) sendromlu kişiler
Sekonder diabete yol açabilecek hastalığı olanlar
Diabetojenik ilaç kullananlar
Glikozürisi bulunan kişiler
ADA açlık plazma glukoz düzeyinde bir değişiklik yaparak  140 mg/dl yerine  126
mg/dl’ lik glisemi düzeyini kabul etmiş ve 110 mg/dl ile 126 mg/dl arasındaki değer için
bozulmuş açlık glukozu adını verdiği yeni bir tanımlama önermiştir.
DİABETES MELLİTUSUN SINIFLAMASI
İlk kez 1979 yılında NDDG daha sonra da 1985 yılında WHO tarafından diabetin geniş
bir sınıflaması yapılmıştır.WHO’ nun yaptığı sınıflama kliniksel olup aynı zamanda diabeti
terminolojik olarak insüline bağımlı (IDDM) ve insüline bağımlı olmayan (NIDDM) olarak da
adlandırmıştı. IDDM ve NIDDM
uygulanabilirliği sınırlıdır.
heterojen olduğundan WHO
sınıflamasının genel
Buna karşın, WHO ve NDDG sınıflamaları, epidemiyolojik
9
çalışmalarda ve aynı derecede hastaların tedavisinde klinik araştırma ve terapötik ayrımı için
önemli ve gerekli yönergeleri sağlamıştır. Diabet heterojenitesiyle ilgili en önemli güncel konu
IDDM ve NIDDM arasındaki ve kendi içlerindeki olası etyoloji ve fenotipik
farklılıklardır.
Daha sonra ADA tarafından 1998 yılında önerilen yeni sınıflama ise etyolojik olup keza insüline
bağımlı ve insüline bağımlı olmayan diabet yerine tip 1 ve tip 2 diabet terminolojisini de
önermektedir(tablo 4).
Tablo 4: Diabetes Mellitus’un Etyolojik Sınıflaması (ADA 1997)
I-Tip 1 diabetes (B hücre yıkımı, çoğunlukla mutlak insülin eksikliği)
A- İmmunolojik
B- İdiopatik
II-Tip 2 diabetes
İnsülin direnci veya insülin salgı bozukluğu ağırlıklı olarak neden olabilir.
III-Diğer spesifik tipler
A- B hücre fonksiyonunda genetik defekt
1-Kromozom 12 ,HNF-1 alfa (MODY 3)
2-Kromozom 7,glukokinaz (MODY 2)
3-Kromozom 20,HNF-4 alfa(MODY 1)
4- Mitokondriyal DNA
5-Diğerleri
B- İnsülin etkisinde genetik defekt
1-Tip A insülin resistansı
2-Leprechaunizm
3-Rabson-Mendenhall sendromu
4-Lipoatrophic diabet
5-Diğerleri
C- Ekzokrin pankreas hastalıkları
1-Pankreatit
2-Travma/pankreatektomi
3-Neoplazm
4-Kistik fibrosis
5-Hemakromatozis
6-Fibrokalküloz pankreas
7-Diğerleri
D- Endokrinopati
1-Akromegali
2-Cushing sendromu
3-Glukagonoma
4-Feokromasitoma
5-Hipertiroidizm
6-Somatostatinoma
7-Aldesteronoma
8-Diğerleri
E- İlaç yada kimyasallara bağlı
1-Vacor
2-Pentamidin
3-Nikotinik asit
4-Glukokortikoidler
5-Tiroid hormonu
6-Diazoksit
7-B-adrenerjik agonistler
8-Tiazidler
9-Dilantin
10
10-Alfa-interferon
11-Diğerleri
F- Enfeksiyonlar
1-Konjenital rubella
2-Sitomegalovirus
3-Diğerleri
G- İmmun Diabetin bilinmeyen formları
1-“Stiff-man” sendromu
2-Anti-insülin antikoru
3-Diğerleri
H- Diabetle bazen birlikteliği olan genetik sendromlar
1-Down sendromu
2-Klinefelter sendromu
3-Turner sendromu
4-Wolfram sendromu
5-Friedreich ataksisi
6-Huntington korea
7-Laurence-Moon-Biedl sendromu
8-Miyotonik distrofi
9- Porfiria
10-Prader-Willi sendromu
11-Diğerleri
Tip 2 diabet hastaların önemli bir bölümü tipik olarak obez ve hiperinsülinemik iken,
insülin hiposekresyonunun görüldüğü obez olmayan Tip 2 diabet hastaları da bulunmaktadır ve
tanıyı izleyen
birkaç ay veya yıl içinde oral hipoglisemik ilaçlarla yapılan tedavi başarısız
olmakta, bunun sonucunda da insülin bağımlılığına doğru bir ilerleme olmaktadır. Diğer bir
deyişle klasik Tip 1 diabet ve Tip 2 diabet, sadece diğer bir sınıflandırma ölçeğinin zıt
kutuplarıdır. Bunun bir göstergesi olarak Tip 2 diabet grubundaki bazı kişiler ilk klinik
prezentasyonda Tip 2 diabet olarak tanınırlar fakat gerçekte yavaş ilerleyen bir Tip 1 diabet
hastasıdırlar. Bu durum son yıllarda
yavaş seyirli tip 1 diabet veya yetişkinlerin Latent
Otoimmün Diabeti (LADA) olarak bilinmektedir.
Diabetin sınıflandırılmasındaki önemli bir değişiklik, 1985 WHO Çalışma Grubu’unca
önerilen, daha önceleri tropikal diabet olarak adlandırılan ve Tip 1 diabet ve Tip 2 diabet ile
sıralamaya giren ana bir klinik alt tip olan Malnütrisyona Bağlı Diabetes Mellitus’ un (MRDM)
ortaya çıkması oldu. MRDM, ne Tip 1 diabet ne de Tip 2 diabet kategorilerine tam anlamıyla
girmektedir ve başka bir terminoloji olan fibrokalkülöz pankreatik diabet de yaygın olarak
kullanılmaktadır. Çoğunlukla genç yetişkinleri etkileyen bu hastalık, şiddetli ketoasidozisle
birlikte olmadığı ve insülin bağımlılığı da aralıklı olduğundan “Fazik İnsüline Bağımlı Diabetes
11
Mellitus” (PIDDM) olarakta tanımlanmaktadır. Hindistan, Bangladeş ve Endonezya’ nın belli
bölgelerini de içine alan bazı ülkelerde MRDM’ nin batı ülkelerinde Tip 2 diabet’ nin olduğu
kadar yaygın olduğu görüşü ileri sürülmektedir, fakat destekleyici epidemiyolojik veriler
yetersizdir.
Kliniksel yapılan sınıflama diabetes mellitus, bozulmuş glikoz toleransı ve gestasyonel
diabet olmak üzere 3 grup olup hepsinde mevcut olan aşikar hiperglisemi tedavi
gerektirmektedir. Preklinik dönemdeki diabette ise hiperglisemi bulunmamaktadır. Tip-1
diabetes mellitus’ a uyan HLA antijenlerine sahip olup, normoglisemisi olan ve dolaşımda islet
hücresi antikorları veya insüline karşı otoantikorlar saptanan bireylerde olarak büyük olasılıkla
diabetes mellitus geçirecekler arasındadır. İstatistiksel olarak risk altında bulunan gruba giren
bireylerin erken tanı açısından periodik kontrollerden geçmesi gerekir.
Klinik grubun en sık görülen tipi diabetes mellitustur. Bunlar insüline bağımlı
diabet,insüline bağımlı olmayan diabet, malnütrisyonla ilgili diabet ve belirli sendromlarla
ilişkili diabet olmak üzere 4 alt grupta incelenecektir.
İNSÜLİNE BAĞIMLI OLMAYAN DİABETES MELLİTUS (NIDDM)
Toplumda en sık görülen diabetes melllitus tipidir. İnsuline bağımlı olmayan diabetes
mellitus (NIDDM) ya da tip 2 diabet polidipsi, poliüri, polifaji, pruritus, ağırlık kaybı gibi klasik
belirtiler ile ortaya çıkarsa da çoğu kez uzun sürebilen asemptomatik dönemi mevcuttur.
Genellikle 45 yaş üzerinde ilk yakınmalar başlar. Polidipsi, poliüri ve polifaji gibi
yakınmalardan ziyade retinopati, nefropati, nöropati ve aterosklerotik kalp hastalığı gibi kronik
komplikasyonlarla ilgili yakınmalar hastayı hekime ilk kez getirebilir ve çoğunlukla ilk tanı
konulduğunda kronik komplikasyonlar vardır.
12
Hiperglisemiye rağmen kan ve idrarda keton cisimleri azdır veya yoktur. İnsulin tedavisi
çoğu kez gerekli değildir. Ketoasidoz spontan olarak oluşmaz. Sadece aşırı hiperglisemi ve
hiperozmolarite durumlarında nadiren ketoasidoz koması gelişebilir. Diabetik ketoasidoz
koması, şiddetli enfeksiyon veya mezenter arter embolisi gibi acil bir durum olmadıkça
gelişmez. Bu hastalarda daha sık görülebilen koma, yeterli sıvı alınmamasına bağlı gelişen
hiperglisemik hiperosmolar non-ketotik komadır. Diabetik hipergliseminin patogenezinde üç
önemli faktörün rol oynadığı bilinmektedir. Bunlar beta hücre insulin salgısının bozulması,
insulin direnci ve karaciğerde glukoz üretiminin artışıdır. Hem insulin direnci hemde bozulmuş
insulin sekresyonu tip 2 diabetin patogenezinde genetik olarak kontrol edilen faktörler olup
bunlardan hangisinin primer ağırlıkta rol oynadığı henüz açık değildir. Aile öyküsü hemen
hepsinde olmasına karşın hastalık henüz tek bir genetik zemine oturtulamamıştır. Yine de tip 2
diabetin çoğu formları genetik yüklülük ile ilişkilidir.
Tip 2 diabet keza yaygın olarak obezite ile çok yakın ilişkilidir. Obezite insulin direncini
artırarak hiperglisemiyi ağırlaştırmasına rağmen obezite olmadan da Tip 2 diabet gelişir. Bu
yüzden obez ve non obez NIDMM ayırımı etiyolojik bir farklılık oluşturur. Buna göre obez Tip
2 diabet’ de insulin direnci daha önemli iken, non obez Tip 2 diabet’ de insulin sekresyon
bozukluğu ön plana geçer.
İnsülin rezistansı sendromu, diğer adı ile “Sendrom X”, Reaven ve arkadaşları tarafından
yakın zamanda tanımlanmıştır. Bu sendromdaki primer bozukluk, periferik insülin direncidir ve
diğer bulgulardan önce ortaya çıkar. Bunu obesite, aterosklerozis, hiperlipidemi ve hipertansiyon
izler. Hiperinsülinizmin özellikle trunkal obesite ile ilişkisi vardır. İleri sürülen hipotezde,
hiperinsülinizmin bir büyüme faktörü gibi rol oynayıp arteriel duvardaki proliferasyonu stimüle
ederek makrovasküler hastalığı başlatabileceği, sodyumun renal tübüler reabsorbsiyonunu
13
hızlandırarak ve sempatik sinir sistemi aktivitesini arttırarak hipertansiyonun gelişmesine
katkıda bulunabileceği ve son olarak karaciğerden çok düşük dansiteli lipoproteinlerin sentezini
hızlandırıp ortamdan uzaklaştırılmalarını yavaşlatabileceği varsayılmaktadır. Arterioskleroz
gelişmesi sonucunda koroner arter hastalığı ve serebrovasküler olaylar bu hastalarda sık olarak
görülür. Ancak yukarıda sayılan durumların hepsi diabetes mellituslu hastaların hepsinde sık
olarak görülen komplikasyonlar nedeni ile sendrom X’in kesin yöntemlerle ayırıcı tanısının
yapılabilmesi bu gün için mümkün değildir.
Tablo 5: Tip 2 diabet’in Etyolojik sınıflaması
A) İnsülin Etkisine Göre
1- Glikoz klirensinde intraselüler defekt
2- İnsülin reseptör fonksiyonunda bozukluk
a- İnsülin reseptör antikoru
b- İnsülin reseptör mutasyonu (kromozom 19 p)
3- İnsülin yapısında bozukluk
a- İnsülin gen mutasyonu (kromozom 11 p) insülin yapı anormalliği
b- Proinsülinin insüline dönüşümünde bozukluk
4- İyatrojenik
a- Glukokortikoidler
b- Büyüme hormonu
c- Nikonitik asit
d- Diğerleri
B) İnsülin Sekresyonuna Göre
1- Sinyal defekti
a- Glukokinaz (hexokinaz IV) mutasyonu (kromozom 7 p)
 hücre kitlesinin yıkımı
a- Otoimmun  hücre yıkımı
b- Pankreatitis (fibrokalkülöz pankreatik DM)
c- Diğer sebepler
C) Bilinmeyen Patogenesis
1- Malnutrisyon DM
2- Kistikfibrosiz
14
3- Talasemi
4- Hemokromatosis
D) Tasnif Dışı (3)
1- İnsülin sekresyon ve etkisinde bilinmeyen nedenle azalma
DİABETES MELLİTUS FİZYOPATOLOJİSİ(2)
Diabetes mellitusun oluşumda birinci sebebin insulin yokluğu, yetersizliği veya insulin reseptörleri
direnci olduğu bilinmektedir. Bu olayın etyolojik nedeni henüz kesin katları ile aydınlanmamıştır. Tip I
diabette (insuline bağımlı) ve tip 2 diabette etyolojik neden ne olursa olsun sonuçta hiperglisemik tablo
her iki tip diabetin en belirgin sonucudur.
Hipergliseminin ve onun sonunda ortaya çıkan bozukluklar diabet oluşumunda karbonhidrat
metabolizmasının büyük rolünü gösterir. Diğer yandan diabetik tablolarda, kan yağlarının ve proteinlerin
katabolik gelişimi ve nihayetinde yağların yıkımından oluşan, keton cisimlerin hızla metabolize
edilememesi ile ketoasidoz oluşumu, protein ve yağ metabolizmasının da etkilendiğini gösterir. Sonuçta
diabetes mellitus bütün sistemleri ilgilendiren metabolik bir hastalıktır tanımını yapmak yanlış
olmayacaktır.
DİABETES MELLİTUSUN NEDENLERİ
Diabetes Mellitus tip I (insuline bağımlı) ve tip 2 (insuline bağımlı olmayan) şeklinde iki gruba
ayrılır. Bu grupların birbirlerinden ayrılmasında çok çeşitli faktörler rol alır. Başlangıç tabloları, heredite
ile ilgileri HLA gen yapıları, çevresel faktörler, yaş ve klinik gelişimleri bu ayırımın yapılmasında önemli
olup ilgili bölümlerde anlatılmıştır.
Tip I diabette en önemli özellik Beta hücre yıkımıdır. Bunun sonunda insulin azlığı veya
yokluğunun yanında insulin reseptörlerinde, insuline karşı normal olmayan cevaplar göze çarpar.
15
Tip 2 de en önemli özellik, insulin aktivasyonuna karşı hücrelerde direnç oluşumudur. Bu direnç
insülin reseptörleri veya post insülin reseptör defektlerine bağlı olabilir. Tip 2 diabetin bir diğer özelliği
de genellikle  hücrelerinde insülin salınımında ve insülin yapısında bir bozukluk olmamasıdır. Bu tipte
insülin azalması veya yokluğu hastalığın ileri devrelerinde immun çevresel faktörlerle pankreas
dokularının azalmasına bağlanabilir.
Diabetes mellitus tiplerinin yukarıda anlatılan özellikleri kesin sınırlarla ayrılmış değildir. Bazı
olgularda insülin direnci gelişmiş tip I diabet ve insülin salgı azalması veya yokluğu gösteren tip 2
diabetes mellitus görülmesi de mümkündür.
Tip I diabetes mellituslu hastalarda adacık topluluğunda selektiF olarak  hücresi yıkımı ve insülin
azlığı vardır. Bu hastalarda adacık hücrelerinden glUkogon salgılayan A ve somatostatin salgılayan D
hücreleri korunmuş durumdadır.  hücre yıkımının iki sebebi olduğu düşünülebilir. 1- Virüsler, 2- İmmün
kompleksler.
Çeşitli viruslar  hücresi yıkımından sorumlu tutulmuşlardır. hayvan deneylerinde de diabetik hale
getirilmiş farelerde etyolojik neden olarak kullanılan çeşitli virusler, hayvanların pankreas ve adacık
dokularında tespit edilmiştir.
Diğer yandan tip I diabetli hastaların, hastalıklarının her döneminde hatta balayı devresinde dahi
kanda çeşitli antikorların tespiti, immun kompleksin etyolojik diğer bir neden olduğunu gösterir. Bu
antikorlar  hücrelerine karşı selektif etkili olduğu gibi,  hücrelerine karşı sitotoksik etkiye sahip olabilir.
Antijen, antikor kompleksinin oluşunun en önemli nedenlerinden biri virus enfeksiyonları sonucu
olabilmesidir.
KAN GLİKOZ DÜZEYİNİN KORUNMASI
16
Normal bir insanda 8-12 saatlik bir açlık devresinden sonra kan plazma glikoz değeri 70-120
mg/dl arasında ölçülür. Açlık değerleri daha uzun sürelerde bile bu denge korunur veya çok az
miktarlarda glikoz seviyesi düşebilir. Bu denge gıda alımları sonrası da korunmakta olup, normalde gıda
alımından sonra kan plazma glikoz seviyesi en fazla 160-170 mg/dl kadar yükselebilir. Kanın açlık ve
tokluk devresi içinde glikoz seviyesindeki bu düzene glikoz homeostazı veya kanın normal glikoz düzeyi
adı verilir. Kanın glikoz düzeyini sağlayan mekanizmalar ortaklaşa bir düzen içinde çalışırlar. Bu
mekanizmalar:
A. Kana glikoz sağlanması
B. Kan glikozunun kullanılması
C. Bazı hallerde kan glikozunun böbrekler yolu ile atılması
NORMAL VE DİABETLİ İNSANLARDA METABOLİK DÜZENLEMELER
Metabolik düzenlemeden kasıt maddelerin, temini depolanması, salınması ve end organlardaki
kullanımı esnasında oluşan metabolik hareketleri izah etmektir. Karbonhidratların, proteinlerin ve
yağların imali, depolanması ve gereken organlara sevkini sağlayan en önemli organ karaciğerdir. İnce
barsaklardan portal ven yolu ile gelen ham materyal yani karbonhidratlar, proteinler ve yağlar karaciğerde
değerlendirilerek ihtiyaca göre depolanma, birbirine dönüşme veya yakılmak üzere end organlara
gönderilir. Glikoz yağlar ve proteinlerin birbirine dönüştürme, depolama ve yıkılma olaylarının, barsak,
karaciğer ve end organlar arasında meydana gelmesiyle birçok hormonun önemli rolleri vardır. Bu
olaylarda en etkili hormonlar, insülin, glukagon, büyüme hormonu, adreno kartikotropik hormon (ACTH),
kortizon ve katekolamin hormonlar (Adrenalin, noradrenalin)'dir. İnsülin ön sıradaki etkisi kan şekeri
düzeyini düşürmek için glikozun hücre içine girişini, karaciğerde glikojeni artırmasıdır. Bunun karşısında,
glukogon, ACTH, büyüme hormonu, kortizon ve katekolaminler kan şekerini yükseltici etkiyi sağlarlar.
Bu hormonlar vücutta kontrinsüliner sistemi oluştururlar. İnsülin ve kontrinsüliner hormonların etkileri
17
birbirleri ile olan oranlarına göre artar veya azalır. Kan glikozunun artışı insülin salınımını kamçılar,
insülinin artışı insülin ile korteks hormonları ve büyüme hormonu arasındaki oranı büyütür. Bu halde
glikojenoz hızlanır, glikozun dokulardaki kullanımı artar ve kan glikozu düşer. Aksi durumda kan
şekerinin düşmesi, insülin salgılanmasını baskılar bu durumda insülin ile korteks, hipofiz hormonları
arasındaki oran düşer. Glikojenez durur glikojenoliz artar. Dokularda glikoz yıkılımı en aza iner, sonuçta
kan glikozu yükselir.
KARACİĞER DOKUSU
Glikoz
NORMAL
Glikoz-6-fosfat
Glikoz

Glikojen
Trigliseridl
er

Trigliseridl
er
Glikoz
DİABETLİ
Glikoz-6-fosfat Glikoz

Glikojen
Trigliseridl
er

Trigliseridl
er


Yağ
asidleri
SYA
Yağ
asidleri
NADH
Piruvat asit
SYA
NADH
Keton
cisimcikleri
Asetoasetat
Piruvat asit
Keton
cisimcikleri
Asetoasetat
Asetil KoA Kolesterol
Asetil KoA Kolesterol
18
A.A
Üre
Aminoasidl
er
A.A
Aminoasidl
er
Üre
Şekil 1: Karaciğer dokusunda normal ve diabetli ortamdaki metabolik değişiklikler
Bu normal hormonal dengenin dışında acil mekanizmalar da görev alır. Kan şekerinin hızlı ve aşırı
düşmesi durumunda oluşan hipoglisemide adrenalin ve noradrenalin ile glukogon hızla salgılanarak
karaciğer glikojenolizini artırarak hayatı organların glikoz almasını sağlamaya çalışır.
Beyin, eritrosit ve böbrek hücrelerinin glikoz kullanımı insüline bağlı değilken sadece kemik, kas
ve yağ hücreleri glikoz kullanımı için kesinlikle insüline ihtiyaç duyar. Beyin böbrek ve eritrositler
glikozu CO2 kadar yakarken, adele ve yağ dokusunda bu olay CO2’in anaerobik yoldan laksik aside kadar
yıkılmasıyla oluşur.. Laktik asit, karaciğerde tekrar glikoza çevrilir. Karaciğer transaminasyon yolu ile
yeni aminoasid, albumin yapımını da üstlenir. İnce barsak emilen karbonhidrat ve yağların aksine, emilen
yağların ancak % 15'i vena portadan karaciğere gelir. Yağların % 85'i duktus torosikustan sol jugular ve
subclavian venaya dökülür. Karaciğere gelen yağlar gliserol, serbest yağ asitleridir. Burada serbest yağ
asitleri ve gliserol glikoza, gereğinde glikoz trigliseridlere dönüşür. Karaciğer serbest yağ asitlerini asetil
koenzim A'ye dönüştürür. Asetil Koenzim A, keton cisimlerinin ( hidroksi bütirik asit, Asetoasetik asit
aseton) sentezinde kullanılır. Ketoz cisimler kas dokusunda yakıt olarak yakılarak enerji sağlanır. Açlık
halinde keton cisimleri beyin hücreleri içinde iyi bir yakıt kaynağıdır. Tüketim organlarından adaleler
karaciğere alanin siklusu için alanin, böbrek, beyine glikoz, yağ dokusu da adaleye yakması için serbest
yağ asitleri sağlayarak metabolizmayı dengede tutarlar.
19
NORMAL
Glikoz
DİABET
Glikoz G1-6-F
Dehidroksi
Aseton
Glikoz
NADH2
Glikoz G1-6-F
Dehidroksi
Asetil-KoA
Aseton
fosfat
NADH2
Asetil-KoA
fosfat
Trigliserid
Trigliserid
Yağ asitleri
Yağ asitleri
S.Y.A.
Glikoz
Alfa-glisero
S.Y.A.
Glikoz
Gliserol
Fosfat
Alfa-glisero
Gliseridler
Gliserol
Fosfat
Gliseridler
Şekil 2: Yağ dokusunda normal ve diabetli ortamdaki metabolik olaylar
İNSÜLİN EKSİKLİĞİ
Protein yıkımının artması
Aminoasidemi
↓
Glikoneogenez artması
Azalan glikoz utilizasyonu
lipid sentezinin azalması
↓
↓
Karaciğerde ve kaslarda glikojenoliz
Lipolizin artması
Hiperglisemi
↓
Glikozüri, osmotik diürez
→
↓
↓
Azot itrahını nartması
Su ve elektrolit kaybı
Fenallık kusma →
Hiperglisemi
Metabolik asidoz
İnsasellüler dehitratasyon
Dehidratasyon
Hücrelerden K kaybı
Hipovolemi
↓
20
↓
Hiperventilasyon
Laktasitoz
Kenonemi
↓
Ketonüri

Na kaybı
Dokularda
hipoksi
Periferik dolaşım bozukluğu
Dokularda hipoksi
Mutlak K eksikliği
Debi renalin azalması
Sürrenallerin
stimulasyonu
↓
Beyin dolaşım bozukluğu
Anüri
↓
İnsüline duyarlılığın
azalması
Koma ve ölüm
Şekil 3: İnsülin eksiklğinin fizyopatolojik mekanizmaları
TİP 2 DİABETES MELLİTUS PATOGENEZİ(3)
Heterojen bir hastalık olan insüline bağımlı olmayan diabetin patogenezinden beta hücre fonksiyon
bozukluğu, insülin direnci ve hepatik glukoz üretimi artışı gibi üç ana metabolik bozukluk sorumludur.
Hepatik glukoz üretimi artışının primer defekt olduğunu gösteren bulgular azdır. İnsülin eksikliği
ve/veya insülin direnci ise asıl nedeni oluşturur. Fakat NIDDM’un ortaya çıkışında insülin eksikliği ile
seyreden beta hücre fonksiyon bozukluğundan veya insülin direncinden hangisinin primer olarak sorumlu
olduğu güncel bir tartışma konusudur. Bunun yanında beta hücre fonksiyon bozukluğu ve insülin direnci
arasında karşılıklı bir etkileşimin olduğu ve her ikisinin de patogenezde birlikte rol aldığı da ileri
sürülmektedir.
NIDDM’taki primer patolojinin beta hücre fonksiyon bozukluğu veya insülin direnci olmasında yaşın,
etnik farklılıkların, şişmanlığın ve diabetin hetorejenitesinin kısmen de olsa belirleyici olduğu ileri
sürülmektedir.
Yukarıda belirtilen tartışmalardan ayrı olarak son yıllarda NIDDM’in oluşmasında dördüncü bir görüş
olarak primer defektin hiperinsülinemi olduğu ve insülin direncinin hiperinsülinemiye bağlı olarak
oluştuğu hipotezi ortaya atılmıştır. Bu hipoteze göre merkezi sinir sisteminde ventromedial hipotalamus,
median eminence ve henüz tanımlanmayan bazı alanlardaki değişiklikler gıda alımı, termogenez ve
21
sempatik sinir sistem aktivitesinin düzenlenmesinde rol alan neuropeptid Y ve/veya diğer nöroregulatuar
peptidlerin üretimini artırarak vagus sinirini uyarmakta ve bu da insülin salgısını uyarmaktadır.
Ayrıca normal sağlıklı bireylerde yapılan çalışmalarda kronik fizyolojik öglisemik hiperinsülineminin
insülin direncine neden olduğu gösterilmiştir. Hiperinsülineminin nonoksidatif glukoz kullanımını veya
glikojen sentezini bozarak tıpkı NIDDM’de olduğu gibi insülin direncine yolaçabileceği ileri
sürülmektedir.
Fakat tüm bunlara karşın NIDDM’in oluşmasında en önemli iki patogenetik faktör insülin eksikliği ve
insülin direncidir.
1. BETA HÜCRE FONKSİYON BOZUKLUĞU
Normal glukoz toleransından bozulmuş glukoz toleransına ve hafif NIDDM’e geçildiğinde
hiperinsülinemi oluşur. Açlık glukoz düzeyi 80 mg/dl’den 140 mg/dl’e yükseldiğinde insülin düzeyi
normal sağlıklı bireylere göre 2-2.5 kat artar.Açlık glukoz düzeyi 140 mg/dl’i geçtiğinde
ise beta
hücreleri insülin salgılanması daha fazla artamaz ve açlık hiperglisemisi artıkça insülin salgılanması da
kademeli olarak azalmaya başlar.İnsülin salgısının azalmaya başladığı bu sırada hepatik glukoz üretimi
artmaya başlayarak açlık glisemisinin yükselmesine büyük katkıda bulunur. 250-300 mg/dl arasındaki
açlık glisemi düzeyinde ise insülin salgılanması ciddi olarak azalır.İnsülin salgısındaki bu değişime
Starling eğrisi adı verilmektedir.
İnsülin direnci ile birlikte olsun veya olmasın eğer mutlak bir insülin eksikliği varsa NIDDM
kaçınılmazdır.
İnsülin salgılanmasında bozukluğa yol açan etyolojik faktörler aşağıda sıralanmıştır:
İnsülin salgısında kantitatif bozukluklar
İnsülin salgısında kalitatif bozukluklar
Birinci faz insülin salgısının bozulması
22
Pulzatil insülin salgılanmasının bozulması
Proinsülin salgılanmasında anomaliler
Düşük doğum ağırlığı (Thrifty fenotip hipotezi)
Glukoz toksisitesi
Amilin (Adacık amiloid polipeptid)
Calcitonin-Gene-Related–Peptid (CGRP )
İnkretinler (Glucagon like peptid-1, GİP, Galanin )
Lipotoksisite
İnsülin salgılanma bozukluğunda genetik nedenler
1.İnsülin salgısında kantitatif bozukluklar
NIDDM’un preklinik döneminde var olan insülin direncinin normale göre daha fazla insülin salınarak
aşılmaya çalışılmasıyla normal glikoz toleransı sürdürülür. Bu dönemde öglisemik hiperinsülinemik
klamp tekniği ile yapılan çalışmalar periferik insülin direncinin varlığını kanıtlamaktadır. Açlık glukoz
düzeyi 80 mg/dl’den 140 mg/dl’e yükseldiğinde artan insülin düzeyi 140 mg/dl’den sonra hiperglisemiye
bağlı olarak gittikçe azalır.
2. İnsülin salgısında kalitatif bozukluklar
NIDDM’lu hastalarda insülin salgısının azalması yanında hedef dokuda insülinin etkisini
potansiyalize eden insülinin salgı kinetiğinde de belirgin değişiklikler oluşur. Bunlar birinci faz insülin
salgısının kaybolması ve pulzatil insülin salgılanması bozukluklarıdır.
Birinci faz insülin salgısının bozulması
İntravenöz glukoz verilmesini izleyen ilk 10 dakikada insülin salgılanmasında hızlı bir artış olur. İlk
2-4 dakikalar arasında zirve yapan insülin salgılanması 6.dakikadan sonra bu hızını kaybeder. Birinci faz
insülin salgılanması adı verilen bu 10 dakikalık dönemden sonra insülin salgısı giderek azalmakta olup bu
23
süreçe de ikinci faz insülin salgılanması adı verilir. Birinci faz insülin salgılanması insülinin hedef
bölgelerdeki etkisini
potansiyalize eder.NIDDM gelişecek olanlarda
birinci faz insülin salgısının
kaybolması erken saptanabilen bir bulgudur. Bu defekt açlık plazma glukozu 115-120 mg/dl’i geçmedikçe
oluşmaz.
Burada ayrıca gecikmiş ikinci faz da mevcuttur. Birinci faz insülin salgısının kaybolması ile
glukagonun hepatik glukoneogenezi arttırıcı etkisi belirginleşir. İkinci faz insülin salgılanmasının
azalması ile de hepatik glukoz üretimi üzerindeki baskılayıcı etki azalır. Fakat 1.faz insülin salgı
defektinin insülin direncinin patogenezinde de rol oynadığı ileri sürülmüştür. Yapılan bir çok çalışmada
IGT’den NIDDM’e geçildiğinde insülin sensitivitesinde azalma ile birlikte 1. Fazı da içeren insülin
salgılanmasında karşıt olarak artış görülmüştür. Ayrıca sıkı metabolik kontrolün 1. Faz insülin salgısını
düzeltmesi bu defektin glukoz toksisitesi sonucu olduğunu düşündürmektedir .
Pulzatil insülin salgılanmasının bozulması
Normalde insülin her 5-15 dakikada bir periyodik olarak salgılanır. Salgılanma hızlı ve kısa süreli
dalgalanmalar şeklinde olup glukagon düzeyi ile senkronizedir. Bu pulzatil salgılanma biçimi hedef
dokularda insülin reseptörlerinin down-regulasyonunu önleyerek insülin sensitivitesinin normal sınırlarda
kalmasını sağlar. Pulzatil olmayan sürekli insülin salgılanması ise reseptörlerde down-regulasyona yol
açarak insülin direncine yol açar.
NIDDM veya IGT’li bireylerde ve NIDDM’lu bireylerin birinci derecede yakınlarında bu hızlı ve kısa
süreli dalgalanmalar yerine düzensiz ve daha kısa süreli dalgalanmaların oluşması karakteristiktir.
NIDDM’lu obez hastalarda insülinin pulzatil salgılanmasındaki defektler kilo verilmesi ve sıkı metabolik
kontrol ile büyük bir oranda düzelmekle birlikte tamamen normalleşmemektedir.
3. Proinsülin salgılanmasında anomaliler
24
Proinsülin insülinin ancak %5’i kadar biyolojik etkiye sahip olup insülin immünoreaktivitesinin
normal bireylerde %2-4’ünü, NIDDM’lu bireylerde ise %8-10’unu oluşturur. Proinsülinin %70’ini 32-33
split (kırılmış) proinsülin oluşturur Proinsülin ve split proinsülinlerin klirensleri yavaş olduğundan ve de
insülin ölçümünde kullanılan rutin RIA yöntemleri insülinin yanında proinsülinleri de (sağlam ve
kırılmış) ölçtüğünden insülin düzeyleri olduğundan yüksek bulunur. NIDDM’de açlık total immünoreaktif
insülin artışı ortaya çıkar bu da normal insülin düzeyleri üzerine eklenmiş olan artmış proinsülin
düzeyinin bir sonucu olarak hiperinsülinemiyi gösterir. Gerçekte bu hiperinsülinemi olmayıp artmış
proinsülin/insülin oranı göz önüne alındığında bir insülinopenidir.
Proinsülinin parçalanmasında PC 3 (tip 1) endopeptidaz, PC 2 (tip 2) endopeptidaz ve
karboksipeptidaz H olmak üzere 3 enzim rol oynamaktadır. PC 3 ve karboksipeptidaz H proinsülini 32-33
kırılmış proinsüline ve daha sonra da insülin ve C-peptide dönüştürmektedir. Hiperglisemi proinsülin ve
PC 3 sentezi için güçlü bir uyarandır. PC 2 ve karboksipeptidaz H’ın sentezi ise glukoz tarafından
düzenlenmemektedir.
İnsülin direnci ve kronik hiperglisemi sonucu beta hücrelerinin sürekli uyarılması PC 3 aracılığı ile
olan proinsülin sentezini artırarak 32-33 kırılmış proinsülin/insülin oranının artmasına yol açar. Dolayısı
ile sürekli artan glukoz konsantrasyonlarında daha fazla proinsülin sentezlenecek ve proinsülini 32-33
kırılmış proinsüline dönüştürme yeteneğinde kompansatuar bir artış olmasına rağmen insüline
dönüştürmede bir artış olmayacaktır. Buradan yola çıkarak plazmadaki sağlam ve 32-33 kırılmış
proinsülin konsantrasyonlarının ölçümünün (çift işaretli immünometrik yöntemler ile) insülin direncine
veya beta hücre salgılama kapasitesine ya da her ikisine bağlı olarak beta hücresinde oluşan fonksiyon
bozukluğunu yansıtabileceği ileri sürülmektedir. Nitekim son yapılan bir çalışmada açlık 32-33 kırılmış
proinsülin konsantrasyonlarının NIDDM’i insülin veya proinsülinden daha güçlü olarak predikte ettiği
gösterilmiştir.
4. Düşük doğum ağırlığı (Thrifty-idareli fenotip hipotezi)
25
Thrifty (idareli) fenotip hipotezi sadece beta hücre yetmezliği olan bireylerin tip 2 diabete
yakalanacağını öne süren bir hipotez olmakla birlikte son yıllarda yapılan çalışmalar düşük doğum ağırlığı
ile erişkin yaşta ortaya çıkan IGT ve NIDDM arasında böyle bir bağıntının olabileceğini göstermektedir.
Bu hipoteze göre fetüs ve bebeğin gelişimindeki yetersizliğin fetüs ve bebeğin yeterince beslenmemesine
bunun da annenin yetersiz beslenmesine bağlı olduğu düşünülmektedir. Bu şekilde inutero malnütrisyona
maruz kalan fetüs aldığı nütrisyonu idareli kullanmak için birtakım stratejiler geliştirerek beyin gibi hayati
organlara öncelik vererek karaciğer ve pankreas gibi daha az hayati organların daha az beslenmesine yol
açar. Sonuçta pankreas ve beta hücrelerinin yetersiz gelişimi düşük doğum ağırlığı ile sonlanır. Fötal
gelişim sırasında sağlanan bu adaptasyon proğramı erişkin yaşamda beta hücresi için ek risk faktörlerinin
eklenmesi ile bozulabilmektedir. Fetal nütrisyonun bozulması sonucu oluşan insülin sekresyonunda veya
beta hücre kitlesinde azalmanın üzerine kalıtımsal olarak belirlenmiş olan insülin direncinin eklenmesi ile
erişkin yaşta NIDDM’un oluşabileceği düşünülmektedir. Böylece normal yaşlanma süreci, obezitenin
başlaması veya insülin direncinin genetik kompenentlerinin kötüleşmesi gibi faktörler ile beta hücresi
insülin salgısını artırmaya başladığında eğer beta hücre kitlesi fetal hayatta gördüğü zarardan dolayı
azalmışsa insülin salgısındaki artış yeterince olamıyacağından relatif bir hipoinsülinemi oluşur ve IGT
veya Tip 2 diabet süreci başlar. İnsülin-signaling yolundaki proteinleri ve leptini kodlayan ve bu şekilde
hipotezin genotipik temelini oluşturacak birkaç aday gen tanımlanmıştır. Bundan yola çıkarak thrifty
genotipi ile konjenital lipoatrofik diabetin biribirlerinin ayna hayali olduğu (mirror image)
düşünülmektedir.
5. Glukoz toksisitesi
Hipergliseminin kendisi hem beta hücresi üzerine etki ederek insülin salgılanmasını baskılar hem de
periferik dokularda insülinin kullanılmasını azaltır. Hipergliseminin beta hücresi üzerine olan bu olumsuz
etkisine glukoz toksisitesi adı verilmektedir. Hiperglisemi durumunda sıkı metabolik kontrol ile (diyet,
26
sulfonilüre ve insülin tedavisi ile) insülin salgılanmasının düzeldiğinin gözlenmesi hipergliseminin
kendisinin insülin salgılanması üzerine baskılayıcı bir etkisinin olabileceğini düşündürmüştür.
Ayrıca yüksek glukoza sürekli maruz kalan beta hücresinde insülin gen transkripsiyonunun bozulduğu
bunun da insülin sentezi ve sekresyonunu azalttığı gösterilmiştir.
6.Amilin (Adacık amiloid polipeptid)
Amilin veya adacık amiloid polipeptid (IAPP) beta hücresindeki insülin salgı granüllerinde insülin ile
birlikte üretilip beraberce salgılanan bir hormondur. Normalde bu hormon akut hiperglisemi sırasında
veya diğer uyaranlara karşı insülin ile birlikte salgılanır. Amilinin kanda insülinden 1:10-50 gibi çok daha
düşük bir seviyede bulunmasına rağmen insülinin etkisine karşı etkide bulunabileceği ya da insülinin
etkisini inhibe edebileceği düşünülmektedir. Plazma amilin düzeyi obez glukoz intoleransı olan
bireylerde, NIDDM’lu hastaların birinci derece glukoz intoleransı olan yakınlarında ve diyabetik hayvan
modellerinde yüksek olarak bulunmuştur.
Adacık amiloid depositleri tip 2 diabetik hastaların büyük çoğunluğunda gösterilmiştir. Bu amiloid
depositlerinden en önemlisi adacık amiloid polipeptid (IAPP) olup ilk kez 1987 yılında tanımlanmıştır.
Amilinin calcitonin gene-related peptid ile moleküler olarak % 46 benzerliği bulunmaktadır. Adacık
amiloidinin apo E ve heparan sulfat proteoglycan perlecan olmak üzere iki önemli kısmı vardır. Amilinin
(IAPP) hücre dışında beta hücrelerine bitişik olarak birikmeye başlayarak nütrientlerin plazmadan beta
hücresine girişini engellediği ve sonuçta beta hücresinin ölümüne yol açtığı ileri sürülmektedir. Son
yapılan bir çalışmada biriken bu IAPP agregatlarından özellikle küçük moleküllü IAPP depositlerinin
olgun büyük moleküllü IAPP depositlere göre daha fazla sitotoksik oldukları gösterilmiştir. Human-IAPP
solusyonu verilen sağlam adacıklarda da 24-48 saat içersinde apoptozis ve nekroz ile hücre ölümü
olmaktadır.
27
Hipergliseminin kendisi de IAPP biyosentezini uyararak adacıklarda amiloidin daha da artmasına yol
açar ve bu şekilde bir kısır döngüye sebep olur. Ayrıca hiperglisemik ortamda IAPP nin glycation’unun da
amiloid fibril oluşumunu artırdığı ileri sürülmektedir.
Transgenic mice‘larda yapılan ilginç bir çalışmada beslenmede artmış yağ alımının adacık beta
hücrelerinde amiloid birikimine neden olabileceği bunun da insülinin sentez ve salgılanmasını bozarak
diabete yol açacağı hipotezi ortaya atılmıştır. Ayrıca diyetteki yağın apoE biyosentezini artırarak amiloid
fibrillerinin parçalanmasını azalttığı da gösterilmiştir. Fakat tip 2 diabetin patogenezinde amiloid
birikiminin erken veya geç oluştuğu konusunda kesin bir kanıt bulunamamıştır.
Tip 2 diabetli hastaların yaklaşık %100’ünde diabet olmayan yaşlıların da
%10-20’sinde
pankreaslarında amiloid birikimine rastlanmaktadır. İmmüno histokimyasal ve insitu hibridizasyon
teknikleri kullanılarak diyabetiklerin çoğunda ve nondiyabetik kontrolerin %40’ında pankreatik dokudaki
amiloid materyallerinden IAPP mRNA gösterilmiştir. Amilin bu amiloid artıklarının en önemli
bileşkelerinden biridir. Bu veriler kronik hiperglisemi varlığında beta hücreleri içindeki amilin
konsantrasyonunun arttığını ve amiloid birikiminin oluşma olasılığını göstermektedir. Bu tür birikimlerin
oluşumu, insülin ve amilin salgılanmasını inhibe edebilir ve böylece beta hücrelerinin fonksiyonlarını
durduruncaya kadar sürebilecek bir negatif ‘’feed back’’ döngüsü devreye girebilir.
IAPP geninde NIDDM ile ilgili herhangi bir mutasyon bildirilmemiştir. İnsülinin hipersekresyonuna
paralel olarak artan IAPP insülin reseptör antikorlarına bağlı olarak oluşan ağır insülin direncinde yaygın
adacık amiloidozuna neden olmaktadır.
Sonuç olarak tüm bunlara karşın amilinin NIDDM’ta beta hücre defektinden primer sorumlu olması
kesin olarak gösterilememiştir.
7. Calcitonin gene related peptid (CGRP )
Amilinin calcitonin gene-related peptid ile moleküler olarak %46 benzerliği bulunmakla birlikte
ratlara intravenöz olarak verildiğinde insülin salgılanması üzerine herhangi bir etkisi görülmemiştir.
28
8. İnkretinler (GLP-1,GİP, Galanin)
Oral glikoz verildiğinde insülin sekresyonun artmasına neden olan faktörlere “inkretin” denir. Bunlar
Glucagon-like peptide 1 (GLP-1), kolesistokinin ve gastrik inhibitör polipeptid (GİP) dir. Glucagon-like
peptide 1 (GLP-1) ince bağırsakta sentez edilen potent insülin salgılatıcısıdır. Alınan besin maddeleri ile
uyarılarak beta hücresi üzerindeki spesifik reseptörüne bağlanır ve adenilat siklazı uyarır bu da protein
kinaz A’yı uyararak insülin salgılanmasına yol açar.
NIDDM’lu hastalarda GLP-1’in glukoinkretin etkisi azalmakla beraber GLP-1 düzeyinin normal veya
artmış olarak bulunması GLP-1’e karşı beta hücre rezistansı olduğunu göstermektedir. Farmakolojik
dozda GLP-1’in NIDDM’li hastalarda postprandial insülin salgısını artırarak glisemiyi normal düzeylere
yaklaştırır. Fakat GLP-1’in NIDDM’taki azalmış insülin salgısının patogenezindeki rolü için daha fazla
araştırmalara gereksinim vardır.
Güçlü bir glukoza bağlı insülin salgılatıcısı olan gastrik inhibitör polipeptid (GİP) farmakolojik dozda
verildiğinde postprandiyal insülin salgılanması üzerine herhangi bir etkisi görülmemiştir.
NIDDM’ta insülin salgısının bozulmasından en yeni olarak suçlanan hormon galanindir. Nöral
uyarılara bağlı olarak pankreastaki sempatik sinir uçlarından salgılanan galaninin hayvanlarda bazal ve
öğün sonrası insülin salgısını inhibe ettiği gösterilmiştir. Domuz galaninin insalara verilmesinden sonra
glukoz ile uyarılmış insülin salgısı üzerine herhangi bir etkisinin olmadığı gösterilmiştir. Yine yeni olarak
sentezi yapılan insan galaninin hiperglisemik klemp esnasında glukozla uyarılmış insülin salgısı üzerine
bir etkisi gözlenmemiştir. Bu sonuçlardan yola çıkarak galaninin beta hücre fonksiyonlarının
bozulmasında herhangi bir rolünün olmadığı düşünülmektedir.
9. Lipotoksisite
Son yıllarda IGT’den NIDDM’e geçişte beta hücre fonksiyonlarında ilerleyici azalmayı açıklamak için
tıpkı glukotoksisite gibi lipotoksisite kavramı ortaya atılmıştır.
29
Lipid metabolizmasındaki değişikliklerin glukoz ile uyarılmış insülin salgılanması üzerine önemli
rolleri vardır. Sitozolik uzun zincirli fatty acyl-CoA esterleri insülin salgılanmasında tetiği çekici sinyal
görevini üstlenirler. Serbest yağ asidleri (sFFA ), fatty acid binding protein 2 aracılığı ile beta hücrelerine
taşınarak sitozolde fatty acyl-CoA ürünlerine çevrilirler. Daha sonra fatty acyl-CoA molekülleri carnitine
palmitoyl transferase 1 (CPT-1) yardımı ile mitokondriye taşınarak krebs siklusuna girerler ve burada beta
oksidasyona maruz kalırlar. Kan şekeri yükseldiğinde bu süreç inhibe edilerek sitozolik uzun zincirli fatty
acyl-CoA konsantrasyonu yükselir ve bu da insülin salgısını uyarır.
Artmış glukoz metabolizmasının bir sonucu olarak oluşan malonyl-CoA, carnitine palmitoyl
transferase 1 (CPT-1)’i inhibe ederek sitozolik uzun zincirli fatty acyl-CoA’yı artırır. Uzun zincirli fatty
acyl-CoA ürünleri spesifik protein kinaz C ‘yi direkt olarak aktive eden fosfatidik asid ve diacylglycerol
oluşmasını artırır. Protein kinaz C de insülinin ekzositozunu artırır. Uzun zincirli fatty acyl-CoA esterleri
K-ATPase kanallarının kapanmasını da uyararak insülin salgılanmasına yol açarlar.
Yüksek düzeyde serbest yağ asidlerine maruz kalma sonucunda beta hücresinde trigliserid birikerek
apoptozise yol açmaktadır. Yakın zamanda yağ asidlerinin, proinsulinin insüline çevrilmesinde (ve proIAPP’nin IAPP ye çevrilmesinde) rol alan PC1/3 ve PC2 endoproteazlarının posttranslational işlemini
azalttıkları bildirilmiştir. Sonuç olarak glukoz ve FFA insülin salgılanmasını artırmakta fakat bir süre
sonra uzun zincirli fatty acyl-CoA’yı artırarak down-regulasyona yol açmakta ve/veya Randle siklusu yolu
ile insülin salgılanmasını inhibe etmektedir. Bu şekilde beta hücrelerinin artmış FFA düzeylerine uzun
süre maruz kalması olarak adlandırılan lipotoksisite insülin salgı bozukluğunun önemli sebepleri arasında
gösterilmektedir.
10. İnsülin salgılanma bozukluğunda genetik nedenler
Glukozun beta hücresi tarafından tanınmasında, insülinin sentez ve salgılanmasında rol oynayan
spesifik proteinlerdeki mutasyonlar beta hücresi disfonksiyonundan sorumlu olabilmektedirler. Şimdiye
dek glukokinaz geni, mitokondriyal DNA geni ,insülin geni ve insülin proçesindeki enzimlere ait genlerde
30
mutasyonlar tanımlanmıştır. Bu mutasyonlar oldukça nadir olup tüm NIDDM’lerin %1-2 ‘sini
oluştururlar. Glukokinaz geninde çeşitli defektlerin gösterildiği üç ayrı MODY tipi tanımlanmıştır.
Mitokondriyal DNA gen mutasyonunda miyopati, sağırlık ve nörolojik anomaliler olup maternal
olarak
geçer.
Bunlarda
insülin
salgılanması
bozulmakla
beraber
mekanizması
tam
olarak
bilinmemektedir.
Beta hücrelerinin glukozu tanımasını kolaylaştıran ve böylelikle insülin salgılanmasını sağlayan
GLUT 2 proteinin de bir mutasyon gösterilememiştir.
İnsülin ve glukokinaz genlerindeki mutasyonların sonucunda beta hücre fonksiyonunda oluşan kısmi
bozukluk NIDDM gelişimine katkıda bulunabilir. İnsülin genindeki mutasyonlar biyolojik aktivitesi
bozulmuş insülin sentezine yol açarken, glukokinaz genindeki mutasyonlar beta hücrelerinin glukozu
tanıma fonksiyonunu bozmaktadır.Beta hücresindeki glukokinaz gen promoter değişikliklerinin insülin
salgılanmasında bozukluğa yol açtığı gösterilmiştir. Bu genlerdeki mutasyonlar heterozigot durumlarında
saptanmış olup bu durumda beta hücre fonksiyonları yarı yarıya korunur. Bu nedenle genlerinden
herhangi birinde mutasyon olan bireyler %50 oranında hafif diabet riski taşırlar.
Kan Şekeri Kontrolü Neden Bu Kadar Önemlidir?
Açlık durumunda insülin üretiminin supresyonu ve glukagon üretiminin stimulasyonu, kan glukoz
konsantrasyonunu kontrol eder. Bu süreçler karaciğerin glikojen depolarından glukoz mobilizasyonuna ve
aminoasitler ve piruvattan glukoz sentezine (glukoneogenez) izin verir. Ayrıca insülin düzeyleri düşük
olduğunda glukozun kaslar tarafından alınması en az düzeye iner ve adipozitler serbest yağ asitleri
sağlarlar. Bu homeostatik mekanizma açlık durumunda beyine yeterli glukoz desteğini sağlamak amacıyla
(beyinin enerji deposu yoktur) plazma glukoz seviyesini stabil olarak tutar.
Beslenme durumunda insülin iki fazda salınır. Kısa, yiyecek alımı veya plazma glukoz
konsantrasyonunda bir artış durumunda küçük patlamalar tarzındaki birinci faz postprandial glukoz
31
artışlarını azaltır. Daha sonra, daha uzun süren ikinci fazla insülin salınımı başlar. Bu bifazik insülin
salınmına cevapta karaciğer glukozu alır ve glikojene çevirir. Kas ve yağ dokuları da glukozu alır ve
sırayla glikojen ve trigliserit olarak depolar. Dahası adipozitlerde, serbest yağ asitlerinin üretimi
baskılanır. İkinci faz insülin salınımı yeterli hatta artmış olsa bile birinci faz insülin salınımının kaybı
metabolik ve fizyolojik sonuçlara yol açar.
Eksojen İnsülin Tedavisi
Tip 1(4-9) ve tip 2 diabetes mellitus(10, 11) hastalarında diabet tedavisinin amaçları; hastayı
semptomsuz kılmak, yaşam kalitesini yüksek tutmak, iyi bir glisemik kontrolle komplikasyon riskini en
aza indirmektir. Hastaların ve sağlık personelinin karşılaştığı sorunlardan biri, iyi bir glisemik kontrol
sağlayabilmek amacıyla uygulanan yoğun insülin tedavisine bağlı artmış hipoglisemi riskidir(5).
Varolan insan insülini formülasyonlarıyla yapılan eksojen insülin tedavisi normal fizyolojik cevabı
yakından taklit edebilen serum insülin düzeyleri ortaya koyamamaktadır. İnsülin gereksinimi olan
hastaların çoğu kısa etkili bir insülinle (regüler) bazal insülini (orta ya da uzun etkili) kombine
kullanmaktadır. Kısa etkili insülin, genelde postprandiyal glukoz dalgalanmalarını karşılayabilecek serum
insülin düzeyini oluşturabilmek için yemek öncesi kullanılır. Ancak; regüler insan insülininin subkutan
enjeksiyonu; diabetik olmayan kişilerdeki normal pankreatik insülin salınımını takiben gelişen serum
insülin konsantrasyonlarına göre daha geç zirve düzeye ulaşmakta (enjeksiyondan 3-4 saat sonra) ve daha
uzun süre yüksek (etki süresi 7-8 saat) kalmaktadır(12-13).
Sonuç olarak; postprandiyal dönemde saatlerce süren ve potansiyel hipoglisemi riskine yol açan
göreceli hiperinsülinemi olabilir ve klinik pratikte bu durum nedeniyle hasta öğün aralarında atıştırmak
zorunda kalabilir. Hipoglisemiye yol açma riskini en aza indirgemek için subkutan regüler insan insülin
enjeksiyonlarının genellikle yemeklerden yarım saat önce yapılması önerilir(14). Özelikle esnek ve
değişken bir yaşam biçimi olanlar olmak üzere tüm hastalar için bu uygulama tarzı uygun değildir. Çoğu
hasta preprandiyal dozları, önerilenden daha erken kullanırlar(15,16) ve böylece regüler insan insülininin
32
ideal zaman-etki profiline uymadıklarından yan etki gelişme olasılığı artmış olur.
İNSÜLİN LİSPRO
İnsülin lispronun (Humolog Penfill, Lilly, USA, ındiana police) geliştirilmesindeki temel amaç;
diabetik olmayan bireylerdeki fizyolojik postprandiyal insülin cevabına yakından benzerlik gösteren bir
terapötik yaklaşım üretebilmektir. İnsülin lispro regüler insan insülinine göre etkisinin daha hızlı
başlaması ve daha kısa sürmesi yoluyla; glisemik kontrolü iyileştirir, hipoglisemik atak sıklığını azaltır,
hastanın tedavi memnuniyetini artırır ve hiperglisemiyi daha hızlı kontrol altına alır.
Çözelti içindeki insan insülin molekülleri kendi kendilerine ayrışma eğilimindedirler. İki molekül
birbirlerine çok yakın olduklarında, aralarında geri dönüşümlü bir bağ gelişerek insülin dimeri ortaya
çıkmış olur. Piyasadaki insan (ve hayvan) insülini preparatlarında olduğu üzere çinkonun varlığında; üç
dimer heksamer oluşturmak üzere ayrışırlar(17). Subkutan enjeksiyon sonrasında, insülin molekülleri
sistemik dolaşıma katılmadan önce insülin heksamerleri ayrışmalıdır. İnsülin heksamerlerinin ayrışmaları
için gereken zaman regüler insan insülini zaman- etki profilini yansıtmaktadır.
Daha hızlı etkili bir insülin bulabilmek için yapılan incelemeler kendi kendine ayrışma eğilimi
daha az olan bir insülin molekülü geliştirmek üzerinde odaklandı. İnsan insülininin B zincirindeki prolin
ve lizin adlı aminoasitler göreceli olarak 28. ve 29. pozisyonda bulunmaktadırlar. Prolin ve lizinin yerini
değiştirmek, insan insülinine göre kendi kendine ayrışma eğilimi daha düşük olan bir insülin analogunun,
insülin lispronun gelişmesine yol açtı(18).
Kendi kendine ayrışma eğilimi oldukça düşük olduğu halde insülin lispro çinko ve koruyucu
madde varlığında, çözelti içinde heksamerler oluşturabilir. Daha da şaşırtıcı olarak, heksamer halindeki
insülin lispro, subkutan enjeksiyon sonrasında heksamer halindeki insan insülininden daha hızlı
monomerlerine parçalanır(17). Bu hızlı ayrışma ve emilim insülin lispro heksamerlerindeki fenolik
koruyucuların insülin heksamerleriyle karşılaştırıldığında farklı rol oynamasıyla açıklanabilir(17).
33
Subkutan enjeksiyon sonrasında regüler insan insülinine göre daha hızlı emilir, etkisi daha çabuk
başlar ve daha kısa süre etkili olur(19). Sonuç olarak; insülin lispro kısa etkili insülinlerden daha
fizyolojik bir zaman, etki profiline sahiptir ve tedavinin optimizasyonunun sağlanmasında atılmış bir
adım olarak değerlendirilebilir.
İnsülin lispro, glukoz homeostazının sağlanması için insüline gereksinim duyan diabetes
mellituslu hastaların tedavisinde ve diabetes mellitusun başlangıç stabilizasyonunda endikedir. İnsülin
lispro uzun etkili bir insülinle birlikte de kullanılabilir ve preprandiyal kullanılması önerilir.
Kimya ve Formülasyon
İnsülin lispro (Lys (B28), Pro(B29))-insan insülini (rekombinan DNA kaynaklı), B-zincirinin Cterminalindeki prolin (B28) ve Lizinin (B29) yer değiştirmesi sonucu oluşan biyosentetik bir insan insülin
analogudur. Bu aminoasitler insülin preparatlarının kendi kendine ayrışma davranışında önemli rol
oynarlar ve bunlarla ilgili yapılan bir manipulasyon kendi kendine ayrışma eğiliminde azalmayla
sanuçlanır.
İnsan insülininde B28 pozisyonunda bulunan Prolin insülin dimerinde oluşan beta zincir düzeninin
olusumunda ve stabilizasyonunda önemli rol oynar. Bu moleküller beta zincir yüzeyinde antiparalel alarak
yerleşmişlerdir(20). Çinkonun varlığında; üç dimer ayrı heksamerler oluşturmak üzere parçalanır(20).
İnsülinin heksamerik durumu bulunan tüm regüler insülin formüllerinin temelini teşkil eder(21).
İnsülin lisproda yapılan dizisel yer değiştirme prolini B28’den B29 pozisyonuna getirir ve dimerin
monomer-monomer yüzeyinde oluşacak iki kritik hidrofobik etkileşim önlenmiş olur(17). İnsülin
lispronun B zincirinde aminoasit dizisinin değişmesi, insülin lispronun hidrofobik etkileşimini ortadan
kaldırır ve moleküllerin kendi kendilerine ayrışma eğilimini büyük ölçüde azaltır. Beklenmedik bir
şekilde; insülin lispro heksamerinin, analogun çinko ve fenolik koruyucularla formüle edilmesiyle de
oluşabileceği görülmüştür. Böyle bir heksamer kartuşta ya da flakonda insülinin fiziksel ve kimyasal
açıdan stabil olmasını sağlar. Stabil bir heksamer olmasına rağmen, insülin lispro, subkutan enjeksiyon
34
sonrasında regüler insan insülininden daha hızlı bir şekilde monomerlerine ayrışır. Böylece insülin lispro
çok daha çabuk emilmiş olur(19). İnsülin lispronun farklılaşmış kendi kendine ayrışma özelliğine ait
yapısal deliller, insülin lispro heksamerinin kristal yapısından elde edilebilir(17).
Sentez
İnsülin lispro, insülin lispro öncülü bir genin eklenmesiyle değişime uğramış Escherichia coli
bakterilerinin hastalığa neden olmayan neslinden sentezlenir. İnsülin lispro öncülü konaktan izole edilir
ve pek çok işlem sonrasında saflaştırılarak çinko-insülin lispro kristallerine dönüstürülür. Bu kristaller
ilacın son haline gelebilmesi için formüle edilirler.
Stabilite ve Depolama
Insulin Iıspro buzdolabında 2 ila 8 C0 de saklanmalıdır. Aşırı sıcak ya da güneş ışığına maruz
kalmamalı ya da dondurulmamalıdır. Buzdolabı yoksa, kullanılmış insülin lispro flakonu veya kartuşu
oda ısısında (30C0’ nin altında ve direkt ısı ve ışıktan uzakta) 28 güne kadar saklanabilir. Enjeksiyon
kalemine yerleştirdikten sonra kartuş ve kalem buzdolabına konulmamalıdır. İnsülin lispro donmuşsa ya
da etiketinde yazılı olan son kullanma tarihi geçmişse kullanılmamalıdır.
Klinik Farmakoloji
İnsülin lispronun farmakokinetik ve glukodinamik profilleri; diabetik olmayan kişilerde ve tip 1
veya tip 2 diabeti olan hastalarda, regüler insan insülinine göre etkisinin daha çabuk başladığını, zirve
aktiviteye daha çabuk ulaştığını ve etki süresinin daha kısa olduğunu göstermişlerdir.
Regüler insan insülini ile karşılaştırıldığında, insülin lispronun etkisi, subkutan enjeksiyon
yerinden bağımsız olarak daha cabuk baslar ve daha kısa surer. İnsülin lispro, regüler insan insülini ve
domuz insülini ile gelişen hipoglisemiye karşı oluşan karşı düzenleyici cevaplar önemli düzeyde farklı
değillerdir. İnsülin lispro veya regüler insan insülininin farmakokinetik profiliyle bağlantılı olarak neden
olduğu hepatik ya da renal hasar minimaldir. Terminal evre böbrek hastalığında, hem insülin lisproya hem
35
de regüler insan insülinine yanıt uzar.
Yapılan çalışmalarda subkutan enjeksiyon sonrasında insülin lispronun regüler insan insülininden
daha hızlı emildiğini(19), etkisinin daha çabuk başladığını, zirve aktiviteye daha çabuk ulaştığını ve daha
kısa süre etkili olduğunu göstermişlerdir. Zirve aktivite subkutan enjeksiyondan yaklaşık 1-3 saat sonra
başlar ve yaklaşık 4-5 saat sürer. İnsülin lispro ile regüler insan insülini arasındaki farmakokinetik ve
glukodinamik farklılıklar diabetik olmayan kişilerde ve diabetes mellituslu hastalarda belirgindir(19).
İnsülin Lispronun NPH ve Uzun Etkili İnsülinlerle Kombinasyonu
Glukoz klamp-kontrollü çalışmalar; insülin lispro ve NPH (orta- etkili insülin)(22) ya da
Ultralente (uzun etkili insülin) kombinasyonlarının ya da ayrı ayrı subkutan enjeksiyonlarının
farmakokinetiğini ve glukodinamiğini karşılaştırmak amacıyla düzenlenmiştir(23). lnsülin lispro ve orta
etkili ya da uzun etkili insülin ya aynı anda farklı enjeksiyon yerlerinden ya da tek bir enjektörde
karıştırılarak uygulandı. Her iki durumda da insülin lispro daha hızlı emildi. lnsülin lispronun NPH ya da
Ultralente ile kombinasyonu ile ayrı ayrı verilmeleri arasında hiçbir farmakokinetik ve glukodinamik
farklılık saptanmaması; insülin lispronun NPH veya Ultralente ile aynı enjektörde karıştırılması halinde
farmakokinetik ve glukodinamik aktivitesini koruduğunu göstermektedir.
İnsülin Lispro ve Eşlik Eden Tedaviler
Oral Hipoglisemik Ajanlar
Tip 2 diabetli ve sülfonilüre tedavisi başarısızlıkla sonuçlanan hastalarda yapılan bir randomize,
açık ve çapraz çalışma; postprandiyal hiperglisemideki iyileşmenin günlük total glukoz kontrolünü
etkileyip etkilemeyeceğini belirlemek amacıyla yürütüldü(24). Araştırmaya katılanların bir kolu
sülfonilüre kullanmaya devam ederken, diğer kol insülin lispro ve sülfonilüre kullanmaya başladı.
Hastalar dört hafta sonra tedavileri değiştirdiler. Sülfonilüre ile birlikte kullanılan insülin lispro, 2-saatlik
postprandiyal glukozu tek başına sülfonilüre kullanımına göre önemli ölçüde düşürdü (18.6 dan 14.2
mmol/L’e, p<0.0001). HbAıc, insülin lispro-sülfonilüre kombinasyonu ile tek başına sülfonilüreye göre
36
daha fazla düştü (% 9.0’dan 7.1’e, p<0.0001).
Randomize açık ve iki dönemli, 423 hastada yapılan bir çalışmada; oral ajanla tedavi başarısız
olduktan sonra insülin tedavisine gereksinim duyan tip 2 diabet hastalarında üç tedavi rejiminden
hangisinin en etkili olduğunu ortaya koymak amacıyla yürütüldü. Hastalar, ya yemek zamanında insülin
lispro ile kombine gece NPH insülin veya günde iki kez sülfonilüre ya da gece NPH insülin ile kombine
günde iki kez sülfonilüre kullandılar. Tedavi başarısı değerlendirildiğinde; insülin lispronun NPH insülin
ile kombinasyonunun daha iyi cevap verdiği gözlendi. Ek olarak, hemoglobin A1c sonuçları, insülin
lispronun NPH insülin veya sülfonilüre ile yaptığı kombinasyonlarla uzun dönem daha iyi glisemik
kontrol sağladığını ortaya koydu. Ancak, bu değişikliklerin hiçbiri istatistiksel açıdan önemli değildi. Beş
noktalı kan glukoz profilleri; her iki insülin lispro tedavi grubunda kısa dönem glisemik kontrolün daha
iyi olduğunu gösterdi. Bu iki grupta kan glukoz düzeyleri yemek sonrasında önemli ölçüde yükselmedi.
İki insülin lispro tedavi grubunun karşılaştırılması sonucunda da benzer etkililik profili elde edildi. Total
olarak, yan etki veya ciddi yan etki açısından tedavi grupları arasında farklılık bulunamadı. İnsülin
lisproyu NPH insülin ya da sülfonilüre ile kombine kullanan hastalar, NPH insülinini sülfonilüre ile
birlikte kullanan hastalara göre az, ancak klinik anlamı olmayan bir kilo artışı gösterdiler. NPH insülinsülfonilüre kombinasyonu kullanan hastalarda hipoglisemik atak insidansı, insülin lispro kullananlardan
daha azdı(25)
Yüzotuzbir hastayla yürütülen diğer bir randomize, açık ve iki dönemli çalışma, oral ajanla tedavi
başarısız olduktan sonra insülin tedavisine gereksinim duyan tip 2 diabet hastalarında üç tedavi
rejiminden hangisinin en etkili olduğunu ortaya koymak amacıyla yürütüldü. Hastalar günde iki kez
gliburid ya yemeklerde insülin lispro ya yatarken NPH insülin ya da günde iki kez metformin ile kombine
olarak kullandılar. İnsülin lispro ile yapılan kombinasyon, NPH insülinle (p=0.003) veya metforminle
(p=0.025) yapılan kombinasyonlarla karşılaştırıldığında, HbAıc’yi önemli ölçüde daha fazla düşürmüştü.
NPH insülin ile yapılan kombinasyonla, son nokta açlık kan glukoz düzeyi; insülin lispro (p<0.001) ile
37
veya metformin (p=0.029) ile yapılan kombinasyonlarla karşılaştırıldığında, önemli ölçüde daha düşüktü.
İnsülin lispro ile yapılan kombinasyonla, test yemeği sonrası ortalama 2 saatlik postprandiyal glukoz,
NPH insülinle (p=0.052) veya metforminle (p=0.009) yapılan kombinasyonlara kıyasla önemli ölçüde
daha düşüktü. İnsülin lispro veya NPH insülinle kombine tedavileri kullanan hastalarda, metformin kombinasyonu kullanan hastalara göre, küçük, ancak klinik önemi olmayan bir kilo artışı gözlendi. Total
hipoglisemi hızı düşüktü ve gruplar arasında istatistik açıdan farklılık göstermedi(26).
Diğer İlaçlar
Tip 2 diabetes mellituslu hastaların yaklaşık % 15’i antihipertansifleri de içeren ek bir ilaç
kullanmaktadırlar.
Aşağıdaki bilgiler insülinlerle uyumlu olup insülin lispro için de geçerlidir:

Hipoglisemi; diabetli bir hastanın insülin tedavisi sırasında en sık yaşayabileceği istenmeyen etkidir.
Hipoglisemi bilinç kaybına ve ciddi vakalarda ölüme neden olabilir.

Hastalarda lokal alerji, enjeksiyon yerinde kızarıklık, şişme ve kaşıntı olarak kendini gösterir. Bu
durum, günler ya da haftalar içinde düzelir. Bazı durumlarda, bu alerji derinin temizlendiği maddeler
içindeki irritanlara veya enjeksiyon tekniğinin kötü olması gibi insülin dışı etmenlere bağlı olabilir.
Daha nadir ancak çok daha ciddi olma potansiyeli olan sistemik alerji ise insüiine karşı gelişen genel
bir alerjidir. Tüm vücutta döküntü, nefes darlığı, hırıltı, kan basıncında düşme, nabızda hızlanma veya
terlemeye neden olur. Ciddi vakalar yaşamı tehdit edici olabilir.

Enjeksiyon yerinde lipodistrofi gelişebilir.

Fazla doz: insülinlerin belirli fazla doz tanımları yoktur, çünkü serum glukoz düzeyi, serum insülin
düzeyi, glukozun bulunabilirliği ve diğer metabolik süreçler arasındaki karmaşık bir etkileşim
sonucunda belirlenir. Hipoglisemi, yenilen yemeğe ve harcanan enerjiye göre fazla insülin lispro
kullanılması sonucu gelişmiş olabilir.
Dozaj, Uygulama, Kontrendikasyonlar, Uyarılar ve Önlemler
38
İnsülin lispro preprondiyal kullanım için aşağıdaki durumlarda endikedir:

Normal glukoz homeostazı için insül ine gereksinim duyan diabetes mellitus hastalarının
tedavisinde

Diabetes melhtusun başlangıç stabilizasyonunda insülin lispro hızlı etkili bir insülin
analogudur ve uzun etkili bir insan insülini ile birlikte kullanılabilir.

İnsülin lispronun dozu hastanın gereksinimlerine göre doktoru tarafından belirlenmelidir.

İnsülin lispro subkutan yoldan kullanılmalıdır. Onerilmemesine karşın intramüsküler olarak ta
kullanılabilir.

İnsülin lispronun subkutan enjeksiyonu karın, üst kol, baldır veya kalçalara yapılmalıdır.

Enjeksiyon yerleri belli aralarla değiştirilmelidir. Böylece aynı yer ayda birden daha sık
kullanılmamış olur.

İnsülin lispronun etkisi regüler insan insülininden daha önce başlar ve daha kısa sürer.
Etkisinin erken başlaması nedeniyle insülin lispro yemek zamanına çok yakın zamanlarda
kullanılabilir. Herhangi bir insülinin etkisinin başlaması farklı bireylerde ve hatta aynı bireyde
farklı zamanlarda önemli farklılıklar gösterebilir

İnsülin lispro uzun etkili bir insan insülini ile birlikte kullanılabilir.

İnsülin lispro kullanımının kontrendikasyonları; hipoglisemi ve insülin lispro veya katkı
maddelerine karşı aşırı duyarlılıktır.

Bir hastanın başka tip bir insüline geçişi katı bir tıbbi denetim altında yapılmalıdır. İnsülinin
gücünde markasında (üretici), tipinde (regüler, NPH vs.), türünde (hayvan, insan, insan insülin
analogu) ve/veya üretim yönteminde ( rekombinan DNA, hayvan kaynaklı insülin) yapılan bir
değişiklik insülin dozlarında değişiklik yapmaya neden olabilir. Ayarlama gerekiyorsa, ilk
dozda ya da insülin lispro ile tedaviye başlandıktan sonraki haftalarda veya aylarda yapılır.
39

İnsülin lispro uzun etkili bir bazal insülinle karıştırılırsa, şişenin uzun etkili insülinle
kontaminasyonunu önlemek için enjektöre önce insülin lispro çekilir.

Kan glukozu çok düzelen hastalarda (yoğun insülin tedavisi ile) hipogliseminin bazı ya da tüm
uyarıcı belirtileri ortadan kalkobilir, hastalar bu duruma karşı uyarılmalıdırlar.

Hayvan kaynaklı insülinden insan kaynaklı insüiine geçtiğinde hipoglisemik atak geçiren az
sayıda hasta, hipogliseminin erken uyarıcı semptomlarının daha az belirgin ya da ilk
kullandıkları insülinle yaşadıklarından farklı olduğunu bildirdiler. Düzelmemiş hipoglisemi
veya hiperglisemi ciddi tıbbi sorunlara neden olabilir.

İnsülin gereksinimi renal veya hepatik bozukluk hallerinde düşebilir.

İnsülin gereksinimi hastalıkta veya emosyonel bir bozuklukta artabilir.

Hasta alışageldiği diyetini değiştiriyorsa, normal rutinin dışında bir fiziksel aktivitede
bulunuyorsa doz ayarlaması gerekebilir.

İnsülin gereksinimi; oral kontraseptifler, kortikosteroidler, tiroid replasman tedavisi, danazol,
ve 6-2 stimulanları gibi hiperglisemik aktivitesi olan ajanlarla artabilir.

İnsülin gereksinimi; oral hipoglisemikler, salisilatlar, sülfa antibiotikleri, bazı antidepresanlar,
bazı anliotensin dönüştürücü enzim inhibitörleri, beta blokerler, oktreotid ve alkol gibi
hipoglisemik aktivitesi olan ilaçların varlığında azalabilir.

İnsülin lispro hayvan insülinleriyle karıştırılmamalıdır.
Hamilelikte İnsülin Lispro

Hamilelikte insülin lispro kullanımına dair ciddi bir deneyim bulunmamaktadır. Diabeti olan
hamilelerde glukoz kontrolünün ve genel sağlığın dikkatle izlenmesi gereklidir.
40
MATERYAL VE METOD
Çalışmaya Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Diabet polikliniğine 2003-2004 yılları arasında
başvuran ve yeni tespit tip 2 diabet tanısı almış olan hastalar alındı.
Çalışmamız, tek merkezli,
randomize, açık, prospektif bir çalışma olarak planlandı. Hastalar iki gruba ayrılarak birinci gruba OAD,
ikinci gruba ise yemek zamanı 3 kez hızlı etkili insülin analoğu ve yatarken bir kez NPH insülin
uygulandı.
HbA1c >%7 olan 10 hasta başvuru sırasına göre randomize edilerek ve hastalardan yazılı olur
onayı alınarak (iyi klinik uygulamalarda ‘International Committee of Harmonitation Good Clinical
Practice’ belirtilen esaslar doğrultusunda ) çalışmaya alındı ve altı hafta süreyle izlendi. Hastalara tedavi
başlamadan önce ve 6 hafta sonunda;
-AKŞ : end point kalorimetrik yöntem ile,
-TKŞ(1.saat): end point kalorimetrik yöntem ile,
-Bazal C-peptit düzeyleri. Radyoimmunassay yöntemi ile intraassay CV %3.1, interassay CV %5.2
(İmmunotech C-Peptide Kit, Marseille, Cedex, france),
-Glukagonla uyarılmış c-peptid düzeyleri(6.dakika),
-Proinsülin(0.dk ve 6. dk): İntrassay CV %4.3, Interassay CV %5.5, Low detectibl limit: 0.5 p/mol/L
(Immuno Biological Laboratieries. Hamburg, Germany ),
-HbA1C : İmmunotirbüdimetrik yöntem ile ,
41
-Üre, kreatinin: Otoanalizörde kalorimetrik yöntem ile,
-Kolesterol, trigliserit,LDL,HDL: end point kalorimetrik yöntem ile ölçüldü.
-BMI’leri bakıldı. (kg/m2( vücut ağırlığının kg cinsinden değerinin, vücut yüzey alanının m2 cinsinden
değerine bölünmesi ile elde edilir.
Test Uygulamaları:
-Glukagon testi; Testler için Glukagon Hypokit (Novo Nordisk, Copenhagen, Denmark) kullanıldı.
Hastalara sabah 1 gece açlık sonrası (hastalara o gece ve sabah insülin yapılmadı) Proinsülin ve C-peptit
için glukagon öncesi örnekler alındı. 1 mg IV glukagon sonrası 6. dakikada testler tekrar edildi.
Hastalar: Yeni tanı konmuş toplam 20 tip 2 Diabetes Mellituslu hasta randomize edildi. 10 hasta insülin
grubuna alınırken, 10 hasta OAD grubuna alındı. İnsülin grubuna 3 kez hızlı etkili insülin analoğu
(Insülin Lispro (Humolog Penfill, Lilly, USA) ve geve NPH (Humulin N penfill, Lilly, USA) verildi.
OAD grubuna glimeprid 2 mg 8Amaryl 2 mg, Aventis, France) başlandı.
Alınma Kriterleri:
1.Yeni tanı almış Tip II Diabetes Mellitus
2.Diabetik komplikasyon oluşmamış
3.BMI ≤ 35
4.HbA1c ≥ % 7
5.Yaş < 60
6.C -peptid>3.5ng/ml
Dışlama Kriterleri:
1.Herhangi bir düzeyde renal yetersizlik
2. Herhangi bir düzeyde hepatik yetersizlik
42
3.Kalp Yetersizliği
4.Alkolizm
5.Malignite
6.Kronik enfeksiyonlar
7.Astma Bronşiale
Proinsülin düzeyi bakılırken, “IBL(Immuno-Biologiacl Laboratreies) Proinsulin ELISA” kiti
kullanıldı. Proinsülin < 9.4 pmol/L ise normal olarak kabul edildi.
C-peptid düzeyi ise “Immunotech C-peptide” kiti ile radioimmunassay yöntemi ile belirlendi. Cpeptid bazal düzeyinin bazal değerleri 0,48-3,80 ng/mL arasında normal olarak değerlendirildi.
HbA1c düzeyi mikrokolon yöntemi ile bakılarak %4.00-6.00 değerleri normal sınırlarda kabul
edildi.
Diğer biyokimyasal parametreler biyokimya otoanalizatöründe bakılarak referans aralıkları ve birimleri
aşağıdaki tablodaki gibi değerlendirildi..
Tablo 6. Biyokimyasal parametrelerin normal değerleri
TEST
GLUKOZ / AÇLIK
Birim
mg/dL
Minimum
75.0
Maksimum
110.0
GLUKOZ / TOKLUK
mg/dL
75.0
140.0
BUN
mg/dL
7.0
18.0
ÜRE
mg/dL
15.0
45.0
KREATİNİN
mg/dL
Erkek0.70
1.40
KREATİNİN
mg/dL
Kadın 0.6
1.20
T.KOLESTEROL
mg/dL
<200
HDL-KOLESTEROL
mg/dL
>35
LDL-KOLESTEROL
mg/dL
<160
TRİGLİSERİD
mg/dL
<150
,
43
Hastalarda insülin öncesi ve insülin tedavisi sonrasında beta hücre rezervi değerlendirildi 0 ve
6.hafta sonunda elde edilen veriler toplanarak karşılaştırılarak ve aynı zamanda aralarındaki ilişki
değerlendirildi. Hastalarda insülin analoglarının Beta hücre rezervi üzerine olan etkinliği değerlendirildi.
Bunun için SPSS 11.0 programında mann-whıtney u ve chı-square testleri kullanıldı. p<0.05 değeri
anlamlı olarak kabul edildi.
BULGULAR
Tablo 7. Her iki grup hastanın cinsiyetlerinin karşılaştırılması
CİNSİYET
Total
KADIN ERKEK
N
5
5
10
OAD
%
50.0%
50.0%
50.0%
N
5
5
10
İNSÜLİN
%
50.0%
50.0%
50.0%
Tablo 8. Her iki grup hastaların yaşlarının karşılaştırılması
G
R
U
P
O
A
D
İ
N
S
Ü
L
İ
N
YAŞ
Ortalama
S. Sapma
Minimum
Maximum
N
Ortalama
S. Sapma
Minimum
Maximum
46.5000
11.5398
32.00
66.00
10
56.6000
12.4025
38.00
74.00
N
10
P değeri
0.096
Her iki grup hastanın cinsiyet ve yaş dağılımında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmamıştır.
Tablo 9. Grup I ve Grup II hastaların proinsülin değerlerinin karşılaştırılması
Tedavi
Başlangıcı
Tedavi sonu
44
PROİNS
PROİNS
PROİNS
PROİNS
BAZAL UYARILMIŞ BAZAL UYARILMIŞ
GR
UP
Ortalama
14.9100
24.3500
8.3400
10.9100
S. Sapma
6.1535
9.2969
3.3090
4.1423
Minimum
3.20
8.90
1.80
5.20
Maximum
25.90
37.10
12.50
18.10
N
10
10
10
10
Ortalama
10.6500
15.6300
6.4300
9.9050
S. Sapma
5.1571
6.9811
7.3376
9.3497
Minimum
2.30
3.30
.10
.44
Maximum
17.70
24.30
22.90
30.10
O
A
D
İ
N
S
Ü
L
İ
N
N
P değeri
10
10
10
10
0.071
0.049
0.174
0.273
Tablo 10. Grup I ve Grup II hastaların c-peptid değerlerinin karşılaştırılması
Tedavi Başlangıcı
G
R
U
P
CPEP
BAZAL
CPEP
UYARILMIŞ
Tedavi sonu
CPEP
BAZAL
CPEP
UYARILMIŞ
45
Ortalama
0.057
S. Sapma
0.049
Minimum
.02
Maximum
.19
N
10
Ortalama
.1610
S. Sapma
.2989
Minimum
.01
Maximum
.98
O
A
D
İ
N
S
Ü
L
İ
N
N
P değeri
.1670
.1216
.05
.40
10
.3490
.6225
.01
2.06
.1150
.2340
0.09217
.2182
.02
.01
.34
.73
10
10
.7480
1.3340
.7702
1.4137
.19
.39
2.60
4.91
10
10
10
10
0.760
0.909
0.001
0.001
Her iki grup karşılaştırıldığında proinsülin düzeylerinde glukagon verilmesinden 6 dk sonra
insülin grubunda anlamlı olarak artmış, diğer ölçümlerde istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmamıştır.
C-peptid düzeylerinde ise, 6. haftaki ölçümlerin her ikisinde de insülin lehine anlamlı artış
görülürken, diğer ölçümlerde anlamlı fark görülmemiştir.
Tablo 11. Grup I ve Grup II hastaların HbA1c, BMI, AKŞ, TKŞ değerlerinin karşılaştırılması
G
R
U
P
O
A
D
İ
N
S
Ü
L
İ
N
HbA1C. 0
hafta
HbA1c. 6.
hafta
BMI. 0.
hafta
BMI. 6.
hafta
AKŞ 0.
hafta
TKŞ 0.
hafta
AKŞ.6.
hafta
TKŞ.6.
hafta
Ortalama
S. Sapma
Minimum
Maximum
N
Ortalama
S. Sapma
Minimum
Maximum
8.1480
1.7701
5.95
10.95
10
10.2790
2.7466
7.25
15.40
6.7930
1.0409
5.23
8.32
10
7.7120
.8021
6.47
8.83
29.1000
5.0211
24.00
42.00
10
29.0500
3.5936
24.00
33.50
28.6000
5.1251
24.00
42.00
10
28.3000
3.5606
24.00
33.00
183.8000
69.7006
105.00
296.00
10
224.2000
60.3817
150.00
327.00
188.8000
81.3877
99.00
291.00
10
215.1000
59.5454
130.00
321.00
127.0000
34.5672
90.00
184.00
10
132.1000
33.4081
90.00
205.00
132.9000
27.6624
96.00
172.00
10
147.6000
39.0447
96.00
226.00
N
10
10
10
10
10
10
10
10
0.082
0.071
0.620
0.790
0.162
0.427
0.650
0.473
P değeri
46
Gruplar karşılaştırıldığında başlangıçta ve 6. haftadaki ölçümlerde hiçbir parametre açısından
anlamlı fark bulunmamıştır.
Tablo 12.a, b Grup I ve Grup II hastaların Üre, Kreatinin, kolesterol, LDL; HDL; Trigliserit değerlerinin
karşılaştırılması
Tablo 12 a.
G
R
U
P
O
A
D
İ
N
S
Ü
L
İ
N
URE 0.
hafta
URE 6.
hafta
Ortalama
S. Sapma
Minimum
Maximum
N
Ortalama
S. Sapma
Minimum
Maximum
27.2000
5.1164
17.00
33.00
10
26.3000
7.8038
17.00
38.00
27.4000
6.9314
15.00
40.00
10
27.2000
7.2080
17.00
36.00
.9800
.1619
.90
1.40
10
.9400
.1350
.70
1.10
.8500
.2759
.40
1.20
10
.9200
.1317
.70
1.10
216.0000
34.4867
163.00
281.00
10
211.0000
27.9563
174.00
254.00
N
10
10
10
10
0.570
0.940
0.803
0.591
P değeri
KREAT 0. KREAT 6. KOLEST 0. KOLEST 6.
hafta
hafta
hafta
hafta
LDL 0.
hafta
LDL 6.
hafta
193.9000
20.8244
166.00
227.00
10
199.5000
35.4941
151.00
262.00
128.9000
45.8995
12.00
183.00
10
132.6000
25.0874
98.00
174.00
125.4000
18.9103
93.00
160.00
10
133.6000
37.7542
83.00
198.00
10
10
10
10
0.677
0.940
0.821
0.850
Her iki grubun üre, ktreatinin, kolesterol ve LDL düzeylerinde anlamlı fark bulunmamıştır.
Tablo 12 b
G
R
U
P
O
A
D
İ
N
S
Ü
L
İ
N
HDL 0. hafta
HDL 6. hafta
TG 0. hafta
TG 6. hafta
Ortalama
S. Sapma
Minimum
Maximum
N
Ortalama
S. Sapma
Minimum
Maximum
41.7000
10.9245
34.00
73.00
10
36.6000
5.1251
30.00
45.00
41.0000
8.5635
32.00
55.00
10
37.4000
6.5354
29.00
54.00
169.5000
80.5623
57.00
296.00
10
195.6000
85.1237
85.00
395.00
134.0000
58.0383
51.00
232.00
10
148.0000
59.4549
65.00
266.00
N
10
10
10
10
0068
0.395
0.597
0.705
P değeri
Her iki grubun HDL ve trigliserit ölçümleri karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı fark
görülmemiştir.
47
40
30
20
PROINSILUN 0
Mean +- 2 SE
10
PROINSILUN 1
0
PROINSILUN 2
-10
PROINSILUN 3
N =
10
10
10
10
OAD
10
10
10
10
INSILUN
Şekil 4. Gruplar arası proinsülin değerleri
2.5
2.0
1.5
Mean +- 2 SE
1.0
C-PEPTID 0
.5
C-PEPTID 1
0.0
C-PEPTID 2
-.5
N =
C-PEPTID 3
10
10
10
10
10
OAD
İNSÜLİN
10
10
10
INSULIN
OAD
Şekil 5. Gruplar arası C-peptid değerleri
48
13
12
11
10
9
Mean +- 2 SE
8
7
Hb A1 C
0
Hb A1 C
6
6
5
N =
10
10
10
OAD
10
INSULIN
Şekil 6. Gruplar arası HbA1C değerleri
Tablo 13. OAD grubunun pronsülin değerlerinin kendi içinde karşılaştırılması
OAD GRUBU
PROİNS. TEDAVİ
PROİNS. TEDAVİ
ÖNC. 0. DK.
ÖNC.6. DK.
PROİNS. TEDAVİ ÖNC. PROİNS. TEDAVİ SON
0. DK.
0. DK.
PROİNS. TEDAVİ
PROİNS. TEDAVİ SON
ÖNC.6. DK.
6. DK
PROİNS. TEDAVİ SON PROİNS. TEDAVİ SON
0. DK.
6. DK
ORTALAMA FARK
STD. SAPMA
P
-4.9800
3.2908
0.440
4.2200
3.2908
0.580
5.7250
3.2908
0.319
-3.4750
3.2908
0.718
OAD grubunun kendi içinde karşılaştırılmasında proinsülin değerlerinde anlamlı fark bulunmamıştır.
Tablo 14. OAD grubunun C-peptid değerlerinin kendi içinde karşılaştırılması
OAD GRUBU
C PEPTİD TEDAVİ
C PEPTİD TEDAVİ
ÖNC. 0. DK.
ÖNC.6. DK
C PEPTİD TEDAVİ
C PEPTİD TEDAVİ
ÖNC. 0. DK.
SON 0. DK.
C PEPTİD TEDAVİ
C PEPTİD TEDAVİ
ÖNC.6. DK
SON 6. DK
C PEPTİD TEDAVİ
C PEPTİD TEDAVİ
SON 0. DK
SON 6. DK
ORTALAMA FARK
STD. SAPMA
P
-.1880
.3917
0.963
-.5870
.3917
0.449
-.9850
.3917
0.075
-.5860
.3917
0.450
49
OAD grubu kendi içinde karşılaştırıldığında başlangıç ile 6. haftadaki glukagonla uyarılmış değerler
arasında anlamlı fark gözlenmemiştir.
Tablo 15. OAD grubunun HbA1c değerlerinin kendi içinde karşılaştırılması
OAD GRUBUNDA
HbA1c TEDAVİ ÖNC.
Ortalama
S. sapma
Minimum
Maximum
N
HbA1c TEDAVİ SON
8.1480
1.7701
5.95
10.95
10
HB A1 C.0 – HB A1 C.6 karşılaştırması: p=0.013
6.7930
1.0409
5.23
8.32
10
OAD grubu kendi içinde karşılaştırıldığında HbA1c düzeyi başlangıca göre istatistiksel olarak anlamlı
azalma göztermiştir.
Tablo 16. İnsülin grubunun pronsülin değerlerinin kendi içinde karşılaştırılması
İNSÜLİN GRUBU
PROİNS. TEDAVİ
PROİNS. TEDAVİ
ÖNC. 0. DK.
ÖNC.6. DK.
PROİNS. TEDAVİ ÖNC. PROİNS. TEDAVİ SON
0. DK.
0. DK.
PROİNS. TEDAVİ
PROİNS. TEDAVİ SON
ÖNC.6. DK.
6. DK
PROİNS. TEDAVİ SON PROİNS. TEDAVİ SON
0. DK.
6. DK
ORTALAMA FARK
STD. SAPMA
P
-8.4400
2.7605
0.021
7.5700
2.7605
0.045
13.4400
2.7605
0.0001
-2.5700
2.7605
0.788
İnsülin grubu kendi içinde tedavi öncesi ve sonrasında, 0. ve 6. dakika proinsülin düzeyleri
açısından karşılaştırıldığında; tedavi öncesi 0. ve 6. dakikalar, tedavi öncesi 0 ve tedavi sonrası 0.
dakikalar ve tedavi öncesi 6. ve tedavi sonrası 6. dakikalar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark
bulunmuştur.
Tablo 17. İnsülin grubunun C-peptid değerlerinin kendi içinde karşılaştırılması
İNSÜLİN GRUBU
ORTALAMA FARK
50
STD. SAPMA
P
C PEPTİD TEDAVİ
ÖNC. 0. DK.
C PEPTİD TEDAVİ
ÖNC. 0. DK.
C PEPTİD TEDAVİ
ÖNC.6. DK
C PEPTİD TEDAVİ
SON 0. DK
C PEPTİD TEDAVİ
ÖNC.6. DK
C PEPTİD TEDAVİ
SON 0. DK.
C PEPTİD TEDAVİ
SON 6. DK
C PEPTİD TEDAVİ
SON 6. DK
-.1100
0,0605
-0,058
0,0605
0.036
-0,067
0,0605
0.048
-0.1190
0,0605
0.029
0.042
İnsülin grubu C-peptid düzeyleri açısından kendiiçinde karşılaştırıldığında tüm karşılaştırmalar
açısından istatistiksel olarak fark saptanmıştır.
Tablo 18. İnsülin grubunun HbA1c değerlerinin kendi içinde karşılaştırılması
İNSÜLİN GRUBUNDA
HbA1c TEDAVİ ÖNC.
Ortalama
S. sapma
Minimum
Maximum
N
HbA1c TEDAVİ SON
10.2790
2.7466
7.25
15.40
10
HB A1 C.0 – HB A1 C.6 karşılaştırması: p=0.005
7.7120
.8021
6.47
8.83
10
İnsülin grubu kendi içinde karşılaştırıldığında HbA1c düzeyi başlangıca göre istatistiksel olarak
anlamlı azalma göztermiştir.
TARTIŞMA
Bizim bu klinik çalışmada bulduğumuz en önemli sonuç, tip 2 diyabetik hastalarda başlangıç
tedavisi olarak insülin seçildiğinde sülfonilüre tedavisine kıyasla beta hücre rezervi daha iyi korunmuştur.
Bunun yanı sıra her 2 tedavi seçeneği de hastaların metabolik kontrolünü başlangıç düzeylerine göre
tedavi sonunda başarılı şekilde sağlamışlardır.
Bizim çalışmamızda insülin alan grupta, OAD alan gruba göre, tedavi öncesinde beta hücre
reservini gösteren parametreler açısından herhangi bir fark yokken, tedavi sonrasında proinsülin
düzeylerinde anlamlı fark tespit edilememiş ancak C-peptid düzeylerinde insülin grubunda OAD grubuna
göre istatistiki olarak anlamlı artış gözlenmiştir. Bu artış tedavi sonrasınnda hem bazal C-peptid düzeyleri
51
arasında hem de glukagonla uyarılmış C-peptid düzeyleri arasında saptandı. Tedavi öncesi bazal C-peptid
ortalaması OAD grubunda 0.057 ng/mL, insülin grubunda 0.161 ng/mL tespit edilmiş(p>0.05), tedavi
sonrasında ise OAD grubunda 0.115 ng/mL, insülin grubunda 0.748 ng/mL bulunmuştur(p=0.001).
Metabolik kontrol açısından değerlendirildiğinde ise insülin grubunda HbA1c tedavi başlangıcında %
10.279 iken tedavi sonrasında %7.712’ye düştü ve bu düşüş istatistiksel olarak anlamlı idi(p=0.005).
OAD grubunda ise tedavi başlangıcında HbA1c düzeyi tedavi başlangıcında %8.148 iken tedavi
sonrasında %6.793’e düştü ve bu düşüş istatistiksel olarak anlamlı idi(p=0.013).
Tip 2 diyabetli hastalarda insülin tedavisi ile ilgili olarak uygulanan genel yaklaşım, önce bir oral
antidiyabetik kullanıldıktan sonra bu ilaçlara karşı sekonder yetersizlik geliştikten sonra insülin tedavisine
başlamak şeklindedir. UKPDS çalışması da diğer tedavi alternatifleri ile insülin tedavisini
karşılaştırdığında, insülin lehine bir sonuca ulaşamamıştır(27). Bu gözlemle tip 2 diyabetik hastalarda
erken insülin tedavisine başlamaya karşı kullanılan temel argümanları destekler nitelikte olmuştur. Ancak
Alvarsson ve arkadaşları(28) yeni tanı konulmuş tip 2 diyabetik hastalarda insülinle oral antidiyabetik
tedaviyi karşılaştırdıkları çalışmalarında yukarıda bahsedilen argümanların aksine erken başlanan insülin
tedavisinin geleneksel sülfonilüre tedavisine kıyasla gerek endojen insülin sekresyonu, gerekse metabolik
kontrol açısından daha üstün olduğunu göstermiştir. Bu çalışmada günde iki kez uygulanan premixinsülin (%30 solubl ve %70 NPH insülin, mixtard 30/70; Novo Nordisk, Cophenhagen, Denmark)
kullanlımış olup, bizim çalışmamız bu alanda insülin preperatı olarak 3x lyspro insülin ve 1x NPH insülin
protokolü ile özgün bir çalışmadır.
Tip 2 diyabetik hastalara insülin tedavisinin gerekliliği ve eğer başlanacaksa zamanı konusundaki
tartışmalar yıllardan beri sürmektedir. Tip 1 diyabetik hastalarda mikrovasküler komplikasyonların
gelişmesi ve ilerlemesinin altında yatan en önemli faktör yıllar boyu devam eden yüksek glikoz
düzeyleridir. Bunun tip 2 diyabet için de doğru olduğu hem epidemiyolojik analizler hem de klinik
çalışmalar ile gösterilmiştir(29, 30). Yüksek kan glikoz düzeylerinin makrovasküler hastalık riskini de
52
arttırabileceği gösterilmiştir(31). Geleneksel oral tedavi yöntemleri, glisemik kontrolü arzu edilen
düzeylere indirmekte yetersiz kalmakta ve bu amaçla insülin tedavisi kullanılması gerekmektedir. Bunun
yanısıra insülin tedavisi ile glisemik kontrolün yanında beta hücre rezervinin korunabilmesi de tip 2
diyabetik hastalarda insülin tedavisinin önemini arttıran bir faktördür.
Birkeland ve arkadaşları(32) tip 2 diyabetik hastalarda 42 aylık bir tedavi periyodunda insülin ile
OAD’yi karşılaştırdıkları randomize kontrollü çalışmalarında insülin tedavisi ile hipergliseminin
kontrolünün daha etkili bir şekilde sağlandığını ve bir kez glisemik kontrol sağlandıktan sonra 42 ay
boyunca bir daha bozulmadığını saptamışlardır. Ayrıca bu çalışmada OAD kullanılan hastaların 2/3’ü
daha sonradan yetersiz glisemik kontrol nedeniyle insülin tedavisi almak zorunda kalmıştır. Bizim
çalışmamızda her iki grup için de takip süresi 6 hafta olup her iki tedavi yöntemiyle de metabolik kontrol
sağlanmıştır. Daha sonradan metabolik kontrolde gelişebilecek bozulmaların tayini için bu takip süresi
yeterli değildir.
Kan glikozu iki yolla elde edilir. Birincisi bağırsaklardan emilen karbonhidratlardan ikincisi ise
karaciğerde doğrudan üretimdir. Gerek mevcut, gerekse artmış kan glikoz düzeyleri insülin salınımını
uyarır(33). Postprandiyal glikoz salınımını öğünler arasında karaciğerden üretilenden 20-30 kat daha
fazladır. Faz 1 insülin salınımı, 10 dakika sürer, hepatik glikoz üretimini baskılar ve faz 2 insülin
salınımını kolaylaştırır. Faz 2 insülin salınımı ise 2 saat sürer ve öğün zamanındaki karbonhidratlar
üzerine etkilidir. Öğünler arasında çok düşük düzeyde salınan insülin, bazal insülin olarak da adlandırılır
ve diğer metabolik ihtiyaçları karşılar. Normal beta hücresi kan glikoz düzeylerine lineer bir biçimde yanıt
verir. Bu yanıtın eğrisi açlıktan sonra daha diktir ve yüksek glikoz düzeyleri uzun süre devam ederse bu
yanıt eğrisi düzleşir. Bu şekilde glikoz düzeylerine yanıtın kaybına beta hücre yorgunluğu veya glikoz
toksisitesi denir(34). Bu durum diyabetin erken dönemlerinde geriye döndürülebilir.
Tip 2 diyabette faz 1 salınım yoktur ve faz 2 salınım da gecikmiş veya yetersizdir. Normal
insanlarda öğün zamanında görülen insülin salınımındaki keskin pikler tip 2 diyabette gecikmiş, uzamış
53
ve yetersizdir. Tanı ve tedaviden önce beta hücresi insülin direncini kompanse edebilmek için aşırı insülin
üretir, fakat sonradan beta hücresinde amiloid biriktiği için insülin üretimi azalır(35).
Klinik olarak tip 2 diyabet teşhis edildiğinde normal beta hücre fonksiyonunun %50’si kayba
uğramıştır. UKPDS çalışması göstermiştir ki, geriye kalan %50’de diğer tedavi yöntemleriyle yıllar
içerisinde azalmaktadır(36). Tüm bu nedenlerle beta hücre fonksiyonunun korunabilmesi tip 2 diyabetin
klinik gelişimi açısından hayati öneme sahiptir.
Beta hücre fonksiyonu endojen insülinin pulsatil salınım göstermesi ve kısa yarı ömre sahip olması
(6-7 dk.) nedeniyle, endojen insülin düzeylerine bakılarak sağlıklı bir şekilde değerlendirilemez. Beta
hücre fonksiyonunu değerlendirmede daha uygun bir yöntem endojen insülin üretiminin bir başka
göstergesi olan ve daha uzun yarı ömre sahip (30 dk.) C-peptid düzeylerine bakılmasıdır. Bununla birlikte
düşük C-peptid düzeyi bulunması, hastada beta hücre fonksiyonu kaybı mı, yoksa geri dönüşümlü glikoz
toksisitesi mi olduğunu ayırt etmede yeterince yardımcı olmaz.
Diyabetik hastalarda, herhangi bir tedavinin insülin sekresyonu üzerine olan etkisi konusunda
hükme varmak için, uygulanan testlerin güvenilir olması ve standardazisyonunun uygun olması
gerekmektedir. C-peptid-Glukagon testi insülin sekresyonunu
belirlemek amacıyla kullanılan testler
arasında en standardize testtir(37). Uzun yıllardır bir çok açıdan geçerliliği kanıtlanmıştır(38-41). Biz de
güvenilir olması ve standardizasyonunun tam olarak sağlanmış olması nedeniyle beta hücre rezervinin
değerlendirilmesinde glukagonla uyarılmış C-peptid yöntemini çalışmamızda kullandık. C-peptidGlukagon testi, sülfonilüreler veya diğer antidiyabetik ilaçlarla sürdürülen tedaviler esnasında
gerçekleştirilir. Bu ilaçlar, aynı zamanda endojen insülin sekresyonunu da etkilerler. Sülfonilüreler ile
tedavi edilen hastaların her yıl %5-10’unda sulfonilüre yetersizliği gelişmektedir.
Palmer ve arkadaşları(42) beta hücre rezervinin korunmasının diyabetik hastalarda yaşam kalitesi,
yaşam beklentisi ve komplikasyonların maliyeti üzerine olası etkilerini inceledikleri çalışmalarında CORE
(Center for Outcomes Research) diyabet modeli adını verdikleri, model aracılığı ile sonuçları
54
yorumlamışlardır. Bu modelde bir grup yeni tanı konulan tip 2 diyabetik hasta tıpkı UKPDS
çalışmasındaki gibi HbA1C de tipik bir artış göstermiş, modellenen diğer grupta ise beta hücre
fonksiyonu stabil kalacak şekilde HbA1c sabit olarak kurgulanmıştır. Buna göre pankreatik beta hücre
fonksiyonu sabit tutulduğunda 50 yıllık bir zaman diliminde tip 2 diyabetik hastaların yaşam beklentisi ve
yaşam kalitesi artmakta, buna karşılık komplikasyonların maliyetleri azalmaktadır.
Tip 2 diyabet ilerleyici bir hastalıktır. Tanı konulduğunda yıllar öncesinden hastalığın başladığı
bilinmektedir. ABD’de halihazırda tanı konulmuş olan 10 milyon hastanın yanında 5 milyon da tanı
konulmamış tip 2 diyabetiğin var olduğu tahmin edilmektedir(43). Şurası bilinmektedir ki, tip 2 diyabet
saptandığında hastaların çoğu son 5-10 yıldır hiperglisemik seyretmekte ve mikro-makrovasküler
komplikasyonlar gelişmiştir(44). Örneğin; Harris ve arkadaşları(45) yaptıkları klinik çalışmada
göstermişlerdir ki, diyabet tanısı konulmadan yıllar önce dahi retinopati gelişmektedir. ABD ve
Avusturalya toplumlarında tanı anında retinopati sıklığını araştıran Harris ve arkadaşları bu sıklığı,
ADB’de %20.8, Avusturalya’da %9.9 bulmuşlardır. Retinopati prevelansı ile diyabet süresi arasında
lineer bir ilişki bulunduğundan dolayı bu analizden yola çıkarak araştırıcılar Amerikan diyabetiklerinde
tanıdan 6.5 yıl önce, Avusturalya’lı diyabetiklerde ise tanıdan 4.2 yıl önce diyabetin başladığını tahmin
etmişlerdir.
Tanı anında diyabetik hastaların yaklaşık %50’sinde diyabete bağlı organ hasarı gelişmekte(46),
dahası aşikar hiperglisemi gelişene kadar beta hücrelerinin sekretuar fonksiyonları şiddetli bir şekilde
hasara uğramıştır(47).
Diyabetin etiyolojisi, patogenezi ve ilerleyici yapısını göz önünde bulunduran araştırıcılar, yeni
tanı konulmuş tip 2 diyabetik hastalara erken girişimde bulunulmasının beta hücre fonksiyonundaki
ilerleyici kaybı önleyip önlemediğini ve elde edilen terapötik yanıtın sürdürülebilirliğinin mümkün olup
olmadığını belirlemek amacıyla klinik çalışmalar yürütmektedirler.
55
Tip 2 diyabeti tedavi etmek amacıyla her biri farklı etki mekanizmasına sahip birçok oral ajan
mevcuttur. Ancak uzun dönemli çalışmalar oral ajanların kan glikoz düzeylerini kontrol etmekte başarısız
olduklarını göstermiştir. UKPDS den alınan 6 yıllık bir çalışmada yeni tanı konulmuş tip 2 diyabetik
hastalar sülfonilüre, metformin veya insülin tedavileri almak üzere randomize edilmiştir(48). Yine
UKPDS’den alınan bir başka çalışmada ise 9 yıllık bir süreç boyunca tek başına diyet, insülin, sülfonilüre
ve metformin tedavileri karşılaştırılmıştır(49). Her bir terapötik ajan sadece diyet alan grupla
karşılaştırıldığında hepsi de HbA1c’yi %7’nin altına düşürme açısından 2-3 kat başarılı olmuşlarsa da bu
kontrol zamanla bozulmuştur. Çalışmanın 3. yılında hastaların %50’si monoterapi ile bu hedefe
ulaşmışlarsa da 9. yılda bu oran %25’e düşmüştür. Sonuç olarak oral ajanların geleneksel kullanımı
özellikle de sülfonilüreler orta derecede insülin sekresyonuna sahip hastalarda ilk basamakta kullanım
açısından bir takım soru işaretleri taşımaktadır. Sülfonilüreler hızlı bir glisemik kontrol sağlamalarına
rağmen yıllar sonra etkinlikleri azalmaktadır(50). Ayrıca bu ajanlar pankreas üzerinde uzamış
insülinotropik etkiye sahip oldukları için prematür beta hücre yetersizliğini de indüklemektedirler.
UKPDS çalışmasında sülfonilüre ile tedavi edilen hastalarda beta hücre fonksiyonu ilk yılda artmasına
rağmen, daha sonradan hızla düşmüştür(50).
İlkova H ve arkadaşlarının (64) yaptığı bir çalışmada yeni tespit edilmiş diyete cevap vermeyen 13
tip 2 diyabetli hastaya 2 hafta boyunca devamlı yoğun insülin tedavisi uygulanmış, bu hastalardan 9’unda
daha sonra herhangi bir ilaç kullanılmadan yaklaşık 50 ay boyunca glisemik kontrol sağlanmıştır. Bunun
sonucunda diyetle tedaviye cevap vermeyen tip 2 diyabetli hastaların önemli bir kısmında kısa dönem
yoğun insülin tedavisi sonucu etkin bir cevap oluşmuştur. İlaç tedavisine gerek kalmaksızın uzun dönem
etkin glisemik kontrol sağlanmıştır.
İnsülin direncini kompanse etmek amacıyla pankreatik beta hücreleri daha fazla insülin üretme
yetenekleri hiperglisemi gelişimini etkilemektedir. Son yıllarda yapılan çalışmalar göstermiştir ki; beta
hücre fonksiyonu diyabetin erken dönemlerinde hatta bozulmuş glikoz toleransı döneminde bile
56
azalmaktadır (51, 52). Hastalığın gelişmesinden sonraki erken dönemlerde insülin tedavisi başlanması
endojen insülin sekresyonunun korunması açısından iyi bir seçenektir. Hızlı etkili insülin analogları,
örneğin lispro insülin yemekten 15 dk. önce uygulanır ve hızla etkiyerek postprandiyal kan glikozu
düzeylerini kontrol eder. Bu etkileri ile normal insülin salınımını taklit eder.
İnsülin lispro, tip 2 diabette öğün zamanı kan şekeri kontrollerini daha iyi sağlamak amacıyla son
zamanlarda geliştirilen bir ajandır. İnsülin lispro enjeksiyon bölgesinde hızla monomerik formuna
disosiye olur ve böylece, hızlı bir absorbsiyon oranı ve kısa bir etki süresine sahiptir(53). Human reguler
insülin ile kıyaslandığında, onun yarısı kadar bir sürede 2 kat daha fazla pik düzeye ulaşır, ayrıca etki de
regüler insülinden daha kısadır(53,54). Bu nedenle insülin lispro tedavisi ile daha çok postpirandial kan
şekeri yükseklikleri hedeflenmiş olur.
Lispro insülinle ilgili olarak günümüze değin birçok klinik çalışma gerçekleştirilmiş olmasına
rağmen bunların içinde çokuluslu ve çok merkezli olarak yapılan 4 büyük çalışma mevcuttur(55-58). Bu
çalışmalarda toplam 2300 diabetik hasta yeralmış ve insülin lispro ile öğün zamanı glisemik kontrol
incelenmiştir. Bu çalışmalar hem paralel hemde çapraz karşılaştırmalı olarak dizayn edilmişlerdir.
Çalışmaların süreleri 6-12 ay arasında değişmektedir. İnsülin lispro yemekten önceki 15 dakika içinde ve
regüler insülin ise yemekten 30-45 dakika önce uygulandı. Kan şekeri konsantrasyonları, yemekten önce
ve yemekten 1-2 saat sonra değerlendirildi. Benzer dozlarda, postpirandial plazma glukoz düzeyleri
regüler insüline kıyasla lispro insülin uygulanan hastalarda 27-45 mg/dL daha düşük bulunmuştur. Daha
küçük çaplı birtakım çalışmalarda da devamlı subkutan insülin infüzyonu (CSII) tedavisinde insülin lispro
kullanılmış ve benzer bulgular bulunmuştur(59-63).
Forst ve arkadaşları(64) erken tip 2 diyabetik hastalarda insülin lispro ile oral antidiyabetiği
etkinlik ve güvenlik açısından karşılaştırılmışlardır. 143 hastayı dahil ettikleri bu çok merkezli
çalışmalarında glukagonla uyarılmış C-peptid düzeyleri en az 0.4 nmol/L olan hastalar 26 hafta boyunca
lispro veya OAD almışlardır. Lispro tedavisi ile postprandiyal kan glikozu kontrolü daha iyi sağlanmıştır.
57
Bizim çalışmamızda insülin grubunda proinsülin seviyeleri başlangıca göre düşüş göstermiiştir.
Ancak bu düşüş OAD grubunda yoktur. Bu sonuca göre analog insülin tedavisi ile uygulanan intensif
insülin tedavisinin yeni başlangıçlı tip 2 diyabetiklerde beta hücre rezervini iyileştirdiği düşünülebilir.
Ancak bu durum OAD alanlarda gözlenmemektedir. Bu nedenle yeni tanı konulan hastalarda analog
insülinler iyi bir seçenektir.
Alvarsson ve arkadaşları(28) bizim çalışmamızla benzerlik gösteren ancak premix insülin ile
sülfonilüreyi karşılaştırdıkları çalışmalarında beta hücre fonksiyonu, glisemik kontrol ve yaşam kalıtesini
değerlendirmişlerdir. Çalışmaya adacık hücre antikoru negatif olan erken tip 2 diyabetik 39 hasta dahil
edilmiş olup, çalışma 2 yıldan uzun sürdürülmüştür. Çalışmada beta hücre rezervi bazal ve glukagonla
uyarılmış C-peptid ve proinsülin düzeylerine göre değerlendirilmiştir. Çalışmada varılan iki ana sonuçtan
birincisi, beta hücre fonksiyonu parametrelerinin insülin grubunda daha iyi korunduğu, ikincisi ise
başlangıçta metabolik kontroldeki iyileşme benzer düzeylerde sağlanmışken, insülin bu kontrol süreklilik
arz etmiş oysa OAD grubunda metabolik kontrol gittikçe bozulmuştur. İnsülin tedavisinin hiperlipidemiye
yol açtığı şeklinde genel bir kanı vardır(28). Bununla birlikte biz çalışmamızda insülin tedavisinin lipid
düzeylerini arttırmadığı sonucuna ulaştık. Bizim çalışmamızda da lipid düzeyleri gerek insülin grubunda
gerekse OAD grubunda başlangıca kıyasla tedavi sonunda anlamlı değişiklikler göstermemiştir. Yine kilo
alımı açısından da insülin tedavisi, OAD tedavisi alanlardan farklılık göstermemiştir. Bunun olası nedeni
erken tanı konan diyabetiklerde hastaların ihtiyaç duydukları ve uygulanan insülin dozlarının hastalığın
ileri dönemlerinde kullanılan insülin dozlarından daha az olmasıdır. Bizim çalışmamızda da BMI
açısından da tedavi öncesi ve sonrası arasında anlamlı değişiklikler kaydedilmemiştir. Araştırıcılar bu
sonuçlarla tip 2 diyabetik hastalarda başlangıç tedavisi olarak insülin seçildiğinde endojen insülin
sekresyonunun ve metabolik kontrolün geleneksel sülfonilüre tedavisine kıyasla daha iyi korunabildiği
kanaatine ulaşmışlardır. Bizim çalışmamızda elde ettiğimiz sonuçlar Alvarsson ve arkadaşlarının
sonuçları ile uyumluluk göstermektedir.
58
Sonuç olarak; tip 2 diyabetik hastalarda başlangıç tedavisi olarak analog insülin seçildiğinde
sülfonilüre tedavisine kıyasla beta hücre rezervi daha iyi korunmuştur. Bunun yanı sıra her 2 tedavi
seçeneği de hastaların metabolik kontrolünü başlangıç düzeylerine göre tedavi sonunda başarılı şekilde
sağlamışlardır. Bu nedenle yeni tanı konulan tip 2 diyabetik hastalarda analog insülinlerle uygulanan
intensif insülin tedavisi iyi bir seçenektir.
KAYNAKLAR
59
1. Altuntaş Y. Diabetes mellitus’un tanımı, tanısı ve sınıflandırması in: Yenigün M, Altuntaş Y(eds):
Her Yönüyle Diabetes Mellitus. Nobel Tıp kitabevi, İstanbul 2001; (1):51-63.
2. Yenigün M. Diabetes mellitus fizyopatolojisi in: Yenigün M, Altuntaş Y(eds): Her Yönüyle Diabetes
Mellitus. Nobel Tıp kitabevi, İstanbul 2001; (1):85-129.
3. Altuntaş Y. Tip 2 diabetes mellitus’un patogenezi in: Yenigün M, Altuntaş Y(eds): Her Yönüyle
Diabetes Mellitus. Nobel Tıp kitabevi, İstanbul 2001; (1):219-237.
4.
Dahl-Jorgensen K, Brinchmann-Hansen O, Hanssen KF et al. Effect of near normoglycaemia for two
years on progression of early diabetic retinopathy, nephropathy, and neuropathy: The Oslo Study.
BMJ 1986; 293: 1195-1199.
5. The Diabetes Control and Complications Trial (DCCT) Research Group. The effects of intensive
treatment of diabetes on the development and progression of long-term complications in insulindependent diabetes mellitus. N Engl J Med 1993; 329: 977-986.
6. Reichard P, Nilsson B-Y, Rosenquist U. The effect of long-term intensified insulin treatrnent on the
development of microvascular complications of diabetes mellitus. N Engl J Med 1993; 329: 304-309.
7. Wang PH, Lou 1, Chairners TC. Meta-analysis of effects af intensive blood glucose can trol on late
corn plications of type 1 diabetes. Lancet 1993; 341: 1306-1309.
8. Stephenson J, Fuller JH, on behalf of EURODIAB IDDM Complications Study Group. Microvascular
and acute complications in IDDM patients: the EURODIAB IDDM Complications Study.
Diabetologia 1994; 37: 278-285.
9. Krolewski AS, Laffel LMB, Krowlewski M, Quinn M, Warram JH. Glycosylated haemoglobin and
the risk of microalbuminuria in patients with insulin-dependent diabetes rnellitus. N Engl J Med 1995;
332: 1251-1255.
60
10. Uusitupa MIJ, Niskanen LK, Siitonen O, Voutilainen E, Pyörala K. Ten-year cardiovascular mortality
in relation to risk factors and abnormalities in lipoprotein composition in Type 2 (non insulin
dependent) diabetic and non diabetic subjects. Diabetologia 1993; 36: 1175-1184.
11. Kuusisto J, Mykkanen L, Pyörala K, Laakso M. NIDDM and its metabolic control predict coronary
heart disease in elderiy subjects. Diabetes 1994; 43: 960-967.
12. Binder C. Absorption of injected insulin: a clinical-pharmacological study. Acta Pharmacol Toxicol
1969; (Suppl 2) 27:1-84.
13. Gallaway JA, Spradlin CT, Nelson RL et al. Factors influencing the absorption, serum insulin
concentration and blood glucose responses after injections of regular insulin and various mixtures.
Diabetes Care 1981; 4: 366-376.
14. American Diabetes Association(ADA). Clinical Practice Recommendations. Position statement:
insulin administration. Diabetes Care 1995;18 (1 Suppl):29-32.
15. Lean MEJ, Ng LL, Tennison BR. Interval between insulin injection and eating in relation to blood
glucose control in adult diahetics. BMJ 1985; 290: 105-108.
16. Jorgensen LN, Nielsen FS. Timing of premeal insulins in diabetic patients on a multiple daily
injection regimen. A questionnaire study. Diabetologia 1990; 33: A 116.
17. Ciszak E, Beals JM, Baker JC, Carter ND, Frank BM, Smith GD. Role of C-terminal
B-chain
residues in insulin assembly: The structure of hexameric Lys(B28), Pro(B29)-human insulin. Structure
1995; 3: 615-622.
18. Brems DN, Alter LA, Beckage MJ, Chance RE, DiMarchi RD, Green LK. Altering the association
properties of insulin by amino acid replacement. Protein Eng 1992; 5(6): 527-533.
19. Howey DC, Bowsher RR, Brunelle RL, Woodworth JR. [Lys(B28), Pro(B29)]-human insulin. A
rapidly absorbed analogue of human insulin. Diabetes 1994; 43: 396-404.
61
20. Baker EN, Blundell TL, Cutfield JF, Cutfield SM, Dodson EJ, Dodson GG. The structure of 2 Zn pig
insulin crystals at 1.5 A resolution. Philos Trans R Soc Lond B Biol Sci 1988; 19: 369-456.
21. Brange J. Insulin preparations. In: Brange J, et al. Galenics of insulin: The “physico-chemical” and
pharmaceutical aspects of insulin and insulin preparations. Berlin, Springer-Verlag 1987; 17-31
22. Joseph SE, Korzon-Burakowska A, Woodworth JR, Evans M, Hopkins D, Janes JM, Arniel SA. The
action profile of lispro is not blunted by rnixing in the syringe with NPH insulin. Diabetes Care 1998;
21(12): 2098-102.
23. Clore I, Woodworth IR, Cerirnele BJ, Blackard WG, Kurtz D. Mixing insulin lispro (LP) with
ultralente (U) insulin does not result in decreosed or delayed LP absorption. Diabetes 1997; 46(1
Suppl): 150A.
24. Feingios MN, Thacker GH, English J, Bethei MA, Lane JD. Modification of postprandial
hyperglycemia with Insulin lispro improves glucose control in patients with type 2 diabetes. Diabetes
Care 1997; 20(10): 1539-1542.
25. Bastyr EJ, Johnson ME, Trautmann ME, Anderson JH, Vignati L. İnsulin iispro in the treatment of
patients with type 2 diabetes meiiitus after oral agent failure. Ciinical Theropeutics in press 1999;
11:35-39.
26.
Brodows R, .Schwortz S, .Stewart G, Zagar A, Graf G, Bastyr E. Combination of insulin Lispro (LP),
Metformin (MF), or Bedtime NPH (NPH) with su/fonylurea (SU) following secondary SU failure.
Diabetes 1999; 48(Supp 1): A 104.
27. UK Prospective Diabetes Study: Intensive blood-glucose control with sulphonylureas or insulin
compared with conventional treatment and risk of complications in patients with type 2 diabetes
(UKPDS 33). Lancet 352:837–853, 1998
28. Alvarsson M, Sundkvist G, Lager I, Henricsson M, Berntorp K, Fernqvist-Forbes E, Steen L,
Westermark G, Westermark P, Orn T, Grill V. Beneficial effects of insulin versus sulphonylurea on
62
insulin secretion and metabolic control in recently diagnosed type 2 diabetic patients. Diabetes Care.
2003 Aug;26(8):2231-7.
29. UK Prospective Diabetes Study (UKPDS) Group. Intensive blood-glucose control with
sulphonylureas or insulin compared with conventional treatment and risk of complications in patients
with type 2 diabetes (UKPDS 33). Lancet 1998; 352(9131): 854-61.
30. Ohkubo Y, Kishikawa H, Araki E et al. Intensive insulin therapy prevents the progression of diabetic
microvascular complications in Japanese patients with non-insulin-dependent diabetes mellitus: a
randomized prospective 6-year study. Diabetes Res Clin Pract 1995; 28: 103-17.
31. Laakso M. Glycemic control and the risk for coronary heart disease in patients with non-insulindependent diabetes mellitus. The Finnish studies. Ann Intern Med 1996;124:127-30.
32. K. I. Birkeland , U. Rishaug , K. F. Hanssen A2, S. Vaaler A2 NIDDM: a rapid progressive disease
Results from a long-term, randomised, comparative study of insulin or sulphonylurea treatment.
Diabetologia (1996) 39: 1629-1633
33. Kahn SE. The importance of the beta-cell in the pathogenesis of type 2 diabetes mellitus. Am J Med
2000;108(suppl 6a):2S-8S.
34. Glaser B, Cerasi E. Early intensive insulin treatment for induction of long-term glycaemic control in
type 2 diabetes. Diabetes Obes Metab 1999;1:67-74.
35. Polonsky KS, Given BD, Hirsch LJ, Tillil H, Shapiro ET, Beebe C, et al. Abnormal patterns of insulin
secretion in non-insulin-dependent diabetes mellitus. N Engl J Med 1988;318:1231-9.
36. U.K. prospective diabetes study 16. Overview of 6 years’ therapy of type II diabetes: a progressive
disease [published correction appears in Diabetes 1996;45:1655]. Diabetes 1995;44:1249-58.
37. Faber OK, Binder C: C-peptide response to glucagon: a test for the residual beta-cell function in
diabetes mellitus. Diabetes 26:605–610, 1977
63
38. Madsbad S, Sauerbrey N, Moller-Jensen B, Krarup T, Kuhl C: Outcome of the glucagon test depends
upon the prevailing blood glucose concentration in type I (insulin-dependent) diabetic patients. Acta
Med Scand 222:71–74, 1987
39. Gottsater A, Landin-Olsson M, Fernlund P, Gullberg B, Lernmark A, Sundkvist G: Pancreatic betacell function evaluated by intravenous glucose and glucagon stimulation: a comparison between
insulin and C-peptide to measure insulin secretion. Scand J Clin Lab Invest 52:631–639, 1992
40. Gjessing HJ, Reinhold B, Pedersen O: The effect of chronic hyperglycaemia on the islet B-cell
responsiveness in newly diagnosed type 2 diabetes. Diabet Med 9:601–604, 1992
41. Berger B, Stenstrom G, Sundkvist G: Random C-peptide in the classification of diabetes. Scand J Clin
Lab Invest 60:687–693, 2000
42. Andrew J. Palmera, Stéphane Rozea, William J. Valentinea, Michael E. Minshallb, Morten
Lammerta, Alan Oglesbyc, Clarice Hayesc and Giatgen A. Spinasd What Impact Would Pancreatic
Beta-cell Preservation Have on Life Expectancy, Quality-adjusted Life Expectancy and Costs of
Complications in Patients with Type 2 Diabetes? A Projection Using the CORE Diabetes Model
CURRENT MEDICAL RESEARCH AND OPINION® VOL. 20, SUPPL 1, 2004, S59–S66
43.
American Diabetes Association. Diabetes Facts and Figures. http://www.diabetes.org/ada/facts.asp.
Accessed November 21, 2000.
44. UK Prospective Diabetes Study Group. Cost effectiveness analysis of improved blood pressure
control in hypertensive patients with type 2 diabetes: UKPDS 40. BMJ 1998; 317:720-6.
45. UK Prospective Diabetes Study Group. Cost effectiveness of an intensive blood glucose control policy
in patients with type 2 diabetes: economic analysis alongside a randomised controlled trial. UKPDS
41. BMJ 2000; 320:1373-8.
64
46. United Kingdom Prospective Diabetes Study Group. UK Prospective Diabetes Study 6. Complications
in newly diagnosed type 2 diabetic patients and their association with different clinical and
biochemical risk factors. Diabetes Res. 1990;13:1-11.
47. Polonsky KS, Sturis J, Bell GI. Seminars in medicine of the Beth Israel Hospital, Boston. Noninsulin-dependent diabetes mellitus -- a genetically programmed failure of the beta cell to compensate
for insulin resistance. N Engl J Med. 1996;334:777-783.
48. United Kingdom Prospective Diabetes Study Group. United Kingdom Prospective Diabetes Study 24:
a 6-year, randomized, controlled trial comparing sulfonylurea, insulin, and metformin therapy in
patients with newly diagnosed type 2 diabetes that could not be controlled with diet therapy. Ann
Intern Med. 1998;128:165-175.
49. Turner RC, Cull CA, Frighi V, Holman RR. Glycemic control with diet, sulfonylurea, metformin, or
insulin in patients with type 2 diabetes mellitus: progressive requirement for multiple therapies
(UKPDS 49). UK Prospective Diabetes Study (UKPDS) Group. JAMA. 1999;281:2005-2012.
50. United Kingdom Prospective Diabetes Study Group. UK prospective diabetes study 16. Overview of 6
years' therapy of type II diabetes: a progressive disease. Diabetes. 1995;44:1249-1258.
51. Weyer C, Bogardus C, Mott DM, Pratley RE. The natural history of insulin secretory dysfunction and
insulin resistance in the pathogenesis of type 2 diabetes mellitus. J Clin Invest. 1999;104:787-794.
52. Kahn SE. The importance of the beta-cell in the pathogenesis of type 2 diabetes mellitus. Am J Med.
2000;108(suppl 6a):2S-8S.
53. Bowsher RR, Brunelle RL, Woodworth JR. [Lys(B28), Pro(B29)]-human insulin. A rapidly absorbed
analogue of human insulin. Diabetes 1994; 43: 396-404.
54. Tuominen JA, Karonen SL, Melamies L, Bolli G, Koivisto VA. Exercise induced hypoglycemia in
IDDM patients treated with a short acting insulin analogue. Diabetologia 1995; 38: 106-111.
65
55. Anderson JH jun. Brunele RL, Koivisto VA, Trautmann ME, Vignati L, DiMarchi R. Improved
mealtime treatment of diabetes mellitus using an insulin analoge. Multicente insulin Lispro Study
Group. Clin ther 1997; 19: 62-72.
56. Anderson JH jun. Brunelle RL, Koivisto VA, et al. Reduction of postprandial hyperglycemia and
frequency of hypoglycemia in IDDM patients on insulin analog treatment. Diabetes 1997; 46: 265-70.
57. Anderson JH jun. Brunelle RL, Keohane P, et al. Insulin analoge improves mealtime treatment of
NIDDM patients. Arch Intern Med 1997; 157: 1249-55.
58. Holcombe J, Zalani S, Arora V. Comparative study of insulin lispro and regular human insulin in 481
adolescants with type 1 diabetes. Diabetologia 1997; 40: suppl 1, A344.
59. Zinman B, Tildesley H, Chiasson J-L, Tsui E, Strack T. Insulin lispro in CSII: results of a doubleblind cross-over study. Diabetes 1997; 46: 440-43.
60. Hanaire H, Bringer J, Lassman-Vaque V, et al. Improvenet of HbA1c
without increasing
hypoglycemia risk in diabetic patients treated with insulin lispro in external pumps. Diabetologia
1997; 40: suppl 1, A10.
61. Garg SK, Anderson J, Gerard L, Chase P. Impact of Humalog on HbA1c values in insulin pump users.
Diabetes 1999; 48: suppl 1, A224.
62. Melki V, Renard E, Lassmann-Vague V, et al. Improvenet of HbA1c and blood glucose stability in
IDDM patients treated with lispro insulin analog in external pumps. Diabetes Care 1998; 21: 977-82.
63. Forst T, Eriksson JW, Strotmann HJ, Bai S, Brunelle R, Gulliya KS, Gack S, Gudat U. Metabolic
effects of mealtime insulin lispro in comparison to glibenclamide in early type 2 diabetes. Exp Clin
Endocrinol Diabetes. 2003 Apr;111(2):97-103.
64. Ilkova H, Glaser B, Tunckale A, Bagriacik N, Cerasi E. Induction of long-term glycemic control in
newly diagnosed type 2 diabetic patients by transient intensive insulin treatment. Diabetes Care. 1997
Sep;20(9):1353-6.
66
Download