İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ • OCAK/ŞUBAT 2015 • SAYI 8 Ayrıntı Yayınları Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş. Hobyar Mah. Cemal Nadir Sok. No.:3 Cağaloğlu/Fatih/İstanbul Tel: 0212 512 15 00 • Faks: 0212 512 15 11 [email protected] • www.ayrintiyayinlari.com.tr Sayı: 8 Ocak/Şubat 2015 Sahibi Ayrıntı Yayınları Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş. adına Erol Mut Sorumlu Yazı İşleri Müdürü İlbay Kahraman Yayın Kurulu Dinçer Demirkent, İlbay Kahraman, Burak Özçetin, Abdurrahman Aydın, Tuba Emiroğlu, Doğuş Sarpkaya, Mutlu Arslan, Sanem Yardımcı Danışma Kurulu A. Ömer Türkeş, Burhan Sönmez, Enis Rıza, L. Doğan Tılıç, Meltem Gürle, Necmi Erdoğan, Selami İnce, Selçuk Candansayar, Süreyya Karacabey, Cahide Sarı, Duygu Tanış Zaferoğlu, Duygu Türk, Özkan Agtaş, Yavuz Yıldırım, Doğu Eroğlu, Aydın Ördek, Kurtul Gülenç, Önder Kulak, Şerif Onur Bahçecik, Bora Erdağı Görsel Tasarım ve Uygulama Mutlu Arslan Son Okuma Ceren Ataer Baskı ve Cilt Kayhan Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti. Merkez Efendi Mah. Fazılpaşa Cad. No: 8/2 Topkapı/İstanbul Tel.: (0212) 612 31 85 Sertifika No.: 12156 Sertifika No.: 10704 AYRINTI YAYINLARI Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş. Hobyar Mah. Cemal Nadir Sok. No.:3 Cağaloğlu/İstanbul Tel.: (0212) 512 15 00 Faks: (0212) 512 15 11 www.ayrintiyayinlari.com.tr & [email protected] www.ayrintidergi.com.tr facebook.com/ayrintidergi & twitter.com/Ayrinti_Dergi IÇINDEKILER SUNUŞ Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik AYRINTI DERGİ YAYIN KURULU 5 GÜNDEM Radikal İslamcılığın Yükselişi ve Solun Tavrı DİNÇER DEMİRKENT 7 “Özgürlükçü” ve “Baskıcı” İslam’a Karşı, “Öznel Bir Hak Olarak” Laiklik BÜLENT ÖZÇELİK 10 Bir Meslek Olarak İtaat ve Üniversite ZAFER YILMAZ 17 POLITIKA-DÜNYA Tunus: Mağrip’te Bir Vaha mı? SELMAN SAÇ 24 “Mübarek Aklandı, Müslüman Kardeşler Yasaklandı”: Ortadoğu’da Komploculuk ve Siyasal Kültür TOYGAR SİNAN BAYKAN 31 Beyaz Üstünlüğü Hayatına Devam Ediyor: Ferguson Kararı Hukuken ve Ahlaken Adaletin Yokluğunu Teyit Etti FALGUNİ SHETH 40 POLITIKA-TEORI Jacques Rancière’in Cahil Hoca’sıyla Bir Diyalog DEMET Ş. DİNLER 42 Hepimiz Oldukça Sıkıntılıyız PREKER BİLİNÇ ENSTİTÜSÜ 53 DOSYA İyi Niyetli Sosyalizm: Birikim Dergisi’nde Sosyalizm Tartışmlaarı MUTLU ARSLAN 62 Eşitlik, Özgürlük ve Yüzyılımızın Kardeşliği DUYGU TÜRK – DINÇER DEMIRKENT 76 Radikal Demokrasi ve Güncel Tartışmalar KURTUL GÜLENÇ 83 Özgürlükçü Sosyalizm Eşitlik ve Paylaşım Mücadeleleriyle, Kimlik ve Tanınma Taleplerini Bağdaştırma İddiasındadır Hayri KOZANOĞLU ile Söyleşi MUTLU ARSLAN 96 Egaliberte Önermesi ÈTIENNE BALIBAR 102 Foucault Özgürlükçü Sola Ne Katabilir? ŞERİF ONUR BAHÇECİK 124 Eril İktidar Eleştirisinden Yeni Toplumsal Hareketlere: Anarkofeminizmin Sunduğu İmkanlar ÖZLEM DUVA 130 Ekososyalizm: Bugüne ve Geleceğe Dair Siyasi Bir Tahayyül ETHEMCAN TURHAN-HANDE ATAY 137 Özgürleştirici Bir Siyasetin İmkanı EYLEM YILDIZER 150 “Kamusal Alan”a Bir Reddiye MARK NEOCLEOUS 156 DOSYA TAKİP Kültürel Proleterleşme ve Alevilerin Siyasal Hareketliliği SELFET DURAN 166 ELEŞTIRI-SINEMA Adore: Kibele mi Oedipus mu? SELÇUK CANDANSAYAR 177 ELEŞTIRI-EDEBIYAT Muhafazakâr Edebiyat ve Kadın MELİKE UZUN 182 EDEBIYAT-SÖYLEŞİ 68 Kuşağının Delikanlısı Anlatıyor: “Erikler Çiçek Açınca” Tuncer SÜMER ile Söyleşi SERAP ÇAKIR 187 İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik Ayrıntı Dergi Yayın Kurulu 2 015’in ilk sayısıyla karşınıza çıkıyoruz. Yeni yıla, “yeni Türkiye”nin her yerinden, duymak isteyenin de istemeyenin de en yüksek tonda duyduğu boğuk ve çirkin bir sesin çınlamalarıyla girdik. İktidarın medya kanallarında, “düşünür ve stratejistlerin” hilafeti ve saltanatı çağıran zavallı suratlarını görerek, gülemeyerek, ağlayamayarak, insana dair olanın boğulduğu sesler arasında 2015’i karşıladık. AKP’nin “çevresinin çevresi”nin bile plebisiter diktatörlükten bahsetmeye başladığı, AKP iktidarının “muhalefet her nereden gelirse gelsin ezilecektir” mantığıyla hareket ettiği, hırsızlığın, öldürmenin, cezasızlığın en üst düzeyde meşrulaştırıldığı bir “yeni Türkiye”de yeni yılı selamlıyoruz. Çözüm süreci olarak adlandırdıkları süreçte dahi Kürtlerden anadil haklarını esirgeyenlerin, halkları yüzyıllar boyunca sömüren bir hanedanı simgelediği için Osmanlıca’yı gündeme getirdikleri bir dönemde okurlarımızın yeni yılını selamlıyoruz, Arapça anlamıyla “güvende olun!” Latince’siyle “güçlü ve sağlıklı olun!” diyoruz. Yeni yılda bunlara ihtiyacımız olacak. Burjuva hukuku, devletle yurttaş arasına gerilmiş bir file olarak görülebilir, bir yandan devlet şiddetini gizler, onu görünmez kılar; diğer yandan onun dilini mutenalaştırır. Burjuva hukukunun çektiği file, 2000’lerin başından beri pek çok kere delindi, Soma’da, Ankara’da, İstanbul’da, Roboski’de, Reyhanlı’da, Ermenek’te, Lice’de, Cizre’de insan bedenlerini içine çekecek kadar yırtılan filenin altında bugün koca bir “saray” görünüyor. Örtü kalktı, şimdi kaba gücünü ve şiddetini, haşmetli sarayında biriktiren bir beden olarak karşımızda çırılçıplak duran bir devlet-parti-kişi ile karşı karşıyayız. Düşmanını gerektiğinde çoluğu ve çocuğunu katarak, inlerine girerek temizleyen, dostluk ve düşmanlıklarını kişisel servetini ve gücünü artırmak için kuran bu devlet-parti-kişi, Machiavelli’nin Prens’indeki “Yabancı Silah Gücüyle ya da Şansın Yardımıyla Ele Geçirilen Prensliğin Hükümdarı”na verilen öğütleri uygular gibi hareket etmektedir: “Düşmanlarını etkisiz kılmak, dostlar edinmek, kendi gücüyle ya da hileyle zafer kazanmak, halka kendini sevdirmek ve halkı korkutmak, as- 5 SUNUŞ kerlerden itaat ve saygı görmek, kendisine zarar verebilecekleri ya da vermesi gerekenleri ortadan kaldırmak, eski düzeni ve kurumları yeni yöntemlerle yenilemek, sadık olmayan bir orduyu dağıtıp yenisini kurmak…”1 Artık burjuva hukuk yerini, bu öğütlerde cisimleşen kişiselleşmiş iktidarın saf gerçekliğine bıraktı. Bugün her hukuki sorun, hangi mahkemede hangi güç odağının yerleşmiş olduğuna bakılarak tartışılıyor. Cemaat ve AKP hukuk alanında değil, kirli bir savaş meydanında kozlarını paylaşıyor. Bu nedenle güvende olmaya ve güçlü kalmaya daha çok ihtiyacımız var ve yine bu nedenle geleceğin eşit ve özgür topluluğunu, sosyalizmi ve komünizmi bugünden düşünmeye, tartışmaya gerek var. Yarın için umduklarımızı bugünden örgütlemeye ve güçlenmeye… Ayrıntı Dergi’nin Ocak-Şubat sayısı, “Özgürlükçü Sosyalizm” dosyası ile çıkıyor. Özgürlükçü sosyalizmin asıl politik muarızının reel sosyalizm deneyimi değil, kapitalizm ve liberalizm olduğu ve özgürlükçü sosyalizmin kavramlarını liberallere bırakmamak iddiasıyla… Türkiye’de burjuva demokrasisinin kurumları bile diktatörlük koşullarında bir bir yerinden edilirken, bir yandan direnişin bir yandan da eşitlik ve özgürlüğü bir arada düşünmenin yollarının arandığı dosya, Mutlu Arslan, Duygu Türk, Dinçer Demirkent, Kurtul Gülenç, Şerif Onur Bahçecik, Özlem Duva, Hande Atay, Ethemcan Turhan, Eylem Yıldızer, Etienne Balibar ve Mark Neocleous’un yazılarından oluşuyor. Birikim çevresinin sosyalizm anlayışının eleştirisi, radikal demokrasi sorunu, anarkofeminizm, ekososyalizm, kamusal alan gibi konuların derinlemesine tartışıldığı dosyada ÖDP’nin Özgürlükçü Sosyalizm Programı’nın mimarlarından Hayri Kozanoğlu’yla yapılan bir söyleşi de yer alıyor. Üzerine çokça tartışılmış olan Balibar’ın “Egaliberte Önermesi” başlıklı yazısı, Türkçe’de ilk defa Abdurrahman Aydın’ın çevirisiyle yayımlanacak. Neocleous’un özgürlükçü sosyalizm bağlamında yazdığı liberal kamusal alan kavramına reddiyesi ise Deniz Özçetin ve Burak Özçetin tarafından çevrildi. Gündem bölümünün ilk yazısını Fransa’da islamcı militanların mizah dergisi Charlie Hebdo’ya yaptığı saldırı bağlamında islami radikalizmin yükselişi üzerine Dinçer Demirkent kaleme aldı. Konuyla bağlantılı bir diğer yası ise, 6 1. Machiavelli, Prens, Çev. Harun Mutluay, Bordo Siyah, 2004, s. 76. Fransa’da laikliğin en temel getirilerinin tartışılmaya açıldığı bir dönemde demokrat ya da antikapitalist Müslümanlar ile sosyalistlerin ilişkilerine eleştirel bir yaklaşım sunan Bülent Özçelik’e ait. Bu bölümün son yazısında ise Zafer Yılmaz, Türkiye’de akademinin geldiği kritik eşiği, hak ihlalleri bakımından tartışıyor. Politika-Dünya bölümünde, Selman Saç, Tunus’u yazdı. Saç, Arap ayaklanmalarının, diktatörlüğü ve neoliberal köleliğe karşı başladığı Tunus’ta yaşanan gelişmelerin bölge açısından sonuçlarına dair ufuk açıcı bir analiz sunuyor. Toygar Baykan, Mısır’da Mübarek’in aklanmasını ve Müslüman Kardeşler’in ülke içindeki konumu bağlamında Ortadoğu’da “komploculuk”u yazdı. Bölümün son yazısı, Falguni Sheth’ye ait. Toygar Baykan’ın çevirdiği yazı, mahkeme kararının ABD’de beyaz üstünlüğünü konsolide ettiğini savunuyor. Politika-Teori bölümüne Demet Ş. Dinler’in incelemesiyle başlıyoruz. Dinler, Jacques Rancière’nin Metis’ten yayımlanan Cahil Hoca kitabı bağlamında özgürleşme ve örgütlenmeye dair yeni bir perspektif sunuyor. İkinci yazı, Çağrı Kahveci’nin Prekar Bilinç Enstitüsü’nden yaptığı bir çeviri. Daha çok Avrupa prekaryasına hitap etse de Türkiye’den de düşünmek durumunda olduğumuz “sıkıntı” kavramını merkezine alan yazı ilginç tespitler sunuyor. Dosya Takip bölümünde Selfet Duran’ı okuyacaksınız. Duran’ın yazısı bir önceki dosyamızı güçlendirecek nitelikte Alevilerin siyasal hareketliliğini sınıfsal ve kültürel temelleriyle tartışıyor. Eleştiri-Sinema bölümünde Selçuk Candansayar’ın katkıları devam ediyor. Candansayar, bu sayıda Anne Fontaine’in Türkiye’de “Yasak Aşk” adıyla gösterime girmiş ve çok seyirci bulamamış olan “Adore” filmini, hem filmin sunduğu hikaye hem de izleyici (izlemeyenleri de katarak) bakımından eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutuyor. Melike Uzun ise Peyami Safa’nın Yalnızız romanını merkeze alarak muhafazakâr kadın düşmanlığını ve bunun altında yatanları ele alıyor. Bu sayımızın son yazısı ise geçtiğimiz aylarda Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Erikler Çiçek Açınca” kitabıyla Türkiye Solu’nun önemli bir deneyimine ışık tutan Tuncer Sümer ile gazeteci Serap Çakır’ın yaptığı röportaj. Önümüzdeki sayımızda 100. Yılında Ermeni Soykırımı dosyasıyla çıkacağız. Yeni sayıda buluşmak üzere...l İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ Radikal İslamcılığın Yükselişi ve Solun Tavrı Dinçer DEMİRKENT 7 Ocak 2015. Madımak’ta Müslümanların Alevileri katletmesinden yaklaşık on iki yıl, Hrant Dink’in bir Müslümanca katledilmesinden yaklaşık sekiz yıl, Suriye’de iç savaşın başlamasından yaklaşık dört yıl sonrasına; Boko Haram’ın Müslüman askerlerinin Nijerya’da yaptığı katliamla aynı zamana denk geliyor. Bu tarih bundan sonra İslam’ın ve diğer dinlerin dokunulmazlarına dokunan mizah dergisi Charlie Hebdo çalışanlarının, onların nezdinde eleştirinin korkunç bir biçimde katledilmesi ile anılacak. Avrupa burjuvazisi ve Avrupa sosyal demokrasisi yaratmış olduğu değerler sistemini bundan sonra başka bir zaviyeden görme, Müslüman azınlıklar kendilerine başka bir zaviyeden bakmak zorunda kalacaklar. Çünkü bugüne kadar liberal demokrasinin çelişkilerini gizlemeye dönük olarak sürdürülen Avrupalı söylem düğüm yerlerinden yırtıldı. Bu yırtığa ilk dikkat çeken de saldırıların üzerine yaptığı analiz ile Slavoj Zizek oldu: “Max Horkheimer’ın faşizm ve kapitalizm ilişkisi hakkında 1930’larda söylediği bugün de geçerliliğini sürdürmektedir. ‘kapitalizm hakkında eleştirel bir noktadan söz almak istemeyenler, faşizm hakkında da sessiz kalmalılar’ Horkheimer’in bu sözleri bugünün köktenciliğine de uygulanabilir ‘liberal demokrasi hakkında eleştirel bir noktadan söz almak istemeyenler, dini köktencilik hakkında da sessiz kalmalılar’”1 Ona göre köktencilik liberalizme karşı ve liberalizm tarafından yeniden ve yeniden üretilen bir tepkidir. Birbirini besleyen bir kısır döngü. Bu ise liberalizmin kendi kendini yok etmesine neden olacaktır. 1930’larda Avrupa’da, 2000’lerde Türkiye’de olduğu gibi. Zizek, liberal eşitlik ve özgürlük değerlerini kurtarmanın tek yolu olarak radikal solun kardeşçe yardımını öneriyor. 1http://www.newstatesman.com/world-affairs/2015/01/slavoj-i-ek-charliehebdo-massacre-are-worst-really-full-passionate-intensity 7 GÜNDEM Fransız karikatüristlerin öldürülmesi tüm dünya çapında etki yarattı. 8 Zizek’in tezi Avrupa’yı merkezine alıyor ve Avrupalı. Müslümanların azınlıkta olduğu bir coğrafyayı sözünün alanı olarak belirliyor; Müslüman coğrafyasını ise art alanı. Müslüman coğrafyasını köktenci İslamı besleyen öğelerden arındırma; radikal sola da bunun zeminini hazırlama görevini veriyor. Avrupalı için iyi bir strateji olabilir elbette, fakat ‘memleket’? Liberalizmin dalga dalga ‘demokratikleştirdiği’ ülkemiz? Mizahçıları katledenlere “bizimkiler aşırıya kaçıyor” diye seslenen televizyon şarlatanları ile, iktidar partisi belediyesi panosuna asılmış “intikam”ı selamlayan afişi ile, Madımak ile, Dink cinayeti ile ve bütün bunları meşrulaştıracak gerekçeleri eğitim sisteminin temeline oturtarak kindar bir nesli hazırlayan memleketimizde köktenciliğe karşı neye ihtiyaç var? Bugünün Türkiyesi, Sivas’ta Alevileri katleden Türkiye’den daha İslamcı, İstanbul’un ortasında Hrant Dink’i, Malatya’da Zirve Yayınevi’ndeki Hıristiyanları katleden Türkiye’den daha ırkçı, kadın hareketini pasifize ederek ataerkinin varlığını sürdürmeye çalışan Türkiye’den daha cinsiyetçidir. Hem, iktidarı tekleştiren kişi-parti-devlet hem de onun çabalarıyla oluşturulan halkın ideolojik konumlanışı bakımından bu böyledir. Devlet örgütü, medya yapılanması ve katliamlara alkış tutabilecek bir zihin yapısıyla donatılmış askerleştirilmeye müsait bir Müslüman kesimle –İslamofaşizmle- mücadelede neye ihtiyacımız var? İhtiyacımız olan şey, öncelikle bile isteye, önümüze konanı yememektir. Ana yemek olarak “iyi İslam – kötü İslam” ya da “gerçek Müs- lüman – terörist” ayrımları sunulmaktadır. Bu yemeği sindirmeye başladığımız anda düşünce rotamız dine kayacaktır. Dini referans alarak konuşmaya başlarız. Türkiye solunda bunun çeşitli versiyonları var. Birincisi “halkın değerlerine dönmek” olarak kurabileceğimiz genel bir kategori. Tartışması da uzun uzadıya yapıldı. Buna göre Müslüman bir halk ile ilişki onun değerlerinden uzak olarak kurulamaz. O ancak bu değerler üzerinden dönüştürülebilir. İkinci versiyon özellikle Gezi parkı eylemlerinde ün kazanmış anti kapitalist Müslümanlara dayanarak sol içinde geliştirilmiş, “İslami özde” muhalif bir damar yakalama çabası. Bu yaklaşım, ‘dini bir öz’ün çıkmaz labirentlerinde tefekküre götürecektir “solcuyu”. Üçüncü versiyon, Türkiye’de sosyalistlerin bir kesiminin tarihsel sığınağı haline gelmiş, 1920’lerden bu yana her krizde içine girilen Kemalizm. Kemalist laiklik anlayışı da dini merkezine alır, kendine göre kabul edilebilir bir Müslümanlığı, komünistlere, Alevilere, gayrimüslimlere karşı istediği zaman harekete geçirebilmek ister. “Din, kişi vicdanında durduğu yerden sadece gerektiği anda dışarı çıkmalıdır.” İyi Müslüman – kötü Müslüman ayrımının yanında başka mezeler de masada. Komplo teorileri. Özellikle alkollü bir yemekse en keyif vereni budur. Bu teoriler insanı umutsuzluğa sevk eder. Emperyalist makine bütün çelişkilerinden soyutlanmış olarak tıkır tıkır çalışmakta, planlarını uygulamaktadır. Kapitalizmin vahşi sömürüsüne alkış tutup, işçi katliamlarını fıtrattan görenler, bir anda anti-emperyalist kesilirler. Komplo teorileri, milliyetçilikle İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ iştigal eden sol kesimde yaygın bir düşünüş biçimi halini almıştır. Neredeyse her tekil olay, emperyalist makinenin çalışmasına dayanmaktadır. Adeta deus ex machina’dır emperyalizm, açıklanamayan her şeyi açıklanabilir kılar. Bu yaklaşım her şey gibi dini de, İslamcılığı da, hatta emek hareketlerini bile ciddiye almaz. Hepsinde emperyalizmin parmağı vardır. Emperyalist güç merkezlerini abartarak kendi öz gücünü küçümsemek anlamında eski pasifizmin, yenilgiyi telkin etmenin ideolojik aracıdır bu sosyalistler açısından. Ne din kontrolüne dayalı laiklik, ne liberalizmin kendi çelişkilerini taşıyamayan soyut özgürlükler yaklaşımı, ne halkın değerlerini benimseme çaresizliği ne de emperyalizmin oyunu kolaycılığı Türkiye’nin karşı karşıya kalacağı faşist militanlığa çare olabilir. Çünkü sorun ‘din’ sorunu değildir. Ortada alçakça insan öldüren askerleştirilmiş Müslümanlar vardır. “Gerçek İslam”ın bu alçaklık hakkında ne dediği tartışmasını da bırakalım Müslümanlar yapsın. Çünkü utancın en ağırını duyması gereken onlardır. Bizim sorunumuz, Müslümanların, burjuva sofralarına daha fazla meze taşıyabilmek için, bu sömürü düzeninin sürmesi için askerleştirilmesi sorunudur. Suriye iç savaşında İslamcı milisleri eğitenler, silah sağlayanlar; iş cinayetlerini, kadın cinayetlerini fıtrata bağlayanlar, ‘istikrar’ içinde sermayenin birikmesini isteyenler kimlerse sorunumuz onlardır. Bunun Türkiye’de neferliğini ve kurmaylığını yapanlar kimlerse sorunumuz onlarladır. Türkiye’de onlarla mücadele artık eskisinden çok daha zordur çünkü Türkiye halklarının azımsanamayacak bir bölümünün askerleştirilebileceği ve hali hazırda askerleştirildiği vakıadır. Charlie Hebdo katliamı, Boko Haram’ın, IŞİD’in yaptığı katliamlar insanlığın utancıdır. Herkesin payına bir parçanın düştüğü bir utanç. Nefrete, kine hatta meşrulaştırmaya varacak kadar güçlü bir duygudur utanç ve herkes bu utancı meşrebine göre yaşayacaktır. Türkiye’de meşrulaştırıcıların sesi ilk günden çıkmaya başlamıştır. Nasıl Madımak katliamı faillerini, Hrant’ı katledenleri, kadın cinayetlerini ve iş cinayetlerini Müslümanlık içinde meşrulaştırdılarsa. Türkiyeli sosyalistlere düşen Müslümanların bu düzenin sürmesi için askerleştirilmesini Müslümanların azınlık olduğu Avrupa’da liberal demokratik değerlerin radikal sol tarafından kardeşçe desteğine ihtiyacı olabilir, fakat Müslümanların her an hazır kıtalar haline sokulabilecek hale getirildiği bir ülkede radikal solun kendi özgücünün farkına varmaya, olması gereken yerde olmaya ihtiyacı vardır. Sosyalistler, liberal demokratik değerleri korumak adına değil, bizzat somut varoluşlarını korumak için bu mücadeleyi göğüslemelidirler. Bu mücadelenin başlangıcı örgütlenmek ve güçlenmektir. Allah’ın değil, insanın yaratacağı eşit ve özgür bir dünyanın kurumlarını bugünden yaratacak biçimde örgütlenmek. önlemek, İslamcı faşizmle açık bir mücadeleyi her alanda sürdürmektir. Müslümanların azınlık olduğu Avrupa’da liberal demokratik değerlerin radikal sol tarafından kardeşçe desteğine ihtiyacı olabilir, fakat Müslümanların her an hazır kıtalar haline sokulabilecek hale getirildiği bir ülkede radikal solun kendi özgücünün farkına varmaya, olması gereken yerde olmaya ihtiyacı vardır. Sosyalistler, liberal demokratik değerleri korumak adına değil, bizzat somut varoluşlarını korumak için bu mücadeleyi göğüslemelidirler. Bu mücadelenin başlangıcı örgütlenmek ve güçlenmektir. Allah’ın değil, insanın yaratacağı eşit ve özgür bir dünyanın kurumlarını bugünden yaratacak biçimde örgütlenmek. Mücadelenin devamı, Müslümanların askerleştirilmesini önleyecek mücadelelere girmekten geçmektedir. Yüz binlerce Müslüman işçinin, Türkiye’nin yeni koşullarında yüz binlerce Müslüman göçmenin arasında; üniversite yerleşkelerinin külliyeleşmesine karşı amfilerde, yoksul çaresizliğini İslam için ölüm saldırılarına yöneltenlerin ele geçirmeye çalıştığı mahallerde olmaktır. En geniş cephede, eşit-özgürlükten taviz vermeden, herkesi kendi gibi olmaya zorlamayan bir burjuva liberal değerleri değil somut varoluşumuzu korumaya ve yeniden yaratmaya dönük bir mücadeledir ihtiyacımız olan. l 9 GÜNDEM “Özgürlükçü” ve “Baskıcı” İslam’a Karşı, “Öznel Bir Hak Olarak” Laiklik Bülent ÖZÇELİK A KP’nin son birkaç yıldır yoğunluk kazanan, muhafazakâr eksenli, toplumsal yaşamda dinin etkisini artırmaya yönelik çalışmaları, özellikle eğitim alanındaki uygulamalarda daha fazla hissedilir bir hal aldı. Her gün bu konuda yeni bir haberle karşılaşıyoruz ve bu haberler bir süre sonra hayatımıza yansıyor. Zorunlu din derslerine yönelik girişimler, kreşlerde dua-besmele okutma kararı, rektörlerin kadın akademisyenlerin giyimlerine yönelik açıklamaları vb haberler, son birkaç yıldır gündemi yoğun bir şekilde işgal ediyor. Hükümetin kamusal alanda dinsel uygulamaları artırmaya yönelik girişimleri, özellikle son Milli Eğitim Şurası’nda alınan tavsiye kararlarıyla daha kapsamlı bir niteliğe kavuştu. Hükümetin bu uygulamalarının yanında, farklı bir dinsel okuma üzerinden hareket eden muhalif İslamcı kesimlerin, toplumsal düzenleme konusunda Kuran’ı tek referans noktası olarak ele alan yaklaşımları, laiklik sorunu bağlamında, “baskıcı” bir karakter taşıyan hükümetle benzer bir noktaya düşmeleri tehlikesini barındırmaktadır. Elbette, “laiklik” kavramıyla çıkış noktası olarak Cumhuriyet tarihi boyunca dini bir araç olarak kullanan ve dindar insanların da pek çok sorun yaşamalarına neden olan, devlet uygulaması olarak laikliği kastetmiyoruz. Laiklik kavramıyla kastımız, toplumun, inanan inanmayan tüm kesimleri için eşitlikçi bir ifade zemini sunacak bir temel haktır. Bu zemin aynı zamanda tek tek bireylerin “öznel bir hakkı”1 durumundadır. Bu yazıda, muhalif İslamcı eğilimin temsilcilerinden biri olarak İhsan Eliaçık’ın Demokratik Özgürlükçü İslam2 ve Adalet Devleti3 kitapları üzerinden geliştirdiği anlayış, İslami muhafazakârlaştırma eği- 10 1. Cem Eroğul, “Öznel Bir Hak Olarak Laiklik”, AÜ SBF Dergisi 46 (1991): 183. 2. İhsan Eliaçık, Demokratik Özgürlükçü İslam, Tekin Yayınevi, 2014. 3. İhsan Eliaçık, Adalet Devleti/Ortak İyinin İktidarı, 4. Baskı, İnşa Yayınları, 2011. İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ limlerini özellikle toplumdaki “kutuplaştırma” politikası bağlamında yoğun bir şekilde kullanan AKP uygulamaları ve dinin toplumsal yaşamdaki artan etkisine karşı temel bir özgürlük talebi olarak laiklik ele alınacaktır. “DEMOKRATIK ÖZGÜRLÜKÇÜ İSLAM” “Demokratik” İslam’a ilişkin sorunlarda temel tartışma konusu, İslam’ın ve Müslümanların farklı düşünce ve inançta ya da inançsızlıktaki insanlarla bir araya gelince nasıl bir toplumsal tasarım geliştireceğiyle ilgili olmaktadır. İhsan Eliaçık’ın kitabının başlığı, bu konuda kapsamlı tartışmalara gidileceği izlenimini veriyor başlangıçta. Eliaçık, “demokratik İslam derken sivil ve çoğulcu yönün”4 vurgulandığını ifade etmektedir. Buradaki sivil ve özellikle “çoğulcu” yön, beklentinin daha dünyevi olmasına neden olmaktadır. Eliaçık, pek çok İslamcının yaptığı gibi, bu çoğulcu yöne örnek olarak, İslam tarihi üzerinden, Hz. Muhammed’in Medine’ye gittikten sonra orada bulunan insanlarla yaptığı “Medine Sözleşmesi”ni örnek vermektedir. Bu sözleşmeyi bir “bir arada yaşama formülü” olarak ele alan Eliaçık, burada egemen olan “siyasi felsefenin egemenlik değil ortaklık” olduğunu vurgulamaktadır. Hz. Muhammed Medine’ye gittiğinde burada üç grup yaşamaktadır. Bunlardan birincisi orada yerleşik “kabile”lerin mensupları, ikinci grup orada yerleşik Yahudiler ve üçüncü grup bir kısmı dışarıdan gelen, 4. Eliaçık, 2014, s. 11. bir kısmı da orada yerleşik olan Müslümanlardır. Bu gruplar arasında yapılan sözleşmede Eliaçık, “birliktelik” düşüncesinin önem taşıdığını vurgulayacaktır. Medine Vesikası ya da sözleşmesini siyasal strateji bağlamında birçok şekilde değerlendirenler olmakla birlikte, bu değerlendirmelerin ötesine, günümüze dair bir toplum tasarımında, İslam’ın “öteki”lerle yaşama konusunda eşitlikçi bir iradeyi yaratmaya sahip olacağına 622 tarihli, nasıl geliştiğini tam olarak bilemeyeceğimiz bu sözleşmenin örnek verilmesi, esasında “zemin”deki bir “çoraklığa” da işaret etmektedir. Ama burada “zemin”e dair eleştirel bir tartışma, hareketin kendi içinde asla yapılamamaktadır. Çünkü bu eğilim, böylesi bir tartışmaya tümüyle kapalıdır. Klasik İslamcı eleştirilerin, İslam öncesi dönemi bir “cahiliye” ve “barbarlık” olarak anlatmalarının aksine, Eliaçık’ın da vurguladığı gibi, bu dönemde Arap toplumlarında pek çok konuda yardımlaşma ve dayanışma ağları bulunmaktadır. Hilfu’l Fudul olarak adlandırılan bu faaliyetler, Eliaçık’a göre de, “cahiliye Araplarında kabilelerin veya şahısların yardımlaşma, dayanışma, himaye vs amacıyla yaptıkları ittifakları ifade ediyor”.5 Bu bağlamda, Medine Vesikası da, bu yardımlaşma ve dayanışma kültürüne tümüyle kapalı olmayan toplumların faaliyetlerinin bir devamı şeklinde ele alınabilir. Ya da pek çok İslamcı yazarın da belirttiği gibi, yeni bir savaş dönemine hazırlık amacıyla bir sulh arayışı şeklinde okunabilir. 5. Eliaçık, 2014, s. 25. Türkiye’deki islamcı anlayış, dinsel öğretiden çok siyasal çıkarlara göre şekilleniyor. 11 GÜNDEM Eliaçık, adalet devletini, “mutlak otoriter dini faşizmi yaratacak panteizm ile laikliğin yol açacağı ateist totaliter komünizmdense, mutlak birliği ve ayrılığı değil birlikteliği öngörecek yeni bir denklem kurmak” olarak ele alır. Eliaçık, adalet devleti için, “yer ve gök nasıl ‘ilahi adalet’ ile ayakta duruyorsa, insan, toplum ve devletin de aynı şekilde ‘insani adalet’ ile ayakta duracağını” ifade eder. Eliaçık’a göre Hz. Muhammed’in ölümünden sonra başlayan süreçte, çoğunlukla iktidarda olan Sünni saltanat ideolojisi ve bir muhalif akım rolündeki Şii imamet mitolojisi gibi iki eğilim üzerinden İslam’ın özünden uzaklaşılmış ve İslam dini bu iktidar mücadelelerinin bir parçası yapılmıştır. “Sünni Saltanat İdeolojisi, dışı Müslüman, içi Bizans ve Sasani karakteri ile dolu bir dizi askeri tarım topluluğuna davetiye çıkarmıştır; Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar bu karakterin devamından başka bir şey değildir.”6 Eliaçık’ın İslam’ın tarihi boyunca yaşadığı ve yaşattığı sorunların kaynağı konusunda “Bizans-Sasani” etkisi belirlemesi, İslam’a ve onun temel metni Kuran’a dair eleştiremezlik düşüncesinden yola çıkan bir “kesin inançlılık”tan kaynaklanmaktadır. Bir kurtuluş teolojisi unsuru olarak değerlendirilecekse de, bu durum, İslamcılığın Kuran’a biçtiği bu rolden kaynaklanmaktadır. “Tanrının kelamı olan kutsal metnin İslami dünya görüşü içindeki ayrıcalıklı konumu”7 İslamcı bir kurtuluş teolojisi yorumunu da “yeni bir buluştan ziyade, mevcut nebevi pratiğin eleştirel bir ıslah”ı8 olarak ele almaktadır. Rahemtulla’ya göre, “Kur’an, Tanrı’nın canlı kelamını teşkil ederken, Muhammed Peygamber şüphesiz tarih boyunca Müslümanlardan derin saygı görse de yalnızca ölümlü ve ilahi bir amaçla görevlendirilmiş birisiydi: Kelamı iletmek”.9 Eliaçık’ın Kuran metninden çıkarmak istediği bütün olumlu özellikler bir yana, metnin değişmezliği üzerinden, esasında bu muhalif damarın olanakları da sınırlanmaktadır. 12 6. A.g.e., s. 48. 7. Shabab Rahemtulla, “İslami Kurtuluş Teolojisi”, Christopher Rowland (Der.), Kurtuluş Teolojsi, Çev. M. Fatih Karakaya, Sevinç Altınçekiç, Ayrıntı Yayınları, 2011, s. 126-127 8. A.g.e., s. 129. 9. A.g.e., s. 134. “GERÇEK İSLAM”I ARARKEN FIKRIYATI UNUTMAK... İslam toplumlarının yüzyıllardan bu yana büyük bir şiddet sarmalı içerisinde olduğu tartışılmaz bir olgu gibi görünüyor. İslam’a karşı, İslam içerisinde ve İslam’dan dış dünyaya karşı gelişen şiddet eğilimlerinden, Müslümanların yanında farklı inanca ya da inançsızlığa mensup insan zarar gördü, bedeller ödedi. Bu şiddet eğilimi, farklı düşüncelerle bir arada yaşama konusunda sorunlu bir durumu göstermektedir. Bütün bu şiddet eğilimlerinden elbette ki sadece Müslümanlar ya da İslam dünyası sorumlu değildir. Ama bu şiddet ortamının sürekli “performans”ını korumasında, belirli bir metnin hiç değişmeyen bir halinin egemen kılınmasına yönelik bir kesin inançlılığın da etkili olduğu görülür. Yaşadığımız coğrafyada Aleviler, Ezidiler, Hıristiyanlar ve pek çok farklı düşünceyi taşıyan insan kurban olarak bedeller ödemeye devam ediyor. Son aylarda yoğun bir şekilde gündemimize giren IŞİD barbarlığı, İslam’ı referans alarak şiddet uygulayan kesimlerin en yakın örneklerinden biri. IŞİD vahşetinin büyüttüğü “İslamofobi” yönündeki eğilimlere karşı, muhalif İslamcılar sürekli olarak, “gerçek İslam” yönünde bir tartışma yürüttüler. Yukarıda da belirtildiği gibi, bu şiddet eğiliminin tek müsebbibi elbette İslam değil ama İslamcı hareketlerin İslam’ın bu şiddet ortamıyla ilişkisi konusunda hiçbir şekilde fikir yürütmemesi, bu konuyu garip bir hale büründürüyor. Buradaki temel savunu, “gerçek İslam bu değil”den çok da ileriye gidememektedir. Hatta, IŞİD’in farklı dinlerden ve kültürlerden insanlara karşı geliştirdiği şiddet eğilimi karşısında, namazında niyazında olan Müslümanların sessizliği bir yana, bu örgütün İslamcı kesimler arasında ciddi bir “sempati” kazandığı da bir başka “gerçeklik” olarak karşımıza çıkmaktadır. İhsan Eliaçık da kitap boyunca bu “gerçek”liği farklı bir iddia üzerinde kurma niyetindedir. Fakat bu kuruluşta, farklı topluluklarla bir arada yaşamaya yönelik bir zemin sunacak “laiklik” sadece pejoratif bir içerik- İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ le sunulmaktadır. Bir arada yaşamaya yönelik, “ortak iyinin iktidarı” Allah’ın değişmez kelamı olarak Kuran’ın tüm toplumu homojonize etme uğraşındaki duvarlarına çarpmaktadır. Eliaçık’ın geliştirdiği tutum, “dinin yaşamdan ibaret olduğu” kabulüyle, başlarda eleştirdiği bir egemenliğe yönelik siyasetin parçası olmaktadır. İslam’ın çağlar boyunca bir “siyasal kriz” yaşadığını ileri süren Eliaçık, bu krizden çıkış yolu olarak da din devlet/tez, laik devlet/antitez, Adalet devleti/sentez10 formülasyonuyla geliştirdiği bir yorumu göstermektedir. Buna göre, tez, din devletidir; “Din devlet kavramı, Batı düşüncesi açısından... Roma İmparatorluğu’nun dini-siyasi ihtiyaçlarını karşılamak için üretilen devlet anlayışları anlamına gelmektedir.”11 Eliaçık’a göre din devletiyle kastedilen, dünyayı yönetme hakkını Tanrı’nın papa veya imparatora vermesidir. Diğer yandan, “din devleti kavramı, İslam siyaset düşüncesi açısından, geçen binyıldaki, Emevi, Abbasi, Fatımi, Selçuklu, Memluk ve Osmanlı askeri tarım imparatorlukları çağlarının dini-siyasi ihtiyaçlarını karşılamak için üretilen siyasi düşüncelere yaslanan devlet anlayışları anlamına gelmektedir.”12 Ona göre bu anlayış, İslam dışında gelişmiştir. Eliaçık din devletini bir olumsuz yargı üzerinden değerlendirmektedir, bu anlamda İslam’ın dışında gelişen bu eğilim, esasında İslam dünyasında olmayan bir eğilimin gelişmesine sebep olmuştur; Eliaçık, böylesi “dışarıdan” gelişmelerin toplumların iktidar yapılarını nasıl da hemen etkisi altına aldığını açıklamamaktadır. Eliaçık, antitez olarak belirlediği laik devletin de, “İtalya’daki Katolik kilisesinin tüm Avrupa üzerinde ‘Tanrı Devleti’ kaynaklı emperyal iddiasına karşı özellikle İngiltere, Almanya ve Fransa kaynaklı tepki biçimlenmesinin sonucu”13 doğduğunu ifade eder. Burada egemenliğin kaynağı “Tanrı değil halk”tır. Eliaçık, bu laik deneyimin de bir Batı tecrübesi olduğunu vurgulayacaktır. Siyasal tarihteki pek çok kavram gibi elbette laikliğin gelişmesine yönelik kavramlar da “Batı” kökenli olabilir. Ama bu, aynı kavramların diğer toplumlar içinde 10. Eliaçık, 2011, s. 496. 11. A.g.e., s. 496. 12. A.g.e., s. 497. 13. A.g.e., s. 499. bir tarihi olmadığı anlamına gelmez. Laikliğe yönelik gelişmeler de Fransa ve Amerika üzerinden iki farklı eğilim taşısalar da, kamusal örgütlenmenin dinsel referanslar konusundaki tarafsızlığı bağlamında laikliğin, dünyanın geri kalanı açısından da bir tarihi vardır. Bu tarih Türkiye’de de ciddi çatışmalara neden olan bir gelişim göstermiştir. Eliaçık ise, bu her iki “tecrübe”yi Batılı tecrübeler olarak belirlemiştir. Eliaçık, tez ve antitezi ortaya serdikten sonra, İslam dünyasının tecrübesinin bundan farklı bir tecrübe olacağını ifade etmektedir. Bu çerçevede gelişecek tez, “Şii İmamet ve Sünni Saltanat anlayışları dışında üçüncü çözüm olarak gelişecek... ‘Adalet Devleti’ anlayışı”dır Eliaçık, adalet devletini, “mutlak otoriter dini faşizmi yaratacak panteizm ile laikliğin yol açacağı ateist totaliter komünizmdense, mutlak birliği ve ayrılığı değil birlikteliği öngörecek yeni bir denklem kurmak” olarak ele alır. Eliaçık, adalet devleti için, “yer ve gök nasıl ‘ilahi adalet’ ile ayakta duruyorsa, insan, toplum ve devletin de aynı şekilde ‘insani adalet’ ile ayakta duracağını”14 ifade eder. Bu yercil ve kısmen laik görünün çözümün hemen arkasından gelişen belirleme ise, bu yercil beklentiyi boşa çıkarmaktadır: “Allah adaletin yolunu bir şekle ve modele hasretmemiştir. Her ne şey adaleti sağlıyorsa Allah’ın rızası ve muradı oradadır.”15 Eliaçık’ın bu formülasyonda yer verdiği Adalet Devleti’nin yönetiminde temel referansı da Kuran’dır. Kuran’daki yönetime ilişkin temel esaslar da, ona göre, adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve maslahattır. “Adalet Devleti” de bu ilkeler üzerinden yönetilince, istenen adil bir durum ortaya çıkacaktır. İleri sürülen tüm seküler nedenler, mutlaka Kuran referansına dayanmak zorundadır. Bu dayanma, adalet devletinin olası seküler olanaklarını geçersiz kılmaktadır. Eliaçık bir toplumsal formülasyon geliştirirken yine laikliği baskıcı bir şekilde ele almaktadır. Ona göre özünde tüm insanlık için iyiyi isteyen Kuran, tüm insanlık için bu iyilikleri getirecektir, aslolan onu doğru bir şekilde uygulamaktır. Eliaçık, İslam’ın farklı toplumsal grupları bir arada yaşatma yönünde bir eğilimi olduğunu iddia ederken, İslam’ın toplumdaki diğer fikirlerden herhangi biri olmayı kabullenebilmesi konusunda sessiz 14. A.g.e., s. 505. 15. A.g.e., s. 505. 13 GÜNDEM İhsan Eliaçık’ın eşitlik, özgürlük ve adalet odalı islam yorumu, son yıllarda giderek popülaritesinin artmasını sağladı. kalmaktadır. Böyle olduğunda “birliktelik” ve “ortak iyi” kavramları havada kalmaktadır. Zaten Allah’ın kelamı tam ve eksiksiz ise, bu konunun tartışılması bile gereksizdir. Demokratik ve özgürlükçü bir İslam yorumu yapmaya çalışan Eliaçık, İslam’ın “tüm hayatı belirleme” iddiasına bir cevap geliştirmediği ölçüde, onun İslam anlayışı da, o dine inanan inanmayan tüm insanların temel yaşamsal faaliyetlerini baskı altına almaya çalışan bir araç haline gelmektedir. Bu anlamıyla özünde farklılık iddiasında olduğu iktidardaki İslami eğilimle, farklı yöntemlerle hareket ederek yakın konumlara düşmektedir. “BASKICI” İSLAM 14 Adalet ve Kalkınma Partisi, Sünni İslam yorumu üzerinden tüm topluma hâkim kılmaya çalıştığı dinsel baskıyla, laiklik karşıtı tutumun hükümet cephesindeki tezahürünü oluşturmaktadır. Türkiye toplumunun Osmanlı, İslam ve millete yönelik olumlu duygular besleyen çoğunluğunun oylarına ve desteğine talip olan parti, iktidarda kalma mekanizmasını da, bu kesimlerin oyunu alabilmek için, daha az oy alacağını düşündüğü kesimlerle, “değerler” konusunda bir “kutuplaştırma” üzerinden kurmaktadır. Toplumsal yaşamın düzenlenmesine yönelik uygulamalar da AKP’nin bu “iktidarda kalma” hamlesinin bedeli olmaktadır. Özellikle son birkaç yıldır eğitim alanında yapılan uygulamalar, hedeflenen konular, dışavurulan niyetler, İslam’ı bu iktidar oyununun bir parçası haline getirme çabasının izlerini taşımaktadır. Bunun son örneklerinden biri geçtiğimiz ay yapılan 19. Milli Eğitim Şurası’dır. AKP’nin bu yöndeki uygulamaları çok fazla çeşitlilik gösterse de, burada sadece eğitim alanına yönelik uygulamalar ve bu uygulamaların, dinsel baskı yaratmaya yönelik sonuçları üzerinde durulacaktır. Kamusal alanda muhafazakârlaşmayı devlet mekanizması üzerinden yürütme çabaları AKP döneminin temel göstergelerinden biridir. Bu özellikle son dönemlerde eğitim alanında ortaya çıkmaktadır. Kreşlerde besmele, yemek duası, zorunlu Kuran dersi, zorunlu Peygamberin hayatı dersi, ilköğretim çağındaki kız öğrencilere başörtüsü takma “özgürlüğü”, üniversitelere cami yapılması gibi haberler artık alışıldık haberler haline geldi. Her gün bu ve benzeri açıklamaları, hükümet mekanizmasından ve onun yerellerdeki temsilcilerinden duyuyoruz. 2-6 Aralık 2014 tarihlerinde Antalya’da yapılan 19. Milli Eğitim Şurası da, hükümetin bu yöndeki çalışmalarının devam edeceğinin önemli bir göstergesi oldu. Bu Şura’da alınan, “güvenliğe” dair pek çok tavsiye kararı, okullarda öğrenciye “olağan suçlu” gözüyle bakılmasını getirecek eğilimlere sahipken, biz burada dinsel etkiyi artırmaya dair birkaç karar üzerinde duracağız. Eğitim politikalarının belirlenmesinde tavsiye niteliğinde olan bu Şura’da alınan kararlardan biri “İlkokul 1, 2. ve 3. sınıflara da din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin konulması”16 oldu. Yine Şura’da “karma eğitim”e yönelik tartışmalar, Osmanlıca öğretmeye yönelik tartışmalar, hükümetin önümüzdeki dönemde, eğitimde dinsel ve milliyetçi yönelimleri artıracağını ortaya koyuyor. Şura çalışmalarına katılan Eğitim-Sen bu Şura’nın “Bir eğitim şurası olmaktan çok, eğitim sistemini Türk-İslam sentezi ve yeni Osmanlıcılık düşüncesine göre biçimlendirme şurası”17 olduğunu ifade etmiştir. Şura’da alınan kararlardan bir diğeri de, Osmanlıca’nın zorunlu ders yapılmasına dair karar. Muhafazakârlaştırmaya yönelik kararlardan artık mesleki “mantık” sınırlarını da zorlayan bir tanesi de turizm meslek liselerine yönelik bir karar. Buna göre: Anadolu otelcilik ve turizm meslek liselerinin öğretim programları ve ders çizelgelerinden “Alkollü İçki ve Kokteyl Hazırlama” dersinin kaldırılması; Anadolu otelcilik ve turizm meslek liselerinde 10. sınıftan itibaren staj amacıyla tesis ve kurumlara gönderilen öğrencilerin alkollü içki servisi 16. Şura kararları konusunda şu sitede yer alan haber metni esas alınmıştır: http://t24.com.tr/ haber/19-milli-egitim-surasinda-alinan-179tavsiye-karari,279819, (Erişim tarihi: 20.12.2014). 17. http://www.egitimsen.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=22565#.VJa9mAkGA, (Erişim tarihi: 20.12.2014). İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ yapılan ya da alkollü içecek hazırlanan bölümlerde staj faaliyeti yapmalarının kaldırılmasına karar veriliyor. Liselerde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin iki saate çıkarılması da yine benzer bir karar olarak metinde yer buluyor. AKP, kendi siyasal istikbali için, çarpıtılmış bir din yorumuyla şekillendirilen bir toplum arzulamaktadır. Bunun bedelini de öğrenciler ve toplum ödemektedir. Burada kısmi laiklik uygulamaları da tümüyle kaldırılmak istenmektedir. Bu eğilim, AKP’nin ülkeye dair genel siyasetinin bir parçasıdır. Bu kararların yazılı olarak ortaya koyduğu durum, zaten AKP’nin son birkaç yıldır uyguladığı tutumun yansımaları, belirli bir dinsel hassasiyetin tüm topluma dayatılmasıdır. Burada toplumun en çok etkilenen kesimi farklı bir seçeneği olmayan yoksul kesimler olmaktadır. Bu iki eğilimin ötesinde, laiklik talebi temel bir hak olarak işlenmesi gereken bir taleptir. “ÖZNEL BIR HAK OLARAK LAIKLIK” TALEBI İslamcı düşünce temelde laikliği Batı mamulü ve İslam’a uymayan bir talep olarak ele alır. Yukarıda gördüğümüz gibi Eliaçık da böyle görmektedir. Buna göre laiklik, Müslümanlara “materyalist” bir hayat dayatmaktadır. Laikliğe yönelik tutum konusunda anlatılan iki eğilimin ötesinde temel bir hak olarak laiklik, İslamcı algıdaki çarpıtmanın aksine tüm yurttaşlar için bir eşitlikçi ifade ortamı yaratmaya yönelik bir haktır. Elbette bu hakkın sınırları, kapitalist toplumdaki ifade sınırlarıyla da yakında ilgili olsa da, burada o tartışmaya girmeyeceğiz. Laiklik konusunda çok ciddi bir literatür bulunmaktadır. Bu konuda yoğun bir teorik bilgiye burada yer vermeyeceğiz. Ama Cem Eroğul’un bu konuda hak ettiği ilgiyi görmediğini düşündüğümüz “Öznel Bir Hak Olarak Laiklik”18 makalesindeki berrak belirlemesi, bu açıdan konuyu aydınlatıcı olacaktır. Eroğul, laikliği tek tek bütün yurttaşlara tanınan “öznel bir hak” olarak ele aldığı makalesinde, “yurttaşların; devlet, hukuk ya da genellikle toplumsal ilişkiler açısından, laik bir çevrede yaşama haklarının varlığı”nı19 vurgular. Eroğul’a göre, bu öznel hak, “devletin; ne ör18. Cem Eroğul, “Öznel Bir Hak Olarak Laiklik”, AÜ SBF Dergisi 46 (1991): 183-190. 19. Eroğul, s. 184. İslamcı düşünce temelde laikliği Batı mamulü ve İslam’a uymayan bir talep olarak ele alır. Yukarıda gördüğümüz gibi Eliaçık da böyle görmektedir. Buna göre laiklik, Müslümanlara “materyalist” bir hayat dayatmaktadır. Laikliğe yönelik tutum konusunda anlatılan iki eğilimin ötesinde temel bir hak olarak laiklik, İslamcı algıdaki çarpıtmanın aksine tüm yurttaşlar için bir eşitlikçi ifade ortamı yaratmaya yönelik bir haktır. gütlenmesinde, ne güttüğü siyasetlerde, ne de savunduğu ideolojilerde, herhangi bir dine dayanmamasını gerektirir. Yine bu hak, bireyi; hukukun, kültürün, sanatın, kısacası, genellikle toplumsal ilişkilerin, din esasına oturtulmasına karşı korur”.20 Laikliği belli bir algı üzerinden din karşıtlığı olarak gören anlayışın tersine “laikliğin karşı çıktığı şey, dinsellik/ kutsallık değil, bunların eşitsiz ilişkiler yaratacak bir hak ölçütü, bir imtiyazlandırma ve/ veya tahakküm aracı haline getirilmesidir.21” Mertcan’ın da vurguladığı anlamıyla laiklik, bir eşitlikçi, zemin kurmaya yöneliktir. Bu aynı zamanda tarafsızlık taşıyacak bir zemindir. Bu, dininin gereklerini yerine getirmek isteyen insanlara, belirli olanakların sağlanmasını da içeren bir zemindir. Bu anlamda, inanan ya da inanmayan tüm toplumsal kesimleri, kamu karşısında eşitleyen bir haktan söz ediyoruz. “POST-SEKÜLER” ÇAĞDA LAIKLIK Toplumsal ve tarihsel olarak şekillenen dinin toplumsal yaşamdaki etkisi, yaşadığımız dönemde daha karmaşık bir hal almaktadır. Bryan Turner, “dinsel mücadele ve çatışmalar için verimli bir zemin sunan çoğulcu yapıların bulunduğu zeminlerde hükümet etmenin gittikçe daha sorunlu”22 bir hal aldığını ifade eder. Çoğulcu yapılar bir yandan farklı görüşlerle bir dayanışma imkânı taşırken, farklı dinsel 20. A.g.e., s. 184. 21. Hakan Mertcan, “Kavramsal Tartışmaların Sağanağında ‘Laiklik Nedir Ne Değildir?’ ”, Tezkire 45 (2006): 116. 22. Bryan S. Turner, “Religion in a Post-seculer Society”, Bryan S. Turner (Der.), Sociology of Religion, Wiley Blackwell, Sussex, 2010 , s. 652. 15 GÜNDEM ya da kültürel kimliklerin bir arada yaşaması bağlamında güçlükler de taşımaktadır. Habermas, yaşadığımız dönemi “Post-Seküler Çağ” olarak adlandırır. Habermas, özellikle birkaç gelişmeye bağlı olarak dinin toplumsal yaşamda daha etkili bir hale geldiğini ifade eder: Din, toplumsal yaşamda kimlik belirtisi olarak daha fazla önem kazanmıştır, bu yüzden devletler tarafından daha fazla kontrol edilmelidir. Dinin toplumsal yaşamda yeniden etkili bir hal alması anlamında post-seküler çağ, Turner’a göre birkaç göstergeyle ortaya koyulabilir. Bunlardan biri, eski Sovyet coğrafyasında dinin yeniden önemli bir aktör haline gelmesidir. On yıllarca geriletilen dinsel etki artık yeniden bir kimlik belirtisi olarak önem taşımaktadır. Bu coğrafyada kiliseler de yeniden önemli bir faktör olacaklardır. Post-seküler çağın bir diğer yansıması, Arap coğrafyasında milliyetçi hareketlerin yerini dinsel hareketlerin almasında ortaya çıkmaktadır. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan pek çok farklı dozlardaki İslamcı hareket, bu coğrafyalarda dinin yeniden çok önemli bir faktör olmasını sağlamıştır. Bunlar içerisinde radikal, cihatçı grupların bulunması, bunu tüm dünyanın sorunu haline getirmektedir. Diğer yandan post-seküler çağın bir diğer göstergesi göç hareketleri sonucu popülasyonlarda yaşanan değişimden kaynaklanmaktadır. Turner’ın bu duruma verdiği örnek mealen şöyle: “Göç sonucu oluşan topluluklar, dinsel inançlarını, pratiklerini de yanlarında taşımaktadırlar. Böyle olunca bu toplulukların etnik ve dinsel kimlikleri arasındaki ayrımlar anlamsız hale gelir. Yani Almanya’daki Türkler Müslüman olurlar, dünyadaki Çinli azınlıklar da sıklıkla Budist olurlar.”23 Bu durum genel olarak pek çok farklı dinsel inançtan insanın bir arada bulunduğu bir sürece denk gelir. 16 Diğer yandan, Jose Casanova da 1980 yılından sonra, dinin toplumsal yaşamda daha etkili bir konum edindiğini ifade eder. Casanova, görünüşte birbiriyle alakasız ancak neredeyse eşzamanlı ortaya çıkan dört gelişmenin modern dünyada dinin yeri ve işlevini yeniden değerlendirmeyi gerektirecek küresel bir kamusallık kazanmasını sağladığını vurgulayacaktır. Bu gelişmeler: “İran’da İslam Devrimi, Polonya’daki, Dayanışma hareketinin yükselişi, Latin Amerika’daki Sandinist devriminde 23. Turner, s. 654-655. ve başka siyasi çatışmalarda Katolikliğin rolü ve Amerikan siyasetinde bir güç odağı olarak Protestan köktenciliğinin kamusal olarak yeniden ortaya çıkışıdır.”24 Casanova belirtmese de, 1980 tarihinin Türkiye tarihi için de dinin kendine özgü “kamusallaşması” bağlamında bir anlamı vardır. Türkiye’de her zaman devlet eliyle toplum üzerinde bir baskı aracı olarak geliştirilen din, bu tarihten sonra yeni bir formasyonla günümüzde meyvelerini alacak şekilde toplumda daha baskın bir şekilde hâkim kılınmaya çalışılmıştır. Özelikle toplumun sol, demokrat örgütlenmelerle bağının koparılmaya çalışıldığı ve bu örgütlere yaşama şansının verilmediği bir ortamda devlet eliyle din dersi zorunlu hale getirilmiş ve imam hatip okullarının yaygınlaşması konusunda yoğun bir çaba oluşmuştur. “ESKI REJIM”DEN YENI TÜRKIYE’NIN YENI REJIMINE... Dini, kendi kontrolü altında bir toplumu yeniden kuracak bir unsur olarak algılayan çarpık bir laiklik anlayışından, belli bir dini hassasiyeti tüm topluma dayatan bir yeni rejime geçiyoruz. Bu dayatma, “yeni Türkiye”nin iktidar gücünün devamının da koşullarını yaratacak bir toplumun zorunlu koşulu olarak görülmektedir. AKP’nin emekçi düşmanı politikalarına muhalefet ederek gelişen antikapitalist eksenli İslamcı hareketler de, laiklik ve “birlikte yaşam”a dair bir perspektif geliştirmedikleri sürece, farklı toplumsal kesimlere, belli bir din anlayışını dayatan iktidarla benzer bir eğilime düşmektedirler. “Özgürlükçü” İslam’ın her şeye kadir Kuran metniyle, “yeni” Türkiye’nin dayatmacı, baskıcı uygulamaları, önemli oranda kesişmiş olmaktadır. “Eksiksiz ve tam olan” Allah’ın dini, tüm insanların hayatları üzerinde belirleyici ve baskılayıcı bir unsur haline gelmektedir. İktidarın uygulamasına karşı verilen özgürlük mücadelesi, “özgürlükçü” İslam iddiasının laikliği yok sayan anlayışına karşı bir mücadeleyi de göz ardı etmemelidir. Kamunun dinsel tarafsızlığı anlamında laiklik talebi, bugün her tür inançtan ya da inançsızlıktan bireylerin kendini var edebileceği bir toplumsal ortam için gerekli “öznel bir hak” ve bir mücadele başlığı olarak orta yerde durmaktadır. l 24. Jose Casanova, Modern Dünyada Kamusal Dinler, Çeviri Editörü: Mehmet Murat Şahin, Sakarya Üniversitesi Kültür Yayınları, 2014, s. 9.