MARXİZMin devrimcisizleştirilmesi

advertisement
MARXİZM’İN DEVRİMCİSİZLEŞTİRİLMESİ
(Yarım doğru en büyük yanlıştır)
Marxizm, elbette bir devrim politikası programı değildir. Başka ifadeyle salt siyasal eylemin
yol göstericiliğine indirgenemez. Bu anlamda, Marksizm’i bir devrim programı kataloguna
indirgemek yanlıştır.
Ancak daha yanlışı Marxizmi irdelerken burada takılı kalmak, bu takıntı ile de, başka yarım
doğrular üretmektir.
O halde, Marxizm’in bir bilim olduğu ve felsefi kaynağını diyalektik ve tarihsel
materyalizmden aldığı gerçeği ile başlamak yerinde olacaktır.
Bu gün hâlâ dünyanın hemen her yerinde, insanların, sürekli bunalımlarla sarsılan kapitalist
sistemin ve onun manevi-kültürel değerlerinin seçeneğini aramaya devam ettikleri de bir
gerçektir. Ancak bu arayışın bir yanında hâlâ burjuva ideolojisinin etkileri var olmaya devam
etmektedir. Buna karşın, yine de sosyalizm seçeneğinin çekiciliği artan hızla kendini
göstermeye devam etmektedir. Bu da, sosyalizmin dünya görüşünün temeli olan Marxizm –
Leninizm’e yönelişi artırarak sürdürmektedir.
Bu yönelişin artarak devam etmesi karşısında endişelerinin sürdüğünü gizlemeyen
kapitalizmin temsilcileri de boş durmamakta ve bu yönelişin önünü kesmek için uydurulmuş
veya çarpıtılmış Marxizm örnekleri üretmekte ve yaymaktadır.
İşte bu nedenle ve günümüzde Marxizm-Leninizm’i gözden düşürmek, tarihte kaldığını ve
geçerliğini yitirdiğini kanıtlamak için, neredeyse tümüyle laboratuarlarda üretilen ideolojik
saldırı malzemeleri ile ve yine neredeyse tümüyle, işçi sınıfının, sosyalist hareketin içindeki
sahte sol/sosyalist gömlekli burjuvazinin seçilmiş görevlileri eliyle ve sinsi çabalarla,
sürdürülmeye devam eden ideolojik saldırının etkilerini kırmak, ortadan kaldırmak için,
Marxizm-Leninizm’i, Marxist bir yaklaşımla ve eleştirel bir gözle irdelemek ve çağın
gereklerine uygun, çağın bilimsel gelişmişlik düzeyini de göz önüne alarak, hiçbir katkıda
bulunulamasa bile, gözden geçirmek yararlı ve ilerletici sonuçlar doğuracaktır.
Bunun anlamı, Marxist dünya görüşünün tüm bilgi alanlarındaki bileşimini yeniden ortaya
koymaktır.
Bunu ben çok kez yineleyerek, Marx’ı ( elbette Engels ve Lenin’de içindedir) Marx ‘ta
kalarak aşmak ifadesi ile tanımlamaya çalışmışımdır.
Bu konuda özellikle gençlere ve elbette sıradanlaşmış ama özünü kaybetmemiş olan, eskiden
arta kalan, daha doğrusu eskinin eksikli, yarım doğrularla sosyalist hareketi büyük bir
parçalanmaya iten yanlışlarının sersemletici etkisi ile kendini kaybetmemiş olan dürüst
devrimcilere vereceğim temel adres, Engels’in son derece titizlikle ve son derece cesurca
Marx’ın düşüncesinin en tam biçimde anlaşılmasını, öğrenilmesini sağlayacak şekilde ortaya
koyduğu çalışma olan Anti-Dühring olacaktır.
Anti-Dühring’in Marxizm’in temel ilkelerini açık ve eksiksiz bir biçimdeki açıklaması olarak
önemi son derece büyüktür. O kadar öyle ki, Sovyetler Birliğindeki kapitalist yenileme
çabalarını finale götürmek isteyenlerce, en önemli engellerden birisi olarak görülmüş ve
yıkılış arifesinde, Anti-Dühring’in geçerliğini yitirdiği yönlü kararlar alınarak, Anti-
Dühring’in eskimişliği üzerinden Marxizm-Leninizm’in temellerine saldırıya yeni bir boyut
kazandırılmıştır.
Oysa Engels, bu yapıtında, Dühring’in etkisinde kalan en yüksek düzeydekileri dâhil, Alman
Sosyal-Demokrat liderlerin ve kadrolarının Marxizm konusunda zihinlerini açmak için,
Dühring’in, sosyalizmin yandaşı görüntüsü altında yaymaya çalıştığı bilimsellikle tümüyle
ters orantılı ve Alman Sosyal Demokrat liderlerin ideolojik yetersizliklerinin üzerine basarak
bilimsel tonda sunmayı başardığı fikirlerini, Materyalizmin kendi zamanındaki bilime uygun
düşen biçimini saptayarak yerle bir ediyordu.
Bu gün gençler, Marxizm-Leninizm’i anlamak ve öğrenmek için son derece geniş olanaklara
sahiptirler ancak, aynı oranda da Marxizm-Leninizm’i anlamalarının ve öğrenmelerinin
önünde son derece sinsi engeller vardır. O nedenle de, Marxizm-Leninizm’in, üçüncü
şahıslardan değil, kaynağından öğrenilmesi -yine son derece- önem taşımaktadır. Ola ki
üçüncü şahısların çalışmalarına başvurulması kaçınılmaz ise,- Marxist-Leninist etiketle öne
çıkmış çeşitli örgütler de bunun içindedir- yine de Marxizmin temellerine kendi
kaynaklarından vakıf olmak temel düstur olmalıdır. Bu, bu temelde hareket eden örgütlerin
bünyesindeki unsurların en tepedeki ile en uç köşedekilerinin arasındaki ideolojik-politik
yaklaşımındaki farkı veya eksikliği neredeyse sıfır noktasına çekebilmenin güvencesi
olacaktır. Bu da, Marksizm’i dışardan eleştirerek bozmaya çalışanların etkilerine maruz
kalmamanın güvencesi olacaktır.
Marxizm’e vurgu yaparken, onun tek bir parçadan ibaret olmadığını hatırlamak gerekir.
Doğanın, toplumun ve düşüncenin genel gelişim yasalarının kavranması elbette Marksizm’in
içerdiklerinin sadece bir bölümüdür. Başka parçaları da olduğunu biliyoruz ki, ikinci parça
Ekonomi Politiktir, yani insanların üretim süreci içinde kurdukları toplumsal bağların ve
ilişkilerin bilimi; Diğer parça ise, Bilimsel Sosyalizmdir, yani işçi sınıfının kurtuluş
mücadelesinin karakterinin ve koşullarının, bu sınıfın hedefinin ve sosyalist toplumun temel
ilkelerinin bilimidir. Bu bütünlük kavranmadan Marxizm’in temellerine vakıf olmak eksikli
kalacaktır. Kalıyor.
Bununla birlikte Marxizm’in birden bire ortaya çıkmadığı, felsefi, tarihsel ve sınıfsal çeşitli
önceleyenlerin üzerinden yükseldiği ve Marx ile Engels’in bu önceleyenlerle birlikte,
kendilerinin yaşadıkları çağın gerçekliklerini de irdeleyerek geliştirdiği bir bilim olduğu da
unutulmamalıdır.
Örnek olsun, Marksizm’den, Marksizm’i kanıt göstererek uzaklaşmak veya vazgeçmek
isteyenlerin, buna felsefi bir ton vermek üzere ortaya saçtıkları ünlü ve bu gün yarım doğru
şeklinde koskoca bir yalana dönüştürülmeye çalışılan, “değişmeyen tek şey değişimdir”
ifadesinin kökü Marx’tan çok önceye dayanır. Bu biçimde düşünmek, Antik Yunan
filozoflarına aittir ve ilk formüle eden Herakleitos’tur. “her şey hem kendisidir ve hem de
değildir; çünkü her şey akar, sürekli dönüşme, var oluş ve yok oluş durumundadır.”
Örnekleyebileceğimiz bir başka önemli nokta da, Kant’ı ve Laplace’ı hatırlamamızı gerektiren
Alman felsefesidir. Evrenin, onun ve insanlığın evriminin olduğu gibi, bu evrimin, insanların
beynindeki yansımasının da doğru bir biçimde kavranması,(öyleyse ancak varoluş ve
yokoluşun, ilerleyen ve gerileyen değişikliklerin evrensel karşılıklı etkilerini sürekli göz
önünde tutarak), diyalektik yoldan olanaklıdır. İşte modern Alman felsefesinin çıkışı tam
buradadır. Kant “güneş doğmuş olduğuna göre, güneş sisteminin bir gün mutlaka sönmek
zorunda olduğu” sonucunu çıkarmıştı. Ve bu teorik çıkarım, Laplace tarafından, neredeyse 50
yıl sonra matematiksel olarak kanıtlanıyordu.
Ardından Hegel sisteminin geldiğini ve bir dönem Marx ile Engels’in Hegelyen olduklarını,
sonra onu aşarak Marxizme yol aldıklarını, daha sonra Hegel’i eleştiren Feuerbach’ın,
özellikle de Hıristiyanlığın özü, Essence of Christianity, çalışmasından etkilenerek
Feuerbachyen olduklarını ve onu da aşarak Marxizmi geliştirmeye devam ettiklerini biliyoruz.
Ve ütopik sosyalizm.
Demek ki, Marxizm, gökten hazır reçetelerin taşındığı bir torba içinde yeryüzüne sarkıtılmış
değildir. Ancak tarihin çözerek ilerleyen gelişim çizgisi üzerinde taşınarak açığa çıkan
gerçekliklerin, Marxizmin kurucularının ve onları önceleyenlerin önüne sarkıtılmasını
tasavvur etmek pek de yanlış olmaz. Ancak burada irade, doğanın ve toplumun gelişmesi
yanında, buna zaman zaman paralel, zaman zaman ters orantılı olarak gelişen düşünceye aittir.
İşte Marxizmin kurucuları, bu gelişmelerin taşıdığı çözülmüş veya çözülmemiş olarak,
yaşadıkları çağın gerçeklikleri olarak ve çoğu zaman görünmeyen olarak önlerine düşen
gerçeklikleri, tarihin ve toplumun derinliklerinden almış, doğa biliminin gelişmesi ile de daha
bilimsel bir yaklaşımla, başka ifade ile bilim adamı iyimserliği ile çözümlemiş, işlemiş ve bir
teori olarak ortaya koymuşlardır.
Serüveni bu kadarla sınırlı olmayan ve kısa veya lokal cümlelerle bütünlüğüne vakıf
olunamayacak denli geniş bir alanı ve içeriği olan Marksizm’i, bir de Leninizm ile birlikte ele
almak, bu bütünlük içinde değerlendirmek gerekmektedir.
Burada ve bu günün koşullarında, yani, sosyalizmin yıkılmış olduğu, tarihin bittiği, sınıfların
ve sınıf mücadelesinin ortadan kalktığı, en azından belirleyiciliğinin ortadan kalktığı
biçimindeki zorlama telaffuzların etrafa saçıldığı koşullarda, Marxizmin üç temelinin
sapasağlam ayakta durduğunu bir kez daha hatırlatmak isterim.
Öncelikle, Marx’ın teorisinin, yani sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu teorik
saptamasının, Sovyet sosyalizminin yıkılışındaki derslerde çok daha rafine olmak üzere, reel
sosyalizm ile kanıtlanmış olduğunu artık hiç unutmamak gerekmektedir.
İkinci olarak, emek sürecinin belirleyiciliği ilkesinin de son derece somut olarak ayakta
durduğunu görebilmek çok daha kolay bir açıklıktadır. Bu gün hâlâ Kapitalistler kaygılarının
kaynağını bu süreçte bulmaktadır.
Üçüncü olarak ise, tarihin gelişiminin motorunun hâlâ sınıf mücadelesi olduğu apaçık
görülmektedir.
Dolayısıyla kapitalistler, en büyük, şiddetli ve sinsi saldırılarını bu üç temel üzerinde
yoğunlaştırmakta, sosyalizmin işçilerin malı olmadığını, kapitalistlerin de malı olduğunu,
dolayısıyla kapitalizmin gelişimini tamamlaması ile birlikte, kaçınılmazlıkla ve kendi isteği
ile sosyalizme geçmeye karar vereceğini; bunun için de, kapitalizmin aksaklıklarının
giderilmesi yoluyla kerte kerte sosyalizme varılacağını; bu nedenle de sınıf mücadelesinin
tarihe karıştığını, işçi sınıfı ile kapitalistlerin empati içinde birbirlerini
tamamlayabileceklerini, aslolanın insan olduğunu, kavganın iyi insanlarla, kötü insanlar
arasında olduğunu, dolayısıyla insanın yerine sınıfı ve sınıf çatışmasını koymanın ırkçılık
olduğunu ve daha birçok şaşırtıcı inciler dökerek, sonuçta kapitalistlere ait bir Marksizm’in ve
dolayısıyla sosyalizmin insanlık için çok daha yararlı olacağını inandırmaya çalışmaktadırlar.
Böylece, güler yüzlü sosyalizmden, “demokratik”,”özgürlükçü” ,”insancıl” sosyalizme kadar
uzanan çeşitli teoriler, emperyalist kapitalizmin laboratuarlarında lezzetli tadlar, kulağa ve
göze hoş gelen renkler katılarak üretilip, sosyalist mücadele alanlarına şırınga edilmekte iken,
aynı zamanda emek sürecinin yoğun olduğu yerlere kapitalistler, asker ve polis gücünü
yığmakta, zorunun korkutucu gücünü yerleştirmektedirler.
Yani kısaca, bir taraftan emek sürecinde buldukları kaygılarını gidermek için, kapitalistler
buralara “zor”unu yığarlarken, sınıf mücadelesini köreltmek için son derece sinsi yöntemler
ve araçlar geliştirmekte ve elbette bunlarla birlikte, kendisine uygun sosyalizmi üretmeyi ve
buna uygun olarak Marxizm-Leninizm’in içini boşaltmayı ve ondan önce Leninizm’i
Marxizmden ayırarak, Marksizm’i güler yüzlü bir iktisat doktrini ve felsefe tarihinin sevimli
bir dipnotu olarak yansıtmayı bir politika ve ideolojik mücadelelerinde bir silah olarak öne
çıkarmaktadırlar.
Öyleyse, bu serüveni derinlemesine takip etmeyi ve bu derinlikte anlamayı ve öğrenmeyi
okuyuculara ama ondan önce bu konuda hassasiyetlerini öne çıkartarak bir lokal vurgu ile
sorunu çözdüklerini sanan yorumculara bırakıp, Leninin katkısına, dolayısıyla MarxizmLeninizm bütünlüğünün önemine geçebiliriz.
Buna geçmeden önce, Marxizm’in üç temelinin sapasağlam durduğu şeklindeki vurgumuza,
Marx’ın düşüncesinin kaçınılmazı ortaya çıkaran bir teorik yapı olduğu yönlü vurguyu da
eklemek istiyorum; buradan hareketle kaçınılmazı bulup ortaya çıkarmanın, bilimin işi
olduğunu ve bir bilimselliğin ifadesi olduğunu, bilimselliğin, kaçınılmazlık ve zorunluluk
olduğunu, özgürlüğün ise, bu zorunluluktan kaçılmaz olarak doğduğunu; düzeni tasarlamak
ve iktidarı politik müdahale ile almanın özgürlük olduğunu ve bu noktada Lenin’i, Leninizm’i
hatırlamak gerektiğini vurgulamak istiyorum
Dolayısıyla klasik iktisatçıların son derece kötümser olduklarını, söz yerinde ise felaket tellalı
olduklarını ancak felaketi insanlığın üzerine yıktıklarını hatırlatarak; Marx’ın da bir iktisatçı
olduğunu fakat bu şom ağızlı iktisatçılardan ayrıldığını; kapitalizmin gelişiminin kıyamete
götürdüğünü onun da gördüğünü, ancak bu kıyametin kapitalistlerin kıyameti olduğunu, bu
kıyametin içinde insanlığa bir cennet doğduğunu ortaya koyduğunu, bu çerçevede de son
derece iyimser olduğunu, dolayısıyla iyimserliğinin kaynağının bilimsel olduğunu, bu
iyimserliğin işaret ettiği cennetin ise sosyalizm olduğunu ve işte Marxizmin bu cennete açılan
teorik bir kapı olduğunu, ancak sadece bu olmadığını, kapılar sonuna kadar açıldıktan sonra
cenneti kalıcı kılacak olan ve insanlığın gelişiminin temel yol göstericisi olarak gelişmeye ve
geliştirilmeye devam edecek olan bir bilim olduğunu; Leninizmin ise bu kapıları sonuna kadar
açan iradenin adı olduğunu, başka ifadeyle Marxizmi yaşatanın, Kapitalistlerin gönlündeki,
iktisat derslerinde okutulan bir ekonomi politik doktrinler tarihi bölümü ve felsefe tarihinin
bir dipnotu olmaktan kurtaran, Ekim devriminde vücut bulan teorik-pratik bütünlüğe içerilmiş
irade olduğunu; daha ileri giderek, Leninizm’in Rusya Marxizmi olduğunu ve Marxizmi
başarıya götürenin Rusya Marxizmi olduğunu hatırlatmak istiyorum.
Bunları neden hatırlattığıma gelince;
Marksizm’i, “Marxizm, ezilen veya sömürülen siniflarin bilimidir” demek ile “ işçi sınıfının
bilimidir” demek arasındaki tartışma sınırında irdelemenin; ne Marksizm’i bütünsel olarak ve
çağımızdaki sosyalizmin sorunlarının çözümüne dönük olarak irdelemek olduğunu, ne de
Marksizm’i eleştirel bir yöntemle irdelemek, başka ifadeyle Marksizm’i, Marxist yöntemle
eleştirmek demek olduğunu göstermek istediğim içindir.
İlaveten, Marxizm’e sahip çıkmak adına, Marxizm’e dair eksikli veya yanlış, ki eksikli olanlar
yarım doğru mislidir ve yanlıştan bin kat yanlış olmayı içermektedir, ifadelere işaret ederek,
onların yanlışlığını veya eksikliğini göstermek üzerinden başka yanlış ve eksik ifadeler
kurulmasının çok daha büyük bir eksiklik ve yanlışlık olduğunu ve hatta bilinçli bir çabayı ve
de kötü niyeti içerdiğine işaret etmek istediğim içindir.
Diğer yandan, Marksizm’i bilimselliğinden ayırırsak, doğa felsefesinden de ayırmış oluruz ki
bu Marxizm’in bilimselliğini kabul ederken, bu bilimselliği bir öznellik içine hapsetmeye
sürükler; Marksizm’i son tahlilde bir vahiy niteliğinde tasvir etmeye veya dogma biçiminde
algılamaya, dolayısıyla, da Marxizm’in Marxist yöntemle eleştirilip, geliştirilmesinin bir
bilim karakteri içerdiğini yadsımaya götürür.
Örnek olsun, Kant’ın, Kopernicus’ten sonra yaptığı en büyük ilerlemenin ifadesi olan teorisi
ile Marxizmin gelişimi arasında bir bağ olduğunu görmemek, bu yadsımayı anlatmaktadır.
Biraz daha açarsak, bu yadsıma bizi, Kant’ın bu teorisini, matematiksel olarak geliştiren
Laplace’ın ilkel bulutsu teorisinin, yıldızlar ile güneş sisteminin oluşmasının açıklanmasının
Marxizm’in gelişmesine hiçbir etkisi olmadığının kabul edilmesine götürür.
Ayrıca, Marxizme göre, bilgimiz genişlediği, gerçeği daha bilimsel bir biçimde kavradığımız
ölçüde, düşüncelerimizin biçimleri dönüşür. Felsefe, artık, öteki bilimler üstünde, bilgimizin
eksiklerini kapatmayı gözeten bir bilim değildir. Gerçekliğin düşünce düzeyindeki
dışavurumudur; doğal ve insanal olayların araştırılmasında bilim tarafından elde edilen
sonuçların genelleştirilmesi ve benimsenmesidir.
Buradan varacağımız nokta, bilginin her ilerlemesinin, teorinin bir yeniden ayarlanması
olduğu, Engels’in deyimiyle, Materyalizmin yeni bir biçimini içermesi olduğudur. Yani
Marxizm, özünde, bilim tarafından elde edilmiş sonuçların bir özümleme ve bileşimi
yöntemidir. Dolayısıyla Marxizm, bilginin her yeni adımı ile kendi yasası gereği,
zenginleşmek ve dönüşmek zorundadır.
Örnek olsun, genel biyoloji ve genetikteki büyük ilerlemeler ile nükleer biyolojinin ortaya
çıkması, organik dünya üzerindeki bilgimize çok önemli ve sıçramalı bir katkı sağlamıştır.
Bu anlamda, Engels’in, Materyalizmin kendi çağının bu bilimsel bulgularından çıkan biçimini
belirlemesinin ifadesi olan vargılarının yanında, Lenin’in ondan 30 yıl sonra, Materyalizm ve
Ampiriokritisizm çalışması ile kendi çağının bilimsel bulgularına dayanarak, materyalizmin
buna uygun biçimini belirlemeye çalışması son derece öğreticidir.
Öyleyse, Marxizm’in bilimsel gelişmelere uygun olarak zenginleşmesi ve dönüşmesi
düşüncesinden, Marxizmi “dört mevsim”e benzetmeyi çıkarmak, son derece zorlama bir
düşüncedir. Böyle olunca, Marksizm’i sözde dar sınırından kurtararak, bilimsel alanına
götürmek için hassasiyet gösteriyor gibi görünürken, bilimselliğinden ve bilim ile bağından
büsbütün koparmaya kapı açmak kolay olmaktadır.
Daha önemlisi, Marxist yöntemin bilgimizin gelişmesine ve derinleşmesine katkıda
bulunduğunun üzerinden atlamak kolaylaşmaktadır. Çünkü Marxist düşünce yöntemi,
gerçeğin bilgisi üzerinden şekillenir ve gelişirken, dünyayı bilimin onu kavrama yetisi
gösterdiği ölçüde açıklar.
Böyle olmasaydı, Marxist felsefe, tanrı olmaksızın mutlak hareketsizlikten harekete geçmeyi
açıklayamayan metafizikçilerin karşısına, hareketin, maddenin oluş biçimi olduğu yalın
gerçeğini koyamazdı.
Demek ki, Marxizm’in doğa yasalarına benzemediği biçimindeki ifade ve bunu tanıtlamak
için eklenen, Marxizm’in kendi yasaları olduğu biçimindeki ifade Marksizm’i yarım
doğrulardan korumak için değil, aksine ve bilerek Marksizm’in bilimsel niteliğinin
yadsınması, Marksizm’i bilimden ve bilimsel yasalardan büsbütün koparmak ve bir öznellik
içine hapsetmek için öne çıkartılan bir yarım doğru niteliğindedir.
Öte yandan, elbette organik doğada, hiç olmazsa doğrudan doğruya gözlemleyebildiğimiz
ölçüde, çok geniş sınırlar içinde oldukça düzenli bir biçimde yinelenen bir süreçler dizisi ile
uğraşıldığını biliyoruz. Buna karşın, toplum tarihinde insanlığın ilkel durumunu, yani taş
devri denilen şeyi, aştığımız andan başlayarak, durumların yinelenmesi kural değil,
ayrıklamadır ve bu tür yinelenmelerin kendini gösterdiği yerde de bu yinelemeler hiçbir
zaman aynı koşullar içinde ortaya çıkmazlar.
Bu nedenle insanlık tarihi alanında sağlam bilgimiz, biyoloji alanında olduğundan çok
geridedir. Bunun anlamı, toplum tarihinde de bilginin özsel olarak göreli olduğudur.
Ancak bu, Marksizm’in doğa yasalarına benzemediğini; Onun, kendi yasaları ile baş başa
olduğunu tanıtlamadığı gibi, Marxizmin ne olduğunu tanıtlamanın da bir aracı değildir. Fakat,
Marksizm’i bilimden ve bilimsel gelişmelerin geliştirici etkisinden soyutlamanın aracı olarak
kullanılabilir.
Öyleyse bilgi alanlarının ne olduğunu kısaca hatırlamakta ve bir yere not etmekte yarar vardır.
Bütün bilgi alanının üç büyük kesime bölündüğünü biliyoruz; buna göre, birincisi, kesin
bilimler de denilen, cansız doğa ile uğraşan ve matematik olarak işlenmeye az çok elverişli
bütün bilimleri kapsar; matematik, astronomi, mekanik, fizik, kimyadır. Bu bilimlerin kimi
sonuçları ölümsüz doğrular olarak kabul edilebilir. Ancak son çözümlemede kesin
doğruluklar, zamanla bu alanda görülmedik biçimde seyrekleşir.
İkincisi ise, canlı organizmaların irdelenmesini içine alan sınıftır; bu alanda da, ölümsüz
doğrulukların durumu birincisinde olduğu gibidir.
Bilimlerin üçüncü grubunda ise, yani insanların yaşama koşullarını, toplumsal ilişkileri,
hukuk ve devlet biçimlerini, felsefeden, dinden, sanattan vb. oluşan ideal üst yapıları ile
birlikte, tarihsel ardışıkları ve o günkü sonuçları içinde irdeleyen tarihsel bilimlerde ölümsüz
doğruluklar için işler daha da kötü gider. Bu alanda da son çözümlemede, kesin doğruluklar,
mutlak olarak değişmez doğruluklar da zamanla son derece seyrekleşir.
Diğer yandan, “Marxizmin doğa yasalarına benzemediğini ve kendine özgü yasaları
olduğunu” vurguladıktan sonra, “Marxizm’in, ancak kapitalizmin ortaya çıktığı noktada var
olan sermaye ve ücretli emek ilişkisinin sonucu olduğu” biçiminde ifade edilen “mutlak
doğruluğu”na varmanın, Engels’in ifadesiyle mutlak olarak değişmez doğruluklar avına çıkıp,
elinde çok az şeyle dönen avcıyı hatırlatmaktan başka bir öğreticiliği yoktur. Bilimselliğinden
arındırılmış Marksizm’i, bu kez, hem de mutlak doğru olarak, emek sermaye çelişkisine
indirgemek, Marksizm’i kapitalizmin ekonomi politiğine hapsetmek demektir.
Bunda ısrar etmek, Marx’ın devrimlerin kaçınılmazlığını anlatan Kapitalinin, felsefi planda ve
kaçınılmaz olarak tedriciliği işaret etmesinin üzerinden atlayarak olumlamak, zorunluluk ile
özgürlük ilişkisini ıskalamak ve buradaki bilimselliğin özünden uzaklaşmak oluyor. Başka
ifadeyle Marksizm’i kapitalin felsefi sınırına indirgemek, Marx’ın bilimselliğinin ifadesi olan
kaçınılmazlık ve zorunluluğun içinden, özgürlüğün ortaya çıkmasına bir tedricilik tonu
yüklemeyi kolaylaştırıyor. Bu nokta Marx’ı, Lenin’den ayırmanın en kolay olduğu noktadır.
Böylece, Marxizm’e özgü yasallıkları tedriciliğin peşine takıp, işçi sınıfına bu sınırda bir
bilim hediye etmek ve kurtuluşunun gerçekleşmesi için kendi düzenini tasarlamasının
yeteceğini ama iktidarını politik bir müdahaleyle alma fikrinden, dolayısıyla iktidarını
korumak için politik müdahaleye devam etmek fikrinden uzaklaştırmak kolaylaşmaktadır.
Oysa Engels, çok önceden bilimlerin gelişmesinin materyalist felsefeyi zorla nasıl kabul
ettirdiğini göstermişti. Bu kendini zorla kabul ettiren, bir fikir değildi. Örnek olsun, biyoloji
biliminin gelişmesi, kendini henüz kabul ettirmiş olan belirlenimciliği(determinizm) yeni
baştan tartışma konusu yapıyordu.
Burada bir özetin özeti yaparak, Marksizm’i sermaye ile ücretli emek arasındaki ilişkiye
hapsetmek, ve bilim olma olgusunu bu sınıra indirgemek, emek-sermaye çelişkisinin
kaçınılmaz ve zorunlu olarak sosyalizmi getireceği bilimsel çıkarımında takılı kalmak demek
olduğunu, bunun açık ucunda ise, son çözümlemede, politik mücadeleden kaçınmanın
yeşereceğinin altını çizmek istiyorum. Bu, Marxizm’in devrimcisizleştirilmesinin öteki adı
olmaktadır.
Marxizm’in bu sınıra indirgenerek vulgarlaştırılmasının sonucunu ve bu sonuçtan bir adım
öncesini hepimiz biliyoruz. Bir adım önce, Anti-Dühring’in geçerliğinin kalmadığından
hareketle rafa kaldırılması gerçekleşirken, sonrasında kapitalist restorasyonun gerçekleşmiş
olması son derece öğretici olmuştur.
Bu, 18.nci yüzyılın ürünü olan ekonomi politiğin ve bu çağın iktisatçılarının, tıpkı aydınlanma
çağı filozofları gibi, yeni bilimi, kendi çağlarındaki koşulların ve gereksinmelerin dışa
vurumu değil de, ölümsüz aklın dışavurumu olarak görmelerindeki mutlaklığa hapsolması
gibidir; yani o zamanki iktisatçıların, bu bilimin bulduğu üretim ve değişim yasalarını, bu
eylemlerin tarihsel olarak belirlenmiş bir biçiminin değil ama doğanın ölümsüz yasaları
olduğunu kabul ettikleri gibi, Marxizmin de böyle ölümsüz, değişmez yasalara, hem de doğa
yasalarına benzemez denildiği halde, sahip olduğunu tanıtlamaya çalışmaktır.
Buradan hareketle bu çabanın bir adım sonrası, zorun sömürüye yalnızca yardımcı olduğunu
ama onun nedeni olmadığını; sermaye ile ücretli emek arasındaki ilişkinin sömürülmenin
nedeni olduğunu ve bu ilişkinin de zor yolundan değil, salt ekonomik biçimde doğmuş
olduğunu görmezden gelmek olacağı kuvvetle muhtemeldir.
Böyle olunca da, konuyu “bu anlamda sadece ve sadece işçi sınıfının bilimidir. Onun
kurtulusunun öğretisidir.” Diye bağlamak, Marxizmin işçi sınıfının bilimi olduğunu
tanıtlamaktan çok, işçi sınıfına yüce bir kurtarıcılık vererek fetişleştirmek yanında,
Marksizm’i bir vahiyler kataloguna indirgeyerek dogmatizme hapsetmek demektir. Başka
ifadeyle işçi sınıfı dalkavukluğu yaparak işçi sınıfını sıfırlamaktır. Oysa işçi sınıfını, bilimini
ve kurtuluşunu önemsemek, bilimin merkezine işçi sınıfını koymakla mümkün olmaktadır.
Marx’a göre, insanlığın gelişmesi durmayacaktır ve buradan hareketle burjuvazinin değiştirici
rolünü, emek süreci alanına kaydırıp, burada ayrıntılandırırken, sınıf çelişkilerine önünde
durulamaz bir güç yüklüyor. Bu biliniyor ve bunda en küçük bir yanılgıya düşmediği çok
açıktır.
Dolayısıyla yeni olguların, geçmiş tarihi yeni bir incelemeden geçirmeye zorlamasının hem
normal ve hem de, bütün geçmiş tarihin bir sınıflar savaşı tarihi olduğunu; birbirlerine karşı
savaşım durumundaki bu toplumsal sınıfların, her zaman üretim ve değişim ilişkilerinin,
kısacası çağlarındaki ekonomik ilişkilerin ürünleri olduklarını; buna göre, toplumun
ekonomik yapısının her kez, son çözümlemede, hukuksal ve siyasal kurumların tüm üst
yapısını olduğu gibi, her tarihsel dönemin, dinsel, felsefi ve öteki fikirlerini de açıklamayı
sağlayan gerçek temeli oluşturduğunu gösterdiğini ve böylece, idealizmin kovulmuş olup,
tarihin materyalist bir anlayışının ortaya çıktığını dolayısıyla insanların varlığını bilinçleri ile
açıklamak yerine, insanların bilincini varlıkları ile açıklamak için yol bulunmuş olduğunu
hatırlamak; bunun sonucu olarak da, sosyalizmin, artık şu ya da bu dâhinin rastgele buluşu
olduğunu değil ama tarih tarafından oluşturulan iki sınıfının, proletarya ile burjuvazinin
savaşımlarının zorunlu ürünü olarak görünmesini hatırlamak son derece öğretici olmalıdır.
Bütün bunların yanında, sosyalist mücadelenin ve sosyalist yaşamın bilime dayandığını;
sosyalizm ile bilim arasındaki bağdan ve bilimselliğe vurgudan anlıyoruz; bilimsellik ise, hem
yeni bilimsel bilgi yaratmayı ve hem de bilgiye güvenmeyi gerektiriyor. Bu ise, örgütlü
yaşamanın hem en önemli nedenlerinden, hem de en önemli sonuçlarından birisi olarak ortaya
çıkıyor. Bu tarihe materyalist bakmayı anlatmaktadır. Materyalist bakmak, bir felsefedir;
diyalektik ise bir düşünme yöntemidir. İnsanın, ancak içinde bulunduğu maddi ve toplumsal
üretim koşullarının bilincine varması aksiyomuna buradan geçiliyor ve bu aksiyom,
doğruluğunu koruyor. Ancak, üretimin sosyalizasyonunun işçi sınıfında sosyalizm bilincini
yansıtmamaya başlaması, bu doğrunun ağırlığının, çözümleme yönünde mi, yoksa
devrimcileştirme yönünde mi olduğunu düşünmeyi gerektiriyor.
Marxizm, her zaman yaşamla bağ içindedir ve kendisini yaşamla birlikte geliştirir. Önceden
kotarılmış formüllerle ve dar görüşlerle gerçeği kendisine uyarlayan bir öğreti değildir, aksine
kendisini gerçeğe uyarlayan bir öğretidir. Bilimsel düzeyde çıkardığı sonuçları, gerçeğin çok
derinden ve her yönüyle araştırılmasından elde eder ve bu sonuçları tekrar tekrar gerçekle
karşılaştırarak doğrular ve düzeltir. Politik, ekonomik ve felsefi görüşlerin oluşturduğu
bütünsel bir öğreti olan Marxizm, hiçbir zaman bitmiş ve kapanmış olmayıp, her zaman
yaratıcı gelişmeye açıktır.
Bu kadar ve burada bitiriyorum, bitirirken, hep ifade ettiğim gibi, kimseyi kırmak istemeden
ve inanarak ortaya koyduklarımın, Marxizmin ne olduğu ve ne olmadığı konusunda,
yorumculara önemli açıklıklar sağlayacağı ve bununla birlikte, kendilerini yarım doğrulardan
sakınmalarının önemini kavramalarına yardımcı olacağı yönündeki umudumu belirtmek
istiyorum.
Fikret Uzun
10 Haziran 2012
Download