Avrupa Birliği Hukukunda Tam Yargı Davaları: AB Kurumları ve Üye

advertisement
Avrupa Birliği Hukukunda Tam Yargı
Davaları: AB Kurumları ve Üye Devletlerin
Sorumluluklarının Karşılaştırılması
Hacer Soykan Adaoğlu
Öz: Hukukun üstünlüğü prensibinin önemli unsurlarından biri de yürütme organının
eylem ve işlemlerinin hukuka uygunluğunun denetlenmesi ve hukuka aykırılık
durumunda zarar gören bireylerin tazmin edilmesidir. Avrupa Birliği hukuk sistemi
uyarınca hem Birlik kurumlarının hem de üye devletlerin eylem ve işlemlerinin AB
hukukuna uygun olması gerekmektedir. Birlik kurumlarının AB hukukuna aykırı eylem
ve işlemlerinden zarar gören bireyler AB mahkemelerinde, ulusal makamların AB
hukukuna aykırı eylem ve işlemlerinden zarar gören bireyler de ulusal mahkemlerde
tam yargı davası açabilmektedir. Bu çalışmanın amacı AB hukukuna özgü tam yargı
davalarının incelenmesi ve her iki düzeydeki sorumluluğun kaynağı, kapsamı, koşulları
ve sonuçları arasındaki farkların belirlenmesidir.
Anahtar Kelimeler: Tam yargı davası, tazminat, sorumluluk.
Actions for Damages in EU Law: A Comparative Analysis of the Liability of
EU Institutions and the Liability of Member States.
Abstract: The rule of law requires that the legality of the actions of administration must
be supervised, and individuals must be compensated for any illegal actions of
administration. The actions of both the EU institutions and member states should be in
conformity with EU law. Individuals, who suffer a damage resulting from the breach of
EU law, can bring actions against the EU institutions before the EU courts and against
member states before national courts. The aim of this paper is to examine the actions
for damages at EU and national level, and to compare the liability of EU institutions
and member states in terms of legal bases, content, conditions, and outcomes.
Keywords: Action for damages, liability, compensation.

Yrd. Doç. Dr., Doğu Akdeniz Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, Mağusa/Kıbrıs.
Makale gönderim tarihi: 31.12.2015
Makale kabul tarihi: 28.04.2016
Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49, Sayı 2, Haziran 2016, s.79-104.
80
Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 2, Haziran 2016, s. 79-104.
Giriş
Gelişmiş hukuk sistemlerinde, bireylerin, yönetimin hukuka aykırı eylem ve
işlemlerinden doğan zararlarının tazmin edildiği mekanizmaların varlığı,
hukukun üstünlüğü prensibinin önemli bir unsurunu oluşturur. Topluluk1 hukuk
sistemi hem bireysel hakların temini hem de bu haklara etkin bir hukuki himaye
sağlama temeli üzerine kurulmuştur (Arsava, 2011: 23). Avrupa Birliği (AB)
içinde bireyler, hem üye ülkelerin hem de AB kurumlarının Birlik hukukuna
aykırı eylem ve işlemleri nedeniyle zarara uğrayabilirler. Başka bir ifade ile AB
hukuk sistemi uyarınca, hem üye ülkelerin hem de Birlik kurumlarının eylem ve
işlemlerinin hukuka uygun olması gerekir. Hukuka uygunluğun denetlenmesi ve
hukuka aykırı eylem ve işlemlerden zarar gören bireylerin tazmin edilmesi, AB
idari yargısının temelini oluşturur. Lisbon Antlaşması ile bağlayıcılık kazanan
AB Temel Haklar Şartı, tazminat hakkını bir birey hakkı olarak düzenlemiştir.
AB Temel Haklar Şartı’nın 41. maddesi ‘iyi yönetilme hakkı’ başlığını
taşımakta ve 3. fıkrası tazminat hakkını düzenlemektedir. Ancak, AB Temel
Haklar Şartı, özel bir koruma mekanizması öngörmediğinden, özellikle AB
kurumlarının bu hakları ihlali sonucunda, bireyler için başvurulacak tek yol
‘sözleşme dışı sorumluluk sistemi’2 çerçevesindeki tam yargı davasıdır (Ward,
2011: 607). Bu durum tam yargı davasının önemini daha da artırmakatdır.
Ancak, sözleşme dışı sorumluluk kapsamında bireylerin tazminat talebinde
bulunabilmelerinin zor koşullara bağlanmış olması, tazminat rejiminin
işlevselliğini olumsuz etkilemektedir.
Birlik kurumlarının eylem ve işlemlerinin AB Antlaşmalarına ve AB
hukukunun genel ilkelerine uygun olması gerektiği Avrupa Birliği’nin
İşleyişine İlişkin Antlaşma (ABİİA)’nın 263. maddesinde düzenlenmiş ve
aykırılık durumunda Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) tarafından iptali
öngörülmüştür. Ancak, iptal davası kapsamında bireylere tanınan dava açma
hakkı son derece sınırlıdır. Buna karşılık, Birlik kurumlarının hukuka aykırı
eylem ve işlemlerinden zarar gören bireylere ABİİA’nın 268 ve 340/2.
Maddeleri ve AB Temel Haklar Şartı’nın 41/3. maddesi tahtında tazminat
davası açma hakkı tanınmıştır. Benzer şekilde, üye devletlerin de Birlik
hukukunu ihlal eden eylem ve işlemlerinden sorumluluğu öngörülmüş ve
bireylere ulusal mahkemelerde devlet aleyhine tazminat davası açma hakkı
tanınmıştır. Birlik kurumlarının sorumluluğu, ABİİA ve AB Temel Haklar Şartı
ile düzenlenmişken, üye devletlerin sorumluluğu Antlaşmalarda yer almamış,
ABAD içtihadı ile oluşturulmuştur. Her iki düzeydeki sorumluluk koşulları
Bu çalışma boyunca ‘Topluluk’, ‘Birlik’ terimleri Avrupa Birliği’ni ifade etmek için kullanılacaktır.
Sözleşme dışı sorumluluk terimi Avrupa Birliği’nin İşleyişine İlişkin Antlaşma’nın 340/2. maddesinde yer
almakta ve kurumların eylem ve işlemlerinden doğan zararın tazmini öngörmektedir.
1
2
Avrupa Birliği Hukukunda Tam Yargı Davaları:
81
farklılıklar içermekte, Birlik kurumlarının sorumluluğu daha katı şartlara
bağlanmaktadır.
Bu çalışmada AB kurumları ve üye devletler aleyhine açılacak tazminat
davalarının hukuki çerçevesi, kapsamı ve koşulları karşılaştırmalı olarak
incelenecek ve aralarındaki farklılıklar ortaya konulacaktır. Bu çereçevede önce
Birlik kurumlarına ilişkin düzenleme ele alınacak daha sonra da üye ülkelere
ilişkin sistem karşılaştırmalı olarak incelenecektir. Bu çalışmanın amacı, AB
hukukuna özgü tam yargı davalarının karşılaştırması olduğundan, Türk idare
hukukundaki tam yargı davasına ilişkin kural ve uygulamalar kapsam dışında
tutulmuştur. Türk hukuk sistemindeki tam yargı davası ile AB hukukuna özgü
tam yargı davasının karşılaştırması başka bir araştırma konusudur. Ancak,
mevcut çalışma ile üye ülke mahkemelerinde uygulanacak AB hukukuna özgü
tam yargı davasının hukuki çerçevesi, koşulları ve uygulama prensipleri ortaya
konmuş olacaktır. Bu bulguların, Türkiye’nin, AB’ye üyeliği durumunda, Türk
idare hukukunda yapılması gerekecek değişikliklere ışık tutması da
amaçlanmaktadır.
Birlik Kurumları Aleyhine Açılacak Tam Yargı Davası
ABİİA’nın 340/2. maddesi, Birlik kurumlarının ‘sözleşme dışı’ sorumluluğunu
düzenlemektedir.3 Bu madde uyarınca Birlik, kurumlarının ya da personelin
görevlerini yerine getirmesi sırasında ortaya çıkan zararları, üye ülkelerin hukuk
sistemlerinde yer alan ortak prensipler uyarınca tazmin etmekle yükümlüdür.
Aynı şekilde Avrupa Merkez Bankası ya da personelinin görevini yerine
getirdiği sırada ortaya çıkan zararlar için de tazmin zorunluluğu vardır.
ABİİA’nın 268. maddesi bu tür tazminat davalarında yetkili mahkemenin
ABAD olduğunu belirtmektedir. 2009 yılında Lisbon Antlaşması’nın yürürlüğe
girmesi ile yasallık kazanan AB Temel Haklar Şartı 41/3. maddesi de tazminat
hakkını bir temel hak olarak düzenlemektedir.4 Sözü edilen hükümlere göre
açılacak tazminat davaları hukuki niteliği itibarı ile tam yargı davalarıdır.
Dolayısıyla ABAD, sadece bir işlemin hukuka uygun veya aykırı olduğunu
inceleyip bir tespit kararı vermekle yetinmeyecek, davacının hakkının zarar
gördüğünü tespit ederse, doğan zararın tazminine de hükmedecektir (Arat,
1989: 86). 340/2. madde uyarınca ABAD, tazminat davalarını çözerken, AB’ye
üye devletlerin iç hukuklarında ortaklaşa kabul edilmiş bulunan genel hukuk
ABİİA 340/2: “Sözleşme dışı sorumluluk konusunda, Birlik, kurumlarının veya memurlarının görevlerini
yaparken yol açtıkları zararları, üye ülkelerin ortak genel hukuk ilkelerine uygun olarak tazmin etmekle
yükümlüdür”. ABİİA’nın Türkçe çevirisine ilişkin bakınız; Reçber, Kamuran (2010), Avrupa Birliği
Kurumlar Hukuku ve Temel Metinleri, Alfa Aktüel Yayınları, Ankara, s.422-580.
4
AB Temel Haklar Şartı 41/3: “Herkes, Birliğin kurumları veya görevlilerinin, görevlerinin ifası sırasında
neden oldukları her türlü zararı, üye devletlerin hukuk sistemlerindeki ortak genel ilklere uygun olarak Birliğe
tazmin ettirme hakkına sahiptir”. AB Temel Haklar Şartı’nın Türkçe çevirisi için bakınız; Reçber, Kamuran
(2010): 666-681.
3
82
Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 2, Haziran 2016, s. 79-104.
ilkelerini göz önünde tutmak suretiyle karar verecektir. Birliğin sözleşme dışı
sorumluluğu esasen idari sorumluluğu olarak anlaşılmalıdır. O nedenle, Birlik
kurumlarının sorumluluğu, örneğin, bina sahibi ya da tehlikeli madde
bulunduranın sorumluluğunu kapsamamaktadır (Toth, 1975: 689). Dolayısıyla,
üye ülkelerdeki idari sorumluluk prensipleri göz önüne alınmalıdır. Burada
önemli olan nokta, üye ülke hukuk sistemlerindeki ortak kurallardan değil,
ilkelerden söz edilmiş olmasıdır. Bu sayede ABAD, üye ülke hukuk
sistemlerindeki çok genel prensiplerden yola çıkarak daha yaratıcı bir yaklaşım
sergileme olanağına sahip olmuştur (Hartley, 2010: 452). Zaman içinde bu
alandaki uygulama gelişip yoğunluk kazandıkça, Birlik hukukuna özgü bir
sözleşme dışı sorumluluk sistemi kurulmuştur. Bu noktada ABAD, üye ülke
hukuk sistemlerindeki sorumluluk kavramından yola çıkarak Birlik hukuk
sistemine ve prensiplerine uygun, âdil bir sorumluluk kavramı yaratmaya
odaklanmıştır (Kapteyn ve Van Themat, 1998: 492).
Tam Yargı Davasının Tarafları ve Koşulları
Birlik aleyhine sözleşme dışı sorumluluk çerçevesinde tazminat davası
açabilecek kişiler açısından herhangi bir sınırlamaya yer verilmediği
görülmekte, bir AB kurumunun eylem veya işleminden zarara uğrayan özel
veya tüzel kişilere bu davayı açma hakkı tanınmaktadır. Ayrıca, zarar iddiası ile
tazminat talebinde bulunacak kişilerin, iptal davasında olduğu gibi, ‘doğrudan
ve bireysel ilgi’ unsurunu kanıtlama yükümlülükleri de yoktur (Karayiğit, 2009:
65).
Böyle bir davada, davalı ise, ABİİA’nın 340/2. maddesi uyarınca “Birlik”
olarak belirtilmiş, davanın hangi Birlik kurumu aleyhine getirileceği konusuna
açıklık getirilmemiştir. Werhahn davasında bu görevin Komisyon’a ait olması
gerektiği iddia edilmiş, ancak, bu iddia ABAD tarafından reddedilerek zarara
yol açan eylem veya işlemi gerçekleştiren kurum ya da kurumlar aleyhine dava
açılması gerektiği ortaya konmuştur (C-63-69/72, 1973: paragraf, 7).5 Birlik
amaçlarını gerçekleştirmede katkıda bulunan tüm kurumların eylem ve
işlemelerinden dolayı AB’nin sorumluluğu ortaya çıkabilmektedir (Craig, 2006:
764). ABİİA’nın 340/3. maddesi ile birlikte Avrupa Merkez Bankası’nın veya
çalışanlarının verdiği zarardan da sorumluluğun ortaya çıkacağı belirtilmiştir.
ABİİA’nın 340/2. maddesi Birlik çalışanlarının, görevin yerine getirilmesi
sırasında neden oldukları zarardan da Birliğin sorumlu olduğunu belirtmektedir.
Ancak bu konuda oldukça sınırlayıcı bir yaklaşım sergilenmektedir (Akgül,
2008: 149). ABAD, ‘görevini yerine getirme’ ibaresini oldukça dar
yorumlamaktadır. Bu yoruma göre, Birlik çalışanının, Birlik adına, AB’ye ait
bir yetkinin kullanımını ifade eden bir eylemi olmalı ve bu eylem görevin
5
ABAD kararlarının tam metni için bkz; curia.europa.eu
Avrupa Birliği Hukukunda Tam Yargı Davaları:
83
gerekleri ile doğrudan ilgili olmalıdır (Arat, 1989: 88). Bu unsular Fransız idare
hukukundan kaynaklanmakla birlikte, ABAD tarafından Birlik amaçlarına
uygun şeklide geliştirilmiş ve yorumlanmıştır (Horspool ve Humphreys, 2010:
286).
Adalet Divanı Statüsü’nün 46. maddesi uyarınca, ABİİA md. 340/2
kapsamında bir dava, zarara yol açan olaydan itibaren 5 yıl içinde açılmalıdır. 5
yıllık sürenin başlangıcı olarak düzenleyici işlemin yayımlandığı ya da
yürürlüğe girdiği tarih değil, işlemin zararlı sonuçlarının ortaya çıktığı tarih göz
önüne alınmalıdır (Karayiğit, 2009: 65). Buradaki sorulardan biri de tazminat
davasının açılmasından önce, sözkonusu tasarrufun iptaline gerek olup
olmadığıdır. Plaumann davasındaki kararı ile ABAD, tazminat davası
açılabilmesi için iptalin ya da ihmalin tespitinin bir önkoşul olduğunu
belirtmişti (C-25/62, 1963: paragraf, 35). Ancak daha sonra Lütticke ve
Schöppenstedt kararları ile bu içtihadını değiştirerek tazminat davasının kendine
özgü amaçları olan bağımsız bir dava olduğunu vurgulamıştır. 1971 yılından bu
yana, tam yargı davası ayrı ve özerk bir dava olarak görülmektedir. O nedenle,
dava konusu eylem veya işlemin iptal edilmemiş olması tazminat davası
açılmasına engel oluşturmamaktadır. Başka bir ifade ile söz konusu eylem veya
işlemin önce bir iptal davasına konu olup hukuka aykırılığının tespit edilmiş
olması tazminat davası açmanın bir ön koşulu değildir. Kuşkusuz böyle bir iptal
kararı, eylem veya işlemin hukuka aykırılığını ortaya koyacağından, tazminat
davasının başarılı olma şansını artıracaktır.
İlk Derece Mahkemesi (İDM) kurulup faaliyete başladıktan sonra, bireylerin
açtığı tazminat davaları İDM’nin yetkisine aktarılmıştır. Nice Antlaşması ile
getirilen değişiklikle, bu davalarda yetkili mahkeme kurucu Antlaşmalarla da
İDM olarak belirlenmiştir. ABAD ise, İDM’nin faaliyete geçmesinden bu yana
tazminat davalarında temyiz mercii görevi yapmaktadır.
Birlik Kurumlarının Sorumluluğunun Unsurları
ABAD içtihadı uyarınca, ABİİA’nın 340/2. maddesi uyarınca, sorumluluğun
oluşabilmesi için üç temel unsur gerekmektedir: Birliğe yüklenebilecek hukuka
aykırı bir eylem, işlem veya ihmalin varlığı; bireyin zarara uğraması; bireyin
uğradığı zararla, Birlik eylem, işlem veya ihmali arasında nedensellik bağının
bulunması. 340/2. madde sorumluluğun oluşması için kusur şartını
öngörmemekte ancak ABAD, genel kural olarak sorumluluğun oluşması için
kusurun kanıtlanmasını gerekli görmektedir. Kusur kavramının tanımı ya da
nelerin kusur sayılacağına ilişkin genel prensipler yine ABAD tarafından ortaya
konulmuştur. Esasen, 340/2. madde, unsurları açık bir şekilde tanımlamamakta,
340/2. maddenin yorumlanması suretiyle Birlik yargı organlarınca, üye ülke
hukuk sistemleri ve Birlik hukuk sisteminin özellikleri ve gereksinimleri göz
önüne alınarak bu unsurlar belirlenmektedir (Baykal, 2006: 52). Normatif
84
Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 2, Haziran 2016, s. 79-104.
düzenleyici işlemlerden kaynaklanan sorumluluğun tespiti ile birel idari
işlemlerden kaynaklanan sorumluluğun tespiti farklı ölçütlere göre
belirlenmektedir. Esasen, ABAD tarafından önemli olan ayrım Topluluk
kurumlarının söz konusu işlemde takdir hakkına sahip olup olmadığıdır
(Wakefield, 2006: 522). Takdir hakkına bağlı olarak aranacak ek koşullar ayrıca
ele alınacaktır. Öncelikle her tür hukuki işlemde aranacak genel şartlar üzerinde
durulacak, daha sonra da takdir yetkisi ayrımına dayalı koşullar ortaya
konulacaktır.
1. Birliğe Yüklenebilecek Hukuka Aykırı Eylem veya İşlem
Birliğin sözleşme dışı sorumluluğuna yol açabilecek ‘tasarruf’ kavramı geniş
biçimde yorumlanmaya elverişlidir. Bundan hareketle, sözleşme dışı
sorumluluk, Birlik kurumlarının tüzük, karar ve yönerge gibi düzenleyici
hukuki tasarruflarından kaynaklanabileceği gibi, birel idari işlemler sonucu da
ortaya çıkabilmektedir. Bunlardan başka, fiziksel eylemler de sorumluluğa yol
açabilmektedir. Ayrıca, harekete geçme yönünde bir hukuki yükümlülüğün
bulunması durumunda, hareketsizlik ya da ihmal de sorumluluğun oluşmasını
sağlamaktadır (Baykal, 2006: 55). Birlik organlarının sorumluluğunun doğması
için hem hukuka aykırılık hem de kusur birlikte aranmaktadır (Toth, 1975: 693).
340/2. madde uyarınca bu tasarrufların AB’ye atfedilebilmesi için ya Birlik
kurumlarınca ya da Birlik çalışanlarının görevin yerine getirlmesi amacıyla
gerçekleştirdiği tasarruflar olması gerekir. Birlik kurumlarının eylem ve
işlemlerini çalışanları aracılığı ile gerçekleştirdiği düşünülürse, iki kategorinin
büyük ölçüde iç içe geçtiği görülmektedir (Hartley, 2010: 453).
Çalışanların tasarrufu nedeniyle AB’nin sorumlu olabilmesi için, sözkonusu
tasarrufun görevin yerine getirilmesi ile doğrudan ilgili olması gerekmektedir.
Çalışanların tasarruflarına ek olarak, Birlik kurumlarının görevlerini başka bir
kurum ya da organa devretmeleri durumunda da yetki devredilen organın
tasarruflarından yetki sahibi kurumun sorumlu olacağı kabul edilmektedir
(Hartley, 2010: 455). ABİİA’nın 340/2. maddesinin ifadesinden ortaya çıkacak
bir diğer soru da mahkemelerin karar ya da işlemlerinin Birlik sözleşme dışı
sorumluluğuna yol açıp açmayacağıdır. FIAMM, İDM’deki davanın çok uzun
sürmesini gerekçe göstererek Divan’a tazminat talebiyle başvurmuştur. Bu
davada Divan tazminat talebini, ‘sürenin uzamasının makul gerekçelere
dayanması’ nedeniyle reddederek makul olmayan gecikmede tazminata
hükmedilebileceği mesajını vermiştir (C-120/06, 2008: paragraf, 81). Bundan
bir yıl sonra DSD kararında Divan, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
(AİHS)’ndeki makul süre koşuluna atıfta bulunarak uzun süren dava sonucunda
bireyin zararının tazminine karar vermiştir (C-385/07, 2009: paragraf, 307). Bu
davalardan yola çıkarak AB mahkemelerindeki makul olmayan gecikme
Avrupa Birliği Hukukunda Tam Yargı Davaları:
85
nedeniyle bireylerin zarara uğraması halinde tazminata hükmedilebileceği
sonucu ortaya çıkmaktadır (Wakefield, 2011: 627).
Hukuka uygun normatif/düzenleyici işlemlerde sorumluluğa ilişkin örnek şu
ana kadar ortaya çıkmamıştır. Dolayısıyla, sorumluluğun oluşabilmesi için söz
konusu hukuki tasarrufun ‘üstün hukuk’a aykırı olması gerekmektedir. Hukuka
uygun bir tasarruftan dolayı Birliğin sorumluluğunun doğması ihtimalinin
kabulü, esasen, kusursuz sorumluluk prensibinin kabulü anlamına gelmektedir.
AB yargı organlarının bu yönde kararına rastlanmamaktadır.
2. Davacının Zarara Uğramış Olması
AB’ye atfedilebilecek hukuka aykırı bir tasarrufun varlığının tespitinden sonra,
bu tasarrufun davacıya zarar verdiğinin de belirlenmesi gerekmektedir. ABAD,
tazminat talebine konu olabilecek zararın türüne ya da niteliğine ilişkin genel
prensipler belirlemekten kaçınmış, her somut olayın koşullarını göz önüne
alarak zararın varlığını değerlendirme yoluna gitmiştir (Hartley, 2010: 457).
Ancak, bu değerlendirmelerden bir takım genel sonuçlar çıkarmak mümkündür.
Bu çerçevede, uğranılan zararın kesin, belirli, miktar ya da para ile ifade edilen
bir zarar olması gerekmektedir. Kampffmeyer davası ile ABAD, yeterli kesinlik
taşıyan ve yakın gelecekte oluşması kesin olarak öngörülebilen zararların da
talep edilebileceğini ortaya koymuştur. Para veya miktar ile ifade edilebilen
zarar, hem somut olarak oluşan maddi kayıpları hem de beklenen kârdan
mahrum kalmayı içermektedir. Buna karşılık ABAD’ın manevi zarar için çok
istisnai durumlarda tazminata hükmettiği görülmektedir. Ayrıca maddi zararın
bir şekilde tüketiciye yansıtıldığı durumlarda da tazminata hükmetmemektedir.
3. Uğranılan Zarar ile Birlik Tasarrufu Arasında Nedensellik Bağı
Tazminat davasında davacı, uğradığı zarar ile Birliğe atfedilebilecek tasarruf
arasında nedensellik bağı olduğunu kanıtlamalıdır. Nedensellik bağı ile ilgili
olarak ABAD’ın genel prensip oluşturucu kararlarına pek rastlanmamaktadır.
Buna karşın, özellikle, ekonomik kayıpların zarar olarak gösterildiği
durumlarda, bu kaybın başka etkenlere bağlı olmadan, sadece, söz konusu
tasarrufa bağlı olduğunun ortaya konması zordur. Söz konusu tasarruf
gerçekleşmese de zararın oluşacağı yönünde bulgular varsa, nedensellik bağının
varolmadığı kabul edilmektedir (Craig, 2006: 776). Bundan hareketle,
nedensellik bağının, doğrudan, hemen ortaya çıkan ve zararın oluşmasında tek
gerekçe teşkil eder nitelikte olması gerekir (Craig, 2006: 776). Davacı, sadece,
zararın Birlik eylem ve işlemlerinden kaynaklandığını değil, zarara sebep olacak
bir üye ülke tasarrufunun da söz konusu olmadığını kanıtlamalıdır. Dolayısıyla,
herhangi bir bireyin zararının, hem Birlik hem de üye ülke tasarruflarından
kaynaklanması durumunda, tazminat davası açılamayacaktır. Başka bir ifade ile,
Birlik aleyhine tazminat davası açılabilmesi için, ulusal kurumlara
86
Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 2, Haziran 2016, s. 79-104.
atfedilebilecek bir tasarrufun ortaya çıkmamış olması gerekmektedir. Ayrıca,
davacının kendisinin de zararın oluşmasına katkısının olmaması gerekmektedir.
Yukarıda belirtilen genel koşullara ek olarak normatif/düzenleyici tasarruflar
için özel koşullar aranmaktadır. Esasen, normatif/düzenleyici hukuki
tasarruflardan kaynaklanan sorumluluk sadece bazı üye ülkelerde görülmektedir
(Schermers ve Waelbroeck, 1992: 355). ABAD, konu ile ilgili ilk kararlarında,
normatif/düzenleyici işlemler nedeniyle tazminat davası açılabilmesi için söz
konusu işlemin iptal edilmiş olması koşulunu aramaktaydı. Ancak, bireylerin
iptal davası açabilmesinin çok katı koşullara bağlanmış olmasının, tazminat
davası açma şansını çok düşürdüğü göz önüne alarak ABAD bu içtihadını
değiştirmiştir. Ancak ABAD, bu tür işlemlerin zarara neden olup olmadığını
incelerken oldukça katı bir test ortaya koyarak sorumluluk için özel koşullar
öngörmüştür (Akgül, 2008: 146.) Bu koşullar hukuki tasarrufu gerçekleştiren
kurumun takdir yetkisine sahip olup olmamasına göre değişiklik
göstermektedir.
Birlik Kurumlarının Takdir Yetkisine Sahip Olduğu Hukuki
Tasarruflarda Sorumluluğun Unsurları
Birlik kurumunun herhangi bir eylem ya da işleme ilişkin olarak takdir yetkisine
sahip olduğu durumlarda, tazminat sorumluluğunun oluşup oluşmadığı
Schöppenstedt ölçütü adı verilen bir testle belirlenmektedir. Buna göre;
herhangi bir hukuki tasarruf, örneğin ekonomi politikasına ilişkin ise, seçilecek
politika nedeniyle, bireyin zarara uğraması sonucu Birlik kurumunun sorumlu
olması için birey haklarının korunmasına ilişkin bir ‘üstün hukuk normunun’
açıkça ihlâl edilmiş olması gerekir (C-5/71, 1971: paragraf, 11). Schöppenstedt
testi genellikle Ortak Tarım Politikası gibi ilgili AB kurumuna politika seçimine
ilişkin belirli takdir yetkisinin tanındığı tüzük ve yönergelerde ortaya
çıkabilmektedir. Ancak, Schöppenstedt testi düzenlemenin çeşidine göre değil,
niteliğine göre uygulanmaktadır. Herhangi bir hukuki düzenleme, tüzük, karar
veya yönerge, düzenleme yapan kurumun takdir yetkisini içeriyorsa,
Schöppenstedt testi uygulanır. Dolayısıyla bu test uyarınca sorumluluğun
oluşabilmesinin birinci unsuru takdir yetkisinin varlığıdır.
Schöppenstedt testinin ikinci unsuru ise, ‘üstün hukuk normu’ kavramıdır.
Bu teste göre davacı, işlemin birey haklarının korunmasına ilişkin bir üst hukuk
normuna aykırı olduğunu kanıtlamalıdır. Üst hukuk ya da üstün hukuk
normundan kastedilenin, normun önemi mi yoksa kanunlar hiyerarşisindeki yeri
mi olduğu sorusunun yanıtı ABAD içitihadıyla ortaya konmuştur. Buna göre, üç
çeşit norm ‘üstün norm’ olarak nitelendirilmektedir. Bunlardan birincisi AB
Antlaşmaları’dır. İkinci tür ise, bir tüzüğün konu ile ilgili ana tüzükle olan
hiyerarşik ilişkisi göz önüne alınarak saptanmaktadır. Konu ile ilgili çerçeve
tüzük ya da daha kapsamlı bir tüzük varsa, uygulama tüzüğü niteliğindeki
Avrupa Birliği Hukukunda Tam Yargı Davaları:
87
tüzüğün genel tüzüğe uygun olması gerektiği kabul edilmekte, bu bağlamda,
genel tüzüğün üstün hukuk olduğu ortaya konmaktadır (Craig, 2006: 768).
Üçüncü tür ise, AB hukukunun genel ilkeleridir. Birlik hukuki tasarrufları
açısından bu genel ilkeler bir üst norm niteliği taşımaktadır. Ancak, nitelikleri
belirtilen üstün hukuk normunun ihlâl edilmiş olması sorumluluğun ortaya
çıkması için yeterli değildir. İhlal edilen üstün hukuk normunun, aynı zamanda,
birey haklarını koruma amacı ile düzenlenmiş bir norm olması gerekmekte fakat
bu normun, iptal davasındaki gibi, bireyi doğrudan ve bireysel olarak
ilgilendirmesi koşulu aranmamaktadır. Kampffmeyer davasında ABAD,
herhangi bir normun kısmi olarak da olsa, birey haklarını korumaya yönelik
olmasının yeterli olduğunu ortaya koymuştur. Bergaderm kararı ile ABAD,
Schöpenstedt kararındaki ihlal edilen normun üst norma (birey haklarının
korunmasına ilişkin norma) aykırı olma koşulunu bir kenara bırakıp, Brasserie
kararında ortaya konan bireylere hak yaratma amaçlı normun ihlalini yeterli
görmüştür (Hilson, 2005: 683).
Schöppenstedt testinin üçüncü unsuru açık ve ciddi ihlalin varlığıdır.
Tazminat talep eden bireyin, sadece söz konusu işlemin üstün hukuk normuna
aykırılığını kanıtlaması yeterli değildir. Bu çerçevede, söz konusu hukuki
tasarrufun iptal edilmiş olması, o tasarrufun ‘üstün hukuka’ aykırı olduğunu
kanıtlar. Ancak tazminat için bu yeterli değildir. Aykırılığın ya da ihlâlin yeterli
derecede ağır, açık ve ciddi ihlâl olması da gerekmektedir. Açık ve ciddi
ihlâlden ne anlaşılması gerektiği konusu ABAD içtihadı ile belirlenmiştir. Bu
tanımlamayı ABAD zaman içinde sürekli değiştirmiş ve geliştirmiştir. İlk
başlarda ABAD, ortaya çıkan mali zararın büyüklüğünü göz önüne alarak açık
ve ciddi ihlâli tespit etmekteydi. Örneğin Bayersiche davasında, uğranılan
zararın miktarının az oluşunu göz önüne alarak ihlalin ciddi olmadığına karar
vermiştir (C-83/76, 1978: paragraf, 4). Yine aynı davada ABAD, hukuki
tasarruflardan kaynaklanan sorumluluğun ortaya çıkabilmesi için, Birlik
kurumlarına konu ile ilgili geniş takdir yetkisi verilmiş olmasını ve bu yetkinin,
açık ve ciddi bir şekilde aşılmış olması koşulunu ortaya koymaktadır (C-83/76,
1978: paragraf, 5). Amylum davasında ise ABAD, miktar yanında ihlâlin ‘keyfi’
olup olmadığının da gözönüne alınması gerektiğini öngörmüştür (C-116/77,
1979: paragraf, 19). Bu çerçevede, işlemin keyfi olup olmadığı hem yetkinin
sınırları hem de yetki aşımının sonuçları göz önüne alınarak
değerlendirilmelidir. 1993 yılında verdiği Stahlwerke kararı ile ABAD, ihlalin
keyfi olup olmadığının belirlenmesinde kusurun tek başına rol oynamayacağını
belirtmiştir. Mulder kararı ile ise ABAD, ihlâlin açık ve ciddi sayılabilmesi için
hukuka aykırılığın, daha önemli bir kamu yararının gerçekleştirilmesine
yönelik olmaması gerektiğini hükme bağlamıştır. Dolayısıyla, daha üstün bir
kamu yararının korunması söz konusu olduğunda açık ve ciddi ihlâlin
varlığından bahsedilemez (Craig ve De Burca, 1996: 527). Bergardem kararı ile
88
Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 2, Haziran 2016, s. 79-104.
de, üye ülkelerin tazminat sorumluluğu için öngörülen koşulların Birlik
kurumlarının sorumluluğu için de aranması gerektiğini ortaya koymuştur. Buna
göre, ihlalin ciddiliğinin belirlenmesinde, üye ülkelerin sorumluluğundaki
ihlalin ciddiliği için ortaya konulan kriterler göz önüne alınmalıdır. Bu
kapsamda, ihlal edilen normun açıklığı, ilgili makamlara bırakılan yetkinin
genişliği, hukuka aykırılıkla ilgili bir mazaretin varlığı ve ihlalin kasıtlı olup
olmadığı değerlendirilmelidir (C-35/98, 2000: paragraf, 40). Bunlara ek olarak,
AB kurumlarının hukuka aykırı işlemi sonucu ortaya çıkan zarar, işlemin
taşıdığı risklerin çok ötesinde bir zarar oluşturuyorsa, açık ve yeterli ihlâlin
ortaya çıktığı kabul edilmektedir (Hartley, 2010: 474).
ABAD’ın sürekli geliştirdiği ve tamamen içtihat hukukuyla belirlediği
sorumluluk kuralları karmaşık bir seyir sergilemektedir. Ancak Schöpensedt ve
Bergaderm kararları birlikte okunduğunda açık ve ciddi ihlalin varlığının
tespitinde şu unsurların göz önüne alındığı görülmektedir: İhlal edilen normun
açıklığı ve kesinliği, Birlik kurumuna bırakılan takdirin derecesi, ihlal ve zararın
kasıtlı ya da kasıtsız oluşu, yapılan hukuki hatanın geçerli bir mazaretinin olup
olmadığıdır. Bergaderm kararı ile ABAD, işlemin idari ya da yasama işlemi
olup olmadığı ayırımına bakmamakta, sadece takdir yetkisinin varlığı ve
derecesinden hareket ederek ciddi ihlalin tespiti yoluna gitmektedir. Yine de
tüm bu unsurların birlikte göz önüne alınıyor olması açık ve ciddi ihlalin
tespitini zorlaştırmaktadır (Wakefield, 2011: 629).
Takdir Yetkisine Yer Verilmeyen Hukuki Tasarruflarda
Sorumluluğun Unsurları
Birlik kurumlarının takdir yetkisini içermeyen hukuki tasarruflardan
kaynaklanan zararlarda Schöppenstedt ölçütünün uygulanmasının söz konusu
olmayacağını, sorumluluğun oluşması için üç klasik unsurun varlığının
gerektiğini belirtmiştir. Bu unsurlar, daha önce belirtildiği gibi, Birlik
kurumlarına atfedilebilecek hukuka aykırı bir tasarrufun varlığı, zarar ve zarar
ile hukuka aykırı tasarruf arasında nedensellik bağının bulunmasıdır. Buradaki
en önemli fark, takdir yetkisinin kısıtlı olduğu durumlarda, AB hukukunun
herhangi bir ihlalinin sorumluluğun doğması için yeterli olmasına karşılık,
takdir yetkisinin geniş olduğu durumlarda, sorumluluğun ortaya çıkması için,
hukuka aykırılık yanında, ihlalin açık ve ciddi olması koşulunun da aranmasıdır.
Bu çerçevede, birel idari işlemlerden kaynaklanan sorumluluğun, bu işlemlerin
genellikle geniş bir takdir yetkisi içermemesi nedeniyle, Schöppenstedt
ölçütünün uygulama alanına girmediği kabul edilmektedir.
Tazminat Miktarının Belirlenmesi
Tazminat davası sonucunda davacı haklı bulunursa, ilgili Birlik kurumunun
tazminat ödemesine hükmedilir. Dava sonucunda verilen karar bir tespit hükmü
olmayıp, eda hükmüdür. Mahkeme hem maddi hem de maddi olmayan
Avrupa Birliği Hukukunda Tam Yargı Davaları:
89
tazminata hükmedebilir. Maddi zararın nasıl hesaplanacağı ya da nelerin maddi
zarar sayılacağı konusunda ABAD’ın genel prensip oluşturucu kararlarına
rastlanmamaktadır. Divan, her somut olayın koşullarına göre belirleme
yapmaktadır. Ancak çeşitli davlarda ortaya çıkan ortak nokta, tazminatın zararla
orantılı olması ve zararı karşılayıcı nitelik taşımasıdır. Divan maddi tazminat
yanı sıra manevi tazminata da hükmedebilir. Ancak, manevi zararın tazminini
talep eden davacının, bu zararın gerçek, kesin ve hesaplanabilir olduğunu
kanıtlaması gerekir.
Üye Devlet Aleyhine Açılacak Tam Yargı Davası
Bireyler, üye devletlerin AB hukukunu ihlali sonucu zarara uğramışsa, bu
durumda ulusal mahkemelerde, üye devlet aleyhine tam yargı davası açabilir.
Buna “devletin sorumluluğu prensibi” denmektedir. Birlik kurumlarının
sorumluluğunun aksine üye devletlerin sorumluluğuna ilişkin olarak AB
Antlaşmaları’nda herhangi bir düzenleme bulunmamakta, sorumluluğun
kapsamı, koşulları ve sonuçları ABAD içtihadı ile belirlenmektedir.
Ulusal makamların AB hukukunu ihlali sonucu zarara uğrayan bireylerin,
ulusal mahkemeler önünde tazminat davası açabileceği öngörülmüştür. Bu
durum esasen yönetimin hukuka aykırı eylem ve işlemlerinden dolayı bireylere
karşı sorumluluğu ilkesidir, farklı yöntemlerle olsa da tüm üye ülkelerde
mevcuttur ve AB hukukuna özgü bir sorumluluk değildir. AB hukuku ulusal
hukukun bir parçası olduğundan ulusal makamların hukuka uygun işlem ve
eylem yükümlülüğü AB hukukuna uymayı da kapsamaktadır. Devletin
sorumluluğu prensibinin oluşma sürecine baktığımız zaman ABAD tarafından
önce yönetimin, sonra yasamanın ve en son da yargının eylem ve işlemlerinin
AB hukukuna aykırılığı nedeniyle devletin sorumluluğunun şartlarının
belirlendiğini görüyoruz.
ABAD, devletin sorumluluğuna ilişkin kurduğu sistemi, AB hukukunun
temel prensibi sayılan birey haklarının etkili korunması ‘etkili koruma’ ilkesine
dayandırmaktadır. Bu prensip yine ABAD tarafından geliştirilmiş olup, AB
hukukunda bireylere tanınan hakların hukuki güvence altına alınmasını
içermektedir. Bu güvenceyi hem Birlik kurumları hem de üye ülkeler
sağlamakla yükümlüdür (Caranta, 1993: 279). Bu süreçte en önemli dava
Francovich davasıdır. ABAD 1990 yılında bu davada verdiği kararı ile AB
hukukunun etkili uygulanmasında ve birey haklarının korunmasında yeni bir
dönem açmıştır. Francovich kararı ile ABAD, devletin, sadece yürütme
organının AB hukukunu ihlalinden değil, yasama organının AB yönergelerini iç
hukuka geçirmemesinden de sorumlu olacağını öngörmüştür. Daha sonra
Köbler davasında verdiği kararı ile ABAD bir adım daha ileri giderek yargının
AB hukukunu ihlal eden kararlarından dolayı zarar gören bireylerin de devlet
90
Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 2, Haziran 2016, s. 79-104.
aleyhine ulusal mahkemelerde tazminat davası açabileceğini karara bağlamıştır.6
Dolayısıyla üye devletler, yürütme, yasama ve yargı organlarının AB hukukunu
ihlali nedeniyle sorumlu olabilecektir. Oysa klasik idare hukuku esaslarına ve
kuvvetler ayırımı ilkesine göre, tüm üye ülke hukuk sistemlerinde yer alan
prensip, devletin sadece idarenin, yani yürütme organının, hukuka aykırı
işlemeleri nedeniyle tazminat sorumluluğunun doğmasıdır. Ancak, AB
hukukunun ihlali söz konusu olduğunda böyle bir kısıtlama olmaksızın devletin
sorumluluğu ortaya çıkmakta, AB hukukuna özgü bir sorumluluk hukuku
yaratılmaktadır. Bu durumda üye ülkelerin AB hukukunu ihlali durumunda,
ulusal hukukun ihlalinden farklı bir hukuki rejim ortaya çıkmaktadır.
(Hartmann, 2011: 616). AB hukukuna özgü rejimde, üye devletlerin
sorumluluğu sadece idarenin sorumluluğunu içermemekte, bireylerin kamu
gücünün bütününe karşı korunmasını sağlamaktadır (Caranta, 1993: 297).
Görüldüğü gibi bu sistem AB’nin tazminat sorumluluğundan ilk başta
kapsam açısından farklılık göstermektedir. Oysa ABAD, üye devletlerin
sorumluluğu prensibi ve koşullarını geliştirirken, Birlik kurumlarının
sorumluluğu ve koşulları ile paralellik göstermesine özen göstermiştir (Hilson,
2005: 691). Aşağıda daha detaylı ele alınacağı üzere, AB’de özellikle yargı
organlarının AB hukukunu ihlali nedeniyle sorumluluk öngörülmemiştir. Ana
hatları ortaya konulan devletin sorumluluğu prensibinin koşulları, AB’nin
tazminat sorumluluğunun koşulları ile karşılaştırmalı olarak ele alınacaktır.
Devletin Sorumluluğu Prensibinin Hukuki Çerçevesi
AB kurumlarının tazminat sorumluluğunun aksine, devletin sorumluluğu
prensibi AB Antlaşmaları ile değil, ABAD kararları ile belirlenmiştir.
ABİİA’nın 258 ve 259. maddeleri uyarınca, AB hukukunu ihlal eden devlet
aleyhine ABAD önünde Komisyon ya da başka bir üye devletin ihlal davası
açma hakkı düzenlenmiştir.7 Ancak, zarara uğrayan bireyin dava açma hakkına
ilişkin bir düzenlemeye yer verilmemiştir. AB hukukunun iç hukukta etkili bir
Ulusal mahkemede görülmekte olan bir davada, AB hukukunun yorumu, geçerliliği ya da nasıl uygulanacağı
konusunda yargıcın şüpheye düşmesi durumunda, yoruma, geçerliliğe ya da nasıl uygulanacağına ilişkin
konuyu ABAD’a havale etmesi ve gelecek sonuca uyması gerekmektedir. Buna önkarar prosedürü
denmektedir. Bu prosedürle önüne gelen davalar sayesinde ABAD, AB hukukunun ulusal mahkemelerde
uygulanışına ilişkin prensipleri oluşturma fırsatı bulmuştur. Önkarar davası ile ilgili daha fazla bilgi için
bakınız: Kapteyn, P.J.G. – Van Themat, P. VerLoren (1998), Introduction to the Law of the European
Communities, Kluwer Law International, The Netherlands, s. 498-558.; Hartley, T.C. (2010), The
Foundations of European Community Law, Oxford University Press, New York, s. 287-319. Akgül, Mehmet
Emin (2008), Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın Yargı Yetkisi, Yetkin Yayınları, Ankara, s.82-104.
7
İhlal davası, AB hukukuna aykırı davranan üye devletler aleyhine açılan ve bu devletlerin hukuka uygun
davranmasını sağlamayı amaçlayan bir davadır. Bu davayı sadece Komisyon veya üye devletler
açabilmektedir. Bu davaya ilişkin daha geniş bilgi için bakınız: Arnull, Antony (1999), The European Union
and its Court of Justice, Oxford University Press, New York, s.22-29; Akgül, Mehmet Emin (2008), Avrupa
Birliği Adalet Divanı’nın Yargı Yetkisi, Yetkin Yayınları, Ankara, s.109-121; Hartley, T.C. (2010), The
Foundations of European Community Law, Oxford University Press, New York, s.321-345.
6
Avrupa Birliği Hukukunda Tam Yargı Davaları:
91
şekilde uygulanmasını sağlamak amacıyla ABAD, zarara uğrayan bireylerin
ulusal mahkemeler önünde tazminat davası açabileceğini öngörmüştür. ABAD,
bu sistemi AB hukukunun doğrudan etkisi prensibine dayandırmakta ve AB
hukukunun iç hukukta etkili uygulanması amacının kaçınılmaz bir sonucu
olarak görmektedir (Anagnostaras, 2000: 2). Francovich davasında ABAD,
böyle bir sorumluluğun Antlaşmaların kurmuş olduğu sistemin yapısında
varolduğunu belirtmiştir. Brasserie kararı ile ABAD, özellikle devletin
yönergeleri iç hukuka geçirme konusundaki sorumluluğunun doğrudan etki
prensibinin bir uzantısı olduğunu vurgulamıştır. Esasen devletin sorumluluğu
prensibi iki amaca hizmet etmektedir: Zarara uğrayan bireylerin tazmin
edilmesi, yani, birey haklarının korunması ve üye devletlerin bireylerin
açacakları davalar aracılığıyla AB hukukuna uymasının sağlanması
(Anagnostaras, 2001: 281).
Birlik kurumlarının aleyhine açılacak davalarda yetkili mahkeme ABAD
olarak gösterilmiş olmasına karşın, üye devlet aleyhine açılacak davalarda
yetkili mahkeme ulusal mahkemelerdir. Bu sayede ABAD, AB hukukunun
uygulanmasının sağlanmasında ulusal mahkemelere daha etkin bir rol oynama
olanağı da tanımıştır (Anagostaras, 2000: 2). Devletin sorumluluğu prensibinin
koşulları ve esasları yürütme, yasama ve yargının AB hukukunu ihlali
durumlarında farklılık göstermektedir. O nedenle her kurumun sorumluluğu ayrı
ayrı incelenecektir.
İdarenin AB Hukukuna Aykırı Eylem ve İşlemleri Nedeniyle
Sorumluluk
AB hukukunun ulusal idari makamlar tarafından ihlali durumunda devletin
sorumluluğu için AB hukukuna özgü koşullar oluşturulmamıştır. Sadece, üye
devletlere ulusal hukukun ihlali durumunda bireylerin sahip olduğu hakların
aynısının AB hukukunun ihlali nedeniyle zarara uğrayan bireylere de tanıma
yükümlülüğü getirilmiştir. Ayrıca, böyle bir ihlal durumunda üye devletlerin
‘etkili’ bir hukuki koruma sistemi oluşturmaları gerektiği vurgulanmıştır
(Hartley, 2010: 246). Ancak, böyle bir sorumluluğun oluşması için özel koşullar
belirlenmemiş, her hukuk sistemindeki ‘idarenin sorumluluğu’ ilkelerine göre
saptama yapılması öngörülmüştür (Lee, 1999: 7). Bu noktada ABAD, ulusal
idare hukuku prensiplerinin uygulanacağını belirtmekle birlikte, bu tür
davalarda, ulusal yasaların ihlali durumunda uygulanan hukuki koruma ile eşit
ve etkili bir koruma sağlanması gerektiğine vurgu yapmaktadır (Trimidas, 2001:
303).
92
Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 2, Haziran 2016, s. 79-104.
Bu davalarda uygulanacak usul ve tazminat esasları da kural olarak iç
hukuka bağlı olmaktadır.8 Bunun sonucu olarak da her üye devlette öngörülen
hukuki çare, tazminat miktarı farklılık göstermekte, dolayısıyla AB vatandaşları
‘eşit’ bir koruma sistemine tabi olmamaktadır. Oysa AB kurumlarının AB
hukukunu ihlali nedeniyle zarara uğrayan bireyler aynı mahkemeye
başvurmakta, aynı usul ve tazminat sistemine tabi olmakta, dolayısıyla “eşit”
şekilde korunmaktadır (Van Gerven, 1996: 514). Her ne kadar, ABAD, üye
ülkelerde uygulanacak AB hukukuna özgü bir sistem geliştirmeye çalışsa da
henüz tekörnek bir uygulama mevcut değildir. Dahası, dava sonucunda
tazminata hükmedilmesi durumunda tazminat miktarı da ulusal hukuk
prensiplerine bağlı olduğundan, farklı ülkelerde aynı zarara uğrayan bireyler
için farklı tazminat miktarları ortaya çıkmaktadır. ABAD sadece, tazminat
miktarının zararı karşılayacak nitelikte olması gerektiğini belirtmekte ve
ülkelere tazminat konusunda yasal bir üst sınır belirlememe yükümlülüğü
getirmektedir (Nikolaou, 2005: 35).
Yasama Organının AB Hukunu İhlali Nedeniyle Devletin
Sorumluluğu
Daha önce de belirtilmiş olduğu gibi, devletin yönergeleri süresi içinde iç
hukuka geçirmemesi ya da gerektiği şekilde geçirmemesi nedeniyle zarar gören
bireyler, devlet aleyhine ulusal mahkemeler önünde tazminat davası açma
hakkına sahiptir. ABAD, bu hakkı, AB hukukunun bireylere tanıdığı hakların
etkili şekilde kullanılması ve doğrudan etki prensiplerine dayandırmaktadır.
Yönergeleri iç hukuka geçirmenin genel olarak ulusal parlamentoların görevi
olduğu düşünülürse, burada ABAD, yasama organının AB hukukunu ihlali
nedeniyle devletin tazminat sorumluluğunu öngörmektedir. ABAD, devletin
sorumluluğu ile AB kurumlarının sorumluluğu arasında paralellik kurmayı
amaçlarken, konu yasama ve yargı organlarından kaynaklanan sorumluluğa
gelince, uluslararası hukuktaki devletin sorumluluğu prensibine atıf
yapmaktadır. Buradan hareketle uluslararası hukukta devletin tek bir yapı olarak
ele alındığını, oluşan zararın devletin hangi organına atfedilebileceğinin
sorumluluk açısından önemli olmadığını belirtmektedir (C- 46/93, 1996:
Ulusal hukukun özerkliği ilkesi uyarınca, AB hukukundan kaynaklanan hakların, ulusal mahkemelerde
korunmasına ilişkin davalarda, davaya bakmaya yetkili mahkeme, davada uygulanacak usul kuralları veya
dava sonucunda sağlanacak hukuki korumaya ilişkin AB hukuku normunun bulunmaması durumunda, ulusal
hukuk kuralları uygulanmaktadır. Bu bağlamda, genellikle hakların içeriği AB hukuku tarafından
belirlenmekte, ancak hakların ulusal mahkemede ileri sürülmesi aşamasında ulusal usul kuralları ve hukuki
koruma yolları uygulanmaktadır. Konu ile ilgili daha geniş bilgi için bakınız: Baykal, Sanem (2002), AT
Hukukunun Etkili Biçimde Uygulanması ve Bireysel Haklar, A.Ü. Avrupa Toplulukları Araştırma ve
Uygulama Merkezi, Araştırma Dizisi, No:14, Ankara, s.71.; Adaoğlu, Soykan Hacer (2006), Avrupa
Topluluğu Hukukunun Üye Ülkelerde Uygulanmasında Ulusal Mahkemeler ve Avrupa Toplulukları Adalet
Divanı İlişkisi, A.Ü. Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi, Araştırma Dizisi, No:24, Ankara,
s.115-116.
8
Avrupa Birliği Hukukunda Tam Yargı Davaları:
93
paragraf, 34). İdare hukuku bakımından idarenin sorumluluğu yürütme
organının hukuka aykırı işlemleri nedeniyle ortaya çıkmakta, kuvvetler ayrımı
ilkesi gereği, yasamanın eylem ve işlemlerinden idari sorumluluk
oluşmamaktadır. Dolayısıyla, böyle bir sorumluluk, ‘üye ülkelerin hukuk
sistemlerinde yer alan ortak esaslara’ göre belirlenemez. O nedenle ABAD, bu
konuda uygulanacak bir takım esaslar ve koşullar oluşturmuştur (Van Gerven,
1996: 517). Böyle bir davanın hangi mahkemede ve hangi koşullarda
açılabileceğinin belirlenmesi yetkisi ulusal makamlara bırakılmıştır. Ancak
belirlenecek koşullar, iç hukukta bireylere tanınan başvuru hakkından daha
dezavantajlı olmamalı ve tazminat elde etmeyi imkansız kılmamalıdır (Smith ve
Woods, 1997: 927). İç hukukta benzer davaların yokluğu durumun da ki
yasamanın hukuka aykırı işlemleri nedeniyle tazminat talebi hiçbir ülkede
bulunmamaktadır, söz konusu koşullar ve uygulanacak usul ABAD tarafından
belirlenecektir (Van Gerven, 1996: 515).
Böyle bir sorumluluğun ortaya konduğu ilk dava olan Francovich davasında
ABAD, yasama organının AB hukukunu ihlali nedeniyle tazminat
sorumluluğunun oluşmasının unsurlarını da belirlemiştir. Bu unsurlar AB
kurumlarının tazminat sorumluluğunun oluşması için aranan unsurlar göz önüne
alınarak belirlenmiştir. Buna göre ihlal edilen norm bireyler için bir takım
haklar yaratmayı amaçlamalı, ihlal yeterli derecede ciddi olmalı ve zararla ihlal
arasında nedensellik bağı bulunmalıdır (C-6/90, 1991: paragraf, 33). ABAD’ın
ortaya koyduğu bu koşullar üye devletler tarafından ağırlaştırılamaz ancak daha
esnek koşullar öngörülebilir (Dougan, 2000: 107). Burada ABAD, kusur terimi
yerine ‘yeterli derecede ciddi ihlal’ ifadesini kullanmayı tercih etmektedir.
Yeterli derecede ciddi ihlalden ne anlaşılması gerektiği konusunda genel bir
açıklama olmamakla birlikte, ABAD, çeşitli davalardaki kararı ile, yeterli
derecede ciddi ihlale örnekler vermiştir. Bu örneklerden yeterli derecede ciddi
ihlalin varlığı durumunda, diğer koşullara bakılmaksızın sorumluluğun
oluşacağı anlaşılmaktadır (Adaoğlu, 2005: 255). Dillenkofer kararı ile örneğin,
yönergenin iç hukuka geçirilmemiş olmasının tek başına yeterli derecede ciddi
ihlale yol açtığını karara bağlamıştır. Hedley Lomas davasında ise, AB
hukukuna aykırı her eylem ve işlemin ciddi ihlal sayılacağını belirtmiştir. Buna
karşılık British Telecommunications davasında, ABAD, yönergenin anlamının
tam olarak açık olmadığı durumlarda yönetimin yönergeyi iyi niyetle yanlış
yorumlamasının ciddi ihlal sayılmayacağını belirtmiştir. Burada net ve kesin
olan durum, yönergenin iç hukuka hiç geçirilmemiş olduğu durumdur. Böyle bir
durumda ‘otomatik’ olarak devletin sorumluluğu ortaya çıkmakta ve diğer
sorumluluk koşulları test edilmemektedir (Tallberg, 2011: 111).
Yasama işlemleri nedeniyle Birlik kurumlarının sorumluluğu ile üye
devletlerin sorumluluğu arasında bazı farklar ortaya çıkmaktadır. Bilindiği
94
Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 2, Haziran 2016, s. 79-104.
üzere, Birlik kapsamında genel bir yasama organı bulunmamakta, yasama
prosedürünün
çeşidine
göre
Birlik
kurumları
Antlaşmalarla
yetkilendirilmektedir. Önceki bölümde de değinildiği üzere, Birlik düzeyinde
sorumluluk koşulları, işlemi yapan kurumun takdir yetkisi olup olmadığına göre
değişmektedir (Nikolaou, 2005: 15). Üye ülkelerin takdir yetkisine sahip olup
olmadığı şeklindeki bir ayrım pek mantıklı gözükmemektedir. Üye ülkelerin,
özellikle AB hukukunun uygulanıp uygulanmaması konusunda takdir yetkisi
yoktur. Sadece yönergelerin iç hukuka geçirilmesi noktasında, iç hukuka
geçirme metodu açısından takdir yetkisine sahiptir. Ancak AB yönergesi içinde
devlete tanınan bir takdir yetkisi varsa, o yetki içinde düzenleme yapabilir.9
Ulusal düzeyde yasama organı, genellikle, AB yönergelerini iç hukuka
geçirirken içerik anlamında çok sınırlı bir takdir yetkisine sahiptir. AB
yönergesinin içeriğini değiştiremez, genişletemez veya kısıtlayamaz. Bu
duruma karşın, üye ülkelerin sorumluluk koşulları ile AB kurumlarının takdir
yetkisinin geniş olduğu durumlardaki sorumluluğun koşulları paralellik
göstermektedir. Başka bir ifade ile paralellik gösteren durum, üye ülkelerin
yasama organının takdir yetkisinin kısıtlı olduğu durumlarla, AB kurumlarının
takdir yetkisinin geniş olduğu durumlardaki sorumluluk koşullarıdır. Her
ikisinde de ‘yeteri derecede ciddi ihlalin’ varlığı aranmaktadır. Ancak ABAD,
bu terimi AB ve üye ülkeler için farklı yorumlama yoluna gitmiştir. AB’nin
sorumluluğunun ortaya çıkabilmesi için Schöppenstedt testi uyarınca işlemin
AB hukukunu ihlal etmesi yeterli değildir, birey haklarına ilişkin bir üst normun
da ihlal edilmiş olması gerekir. Oysa üye devletlerin sorumluluğun oluşması
için yönergenin iç hukuka geçirilmemiş olması yeterlidir. Bu durumun birey
haklarının korunmasına ilişkin bir üst normu ihlal etmesi koşulu yoktur (Van
Gerven, 1996: 519). Herhangi bir AB normunun ihlal edilmiş olması yeterlidir.
Ancak doğrudan doğruya bireylere hak sağlamayı amaçlamayan AB normunun
ihlalinde, zarar ile ihlal arasında illiyet bağının kurulmasında sorun
yaşanabilmektedir (Eilmansberger, 2004: 1225).
Bu farklılığın ortadan kaldırılması amacıyla ABAD, Brasserie ve
Factortame davasında, üye ülkelerin sorumluluğu ile Birlik kurumlarının
sorumluluğunun aynı prensiplere dayanması gerektiğini belirtmiştir (C-46/93,
1996: paragraf, 42). Özellikle AB yönergelerinin iç hukukta ve AB hukukunda
yasalaştırılması veya uygulanması aşamaları farklılık gösterdiğinden,
sorumluluk koşullarının uyumlaştırılması da kolay olmamaktadır (Hartman,
2011: 618). Bu uyumlaştırma amacıyla iç hukukta da işlemi yapması gereken
ulusal organın geniş takdir yetkisine sahip olup olmadığının belirlenmesi
gerektiğine dikkat çekmiştir. Ulusal organın takdir yetkisine sahip olduğu
Yönergelerin iç hukuka geçirilmesi konusu ile ilgili daha fazla bilgi için bakınız: Kapteyn ve Van Themat
(1998): 324-326; Hartley (2010): 218-238.
9
Avrupa Birliği Hukukunda Tam Yargı Davaları:
95
durumlarda, sorumluluğun ortaya çıkabilmesi için üç koşul öngörülmüştür: İhlal
edilen norm birey haklarını korumaya yönelik olmalı, ihlal yeteri derecede ciddi
olmalı, ihlalle zarar arasında nedensellik bağı bulunmalıdır. Bu noktada ihlalin
yeteri derecede ciddi olup olmadığının belirlenmesinde sözkonusu organın,
sahip olduğu yetkiyi kasıtlı olarak ve açıkça aşmış olup olmadığına
bakılmalıdır. Başka bir ifade ile ciddi ihlalin ortaya çıkması için takdir
yetkisinin açıkça ve kasıtlı olarak dışına çıkılmış olması gerekmektedir. Takdir
yetkisinin belirgin olmadığı ya da çok kısıtlı olduğu durumlarda ise Francovich
davasındaki sistem uygulanacaktır (Hilson, 1997: 942). Buna göre, yönergenin
iç hukuka hiç geçirilmemiş olması durumunda, takdir yetkisinin açık ve kasıtlı
olarak aşılıp aşılmadığına bakılmayacaktır. Devletin yönergeyi iç hukuka
geçirip geçirmeme konusunda takdir yetkisi zaten yoktur ve takdir yetkisinin
yokluğunda ihlalin ciddi olup olmadığının bir önemi yoktur. Yönergenin iç
hukuka geçirilmemiş olması sorumluluğun oluşması için yeterlidir.
Takdir yetksinin derecesinin belirlenmesi konusunda bir saptama
yapılmamış olmakla birlikte, her somut olayın koşullarına göre takdir yetkisinin
varlığı test edilmelidir. Çeşitli kararlardan çıkan sonuca göre, düzenlenecek
konunun münhasır olarak AB’nin yetkisinde olduğu konularda ulusal organların
takdir yetkisinin kısıtlı; münhasır olarak AB’nin yetkisinde öngörülmeyen
konularda ise, geniş olduğu kabul edilmektedir. Burada sözkonusu olan takdir
yetkisi üye ülkelerin AB hukuku kapsamında sahip olduğu takdir yetkisidir,
işlemi yapan yetkilinin ya da kurumun iç hukukta sahip olduğu takdir yetkisi
değildir (Hilson, 2005: 689).
Bugün gelinen noktada, herhangi bir yönergenin verilen süre içerisinde iç
hukuka geçirilmemiş olması tek başına sorumluluğun oluşması için yeterlidir.
Ancak, yönergenin iç hukuka ‘hatalı’ geçirilmiş olması durumunda, söz konusu
hatanın iyiniyetle yanlış yorumlamaya dayanması, yönergenin amacı ile açıkça
çelişmemesi durumunda yeterli derecede ciddi ihlal ortaya çıkmayacağı için
sorumluluk oluşmayacaktır. Başka bir ifade ile yönergenin iç hukuka ‘hatalı’
geçirilmiş olması durumunda, yasama organının kusuruna bakılacaktır. Kusurun
tespitinde, üye ülkelerin kusura ilişkin prensipleri de uygulama alanı
bulabilecektir (Downes, 2006: 290).
Sorumluluğun oluşması için gerekli olan unsurlardan biri olan nedensellik
bağına ilişkin olarak ise ABAD, bu tespitin ulusal mahkemeler tarafından ulusal
hukuk sitemindeki prensiplere göre yapılmasını öngörmektedir (Smith ve
Woods, 1997: 931). Burada önemli olan nokta birey hakları, zarar ve tazminat
gerekliliği arasındaki ilişkinin kurulmasıdır. Bu ilişkinin kurulması ulusal hukuk
sistemlerine göre yapılacak olsa da ABAD, bu konuda ‘etkili koruma’
prensibinin esas alıması gerktiğini vurgulamaktadır (Ruffert, 1997: 335).
96
Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 2, Haziran 2016, s. 79-104.
Yargı Organının AB Hukukunu İhlali Nedeniyle Devletin
Sorumluluğu
ABAD, üye devletlerin yüksek mahkeme kararalarının AB hukukuna aykırılığı
nedeniyle sorumlu olabileceğini ilk kez 2003 yılında Köbler kararı ile ortaya
koymuştur. Bu kararını, devletin yasama, yürütme ve yargı organlarından
oluşan bütünselliği ile açıklamıştır (Davies, 2012: 595). Bu yaklaşımını ABAD,
uluslararası hukukta devletin sorumluluğu prensibine atıf yaparak açıklamış ve
devletin ululsararası hukuku ihlali nedeniyle sorumluluğunun tespitinde, tüm
organları ile sorumlu olduğu gerçeğine vurgu yapmıştır (C-224/01, 2003:
paragraf, 32). Oysa yıllarca ABAD, uluslararası hukukla AB hukukunu
ayırmaya çalışmış ve uluslararası hukuk prensiplerine atıf yapmaktan
kaçınmıştır (Nikolaou, 2005: 40). Köbler kararı ile ABAD üye ülkelerin yargı
organlarının AB hukukunu ihlali durumunda devletin tazminat sorumluluğunun
doğabileceğini, bu amaçla tam yargı davası açılabileceğini belirterek “yargısal
sorumluluk” kavramını getirmiş ve devletin sorumluluğu prensibinin son
halkasını da tamamlamıştır.
Köbler davasında, Avusturya Bölge Mahkemesi tarafından önkarar
başvurusu ile ABAD’a havale edilen sorular Francovich kuralının uygulanması
ile ilgilidir. Sorulardan biri üye devletlerin kararına karşı itiraz yolu kapalı
mahkemelerinin AB hukukunu ihlali nedeniyle devletin sorumluluğunun oluşup
oluşmadığı, diğeri de böyle bir sorumluluğun kabulü durumunda devlet
aleyhine açılacak tam yargı davasında yetkili mahkemenin iç hukuka göre
belirlenip belirlenemeyeceğidir. Bu sorulara yanıt olarak ABAD, kısaca,
devletin sorumluluğu kavramının, ihlali yapan ulusal organdan bağımsız olarak
tespit edilmesi gerektiğini ve devletin tüm otoritelerinin AB hukukunu
uygulamakla yükümlü olduğunu belirtmiştir. İhlalin yargı organına atfedilebilir
oluşunun devletin sorumluluğuna istisna oluşturmadığını vurgulamıştır. Bu
kapsamda üye ülkelerin yüksek mahkemelerinin AB hukukunu ihlalinin
devletin sorumluluğu kavramına dahil olduğunu hükme bağlamıştır (C-224/01,
2003: paragraf, 33-34). Yüksek mahkemeden kastedilen kararlarına karşı itiraz
yolu kapalı mahkemelerdir.
ABAD’ın bu kararının res judicata, ‘yargıç bağımsızlığı’ ve ‘hukuki
güvenlik’ ilkelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür (Groussot ve Minssen, 2007:
390). Ancak ABAD bu iddiaların hiçbirine değer vermemiştir. Tam tersine,
yargı kararlarında yapılan hatalar nedeniyle bireylerin tazmin edilmesinin,
hukuk sisteminin kalitesini ve yargının gücünü artıracağını savunmuştur (C224/01, 2003: paragraf, 43). Ancak yüksek mahkeme kararı aleyhine açılacak
davada iç hukukta hangi mahkemenin yetkili olacağı konusunda ABAD açıklık
getirmemekte bunu tespit yetkisini ulusal hukuk sistemlerine bırakmaktadır.
Avrupa Birliği Hukukunda Tam Yargı Davaları:
97
Üye ülkelerin yargısal sorumluluğunu ABAD üç unsurun varlığına
bağlamıştır:
a) İhlal edilen norm bireyler lehine hak yaratma amacı taşımalı
b) İhlal yeterli derecede ciddi olmalı
c) Bireylerin uğradığı zarar ile devletin AB hukukunu ihlali arasında
doğrudan ilişki olmalı (C-224/01, 2003: paragraf, 53-54).
Burada anahtar unsur, yeterli derece ciddi ihlalin varlığıdır. Bu unsurla ilgili
olarak ABAD, geleneksel anlayıştan uzaklaşarak, bu unsuru yargı organı
uygulamalarına uyarlamış ve uygulanacak hukukun açıkça ve esaslı ihlali
şeklinde yorumlamıştır (Scherr, 2011: 570). Ulusal mahkemelerin, yargı
kararlarından kaynaklanan sorumluluğun saptanmasında yargısal fonksiyonun
kendine özgü yapısını ve hukuki güvenlik ilkesini gözönüne almaları
beklenmektedir (Davies, 2012: 596). Bu yorumla ABAD, yargı organlarının AB
hukukunu ihlali ile ilgili olarak daha yüksek bir ‘eşik’ belirlemiştir. Yargısal
sorumluluk ancak, çok ciddi ve yeterli derecede açık ihlalin varlığı durumunda
istisnai olarak ortaya çıkacak bir sorumluluk olarak öngörülmüştür. Başka bir
ifade ile devletin sorumluluğunun oluşması için yargı kararının ‘hatalı’ olması
yeterli değildir (Scherr, 2011: 570).
ABAD, açık ihlale ilişkin bir tanımlama yapmaksızın örnekler vererek bu
kavramı açıklama yoluna gitmiştir. Yeterli derecede ciddi ihlal ya da açık ihlale
örnek olarak kararlarına karşı itiraz yolu kapalı mahkemelerin önkarar
yükümlülüğünü yerine getirmemesi, ulusal mahkemelerin açık bir AB
hükümünü ya da ABAD’ın yerleşik bir içtihadını ihlal etmeleri durumu
gösterilebilir (Baykal, 2006: 217).
Bu örneklerden hareketle, açık ihlalin varlığının tespitinde, ihlal edilen
normun açıklık ve anlaşılırlık derecesi, ihlalin kasıtlı olup olmadığı yapılan
hatanın makul ve kabul edilir olup olmadığı, konu ile ilgili ABAD içtihadına
açık bir aykırılık olup olmadığı ve önkarar başvurusu yükümlülüğünün yerine
getirilip getirilmediği dikkate alınacaktır (C-224/01, 2003: paragraf, 54).
Özellikle son durum kuşkusuz ki, ABAD’a yapılacak önkarar başvurularının
sayısını artıracak, dolayısıyla davaların daha uzun sürede sonuçlanmasına neden
olacaktır. Yargısal sorumluluk kavramı hala boşlukları doldurulması gereken bir
konu olarak durmaktadır; temel prensip ortaya konulmuş ancak konu ile ilgili
her soru yanıtlanmamıştır. Örneğin uygulanacak AB normu yeteri kadar açık
veya kesin değilse, ulusal mahkemelerin hatalı uygulaması sonucu sorumluluk
ortaya çıkmayacaktır. Peki böyle bir durumda açık ya da kesin olmayan normu
düzenleyen AB kurumu aleyhine tazminat davası açma olanağı sağlanacak
mıdır (Wattel, 2004: 182)? Ayrıca ABAD, nedensellik bağına ilişkin de bir
belirleme yapmadığından, nedensellik bağının iç hukuk prensiplerine göre
belirlenmesi gerekmektedir. Ancak üye ülke hukuklarında böyle bir davanın
98
Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 2, Haziran 2016, s. 79-104.
yokluğu nedeniyle konu ile ilgili prensipler de yoktur. ABAD’ın en azından bu
noktada birtakım yol gösterci kriterler ortaya koyması beklenmektedir
(Nikolaou, 2005: 60).
Yargısal sorumluluk kavramının hukuki çereçevesini ortaya koymakla
beraber ABAD; şimdiye kadar açılan davalarda, yargısal sorumluluk şartları
oluşmadığı kanaatinden hareketle tazminata gerek olmadığı görüşünü iletmiş,
dolayısıya şu ana kadar herhangi bir devlet bu nedenle bireylere tazminat
ödememiştir. Hukuki olarak üye ülkeler için söz konusu olabilecek bu
sorumluluk AB düzeyinde olanaklı kılınmamıştır. AB vatandaşları, AB
mahkemelerinin hatalı uygulaması sonucunda da birey haklarından mahrum
kalabilir. Ulusal düzeyde sağlanan bu güvencenin AB düzeyinde de sağlanması
ve AB mahkemelerinin hatalı uygulamaları nedeniyle zarara uğrayan bireylerin
AB tarafından tazmin edilmesi gerekir (Wattel, 2004: 184). Bu sayede AB ve
ulusal düzeyde birey haklarının güvence altına alınması eşit ölçüde sağlanmış
olur.
AB’nin sorumluluğu ile üye ülkelerin sorumluluğu arasındaki, paralelliği
bozucu bir diğer uygulamada da Kühne & Heitz davasıyla ortaya çıkmıştır. Bu
davada ABAD, Köbler kararını bir adım daha ileri götürmüştür. Bu karar
uyarınca, ulusal mahkemelerin ön karar başvurusunda bulunmadığı ve bu
nedenle AB hukukunun hatalı uygulandığı davalarda zarara uğrayan bireyin
tazmin edilmemesi durumunda, bireye, davaya konu ilk idari kararı veren
makama tekrar başvuru hakkı tanınmıştır. Yargısal süreçten hiçbir sonuç
alamayan birey, ilk başta dava sürecinin başlamasına neden olan idari işlemi
yapan makama tekrar başvurup, idari kararın yeniden gözden geçirilmesini talep
edebilir. Bu başvuru üzerine idari makamın dosyayı tekrar incelemesi
gerekmektedir. İdari makamların bu yükümlülüğünün dayanağı olarak ABAD,
Avrupa Birliği’ni kuran Maastricht Antlaşması’nın 10. Maddesindeki işbirliği
hükmünü10 göstermektedir. (C- 453/00, 2004: paragraf, 26). İdari makamların
yeniden inceleme yükümlülüğünün oluşması bazı koşullara bağlanmıştır:
-Söz konusu makam, ulusal hukuk uyarınca dosyayı yeniden inceleme
yetkisine sahip olmalı
-Mahkeme kararı sonucu idari karar kesinleşmiş olmalı
-İdari kararı kesinleştiren mahkeme, ABAD’a önkarar başvurusu
yapmaksızın AB normunu kendisi yorumlamış olmalı
Avrupa Birliği’ni kuran Maastricht Antlaşması 10. Maddesi 3. Fıkrası “Titiz işbirliği prensibi gereğince,
Birlik ve üye devletler, Antlaşmalardan kaynaklanan misyonların yerine getirilmesi kapamında karşılıklı
olarak birbirlerine yardım ederler ve saygı duyarlar. Üye devletler, Birliğin kurumlarının işlemlerinden veya
Antlaşmalardan kaynaklanan yükümlülüklerin icrasını sağlamaya özgü genel veya özel tüm önlemleri alırlar.
Üye devletler, Birliğin görevini yerine getirmesini kolaylaştırırlar ve Birliğin hedeflerine ulaşmasına tehdit
oluşturacak tüm eylemlerden kaçınırlar”. Maastricht Antlaşması metninin Türkçe çevirisi için bakınız; Reçber,
Kamuran (2010): 387-422.
10
Avrupa Birliği Hukukunda Tam Yargı Davaları:
99
-ABAD söz konusu normu sonraki başka bir başvuru vesilesiyle
yorumlamalı ve böylece doğru yorum ortaya çıkmış olmalı
-İlgili kişi ABAD kararından haberdar olur olmaz ulusal idari makamlara
başvuru yapmalı (C-453/00, 2004: paragraf, 24-26).
Koşullardan da anlaşıladığı üzere böyle bir durumun ortaya çıkması, iç
hukukta davanın sonuçlanmasından çok sonra da gerçekleşebilir.
Kühne ve Heitz davasında ortaya konan idarenin tekrar inceleme
yükümlülüğü tam olarak yargısal sorumluluk kavramı ile ilgili değildir.
Yargısal sorumluluğun oluşması için aranan anahtar unsur açık ve ciddi ihlalin
varlığı, bu durumda aranmamaktadır. İdarenin tekrar inceleme yükümlülüğü
sadece ABAD’ın daha sonra oluşturduğu içtihadın ortaya çıkması ile ilgilidir.
Böyle bir içtihadın ulusal mahkeme kararından ne kadar süre sonra ortaya
çıkacağına ilişkin bir zaman kısıtlaması da öngörülmemiştir. Kühne & Heitz
kararı ile amaçlanan önkarar başvuru mekanizmasının ulusal mahkemeler
tarafından işletilmesinin garanti altına alınmasıdır (Groussot ve Minssen, 2007:
385). İdari makamın bu talebi reddetmesi durumunda ne olacağına ilişkin bir
çözüm de önerilmemiştir. Kühne & Heitz ile getirilen sistemin hem yargısal
süreci uzatacağı, hem de bireyi sürekli olarak idari ve yargısal makamlara
başvuruya yönlendireceği için sakıncalı olduğu iddia edilmekte, sonsuz hak
aramanın hiçbir hukuk sisteminde yer almadığı ve bir noktada sona ermesi
gerektiği savunulmaktadır (Wattel, 2004: 190). Yargsal sorumluluk kavramında
olduğu gibi Kühne ve Heitz ile getirilen idari makamların tekrar inceleme
yapma zorunluluğu AB kurumları için öngörülen bir durum değildir.
Sonuç
AB düzeyinde bireylere tanınan tam yargı davası olanağı, AB Antlaşmalarında
yer almamasına karşın, ulusal düzeyde de bireylere tanınarak AB hukukunun
etkili bir şekilde uygulanması ve birey haklarının güvence altına alınması
sağlanmıştır. İlk başlardaki içtihadı ile ABAD, AB kurumlarının tazminat
sorumluluğu ile üye devletlerin tazminat sorumluluğunu benzer koşullara
bağlamak konusunda özen göstermiş ancak zaman içinde bu paralellik
bozulmuştur. Her iki davada aranan koşulların yorumlanışında, uygulanacak
usulde, başvurulacak yargı yerinde, hukuki dayanakta ve sorumluluğun
kaynağında farklılıklar ortaya çıkmaktadır.
Öncelikle AB kurumları aleyhine açılacak tam yargı davası AB Antlaşmaları
ile belirlendiğinden, hukuki çerçevesi ve sınırları bellidir. Her ne kadar bu
davaya ilişkin boşluklar ABAD tarafından doldurulmak suretiyle davanın
esasları ve koşulları belirlenmiş olsa da yorumun ve boşluk doldurmanın da bir
sınırı vardır. Buna karşılık üye devletler aleyhine açılacak tam yargı davası
tamamıyla ABAD kararları ile oluştuğundan, kapsamı, unsurları ve koşulları
100
Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 2, Haziran 2016, s. 79-104.
sürekli değişebilmektedir. Her ne kadar ABAD, Birlik kurumlarının
sorumluluğu ile üye devletlerin sorumluluk koşullarının uyumlu olması
gerektiğini belirtse de, bu durumun ne oranda gerçekleşebileceği yine ABAD’a
bağlıdır. Üye ülkelerin sorumluluğuna ilişkin temel çerçevenin AB
Antlaşmalarında yer alması hukuki belirlilik ilkesi açısından da önemlidir. O
nedenle, Birlik kurumlarının tazminat sorumluluğuna benzer şekilde bir
düzenlemenin üye ülkeler için de getirilmesi yerinde olacaktır.
AB kurumları aleyhine açılacak davalarda, AB mahkemeleri, üye devlet
aleyhine açılacak davalarda ise ulusal mahkemeler yetkili kılınmaktadır. Ulusal
mahkemelerde uygulanacak usul, başvurulacak mahkeme, başvuru koşulları ve
sağlanacak tazminat miktarı gibi konular her üye devletin hukuk sistemine bağlı
olduğundan üye ülkeler arasında farklılık oluşmakta, o nedenle de bireyler ‘eşit’
şekilde korunmamaktadır. Oysa Birlik kurumları aleyhine açılacak dava ve
uygulanacak kurallar AB Antlaşmaları ile belirlendiğinden bireylere bu konuda
eşit koruma sağlanmaktadır.
Birlik kurumlarının ve üye devletlerin sorumluluğunun oluşmasında benzer
koşullar öngörülmüş olsa da, özellikle ‘yeteri derecede ciddi ihlal’ unsurunun
kapsamı, üye devletler ve Birlik kurumları açısından farklılık göstermektedir.
Örneğin düzenleyici işlemlerde, ağır ve ciddi ihlal belirlenirken söz konusu
kurumun geniş takdir yetkisine sahip olup olmadığı göz önüne alınmaktadır.
Oysa üye devletlerin AB hukukunu iç hukuka geçirme konusunda çok sınırlı
takdir yetkileri mevcuttur. Üye devletlerin sorumluluğunun oluşması için
yönergenin iç hukuka geçirilmemiş olması yeterli iken, Birlik kurumları
açısından sorumluluğun oluşabilmesi için birey haklarına ilişkin bir üst normun
ihlal edilmiş olması koşulu aranmaktadır.
AB kurumlarının sorumluluğu ile üye ülkelerin sorumluluğu arasındaki bu
ayrışmalara karşın en temel ve en önemli fark kapsam açısından ortaya
çıkmaktadır. Üye devletler aleyhine yasama, yürütme ve yargı organlarının
eylem, işlem ve kararları neticesinde tam yargı davası getirilebilirken, AB
açısından yargı kararları aleyhine dava açılamamaktadır. Köbler kararı ile
ABAD, üye devletlerin yargı organlarının AB hukukunu ihlali neticesinde
devletin sorumlu olacağını ortaya koyarak ‘yargısal sorumluluk’ kavramını
oluşturmuştur. Bu kavram ile ABAD, her iki düzeydeki sorumluluk koşulları ile
ilgili dengeyi bozmuştur.
Kararlarına karşı itiraz yolu kapalı mahkemelerin AB hukukunu ihlali
nedeniyle devletin tazminat sorumluluğunun oluşmasını ABAD, bireylerin
etkili koruma sisteminin bir parçası olarak görmektedir. Ancak aynı sistem AB
düzeyinde geçerli değildir. Amaç, birey haklarının etkili şekilde koruma altına
alınmasıysa Köbler kararında belirtilen sorumluluk koşullarının AB’ye de
uygulanması ve AB hukukunu ihlal eden kararlar nedeniyle AB’nin de tazminat
Avrupa Birliği Hukukunda Tam Yargı Davaları:
101
sorumluluğunun oluşması gerekmektedir. Reform Sözleşmesi niteliğinde olan
Lisbon Sözleşmesi AB organlarının demokratik meşruiyetini güçlendirmiş olsa
da, organların hukuki sorumluluğu açısından herhangi bir değişiklik
getirmemiştir (Arsava, 2009: 1476). ABAD’in özellikle işçilerin serbest
dolaşımına ilişkin AB hukukuna aykırı bir takım kararları ile birey haklarını
ihlal ettiği belirtilmektedir. AB düzeyinde de yargısal sorumluluk kavramının
uygulanması ile bireyler tam bir hukuki koruma sistemine kavuşmuş olacaktır.
Bu amaçla Köbler kararında belirtilen sorumluluk koşullarının AB’ye de
uygulanması ve ABAD’in AB hukukuna aykırı kararları nedeniyle zarar
uğrayan bireylerin tazmin edilmesi gerekmektedir.
Kaynakça
Adaoğlu, S. H.(2006), Avrupa Topluluğu Hukukunun Üye Ülkelerde Uygulanmasında
Ulusal Mahkemeler ve Avrupa Toplulukları Adalet Divanı İlişkisi, A.Ü. Avrupa
Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi, Araştırma Dizisi, No:24, Ankara.
Adaoğlu, S. H. (2005), “Francovich’ten Köbler’e AT Hukukunda Devletin Sorumuluğu
Prensibi”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 54, Sayı:2, s.249-267.
Akgül, M. E. (2008), Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın Yargı Yetkisi, Yetkin Yayınları,
Ankara.
Anagnostaras, G. (2000), “State Liability v Retroactive Application of Belated
Implementing Measures: Seeking the Optimum Means in Terms of Effectiveness of
EC Law”, Web Journal of Current Legal Issues, Issue:1, s.1-12.
Anagnostaras, G. (2001), “The Principle of State Liability for Judicial Breaches: The
Impact of European Community Law”, European Public Law, Vol. 7, No: 3, s. 281305.
Arat, T. (1989), Avrupa Toplulukları Adalet Divanı, Ankara Üniversitesi Avrupa
Topluluğu Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayınları, Ankara.
Arsava, F. (2009), “Lisbon Sözleşmesi-Reform Sözleşmesi’nin Önemli Unsurları”,
Dokus Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 11, Özel Sayı, s.1457-1479.
Arsava, F. (2011), “Topluluk Hukukunda Bireysel Hakların Etkin Olarak Temini”,
Milletlerarası Hukuk ve Milletlerarası Özel Hukuk Bülteni, Cilt 25, Sayı 1-2, s.2344.
Baykal, S. (2002), AT Hukukunun Etkili Biçimde Uygulanması ve Bireysel Haklar,
A.Ü. Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi, Araştırma Dizisi, No
:14, Ankara.
Baykal, S. (2006), Avrupa Birliği Hukukunda Tazminat Davası AB Kurumlarının ve
Üye Devletlerin Tazminat Sorumluluğu Çerçevesinde Bir İnceleme, Yetkin
Yayınları, Ankara.
Caranta, R. (1993), “Governmental Liability after Francovich”, Cambridge Law
Journal, Vol. 52, No: 2, July, s.272-297.
Craig, P. (2006), EU Administrative Law, Oxford University Press, New Yok.
102
Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 2, Haziran 2016, s. 79-104.
Craig, P. ve Burca, D. (1996), EC Law Text, Cases and Materials, Oxford University
Press, New York.
Davies, A. (2012), “State Liability for Judicial Decisions in European Union and
International Law”, International and Comparative Law Quarterly, Vol. 61, s. 585611.
Dougan, M. (2000), “The Francovich Right to Reparation: Reshaping the Contours of
Community Remedial Competence”, European Public Law, Vol. 6, No:1, s.103128.
Downes, T.A. (2006), “Trawling for a Remedy: State Liability under Community Law”,
Legal Studies, Vol. 17, No: 2, s.286-304.
Eilmansberger, T. (2004), “The Relationship Between Rights and Remedies in EC Law:
In Search of the Missing Link”, Common Market Law Review, Vol. 41, s.1199-1246.
Groussot, X. ve Minssen, T. (2007), “Res Judicata in the Court of Justice Case-Law:
Balancing Legal Certainity with Legality?” European Constitutional Law
Review,Vol. 3, s.385-417.
Hartmann, B. J. (2011), “Alignment of National Government Liability Law in Europe
after Francovich”, ERA Form, Conference on “State Liability 20 Years after
Francovich”, 1-2 December, Trier, s.613-623.
Hartley, T.C. (2010), The Foundations of European Community Law, Oxford University
Press, New York.
Hilson, C. (1997), “Liability of Member States in Damages: The Place of Discretion”,
International and Comparative Law Quarterly, Vol.46, No:4, October, s.941-947.
Hilson, C. (2005), “The Role of Discretion in EC Law on Non-Contractual Liability”,
Common Market Law Review, Vol. 42, s. 677-695.
Horspool, M. ve Humphreys, M. (2010), European Union Law, Oxford University
Press, New York.
Kapteyn, P.J.G.ve Van Themat, P. V. (1998), Introduction to the Law of the European
Communities, Kluwer Law International, The Netherlands.
Karayiğit, M. T. (2009), Gerçek ve Tüzel Kişilerin AB Tasarruflarına Karşı Yargısal
Korunması, Adalet Yayınevi, Ankara.
Lee, I. B. (1999), “In Search of a Theory of State Liability in the European Union”,
Harvard Law School Jean Monnet Working Papers, No: 9, USA, s.1-57.
Nikolaou, E. (2005), From Francovich to Köbler and Beyond: The Evolution of a State
Liability Regime for the European Community, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi,
University of Helsinki, Finland.
Reçber, K. (2010), Avrupa Birliği Kurumlar Hukuku ve Temel Metinleri, Alfa Aktüel
Yayınları, Ankara.
Ruffert, M. (1997), “Rights and Remedies in European Community Law: A
Comparative View”, Common Market Law Review, Vol. 34, s.307-336.
Schermers H. ve Waelbroeck, D. F. (1992), Judicial Protection in the European
Communitıes, Kluwer Law and Taxation Publishers, Boston.
Avrupa Birliği Hukukunda Tam Yargı Davaları:
103
Scherr, K. M. (2011), “Comparative Aspects of the Application of the Principle of State
Liability for Judicial Breaches”, ERA Form, Conference on “State Liability 20 Years
after Francovich”, 1-2 December, Trier, s. 565-588.
Smith, F. ve Woods, L. (1997), “Causation in Francovich: The Neglected Problem”,
International and Comparative Law Quarterly, Vol. 46, No:4, October, s.925-941.
Tallberg, J. (2011), “Supranational Influence in EU Enforcement: The ECJ and the
Principle of State Liability”, Journal of European Public Policy, Vol.7, No:1, s.104121.
Toth, A.G. (1975), “The Individual and European Law”, The International and
Comparative Law Quarterly, Vol.24, No:4, October, s. 659-706.
Trimidas, T. (2001), “Liability for Breach of Community Law: Growing Up and
Mellowing Down?”, Common Market Law Review, Vol. 38, s.301-332.
Van Gerven, W. (1996), “Bridging the Unbridgeable: Community and National Tort
Laws after Farncovich and Brasserie”, International and Comparative Law
Quarterly, Vol. 45, No:3, July, s.507-544.
Ward, A. (2011), “Damages under the EU Charter”, ERA Form, Conference on “State
Liability 20 years after Francovich”, 1-2- December, Trier, s.589-611.
Wakefield, J. (2006), “Trends in the Case Law on the Action for Damages against
Community Institutions”, ERA Form, Conference on “Current Trends in the
Judicial Review of EC Regulatory Acts”, 27 April, Brussels, s.519-529.
Wakefield, J. (2011), “The Changes in Liability of EU Institutions: Bergaderm, FIAMM
and Schneider”, ERA Form, Conference on “State Liablity 20 Years after
Francovich”, 1-2 December, Trier, s.625-639.
Wattel, P. J. (2004), “Köbler, CILFIT and Welthgrove: We Can’t Go on Meeting Like
This”, Common Market Law Review, Vol.41, No:1, February, s. 177-190.
Avrupa Birliği Adalet Divanı Kararları
C-25/62 Plaumann v. Commission of the European Community, 1963, ECR 199.
C-5/71 Zuckerfabrik Schoeppenstedt v. Council, 1971, ECR 975.
C-63-69/72 Werhahn Hansmuehle and Others v. Council of the European Communities,
1973, ECR 1229.
C-56/74 Kampffmeyer v. Council and Commission, 1976, ECR 711.
C-83/76 Bayerische HNL Vermehrungsbeitriebe GmbH & Co. KL and Others v.
Council and Commission, 1978, ECR 1209.
C-116/77 G.R. Amylum NV and Tunnel Refineries Limited v. Council and Comission,
1979, ECR 2497.
C-182/85 Lütticke v. Denkavit-Futtermiltel, 1987, ECR 3159.
C-104/89 J.M. Mulder and Others v. Council and Commission, 2000, ECR 1257.
C-6/90 Andrea Francovich and Danila Bonifaci and Others v. Italian Republic, 1991,
ECR 5357.
C-220/91 Commission v. Stahlwerke Peine – Salzgitter AG., 1993, ECR 2393.
104
Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 2, Haziran 2016, s. 79-104.
C-46/93 Brasserie du Pecheur v. Bundesrepublik Deutschland and the Queen/
Secretary of State for Transport, ex parte Factortame and Others, 1996, ECR 1029.
T/455/93 Hedley Lomas and Others v Commission, 1997, ECR 1095.
C-178/94 Erich Dillenkofer and Others v. Bundesrepublic Deutschland, 1996, ECR
4845.
C-35/98 Bergaderm nad Goupil v. Commission, 2000, ECR 1.
C- 453/00 Kühne & Heitz v. Produktschap voor Pluimvee en Eieven, 2004, ECR 837.
C-224/01 Gerhard Köbler v. Republik Österreich, 2003, ECR 10239.
C-120/06 FIAMM and Others v. Council and Commission, 2008, ECR 6513.
C-385/07 P Der Grüne Punkt – Duales System Deutchland v. Commission, 2009, ECR
6155.
C- 620/13 P British Telecommunications plc v. Commission, 2014, ECR 2309.
Download