1.1. tedric kavramı - TC DİB. Trabzon Dini Yüksek İhtisas Merkezi

advertisement
T. C.
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI
AKÇAABAT-DARICA
İHTİSAS EĞİTİM MERKEZİ MÜDÜRLÜĞÜ
HÜKÜMLERİN TEŞRİİNDE TEDRİCİLİK
BİTİRME TEZİ
Hazırlayan
Adem DURSUN
TRABZON- 2005
T. C.
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI
AKÇAABAT-DARICA
İHTİSAS EĞİTİM MERKEZİ MÜDÜRLÜĞÜ
HÜKÜMLERİN TEŞRİİNDE TEDRİCİLİK
BİTİRME TEZİ
Hazırlayan
Adem DURSUN
Danışman
Temel KACIR
TRABZON- 2005
II
ÖZET
Sözlükte, yavaş yavaş yürümek, ilerlemek, yola devam etmek, merdivende basamak
basamak yükselmek, yaklaştırmak, eğitmek (staj yaptırmak), ilim vb. şeylerde ilerlemek, gibi
anlamlara gelen tedric, terim olarak;
a) İnsanın yaratılışından kainattaki düzenin işleyişine kadar pek çok olayda
gözlemlenebilen tabii kanunlardaki tedriciliğin,
b) İnsanlık tarihinin gelişim seyri içerisindeki tedriciliğin,
c) Hz. Peygamberin 23 yıllık peygamberlik süresindeki tedriciliğin,
d) Vahiy süreci içerisinde belli bir zamana yayılarak peyderpey gelen hükümlerdeki
tedriciliğin göz önünde bulundurulması gerekir.
Kur’an’da ve sünnette tedriciliğe dair örnekler çoktur. İçkinin yasaklanması, ribanın
yasaklanması, cihadla ilgili tedric, karı-koca arasını ıslah örnek olarak sunulabilir. İnanç,
ahlak, ibadet ve hukuka ait konularda teşride tedrice dair pek çok örnek bulabiliriz.
Kur’an ve sünnette tedricen ele alınan konular incelendiğinde, bir problemin çözüme
kavuşturulmasında dikkat çekme, yönlendirme, sınırlandırma ve sonuç merhalelerinin olduğu
görülmektedir. Özellikle sosyal ve hukuki içerikli problemlerin çözümünde önemli ölçüde bu
sıralamanın gözetilmiş olmasıdikkatimizi çekmektedir. Bununla ilahi irade doğrultusunda
şekillenen toplumun, içinde bulunduğu sosyal durumdan yeni bir duruma geçişinin sağlıklı
olması, Kur’an’ın evrensel içerikli bir kitap olarak kıyamete kadar kalıcı olması ve vahiy
yoluyla gelen ilahi hükümlerin kolayca hayata aktarılabilmesinin sağlanması gibi hikmetler
düşünülebilir.
III
ÖNSÖZ
Allah yer yüzünde halife olarak yarattığı insanı başı boş bırakmamış; ona, çeşitli
zamanlarda gönderdiği pek çok peygamber ve bu peygamberlere indirdiği vahiy yoluyla
“eğitici ve terbiye edici” anlamında “Rab” ismini, “yol gösterici” anlamında da “Hadi” ismini
tecelli ettirmiştir. Hz. Adem (as)’den son peygambere kadar gelen vahiyler, bir sistem
dahilinde insanlığı adım adım kemale erdirmek ameliyesi olarak düşünüldüğünde, insanlık
tarihinin tekamül seyrinin tedricen olduğu da ortaya çıkmış olur. Çünkü “Eğiten” ve “yol
gösteren” Allah, hiç bir zaman insanları oldu bittilerle yüz yüze getirmemiş, “mühlet”
tanıyarak ayrıca kullarına karşı ne kadar lütufkar olduğunu da göstermiştir.
İslam teşri metodunda en belirgin husus, tedrice riayet prensibidir. Bu “İslam’ın o
günün toplumunu sosyal bir vakıa olarak olduğu gibi kabullenmesi” manasında gerçekçiliği
ile, “aynı toplumdan ideal bir ümmet yaratma amacı” taşıyan gayeci özelliğinin tabii bir
sonucudur.
Biz bu çalışmamızda;
a) Birinci bölümde konunun kavramsal çerçevesi ve tedricle alakalı bazı kavramların
açıklanması,
b) İkinci bölümde; tedriciliğin Ku’ran, Hz. Peygamberin tebliği ve muhataplar
açısından hikmetlerini,
c) Üçüncü bölümde ise tedriciliğin psikolojik ve sosyolojik boyutunu, modern
psikolojik ve sosyolojik birikimlerden, Hz. Peygamberin uygulamalarından ve Kur’an’dan
faydalanarak açıklamaya çalıştık.
Çalışma süresince, materyallere ulaşmamda ve tez disiplini içerisinde konu hakkında
bilgi toplamamda bana yardımlarını esirgemeyen tez danışmanım değerli Hocam Temel
KACIR Bey’e ve tahsil hayatımda her türlü maddi ve manevi desteklerini esirgemeyen
muhterem babam ve anneme teşekkürü borç addediyorum.
Hayırlara vesile olması dileklerimle…
Adem DURSUN
DARICA - 2005
IV
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER………………………………………………………………………...……..III
ÖZET…………………………………………………………..………….…………….……..V
KISALTMALAR……………………………………………………..………..……………..VI
ÖNSÖZ……………………………………………………………………...….……………VII
GİRİŞ…………………………………………………………………………………………..1
I. BÖLÜM
1. TEDRİC KAVRAMI VE TEDRİC İLE ALAKALI BAZI KONULAR
1.1. TEDRİC KAVRAMI .......................................................................................................... 4
1.1.1. Sözlük Anlamı ................................................................................................. 4
1.1.2. Terim Anlamı .................................................................................................. 6
1.1.2.1. Genel Anlamda Tedricilik. ..................................................................... 6
1.1.2.2. Özel Anlamda Tedricilik ........................................................................ 8
1.2. TEDRİCLE ALAKALI BAZI KONULAR ........................................................................ 8
1.2.1. Tedric-Fıtrat İlişkisi ......................................................................................... 8
1.2.2. Sosyal Değişme - Fıtrat İlişkisi ..................................................................... 12
1.2.2.1. Sosyalleşme ve Tedric’le ilişkisi .......................................................... 12
1.2.2.2. Sosyal Gelişme ve Tedric’le ilişkisi ..................................................... 15
1.2.2.3. Sosyal Tekamül ve Tedric’le ilişkisi .................................................... 19
1.2.3. Kur’an’ın Nüzul ve Teşriİnde Tedric ............................................................ 20
1.2.4. Tedric- Örf İlişkisi ......................................................................................... 24
1.2.5. Tedric- Maslahat İlişkisi ................................................................................ 27
1.2.6. Tedriciliğin Nesh Düşüncesi Açısından Değerlendirilmesi .......................... 30
V
II. BÖLÜM
2. TEDRİCİLİĞİN HİKMETLERİ .............................................................................. 38
2.1. Tedricilik Metodunun Kur’an Açısından Hikmetleri ....................................... 38
2.2. Peygamberin Şahsı ve tebliğinin Başarıya Ulaşması Açısından Kur’an’ın
Tedricen İndirilmesindeki Hikmetler……………………………………………43
2.3. Muhataplar Açısından Tedricilik Metodunun Hikmetleri…...........…….… …48
III. BÖLÜM
3. TEDRİCİLİĞİN PSİKOLOJİK VE SOSYOLOJİK BOYUTU…………………...53
3.1. PSİKOLOJİK FAKTÖRLER VE FERDİ FARKLILIKLAR……………..…53
3.1.1. Fertlerin Akıl ve Bilgi Seviyelerine Göre Hitap Etme ..........................55
3.1.2. Ferlerin Dil ve Kültürlerine Göre Hitap Etme………………………....58
3.1.3. Fertlerin İçtimai Seviyelerine Göre Muamele Etme…………..……….60
3.1.4. Fertlerin İçinde Bulunduğu Duruma Göre Davranmak…………….….62
3.2. SOSYOLOJİK FAKTÖRLER……………………………………………….63
3.2.1. YAKIN ÇEVREDEN UZAK ÇEVREYE…………………………………63
3.2.1.1. Rasulullah’ın Kendisi………………………………………………..63
3.2.1.2. Aile Fertleri…………………………………………………………..64
3.2.1.3. Yakın Güvenilir Dostları ……………………………………...…….65
3.2.1.4. Yakın Akraba Çevresi ……………………………………………....65
3.2.1.5. Mekke ve Çevresi……………………………………………………66
3.2.1.6. Bütün İnsanlık……………………………………………………….66
3.2.2. TEBLİĞDE GİZLİLİKTEN ALENİLİĞE………………………………..67
3.2.2.1. Gizli Tebliğ Dönemi………………………………………………...67
3.2.2.2. Aleni Tebliğ Dönemi………………………………………………..68
3.3. KÜLTÜREL ÇEVRE………………………………………………………68
SONUÇ……………………………………………………………………………….73
BİBLİYOGRAFYA…………………………………………………………………..76
VI
KISALTMALAR
a.g.e.
: Adı geçen eser
sav
: Sallallahü aleyhi ve sellem
Bkz.
: Bakınız
c.
: Cilt
Çev.
: Çeviren
H.
: Hicri
Hz.
: Hazreti
m.
: Miladi
s.
: Sayfa
ts.
: Tarihsiz
trc.
: Tercüme eden
vb.
: Ve benzeri
MEB
: Milli Eğitim Bakanlığı
TDK
: Türk Dil Kurumu
cc.
: Celle celalühü
VII
VIII
GİRİŞ
Allah yer yüzünde halife olarak yarattığı insanı başı boş bırakmamış; ona, çeşitli
zamanlarda gönderdiği pek çok peygamber ve bu peygamberlere indirdiği vahiy yoluyla
“eğitici ve terbiye edici” anlamında “Rab” ismini, “yol gösterici” anlamında da “Hadi” ismini
tecelli ettirmiştir. Hz. Adem (as)’den son peygambere kadar gelen vahiyler, bir sistem
dahilinde insanlığı adım adım kemale erdirmek ameliyesi olarak düşünüldüğünde, insanlık
tarihinin tekamül seyrinin tedricen olduğu da ortaya çıkmış olur. Çünkü “Eğiten” ve “yol
gösteren” Allah, hiç bir zaman insanları oldu bittilerle yüz yüze getirmemiş, “mühlet”
tanıyarak ayrıca kullarına karşı ne kadar lütufkar olduğunu da göstermiştir.
İnsanlık tarihi bakımından tedriciliği, bir çocuğun gelişme seyri içerisinde düşünüp
değerlendirmek de mümkündür. Buna göre, sanki Adem (as)’den Nuh (as)’a kadar ki dönem
insanlık için bir çocukluk; Nuh (as)’dan İbrahim (as)’e kadar bir rüşt; İbrahim (as)’den Musa
(as)’ya kadar bir gençlik; Musa (as)’dan Hz. Muhammed (sav)’e kadar da bir olgunluk
devresidir. Hz. Muhammed (sav)’den sonra insanlık olgunluk devresini yaşamaya başlamıştır.
Elbette bunu bir tez olarak ispatlamak için çok güçlü, delillere ihtiyaç vardır, ancak Kur’an’da
bu ismi zikredilen peygamberlerin bir dönüm noktası olarak sunulması ve bu peygamberlerin
“şeriat sahibi” peygamberler olarak bize tanıtılması ister istemez zihinlerde böyle bir kanaat
uyandırmaktadır.1
Diğer taraftan tedricilik, Allah’ın kainatta koymuş olduğu bir kanundur. Bu öyle bir
kanun ki, tüm varlıklar sebep-sonuç ilişkisi içerisinde buna boyun eğmişlerdir. Bitkiler
dünyasından, hayvanlar dünyasına, suyun yağmura dönüşmesine kadar bütün tabiatta
tedricilik kanunu bir şekilde işlemektedir. Tabii olaylarla aşınan taşların toprak olmasından,
toprağa düşen tohumun çimlenip yeşermesine ve tekrar tohum olacak olgunluğa erişmesine
kadar her şeyin tedrici bir oluşum içerisinde olduğunu, gündelik gözlemlerimizle bizzat
seyretmekteyiz. Aynı gözlemimizi tek tek her insanın dünyaya gelişinde ve dünyadan
ayrılıncaya kadar sürdürdüğü yaşantıda da gözlemleyebiliyoruz. Anne rahmine atılan bir
damla hakir suyun çeşitli evrelerde kana, ete, kemiğe dönüşmesi, sonra da insan şeklini alan
bir canlı olarak teşekkül etmesi ve soyunun karakterlerini de taşıyan bir çocuk olarak dünyaya
gelmesi; dünyaya geldikten sonra bir taraftan akli ve ruhi melekeleri gelişirken bir taraftan da
bedeninin gelişerek çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık devrelerine ulaşması tedricen olan
Durmuş Aslan, Metodolojik Yönden Kur’an’ın Tedriciliği (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Sivas 1999,
s.10.
1
ve bizim de müşahede alanımız içerisinde cereyan eden olaylardır. Buna isteyen
“sünnetullah” da diyebilir. Ancak bu tabii seyir kanunlarına müdahale etmek imkanı yoktur.
Eğer şartlar müdahaleyi gerektirse bile yine tedricilik kanunu işler. Örneğin normal şartlarda
dokuz ayda dünyaya gelecek olan bir canlıyı, sekiz ayda dünyaya getirmenin tedricilik
kanununa aykırı bir yönü olmaz, ama bu tür suni müdahalelerin beraberinde getireceği bir çok
risklerin göz ardı edilmemesi gerekir.
Tedriciliğin inzal sistemi içerisinde bir metod olarak ele alınması gereken bir boyutu
daha vardır ki, esas bizi ilgilendiren de budur. Bu boyutta insanın yaşantısı ile ilgili olan ve
tedricen değiştirilmesi ve yönlendirilmesi gereken düşünceler, alışkanlıklar, kanunlar, soysal
nizam ve ahlaki anlayışlar vardır. Bunlardan kimisinin ani olarak değişmeyi kabul edip
etmeyeceği tartışılabilir. Örneğin, itikadi konular tedriciliği kabul eder mi etmez mi? Bir ömür
boyu belli bir şeye kutsal olarak inanıldığı halde, bir anda bu kutsal değildir, diyerek ondan
yüz çevirmek ne kadar mümkündür? Acaba bu değişikliğin arka planında bir şüphe ve
tereddüt safhası yaşanmadan birden bire bundan vazgeçtim mi denilmektedir. Veya doğruluğu
kabul edilen şeyin inanca dönüşmesi aniden mi olur, yoksa kişinin kendisinde bir kalbi İtmi’
nan oluşacak kadar bir zaman geçer mi? Kısaca kabul edilen yeni şeyle terk edilen eski şey
arasında - kısa bir zaman da olsa - bir bocalama devresi var mıdır? Kendisine inanılmasını
isteyen “Zat” bir anda inanmayı şart koşsa da, inanacak olan “kişi” inanmasıyla birlikte,
zihnindeki kalıntıları temizleyecek olan delilleri ne kadar zamanda yorumlayıp zihnine
yerleştirebilir? Bir de alışkanlıklar vardır ki, uzun zaman içerisinde o alışkanlıklar kişinin
huyu, tabiatı haline gelir. Eğer birden bire kişiye bu alışkanlığından vazgeç denilecek olursa,
kişinin reaksiyoner bir tavırla karşı çıkarak doğru olan şeylerden nefret duymasına da sebep
olunabilir. İşte bu ve benzeri durumlarda ferdi boyutta, şahısların teker teker
alışkanlıklarından, uygun olmayan inanç ve davranış biçimlerinden vaz geçirilip, tekrar o
kişiye yeni alışkanlıklar, inanç ve davranışlar kazandırmada uygulanan, tedricilik yöntemi
diyebileceğimiz uygulamalar dikkatimizi çekmektedir. Örneğin içkinin yasaklanması gibi.
Kur’an’ın nüzul süreci içerisinde toplumsal bir değişme gerçekleştirilmiştir. Yani
belli bir zaman zarfında ilk muhatap durumunda olan toplum, bedevi bir yaşantı ve
dağınıklıktan, medeni bir devlet yapısına kavuşturulmuştur. Yine insanlar itaate alıştırılmış,
düzenli bir şekilde kutsal ve ideal gayelere yönlendirilmiştir. Bu bir değişim sürecidir. Öyle
ise ister gelişme istikametinde olan değişmeler olsun, ister çöküş istikametindeki değişmeler
olsun bir anda değil zaman içerisinde adım adım, yani tedricen olur. İşte bizim tez olarak ele
alıp incelemeye çalıştığımız “ Hükümlerin Teşriinde Tedricilik” adlı çalışmamızla bunların
2
ayrı ayrı ele alınıp incelenmesi ve inançla ilgili ortaya koyduğumuz soruların
cevaplandırılması, konunun nekadar önemli olduğunun bir göstergesidir. Biz de bu
çalışmamızda bu konuları kavram, teori ve pratik bağlamında ele alacağız.
Amacımız nüzul sürecinde tedricilik metodunun nasıl uygulandığını ortaya
koymaktır. Bunu da Hz. Peygamber’in uygulamaları ve bizzat Kur’an-ı Kerim’de yer alan
tedrici yöntemleri inceleyerek ortaya koymaya çalışacağız. Başvurduğumuz kaynaklar hadis
külliyatı, tefsir kitapları, tedriciliğe sosyolojik ve psikolojik açıdan bakmamız hasebiyle,
modern sosyoloji ve psikoloji kaynakları, muamelattan birtakım uygulamalar için fıkıh ve
fıkh usulu eserleri olacaktır. Bu alanda daha önce derli-toplu yapılan çalışmalar vardır.
Özellikle, Durmuş Aslan’ın “Metedoljik Yönden Kur’an’ın Tedriciliği (Sivas 1999)” ismli
yüksek lisans çalışması ve Fahri Hoşaf’ın “Sünnette Tedric (Kayseri 1993)” ismli yüksek
lisans tezleri bize çalışmamızda büyük kolaylık sağlamıştır.
3
I. BÖLÜM
1. TEDRİC KAVRAMI VE TEDRİC İLE ALAKALI BAZI KONULAR
1.1. TEDRİC KAVRAMI
1.1.1. Sözlük Anlamı
Tedric, Arapça’da de-ra-ce kökünden türetilmiş tef’il kalıbında mastar bir kelimedir.
Derace fiili yavaş yavaş yürümek, yola devam etmek, binayı kat kat yapmak, merdivende
basamak basamak yükselmek, katlamak, sarmak, dürmek, rulo yapmak, bir şeyi bir şeye
yaklaştırmak gibi lügat manalarını ihtiva etmektedir.2
Tedric, yukarıdaki kök anlamlarını muhafaza etmekle birlikte ayrıca şu anlamları da
içerir. Bir kimseyi bir işe yavaş yavaş alıştırmak veya bir kimseyi bir şeye yavaş yavaş
yaklaştırmak, işin gitgide ağırlaşması, bir şeyin doyum noktasına ulaşma çabası, kişinin
sanatında veya mesleğinde istenen noktaya gelinceye kadar yeterli ölçüde staj görmesi,
kişinin çocuğunu ilim vb. bir işte terakki ettirmesi, adım adım ilerletip geliştirmesidir.3
İbn Manzur, lisanü’l Arap, 1.bs., Beyrut, Darü’s-Sadr, 2000, c.5, s.237; Heyet, Müncit, 37. bs., Beyrut, Daru’l
Meşrık, 1997, s.210; Mevlüt Sarı, El Mevarid, İst., Bahar Yayınları, s.481; Heyet, Mu’cemü’l Arabiyyü’l Esasi,
Tunus, 1999, s.444.
3
Hasan Said, el-Kermi, , el-Hadi ila lüğati’l-arab, Beyrut, 1991, c.I, s.22, 23.
2
4
Yukarıda
kaydettiğimiz
sözlük anlamlarını örneklendirmenin, konunun hem
açılımına, hem de anlaşılmasına yardımcı olacağını düşünüyoruz. Buna göre topluca
verdiğimiz bu anlamları örnekleriyle birlikte şu şekilde açabiliriz:
1- Çocuk ilk defa adım atıp, yavaş yavaş yürümeye başladığında, “deraces-sabiyyü;
çocuk adım atıp yavaş yavaş yürüdü” denir. Aynı şekilde, yaşlı pir-i fani bir kişinin yavaş
yavaş yürümesi de,”deraceşşeyhu; yaşlı adam yavaş yavaş yürüdü” diye ifade edilmiştir. Bu
iki örnekten yola çıkarak derace fiilinin çocuğa nisbetle zayıftan kuvvetliye doğru, yaşlı
adama nisbetle kuvvetliden zayıfa doğru bir hareketlilik bildirdiğini anlayabiliriz. Öyleyse
derace fiili zayıftan kuvvetliye, kuvvetliden zayıfa doğru iki yönlü bir aktiviteyi vurgular. 4
2- Merdivende basamak basamak yükselmek, yüksek mertebelere erişmek
anlamında,”derace fülanün; falan merdivene basamak basamak tırmandı” denilmiştir. Bu
ifade tarzı bu fiilin aşağıdan yukarıya doğru bir yükselme, hareket ve tırmanış için
kullanıldığını göstermektedir. Bu, fiilin en yaygın olan kullanımıdır.5
Derace fiili istif’al/istidrac kalıbındaki anlamı da şöyledir; bir kimseyi aheste aheste
çıkarmak, yavaş yavaş bir şeye yaklaştırmak, hayvanın yeni doğan yavrusunu arkasına alıp
yavaş yavaş yürütmesi gibi anlamların yanı sıra, hile yapmak, tedirgin etmek ve yok olmasını
dilemek manasına da gelmektedir.6
Şimdi esas konumuz olan tedric kalıbını inceleyelim:
1- “Derracehu ila keza ve’stedracehu; bir kimseyi bir şeye yavaş yavaş yaklaştırdı, o
da ona yaklaştı” denilmiştir. Burada fiil ta’diyet ve kesret ifade eder. Buna göre bu kelime, bir
kimsenin bir kimseyi, adım adım, aheste aheste bir şeye inatla, ısrarla belki defalarca
denemek suretiyle yaklaştırmasını ifade etmektedir. Burada ifadenin öne çıkan anlamı
“yaklaştırmak” tır.
2- Bir kimseyi bir şeye yavaş yavaş alıştırmak anlamında kullanılır. Örneğin; hasta
yavaş yavaş iyileşmeye yüz tutup ta azar azar yemek yemeye başladığında,” derractü’l alile
tedricen; hastaya yavaş yavaş yemek yedirdim” denilir. Artık hasta, hasta olmadan önceki
yemek yeme durumuna gelinceye kadar peyderpey yemesini artırır. 7 Burada fiilin azdan çoğa
İbn Manzur, a.g.e., s.237.
İbn Manzur, a.g.e., s.237.
6
Asım Efendi, Kamus Tercemesi, İstanbul 1304, c.II, s.743.
7
el-Kermi, a.g.e., c.I, s.22, 23.
4
5
5
doğru, yavaş yavaş, duruma uygun ve sonuca götürecek tarzda bir şeyin tatbiki; üzerinde
tatbikat yapılanında yavaş yavaş bu duruma alışması ve alıştırılması söz konusudur.8
3- Bir sanatta veya meslekte, istenilen verimliliği elde etmek için yeterli derecede
eğitim almak, staj yapmak anlamında da kullanılır. Bu anlamı ifade etmek için “tederrace’ttederracü; çokça alıştırma yaptı/staj gördü” denilmiştir.9 Bu da bize bu kelimenin ifade ettiği
eylem ve davranışların birden bire tepeden inmeci bir anlayışla olamayacağını göstermektedir.
Yani bu kelimenin şümulüne giren anlamlar içerisinde aniliğe ve rast geleliğe yer
verilmemiştir.
Tedric, hemen hemen aynı temel anlamlarıyla Türkçe’ye geçmiş ve yeri geldikçe hala
kullanılan bir kelimedir. Türkçe sözlüklerde kullanımlarına ve anlamlarına bakmak yerinde
olacaktır.
Tedrici; derce derece, yavaş yavaş olan yapılan demektir.10 Örneğin ayakkabı nevini
ele alalım; çarıktan başlayarak en zarif fotinlere kadar bütün tekamül merhaleleri, bir tedric
silsilesi halinde sıralanacaktır. Aniden servete konmak yerine çalışarak kazanmanın kıymetini
ifade için de “tedric ile kazanılan malın kıymeti bilinir” denilmiştir.11
1.1.2. Terim Anlamı
Tedricilik gibi sosyal muhtevalı kelimeler, toplumla ilgili olan alanların tümünde
farklı tanımlamalara konu olabilirler. Bu tespitten hareketle konumuzun belkemiğini
oluşturacak olan tedricin terim anlamı tanımlamamızı, genel ve özel diye ikiye ayırarak
yapacağız. Şunu da belirtmemiz gerekir ki, derli-toplu olarak, bir arada böyle bir tanımlamaya
araştırmalarımız sırasında rastlayamadığımız için, konunun içeriğini de göz önünde
bulundurarak kendimiz böyle bir tanım ortaya koymaya çalışacağız. Buna göre:
1.1.2.1. Genel Anlamda Tedricilik:
Hz. Adem (as) ile başlayan vahiy sürecinin insanlığın günden güne gelişen sosyal,
siyasal, ekonomik, hukuki ve kültürel ilişkiler ağı içerisinde, değişen telakkilerinin bozulan ve
dejenerasyona uğrayan yönlerini reforma ederek, toplumsal ihtiyaçları karşılayacak tarzda,
gönderilen peygamberler ve onlara indirilen kitaplarla, giderek kapsam, derinlik ve içerik
8
Aslan, a.g.e., s. 23.
9
el-Kermi, a.g.e., s.23.
10
Örnekleriyle Türkçe Sözlük , MEB, Ankara 1995, c.IV, s.2804; Türkçe Sözlük, TDK, s.1436.
11
Meydan-Larousse, İstanbul 1973, c.XII, s.4.
6
olarak zenginleştirilmek suretiyle, Hz. Muhammed (sav)’e kadar aşama aşama gelişme
kaydetmesidir.12 Tıpkı yeni doğan canlı bir uzvun değişen ve gelişen hayat şartlarına biyolojik
olarak uyum sağlamak suretiyle günden güne gelişip, büyümesi gibi. Bir başka benzetme ile,
yapılan binanın tuğla tuğla örülerek yükseltilmesi gibi. Tabiatta her gün gözetleyerek
tekrarına şahit olduğumuz olaylar da başlangıçtan tekrar aşamasına gelinceye kadar aynı
kanun çerçevesinde varlıklarını sürdürüp dururlar. İşte genel anlamda tedrici1ik dediğimiz şey
budur.
Bu tanımlamayı yapmaktaki maksadımız, başıboş olarak bırakılmayan insanların,13
peygamberler aracılığı ile gelen ilahi mesajları,14 yaşanan bir hayata dönüştürme
faaliyetlerinin,15 çok yönlü sosyolojik bir olay, bir değişim ve gelişim faaliyeti olduğunu,
böyle bir sosyolojik olayın, değişim ve gelişimin peygamberler eliyle olduğunu, bunun birden
bire değil de belli bir süreçte gerçekleşebileceğini16 anlatmak içindir. Çünkü vahiy olgusunun
beşeri boyutu zaman, mekan, şahıslar ve şahısları ilgilendiren problemler bakımından, ilk
peygamberle son peygamber arasında yaşanan bir süreç olduğu tarihen sabittir. Bu noktada şu
soru akla gelebilir. İlk gelen peygamberden itibaren son peygamber gelinceye kadar her bir
peygamberin tebliğ ettiği dinin / vahyin muhtevasındaki eksiklikleri sonradan gelen bir
peygamber mi tamamlamıştır? Veyahut son peygamber gelinceye kadar her peygamber eksik
vahiy ile mi gelmiştir?17
Öncelikle şunu belirtelim ki Hz. Adem’e gelen vahiy de mütekamil idi. Toplumuna
getirdiği bilgi bakımından, toplumunun tüm ihtiyaçlarını karşılıyordu. Özellikle inanç
konuları ve temel ahlak ilkeleri (zina etmenin, hırsızlık yapmanın, adam öldürmenin vs. kötü
olduğuna işaret edilmesi gibi) bakımından ilk vahiy ile son vahiy arasında bir fark olmadığına
inanıyoruz. Esas olarak bu gibi düsturlarda bir gelişme de düşünülemez. Ancak asıl
peygamberlerin tebliğ ettiği şer’i hükümlerde değişme ve gelişme söz konusudur. Zaman,
mekan ve sosyal şartların değişmesiyle şer’i hükümlerin bazılarında ibadetlerin harici
şekillerinde değişiklikler ve gelişmeler olmuştur. Aslında bir peygamberin tebligatının ne
Bu tanımımız için bkz. Bakara, 2/213; Nisa, 4/164-165; Yunus, 10/19; Şura, 42/13-14; Hadid, 57/26-27; FazlurRahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı (Makaleler I), (çev.Adil Çiftçi), Ankara 1997, s.47; Mehmet Erdoğan, “Sosyal
Değişme Karşısında İslam Hukuku”, Sosyal Değişme ve Dini Hayat (İSAV, Sempozyumu Bildirileri), s.32,
İslam Hukukunda Ahkamın Değişmesi, s.139; M. Fatih Kesler, Kur’an-ı Kerimin Evrenselliği, İstanbul 1996,
s.123-124.
13
Ankebut, 29/2-3; Kıyamet, 75/36.
14
Nisa, 4/163-165.
15
Nahl, 16/36; Ahzab, 33/39.
16
Mehmet Görmez, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, Ankara 1997, s.41.
12
17
Aslan, a.g.e., s. 29.
7
kadar baki olacağı Allah (cc.) katında malumdur. Bundan dolayı peygamberlerin tebligatı ile
insanlar yükseldikçe, fikirlerde inkişaf ve terakki meydana geldikçe, medeniyet ve ihtiyaçlar
ilerledikçe, sonraki peygamberlerin tebligatı da başkalaşır; insanlar tedrici bir surette ilerleyip
yükseldikçe - belki içerik bakımından, öz (inanç ve temel ahlak ilkeleri) bakımından olmasa
da - dinler ve şeriatlar bakımından, tekamül kanunlarına uygun olarak tedricen gelişmiş; bu
tedrici gelişme Museviliği ve İseviliği de geçerek İslam Dini ve Onun ilahi kitabı olan
Kur’an-ı Kerim ile kemal noktasına ulaşmıştır. Kısaca, genel anlamdaki tedricilik; “iptidai
kemalden nihai kemale ermeyi”18 ifade eden bir tanımlamadır.
1.1.2.2. Özel Anlamda Tedricilik:
Hz. Muhammed (sav)’e vahyin gelişi ile başlayan, peygamberliği süresince davetle
görevli olduğu toplumu, günden güne vahyi kabule hazır hale getirmek için, onların eski
inanç, ahlak, ibadet ve hukuk (muamelat) telakkilerini, değiştirilmesi gerekenleri değiştirerek,
ıslah edilmesi gerekenleri ıslah ederek, siyasal, sosyal, kültürel, hukuki ve ahlaki yönden
aşama aşama geliştirmesi ve buna paralel olarak vahiyle öngörülen ilkelerin ve kuralların
yavaş yavaş, adım adım, toplumda herhangi bir reaksiyon oluşturmayacak biçimde
yerleştirilmesidir.19 Bir başka tanımlamayla; Kur’an-ı Kerim’in Peygamber (sav)’e nübüvveti
süresince olaylara ışık tutacak, problemlere çözüm getirecek, doğru ile yanlışı ortaya koyacak
tarzda ayet ayet, sure sure vahiy yoluyla gelmiş olmasıdır. Tedriciliğin sözlük ve terim
anlamlarını bu şekilde tespit ettikten sonra şimdi tedricle iç içe olan bazı konu ve kavramları
açıklayalım.20
1.2. TEDRİCLE ALAKALI BAZI KONULAR
1.2.1. Tedric-Fıtrat İlişkisi
Kainatta her şey bir kanun ve nizam içerisinde hareket eder. Eşyanın yaradılışı ve
devamlılığı da bir takım kanun ve kaidelerle gerçekleşir. İşte, herhangi bir şeyin ister bir
maddeden olsun, isterse ilk yaradılıştaki gibi “yokluk”tan olsun, ilk icadına ve ortaya çıkışına
Ahmet Hamdi Akseki, İslam Dini (İtikat, İbadet, Ahlak), Ankara, 1964, s.19-21; Mehmet Erdoğan, Akıl – Vahiy
Dengesi Açısından Sünnet, İstanbul 1995, s.5,22.
19
Bu tanımlamamız ilgili kaynaklardaki “ tedriciliğin hikmetleri ” konusu çerçevesinde yapılmıştır. Bkz. Zerkani,
Menahilü’l-irfan fi ulumi’I-Kur’an, Beyrut, 1995, c.I, s.48-54; Muhammed Ali es-Sabuni, et- Tibyan fi ulumi’lKur’an, Mekke 1980, s.35-38; Zeki Duman, Nüzulünden Günümüze Kur’an ve Müslümanlar, Ankara 1996,
s.51-52.
18
20
Daha geniş açıklama için bkz. Aslan, a.g.e., s. 30.
8
“fatr”, ortaya çıkış tarzına ve taşıdığı vasıflarıyla birlikte görünüşü ne “fıtrat” denilir.21
Kainat, Allah’ın fıtratı üzerinde işleye işleye tabiatını kazanmış; fıtrat üzerinde bir adet
edinmiştir. Buna da “adetullah” denir. 22
Her şeyin kendine ait bir fıtratı olduğu gibi, insanın da kendine has bir fıtratı vardır.
Bir ayet-i kerime’de fıtrat tabiri şu şekilde geçer: “Resulüm! Sen yüzünü hanif olarak dine;
Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise, o fıtrat’a çevir. Allah’ın yaratışı (halk)’ı
değiştirilmez; budur sağlam, doğru din, ama insanların çoğu bilmez.”23 Ayette geçen fıtrat’tan
maksat; bütün insanların insan olmak itibariyle yaradılışlarında esas olan ve hepsinde
müşterek bulunan külli fıtrattır.24
Allah, İslam dışı muhitte veya fıtrata ait hususiyetlerin şu veya bu derecede bulunduğu
bir muhitte insanların sevap kazanmaları için Dini’ni gönderir; yani hükümler kor, bazı şeyleri
emreder, bazı şeyleri de yasaklar. İnsanlar bu hükümleri yerine getirmeli, emirleri tutup,
yasaklardan kaçınmalıdırlar; bu da hanifliktir; fıtrat üzere olmalıdır. İnsanlar hanif olmalı,
fıtrat üzerinde bulunmalı: Eğri yollardan değil, Allah’ın doğru yolundan gitmeli ve yaradılışı
değiştirmemelidirler.25
Peygamberlerine vahyettiği emir ve yasaklarla Dini’ni tesis eden Allah,26 emirlerine
uyup yasaklarından kaçınanlara mükafat, bunun zıddını yapanlara ise ceza sözü vermiştir.27
Din, bir kanunlar manzumesidir ve neticesi ahiret hayatına aittir. Allah’ın bir diğer kanunlar
manzumesi daha vardır ki, o da fıtrat kanunlarıdır ve neticesi dünya hayatına bakar. Fıtrata
uygun hareket eden muvaffak olurken, ona riayet etmeyen neticeyi elde edemez. Mesela; bir
şeyi başarma, “çalışma” şartına bağlanmıştır.28 Çalışan insan başarır, çalışmayan insan mümin
de olsa fıtrata uygun davranmadığı için neticeyi kazanamaz; imanı, dünya hayatına ait
meselede ona fayda sağlamaz.
Kainatta hakim olan bu kanunlardan birisi de; “tedricilik” tir. Her şeyde, her hadisede
bizzat gözlenen tedric, kainatın ilk yaradılışından itibaren var olagelmiş bir kanundur. Zira
Allah, her şeyi hemen yaratabilecek kudrete sahip olduğu halde,29 gökleri ve yeri altı günde
Elmalılı M.H.Yazır,Hak Dini Kur’an Dili,1939, c.III, s.l889-1990.
Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, İst. 1986, s.200.
23
Rum, 30/30.
24
Elmalılı, a.g.e., c.VI, s.3822.
25
Ünal, a.g.e., s.202.
26
Şura, 42/13.
27
Beyine, 93/6-8.
28
Necm, 53/39.
29
Yasin, 36/82.
21
22
9
yaratmıştır.30 Kainatın en güzel yaradılışına sahip varlığı olan insan da31 ilk yaradılışından
itibaren tedric kanununa tabidir. Tedriciliği tek tek her insanın dünyaya gelişinde ve dünyadan
ayrılıncaya kadar sürdürdüğü yaşantıda da gözlemleyebiliyoruz. Anne rahmine atılan bir
damla hakir suyun çeşitli evrelerde kana, ete, kemiğe dönüşmesi, sonra da insan şeklini alan
bir canlı olarak teşekkül etmesi32 ve soyunun karakterlerini de taşıyan bir çocuk olarak
dünyaya gelmesi; dünyaya geldikten sonra bir taraftan akli ve ruhi melekeleri gelişirken bir
taraftan da bedeninin gelişerek çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık devrelerine ulaşması
tedricen olan ve bizim de müşahede alanımız içerisinde cereyan eden olaylardır. Buna isteyen
“sünnetullah” da diyebilir. Ancak bu tabii seyir kanunlarına müdahale etmek imkanı yoktur.
Eğer şartlar müdahaleyi gerektirse bile yine tedricilik kanunu işler. Örneğin; normal şartlarda
dokuz ayda dünyaya gelecek olan bir canlıyı, sekiz ayda dünyaya getirmenin tedricilik
kanununa aykırı bir yönü olmaz, ama bu tür suni müdahalelerin beraberinde getireceği bir çok
risklerin göz ardı edilmemesi gerekir.
İnsanın beden ve ruhi yapısına ait meselelerde ve hadiselerde bu kanunun cereyan
ettiğine şahit olmaktayız. İnsanın doğumundan sonraki gelişmeler ise, bizzat gözlerimiz
önünde meydana gelmektedir. O, dünyaya gözlerine açtıktan sonra senelerce süren bir
gelişme seyri takip etmektedir. İnsanın organları ve o organlardan meydana gelen bünye uzun
bir zaman dilimini yaşadıktan sonra kemalini bulur ve faaliyetlerini tam olarak
gerçekleştirmeye başlar. Aynı şey onun ruhi gelişmesi için de söz konusudur. İnsanın ihtiyaç
ve istekleri bir alt basamaktan bir üst basamağa gelişerek devam eder. Önce açlık ve susuzluk
gibi fizyolojik istekleri karşılanır. Tatmin olunan bu isteklerden sonra emniyette olma istekleri
devreye girer. Bunların peşinden sevgi, şefkat ve benimseme gibi duygular gelişmeye başlar.
Gelişme kaydeden bu duyguların ardından itibar elde etme, başarı kazanma ve kendine saygı
duydurma gibi takdir olunma duyguları peşinden de kendi imkan ve kabiliyetlerini kullanma,
yani kendini gerçekleştirme isteği doğar. İnsanın zihin yönünü ve eğitimini ilgilendiren
öğrenme ve öğretmede de bir tedricilik prensibi olan “kolaydan zora, basitten karmaşığa,
küçükten büyüğe ve azdan çoğa doğru yavaş yavaş öğrenme ve öğretme” metodu uygulanır.
Önce aklı ve fikri yormayan basit bilgi, hüner, sanat ve zanaatlar öğrenilir. Fikir ve akıl,
gittikçe bunları tekamüle doğru götürmeye çalışır, derece, derece birbiri arkasından
mürekkeplerini kuvveden fiile çıkarmak suretiyle tekamül ettirir. Bu gelişme birden meydana
30
Hud, 11/7.
Tin, 95/4.
32
Mu’minun, 23/12-14.
31
10
gelmez, yavaş yavaş olur. Bir şeyi elde etmek her zaman, gelişen kabiliyetle kazanılması
gereken şeyin seviyeleri arasındaki uygunlukla mümkündür.33
İnsanlara bir şeyi kazandırmak için uygulanan bu usul, yerleşmiş yanlış bir şeyden
vazgeçirmek için de uygulanır. Bilhassa uygulamaya dayalı konularda tedrice yer verilmesi
çok önemlidir.34 Cemiyeti alışageldiği adetlerden vazgeçirmek bir hamlede olmaz. Mesela; bir
ilacı hastaya verirken, prospektüse uygun olarak yavaş yavaş veririz. Bunun gibi, bir kimse
dini, ahlaki, ilmi... yönlerden terbiye ve irşad edilmek istendiği zaman bu işi kademe kademe
yapmak, telkin edilenleri hazmetmesini sağlamak, iyi bir netice almak için şarttır. Mesela; bir
insana bir anda iyi ahlak namına ne varsa hepsini vermek ve bütün kötü huylardan
vazgeçirmek imkansızdır. Allah’ın umumi kanunu olan tekamül ve tedriciliğe uyulması
zaruridir. Her şeyi kısa bir müddet içinde yapmak isteyenler hiç bir şeyi yapamazlar. Her
şeyin vaktini kollamak icap eder. “Bir şeyi vaktinden evvel isti’cal eden mahrumiyetle
muhatap olur.”35 Muvaffak olmak isteyenler, fıtrat kanunlarına muvafık hareket etmelidirler.
Başta Peygamberimiz (sav) olmak üzere tarih boyunca Müslümanların başarılarındaki sır,
onların fıtrat kanunlarına uygun hareket ve çalışmalarında yatar.36
Cenab-ı Allah, dünya hayatında her şeyi safha safha yaratmaktadır. Mesela, bir ağacın
yaratılışını inceleyelim: Önce çekirdek olarak yarılır, filizlenir, fidan olur. Her baharda çiçek
açar, yaprak açar, sonra meyve verir. Bu yaradılışın her safhası, Yaratan’ın isimlerinin ayrı
ayrı tecellilerine ayine olur ve her safha da ayrı bir lütuf, ayrı bir kerem ve apayrı sanat
harikaları kendini gösterir. Neticede ilim, marifet, ibret ve şükür gibi vasıflar ortaya çıkar.
Tedrici bir gelişme olmazsa bu neticeler de meydana gelmeyecektir.
İnsan idrakindeki gelişmenin tedrici olmasının hikmetini ise, İmam-ı Gazzali şöyle
açıklamaktadır: “... Bak, Allah-u Zülcelal, çocuk olgunlaştıkça onda tedricen aklı ve seçme
kabiliyetlerini geliştirdi. Bak ve düşün!... Çocuğun akılsız ve anlayışsız olarak dünyaya gelişindeki hikmeti!... Eğer çocuk akıllı ve şuurlu olarak doğsaydı veya doğarken akıllı olsaydı,
yepyeni bir alemin varlığını inkar eder, akıllı olması sebebiyle hayretler içinde kalırdı. Çünkü
o, hiç bilmediği alemi o anda görmektedir.
İbn-i Haldun, Mukaddime, (Trc. Süleyman Uludağ), 2.bs., İst., Dergah Yayınları, 1988, c.II, s.367-368, c.III,
s.144-145.
34
Abdülfeyyaz Tevfik, Terbiye ve Talim Umdeleri, İst. 1924, s.25.
35
Süleyman Uludağ, İslam’da İrşad, İst .1984, s.180-181.
36
İbrahim Canan, Rasullullah’ta Muhataba göre ve Tedric Prensipleri, 2.
33
11
Hiç birini bilip görmediği şeyler çocuğa açıklansaydı ve sonra da kendisini beşiğe
bağlı ellerde, kucaklarda ihtimam içinde görünce, aczini anlayıp aşağılık duygusuna
kapılacaktı. Halbuki çocuk bu gibi bakımlara, bedeninin inceliği ve pekişmemiş bulunması
sebebiyle muhtaçtır. Sonra çocuklara karşı kalplerde bulunan şefkat, sevgi, tatlılık ve
hoşgörürlük- aklı ve iradesiyle her şeyi anladığından- ona karşı bulunmayacaktır. İşte bütün
bu sebeplerden dolayı çocuk için en iyi durum; akıl ve anlayışını tedricen almasıdır.37
1.2.2. Sosyal Değişme - Fıtrat İlişkisi
Değişme, cemiyet hayatının vasıflarından birisidir. Tarih boyunca değişmeye tabi
olmamış bir topluluk görmek mümkün değildir. ”Sosyal Değişme” kavramı, cemiyetin,
içindeki fertleriyle yaşadığı bu hadisenin incelenmesini konu edinir. “Sosyalleşme, sosyal
gelişme ve sosyal tekamül” kavramları “sosyal değişme” nin unsurlarıdır. Bunların tek tek
tarifleri ve tedricilikle ilişkileri üzerinde duracak, dolayısıyla sosyal değişmenin tedric’le
ilişkisini de böylece izah etmiş olacağız.
1.2.2.1. Sosyalleşme ve Tedric’le ilişkisi:
İnsan, tabiatını geliştirebilmek için cemiyet hayatına muhtaçtır; beşeri karakterini
cemiyete borçludur.38 İnsan karakteri, içinde yaşadığı cemiyetten aldığı tesirlerle gelişerek
şekillenir.
Yeni doğan insan yavrusu, sosyal tarafı hiç olmayan, henüz hiç bir suret ve kademede
sosyal uyumu (Sosyalleşmesi) gerçekleşmemiş; benlik merkezli (ego-centric) bir varlıktır.
Varlıkları birbirinden ayıramaz, etrafındakilere kendisine verdiği zevk ve ızdıraba göre değer
verir. Bu devrede ona gıdasını veren anne göğsü ile süt şişesinin emziği arasında hiç bir fark
yoktur. Dışındaki objeleri canlı cansız ayırıp canlılarla tanışarak sosyal münasebetlere
girişmesi de söz konusu değildir. Bu itibarla çocuk bu devrede, kendi küçük kainatının tek
canlısı ve tek merkezidir.39
Çocuğun tamamen benlik merkezli karakterinden kurtuluşu, varlıklar arasında canlı
cansız ayırımını yapabilmesi ile başlar. Onun için ferdin (çocuğun) sosyalleşmesinde ikinci
Gazzali, Varlıkların Yaradılış Hikmetleri (Trc.Komisyon), Ank.1986, s.56-57.
Bilgiseven, Amiran Kurtkan, Genel Sosyoloji, İst. 1976, s.47.
39
Bilgiseven, Fert ve Topluluk ilişkileri Bakımından Şahsiyet ve Cemiyet Tipolojisi, İst.1977, s.144.
37
38
12
merhale haricinde kendi gibi; belirli haklara sahip insanların mevcut olduğunu kabul etmesi,
benimsemesi ve bunun şuuruna erebilmesidir.40
Çocukta sosyalleşme vetiresinin üçüncü safhası, tek taraflı peşin hükümlerin karşılıklı
anlayışa dayanan hükümlere yer vermeye başlamasıyla karakterleşen safhadır. Bu kademede
fert, şahsına ve mensup olduğu küçük gruplara ait tek yanlı peşin hükümleri ve bunların
kaynağını teşkil eden grup menfaatlerini, büyük gruba ait müşterek menfaatler uğruna terk
edebilme seviyesine yükselmeyle başlar.
O halde sosyalleşme; insanın benlik merkezli olduğu ilk hayat yıllarından itibaren
başkalarına birer eşya değil, birer şahıs olarak bakabildiği, şahsına veya mensup olduğu küçük
gruba ait peşin hükümlerden kurtularak onlarla karşılıklı saygı, anlayış ve müsamahaya
dayanan sosyal münasebetler kurup devam ettirebildiği bir duruma ulaşmasıdır.41
Meseleye, İslam Dini ve araştırmamıza esas teşkil eden, ona ikinci derecede kaynak
olma vazifesi gören sünnet açısından da bir açıklama getireceğiz:
İslam’ın prensip ve esaslarıyla ferdin sosyalleşmesine ilk müdahalesi insana bakış
tarzında kendini gösterir. İslam, insanın başlangıçta hem egoist ve hem de insanlarla iyi
münasebetler kurmaya müsait bir karakterde yaratıldığını, sonradan, Hak’tan ayrılmış annebabası ve çevresinin tesiriyle kendi heva ve heveslerine, egoist duygu ve düşüncelerine boyun
eğer bir takım davranışlar içerisine girebilecek yapıya sahip olduğunu beyan etmektedir. 42 Bu
dönemde çocuk kendi haline terk edilmemiştir. Kişi, kendisini cemiyetiyle bir tuttuğu,
insanları bir tek vücudun azaları olarak kabul ettiği43 İslam cemiyetine hazırlayıcı bir
terbiyeye tabi tutulmuştur.44
Ancak, bu terbiye potasından çeşitli vesilelerle yeteri kadar veya hiç geçmemiş
kimseler için İslam, sosyalleşmelerini sağlayıcı daha başka esasları da ihtiva eder. Fertler
arasında fikir ve inanç birliğini sağlamak üzere bütün insanları tevhit inancına ve bunların
günlük hayatta fiilen yaşanmasına davet eder.45 Aynı gayenin gerçekleşmesi için Kur’an,
insanı benlik merkezli duygu ve düşüncelerinden kaynaklanan çekişmeleri bırakıp Allah’a ve
40
Bilgiseven, a.g.e, s.145.
Bilgiseven, Genel Sosyoloji, s.47.
42
Müslim, Sahih, Kahire 1374-1375H., Kader, 25.
43
Müslim, Birr, 65.
44
İzzet Er, Sosyalleşme, Sosyal Gelişme ve İslam, Bursa 1988, s.31.
45
Seyyid Kutub, fi zilali’l-Kur’an (Trc.), İst.1974-76, c.XXI, s.437.
41
13
Resulüne uymaya çağırır.46 Bu davet kişiyi içgüdülerinin ve ham tabiatının tazyikinden doğan
ihtiras ve maddi istekleri putlaştırarak sırf bu maksatla başkalarıyla ayrılığa düşmekten
alıkoymak ve kişiyi kendi nefsiyle mücadeleye teşvik gayesine yöneliktir.47
Sosyalleşmenin ilk safhası için yukarıdaki esasları getiren İslam, insanın diğer
kimselere karşı kendini en üstün, en kuvvetli, en doğru hissetmesine zemin hazırlayan
faktörlere de dikkat çeker. Hiç kimsenin diğerine karşı ırk, rütbe, makam, mevki, zenginlik vs.
gibi sebeplerle üstünlüğü olmayacağını,48 insanlar arasındaki yegane üstünlüğün şahsın
egoizmini yenerek kendisini, cemiyetiyle aynileştirecek hale getiren ilahi emirlere uyma ve
yasaklardan kaçınma (takva) hususundaki ferdi gayretine göre olacağını belirtir.49
İslam’ın emrettiği ibadetlerin de ferdin sosyalleşmesinde önemli tesirleri vardır.
İslam'daki ibadetlerin nefisleri (egoist duygu ve düşünceleri, onlardan doğacak davranışları)
ıslah etmek, eşitlik duygusu ve içinde zulmetin barınamayacağı birlik ve beraberlik şuurunu
terbiye etmek için emredildiği söylenebilir.50 Nitekim, ibadetler, insanda bu ıslah hedeflerini
gerçekleştiremedikleri zaman halis ibadet olmaktan çıkacakları gibi, Allah bu tarz ihlassız
ibadetleri kabul etmez.51 Mesela; Namazın gayelerinden birisi, insanları aklın ve dinin iyi
görmediği, nefsin arzu ettiği ve kendi menfaatine gördüğü her türlü davranış ve
edensizliklerden alıkoymaktır.52 Ferdin her nevi egoist duygu ve düşüncelerini aksettiren
davranışlarda bulunarak tuttuğu oruca Allah'ın ihtiyacı olmadığı gibi, bu şekilde oruçlu olmak
sadece aç kalmaktan öteye gidemez.53
Ferdi, dolayısıyla cemiyeti sosyalleştirmeye yönelik bu esasların insanlara tebliği
İslam'da belli bir sıra takip eder. Hz. Peygamber (sav) öncelikle insanları sağlam bir itikada
davet etmiştir. Bunun yanında yanlışların yerini alacak doğru değer ölçüleri, ibadetler,
yapılması emredilen veya yasaklanan şeyler zamanla, yavaş yavaş, uygun zemin ve şartlar
kollanarak ve olgunlaşması beklenerek cemiyete teklif edilmiştir. Yani burada tedrici bir
metot uygulandığını görüyoruz.
46
Enfal, 8/46.
Kutub, İslam’da Sosyal Adalet (Trc.), 1964, s.38.
48
Tevbe, 9/24,55.
49
Hucurat, 49/13.
50
Muhammed Ebu Zehra, İslam’da Sosyal Dayanışma (Trc.), İst.1976, s.33,34.
51
Maun, 107/1-7.
52
Ankebut, 29/45.
53
Müslim, Savm, 66.
47
14
1.2.2.2. Sosyal Gelişme ve Tedric’le ilişkisi:
Sosyal gelişme, bir cemiyette iktisadi gelir artışının sosyal şartlarını dikkate alan
iktisadi büyümeyle birlikte milli gelirin sosyal adalet esaslarına göre taksimini ve en dengeli
beşeri münasebetleri sağlayan bir mana etrafında bütünleşmeyi içine alan sosyal bir
vakıadır.54
Sosyal Gelişme’nin unsurlarından birisi iktisadi gelişmedir. İktisadi gelişmenin
esaslarından olan iktisadi büyümeyi gerçekleştirmek için İslam bir takım prensipler getirir ve
bu prensipleri belli bir sıra takip ederek uygular.
İnsanı ve insan davranışını ıslah etmeyi hedef alan İslam ilk önce zihinlerde istikrar
sağlamaya çalışmıştır. İslam, iktisadi hayata yön veren getirdiği esaslarıyla madde ve mana
arasında bir ahenk vücuda getirmektedir. Bu ahenk Müslümanları maddi refah için çalışmaya
teşvik etmekle beraber, onlara çalışmalarını ahlaki bir temele de oturtmalarını
hatırlatmaktadır.55
İslam’ın iktisadi büyüme için getirdiği esaslardan birisi de, ferdi gayretle statü elde
etmektir. “İşler ehline verilmediğinde kıyameti bekle”56 hadisiyle Peygamber efendimizin
adeta ferdi gayretle statü elde etmeyi prensipleştirdiğini görüyoruz. Peygamberimiz, bir
cemiyette Allah’ın razı olacağı, ferdi gayreti, liyakati ve kabiliyeti daha müsait birisi varken
onu bırakıp valiliğe başka birini tayin eden kimsenin Allah’a ve Resulüne ve müminlere
ihanet ettiğini bildirirken57 ferdi gayretle statü elde etmenin Allah’ın razı olacağı bir hak
olduğunu ifade etmiş, bu hakka uymamayı da Allah’a, Resulüne ve müminlere bir ihanet
olarak vasıflandırmıştır.58
Sosyal hayatta ferdi gayretle statü elde etme, entelektüel gelişmeyi hızlandırır ve
teşvik eder, bu sebeple herkesin kendi iş ve mesleğinde dikkat ve itina ile çalışmasını teminat
altına alır, entelektüel ilerlemeyi sağlar, başka bir ifade ile beşeri kapitalle en yüksek başarı,
teknik ilerleme ve üretimini temin eder.59
54
55
Er, a.g.e, s.38.
Ömer Çapra, İslam’da İktisadi Nizam (Trc.), İst.1977, s.29.
56
Muhammed b. İsmail b. İbrahim el-Buhari, el-Camiu’s-Sahih, İst., Çağrı Yayınları, 1992., İlm, 3.
Muhammed Mübarek, İslam’da İktisat Nizamı (Trc.), İst.1977, s.70.
58
Er, a.g.e., s.48
59
Beşirüddin Mirza, İslamiyet ve Dünya Nizamı(Trc.), Ank.1959, s.102-116.
57
15
İktisadi büyüme konusunda İslam’ın getirdiği esaslardan bir diğercide, fertler arası
eşitlik prensibidir. Bu prensipten şunu anlıyoruz: İnsanlar arasında farklılıklar, buna bağlı
olarak değişik cins, mal, servet ve mevki sahibi olma durumu bulunmasına rağmen, bunların
insanların bir takım zümrelere ayrılmasına bazılarının özel imtiyazlar elde etmesine sebep
olmamasıdır.60 İnsanlar arasıda farklılıkları kaldırmak mümkün değildir. Burada kastedilen
eşitlikten maksat; “Bu farklılıklarla beraber temel hak ve hürriyetlerde eşitliktir.”61
Bu prensibi yerleştirmek için İslam, insanlar arasında gruplaşma ve üstünlük duygusu
uyandıran faktörleri teker teker ele alarak konuya girer. Evvela nesep, soy ve ırk meselesine
temas eder, bütün ırkları eşit sayar.62
İkinci olarak, İslam, insanların çeşitli ırk ve milletlere ait oluşlarının sırrını açıklar;
“Ey insanlar! Gerçek şu ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Sizi sırf birbirinizle
tanışasınız diye (siyah, beyaz ve sarı ırklardan meydana gelen) büyük büyük milletlere ve
küçük küçük kabilelere ayırdık.”63
Bu konuda İslam’ın getirdiği prensiplerden üçüncüsü de, dünyevi adaletin
gerekliliğidir. İnsanlar içerisinde iyi mizaçlı kimseler olduğu gibi kötü karakter sahibi
kimselerde vardır. Bunları haksız fiillerini önlemek için müeyyide koyma zarureti vardır.64
Bunu da uygulayacak bir otorite lazımdır. Bu otorite ve müeyyidelere ferdi gayretle statü elde
etme insanlar arası fıtrat eşitliğine fiiliyatta geçerlilik kazandırmak için ihtiyaç vardır.65 Bahsi
edilen otorite ise devlettir.
İslam’ın dünyevi adaleti sağlama konusuna yaklaşma tarzı, Hz. Muhammed (sav)’in
uygulamasıyla ilk planda kendini gösterir. O, Mekke’de küçük fakat gitgide büyüyen
camianın münakaşasız başkanı idi. Ne zamanki miladi 622 senesinde Medine’de emirlerine
her ne pahasına olursa olsun uyacaklarına söz veren bir topluluğun olmasıyla ilk İslam devleti
zuhur etti, Hz. Peygamber’in Medine’de ki ilk işi meşhur anayasayı ilan etmek oldu. Bu
anayasa, fertlerin ve hatta kabilelerin kendi haklarını kendilerinin koruması usulünü kaldırdı
ve bunu merkezi bir otoriteye, yani “Devlet Başkanına” verdi.66
60
Mübarek, a.g.e., s.71.
Ebu Zehra, a.g.e., s.49-54.
62
Nisa, 4/1.
63
Hucurat, 49/13.
64
Muhammed Hamidullah, İslam’a Giriş (Trc.), İst.1976, s.173.
65
Hamidullah, İslam Peygamberi (Trc.), İst.1969, c.II, s.180.
66
Hamidullah, a.g.e., c.II, s.181.
61
16
Dünyevi adaletin gerekliliği prensibi iktisadi büyüme açısından önemlidir. Çünkü,
ticaret ve sanayi faaliyetlerinin ihtiyaç gösterdiği hukuk ve nizam ancak kuvvetli bir merkezi
otorite ile temin edilir. Merkezi otoritenin kuvvetli olmadığı ülkelerde ticari kazançlar bir
kumar mahiyeti taşır; korsanlık, çapulculuk ve soygunculuğun menfi tesirlerine maruz kalır.
Alış-veriş hayatındaki istikrar, dahili istikrarlardan ayrı düşünülemez. Ülkenin her tarafında,
din farkı gözetmeksizin herkesin huzur ve emniyet içinde alış verişte bulunması ticaret malları
mübadelesini artırıcı rol oynar.67
İşte İslam devleti, o zaman getirdiği müeyyidelerle, İslam’dan önce dahili
muharebelerle çalkalanan, dağları ve çölleri başıboş, kanlı ve cani kabilelerle meskun,
ahalisinin çoğunun hac aylarında bile hayatlarını yağma ve soygunla geçirip geçimini temin
ettiği bütün Arabistan sakinlerinin meydana getirdiği topluluğu merkezi bir otorite altına
almış sosyal illetler sebebiyle muhafızsız geçilemeyen bu uçsuz bucaksız çöllerde tam bir
emniyet ve asayiş tesis etmiştir.68
Sosyal gelişme’nin unsurlarından birisi de orta tabakalaşmadır. İslam’ın bilhassa
sosyal adalet konusunda getirdiği prensipler orta tabakalaşmayı hedef alır.69 Orta tabakalaşma
deyince, cemiyet mensuplarının çeşitli tedbirlerle orta seviyede bir hayat yaşamasını sağlamak
kastedilir. Herkesin orta seviyede bir hayat sürmesini sağlamak da cemiyette fertler arasındaki
gelir farklarını azaltmakla mümkün olacaktır.70
Orta sınıflaşmayı sağlamak için uygulanması gereken ilk çözüm yolu, işsizlere ve iş
arayanlara iş bulmak, tatmin edici ve adil ücret ödemektir. Hz. Peygamber (sav) zamanında
bu uygulamanın misallerine rastlıyoruz. Kendisinden para istemeye gelen gençle arasında
geçen hadise konumuza iyi bir misal teşkil ediyor. Rasulullah (sav) önce ona çalışması için
malzeme (ip) temin etti ve ona dağdan odun getirip satmasını emretti.71 O, bu davranışı ile
evvela, fertlerin dilenerek ve başkasından yardım bekleyerek devamlı sefaletten pay almayıp,
refahtan pay almasını temin için iktisadi refahı artırıcı bir yol olan ticarete teşvik etmiştir. Bu
teşvik, söz konusu ferdin orta sınıfa dahil olması için yapılmış bir teşviktir.72
Bilgiseven, Mali Sosyoloji, İst.1968, s.90-95.
Er, a.g.e., s.78-79.
69
Bilgiseven, Eğitim Yolu İle Kalkınmanın Esasları, İst.1977, s.194.
70
Bilgiseven, Mali Sosyoloji, s.65.
71
Ebu Davud, Zekat, 26; İbn Mace, İstanbul, Çağrı Yayınları, 1992, Ticaret, 25.
72
Fazlurrahman, İslamiyet ve İktisadi Adalet Meselesi (Trc.), Erzurum l976, s.23.
67
68
17
İkinci olarak Peygamberimiz, işsiz olan maiyetine iş ve çalışma imkanı sağlamış, bir
miktar yardım yaparak kendi haline terk etmemiştir.73
Orta sınıflaşmanın sağlanmasında zekat da önemli bir faktördür. Ancak, İslam
Ekonomisi’nin temel unsurlarından olan zekatın, kendisinden beklenen fonksiyonları icra
edebilmesi için cemiyette onun bu fonksiyonlarını uygulamaya mani olan ve insanların
fakirleşmesine, alt sınıflara düşmesine sebep teşkil eden faktörlerin ortadan kaldırılması icap
eder. Çünkü bazen zulüm ve haksızlıklar sebebiyle cemiyet alt sınıflara düşebilir.
Bu sebepten dolayı İslam’da zekat ve yardımlar ancak, devletin, halkın mallarına
musallat olan soygunculara mani olmak, faiz ve spekülasyonu yasaklamak, işçilerin hak
ettikleri adil ücretlerin düşürülmesi gibi diğer mali haksızlıklara mani olmak ve zararlı
maddelerin üretimini yasaklamak suretiyle zulüm ve istismara karşı vazifesini yaptıktan ve
imtiyazlı bir sınıfın ortaya çıkmasına imkan vermeyecek şekilde adaleti sağladıktan sonra
yapılır.74
Zekat, halkın satın alma gücünü artırır, mal arz ve talepleri arasında denge kurar, ülke
üretimini destekler, gelişme ve refahı sağlar. Bunlara ilave olarak, Hz. Peygamber (sav) devri
ve sonraki devirlerde orta tabakalaşmaya yönelik bazı değişik uygulamaların olduğunu
görüyoruz. Mesela; kardeşlik antlaşmasının sağladığı imkanlara rağmen Muhacirlerle Ensar
arasında mali bakımdan geniş farlılıklar vardı. Hz. Peygamber (sav) Ensar’ın cömertliğini
görüp onlardan daha fazla bir yardım istemeyi ve mallarının bir kısmının yeniden muhacirlere
verilmesini uygun görmüyordu. Çünkü, Ensar Beni Nadr vakıasına kadar bütün mallarını
muhacirlerle kardeş gibi bölüşmüşlerdi. Tekrar tekrar malların taksimi bütün Müslümanların
muhtaç duruma düşmelerine sebep olabilirdi. Buna dayanarak olmalıdır ki, Peygamberimiz
Beni Nadr’de, harp yapılarak alınan mallar için uygulanması gereken prensipler yerine,75
ümmet arasında mali bir muvazene kurmak için elde edilen malları muhacirlere tahsis etti.
Ensar’a iki fakir hariç hiç bir şey vermedi.76
Hz. Ömer de harp yoluyla aldığı Irak topraklarını uygulamadaki hükümlere aykırı
olarak eski sahiplerine bırakarak haraca bağlamıştır.
73
Kutub, a.g.e., s.l87.
Mübarek, a.g.e., s.l90.
75
Er, a.g.e., s.97.
76
Kutub, a.g.e., s.l48-l49.
74
18
Bu iki uygulama Kur’an’da ifadesini bulan şu esası77 açıklar mahiyettedir: Servetin
cemiyette belli azınlığın elinde dolaşıp durmaması ve böyle bir ihtimal belirdiğinde sosyal ve
iktisadi dengeyi kurmak için yeni düzenlemelere gidilmesinin zarureti.78
Sosyal Gelişme’nin kemale ermesi, bahsi geçen esaslarla birlikte sosyal bütünleşmenin
gerçekleşmesi ile mümkündür. Cemiyetin tali gruplarını birbirine bağlayan ideal entegrasyon,
mantıklı ve manalı bütünleşmedir.
İslam Dini kendi sistemini oluştururken bütün fikir, kanaat ve inançları tevhit
inancında birleştirmeyi düşünmüş, Rasulullah’ın risaletinin yarıdan fazlasını teşkil eden 13
yıllık Mekke hayatı boyunca tevhidi yerleştirmeye gayret etmiştir.79
Bu izahlardan sonra sosyal gelişmenin tedric’le ilişkisini şöyle ifade edebiliriz: Sosyal
gelişme, tedric kanununa tabi bir hadisedir. Zaten “gelişme” kavramı dolaylı olarak bir
tedricilik manasını kendinde taşımaktadır. Sosyal gelişme belli prensipler dahilinde olur ve
öncelikli prensiplerle başlar. Bir prensibin uygulanabilmesi için üzerine bina edildiği prensip
yada prensiplerin daha önceden uygulamaya konulması ve belli bir gelişme kaydedilmesi
gerekir. Sosyal gelişme bu şekilde ölçülü uygulamalarla ve bir takım kademeler aşılarak
kemal noktasına ulaşır.
İslam’ın da sosyal gelişmeyi sağlamak için tedricilik esasına göre hareket ettiğini
görüyoruz. Geçen izahlardan da anlaşılacağı üzere İslam, meseleye temelden el atmış, içinde
bulunulan şartlara göre bir takım; prensipler uygulamaya koymuştur. Önce fikir planında
ortaya koyduğu esaslarını zihinlerde yer yaptıktan sonra hayata geçirmiş, bir alt yapıyı
kurmadan bir üst uygulamaya geçmemiştir. Evvela, tevhit inancı etrafında birlik ve
beraberliği temine çalışan İslam, çalışmanın fazileti, fedakarlık gibi değerleri işlemiş, sosyal
gelişmeyi sağlama yolunda menfi tesirlerden koruyucu müeyyidelerini uygulayacak bir devlet
gücüne sahip olduktan sonra da zekatın verilmesi, miras taksimi ve faizin yasaklığı gibi
emirleri getirerek gelişmesini mükemmel bir noktaya ulaştırmıştır.
1.2.2.3. Sosyal Tekamül ve Tedric’le ilişkisi:
Sosyal tekamül, insanlara has bulanan cemiyet hayatına mensup fertlerin kainatta
insanın üstünlüğünü tam olarak belli eden bir sosyal duruma gelmeleridir. İnsanın kainattaki
bu üstünlüğünü tam manasıyla ortaya koyabilecek vasfı, en mükemmel organizasyona
Haşr, 59/7-8.
Abdülkerim Zeydan, İslam Hukuku’na Giriş (Trc. Ali Şafak ), İst.1976, s.367.
79
Er, a.g.e., s.99,100.
77
78
19
yönelmesinin yanında, aynı zamanda tam sosyalleşme seviyesine de varmasıdır. Mükemmel
organizasyon şekillerinin sağlandığı refah ve rekabet şartlarına rağmen bütün fertlerin
cemiyetteki diğer fertlere ait sosyal problemleri kendine ait hissedebilme şuuruna kavuşmaları
ise, tekamülün en üstün seviyesidir.80
Sosyal Tekamül, sosyal değişmelerin en mükemmel şeklidir. O duruma gelinceye
kadar gerçek kemalin vasıflarını taşımak veya taşımamak bakımından değişmede şu
hiyerarşik sıraya göre kademeleşirler: Basit değişme, sosyal nizama yönelme, istikamet takip
etme, ilerleme ve mükemmele erişebilirlik.81 Sonuncusu için nihai anlamda tam tekamül
demek kabildir.82
Görüldüğü gibi sosyal tekamül,sosyalleşme ve sosyal gelişme hadiseleriyle irtibatlı bir
kavramdır. Onlardan farklı tarafı meseleye tekamül açısından bakmasıdır.
Tekamüle tedrici olarak ulaşılır. Buna uyulmadığı, bir basamağın, bir prensibin
üzerine adım atmadan geçildiği, uygulamadan bir üst faaliyete devam edildiği yerde hadise,
ya durur, ilerlemez, ya da ulaşılan nokta tekrar başlangıç noktasına döner.
İslam’daki değişmelerin sosyal tekamül açısından değerlendirilmesinin ilk iki konuyu
izah ederken yapıldığı kanaatindeyiz. Oradaki bir takım misaller bu konu için de geçerlidir.
Netice olarak; sosyal değişmeler, insan fıtratının ve sosyal tabiatın gereği olarak
tedricen gerçekleşir. Uygulayıcı rolünde olanlarında bu esası göz önünde bulundurmaları
gerekir.
1.2.3. Kur’an’ın Nüzul ve Teşrii’nde Tedric
Tedric’in Cenab-ı Hakk’ın fiillerinde ve şuunatında gözlenilen genel bir kanun
olduğuna daha önce işaret etmiştik. Aynı kaide, bu fiiller ve şuunattan olan Kur’an-ı Kerim’in
inzal ve teşriinde de ortaya çıkmaktadır.
İfade etmemiz gereken bir husus da şudur: Tedric’in Kur’an’daki yerini izahımızın
gayesi; sünnette takip edilen bu usulün Kur’an’ın parça parça ve uzun yıllar süren nüzulü gibi
şekli yönünde ve itikat, ibadet ve muamelattaki esasların teşri gibi muhtevasında da mevcut
Bilgiseven, Sosyoloji, İst .1977, s.110,111.
Bilgiseven, Genel Sosyoloji, s.274.
82
Er, a.g.e., s.23.
80
81
20
olduğunu, dolayısıyla sünnetteki tebliğ usul ve kaidelerin Kur’an’a dayandığını ortaya
koymaktır. Bunu belirttikten sonra meselenin Kur’an’da ki misallerine ve izahına geçelim:
Kur’an-ı Kerim’in nüzulü uzun bir zamanda ve parça parça olmuştur. Bunun sebep ve
hikmeti şu ayet-i kerime’de şöyle izah ediliyor: “ İnkar edenler, Kur’an O’na topluca
indirilmeli değil miydi? ” dediler. Biz O’nu Senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle ( parça
parça indirdik) ve O’nu tane tane ( ayırarak) okuduk.83 Ayetin zahiri manası bu sebep ve
hikmeti ifade ederken, ayete yapılan tefsirlerden, Hz. Peygamber (sav)’in içinde bulunduğu
vaziyet ve şartlar muhatapların mizaç, ahval ve hayat tarzları; Kur’an’ın bütünlüğünde göze
çarpan ölçü ve gayeler gibi hususlar göz önüne alınarak, bir takım diğer manalar da
anlaşılmıştır. Kur’an’ın toplu halde değil de parça parça ve tedrici bir surette indirilmesinin
hikmetlerini izah eden ayete yapılan tefsirleri toplu olarak şu şekilde takdim edebiliriz.
1- Rasülullah’ın ümmi olmasıdır. Okuma-yazması olmayan Hz. Peygamber toplu
halde (birden) nüzulde ezberleme zorluğu çekeceğinden, Cenab-ı Hakk, Kur’an’ı anlamasının
kolaylaşması, unutma ve karışıklıktan muhafaza olunması için parça parça olarak indirmiştir.
2- Toplu halde nüzulde özen göstermenin az olmasıdır. Kitap her zaman yanında
bulununca, müracaat için ezberlenmesine dikkat olunmayabilir. Halbuki şeriat sahibinin
kitabının ezberinde olması bir meziyettir.
3- Toptan nüzulde halk için amel etmek zor olur. Zira; nazil olan ilahi hükümlerin
ekserisi, cahiliyye devrinde alışkanlık peyda ettikleri adetlerine aykırı olduğundan birdenbire
bunların hepsini insanların terk etmesi zor olacağı için Cenab-ı Hakk kullarına merhameten
Kur’an-ı tedrici olarak indirmiştir. Çünkü değişik zamanlarda gelen teklifleri kabul etmek
hususunda halka kolaylık sağlanmış olur.
4- Farklı farklı zamanlarda gelerek Rasülullah’ın kalbinin takviye olunmasıdır.
Cebrail’i zaman zaman görmekle Rasülullah’ın kalbi kuvvet bulduğu gibi tahammül ettiği
vahyi tebliğde de kuvvetle ve cesaretli olur, kavmi tarafından yapılan eza ve cefaya karşı da
sabrı artar. Ara sıra Cebral’i görmekle Hz. Peygamber’in dayanıklılığının artması yanında,
içinde bulunulan durumun gereğine ve zamana göre hükümlerin gelmesinde ümmeti
nazarında kıymeti artar, gelen hükümlere tedricen iman etmekle ümmetin çoğalması kuvvet
bulur ve şeriatın yayılması kolaylaşır.
83
Furkan, 25/32.
21
5- Farklı zamanlarda gelince, her ayetinin mucizeliği, ortaya konan Kur’an’ın
bütününün mucize olduğu konusunda şüphe kalmaz.
6- Kur’an’ın, meydana gelen hadiselere göre indirilmesinde ümmetin anlayışı artar.
Çünkü, ihtiyaç üzere bulunan şeyin kalplerdeki tesir ve meziyeti fazladır.
7- Her ayet geldikçe, karşı gelenlere farklı zamanlarda galip gelmesi Rasulullah’a,
bütün dünya birleşseler ve karşı çıksalar dahi galip geleceğine dair bir kalbi itminan
vermesidir.
8- Cebrail’in elçilik makamındaki müddetinin uzatılmasıdır. Kur’an birden
indirilseydi, bir daha vahiy gelmeyeceği için Cebrail’in vazifesine de son verilmiş olacaktı.
Vahyin farklı zamanlarda gelmesiyle hem , Cebrail’in bu şerefli vazifesi uzamış, hem de ilahi
bir rahmet olarak, kullar bu durumdan faydalanmışlardır.84
Kur’an da hükümlerin teşriinde de tedrici bir usul takip edilmiştir. Aşağıda bunun
misalleri gelecektir. Sünnet Kur’an’ın uygulayıcısı olduğundan uygulama yönünden girift bir
durum ortaya çıkmakta, aynı misaller sünnet içinde geçerli olmaktadır. Biz burada misallerin
Kur’an’a bakan yönlerini gösterip geniş izahını sünnetin incelemesine bırakacağız.
Bu misallerden birisi en ehemmiyetli farz olan namazın teşriidir. Namaz, “Rabbini
tekbir ve ta’zim et!”85 ayetiyle nübüvvetin ilk yıllarında farz kılınmıştır.
Mekke’de ilk üç sene zarfında açıktan namaz kılma imkanı bulunmadığı için gündüz
kılınması farz olan bir namaz yoktu. Onun için bu namazın geceleyin ve gecenin geç
vakitlerine kadar kılınması emredilmişti.86 ; “Ey örtünüp bürünen (Resulüm)! Geceyi,
tamamen değil de, yarısını yahut yarıdan az eksiğini veya fazlasını yatmadan (ibadetle) geçir
ve Kur’an’ı tane tane oku. Doğrusu biz sana (taşıması) ağır bir söz vahyedeceğiz. Şüphesiz
gece kalkışı, (kalp ve uzuvlar arasında) tam bir uyuma ve sağlam bir kıraate daha elverişlidir.
Zira gündüz vakti, sana uzun bir meşguliyet var. Rabbinin adını an. Mutlak ihlas ile O’na
yönel .”87
84
Mehmet Vehbi, Hülasatü’l Beyan, İst.1991, c.IX-X, s.3828-3830.
Müddessir, 74/3.
86
Mevlana Şibli, Asr-ı Saadet (Trc.), İst.1977, c.I, s.477, 478.
87
Müzzemmil, 73/1-8.
85
22
Bir sene devam eden gecenin geç vakitlerine kadar ibadet emri, Resulü Ekrem ve
arkadaşları için meşakkat olduğundan ta’dile uğratıldı.88 “Sen ve sana tabi olanlardan bir
grubun gecenin üçte ikisinden azını veya yarısını veya üçte birini ihya ettiğinizi Rabbin
elbette biliyor, gecenin ve gündüzün zaman ölçülerini tayin eden Allah’dır, gecenin bu zaman
ölçülerini zaptedemeyeceğinizi bildiğinden sizi bağışladı, artık Kur’an’dan ( eskisi gibi uzun
uzun değil ), size kolay gelen miktarı okuyunuz!”89
Bunun peşinden sabah, akşam namazları ile gecenin ilk kısmında kılınan yatsı namazı
farz oldu: “Gündüzün iki ucunda ve gecenin yakın bir saatinde namaz kıl!”90
Miraç hadisesinin peşinden ise beş vakit namaz farz oldu91 ve şu ayet indi: “Güneşin
zevalinden gecenin koyu karanlığına kadar (olan öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde)
erkan üzere namaz kıl; bir de sabah namazını kıl, çünkü bu namazda gece ve gündüz
melekleri hazır bulunur. Sana mahsus olmak üzere de gece namazı kıl!”92
Yukarıdaki izahlarda da görüldüğü gibi önce namazın gece kılınması emredilmiş,
şartlar gelişip imkanlar genişleyince sabah, akşam ve yatsı namazı olmak üzere üç vakit
olarak kılınmış, daha sonra ise bunlarda neshedilerek emr-i ilahi beş vakte karar kılmıştır.
Mekke’de iki rekat olarak farz kılınan ferdi namazlar, Medine de hayatın istikrarlı bir
hal almasından sonra dört rekat olarak farz kılınmış, genişletilmiştir.93
Sadece farzların halkın hayatına yerleştirilmesi değil, cahiliyye hayat tarzındaki bazı
yanlış alışkanlıkların sökülüp atılmasında da tedrici bir usul takip edilmiştir. Bunun en dikkate
değer misallerinden birisini içkinin yasaklanması teşkil etmektedir.
Meseleyle ilgili olarak ilk vahiyde, asma ve hurmadan elde edilen sarhoş edici rızk
üzerinde düşünmeye sevk edilmiş: “Hurma ve üzüm gibi meyvelerden hem içki hem de güzel
gıdalar edinirsiniz. İşte bunlarda da aklını kullanan kimseler için büyük bir ibret vardır.”94
Daha sonra bunun fayda ve zararına dikkat çekilmiş, “Sana şarabın ve kumarın hükmünü
soruyorlar; de ki, bunlarda büyük zararlar olmakla beraber kişiler için bazı menfaatler de
Şibli, a.g.e., s.478.
Müzzemmil, 73/20.
90
Hud, 11/114.
91
Şibli, a.g.e., s.479.
92
İsra, 17/78-79.
93
Şibli, a.g.e., s.479.
94
Nahl, 16/67.
88
89
23
vardır, fakat ikisinin de zararı faydasından çok büyüktür.”95 ayetiyle zararının faydasından
çok olduğu belirtilmiştir. Üçüncü kademede, “sarhoşken, ne okuyacağınızı bilinceye kadar
namaza yaklaşmayınız”96 ayetiyle sarhoşken namaza yaklaşılmaması emredilmiş, dördüncü
ve son kademede ise, “Ey iman edenler! Şarap, kumar, putlar, falcılık okları şeytanın iyi
göstermeye çalıştığı kirli işlerdendir; bundan kaçının ki, felah bulasınız. Şeytan, şarap ve
kumarla aranıza kin ve düşmanlık bırakmak, sizi Allah’ın zikrinden ve namazdan alıkoymak
ister; artık (bu kirli işlerden) vazgeçecek misiniz?”97 ayetiyle kesin olarak ve şiddetle haram
ilan edilmiştir.98
Biz yukarıda Kur’an’ın nüzul ve teşriiyle alakalı tedrice birkaç misal verdik. Kur’an
tedricin çok sayıdaki misalleriyle doludur. Onlar ileride sünnetteki uygulama ve
açıklamalarıyla birlikte gelecektir. Netice olarak; sünnet muhteva ve tatbik usulünü
Kur’an’dan almaktadır ve sünnet Kur’an’ın her şeyiyle hayata geçirilmiş şeklidir.
1.2.4. Tedric-Örf İlişkisi
Örf; iyi ve güzel fiiller, yahut aklın beğendiği, şer’in de kabul ettiği hasletlerdir.99
Kur’anı Kerim’de Cenab-ı Allah: “örf ile emret”100 buyurur. Hz. Peygamber (sav) de: “
Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir,”101 hadisiyle örf hadisesine
işaret etmektedir.
Örf, insanlar arasındaki muamelelerle ilgili hükümlerin birçoğu için önemli bir
mesnedidir, delildir. Bu bakımdan İslam hukuku nazarında örf - nasslardan sonra - büyük bir
hukuki değere sahiptir. Ayrıca bir çok yeni hükümlerin doğmasında, örf’e bağlı hükümlerin
yenilenmesinde, değiştirilmesinde ve sınırının tespitinde örfün tesiri büyüktür.102
Gerek ferdi, gerek sosyal zaruret ve ihtiyaçlar, örf’ü doğuran en önemli amillerdir. Bu
sebeple doğan örf ve adetler, zamanla tekrar edile edile insanlar arasıda uyulması gerekli,
hakim bir nizam mevkiine geçer.
95
Bakara, 2/219.
Nisa, 4/43.
97
Maide, 5/90-91.
98
Canan, a.g.mk., s.38,39.
99
Ebu’l-Berekat, Abdullah b.Ahmed en-Nesefi, Medariku’t-Tenzil ve Haka- iku’t-Te’vil, Mısır t.y., c.II, s.91.
100
A’raf, 7/199.
101
Ahmed İbn Hanbel, Müsned, Mısır 1313 H.; Beyrut 1389 H., c.I, s.379.
102
Mehmet Şener, İslam Hukukunda Örf, İzmir 1987, s.116.
96
24
Fert ve cemiyet üzerinde otorite kuran örf-adet, iyice yerleştikten sonra, artık o,
hayatın zaruretlerinden sayılır. Kişiler bunları yapmaya alıştıkları zaman bu, adeta
vazgeçilmez bir unsur haline gelir.103
Eğer nassın ihtiva ettiği hükmün illeti, örf’e bağlı ise bu takdirde, zamanın
değişmesiyle, örf’ün de değişmesi zaruri olduğundan, örf’e bağlı olan nassın hükmü de
değişecektir.104
Bütün semavi dinlerin gönderildikleri zamanların ve muhatapların içinde bulunduğu
şartlara göre hükümler taşıdığı konusuna daha önceki bahislerde temas etmiştik. Buna göre,
İslam’dan önceki şeriatların da örf’e göre verilmiş bir takım hükümler taşıdığından söz
edebiliriz.
İslam Dini’nde ise, yukarıda ifade edildiği gibi örf’ün ayrı önemi
vardır. Hz.
Peygamber (sav) devrinde örf göz önüne alınarak verilmiş hükümlere rastlıyoruz. Hz.
Peygamber, Saib b. Abdullah’a hitaben: “Cahiliyye devrindeki ahlakını İslam’da da muhafaza
et; misafiri ağırla, yetime ikram et ve komşuna iyilikte bulun.”105 buyurmuştur. Bu sebeple
sahabiler devrinden itibaren İslam hukukçularınca, hem Arap örfüne, hem de fethedilen
memleketlerdeki örf ve adetlere itibar edilmekteydi.106 Burada kastedilen örf, İslam’ın
esaslarına aykırı olmayan “sahih örf” tür.
Hz. Peygamber’in, devrinin örfüne uygun olarak verdiği bazı hükümlerle, sonraki
devirlerde ve farklı bölgelerde farklı örfler bulunduğu için amel edilmemiş, içinde bulunulan
devrin ve bölgenin örfüne göre hüküm verilmiştir. Şimdi konu ile alakalı bir kaç misal
verelim:
1- Asr-ı Saadette altın ile gümüşün vezn (tartı) ile; buğday, arpa, tuz ve hurmanın da,
keyl (ölçek) ile mübadele edilmesi nass (hadis) ile hükme bağlanmıştı.107
Zamanla keyli olan maddelerden bir kaçının tartı ile mübadele edilmesi, adet olarak
ortaya çıkınca, Ebu Hanife (150/767) ile imam Muhammed (189/804), zikredilen hadisin
Mustafa Ahmed Zerka, el-Medhalu’l Fıkhı’l-Amm, Dımeşk 1956, c.II, s.834,847.
Şener, a.g.e., s.136.
105
İbn Hanbel, a.g.e., c.III, s.425.
106
Muhammet Hamidullah, İslam’da Devlet İdaresi (Trc.), İst.1963, s.30-32.
107
Buhari, Büyü’, 77, 78.
103
104
25
zahirine aykırı saydıkları bu adeti kabul etmemişlerdir.108 Ebu Yusuf (182/789) ise, şu
görüştedir: “Rasulullah zamanında bu altı maddeden; buğday, arpa, tuz ve hurma ölçekle,
altın ile gümüşün de tartı ile mübadele edilmesi adet olarak yerleşmişti. Eğer bunlardan ilk
dördünün tartı ile, son ikisinin de ölçek ile mübadele edilmesi adet olarak yerleşmiş olsaydı,
nass bu adeti ikrar şeklinde varit olacaktı.109
2- Hz. Peygamber (sav)’in, Sahabe, Tabiun ve Tebei Tabiin nesillerini hayır ile yad
etmesi;110 bir de bunların zamanında adaletin, güzel ahlakın hakim oluşu sebebiyle, Ebu
Hanife, şahadette, şahidin tezkiyesini şart koşmamıştır. Fakat zamanla adaletin kaybolup,
yalanın yaygınlaşması yüzünden Ebu Yusuf ile imam Muhammed, tezkiyeyi şart
koşmuşlardır. Fukaha, bahsi geçen ihtilafın yalnız, asır ve zamanın değişmesinden ileri
geldiğini; yoksa bunun, delil ve hüccet ihtilafı olmadığını belirtirler.111
3- Hz. Peygamber (sav): “Kur’an-ı okuyunuz, ama Onu geçim kaynağı
yapmayınız”112 hadisi ile, Osman b. Ebi’l-As’a (ra) hitaben: “Müezzin aldığında, O, ezanı için
ücret almasın”113 hadislerine dayanarak, Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed,
hicretin ilk asırlarında Kur’an talimi, imamet ve hitabet gibi benzeri dini vazifelerin ücretle
yapılmasını caiz görmemişlerdir. Üstelik bu görevleri yürüten kişilere hazineden ücret
veriliyor; ihsanda bulunuluyor, onlar da bunlarla geçimlerini temin ediyorlardı. Daha sonra
atiyyelerin eksilmesi, yardımların azalması, bundan da önemli olan; Kur’an talimine karşı
rağbetin azalması sebebiyle bu dini vazifeleri yürüten kişiler, tabii olarak kendi geçimlerini
temine koyuldular.
Bu durumu yakından gören müteahhirin Fukaha, bu halin, Kur’an’ın kalplerden
silinmesine, dolayısıyla da İslam’ın kaybolmasına (inkırazına) sebep teşkil edeceğinden
ücretle Kur’an okutulmasına ve dini vazifelerin yürütülmesine cevaz vermişlerdir.114
İbnu’l-Hümam, Muhammed b.Abdilvahid, Fethu’l-Kadir, 1.bs., Beyrut, Darü’l Kütübi’l-İlmiyye, 1995, c.VII,
s.14-15.
109
İbn Abidin, Reddu’l-Muhtar, Kahire 1307 H., c.IV, s.251.
110
Müslim, Fedailu’s-Sahabe, 210, 211, 212.
111
İbn Abidin, Neşru’l-Arf, Asitane 1325 H., c.II, s.126.
112
İbn Hanbel, a.g.e., c.III, s.428, 444.
108
Tirmizi, Ebu İsa Muhammed b. İsa b. Sevre, Sünen, Kahire 1384 H. Salat,39; Nesai, Sünen, Mısır
1348H.,Ezan, 32.
114
Ebu Bekir Muhammed b. Ahmed b. Ebi Sehl Şemsü’d-Din es-Serahsi, Mebsut (el-Asl), Beyrut, Dar ElMarefah, 1986, c.XVI, s.37.
113
26
Görüldüğü gibi, insanların örf’ü zamanla değişmektedir. Bu değişiklik hadisesi tedrici
bir şekilde meydana gelir. Tedrici olarak değişen örfü göz önüne alarak konulan ahkam da
tedrici olarak değişir.
1.2.5. Tedric- Maslahat İlişkisi
İstikra (tümevarım) ve nasslarla sabit olmuştur ki, İslam hukukunun bütün hükümleri
insanların maslahatlarını (faydalarını) ön plana almıştır.115 Nitekim Kur’an’da, “seni ancak
alemlere rahmet olarak gönderdik.”116 ve “Ey İnsanlar! Size Rabbinizden bir öğüt gönüllere
bir şifa ve hidayet, mü’minlere bir rahmet gelmiştir.”117 buyurulmuştur. Hz. peygamber, “Bu
din çok sağlamdır. Onun icablarını kolayca yerine getirin ( nefsinizi Allah’ın ibadetlerinden
usandırmayın ); çünkü binit hayvanı dermandan kesilmiş olan kimse ne bir yer kat’eder, ne de
binecek bir sırt bırakır.”118 ve “Kim bu dini güçleştirirse, onu din mağlub eder; fakat siz
kolaylaştırınız ve mutedil olunuz,119 buyurarak İslam’ı kulun maslahatına uygun şekilde
takdim etmeyi emretmiştir.
Kulun maslahatını gözetme bütün semavi dinlerde var olan bir esastır. Semavi
dinlerdeki şer’i hükümleri incelediğimizde - hüküm gerek kolaylaştırılmış olsun gerekse
zorlaştırılmış olsun - kulun menfaatine uygun olduğunu görürüz. Mesela; ”Yahudilere tırnaklı
her hayvanı haram kıldık. Onlara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağları hariç, iç
yağlarını da haram kıldık aşırı gitmelerinden ötürü onları bu şekil de cezalandırdık. Biz,
şüphesiz doğru söylemekteyiz.”120 ayetinde Yahudilerin ağır tekliflere muhatap oldukları
ifade edilmektedir. Bu ağır teklifin sebebi, onların dalmış oldukları şehevi arzulara ket
vurmaktır.121 Çünkü o zamanki şartlar, Hz. Musa’nın şeriatını ruhsatlar üzerine değil de, katı
bir şekilde azimetler üzerine kurulmasını gerektiriyordu.122
Maslahattan sadece dünyevi menfaatler anlaşılmamalı. Kulun ahiret hayatı da göz
önünde bulundurulmalıdır. Yukarıdaki misalde göz önüne alınan ahiret maslahatıdır. Hatta
ahiret maslahatı daha önemlidir. Çünkü, “ahiret dünyadan daha hayırlıdır.”123
115
Ebu Zehra, a.g.e., s.239.
116
Enbiya, 21/107.
117
Yunus, 10/57.
118
Serahsi, a.g.e., c.X, s.145.
119
Buhari, İman, 29; Nesai, İman, 18.
120
En’am, 6/146.
121
Ebu Zehra, a.g.e., s.262.
122
Ramazan el-Buti, Fıkhu’s-Sire (Trc.), İst.1990, s.43.
123
En’am, 6/32.
27
Yahudilerle alakalı bu hüküm daha sonra Hz. İsa ile kaldırılmıştır. Burada hedefe
ulaşmak için tedrici olarak zordan kolaya doğru bir usul uygulanmıştır.
Kur’an-ı Kerimin tedrici bir şekilde nüzul ve teşrii başlı başına kulların maslahatını
gözeten bir hadisedir. Yine içindeki hükümlerin de kulların faydasını temin ettiğini
görüyoruz. Bu konuyu işlerken verdiğimiz misaller anlattığımız mesele için de geçerlidir.
Tekrar veya benzerlerini anlatarak hacmi genişletmek istemiyoruz.
Hz. Peygamber kulların maslahatını gözetme prensibini de her zaman uygulamıştır.
Kendi sünnetinde peygamberlik vazifesi müddetince, değişen ve gelişen şartlara göre, içinde
bulunulan durumun gerekleri göz önüne alınarak kulların maslahatına uygun verilmiş
hükümlerin misalleri mevcuttur.
Sahabe ve Tabiin devrinde de müctehidlerin maslahata göre verdikleri hükümler
vardır. Hz. Peygamberin verdiği bir hüküm sonraki devirlerin maslahatına uygun olmadığı
için o devre uygun hükümler verilmiştir. Bazen da sahabe devrinde onlarca uygulamaya
konulmuş bir hüküm tabiun devrindeki maslahata uygun olmadığı için Tabiilerce değişik bir
hüküm uygulamaya konulmuştur. Hz. Peygamber, sahabe ve tabiun devrinde maslahatı
gözeten hüküm ve içtihatların çok sayıda misalleri mevcuttur. Ancak biz burada bir kaçı ile
yetineceğiz:
1- Hz. peygamber huzuruna içkili bir adam getirilince orada bulunanlara “vurun”
derdi, onlar da pabuç, hurma dalı, bez gibi şeylerle bir miktar vurarak içki içme fiilini
cezalandırırlardı. Hz. Ebu Bekir bu darbelerin kırk civarında olduğunu tespit ederek içme
cezasını kırk sopa olarak belirledi. Hz. Ömer devrinde bu müeyyide (yaptırım) kafi gelmemiş, içenler çoğalmıştı. Halife yaptığı istişareler sonunda cezayı seksen sopaya çıkardı.124
2- Kaybolmuş develer hakkında bir soruya Hz. Peygamber: “Deveyle senin ne işin
var; onun su depo edecek yeri, sağlam ayakları vardır; sahibi onu buluncaya kadar suya gelir,
otlar...” cevabını vermişler, kayıp develerin yakalanıp alıkonmasını yasaklamışlardı.125
Hz. Ömer devrinde de durum böylece devam etti. Hz. Osman kendi hilafeti zamanında
ahlakın bozulmaya yüz tuttuğunu, bu sebeple serbest dolaşan kayıp develerin, haksız olarak el
konup zayi edileceğini düşünerek bunların ilan edildikten sonra satılmasını, sonra sahibi
124
125
Buhari, Hudud, 5.
Şevkani, Neylu’l-Evtar, Mısır 1371 H., c.VII, s.146.
28
çıkınca parasının ona verilmesini emretti. Hz. Ali kendi devrinde kayıp develerin serbest
bırakılmaması içtihadında Hz. Osman’a uymakla beraber satılmasını, deve sahibinin aleyhine
olabileceği düşüncesiyle önlemiş, bunlar için bir ahır yaptırarak sahipleri ortaya çıkıncaya
kadar beytu’l-mal’dan beslenilmelerini emretmiştir.126
3- Yemame savaşında bir çok kurra sahabilerin ölümü üzerine Hz. Ömer, Kur’an’ın
zayi olacağından endişe eder ve Halife Ebu Bekir’e, cüz’ler halinde bulunan Kur’an-ı Kemin
bir mushaf şeklinde toplanması teklifinde bulunur. Halife Ebu Bekir, “Hz. Peygamberin
yapmadığı işi nasıl yapaparız?” diye sorar. Hz. Ömer de, “Vallahi bu hayırlı bir iştir.” der.
Kısa bir süre sonra Hz. Ömer’in teklifine gönlü razı olan Halife Ebu Bekir, bu vazifeyi, Zeyd
b. Sabit’e verir. O, “Hz. Peygamber’in yapmadığı bir işi siz nasıl yaparsınız?” diye sorduğu
zaman Halifenin cevabı, ”Vallahi bu hayırlı bir iştir” demek olur.127
İşte Kur’an’ın bir mushaf haline getirilmesi için Hz. Ömer ve Halife Ebu Bekir’in
verdiği bu karar ve onu fiilen uygulamaları, hakkında nass bulunmayan bir maslahatı
gözetmiş olmalarından başka bir şey değildir. Bu maslahat da, Kur’an’ın aynen muhafaza
edilmesi ve dosdoğru bir şekilde gelecek nesillere ulaşmasını sağlamaktır.128
4- Hz. Peygamber; “ Benden, Kur’an’dan başka bir şey yazmayın, kim böyle bir şey
yazmışsa onu silsin.”129 buyurmuş, bu sebeple gerek
O’nun devrinde, gerekse sahabe
devrinde, kendilerine izin verilmiş bir kaç zat dışında hadisleri yazan olmadığı gibi, toplayıp
tedvin eden de bulunmamıştır. O zaman hadisin Kur’an ile karıştırılmasından ve insanların
Kur’an’ı ihmal etmelerinden korkuluyordu.130
Tabiun devrinde bu mahzur kalktığı gibi, bir taraftan hadislerin zayi olma endişesi,
diğer taraftan da hadis uydurmacılığının başlamış bulunması, gerçek hadislerin yazılarak
toplanmasını zaruri kılıyordu. İşte bu sebeple adı geçen devrin sonuna doğru hadis tedvini
resme başlamıştır. Bu vazife kendisine verilen şahıs, meşhur tabiun alimlerinden Zühri’dir.131
126
Buhari, Lükata, 2; Müslim, Lükata, 1.
Buhari, Ahkam, 37.
128
Şatıbı, İ’tisam, Mısır t.y., c.II, s.99.
129
Müslim, Zühd, 72.
130
İbn Abdilberr, Camiu Beyani’l-İlm, Mısır 1346 H., c.V, s.342, c.I, s.73.
131
İbn Abdilberr, a.g.e., c.I, s.73.
127
29
Misalleri çoğaltmak mümkündür. Netice olarak; İnsanların faydasına olan şeyler
zaman ve mekana göre değişmektedir.132 Her durum yeni bir hükmü ve insanın o hükme
uyması neticesini doğuracaktır.133
Şartların değişmesi, kulun maslahatına olan şeyleri ve durumları da değiştirmektedir.
Tedrici olarak değişen bu zaman ve mekan şartları, kulun maslahatını gözeten hükümlerin de
tedrici olarak değişmesini netice vermektedir.
Bu konuda tekamüle doğru giden tedrici bir olgunlaşmadan bahsedemeyiz. Buradaki
tedric hadisesi içinde bulunulan şartlara göre bir değişikliğin ifadesidir. Şartlar tedrici olarak
değiştiğinden, hükümler de tedrici olarak değişir.
1.2.6. Tedriciliğin Nesh Düşüncesi Açısından Değerlendirilmesi
Buraya kadar yaptığımız incelemelerden tedriciliğin, hükümlerin konulması sırasında
toplumun ıslahı ve istenilen yönde değişimini sağlanması için uygulanan bir metot olduğunu
gördük. Yine bu incelemelerden anladık ki, söz konusu metodun uygulanış amacı, insanların
İslam’ın öngördüğü yaşantıya kolayca uyum sağlamaları için mükellefiyetlerin (emir ve
yasakların) alıştıra alıştıra yerleştirilmesini ve bu sayede eski alışkanlıkların, örf ve adetlerin
karşılığı olarak konulan yeni hükümlerin, insanlar tarafından reddedilmeden kabul edilmesini
sağlamaktır. Bunu gerçekleştirmek için olayların gelişim seyri, arka planındaki sebepler,
toplumun içinde bulunduğu özel şartlar, fert ve toplum olarak insanların vazgeçmesi gereken
şeylerin terk edilebilirlik düzeyi, yeni getirilen şeylerin maslahata uygunluğu ve ihtiyaçları
karşılamadaki yeterliliği, eski alışkanlıkların yerine konulacak olan yeni şeylerin alışkanlık
haline gelebilirliği göz önünde bulundurulmuştur. Bir bakıma bu metot sayesinde bireysel ve
toplumsal gelişme ilahi irade doğrultusunda şekillenmiş ve meydana gelen problemlerin
çözümlenmesiyle evrensel prensiplere ulaşılmıştır. Bir başka şekilde söylemek gerekirse
tedricilik metodunun uygulanışının sebebi tek başına ne ayetlerin nüzul sebebidir, ne de
Peygamber’in özel hayatının bir yansımasıdır; o, maslahata uygun olan ilahi iradenin bir
eseridir.134 Bu da, “İnsanlar için kolaylık Murat edilip, zorluk Murat edilmemiş olmasının”135
bir sonucudur. Bu sonuca ulaşmak için insanların, önce uyarılarak dikkatleri çekilmiş; sonra
dikkatlerinin çekildiği doğrultuda onlar asıl hükme hazırlanmış; daha sonra onlara hükmün
dar çerçevede bir uygulaması yaptırılmış; bu uygulamanın alışkanlık haline dönüşmesi ile
132
133
134
135
Zerkani, a.g.e., II, 78-90.
A.Osman Koçkuzu, Hadiste Nasih-Mensuh, İst.1985, s.115.
Muhsin Demirci, Vahiy Gerçeği, İstanbul 1996, s.77-78.
Bakara, 2/185.
30
birlikte hüküm en son şekliyle emir / vücub veya yasak / nehiy olarak yerleşmiştir.136 Bu
süreç bir kaç yıl sürebildiği gibi daha kısa bir zaman diliminde de olabilmiştir. Bunun için her
merhalenin bir takım ara hükümlerinin olması gayet tabiidir. Bu ara hükümlerle asıl muradı
ilahi olan nihai hükme ulaşılmış olmasının da yadırganacak bir yönünün bulunmaması
gerekir. Her ne kadar bizim açımızdan nihai hüküm, yeni bir hüküm gibi görünse de, Allah’a
göre bu, bilinen ve kararlaştırılmış olan hükmün zamanı gelince yasalaşmasıdır.137 Bu
tedricilik metodu için böyledir. Tedricilik için söylenebilecek bu ve benzeri şeyleri, neshin
hikmetleri olarak da söylemek mümkündür. Nitekim neshin hikmetini açıklayanların ifadeleri
de aynı anlamdadır.138 Yoksa bunun aksine, bazan ara hükümler olmadan da nihai hükmün
onaya konulduğu da olmuştur.
Her safhanın kendine has şartlarının ve gerçekleştirilmek istenen özel amaçlarının
olması, bu özel şartlara binaen bir takım ara hükümlerin devreye sokulması ve istenilen amaç
gerçekleşince de bu ara hükümlerin uygulamasına son verilerek asıl hükmün konulması, tefsir
literatüründeki “Nesh” tartışmalarını gündeme getirmiştir. Diğer bir ifade ile, aynı konu
çerçevesinde Kur’an’da yer alan bir kaç ayetin, basamak basamak, muhataplarını bir sonuca
götürürken her merhalede, o merhalenin gerektirdiği özel şartlar ve bu özel şartlara uygun
düşen hükümlerin bulunması; bu merhaledeki şartların bir sonraki merhaledeki yeni şartlarla
yer değiştirmesi neticesinde önceki hükmün, konulan yeni hükümle ortadan kalkmış olması,
bir daha o şartların hiç bir şekilde yaşanmayacağı anlamını taşır mı? Eğer bu şartlar tekrar
yaşanacak olursa, o şartlara uygun olarak o zaman teşri kılınan hüküm bir daha uygulanabilir
mi?139 İşte bizim nesh-tedric ilişkisi çerçevesinde cevabını arayacağımız sorular bunlardır.
Eğer birinci soruya olumsuz cevap aranırsa, ikinci sorunun cevabı da kendiliğinden olumsuz
olur. Eğer birinci soruya olumlu cevap aranırsa, o zaman konunun araştırılıp incelenmesi söz
konusu olabilir. Bu bakımdan biz yukarıdaki soruların makul cevaplarını tartışmamız gerekir
ki, konuyu inceleyebilme imkanımız olsun. Bunun için de neshi tanımlamak gerekir. Öyle ise
nesh nedir:
Nesh kelimesinin sözlükte bir çok anlama geldiğini ve bunlardan bir kısmının gerçek,
bir kısmının mecazi anlam taşıdığını, konu ile ilgili yapılan müstakil çalışmalardan
Bu söylenenlere uygunluğu bakımından bir örnek olarak içkinin yasaklanışı ile ilgili merhaleleri anlatan şu
ayetlere bkz. Dikkat çekme: Nahl, 16/67; yasağa hazırlama: Bakara, 2/219; dar çerçevede kısmi bir
yasaklama: Nisa, 4/43; hükmün son şekliyle yasak olarak konulması: Maide, 5/90-91.
137
Mustafa Zeyd, en-Nesh fi’l-Kur’ani’l-Kerim, Beyrut, 1987, c.I, s.16; Suat Yıldırım, Kur’an’da Uluhiyyet,
İstanbul, 1987, s.103.
138
Zerkani, a.g.e., c.II, s.152-153; Vehbe Zuhayli, Usülü’l-fıkhil-islami, Dımeşk 1986, c.II, s.935-936.
139
Muhammed Gazali, Kur’an’ı Anlamada Yöntem, (çev. Emrullah İşler), Ankara 1993, s.136.
136
31
öğreniyoruz.140 Yapılan müstakil çalışmalarda bu konuya genişçe yer verildiği için biz burada
aynı şeyleri bir daha tekrarlamayı da uygun bulmuyoruz.
Neshin terim anlamıyla ilgili çok çeşitli tanımlamaların yapıldığını görüyoruz. Biz
bunlardan yalnızca bir tanesini zikretmekle yetineceğiz. O da şu tanımdır: “Şer’i bir hükmün
daha sonra gelen şer’i bir delil ile kaldırılmasıdır.”141 Bu tanımlamaya göre, neshin olabilmesi
için, neshedilenin şer’i bir hüküm olması gerekir. Dolayısıyla şer’i hüküm olmayan şeyin
kaldırılması nesh olarak kabul edilmemektedir. Diğer bir ifade ile Kur’an’ın nüzul ortamında
muhatapların üzerinde bulundukları çeşitli alışkanlıkların, adetlerin kaldırılması nesh değildir.
Bu tanımlamaya göre, cahiliye döneminde mubah görülerek veya o gün suç sayılmadığı için
yapılan, ancak daha sonra haram hükmü ile suç sayılarak kaldırılan şeyler nesih
sayılmamaktadır. Bu ayırımdan yola çıkıldığında içki ve ribanın yasaklanışının nesih olmadığı
sonucuna ulaşılabilir. Çünkü o dönemde insanlar bunları mubah sayarak yapıyorlardı. Bunun
bir benzeri de, Müslümanların başlangıçta namazda iken konuşmaları ve sağa sola
bakmalarıdır. Onların bu alışkanlıklarının, “...Allah’a gönülden boyun eğerek namaz kılın”142
ve “onlar namazda huşu içindedirler”143 ayetleri ile düzeltilmesi de nesih olarak kabul
edilmemiştir. Cahiliye dönemine ait olup ta, iptal edilerek uygulamasına son verilen şeylerin
hepsinin durumu aynıdır.144 İşte nesh ile tedric arasında bir ayrıma gidilecekse, bu nokta esas
alınarak gidilebilir. Kaldı ki bundan da neshin daha özel ve sınırlı olmasına karşılık, tedricin
daha şümullü olduğu sonucu çıkar. Diğer bir ifade ile nesih, tedricin bir parçasıdır. Çünkü
tedric de, cahiliye dönemi örf, adet, inanç ve telakkilerinin tümü hareket noktası kabul
edilerek, ona göre bir ıslahat programının uygulanması söz konusu olduğu halde,145 nesihte
bir şer’i hükmün yine bir şer’i hükümle kaldırılması söz konusudur.146 Belki bir fark olarak şu
da zikredilebilir; tedric de bir kaç merhalenin olması gerekirken, nesihte böyle bir kaç
merhale olmayabilir, ama mutlaka nasih hükümle mensuh hüküm arasında bir zaman aşımının
olması da bir çok tariflerde yer almaktadır.147 Dolayısıyla bu farkın da çok önemli bir şey
olamayacağı anlaşılmaktadır. Bir diğer husus, nasihle mensuh arasında tam bir çelişki
bulunmasının şart olarak öne sürülmüş olmasıdır.148 Yani nasihle mensuh arasında tam anlamı
Zeyd, a.g.e., c.I, s.55-109; Şakir Erkan, Kur’an’da Nesih, (Basılmamış Doktora Tezi), Samsun 1997, s. 1012.
141
Lügat ve terim anlamları hakkında daha geniş açıklamalar için bkz. Zeyd, a.g.e., c.I, s.55-109.
142
Bakara, 2//238.
143
Mu’minun, 23/2.
144
Şatıbi, a.g.e., c.III. s.106-107; Zuhayli, a.g.e., c.II, s.935.
145
Bkz. Yıldırım, a.g.e., s.102
146
Zerkani, a.g.e., c.II, s.139.
147
Zeyd, a.g.e., c.I, s.93-108.
148
Celalüddin Abdurrahman es-Suyuti, el-İtkan fi ulumi’l-Kur’an, İstanbul 1978, c.II, s.32.
140
32
ile bir zıtlık olmalıdır ve bu zıtlık hiç bir yolla giderilmemelidir.149 Peygamberimizin önce
kabir ziyaretini yasaklayıp, sonra da serbest bırakması gibi. Tedric de böyle bir zıtlık örneğine
rastlanılmamaktadır. Yani, eğer hükümle amaçlanan şey yasak koymak ise, başından sonuna
kadar her bir merhale yasağa doğru atılan bir adım olur. ilk ayetten itibaren merhalelerdeki hiç
bir delil, yasaklanacak olan şeyi, Allah’ın helal saydığının bir işareti sayılamaz. Belki her bir
merhaledeki delilden, “bu şey, henüz kesin olarak yasaklanmadı, ama görünen o ki bu,
yasaklamaya doğru bir gidiştir” sonucu çıkarılabilir. İşte nesih ile tedric arasında belki kayda
değer bir fark bu gözükmektedir. Ancak Kur’an da bunun örneklerini bulmak oldukça zordur.
Çünkü zıt gibi görülen şeyler, eğer farklı şart ve konjöktörden kaynaklanıyorsa, ozaman bunu
tam bir zıtlık saymak mümkün gözükmemektedir. Örneğin, Mekke’de müşriklere karşı
toleranslı olunmasını emreden ayetlerin,150 Medine’de savaşla emreden ayetlerle151 çeliştiği,
bu sebeple savaşla emreden ayetlerin af
hoşgörü ve sabırla emreden ayetleri neshettiği
yolundaki bir görüş,152 bize pek fazla isabetli gelmemektedir. Çünkü bir sebebe bağlı olarak
meşru kılınıp da, sebebin ortadan kalkmasıyla ortadan kalkan şey nesih olarak kabul
edilmemiştir. Dolayısıyla, barışı emreden ayetlerin sebebi ile savaşı emreden ayetlerin sebebi
farklıdır. Bu nedenle her iki ortamın şartları ve bu şartların gerektirdiği hükümlerin bir
birinden farklı olması da nesh olarak değerlendirilmemiştir.153 Halbuki mensuh hükümle amel
edilemeyeceği söylenildiği halde,154 savaş ortamının dışında müslümanın kelle avcısı
olabileceği hiçbir zaman söylenmemiştir. Yani affetmek gerektiği yerde, affedilir, sabretmek
gerekti yerde sabredilir, savaşmak gerektiği yerde de savaşılır. Bütün bunlar, durum ve
şartlara göre ayrı ayrı uygulanabilecek hükümlerdir. Diğer bir ifade ile Hz. Peygamber’in
inanmayanlara karşı tavrı üç safha ile özetlenebilir: Davet ve tebliğ safhası, savaşa izin
safhası, antlaşma ve ültimatom safhası.155 Birinci safhada düşmanın eziyet ve işkencelerine
katlanılmış, mümkün oldukça onlarla sürtüşmeye girilmemiştir. Çünkü sayıca Müslümanların
azınlıkta olmaları, yeterli harp donanımına sahip olmamaları ve diğer fiziki şartlar onların bu
şekilde davranmalarını zorunlu kılmış Allah’ın bu safhadaki hükmü de bu şartlara uygun
Zeyd, a.g.e., c.I, s.167-168; Muhammed Ebu Zehra, Usulü’1-fıkh, s.191.
Araf, 7/199; Nahl, 16/126; Aynı tolerans Medine’de ehl-i kitaba da gösterilmiştir. Bunun için bkz. Bakara,
2/109
151
Bakara, 2/191-194; Hac, 22/40.
152
Suyuti, a.g.e, c.II, s.31.
153
Suyuti, a.g.e., c.II, s.31; M.Halil Kattan, Mebahis fi ulumi’l-Kur’an, (b.yy., ts.), s.242.
154
Nesh ile tahsis ve takyit arasındaki farklara işaret edilirken özellikle bu husus vurgulanmaktadır. bkz. Zerkani
a.g.e., c.II, s.146; Zuhayli, a.g.e., c.II, s.943-945.
155
M. Sait Şimşek, Kur’an’da İki Mesele, Konya 1987, s.107.
149
150
33
düşmüştür.156 Aksi halde İslam ve ona inananlar daha beşikte iken boğulmaya mahkum
edilmiş olurlardı.
İkinci safha, hicretten sonra Medine’de yerleşen Müslümanların, hicretten önce
kendilerine her türlü eziyeti reva gören müşriklere, bir göz dağı vermek amacıyla harekete
geçmeleri, hatta haram ayda bu takibatı yaparak157 artık kendilerinin de bir güç olduklarının
ilk denemesini yapmış olmaları,158 bunun sonucunda ise önlenemez Bedir Savaşı’nın, önemli
bir dönüm noktası olarak dengelerin değişmesine ve yeni bir sürecin başlamasına sebep
olacak gelişmelere dönüştüğü tarihi bir gerçektir.159 Toparlanan ve içte birlikteliği sağlayan
Müslümanların bir güç haline gelmelerine uygun olarak savaşa izin verilmesi, yine bu
merhalenin şartları ile uyum içindedir.
Üçüncü safha, Müslüman toplumunda öz güvenin oluştuğu, çevrede davetin yayıldığı
ve kurulan yeni toplumun devlet olarak kazanmaya başladığı hükmi ve hukuki şahsiyetini
koruma adına, alması gereken tedbirleri aldığı safhadır. Bu safhada artık Müslümanların
antlaşmalarda muhatap olarak kabul edilmesi gereken bir taraf olduğu, bütün düşmanları
tarafından kabul edilmiştir.160
Nihayet son safhada Müslümanların, tam anlamıyla bir devlet olarak gücünü ortaya
koyup, antlaşmaları ihlal eden karşı tarafa ültimatom vererek savaş ilan edebilecek konuma
gelindiğini görüyoruz. İşte bu düşman olarak kabul edilen unsurların tamamı ile savaşılacak
duruma gelindiğinin ortaya konulması safhasıdır. Bu safhadaki ayetler de bu şartlara
uymaktadır.161
İşte seyf ayeti ile mensuh olduğu söylenen ayetler, böyle bir tasnif ile ele alındığında
görülüyor ki, bu konu neshle değil, tedricilikle daha kolay ifade edilebilmektedir. Bu yaklaşım
tarzı tüm çelişkileri ortadan kaldıracağı gibi, “mensuh hükümle amel edilmez” kaydının
ortaya çıkaracağı problemleri de çözmeye yardımcı olacağı kanaatindeyiz.
Üzerinde durulması gereken bir diğer husus da, mensuh hükümle amel edilmeyişi
meselesidir. Gerçekten mensuh hükümle amel edilemezse bu, nesh-tedricilik ilişkisi açısından
Zerkani, a.g.e., c.II, s.197; Derveze, Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, (çev. Mehmet yolcu),
İstanbul, Yöneliş Yayınları, 1989, s.179 .
157
Bakara. 2/217; AI-i İmran, 3/123-126: Enfal, 8/9-12,17.
158
Derveze, a.g.e., s. 179-180.
159
Ekrem Ziya Umeri, Medine Toplumu, (çev. Nureddin Yıldız), İstanbul 1988, s.131-134.
160
Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul 1998, c.VIII, s.468-469.
161
Fetih, 48/29; Ateş, a.g.e, VIII, 494; Bakara, 2/191-194, Nisa, 4/90; Tevbe, 9/7-13,29; Hac, 22/38-41;
Mümtehine, 60/8-9.
156
34
önemli bir ayırımın ifadesi olabilir. Çünkü mensuh olup ta Kur’an’da halen okunan bir çok
ayeti, nüzul ortamının sembolü olarak görmekten başka bir gözle değerlendirme imkanı
kalmamaktadır. Diğer bir ifadeyle, Kur’an’ın mensuh hükümleri neshedilmeden önce
ebediyen yürürlükte sayılıyordu. Ama mensuh olduktan sonra ebedilik fonksiyonlarını
yitirmiş olmanın yanı sıra, pratik bir değer taşımaksızın kullanılmaz bir duruma düşürülmüş
olmuyorlar mı?162 Bu hususta (hükmü mensuh, lafzı baki olan ayetler) yapılan açıklamalar da
doğrusu hiçte tatmin edici gözükmemektedir.163 Bu probleme şöyle bir soru ile açıklık
getirilemez mi? Sosyal şartlar değişkendir. Kur’an evrensel bir kitaptır ve kıyamete kadar
bütün olabilecek şartlara hitap eder. Öyle ise şartlar geri geldiğinde hükümler de geri gelemez
mi?164 Şartlar geri geldiğinde hükmün de geri geleceği165 bir kural olarak zikredildiğine göre,
bir toplum çeşitli sebeplerle dejenere olsa, yeniden cahiliye döneminde yaşanan alışkanlıklara
dönse, bu toplumu yeni baştan İslam’ın ön gördüğü yaşam biçimine döndürrnek için nereden
başlamak gerekir? Son hüküm asıl olmakla beraber muhatabı bulunduğu konumdaki
merhaleden mi alıp adım adım son hükme götürmek gerekir, yoksa muhatabı iki tercih
arasında bırakarak, ya inkar veya kabul şartlarından birinin ağırlığı altında mı ezmek gerekir?
Eğer mensuh hükme dönülmez166 kuralından yola çıkılırsa, bu sorulara müspet cevap
verilemez ve nesh teorisinin de tedricilikle hiç bir ilişkisi kalmaz. Eğer aynı şartlar yeniden
yaşanırsa, o şartlara uygun olan hüküm de yeniden işlerlik kazanır,167 kuralından hareket
edilirse, nesh tartışmalarının tedricilik boyutunda bir değer ifade edeceği ve son hükmün
varlığını kabul edip, muhatabı bulunduğu merhaleden alarak, bu son hükme ulaştırmanın,
nasıl bir metotla olması gerektiğinin tartışılması üzerinde durulabilir. İşte ozaman şartların ve
kriterlerin belirlenmesi yolunda konunun yeni ve pratik bir değer kazanacak boyuta taşınması
sağlanmış olur. Örneğin, zina eden erkek ve kadına Kur’an’da ön görülen cezanın uygulanma
şansı bulunmuyorsa,168 “zina edenlerle evlenilmemesi”169 ve “zina edenlere eziyet edilmesi
(azarlanıp kınanması)”170 hükümleri ile amel edilmesinin ne gibi bir sakıncası olabilir?
Halbuki bunun “ayetlerde asıl olan ihkam (hükümlerinin uygulanması)’dır, nesih
162
163
Ahmet Hasan, “Nesh Teorisi” (çev. Mehmet Paçacı), İslami Araştırmalar, Sayı 4, Nisan1987, s.106.
Hükmü mensuh olup ta lafzı Kur’an’da mevcut olan ayetlerin Kur’an’da bulunuşunun hikmeti ile ilgili olarak
söylenenlere bir örnek olmak üzere bkz. Suyuti, a.g.e. c.II, s.31.
Şimşek, a.g.e., s. 107-108.
165
Şimşek, a.g.e., s.108; Muhammed Gazali, a.g.e., s. 137.
166
Mensuh hükümle amel edilemeyeceği ve delil olarak zikredilemeyeceği ile ilgili olarak bkz. Zerkani, a.g.e.,
c.II. s.145-146; Şimşek, a.g.e., s.105.
167
Şimşek, a.g.e., s.106..
168
Şimşek, a.g.e., s. 118.
169
Bakara, 2/221; Nur, 24/3.
170
Nisa, 4/16; Ayrıca nesh açısından gerekli tartışma ve rivayetler için bkz. Ateş, a.g.e., c.II, s.225-229.
164
35
değildir”171kuralına da uygun olacağı düşünülemez mi? Böylece sahabeyi eğitip, asr-ı saadeti
vücuda getiren bir metoda yeniden işlerlik kazandırılmış olmasının ne gibi sakıncaları
olabilir?
Nesh ve tedricilik durum ve şartların zorunlu bir sonucudur. İdeal bir kanun koyucu,
geçiş dönemlerinde insanlara, gelişimlerinin son safhasındaki gibi muamelede bulunmaz;
bilakis onları hazık bir doktor gibi ele alır.172 Bir doktorun, hastasının durumunun
değişmesine bağlı olarak yiyeceklerini ve ilaçlarını değiştirmesi gibi, kendinden başka ilah
olmayan Allah da kullarının maslahatlarının değişmesine, ilahi iradesiyle riayet edip emir ve
yasaklarını değiştirmiştir.173 Bu anlamda her peygamberin şeriatı, içinde yaşadığı insanların
maslahatlarına uygun bir tarzda tedrici olarak Allah tarafından vaz’ edilmiştir. Bir merhalede
hastalığı tedavi eden ilacın, hastalığın bir başka merhalesinde kullanılması, başka bir hastalığa
sebebiyet verebileceği de düşünülmelidir. Bu noktadan hareketle denilebilir ki, sosyo-kültürel,
sosyo-ekonomik ve sosyo-politik şartlar, uygulanmakta olan yöntemden farklı olarak başka
bir yöntemin uygulanmasını gerektiriyorsa, bu yöntemin uygulanmasının her hangi bir
sakınca doğurmayacağıdır. Bu bir değişikliği icap ettireceğinden, bu değişikliğin, bir hükmün
diğer bir hükmü ebediyen ortadan kaldırması anlamında değil, bir birine alternatif iki
çözümden birinin problemi çözemediği durumlarda, diğerinin devreye girmesi anlamındadır.
Bu olgu her ne kadar geçmişte nasih-mensuh olarak tanımlanmış ise de, doğrusu bu, farklı
zaman ve mekanlarda uygulanacak çözümlerin zamanı gelince devreye sokulmasıdır. Burada
hükümlerin değil, durumların değişmesi söz konusudur. Örneğin, Kur’an’da yer alan savaş ve
barışla ilgili ayetlerin hükümleri, savaş durumunda savaşla ilgili hükümlerin, barış durumunda
barışla ilgili hükümlerin uygulanması anlamını ifade eder. Her iki olgunun da kendine özgü
kuralları ve şartları vardır. Birine ait kural ve şartların diğeri ile bütünleştirilmesinin mümkün
olamayacağından hareketle, savaş ve barışı tek olgu imiş gibi kabul ederek hükümlerini
birleştirip genelleştirmek ve aralarında bir çelişki ortaya koymak Kur’an’ın yöntemi ile de
bağdaşmaz.174
Nesh-tedricilik ilişkisini ele almanın pratik bir yararının olduğuna inanıyoruz. Bu
bağlamda “durumsallık” kavramının da birlikte ele alınması gerektiği kanaatindeyiz. O zaman
yukarıdaki açıklamalarımız çerçevesinde tartışılması gereken soru şu olmalıdır. Tenzil
Yıldırım, a.g.e., s.103.
Draz, Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru, (çev. Salih Akdemir), Ankara 1983, s.171.
173
Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Ensari el- Kurtubi, el-Cami’ li ahkami’l-Kur’an, Beyrut, Darü’l
Kütübi’l- İlmiyye, 1993, c.II, s.65-66.
174
Celal Kırca, Kur’an ve İnsan, İstanbul 1996, s.5.
171
172
36
dönemi içerisinde insanlara 23 yıllık bir süre tanınmış, Kur’an’ın ön gördüğü çeşitli ahlaki ve
hukuki kurallar tedricilik, te’hir ve imhal (zaman tanıma) gibi yöntemlerle sunulmuştur.
Acaba o insanlara tenzil dönemi içerisinde sağlanan bu imkan ve kolaylıklar, tenzil
sonrasındaki insanlara da sağlanmış mıdır? Günümüz insanlarına tenzil döneminin
kolaylıkları nasıl uygulanabilir? Bunu nesh teorisiyle mi, yoksa tedricilik metoduyla mı izah
etmek daha kolay olabilir? Tenzil döneminin durum ve şartları tarihsel midir, yoksa evrensel
midir? Bunun ölçüleri nasıl tespit edilebilir.175 Bu soruları daha da çoğaltmak mümkündür.
Dolayısıyla bizim bu konu ile ilgili amacımız nesh tartışmalarına tedricilik penceresinden de
bakılmasını sağlamaktır. Tedriciliği neshin bir parçası olarak değerlendirmek bir çıkış yolu
olarak görülmüştür. Ancak şu ana kadar ele aldığımız örneklerden vardığımız sonuç
tedriciliğin daha genel ve kuşatıcı olduğudur. Tabii tedriciliğin bir süreç ifade ettiğini; hem
ahlak, hem ibadet ve hem de hukukla ilgili hükümleri içerdiğini ve bir değişimin
gerçekleştirilmesinde uygulanıp tam anlamıyla başarıya ulaşmış bir metot olduğunu, tedricilik
ile neshin arasındaki farklar olarak zikretmiştik. Öyle ise nesh tıpkı tedriciliktir, demek doğru
olmayacağı gibi; nesh ile tedriciliğin hiç ilişkisi yoktur demek te doğru değildir.
175
Kırca, a.g.e., s.3.
37
II. BÖLÜM
2. TEDRİCİLİĞİN HİKMETLERİ
Vahiy sürecinde tedricilik bir metot olarak kullanılmıştır. Şu ana kadar incelemeye
çalıştığımız ve çeşitli örneklerle üzerinde durduğumuz husus budur. Şimdi cevabını
arayacağımız sorumuz şu olmalıdır: Hükümlerin teşriinde tedriciliğin bir metot olarak
kullanılmasındaki hikmet ne olabilir?
Bu konuyu üç başlık altında değerlendireceğiz:
2.1. Tedricilik Metodunun Kur’an Açısından Hikmetleri
Kur’an’ın bir defada Peygamberimize indirilmeyip parça parça indirildiği ve bunun bir
çok hikmetinin olabileceği kuşkusuzdur. Ancak Kur’an’ın bir de Peygamberimize
vahyolmadan önce topluca Levh-i Mahfuz’a, oradan dünya semasındaki Beytü’l İzze’ye
nüzulünden bahsedilmektedir. Aslında Kur’an’ın bu nüzulünün bizim için bir yönü
bulunmamakla beraber, bu nüzulde bile pek çok hikmet zikredilmiş, özetle Kur’an’ın ve
kendisine Kur’an indirilen zatın şerefinin yüceliğine bununla bir ispat yolu aranmış; bundan
38
da öte, yedi kat gök ehline son ilahi kitap olan Kur’an’ın son Peygambere ve şerefli bir
ümmete indirilişinin duyurulması olarak yorumlanmıştır. Bir başka açıdan O, bir rahmet
olarak insanlara ve insanların yaşadığı merhale merhale yaklaştırılmış; Allah ayırdığı en
büyük rahmetini bu ümmete bu şekilde teslim etmeyi dilemiş; bu da insanların melekler
karşısındaki üstünlüklerine bir delil olarak zikredilmiştir.176 Bütün bu rivayet ve yorumların
bir bağlayıcılığının olamayacağı, çünkü bunların gayba dair bir alanda olduğu açıktır. Hatta
merhale merhale insanlara yaklaştırılması da bu anlamda çok büyük bir önem taşımamaktadır.
Çünkü bundan insanların çıkaracağı çok fazla bir dersin olmadığını, sadece inanç bağlamında
ve kutsal kitabın değeri konusunda kalbi bir tatminden öte bir anlamının olamayacağını
düşünüyoruz. Ayrıca biz, Kur’an’ın bu gaybi boyutuna şu şekilde inanmakla mükellefiz: “O,
alemlerin Rabbi’nden indirilmedir. 0nu uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine, Ruhu’l-Emin
(Cebrail) apaçık bir Arapça dil ile indirildi.”177 “Onun önünden ve arkasından batıl
yaklaşamaz, hikmet sahibi, çok övülen tarafından indirilmiş (bir kitaptır.)”178 “Hakikaten O,
levh-i mahfuzda bulunan şerefli bir Kur’an’dır.” 179
Esas konumuzla alakalı olan, Kur’an’ın Hz. Peygamber’e inmesi ile başlayan süreçte,
yeni bir toplumun çekirdeğinin oluşmasından, kemale ermesine kadar geçen zaman dilimi
içerisinde uygulanan tedricilik metodunun hikmetleridir. Onları maddeler halinde şöyle
sıralamak mümkündür:
1- Kur’an, belli bir zaman için belli bir topluma gönderilmiş kitap değildir. O geldiği
günden kıyamete kadar bütün insanlar için gönderilmiş bir kitaptır.180 Bu özelliğinden
hareketle, Kur’an’ın okunmasının ve yazı ile tespit edilmesinin bir zorunluluk olduğu ortaya
çıkmaktadır. Çünkü Kur’an’ın ilk hitap çevresini oluşturan insanlar arasında okuma-yazma
oranının oldukça düşük olması, yazı araç-gereçlerinin yetersizliği ve bizzat Kur’an tarafından
onların “ümmi”181 likle tavsif edilmiş olmaları hatırlanacak olursa, toptan indirilmiş bir
kitabın akıbetini tahmin etmek çok da zor olmasa gerektir. Dolayısıyla, Kur’an’ın peyder pey
indirilmesi, bu insanların onu kolayca ezberlemelerine ve inen ayetlerin anlamını kavramaya
Şihabüddin Abdurrahman b. İsmail b. İbrahim Ebu Şame el-Makdisi, el- Mürşidü’l-veciz ila ulumin teteallaku
bi’l- Kitabi’l-Aziz, (thk. Tayyar Altıkulaç), Ankara 1986, s.9-27; Zerkani, a.g.e., c.I, s.39-42; Suyuti, a.g.e. , c.I,
s.53-55.
177
Şuara, 26/192-195.
178
Fussilet, 41/42.
179
Buruc, 85/21-22.
180
Nisa, 4/174; Yunus, 10/57,108; İbrahim, 14/1; Zümer, 39/41.
181
Cum’a, 62/2.
176
39
yardımcı olmuştur.182 Böylece kıyamete kadar bütün insanlığa hitap edecek olan bir kitabın,
muhtemel bütün olumsuzluklara karşı korunmasının da iki yolu ortaya çıkmıştır:
a- İnen her bir ayetin anında ezberlenmesi.
b- Yalnızca ezberle yetinilmeyip, mutlaka yazıya aktarılmış olması.
Bu her iki tedbir de Kur’an için alınmıştır.183 Bu tedbirlerin bir biri ile bir arada, bir
birini nakzetmeyecek şekilde yürütülmesi de ancak Kur’an’ın parça parça indirilmesi ile
mümkün olabilirdi. Eğer topluca indirilen bir kitapla okuma-yazma bilmeyen insanlar karşı
karşıya getirilmiş olsaydı, hiç kimse onu ezberlemek ve sayfalar dolusu şeyleri anlamakanlatmak gibi bir külfeti göze alamazdı. En azından, böyle bir külfeti binlerce insan
omuzlayamaz; belki birkaç kişinin dışında, başka hiç kimseyi ilgilendirmez ve böylece
Kur’an insanlığa bir şey veremeden, indirildiği gün yok olur giderdi. O zaman o, tıpkı ölü
doğan bir çocuk gibi olurdu.
İlahi hikmetin bir gereği olarak, indirildiği ortamda hem devamlı bir surette Kur’an’ın
okunmasını sağlamak, - okuyup yazma bilenlerin azlığı nedeniyle ve okuma - yazmanın yerini
alan - ezberleme faaliyetlerinin tam olarak yerine getirilmesini ve bunun başarıya
ulaştırılmasını kolaylaştırmak için paça parça indirilmiştir. Bu her iki faaliyet, - her şey bir
tarafa - günlük ibadetlerin yapılabilmesi için de şart olarak koşulmuş olmasının yanı sıra,184
Onu indirenin muradının da bu olduğu şu ayetlerden de anlaşılmaktadır: “Sana gelen vahiy
tamamlanmadan önce Kur’an’ı okumakta acele etme ve “Ey Rabbim! Benim ilmimi artır”
de.185 “(Cebrail sana vahiy getirdiğinde) onu (gelen vahyi) çarçabuk okumak için (telaşla)
dilini oynatma, çükü onu (kalbinde) toplamak ve (dilinde) okutmak bize aittir. Biz onu
okuduğumuz da sende okunuşunu takip et, sonra onu açıklamak da bize aittir.”186 Bir başka
ifadeyle söylemek gerekirse, Kur’an topluca indirilecek olsaydı; “bir başka şahıs tarafından
yazdırıldığı,”187 yolundaki zan ve iftiralara tatmin edici cevap vermenin zorluğu bir yana,188
hazır ellerinde yazılı bir kitap bulan (başta Peygamber olmak üzere) ilk Müslümanlar,
ezberleme konusunda gösterdikleri titizliği, belki de göstermeyebilirlerdi. Çünkü onlar
182
M.Halil el-Kattan, a.g.e., s.110; Muhammed Ali es-Sabuni, Ravaiu’l-beyan tefsiru ayati’l-ahkamı mine’lKur’an, İstanbul (ts.), c.I, s.38.
183
İsmet Ersöz, Kur’an Tarihi (Kur’an-ı Kerim’in İndirilişi ve Bugüne Gelişi), İstanbul 1996, s.56.
184
Günlük beş vakit namazı kılabilmeleri Kur’an’dan bir parça olsun ezber bilmeyi gerekli kılmaktadır. Konu ile
ilgili fıkıh ve ilmihal kitaplarında tafsilatlı bilgiler yer almaktadır.
185
Taha, 20/114.
186
Kıyame, 75/16-19.
187
Furkan, 25/5.
188
Kırca, a.g.e., s.277.
40
ellerindeki yazılı metne güvenerek bir rehavet içerisine de düşebilirlerdi. Halbuki ilahi hikmet
onun çok okunmasını, ezberlenmesini ve hakkında, şüphe uyandıracak hiç bir sözün
söylenmemesini murad ederek parça parça indirmiştir.
2- Kur’an indirildiği günden kıyamete kadar insanların problemlerine çözüm olmak
için indirilmiştir. O, ayetleri muhkem (bozulma ihtimali olmayan, gayet sağlam ve muntazam
veya yüce hikmetler içeren) olarak konulmuş, sonra da insanların ihtiyaç duyduğu şeyler usul
ve furu’u ile beyan edilmek veya ayetleri parça parça indirilmek suretiyle tafsil edilmiş
(açıklanmış) bir kitap olarak insanlara sunulmakta ve tanıtılmaktadır.189 Onda ya çözümün
kendisi veya çözüm yollarını gösterecek genel prensipler, yahut da çözümün işaretleri vardır.
Onun için günlük hayatı tanzim eden kuralların bizzat hayatın içinde yaşanırken konulması, o
kuralların geçerliliğinin, kalıcılığının, problemlerin çözümündeki yeterliliğinin test edilmesi
ve toplum yapısının bu kurallara intibakının sağlanması açısından son derece önemlidir.
Örneğin, Bedir savaşında alınan ganimetler ve esirler hakkındaki hüküm bu kabildendir: 190
Önce savaş olmuş, alınan ganimetlerin hükmü mubah olarak açıklanmış, ancak alınan esirlere
ne yapılacağı meselesi gündeme gelmiştir.191 Konu Peygamber ve ashabı arasında istişare
edilmiş, ancak istişare sonunda verilen karar, ilahi iradeye uygun düşmediğinden hemen bir
vahiy ile düzeltilmiştir.192 Yine bir diğer örnek olarak burada münafıkların durumu da
zikredilebilir. Onlar özellikle Medine döneminde görülen, inanmadığı halde kendilerini
inanmış gibi gösteren insanlardır. Hiç şüphesiz bir toplum yalnızca inanan ve
inanmayanlardan müteşekkil değildir. Bir toplumda çeşitli inanç ve düşüncede insanlar
olabileceği gibi, kendisini inananlar içerisinde gizlemeye çalışan, ama gerçekte inanmayan
insanlar da bulunabilir. Bu insanlar, o toplum içerisinde farklı bir takım davranışlar
sergilerler. Bazen onların sergilediği bu yanlış davranışlar, gelişmekte olan İslam
Toplumunun çıkarları ve toplumun hassas olduğu can, mal ve ülke güvenliği açısından
tehlikeli de olabilir. Bütün bu sebeplerden ötürü bu topluluğun Kur’an tarafından tanıtılması
bir zaruret olmuş ve Kur’an da bu tanıtmayı, ancak onlar kendi davranışlarıyla kendilerini ele
verdikleri Medine ortamında ve yanlış adımlar attıkları yerde inen ayetlerle yapmış; kıyamete
kadar da bu tiplerin karakterlerini örnek olarak insanlara açıklamıştır.193
Hud, 11/1.; Yazır, a.g.e., c.IV, s.2751-2752.
Enfal, 8/67-69.
191
Yazır, a.g.e., c.IV, s.2433.
192
Bedir esirlerinin durumu ile ilgili rivayetler ve Enfal suresinin ilgili ayetlerinin sebeb-i nüzulü için bkz. Ebu’l-Fida
İsmail, İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, 1.bs., Kahire 200.c.IV, s.32-33.
193
Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, “Münafikün Süresi girişi”, c.VI, s.319-326.
189
190
41
3- Kur’an, indirildiği toplumda kendisini ilahi kitap olarak kabul etmeyenlere meydan
okumaktadır. Onlar, Kur’an’ı neden parça parça indiriliyor da, toptan bir defada indirilmiyor
diye eleştiriyorlardı.194 Kur’an’da onlara meydan okuyarak, eleştirdikleri Kur’an’ın benzeri
bir söz getirmelerini istiyor.195 Sonra miktarı sınırlandırarak, Kur’an’ın benzeri olan on sure
getirmelerini istiyor. Madem ki bu Kur’an’ı Peygamber uydurdu diyorsunuz, öyle isi gücünüz
yetiyorsa aynı şekilde uydurulmuş on sure de siz getirin; 196 on sure de getiremiyorsanız, hiç
olmazsa bir sure getirin. Bu hususta çağırabileceğiniz bütün yardımcılarınızı da yardıma
çağırın,197 diye bir meydan okumanın, ancak ilahi kaynaktan beslenen bir kitap tarafından
olabileceği şüphesizdir. Çünkü fesahat ve belagatta çok ileri oldukları bilinen bir toplumda,198
söz ustaları, fikir ve sanat erbabı eksik olmayacağına göre, ancak her şeyi ilmi ile ihata etmiş
birisi tarafından böyle bir meydan okuma olabilirdi.199 Ayrıca bir defada indirilen kitap için
bir defa meydan okuma söz konusu iken, parça parça indirilen bir kitabın meydan okuması,
her inen ayetiyle tekrarlanmış olacağından,200 hasımlarının gözünü korkutması; iddia ve
isnatların da daha ölçülü ve tutarlı olmaya dikkat etmelerinin sağlanması; hak olduğu besbelli
olan bir söz karşısında acziyetlerinin ortaya konulması ve her defasında Kur’an’ın mucize
olduğunun her inen ayetle onlara ispat edilmesi bakımından daha etkili olduğu muhakkaktır.
Kur’an, yaklaşık yirmi üç yılda bazen bir sure, bazen bir kaç ayet, bazen de bir ayetin
bir bölümü201 şeklindeki indirilişi sırasında pek çok olay da vuku bulmuş, vuku bulan olaylar
hakkında da ayetler indirilmiş: bazen olayın vukuu tekrar etmiş, bazen aynı ayetlerin benzeri
tekrar nazil olmuştur.202 Bütün bunların olduğu bir vakıa iken, Kur’an’ın ne ayetleri, ne de
sureleri arasında bir uyumsuzluğunun olmayışı, gerçekten Onun insan aklının bir ürünü
olamayacağının açık bir delili sayılabilir. Halbuki inanmayanların her platformda dillerine
doladıkları söz, onun bir başkası tarafından peygambere öğretildiğiydi.203 Eğer gerçek onların
dediği gibi olsaydı muayyen bir nizama bağlı olmaksızın, ciddi bir ihtiyaç veya umumi yahut
hususi bir hadise üzerine nazil olmuş olan ayetleri bir araya getirerek bir nizam dahilinde,
insicamlı bir tarzda bir sure meydana getirmek ne kadar mümkün olabilirdi? Örneğin bir
sureyi başından sonuna kadar inceleyen birisi görecektir ki, sureyi meydana getiren ayetler
194
Furkan, 25/32.
Tur, 52/34.
196
Hud, 11/13.
197
Bakara, 2/23; Yunus, 10/38.
198
Ahmed Mustafa Meraği, Tefsiru’l-meraği, 1.bs., Beyrut, Darü’l Kütübi’l-İlmiyye 1997, c.I, s.65.
199
Fahruddin Ebu Abdillah Muhammed b. Ömer er-Razi, Mefatihu’l-ğayb, Beyrut 1990, c.II, s.192-195.
200
Şihabüddin es-Seyyid Muhmud el-Bağdadi Alusi, Rulhu’l-meani fi tefsiri’l – Kur’an’i’l-Azım ve’s-seb’i’lmesani, Beyrut, 1985, c.I, s.192-195 .
201
Suyuti, a.g.e., c.I, s.57.
202
Suyuti, a.g.e., c.I, s.43-46; Zerkani, a.g.e., c.I, s.97-101.
203
Furkan, 25/4-5.
195
42
muhtelif zamanlarda, muhtelif sebeplerle inmiş olsalar bile, bu surenin bir defada mı, yoksa
müteaddit zamanlarda parçalar halinde mi indirildiğini asla fark etmesine imkan olmayacaktır.
Bunu Kur’an’ın tamamı için düşündüğümüzde, sureler arasındaki insicam için de
söyleyebiliriz.204 Halbuki bu kadar hacimli bir kitabın, bu kadar uzun bir sürede vücut
bulması, içerisinde bir takım çelişkilerin ve tutarsızlıkların bulunmasını kaçınılmaz hale
getirirdi. Çünkü bir ayet indikten sonra, sıralamada hemen arkasından gelen ayet, bazen yıllar
sonra inmiş olabiliyordu.205 Bu, bir sure için de böyle idi. Buna rağmen Kur’an’ın hem
ayetlerinin, hem de surelerinin böyle bir kusurdan arındırılmış olması, ancak onun ilahi
kaynaklı bir kitap olması ile izah edilebilir.206 İlahi hikmet, parça parça, kısım kısım, tedricen
indirdiği bu Kitapla, kıyamete kadar insanların elinde bir mucizenin bulunmasını murad
etmiş, bir çok yönden mucizevi özellikler taşıyan Kur’an’ın, bu özelliğini de hem devrindeki
insanlara bizzat müşahede ettirmiş, hem de daha sonraki insanlara şu hatırlatmaları yaparak
dikkatlerini çekmiştir: “Hala Kur’an-ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o Allah’tan
başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda bir çok tutarsızlıklar bulurlardı.”207 “Onlar Kur’anı hiç düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?”208
2.2. Peygamberin şahsı ve Tebliğinin Başarıya Ulaşması Açısından Kur’an’ın
Tedricen İndirilmesindeki Hikmetler
Peygamber, hayatının önemli bir bölümünü insanlara ulaştırılması gereken ilahi mesajı
ulaştırmakla geçirmiş, bunun için yapması gereken her şeyi yapmıştır. Gelen her bir vahiy, bir
taraftan ümmi peygamberi eğitiyor; Peygamber de her gelen vahyi, okuyup-ezberlemek
suretiyle zihnine nakşediyordu.209 Ona bizzat vahyin sahibi okutuyor, okuttuğunu bir daha da
unutturmuyordu.210 Bu sayede o, peygamberliği süresince atacağı her adımı ilahi vahye
endekslemiş oluyordu. Artık o, tebliğ edeceği dini ve kuracağı yeni toplumu vahiy temeline
204
Daha geniş açıklamalar için bkz. Muhammed Abdullah Draz, En Mühim Mesaj Kur’an, (trc. Suat Yıldırım), 3.bsk.,
İst., Işık Yayınları, 2003, s.222-233.
Bu konuda Bakara suresi ilginç bir örnek olarak incelenebilir. İçerisinde namaz, kıble, oruç, hac, kocası ölen
kadınların iddet durumu, talak, savaş, riba vb. daha pek çok konunun bir fikir silsilesi dahillinde anlatılması:
Örneğin bu anlatılanlardan kıblenin değiştirilmesi hadisesi ile müşriklerle yapılan ilk savaş, Hicretin birinci yılının
sonları ile ikinci yılının başlarında olmasına rağmen, borç ayeti ve riba ayetleri Peygamberliğin son yıllarında nazil
olmuştur. Bu iki konu arasında pek çok ayetler bir çok sebeplerle, çok değişik zamanlarda indirilmiş olmasına
rağmen. hem konuların, hem ayetlerin bir biri ile uyum içerisinde, bir birinden ayırt edilemeyecek bir bütün
oluşturması, sanki surenin topluca bir kerede inmiş gibi bir kanaat oluşturmaktadır. Konu ile ilgili daha geniş bilgi
için bkz. Dıraz, a.g.e. s, 233-370.
206 Draz, a.g.e., s.369-370.
207 Nisa, 4/82.
208 Muhammed, 47/24.
209 Kıyame, 75/16-19; Muhammed b. Ömer Zemahşeri, Tefsiru’l-Keşşaf an hakaiki’t-tenzil ve uyuni’l-ekavil fi
vücuhi’t-te’vil, Kahire 1977, c.IV, s.191.
210 A’la, 87/6.
205
43
oturtacak, vahiy nasıl hareket etmesini isterse o, öyle hareket edecekti. 211 Bir süre tebliğini
gizliden gizliye yürütecek, bir sır olarak aile fertleri ve çok samimi olduğu bir kaç arkadaşının
dışında kimse bilmeyecekti. Daha sonra o, gizli davetten aleni davete geçiş aşamasında, ilk
önce en yakın akrabasını uyarmakla emredilecek, O’da bu emri yerine getirecekti. 212 Sonra
davetini bir adım daha öteye taşıyacak, kavmini ve Mekke halkını uyarma görevini
üslenecekti.213 Onlar ilk sıralarda bunu basit bir fikir ayrılığı olarak görüp, ses çıkarmasalar da
sonradan durumun hiçte tasavvur ettikleri gibi olmadığını anlayacaklar214 ve bir dizi tedbirler
ve engellemelerle bu hareketi durdurmaya çalışacaklar; belki bunda bir an için başarılı
oldukları vehmine kapıldıkları bir sırada başarısız oldukları ortaya çıkacaktı. Çünkü onlar
aldıkları boykot kararlarıyla,215 kurdukları ölüm tuzaklarıyla ve haksız olarak inananları
yurtlarından çıkmaya zorlamalarıyla216 bir mesafe aldıklarına inandıkları bir sırada hicret,
ormana düşen bir kıvılcım gibi davet ufuklarını genişletecek, Peygamberin evrensel mesajı,
çeşitli kabileleri de aşarak dünya devletlerinin gündemine gelecek bir hal alacaktı. İşte bu
noktaya adım adım gidilmiş, zorluklar aşılarak varılmış, ilahi vahyin rehberliğinde hazırlık,
yönlendirme ve uygulama planları tedricen yürürlüğe konularak sabır, sebat ve azmin zaferi
elde edilmiştir.
Bu arka plan göz önünde tutularak Peygamberin şahsı ve tebliğinin başarıya ulaşması
açısından Kur’an’ın tedriciliğinin hikmetlerini şu şekilde sıralayabiliriz:
1- Peygamber’in şahsı açısından Kur’an’ın peyder pey indirilmesindeki hikmetler:
a- Peygamberimizin okuma yazma bilmeyen, ümmi bir insan olduğuna yukarıda işaret
etmiştik.217 Kendisine ağır bir sözün vahyedileceğinin bildirilmesi,218 gelecek olan ağır
emirlerin icrasına kabiliyet ve istidat kazanmak üzere, mücahede kuvvetlerinin terakki ve
inkişafı için bir takım ön hazırlıkların olmasını zorunlu kılmaktadır.219 Dolayısıyla okumayazma bilmeyen bir insanın ağır bir sözü birden bire değil de, parça parça telakki etmesi,
sözün o kişi tarafından kusursuz bir şekilde muhafaza edilmesinin teminine yönelik bir tedbir
anlamını taşıyacağı muhakkaktır. Çünkü o, indirilen her bir vahyi ezberlemek, ezberlediğini
211
Kırca, a.g.e., s.268.
Hicr, 15/94; Şuara, 26/214.
En’am, 6/92; Kasas, 28/59.
214
Muhammed Gazali, Fıkhu’s-sire, (çev. Resul Tosun). s.111.
215
Gazali, a.g.e. s.13.4-139
216
Enfal, 8/29-30.
217
Araf, 7/157.
218
Müzzemmil, 73/5.
219
Yazır, a.g.e, c.VIII, s.5429.
212
213
44
iyice anlamak, anladığını eksiksiz olarak anlatmak zorundaydı. Bu da tebliğ, tebyin ve temsil
görevinin bir gereği idi.220 Bunun için ona, vahyin sahibi tarafından, vahiy sırasında iki şeyin
teminatı verilmişti. Birisi, okutma ve okutulanı ezberletme (cem’); diğeri de, okutulup
ezberletilenlerin açıklanması (beyan)’ dır.221 Ayrıca okutmak ve okutulanı unutturmamak222 ta
bir diğer teminat olarak kendisine verilen ayrı bir özelliktir. Bütün bunlar, büyük
sorumluluğun (risalet görevi) yerine getirilmesi maksadıyla vahye tabi olmak223 ve gelen
vahyi insanlara aynen okumakla emredilen kişinin,224 onu bu sorumluluğa uygun gören otorite
tarafından225 bilgi ile donatma faaliyeti226 olsa gerektir. İlahi kaynaktan gelen bu bilgi akışının
sürekliliğinin sağlanması, ancak tedricen vahyin gelmesi ile izah edilebilir.
b- Vahiy yoluyla sürekli bilgi akışı gibi üstün bin meziyete kavuşturulan
Peygamber’in, ağır bir sözü her defasında telakki edebilmesi227 için kalbinin o yönde
kuvvetlendirilmesi228 gerekli idi. Bu sebeple ayetlerin peyder pey gelmesi, hem peygamberin
zihninde daha iyi yer ediyor, hem de her bir olayın ardından inen ayetlerin mahiyeti daha iyi
kavranabiliyordu. Bu sayede her inen vahiy ile birlikte Peygamber’in risaleti de adeta
yenilenmiş oluyordu. Bu durum, Peygamber’in psikolojik açıdan devamlı surette yenilenmesi
ve kalbinin manevi olarak güç kazanması demek olduğundan,229 ona ifade edilmesi güç bir
sevinç ve mutluluk veriyordu. Ayrıca yukarıda teminat altına alındığını söylediğimiz, inen
vahiylerin ezberlettirilmesinin (cem' (Kıyame, 75/17), burada (Furkan, 25/32) “li nüsebbite
bihi füadeke” lafzıyla ifade edilerek, “hıfz” diye manalandırılması),230 devamlı olarak yavaş
yavaş, tane tane okumasının istenmesi (tertil)231 yoluyla da kalıcılığı sağlanmış oluyordu.
Diğer taraftan vahiy getiren melekle Peygamber’in sürekli ilişki içerisinde bulunması,
Peygamber için “en güzel tefsire”232 her halükarda ulaşabilme fırsat ve imkanını temin
edebiliyordu. Bu da Peygamber açısından “tebyin” görevinin ifasını kolaylaştıran bir sebep
olarak düşünülebilir. Dolayısıyla Peygamber’in, peygamberlik görevi sırasında en büyük güç
220
Kutup, a.g.e, c.XV, s.386-387,392
Kıyame, 75/16,19.
222
Ala, 87/6.
223
En’am, 6/50,106; Araf, 7/203; Yunus, 10/109; Ahzab, 33/2; Ğafir, 40/9.
224
Ra’d, 13/30; Kehf, 18/27; Ankebüt, 29/45.
225
En’am, 6/124.
226
Peygamberlerin bilgiye ulaştırılmaları ile ilgili bir örnek olarak bkz. Kehf, 18/65-66.
227
Müzzemmil, 73/5; Haşr, 59/21.
228
Bu paragrafta sürekli olarak şu ayetin meali göz önünde tutulmalıdır; “İnkar edenler: Kur’an ona toptan bir defada
indirilmeli değil miydi? dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle (parça parça) indirdik ve onu
,dura dura, tane tane okuduk.” ( Furkan, 25/32).
229
Razi, a,g.e., c.XXIV, s.69; Zemahşeri, a.g.e.., c.III, s.91; Alüsi, a.g.e., c.XIX, s.15
230
Ebu Şame el-Makdisi, a.g.e., s.28.
231
Furkan, 25/32.
232
Furkan, 25/33.
221
45
kaynağının (vahiy sayesinde) Allah ile sürekli ilişki halinde olması ve bu ilişkinin sürekli ve
canlı tutulması olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu sayede o, inkarı mümkün olmayan bir
davranış bütünlüğüne ulaşmış oluyordu233 ki ibadet hayatından, ahlaki yaşantısına ve çevresi
ile olan sosyal münasebetlerinden, idari, askeri ve siyasi kararlarına varıncaya kadar bunun
örneklerini onda görebiliyoruz. Belki de bu sebeple o, inananlar için “örnek alınabilecek en
güzel kişi (üsve-i hasene)”234 olarak sunuluyor; verdiklerinin alınması (emrettiklerinin yerine
getirilmesi), yasakladıklarından sakınılması”235 bizzat Allah tarafından isteniyor ve o, Kur’an
ahlakı ile ahlaklanmış, “en yüce ahlak sahibi” diye Kur’an’ın pratikteki yaşayan canlı modeli
şeklindeki tanımlamaya müstahak görülüyordu.236 Bütün bunlar ancak peyder pey inen vahiy
sayesinde olmuştur. İlahi hikmet, peygamberini hem bu üstünlüklerle donatmak, hem de onu
bir model olarak insanlara sunmak istemiş, bunun için ona, eğitilmesinin, yetiştirilip davranış
bütünlüğüne kavuşturulmasının aracı durumundaki Kur’an’ı tedricen indirmiş, bu
üstünlüklere mazhar kılınan Peygamberin de bu zirveye ulaşması, inen vahye uygun olarak
tedricen olmuştur.
2- Peygamberin davet ve tebliği açısından Kur’an’ın peyder pey indirilmesinin
hikmetleri:
a- Öncelikle Peygamberin, gelen vahiyler doğrultusunda insanları dine davet etmesinin
aşamalarını zikretmemiz gerekir. Konuyu incelediğimizde görüyoruz ki, önce Peygamber
(sav) en yakın akrabalarını uyarmakla görevlendirilmiştir.237 Bu sayede inanmayanlar
muhalefet cephesini kurmadan ve sindirme faaliyetlerine girişmeden önce bir çekirdek kadro
oluşturulmuştur. Daha sonraki tepki ortamında bir taraftan mücadele edilirken, bir taraftan da
oluşturulan bu çekirdek kadronun eğitimi sağlanmıştır.238 Bu arada davet, Mekke sınırlarını da
aşarak çevre kabilelerde duyulacak bir yankı meydana getirmiştir. Bunun sebebi de “artık
sana bildirileni açıktan anlat ve bildir”239 emrini ihtiva eden ayetlerin inmesidir. Bu dönem
Peygamber’in ve onunla beraber diğer inananların azim, sabır ve çile yılları olmuştur. Nihayet
davete, bütün insanlığı kuşatacak genişlikte evrensel bir boyut kazandırılmıştır. Bu evrensel
davetle artık ulaşılabilen her yerde müşrikler, ehl-i kitap ve tüm inanç sahipleri davete
Kırca, a.g.e., s.217-218.
Ahzab, 33/2 l.
235
Haşr, 59/7.
236
Kalem, 68/4; İbn Kesir, a.g.e., c.VIII, s.214; Yazır. a.g.e., c.VIII, s.5269.
237
Şuara. 26/214.
238
Hamidullah, a.g.e., c.I, s.98; Kesler, a.g.e., s.238.
239
Nahl, l5/94.
233
234
46
muhatap kabul edilmişlerdir.240 Bu tedricen olmuştur. Diğer taraftan, akraba ve çevre ile
başlayan davet çemberi, daha Mekke yıllarında çevre kabilelere ve Taif gibi yakın komşu
illere, Habeşistan’a hicretle de komşu devletlere kadar genişletilmiştir. Bir taraftan da Medine
gibi komşu illerin heyetleriyle dirsek temasları sürdürülmüş, İslam’ın ön gördüğü kuralların
daha hür bir ortamda yaşanması ve Müslümanların baskı ve zulümlerden kurtarılması için
yeni bir üs aranmıştır.241 Bütün bunlar tedricen, adım adım gerçekleşen faaliyetlerdir ki, her
bir aşaması ilahi vahiy ile yönlendirilmiştir. Diğer taraftan davet alanı genişledikçe farklı
inanç ve düşüncede insanlarla karşılaşılmış, onların farklı talep, tehdit ve karşı çıkmaları
istikametinde yeni durum tespitlerinin yapılması zorunlu olmuştur. Dolayısıyla Peygamber
(sav), gelen vahiyler doğrultusunda bir taraftan davet, bir taraftan da karşı hareket
stratejilerini belirlemiştir. Bu söylenenler, Mekke müşrikleriyle başlayıp, Habeşistan Kralıyla
diplomatik ilişkiler bazında gelişen; Taifliler’in tepkisiyle bir an için her şeyin bittiğinin
sanıldığı bir sırada, Akabe görüşmeleriyle yeni bir boyut kazanan hicret öncesi durumun bir
ifadesidir. Bir de hicret sonrası Medine’de Ehl-i Kitab’ın tuzakları, farklı talep ve stratejileri;
münafıkların hareketleri, değişik bir mizaç ve karakter örneği oluşturmaları, bunlar karşısında
yeni tavırların belirlenmesini ve davranışlarının tahlil edilerek yeni birtakım tedbirlerin
alınmasını zorunlu kılıyordu.242 Bütün bunları ayrı ayrı zamanlarda, ayrı ayrı inen vahiylerle,
kendi ortam ve şartları içerisinde ele alarak, savaş, barış ve uluslar arası bir çok faaliyetleri de
içine alan çeşitli ilişkilerin, kendi doğal ortamları içerisinde değerlendirilmesini ifade eden
bir, mücadele aksiyonunu, Peygamberin davet ve tebliğ mücadelesi olarak adlandıracak
olursak, bu mücadelenin başarıya ulaşmasını da doğal olarak bir sebebe bağlamak
gerekecektir. İşte bu başarının doğal sebebi Peygamber’in tedricen inen vahye uygun olarak
atmış olduğu adımlardır.
b- Peygamber de bir insandır. Dolayısıyla onun da diğer insanlar gibi, düşmanları
tarafından aleyhinde söylenen sözlerden etkilenmemesi, elbette düşünülemez. Muhalifleri
tarafından kendisi hakkında yakıştırılan “şair”,243 “yalancı”,244 “iftiracı”,245 “büyülenmiş”,246
En’am, 6/92; Sebe, 34/28; Yazır, a.g.e., c.III, s.1980-1981, c.VI, s.3962.
Hamidullah, İslam Peygamberi, c.I, s.98.
242
Ehl-i Kitapla ortak inanç noktaları için bkz.Bakara, 2/136,-137, 285; Al-i İmran, 3/84; Hz. İbramim’in öne
çıkarılması için bkz. Bakara, 2/135; Al-i İmran, 3/65-68; kendilerindeki kitap kültürünü eleştiren ayetler için bkz.
Bakara, 2/89,101; Al-i İmran, 3/3-43,81; Nisa, 4/164-165; Maide, 5/19; Ehl-i Kitapla mücadelenin en güzel şekilde
yürütülmesine dair bkz. Al-i İmran, 3/113-115; Ankebut, 29/46; Bu davet tarzına olumsuz karşılık vermeleri ve
birtakım entrikalar çevirmeye başlamalarıyla tehdit dojazının artırılması ve sonuçta tüm bağların koparılması,
özellikle Yahudilere karşı dikkatli olunması ile ili ilgili bkz. Barka, 2/120; Maide, 5/51.
243
Enbiya, 21/5; Saffat, 37/36; Tur, 52/30; Yasin, 36/69; Hakka, 69/41.
244
Sad, 38/4; Kamer, 54/25; Ğafir, 40/27,37.
245
Hud, 11/35; Nahl, 16/101; Sebe, 34/43; Kasas, 28/36.
246
İsra, 17/47; Furkan, 25/8.
240
241
47
“büyücü”247, “cinlenmiş”248 gibi daha çok hasta ruhlu insanlara mahsus hallerle
nitelendirilmiş olması ve kendisinin böyle olmadığını çok iyi bilen insanlar tarafından bunun
yapılması,249 elbette Peygamberi son derece üzmüştür.250 Halbuki Peygamberin, davet
sırasında, düşmanları tarafından alaya alındığı için üzülmemesi,251 kendisine yapılan
eziyetlere karşı tahammül göstermesi, sıkıntılara göğüs germesi, hakkındaki iftiralarla
sarsılmaması gerekirdi. Bu sarsıntının olmaması için de onun korku ve endişelerinin bertaraf
edilmesi,252 Allah tarafından korunduğunun hissettirilmesi,253 mutlaka bir gün başarıya
ulaşacağına inancının pekiştirilmesi şarttı.254 Bu sebeple ona, öncelikle sabretmesi,255 bir
kısım insanların inanmamasından dolayı kendi kendini suçlamaması256 ve kendi
peygamberliği hakkında - kim ne söylerse söylesin - hiç bir tereddüde düşmemesi
öğütlenmiştir.257 Böylece Allah, tedricen indirdiği vahiylerle Peygamberine, yerinde ve
zamanında, durum ve şartların gerektirdiği biçimde yardımını göndermiş ve onu bu gibi
durumlar karşısında da hiç bir zaman yalnız, yardımsız ve çaresiz bırakmamıştır. Bu da ancak
tedricen inen bir vahiy ile mümkün olabilirdi ki, ilahi hikmet de vahyin böyle gelmesini
murad etmiştir. Bu bağlamda diğer peygamberlerin tebliğ metotlarının,258 çektikleri
sıkıntıların ve toplumlarıyla giriştikleri tevhid mücadelelerinin,259 parça parça gelen
vahiylerle, zaman zaman ve yeri geldikçe, alınması gereken ibret dersleriyle birlikte
peygambere anlatılması da,260 ayrıca onu teselli etmenin, azim ve iradesini güçlendirmenin bir
başka sebebi olarak zikredilebilir.261
2.3. Muhataplar Açısından Tedricilik Metodunun Hikmetleri
Yukarıda Kur’an ve Peygamber açısından tedricilik metodunun hikmetlerine bir
bütünlük içerisinde göz atmaya çalıştık. Ancak hükümlerin peyder pey yerleştirilmesi demek
olan tedriciliğin, bir metot olarak vahiy sürecini kapsamasının en önemli sebeplerinden
birisinin de vahyin tebliğine muhatap olan insanlar olduğu muhakkaktır. Çünkü bu insanların,
247
Yunus, 10/2; Sad, 38/4.
Hicr, 15/6; Saffat, 37/36.
249
Yunus, 10/16.
250
M. İzzet Derveze, Kur’anü’l-Mecid, (çev. Vahdettin İnce), İstanbul, Ekin Yayınları, 1997, s.45, 46.
251
Enbiya, 21/36; Furkan; 25/41.
252
Nahl, 16/128; Neml, 27/80; Lokman, 31/23; Yasin, 36/76.
253
Furkan, 25/31; Zümer, 39/36-38.
254
Tevbe, 9/40; Rum, 30/5,47.
255
Nahl, 16/127.
256
Kehf, 18/6; Fatır, 35/8.
257
Ra’d, 13/47; İsra, 17/77.
258
Nuh (as)’ın tebliği gibi, bkz. Nuh, 71/5-9.
259
Bu hususta özellikle Hud ve Şuara surelerine bakılabilir.
260
Nisa, 4/164; Hud, 11/120; Yusuf, 12/3; Kehf, 18/13; Taha, 20/99; Ğafir, 40/78.
261
Zerkani, a.g.e., c.I, s.49.
248
48
öncelikle eski inançlarını terk edip, yeni inancı kabul etmeye ikna edilmeleri, sonra da yavaş
yavaş bu inanç doğrultusunda yeni bir hayata alıştırılmaları söz konusudur. Bu sebeple
hükümlerin tedricen konulmansın muhataplar açısından hikmetlerini bu iki ana eksen
etrafında düşünmek gerekir. Buna göre:
1- Muhatapların, yeni vahiy ilkelerine inanmaya ikna edilmeleri açısından tedriciliğin
hikmetleri:
Yukarıda çeşitli vesilelerle işaret ettiğimiz gibi, vahye muhatap olan insanların da
eskiden beri inana geldikleri bir takım inançları vardı. Bunlar, çeşitli heykel ve figürleri tanrı
olarak kabul eder ve onlara taparlardı.262 Ayrıca melekler ve cinlerin tanrı ile ilişkileri
sayesinde bir takım tanrısal özellikler taşıdıklarına inanırlardı.263 Elbette bunların üstünde
aşkın bir yaratıcı olarak Allah’ın var olduğunu da inkar etmiyorlardı.264 Onlara göre bu
inancın tek delili vardı, o da atalarının bu şekilde inanmış olmaları idi.265
Yine onlar peygamberlik konusunda da yeterli bir bilgiye sahip değillerdi. Peygamber
olan kişinin mal-mülk (bağlar, bahçeler ve saraylar vb.) sahibi olması, yahut yiyip içmemesi
ve diğer insanlar gibi çarşı da pazarda gezip dolaşmaması gerektiğine inanırlardı. 266 Hatta bir
peygamberin, insan olmasına bir türlü akıl erdiremezler, olsa olsa bir meleğin ancak
peygamber olabileceğini söylerlerdi.267 Halbuki onlar Hz. İbrahim’i ve Hz. İsmail’i
biliyorlardı.268 Ayrıca bir çok peygamberin adını ve hayat hikayelerini de duymuşlardı.269
Buna rağmen onların peygamberlik hakkında yeterli bir bilgiye sahip olduklarını söylemek
oldukça güçtür.
İnançla ilgili bir diğer çıkmazları da ahiret ve hesap günü ile ilgili idi. Onlar bir türlü
yeniden diriltilmeyi ve hesaba çekilmeyi akıllarına sığdıramıyorlardı. 270 Dolayısıyla bu inanç
boşluğu, toplum hayatına olumsuz yönde yansıyor, maddi imkan ve kaba kuvvetin her türlü
zorluğu yenecek sihirli bir güç olduğuna inanılıyordu.271 Bütün bunların birden bire, yok
saymalarla ortadan kaldırılması mümkün değildir. Bu sebeple, Kur’an’a, Peygamber (sav)
262
Yunus, 10/17; Nahl, 16/73; Enbiya, 21/66-68; Furkan, 25/55; Kafirun,109/1-6.
Saffat, 37/149-158; Zuhruf, 43/19; Cin, 72/6.
264
Ankebut, 29/61,63; Lokman, 31/25; Zümer, 39/38; Zuhruf, 43/9,87.
265
Bakara, 2/170; Maide, 5/104; Araf, 7/28; Yunus, 10/78; Enbiya, 21/53; Şuara, 26/74; Lokman, 31/21.
266
Furkan, 25/7-9.
267
En’am, 6/9.
268
Bakara, 2/124-127; İbrahim, 14/35-39.
269
Derveze, a.g.e., s.140.
270
En’am, 6/29; Hud, 11/7; Nahl, 16/38; Yasin, 36/76-81; Casiye, 45/24-26; Mü’minun, 23/82-83.
271
Müddessir, 74/11-25.
263
49
vasıtasıyla muhatap olan insanlar, uzunca bir zaman sürecinde, tedricen, tüm ikna metotları da
kullanılarak inanç yönünden ıslah edilmişlerdir. Bunlardan kimisinin ikna olması, fazla delile
ihtiyaç olmaksızın kısa sürede olmuş,272 kimisinin ikna olması, daha uzun bir zamanda ve
daha çok delilin gelmesiyle mümkün olmuştur.273 Kimisinin, gelen vahiy doğrultusunda
inanmaya davet için bir çok kere ayağına gidilmiş, kimisi bizzat gelerek gerçeği sorup
öğrenmek suretiyle kabul etmiştir. Nihayet din tamamlandığında, vahyin nazil olduğu
ortamda ayrı ve aykırı hiç bir inanç kalmayacak şekilde insanlar, Kur’an’ın öngördüğü inanç
esaslarını kabul etmişlerdir.274 İşte ilahi hikmet onları bu inanç çizgisine tedricen ulaştırmıştır.
Onlar da ancak bu metotla ikna olmuşlardır.
2- Kur’an’ın öngördüğü inanç esaslarını kabul eden insanların, yine Kur’an tarafından
ön görülen yeni bir hayata intibak etmeleri ancak tedricen mümkün olmuştur.
Hiç şüphesiz inançların insanların yaşantılarına, örf ve adetlerine etki etmesi doğaldır.
Diğer bir ifadeyle insanların inandığı gibi yaşamalarında yadırganacak bir yön olmamalıdır.
Bu nedenle çok tanrılı bir inancın yaşam biçimi ile tevhid anlayışına dayalı bir inancın yaşam
biçimi arasında da doğal olarak farkların olacağı açıktır. Nasıl ki insanlar inançlarını
değiştirmek için ikna edilmeye muhtaç ise, yaşantılarını ve alışkanlıklarını değiştirmek için de
zamana ve bu zaman içinde yeni yaşam biçimine alışmaya muhtaçtır. Kalıcı olan, örfleşmiş
veya toplum tarafından benimsenmese de bir şekilde yozlaşma ve dejenerasyonun ahlakı
kimliğini taşıyan yaşam tarzlarını birden bire silip atmak veya yok farz etmek imkanının
olmayışı, muhataplara göre bir metodu ön görmektedir.275 İşte bu metot, Kur’an’ın emir ve
yasaklarının, muhatap durumunda olan insanlara, eski alışık oldukları yaşantılarından yavaş
yavaş kurtarılarak, yeni inanç doğrultusunda yaşamalarını sağlayacak tarzda sunulmasıdır. Bu
sunulan hayat modeli akla ve sağlığa aykırı olmadığı gibi evrensel ölçülere de uygundu. Yine
bu model karşılıklı saygı, merhamet, kardeşlik ölçülerini esas alarak hak, adalet ve hürriyet
ilkelerini ön plana çıkarması açısından eski yaşam biçimiyle oldukça farklılık arz ediyordu.
Onun için bu farklılıkların birden bire değil de tedricen ortadan kaldırılması ilahi hikmet
açısından insanların maslahatlarına daha uygun bulunmuştur.276 Namazdan oruca, içki
yasağından, zina yasağına, zekatın farz kılınışından, ribanın yasaklanışına, nikah ve talak
272
Hamidullah, a.g.e., c.I, s.88-95.
Hamidullah, a.g.e., c.I, s.262-270.
274
Hamidullah, a.g.e., c.I, s.272-277.
275
Muhammed b. Muhammed Ebu Şehbe, el-Medhal li diraseti’l-Kur’ani’l-Kerim, Beyrut 1992, s.68.
276
Kurtubi, a.g.e., c.XIII, s.29; Zerkani, a.g.e, c.I, s.50.
273
50
konusundaki düzenlemelere kadar pek çok konuda tedriciliğe riayet edilmesi; 277 bunlarla ilgili
emir ve yasakların birden bire değil de, durum ve şartlara göre, maslahatlar göz önünde
bulundurularak hazırlama, yönlendirme, sınırlandırma ve hüküm koyma şeklinde merhale
merhale gelmiş olması, “insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmet”278 in aşama aşama vücut
bulmasını sağlamıştır. Bu da “cahili” bir toplumun “hayırlı bir ümmet”e dönüştürülüş
hikmetini ifade eder.
Bir de bunlara ilave olarak şunu tekrar belirtmemiz gerekir ki, gelen vahyin ilk
muhatapları genellikle ümmi insanlardı. Okuma yazma bilmedikleri gibi, bir çoğunun statüsü
gereği okuma yazma bilmesine ne imkan, ne de zaman olabilirdi.279 Onlar öncelikle ezber
kabiliyetlerine güveniyorlardı. Bu nedenle kendilerine ulaşan vahiy parçalarını büyük bir şevk
ve heyecanla ezberliyorlardı. Hatta bu konuda aralarında gıpta edilecek bir yarış
sürdürüyorlar, bir birlerine ne kadar ayet ezberlediklerini soruyorlar; ezberledikleri ayet
sayısına göre aralarında bir fazilet ve liyakat ölçüsü bile belirleyebiliyorlardı. Hiç şüphesiz
Peygamber (sav) de bu konuda onları teşvik ediyor, bundan da oldukça müspet sonuçlar
alınıyordu.280 Yine bu insanların çeşitli zamanlarda, çeşitli konuları sorup öğrenmek gibi
ihtiyaçlarının olabileceği de tabi idi.281 Ayrıca ilk günden itibaren onlar da Peygamberle
birlikte bütün olumsuzlukları, sıkıntıları ve işkenceleri yaşıyorlardı.282 Bu uğurda canlarını,
mallarını ve ailelerini ortaya koymuşlardı.283 Yani bir anlamda vahiy sürecindeki her bir
olayın merkezinde, ya İslam’ı kabul etmiş, veya o anda karşı çıktığı halde daha sonra kabul
edecek olan veya tamamen küfür ve inatla islama karşı koyan bir kimse vardı.284 Bunlardan
birinci grupta olanlarla ikinci grupta olanlar bizim için önem arz etmektedir. Çünkü birinci
grupta olanlar günden güne çoğalırken ikinci grupta olanlar azalıyordu. Bir başka deyişle,
ikinci grupla üçüncü grup, günden güne sayıları artan birinci gruba bir taraftan eleman katkısı
yapıyor, bir taraftan da kin ve nefretle saldırıyor, işkence ve eziyetin her çeşidini yapıyorlardı.
Dolayısıyla peygamber kadar, bu saldırıların hedefi haline gelmiş olanların da teselliye ve
psikolojik yönden güç kazanmaya ihtiyaçları vardı.285 Bir başka açıdan bakıldığında onlar
277
Nuruddin Itr, Ulumu’l-Kur’ani’l-Kerim, Dımeşk 1993, s.33.
Al-i İmran, 3/110.
279
Burada ilk Müslüman olanlardan kölelerin durum ve statülerine işaret etmek için bu ifadeyi kullandık.
280
Cuma, 62/2; Zerkani. a.g.e., c.I, s.49, 197-201.
281
Itr, a.g.e., s.32.
282
Mü’minun, 24/109-111; Mutaffifin, 83/29-33; Ayrıca yine bkz. İbn Kesir, a.g.e., c.VIII, s.375; Yazır, a.g.e., c.VIII,
s.5665-5667.
283
Tevbe, 9/23; Mücadele, 58/22; Haşr, 59/8.
284
Şu üç ismi örnek olarak zikretmemizin ifademizi delillendirmek açısından yeterli olacağını düşünüyoruz. Hz. Ebu
Bekir, Hz. Hamza ve Ebu Leheb. Özellikle bu sonuncudan ta işin başında ümit kesilmiştir. bkz. Tebbet (Leheb),
111/1-5.
285
Nahl, 16/41-42, 110; Nur, 24/55; Hamidullah, a.g.e., c.I, s.87-172.
278
51
toplumda azınlıktan çoğunluğa yavaş yavaş ulaşmışlardı.286 Sosyal çevre ilişkileri bu
bakımdan onlar için son derece önemli idi. Çünkü bu ilişkiler bir taraftan akraba ilişkileri,
diğer taraftan tebliğ ve davet ilişkileri şeklinde idi.287 Bütün bu sosyolojik ve sosyopsikolojik gerçekler bir arada düşünüldüğünde, vahyin tedricen indirilmesinin hikmetini, bir
anlamda parça parça tuğlalarla - ki ayrı ayrı her bir parçası çimento maharetiyle kaynaştırılmış
olan - bir saray inşa etmek gibi bir fonksiyonun icrasında, her bir safhası ince ince tasarlanmış
bir planın uygulaması olarak düşünebiliriz. Şu ayetten de böyle bir anlamın çıkarıldığını
görüyoruz. “Hem onu Kur’an olarak, insanlara dura dura okuyasın diye (ayet ayet, sure sure)
ayırdık ve onu (usulden furua doğru, insanların hertürlü maslahat ve ihtiyaçlarına ve meydana
gelen olayların seyrine uygun bir tarzda)288 tedricen indirdik.289
286
Enfal, 8/26.
Ankebut, 29/8; Lokman, 31/14-15; Ahkaf, 46/15.
288
Yazır, a.g.e., c.V, s.3213.
289
İsra, 17/106.
287
52
53
III. BÖLÜM
3.TEDRİCİLİĞİN PSİKOLOJİK VE SOSYOLOJİK BOYUTU
3.1. PSİKOLOJİK FAKTÖRLER VE FERDİ FARKLILIKLAR
Toplum, birbirinden farklı fertlerden meydana gelmiştir. Eğer insanlar birbirlerinden
ayrı vasıflara sahip olmasalardı, psikologların işi çok basitleşir, bir kişinin incelenmesi ile
varılan neticeler, kolaylıkla diğerleri için de geçerli olurdu.290
Eğitim çalışmalarında başarılı olabilmek için, insanın temayüllerini, mizaç ve
kabiliyetlerini bilmek gereklidir. İnsanın bilgi derecesini, hırsını, tatmin noktasını veya
tatminsizlik sebeplerini, heyecanlarını, sevincini, endişesini, ümit ve korkularını, direnme ve
dayanabilme gücünü sebep ve neticeleriyle bilmek şarttır.291 Ferdi farklılık, modern
psikolojinin en çok üzerinde durduğu konudur.292 Eğer ferdi farklılıklar dikkate alınmazsa,
insanlara büyük adaletsizlik yapılmış olur. Bu adaletsizlik her sahada kendini gösterir. Mesela; insanları yönetmek, problemlerini tanımak ve çözmek, kişiliklerine uygun düşen iş ve
davranışlara sevk etmek mümkün olmaz.
Burhaneddin Canatan, Eğitim Psikolojisi, Konya 1967, s.74.
Halis Ayhan, Din Eğitimi ve öğretimi, Ank.1985, s.28.
292
Cavid Binbaşıoğlu, Ölçme ve Değerlendirme, Ank.1978, s.9.
290
291
54
Ferdi farklılık, bugün üzerinde en çok durulan eğitim prensiplerindendir. Batılı
eğitimciler bu gerçeği çok geç kavramışlardır. İslam eğitimcileri ise, bu tabii vasfın daima
farkında olmuşlardır.293 İbn-i Sina (980/1037), öğretimde öğrencinin kabiliyetlerine dikkat
edilmesini, hangi sahada kabiliyetli ise, o tarafa yöneltilmesini müdafaa eder.294 İbn-i Haldun
(1332-1406), ırk, cinsiyet, çevre, irsiyet ve yaş gibi ferdi farklılığın bütün unsurlarına dikkat
çeker. Bilhassa öğretimde çevre faktörünün meydana getirdiği farklılığın önemi üzerinde
durur.295 Gazzali (1055-1111) ise, eğiticinin vazifelerinden birinin de öğrenciye, kabiliyeti
ölçüsünde hitab etmesi, aklının kavrayamayacağı ve nihayet nefret edeceği incelikleri
açmaması olduğunu ifade eder.296
İslam eğitimcilerinin bu gerçeğin farkında olmalarının sebebi; bu esası Kur’an ve
Sünnet’te görmeleridir. Çünkü Kur’an ve Sünnet’te öğrencilerin kabiliyetlerinin farklılığına
işaret edilerek eğiticiler uyarılmıştır. Bunun manası, kabiliyetlerin bilinmesi ve ferdin
kabiliyetine uygun düşen konulara - zorlama ve baskı yapılmadan - yöneltilmesidir.297
Kur’an da Hz. Muhammed (sav)’e Ashap’la istişare yapması emredilmiştir.298 İstişare,
bir konu hakkında fikirlere başvurmaktır. Bu da gerçeğin ortaya çıkarılması için farklı
görüşlere işaret edilmesinin gerekliliğini ortaya koyar. Farklı görüşler ise, farklılığı bulunan
kişilerce ortaya atılabilir.299
Yine Kur’an da, herkesin kapasitesi ölçüsünde mesul olduğu bildirilmektedir.300 Söz
konusu ayette; “Rabbimiz! Güç yetiremediğimizi bize yükleme”
301
şeklinde bir duanın
öğretilmesi de dikkat çekicidir. Yani; ferdi farklılığın dikkate alınması için dua etmek, bir
nevi Kur’an’ın tavsiyesidir.
Birbirlerinden bir çok yönlerden ayrılıklar gösteren fertlerin varlığını kabul etmek,
eğitim işinin bir takım esaslar dahilinde yapılmasını zorunlu kılar.302 En azından öğretimde
kullanılan çeşitli metotların esnek olmasını gerektirir.303
Macid Ursan Keylani, Tatavvuru Mefhumi’n-Nazariyyeti’l-İslamiyye, Amman 1979, s.56.
M.Atiyye Abraşi, et-Terbiyyetu’1 İslamiyye, Mısır 1975, s.56.
295
ibn-i Haldun, a.g.e., c.II, s.442-452.
296
Gazzali, İhya-u Ulumi’d-Din, Mısır 1939, c.I, s.63.
297
Keylani, a.g.e., s.56.
298
Al-i İmran, 3/159.
299
Abdullah Özbek, Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed, Konya 1988, s.97.
300
Bakara, 3/286.
301
Özbek, a.g.e, s.98.
302
Ömer Mart, Eğitim Psikolojisi, İst.1952, s.141-158.
303
Özbek, a.g.e., s.141-158.
293
294
55
Hz. Peygamber’in sünnetinde de ferdi farklılığı gözetme önemli bir prensip olarak
karşımıza çıkmaktadır. Biz bu prensibin tedric’le ilişkisi üzerinde duracağız. Bizim değerlendirmemize göre Hz. Peygamber, hem fert planında, hem de cemiyet planında, tedric metodu
uygulamıştır. Bu konuda, ferdi farklılıkları gözetmede tedric prensibinin uygulanışını
inceleyeceğiz.
Hz. Peygamber bu meseleyi bi’set’in başlarından beri göz önüne almıştır. Şu rivayet
bu hususla ilgilidir: “Resulullah (sav) bir ziyaretinde, Hz. Cebrail (as)’a : “Ben ümmi bir
ümmete gönderildim. İçlerinde yaşlı kadınlar, ihtiyar erkekler var, genç kızlar, delikanlı
oğlanlar, hiç kitap okumayan katı adamlar var! Ne yapacağım?’ diye endişesini açıklar.
Hz.Cebrail: Kur’an yedi harf üzerine inmiştir” der.304
Böylece Kur’an’da bütün muhatapların anlayışına uygun gelecek üslup ve mana
derecelerinin olduğunu haber vererek Resulullahı teskin eder.305
Bu meziyete sahip Kur’an-ı insanlara tebliğ eden Hz. Peygamber, cemiyetin fertlerini
İslamiyet’e davetinde, söz ve fiilleriyle Kur’an’daki meselelere getirdiği açıklamalarda,
onların sahip olduğu seviye, mizaç ve kabiliyetlerini, içinde bulundukları zaman ve mekan
şartlarını gözetmiş, uygulamalarıyla bir takım kaideler ortaya koymuştur. Şimdi bu kaideleri
tek tek ele alarak inceleyeceğiz:
3.1.1. Fertlerin Akıl ve Bilgi Seviyesine Göre Hitab Etme
İnsanlar yaradılıştan bazı farklılıklara sahihtirler. Bunlardan birisi zihni kabiliyetler
arasındaki farklılıklardır. Zihni kabiliyet, fertlerin sinir sistemlerinin yapıları arasındaki
doğuştan gelme farkları ifade eder. Bütün insanlar eşit yaratılmamışlardır. Hiç bir terbiye
sistemi ve tahsil derecesi zihni kabiliyetteki bu biyolojik farkı tamamıyla giderememektedir.
Her cemiyette, muhakkak zihni kabiliyet bakımından daima diğerlerine üstün gelen, onların
önünde giden, cemiyetin problemlerini daha iyi kavrayan insanlar bulunacaktır.
Yaradılıştan gelen zihni kabiliyetin gelişmesi, bilgi ve idrak seviyesinin ilerlemesi
üzerinde içinde yaşanılan çevre ve kültürün de önemli tesirleri vardır. Akıl ile tabir ettiğimiz
anlama, kavrama ve doğru hükme ulaşabilme kabiliyeti, bu vasfını büyük ölçüde doğuştan
getirir. Ancak, ilerleme ve seviye kazanmasında bahsi geçen unsurların da önemli rolleri
304
305
Tayalisi, Müsned, Mısır 1372 H. s.73.
Canan, a.g.mk., s.4.
56
vardır. Bilgi dediğimiz zihindeki manevi malzeme ise, tamamen doğumdan sonraki hayat
safhalarında kazanılır.
Muhataba bir meseleyi anlatırken, onun akıl ve bilgi seviyesi göz önüne alınmalıdır.
Seviyesine göre hitab edebilmek için de muhatabı tanımak gereklidir. Eğitim açısından insanı
tanımanın önemi büyüktür. İnsanların bilgi ve idrak seviyelerini hesaba katmadan herkesten
aynı anlayışı bekleyerek herkese aynı metodu uygulamak, gerçekleri hiçe saymak demektir.306
Seviyelerin bilinmesi, problemlerin çözümünü kolaylaştırır. Seviyeler dikkate
alınmadan yapılacak rehberlikler de bir fayda temin etmez. İnsanlara, bir şeyin doğrusunu
söylemekle iş bitmiş olmaz; akıllarını da vardırmak gerekir. Böyle öğrenilen bilgiler, kişilere
güven duygusu kazandırır.307
İşte, muhatabın akıl ve bilgi seviyesine göre hitap, Hz. Peygamberin risalet vazifesini
yaparken takip ettiği bir metottur. Bunu kendi uyguladığı gibi ashabına da emretmiştir. Hz.
Aişe (ra)’dan gelen bir rivayet şöyledir: “Aleyhissalatu ve’s-Selam halka, akıllarının
derecesine göre konuşmamızı emrederdi.308 İbnu Abbas (ra)’dan gelen bir rivayet de şöyledir:
“Ümmetime hadislerimden akıllarının alabileceklerini rivayet edin! Aksi halde onları fitneye
atarsınız.”309 Bir başka rivayette sebep olunacak fitnenin ne olduğu açıklanmıştır: “İnsanlara
anlayacakları şeylerden konuşun. Aksi takdirde, bu, onları Allah ve Resulünü yalanlamaya
sevk eder. Herhalde bundan hoşlanmazsınız.310 İbnu Abbas, Hz. Peygamber’in bu ihtarı
sebebiyle, halktan, pek çok meseleyi gizlemiş, onları sadece ilim ehline rivayet etmiştir.311
Bu hususta mevcut çok sayıdaki misallerden birkaç tanesini burada zikredelim:
1- Resulullah Ehl-i Kitab olan Necran papazlarına yazdığı mektuba şöyle başlar: “Hz.
İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakub Aleyhimu’s-Selam’ın ilahının adıyla...” Resulullah bu
ifadesiyle, onların haklarında bilgi sahibi oldukları peygamberlerin isimlerini zikretmiş, aynı
zamanda onların peygamberliklerini tasdik makamında bir ifade kullanmış, onları bu
vazifeyle gönderen İlah’ın kendisini de aynı vazifeyle tavzif ettiğini ima etmiş, böylece
Beyza Bilgin, İslam’da Eğitimin Temeli Olarak Sevgi, Ank. (t.y.), s.31.
Özbek, a.g.e., s.100.
308
Münavi, Feyzu’l-Kadir, Beyrut 1391 H., c.II, s.2l5.
309
Acluni, İsmail b. Muhammed b. Abdil Hadi el- Cerrahi, Keşfu’1-Hafa, 1.bsk., Beyrut, Daru’lKütübi’l-İlmiyye, 1997, c.I, s.196.
310
Münavi, a.g.e., c.III, s.377.
311
Acluni, a.g.e., c.I, s.196.
306
307
57
onlarla birleştikleri bazı ortak noktalara işaret etmiştir. Bu tür bir üslup, muhatapların İslam’a
yakınlaşmasını sağlamaya yöneliktir.
2- Ebu Temime el-Cüheyni: “Hangi şeye dua ediyorsun?” diye sorunca Resulullah,
onun anlayacağı sıfatları zikrederek cevap verir: Sana bir zarar gelince, onu kaldırması için
dua ettiğin, arazine kuraklık vurduğu zaman bitkini çıkarması için yalvardığın, herhangi bir
şeyin çölde kaybolunca onu sana iade etmesi için yakardığın Zat-ı Zül celal’e dua da
bulunuyorum.312 Arazi ve hayvanlarla meşgul olan bu şahsa, günlük hayatta iç içe bulunduğu,
alışık olduğu ve haklarında bilgi sahibi olduğu varlıkların tasviriyle cevap vermiş ve meseleyi
anlamasını kolaylaştırmıştır.
3- Beni Fezare’den Damdam ibnu Katade gelip karısının siyah bir çocuk doğurduğunu
söyleyerek hanımından zina şüphesini ima eder. Rasululalah’la aralarında şu konuşma geçer:
-Senin develerin var mı?
-Evet!
-Renkleri nedir?
-Kır.
-Aralarında boz renkli de var mı?
-Evet, boz olanlar da var.
-Peki bu bozlar için ne dersin (nereden geldiler)?
-Belki de bir damara çekti.
-Öyleyse senin çocuğun da bir damara çekmiş olabilir.313
Hz. Peygamber burada, adamın bilgi seviyesine azami derecede dikkat etmiştir. Her
gün meşgul olduğu, pratikte ilgilendiği develerden misal getirmesi, problemin çözümünü
kolaylaştırmıştır.314
Selef büyükleri bu meselede oldukça ihtiyatlı davranmışlardır.315 İbn Mes’ud: “Sen,
bir cemaate akıllarının anlamayacağı bir şey söylersen, mutlaka bu, bir kısmına fitne olur”
demiştir.316 Ebu Hureyre: “Ben Rasulullah’tan iki kap dolusu hadis belledim. Bunlardan birini
İbnu’l-Esir, İzzüddin Ebu Hasan Ali b. Muhammed el-Ceziri, Üsdu’l-Gabe, 1.bs, Beyrut, Daru’l Marifet,
1997, c.VI, s.4l.
313
Buhari, Talak, 26.
314
Özbek, a.g.e., s.101.
315
Canan, a.g.mk., s.8.
316
Müslim, Mukaddime, 5.
312
58
halka yaydım. Ötekine gelince, şayet onu yaymış olsam şu gırtlak kesilirdi.” demiştir.317
İmam Malik, Cenab-ı Hakkın sıfatlarıyla ilgili hadisleri; Ebu Yusuf, “Garaib”e giren hadisleri
ulu orta rivayet etmeyi mekruh saymışlar, hoş karşılamamışlardır.318 Hasan-ı Basri,
Resulullah’ın Ureyneliler’e verdiği ceza ile ilgili hadis, Enes’in Haccac’a rivayetini hoş
karşılamamıştır. Zira Haccac, Müslümanların kanını dökmede onu esas almış, hiçbir fıkhı
usule dayanmayan hükümler çıkarmıştır.319
Görülüyor ki Rasulullah, fertlerin akıl ve bilgi seviyesine göre hitap etmeye azami
derecede dikkat etmiştir. O’nun bu uygulamalarından biz, tedric açısından şunu anlıyoruz:
Fertlerin akıl ve bilgi seviyesi gelişmeye tabidir. Her ferdin, hem seviyesi farklıdır, hem de
akıl ve bilgi seviyesinin gelişme seyri farklıdır. Bu gelişme seyri, ferdin fıtratı, çevre şartları
ve içinde bulunduğu imkanlara göre değişik farklı sürelerde gerçekleşir. Müddeti ne olursa,
her fertteki gelişme tedricen olur. Ferdin akıl ve bilgi seviyesindeki bu tedrici gelişme göz
önüne alınmalı; seviyeye göre konuşulmalı, bilgiler verilmeli ve seviyenin ilerlemesine
paralel olarak hitap ve bilgilendirmede derece yükseltilmelidir.
3.1.2. Fertlerin Dil ve Kültürüne Göre Hitabetme
Hz. Peygamber bütün peygamberler gibi, kavminin dilini çok iyi bilmekteydi.320
Şüphesiz bu, O’nun tesirini arttırmaktaydı. Çünkü iletişim vasıtaları arasında en güçlüsü
dildir.321 Bundan dolayı Allah Resulü muhataplarına hitab ederken, onların anlayacağı bir dil
kullanmıştır.
O’nun muhatapları gerçi Arap idi, hepsine Arapça ile hitab ediyordu. Ancak, Arapların
kendi aralarında lehçe farkları vardı. Günlük olarak kullanılan kelimeler ve hatta kelimelerin
kullanılış tarzı bir lehçeden diğerine, zaman zaman birbirlerini anlamada zorluk çıkaracak
kadar ciddi farklılıklar arz ediyordu. Rasulullah her defasında muhatabının anlayacağı üslup
ve kelimeleri kullanıyordu. Hz. Ali, O’nun, Beni Nehd heyetine konuşmasını dinleyip
anlamada zorluk çekince şöyle demişti: “Ey Allah’ın Resulü, Sen ve ben; biz aynı babanın
evlatlarıyız ( Aynı beldede yetiştik ). Fakat senin Arap heyetlerine, çoğunu anlamadığımız
bir dille konuştuğuna şahit olmaktayız!”322
İbnu Hacer, Ahmet b. Ali el-Askalani, İsabe, 1.bs., Beyrut, Daru’l Kütübi’l-İlmiyye, 1995, c.IV , s.208.
İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Şerhi, Ank., Akçağ Yayınlrı, 1988, c.X, s.508.
319
Canan, a.g.mk., s.8.
320
İbrahim, 14/4.
321
Özbek, a.g.e. , s.156.
322
İbnu’l-Esir, en-Nihaye fi Garibi’l-Hadis, Kahire 1383 H., c.I, s.4.
317
318
59
Fertlere hitab ederken, “kültür” ile tarif ettiğimiz; insanların duygu, düşünce ve
zevkleriyle bunların ortaya çıkmasına vasıta olan varlık ve hadiseleri, değer ölçülerini, meşgul
oldukları iş, sanat ve eşyayı, kısacası, onların hayatlarının bir parçası olan ve hayatlarına bir
tarz, bir üslup veren şeyleri bilmek de gereklidir. Fertlerle konuşurken maksadı anlatmak için
bunların bahse konu olması, diyaloğun daha kolay sağlanmasını, bir yakınlaşma ve samimiyet
atmosferinin meydana gelmesini temin eder.
Her iki hususa da işaret eder mahiyette şu ifadelere yer verilebilir: Rasulullah,
Araplara aşiret ve kabile farklarına, oymak boy ve hatta hanedan ayrılıklarına göre farklı hitab
eder, her birinin anlayabileceği hususları ve bildikleri şeyleri mevzubahis ederek onlarla
konuşurdu.
Yine burada, Rasulullah’ın gösterdiği davranış örneklerine yer verelim:
l- Beni Sa’d heyetiyle Rasulullah’a gelen Muhammed b. Atiyye: “Allah Resulü (sav)
bana, bizim lehçemizle hitabetti.”323
2- Habeşistan’da doğmuş Ümmi Halid’e bir hırka giydiren Rasulullah, “Yakıştı,
yakıştı!” makamında: “Senah, senah!” ifadesini kullanmıştır. Şarihler, kelimenin Habeş’çe
olduğunu ve “Çok güzel!” manasını taşıdığını belirtirler.324
3- Abdu’l-Kays Kabilesi’nin elçileri gelip kendilerine uygun içeceklerin hangisi
olduğunu sorarlar. Hz. Peygamber: “Nakir’de bulunanı içmeyin” der. “Nakir”i bilip
bilmediğin sorulunca: “Evet, biliyorum; hurma ağacından yapılan, ortası delik bir kaptır”
şeklinde cevap verir.325 Burada, onlar tarafından yapılıp kullanılan ve onların kültüründe
mevcut olan bir kaptan bahsederek meseleyi anlatmıştır.
4- Bir keresinde Tayy Kabilesi’nden Adiyy b. Hatem eman dilemek üzere Hz.
Peygamber’in huzuruna gelir. Hz. Peygamber O’na üç kere: “Ey Adiyy! Müslüman ol ki,
selamette olasın” der. Adiyy ise: “Benim dinim var” diye karşılık verir. Hz. Peygamber’in ;
“Ben senin dinini senden daha iyi bilirim” demesi üzerine Adiyy; “Dinimi benden daha iyi
biliyorsun öylemi?” diye hayrete düşer. Bunu üzerine Hz. Peygamber : “Sen Rakusiyye (
Hrıstiyanlık ile Sabiilik arası bir din) dininde değil misin ve sen, kavminin elde ettiği
324
325
Azimabadi, Avnu’1-Ma’bud, Medine 1968, c.XI, s.66.
Müslim, İman, 28.
60
ganimetin dörtte birini almıyor musun?” diye sorunca, “Evet, öyle!” der. Sonra Hz.
Peygamber: “Halbuki bu yaptığın senin dininde caiz değildir” şeklinde bir açıklama yapar
Neticede, Adiyy Müslüman olur.326 İnsanların sahip oldukları inançlar ve onların gerekleri,
bunların fiiliyata geçirilmesi kültür içinde mütalaa edilen şeylerdir.327 Bunların doğru olup
olmadığı ayrı bir meseledir. Allah Resulü, bu misalde; muhatabının sahip olduğu kültüre ait
bazı hususlardan bahsederek bunları İslam’a davet için bir vasıta yapmıştır. Muhataba
konuştuğu dil ve lehçe, sahip olduğu kültüre göre hitabetme meselesinin tedric’le ilişkisini de
şu şekilde değerlendiriyoruz: Kendine has yüksek bir mana ve ifade üslubuna sahip dini
meseleleri, her ferdin dil ve kültür seviyesine inerek uygun bir tarzda anlatma; dolaylı olarak,
fertlerdeki tedrici gelişmeyi gözetmek demektir. Çünkü zamanla fert birtakım şeyleri
kavradıkça, bu yüksek seviyedeki mana ve ifade tabakalarına yavaş yavaş çıkarılmaya
çalışılacaktır. Meseleyi ikinci bir bakış açısıyla da şu şekilde değerlendiriyoruz: İslamiyet
insanlar arasında yayıldıkça, insanlar eski hayat tarzlarını yavaş yavaş terk etmişler, dini bir
hayatın içine girmeye başlamışlardır. Nüzulü parça parça gerçekleşen Kur’an’ın insanlara
verdiği malumat ve indirdiği hükümlere paralel olarak da Sünnet bir takım açıklamalar ve
uygulamalar getiriyordu. Bu iki kaynaktaki esaslar insanlarca yaşanmaya başladıkça,
kendiliğinden yeni bir kültür ortaya çıkmaya başlamıştır. İnsanlar, İslam’a aykırı olan bir
takım örf, adet, gelenek, giyim-kuşam, yiyecek içecek, düşünce inanış gibi şeyleri terk
etmişlerdir. İnsan psikolojisinde bir şeyin terki ve kazanılmasının tedrici olarak gerçekleşmesi
esası vardır. İnsanlar tedrici olarak istenilen seviyeyi yakalayana kadar, onlara tedrici olarak
kendi dil, lehçe ve kültürlerine göre hitabetmek gereklidir.
3.1.3. Fertlere İçtimai Seviyelerine Göre Muamele Etme
Cemiyet içindeki fertlerin sosyal statüleri farklı farklıdır. Bunun içindir ki, ferdi
farklılıklara riayetin bir diğer prensibi; “muhataba, ikramda, ihsanda, ağırlamada içtimai
seviyelerine, temsilcilik durumlarına ve ekonomik seviyelerine, kısacası; maddi ve manevi
makam ve mevkileri ne uygun davranmaktır.”328
Hz. Peygamber, bu hususta şu prensibi ortaya koymuştur: “İnsanlar, hayır ve şerden
nasıl bir makamda iseler, bu makamlarına göre davranın, hepsine muamelede güzel ahlakı
İbn Hanbel, Müsned, c.IV, s.257.
Nureddin Topçu, Kültür ve Medeniyet, İst.1970, s.10.
328
Canan, a.g.mk., s.10.
326
327
61
esas alın.”329 Bu hadis’te, herkese iyi muamele esas kılınmış olmakla birlikte, “iyilik yapmada
eşit olmamak” da emredilmektedir.330 Bu konuda sıralan bazı misaller şöyledir:
1- Hz. Aişe’nin anlattığına göre; Rasulullah yatakta dizleri açık yatmakta iken, Hz.
Ebu Bekir huzura girmek üzere kapıyı çalar. Rasulullah, o halini bozmadan izin verir, bir
müddet sohbet ederler. Derken Hz. Ömer kapıyı çalar, aynı hal üzere O’na da izin verilir, bir
müddet de O’nunla sohbet edilir. Derken yine kapı çalınır. Rasulullah bunun Hz. Osman olduğunu öğrenince yatağına oturur, üstüne başına çeki-düzen verir, dizlerini örter, ( Hz.Aişe’yi
yanından uzaklaştırır ), sonra izin verir, Hz. Osman girer. Sohbet bitip misafirler gittikten
sonra, Hz. Aişe: “Ebu Bekir girdi, istifini bozmadın, Ömer girdi, yine bozmadın, Osman
gelince kalktın, kendine çeki-düzen verdin…) diyerek sebebini sorar. Rasulullah; Hz. Osman’ın, kendisinden meleklerin bile teeddüp edecekleri kadar edebe riayet eden haya sahibi
birisi olduğunu, O’na karşı titiz davranmasının tabii olduğunu, (bir rivayette); aksi takdirde,
çok haya sahibi olan Hz. Osman’ın isteğini arz etmeden geri döneceğinden korktuğunu
belirtir.331
2- Hz. Peygamber: “Size bir kavmin ileri gelenleri geldiğinde onlara ikram ediniz
(değer veriniz)” buyurmuştur.332 Tayy kabilesi esirleri arasında yer alan cömertliği ile meşhur
Hatem-i Tai’nin kızı Seffane’ye, O’nun kabile mensupları arasındaki itibar ve hürmetini göz
önüne alarak esir muamelesi yapmaz. Mescid’in kapısına yakın kurduğu deriden yapılmış bir
çadıra yerleştirerek hususi bir şekilde ağırlar, giyecek, binecek ve diğer yol ihtiyaçlarını
vererek emniyet içinde yurduna gönderir.333 Yine, kabile reisi durumunda olan bu kadının
erkek kardeşi Adiyy b. Hatem’i, müşrik olarak yanına geldiği zaman biricik minderini ikram
edip kendisi yere oturacak kadar bir kısım ikram ve iltifatlarda bulunmuştur. Başkasına böyle
davrandığınızı hiç görmedik diye hayret ifade edenlere de: “Evet, ama bu kavminin
büyüğüdür” cevabını verir.334
Bu konunun tedric’le ilişkisini şöyle değerlendiriyoruz: Ahlaki vasıflar ve manevi
faziletler açısından insanların dereceleri farklı farklıdır. İnsanlarla muhatap olurken bu farklı
derecelenmeyi göz önüne almak lazımdır. Bununla beraber konuşma ve davranışları ferdin
Suyuti, el-Camiu’s-Sağir (Feyzu’l-Kadir ile Birlikte), c.III, s.58.
Canan, a.g.mk., s.10.
331
Müslim, Fedailu’s-Sahabe, 26,27.
332
İbnu Mace, Sünen, Edep, 19.
333
İbnu’l-Esir, Usdu’l-Gabe, c.VII, s.143
334
İbnu’l-Esir, a.g.e., c.I, s.333.
329
330
62
gelişen ve olgunlaşan ahlak ve maneviyat yönüne göre ayarlamak bir tedric metodudur. İlk
misaldeki Rasulullah’ın davranış ve konuşmalarından bu prensipleri anlıyoruz.
İkinci misalde ise, Rasulullah şu prensipleri öğretmektedir: Dünyevi makam ve
mevkileri bulunan şahıslara bu imtiyazlı vasıflarına göre davranılmalıdır. Bu durum göz
önüne alınmazsa, bunun mahzurlu neticeleri ortaya çıkacaktır. Kendi çevresinde hürmet ve
hizmete alışmış insanları, bir anda normal insanlar gibi karşılamak ve muamele etmek insan
psikolojisine ters bir davranıştır. Rasulullah, bu insanlara verdiği değer ve yaptığı ikramlarla
kalplerini İslam’a ısındırmak istemiştir. Bu insanlar, ancak İslam’a girip İslam ahlakı ile
ahlaklandıktan sonra kendilerini normal bir insan olarak hisseder ve farklı muamele
beklemezler. Sahabeler içerisinde bunun misallerine çok rastlanmıştır.
Aynı zamanda bu şahısların, o an için sahip oldukları ve İslam için şer ve zarara
dönüşebilecek kuvvet ve nüfuzlarından emin olunup, ilerleyen zaman içerisinde İslam’a
girmeleriyle, bunları İslam’ın faydasına kullanıp kanalize etmek için de bu prensibe uymak
önemlidir.
3.1.4. Fertlerin İçinde Bulunduğu Duruma Göre Davranmak
Rasulullah, fertlerin içinde bulunduğu farklı durumlara göre de farklı davranışlarda
bulunmuştur. O’nun sünnetinde bu hususta da çok sayıda misallere rastlıyoruz:
1- “Amellerinin hangisi daha faziletlidir?” sorusuna, her ferdin içinde bulunduğu ruh
hali ve İslam’ı kabul ve yaşama hususunda kazandığı seviyeye göre değişik cevaplar
vermiştir:
a- Az da olsa devamlı olandır.335
b- Allah için sevmek; Allah için sevmemektir.336
c- Oruca devam et, çünkü onun dengi yoktur.337
d- Allah’a ve Resulüne imandır.338
2- “Sadakanın hangisi daha üstündür? Diye soran Ebu Hureyre’ye: Fakir olanın güç
ve kuvvetiyle yardımda bulunmasıdır” derken, benzer soruyu soran Sa’d b. Ubade’ye: “Su
Buhari, İman, 32.
Ebu Davud, Sünnet, 3.
337
Nesai, Sıyam, 43.
338
Buhari, İman, 18.
335
336
63
çıkartmaktır.”339 demiştir. Ebu Hureyre’nin son derece fakir, diğerinin ise, bir kabile reisi ve
zengin bir kişi olduğu düşünülürse, cevapların şahısların vasıflarına uygun olduğu anlaşılır.340
3- “İçimizden söylemeye dilimiz varmayan kötü şeyler geçiyor (bunun günahı var mı?
) diye soranlara: “Bu (endişe duymanız), sizdeki açık bir iman(ın alameti)dir.” dediği halde,
içten geçecek vesvese hakkında bir başka fırsatta: “Kim içinde bu çeşit vesveseler bulursa,
amentubillah (Allah’a iman ettim ) desin” emreder.341 Yine bu cevaplar da soruyu soranın
durumuna göre değişmektedir.
4- Rasulullah, haklarındaki şahsi bilgisini esas alarak ganimetten bazılarına pay
verirken, bazılarına vermeyip onları imanlarına tevkil etmiş, nazarında daha muhterem ve
sevgili olan bazılarını terk ederken Allah’ın ateşe atacağında endişe ettiği bazılarına ikramda
bulunmuş, İslam’a madde ile ısındırmaya çalışmıştır.342 Nitekim, müellefe-i kulub ( kableri
İslam’a ısındırılmak istenen, henüz Müslüman olmamış şahıslar)’a ganimetten mal ve güzel
develer vermek suretiyle, onların İslam’ı kabullenmelerini kolaylaştırmıştır.343 Allah Resulü,
fertlerin İslam’a göre eğitilmesinde, insanın mal ve makama karşı olan bu hırs ve zaafından
istifade etmiş344 insan fıtratında mevcut olan bu duyguyu rencide etmek yerine, onu, iyi bir
eğitim için vasıta olarak kullanmıştır.
Görüldüğü gibi Allah Resulü, insanların taşıdıkları ruh hali, İslam’ı anlamada aldığı
mesafe, ibadetleri yerine getirmede sahip olduğu şevk, din için fedakarlık konusunda
dayanabileceği yük gibi durumları da göz önüne almış ve herkese seviyesine göre tavsiye ve
tekliflerde bulunmuştur. Rasulullah’ın prensibinde; fertlerin seviyesi yükseldikçe, tedrici
olarak, onlara yüklenilen mesuliyetlerin de o nisbette arttırılması ve ağırlaştırılması, manası
mevcuttur.
Netice olarak: Hz. Peygamber’in ferdi farklılıklara uygun hareket etmesinin
gayelerinden bir tanesi de; İnsanın psikolojik yapısındaki tedrici gelişmeyi gözetmektir.
339
Ebu Davud, Zekat, 40,41.
Özbek, a.g.e., s.153.
341
Müslim, İman , 209-212.
342
Canan, a.g.mk., s.12.
343
Müslim, Fedail, 59.
344
Özbek ,a.g.e., s.100.
340
64
3.2. S0SYOLOJİK FAKTÖRLER
Hz. Peygamber, içinde yaşadığı cemiyetin şartlarını göz önüne alarak İslam’ı tebliğ
etmede bazı metotlar kullanmıştır. Davet’e önce en yakın çevresinden başlayan Hz.
Peygamber, bu işe ilk önceleri gizli olarak başlamıştır. Şartlar değiştikçe, O da tebliğin
usulünde değişiklikler yapmıştır. Biz, sosyal çevreye tebliğde kullandığı metotları iki başlık
altında inceleyeceğiz.
3.2.1. YAKIN ÇEVREDEN UZAK ÇEVREYE
Yakın çevreden uzak çevreye doğru tedrici olarak sıralanan davet halkaları şunlardır:
3.2.1.1. Rasulullah’ın Kendisi
Cenab-ı Allah, İslamiyet’i kabule öncelikle Hz. Peygamberi hazırlamıştır. “Kur’an-ı
Kerim’de bir kısım ayetler, başlangıçta Hz. Muhammed (sav)’in peygamberlik, vahiy, Kitap
gibi hususlarda bir şey bilmediğini Allah’tan herhangi bir vahyin gelmesini beklemediğini,345
hatta ilk vahiyle karşılaşınca biraz şaşırıp, tereddüt ve korku geçirdiğini ifade eder. Bir ayet
şöyle: “Ey Resulüm! Eğer, sana indirdiğimizden ( faraza) şüphe edecek olursan, senden evvel
kitap okuyanlara sor. Yemin olsun ki, onlar hak ve doğru olarak Rabbin tarafından sana
geldi.346 Siyer kitapları Rasulullah’ın ilk vahiyler sırasında hissettiği bir korkudan bahseder.347
Bir çok vahiy Rasulullah’ı bu safhada takviye etmiş, risaleti hususunda ikna etmiştir.348
Bu ilk safhanın ne kadar sürdüğü açık olarak belli değilse de, kelime-i tevhid’i
inanarak ilk telaffuz edenin Hz. Muhammed (sav) olduğu rivayetlerde belirtilir.349 Ancak, bu
tasdik, kemalini Miraç hadisesinde bulacak bir başlangıçtır. Zira rivayetler, Rasulullah’ın
müşriklerin yalanlama, inkar, alaya alma gibi İslam’ı kabul etmede inat edici davranışları
karşısında, takviye edici mucize talebinde bulunduğunu bile göstermektedir.350
Hz. Muhammed (sav)’in kendi peygamberliğinden şüpheye düşmesi gibi, ilk nazarda
garipsenecek olan bu hal normaldir. Çünkü bu durum; beşeri şahsiyetten, ilahi hitaba mazhar
Kasas, 28/86; Kıyame, 75/16-19; Hicr, 15/97.
Yunus, 10/94.
347
Taberi, Tarihu’r-Rusul ve’l-Muluk, Mısır 1968-1969, c.I, s.207.
348
Duha, 1-9.
349
İbnu Mace, Mukaddime, 11.
345
346
İbnu Sa’d Meniü’z-Zühri, et-Tabakatu’l-Kübra, 1.bs., Kahire, Mektebetü’l-Hanici, 2001, c.I, s.170.
350
65
olup vahye tahammül edebilecek nübüvvet şahsiyetinin kazanılmasında ilahi bir terbiye
safhasıdır.351 Allah Resulü, bir müddet sonra bunu atlatacak ve “yakin”e erecektir.352
3.2.1.2. Aile Fertleri
Hz. Peygamberin davetinin ikinci halkası kendi aile fertleriydi. Her şeyden evvel
O’na aile fertleri inanmalı ve desteklemeliydiler. Aile, cemiyetin çekirdeğini teşkil ediyordu.
Ailenin sadece ferdin, erkeğin inandığı esaslara göre hareket etmesi kafi değildi. Kadının
cemiyette ve ailede muhakkak ki müstesna bir yeri vardı; bu sebeple de Allah Resulü, her
şeyden evvel davetini ailesine yöneltmeli, aile fertlerini eğitmeli ve davete hazırlamalıydı.
Tebliğ ettiği esaslara ailesini inandırıp desteğini almadan diğer geniş halkalara gitmesi
mümkün değildi. “Hz. Peygamber bunu çok iyi biliyordu. Zevcesi Hz. Hatice’ye kendisine
vahyin ilk gelişini anlatırken, henüz ‘inzar’ emri verilmemişken bile sadık eşinden kendisini
tasdik etmesini bekliyordu. Ve Hz. Hatice, zerre kadar tereddüt göstermeden derhal O’na
iman etti; üstelik teskin ve tesellide bulundu.
Hz. Hatice’den başka Hz. Muhammed (sav)’in ailesinde küçük Ali ve azatlı köle ve
oğulluk Zeyd b. Harise vardı. Bunlar da Hz. Hatice’den sonra ilk iman edenlerdi.353 Hz.
Peygamber’in kızları; Zeynep, Rukıyye ve Ümmü Gülsüm’ün de ilk iman edenlerden
olduğuna dair kanaatler vardır. Hz. Fatıma ise, o zaman henüz beş yaşındaydı.354
Hz. Peygamber’in davetinin, ilk halkayı teşkil eden aile fertleri tarafından tasdik ve
kabul edilmesi, onlar tarafından desteklenmesi, sırasıyla diğer davet halkalarına açılma
imkanı ve gayreti vermiştir.
3.2.1.3. Yakın Güvenilir Dostları
Dostluk ve arkadaşlığın İslam’ın ilk tebliğ devrinde önemli bir yeri vardır. “Dostun
dostu, dosttur” kaidesiyle de ifade edildiği gibi, dost ve arkadaş vasıtasıyla, bu ilk devrede
İslam’ı kabul edenleri görüyoruz.
Hz. Hatice, Hz. Ali ve Hz. Zeyd’den sonra İslam’ı kabul eden dördüncü şahıs;
Muhammed (sav)’in dostu Ebu Bekir idi. Hz. Ebu Bekir, peygamber olmazdan önce de
351
İbnu Hacer, Fethu’l-Bari, 1.bs., Beyrut, Darü’l Fikr, 2000, c.XVI, s.3.
352
Canan, a.g.e., s.32.
353
İbnu Hişam, es-Siratun-Nebeviyye, Mısır 1955, c.I, s.246,248.
354
İbnu Sa’d, a.g.e., c.VIII, s.19, 30-31, 36-37.
66
Rasulullah’ın dostu idi. Evine gelip giderdi. Rasulullah’ı samimi bir dost ve yüce şahsiyet
olarak görürdü. Hira mağarasında inzivaya çekilince, Ebu Bekir’in O’na bağlılığı ve O
’nun temizliğine inancı daha da artmıştı. Rasulullah’a vahiy gelip Alak ve Müddessir
surelerinin ilk ayetleri indikten sonra karşılaşırlar, Hz. Ebu Bekir’e durumunu anlatır. Hz. Ebu
Bekir de O’nu hemen tasdik eder.355
Hz. Ebu Bekir, kendisi İslam’a girdikten sonra Osman b. Affan, Zübeyr b. Avvam,
Sa’d b. Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah, ve Ebu Ubeyde b. Cerrah
gibi Kureyş’in ileri gelenlerini İslam’a kazandırdı. Bunlarla beraber köle ve fakirlerden bir
grup kimse de İslamiyet’e girdi.356 Böylece Allah Resulü etrafında, dar da olsa, sağlam bir
halka teşkil ediyordu.
3.2.1.4. Yakın Akraba Çevresi
Rasulullah’ın peygamberlik hayatında mühim bir dönemecine şu ayet işaret eder: “Sen
(önce) en yakın akrabalarını inzar et (uyar)!”357 Bu ayetin nüzulü üzerine Rasulullah,
Mekke’de Safa tepesine çıkarak, cemiyetin örfüne uygun olarak nida edip, Kureyş’ten yakın
akrabalarını toplayıp ilk tebliği yapmıştır.
“Bu daveti yaptıktan sonra Abdulmuttalip oğullarının bir kısmı 0’na inandı, bir kısmı
da inanmadı. İnanmayanların başında amcası Ebu Leheb ve karısı vardı.
Abdulmuttalip oğullarının İslam’a çağrılması, umumi davete zemin hazırladı. Çünkü
Hz. Peygamber’in daveti, o zamana kadar sadece yakınları tarafından duyuluyordu. Bundan
sonra düşmanlık edenler de bu davetin genişlemesini sağlayacaktı.358
Ailesi ve yakın dostlarının yanında, akrabalarından bir kısmının da O’na inanması ve
destek vermesi tebliğ açısından önemli bir safhayı teşkil ediyordu. Çünkü artık bundan sonra
Allah Resulü’ne akrabalarının da içinde bulunduğu önemli bir kesim destek verecekti.
Akrabaları içinde bazı fertler ise, kendisine inanmasalar bile, aralarındaki kan bağının
hislerinde meydan getirdiği bir gayretle O’na karşı yapılan düşmanlığa, zulüm ve işkenceye
355
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, I, 204-205.
356
İbnu Kayyım el-Cevziyye Ebu Abdillah Muhammed b. Ebi Bekri’z-Zeriyyid-Dımeşki, Zadu’l-Mead, 3. bs.,
Beyrut, Müessesetü’r-Risale, 2000, c.I, s.42-43.
357
Şuara, 26/214.
358
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c.I, s.207.
67
karşı çıkacaklar, tavır koyacaklardı. Elde edilen bu güçten sonra davetin halkasına birisinin
daha eklenmesi zamanı gelmişti.
3.2.1.5. Mekke ve Çevresi
Davet’in artık her kesimindeki insanlara ulaştırılması için uygun şartlar teşekkül edince,
Rasulullah’a: “Ey Peygamber! İnsanlara emrolunduğunu açıkça tebliğ et, müşriklere aldırış
etme”!359 ilahi emri geldi. Bundan sonra Allah Resulü, efendi, köle, uzak, yakın her grup
insanı açıkça İslam’a davet etmeye başladı. Artık çeşitli yerlerden Mekke’ye ziyarete
gelenleri de İslam’a çağırıyordu. Bu dönemde Velid b. Muğıre, Ebu Cehil’in kardeşi Seleme
b. Hişam, Ebu Huzeyfe, Utbe b. Rebia ve Allah’ın hidayetlerini dilediği diğer kimseler
Müslüman oldular ve İslam’a güç kattılar.
3.2.1.6. Bütün İnsanlık
Tedrici olarak genişleyen davet halkalarının sonuncusunu, Mekke ve Medine sınırları
dışında kalan uzak yakın, her belde ve ülkedeki insanlar teşkil ediyordu. “Hz. Peygamber,
komşu diyarları İslam’a çağırma işini sistemli olarak ele almayı, Hudeybiye Sulhuna kadar
tehir etti. Hicretin altıncı yılında Mekkelilerle sulh antlaşması yapıp siyasi varlığını fiilen ve
resmen kabul ettirdikten sonra Hudeybiye’den döner dönmez civar hükümdarlara elçiler
göndererek onları İslam’a davet etti. Bir günde altı elçi yola çıkarmıştı. Biri Mısır’a, biri
Gassan Şefine, biri Bizans Kayseri’ne, biri İran Kisrası’na, biri Yemame’ye, biri de
Bahreyn’e idi.360 Böylece herkes İslam’ın davetine muhatap oluyordu.
Allah Resulü İslam’ı insanlara ulaştırmada, bir tedric metodu olan yakın çevreden
uzak çevreye, diğer bir ifadeyle; merkezden muhite prensibine uygun hareket etmiştir. İlahi
terbiyenin kendisiyle başlattığı bu faaliyeti, kendisi tatminkar olduktan sonra ailesine
götürmüştür. Daha sonra bunun sınırları tedricen genişlemiş, güvenilir dostlar, akrabalar
tebliğ halkasına eklenmiş, Mekke ve çevresine yapılan davet Hicret ve Medine’de siyasi bir
varlık haline geldikten sonra bütün insanlığa ulaşmıştır.
359
360
Hicr, 15/94.
İbnu Sa’d, a.g.e., c.I, s.258.
68
3.2.2. TEBLİĞDE GİZLİLİKTEN ALENİLİĞE
Hz. Peygamber’in uyguladığı tedric metotlarından birisi de; tebliğe gizli bir şekilde
başlayıp, sayı ve kuvvetçe belli bir seviyeyi elde ettikten sonra davetini açığa vurmasıdır. Bu
tebliğ usulünün sebep ve neticeleri üzerinde duralım:
3.2.2.1. Gizli Tebliğ Dönemi
Cenab-ı Allah, Hz. Muhammed (sav)’i peygamberlik makamına getirdikten ve hak
dinini yaymaya başlamasına emir verdikten sonra, Hz. Peygamber tebliğ işine bir anda ve
bütün gücüyle başlamadı. Aksine bu hususta temkinli, ihtiyatlı ve akıllı davrandı. Hak dinine
davetini ilk önce mümkün olduğu kadar gizli tutmaya çalıştı ve bu gizli çalışmalar üç sene
devam etti.361
Allah Resulü önce insanları, tek olan Allah’a kulluk etmeye ve putlardan vazgeçmeye
çağırmaya başlamıştı. Ama O bunun, körü körüne şirk ve putperestliğe bağlanmış Kureyş’in
üzerinde ani bir tesir yapmasından endişelenerek gizlice davet ediyordu. Bunun için Hz.
Peygamber davetini Kureyş’in umumi toplantılarında açığa vurmuyordu ve kendisine
akrabalık veya dostluk bağıyla bağlı olanların dışında kimseyi davet etmemişti.362
Bu şahıslar, Hz. Peygamber’le gizlice buluşuyorlardı. Onlardan biri, herhangi bir
ibadeti öğrenmek için talim yapmak istese, Kureyş’in bakışlarından gizlenerek Mekke’nin
civarındaki vadilere giderdi.363 İslamiyet’i kabul eden bu şahıslar, kendilerinden öyle
istendiğinden, dinlerini ve ibadetlerini bir süre gizli tuttular. Zaten Allahu Teala da o zamana
kadar dinin alenen açıklanmasını ve tebliğinin yapılmasını istemiş değildi.364
3.2.2.2. Aleni Tebliğ Dönemi
Rasulullah’a peygamberlik vazifesinin verildiği zamandan itibaren geçen üç yıllık
müddet içerisinde İslam’a giren insanların sayısı günden güne arttı. Neticede gruplar halinde
İslam’a girmeye başladılar. Hatta, Mekke’de İslam’ın anılması yaygınlaştı ve herkes
tarafından konuşulur oldu. Bunun üzerine Cenab-ı Allah, kendi elçisine, hak olarak gelen
Mevdudi, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı (Trc.), İst.1985, s.146.
Buti, a.g.e., s.95.
363
Buti, a.g.e., s.95 -96.
364
Mevdudi, a.g.e., s.146.
361
362
69
şeyleri açıklamasını, kendi emrini halka duyurmasını ve kendine inanmaya davet etmesini
emretti.365
Rasulullah aleni davete, bi’setin dördüncü senesinde başlamış olsa bile, bu davete
iştirak eden diğer Müslümanların gizli çalışmayı devam ettirdikleri anlaşılmaktadır. Belki de
ilk aleni davete geçen, bi’setin beşinci senesinde Müslüman olan Hz. Ömer’di. Zira rivayette
ilklerden olan Hz. Ebu Bekir, Said b. Zeyd ve Osman b. Affan gizlice çalışırken Hz. Ömer’in
aleni çalıştığı belirtilir.366 Bu da gösteriyor ki, aleni tebliğ de tedrici olarak gerçekleşmiştir.
Açıktan tebliğe ilk önce güçlü, nüfuzlu Müslümanlar katılırken, diğerleri ilk anda buna
teşebbüs etmemişlerdir.
Hz. Peygamber tebliğde gizliden aleniliğe derece derece yükselen, halka halka
genişleyen bir tedric metodu takibetmiştir. Gizli ve aleni tebliğ dönemlerinin de kendi
müddetleri içinde şartlara uygun olarak yükselen bir grafik çizdiğini görüyoruz.
3.3. KÜLTÜREL ÇEVRE
Hz. Peygamber, cemiyete İslam kültürünü yerleştirirken de tedrici bir yol
takibetmiştir. O zaman Arapların sahip oldukları kültürün insanlık için faydalı olan kısmına
dokunmamıştır. İslam’a zıt ve insanlığa zararlı olan kısmını ise değiştirmiştir. Ancak bu
değişikliğin ve değişenlerin yerine getirilenlerle yeniden yapılanmanın tedrici bir şekilde
gerçekleştiğini görüyoruz.
Allah Resulü, İslam’ın yerleştirilmeye çalışıldığı çevrenin kültürünü yeniden
şekillendirme hususuna, risalet vazifesinin verildiği ilk yıllarda eğilmemiştir. Çünkü daha
önce yapılması gereken ve yapılacak sosyal bir inkılabın sağlam temellere oturmasını temin
edecek inanç ve peşinden ibadet esaslarının tebliği vardı. Hele ilk üç yılda gerçekleşen gizli
tebliğ dönemi ki, o şartlarda böyle bir faaliyet söz konusu olamazdı. Kültür’ün değişmesi ve
yeniden yapılanması, Hz. Peygamber’in tebliğ merhaleleri arasındaki derecelemede ilk
sıralarda yer almaz.
Bu konu, tedrici faaliyetin bir safhasını teşkil ettiği gibi, kendi içinde de tedrici olarak
bir gelişme takip etmiştir. Bu hususta, kaynaklarda çok sayıda misaller zikredilmektedir. Biz
burada bir kısmını kaydederek konuyu müşahhas bir hale getirmek istiyoruz:
365
366
Buti, a.g.e., s.101.
ibnu Sa’d, a.g.e., c.I, s.200; Mevdudi, a.g.e., s.146.
70
1- İslam’dan önce Araplar, doğan çocuk için merasim yaparlardı. Çocuk tıraş edilir,
kurban edilen hayvanın kanıyla da çocuğun başı yağlanırdı. Hz. Peygamber bu adeti yasak etti
ve bunun yerine safran suyu ikame edildi.
Bunun yanı sıra Hz. Peygamber, şu şekildeki merasimi kendi sünneti olarak
Müslümanlar içerisinde yerleştirdi: Doğumdan birkaç gün veya bir kaç hafta sonra bir
merasim yapılır, bu sırada ilk olarak (kız erkek ayırmaksızın) çocuğun başı tıraş edilir. Bu
münasebetle bir koyun kurban edilir, etinin bir kısmı fakirlere dağıtılır, bir kısmı evde yenir
ve fakirlere çocuğun saçlarının ağırlığı miktarınca madeni para dağıtılır.367
Hz. Peygamber bu merasimi gelenek olarak devam ettirmiş, ancak insanların
hislerince hoş karşılanmayan ve faydasız tarafını kaldırmıştır. Buna ilaveten de sosyal refaha
hizmet edecek uygulamalar getirmiştir.
2- Arapların İslamlaştıktan sonra taşıdığı isimler, İslam’dan önceki isimlerinin
aynıydı; putperestlik manasını içine aldığından kesinlikle bırakılanlar ve hoşa gitmeyen,
adaba aykırı isimler bunun dışındadır. Hz. Peygamber, bu neviden isimlere rastlarsa, onları
değiştirmeye bizzat teşebbüs ediyor ve hatta yer isimlerini dahi değiştiriyordu.
Birisinin ismi Gavi (hatada olan) idi; Hz. Peygamber ona Reşit (iyi yolda olan) ismini
verdi. Curaş dağlarına ‘Kaşar’ ( yanma sebebiyle buruşmuş) denirdi; Hz. Peygamber ona
Şakar ( Güzellik veren) ismini verdi; buna benzer daha başka misaller zikredilebilir.
İslam’dan önce Araplar, “tapan” veya “köle” demek olan “abd” kelimesini, bir put
veya şeytan ismini takip ettirerek korlardı: Abdu Manaf, Abdu’l-Cin gibi. Fakat, İslam’dan
sonra bu, Abdullah ( Allah’a tapan, Allah’ın kulu) veya Allah’ın güzel isimlerinden biriyle (
Nasır, Halik, Rahman, Rahim gibi...) Allah’ı hatırlatan bir şekil aldı.368
Allah Resulü burada, insanlara iyi ve güzel manalar hatırlatacak, onların İslam
inancının esaslarını telkin edecek isimler koymuştur. Bu, insanın eğitiminde çok ilginç ve
incelikli bir metottur.
3- Hz. Ömer (ra)’den naklediliyor: “Biz Kureyşliler’in adeti, kadınlarımıza
hükmetmek idi. Biz Medine’ye vasıl olunca Ensarı, evin idaresinde kadınlarının hakim olduğu
bir kavim olarak bulduk; ve kadınlarımıza onların adeti sirayet etmeye ve Medineli kadınların
367
368
Hamidullah, a.g.e., c.II, s.285.
Hamidullah, a.g.e., s.285.
71
adetlerini almaya başladılar. Bir gün karıma bağırıyordum O da bana aynı şekilde karşılık
verdi. Şaşırdım, zira böyle şey sevmezdim. Zevcem bana cevap verdi: “Cevabıma niye
şaşırdın? Vallahi, Peygamber (sav)’in kadınları bile sırası gelince ona muhalefet ederler.369
Bu rivayette, değer ölçüleri tedrici olarak değişmeye başlayan cemiyette zamanla
kadının mevkiinin değiştiğini, artık onun fikrine değer verilen biri haline geldiğini ve Hz.
Ömer’in, sünnetin bu esasına teslimiyetini görüyoruz.
4- İslam öncesi Arap kadını gerek çölde ve badiyede ve gerekse şehirde
örtünmüyordu. Hicri beşinci yılda ilk tesettür ayeti nazil oldu.370 «Ey Peygamber!
Zevcelerine, kızlarına ve mümin kadınlara, üzerlerine cilbablarını almalarını söyle: Onlar bu
suretle, daha çabuk tanınıp eza görmekten korunmuş olurlar.371 Nüzul tarihini nazar-ı itibara
aldığımızda ilk tesettür ayeti, İslam’ın kendini siyasi bir güç olarak kabul ettirdiği zamana
rastlar.
5- Hz. Peygamber (sav), tebliğe başladığı ilk yıllarda, muhatapları arasında tefrik
yaparak Ehli Kitap ile müşrikleri bir tutmuyordu. Tevrat ve İncil’e inanan Yahudi ve
Hıristiyanları, putlara tapan müşriklere tercih ediyor, onları kendisine daha yakın
hissediyordu. Onlar da vahye dayanan bir din müessesesine, Allah’a ahirete sevaba, günaha
inanıyorlardı.
Kur’an-ı Kerim de sık sık Tevrat ve İncil’e atıflar yapıyor, onların inandığı
peygamberlerden bahsediyordu.372
Bu tabii durumun neticesi olarak Hz. Peygamber (sav) vahiy gelmeyen meselelerde,373
yani, ilahi irşadın henüz şekil ve istikamet vermediği - ve bu sebeple şekke düştüğü -374
hususlarda müşriklerin tarzına uymaktansa Ehl-i Kitap’ın tarzına uymayı seviyordu.375
Nitekim Medine’ye geldiği zaman saç tarzında müşrik Araplarla Yahudiler arasında bir
farklılık gördü: Yahudiler alın saçlarını ( perçemlerini ) alınlarının üzerine olduğu gibi
bıraktıkları halde, müşrikler ortadan ikiye ayırarak yanlara bırakıyorlardı. Hz. Peygamber
(sav) de Yahudiler gibi alnına bırakmaya başladı. Zamanın geçmesiyle, getirdiği şeriatı harici
369
Hamidullah, a.g.e., s.287.
Hamidullah, a.g.e., s.292.
371
Ahzab, 33/59.
372
Canan, Peygamberimizin Hadisleri’nde Medeniyet.Kültür ve Teknik, s.142.
373
Müslim, Fedail, 90.
374
Abdurrezzak, Musannef, Beyrut 1970, c.XI, s.271.
375
İbnu Mace, Libas, 36.
370
72
tezahürlerde bile ferdiyet ve şahsiyet isteyen müstakil, cihanşümul bir medeniyet halinde
sistemleşmeye başlayınca Hz. Peygamber (sav) kendinden önce mevcut medeni sistemlere
muhalefet prensibinin gereği olarak saç tarzında da muhalefet ederek eski şekle döndü ve
perçemini ortadan ikiye ayırarak yanlara saldı376 İbnu Hacer, tekrar ayırma şekline
dönmesinin sebebini şöyle yorumlar: “Putperestler çoğunlukla İslam’a girince, Ehl-i Kitap’a
muhalefet Hz. Peygamber’e daha hoş geldi.377
Bu konuda da Hz. Peygamber’in tedrici bir tarz takip ettiğini görüyoruz. O değişen
şartlara göre bu tarzı tercih etmiştir.
6- Hz. Peygamber, birisi Ramazan ayının sonunda Ramazan Bayramı, diğeri Kurban
Bayramı olarak isimlendirilen iki bayram ihdas etti.378 Müslümanların geleneğinde başka bir
bayramın olmaması, daha önce Araplarda mevcut bayramların ve merasimlerin kaldırıldığını
göstermektedir.
7- Diğer bir kültürel değişme hadisesi takvimle alakalıdır. Hemen hemen bütün
Arabistan’ın iştirak ettiği Kabe’ye yapılan hac ziyaretleri ve Kureyşlilerin hakim olduğu
beynelmilel ticaret sayesinde ilaveli ay güneş yılı esaslı takvim (nesi) memlekete kabul
ettirilmişti. Fakat Araplar’ın zamanı hesap etmek için memleketlerine has, Araplar’ın istiklal
ruhuna daha uygun ve doğru bir ölçüleri vardı: Bu seneyi yağmur yıldızlarının zuhuruna göre
28 kısma bölmeye dayanıyordu. 28 aynı zamanda Arab alfabesindeki harflerin sayısıdır. Fakat
“Takvim Başlangıcı” denilen şey mevcut değildi. Hatırda tutulacak hadiseler, zaman
tespitinde işaret noktaları olurdu: kıtlık, harb, bir şahsın ölümü, Hılf el-fudul (şövalye
teşkilatının kuruluşu) Aşikardır ki bu, mıntıka veya devire göre değişiyordu. Müslümanlar
Hicri Takvim başlangıcını Hz. Peygamber’in sağlığından itibaren kullanmaya başladılar.
Fakat bunun cihanşümul olarak resmen kabulü, Halife Hz. Ömer (ra) zamanında başlar.379
8- Müslümanların mescitlerde cemaatle namaz kılmaya başladıkları ilk senelerde Hz.
Peygamber, hutbelerini ayakta, ağaç kütüğünden bir sütun, bir hurma ağacı gövdesi yakınında
okuyordu.380 Daha sonraları “bir kısım rivayetlerde, cemaatin artması ve hatta bazı kimselerin
Hz. Peygamber (sav)’in sözlerini işitmeden dönmesi381 üzerine, bizzat Hz. Peygamber’in
376
Canan, ... Medeniyet Kültür ve Teknik, s.143.
İbnu Hacer, a.g.e., c.VII, s.385.
378
Hamidullah, a.g.e., c.II, s.300-301.
379
A.g.e., s.301.
380
A.g.e., s.300.
381
Darimi, Salat, 204.
377
73
emriyle382, diğer bazı rivayetlerde “halkın artması ve Medine’ye çok sayıda heyetlerin
gelmeye başlaması üzerine herkesin görebileceği bir yüksekliğe çıkması için Müslümanların
talebi üzerine minber inşa edilir.383
Misallerde de görüldüğü gibi, Hz. Peygamber tedrici olarak teşekkül etmekte olan
cemiyetin kültürünü de tedrici bir tarz ile şekillendirme yoluna gitmiştir. Tedrici olarak ortaya
çıkan İslam Kültürü, Hicretten öncesine ait dönemde önemli bir gelişme kaydetmemekle
beraber, İslam’ın her sahada sistemleşmeye başladığı Hicret sonrası dönemde hızlı bir İslami
kültürün teşekkül etmekte olduğunu görüyoruz.
382
383
Darimi, Mukaddime, 4.
Canan, ... Medeniyet Kültür ve Teknik, s.158
74
SONUÇ
Sözlükte, yavaş yavaş yürümek, ilerlemek, yola devam etmek, merdivende basamak
basamak yükselmek, katlamak, sarmak, rulo yapmak, bir kimseyi bir şeye yavaş yavaş, adım
adım yaklaştırmak, staj yapmak, ilim vb. şeylerde ilerlemek, yüksek mevkilere, rütbe ve
makamlara ulaşmak gibi anlamlara gelen tedric, terim olarak genel ve özel diye iki şekilde
tanımlanabilir.
Genel anlamdaki tedricilik, insanlığın Hz. Adem’den itibaren kaydettiği gelişme ve
değişme ile ilgilidir. Bu gelişme ve değişmenin tedricilik açısından tanımlanmasında, bir
insanlık tarihi, bir de ilahi vahiy ve nübüvvet boyutunun göz önünde bulundurulması gerekir.
Aksi halde tedriciliğin insanlık tarihi açısından evrenselliğini yakalamak mümkün olmaz.
Hatta bu tanımlamada meseleye yalnızca insanlık tarihi nokta-i nazarından bakmak bile
yeterli gelmeyebilir. Çünkü tedriciliğin bir de kainatta tabii bir kanun olarak işlediği
gerçeğinden hareket edildiğinde, ayrı bir evrensellik boyutunu da görmek mümkündür.
Özel anlamdaki tedriciliğe gelince; çalışma alanımızın sınırlarını da göz önünde
bulundurarak, Hz. Peygamberin nübüvvet görevini üstlenmesiyle başlayan ve vefat edinceye
kadar devam eden süreçte, ilahi vahiy ile ön görülen istikamette, İslam toplumunun aşama
aşama şekillenerek ideal ümmet olma yolunda geçirdiği değişme ve gelişmeyi ifade eden bir
kavram olarak tanımlayabiliriz.
Kur’an-ı Kerim tedricen indirilmiş bir kitaptır. Kur’an’ın kendisi böyle olduğu gibi
içindeki hükümlerden bir kısmında da yine tedricilik bir metod olarak uygulanmıştır. Kur’an-ı
Kerim vahyedildiği süre içerisinde hitap ettiği toplumu iman, ahlak, ibadet ve muamelat
sıralamasıyla ifade edebileceğimiz bir sistem dahilinde tedricen eğiterek ve ıslah ederek kendi
istediği ideal forma sokmuştur. Bu, Kur’an’ın, toplumu ıslah etmede ve kendi ölçüleri
içerisinde ideal bir yapıya kavuşturmada ön gördüğü genel tedricilik metodudur. Bir de
toplumda yaygın olarak örfleşmiş, adet halini almış davranış biçimleri vardır. Bu davranış
biçimlerinden bir kısmı hukukla ilgili bir kısmı da ahlakla ilgilidir. Tek tek ele alınarak
değiştirilmesi, ilga edilmesi veya ıslah edilmesi gereken bu tür meseleler tedricilik metodu
uygulanarak istenilen sonuca ulaşılmıştır. Buna da Kur’an’da uygulanan özel anlamdaki
tedricilik metodu diyebiliriz. Her iki metod da Kur’an’da uygulanmıştır.
Teşride tedricilik metodu, gerçeklik ve gayecilik özelliği taşıyan metoddur.
Gerçeklikten kastımız, Kuran’ın hitabettiği toplumun içinde bulunduğu itikadi, ahlaki, hukuki
75
ve sosyal durumu göz önünde bulundurmuş olması ve bir gerçeklik olarak kabul etmesidir.
Gayecilikten maksadımız da, yine Kur’an’ın bir gerçeklik olarak kabul ettiği söz konusu
durumdan, ideal bir toplum kurma anlayışı istikametinde gerekli olan değişme ve gelişmeyi
sağlayacak planları uygulayarak, ideal ümmet modelini ortaya koymuş olmasıdır.
Tedricilik metodunun uygulanmasında şartlar ne olursa olsun, süreklilik esas olmuş,
esneklikten yararlanılmış, planlılık ve programlılık vaz geçilmez temel ilke kabul edilmiştir.
Yani tedricilik metodu uygulanarak değiştirilip geliştirilmesi planlanan şeylerin, toplum veya
fert incitilmeden, bir reaksiyon havası yaratılmadan, değişikliğin gerçekleşeceği istikamette
bir beklenti oluşturulacak şekilde sunulması temel karakter olarak görülebilir. İçkinin
yasaklanması örneğinden hareketle bu sonuçlara ulaşmak mümkündür. Ayrıca tedricilik
merhalelerinde, bir merhaleden başka bir merhaleye geçerken şartların iyice olgunlaşması,
tolerans gösterilecek özel durumların iyi bilinmesi, neden ve niçinlerin iyi değerlendirilerek
tolerans sınırlarının belirlenmesi gerekir. Bu anlamda Kur’an-ı Kerim bize bu metodun
uygulanması ile ilgili olarak hangi merhalede hangi şeylere öncelik verilmesi gerektiğine; her
merhalenin kendine mahsus özel şartlarının belirlenmesine ve uygulama programının
bütünlüğü açısından bir kopukluğun yaşanmamasına dikkatlerimizi çeken ipuçları
sunmaktadır.
Bu ipuçlarını değerlendirip dikkat çekme, yönlendirme, kısmi sorumluluk ve sonuç
merhalelerini göz önünde bulundurarak tedricilik metodunu günlük hayatın problemlerini
aşmada kullanabilir miyiz? Diğer bir ifadeyle tedricilik sadece vahiy dönemine mahsus olarak
uygulanmış ve bir daha da uygulanmayacak olan bir metod mudur? Yalnızca eğitimde mi
istifade edilmesi gereken bir metoddur? Yani içki içen, kumar oynayan, hayat tarzı olarak
gayr-ı İslami bir yaşantıyı benimsemiş olup da, İslami yaşantıya dönmeye çalışan insanlara
veya toplumlara bu metod uygulanamaz mı, uygulanırsa nasıl uygulanabilir?
Bu meseleler doğrultusunda bizim kanaatimiz, tedriciliğin evrensel bir metod olarak
her zaman uygulanabilir olduğu şeklindedir. Ancak, vahyin tamamından sorumlu olan
insanların, bulunduğu konumlarını esas kabul etmek suretiyle, nihai hükümden de onları
haberdar ederek yavaş yavaş onları emredilen son hüküm noktasına getirmektir. Aslında
toplumda işleyen mekanizma da budur ama bu mekanizma hiç bir şekilde, isimlendirilmek
istenmemekte ve Kur’ani bir veçhe kazandırılma yönünde de bir endişe taşınılmamaktadır. Bu
bağlamda, hangi içki mübtelası içkinin haramlığını bilmeden içiyor, hangi kumarbaz bir
gecede vaz geçiyor, hangi zani bir anda tevbe ediyor! Eğer bu tür hastalıklardan kurtulmak
76
isteyen varsa, bunlar öncelikle iyi bir psikolojik hazırlık devresi yaşıyorlar. Sonra kabul
edilmeyip tecrit edileceklerinden korkarak bir süre bu alışkanlıklarıyla birlikte müslümanların
arasında kendilerini gizliyorlar. Eğer kendilerine bu merhalelerin her hangi birinde sahip
çıkılacak olursa ve o kişinin yaşantısı da bir realite olarak kabul edilir ve ıslahı için o merhale
başlangıç noktası olarak alınacak olursa, çok sağlıklı bir geçişin olacağını düşünüyoruz.
Bundan dolayıdır ki tedriciliğin uygulanabilir bir metod olduğu görüşümüzü ortaya
koyuyoruz. Ancak toplumda bu işle ilgisi olan herkesin bu kanaati bizimle paylaşabilmesi için
bu çalışmadan ayrı olarak aşağıda belirteceğimiz şu çalışmaların da yapılması gerektiği
kanaatindeyiz.
1- Biz bu çalışmamızda tedricilik konusunu kavramsal ve metodolojik yönden ele
alarak, pisikolojik ve sosyolojik boyutunu inceledik. Buna göre ikinci aşamada yapılması
gereken çalışmanın Hukuk Tarihi bakımından, tedvin dönemine kadar bu konunun
araştırılması ve pratik örneklerinin özellikle mezhep imamlarının görüşleri istikametinde
tasnif edilerek, bu görüşlerin mesnedi olan delillerin ortaya konulup değerlendirilmesi gerekir.
2- Özellikle fetih bölgelerinde, topluca ihtida eden toplumlara böyle bir metod
uygulanmış mıdır; uygulanmışsa hangi illetler göz önünde bulundurularak ulema tarafından
nasıl fetva verilmiştir? Ulemanın verdiği bu fetvalar bir zaruretten mi kaynaklanmıştır, yoksa
bir sebebin zorunlu sonucu mu dur? Eğer bir tedricilik uygulaması varsa bu uygulamalar
sosyolojik bir gerçekliğe mi dayanmaktadır, yoksa Kur’an’da kökleri olan uygulamaların bir
devamı mıdır?
3- Verilen hükümler ve fetvalar tedriciliğin uygulanabilirliğine ters düşüyorsa bunun
sebebi ne olabilir ve bu görüşlerin uygulanabilirlik yönü üzerinde yeniden düşünülüp bir
değerlendirmenin yapılabilmesi mümkün değil midir?
Bu soruların mutlaka akademik bir çalışma disiplini içerisinde derinliğine irdelenip
araştırılması gerekir ki, bu hususta kanaatlerin rahat belirtilmesine ortam hazırlanmış olsun.
77
BİBLİYOGRAFYA
Acluni, İsmail b. Muhammed b. Abdil Hadi el- Cerrahi, Keşfu’l-Hafa, 1.bsk.,
Beyrut, Daru’l - Kütübi’l - İlmiyye, 1997.
Akseki, Ahmet Hamdi, İslam Dini (İtikat, İbadet, Ahlak), Ankara, 1964.
Alusi, Şihabüddin es-Seyyid Muhmud el-Bağdadi, Rulhu’l-meani fi tefsiril –
Kur’an’i’l-Azım ve’s-seb’i’l-mesani, Beyrut 1985.
Asım Efendi, Kamus Tercemesi, İstanbul 1304H.
Durmuş Aslan, Metodolojik Yönden Kur’an’ın Tedriciliği (Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi), Sivas 1999.
Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul 1998.
Ayhan, Halis, Din Eğitimi ve öğretimi, Ank. 1985.
Azimabadi, Avnu’1-Ma’bud, Medine 1968.
Beşirüddin Mirza, İslamiyet ve Dünya Nizamı(Trc.), Ank. 1959.
Bilgin, Beyza, İslam’da Eğitimin Temeli Olarak Sevgi, Ank.(ts.).
Bilgiseven, Amiran Kurtkan, Genel Sosyoloji, İst. 1976.
_________, Eğitim Yolu İle Kalkınmanın Esasları, İst. 1977.
_________, Fert ve Topluluk ilişkileri Bakımından Şahsiyet ve Cemiyet
Topolojisi, İst. 1977.
_________, Mali Sosyoloji, İst. 1968.
_________, Sosyoloji, İst. 1977.
Binbaşıoğlu, Cavid, Ölçme ve Değerlendirme, Ank. 1978.
Buhari, Muhammed b. İsmail b. İbrahim, el-Camiu’s-Sahih, İst., Çağrı Yayınları,
1992.
78
Buti, Ramazan Fıkhu’s-Sire (Trc. A. Nar, O. Aktepe), İst. 1990.
Canatan, Burhaneddin, Eğitim Psikolojisi, Konya 1967.
Canan, İbrahim, Rasullullah’ta Muhataba göre ve Tedric Prensipleri, 2.
__________, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Şerhi, Ank., Akçağ yayınları, 1988.
__________, Peygamberimizin Hadisleri’nde Medeniyet, Kültür ve Teknik.
Draz, Muhammed Abdullah, En Mühim Mesaj Kur’an, (trc. Suat Yıldırım), 3.bsk.,
İst., Işık Yayınları, 2003.
_________, Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru, (çev. Salih Akdemir), Ankara 1983.
Demirci, Muhsin, Vahiy Gerçeği, İstanbul 1996.
Derveze, M. İzzet, Kur’anü’l-Mecid, (çev. Vahdettin İnce), İstanbul, Ekin
Yayınları, 1997.
__________, Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, (çev. Mehmet yolcu),
İstanbul, Yöneliş Yayınları, 1989.
Duman, Zeki, Nüzulünden Günümüze Kur’an ve Müslümanlar, Ankara 1996
Elmalılı M. H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1939.
Ebu Şehbe, Muhammed b. Muhammed, el-Medhal li diraseti’l-Kur’ani’l-Kerim,
Beyrut 1992.
Ebu Zehra, Muhammed, İslam’da Sosyal Dayanışma (Trc.E.R. Fığlalı O.
Eskicioğlu), İst. 1976.
_________, Usulü’l-fıkh, (çev. Abdülkadir Şener), 3.bsk. Ank. 1981.
Er, İzzet, Sosyalleşme, Sosyal Gelişme ve İslam, Bursa 1988.
Erdoğan, Mehmet, Akıl – Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İstanbul 1995.
_________, “Sosyal Değişme Karşısında İslam Hukuku”, Sosyal Değişme ve Dini
Hayat (İSAV, Sempozyumu Bildirileri).
79
_________, İslam Hukukunda Ahkamın Değişmesi (Doktora Tezi), 2.bs., İst.
1994.
Erkan, Şakir, Kur’an’da Nesih, (Basılmamış Doktora Tezi), Samsun, 1997.
Ersöz, İsmet, Kur’an Tarihi (Kur’an-ı Kerim’in İndirilişi ve Bugüne Gelişi),
İstanbul 1996.
Fazlur Rahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı (Makaleler I), (çev.Adil Çiftçi), Ankara
1997.
_________,İslamiyet ve İktisadi Adalet Meselesi (Trc.Y.Z.Kavakçı),Erzurum l976.
Gazali, Muhammed, Varlıkların Yaradılış Hikmetleri (Trc. Komisyon), Ank. 1986
_________, Fıkhu’s-sire, (çev. Resul Tosun).
Görmez, Mehmet, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında
Metodoloji Sorunu, Ankara 1997.
Hamidullah, Muhammed, İslam’a Giriş (Trc. Cemal Aydın), 3.bsk., TDV Yayınları,
1999.
_________, İslam Peygamberi (Trc. Salih Tuğ), 5.bsk., İst. İrfan Yayıncılık, 1993.
_________,
İslam’da
Devlet
İdaresi
(Trc.
Kemal
Kuşçu),
Ank.,
Nur
Yayınları,1963.
Hanbel, Ahmed, Müsned, İst. Çağrı Yayınları, 1992.
Hasan, Ahmed, “Nesh Teorisi” (çev. Mehmet Paçacı), İslami Araştırmalar, Sayı 4-5,
Yıl: 1987.
İbn Abidin, Muhammed Emin, Reddu’l-Muhtar, Kahire 1307 H.
İbn Abdilberr, Camiu Beyani’l-İlm, Mısır 1346 H.
İbnu’l-Esir, İzzüddin Ebu Hasan Ali b. Muhammed el-Ceziri, Üsdu’l-Gabe, 1.bs,
Beyrut, Daru’l Marifet, 1997.
80
İbnu Hacer, Ahmet b. Ali el-Askalani, el-İsabe Fi Temyizi’s-Sahabe, 1.bs., Beyrut,
Daru’l Kütübi’l-İlmiyye, 1995.
_________, Fethu’l-Bari, 1.bs., Beyrut, Darü’l Fikr, 2000.
İbn-i Haldun, Mukaddime (Trc. Süleyman Uludağ), 2.bs., İst., Dergah Yayınları,
1988.
İbnu Hişam, es-Siratun-Nebeviyye, Mısır 1955.
İbnu’l-Hümam, Muhammed b. Abdilvahid, Fethu’l-Kadir, 1.bs., Beyrut, Darü’l
Kütübi’l-İlmiyye, 1995.
İbnu Kayyım el-Cevziyye, Ebu Abdillah Muhammed b. Ebi Bekri’z-ZeriyyidDımeşki, Zadu’l-Mead, 3. bs., Beyrut, Müessesetü’r-Risale, 2000.
İbn Kesir, Ebu’l-Fida İsmail, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, 1.bs., Kahire 200.
İbnu Mace, Sünen, İstanbul, Çağrı Yayınları, 1992.
İbn Manzur, lisanü’l Arap, 1.bs., Beyrut, Darü’s-Sadr, 2000.
İbn Sa’d, Meniü’z-Zühri, et-Tabakatu’l-Kübra, 1.bs., Kahire, Mektebetü’lHanici,2001.
Kattan, M.Halil, Mebahis fi ulumi’l-Kur’an, (b.yy., ts.).
Kermi, Hasan Said, el-Hadi ila lüğati’l-arab, Beyrut 1991.
Kesler, M. Fatih, Kur’an-ı Kerimin Evrenselliği, İstanbul 1996.
Kırca, Celal, Kur’an ve İnsan, İstanbul 1996.
Keylani, Macid Ursan, Tatavvuru Mefhumi’n-Nazariyyeti’l-İslamiyye, Amman
1979.
Koçkuzu, A.Osman, Hadiste Nasih-Mensuh, İst. 1985.
Kurtubi, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensari, el-Cami- li ahkami’lKur’an, Beyrut, Darü’l Kütübi’l- İlmiyye, 1993, I-XX.
81
Kutub, Seyyid, fi Zilali’l-Kur’an (Çvr. M. Emin Saraç, İ. Hakkı Şengüler, Bekir
Karlığa), İst. 1972, I-XVI.
_________, İslam’da Sosyal Adalet (Trc.Y. Tunagör, M.A. Mansur), 1964.
Makdisi, Şihabüddin Abdurrahman b. İsmail b. İbrahim Ebu Şame, el- Mürşidü’lveciz ila ulumin teteallaku bi’l-Kitabi’l-Aziz, (thk. Tayyar Altıkulaç), Ankara 1986.
Mart, Ömer, Eğitim Psikolojisi, İst. 1952.
Mehmet Vehbi, Hülasatü’l-Beyan, İst. 1991.
Meraği, Ahmed Mustafa , Tefsiru’l-meraği, 1.bs., Beyrut, Darü’l Kütübi’l-İlmiyye
1997, I-X.
Mevdudi, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı (Trc.
A. Asar), İst. 1985.
_________, Tefhimu’l-Kur’an.
Meydan-Larousse, İstanbul 1973.
Mübarek, Muhammed, İslam’da İktisat Nizamı (Trc. H. cemal), İst. 1977.
Münavi, Feyzu’l-Kadir, Beyrut 1391H.
Müslim, Sahih, Kahire 1374-1375 H.
en-Nesefi, Ebu’l-Berekat Abdullah b.Ahmed, Medariku’t-Tenzil ve Haka- iku’tTe’vil, Mısır (ts.).
Özbek, Abdullah, Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed, Konya 1988.
Razi, Fahruddin Ebu Abdillah Muhammed b. Ömer, Mefatihu’l-ğayb, Beyrut 1990.
Sabuni, Muhammed Ali, et- Tibyan fi ulumi’l- Kur’an, Mekke 1980.
_________, Ravaiu’l-beyan tefsiru ayati’l-ahkamı mine’l-Kur’an, İstanbul, (ts.).
Sarı, Mevlüt, El Mevarid, İst., Bahar Yayınları (ts.).
82
Serahsi, Şemsü’d-Din, Mebsut, Beyrut, Dar El-Marefah, 1986.
Suyuti, Celalüddin Abdurrahman , el-İtkan fi ulumi’l-Kur’an, İstanbul, 1978.
Şener, Mehmet, İslam Hukukunda Örf, İzmir 1987.
Şevkani, Neylu’l-Evtar, Mısır 1371 H.
Şibli, Mevlana, Asrı Saadet (Trc. Ö. R. Doğrul), İst.1977.
Şimşek, M. Sait, Kur’an’da İki Mesele, Konya 1987.
Taberi, Tarihu’r-Rusul ve’l-Muluk, Mısır 1968-1969.
Tirmizi, Ebu İsa Muhammed b. İsa b. Sevre, Sünen, Kahire 1384 H.
Topçu, Nureddin, Kültür ve Medeniyet, İst.1970.
Uludağ, Süleyman, İslam’da İrşad, İst .1984.
Umeri, Ekrem Ziya, Medine Toplumu, (çev. Nureddin Yıldız), İstanbul 1988.
Ünal, Ali, Kur’an’da Temel Kavramlar, İst. 1986.
Yıldırım, Suat, Kur’an’da Uluhiyyet, İstanbul 1987.
Zemahşeri, Muhammed b. Ömer, Tefsiru’l-Keşşaf an hakaiki’t-tenzil ve uyuni’lekavil fi vücuhi’t-te’vil, Kahire 1977.
Zerkani, Menahilü’l-irfan fi ulumi’l-Kur’an, Beyrut, 1995.
Zeyd, Mustafa, en-Nesh fi’l-Kur’ani’l-Kerim, Beyrut 1987.
Zerka, Mustafa Ahmed, el-Medhalu’l Fıkhı’l-Amm, Dımeşk 1956.
Zeydan, Abdülkerim, İslam Hukuku’na Giriş (Trc. Ali Şafak ), İst.1976, s.367.
83
Download