Tasavvuf nedir? Tasavvuf değişik şekillerde tarif edilmiştir. Bunlar içerisinden aşağıdakileri seçiyoruz: Muhakkik Rabbani Alim Şeyh Muhammed el-Arapkendi der ki: "Tasavvufun mahiyeti hakkında birçok kimse söz etmiş ve herkes onu kendi meşrebine ve ondan elde edilen bazı faydalara göre tanımlamıştır. Bu tarifler içerisinde en güzeli şudur: "Tasavvuf, vakti en evla olan amele sarf etmektir. Hangi vakitte hangi amelin yapılmasının daha evla olduğunu bilmek için maharet gerekir ve her vakit için, ameller içinde o vakitte yapılması en evla ameli seçmek lazımdır. Bu ameller: kalbi ve bedeni ameller, dava ve irşat faaliyetleri, ümmete hizmet ve infakta bulunmak vs. gibi. Bazıları ise Tasavvufu şu şekilde tanımlamıştır: "Tasavvuf, her güzel huyu edinmek her kötü huydan uzaklaşmaktır." Bazıları da: Tasavvuf: Ahlaktır, ahlak olarak senden daha üstün olan, Tasavvuf ve samimiyette de senden daha üstündür." demiştir. Cüneydi Bağdadi'ye Tasavvuf'un ne olduğu sorulduğunda o şöyle cevaplamıştır: "Sizin her halinizde ve amelinizde Allah'la beraber olmanız ve mâsivadan alakayı kesmenizdir. Cüneydi Bağdadi'nin tanımından anlaşıldığı üzere sufi; Rabbine yönelmiş ve rabbini devamlı olarak zikreden Müslüman demektir. ve Allah’ı devamlı zikretmesi kalbinde kalıcı bir vasıf haline gelir ve her hal ve durumda Allah’ı murakabe eder. Zira Tasavvufun başlangıcı, Allah'ın murakabesini elde etmeye çaba sarf etmek iken, sonu, bir an bile olsun Allah'tan gafil olmayacak şekilde Allah'ın kendisini görüp gözettiğini şuur etme halidir. 2- Tasavvufun İslam'daki konumu nedir? İslam ile tasavvufun ilişkisi, bedenle ruhun ilişkisi gibidir. Efendimiz (s.a.v), "Ben sadece güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim" diye buyurmuştur. Tasavvuf da, bir Müslüman'ın açıkta gizlide Resulullah'ın ahlakı ile ahlaklanmasıdır. Bir başka deyişle nefsin zahiri ve batini çirkinliklerinden arındırılması, bunun yerine faziletli ve değerli huylarla donatılmasıdır. Tasavvuf yolunu kat etmekten kasıt nefsi zahiri ve batini kötü ahlaklardan arındırmak, zahiri ve batını faziletlerle süslemektir ki salik felaha erebilsin Nitekim AllahTeala şöyle buyurmuştur : "Nefisini temizleyen muhakkak kurtulmuş, kirleten (onun isteklerine boyun eğen) ise muhakkak zarara uğramıştır." Yine, "Nefsini kötülüklerden arandıran, Rabbin ismini anan ve namaz kılan felaha ermiştir." diye buyurmuştur. Bu ayette Allah Teal'a dünya ve ahirtteki iflahı, nefsin arındırılmasına bağlamıştır. Sonra şuna da işaret etmiştir ki, tezkiyenin gerçekleşme yöntemi, Yüce Allah'ın ismini çokça 1 zikretmek, huşu, huzur ve tedebbürle namazı kılarak ona yönelmektir. Tasavvuf, peygamber efendimizin meşhur "Cibril hadisi"nde, "Allah'ı görüyormuşçasına ona ibadet etmendir. Her ne kadar sen onu görmesen de o seni görüyor" diye tanımladığı "ihsan makamı"na erişmekten ibarettir. Tasavvuf nasıl ortaya çıktı? Az önce belirttiğimiz üzere Tasavvuf İslam'ın önemli bir parçası olup onun kalbi ve ruhi boyutunu teşkil etmektedir. Bir başka deyişle tasavvuf islamın özüdür Dolayısıyla islamın oluşmasıyla tasavvuf oluşmuştur. Müslümanlardan Tasavvuf ismini alan bir taifenin çıkışına gelince, Kuşeyri meşhur er-Risale isimli kitabında bunu izah makamında şöyle der: "Muhakkak ki Müslümanların seçkin şahsiyetleri, peygamberle beraber kalmaktan dolayı edindikleri özel isimlerden başka hiçbir özel isim almamıştır. Çünkü özel isim edinme konusunda Peygamber efendimizin beraberliğine atıfta bulunan "sahabe" isminden daha üstün bir isim yoktur. İkinci asırda yaşayan Müslümanlar, sahabe ile sohbetlerinden dolayı tabiin diye isimlendirilmişlerdi. Onlar bu ismi en değerli isimlendirme olarak kabul etmiştir. Onlardan sonra gelen Müslümanlar da Etba-ut tabiin olarak isimlendirilmişlerdir. Bu üç asırdan sonra insanlar, ahlaki ve dini bakımdan farklı ve değişik yapılanmalara gitmişlerdir. Bu dönemlerde dini konularda yaşayışlarıyla fazla hassasiyet gösteren kimselere zahit ve abid denmiştir. Daha sonraki dönemlerde ise bidatler ortaya çıkmış, dini guruplar arasın da çekişmeler meydana gelmiştir. Her gurup, zahitlerin kendi cemaatleri içerisinde olduklarını iddia etmiştir. Allah Teala'yla murakabe ye önem verip kalplerini her türlü gafletten uzak tutan ehlisünnettin seçkin müntesipleri, o dönemlerde kendilerine özgü alarak "Tasavvuf" ismini benimsemişlerdir. İşte ehlisünnettin seçkinlerinden kendilerini Allah'la birlikte olmalarına önem vermiş, kalplerini gaflet bataklıklarından korumuş kimseler Tasavvuf ismini almışlardır. Ve bu isimlendirme hicretin iki yüzüncü yılından önce yaygınlık kazanmıştır. Tasavvuf hangi İslami ilmin alt dalıdır? Tasavvuf müstakil bir ilimdir. Bu ilmin ilke ve kurallarını, uyulacak esasları ve adapları bu konuda uzman olan âlimler, belirlemiştir. Onlar bütün bunları, kitap, sünnet, sahabe ve tabiin sözlerinden kendilerinin Allah yolunda yürürken ve birde müritlerini eğitirken edindikleri tecrübelerden almışlardır. Tasavvuf, İslami ilimlerden bir ilimdir. Diğer İslam ilimlerde mütehassıs âlimler yetiştiği gibi Tasavvuf ilminde de mutehassıs âlimler yetişmiş, bu ilme önem vermiş, onu geliştirmiş ve hakkında kitaplar yazmışlardır. 2 Kadi Zekeriya el- Ensari, Kuşeyri’nin Risalesi'ne yazdığı şerhte tasavvufla ilgili şöyle der: " Tasavvuf; kendisi ile nefsin tezkiye edilmesinin, ahlakın tasfiye edilmesinin, zahir ve batının ebedi saadete ulaşmak amacıyla onarılmasının bilindiği bir ilimdir. Buna göre onun konusu nefsin kötü huylardan arıtılmasıdır. Gayesi: Ebedi saadete ulaşmaktır. Meseleleri ise; ilgili kitaplarda belirtilen meselelerdir." Bu ilim, amel neticesinde Resulullah'ın varisi olunarak elde edilen dindeki ince meseleleri kavrayış durumudur. Şu hadis buna işaret eder: "Kim bildikleriyle amel ederse, Allah ona bilmedikleri şeyleri öğretir." Miras alınan ilim, dinde ince bir anlayış (fakih olmak) ve verildiği kişiye çok hayır verilmiş olan hikmettir. Bir defasında Hasan Basriye, fakihlerin böyle dediği söylenildi. Bunu üzerin o, "Sen hiç fakih gördün mü ki? Gerçek fakih, dünya konusunda züht sahibi, geceleri kaim, gündüzleri saim, çekişmeyen, kavga etmeyen, dininde taviz vermeyen, Allah'ın hikmetini neşreden, eğer bu hikmet kabul edilse de edilmese de Allaha hamdeden kimsedir. Tasavuffun tarihi, gelişim evreleri ve şimdiki durumundan bahseder misiniz? Tasavvufun tarihi hakkında şunları söylemek mümkündür: Burada iki husus söz konusudur. 1. Tasavvuf ehli 2. İlim, terbiye ve hal olarak tasavvuf Tasavvuf ehlinin hayat hikâyeleri, halleri, mücahedeleri ve yaptıkları büyük amellerle ilgili çeşitli kitaplar telif edilmiştir. Bu kitaplardan bir kısmı özel bazı mutasavvıflar hakkında iken diğer bir kısmı da büyük bir gurup Tasavvuf âlimleri hakkındadır. İlim, terbiye ve hal olarak Tasavvufa gelince, ilk dönemlerde sufilerin halleri ve ilimleri sadırlarında idi. Seyr-i Sülük talebesi tasavvufu mürşidinden şifahi olarak ve sohbetinde bulunarak alır ve bu şekilde şeyh elinde yetişirdi. Talebesi de kendisinden tasavvufu bu şekilde alıyordu. Yani tasavvufla ilgili malumatlar kitaplara yazılmadan (şifahi olarak) bu şekilde (üstad talebe şeklinde) edinilirdi. Daha sonra Tasavvuf ehli bu ilimi tedvin etmeye başladı. Bu konuda telif yapanların ilklerinden biri İmam Haris bin Esed elMuhasibi (v.243)'dir. Nitekim o, Tasavvuf, ahlak ve tezkiye-i nefs konusunda birçok kitap kaleme almıştır. Onun yazdığı bu eserler, sonraki müelliflerede kaynak olmuştur. 3 Bir başka müellifte Serraç et-Tusi (v.378) olup, eserinin adı "elLüme'"dır. Kuşeyri (v.465)'nin "er-Risale"si de kaynak eserlerden biridir. Bunlardan sonra İmam Gazali (505), İslam ahlakı ansiklopedisi sayılan seçkin kitabı "İhya-u Ulumuddin" isimli eserini kaleme almıştır. Daha sonra iki büyük imam: Şeyh Abdülkadir el-Geylani (v.561) ve Şeyh Ahmed er-Rifai (v.578) bu konuda değerli eserler kaleme almışlardır. Bunlar arasında: Ğunye, el-Fethu'r-Rabbani, Mefatih-ul Ğayb Abdulkadir Geylani hazretlerine ait iken; el-Bürhan-ul Müeyyed, Halu Ehli-l Hakika Meallah ve elHikem ise Şeyh Ahmed er-Rifaiye aittir. İmam Haris el-Muhasibi ile Ahmed er-Rifai arasında tasavvufla ilgili zikredilen kitapların haricinde önemli kitaplar kaleme alınmıştır. Böylece genel olarak bu tarihe kadar Tasavvuf inhirafsız devam etmiştir. Çünkü o dönemde bu ilimin öncülüğünü, ruhi terbiyelerini ve nefsi tezkiyelerini büyük üstatların rahle-i tedrislerinden geçerek almış büyük âlimler yapmaktaydı. Bu üstadlar, İslam şeriatı üzerinde sabitkadem kalan, İslam'ın ahlak ve adabına riayet eden, İslam'ın içsel ve ahlaki yönüne yoğunlaşan ve tasavvufu bidatlerin bulaşmasından, aşırılığın sızmasından ve ehil olmadığı halde mürşitlik iddia edenlerden koruyan âlimlerdir. Bundan sonraki dönemlerde, Tasavvuf alanı ve kurumu, çalkantılı bir döneme girdi. Bu dönem içerisinde bir gurup, önceki Tasavvuf büyüklerinin yolunu izleyip onların yöntemlerini uygularken ve tasavvufu bidatlerin ve aşırılığın sızmasından muhafaza ederken, diğer taraftan mutasavvıflar arasında ehliyeti olmayan bir takım insanlar türedi ve bunlar tasavvufu bidatlerden ve aşırılıktan koruyacak durumda değillerdi. Tasavvuf, bir ilim ve faaliyetler bütünü olarak şuradan buradan olumsuz yönden etkilendi. Ve tasavvufa bidatler sızmaya başladı. Ölü olsun, diri olsun Şeyhler hakkında aşırılıklar baş gösterdi ve yayılmaya başladı. Sonraki dönemlerde bu olumsuzluklar mütemadiyen arttı, selefi salihinin tasavvuf anlayışı üzerinde kalanlar gittikçe azalırken bu inhiraflara rağbet gösterenler çoğaldı. Tarihte belli aralıklarla gelen mücedditler, Tasavvufu aslına çevirmeye ve onu bidat ve aşırılıklardan arındırma yolunda çaba göstermişlerdir. Bu olumsuzlukların yoğunlaştığı dönemlerde büyük İslam mücedditleri, tasavvufu bozulmamış, asli haline çevirmeye yönelik büyük çabalar gösterdiler. 4 Bu durumu Rasulullah (s.a.v), şu hadis-i şerifle bildirmiştir. "Bu ümmet için Allah, her yüz senenin başında dinlerini (bidat ve inhiraflardan) arındıracak müceddit âlimler gönderir." Başka bir hadislerinde ise: "Bu dini, her neslin adilleri taşıyacaktır. Onlar bu dini, aşırıya gidenlerin tahrifinden, sapkın görüşlerine delil getirmek için İslam kaynaklarının dışındaki kaynaklardan deliller getirip bunları islamdanmış gibi gösterenlerin intihalinden ve cahillerin yorumundan arındıracaktır." diye buyurmuştur. Tasavvufun günümüzde ki durumuna gelince: gerçek şu ki, O, hemen hemen bütün yönleriyle üzerine ağıt yakılacak bir hale dönüşmüştür. Günümüzdeki Tasavvuf, hem şeyhlik, hemde öğretileri ve amelleri bakımından büyük bir keşmekeşlik arz etmektedir. Şeyhlik konusundaki keşmekeşlikten dolayı tarikat şeyhlerin içinde misyonuna ehil birini bulmak güçtür. Günümüzdeki şeyhlerin büyük bir kısmı, tasavvuf ismi altında insanları köleleştirip mal toplamaktadırlar. Bunlar; insanları Kur'an ve sünnet'in öğretilerini uygulamaya değil, bilakis kendilerine ve şahsi çıkarlarına yönlendirmektedir. Onların bu durumu Yüce Allah'ın şu ayetiyle tamamen çelişmektedir: "İnsanlardan hiçbir kimseye, Allah kendisine, kitap, hüküm ve peygamberlik verdikten sonra, kalkıp insanlara, ' Allah'ı bırakıp bana kul olun' demesi yakışmaz. Fakat ona: 'Öğrettiğiniz ve okuduğunuz kitap gereğince rabbe halis kullar olun.' demesi uygundur. Günümüz Tasavvuf anlayışının öğretileri konusundaki keşmekeşliğe gelince; bu, Tasavvuf öğretilerinin günümüzde Allah'ın Kitabıyla ve nebisinin sünnetiyle uzaktan yakından hiçbir alakası bulunmayan bir dizi bid'at öğretilere irca edilişinden kaynaklanmaktadır. Amellerdeki keşmekeşlik ise, günümüzde bir çok tarikat temsilcilerinin, İslam la hiçbir şekilde bağdaşmayacak bir dizi ameller yapıp bunları müntesiplerine telkin etmesinden kaynaklanmaktadır. Biz, günümüz tasavvufunun ve sofilerinin halini –ekseriyete nazaren- tasvir etmek istediğimizde aşağıdaki beyitler meramımızı net olarak ifade eder: 5 Allah'a yakarırken görüldü tasavvuf: Gerçek şu ki, bazı kullar zulmettiler bana, Kendilerini sufi ilan ettiler, yemin olsun ki, yalandır bu. Ne ben tanırım onları, ne onlar tanır beni. Şahsiyete uğradım o ağlar iken Niyedir bu hıçkırıklar dedim ona Nasıl hıçkırmayayım dedi bana Mahlukat hariç bütün ehlim ölmüş iken Müslümanların geri kalmasında ve dinlerinden uzaklaşmasında tasavvufun ve mutasavvufların etkisi var mıdır? Tasavvufun, "Resulullah (s.a.v)'in ahlakıyla ahlaklanmak" olduğu gibi aynı zamanda "vakti en evla amellerle geçirmek" ve "kalbi Allah Teala'ya yöneltip mâsivadan alıkoymak" olduğunu ilk sorunuza verdiğimiz cevapta açıkladık. Bu tanıma göre Tasavvuf, elbette ki ne Müslümanların gerilemesinde ne de dinlerinden uzaklaşmasında bir etkiye sahiptir. Tam tersine bu anlamdaki Tasavvuf, Müslümanların ilerleyişinin ve gerek kalben gerekse bedenen dinlerinin öğretilerine sıkı sıkıya bağlı kalışlarının en kuvvetli sebeplerindendir. Evet, yukarda değindiğimiz gibi; İslam tarihinde bazı insanlar Tasavvuf kisvesine bürünmüş ve sahtecilikle Tasavvufa intisap etmişlerdir. Bunlar kendi dönemlerindeki yöneticilerin, ümmeti kalkındıracak, İslam devletini ilerletecek himmetlerini kırmış -ki o dönemler, ümmetin kalkınmaya ve ilerlemeye en çok ihtiyaç hissettiği dönemlerdi- ve Müslümanların gerilemesine sebep olmuştur. İrşada ehil olmadıkları halde kendilerini Tasavvufa nispet eden bu sahte sofiler, Tasavvuf ismiyle İslam'la uzaktan yakından hiçbir alakası bulunmayan öğretiler yaymıştır. Netice itibariyle bunlar, İnsanları kendi hanif dinlerinin öğretilerinden uzaklaştırdılar. Bazı kişiler, insanların gidip bir şeyh aracılığıyla tövbe etmesini, papazların günah çıkarmalarına benzetmiştir. Bu teşbih doğru mudur? Bu benzetme doğru değildir; çünkü şeyhlerin yaptığı yalnızca şudur: Onlar; insanları, günahları terk edip Allah’a tövbe etmeye davet ederek onlara “tövbe şuurunu aşılar ve onlara tövbenin şartlarını ve 6 adabını öğretir. Bu yaptıkları ise zaten Allah’a davet eden her insanın görevidir. Şeyhler tövbe verirken hiçbir zaman kendilerini kulla Allah arasında aracı konumunda görmezler. Ayrıca günahkarların günahını affetme iddiasını bir kenara bırakın; onlar, tövbe için kendi metotlarının şart olduğu iddiasında bile değiller. Netice itibariyle, tövbe yalnızca Allah ile kul arasındaki bir durumdur. Şeyhlerin konumu ise, sadece insanları tövbeye çağırmak onlara tövbeyi telkin etmek ve tövbenin şartlarını ve adabını onlara öğretmektir. Papazların yaptığına gelince, onlar günahkarların günahlarını kendilerinin affettiklerini iddia etmekte ve kendilerini Allah’la kul arasında aracı konumunda görmektedirler. En düşük seviyede bir zekaya sahip olan kimse bile bu iki meselenin arasındaki farklılıkların çokluğu ve büyüklüğünden dolayı böyle bir teşbihin fahiş bir hata olduğunu anlamakta güçlük çekmez. Nefsi tezkiye etmek için bir müslümanın herhangi bir şeyhe bağlanmasının gerekliliği ne boyuttadır? Bir şeyhe bağlanmaksızın nefsi arındırmak mümkün müdür? Bu sorunun cevabı olarak üstadım şeyh Muhammed elArabkendi’den yapacağım şu nakille yetinmek istiyorum. O, bu konuda şöyle demektedir: “Allah’a ulaşmak için bir şeyhe intisap etmeksizin sadece kur’an ve sünnet’le amel etmek yeterlidir; ama bu, gerçekten çok az insan için mümkün olabilir. Çünkü Allah’a yöneliş ve yürüyüş esnasında insana bir çok haller peyda olur, onun karşısına bir çok sarp yokuşlar çıkar. Nefis, bütün ince hileleriyle ona yönelir ve şeytan, onun amellerine karşılık bir çok gizli tuzak hazırlar. Bu yüzden imam Busiri şöyle demiştir: Nefse ve şeytana muhalefet et, Sakın ola ki etme itaat. Onlar, sana halisane etse bile nasihat, Sen, onları daima itham et. İşte, bu çetin yokuşlardan kurtulmak ve ince hileleri ve desiseleri öğrenmek için daha önce Allah’a giden yolda yürümüş ve bu konuda maharet kazanmış bir insanın kontrolünde bu yolu yürümek gerekmektedir. Zaten bir şeyhe bağlanmanın sağladığı en büyük faydalarda bu hile ve desiseleri öğrenip onlardan kurtulmaktır." 7 Şeyh Muhammed el-Arabkendi devamla şöyle demiştir: “Şeyhe bağlanma ve ona ittiba etmenin bereketi yanında şeyh, aynı zamanda müridini salih ameller işlemeye sevkeder. Şeyh, müridi için bir rehber, onu güçlüklerden kurtaran bir kurtarıcı ve ancak ders alınarak öğrenelebilecek Tasavvufi istilahları ona öğreten bir öğreticidir.” Şeyh el-Aarapkendi (k.s), şunu kasdetmektedir: insanın bir şeyhe bağlanmadan amellere ve zikirlere devam etmesi pek nadirdir. Bunları bir gün yapsa, birgün –belki günlerce- yapmaz. Bu amellere ve zikirlere devam ettiği takdirde de tek başına, yoluna çıkacak güçlüklerden, şeytanın hilelerinden kurtulamaz. Ve iç fısıltılarının (hevatir) nefsi mi, şeytani mi; meleki mi yoksa, ilahi mi olduğunu bilemez, bunları birbirinden ayıramaz. Ama, eğer insanın seyr-i sülüku, yolu bilen, bu konuda mahir bir şeyhin konturolünde olursa, şeyhinin öğretileriyle ve hekimane yönlendirmeleriyle elbette ki yukarıda zikrettiğimiz yoldan alıkoyucu bütün müşkillerle kolayca başa çıkcaktır. Mürebbi olan şeyhler, eskiden Tasavvuf yoluna sadece ilim ehlini kabul ediyorlardı, şimdikiler ise ehliyetine bakmadan her önüne geleni bu yola alıyorlar. Böylece bilgisiz ve ehil olmayan kişileri bu yola alıp hatta onlara vekillik bile vermektedirler. Bunda doğruluk payı var mıdır? Daha önceki dönemlerde Müslümanların çoğunluğu farz ve vacibleri zaten yapmaktaydılar. Dolaysıyla Tasavvufa girmenin en büyük gayesi seyr-i sülük'te tasavvuf makamlarından "ihsan mertebesi"ne ulaşana kadar yükselmekti. İhsan makamı, "kişinin her iş ve halde Allah'ın murakabesi altında olduğunu hissedip düşünmesi" demektir. İşte Mürebbi şeyhler, seyri sülük için sadece bu işe kabiliyetli olan talebeyi kabul etmekte ve tarikata alacakları mürit hususunda istihare yapmaya özel olarak önem göstermekteydi. Günümzde ise durum tam tersidir. bu günkü şeyhlerin Tasavvuf yoluna insanları kabul etmelerinin en büyük gayesi, Tasavvufi incelikleri öğretmek değil, İslamın temel esaslarını: farzları ve vacibleri yerine getirmeye aracı olmaktır. Bunu yaparken de büyük günahlardan, haramlardan uzak kalınmasını sağlamakır. Seyrü Sülük yapmak Tasavvufta ilerlemek bu gün için çok nadir bir olaydır. Bundan dolayı şeyhler her isteyeni tarikata almaktadır. Cahillerin Tasavvufta vekil olarak belirlenmesi meselesine gelince, aslolan bundan sakınmaktır. Şeyh ilim ehlinden vekil tayin edecek bir kimse bulamayıp cahil birini tayin etmek durumunda kaldığında, ihtiyat ve temkinle 8 hareket etmesi gerekir. Çünkü cahil vekillerin birçoğunun ifsatları, ıslahlarından daha çoktur. Netice itibariyle, vekillik meselesi son derece ihtiyat ve temkin gerektirmektedir. Rabıtanın hükmü nedir? Delilleri nelerdir? Bazı kişiler onun şirk olduğunu iddia etmektedir. Bu iddianın doğruluk payı nedir? Rabıta başlıbaşına bir ibadet değildir. Ehli Tasavvuf’un mutakaddimleri döneminde rabıta yoktu. Onu, tasavvufta istenilen bazı gayelere vesile olsun diye, müteahhir Ehli tasavvuf çıkarmıştır. Bu gayeler, şeyhe duyulan muhabbetin muridin gönlünde ve şeyhin azameti de onun kalbinde temekkün etmesidir. Bu da; şeyhin emirlerini yerine getirmeğe, yolunda yürümeğe ve zikir ve amel olarak verdiği vazifeleri ihmal etmemeye vesile olur. Bu da tarikatta yükselmeye ve tasavvuf yolunda yürümenin asıl maksadı olan “ İhsan mertebesine” ulaşmaya vesiledir. Öte yanda Rabıta, Resulullah (s.a.v)’in ahlakıyla ahlaklanan ve şeyhin güzel ahlakını elde etmeye araçtır. Buna ek olarak söylemek gerekirse rabıta: bir insanın kalbini Resulullah (s.a.v)’in varisi niteliğini taşıyan bir büyüğe bağlanmaktır. Murit rabıta aracılığıyla şeyhinin her zaman kendisiyle beraber olduğunu düşünür. Kabul edilen bir gerçektir ki; bir işin yapılması insan ahlakında ve içgüdüsünde ne kadar tesir bırakırsa onu hayal etmekte ona yakın bir tesir bırakır. Binaen aleyh hayırlı şeyleri ve Salih kimseleri hayalinde canlandıran kimse de, salih amellere ve kimselere bir temayül hasıl olur. Kötülüğü ve kötüleri düşünen insan da ise, kötülüğe ve kötülere karşı bir temayül hasıl olur. İnsanın hayatının gidişatını belirleyen, davranışlarını, zahirini ve batınını etkileyen hiç kuşkusuz ki, temayülleridir. Şeyhi hayalde canlandırmak, insanın ahlakına ve meziyetlerine yaptığı etki, sahiden şeyhin huzurunda bulunmanın bunlara yaptığı etkiye yakındır İşte bu düşünceyle sonraki sufiler, Rabıta’yı bir yöntem olarak benimsemiş ve ona yoğunlaşmıştır. Rabıta’nın ne Kur’an ve sünnette ne de Selefi Salih’inin amelinde özel bir delili vardır. Sadece “hayra vesile onlan her şey matluptur.” kaidesi gibi genel kurallarla ispatlanabilir. Dediğimiz gibi Kur’an’da ve sünnette Rabıta’nın özel bir delili yoktur. Rabıta’ya Kur’an ve sünnetten 9 delil getirmeye yeltenecek kimse ilzam edici bir delili bırakın, ikna edici bir delil bile getiremeyecektir. Rabıta ile ilgili şu iki hususun bilinmesi elzemdir: Birincisi:Rabıta’yı yöntem olarak benimseyen sonraki mutasavvıflar, onun sıhhati için iki şart koşmuşlardır: a) Rabıta yapılan şeyh, fena ehlinden, yani daimi murakabe ehlinden olmalıdır. b) Kendisine Rabıta yapılan şeyh, hayatta olmalıdır. Çünkü hayatta olmayanlara rabıta yapmak sahih olsaydı, insanlar Resulullah’a rabıta yapıp bununla yetinirlerdi. İkincisi: Rabıtada aşırıya gidilmemelidir. Çünkü bu, şeyhler hakkında da aşırıya gitmeye sebep olur. Hiç şüphesiz ki, aşırılık, Peygamber efendimiz hakkında bile olsa yerilmiştir. Allah Teala: “Ey kitap ehli! Dininizde aşırı gitmeyin.! diye buyurmuştur. Resulullah (s.a.v) de: "Hristiyanların Hz. İsa’yı, onda olmayan şeylerle onu övüp aşırılığa düştüğü gibi siz de beni övmekte aşırılığa düşmeyin. Benim için, ‘O, Allah’ın kulu ve Resul’üdür.’ deyin.” diye buyurmuştur. Şeyh Ahmed er-Rifai “el-Hikem” isimli kitabında şöyle der: “Aşırılığa düşenlerin hatalarına düşüp de şeyhlerin masum (günahsız) olduğuna inanma ve kesinlikle senle Allah arasındaki bir durumda şeyhlere itimad etme! Çünkü Allah azameti konusunda hassastır, kendi zatıyla ilgili olan bir konuda, hiç kimseyi, kendisi ve kulunun arasına koymaktan hoşlanmaz. Evet, şeyhler Allah’a ulaştıran rehberler ve onun yolunda müridlerin yürümelerine birer vesilelerdir. Ve müridler şeyhlerinden Peygamber Efendimiz’in halini ve tavrını alır." Şeyh Ahmed er-Rifai devamla şöyle buyurmaktadır: “Horasan sufilerinden bazı acemler, “Muhakkak ki, büyük sufi İbn Şehriyar (k.s)'ın ruhu, acem ve arap sofilerini düzenleyip idare etmektedir, demişlerdir. Haşa! O her şeyi yaratan ve vehhab olan Allah değildir ki!" Bunun ardından o şöyle demştir: "Ey hakikat yolunun yolcusu! Acemlerde görülen bu ifrattan şiddetle sakın. Kuşkusuz ki, onlardan bazıarının yaptığı amellerde, Resulullah (s.a.v)'ın sarihen nehyetmiş olduğu aşırılık vardır." Ve demiştir ki : “Şeyhin dergahını takdis etme.Onun kabrini put edinme ve onun halini çıkar aracı yapma. Seçkin mürit, şeyhiyle iftihar eden değil, şeyhin kendisiyle iftihar ettiği kimsedir. 10 İşi gücü büyüklerin sözlerini tevil eden ve onların hikayeleri ve onlara nispet edilen (keramet vs.) ile vakit geçiren gurubun arkadaşlığından uzak dur. Zira büyüklere nispet edilenlerin ekserisi iftiradan ibarettir. Şeyh, Allah yolunun yolcusunu, salih amellere sevk eden onun zikir ve amellere devam etmesini sağlayan bir yönlendiricidir. Onu; yolun engebelerinden, nefsin hilelerinden ve şeytanın desiselerinden kurataran bir rehberdir. İşte, şeyhin vasıflanması gereken nitelikleri ve yapması gerekenleri bunlardır. Bunların dışında, harikulade şeylerin zahir olması, keramet göstermek, ğaybi şeyleri bilmek hiç kuşkusuz ki “şeyhliğin” –hiçbir şekilde- şartlarından değildir. Tabi Allah Azze ve Celle bazı özel kullarına bunlardan bazılarını ikram ediyor. Daha önce de dediğimiz gibi bu tür şeyler, bir insanın doğruluğuna alamet değildir. Zira fasık ve kafirlerde bile bu tür şeylere rastlanılıyor.” Ve Şeyh Ahmed er-Rifai, şeyhin niteliği ve ona karşı yapılması gerekli olan davranışta demiştir ki: “Şeyh, sana nasihat ettiğinde, meselelerin önemini kavratır. Sana rehberlik ettiğinde, seni hedefe ulaştırır. Elinden tuttuğunda sizi harekete geçirir. Şeyh; seni kitap ve sünnete bağlayan ve bid’atlerden uzaklaştırandır. Şeyh, hem zahiri hem de batınişeriata uyandır. Etraflarındaki ayak patırtılarının çokluğu (tabilerin çokluğu) nice insanların başlarını aldı ve nicesini de dinden etti. Çok defa sadık olan şeyhler bırakıldı ve sahte olanlara tabi olundu. Ayaklar, genelde dünyaya aldanan mağrur insanların etrafında patırdar. Bu yüzden insanlar, yalnızlığına bakarak ehil şeyhleri terk ettiler. Niye hayret edelim ki! Bu insanlarının her zaman ki durumudur. Onlar, süslü kubbeleri, nakışlarla süslenmiş kabirleri, geniş revakları her zaman daha çok severler. Büyük sarıklı, yenleri geniş cübbeli ve boylu poslu şeyhler, onların nazarında daima daha sempatiktir.” Rabıtanın şirk olduğu iddiasına gelince; bu iddianın derin düşünceden zerre kadar payı yoktur. Çünkü şirk “Allah’a has sıfatlardan birini Allah dışında herhangi birine vermek” demektir. Örneğin; Allah’a has olan, “mutlak bir ifade ile kainatta mutlak tasarruf” ve “kişinin kendiliğinden gaybi bildiğini isbat gibi” bir vasıfla başkasını nitelemek gibi. Rabıta ise, -daha önce değindiğimiz gibi- Salih bir alimle hayali bir beraberlik halidir. Görüldüğü üzere, Rabıtada Allah’a has herhangi bir sıfatı başkasına vermemektir. Rabıta’nın şirkle hiçbir alakası yoktur. 11 Evet, Rabıta şeyhe tazim vardır; fakat her tazim şirk değildir. Bilakis dinde emredilen tazimler vardır. Allah’ın şiarlarına, anne-babayı, ilim ve fazilet ehlini tazim gibi. Rabıtadaki tazim de bu kabildendir. Tazimden bir kısmıda nehyedilmiş aşırılıktan ibarettir. Bu da, istenilen seviyeyi aşıp şirk derecesine ulaşmayan tazim gibi. Bir kısmı tazim ise Allah’a şirk koşmaktan ibarettir. Bu ise Allah Azze ve Celleye has olan sıfatlardan birini başka birine isbatta olur. Sahih Tasavvufu sahih olmayandan ayırabilmemiz için ölçüt nedir? Bazı harikulade şeyler gösterdiği halde yaşantısı kitap ve sünnete uymayan kişi, ehl-i Tasavvuf sayılır mı? Daha önce zikrettiğimiz gibi Tasavvuf, İslam’ın önemli bir parçasıdır. Hatta onun ruhu mesabesindedir. Onun dayanakları, İslami hükümlerin genel dayanaklarıdır: kitap, sünnet, kıyas ve icmadır. Bu kaynaklardan birine muhalif ne varsa, hiçbir şekilde Tasavvuftan sayılmaz ve bu türden olan şeyler reddedilir. Nitekim Peygamber efendimiz: “Bizim dinimizden olmayan her şey merduttur.” diye buyurmuştur. Ve o bidat ve sapıklıktır. Nitekim peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: “her bidat sapıklıktır. Her sapıklıkta cehennemdedir.” İmam Rabbani, bid'at konusunda çok hassas davranmış ve bid’atın “seyyie” ve “hasene” diye ikiye ayrılmasını yanlış saymıştır. Buna delil olarak da peygamberimizin bid’atlerin dalalet olduğunu ifade ederken “kullu bid’atin” (Her bid’at) diyerek siga-ı umum (genellik ifade eden) olan “kull” (her) kelimesini kullanmasını göstemiştir. Şeyh Ahmed er- Rifai bu konuda şöyle demiştir: Şeriata muhalif olan, her “hakikat” zındıklıktır. Tarikat, şeriatın kendisidir. Batın zahirden ayrıdır diyen bir kezzap, Tasavvuf hırkasını kirletmiştir. Ama kamil arif bilir ki; batın, zahirin batını ve saf cevheridir. Vahdet-i vucud inancı ve bahşedilen nimeti teşhir etmekte haddi aşan şatahat, dinde açılmış iki gediktir. (Sen ey hak yolunun yolcusu!) bazı sufilerin bulaştığı vahdet-i vucud inancından da sakın, benlik kokan o şatahatlardan da!” Ama günümüzdeki durum mülahaza edildiğinde görülür ki, her İslami grup, bütün tarikatlar - bid’at ve dine aykırılık denizinde yzenleri 12 bile- sünnete ittiba konusunda tavizsiz ve bid'atlerle de amansız bir mücadele içinde olduklarını iddia etmektedirler. İçinde bulundukları bid’atleri sünnetten sayıp, onları sünneti savundukları gibi savunmakta ve hatta bazen bu bid’atleri sünnetten daha fazla savunmaktalar. Durum tam olarak şairin şu tasviridir: Herkes Leyla’nın vuslatından dem vurur, Halbu ki Leyla, ne bunun ne de onun iddiasını doğru bulur. Bu iddialar keşmekeşi içinde kimi doğru kabul edeceğiz? Bir şeyin sünnetten olduğu ya da ona aykırı olmadığı ve bir şeyin bid2at olup sünnete aykırı olduğu konusunda kesin ve sahih hükmü elbette ki, islami ilimlerde otorite alimler verecektir. Onlar dışındaki kişilerin bu konularda verdiği hükümler, hiçbir değer ifade etmediği gibi onlara itibar da edilmez. Harikulade bazı şeyler gerçekleştirebilme, bunları gerçekleştiren kimsenin doğruluğuna delalet etmediği gibi, o insanın Salih bir kul olduğunu da göstermez. Çünkü bu kabilden şeyler, sihirbazların ve göz bağıcılarının elleriyle de gerçekleşmektedir ve Hristiyan papazları da, Hint Brahmanları da bu tür harikulade şeyler gösterebilmektedir. Hatta bazen bu tür şeyler bazı fasıklar da bile görülmektedir. Onlar, fısk ve fucurlarında mesafe katedip azaba daha fazla mustahak olsunlar diye Allah, onların eliyle bu kabilden şeyleri gerçekleştirir. Bu yüzden Selef-i salihinden bazı Tasavvuf büyüklerine, "Filan kişi havada uçuyor" denildiğin de onlar "sinekte uçar" demişlerdir, "Filan kişi denizde su üstünde yürüyor" denildiğinde de onlar "Kaplumbağalar ve kurbağalar da suda yüzer" demişlerdir ve onlara "Filan kişi anında maşrikten mağribe gidebiliyor" dendiğinde ise onlar "Şeytan da buna muktedirdir" demişlerdir. Onlara "Peki bu konuda ölçünüz nedir?" diye sorulduğu zaman "Kulun istikamet üzerine olmasıdır. Bir istikamet bin kerametten daha üstündür" diye cevap verilerdi. Allah bir Müslüman'dan keramet istememektedir. Keramet, Allah'ın Salih kullarına verdiği bir lütuf ve keremidir. O, bizden yalnızca "istikamet" ister. 13 Şeyh Ahmet er-Rifai: “ Kişiyi havada uçarken bile görsen, onun amellerini şer'in ölçülerine sunmadan ona itibar etme!” demiştir. Şeyh Abdurrahman et-Tahi ise şöyle demektedir: “ Şeyhleri kerametleriyle tanıyan ve onları tanıma ölçütü olarak keramet gösterebilmelerini belirleyen kişinin , Deccal zuhur ettiğinde onun ilk tabilerinden olmasından korkarım. Zira Deccal, zuhur ettiğinde bir çok harikulade haller gösterecektir. Bazı Tasavvuf akımlarında bir takım ameller işlenirken nefes tutuluyor. Bunun hükmü nedir? Bazı zikir ve ameller yapılırken nefesi tutmanın, Kur'an ve sünnete hiçbir delili yoktur. Bu, bazı meteahhir tarikat şeyhlerinin iyi gördüğü bir yöntemdir; çünkü kendi kişisel tecrübelerine dayanarak bu metodun kalbi Allah' yöneltme hususunda faydalı olduğu görüşündedirler. Şeyh Muhammed Bahauddin enNakşibend, "kalbi zikir" esnasında nefesi tutmayı zikrin şartlarından saymayıp onu sadece adaplarından saymış ve bu anlamda onu benimsemiştir. 14