SEMPOZYUMU

advertisement
KUR' AN VE SÜNNET
SEMPOZYUMU
1-2 KASIM 1997
Bildiriler
Türkiye Diyanet Vakfı
Kocatepe Camii Konferans Salonu
Ankara
Tasavvuf Nedir, Ne Değildir?
MahmutKAYA
Bilindiği
gibi insan biyolojik, fizyolojik ve psikolojik yapısı itibanyla
bir varlıktır. Bu yüzden onu, sinesinde meçhulleri
barındıran başlıca bir alem olarak nitelernek mümkündür. Onun eşyaya
şekil ve varlığa düzen veren akıl gücünden başka, iç alemine boyutlar
kazandıran, manevi güzellik ve mükemmelliğinin kaynağı olan bir ruh ve
gönül dünyası vardır. İnsan, bütün bu akl! ve ruhi melekeleriyle yeryüzünün halifesi ve ilahi emrin muhatabıdır. Bu açıdan Kur'an-ı Kerim'in
hitap tarzına bakıldığında onun bütün bu manevi melekelerini dikkate
aldığı yani hem aklına hem ruhuna, ama daha ziyade ruhi melekelerine
hitap ettiği görülür. Bu tarz bir yaklaşımın her zaman olumlu ve bereketli
sonuçlar verdiği peygamberlerin ve din ulularının sayısız tecrübeleriyle
sabittir. Zira insanın sahip olduğu akıl ve mantık gücü sonlu ve sınırlıdır.
Daha doğrusu akıl cedelci ve inatçıdır, her fikri ve her telkini kolay kolay
kabul etmez. Onu teslim almak gerçekten çok zordur. Buna mukabil ruh!
melekeler daha duyarlı, daha münis ve daha çok alıcı bir niteliğe sahiptir.
son derece
karmaşık
Psikolojik yapı ve anlayış itibanyla insanlar arasında önemli farklar
bilinen bir gerçektir. Kimileri akl! tefekkürden, mantıkl spekülasyonlardan hoşlanırken, bazılan da kendisini ruhu saran mistik duyguların esintilerine bırakmaktan haz alır. Hatta bu eğilime sahip olanların
çoğunlukta olduğunu söylemek yanlış olmaz. Hz. Peygamber'in çevresinde haleleşen sahabe arasında da durum aynı idi. Bazılan ilmi, fikri ve sosyal meseleler üzerinde yoğunlaşırken, bazılan da içe dönük zahidane bir
hayatı tercih ediyorlardı. İslam'ın zuhurundan itibaren ilk iki asır boyunca
dinin manevi ve ahlaki cephesine ağırlık veren, ahiret mutluluğunu kazanabilmek için ruhen arınmayı ön planda tutan mü'minler genellikle
"abid", "zahid", "salih" ve "nasik" gibi adlarla anılmaktaydı. Kendileıini
Allah'a veren ve İslam'ı aşk derecesinde yaşamaya çalışan bu insanların
arasında "süfi", "mutasavvıf' ve "tasavvuf' gibi kavramlar henüz mevcut
değildi. İslam coğrafyasının dört bir yanına dağılarak dini tebliğ ve
bulunduğu
180/Kur'an ve Sünnet Sempozyumu
insanlan irşadla meşgul olan bu sahabe tabiln neslinin, bazı meseleler veya kavramlar üzerinde uzun uzadıya durmaya, onlan sorgulayıp metodik
olarak temellendinneye ne vakitleri vardı ne de buna ihtiyaç duyuyorlardı. Onlann, İsHim'ın gönüllere sunmuş olduğu ilahi hakikatlan hayata
geçinnek, kendi benliklerinde doya doya yaşamak ve çevrelerindeki insanlan aydınlatmaktan başka herhangi bir amaçlan yoktu. İslam düşünce­
si tarihinde "zühd dönemi" diye adlandınlan bu ilk iki asır, dini şuurun
çok canlı olduğu ve ahlaki erdemierin bütün boyutlanyla yaşandığı bir
·
dönem olarak kabul edilir.
Düşünce hareketlerinin ve kültürel gelişmelerin başlangıcıyla ilgili kesin bir tarih tesbit etmek zor olmakla birlikte, hicri ikinci asnn sonlarında
bazı zahidlerde tasavvufa doğru bir eğilimin başladığını görmekteyiz.
Mesela, Horasan bölgesinin en meşhur zahidi olarak bilinen İbrahim İbn
Edhem (ö. 1611777), "zühd", "sabır", "nefis", "havf' ve "sohbet" kavramlanlll sorgular ve bazı yorumlar getirir. Fuzayl İbn Iyaz (ö. 187/802),
Davud et-Ta! (ö. 1651781), Ma'ruf el-Kerh! (ö. 200/815) ve Rabiatu'lAdeviyye (185/801) gibi ünlü zahidlerin de bazı dini ve ahlaki kavramlar
üzerinde yaptıklan yorumlarla zühdden tasavvufa geçişi sağladıklan söylenebilir. Bu yüzden bazı tabakat literatüründe bunlar ilk süfilerden sayılmaktadır.
Tasavvuf kaynaklannda kendilerinden büyük bir saygıyla söz edilen
ve her vesile ile örnek birer şahsiyet olarak gösterilen bu zahidlerin hayatlan incelendiğinde o dönemin bazı özellikleri ortaya çıkar. Şöyle ki, İs­
lam'ın yayılma ve kurumlaşma aşamasında görülen bir takım tatsız siyasi
ve sosyal olaylardan büyük ıstırap duyan, gelişen maddi refahla birlikle
dini ve ahlaki hayatta görülen gevşeme ve çözülmeler karşısında hayal kı­
nklığına uğrayan bazı müslümanlar, dünya nimetlerinden el-etek çekerek
Kur'an ve Sünnet çerçevesinde yaşanan samimi bir dini hayatı, kurtuluş­
larının güvencesi sayıyorlardı. Gösteriş ve israftan nefret eden bu insanlar, asgari düzeydeki ihtiyaçlannı karşılamanın ötesinde dünya ile olan
bütün ilişkilerini kesmiş, derin bir tevekkül, ilahi emirlere kayıtsız şartsız
teslimiyet yanında ruhlannı saran günahkarlık duygusundan kurtulmak
için tevbe ve istiğfarla, farzlardan başka nafile ibadetlerle, zikir ve fikirle
meşgul oluyorlardı. Ancak Hicri ikinci asnn sonlanna doğru özellikle
Horasan bölgesinde yaşayan zahidlerin bazı dini kavramlar üzerinde
Kur'an ve Sünnet Sempozyumu/181
yoğunlaşmaları,
bu arada Rabiatu'l-Adeviyye'nin de "Allah sevgisi" kavbir yorum getirmesi gibi hususlar, onlann mutasavvıf sayıl­
maları için yeter sebep teşkil etmez. Zira söz konusu yorumlarda metafizik anlamda bir derinlik mevcut değildir.
ramına farklı
Tasavvuf düşüncesinin bütün yönleriyle gelişip sistemleştiği ve en olgun ürünlerini verdiği dönem hicri üçüncü ve dördüncü yüzyıllardır. Bu
dönem aynı zamanda İslam ilim, kültür ve medeniyetinin en parlak ve en
verimli çağıdır. Tasavvufun ikiyüze varan sayıdaki tarifi de bu yüzyıl­
larda yaşayan süfilerde yapılmıştır. Genellikle slogan tarzmda olan bu tarifler, derin ruhani ve ahlaki gerçekleri yansıtmaktadır. Mesela:
Tasavvuf hakikatiere sahip olmak ve halktan hiçbir şey beklememektir
(Ma'ruf el-Kerhl, ö. 815).
Tasavvuf bütünüyle edepten ibarettir (Ebu Hafs, ö. 870)
Tasavvuf kulun her vakte uygun ve gerekli olan şeylerle uğraşmasıdır
(Amr b. Osman el-Mekk1, ö. 903).
Tasavvuf bir şeye sahip olmaman, bir şeyin de seni kendine kul etmemesidir (Sumnun, ö. 909).
Tasavvuf kendi
Bağdadl,
varlığında
ölmen ve Allah ile dirilmendir (Cüneyd el-
ö. 910).
Tasavvufbarışı
olmayan bir savaştır (Cüneyd el-Bağdadl).
Tasavvuf kişinin kendi iradesini tamamen Allah 'ın iradesine teslim etmesidir (Rüveym, ö. 915).
Tasavvuf iyi ve güzel olan bütün Jıuylara sahip olmak kötü ve bayağı
huyların hepsinden arınmaktır (Cer!d, 6. 923).
..
Tasavvuf halkla olan
vermesidir (Şibll, ö. 945).
ilişkiyi
kesip
kişinin
kendini tümüyle Allah 'a
Görüldüğü gibi bu tarifler, bir konu üzerinde uzun uzadıya düşünülüp
gerekli incelemelerden sonra ulaşılmış tarifler gibi olmayıp, daha çok süfinin o andaki ruh halini, idrale ve temel eğilimini yansıtan hikmetli sözler
türündendir. Bunu da doğal saymak gerekir, zira tasavvuf, insanlar arasmda ortak herhangi bir duygu ve düşünceyi veya objektif bir bilgi alanını değil, yaşanan ruhi tecrübeyi konu aldığı için onun, herkesin üzerinde birleştiği ortak bir tarifi yoktur.
182/Kur'an ve ş_ünnet Sempozyumu
Bu dönem sütllerinden farklı iki eğilimin ortaya çıktığı söylenebilir.
Bunlardan bir kısmı inanç, düşünce, davranış ve ibadetlerinde Kur' fur ve
Sünnet' e titizlikle bağlı kalarak daha çok nefis tezkiye ve terbiyesine önem veren, yüksek ahlak ilkelerini özümseyip karakter haline getirmeye
çalışan süfilerdir. Diğer kısmı ise keşif ve ilhama dayanan bilgi, fena, bekli, tevhfd, hulul ve ittihad gibi tasavvufta çok tartışılan kavramları irdeleyen, yorumlayan; buradan kalkarak Allah-insan ilişkilerini temellendirmeye çalışanlardır.
Bununla birlikte, söz konusu kavramlar üzerinde yaptıkları açıklama­
lar veya Allah-insan ilişkisine dair yorumlar metafizik anlamda olmayıp
genelde alıHUd kaygı taşıyan yorumlardır. Sözgelimi Bayezid-i Bistami'nin ittihlid'ı ve Hallac-ı Mansfu'un hulUl'ü çağrıştıran görüşlerinin, kelimenin tam anlamıyla felsefi boyut taşıdığını söylemek mümkün değildir.
Ayrıca
bu dönemle ilgilicl.arak şu hususu önemle belirtmek gerekir ki,
her iki gruptaki süfilerin dini hayatlarında -istisnalar bir yana- herhangi
bir sapma söz konusu değildir. Bir başka söyleyişle birtakım tasavvuf
kavramlarını tartışırken ·ibadeti, nefis tezkiye ve terbiyesine ilişkin ilkeleri ihmal etmiş değillerdir. Bu yüzden bu dönem tasavvufun altın çağı
olarak nitelendirilmektedir.
İslam düşüncesi açısından hicri beşinci yüzyılın Gazzali yüzyılı olduğunu
söylemek bir abartı sayılmamalıdır. Gazzall kendi dönemine kadar
gelen dini, ilmi, ahl§.kl ve felsefi birikimi yeni baştan harmanlayan; sorgulayıp eleştiren, tasavvufu sünni çizgide temeliendiren büyük bir şah­
siyettir. O, adeta yedi yol ağzındaki abide gibidir, İslam kültür dünyasında fakilı, kelamcı, mutasavvıf, mantıkçı ve felsefeci ona uğramadan,
onu tanımadan bu disiplinler ve kültür hakkında sağlıklı pek bir şey söyleyemez.
o "şeriatta alim olmayan, tarikatta şeyh olamaz!" ilkesinden hareketle
tasavvufu sünni İslam' a çekip uzlaştırmayı başaran ve etkisi günümüze
kadar devam eden rabhani bir alimdir. Onun öngördüğü tasavvuf, daha
ziyade İslam'ın ilk iki asnnda yaşanan zühd ve takva esasına dayalı, ahlaki ve samimi bir dindarlıktan ibarettir.
Tasavvuf tarihindeki bu olumlu gelişmelerden sonra hicri
yedinci yüzyıllardan itibaren tasavvufun başka bir istikamete
altıncı
ve
yöneldiği
Kur'an ve Sünnet Sempozyumu/183
görülmektedir. Gerek işrald filozof Şehabeddin Sühreverd! ve İbn Seb'm
gerekse Muhyiddm İbn Arab! ile birlikte İslam tasavvufunun daha çok
felsefi bir görünüm kazandığı söylenebilir. Artık bu mistik filozofların
gündemini İslam'ı ibadet ve ahlak olarak bütün boyutlarıyla yaşama ve
yaşatma yöntemleri üzerinde durmaktan çok, ontoloji meşgul etmeye baş­
lamıştır. Bu bağlamda Allah, kainat ve insan ilişkileri yorumlanırken
"nfu" veya "tecelll" başvurulan temel kavramlardır. Bu kavramlarla ezell
olanla sonradan yaratılan, bir ve mutlak olanla çok ve mümkin varlıklar
arasındaki ilişki hiyerarşik bir sistemle açıklanmaya çalışılır.
Bilindiği gibi Muhyiddm İbn Arab!'nin sistemi İslam eksenli olmakla
beraber yer yer Yeni-Eflatunculuktan, helenistik kültürden ve hermetizmden renkler taşıyan teosofik bir sistemdir. O, yaratan'la yaratıklan arasın­
daki mesafeyi adeta kaldırarak varlıkta mutlak birliğin (vahdet-i vüciid)
bulunduğunu savunur ve semavı kitaplann bildirdiğinin aksine, alemin
ezell olduğunu söyler. Onun bütün sisteminde başvurduğu temel yöntem
"te'vll"dir; yani Kur'an ve Sünnet'teki bazı prensipleri usulcülerin ortaya
koydukları çerçevenin dışında alabildiğine serbest batını bir yoruma tabi
tutmaktan ibarettir. Nitekim Muhammed İkbal genelde bütün mutasavvıf­
ların, özelde İbn Arabi'nin başvurduğu bu serbest te'vll anlayışının dini
dejenere ettiğinden yakmarak der ki:
Şu zavallı ahmak döndü dolaştı,
Din adına dinde yaralar açtı,
Siifi ve mollanın te'vlllerine
Cibnl hayret etti, Peygamber şaştı! ...
İlahi keşf ve ilham eseri iddiasıyla yapılan bu te'viller, gerçekten de
İslam'ın bünyesinde onulmaz yaralar açtığı ve dini ak!deyi temelden sarstığı
için, çileli
şair,
bunlann Cebrail'i ve Peygamber'i bile hayrete
ne kadar haklıdır! ..
düşü­
receğini haykırmakta
İbn Arab!'nin bu teosofık öğretisinde temel hedef, ilk dönem siifilerinde olduğu gibi zühd ve takva çerçevesinde İslam'ı yaşamak ve kulluğun hazzına varmaktan çok, kozmik varlığı bir sıradüzeni içinde yorumlamak yani bir tür felsefe yapmaktır. Bunu bu felsefi doktrin olarak ortaya
koysaydı, söylenecek pek fazla bir şey olmazdı. Ancak o, sisteminin bütününde olabildiğince dini naslan ve terminolojiyi kullanarak ona bir tür
184/Kur'an ve Sünnet Sempozyumu
kutsallık kazandırmayı
ve böylece eleştiri aklarına hedef olmaktan korungibidir.
Bu konuda dikkat çeken bir diğer husus, onun Hallac-ı Mansur'dan
mülhem olarak aldığı ve sisteminin başına yerleştirdiği "Hakikat-ı Muhammediye" kavramıdır. Bütün varlığın Hz. Peygamber'in hakikatinden
veya nurundan neş'et ettiği düşüncesine dayanan bu görüş, hiçbir şekilde
Kur'an'ın Hz. Peygamber' e tanıdığı paye ile bağdaşmamakta; deyim yerindeyse hristiyanlann Hz. İsa'yı bütün varlığın menşe'i sayıp onu ililh
derecesine yükseltmeleriyle büyük bir benzerlik göstermektedir. Daha
doğrusu İbn Arabf'nin sisteminde Hakikat-ı Muhammediye kavramı
beşer-üstü bir realite olarak kabul edilmekte ve gerçekte Hz. Muhammed'in şahsıyla doğrudan bir ilgisi bulunmamaktadır. Ne var ki bu anlayışın İslam toplumuna yansıması farklı olmuş, ilk yaratılanın Hz. Peygamber'in nuru veya ruhu olduğu yolunda, çoğu Şi1-Batın1 kaynaklı bazı
hadisler ortaya konularak yüzyıllar boyu bunlar din! mahfellerde tekrarlarmış, aynca İslam sanat ve edebiyatında en çok işlenen bir tema haline
gelmiştir. Ancak, haklı olarak "böyle bir anlayışın Kur'an ve Sünnet'de
yeri yoktur" diyen ulema, öteden beri bilgi ve kültür seviyesi sığ kimseler
tarafından dine yapılan bir eleştiri şeklinde yorumlanarak şiddetli tepki
görmüştür. Bir başka söyleyişle sünnet-dışı tasavvuf ve teasafinin dayanılmaz cazibesi birçok konuda İsHimf gerçekleri perdelemiştir.
ınayı düşünüyor
İşin daha ilginç yanı İbn Arab!'nin "vahdet-i vücud"u, giderek son tah-
lilde bütün dinlerin birliği fikrini savunur; madem ki varlık birdir din de
bir olacaktır. İsim ve merasim olarak farklılık arzeden dinler hep aynı hakikati ifade etmektedirler. Aslında görünüşteki farklılık duyulanmızın ve
aklımızın bizi şartlandınp aldatmasından başka bir şey değildir. Nitekim
o bir şiirinde der ki:
Her şekle girer kalbim, inanmak ona hastır
Putpereste tapınak, keşişlere manastır
Ceylanlann atlağı, hacılara Kab e' dir
Tevrat'ın levhalan, sayfa sayfa Kur'an'dır
Dilediği
Aşk
her yöne varsın gitsin kervanım
dinine inandım, budur dinim imanım
Kur'an ve Sünnet Sempozyumu/185
İslami akl'de açısından son derece sakıncalı olan bu anlayış şirk, küfür
diye bir şey tanımayıp hepsini hak kabul ederek aynı kefeye
ki bu, başlangıçtan itibaren peygamberlerin tevhid mücadelesini ve semav1 kitapların hak-batıl ayrımını tanımamaktadır.
veya
batıl
koymaktadır
XIII. yüzyıldan itibaren vahdet-i vücud felsefesi İslam dünyasında çok
ilgi görmüş, özellikle sanat ve edebiyat adamlarıyla entellektüeller
kendi sanat ve düşünceleri için yeni ve bakir bir tema buldukları vehmine
kapılarak bu anlayışı eserlerinde işleyegelmişler, samimi dindarlık ve
perhizkarlık anlamındaki tasavvufu daima küçümsemişlerdir. İslam açı­
sından bir değer taşımadığı gibi hayli sakıncalar içeren bu felsefe, olabildiğince metafıziğe açıldığı, "gayb"ın kapılannı zorladığıve hayal gücünü okşadığı için halka son derece cazip gelmiş ve sanatkarlar da bu
dünya görüşünü terennüm eden pek güzel şiirler yazmışlardır.
geniş
Burada şu hususu önemle belirtmek gerekir ki, dün olduğu gibi bugün
de İslam toplumunda kültürün en canlı unsuru tasavvuftur. Bilim adamı
ve ilahiyatçılarımız bu gerçeği görerek bir takım yanlış veya bid'atlan
eleştirme haklarını kullanırken, samimi dindarlık anlamındaki tasavvufu
bundan ayrı tutmalı, gayesi disiplinli ve nezih bir dini hayat yaşamaktan
ibaret olan temiz insanlan incitmekten sakınmalıdırlar. Aksi halde cami. de sağa ve sola selam verirken çevrelerinde kimseyi bulamazlar. Bu da
İslam adına çok büyük bir kayıp sayılır. Öte yandan tasavvufa intisab
eden kimselerin de, ulemanın sırf dini gayret ve endişe ile tasavvufta
gördükleri bazı yanlış inanç, tutum ve davranışlan eleştirmelerine tahammül etmeleri gerekir. Çünkü ulema bu aziz dinin savcılandır; onu savunmak ve korumak onlann en temel hakkı ve görevidir.
Download