ACİL DERMATOLOJİK HASTALIKLAR Prof. Dr. Mustafa ŞENOL

advertisement
ACİL DERMATOLOJİK HASTALIKLAR
Prof. Dr. Mustafa ŞENOL
Emekli Öğretim Üyesi
Yaygın tutuluma yol açarak derinin vital fonksiyonlarının akut bozukluğuna neden olan ya da
oluşturdukları komplikasyonlarla prognostik açıdan yaşam riski oluşturan dermatozlar
dermatoloji alanında özel bir yer tutmaktadır. Bir dermatozun aciliyet göstermesi şu nedenlere
bağlıdır:
1. Vital fonksiyonların (metabolik, hemodinamik, termoregülatuar, nutrisyonel...)
akut bozukluğu
2. Sıvı-elektrolit kaybı ve sonuçları
Mortalite oranları oldukça yüksek olan ve yoğun tedavi gerektiren bu dermatozlar şunlardır:
I. ERİTRODERMİ
Derinin yaygın eritem, deskuamasyon ve papüler infiltrasyonuna eritrodermi adı
verilmektedir. Bu tablo içerisinde; ek olarak alopesi, onikomadezis (tırnakların dökülmesi) ve
lenfadenopati gelişebilmektedir. Çoğu olgu yaşlı olduğundan, özellikle metabolik
komplikasyonlar sonucunda hastalık fatal sonlanabilmektedir. Eritrodermi bir “sessiz acil”dir.
Nedenleri çok sayıda olan eritrodermi konusunda dermatoloji literatüründe bildirilmiş
bulunan geniş olgu serilerinde belirtilen etyolojik faktörlerin şunlar olduğu görülmektedir:
1. Önceden mevcut dermatozun generalize olması
2. İlaç reaksiyonları
3. İnternal ve kutanöz maligniteler
4. İdyopatik
Çocuklarda eritrodermi nedeni olan başlıca dermatozlar:
1. Konjenital eritrodermiler (iktiyozlar)
2. Leiner eritrodermisi (generalize seboreik dermatit)
3. Generalize kandidiyazis
4. SSSS (stafilokoksik haşlanmış deri sendromu)
5. Lyell sendromu (toksik epidermal nekrolizis)
6. Atopik dermatit (ekzema herpetikum)
7. Eritrodermik psöriazis
8. Pitriyazis rubra pilaris
Yetişkinlerde eritrodermi nedeni olan başlıca dermatozlar ise:
1. Ekzemalar (kontakt dermatit, atopik dermatit, seboreik dermatit)
2. Eritrodermik psöriazis
3. Pitriyazis rubra pilaris
4. Liken planus
5. Pemfigus foliaseus
6. Norveç skabies’i (krutlu skabies)
Geniş olgu serilerinde en fazla karşılaşılan eritrodermi nedeninin ilaç reaksiyonları olduğu
bildirilmiştir. Ancak neden olan bu ilaçların yıllar içinde farklılaştığı gözlenmiştir. Örneğin
arsenik tıpta kullanımdan kalkmış, penisilin ise hala eritrodermiye en fazla neden olan
ilaçlardan biri olma özelliğini korumuştur. En fazla eritrodermi oluşturan ilaçlar allopurinol,
penisilin, sulfanomidler, fenitoin, barbituratlar, karbamazepin ve altın tuzlarıdır. Son yıllarda,
talidomide bağlı ve aşırı duyarlılık reaksiyonu sonucu geliştiği düşünülen eritrodermi olguları
bildirilmektedir.
Malign hastalıkların seyrinde görülen eritrodermiler ise seyir ve prognoz yönünden farklılık
göstermektedir. Biyopsiler erken dönemde tanıma yardımcı olabilecek histopatolojik veriler
sağlayamamaktadır. Günümüzde bu tipte olguların, benign eritrodermilerle ayrımında, T
hücre reseptör beta gen “rearrangement” analizlerinin yapılması güncel yöntemler
arasındadır.
Nedeni bilinmeyen eritrodermi tabloları (Wilson-Brocq eritrodermisi, Hebra pitriyazis
rubrası...) olguların % 5-10’unu oluşturmaktadır. Nedeni belirlenemeyen eritrodermili
olgularda nedenin şunlar olabileceği düşünülmektedir:
1. Senil atopik ekzema
2. Hasta veya hekimce gözden kaçırılmış bulunan ilaç
3. Öncelikle kutanöz T hücreli lenfoma (KTHL) olmak üzere, yavaş seyirli malignoma.
Bunlar arasında en sık neden ise KTHL’dir. Olgulardaki ortak klinik özellikler olan bir aydan
fazla sürmüş eritrodermi ve keratodermi yanında özgül olmayan histopatolojik verilerin
saptanması durumunda bu olguların pre-Sezary sendromu olarak değerlendirilmesinin yararlı
olacağı bildirilmiştir.
Eksfoliatif dermatitte ortaya çıkabilecek başlıca komplikasyonlar; enfeksiyon, hipoproteinemi
ve kutanöz kan akımının artması neticesi oluşan yüksek debili kap yetmezliğidir. Nedene
yönelik olarak yapılan agresif topikal ve sistemik tedavi girişimlerinin prognozu
kötüleştirebildiği bilinmektedir. Bu nedenle, olgularda sıvı ve besin replasmanı dikkatle
yapılmalıdır. Vazodilatatörlerden kaçınılmalı, ateşi düşürmek için antipiretikler
kullanılmalıdır. Tedavide, altta yatan neden ne olursa olsun,
olabildiğince konservatif kalınması temel prensiptir. Topikal ve gerekirse sistemik
kortikosteroid tedavisi geciktirilmemelidir. Isı kaybı ve aşırı ısıtmadan kaçınılmalı, altta yatan
nedene göre yapılacak agresif olmayan tedavi yanında, yağlı krem veya pomad bazında
kortikosteroid ve patlar uygulanmalıdır.
II. STEVENS-JOHNSON SENDROMU (SJS) ve LYELL SENDROMU (LS)
İlaçlara bağlı veya idyopatik olarak deri ve mukozalarda eritem ve aşırı eksfolyasyonla
birlikte hayatı tehdit edici boyutlara varabilen bir tablodur. Lyell sendromu, epidermisin tüm
katmanlarının yaygın ayrışmasıyla kendini gösteren bir klinikopatolojik antitedir. SJS’na
birçok yönden benzemesi sebebiyle, LS eritema multiforme (EM) spektrumunun en şiddetli
formu olarak değerlendirilmektedir. Aslında eritema multiforme ve SJS ile SJS ve LS
arasında, üzerinde uzlaşmış olan bir sınır bulunmamaktadır. Bu spektrum içinde, hafif olan
kutanöz formu tanımlamak için “eritema multiforme minör”, deri gösterileri yanında mukoza
tutumuyla seyreden form için “eritema multiforme majör” (EMMJ) terimleri önerilmiş, ancak
bu defa da EMMJ ile SJS ayırımında karışıklık yaşanmaya başlanmıştır. EMMJ ile SJS’nun
ayırımı için şu kriterler önerilmiştir:
EMMJ: Mukoza erozyonları yanında simetrik ve başlıca akral lokalizasyonlu EM paterninde
(büllü/bülsüz tipik iris tarzında) deri lezyonları.
SJS: Mukoza erozyonları yanında, belli alanlarda birleşme gösteren, pozitif Nikolsky belirtili
ve epidermal ayrışmalı yaygın purpurik maküller.
% 10’un altında epidermal ayrışma gösteren olgularda mortalite izlenmemesi nedeniyle LS ile
SJS gibi ilaca bağlı şiddetli iki reaksiyonun ayırım ve evrelenmesinde de şu kriterler
önerilmiştir:
SJS: Mukoza erozyonları yanında yaygın purpurik maküller ve % 10’un altında epidermal
ayrışma gösteren olgular.
Örtüşen SJS/LS: Yaygın purpurik maküller ve % 10-30 arasında epidermal ayrışma gösteren
olgular.
LS: Yaygın purpurik maküller ve % 30’un üzerinde epidermal ayrışma gösteren olgular veya
keskin sınırlı lezyon göstermeden %10’dan fazla ayrışma gösteren nadir olgular.
LS nadir bir hastalıktır. Fransa, İtalya ve Almanya’da insidansının yılda milyonda 1-1,3
olduğu belirlenmiştir. Kadınlarda yaklaşık 2 kat fazla görülmektedir. Hastalık, yeni doğan
dönemi dahil üzere her yaşta görülebilmektedir. Ancak 40 yaştan sonra insidansı daha sıktır.
Bazı hastalıklarda da LS gelişme riski artmıştır. Kemik iliği transplantasyonu yapılan
olgularda, SLE ve AIDS’de LS daha fazla görülmektedir.
Hastalığın etyopatogenezi tam olarak izah edilememiştir. Doku hasarının tip III immün
kompleks reaksiyonuna bağlı olduğu düşünülmektedir. Hastalık kimi yazarlarca en şiddetli
graft versus host veya generalize fiks ilaç reaksiyonu olarak kabul edilmektedir. Olguların %
5’inden azında ilaç kullanım öyküsü alınamamaktadır. Kalan olgularda ise ilaç veya ilaçlar
belirlenebilmektedir. İlaç alımından 1-3 hafta sonra oluşur. LS’una yol açan bu ilaçlar
şunlardır: Antibakteriyel sulfonamidler (kotrimoksazol), aromatik antikonvülzanlar
(fenobarbital, hidantoin, fenitoin, karbamazepin), aminopenisilinler, sefalosporinler,
vankomisin, rifampin, etambutol, nonsteroidal antienflamatuarlar (fenilbutazon,
oksifenbutazon, oziksikam, piroksikam, naproksen), allopürinol. Bunların dışında 100’ün
üzerinde ilaç suçlanmıştır. Çeşitli viral enfeksiyonlar, kızamık aşısı, lenfoma ve lösemi,
radyoterapi ile beraberlik gösteren olgular da tanımlanmıştır. Olgularda, tablonun asetilasyon
metabolizma bozukluğu yanında, genetik zeminde ortaya çıkan immün reaksiyon sonucu
oluştuğu düşünülmektedir. Bu immünogenetik zeminin varlığını, sufonamidle ortaya çıkan LS
olgularında artmış sıklıkla HLA-A29, B12 ve DR7 belirlenmesi de doğrulamaktadır.
Hastalık; ateş, öksürük, boğaz ağrısı, göz yanması gibi özgül olmayan semptomlarla
başlamakta, 1-3 gün sonra deri ve mukoza lezyonları gelişmektedir. Yanıcı karakterde ve
ağrılı olan ilk belirtiler, yüz ve üst gövde bölümünde başlayan simetrik, silik kenarlı ve ortası
purpurik eritemli maküllerdir. Bunlar hızla yaygınlaşmakta, bazen de başlangıç gösterileri
skarlatiniform ekzantem tarzında olmaktadır. Maküler disseminasyon birkaç saat ile 7 gün
sürmekte, daha sonra, öncelikle maküler konflüasyon alanlarında ortaya çıkan büyük büller
sonucu geniş epidermal ayrışma meydana gelmektedir. Nikolsky fenomeni pozitiftir.
Özellikle bası alanlarında ortaya çıkan erozyo ve eksülserasyonlar koyu kırmızı eritemlidir.
Bazen epidermis üniversal ayrışma gösterirse de saçlı deride ayrışma hiç gelişmemektedir.
Ayrışmanın şiddeti 9’lar kuralına göre her gün belirlenmelidir. Orofarinks, konjunktiva,
genital ve anal mukozalar da tutulmakta, ağrılı erozyo ve eksülserasyonlar oluşmaktadır.
Dudaklar krutlu olup salivasyon artmıştır. Fotofobi ve dizüri bulunmaktadır. Oküler lezyonlar
sonucu konjunktiva erozyonları, sineşiler, keratit ve kornea erozyonları gelişebilmektedir .
Her gün göz muayenesi yapılmalıdır. Ösefagus, barsak, trakea ve bronşlarda da erozyonlar
gelişebilmektedir. Tüm iç organların tutulma olasılığı bulunmaktadır.
Laboratuvar bulguları arasındaki anemi tüm olgularda vardır. CD4 deplesyonuna bağlı olarak
olguların % 90’ında lenfopeni bulunmaktadır. % 30 oranında bulunan nötropeni ise kötü
prognoz habercisidir. % 15 oranında trombositopeni saptanmaktadır. Olguların yarısında
serum aminotransferazlar artmıştır. % 10’unda ise manifest hepatit gelişir. İlk günlerde serum
amilaz ve lipaz değerleri yüksektir. Hipofosfatemi sıktır. Histopatolojik olarak tüm
epidermiste nekroz ve subepidermal bül oluşumu izlenmektedir. Primer hasar bazal tabaka
hücrelerindedir.
Olguların % 20-30 kadarı ölmektedir. Sepsis en önemli komplikasyon ve ölüm sebebidir.
Yaşayan olgular, 3-4 haftada, yıllarca sürecek rezidüel bir hiperpigmentasyon ile düzelir.
Bunların da % 50 kadarında oküler komplikasyonlar gelişmekte, sineşi gibi sekeller
kalmaktadır. Pnömoni ve renal yetmezlik diğer ölüm nedenleridir.
Tedavi genellikle yoğun bakım ve yanık ünitelerinde yapılmaktadır. Epidermal ayrışmanın
yaygınlığına göre acil sıvı replasmanı gerekmektedir. Nazogastrik beslenme ile protein kaybı
hızla karşılanmaya çalışılmalıdır. Glikoregülasyon bozulduğu için İV insülin uygulamasına
başlanmalıdır. Topikal antiseptiklerle (gümüş nitrat, klorheksidin...) 35-38 C derecede
banyolar yaptırılabilir. Hergün lezyonlu alanlardan kültür örnekleri alınmalıdır. Profilaktik
sistemik antibiyoterapi önerilmemektedir. Lambalarla veya yatakların ısıtılmasıyla hastanın
bulunduğu ortam ısısı 30-32 C derecede tutulmaya çalışılmalıdır. Tromboembolizm de önemli
bir morbidite ve mortalite nedeni olduğundan hastanede bulunduğu süre içinde heparin
tedavisi önerilmektedir. Oral antiasitlere başlanmalı, fizik tedavi, aerosoller ve aspirasyonla
pulmoner komplikasyonlar engellenmeye çalışılmalı, düşük doz trankilizan uygulanmalıdır.
Sistemik kortikosteroidlerin tedavide etkili olmadığı hatta prognozu kötüleştirdiği yaygın
biçimde kabul edilmiş olup önerilmemektedir. Günümüzde plazmaferez, siklosporin ve
siklofosfamid tedavileri de önerilmektedir fakat plazmaferezin yararlı etkisi tartışmalıdır.
Teorik olarak plazma değişimi, şüpheli ilaç veya metabolitin yarı ömrü uzunsa ortadan
kalkmasına yardımcı olmaktadır. Deri replasmanı bazı merkezlerde önerilmiştir, fakat
TEN’de yeni epidermis gelişmesi, nekrolitik epidermisin atılmasından önce başladığı için
greftlerin gereksizliği vurgulanmaktadır. Yalnızca nekrotizan selülitte greft yararlıdır.
Topikal tedavide epidermis kaldırılmamalı, erozyon ve eksülserasyon alanları pansumanla
örtülmelidir. Biyolojik sargılar sıvı kayıplarını ve ağrıyı azaltma, reepitelizasyonu artırma
avantajları nedeni ile kullanılabilir. Hiperbarik oksijen uygulamasının iyileşmeyi artırdığı
bildirilmiştir. Oküler lezyonlarda hasta, oftalmologca her gün değerlendirilmeli, 1-2 saatte bir
antiseptik veya antibiyotikli damlalar uygulanmalı, gelişmekte olan sineşiler künt aletlerle
açılmalıdır. Oral ve nazal skuam ve krutlar temizlenmeli, oral antiseptik spreyler ve antiseptik
gargaralarla ağız bakımı uygulanmalıdır.
III. SSSS (STOFİLOKOKSİK SUBKORNEAL SOYULMA SENDROMU)
(Neonatal eksfolyatif dermatit, Ritter hastalığı)
Stafilokoksik epidermolitik ekzotoksinlere bağlı olarak özellikle küçük çocuklarda ortaya
çıkan bir hastalıktır. Tablo, 1878’de Ritter von Rittershain tarafından tanımlanmış, Lyell’ın
toksik epidermal nekrolizi tanımlaması sonrasında benzer hastalık tabloları “ilaca bağlı toksik
epidermal nekroliz” ve “Ritter hastalığı” olmak üzere iki ayrı antiteye ayrılmıştır. 1970’de
SSSS (Staphylococcal Scalled Skin Syndrome) terimi önerilmiş ve hastalığın stafilokoksik
“eksfolyatif toksin”e bağlı olduğu gösterilmiştir. İlk erişkin olgu ise 1972’de tanımlanmış ve
günümüze değin 32 erişkin olgu bildirilmiştir.
Patojen, çocuklarda stafilokok aureus grup II faj tip 3A, 3C, 55 ve 71’dir. En sık ilk 3 ay
içindeki bebekler ve küçük çocuklarda görülmektedir. Eksfolyatif toksin A veya B (ETA,
ETB) tarafından oluşturulan spontan bir intraepitelyal (subkorneal) ayrışma söz konusudur.
ETA ve ETB olasılıkla keratohiyalin granüllerine bağlanmakta ve stratum korneum’un
altından akantolitik ayrışma gelişmektedir. Erişkin olgularda grup II faj yanında grup I ve III
te saptanmıştır. Çocuklarda hemokültürde S. aureus üreme sıklığı % 3 iken, 32 erişkin
olgunun 20’sinde hemokültür pozitif sonuçlanmıştır. Erişkin olgularda hastalığın oluşumunda
rol oynayan predispozisyonel etmenlerin; böbrek yetmezliği, malignomlar (Hodgkin ve nonHodgkin lenfoma, akut miyelositik lösemi, kronik miyelositik lösemi..), immünosupresyon
(AIDS, kortikosteroid ve sitostatik kullanımı..) ve kronik alkolizm olduğu bildirilmiştir.
Klinik olarak, pürülan konjunktivit, otit veya farinjit ile birlikte periorifisyel olarak başlayan
skarlatiniform bir ekzantem gelişmekte ve genel durum bozulmaktadır. Palpasyon ile deride
ağrı oluşabilmekte, kehribar rengi eritemli deride Nikolsky fenomeni pozitif bulunmaktadır.
24-48 saat içinde gevşek büller gelişmekte, bunlar hızla açılarak yaygın, parlak kırmızı
erozyon alanlarını oluşturmaktadır. Membranöz (eksfolyatif) skuamlar dökülmekte, uygun
tedaviyle bir haftada reepitelizasyon gelişmektedir.
Histopatolojik olarak akantolitik ayrışma stratum granülozum’da gelişmektedir. Kalan
epidermis katmanları tamamen normal olup hücre nekrozu görülmemektedir. Dermisde
enflamasyon bulgusu yoktur. Bül tavanından yapılan frozen kesitler hızlı tanı olanağı
sağlamakta ve sadece stratum korneum izlenmektedir.
Ayırıcı tanıda; büllöz impetigo ve Lyell sendromu söz konusudur. Bazen difüz kutanöz
mastositozla da karışabilmektedir.
Prognoz çocuklarda iyi olup uygun tedaviyle mortalite oranı düşüktür. Sepsis ve pnömoni
başlıca komplikasyonlardır. Erişkinde ise tersine prognoz kötü olup mortalite yüksektir.
Bildirilen 32 erişkin olgunun 19’u uygun antibiyoterapiye rağmen fatal sonlanmıştır.
SSSS’nin lokalize formları da bulunmaktadır. Ancak bu olgularda da prognoz iyi olmayıp
bildirilen 4 olgunun 2’si ölmüştür.
Tedavide erken parenteral antibiyotik uygulanması gerekmektedir. S. aureus suşları penisiline
dirençli olduğundan penisilinaza dirençli semisentetik penisilinler önerilmektedir. Metisilin,
nafsilin, dikloksasilin, kloksasillin+nafsillin ve flukloksasilin etkin bulunmuştur.
Tobramisinle kombine kloksasilin veya eritromisin de önerilen tedaviler arasındadır.
IV. TOKSİK ŞOK SENDROMU (TŞS)
TŞS, S.aureus’un toksin oluşturan belli suşlarına bağlı olarak oluşan, akut, febril bir hastalık
olup generalize eritemli ekzantemle kendini göstermektedir. Akut ekzantem yanında,
sendromu oluşturan diğer bulgular şunlardır:
1. Hipotansiyon/şok
2. En az 3 organda fonksiyonel anomali gelişimi
3. Skarlatiniform ekzantemi izleyen deskuamasyon
ABD’de 1979-1982 yılları arasında primer olarak menstruasyon dönemindeki kadınlar olmak
üzere 1600 olgu görülmüştür. Olgulardan üretilen S. aureus suşlarının % 93’ü penisiline
dirençli olup, toksik şok sendromu toksini (TSST-1 ve 2) oluşturarak hastalığa yol
açmaktadır. Ancak TŞS’unda bakteriyemi nadir olduğundan ve hastalık çok sayıda organ ve
sistemi tuttuğundan başka toksinlerin de patogenezde rol oynadığı sanılmaktadır. Bunlar
arasında SEA, SED, SEE gibi stafilokoksik enterotoksinler bulunmaktadır. Olguların % 90’ı
menstruasyon dönemindeki kadınlar olup tamamında tampon kullanımı anamnezi
alınmaktadır. Bunların % 90’ından fazlasında vajinal sürüntülerden S. aerus üretilmektedir.
Son yıllarda benzer bir tablonun A grubu streptokoklarla da oluşabildiği bildirilmektedir.
Kalan % 10 oranındaki olguları çocuklar, erkekler ve menstruasyon döneminde olmayan
kadınlar oluşturmakta, bunlarda yumuşak dokularda, akciğer veya kemikte stafilokoklara
bağlı bir infeksiyon odağı bulunmaktadır. Tampon kullanımı sonucunda oluşan ya da
belirginleşen servikovajinal mukozadaki erozyone yüzeylerin infeksiyonu başlattığı ve
toksinlere absorpsiyon kapısı oluşturduğu sanılmaktadır.
Klinik olarak; başlangıç semptomlarını ateş, hipotansiyon veya şok ve şiddetli eritemli bir
ekzantem oluşturmaktadır. Ekzantemin kızıldan ayırımı bazen güç olabilmektedir. 1-2 hafta
sonra palmoplanter deskuamasyon gelişmektedir. Erken dönemde faringeal eritem, çilek dili,
konjunktival eritem ve ödem, diyare ve kusma bulunabilmektedir. Ayrıca miyaljiler ve
rabdomiyolizis, toksik ensefalopati, azotemi, SGOT ve serum bilirubin artışı, hipoalbüminemi
ve trombositopeni oluşabilmektedir. Lökositoz, mikroskopik hematüri, serum kreatin kinaz
artışı, miyoglobinüri ve hipokalsemi görülebilmektedir. Olguların % 5 kadarı fatal
sonlanmaktadır. Ayırıcı tanı; kızıl, toksikodermi, SSSS, Kawasaki hastalığı (mukokutanöz
lenf nodu sendromu) ve meningokoksemi ile yapılmalıdır.
Tedavide beta laktamaza dirençli antibiyotikler kullanılmaktadır. 4 saatte bir intravenöz 1-1,5
g nafsillin uygulanması önerilmektedir. Acil olarak sıvı replasmanıyla hipotansiyonun
düzeltilmesi, varsa apse drenajı veya tamponun çıkartılması gerekmektedir.
BAKTERİYEL ENFEKSİYONLAR
Gangrenöz erizipel: İmmunite bozuklukları, diabetes mellitus, ödem, arteriyel dolaşım
bozukluğu gibi predispozisyonel faktörlerin varlığında, grup A, daha az oranda grup G
streptekoklar ve S. aureus’a bağlı erizipel tabloları gangrenoz seyir gösterebilmektedir. En
şiddetli form ise, inflamasyonun subkutise yayıldığı, difüz fasiit ve apseleşmenin geliştiği
flegmonlu erizipel (nekrotizan fasiit)’dir. Lokalizasyonları itibariyle de önem kazanan
tablolar içinde bulunan laringeal, vulvar ve penil erizipel tablolarının bu agresif formları fatal
sonuçlara yol açabilmektedir. Yüz tutulumlu olgularda gelişebilen sinus kavernozus
trombozları yanında miyokardit, endokardit, perikardit, glomeruloneferit ve sepsis, acil
tedaviyi zorunlu kılmaktadır. S. Aureus’a ve bazen de A grubu strepkoklara bağlı olarak
gelişen flegmon ise enfeksiyonunun fasya ötesinde adale ve sinirlere yayıldığı, nekroza
eğilimli, tromboflebit ve sepsise sıklıkla yol açan bir hastalıktır. Tüm bu olgularda oksasilin,
dikloksasilin, flukloksasilin veya sefalosporin gibi antibiyotiklerin yüksek doz verilmeleri
yanında drenaj ve erken cerrahi debridmana gerek bulunmaktadır.
A grubu beta hemolitik streptokokların neden olduğu nekrotizan selülit ağır seyreder ve
sıklıkla fatal sonuçlanır. Sistemik antibiyotikler nekrotik doku içine yeterli oranda penetre
olamazlar. Bu nedenle toksik olan bu dokuların acilen yeterli cerrahi debridmanı yapılmalıdır.
Kandan, lezyondan ve bül sıvısından alınan kültürler sıklıkla negatifdir. Bakteriyel
araştırmalar, subkutanöz aspirasyonla alınan biyopsi örnekleri ile yapılmalıdır. Son
zamanlarda dokularda streptokok antijenlerinin bulunması penisilin kullanımının gerekliliğini
göstermektedir. Steroidler ve nonsteroid antienflamatuar ilaçlar, selüliti daha da kötüye
götürebilir. Bu nedenle benign enflamatuar kutanöz lezyonlarda enfeksiyon şüphesi varsa bu
ilaçlar kullanılmamalıdır.
VI. AKUT ÜRTİKER VE ANJİOÖDEM (ANJİONÖROTİK ÖDEM)
Anjioödem, genel anlamda, hipodermal değişikliklere bağlı olarak aniden oluşan, hafifçe
eritemli veya soluk tümefaksiyon ile kendini gösteren bir hastalıktır. Etyolojisi kronik ürtiker
ile aynıdır. Anjioödem nedenleri şunlardır:
1. Herediter anjioödem
a. C1 esteraz inhibitor eksikliği (% 85)
b. C1 esteraz inhibitor fonksiyon bozukluğu (% 15): Normal/artmış C1, azalmış C4
2. Akkiz anjioödem (Quincke ödemi))
a. C1 esteraz inhibitor eksikliği
B hücre lenfoması
Konnektif doku hastalıkları
C1 esteraz inhibitor otoantikorları
b. Tip I hipersensitive
Parazitler, gıda katkıları, ilaçlar
c. Kimyasal histamin salgılatıcılar
Morfin, kodein, iyodlu kontrast maddeler
d. Fiziksel uyaranlar
Aşırı ısı, aşırı güneş ışığı, aşırı vibrasyon
e. Anjiotensin dönüştürücü enzim inhibitörleri
f. Nadir nedenler
Sistemik kapiller sızıntı sendromu
Ürtikerya pigmentoza
g. İdyopatik
Herhangi bir alana lokalize olabilen belirtiler 2 saat ile 3 gün içinde kaybolmaktadır. En sık
tutulan alanlar dudaklar, göz kapakları ve genital bölge olup dil ve larinkste de lezyon
oluşabilmektedir. Genellikle pruritus bulunmamaktadır. Prognoz, herediter anjioödem olguları
dışında iyidir.
Herediter anjioödem yaşamı tehdit eden ciddi bir hastalıktır. Tüm anjioödemli olguların %
1’ini ve ürtikeryasiz seyreden anjioödem olgularının % 5’ini oluşturmaktadır. Hastalık
otomozal dominant geçişli olup genellikle aile öyküsü alınabilmektedir. Başlangıç genellikle
erken çocukluk döneminde olmakla beraber erişkin dönemde de gelişebilmektedir. Olgularda
aktif C1 inhibitörü olan, ayrıca kallikrein ve birçok enzimi inhibe eden bir protein olan C1esteraz inhibitor eksikliği ya da fonksiyon bozukluğu söz konusudur. Anjioödem ataklarının,
çeşitli stimuluslar sonucu Hagemann faktörünün aktive olması sonucu, zaten eksiklik bulunan
C1-esteraz inhibitörünün tükenmesi sonucu tetiklendiği düşünülmektedir.
Klinik tablo karakteristiktir. Yaşam boyunca rekürren tarzda deri ve mukozada anjioödem
belirtileri ortaya çıkmakta, buna bulantı, kusma, kolik tarzında karın ağrıları ve üriner
semptomlar eşlik etmektedir. Bazen deride belirti olmadan da abdominal semptomlar
oluşmaktadır. Deri ve mukoza lezyonları genellikle tek olup ağrılı olabilmektedir. Bunlar
travmadan sonra da ortaya çıkabildiğinden diş manipülasyonları, tonsilektomi gibi girişimler
büyük tehlike arzetmektedir. Deride ürtiker oluşmamakta, prodromal dönemde retiküle
eritemler izlenebilmektedir. Modern tedavi yöntemlerinden önce bazı ailelerde olguların % 20
kadarının orta yaşa gelmeden, laringeal obstrüksiyon sonucu öldüğü bilinmektedir.
Ürtiker ve anjioödem tedavisinde kullanılan H1 antihistaminikler, kortikosteroid ve adrenerjik
ilaçlar herediter anjioödemde etkisizdir, Günümüzde profilaktik olarak ve ataklar sırasında
danazol (200-600 mg/gün ) veya stanozolol (0.5-2 mg/gün ) gibi anabolik steroidler veya saf
C1-esteraz inhibitörü (C1-INH) kulanılmaktadır.
Sistemik kapiller sızıntı sendromu (Clarkson sendromu, capillary leak syndrome): Çok
nadir olup bazen anjioödem ile birlikte, bazen de anjioödem bulunmadan visseral organlarda
gelişen dramatik eksüdasyonla seyretmektedir. Disproteinemi (paraproteinemi) söz konusu
olup hızla şok gelişmektedir. Tedaviye cevap ve prognoz kötüdür.
VII. ANAFİLAKSİ
Anafilaksi, dokulardaki antikorla duyarlanmış mast hücreleri veya dolaşımdaki bazofillerin
spesifik antijenle reaksiyonu sonucu oluşan erken tipte (Tip I) bir immün reaksiyondur.
Semptomlar antijenle reaksiyon oluştuktan sonraki birkaç dakika içinde başlamaktadır.
Klinikte anafilaksi terimi daha çok şok ve kollaps tabloları için kullanılmaktadır. İmmünolojik
olarak ise anafilaksi terimi allerjik rinit, allerjik astım, atopik dermatit, bazı ürtiker ve bazı
gastroenterit tablolarını kapsamaktadır. Anafilaktik reaksiyon şu şekilde gelişmektedir: Mast
hücreleri ve bazofilleri duyarlandırma kapasitesindeki IgE antikoru Fc parçasıyla, hücre
membranındaki spesifik reseptörlere bağlanmaktadır. Bu pasif duyarlanma olayı aktif olarak
duyarlanmış bireyde oluşmaktadır. Çünkü antikor plazma hücrelerinde oluşturulmakta ve
mast hücrelerine transfer olmaktadır. Antikorların dokuya dağılıp mast hücrelerine
bağlanması için geçen latent dönem sonrasında eksojen spesifik antijenle karşılaştığında
reaksiyon gelişmektedir. Yeterli miktarda ve mast hücresine hızlı ulaşabilme kapasitesindeki
1 antijen molekülü 2 antikorla köprü oluşturarak bağlanmakta ve hücre membranında
değişiklikler gelişmektedir. Glikoliz ve kalsiyuma bağımlı olarak histamin degranülasyonu
oluşmaktadır. Ayrıca araşidonik asit metabolitleri, prostaglandinler ve lökotrienler (SRS-A),
nötrofil ve eozinofil kemotaktik faktörleri ve trombosit aktive edici faktörü içeren kompleks
mediatörler salınmaktadır. Bu maddeler lokal ve/veya generalize doku değişikliklerine yol
açmaktadır. Böylelikle düz adale kontraksiyonları, vasküler permeabilite artışı, ödem ve şok
gelişmektedir. Reaksiyon birkaç saatte ortadan kalktığı halde, etkiler antijenin dozu ve
uygulanma yoluna bağlı olarak daha uzun sürebilmektedir. Sistemik anafilaksi nadir
görülmektedir. Arı, yılan, akrep ve böcek sokmaları, ilaç ve serum uygulamaları, adale
gevşeticiler, anestezik ilaçlar, radyokontrast maddeler ve gıdalara bağlı olarak
oluşabilmektedir.
Antijenle karşılaştıktan sonraki birkaç dakika içinde flush, ürtiker, yaygın pruritus ve bazen
anjioödem gelişmektedir. II. evrede buna bulantı ve kramp tarzı karın ağrıları, bronkospazm
ve ödeme bağlı dispne, ses kısıklığı ve rinore, taşikardi ve kardiyak aritmiler eşlik etmektedir.
III. evrede bu belirtilere kusma, defekasyon, diyare, laringeal ödem, siyanoz ve şok
eklenmekte, IV. evrede respiratuar ve kardiyak arrest sonucu kişi ölebimektedir.
Tedavide ilk yapılması gereken intravenöz bir kateter uygulayarak tercihen fizyolojik tuzlu su
ile sıvı replasmanına başlamaktır. Dolaşım kollapsı için 1-2 saatte bir 0.5-1 ml
1:1000’lik epinefrin (adrenalin) uygulanır. Larinks ödemini çözmek için İV yüksek doz
kortikosteroid (250-300 mg prednizolon), bronkospazm için intravenöz 240 mg teofilin
verilirken, laringeal ödem varsa entübasyon ve oksijen uygulamasına geçilir.
Klinik olarak anafilaksiye benzeyen bir başka tablo ise, spesifik antikorların rol oynamadığı,
idiyosenkrazi ve psödoallerji olarak ta isimlendirilen anafilaktoid reaksiyonlar’dır. Periferik
bazofillerden ve doku mast hücrelerinden anafilaksi mediyatörlerinin salınımı söz konusudur.
En fazla morfin, atropin, papaverin, anestezikler, plazma ürünleri, radyokontrast maddeler,
aspirin ve salisilatlar, nonsteroidal antienflamatuar ilaçlar, besin katkıları, tetrasiklin ve
polimiksin, sempatomimetikler, antihipertansifler ve B1 vitaminine bağlı olarak oluşmaktadır.
Klinik tablo ve tedavi sistemik anaflikaside olduğu gibidir.
VIII. İLAÇLARA BAĞLI DERİ REAKSİYONLARI
İlaçlar; tanıda, tedavide ve hastalıkların önlenmesinde kullanılan kimyasal maddelerdir. İlaç
kullanımının artmasıyla istenmeyen ilaç reaksiyonları büyük bir tıbbi problem haline
gelmiştir. Reaksiyonlar herhangi bir organı tutabilirse de deri reaksiyonları daha sık
görülmektedir.
Hastaların yaklaşık % 2’sinde ilaca bağlı deri reaksiyonları oluşmaktadır. Yatan hastalarda bu
oran daha da artmaktadır. Bu reaksiyonların % 42’si antimikrobial ilaçlara, % 27’si analjezikantipiretiklere, % 10’u santral sinir sistemi ile ilgili ilaçlara bağlıdır. En sık görülen deri
reaksiyonları ise; ekzentamatöz (morbiliform, makülopapüler), ürtikaryen ve generalize
pruritus şeklindedir.
İlaç reaksiyonları immünolojik ve nonimmünolojik olarak iki şekilde, ilaçların sistemik veya
topik uygulanması ile ortaya çıkar. İmmünolojik yolların aktivasyonu ile oluşan reaksiyonlar
ilaç allerjileri olarak bilinmektedir.
Allerjik ilaç reaksiyonlarının özellikleri:
Doza bağlı değildir, çok küçük dozlarda da gelişebilir.
İlk alımında inkübasyon periyodu olmasına rağmen ikinci alımında yoktur.
İlacın farmakolojik özellikleri ile korelasyon göstermez.
Belirgin klinik görünüm anaflaksi, ürtiker, artrit, astım ve lenfadenopati şeklindedir.
İlacın düşük dozda alınması ile genellikle tekrarlar.
Allerjik cevabın cinsine göre antihistaminik ve kortikosteroidlere kısmen cevap verir.
Patogeneze göre ilaç reaksiyonlarının sınıflandırılması:
IgE’ye bağlı (Tip I) ilaç reaksiyonları.
Sitotoksik (Tip II) ilaç reaksiyonları.
İmmun komplekslere bağlı (Tip III) ilaç reaksiyonları.
Hücresel (Tip IV) ilaç reaksiyonları olmak üzere dörde ayrılmaktadır.
IgE’ye bağlı (Tip I) ilaç reaksiyonları: Anaflaktik tip olarak ta bilinen bu tür erüpsiyonlar
en çok penisiline bağlı olup, sıklıkla kaşıntı, ürtiker, anjioödem, bronkospazm, larinks ödemi,
anaflaktik şok şeklinde seyretmektedir.
Başlangıç sensitizasyonu 7-14 günde olur. Daha önce sensitize olanlarda ilacın alınmasından
sonra dakikalar ve saatler içinde ortaya çıkar. Klinik bulgular daha önceden alınmış bir ilacın
çok ufak dozda da olsa tekrar alınmasıyla görülebilir.
Penisilin allerjilerinde önemli haptenik determinantlar major ve minor olmak üzere ikiye
ayrılır. Major haptenik determinant grubu penisilloyl grubudur. Minor haptenik
determinantlar ise penisillioate, penillioate, penisilolamin ve penaldattır. Proteinle irreverzibl
olarak bağlanan major determinant grup, penisilin allerjilerinin yaklaşık % 95’inden
sorumludur. Radyoallergosorbent testi (RAST) kullanılarak penisilloyl-polylisin
konjugatlarıyla penisiline duyarlı hastalarda spesifik dolaşan IgE’ler % 15 oranında tespit
edilmiştir. Penisilloyl için spesifik IgE bulunmayan ve deri testi negatif olan hastalarda
sorumlu olanlar diğer antijenik determinantlardır.
Sitotoksik (Tip II) ilaç reaksiyonları: Sitotoksik mekanizmaya bağlı immunolojik
reaksiyonlarda deri, kalp, karaciğer, akciğer, böbrekler, kaslar, periferik sinirler ve kanın
şekilli elemanları etkilenmekte, klinik olarak purpura, hemoliz, lökopeni ve büllöz ilaç
erupsiyonu olarak görülmektedir. En çok penisilin, sefalosporinler, sülfonamidler ve
rifampinle oluşmaktadır.
İmmün komplekslere bağlı (Tip III) ilaç reaksiyonları: İmmün komplekslere bağlı ilaç
reaksiyonlarına örnek olarak serum hastalığı verilebilir. Serum hastalığının günümüzde en sık
sebebi ilaçlardır. Başlangıç sensitizasyonu genellikle 7-10 günde olur, fakat 28 güne kadar da
uzayabilir. Daha önce sensitize olanlarda semptomlar ilaç alımından 12-36 saat sonra ortaya
çıkar. Klinikte vaskülit, vaskülit benzeri lezyonlar, ürtikaryen veya papüler döküntüler, ateş,
artrit, nefrit, hemotilik anemi, nötrofil ve eozinofillerde artma, kompleman seviyesinde düşme
şeklindeki belirtilerle seyreder. İmmünkompleks reaksiyonuna sebep olabilen ilaçlar;
antilenfosit immünoglobülinler, penisilinler, sülfonamidler, tiourasiller, yılan antiserumları ve
streptomisindir.
Hücresel (Tip IV) ilaç reaksiyonları: Geç tip aşırı duyarlılık reaksiyonları olarak ta
adlandırılan bu tip reaksiyonlar kontakt ilaç sensitiviteleri şeklinde karşımıza çıkmaktadır.
Sarmaşık zehiri, penisilin veya neomisin gibi topik ilaçlarla oluşabilir. Sensitize lenfositler
ilaçla reaksiyona girer, sitokinler salgılanarak kutanöz inflamasyonu başlatır. Derinin
herhangi bir yerinin antijenle teması ile ekzematöz reaksiyonu oluşur. Eğer antijen emilip
dolaşıma geçerse jeneralize reaksiyon görülebilir. Lezyonlar 24-48 saatte belirginleşir.
KLİNİKTE SIK GÖRÜLEN BAZI İLAÇ REAKSİYONLARI:
Ekzantematöz (morbiliform, makülopapüler) ilaç erupsiyonu: En sık görülen ilaç
döküntüsüdür. İlaç alımını takiben 2 hafta içinde herhangi bir zamanda meydana gelebilir.
Genellikle gövde ve ekstremitelerde simetrik, yaygın, eritemli papüler döküntüler şeklinde
başlar. Lezyonlar biraraya gelebilirler. İlaca devam edilirse eksfolyatif dermatite dönüşür. İlaç
kesildikten sonra 2 haftada yatışırlar. Lezyonlar bazen hafif ateş, kaşıntı ve eozinofili ile
birlikte olabilir. Ekzantematöz erupsiyonların mekanizması belli değildir. Tip IV reaksiyonla
oluştuğu üzerinde durulmaktadır. Sıklıkla ampisilin, amoksisilin, penisilin, karbamezepin,
sülfonamidler ve allopürinol ile oluşurlar. Ebstein-Barr veya sitomegalovirus mononükleozlu
hastaların % 100’ünde ampisilin veya amoksisilin verilince ekzantematöz ilaç erupsiyonu
gelişir. Ayırıcı tanıda viral ve toksik ekzantemler düşünülmelidir.
Fiks ilaç erupsiyonu: Fiks ilaç erupsiyonu genellikle tek, bazen multipl, eritemli plak, bül
veya erozyonla karakterize bir deri reaksiyonudur. Patogenezi bilinmiyor. İlaç alındıktan 30
dakika ila 8 saat içinde lezyonlar oluşur. Hasta aynı ilaçla tekrar karşılaştığında lezyon aynı
yerde ve daha çabuk oluşur. Erken lezyon keskin sınırlı, yuvarlak veya oval, eritemli makül
şeklindedir. 10-20 mm büyüklükte kadar olabilir. Genellikle asemptomatiktir, kaşıntı ve
yanma olabilir. Bazen lezyon birkaç saat içinde ödemli, büllü, erode plak şekline dönüşür.
Sıklıkla genital, perioral ve periorbital bölgeleri tutar. Fakat her yerde de görülebilir. Mukoza
ve konjunktivada da olabilir. Bu durumda herpes simpleks, konjunktivit veya üretrite benzer.
En çok suçlanan ilaçlar; fenolftalein, tetrasiklin, sülfonamidler (trimetoprimsülfometoksazol), metronidazol, salisilat, nonsteroid antiinflamatuarlar, barbitüratlar ve oral
kontraseptiflerdir. Yama testi (patch test) ile %3 0 vakada inflamatuar cevap alınır.
Stevens-Johnson sendromu ve Toksik Epidermal Nekrolizis (Lyell sendromu): İlaçlara
bağlı veya idyopatik olarak deri ve mukozalarda eritem ve aşırı eksfolyasyonla birlikte hayatı
tehdit edici boyutlara varabilen bir tablodur. Mekanizma tam olarak bilinmemektedir. Doku
hasarının tip III immün kompleks reaksiyonunun bir neticesi olduğu kabul edilmektedir. Her
yaşta görülebilir, 40 yaştan sonra daha sıktır. Sebep % 80 ilaçlardır. İlaç alımından 1-3 hafta
sonra oluşur. En çok suçlanan ilaçlar; sulfonamidler, allopürinol, hidantoin, karbamezepin,
fenilbütazon, piroksikam, sefalosporinler, naproksen, vankomisin, rifampin ve etambutoldür.
Toksik epidermal nekroliziste mortalite oranı yaklaşık olarak % 30’dur. Konu hakkında 2.
sayfada geniş bilgi vardır.
İlaç hipersensitive sendromu: Hipersensitive sendromu; döküntü, ateş, sıklıkla hepatit,
artralji, lenfadenopati veya hematolojik bozukluklarla karakterize spesifik ve şiddetli bir
sistemik idyosenkratik ilaç reaksiyonunu ifade eder. Her yaşta görülebilir. İlaç alımından 2-3
hafta sonra oluşur. Prodromal ve sistemik bulgu ateştir. Erken deri lezyonları olarak; simetrik
dağılımlı ekzantematöz erupsiyon ve generalize eksfoliatif dermatitit gelişebilir. Makül ve
papüller sıklıkla birleşmeye meyillidir. En sık sebep olan ilaçlar; antiepileptikler (fenitoin,
karbamezepin, fenobarbital) ve sülfonamidlerdir. Antikonvülzan ilaç alımından 2 hafta sonra
yüzde şişme, eksfoliatif dermatit, büllöz veya purpurik lezyonlarla birlikte ateş, lenfadenopati,
eozinofili, artrit ve/veya hepatit gibi belirtiler ortaya çıkar. İlaç kesiminden sonra döküntü ve
hepatit haftalarca devam edebilir. Geç deri lezyonları; serum hastalığı, ilaçlara bağlı vaskülit,
Henoch-Schönlein purpurası, infeksiyon ve kollajen vasküler hastalık vaskülitleri ile karışır.
Ayırıcı tanıda kızamık ve kızamıkçık düşünülmelidir
Yukarıda anlatılan deri reaksiyonları dışında pek çok değişik şekillerde ilaç reaksiyonları da
vardır. Bu yüzden ilaç reaksiyonları bir çok deri hastalığını taklit edebilir. İlaçlara bağlı
olarak; fotosensitif reaksiyonlar, eritem polimorf, pigmentasyon değişiklikleri, tırnak
değişiklikleri, saç dökülmeleri, eritema nodozum, vaskülit, purpura, akneiform-püstüler
erupsiyonlar, likenoid erupsiyonlar, lupus-benzeri sendrom, eksfoliatif dermatit (eritrodermi)
gibi reaksiyonlar da oluşabilmektedir
Hayatı tehdit edici ilaç reaksiyonlarının özellikleri:
A- Deri:
Yaygın eritem,
Fasiyal ödem veya santral fasiyal tutulum,
Deride ağrı,
Palpabl purpura,
Deri nekrozu,
Bül veya epidermal ayrılma,
Pozitif Nikosky belirtisi,
Mukoz membranlarda erozyonlar,
Ürtiker, anjioödem, dilde şişme.
B- Genel:
Yüksek ateş, lenfadenopati, artralji veya artrit, dispne, hırıltılı solunum, hipotansiyon.
İlaç erupsiyonlarında dikkat edilecek hususlar:
Her döküntüde öncelikle ilaç reaksiyonu düşünülmelidir.
Deri lezyonları sıklıkla morbiliform veya ürtikaryendir.
İlaç alımı ile reaksiyonların başlaması arasında geçen süre,
İlacın kesilmesi ile düzelme olup olmadığı,
Aynı grup ilaçlarla benzer reaksiyonlar olup olmadığı,
İlaç tekrar verildiğinde reaksiyonun tekrarlayıp tekrarlamadığı önemlidir.
Spesifik bir laboratuar tetkiki olmadığından tanıda dikkatli bir ilaç soruşturması çok
önemlidir.
TEDAVİ:
Şüpheli ilaç veya ilaçlar kesilmelidir.
Bu ilaç veya kimyasal olarak ilişkili diğer ilaçların alımının tehlikeleri hastaya anlatılmalıdır.
Eğer mutlaka gerekli ise başka gruptan bir ilaç verilmelidir.
Asemptomatik ve orta dereceli vakalarda tedavi gerekmeyebilir ya da antihistaminik, topikal
kortikosteroidler veya emolyentler yeterlidir.
Anaflaksi ve allerjik anjioödemde 1/1000’lik epinefrin 0.5-1cc subkütan verilmelidir.
Kortikosteroidler; hastalığın şiddetine göre 40-200 mg arasında oral veya İV olarak
verilmelidir.
IX. DERMATOLOJİ’DE YOĞUN BAKIM
Yoğun bakım, kısmen veya tamamen fonksiyonlarını yitirmiş olan organların,
fonksiyonlarının geçici olarak yerine getirilmesi ve hastalığı oluşturan temel nedenlerin
tedavisinde kullanılan yöntemleri kapsar. “Dermatolojide yoğun bakım” terimi birçok hekim,
hatta bazı dermatologlar için dahi oldukça yeni bir kavramdır. Oysa bazı generalize deri
hastalıklarında uygun yoğun bakım, fatal prognozu düzeltebilir. Birçok klinikte başarılı
faaliyetler gösteren yoğun bakım üniteleri dermatoloji bünyesinde ilk defa 1976’da Prof. Rene
Touraine tarafından kurulmuş ve bunu büyük sağlık merkezlerinde açılan yeni yoğun bakım
üniteleri izlemiştir.
Toksik epidermal nekrolizis (TEN), stafilokoksik haşlanmış deri sendromu (SSSS), otoimmün
büllöz hastalıklar, eksfoliatif dermatit, nekrotizan selülit ve yaygın püstüler psöriasis gibi
hastalıklarda, kompleks bir organ olan derinin önemli fonksiyonlarının bozulması hastayı
ölüme götürebilir. Hatta bu hayati fonksiyonların kaybı son zamanlarda “akut deri yetmezliği”
kavramının ortaya atılmasına yol açmıştır.
FİZYOPATOLOJİ
Deri, organizmayı dış etkilere karşı koruyucu ve iç ortamı düzenleyici bir görev yapar.
Derinin bütünlüğünün bozulması, bariyer fonksiyonunun bozulmasına yol açar. Bunun
sonucunda sıvı-elektrolit kaybı olur ve çevredeki zararlı komponentler kolaylıkla
organizmaya girer.
Vücudunun %50’si etkilenmiş yetişkin bir toksik epidermal nekrolizisli hastada ortalama
günlük total sıvı kaybı 3-4 litreyi bulur. Otoimmün büllöz hastalıklar, 2. derece yanıklar ve
TEN’de bül sıvısı 40gr/L protein, 120-150 mmol/L sodyum, 100 mmol/L klor ve 5-10
mmol/L potasyum ihtiva eder. Hipoalbüminemi ile kombine elektrolit ve sıvı kayıpları ise
intravasküler volümün azalmasına yol açar. Bu da fonksiyonel renal yetmezlik ve üriner
debinin azalmasına götürür. Bu devrede hipovolemi düzeltilmezse hemodinamik değişiklikler
ve organik renal yetmezlik oluşur, irreversibl septik şok riski artar.
Derinin bütünlüğünün bozulması ve oluşan eksudalar izolasyon ve pansumana rağmen
mikroorganizmaların çoğalmasına zemin hazırlar. Enfeksiyonlar, generalize deri
hastalıklarında başlıca ölüm sebebidir. Deri lezyonları genellikle stafilokok aureus, bazen de
sindirim sistemi florasından gram negatif bakterilerle enfekte olur. Steroid ve antibiyotiklerin
sık kullanımı kandida türü mantarların çoğalmasına zemin hazırlar. Santral venöz kateterler,
idrar sondaları ve venöz girişimler, deri lezyonlarına yakın uygulandığında sistemik
enfeksiyon riski taşırlar.
Yaygın deri lezyonlarında enfeksiyon yokluğunda bile ateş ve titreme vardır. Oysa hipotermi
ciddi enfeksiyon ve septik şoku haber verir. Titreme, santral ısının korunmasını sağlamaya
çalışan musküler aktivite artışının bir göstergesidir.
Eritrodermik hastalarda kutanöz kan akımının artışı, normal kardiyak indeksi iki katına
çıkarabilir. Ateş kardiyak debiyi daha da artırır. Bu hemodinamik değişiklikler yaşlılarda ve
önceden kalp hastalığı olanlarda kardiyak yetmezliğe neden olabilir.
Generalize deri hastalıkları, hücresel ve hümoral immünitede de çeşitli değişiklikler yaparlar.
Bunlar; granülositlerin kemotaktik ve fagositik aktivitesinin azalması, serumdaki
immünglobülin ve kompleman fragmanlarının tüketilmesi, CD4+ T lenfositlerin sayısının
azalması ve sitolitik T hücre cevaplarının azalması gibi değişikliklerdir. İmmün cevaplardaki
bozukluğun bir kısmı supresör hücrelerin proliferasyonuna bağlıdır. Hücresel ve hümoral
immün sistemindeki bozukluklar enfeksiyonla yatkınlığı artırır. Kullanılan kortikosteroid ve
sitotoksik ilaçlar da immün fonksiyonu değişik derecelerde baskılar.
Enerji harcanması, vücut yüzeyinin %50’sinden fazlası etkilenmiş hastalarda artar ve bazal
metabolizma iki katına çıkar. Bu durum, nörohümoral mekanizmalardaki değişikliklerden
dolayıdır. Lezyonların genişliği ile hipermetabolizma arasında doğrusal bir orantı vardır.
Düşük çevre ısısı (25 derecenin altı) enerji harcanmasını artırır.
Protein kayıpları, hiperkatabolizma ve yaygın deri lezyonlarından kayıp nedeni ile günde 150200 grama ulaşabilir. Yeterli beslenme sağlanamazsa, vücut protein depoları karaciğerde
aminoasitlere yıkılarak glukoza dönüştürülür; çünkü yara iyileşmesi için temel yakıt
glukozdur. Ayrıca insülin sekresyonunun inhibisyonu ve periferik dokularda insüline direnç
sık görülür. Bu durum plazma glukoz seviyelerinin artışı ile sonuçlanır.
YOĞUN BAKIM HASTALARININ İZLENMESİ
Sıvı elektrolit dengeleri, hemodinamik değişiklikler ve sepsis dikkatle izlenmelidir. Günlük
sıvı kaybı miktarı; vücut ağırlığı, alınan sıvının total volümü ve idrar miktarından
hesaplanmalıdır.
Arteryel kan basıncı, hipovolemili hastalarda katekolaminlerin açığa çıkması ile normal
limitler içinde olabilir ve nabız sayısından daha az duyarlıdır. Dakikada 120’nin üstündeki
nabız sayısı, yüksek ateş sırasında bile hipovolemi anlamındadır.
İdrar debisi en faydalı rehberdir. Glukozüri yokluğunda, saatte 50-100 ml idrar çıkarılması ve
idrar yoğunluğunun 1020’nin altında olması böbreğin uygun perfüzyonunu gösterir. İdrar
debisinde azalma, hemodinamik rahatsızlıklar ve sepsisin duyarlı bir işaretidir. Bu nedenle
akut deri yetmezliği olan tüm hastalarda idrar sondaları kullanılmalıdır.
Diğer iki önemli gösterge; bilinç durumu ve solunum sayısıdır. Anksiyete ve heyecan sepsisin
ilk bulgularından olabilir. Hızlı solunum, hipoksemi ve metabolik değişiklikleri gösterir.
Klinik inceleme, günlük akciğer röntgeni, kan sayımları, arteryel kan gazları, kan ve idrar
glukoz seviyeleri, elektrolitler, böbrek ve karaciğer fonksiyon testleri, kan albumin ve
fosfatını içeren laboratuar incelemeleri ile tamamlanmalıdır. Bakteriyel incelemede; periyodik
kan kültürleri, lezyonlardan ve venöz giriş yollarından kültürler yapılmalıdır. Sepsis
durumunda idrar, balgam, beyin omurilik sıvısı, asit ve plevra sıvısından kültürler de tanıda
yardımcı olur.
TEDAVİ
Sıvı replasmanı: Tedavide sıvı elektrolit dengesinin sağlanması önemlidir. Bunun için
mümkün olduğu kadar santral venöz kateterlerden kaçınılmalı, lezyonsuz bölgelerdeki venler
kullanılmalıdır. İntravenöz sıvı replasmanında amaçlar:
-Yetişkinde en az 50 ml/saat idrar çıkarılması
-Bilincin açık olması
-Dakikada 120’nin altında nabız hızı
-Kan basıncının normal veya normalin üstünde olması
-Bulantı, kusma olmaması
1 ml/kg vücut ağırlığı x % hasta vücut yüzeyi makromoleküller (izotonik tuzlu suda dilüe
edilmiş human albümin) + 0.7 ml/kg vücut ağırlığı x % hasta vücut yüzeyi izotonik tuzlu su
verilmelidir. Örneğin, vücut ağırlığı 60 kg, epidermis kaybı % 50 olan bir hastaya 3000 ml
albümin solusyonu + 2100 ml izotonik tuzlu gerekir. Albümin hastalık taşımadığı için taze
dondurulmuş plazmaya tercih edilir. Bu volüm, yanıklar için önerilen sıvı miktarının yaklaşık
yarısıdır. Periferik intravenöz tedavi ilk 24 saat içinde gereklidir ve albümin, gerektiği sürece
aralıklı kullanılabilir. İlk 24 saat tüm hastalara ek olarak 1500 ml nazogastrik tüple beslenme
verilir. Hipofosfatemiyi düzeltmek için İV sıvılara 80-160 mEq/24 saat olacak şekilde
potasyum fosfat eklenir. Çünkü fosfat eksikliği nörolojik fonksiyon bozuklukları, lökosit ve
trombositlerde fonksiyon bozuklukları yapar. Daha sonraki günlerde oral beslenme
artırılırken, intravenöz sıvı azaltılır. İntravenöz tedavi mümkün olduğu kadar erken
bırakılmalıdır.
Beslenme: Protein kaybını en aza indirmek ve hiperkatabolizmanın yol açtığı doku yıkımını
azaltmak için besin replasmanı gereklidir. Ayrıca ortamın sıcak olması, infeksiyonun
önlenmesi ve ağrının azaltılması hiperkatabolizmayı azaltır. Mukozal lezyonlar oral
beslenmeye engel ise nazogastrik tüple beslenme yapılır. Enteral beslenme, venöz
kontaminasyon riski nedeniyle parenteral tedaviye tercih edilir. Nazogastrik tüple ilk 24 saatte
1-1,5 L protein ve enerjiden zengin bir sıvı besin verilir. Negatif nitrojen dengesi gösteren
hastalarda serum protein seviyesinin 6 g/dl’nin üzerinde olması sağlanmalıdır. Hemoglobin
seviyesi 10 gr/dl’nin altında ise kan tranfüzyonu yapmak gereklidir.
Kan şekeri sıklıkla yükselir.Glukozüri mevcut ise mümkün olduğu kadar çabuk insülin
başlanmalıdır. Çünkü glukoz, ozmotik diüreze neden olarak dehidratasyonu artırır. İnsüline
direnç gelişmesinden dolayı yüksek doz insülin gerekli olabilir.
Enfeksiyon kontrolü: Yaygın deri hastalıklarında ölümlerin yarısından fazlası sepsise bağlı
olduğundan dolayı tedavinin en önemli kısmıdır. Enfeksiyonlarda stafilokok aureus başta
olmak üzere psödomonas ve enterobakteriler muhtemel sorumlulardır.
Sistemik antibiyotik şu durumlarda verilebilir: Bakteri kültürlerinde tek bir suşa ait ağır
kolonizasyon, ateş veya ateşin ani düşmesi ve titreme, bilinç seviyesinin azalması, idrar
debisinde azalma, hızlı solunum, gastrik boşalmanın yetersizliği, kan gazlarında değişiklikler
ve insülin ihtiyacında artma. Antibiyotik dozları, mümkünse serum seviyesine göre kontrol
edilmelidir. Çünkü deriden protein kaybı nedeniyle genellikle normalden daha yüksek dozlar
gerekmektedir. Profilaktik antibiyotik, dirençli bakteri suşlarının ve mantarların ortaya
çıkmasını engellemek için verilmemelidir. Ancak nötropeni gibi sepsis riskinin yüksek olduğu
durumlarda verilmesi düşünülebilir.
Kateterler önemli bir sepsis nedenidir. Bu nedenle venöz kanüller 48 saat, pulmoner arter
kateterleri 72 saat ve arteryel kanüller 96 saatten sonra değiştirilmelidir. İdrar sondaları 72
saatten fazla tutulmamalıdır. Çıkarılan kateterlerden kültür alınmalıdır.
Hastanın genel durumu uygun olduğunda günde 1-2 kez % 0.05 sıvı klorheksidin banyosu
yaptırılır. Deri lezyonlarının arası % 0.5 sıvı gümüş nitrat veya % 0.05 klorheksidin ile
boyanır. Sülfonamidler gibi silver sülfadiazin kullanmaktan da kaçınılır, çünkü bu ilacın
TEN‘li bazı hastalarda nötropeni sebebi olduğu düşünülmektedir. Stratum korneumun bariyer
fonksiyonunun bozulması lokal uygulamalarda penetrasyonu artırır. Bu nedenle topikal
tedavilerin sistemik yan etkileri göz önünde bulundurulmalıdır.
Çevre ısısı 30-32 dereceye çıkarılmalıdır ve gerekirse hasta örtülmelidir. Bu önlemler deri
içinden kalori kaybını, titreme ve stresi azaltacaktır. Santral vücut ısısı hastayı soğutma ile
değil, antipiretiklerle düşürülmelidir. Antiseptik banyoların ısısı 35-38 dereceye
ayarlanmalıdır ve dikkatle izlenmelidir. Hastaların ısıtılmasında infrared lambalar
kullanılabilir. Havalı yatak, kuru antiseptik etkisi ve konforu nedeniyle yararlıdır. Fakat havalı
yatak kullanan hastalarda su buharlaşması arttığından dolayı, bu yataklar sıvı elektrolit
dengesi düzeltildikten sonra kullanılmalıdır.
Pulmoner emboli ve trombozis TEN’de, nekrotizan selülitte, büllöz hastalıklarda sık görülen
bir komplikasyondur ve heparinin günde 3 kez 5000 Ü profilaktik kullanımı ile önlenebilir.
Otoimmün büllöz hastalıklarda yüksek doz kortikosteroid ve immünosupresif ilaçların neden
olduğu sepsis, gastroentestinal kanama, tromboembolizm gibi komplikasyonlar başlıca ölüm
sebepleridir. Yaşlılık, beslenme yetersizliği, oral lezyonlar, büllerden protein kaybı ve
hiperkatabolizma, hastayı çok derin hipoproteinemiye götürür.
Yaygın viral enfeksiyonlarda mortalite, özellikle çocuklarda yüksek olabilir. Hızlı teşhis için
Tzanck testi gerekli ve kolay bir yöntemdir. Kontrol altında yüksek doz asiklovir tedavisi
verilir.
Generalize püstüler psöriasisli hastalar, kardiyovasküler ve üriner sistem komplikasyonları,
enfeksiyon, tedavi komplikasyonları ile kaybedilebilir. Stressiz rahat bir ortamda, genel tedavi
prensiplerine uyularak nöbetlerin rahat geçirilmesi sağlanmalıdır.
Lenfoma, melanoma, kaposi sarkomu gibi malign hastalıklarda uygulanan ağır kemoterapi
programları da yoğun bakım gerektirir.
Sonuç olarak, generalize deri hastalıkları oldukça nadir görülmelerine rağmen, iyi bir bakım
ve tedavi uygulanmadığı takdirde fatal sonuçlanabilmektedir. Günümüzde genel eğilim,
yoğun bakım birimlerinin kliniklerin kendi bünyelerinde açılıp faaliyet göstermesi
yönündedir. Yukarıda üzerinde durulan hastalıkların hiçbirinde, bir dermatoloji kliniğinde
yapılamayacak yoğun bakım girişimi bulunmamaktadır. Bu nedenle, hasta potansiyeli yüksek
olan üniversite ve büyük sağlık merkezlerindeki dermatoloji kliniklerinin yoğun bakım
birimlerini kurmaları ve dermatologların yoğun bakım konusunda yeterli bilgi sahibi olmaları
yerinde olacaktır.
Download