Günümüz Türkiye`sinde Otantik Felsefe Arayışları

advertisement
İnönü Üniversitesi Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi
Din Bilimleri, ISSN: 2147-0936
Cilt. 2, Sayı. 1, 2013, 1-24.
www.inijoss.com
Günümüz Türkiye’sinde Otantik Felsefe
Arayışları Bağlamında Bize/Kendimize Özgü
Bir Din Felsefesi Söylemleri
Mehmet ULUKÜTÜK
İnönü Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü,
44280, Malatya-Türkiye
Özet
Bu çalışmada günümüz Türkiye’sinde son yıllarda sıklıkla söz konusu edilen
felsefenin tarihselliği ve evrenselliği etrafında meydana gelen bize özgü felsefe
yapma/otantik felsefe yapma tartışmalarına ışık tutulmuştur. Bu bağlamda
özellikle İlahiyat camiasındaki bazı din felsefecileri tarafından otantik felsefe
yapmanın din felsefesindeki iz düşümlerine yönelik bir takım arayışlara
değinilmiştir. Yerli/otantik ve bize/kendimize özgü din felsefesi söyleminin
ortaya çıkışı ve mahiyeti, sorunları ve imkânlarına yönelik bir takım analizler
yapılmıştır. Konuyla ilgili öne çıkan belli başlı isimlere ve öne sürdükleri
görüşlere yer verilmiş ve şimdilik bir değerlendirme yapılmaya çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Otantik felsefe, Din felsefesi, İslam düşüncesi, Türkiye’de din
felsefesi çalışmaları.
Abstract
In this study, the philosophy in question the historicity of present-day Turkey, in
recent years, often that occurred and around the universality of doing
philosophy discussions were light. In this context, some religious circles,
especially by philosophers of Theology authentic philosophy of doing some
searches on the effects of the philosophy of religion are discussed. Local /

Sorumlu yazar.
Mehmet Ulukütük
2
authentic and us / our own unique philosophy of religion and the emergence of
the discourse of nature, a number of issues and analyzes were carried out for
opportunities. Names outstanding on the issue and put forward certain views is
given, and tried to make an assessment.
Key Words: Authentic philosophy, Philosophy of religion, Islamic thought, The
studies of philosophy of religion in Turkey.
“Mazi ile alakamızı yeni baştan
kurmamız lazım. (…) Maziyi ihmal edersek
hayatımızda ecnebi bir cisim gibi bizi
rahatsız eder, terkibin içine ister istemez
sokacağız. O, kendisinden gelmemiz lazım
gelen bir şeydir. Bu devam fikrine bir vehim
de olsa muhtacız. Kaldı ki, dün doğmadık. En
çetin realitemiz budur. (…) Biz şimdi bir
aksülamel devrinde yaşıyoruz. Kendimizi
sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle
dolu; Dede’yi Wagner olmadığı için, Yunus’u
Verlaine,
Bakî’yi
Goethe
ve
Gide
yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz
bucaksız Asya’nın o kadar zenginliği içinde,
dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz
halde çırçıplak yaşıyoruz. Coğrafya, kültür,
her şey bizden bir yeni terkip bekliyor; biz
misyonlarımızın farkında değiliz.” (Ahmet
Hamdi Tanpınar, Huzur)
1. Giriş
Özünde eleştirel bir düşünmeyi ve sorgulamayı içeren felsefe yapma
etkinliğinin standartlaşmış anlatısının bugün felsefî metinlerin anlaşılması ve
yorumlanması yolundaki en büyük engellerden biri olduğu muhakkaktır. Genelde
felsefe tarihiyle özelde ise spesifik filozof veya kavram ve ekollerle karşılaşmada
standartlaşmış anlatılar bizi onların kendilerine yaslandıkları tarihselliklerini
Günümüz Türkiye’sinde Otantik Felsefe Arayışları Bağlamında…
3
görmemizi engellemektedir. Bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak felsefe
tarihlerindeki anlatılara ebedi bir doğruluk statüsü verilmektedir.1 Hâlbuki felsefî
etkinlik insan bilimlerinin en problematik alanıdır ve tamamen tarihsel bir ufukta
ve dilsel bir düzlemde gerçekleşmektedir. Bu tespit felsefî metinlerin ve onların
tarihleri olan felsefe tarihinin anlaşılmasının da hermeneutik boyutlarına işaret
eder. (Bkz.Ulukütük, 2011) Zira felsefe ve onun tarihini yazanlar da belli bir
tarihsellikten ve öznellikten hareket etmektedir. Mesela bu bağlamda Richard
Rorty’nin ifadeleri önemlidir:
“Bir filozofun-(bir tarihçi, bir matematikçi ya da şairden çok) kendisini
özdeşleştirdiği-oto-potresi, tamamen onun felsefe tarihini nasıl gördüğüne bağlıdır. Hangi
şahsiyetleri örnek aldığına ve hangi dönem ve akımları dikkate almadığına bağlıdır. Bu
yüzden felsefe tarihiyle ilgili yeni bir yorum, göz ardı edilemeyecek bir meydan
okumadır. (Rorty1982: 41)
Bir felsefi metin okuma, bir bakıma iki bilincin karşılaşması, diğeriyle
konuşmasıdır. Felsefenin içinde hermeneutik bir yön mevcuttur. Gadamer’in
deyimiyle,
“…hermeneutik boyut, özellikle binlerce yıllık felsefe kavramları üzerinde
çalışmaya doğru uzanır. Bir sözcük içinde kalıplaşmış ve bu sözcük içinde geleneğe mal
olmuş kavramlar, tek bir anlama sahip sabit markalar ve işaretler değildirler; tersine onlar
insanın dil içerinde gerçekleşen dünya açımlanmasının iletişimsel hareketinden çıkarlar.
Onlar sürekli hareket halindedirler, dönüşürler ve zenginleşirler; eskiyi örten yeni
bağlamlara yerleşirler, unutulurlar ve yeni düşünceler içinde yeniden canlanırlar. Böylece
kavrama yönelik felsefî çalışma, bugünlerde belirsiz bir sözcük olan “kavram tarihi”
sözcüğü ile işaret edilen bir hermeneutik boyutu esas alır. Bu, şeylerin kendilerinde
konuşmak yerine bu iş için kullandığımız anlama araçlarından konuşmak gibi ikincil bir
çaba değildir; tersine bu çaba bizzat kavramlarımızın kullanımında eleştirel öğeyi
oluşturur” (Gadamer, 1995:26; ayrıca bkz. Gadamer, 2004: 39-57)2
1
Felsefe ve felsefe tarihi arasındaki ilişki ve felsefe felsefesi ile ilgili örnek olarak şu metinlere de
bakılabilir: (Alper, 2006; Oizerman, 1998; Deleuze – Guattari, 2006; Orhan Sadeddin, 1930;
İbrâhîm, 1967; Çotuksöken, 2000; Yılmaz, 2008; Uygur, 1962)
2
Mesela “Truth, Knowledge, Reality, Self, Person, Space, Time, Life, Matter, Subjectivity” gibi
merkezi kavramların ve başka birçok kavramın, birinci dili Batı Afrika Akan dili, kendisi için
önemli bağlamlarda çoğu kez sistematik olarak yan anlamlar taşımalarını, bu yan anlamların
Mehmet Ulukütük
4
Felsefe yapmak, Husserl’in ifadesiyle, ‘kuramsal tavır alma’ içinde
olmasıyla kişinin tarihsel toplumsal belirlenmişliğin dışına çıkabilmesi, tarihsel
toplumsal kimliğin kendini belirlemesine fırsat vermemesi demektir. Boş
zihinlerle ve kavramsız düşünülemeyeceğine göre, bunu gerçekleştirmenin,
toplumsal tarihsel mirası olabildiğince iyi anlamaktan, yeniden okuyup geçmişin
şimdiye taşınmasından başka bir yolu da yoktur.(Husserl, 1997:10) Gadamer’e
göre bunun yolu, bizi, geçmişi bugünkü yaşamımızın sözde aşikâr ölçüleriyle,
kendi kurumlarımızın perspektifiyle ve edindiğimiz değerler ve doğrularla
yargılamaya iten doğal naifliğimizi tutarlı bir biçimde yenmek demektir.
(Gadamer, 1990:84)
Felsefe tarihlerinin tarihsellikten kopuk soyut ve kapalı standartlaşmış
anlatılarına 3 köklü bir eleştiri getiren Ortaga Gasset’e göre yaklaşık yirmi altı
yüzyıllık bir zaman dilimini kapsayan felsefe tarihine hızlı bir bakış bile, “felsefî
uğraşlar tarihinde yoğunlaşmış bulunan kaygıların, aldanmaların, çabaların,
dâhiliklerin, kurrnazlıkların, coşkuların, nefretlerin, ölümlerin, çılgınların o dev
yığınını” düşündürmektedir. Burada karşımıza şöyle bir soru çıkmaktadır: “Neye
yaradı bütün ya da neye yarayacak?” diyen Gasset’e göre;
“İşte o zaman felsefe tarihlerinin bu soruna hiç mi hiç değinmedikleri fark
edilinnce büsbütün şaşırıp kalıyoruz. Üstelik sorunları önümüze koyup kendi kendimize
yanıt bulmamıza olanak sağlayacak öğretileri de sunmuyorlar bize. Ne yani rezalet değil
mi bu? İnanılmaz görünüyor ama hangi Felsefe Tarihini baştan sona okuyup bellesek
felsefenin tarihsel
gerçek
açısından oynadığı
somut rol
üstüne
hiçbir
bilgi
edinemediğimizle kalıyoruz; giderek gülünç bir açmaza düşüyoruz, tarihin her döneminde
felsefenin en önemli şey sayıldığı, bu nedenle yirmi altı yüzyıldır insanoğlunun
yaşayışında egemen güç olduğunu mu düşünelim, yoksa içimizde bir ilgi uyanmazsa,
kendi kendimize acaba felsefe her dönemde, tarihin başından beri devede kulak mıydı
Avrupa felsefe geleneğinin belirli savlarını formüle edilemez ya da en azından inandırıcılıktan son
derece uzak olmaları “kavramların dekolonizasyonun yapılması gerektiğini ortaya koyar.
(Wimmer, 2009).
3
Felsefe tarihinin standartlaştırılmış anlatılarına ve modern ezberlerine ‘felsefenin başlangıcı
sorusu” örneğinde ciddi eleştirel getiren emsal bir çalışma için (bkz. Direk, 2005: 11-33).
5
Günümüz Türkiye’sinde Otantik Felsefe Arayışları Bağlamında…
diye soralım, doğrusu bilemiyorum.” Bundan dolayı, “bugüne değin ‘felsefe tarihi’ denen
uğraş ne tarih ne de felsefe tarihi olmadığını açıklamak zorundadır.(Gasset, 1998: 113)
Gasset’e göre, alışılmış felsefe tarihlerinde, “öğretiler sanki bir doğum
tarihi ya da yaşadığı yer bulunmayan ‘meçhul filozof’ tarafından bildirilmişler
gibi sunulurlar; adsız, soyut, yalnızca o sözün ya da yazarın öznesi olan ve bu
yüzden o söze ya da yazıya hiçbir şey eklemeyen, onu nitelemeyen, belirtmeyen
boş bir özne. Alışılmış felsefe tarihinin bir öğretiye yakıştırdığı tarih, aslında
tarihçinin şaşırmamak için ve öğretiler kargaşasını herhangi bir düzene sokmuş
olmak için yapıştırdığı etikettir.” Gasset, Platon ve Kant’ı örnek göstererek, bir
somut
olarak
filozofun
hayatının
filozofun
soyut
düşüncelerinden
ayrılamayacağını belirtir. Çünkü belli bir felsefeyi tasarımlamış, açıklamış ve
yazmış olan belli bir insandır. Ancak Gasset’e göre, felsefeyi/ felsefe tarihini
yaşam ve kültür temelinden hareketle kavramanın nedeni, yalnızca filozofun belli
bir tarihsel dönemde yaşamasından kaynaklanmaz. Aynı zamanda bizzat
düşüncenin kendisinde de belli yaşama ve kültürel duruma tepki olma özelliği
mevcuttur: “bir fikir hep insanın kendi yaşamının belli bir durumu karşısında
gösterdiği tepkidir. Demek oluyor ki, bir fikrin gerçeğine, varlığına her yönüyle
erişmenin koşulu onu somut bir durumda somut bir tepki olarak ele almaktır.
Düşünmek ortamla söyleşmektir.” Bu nedenle Gasset’e göre, “düşünme insanın
belli bir ortam karşısında ve belli bir amaçla gerçekleştirdiği bir eylemdir. Eğer bir
düşünceyi anlamak isterken onu hazırlamış olan ortamı ve onu esinlemiş olan
tasarımı göz ardı edersek, elimizde fikrin yalnızca dağınık ve soyut bir taslağı
kalır. Her düşüncenin karşısında etkin rolünü üstlendiği ve işlevini yerine getirdiği
etkin bir durum ya da ortam çerçevesinde yer alması kaçınılmazdır.” Gasset,
hiçbir “mutlak” anlamın olmadığını belirtir.” (Gasset, 1998: 113-115) Çünkü her
fikir asıl belirgin anlamını, belli bir işlev ve amaçlar yoluyla kazanmaktadır. Bu
ise, bir düşüncenin belli bir ortam karşısında eyleme yönelik niteliği demektir.
Yaşam ve ortamın her zaman soyut olduğunu belirten Gasset’e göre, “ne
zaman somut durumu önceden baştan kurmuş, fikrin ona bağımlı olarak yerine
Mehmet Ulukütük
6
getirdiği işlevi araştırmışsak, düşünceyi gerçekten anlama şansımız o zaman
ortaya çıkar. Buna karşılık, başlangıçta hep sunduğu soyut anlamla ele alırsak,
düşünce hep sunduğu soyut anlamla ele alırsak, düşünce hep ölü bir düşünce, bir
mumya olarak kalacaktır ve içeriği bir mumyanın anıştırdığı insanlık kadar
belirsiz olacaktır.” İşte bu nedenle Gasset’e göre, alışkanlıkla “felsefe öğretileri
diye adlandırdığımız şey, her türlü geçerlikten yoksun bir soyutlamadır.” Çünkü
öğretiler havada asılı durmazlar. Ona göre, “insan yaşamı her an, bugünümüzde
sürüp giden ve etkisini sürdüren bir geçmiş göz önüne alınınca ortaya çıkan
şeydir. Gerçekliğimizin bu özelliğini adlandırmak için elimizde, “tarihsellik”ten
başka sözcük yoktur. Bunun için Gasset, “felsefe öğretilerinin tarih sırasına göre
sunulması biçimindeki bir ‘felsefe tarihi’ni ne tarih ne de felsefe tarihi olarak
görmediğini belirtir. (Gasset, 1998: 116)
Gerçek bir felsefe tarihinin ölçütleri konusunda da bazı saptama ve
değerlendirmelerde bulunan Gasset’e göre, “önceki bir sonraki bir düşünceyi nasıl
etkilediğini göstermek de, tarih yapıldığına inanmak için yeterli değildir, dünkü
bir düşüncenin bugünkü bir düşünceyi etkilediği söylenemez, o düşünce bir insanı
etkiler, o insan da o etkiye yeni düşünceyi öne sürerek tepki gösterir.” Gasset,
ancak insanlardan ve insan topluluklarından söz etmekle, tarihin mümkün
olduğunu belirtir:
“…felsefe tarihi şimdiye kadar yaptığı gibi, öğretileri insanlardan soyutlayarak
başlı başına varmış gibi göstermekten vazgeçmelidir ve onları yine insan yaşamının
dinamizmine daldırmalı, bize oradaki amaçsal işlevlerini sergilemedir.” (Gasset, 1998:
117)
İşten bunun için ki, felsefe okuyucusu, okuduğu metinde, istediğini
beklediğini, ya da umduğunu değil de, yazarın söylediğini kavramak için, hiçbir
çabadan çekinmemeli; bazı kimselere çok derece sıkıcı gelebilecek olan uzun mu
uzun dilsel-tarihsel-toplumsal yan-çalışmalara girişmekten yılmamalıdır. Ancak
böylesi “bilgi kazıları” yaptıktan sonradır ki yazarın gördüğünü görmek fırsatı
yaratılabilir. Bu fırsat yaratılmadıkça, okuma toptan izlenimlerin, kişisel
anlayışların,
rastgele
karalamaların,
yersiz
eleştirilerin,
yuvarlık
7
Günümüz Türkiye’sinde Otantik Felsefe Arayışları Bağlamında…
değerlendirmelerinin ötesine geçmez. Bir öznelliğin, sübjektifliğin içinde döner
durur. Böylece de felsefe okumalarının yönelmesi gereken nesnellikten,
objektiflikten uzak düşmüş olur. (Uygur, 2001:116-117) Zira eğer anlama ve
dolayısıyla öğrenme,
bireysel düzlemde ve yaşamın dayattığı değişmezlerin
/problemlerin/ güçlüklerin aşılması ve/veya çözülmesi amacını taşıyor ve
“yaşantı” da kendiliğindenliğe sahip olmasından dolayı, “yaşamın kendisi” tüm
bilme ediminin kendisinden çıktığı/kendisine dayandığı ve tüm bilginin temelinde
yatan şey ise, öğrenme, bir dış kaynak tarafından sunulan açıklamaya değil,
bireyin bizzat kendi iradesi ile sürece katılıp gerçekleşmesine katkıda bulunduğu,
yani bizzat bireyin kendi iradesinin belirlediği anlama ile daha çok ilişkili bir
süreç olsa gerekir (Yılmaz, 2007:169).
Felsefede ve düşüncede otantik ve yerli bilgi ve ürünlerin önemine ısrarla
vurgu yapan aslında bir psikolog olan Sibel Arkonaç, psikolojinin teorik
problemleri ve kavramları karşısında müteyakkız ve münekkidane olunması
gerektiğini ifade eder. Ancak ona göre hem düşünce dünyamızda hem de özellikle
psikoloji bilimi bağlamında henüz böyle bir bilincin olmadığını şöyle dile getirir:
“Eğer bugün biz, geçirdiği dönüşümlerin üst üste gelen yansımalarında
(reflections) kendi kültürümüzün felsefi ifadeleri üzerinde düşünebiliyor olsaydık; sosyal
araştırmacılar olarak gerçeklik, özne, öteki, fail ve benzeri kavramlar hakkında bugünden
çok daha öte noktada, çok farklı zeminlerde kendimizi ve bilgimizi tartışıyor olabilirdik.
En önemlisi kendi yerli anlamalarımızı batılı anlamalarla, hem kendi meslektaşlarımızla
hem de batılı meslektaşlarımızla, farklı açılardan ama mutlaka daha zengin ve de eşit
ilişkilerde tartışıyor olabilirdik. Tartışmanın kendisi de doğu ile batının etkileşmekte ve
birbirini dönüştürmekte olan iki farklı dünyası ve insan tasarımı üzerine olurdu.”
(Arkonaç, 2011: 484-485; Arkonaç, 2004: 249-274)
Bu durumun özellikle felsefe ve düşünce dünyamızda bir takım olumsuz
sonuçları olmuştur. Zira bir düşünme şekli olarak felsefeyi içinden çıktığı
kültürün ve zamanın ifadesi olarak düşünebiliriz. Mesela adına Kıta Avrupası
dediğimiz felsefî mahfilin içinden çıktığı kültürel ve düşünsel atmosferle sıkı
sıkıya bağlantısı vardır. İşte tam da bunun içindir ki adına İslam düşüncesi
Mehmet Ulukütük
8
dediğimiz felsefî kültürün ve atmosferin de bizlere bir hitabı olmalıdır. Ancak
otantik ve özgün felsefî kavramlarımızı yeteri kadar bilmediğimiz için bu
kavramları Batı düşüncesinin gelişme çizgisinden takip ettiğimizin de yeteri kadar
farkında değiliz. Açıkçası
“…kullandığımız epistemolojinin ürettiği bilginin, batılı felsefe içindeki
argümantasyonu olduğunun farkında değiliz. Bu kavramların bu coğrafyanın bilgi/anlama
evreni içinde nasıl ele alındığını kendimize sormuyoruz bile. Aksine, mutlak bir kabul
olduğundan hiç şüphemiz yok. Bu sebeple sözgelimi gerçeklik kavramlaştırmasını ister
modernist ister postmodernist olsun Batılı dil üzerinden ele alarak özne/benlik/kimlik
kurulumlarını anlamaya çalışıyoruz. Hâlbuki kendi bilgi evrenimize biraz aşinalık bize,
gerçeklik bilgisinin kişi için batılı bireyin aksine verili bir bilgi olduğunu gösterecektir.”
(Arkonaç: 2011, 486)
2. Günümüz Türkiye’sinde Yerli/otantik ve Özgün Din Felsefesi
Söylemleri
Günümüz Türkiye’sinde felsefenin tarihselliği ve kendi felsefemizin
özgüllüğüne ve otantikliğine yönelik süregiden tartışma ve arayışların bir hâsılası
olarak din felsefesi alanında da bir takım arayışlar söz konusu olmuştur. Acar ve
Yüce’nin tespitlerine göre (Acar-Yüce, 2011:205) eğer din felsefesinde analitik
gelenek ve kıta Avrupası geleneği ayrımından bahsetmenin mümkün olduğu
düşünülürse Türkiye’deki din felsefesi çalışmalarının analitik gelenekle daha
yakından bağlantılı olduğu söylenebilir. Bunda özellikle Türkiye’deki din felsefesi
çalışmalarının öncüsü Mehmet S. Aydın önemli rolü olduğu söylenebilir. Ancak
Analitik gelenekte gelişen din felsefesinde müzakere edilen problemlerin ve
problemlere yaklaşım biçimlerinin İslam düşüncesindeki izlerini rahatlıkla sürmek
mümkün olsa da, din felsefesinin Batı’da doğup gelişmiş bir felsefe disiplini
olmasından hareketle, Türkiye’deki yaklaşımların nasıl olması gerektiğine yönelik
tartışmalar yaşanmaktadır. Bu tartışma özü itibariyle, felsefî problemlerin
evrenselliği ile felsefî teorilerin hem problemlerin tayini hem de izahların
hususiyeti bakımından kültürel tarihsel sınırlılığı arasındaki gerilimden doğan bir
9
Günümüz Türkiye’sinde Otantik Felsefe Arayışları Bağlamında…
tartışmadır. Acaba Batı tabir edilen dinî kültürel havzada gelişmiş olan din
felsefesi Müslümanlara ne kadar hitap edebilir? Bu husustaki bir yaklaşım, din
felsefesinde gerek çevrilen gerekse telif edilen eserlerdeki mesele ve yöntemlerin
“bize” uygun olmadığı şeklindedir. Batıda din felsefesinin gelişim sürecinde
Aydınlanma hareketinin oynadığı rol ile dini öğretilerin tenkit edilebilir hale
geldiği ve dini öğretilerin din felsefesinin gelişiminde belirleyici bir rol oynağı
kabul edilmiştir. Bundan hareketle, Türkiye’de din felsefesi çalışmalarında
toplumu aydınlatacak, toplumun sorunlarına ışık tutacak nitelikte olması gerekir”
(Aslan, 2009:260-271) Bunun içinde kendimize özgü bir din felsefesi yapmanın
imkânı aranmalıdır. Bu anlamda görebildiğimiz kadarıyla kendimize özgü bir din
felsefesi söyleminden ilk kez bahseden kişi Adnan Aslan’dır. Aslan’a göre Batıda
özellikle Anglo-Sakson dünyada din felsefesi denen disiplin ve entelektüel uğraş
alanı boşlukta veya saf akademik ilgilerle doğmamıştır. Batı din felsefesinin
oluşumunda rol oynayan bazı temel etkenler vardır:
“1. Aydınlanma felsefesi, Kant, Hume ve Hegel gibi aydınlanma filozofları ve
bunların açtığı yolda yürüyen Friedrich Nietzche, Sigmund Freud, Bertnard Russell, John
Stuart Mill, Jean-Paul Sartre gibi düşünürlerin oluşturdukları dini tenkit edebilme
normalliğinin oluşması ve dini inkârın bir nevi meşruiyet kazanması. 2. Bu meşruiyete
binaen oluşan sosyal süreçler ve özellikle sekülerleşmenin kültürü yönlendirmedeki dinin
inisiyatifini kırması ve bunun neticesinde dinin metafizik ahlâk ve estetiğin kaynağı olma
ayrıcalığını kaybetmesi. 3. Bütün bu dine karşı gelişen fikrî oluşumların ve süreçlerin
şekillenmesine Hıristiyanlığın seyirci kalması ve nihayetinde kendini bir alt sistem olarak
konumlanmasına rıza göstermesi. 4. İnanç ve inançsızlığın tercih haline gelme sürecinin
neticesi olarak insanların dinî dünyalarını inşada rasyonel tatminlerin belirleyici bir rol
oynaması.” (Aslan, 2009:274)
Aslan, buradan yola çıkarak Türkiye’de benzer koşulların ve temel
dinamiklerin olup olmadığını sorgular; Mesela modern din felsefesinin varlık
zemini olan sekülerleşme Türkiye’de ne kadar etkin olmuştur? İslam dünyasının
ve özellikle Türkiye’nin yaşadığı sekülerleşme süreci mahiyet itibarıyla Batı’da
yaşanandan ne kadar farklıdır ve bu Türkiye’de oluşturulacak din felsefesine nasıl
bir mahiyet katacaktır? Bu şartlarda biz sekülerleşmeyi bizim dünyamız için de
Mehmet Ulukütük
10
gerekli ve meşru kabul edecek miyiz? Aslan’a göre bütün bu sorular Türkiye’de
şu an var olan din felsefesinin temellerinin çok da sağlam bir zemine
oturmadığının önemli işaretleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak dünyada
gelişen, sekülerleşme, modernleşme ve küreselleşme gibi sosyal süreçler elbette
bizim memleketimizi de etkilemiştir. Türkiye’deki ilmî disiplinleri ve oluşumları
değerlendirirken bunu hesaba katmak zorundayız. Biz burada küresel süreçlerin
Türkiye’ye özel durumlar meydana getirdiğini ve Türkiye’de olan ve olması
gereken fikrî oluşumlar ve ilmî disiplinlerin bu özel durumları dikkate alarak
varlık kazanacağını düşünebiliriz. Bu bağlamda,
Aslan’a göre Türkiye’nin
şartlarına uygun din felsefesi arayışında meselâ “kötülük meselesi” ya da
“Tanrı’nın varlığına dair deliller”den daha ziyade, “sekülerleşme” ya da “modern
ideolojiler” gibi konuların daha uygun olacağını düşünmekteyiz.” (Aslan,
2009:275)
Ancak günümüz Türkiye’sinde din felsefesi faaliyetleri motivasyon
gücünü, hafızası ve dilini maalesef kendi varoluşsal ve tarihsel koşullarından
almamaktadır: “Türkiye’deki mevcut din felsefesi faaliyetimiz, büyük oranda
kaynağını ve motivasyon gücünü kendi varoluş kaygılarımızdan alan ve
dolayısıyla kendi problemlerimizi ele alıp tartışan bir faaliyet olmaması nedeniyle,
kendi problemlerimizin çözümü bağlamında özgün ürünler ortaya koyması
zorlaşmaktadır (Ertürk 2012: 89) Batı’da din felsefesinin gelişim sürecinde
Aydınlanma hareketinin oynadığı rol ile dinî öğretilerin tenkit edilebilir hale
geldiği ve dinî öğretilerin din felsefesinin gelişiminde belirleyici bir rol
oynamadığı kabul edilmiştir. Bundan hareketle,
Türkiye’de din felsefesi
çalışmalarının toplumu aydınlatacak, toplumun sorunlarına ışık tutacak nitelikte
olması gerektiğini savunan Adnan Aslan, bu bağlamda Türkiye’nin şartlarına
uygun bir din felsefesi arayışında olması gerektiğini ileri sürmüştür.” (Aslan,
2009: )
Aslan, Türkiye’de yapılan din felsefesi çalışmalarının geleceğine yönelik
bazı öngörülerde bulunur:
11
Günümüz Türkiye’sinde Otantik Felsefe Arayışları Bağlamında…
“Türkiye’nin modernleşme projesinin bir parçası olarak Batıdan ithal edilen
modern din felsefesi de dâhil bütün disiplinler bu topraklarda sadece taklit edilebilir
nosyonlar olarak kalmayacaklarsa, bu milletin ait olduğu kültür zemininde yeniden
evirileceklerdir. Bu yeniden evirilmenin üç ana unsuru bulunmaktadır. Birincisi, mevcudu
ve hâkim olanı tayin etmesi bakımından Batı düşüncesi, Batılı kavramalar ve fikirler.
Çağa dair ve bu çağda yaşayan insanlara hitap eden bir fikir ve disiplin oluşumu çağı
hesaba katmak mecburiyetindedir. İkincisi, Müslümanların kendi yerel planda yaşadıkları
fikrî, sosyal ve kültürel problemler. Üçüncüsü Kur’an ve Sünnetten oluşan sahih
kaynakları ve bu kaynaklara binaen oluşan entelektüel tarihiyle İslamiyet. Dünya görüşü
olarak İslamiyet’in etkin olmadığı hiçbir fikir ve disiplin bizim var oluşumuza katkıda
bulunamadığı gibi kendisi de bu coğrafyada uzun süre varlığını koruyamaz. Bu zaviyeden
Türkiye’deki din felsefesine bakacak olursak durum pek de iç açıcı görünmemektedir.
Türkiye’deki din felsefesi Batı düşüncesiyle irtibatı noktasında dinamik ve müspet bir
özellik arz etmekte ve fakat bu irtibatı sadece din felsefecilerine münhasır kılması
bakımından da manevra alanını sınırlamaktadır. Dolayısıyla sadece Swinburne, Hick,
Plantinga, D. Z. Phillips, Caputo ve Alston değil aynı zamanda Leibniz, Kant, Hegel,
Russell, Nietzsche ve Heidegger gibi filozoflarda din felsefesinin konusu olmalıdır. İkinci
ve üçüncü unsurlarda Türkiye’deki din felsefesinin ciddi problemleri gözükmektedir.
Türkiye’deki din felsefesi maalesef bu toplumdaki problemleri kendine problem edinme
yerine Batı toplumundaki problemleri evrensel kabul ederek benimsemekte onu kendi
problemi olarak gördüğü ve çözüm ürettiği intibaı vermektedir. Üçüncü unsur, Türkiye’de
yapılan din felsefesinde en fazla ihmal edilen niteliktir. Modern din felsefesi mahiyetini
Aydınlanma düşüncesi ve Hıristiyanlıktan devşirmektedir ve dine karşı geliştirdiği tavır
tamamen bununla alakalıdır. Bu noktada sorulacak soru şudur: İslam dünya görüşü dinî
hakikatler karşısında dışarıdan ve tepeden spekülatif felsefe yapmaya ne kadar müsaade
eder? Neden kendimizi Batılıların din felsefesi tanımına göre davranma zorunda ve o
tanımla sınırlı hissedelim? Neden bu anlamda bir din felsefesinin Türkiye’de zorunlu
olduğunu düşünelim?” (Aslan, 2009:280)
Türkiye’deki carî din felsefesi faaliyetlerinin otantikliği bağlamında
Ramazan Ertürk Varoluşsal Din Felsefesine Giriş adlı son çalışmasında
“Türkiye’deki Din Felsefesinin Temel Problemi” adlı bir bölüm ayırarak
Türkiye’de yapılan din felsefesi faaliyetlerine ilişkin bazı varoluşsal problemlere
işaret etmektedir. Ona göre sorunun kaynağında;
Türkiye’de cârî olan din
felsefesi faaliyeti, büyük ölçüde, Batı dünyasında cerayan eden tartışma ve
Mehmet Ulukütük
argümanların
12
aktarımı
şeklinde
gerçekleş(tiril)mesi
yatmaktadır.
Aslında
araştırılan ve tartışılan problemlerin büyük ölçüde evrensel nitelikli olması ve
dolayısıyla bizleri de ilgilendirmesi ve gerekse dünyadaki problemlerden haberdar
olmamız açısından böyle bir faaliyetin büyük ölçüde yararlı olduğunda kuşku
yoktur. Fakat bu yararın “istendik” türden ve “yeterli” ölçüde bir yarar olup
olmadığı, hatta bu yararın yanı sıra bir takım zararların da ortaya çıkıp çıkmadığı
ve çıkıyorsa hangisinin (yararın mı zararın mı) daha fazla olduğu meselesi
tartışılması gerekmektedir. Zira her ciddi problem ve tartışmanın arka planında
varoluşsal bir takım kaygıların yattığı yadsınamaz bir gerçektir. Bu nedenle, din
felsefesi alanında Batı dünyasında gündeme gelen problemler ve bunlara ilişkin
tartışmaların arka planında da bu din ve kültür dünyasına (Yahudi-Hristiyan)
kültür geleneğine mensup insanların yaşayıp hissettikleri varoluşsal kaygıların yer
aldığını unutmamak gerekir. Ancak bu varoluşsal kaygıların ve dolayısıyla
bunların neden olduğu problemler ile bu problemlere ilişkin tartışmaların,
Müslüman kültür dünyasına mensup olan bizim insanımızı ne ölçüde
ilgilendirdiği, inceleyip tartışamaya değer olup olmadığı ve bunlardan daha
öncelikli meselelerimizin bulunup bulunmadığı konuları önemle sorgulanıp
araştırılması gereken hususlardır. Meseleyi somutlaştırmak gerekirse, örneğin,
Mantıkçı pozitivistler olarak bilinen Viyana çevresi düşünürlerinin doğrulamacı
yaklaşımları çerçevesinde İngiltere’de gündeme getirilip tartışılan ve çağdaş din
felsefesinin en popüler konularından biri olarak kabul edilen ‘din dilinin anlam
(sızlığ)ı problemi’, reel anlamda Türkiye’de bir kaç kişi hariç hangi derecede
önem arz eden bir problemdir? (Ertürk, 2012: 87-88)
Ertürk’ün belirttiği Türkiye’de icra olunan din felsefesi faaliyetinin
varoluşsal kaygılardan uzak olması durumu bu ülkedeki din felsefesinin
yapanlarının
hem
kendilerine
hem
tarihlerine
hem
de
şimdilerine
yabancılaşmalarına neden olmaktadır. Zira bize/kendimize ait olmayan konu ve
problemleri sırf entelektüel uğraş veya akademik zorunluluk olarak yapmak suni
bir zihin egzersizinden başka bir şey değildir.
13
Günümüz Türkiye’sinde Otantik Felsefe Arayışları Bağlamında…
“Ülkemizde icra olunan din felsefesi faaliyetinin, gerek ele alınan problemler ve
bunlara ilişkin tartışmalar ile tüm bunların arkaplanında yatan varoluşsal kaygılar ve
gerekse bu problem ve tartışmaların ele alınış biçimini ifade eden felsefe yapmak tarzı
bakımından büyük ölçüde Batı kültüründen aktarma yapmak suretiyle gerçekleştirilen bir
faaliyet olduğunu belirtebiliriz. Sözü edilen Batı kültürü ise, gerek Yahudi-Hrisitiyan
geleneğine dayanan dini kaynağı ve gerekse günümüzdeki seküler yapısı itibariyle bizim
öz kültür dünyamız ve benliğimize önemli ölçüde yabancı olan bir kültürdür. İşte böyle
yabancı bir kültürün aslında pek de bize ait olmayan problem ve tartışmalarının salt
entelektüel bir uğraş olarak dahi olsa sıkça gündeme getirilip incelenmeci ve irdenlemesi,
çoğu zaman bize nispetle sözde problem ve tartışmalardan ibaret olan bu meselelerin
zamanla özümsenip sindirilmesine ve bizim gerçek meselelerimiz haline gelmesine yol
açmıştır, böylece başlangıçta suni bir zihin egzersizi olarak dünyamıza giren ve önce
varoluşumuzun pratik boyutunu ve daha sonra da teorik ve düşünsel, hatta inançsal
boyutunu işgal eden bu değişim ve başkalaşım, yavaş yavaş kültürel kişilik ve
benliğimizin tümüne yayılmakta ve sonuçta onun yabancılaşmasına neden olmaktadır.
Bundan daha vahim olanı ise faaliyeti icra eden bizlerin çoğu zaman bu yabancılaşmanın
farkında bile olmayıp, ciddiyet ve hatta zevkle faaliyetimize devam ediyor olmamızdır.
Şu halde denebilir ki, mevcut haliyle Türkiye’deki din felsefesi faaliyeti, farkında
olmaksızın zevkle gerçekleştirilen bir kültürel harakiri faaliyetinin bir parçası
görünümündedir”. (Ertürk, 2012: 89-90)
Bu durumun bir sonucu olarak da Türkiye’deki mevcut din felsefesi
faaliyetimiz, büyük oranda kaynağını ve motivasyon gücünü kendi varoluş
kaygılarımızdan alan ve dolayısıyla kendi problemlerimizi ele alıp tartışan bir
faaliyet olmaması nedeniyle, kendi problemlerimizin çözümü bağlamında özgün
ürünler ortaya koyması zorlaşmaktadır. (Ertürk, 2012: 89) Batı’da din felsefesinin
gelişim sürecinde Aydınlanma hareketinin oynağı rol ile dinî öğretilerin tenkit
edilebilir hale geldiği ve dinî öğretilerin din felsefesinin gelişiminde belirleyici bir
rol oynamadığı kabul edilmiştir. (Acar-Yüce, 2011:207)
Bundan hareketle Türkiye’de din felsefesi çalışmalarının toplumu
aydınlatacak, toplumun sorunlarına ışık tutacak nitelikte olması gerektiğini
savunan Adnan Aslan, bu bağlamda Türkiye’nin şartlarına uygun bir din felsefesi
Mehmet Ulukütük
14
arayışında olması gerektiğini ileri sürmüştür ve bunun mümkün olabilmesi için de
yapılması gereken bazı şeylerden bahsetmiştir.” (Aslan, 2009: 270)
“Türkiye’nin modernleşme projesinin bir parçası olarak Batıdan ithal edilen
modern din felsefesi de dâhil bütün disiplinler bu topraklarda sadece taklit edilebilir
nosyonlar olarak kalmayacaklarsa, bu milletin ait olduğu kültür zemininde yeniden
evirileceklerdir. Bu yeniden evirilmenin üç ana unsuru bulunmaktadır. Birincisi, mevcudu
ve hâkim olanı tayin etmesi bakımından Batı düşüncesi, Batılı kavramalar ve fikirler.
Çağa dair ve bu çağda yaşayan insanlara hitap eden bir fikir ve disiplin oluşumu çağı
hesaba katmak mecburiyetindedir. İkincisi, Müslümanların kendi yerel planda yaşadıkları
fikrî, sosyal ve kültürel problemler. Yaşanan bir olguyu esas almayan, var olan bir
probleme çözüm üretmeyen hiçbir fikri teşebbüs, ne kadar rasyonel ne kadar tarihî olarak
geçerli olursa olsun, reel ve doğru olma niteliğine sahip olamayacaktır. Üçüncüsü Kur’an
ve Sünnet’ten oluşan sahih kaynakları ve bu kaynaklara binaen oluşan entelektüel
tarihiyle İslamiyet. Dünya görüşü olarak İslamiyet’in etkin olmadığı hiçbir fikir ve
disiplin bizim var oluşumuza katkıda bulunamadığı gibi kendisi de bu coğrafyada uzun
süre varlığını koruyamaz.” (Aslan, 2009: 280)
Ancak tabii ki ilk sorun yukarıda bahsedilen bize özgü bir din
felsefesinden maksadın ve mefhumun ne olduğudur. Mehmet Sait Reçber’e göre,
kendimize özgü bir din felsefesinin imkânı önünde ise ilk elde bazı sorunlar göze
çarpmaktatır. Öncelikle ‘bize özgü bir din felsefesi’ ifadesinin, ‘dinî’ veya
‘felsefî’ meşruiyetiyle ilgili sorunlar bir yana müphem olduğu ortaya çıkıyor.
Özellikle ‘bize özgü’ ifadesi tartışılmalıdır. Haklı olarak denilebilir ki, din
felsefesi alanında Analitik, Varoluşçu, Marksist, Postmodernist, Feminist vb. bir
takım yaklaşımlara paralel olarak ‘kendimize özgü bir din felsefesi’ neden
olmasın? Ancak ‘bize özgü bir din felsefesi’nin bu şekilde tasavvur edilmesi,
endeksli bir ‘din’ veya ‘felsefe’ anlayışının doğuracağı görece ve çoğulcu
sonuçları da beraberinde getirmeyecek midir? Bu da nesnel, her rasyonel insan
için bağlayıcı olması öngörülen bir din felsefesinin doğruluk iddiaları (bu
doğruluk iddiaları dinî ya da felsefî olsun) belirli ölçüde önemsizleştirmeyecek
midir?”(Reçber, 2012:45)
Günümüz Türkiye’sinde Otantik Felsefe Arayışları Bağlamında…
15
Reçber ‘kendimize özgü bir din felsefesi’ ile ilgili öne sürdüğü sorunların
ve kaygıların bir dereceye halledilebilir olacağını ve İslam düşüncesi bağlamında
böylesi bir faaliyetin göreceli olarak özgül bir faaliyet niteliğini de taşıyacağını
şöyle ifade eder.
“Aslında
İslam
kültür
atmosferinde
gelişecek/geliştirilebilecek
bir
din
felsefesinin Batı’da din ve felsefe arasında gelişen ve çeşitli olumsuzluklara neden olan
bir
karşılıklı etkileşimi
içermemesi bir
‘özgü
’lük olarak değerlendirilebilir.
Kültürümüzde Aydınlanma düşüncesiyle başlayıp, katı pozitivizm ile sonuçlanan dinin
kaynağı ve mahiyetiyle ilgili veya genel olarak bütün dinî doğruluk iddialarına yönelik
kuşkucu ve indirgemeci kimi yaklaşımların bulunmayışı da, bir avantaj olarak görülebilir.
Bu durum aklın kullanımı ve bilginin düzlemini keyfî bir şekilde sınırlayan kimi
Aydınlanmacı fakat daha çok pozitivist yaklaşımların ‘ne desen gider!’ şeklindeki
epistemik nihilizm olarak adlandırılabilecek yaklaşımların doğmasına ne denli katkıda
bulundukları dikkate alındığında daha iyi anlaşılacaktır. Buna karşılık İslam kültüründe
metafiziksel realizmin öngördüğü bir akıl ve bilgi anlayışı korunmakla birlikte gerek
dikey anlamda akletmeye/bilmeye; gerek yatay anlamda ise akledilecek/bilinebilecek
unsurlar konusunda dogmatik ve ideolojik bir sınırlamaya gidilmemiş olması kayda değer
bir özgülük olarak değerlendirebilir.” (Reçber, 2012:47)
Ancak Reçber’e göre Batılı din felsefesi ile İslam düşüncesi bağlamında
yapılabilecek din felsefesini tamamen birbirinin anti-tezi veya birbirinden tam
anlamıyla kopuk ve ayrı olduğunu iddia etmek de mümkün değildir. Sosyal
bilimler felsefesi bağlamında tartışılan özcülük, hücrecilik ve bütüncülük
tartışmalarını (Fay: 2001: 22-90) hatırlatırcasına kültürler ve düşünceler arasında
duvarlar örmenin mümkün olmadığını ifade eder. Zira ona göre:
“İlk bakışta farklı bir düşünce geleneğinde doğmuş olan bir din felsefesinin
kendi dinî ve felsefî kültürümüzle doğrudan bir ilişkisinin bulunmadığı düşünülebilir. Ne
var ki iyice irdelendiğinde başta makul gibi görünen bu sezginin bütünüyle doğru
olmadığı görülecektir. Ne teistik bir din olan İslam’ın teolojik sorunları Yahudi-Hristiyan
teolojilerinin sorunlarından bütünüyle farklıdır, ne de İslam’daki felsefî düşünce Batı
felsefesinden tamamen bağımsız bir şekilde gelişmiştir. Kaldı ki modern Batı
düşüncesinin
doğuşunun
ve
gelişiminin
ortaçağ
İslam
düşüncesinden
ayrı
düşünülemeyeceği de ayrıca bilinen bir husustur. Kendi dinî-felsefî geleneğimizin
örneğin Hinduizm veya Budizmin dinî-felsefî geleneğine kıyasla batı dinî-felsefî
Mehmet Ulukütük
16
geleneğine çok daha yakın olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bunun başlıca nedeni dinî
açıdan, bir kez daha ifade etmek gerekirse, Yahudilik ve Hristiyanlıkla teistik bir din olma
bir ortak paydaya sahip oluşumuz ile karşılıklı bir etkileşim içerisinde gelişen ve birçok
açıdan ortak sayılabilecek bir felsefî ve teolojik bir kültüre sahip bulunuşumuzdur. Böyle
de olsa Batıda din-felsefe ilişkileri bağlamında ortaya çıkan din felsefesinin gerek yöntem
ve gerek içerik açısından kendine özgü bir takım boyutlarının bulunduğu dikkatten
kaçırılmaması gereken bir husustur.” (Reçber, 2012: 43)
Bununla birlikte İslam düşüncesinde geliştirilecek bir din felsefesinin
Batılı din felsefesine nispeten bazı avantajlara da sahip olduğunu belirtirken kendi
dinî ve felsefî kaynaklarımızdan doğacak bir din felsefesi günümüzde Batıda
gelişen din felsefesi ile gerek yöntemsel gerekse de ele aldığı birçok konular
bakımından örtüşebileceği gibi, bu noktada bir yeni açılımlar da getirilebileceğini
ifade eder. İslam’ın geleneksel olarak akıl ve bilgiye verdiği statü; akıl ve bilginin
dinin-vahyin öngördüğü temel unsurlar olarak görülmesi bu hususlarda zaman
zaman bir tür indirgemecilik ile fideizm arasında sıkışan Batı din felsefesine de
özgün bir kapı aralayabilir. Böyle bir açılım bir yanda dinde rasyonel olmayan
tutumları dışlayacak, diğer yandan aydınlanma ideolojisi ile başlayıp pozitivist
bilgi anlayışı ile neticelenen indirgemeci veya görece yaklaşımları bertaraf
edecektir.” (Reçber, 2012: 48)
Son
olarak
Reçber’in
bize/kendimize
özgü
bir
din
felsefesi
kavramsallaştırmasının açıklığa kavuşturulması bağlamında altını çizdiği noktalar
önemlidir:
“Peki, ‘bize özgü bir din felsefesi’nin, deyim yerindeyse, pozitivist
dinamiklerinden söz edilelebilir mi? Tahmin edileceği üzere, böyle bir soruyu
yanıtlayabilmek için son tahlilde ‘bize özgü bir din felsefesi’nin ne olduğunu tanımsal bir
şekilde ortaya koymamız gerekecektir. Bu noktada ‘bize özgü bir din felsefesi’nin
içlemsel bir tanımlamasının zorluğunu dikkate alarak kapsamsal bir tanımı üzerinde
duralım. Evvela, ‘bize özgü bir din felsefesi’nin kapsamsal bir tanımı tarihsel, toplumsal
ve kültürel bağlamda ortaya çıkan değişik dinî ve felsefî kültürel birikime referansta
bulunacaktır. Böylece İslam’daki felsefî, kelamî ve tasavvufî düşünceye referansla
yapılan bir din felsefesinin yatay anlamda ‘bize özgü’ olacağı ileri sürülebilir. Ne var ki
böyle bir tanımlamanın yeterinde sıkı olamayacağı da açıktır. Tarihsel ve toplumsal
17
Günümüz Türkiye’sinde Otantik Felsefe Arayışları Bağlamında…
açıdan bize özdeşleştirilebilecek veya ilişkilendirilebilecek farklı bir takım düşünürlerin
ve düşüncelerin ‘bize özgü’lüğünün olumsallığı (özsel bir bağa sahip olamayışı) bu temel
üzerinde ‘bize özgü bir din felsefesi’nin gerekli ve yeterli koşullarını ortaya koymak için
yeterli görünmemektedir. Bu nedenle ‘bize özgü bir din felsefesi’nin değişken olmayan,
efrâdını camî ağyarını mani olmak noktasında ‘bize özgü’lüğe kriter getirecek
(dolayısıyla kaplamını belirleyebilecek) içlemsel bir tanımının yapılması kaçınılmaz
olacaktır. Böyle bir tanımda temelde ‘bize özgü’ olanın özsel olarak belirlenmesi ile
mümkündür ki bu yeni bir felsefî ve dinî tartışmanın başlangıç noktasını oluşturacaktır.”
(Reçber, 2012: 48-49)
Görüldüğü üzere Reçber’in bize özgü din felsefesi söyleminin içlemsel ve
kaplamsal alanıyla ilgili ciddi soruları vardır. gerçekten de hem sosyolojik hem de
tarihsel olarak sormamız gereken en önemli soru biz kimiz, neyiz ve felsefe söz
konusu olduğunda ne anlama geliriz sorularıdır. Şimdiye kadar kendimize özgü
bir din felsefesi eyleminden ne anladığımız çok açık olmamasına rağmen
gelecekte ortaya çıkabilecek bize/kendimize özgü bir din felsefesi hakkında nasıl
bir öngörüde bulunulabilir?
“Ancak bu noktada bir öngörüde bulunmak mümkündür: Bize özgü bir din
felsefesinin varlık, hakikat, bilgi, değer vb. konularında realist bir perspekitifi öngöreceği
düşünüldüğünde, İbn Rüşd’ün de düşündüğü gibi dinî ve felsefî doğruluk iddialarının
nihaî anlamda birbirleriyle çelişmesi beklenemez. Aksine böyle bir yaklaşımın bütün
doğrulukları bünyesinde toplayan bir sistemle neticeleneceği göz önüne alındığında bu
yolla varılan ‘bize özgü bir felsefesi’nin geçerliliğinin bizimle sınırlı kalması da
düşünülemez. Öyle görünüyor ki realist bir din ve felsefe anlayışı böyle bir din
felsefesinin ortaya çıkışını da zorunlu kılacaktır. Sonuçta böyle bir din felsefesinin
tahakkuku ‘dinî doğruluk’ ve ‘felsefî doğruluk’ şeklindeki bir ayırımı ideal düzlemde
ortadan kaldıracağı gibi ‘bize özgü’ endekslemesini de epistemik anlamda ikincil ya da
önemsiz hale getirecektir.” (Reçber, 2012: 49)
Kendimize özgü, otantik ve yerli bir din felsefesi söyleminin ilk kez kitap
haline gelmesi ise Recep Alpyağıl’ın Türkiye’de Otantik Felsefe Yapabilmenin
İmkânı ve Din Felsefesi-Paul Ricouer Örneği Üzerinden Bir Soruşturma- adlı
çalışması sayesinde mümkün olmuştur. Din, felsefe ve otantisite üzerine bir takım
analizler ve soruşturmalar içeren bu çalışma yerli bir din felsefesi yapmanın
Mehmet Ulukütük
18
imkânına yönelik önemli bir muhtevaya sahiptir. Yazar bu çalışmasının ardından
Türkiye’de Bir
Felsefe Gelen-ek-i
Kurmaya Çalışmak
adlı iki ciltlik
derlemeleriyle konuyla ilgili unutulmaya yüz tutmuş ve dağınık vaziyetteki
önemli metinleri bir araya toplamış ve sınıflandırmıştır. Alpyağıl otantik felsefe
yapabilmenin imkânı ve sorunlarını maddeleştirek şöyle ifade eder:
“i. Otantik bir felsefemizin ve filozofumuzun olmayışının en önemli
nedenlerinden birisi, felsefenin geçmiş düşünce birikimiyle yaşadığı sorunlu ilişkidir.
ii. Otantik bir felsefe ancak bu ilişkisinin yeni biçimlerde kurulmasıyla mümkün
olacaktır.
iii. Sürekli “ve” ile düşünen bir disiplin olan “din felsefesi” bu yeni biçimler
içinde önemli bir imkândır.” (Alpayağıl, 2010: 167)
Alpyağıl, otantik felsefe yapamamamızın temel nedeni olarak kendi
anlatılarımıza sahip olamayışımız tespitinde bulunur. Bu sorundan muhtemel çıkış
noktalarıyla ilgili olarak şu tespit ve önerilerde bulunur:
“Türkiye’deki felsefe faaliyetlerindeki ana sorun, kendi anlatılarını oluşturmak
yerine, basit bir biçimde başkalarının hazır anlatısının içine dâhil olunmaya çalışmasıdır.
Bunu anlamak son derece zordur. Hiçbir biçimde araştırmaya dayanmayan, “geçmişte
felsefe yoktur, varsa bile bugün için anlamsızdır, din felsefesi için yararsızdır” vb. gibi
ezber cümleleri söylemek, esasında sadece Batı felsefesinin kendi anlatısı dikkate alınarak
oluşturulmuş bir anlatıdır. Oysa sahici bir düşünce etkinliği açısından düşünülürse, doğru
olan başkalarının da anlatılarını dikkate alarak kendi anlatımızın inşasıdır. Bu anlatıyı
başkaları bizim adımıza
oluşturacak değildir; biz kendimiz,
onu oluşturmak
durumundayız. Kuşkusuz bir yalan oluşturmak ve onun içinde yaşamak için değil, geçmiş
mirasta yer alan utkuyu da son tahlilde bizim keşfedip ortaya çıkarmak zorunluluğundan.”
(Alpayağıl, 2010: 169)
Alpyağıl’ın dikkat çektiği en önemli problem felsefe tarihinin standart
anlatılarının kendimize özgü felsefe yapmayı imkansız hale getirmesidir. Özellikle
bir dinin felsefesi veya daha genel anlamda din felsefesi yapılacaksa dinin sadece
metafizik önermelerin matematiksel bir toplamı olmadığının bilakis arkasında
kültürel ve tarihsel bir arka planın olduğu mutlaka görülmelidir.
19
Günümüz Türkiye’sinde Otantik Felsefe Arayışları Bağlamında…
Türkiye’de otantik felsefe yapma söylemlerine katılan ve bu konudaki
düşünceleri müstakil bir makale halinde yayımlayan bir diğer din felsefecimiz
Mevlüt Albayrak’tır. Konuyla ilgili kaleme aldığı makalesinde kendimize özgü bir
din felsefesi faaliyetinin nasıl olması gerektiğiyle ilgili ifadeleri genel anlamda
uyarı mahiyetindedir:
“Bizler genelde İslam düşüncesinin ve özelde de felsefesinin zenginliğinden söz
ediyorsak, geçmişin şimdisi olarak değil, onu gün yüzüne çıkarmak ve tartışma
platformuna, taşımak zorundayız. Şayet bu yapılamıyor ve tarihe hapsedilenin olarak
kalması isteniyorsa –aslında kimse böyle bir tavır içinde değildir günümüz bakış açısıyla
yeni ve bizim tarafımızdan üretilmiş bir düşünceden bahsetmemiz imkânsızdır. Çünkü
insan ürünü olan felsefe, din, ahlak, siyaset vs. bizlerin yaşam felsefelerinin birer
yansımalarıdır. Bu nedenle tarihte olanla övünerek ya da tarihe hiçbir katkı sağlamadan
aktarmak, hiçbir problemimize cevap olmayacaktır. Kesin ilkelere dayanan bilgi aktarımı,
bizim yaratıcılığımızı engellediği gibi, o bilgiyi doğru anlamamızı da engellemektedir.
Tarihten aktarılan her bilgi, yeni bir bilgi üretme sürecine yol açmalıdır. O, yok olurken,
yeni imkânlara kapı açmalıdır. Ancak bu kapı, kesinlik ifade eden bir kapı değil, yeni
fırsatların ve yeni yaratıcılıkların imkânını içinde barındıran belirsizliğe açık bir kapıdır.
Akıl – vahiy ilişkisi konusunda Farabi’nin, İbn Sina’nın, Gazali’nin ve İbn Rüşt’ün hala
söyleyecek çok şeyinin olduğunu düşünüyorum. Her keşfedilen fikir, yeni alternatifler
demektir.” (Albayrak, 2012: 76-77)
Albayrak’ın konuyla ilgili ifadeleri bize kendimize özgü bir din felsefesi
söyleminin bizleri geçmişe götüren bir araç olmaması gerektiği yönündedir. Yani
‘bizde zaten felsefe var, neden başka kültürlerin felsefeleriyle uğraşalım ki’
şeklindeki bir düşünce Albayrak’a göre bizi hem geçmişe götürür, hem de
bugünümüzü görmemizi engelleyebilir.
3. Sonuç: Bize/kendimize özgü bir bin felsefesi ya da din
felsefesinin doksografik olmayan tarzına doğru
Felsefe tarihlerinin doksografik bir karakter taşıması sosyal, kültürel,
psikolojik vb. düşüncenin bağlamı içerisinde değerlendirilmesini sağlayacak
faktörlerin göz ardı edilerek filozofun hayatı, eserleri ve görüşlerinin çoğu zaman
birbirinden bağımsız ve ilişkisiz bir şekilde ortaya konulması kastedilmektedir.
Mehmet Ulukütük
20
(Utku-Kaya, 2011: 41) Mesela, Aydınlamacı felsefe tasavvurunun yansıması,
felsefe tarihlerinin kapsamında kendini belirgin bir şekilde göstermektedir. Türkçe
telif edilen felsefe tarihleri için felsefe tarihi, Batı felsefesinin tarihiyle özdeştir,
denebilir. Thales’in “bir anda” geleneksel ve mitolojiden arınarak salt aklıyla
varlığın arkhesine dair bir incelemeye girişmesiyle başlayan felsefenin Batı-dışı
toplumlarda bulunması, bu anlatıya göre mümkün değildir; zira oralarda düşünce
namına ne varsa ya dinle iç içedir ya da pratik gayelere matuftur. Bu çerçevede
Türkçe felsefe tarihlerinde ‘Batı-dışı medeniyetlerde felsefe ve düşünce adına ne
vardı?’ sorusuna bir cevap bulabilmek neredeyse imkânsızdır. Bu soruya cevap
vermeye çalışan eserlerde ise Hint, Çin, Mezopotamya ve İran medeniyetlerindeki
felsefe faaliyetine dair verilen bilgiler sadece M.Ö. altıncı yüzyıldaki durumla
sınırlı olup son derece eğreti bir durum arz etmektedir. (Utku-Kaya, 2011: 41;
Örnek olarak bkz. Birand, 2001:13; Gökberk 1998:11; Timuçin; 1982:120;
Arslan, 1985:3; Cevizci, 1999:9; Denkel 1998:12, Günay 2005: 30-31)
Türkiye’de hali hazırda carî olan din felsefelerinin de kendimize özgü
olamamasının, otantik bir ruha ve içerimlerden uzak olmasının en önemli sebebi
herhalde Türkiye’de hâkim felsefe tarih yazımının doksografik bir karakterde
olmasındadır. Bu anlamda öncelikli sorun Batı veya İslam düşüncesi bağlamında
din felsefesi yapılıyor olmasından ziyade doksografik bir felsefe algımızın
önümüze koyduğu muhtemel sıkıntılardır.
Evet, öncelikli sorunumuz doksografik felsefe tarih yazımıdır. Bunun bir
sonucu olarak Aydınlanmacı felsefe tasavvuru ve Avrupa-merkezci/ilerlemeci bir
tarih algısı, dili ve hafızası ile geçmişimize, tarihimize, kültürümüze,
geleneğimize ve en önemlisi de şimdimize bakıyor olmamızdır. Bu durum bir
sonucu olarak Aydınlanmacı bir akıl tasavvuruna (Aktay, 1999) ilerlemeci bir
tarih tasavvuruna, analitik geleneğin hâkim olduğu bir felsefe atmosferine, İslam
düşüncesinden habersiz bir hafızaya, dilsiz bir düşünce geleneğine sahip olmamız
bir sürpriz değil, kendi ellerimizle işlediklerimizin doğal sonucu olarak görmek
durumundayız. Zira henüz Türkiye’de bir felsefe geleneğinin var olup olmadığı
Günümüz Türkiye’sinde Otantik Felsefe Arayışları Bağlamında…
21
ironik bir tartışma halinde iken, İslam felsefesinin özgünlüğü problemi
Türkiye’deki felsefecilerimizin gündemine bile girmemişken, İbn Rüşd’den sonra
İslam felsefesinin bittiği ilan edilirken, Osmanlı düşünce ve ilim mirasıyla
aramızda kalın duvarlar ortada dururken, klasiklerimizle aramızda “kan bağı”
yokken, ilahiyat camiası ile felsefecilerimiz arasında sözde kavgalar üretilmeye
çalışırken 4 otantik bir felsefe ve bize/kendimize özgü bir din felsefesi yakın
planda gerçekleşmesi de hayli zor görünmektedir. Zor görünmektedir ama asla
imkânsız da değildir. Zira bu toprakların ilim adamları er ya da geç kendilerine
özgü çoğulcu ve diyalojik bir bakış açısı kuracak, içinde yer aldığı dünya ile
geçmişi ve geleceği ile ilgili bir tasavvur ve tahayyül inşa edebilecek imkâna ve
ruha sahiptir.
Bu topraklarda bize/kendimize özgü bir din felsefesi yapabilmenin imkanı
konusunda bu satırların yazarının önerisi şimdilik kısaca şudur: Konuşa konuşa,
tartışa tartışa kendimize özgü bir din felsefesi yapma yolu bulacağız, öncelikle bu
tür tartışmaların ve soruların gündemimize girmesi gerekmektedir. İkinci adım
olarak ise yüksek bir tarih bilincine sahip olmak gerekmektedir. Son olarak da
kendimizi dünyanın geri kalanından ayrıştırmadan bölmeden anlamanın yolunu
bulmalıyız. Din felsefesinin konu ve sorunları hiçbir zaman yalnızca belli bir
dinin soru ve konuları olamaz. Onun için din felsefesinin kendimize özgülüğü ile
diğer kültürlerdeki değişkenliği arasında diyalojik ilişkiler kurmak zorundayız.
Elbette öneriler çoğaltılabilir, ancak konunun Türkiye’de henüz yeni yeni
tartışılmaya başlanması konunun zamana ihtiyacı olduğunu gösteriyor.
4
Son zamanlarda meslekten felsefecilerle, ilahiyat mezunu felsefeciler arasındaki bazı
polemiklerin ayrıntılarına burada girmek istemiyoruz.
Mehmet Ulukütük
22
Kaynakça
[1] Acar, Rahim, Fatma Yüce, 2011, “Din Felsefesi Literatüründe Kuşbakışı Bir Gezinti”,
Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, [Türk Felsefe Tarihi Özel Sayısı] Cilt: 9 Sayı:
17.
[2] Aktay, Yasin, 1999, “Aklın Sosyolojik Soykütüğü: Soy Akıldan Tarihsel ve
Toplumsal Akla Doğru”, Toplum ve Bilim, Sayı: 82, Güz.
[3] Albayrak, Mevlüt, “Dini Geleneğin Hâkimiyet Alanı/Müslüman Gelenek İçinde Din
Felsefesi Yapmak Mümkün Müdür?”, tabula rasa -felsefe&teoloji yıl: 8, mayıs-aralık
2008 [online/basım 2012], s.34-77.
[4] Alpyağıl, Recep, 2010, Türkiye’de Otantik Felsefe Yapabilmenin İmkânı ve Din
Felsefesi-Paul Ricauer Üzerine Bir Soruşturma-, İz Yay, İstanbul
[5] Arkonaç, Sibel, 2004, “Gerçekliğin Yerel İnşasında Kartezyen Olmayan Özne, Öteki,
Fail”, (Haz. S. Arkonaç), Doğunun Batının Yerelliği: Bireylik Bilgisine Dair, Alfa Yay,
İstanbul 249-274.
[6] Arkonaç, Sibel, 2011, “Türkiye’de Bilgiyi Ele Almada Meseleler”, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 22. Sayı, s. 486.
[7] Arslan, Ahmet, 1985, İlkçağ Felsefesi, İzmir.
[8] Aslan, Adnan, “İslam Düşüncesi Bağlamında Din Felsefesi Mümkün mü?”, Türk
Bilimsel Derlemeler Dergisi, 2 (1), 2009, s. 260-271;
[9] Aydın, Mehmet S. 1992, Din Felsefesi, Selçuk Yayınları, Ankara,
[10] Birand, K. (1958). İlkçağ Felsefesi Tarihi, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara.
[11] Cevizci, A. 1998. İlkçağ Felsefesi Tarihi, Asa Yayınları, Bursa.
[12] Çotuksöken, Betül, 2000, Felsefi Söylem Nedir? İnkılâp Yay, İstanbul
[13] Deleuze G. – F. Guattarı, 2006, Felsefe Nedir? (Çev. T. Ilgaz), Yapı Kredi Yay,
İstanbul.
[14] Denkel, A. 1998. İlkçağ’da Doğa Felsefeleri, Özne Yay, İstanbul.
[15] Direk, Zeynep, 2002, “Felsefede Modemleşmeci Düşünce”, Modernleşme ve
Batıcılık, İletişim Yay, İstanbul s. 428-440.
23
Günümüz Türkiye’sinde Otantik Felsefe Arayışları Bağlamında…
[16] Direk, Zeynep, 2005, “Felsefenin Başlangıcı Sorusu”, Başkalık Deneyimi-Kıta
Avrupası Felsefesi Üzerine Denemeler, Yapı Kredi Yay. İstanbul, s. 11-33.
[17] Ertürk, Ramazan, 2012, Varoluşsal Din Felsefesine Giriş, Yarın Yay, İstanbul
[18] Fay, Brian, 2001, Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi, (Çev. İ. Türkmen), Ayrıntı Yay.
İstanbul.
[19] Franz Martin Wimmer, 2009, Kültürarası Felsefe, (Çev. M. Tüzel), Türkiye İş
Bankası Kültür Yay. İstanbul,
[20] Gadamer, 1990, “Tarih Bilinci Sorunu”, Toplum Bilimlerinde Yorumcu Yaklaşım,
(Çev. T. Parla), Hürriyet Yay, İstanbul.
[21] Gadamer, Hans Georg, 1995, “Hermeneutik”, Çev. Doğan Özlem, Hermeneutik(
Yorumbilgisi) Üzerine Yazılar içinde, Ark Yay. Ankara.
[22] Gadamer, Hans-Georg, 2004, “Felsefenin Tarihselliği Hakkında”, Hakikat Nedir?
Felsefi Fragmanlar, Der-Çev. Medeni Beyaztaş, Efkâr Yay., İstanbul, s. 39–57.
[23] Gasset, Ortega Jose, 1998, Tarihsel Bunalım ve İnsan, (Çev. N. G. Işık), Metis Yay,
İstanbul.
[24] Goody, Jack. 2002, Batıdaki Doğu. Çev. B. M. Angılı ve İ. M. Bezgin, Dost
Yayınları, Ankara.
[25] Gökberk, Macit, 1998. Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul.
[26] Günay, Mustafa, 2005, Cumhuriyet Döneminde Felsefe Tarihçiliği, Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yay. Ankara.
[27] Gürsoy, Kenan, 2006, Bir Felsefe Geleneğimiz Var mı?, Etkileşim Yay, İstanbul.
[28] Hançerlioğlu, O. 1993. Düşünce Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul.
[29] Husserl, Edmund, 1997, Kesin Bir Bilim Olarak Felsefe, Türkiye Felsefe Kurumu
Yay. Ankara.
[30] İbrâhîm, Zekeriyyâ, 1967, Muşkiletu’l-Felsefe, Mektebetu Mısr, Mısır.
[31] Reçber, Mehmet Sait, 2012, “Din Felsefesi Üzerine”, Felsefe Dünyası Dergisi, Sayı:
55.
Mehmet Ulukütük
24
[32] Rorty, Richard, 1982, “Overcoming the Tradition: Heidegger and Dewey”,
Consequences of Pragmatism, Harvester Wheatsheaf, USA,
[33] Sadeddin, Orhan, 1930, Felsefe Tarihi Usulü, İstanbul Devlet Matbaası, İstanbul.
[34] Said, Edward W. 2009, Başlangıçlar Niyet ve Yöntem, (F. B. Aydar), Metis
Yayınları, İstanbul
[35] Taylan, Necip, 1994, İslam Düşüncesinde Din Felsefeleri, Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Vakfı, İstanbul.
[36] Theodor I. Oizerman, 1998, Felsefe Tarihinin Sorunları, (Çev. C. A. Kanat),
Toplumsal Dönüşüm Yay, İstanbul.
[37] Timuçin, A. 1982, Düşünce Tarihi, BDS Yayınları, İstanbul.
[38] Ulukütük, Mehmet, 2011, “Felsefî Metinlerin Anlaşılmasının Hermeneutik Ufukları:
Hakikat, Yöntem ve Tarihselliğin Ufukları”, Uluslararası Dinî ve Felsefî Metinler: 21.
Yüzyılda Yeniden Okuma, Anlama ve Algılama Sempozyumu, 20-21 Ekim İstanbul.
[39] Utku, Ali-Kaya, Cüneyd, “Türkiye’de Modern Felsefe Tarihi Yazmanın Serancamı”,
Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, [Türk Felsefe Tarihi Özel Sayısı] Cilt: 9 Sayı:
17.
[40] Uygur, Mermi, 1962, “Felsefe ve Tarihi”, Felsefe Arkivi, sayı 13, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay. İstanbul.
[41] Uygur, Nermi, 1971, Felsefenin Çağrısı, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fak. Yay
İstanbul.
[42] Uygur, Nermi, 2001, Türk Felsefesinin Boyutları-Denemeler, Yapı Kredi Yay.
İstanbul.
[43] Wimmer, Franz Martin, 2009, Kültürarası Felsefe, Çev. Mustafa Tüzel, Türkiye İş
Bankası Kültür Yay. İstanbul.
[44] Yılmaz, M. 2007, “Eğitimin Hermeneutik Boyutu: Eğitim Kavramının Doğasına
İlişkin Kimi Sorular”, Kaygı: Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe
Dergisi, Sayı: 8, Bahar.
[45] Yılmaz, Muhsin, 2008, “Felsefenin Zorunlu Tarihselliği Üzerine”, Uludağ
Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl:9, Sayı: 14, s.153-162.
Download