tiyatro toplumbilimi bağlamında tarık buğra`nın ayakta durmak

advertisement
The Journal of Academic Social Science Studies
International Journal of Social Science
Doi number:http://dx.doi.org/10.9761/JASSS3693
Number: 52 , p. 147-160, Winter I 2016
Yayın Süreci / Publication Process
Yayın Geliş Tarihi / Article Arrival Date - Yayınlanma Tarihi / The Published Date
20.09.2016
10.12.2016
TİYATRO TOPLUMBİLİMİ BAĞLAMINDA TARIK
BUĞRA’NIN AYAKTA DURMAK İSTİYORUM ADLI OYUNU
WITH THE ASPECTS OF THEATRE SOCIOLOGY TARIK BUĞRA’S WORK
NAMED AYAKTA DURMAK ISTIYORUM
Yrd. Doç. Dr. Fethi Demir
Yüzüncüyıl Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü
Öz
Tiyatro toplumbilimi, tiyatronun toplumsal köklerinin derin ve tarihî olması
sebebiyle gelişen bir bilim alanıdır. Tiyatro eserini; yazıldığı dönemin politik, kültürel,
sosyal, ekonomik ve psikolojik atmosferi, eserin içeriği ve biçimi ile toplumsal yapı arasındaki ilişki, yazarın biyografisi, okurun/izleyicinin oyuna ilgisi, sahnelenme koşulları
ve mekânları bağlamında irdeler. İlk örneklerini Tanzimat döneminde veren Modern
Türk Tiyatrosu da o döneminden günümüze uzanan tarihi boyunca toplumbilimle sıkı
bir ilişki içeresinde olmuştur. Tiyatroyu, çoğu zaman toplumu eğitmek, dönüştürmek
için bir araç olarak gören sanatçılar/edebiyatçılar bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde tiyatro toplumbilimin kriterlerini göz önünde bulundurarak eser üretmişlerdir. Bu edebiyatçılar arasında dikkat çeken yazarlardan biri de Tarık Buğra’dır. Buğra, Modern Türk
Tiyatrosunun kendine özgü tarihsel dinamikleri nedeniyle yeterince gelişmemiş sağmuhafazakâr tiyatro sahasında eserler vermiştir. Özellikle Türkiye’nin sağ-sol çatışması
bağlamında bölündüğü 1960’lı yıllarda yayımladığı oyunlarıyla büyük ilgi görmüş, kimi
çevrelerce sert bir biçimde eleştirilirken kimi çevrelerce ise övülmüştür. Bu bağlamda
Ayakta Durmak İstiyorum adlı oyunu; yazarın üslubu, içeriği ve biçimi, okurun/izleyicinin ilgisi ve dönemin genel atmosferini yansıtması bakımından tiyatro toplumbilimi için önemli doneler içerir. Çünkü toplumcu-gerçekçi edebiyatın egemen olduğu bir dönemde, sağcı muhafazakâr bir bakış açısıyla kaleme alınan bir eser üreten Buğra, Macaristan’da 1956 yılında, Sovyetler Birliği’ne karşı halkın geliştirdiği ulusal kurtuluş mücadelesini çoğu zaman tarihî gerçeklere bağlı kalarak anlatırken aynı zamanda
Türkiye’nin iç kamuoyuna yönelik mesajlar verir.
Anahtar Kelimeler: Tiyatro Toplumbilim, Sağ-Muhafazakâr Tiyatro, Tarık Buğra, Ayakta Durmak İstiyorum
148
Fethi Demir
Abstract
Theatre sociology, a developing discipline which focuses on social origins of societies and is historical. The relation between social, political, cultural, economical and
psychological condition of term which the work is written in, content and form of the
work and social structure, interest of audience to the theatre, stage conditions and places
are being examined. Modern Turkish theatre of which first works are written in Tanzimat-term has a connection with sociology until today. Artist and writers produced
works by giving importance in sociology consciously or unconsciously. Tarık Buğra is
one of these writers. Buğra is one of the representers of right-conservative theatre which
hasn’t developed enough because of historical dynamics. Especially because of right-left
dimension in 1960s in Turkey Tarık Buğra’s works drew attention and criticized by some
others and praised by others. Thus, the work named Ayakta Durmak İstiyorum contains
valuable examples because it reflects writer’s wording, thanks to its content conditions
of mentioned term. Because, Tarık Buğra wrote right-conservative works in a term in
which social realism is dominant. By telling the national liberation struggle against SSCB
of public with a trustful aspect he gave messages social problems of Turkey by considering historical facts.
Keywords: Theatre Sociology, Righ-Conservative Theatre, Tarık Bugra, Ayakta
Durmak Istemiyorum
1. Giriş
Tiyatro, yeryüzünün en kadim ve aynı zamanda en toplumsal sanatıdır. İnsanlığın
tarihine koşut bir mirasa sahip olan tiyatro,
insanla doğrudan iletişim kurabildiği için
çağlar boyunca insanı yansıtır, insanı değiştirir ve insanı dönüştürür. Kuşkusuz toplumla
olan bu sıkı ilişkisi sayesinde, tiyatro da sürekli değişir, gelişir ve dönüşür. İnsanlığın
tarihsel gelişim süreciyle arasındaki bu diyalektik ilişki, tiyatronun insana, topluma, sosyal ve kültürel atmosfere dair önemli veriler
içermesini sağlar. Hamlet’in ifadesiyle ortaya
çıktığı günden itibaren dünyaya bir ayna tutan, iyilerin iyiliklerini, kötülerin kötülüklerini gösteren, kısaca içinde yaşanılan çağda ne
olup ne olmadığını ortaya koyan tiyatro sanatı (Çapan, 2008: 7), toplumların tarihlerindeki
baht dönümlerini, sosyal, kültürel, ekonomik
dönüşümleri ve kırılmaları da anlamanın en
etkili araçlarından biridir. Nitekim tiyatroyla
toplum arasındaki bu sıkı ilişki sayesinde
özellikle 20. yüzyılın son dönemlerinde, tiyatroyla sosyolojinin ortak bir paydada birleştirildiği ve tiyatronun uygulama alanına büyük
katkıları olan “tiyatro toplumbilimi” adlı yeni
bir bilim dalı geliştirilmiştir. (Ongurlar, 1982:
46)
Tiyatro toplumbilim, “toplumsal ya-
şamın aynası olarak algılanan “oyun” ile toplumun etkilenmesini, etkileşimini, niteliğini
araştıran bir sanat ve bilim dalıdır” (Ongurlar,
1982: 46) ve kökleri insanlığın ilk teatral etkinliklerine kadar uzanır. Çünkü insanlığın tarihine yaşıt bir geleneğe sahip olan tiyatro; başından beri insanın yeryüzündeki serüvenine
tanıklık eder, toplumların tarihsel gelişim
süreçleri boyunca varlığını sürdürür ve adeta
toplumsal belleğinin taşıyıcısı haline gelir. Bu
nedenle ilkel toplumdan, modern hatta modern sonrası topluma kadar insanlık tarihinin
geçirdiği her aşamanın izi, bir biçimde tiyatro
sanatına yansır. Tiyatro toplumbilimin gelişmesinin en önemli nedenlerinden biri de tiyatronun toplumla doğrudan ilişki kurmaya
müsait yapısından kaynaklanır. Edebi boyutu
bir kenara bırakılırsa, esas varlığını toplumun
aktif katılımına yani seyirciye borçlu olan
tiyatro, aynı zamanda bireyin kültürlenmesini
ve sosyalleşmesini sağlamada da etkin bir rol
oynar. Öte taraftan, özellikle doğaçlamaya
dayanan geleneksel tiyatro açısından, birçok
sanata göre modern teknik ve donanıma ihtiyaç duymaması, tiyatronun tarih boyunca
hemen hemen her coğrafyada rahatlıkla filizlenmesine, farklı biçimlerde ortaya çıkmasına
ve böylece insanın yeryüzündeki en kitlesel
katılımlı sanatsal etkinliğine dönüşmesine
Tiyatro Toplumbilimi Bağlamında Tarık Buğra’nın Ayakta Durmak İstiyorum Adlı Oyunu
zemin hazırlar. Nitekim insanın yeryüzündeki ilk bilinçli ve kolektif eylemlerinden itibaren, tüm bu eylemleri dans, şiir, musiki, drama ve edebiyat gibi sanatlardan aldığı güçle
sanatsal anlamda dönüştüren tiyatro, yeniden
topluma sunar. Böylece toplumun kendiyle
yüzleşmesini, kendini eleştirebilme yeteneğini
kazanmasını ve dolayısıyla varoluşunu gerçekleştirmesini sağlar.
Tiyatro toplumbilimi için önemli noktalardan biri de tiyatronun gerek edebiyat,
gerek sahneleme ve gerekse seyirci yönünden
içinde bulunduğu siyasi, kültürel ve sosyal
dokuyu doğrudan yansıtmasıdır. Bu sebeple
toplumdaki gerilimler, çıkar kavgaları, sınıf
çatışmaları, politik tartışmalar gibi olaylar
doğrudan tiyatroya sirayet eder. Nitekim
tiyatronun tür, teknik ve akım bakımından
yaşadığı hızlı değişim de bu dinamizmden
kaynaklanır. Örneğin modern öncesi toplumlardaki trajedi ile komedi arasındaki ayrımın
doğrudan toplumsal sınıf farklılıklarına dayandırılması, tiyatronun koşuk dilinden düzyazıya geçmesinin burjuva toplumun doğuşuyla ilgili olması, avangart tiyatronun doğmasının modern toplumun yaşadığı derin
krizle açıklanması, Bercht’in epik tiyatrosunun Avrupa’da güçlenen muhalefet hareketleriyle çakışması gibi tiyatro tarihine yön veren bir sürü olay bu durumun en net kanıtını
oluşturur.
Tiyatro toplumbilim, sadece oyunların içeriğiyle ya da tiyatronun tarihsel gelişim
süreci içerisindeki sosyolojik unsurların tespitiyle ilgilenmez. Tiyatro oyununun toplumsal
bir ürün olması, bu ürününün dönerek toplumu etkilemesi ve aynı zamanda her tiyatro
olayının soyutlamaya dayanan bir model
olması da tiyatro toplumbilimin ilgi alanına
girer. (Kongar, 1980: 35) Özellikle tiyatronun
model niteliğini çözümlemek insanlığın aynı
zamanda felsefi, psikolojik, varoluşsal, dini,
kültürel ve entelektüel birikimine önemli katkılar yapar. Nitekim “ister açıkça amaçlasın,
isterse amaçlamasın, her tiyatro olayı, top-
149
lumsal gerçeği daha iyi anlamamıza yardım
eden bir toplumbilimsel model niteliği taşımaktadır.” (Kongar, 1980: 36) Öte yandan
tiyatro toplumbilimin bir diğer ilgi alanı da
seyirci ile oyun arasındaki ilişkidir. Etkileşim
sorunu biçiminde değerlendirilen bu durumda; seyircinin oyuna verdiği tepkiler, oyunun
mesajının algılanması, ilgi çeken konular,
akımlar, eğilimler, popülerlik vb. başlıklar
üzerinde durulmaktadır. Yine tiyatro binaları
ve gösteri yerleri, hangi tür oyunun hangi
bölgede, şehirde tutabileceği üzerine yapılan
seyirci araştırmaları, oyun afişleri, reklam ve
tanıtım etkinlikleri de tiyatro toplumbiliminin
araştırma sahasına girer.
Özcesi tiyatro toplumbilimi, tiyatronun toplumsal boyutu üzerine şekillenen bir
bilim alanıdır ve toplumbilimsel açıdan oyunun yazarını, metnini, sahnesini, gösteri
mekânlarını ve seyircisini irdeler. Elbette tiyatronun toplumun eğitimindeki işlevini de
ıskalamaz. Temel toplumbilim kavramlarını,
grup dinamiğini, iletişim kuramını, toplumsal
yapıyı ve tiyatro eseri ile toplumsal yapı arasındaki etkileşimi de dikkate alır. Böylece
toplumun belirli konularda bilinçlenmesini,
duyarlılık geliştirmesini ve kalıcı davranış
değişiklikleri edinmesini sağlar. Yine seyircinin sadece oyunla değil aynı zamanda birbiriyle dolayısıyla toplumla etkileşimini de
gideren tiyatro sanatı, bireyin kamusal alanda
daha fazla görünmesinin imkânlarını oluşturur. Bireyin sosyalleşmesini sağlayan bu etki,
aynı zamanda insanların kendi özel hayatlarına sığındıkları, belirli bir aile ve arkadaş çevresinin dışına çıkmayan geleneksel feodal
yaşam alışkanlığının kırılmasına ve daha modern bir yaşama kültürünün gelişmesine öncülük eder.
2. Modern Türk Tiyatrosuna Toplumbilimsel Bakış
Modern Türk tiyatrosunun gelişimi,
tiyatro toplumbilimine oldukça uygun bir
tarihsel arka plana sahiptir. Çünkü modern
tiyatronun Türkiye’deki serüveni, toplumun
150
Fethi Demir
Batılı ve çağdaş bir bakış açısıyla yeniden
biçimlendirilmesine dayanır. Nitekim tiyatronun toplumsal durumları eleştirme, dönüştürme ve toplumun önüne yeni bir yaşam
perspektifi koyma gayesi, 19. yüzyılın ortalarında hızlanan Batılılaşma çabalarıyla farklı
bir boyuta evrilir. Özellikle Osmanlı Devleti’nin gerilemesiyle başlayan Batılılaşma hareketlerinin Tanzimat döneminde yoğunlaşması ve toplumsal yaşamın bir parçası haline
gelmesi, bu dönüşümün öncülüğünü üstlenen
Osmanlı aydınlarında tiyatroya olan ilgiyi
arttırır. Öyle ki “Batı’nın edebiyatına, düşüncesine, müziğine yönelirken; Doğu kültürünü
de geçmiş yüzyıllardaki Osmanlı’dan daha
sistematik” (Ortaylı, 2007: 18) bir bakış açısıyla değerlendirmeye başlayan Osmanlı aydınları ve sanatçıları, yeni bir paradigmayı topluma benimsetmek için tiyatroya yönelirler.
Bu yeni toplum, insan ve gelecek tahayyülünün pratiğini oluşturan Modern Türk tiyatrosu, bir taraftan odağına aldığı olaylar, eleştirdiği köhnemiş tutumlar aracılığıyla toplumu
aydınlatmaya çalışırken öte taraftan yeni bir
sosyal yaşam alışkanlığını yerleştirerek; seyirciden oyuncuya, tiyatro binalarından oyun
türlerinin çeşitlenmesine kadar bir dizi yeniliğin de öncülüğünü yapar. Yine Batılı yazarlardan yapılan çeviriler ve adaptasyonlar Batı
dünyasının daha somut ve doğrudan tanınmasını sağlar. Böylece Osmanlı toplumunda;
kadının sosyal yaşam içerisindeki yeri, kültür,
günlük hayat, tarih, toplum, edebiyat, düşünce ve bilim gibi kavramlar yeniden ele
alınır ve o güne değin tabu olarak kabul edilen birçok kavram sorunsallaştırılır. Böyle bir
dönüşüm sürecinin siyasi, sosyal, kültürel
sonuçları da doğal olarak uzun yıllar birçok
alanda tartışılır ve etkisini günümüze kadar
çeşitli boyutlarda sürdürür. İşte Modern Türk
tiyatrosu, toplumun Doğu ve Batı medeniyetleri arasında bocaladığı bu sürecin ürünü olup
“bir medeniyet buhranın” (Tanpınar, 2006: 15)
neticesinde ortaya çıkar. Bu yüzden Modern
Türk tiyatrosunun 19. yüzyılın son çeyreğinde
ortaya çıkışı salt edebiyatla sınırlı bir olgu
değildir; bilakis, Osmanlı devleti ve toplumu-
nun geçirdiği köklü dönüşümle yakından
ilintilidir.
Tanzimat dönemindeki Batılılaşma
çabasının en etkili enstrümanlarından biri
olarak kullanılan tiyatro, bu işlevini Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e hatta 1980’lerin başına
kadar etkin bir biçimde sürdürür. Örneğin
Osmanlı toplumunu modernleştirme ve dönüştürme çabasını destur edinen Tanzimat
aydınları, tiyatroyu, bu amaçlarını gerçekleştirmek için gazeteyle birlikte en uygun araç
olarak değerlendirirler. Bu nedenle toplumu
Batılı yaşamla tanıştırmak, eğitmek, kültürel
anlamda dönüştürmek için gazeteciliği geliştirmeye gayret ettikleri kadar oyunlar da kaleme alırlar. Nitekim Batılılaşma girişimlerinin öncüsü olan Şinasi, Şair Evlenmesi adlı
oyunuyla hem görücü usulü evlilik teması
üzerinden daha Batılı bir toplumsal yapı önerir hem de Osmanlı toplumunu kendi evinin
sınırlarıyla örülü mahrem hayatından çıkarıp
tiyatro etkinliği üzerinden sosyalleşen, kültürel bir atmosferi soluyan yapı haline getirmeye çalışır. Yine tiyatrolarıyla toplumsal yapıyı
etkilemeyi, sorunlar karşısında daha aktif hale
getirmeyi amaçlayan Namık Kemal’e göre
tiyatro “öyle ma’rifet veya ahlâk mektebi değil, âdeta bir eğlencedir. Hatta birtakım hazin
faci’alar da tiyatroları eğlencelikten çıkarmaz.
Tiyatro eğlencelidir; fakat fikr-i beşerin icad
ettiği eğlencelerin cümlesine müreccah ve
cümlesinden faidelidir. Bir millet umûman
ahlak kitabı yazsa bir adamı pek kolay terbiye
edemez. Bir edip birkaç güzel tiyatro tertip
etse bir milletin umumunu terbiye edebilir.”
(Gariper, 2011: 71) Tiyatro oyunlarını da bu
ilkeler doğrultusunda kaleme alan Namık
Kemal, bir taraftan topluma yeni bir Osmanlı
milleti bilincini aşılamaya çalışan hamaset
yüklü tarihi dramlar yazarken; öte taraftan
köhnemiş, yozlaşmış kurumların ve ilişkilerin
yerine Batılı, modern bir hayat tarzını savunan piyesler üretir.
Tanzimat edebiyatçılarının ve aydınlarının tiyatroya yüklediği toplumsal misyon
İstibdat Dönemi gibi otoriter yönetimler tarafından sekteye uğratılsa da varlığını ve gücü-
Tiyatro Toplumbilimi Bağlamında Tarık Buğra’nın Ayakta Durmak İstiyorum Adlı Oyunu
nü özellikle tarihsel kırılma süreçlerinde arttırarak devam ettirir. Özellikle II. Meşrutiyet’in
ilanıyla tiyatrolar yeniden açılır. Halk “hürriyetin ilanı karşısında coşkunluğunu, sevincini
belirtme alanlarından birini tiyatroda” (And,
2012: 115) görür. İstibdat dönemine duyulan
tepkinin yarattığı öfke, yıllarca toplumsal
sorunlara değinememenin oluşturduğu sosyopsikolojik basınç İstibdat’ı eleştiren, II.
Meşrutiyet’i, özgürlüğü, İttihat ve Terakki’yi
öven çoğu hamasi ve coşkulu bir üslupla kotarılmış piyeslerin adeta bir patlama yapmasına zemin hazırlar. Öyle ki o zamana kadar
tiyatro eseri yazmayan pek çok yazar tiyatro
eseri yazar, sahneye hiç çıkmamış hevesliler
de kendini sahnede bulur. (Buttanrı, 2011:
463) Ahmet Fehim Efendi’nin ifadesiyle “boş
bir arsaya dört gaz sandığı koyup bir de çarşaf geren “Yaşasın Vatan! Yaşasın Hürriyet!”
bağırtıları arasında tiyatro bakımından hiçbir
değeri olmayan oyunları, halkın coşkunluğunu sömürerek” (And, 2012: 115) oynamaya
koyulur. Benzer durum, Cumhuriyet’in ilan
edilmesi sürecinde de aynıdır. Nitekim toplumcu misyonu çok güçlü olan, toplumu
eğitmek ve yönlendirmek amacıyla kullanılan
tiyatro sanatı, gerek edebi tür, gerek dramaturgi, gerekse seyirciyle kurduğu iletişim
boyutuyla; belki de en topluma dönük, en
didaktik dönemini yaşar. Cumhuriyet’in ilk
yıllarındaki bu coşku, 1940’lı yıllarda başka
bir boyuta evirilir. Çünkü Cumhuriyet’in ilk
yıllarındaki devrimci coşku yerine; iç karışıklıkların, toplumsal sorunların, sıradan insanın
bunalımlarının, dünyadaki savaş ortamının
yarattığı karamsar hava tiyatro edebiyatına
egemen olur. Fakat tüm bu radikal dönüşümlere rağmen tiyatro, toplumcu-didaktik karakterini önemli oranda korur. 1960’lı yıllarla
birlikte ise tiyatronun toplumculuğu ele alması ve yansıtması daha farklı bir karakter kazanır. Toplumsal muhalefet hareketlerinin güç
kazanması, Brecht’in etkisiyle Epik tiyatronun
Türkiye’de tanınması, yaygınlaşması sınıf
çatışmasını öne çıkaran, eylemci ve devrimci
151
bir tiyatro anlayışının gelişimine zemin hazırlar.
Türkiye’de modern tiyatronun tarihsel gelişim süreci içerisinde toplumbilim bağlamında üzerinde durulması gereken temel
noktalardan biri de muhafazakâr tiyatro meselesidir. Bilindiği üzere modern tiyatro, Batı’dan Türkiye’ye gelmiştir ve varoluşunu
tamamen toplumun Batılı, pozitivist, modern
ve yenilikçi bir tarzda dönüştürülmesi üzerine
kurmuştur. Bu nedenle muhafazakâr-İslamcı
edebiyatçılar ve aydınlar tiyatroya genel anlamda mesafeli durmuşlardır. Hatta başlarda
toplumun dini ve ahlaki yapısını yozlaştırdığını ileri sürerek tiyatroya karşı çıkmışlardır.
Öte yandan gelenekçi toplumun kapalı aile
yapısını kırması, kadının sahneye çıkmasına
izin vermesi ve oyunlarının çoğunun yerleşik
değerleri eleştirmesi tiyatronun muhafazakâr
yazarlar arasında pek rağbet görmemesine
neden olmuştur. Bu durum, sadece Tanzimat
dönemiyle sınırlı kalmayıp bir alışkanlığa
dönüşerek günümüze kadar devam etmiştir.
Nitekim özellikle 1970’lerden itibaren güçlenmeye başlayan muhafazakâr-İslamcı edebiyat; özellikle 1980’den sonra şiir, öykü, roman başta olmak üzere birçok türde hatırı
sayılır bir sıçrama yapmasına rağmen tiyatro
edebiyatı sahasında zayıf kalmıştır. Bunun en
önemli kanıtı ise muhafazakâr-İslami çevrelerde, Necip Fazıl’ın oyunları dışında, yeni ve
farklı oyunlara pek rastlanmamasıdır. Bu
nedenle sadece Türkiye’deki muhafazakârİslamcı edebiyat açısından değil genel anlamda tiyatro toplumbilimi açısından da Necip
Fazıl’ın oyunları, oldukça büyük değer taşımaktadır. Çünkü Necip Fazıl; Batıcı, pozitivist, laik ve modern bir sanat olarak algılanan
tiyatroya Doğulu, gelenekçi ve İslami bir ruh
üfleyerek yeniden üretmiştir.
Necip Fazıl, tiyatrolarında, toplumu
manevi-dini değerleriyle örülü bir tarihî ve
derin medeniyet projesi bağlamında kavrar;
toplumculuk fikrini, daha mistik, gelenekçi ve
manevi bir atmosferde kurmaya çalışır. Nite-
152
Fethi Demir
kim Batı medeniyetinin maddeye ve teknik
güce verdiği önem kadar dünyayı sadece
akılla ve pozitivist ilkelerle açıklama çabasına
da karşı çıkan (Külahlıoğlu İslam, 2011: 383)
Kısakürek, ilk oyunu Tohum’da, her şeyin
anahtarının insan ruhunda mündemiç olduğunu imler. Kurtuluş Savaşını anlatan oyununda, Anadolu insanını başarıya götüren
şeyin maddi ve fiziksel direnişinden çok, manevi dünyasındaki derinlikten kaynaklandığını savunur. (Tuncer, 2001: 312) Nam-ı Diğer
Parmaksız Salih ve Para adlı oyunları da aynı
doğrultuda mesajlar içerir. “Nam-ı Diğer Parmaksız Salih’te yüce gönüllülükle düzenbazlığın toplumda yan yana yaşadığı gösterilir.
Para ise maddi çıkarlar için her türlü ahlaksızlığı mubah gören bir bankacının kendi hayat
felsefesinin kurbanı oluşunu anlatmaktadır.”
(Külahlıoğlu İslam, 2011: 383) Necip Fazıl’ın
Bir Adam Yaratmak ve Reis Bey adlı oyunları da
toplumda; maddi yaşamın örttüğü esas gerçeği temsil eden manevi hayata dair bir bilinç
oluşturmayı amaçlar. Her iki oyunda da bireyin maddi olanı aşma çabası, uyanışı ve kendini bulma süreci işlenir. Genel olarak tüm
oyunlarında topluma karşı bir sorumluluk
bilincini sürekli duyumsayan Kısakürek,
“vicdan muhasebesi, günah duygusu, kader
karşısında irade, akıl-duygu-sezgi ve madderuh mücadeleleri, meçhulün araştırılması,
aklın sınırlarının zorlanması ve her şeyin ötesinde bir sır bulunduğu inancı” (Okay, 1982:
332) gibi izleklerle toplumda manevi değerlere karşı bir farkındalık yaratmayı amaçlar.
Tarihî, kültürel, politik ve dinî referanslarından dolayı tiyatroya mesafeli yaklaşan muhafazakâr-İslamcı edebiyatçılar bağlamında değerlendirilmesi gereken bir diğer
yazar da Tarık Buğra’dır. Nitekim toplumcugerçekçi edebiyatçılar dışında kalan, eserleriyle bu kesimlerin tepkisini çeken Buğra’nın
oyunlarının muhafazakâr tiyatro anlayışının
neresinde durduğu, tartışılması gereken bir
konu gibi görünmektedir. Çünkü 1950-80 gibi
Türkiye’nin ideolojik olarak kamplaştığı, sert
politik tartışmaların yoğunlaştığı bir dönemde özellikle Dünya’daki sosyalizm deneyimle-
rini eleştiren oyunlar kaleme alan Buğra’nın
oyunları, muhafazakâr-İslamcı tiyatro tartışmaları kadar toplumbilim açısından da önemli veriler içermektedir. Öyle ki Necip Fazıl’ın
oyunları muhafazakâr-İslamcı çevrelerde
popülerliğini korurken Tarık Buğra’nın oyunlarının çok fazla gündeme getirilmemesi neden kaynaklanmaktadır? Ya da Tarık Buğra’nın oyunları 1960’ların güncel politik tartışmalarına çok fazla angaje olduğu için mi,
bugün çok fazla sahnelenememektedir? Tüm
bu soruların cevaplarını tiyatro toplumbilim
çerçevesinde sorgulamak, muhafazakâr tiyatro sorunsalını anlamaya yardımcı olacağı gibi
Buğra’nın oyunlarının nerede durduğuna ve
1980 öncesi Türkiye’sine dair kültür, sanat ve
edebiyat tartışmalarına dair de önemli ipuçları içerecektir.
2.1. Tiyatro Toplumbilimi Bağlamında Tarık Buğra’nın Oyunları
Tarık Buğra; roman, öykü ve tiyatro
alanında belirli bir yer edinmiş, ele aldığı
konuları işleyiş tarzı bakımından kendinden
çokça söz ettiren yazarlardandır. Tıp eğitiminin yanı sıra bir süre hukuk ve edebiyat öğrenimi de gören Buğra, uzun yıllar gazetecilik
yapmıştır. Tarık Buğra, gazeteciliğe 1947 yılında Akşehir’de, babası Nazım Bey ile Nasrettin Hoca Gazetesini çıkararak başlar.
1951’den sonra Milliyet, Vatan, Yenigün, Yeni
İstanbul gibi gazete ve dergilerde yazar. Bu
gazete ve dergilerin bazılarında yazı işleri
müdürlüğü yapar. Tercüman’daki köşe yazarlığından 1976’da ayrılır. Ömrünün geriye
kalanını sadece edebiyatla ilgilenerek geçirir.
Hiç kuşkusuz Tarık Buğra, Türk edebiyatı içerisindeki kendine özgü bir yeri olan
modernleşme, cumhuriyet, kültür, gelenek,
Batılılaşma gibi Türkiye’nin son yüzyılına
damgasını vuran meseleler hakkında farklı
görüşler geliştiren bir edebiyatçıdır. Özellikle
Osmanlı’dan günümüze uzanan tarihsel arka
planı, Türkiye’nin Batılılaşma sürecini, Cumhuriyet’in kuruluşunu ve kurumsallaşma
çabasını kanonun dışında kalarak daha çok,
Türk-İslam kanavası içerisinde işler. Öte yandan doğup büyüdüğü Akşehir’in görece kü-
Tiyatro Toplumbilimi Bağlamında Tarık Buğra’nın Ayakta Durmak İstiyorum Adlı Oyunu
çük bir kasaba olması ve bu kasabada yaşayan
insanların birbirleriyle olan sıkı ilişkileri ve
diyalogları, onun eserlerine samimi bir hava
katar. (Gülendam, 2000: 22) Böylece Türkiye’nin temel meselelerine kasaba atmosferi
içerisinde bakan yazar, sadece ulusal ve tarihî
konuları değil, Türkiye’ye bir biçimde etki
eden başka ülkelerdeki politik, kültürel ve
sosyal olaylara dair de önemli değerlendirmelerde bulunur. Nitekim Tarık Buğra, kasabada
yaşayan insanların, toplumun karakterini,
kültürünü en iyi şekilde yansıttığına inanır.
Kasaba insanının toplumsal değişmelerden en
çok etkilenen kesim olduğuna dikkat çeken
Buğra’ya göre politik hareketler şehirden
ziyade kasabayı etkisi altına almaktadır ve bu
hareketlerin yarattığı kültürel, insani, toplumsal komplikasyonlar ise sanat eserlerinin dayandığı trajediyi ortaya çıkarmaktadır. (Bingöl, 1986: 42) Aynı zamanda kasaba insanını
merkeze alması, onun eserlerini dil ve üslup
bakımından samimi, Türkçenin başarılı biçimde kullanıldığı, insan odaklı anlatılara
dönüştürür.
Tarık Buğra, eserlerinin büyük çoğunluğunda Türkiye’de yaşanan politik, sosyal ve
ekonomik değişimlerin Anadolu insanı nezdinde nasıl karşılandığını, bu değişimlerden
Anadolu insanının nasıl etkilendiğini gösterir.
Nitekim Anadolu’nun dünya ve ülke gündemini gecikmeli olarak takip edebilen ve bu
bağlamda kendine özgü bir düşünme biçimi
geliştiren taşradaki çeşitli yerleşim birimlerinde, değişik insan manzaraları onun eserlerinin odağında yer alır. Buğra’nın eserlerinde
kahramanların duyuşları, sezişleri, düşünceleri, umutları, karamsarlıkları, iç sıkıntıları,
kederleri, mutlulukları çoğunlukla kasaba
perspektifinden sunulur. Öte taraftan yazarın
eserlerine konu olan dönemlerin birçoğu,
“Türk siyasî tarihinin dönüm noktalarıdır.
Ülkenin bütününde ekonomik anlamda yaşanan sıkıntılar, rahatlamalar Anadolu coğrafyasında yer alan kasaba, kasaba yakınındaki
köyler ve bu coğrafyaya mensup insanlar
153
çerçevesinde anlatılır.” (Özlük, 2008: 129)
Böylece hemen her eserinin arka planındaki
tarihî, politik, kültürel ve güncel konuya dair
kamuoyundaki yerleşik yargılar sarsılır ve
yeni bir tarih, kültür, medeniyet ve insan algısı üretilir. Bu nedenle Tarık Buğra’nın eserleri
toplumbilim açısından önemli veriler içeren
anlatılar olarak okunabilir.
Tarık Buğra’nın Cumhuriyet kanonun
dışında kalan ve Türk-İslam kanavası içerisinde kaleme aldığı eserleri arasında, romanları öne çıkmaktadır. Hemen her romanında
Türkiye tarihinin kırılma noktalarına yönelen
yazar, muhafazakâr-modern, dindar-laik,
sağcı-solcu, Osmanlıcı-Cumhuriyetçi çatışmalarını kendi bakış açısından değerlendirir.
Örneğin ilk romanı Siyah Kehribar’da, gelenekmodernlik çatışmasını içinde bir taraftan tiyatro oyuncusu Naşid’in hayatından ilham
alan yazar, roman kahramanları Nahit ile
Hatice’nin aşkını anlatırken arka planda ise
İtalya’daki Mussoloni faşizmine direnen aydınların direnişine vurgu yapar. Elbette İtalyan aydınların direnişi, dönemin Türkiye
aydınlarının içinde bulunduğu durumun ülke
gerçeğinden soyutlanarak örtük bir biçimde
ve yabancılaştırma efektiyle anlatılmasından
başka bir şey değildir. Bu bağlamda Tarık
Buğra’nın sadece romanlarında değil; özellikle tiyatrolarında da kullandığı Türkiye dışındaki önemli politik ve sosyal olayları işlemek,
esas itibariyle içe dönük mesajlar vermek
amacı taşır. Başka bir ifadeyle Tarık Buğra,
dünya ölçeğinde meydana gelen politik ve
sosyal olayları Türkiye’nin içindeki benzer
sorunlara dikkat çekmek, bu sorunların okur
tarafından anlaşılmasını sağlamak, eleştirdiği
ideolojilere karşı bir argüman geliştirmek
bağlamında kullanır. Buğra, Gençliğim Eyvah
adlı romanında, yine aydın sorunu çerçevesinde 1970’lerin çatışmalı politik atmosferini,
Dönemeçte ise bir Anadolu doktoru ile dul bir
kadın arasındaki aşk ilişkisi bağlamında çok
partili rejime geçişin sancılarını işler. Yalnızlar
adlı romanında madde-ruh, Doğu-Batı, gele-
154
Fethi Demir
nek-modern çatışmalarına taşradaki bir çiftlik
etrafında şekillen insan ilişkileriyle bakar.
Dünyanın En Pis Sokağı’nda 1970’lerin sert
politik çatışmalarından yazarlığa yönelerek
sıyrılan bireyin hikâyesini anlatan Tarık Buğra, Yağmur Beklerken de ise Cumhuriyet’in
kurumsallaşma sürecine döner ve Serbest
Fırka girişimini, toprağa bağlı aydın tipinin
avangart örnekleri üzerinden irdeler. (Gündüz, 2011: 480)
Tarık Buğra’nın politik, kültürel, sosyal ve ekonomik anlamda ses getiren, tartışmalara neden olan romanları Osmancık ve
Küçük Ağa’dır. Nitekim Buğra son romanı
Osmancık’ta, “aşiretten koca bir devlet çıkaran iradenin temelinde yatan töreleri, ahlak
değerlerini, sağlam idari ve sosyal kurumları
vererek altı asır öncesinden günümüz Türkiye’sine aydınlık mesajlar taşır.” (Gündüz,
2011: 480) Osmanlı döneminin hemen hiç
işlenmediği ya da genellikle olumsuz bir biçimde işlendiği Cumhuriyet sonrasının kanon
edebiyatında, Buğra’nın olumlu bir Osmanlı
imgesi inşa etmesi özellikle muhafazakâr çevrelerde büyük bir ilgi görür. Benzer bir ilgiyi
bir üçleme biçiminde değerlendirebileceğimiz
Küçük Ağa, Küçük Ağa Ankara’da ve Firavun
İmamı adlı romanları için de söyleyebiliriz.
Çünkü Küçük Ağa ve onun devamı niteliğindeki Küçük Ağa Ankara’da, Kurtuluş Savaşı
yıllarını resmi tarih görüşünün dışında farklı
bir tezle ve üslupla işler. Anadolu’daki kurtuluş hareketinin başarıya ulaşmasında sadece
aydın üst kadroların değil, Türk-İslam sentezinin bilincine ulaşmış halk önderlerinin de
önemli katkıları olduğu düşüncesini savunur.
Cumhuriyet’in kurumsallaşma dönemini,
1920-30 yılları Ankara’sını, ele alan Firavun
İmanı’nda ise Kurtuluş Savaşı coşkusunun
yerini iç gerilimlere bırakmasına, yeni yönetimden pay ve iktidar devşirmek isteyen kesimlerin entrikalarına değinir.
Tarık Buğra’nın öyküleri de tıpkı romanları gibi dönemin resmi söylemine karşı
argümanları öne çıkaran ve toplumbilim açıdan önemli veriler içeren bir karakter taşır.
Öte yandan romanlarındaki politik atmosferin
dışına çıkan Buğra, genel anlamda kasaba
yaşantısını şiirsel bir dille işlerken sıradan
bireyin iç dünyasına, bunalımlarına, aşk, yalnızlık, uyumsuzluk gibi temalara ağırlık verir.
Öykülerinde, olay örgüsünden çok bireyin iç
gerçekliğine yönelen yazar, bu kez de Türkiye’nin modernleşmeyle beraber içerisine düştüğü kimlik krizine, kültürel yabancılaşmaya
kasaba insanının gelenekçi ve muhafazakâr
bilincinden bakmayı dener. Elbette otobiyografisinden epeyce beslenen Buğra, kimi zaman
dil seviyesini bireysel ve entelektüel bir düzeye taşısa da özünde Türkiye’nin yaşadığı kültürel, politik ve sosyal dönüşümün yarattığı
boşlukta kalan bireyin trajedisini öykülerinin
ana teması haline getirir. Tarık Buğra; Oğlumuz, Yarın Diye Bir Şey Yoktur, İki Uyku Arasında ve Hikâyeler adlı kitaplarında topladığı
öyküleriyle Türkiye’nin erken modernleşme
telaşıyla örselediği geleneksel dokuya da dikkat çeker.
Tarık Buğra’nın oyunları ise toplumsal, politik, kültürel ve tarihi atmosferi yansıtması bakımından öykülerinden çok, romanlarına benzer. Nitekim Akümülatörlü Radyo
adlı oyununu Yalnızlar adıyla romanlaştıran
Buğra, özellikle Ayakta Durmak İstiyorum ve
Yüzlerce Çiçek Birden adlı oyunlarıyla
1960’ların gergin politik konjonktürüne uygun eserler verir. İlginç bir biçimde her iki
oyunda da Türkiye dışındaki sosyalizm uygulamalarını Macaristan ve Çin örneği üzerinden sert bir biçimde eleştiren yazar, bir biçimiyle Türkiye’deki sosyalist çevrelerle tartışmalara girer. Aslında 1960’lardaki egemen
sanat ve edebiyat anlayışını temsil eden toplumcu gerçekçi edebiyat anlayışıyla oyunları
üzerinden tartışmalara girişmesi, tiyatro toplumbilimi açısından üzerinde durulması gereken bir noktadır. Çünkü tarihi, kültürel ve
politik kodları nedeniyle modern tiyatroya
pek fazla rağbet göstermeyen muhafazakâr
kesimlerin (Necip Fazıl dışında) bir nevi temsilciliğine soyunan Tarık Buğra, tiyatronun
toplumsal gücünden faydalanmak ister. Burada dikkat çeken bir diğer nokta da Buğra’nın eleştirdiği toplumcu gerçekçi edebiya-
Tiyatro Toplumbilimi Bağlamında Tarık Buğra’nın Ayakta Durmak İstiyorum Adlı Oyunu
tın tiyatro anlayışını yine sosyalizm uygulamalarını yermek için benzer biçimde kullanmasıdır. Buğra da karakterlerden çok, eylemci
ideal tiplere yer verir, ideolojik tartışmaları
net bir biçimde ortaya koyar, ajitatif bir dil ve
üslup kullanır. Neticede Tarık Buğra’nın
oyunları içerdikleri mesajlar, işledikleri temalar, hedefledikleri kitleler, sahnelenebilme
imkânları, seyirci tepkisi gibi konular çerçevesinde tiyatro toplumbilim bağlamında incelenmelidir. Bu çerçevede Türkiye’nin gergin
politik atmosferine denk düşen, etrafında sert
tartışmaların yaşandığı, sahnelenmesi epey
zor gerçekleşen Ayakta Durmak İstiyorum adlı
oyununu tiyatro toplumbilim perspektifinde
değerlendirmeyi uygun gördük.
2.1.1. Ayakta Durmak İstiyorum
Tarık Buğra, Bütün Eserleri-3 Üç Oyun
başlığı altında topladığı tiyatro eserleri arasında yer alan Ayakta Durmak İstiyorum, Macaristan’ın Sovyetler Birliği’ne karşı giriştiği
özgürlük mücadelesini konu edinir. 4 Mayıs
1966 tarihinde sahnelen oyun, dönemin sert
politik atmosferi içerisinde büyük yankı
uyandırır. Özellikle toplumcu gerçekçi sanat
ve tiyatro anlayışının egemen olduğu, toplumsal yapının sağ-sol çatışması ekseninde
bölündüğü bir atmosferde yazılan ve birçok
girişimden sonra zorlukla sahnelenme şansı
yakalayan oyun etrafında sert tartışmalar
yaşanır. Oyunun sahnelenmesi bağlamında
sürdürülen sert tartışmaların yanı sıra dönemin gergin politik atmosferinden bizzat kendisi de etkilen Tarık Buğra roman ve öykülerinde pek alışkın olmadığımız derecede sert
ve ideolojik bir üsluba yönelir. Nitekim oyunu, “soylu Macar milletinin 1956 yılında hürriyet ve bağımsızlığını geri almak için giriştiği
destanlık savaşta vahşice, gaddarca, kalleşçe
öldürülen kadın, erkek, genç, ihtiyar, üniversiteli, işçi, aydın on binlerce İNSAN’ın aziz ve

Tarık Buğra, Bütün Eserleri-3 Üç Oyun (Ayakta Durmak
İstiyorum, Akümülatörlü Radyo, Yüzlerce Çiçek Birden Açtı),
Ötüken Yayınları, İstanbul 1979. (Çalışmamızda verilen
sayfa numaraları eserin bu baskısına aittir.)
155
yüksek hatıralarına sunuyorum” (s.7) diyerek
bir nevi Sovyetler Birliği’ne yönelik eleştirilerini dile getirir. Elbette Macarların Orta Asya
kökenli bir ulus olması, özellikle milliyetçi
tarih tezlerinde Türk kökenli bir kavim olduklarının kabul edilmesi de Tarık Buğra’nın
böylesi bir piyesi kaleme almasında etkili olan
politik referanslardandır. Kısacası 1960’ların
sağ-sol ekseninde bölünmüş, çatışmalı ortamında, sağcı-milliyetçi bir çizgide duran Buğra, hem o dönem Türkiye’sinde gittikçe güçlenen sol düşünceyle Sovyetler Birliği’nin
uygulamaları üzerinden bir tartışmaya girişir
hem de milliyetçi tarih tezine uygun bir konuyu seçerek sağcı-milliyetçi çevrelerden ilgi
görür.
Ayakta Durmak İstiyorum için tiyatro
toplumbilim açısından üzerinde durulması
gereken temel nokta sanat ve edebiyat kamuoyunun oyunun özellikle sahnelenmesi konusunda tıpkı dönemin politik atmosferi gibi
tarafgir, bölünmüş ve ideolojik tespitlerde
bulunmasıdır. Örneğin solcu yazarlar ve eleştirmenlere göre oyun gerici ve faşist düşüncelerin savunusunu yapan başarısız bir oyundur; sağcı-muhafazakâr yazarlar içinse bir
ulusun bağımsızlık mücadelesini anlatan bir
başyapıttır. Nitekim İsmail Baltacıoğlu’na
göre Ayakta Durmak İstiyorum, Macarların
bağımsızlık mücadelesini anlatmanın ötesine
geçerek tüm dünyada bağımsızlık mücadelesi
veren ulusların durumunu dile getiren başarılı bir oyundur. (s.9) Ömer Atila da Macaristan’ın bağımsızlık mücadelesini anlatan
oyunda dramatik malzemenin sağlam olduğunu, eksikliklerinin yanında Buğra’nın düşünen, düşünceden eyleme geçmeyi başaran
bir yazar olarak belirli bir seviyeyi tutturduğunu söyler. (s.9) Ayşe Hâle ise Tarık Buğra’nın Türkçeyi ustaca kullanmasına ve şiirsel
üslubuna dikkat çekerek oyunun “büyük
oyun” (s.10) olduğunu savunur ve sağ-sol
çatışmasının böylesi başarılı bir tiyatro oyununu gölgede bırakmasına hayıflanır. Abdullah Uraz da daha çok, oyunun iç kamuoyuna
156
Fethi Demir
yönelik tarafına dikkat çekerek “ilim adamı
geçineneler, politikacı geçinenler bu eseri
görürülerse, eminim ki, bugünkü rejimin ve
hayatın kıymetini takdir edecekler ve bir gün,
ayakta durmak istiyorum diye bağırmamak
ve can vermemek için bu rejimi muhafaza ve
müdafaa etmek için itina göstereceklerdir”
(s.10-11) der. Naciye Fevzi’nin “güzel yazılmış, özenle sahneye konulmuş, iyi oynanan,
iyi çalışılmış bir oyun, başarılı bir ilk oyun”
(s.12) olarak nitelediği Ayakta Durmak İstiyorum hakkında Kadircan Kafalı daha sert ve
ideolojik bir değerlendirme yaparak oyunu
eleştiren solcu yazarları ağır sözlerle hedef
alır. Kafalı’ya göre “soysuz ve hain olanlar
soylu ve kahramanca eserleri beğenmezler.”
(s.12) Ahmet Kabaklı da oyunun kendisine
Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre’ni hatırlattığını belirtir ve “Namık Kemal, o eserde
nasıl Türk milletinin vatan sevgisini, hürriyet
özlemini dile getirmişse Buğra da yine yurt
sevgisini ve hürriyet aşkını bütün insanlık için
terennüm etmiştir” (s.13) der. Metin And’a
göre de Buğra, “sınırlarımızın ötesinde de
geçerli bu güzel oyunu” (s.13) ile takdiri hak
etmiştir.
Türkiye’nin politik ve sosyal anlamda
bölündüğü, ideolojik kamplaşmaların edebi,
kültürel ve sanatsal söylemi bastırdığı 1960’lı
yıllarında, Ayakta Durmak İstiyorum’u sert
biçimde eleştiren yazarlardan da söz etmek
gerekir. Örneğin Hayati Küçükyazıcı, “tiyatro
ile en küçük bir ilgisi olmayan bir oyun” (s.10)
olarak nitelediği Ayakta Durmak İstiyorum için
ırkçılık, Turancılık propagandası yapan bir
eser tespitinde bulunur. Tarık Buğra’nın
AP’yi destekleyen bir yazar olduğu için kısa
sürede yükseldiğini dile getiren Engin Ünsal
ise oyunun içerik ve üslup bakımından özensiz olduğunu özellikle Atatürk’ün öncülüğünü yaptığı “Öz Türkçe” akımıyla alay ettiğini
vurgular. (s.11) Oyun hakkında ister lehte
isterse aleyhte dile getirilen düşüncelerin büyük bir çoğunluğu, yukarıda da görüldü gibi,
tarafgir, angaje ve edebiyat dışı kaygıları önceleyen bir bakış açısının ürünüdür. Bu bağlamda izleyici/okur beklentilerini, oyunun
yazıldığı dönemin politik ve sosyal atmosferini de oyun tahlilinde göz önünde bulunduran tiyatro toplumbilimi açısından Ayakta
Durmak İstiyorum’un yazılma ve sahnelenme
süreci önemli doneler içermektedir. Özcesi
Buğra’nın oyunu yazarken Türkiye’nin toplumsal gerçekliğini gözettiği, ideolojik tartışmalara kendi cephesinden katıldığı ve Türkiye dışındaki politik bir olayı oyunlaştırarak
hem evrensel ölçekte bir eser vermeye çalıştığı
hem de iç kamuoyundaki sağ-sol tartışmalarına gönderme yaptığı söylenebilir.
Ayakta Durmak İstiyorum, içerik olarak
da tiyatro toplumbilimi için önemli veriler
barındırır. 1956 Macar Devrimi olarak bilinen
Avrupa’nın yakın dönemindeki en önemli
toplumsal olaylardan birini işleyen oyunda,
Sovyetler Birliği’nin Macaristan’daki varlığı,
uygulamaları ve buna karşı gelişen muhalif
hareketlerinin durumu anlatılır. Nitekim bu
dönemde öncülüğünü üniversite öğrencilerinin yaptığı daha sonraki süreçte halkın da
desteklediği büyük protestolar, gösteriler ve
çatışmalar meydana gelir. Macar Üniversite
ve Yüksekokul Dernekleri Birliği’nin hazırladığı ve çatışmaların fitilini ateşleyen 16 maddelik dilekçede; genel olarak Sovyetler ordusunun Macaristan’dan çekilmesi, yaşam koşullarının iyileştirilmesi, İmre Nagy’nin yeniden hükümet başına geçirilmesi, Stalin heykelinin yıkılması, Rusça eğitime son verilmesi
gibi talepler yer almaktadır. Yine aynı günlerde Polonya’da kitlesel bir direniş içinde olan
işçilerle dayanışmak için 23 Ekim’ de yapılmak üzere bir yürüyüş çağrısı yapılır. İktidarın önce izin verip sonra da yasakladığı yürüyüş baskılara rağmen 23 Ekim 1956’da başlar
ve süreç içerisinde sayısı yüzbinleri aşan bir
başkaldırı hareketine dönüşür. Sovyetler Birliği yanlısı yöneticilerin kitleyi karşıdevrimci
olarak ilan etmesi üzerine olaylar iyice çığırından çıkar. Stalin heykeli yakılır, Macaristan
bayrağındaki orak-çekiç figürü Sovyetler Birliği’ni temsil ettiği için kesilir. Gerçi bu tepkinin sosyalizmden çok, Sovyetler Birliği’ne
yani reel sosyalizme karşı yürütülen bir başkaldırı olduğunu da belirtmek gerekir. Çünkü
Tiyatro Toplumbilimi Bağlamında Tarık Buğra’nın Ayakta Durmak İstiyorum Adlı Oyunu
ileride, orak-çekiç figürü kesildiği için Macar
devriminin sembolü olacak delikli bayraklarının yanı sıra özgürlükçü sosyalizmi temsil
eden kızıl bayraklar da bu gösterilerde yer
alır. Neticede özelde Macaristan’ın iç durumunu, genelde ise Soğuk Savaş yıllarının
gerilimini gösteren bu tarihî olay; politik,
edebi, sosyal, kültürel ve ideolojik olarak başta Avrupa ve Amerika olmak üzere dünyanın
birçok bölgesinde etkisini gösterir.
Tarık Buğra, küresel ölçekte ses getiren Macaristan olaylarını, Türkiye’nin iç politik gündemini de göz önünde bulundurarak
piyese dönüştürür. Öncelikle yer ve kişi isimlerini kurmaca olarak değiştiren Buğra, sadece
Macaristan’ın özgün durumuna ya da orada
yaşananlara değil; dünyanın herhangi bir
yerinde ve her dönemde rastlanılan benzer
durumlara da vurgu yapar. Yine yer ve kişi
isimlerini değiştirerek Macaristan’ı Mitinya,
Sovyet Rusya’yı da Agonya sözcüğüyle adlandıran Buğra, aynı zamanda oyunun etrafında oluşacak politik tartışmaları bir nebze
de olsa azaltmaya çalışır. Okurun/seyircinin
dikkatini politik ve ideolojik tartışmalardan
çok, evrensel anlamdaki insanlık dramlarına,
özgürlük düşüncesine ve ulusal bağımsızlık
ülküsüne çeker. Nitekim önce Peşte 1956 adını
verdiği oyunun adını da benzer saliklerle
Ayakta Durmak İstiyorum yapar. Buğra’nın
gerek oyunun adından gerekse oyunda geçen
mekânların ve kişilerin adlarında tercih ettiği
yabancılaştırma, belirsiz bir coğrafyaya ve
zamana taşıma ve evrensel bir söylem geliştirme çabası tiyatro toplumbilimin kriterlerini
dikkate aldığını, oyunu bu bağlamda kotardığını gösterir. Çünkü Türkiye’nin 1960’lı yıllarındaki tiyatro atmosferi, hem içerik hem
sahnelenme imkânı hem de okur ve seyirci
profili bakımından genel olarak solcu ve muhalif bir karakter taşımaktadır. Bu gerçekliği
de göz önünde bulunduran Tarık Buğra, oyunun daha fazla okuyucuya ulaşabilmesi ve
daha kolay sahnelenmesi için hem oyunun
adını hem de içeriğindeki yer ve kişi adlarını
157
değiştirmiştir.
Oyun, içerik olarak toplumsal temaların öne çıktığı, hatta tamamen bağımsızlık,
mücadele, baskı, özgürlük gibi izleklerin etrafında gelişen bir eserdir. Mitinya’nın başkentindeki bir kolejin birinci katındaki odada
geçen olaylarda Mitinya’nın Agonyalılar tarafından işgal edilmesinden bahsedilir. Kapalı
bir mekâna sıkışıp kalan Mari, Tökil, Erin,
Zera, Molin, Helen, Yansı, Eva ve Müdür
Mitinya’nın Agonya’nın işgalinden kurtulması için nasıl bir mücadele verilmesi gerektiğini, başkaldırı olayının arka planını, Mitinyalıların kendi iç çelişkilerini değişik boyutlarıyla
tartışırlar. Bir bakıma Sovyetler Birliği’nin
Macaristan’daki uygulamalarını, bu uygulamaların halkta yarattığı tepkileri ve sonuçta
ortaya çıkan başkaldırı hareketlerini okura/seyirciye toplumsal, politik ve tarihi arka
planıyla göstermeye çalışan Buğra, aynı zamanda Mitinyalılar bağlamında Macaristan
halkının isyanının haklı ve meşru olduğunu
ispatlamaya çalışır. Nitekim oyunun açılış
sahnesinde tüm karakterler, yüzleri okura/izleyiciye dönük biçimde uzun tiratlar biçiminde Mitinyalıların haklı ve meşru bir
başkaldırı gerçekleştirdiklerini ayrıntılı bir
biçimde ortaya koyarlar. Örneğin kolejin yöneticisi olduğu için Müdür olarak adlandırılan kişi “Biz Mitinyalıyız. Mitinyalılar çok
eski bir millettir. Uygar ve mutlu idik. Sonra
Agonyalılar gelip yerleştiler memleketimize.
Orduları ile kendi düzenlerini de getirdiler”
(s.16) diyerek Mitinya’nın tarihî arka planından ve Agonyalılar tarafından işgal edilmesinden bahseder. Mari ise babasının Agonyalıların adamı olmasından duyduğu utancı vurgulayarak (s.17) Agonyalılarla işbirliği içinde
olan Mitinyalıları eleştirir. Erin ise Agonyalıların egemenliğinin nasıl öfkeye ve isyana
dönüştüğünü anlatır. (s.19) Yansı ise Agonyalıların işgaline tepki göstermeyen Mitinyalıları eleştirir ve onlar için şiir yazamayacağını
belirtir. (s.21) Prolog bölümünün sonunda
hep birlikte “söyleyecek hiçbir şeyimiz yok<
158
Fethi Demir
hiçbir şeyimiz. İnanın bize. Söylediklerimiz,
yaptıklarımız iyi midir, kötü müdür, önemli
midir, değil midir, bilmiyoruz. Biz suçsuzuz.
Suçsuzuz biz. İnanın suçsuzuz. İnanın” (s.23)
diyerek bir bakıma haklılıklarını haykırırlar.
Oyunun üç bölümden oluşan anlatı
düzeni boyunca Mitinya’nın içinde bulunduğu durumdan kurtulması, ülkedeki Agonya
egemenliğinin kırılması, ulusal bağımsızlık
çizgisinde politikalar izleyen bir hükümetin
başa geçmesi için yapılması gerekenler tartışılır. Büyük ölçüde 1956 yılında Macaristan’da
yaşanan olaylarla örtüşen kurguda, yazarın
belgesel tiyatroya yaklaştığı da söylenebilir.
Nitekim dar mekâna sıkışan kişilerin bireysel
tartışmaları ya pencereden yansıyan sokak
manzaralarıyla ya da radyodan duyulan haberlerle
tamamlanır.
Böylece
okurun/izleyicinin zihninde “Macaristan 1956
Olayları” tüm boyutlarıyla canlandırılmaya
çalışılır. Elbette dönemin politik angaje atmosferinden etkileyen Buğra’nın diğer eserlerinde
pek rastlanmayacak biçimde argo ve küfür
içeren ifadelere yer vermesi ya da olayları sağ
muhafazakar bir perspektiften değerlendirmesi de tiyatro toplumbilimi bağlamında altı
çizilmesi gereken hususlardır. Fakat Buğra’nın özellikle romanlarında ve öykülerinde
rastladığımız üslupçu yönü, bu oyunda bütünüyle ortadan kalkmaz ve karakterlerin iç
dünyalarının verilmesinde ya da kendi aralarındaki bireysel ilişkilerde kendini gösterir.
Öyle ki oyun kişileri bir taraftan Mitinya’nın
içinde bulunduğu durumu tartışırken öte
yandan bununla ilintili olarak kendi bireysel
durumlarını gözden geçirirler. Kimi zaman
aralarındaki aşk ilişkileri, kimi zaman ölüm
karşısında duydukları korku, kimi zaman
arkadaşlarının ihanetçi olabileceğine dair
içlerinde gelişen şüphe vb. duygular oyunun
sert politik havasını bir nebze de olsa yumuşatır.
Oyunda Mitinya’nın kaderi, kişilerin
kaderi ile iç içe geçmiştir. Bir bakıma olayların
akışı, kahramanların biçimleniş tarihidir. Sürekli bir devimin içerisinde oldukça hızlı biçimde ilerleyen ve Eski Yunan tragedyaların-
da olduğu gibi dışarıdan sürekli ölüm, baskı,
işgal, direniş, katliam gibi felaket haberlerinin
geldiği bir ortamda, oyun kişileri de varoluşsal bir sorgulama içerisine girerler. Örneğin
Yansı ile Tökil’in didişmeleri, Yansı’nın Tökil’e hakaretleri, Molin’in kızı Zera’nın Agonyalı teğmenle ilişkisi, Tökil’in Helen’e olan
aşkı gibi bireysel dertleri arasında kendilerini
psikolojik ve kişilik anlamında isyana/başkaldırıya hazırlamaya çalışırlar. Burada
bir denge tutturan yazar, kahramanların kendi bireyselliklerine dalmasını ve böylece okurun/izleyicinin Macaristan’daki bağımsızlık
mücadelesinden uzaklaşmasını ve daha çok
bireysel duygular ve izlekler üzerinden katharsis yaşamasını engellemeye çalışır. Başka
bir ifadeyle çoğu üniversite öğrencisi olan
muhalif gençler arasında ne zaman bireysel
çekişmeler, iç gerilimler ortaya çıksa yazar
devreye girer ve kahramanlarına yine kahramanları aracılığıyla içinde bulundukları sıkıntılı toplumsal süreci hatırlatır. Örneğin Müdür, “hürriyet diye bir şey olduğunu unutmayınız çocuklar; çünkü en çetin esareti bile
bu sayede ama ancak bu sayede kırabilirsiniz”
(s.46) telkininde bulunur. Yine Yansı arayışlarının aslında kendi benliklerini arama işi olduğunu, ancak ulusal bağımsızlıklarını sağlayabildikleri takdirde kişiliklerini ve benliklerini bulabileceklerini dile getirir. (s.50) Mitinya’nın işgaline karşı gerek içeride gerekse
dünya kamuoyunda yeterince tepki gösterilmemesi üzerine de “kokuşmuş bu dünya (<)
Söz, sohbet değerini yitirdi. Bu da insanın
çürüyüşü demektir” (s.59) sözleriyle tepkisini
dışa vurur. Oyun kişilerinin bireysel duygularını da toplumcu bir bakışla değerlendirdiklerine şahit oluruz. Nitekim Tökil, “bir erkek
önce adam olmalı, sonra âşık< yoksa sadece
rezil olur” (s.61) der. Erin içinse belki de ulusal ve toplumsal anlamda sağlanabilecek bir
başarının köklerinde bireysel anlamda “mutlu
olma gücüne” (s.65) kavuşmak vardır. Neticede Tarık Buğra’nın oyun kişilerinin işlenmesinde 20. yüzyılın başında sağcı yönetimler
tarafından öne çıkarılan solidarist korporatizm anlayışına bağlı kaldığını da eklemek
Tiyatro Toplumbilimi Bağlamında Tarık Buğra’nın Ayakta Durmak İstiyorum Adlı Oyunu
gerekir. Çünkü farklı meslek ve iş guruplarından gelen oyun kişileri, bir araya gelerek
dayanışmacı ve uyumlu bir bütün içerisinde
Mitinya halkını oluşturur.
Ayakta Durmak İstiyorum’da, tiyatro
toplumbilimi açısından üzerinde durulması
gereken hususlardan biri de ataerkil, romantik milliyetçi bir söylemin oyun boyunca inşa
edilmesidir. Nitekim Tarık Buğra, romanlarında ve öykülerinde pek de rastlamayan bir
biçimde argoya, küfre varan ifadelere yer
verir. Kuşkusuz bu tercih, yazarın dönemin
politik atmosferinden etkilenmesinin bir neticesidir. Örneğin “bu altın gibi gençler ölecek,
barbarca, oruspuca öldürecekler mi?” (s.16),
“piç olduklarını öğrenivermiş gibi bir halleri
var” (s.19), “kimlerdi bu kancıklığı yapan”
(s.57), “böğürmeden konuş” (s.69), “senin
oruspuluğun yüzünden” (s.70) gibi sözleri
sıkça kullanır. Öte yandan Tarık Buğra, ulusalcı romantik bir söylemin inşasında oldukça
sık kullanılan “iç düşman”, “ihanetçi” imgesini de işleyerek birlik ve dayanışma duygusu
tahkim etmeye çalışır. Özellikle yüzlerce insanın öldürülmesine, hapsedilmesine, sürgüne gönderilmesine ve daha da önemlisi Mitinyalıların paranoyak bir biçimde birbirlerinden şüphelenmesine neden olan içerideki
ispiyonculardır. Bu da “Agonyalıların tanklarından, bazukalarından, mitralyözlerinden
çok daha korkunç, daha çökertici, ümit kırıcıdır.” (s. 58) Elbette “ihanetçi” söylemi, bir
taraftan oyunda altı çizilen ulusal birlik ve
dayanışma duygusunu pekiştirirken aynı
zamanda bireysel anlamda trajediler de doğurur. Tam da bu nokta da Erin’in Agonya ajanı
diye öldürdüğü Molin’in aslında suçsuz olduğu, Agonyalılara yanlış bilgiler vererek
Mitinya’nın bağımsızlığına katkı sunduğu
açığa çıkar. (s.73) Klasik tragedyalardaki gibi
trajik gerçekliğin öğrenilmesi ya da kahramanın hata yaptığının bilincine varması oyunun
dramatik yapısını güçlendirir.
İkinci bölümdeki karakterler arasındaki iç çatışmalar, varoluşsal sorgulamalar
159
üçüncü bölümde yerini tekrar politik, tarihî
ve belgesel bir havaya bırakır. Radyodan verilen haberlerle okurun/izleyicinin dikkati tekrar Macaristan 1956 olaylarına çekilir. Başkaldırı hareketinin büyümesiyle Mitinya’nın
bağımsızlığını savunanlarla Agonyalıların ve
onların güdümündeki hükümet güçleri arasında sert çatışmalar başlar. Mitinyalıların
serbest seçimlere gitmesi, Agonya dilinde
mecburi eğitimin kaldırılması, Agonya diktatörü adına dikilen heykellerin yıkılması, Mitinya milli armasının yeniden kullanılmasını
ve bayraklardan Agonya sembolünün çıkarılması (s.73) biçimindeki talepler daha güçlü
bir biçimde gündeme taşınır. Neticede oyun
çatışmanın yoğunlaşmasıyla ulusal romantik
bir hava içerisinde sonlanır. Özcesi belirli bir
mekâna sıkışıp kalan oyun kişilerinin bir kısmı, hem bireysel hem de ulusal kimliklerini
inşa ettikleri bir sürecin sonunda mücadeleye
girişir. Bazıları ise bireysel zaaflarından, korkularından ya da Mitinya’nın kurtuluşuna
olan inançlarının zayıflığından dolayı Agonyalılara teslim olup direnişten vazgeçer. Neticede oyun, direnişi seçen kahramanların karakter boyutunu aşarak birer ulusal kahramana dönüşmeye başlaması ve Agonya işgaline
karşı oyuna da adını veren “Ayakta Durmak
İstiyorum” sözünü bir direniş sloganına dönüştürmesiyle kapanır. Elbette oyun kişilerinin teslim olanlar ile direnişi seçenler olarak
ikiye ayrılması, Mitinya’nın ulusal kurtuluş
mücadelesinin daha romantik ve epik bir
hüviyete bürünmesine zemin hazırlar. Nitekim oyun boyunca hamasi ve epik tiratlarla
kitleleri etkilemeye çalışan yazar, oyun kişileri
arasındaki bireysel duyguları da şiirsel bir
üslupla ulusal bir kahramanlık hikâyesine
eklemlemeyi başarır.
Sonuç
Tarık Buğra, edebiyatın Türkiye’nin
gerek iç gerekse dış dünyadaki gerilimlerden
epey etkilendiği, toplumsal yapının sağ-sol
ekseninde bölündüğü bir dönemde, Ayakta
Durmak İstiyorum adlı oyunu yazar. Böylesi
160
Fethi Demir
gergin ve tartışmalı bir dönemin ürünü olan
eserde, doğal olarak dönemin genel panoramasının izlerini görmek mümkündür. Başta
yazarın üslubu olmak üzere eserin içeriği ve
biçimi bu atmosfer bağlamında şekillenir.
Toplumcu-gerçekçi edebiyatın egemen olduğu bir dönemde, sağcı muhafazakâr bir bakış
açısıyla kaleme alınan bir eser üretme cesaretini gösteren Buğra, Macaristan’da 1956 yılında, Sovyetler Birliği’ne karşı halkın geliştirdiği ulusal kurtuluş mücadelesini çoğu zaman
tarihî gerçeklere bağlı kalarak anlatır. Yazar,
belgesel tiyatrodan da etkiler taşıyan oyunuyla, aslında Macaristan 1956 olayları üzerinden
Türkiye’deki sağ-sol çatışmalarına katılır. Bu
anlamda yüzü daha çok içeriye dönük olan
Buğra, Türkiye’deki sosyalizm tartışmalarına
muhalif bir perspektiften yaklaşır. Elbette
oyun etrafında büyük bir tartışma gerçekleşir,
kimilerine göre gerici bir oyun olarak değerlendirilen Ayakta Durmak İstiyorum kimi çevrelerce ise “hürriyete övgü” biçiminde karşılanır. Sonuçta gerek içinde yazıldığı dönem
gerek içerik ve biçim gerek sahneleme süreci
gerekse okurun/izleyicinin ilgisi bağlamında
tiyatro toplumbilimi için önemli doneler içerir. Oyun, tiyatro toplumbilimi bağlamında
incelendiğinde de özellikle 1960’lar Türkiye’sinin bir panoramasının izleri görülür.
Nitekim toplumsal bellekte büyük bir yarılmanın yaşandığı angaje bir politik atmosfer,
eserlerin içeriğinde öne çıkan toplumsal temalar, toplumcu gerçekçi sanatın yükselişi, okurun/izleyicinin hamasi, coşkulu ve propagandaya dayanan oyunlara duyduğu ilgi gibi
dönemin ruhunu yansıtan olgulara, tiyatro
toplumbilimi kriterleriyle yapılan analiz sonucunda ulaşılır.
KAYNAKÇA
And, M. (2012). Başlangıçdan 1983’e Türk Tiyatro Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları.
Bingöl, M. N. (1986). Tarık Buğra ile Sanatı ve
Sanat Dünyası Üzerine Sohbet, Türk
Edebiyatı Dergisi, 157, 42-45.
Buğra, T. (1979). Bütün Eserleri-3, Üç Oyun
(Ayakta Durmak İstiyorum, Akümülatörlü Radyo, Yüzlerce Çiçek Birden
Açtı), İstanbul: Ötüken Yayınları.
Buttanrı, M. (2011). Çeşitli Yönleriyle Tiyatro,
Eskişehir: Osmangazi Üniversitesi Basımevi.
Çapan, C. (2008). Değişen Tiyatro, İstanbul:
Mitos Boyut Yayınları.
Gülendam, R. (2000). Ölümünün 6. Yıldönümünde Tarık Buğra’nın Sanat Anlayışı, Dergâh Dergisi, S.121, s.22-23.
Kongar, E. (1980). Toplumbilim Açısından
Tiyatro, http://dergiler.ankara.edu.tr, 3343. (Erişim Tarihi:11.06.2016).
Korkmaz, R. (Ed.) (2011). Yeni Türk Edebiyatı
El Kitabı 1839-2000, Ankara: Grafiker
Yayınları. (Çalışmamızda; Osman
Gündüz’ün Cumhuriyet Dönemi
Türk Romanı, Ayşenur Külahlıoğlu
İslam’ın Cumhuriyet Dönemi Türk
Tiyatrosu ve Cafer Gariper’in Yenileşmenin Başlangıcı ve Öncüleri adlı
bölümlerden alıntılar yapılmıştır.)
Tuncer, H. (2001). Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatı-I, İstanbul: Ders Kitapları A.Ş.
Okay, O. (1982). Kısakürek Necip Fazıl, Türk
Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, 5, 329333.
Ongurlar, S. (1982). Tiyatro Toplum Biliminin
Temel Ögeleri, Bilim ve Sanat Dergisi,
21, 46-47.
Ortaylı, İ. (2007). Batılılaşma Yolunda, İstanbul:
Merkez Kitapları.
Tanpınar, A. H. (2006). 19. Asır Türk Edebiyatı
Tarihi, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Özlük, N. (2008). Tarık Buğra’nın Roman ve
Hikâyelerinde Anadolu’da Ekonomik
Durum, Türkiyat Araştırmaları Dergisi,
25, 129-150.
Download