eğitimde reform

advertisement
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
EĞİTİM BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ
EĞİTİM YÖNETİMİ ve POLİTİKASI ANABİLİM DALI
EĞİTİM EKONOMİSİ DOKTORA PROGRAMI
EĞİTİMDE REFORM
Doç. Dr. Hasan Hüseyin AKSOY
ŞİDDETSİZ İLETİŞİM
Hazırlayan:
Demet Uzuner
ANKARA–2008
2
GİRİŞ
Şiddetsiz iletişimi konu edecek olan bu yazıya başlarken sunuşunda yaşanılan
tartışmaları da içerir bir çerçeve çizmek önceliğinden hareket etmekteyim. Bu nedenle her ne
kadar yöntemsel olarak çok başvurulmaması gerektiğini düşündüğüm bir yol olsa da,
Rosenberg’in savunduğu
şiddetsiz iletişimin içeriğinin hangi zeminlerde kavranmaması
gerektiğini ifade ederek başlamak isterim. Böylelikle metni geliştirirken kendi sağlamasını
içinde barındıran bir yapıya kavuşmasının da
kolaylaşacağını düşündüm. Bu düzlemde
tartışmalardan edindiğim izlenimleri toparlayarak şiddetsiz iletişimin ne olmadığını ifade
etmek gerekirse:
1) Şiddetsiz iletişim insanlara başarının maiyetini sorgulamaksızın, daha başarılı iletişim
yolları öneren bireysel psikoloji odaklı bir yöntem değildir.
2) Şiddet, metinde geçtiği haliyle kavga dövüş öldürme saldırı gibi aşırı biçimlerde
ifadesini bulan bir kavram değildir.
3) Savunulan şiddetsizlik, safdillik misali insanların ensesine vur lokmasını al türünden
kişilere dönüştürüleceği bir toplumsal projenin parçası değildir.
4) Bu yaklaşım, tarihin, sosyal sınıfların ve ezilen katmanların mücadelesiyle devindiğini
kabul eden sınıfsalcı yaklaşıma cephe alarak, birbiriyle varoluşları gereği çatışkı
içinde olan sınıfları uzlaştırma arayışına girmiş reformist, iyimser, barışçıl bir
uyuşukluğu da temsil etmemektedir.
Yöntem incelendiğinde, Şiddetsiz İletişim’in yazarı Rosenberg’in sınıf mücadelesini
bireysel iletişim manzumeleriyle örtmeye çalışan bir gaflet sahibi olmadığı konusunda
inançtan öte verilerin
mevcut olduğu görülecektir ki bu da yazının asıl eksenini
oluşturmaktadır. Ancak şunu belirtmek gerekir: Şiddetsiz iletişim bir toplumsal yenileşmenin
aracı olabileceği kadar, salt bir yaşam dili olarak kullanıldığında pekala hayattaki gerçek
çelişkilerin üzerini örten, politik pasifizmi kamçılayan bir araca dönüşebilir. Aynı durum
sınıfsal analizi içerenler de dahil birçok yaklaşım için geçerli olabilir. Mesele kimler
tarafından ve hangi amaçlar doğrultusunda kullanıldığı noktasında kilitlenmektedir. Ancak
kuşkusuz iletişim aracının iletişimin kendisi üzerindeki etkilerini de gözardı etmemek
kaydıyla…
3
BAŞKA TÜRLÜ DÜŞÜNMEK
Başka türlü düşünme ve davranma biçimleri geliştirmemizi engelleyen ya da
güçleştiren
koşullar
içinde
yaşadığımız
doğrudur.
Lakin
başka
türlü
düşünüp
davranamayışımızın mevcut koşulları sürdürmekteki rolü üzerine daha az düşünürüz. Şayet
üstte ifade edildiği gibi bir eleştirel zeminden hareket ediyorsak böyle düşünmenin bizleri
sistem içine çekecek handikaplarla dolu olduğu korkusu çoğu zaman bu minvalde
söylenenleri çarçabuk bir ezbercilik içinde reddetmemize yol açarak, bir nevi haklılığımızı
kendimize ispat egzersizi gerçekleştirmemizi de sağlayabilir. Şiddeti ve şiddetsizliği alışık
olduğumuz biçimlerde düşündüğümüzde yazının buraya kadarki kısmının şiddet dolu
olmadığını iddia edemeyiz. Oysa başka türlü düşündüğümüzde durumun farklı olduğunu
görmek mümkündür. Bu noktada “şiddetli” iletişimin ne olduğunu açarak başlamak yerinde
olacaktır.
YABANCILAŞTIRAN İLETİŞİM
Sözcükler penceredir, ya da duvar olurlar
“Hayata yabancılaştıran iletişim hem hiyerarşik ve baskıcı toplum yapılarından beslenir hem
de bu yapıları destekler. Büyük çoğunluğun küçük bir çıkar grubu tarafından yönetildiği
yerlerde geniş kitlelerin boyun eğme zihniyetini aşılayan bir tarzda eğitilmesi, kralların,
çarların, asillerin vs. çok işine gelir. Yanlış bularak belirli davranışları zorunlu kılan dil bu
amaç için çok uygundur: İnsanlar yanlış ve doğru yargıları çerçevesinde düşünmek üzere ne
kadar fazla eğitilirse kendilerinden kopup dışa bakma ve kendilerine yanlışı, doğruyu, iyiyi,
kötüyü söyleyecek yetkilileri dinleme konusunda o kadar eğitilmiş olurlar. Biz insanlar
duygularımız ve ihtiyaçlarımızla bağlantıda olduğumuz müddetçe iyi köle ve ast
olamayız."(Rosenberg, 2004: 29)
1) Arzuları talepler olarak ifade etmek: Talep hangi şekilde ileri sürülürse sürülsün (açık
ya da üstü kapalı) iletilen kişiye buna uymadığı takdirde cezalandırılacağı ya da en
iyimser yanıyla ayıplanacağı tehdidini iletir. Özellikle güç odakları ve yetki sahibi
kişiler tarafından sıklıkla başvurulan bir yoldur. Konuşanın duygularının eşlik
etmediği istekler karşı taraf tarafından talep olarak algılanır.
2) Kimin neyi hak ettiğine dayalı düşünmek: Sözgelimi sınıf içi iletişimde de
öğretmenlerin yaygın olarak başvurduğu bu yol, bazı eylemlerin ödüle bazılarının da
cezaya layık olduğu kavramıyla ilişkilidir. Böylelikle otorite sahibi belirli davranışlar
4
içinde olan kişinin kötülüğüne hükmedip davranışlarını değiştirmesi yolunda
cezalandırılmasını öngörebilir.
3) Sorumluluktan kaçınmanın dili: Hayata yabancılaştıran dil, insanların kendi
eylemlerinden sorumlu oldukları gerçeğini gözardı etmelerini sağlar. Durumu
örneklemek gerekirse gündelik yaşamda sıklıkla başvurduğumuz başka seçenek
olmadığını ima eden ifadeleri ele alabiliriz. Oysa seçeneklerin varlığını kabul eden bir
dil de kullanabiliriz. Şiddetsiz iletişim seminerlerinden bir örnekle somutlayalım: Not
vermekten hoşlanmayan ancak kurallar gereği not veren bir öğretmenin “Kurallar
gereği not vermek zorundayım” ifadesi yerine “…..istediğim için not vermeyi tercih
ediyorum” şekline ifadesini değiştirmesi öneriliyor. Sonuçta “İşimi sürdürmek
istediğim için not vermeyi tercih ediyorum” ifadesi ortaya çıkıyor ancak bu durumda
da öğretmen tüm yaptıklarının sorumluluğunu üstlendiği için bu dili kullanmaktan
rahatsız olduğunu belirtiyor. Aslında şiddetsiz iletişimin hedeflediği tam da
sorumluluktan kaçmanın rahatlığıyla değiştirilmesi gereken ve rahatsızlık verse de
sorumluluğun üstlenildiği tutumlardır
Hakim iletişim biçimlerinin dönüşmesi, insanların dönüşmesi (elbette üretim ilişkilerinin
değişiminden ayrı ele alınmamaktadır ancak belirsiz bir yarına havale edilemeyecek kadar da
önemlidir.) olumludur ancak cezadan kaçmak için değil dönüşümün kendi yararlarına
olduğunu ve uğrunda mücadeleyi gerektirdiğini fark edebilmeleri bakımından. Hayata
yabancılaştıran iletişimin kökleri Marksist kuram çerçevesinden yaklaşıldığında, üretim
koşullarındaki yabancılaşmadan yani üretim araçlarının mülkiyetinin bireyselleşmesine
karşılık, üretimin toplumsallaşmasındaki çelişkiden kaynaklanmaktadır.
Rosenberg’in sorunsallaştırdığı yabancılaşmanın kaynakları üzerine ayrıca bir analizi
yoktur. Yazarın ifadesiyle “hayata yabancılaştıran iletişimin kökleri insan doğasında
yüzyıllardır etkisini sürdüren bakış açılarından kaynaklanır. Bu bakış açıları insanın içindeki
doğuştan gelen kötülükler ve eksiklikler üzerinde durur ve bu istenmeyen, sakıncalı kalıtımsal
yapının eğitimle terbiye edilmesi gerektiğini vurgular. Böyle bir eğitim, deneyimlediğimiz her
duygu ve ihtiyacı “acaba yanlış mı” diye sorgulamamıza neden olur. İçimizde olan bitenden
kendimizi koparmayı daha erken yaşlarda öğreniriz. (Rosenberg, 2004: 29)
Daha açık bir ifadeyle, şiddetsiz iletişim yaklaşımı tarihsel, maddeci analizler geliştirmekle ve
varolan şiddetin kaynağını bu düzlemde formüle etmekle ilgisi olmayan, bu nedenle altyapısal
çözümlemelere girmemiş ve devrimci dönüştürücülüğü hedeflemeyen bir yaklaşımdır, kendi
başına bir toplumsal kurtuluş formülü sunmamaktadır. Bu nedenle farklı zeminlerde ele
alınması, eleştirilmesi ve değerlendirilmesi gereklidir.
5
Yazara
göre,
hayata
yabancılaştıran
iletişim,
değer
ve
beklentilerimize
uygun
davranmayanları yanlış veya kötü olarak yargılamamıza neden olur ve kendi düşünce duygu
ve eylemlerimizden sorumlu olduğumuzu fark etmemizi güçleştiren bir içeriğe sahiptir.
Yabancılaşmanın dilini konuştuğumuz zaman başkalarının yanlışlarına ve kusurlarına
odaklanırız. Nadiren kendimize baktığımızdaysa yine kusur aramaya yöneliriz. “Dikkatimiz
kendimizin ve karşımızdakinin ihtiyaçlarına ve neyi elde edemediğine değil, sınıflandırmaya
ve kusur derecesini belirlemeye odaklanmıştır.”(Rosenberg, 2004,19) Sınıflandırarak
yargılamanın dili, bu dile maruz kalanlar açısından da yabancılaşmayı besleyen sonuçlar
doğurur. Bu dilin iklimindeki insanlar talepkar konumda olanın değer ve istekleri ile uyum
içinde davranmayı kabul etseler bile, kabulleri çoğunlukla korkuya, suçluluğa ya da utanca
dayalı olacaktır. Bu durum, baskı altına alınmaktır, uyum sağlayan nezdinde iyi niyeti azaltır
ve dolayısıyla uyumun bedeli onur kaybı, kızgınlık ve içerleme gibi duyguların oluşmasıyla
ödenir.
Rosenberg’in yaklaşımı özcü bir boyuta da sahiptir. Zira şiddetin karşısında
yeşertilmesini savunduğu şefkatin (compassion) aslında tüm insanların doğasında
varolduğunu savunmaktadır. İçinde yaşadığımız kültürler bize bu şefkati açığa çıkarmamayı
hayata yabancılaştıran yüzlerce yıllık deneyimlerle öğretmişlerdir.
İLK AŞAMA: Değerlendirmeden gözlemek
Şiddetsiz iletişimin ilk aşamasında gözlemler ve değerlendirmelerin ayrılması esastır. Bunu
yaparken tümüyle objektif kalıp değerlendirmeden kaçınan bir tutumu savunmaz. Kuşkusuz,
insanları ve davranışlarını yargıdan, eleştiriden uzak durarak yalnızca gözlemek çok güçtür.
Örnekle somutlayacak olursak: A. İşlerini son ana bırakır ifadesi yerine A. sadece sınavdan
önceki gece ders çalışır ya da B. çok kötü bir oyuncudur yerine B. 20 maçtır sayı yapamıyor
gibi…
Gözlemler değerlendirmelerle iç içe olduğunda karşımızdakilerin istediklerimize karşı koyma
eğilimini kışkırtmış oluruz.
İKİNCİ AŞAMA: Duyguları tanıma ve ifade etme
Gündelik dilde sık kullanılan kelime dağarcığına bakıldığında sıfat yakıştırma konusunda
daha çok kelime kullandığımız, öte yandan kendi durumumuzu tanımlayacak kelimelere daha
az yer verdiğimiz görülmektedir. Şiddetsiz iletişim duygularla ilgili kelime dağarcığını
güçlendirmek ve hassasiyetleri ifade etmenin yollarını geliştirmeyi savunur. Bunu yaparken
de gerçek duygularımızı ifade eden sözcüklerle ne olduğumuzu sandığımızı/düşündüğümüzü
6
ifade eden sözcüklerin birbirinden ayrılması gerektiğini savunur. “Darbuka çalmakta kendimi
yetersiz hissediyorum” yerine “Darbuka çalmayı denediğimde hayal kırıklığına uğruyorum”
ifadesini kullanmak gibi.
ÜÇÜNCÜ AŞAMA: Duyguların sorumluluğunu üstlenme
Duyguların kaynağını belirlemek şiddetsiz iletişimin bir diğer önemli adımıdır. Başkalarının
yaptıkları ya da söylediklerinden kaynaklandığını düşündüğümüz duygularımız aslında bizim
onları nasıl algılamayı seçtiğimizden o anki ihtiyaç ve beklentilerimizden kaynaklanır.
Dolayısıyla başkalarının yaptıkları ve söyledikleri duygularımızın sebebi değil ancak itici
gücü olabilir. Sözlü ya da sözsüz olumsuz mesajlarla karşılaştığımızda onları nasıl
alacağımıza dair dört seçenek bulunmaktadır.
-Kendimizi suçlamak: “Okulda kötü not aldığında annen baban üzülüyor” denen çocuğun
durumu. Çocuk anne babasının duygularından kendisini sorumlu hissetmekte ve suçluluk
duymaktadır. Bu durum olumlu gibi gözükse de bu doğrultuda davranış değişimine giden
çocuklar yürekten gelen bir istekle değil suçluluk duygusundan kurtulmak için bunu
yapmaktadır. Kalpten vermek ve suçluluk duygusuyla hareket etmek farklı şeylerdir ve eğitim
sistemimiz ve sınıf yönetimimiz öğrencilerle kurduğumuz ilişkide onlara suçluluk duygusu
yükleyerek bir şeyler yapmalarını sağlamak yönünde örgütlenmiştir. Suçluluk duygusuyla
toparlanmaya çalışan bireyler onlardan bunu talep edenleri hayatlarındaki yük olarak
algılamaya başlarlar. Bu bir tür duygusal kölelik durumudur.
-Başkalarını suçlamak: Olumsuz mesaja olumsuz yanıtlar vererek diyaloğu sonlandırmaktır.
-Kendi duygu ve ihtiyaçlarımızı sezmek: Dikkatin kendi duygu ve ihtiyaçlarımıza
odaklanmasıyla, incinmişlik duygumuzun, çabalarımızın takdir edilmesi ihtiyacından
kaynaklandığını bilince çıkarmamızdır.
-Başkalarının duygu ve ihtiyaçlarını sezmek: Mesajı ileten kişinin duygu ve ihtiyaçlarını
kendisine ifade ettiği şekliyle yeniden yansıtmak. “Tercihlerinin anlaşılmasına ihtiyacın
olduğu için mi incindin?” gibi…
İhtiyaçlarımızı ve duygularımızı açıkça ifade edip istemenin abes olarak görüldüğü çevrelerde
yaşıyoruz. İçinde bulunduğumuz formel ilişkiler ağı içtenliği bir kenara bırakarak bize
yapmanın, söylemenin ayrı düsturları olduğunu vaaz ediyor.
Toplumun ezilen katmanlarının önemli bir kesimi arasında kendi ihtiyaçlarına değer
atfetmeden yaşamak öğretisi hakim. Sözgelimi kadınlar başkalarının ihtiyaçlarıyla
ilgilenmenin temel görevleri olduğu anlayışıyla yetiştirildiklerinden, çoğunlukla kendi
ihtiyaçlarını göz ardı eden bir toplumsal varoluşa kavuşturulmuşlardır. İhtiyaçları olanı
7
istemekten korkarak yaşamışladır zira korkutulmuşlar ve bunu yaptıklarında kendilerini bencil
ya da suçlu hissetmelerini sağlayan sosyal ilişkiler içinde yetişmişlerdir. Dolayısıyla
ihtiyaçlarını ifade etmek yerine şikayetlenmek ya da imalarda bulunmaya eğilimlidirler.
Toplumda “kadın dırdırı” olarak cinsiyetçi yargılarla yaftalanan durum çoğunluk bunun
ifadesi olsa gerektir.
Şiddetsiz iletişim duygusal sorumluluğu geliştirme sürecinin önemine işaret ederken bunu
başarmaya doğru ilerleyen insanların üç evreden geçtiğini gözlemlemiştir (Rosenberg, 2004:
78)
-“Duygusal kölelik”, başkalarının duygularından sorumlu olduğunu hissetmek
-“Tatsız evre” Başkalarının ihtiyaçlarını ya da isteklerini önemsediğimizi itiraf etmeyi
reddettiğimiz dönem
-“Duygusal Özgürlük” Başkalarının değil ama kendi duygularımızın tüm sorumluluğunu
üstlenirken, bir yandan da kendi ihtiyaçlarımızı hiçbir zaman başkaları pahasına tatmin
edemeyeceğimizi bildiğimiz dönem.
DÖRDÜNCÜ AŞAMA: Hayatı zenginleştirecek olanı isteme
Şiddetsiz iletişimin ilk üç öğesi olan neler gözlemlediğimiz, neler hissettiğimiz ve
nelere ihtiyaç duyduğumuzu suçlamalardan ve tanımlamalardan uzak bir şekilde
ifadelendirmek oldu. Son aşamada ise hayatı zenginleştirmek için başkalarından nelerin nasıl
istenebileceği konusu çözümleniyor. Bu noktada belirsiz dil kullanımının içsel karmaşaya yol
açtığını ve istekleri açık, olumlu, somut eylem diliyle belirtmenin gerçekte ne istediğimizi
ortaya koyduğuna değiniliyor. Öğrenilmiş çaresizlik kavramına da referansla ifade etmek
gerekirse insanların büyük bir çoğunluğuna istediğini almak öğretilmemiş tersine kırıntılarla
yetinmenin kültürü aşılanmıştır. Oysa konu toplumun değerleri doğrultusunda iyi birer anne
baba öğrenci vs. olmaya geldiğinde, öğretilerin bolluğu dikkati çeker.
Bir öğretmenin sınıfında öğrencilerin kendilerini rahat hissetmeleri için kullandığı,
özgürleşme çağrısını ele alacak olursak: “Bana kendinizi rahatça, özgürce ifade etmenizi
istiyorum” Bu ifade öğretmenin arzusunu bildirir ama öğrencilere kendilerini özgür
hissetmeleri için neler yapabilecekleri konusunda fikir vermez. Bunun yerine önerilen ifade:
“Bana yanımda kendinizi özgürce ifade etmenizi kolaylaştırmak için neler yapabileceğimi
söylemenizi istiyorum”. Bu ifade çok daha net ve olumlu bir mesajı içermektedir.
Bilinçli isteklerde bulunmakta şiddetsiz iletişim için şartlardan birisidir. “Çoğu zaman
konuşurken ne istediğimizin farkında değilizdir. Başkalarıyla nasıl diyaloğa gireceğimizi
bilmeden onlara ya da onlarla konuşuruz. Karşımızdakinin varlığını bir çöp kutusu gibi
8
kullanıp sözcükler atarız. Böyle durumlarda dinleyici konuşanın sözcüklerinde açık bir istek
görmediğinden, bir sıkıntı yaşayabilir.” 93 Amaç dürüstlük ve duygudaşlık üzerine kurulmuş
ilişkiler geliştirmek olduğunda, istekte bulunurken amacın tanımlanması önemlidir ve
kuşkusuz bu durum amacın bilincinde olmayı gerektirir. Şiddetsiz iletişimin amacı insanları
kendi isteklerimize biat eden ölülere dönüştürmek değil, dürüstlük ve duygudaşlık içinde
zamanla herkesin ihtiyaçlarını ifade edebildiği ve karşılayabildiği ilişkiler kurmaktır.
Rosenberg bu iletişimi belirli koşullarda geçerli olabilecek bir dizi formül olarak ya da yeni
bir keşif olarak sunmamaktadır. Şiddetsiz iletişimi seziş yoluyla hiç formüle etmeden
uygulayan birçok insanın varlığından da esin almaktadır. Şiddetsiz kelimesini Gandhi’nin
kullandığı anlamıyla “yüreğimizdeki şiddet dindiği zaman, doğal şefkatimize kavuştuğumuz
durumu anlatmak için” kullanmıştır (Rosenberg, 2004: 3).
Sonuç yerine: Bir Değişim Yönelimi Olarak İletişimsel Ortamın Yeniden Düzenlenmesi
Şiddetsiz İletişim yazı kapsamında ana hatlarıyla ifade edilmeye çalışılmıştır ancak bir
yazı çerçevesinde kalan ifadesinin son derece cılız olduğu ve mekanik algılara meydan
verebileceği belirtilmelidir. Bu nedenle, yazar kitabı ifadesel alıştırmalarla doldurmuş ve grup
çalışmalarıyla da desteklemiştir. Yazının başındaki argümanlar yeniden düşünülecek olursa,
şiddetsiz iletişim yönteminin son derece yapısal-tarihsel süreçlere dayanan toplumdaki ezmeezilme ilişkilerine çözüm olabilecek bir sihirli değnek olarak anlaşılmaması gerektiği açıktır.
Bu nedenle yapısal-sistemli bir dönüşümü değil, iletişimsel ortamı yeniden düzenleyerek üstyapısal bir değişimi öngördüğünden söz edebiliriz. Bu tarz yönelimlerin farklı amaçları
olabilir. Daha köklü tarihsel toplumsal çelişkilerin üzerini örtmek ve aldatıcı, diyalogcu bir
manzara yaratarak üst sınıfların hegemonik gücünü pekiştiren planın bir parçası
kılınabilecekleri gibi ezilenlerin birbirine düşürülmüş katmanlarının birbiri ile iletişim
kurmasını sağlayarak daha topyekün bir değişim projesinin adımını da teşkil edebilirler.
Yahut tüm bunların dışında küçük bir sınıfta ya da örgütte insanların birbirleriyle olan
sorunlarını çözmek odaklı bir yaklaşım olarak kullanılabilirler ki yazar bunu da pürüzleri
gidererek sistemi ferahlatmak olarak nitelemiştir (cleaning up the mess).
İletişim ortamının ihtiyaçların ifadesini geri plana itmeden, bir arada durmanın
(kolektivite) kültürünü yeşertmek üzere yeniden düzenlenmesi, yarattığımız dilsel ortamın
elvereceği dönüşümlere kendimizi açık etmememizi sağlayabilir.
“Gadamer bir fail olarak kendi hakkımızdaki günlük araçsal duygudan sıyrılıp, bu görüşe
nasıl kapılıp gittiğimizi anlatır. Tıpkı protestocuların yarattıkları dünya tarafından değiştirilip
dönüştürülebilmeleri gibi sanat eserinin dünyasında kaybolduğumuzda, farklı insanlar oluruz.
9
Gadamer’e göre oyun, dans gibi bizi içine alıp sürükleyen ve zihnimizi tamamen meşgul eden
bir faaliyettir. Kendi kuralları ve gerçekleri olduğundan, alışılmış öznelliğimizden sıyrılıp,
başka bir şeyin parçası olarak kendimizi oyunda “kaybedebiliriz”. Oyunlar ve dans,
oynamadığımız ve dans etmediğimiz zaman var olmazlar ve bir süre için kendimizi oyuncu ya
da dansçı rolüne kaptırırız” (Jasper, 2002: 332)
Dilsel ortam da Gadamer’in sözünü ettiği oyunsal ortama benzetilebilir. İnsan inşasıyla, kültür
ve tarih içinde oluşturulan, içine alan, sürükleyen, insanı dönüştüren ve insanın yeniden
düzenlemesine ya da kendini içinde kaybedebilmesine açık olan çok seçenekli bir ortam.
İletişim
diline
kullanılmadığında
gösterilecek
kendimizi
hassasiyet
kendi
başka
duyarlılıkların
tarihsel-toplumsal
üzerini
örtmek
için
konumlanmışlığımızdan
uzaklaştırmamıza da neden olmayacaktır: “İnsanların, belli sınırlar dahilinde, kendilerini
oluşturan şeyin bir kısmını oluşturabilmeleri tam da tarihselliklerinin bir belirtisidir, yalnızca
emek verebilen, dilsel bir yaratık açısından olanaklı bir varlık kipidir”(Eagleton, 1999: 52)
10
KAYNAKÇA:
Eagleton, T. (1999) Postmodernizmin Yanılsamaları Çev.M.Küçük İstanbul: Ayrıntı Yayınevi
Jasper, J.M. (2002) Ahlaki Protesto Sanatı Toplumsal hareketlerde kültür, biyografi ve
yaratıcılık. Çev.Senem Öner. İstanbul: Ayrıntı Yayınevi
Rosenberg, M. (2004) Şiddetsiz İletişim Bir Yaşam Dili Çev.G. Şen, M. Tuna İstanbul: Sistem
Yayıncılık
11
Download