T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ EĞİTİM BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ EĞİTİM YÖNETİMİ ve POLİTİKASI ANABİLİM DALI EĞİTİM EKONOMİSİ DOKTORA PROGRAMI EĞİTİMDE REFORM Doç. Dr. Hasan Hüseyin AKSOY ŞİDDETSİZ İLETİŞİM Hazırlayan: Demet Uzuner ANKARA–2008 2 GİRİŞ Şiddetsiz iletişimi konu edecek olan bu yazıya başlarken sunuşunda yaşanılan tartışmaları da içerir bir çerçeve çizmek önceliğinden hareket etmekteyim. Bu nedenle her ne kadar yöntemsel olarak çok başvurulmaması gerektiğini düşündüğüm bir yol olsa da, Rosenberg’in savunduğu şiddetsiz iletişimin içeriğinin hangi zeminlerde kavranmaması gerektiğini ifade ederek başlamak isterim. Böylelikle metni geliştirirken kendi sağlamasını içinde barındıran bir yapıya kavuşmasının da kolaylaşacağını düşündüm. Bu düzlemde tartışmalardan edindiğim izlenimleri toparlayarak şiddetsiz iletişimin ne olmadığını ifade etmek gerekirse: 1) Şiddetsiz iletişim insanlara başarının maiyetini sorgulamaksızın, daha başarılı iletişim yolları öneren bireysel psikoloji odaklı bir yöntem değildir. 2) Şiddet, metinde geçtiği haliyle kavga dövüş öldürme saldırı gibi aşırı biçimlerde ifadesini bulan bir kavram değildir. 3) Savunulan şiddetsizlik, safdillik misali insanların ensesine vur lokmasını al türünden kişilere dönüştürüleceği bir toplumsal projenin parçası değildir. 4) Bu yaklaşım, tarihin, sosyal sınıfların ve ezilen katmanların mücadelesiyle devindiğini kabul eden sınıfsalcı yaklaşıma cephe alarak, birbiriyle varoluşları gereği çatışkı içinde olan sınıfları uzlaştırma arayışına girmiş reformist, iyimser, barışçıl bir uyuşukluğu da temsil etmemektedir. Yöntem incelendiğinde, Şiddetsiz İletişim’in yazarı Rosenberg’in sınıf mücadelesini bireysel iletişim manzumeleriyle örtmeye çalışan bir gaflet sahibi olmadığı konusunda inançtan öte verilerin mevcut olduğu görülecektir ki bu da yazının asıl eksenini oluşturmaktadır. Ancak şunu belirtmek gerekir: Şiddetsiz iletişim bir toplumsal yenileşmenin aracı olabileceği kadar, salt bir yaşam dili olarak kullanıldığında pekala hayattaki gerçek çelişkilerin üzerini örten, politik pasifizmi kamçılayan bir araca dönüşebilir. Aynı durum sınıfsal analizi içerenler de dahil birçok yaklaşım için geçerli olabilir. Mesele kimler tarafından ve hangi amaçlar doğrultusunda kullanıldığı noktasında kilitlenmektedir. Ancak kuşkusuz iletişim aracının iletişimin kendisi üzerindeki etkilerini de gözardı etmemek kaydıyla… 3 BAŞKA TÜRLÜ DÜŞÜNMEK Başka türlü düşünme ve davranma biçimleri geliştirmemizi engelleyen ya da güçleştiren koşullar içinde yaşadığımız doğrudur. Lakin başka türlü düşünüp davranamayışımızın mevcut koşulları sürdürmekteki rolü üzerine daha az düşünürüz. Şayet üstte ifade edildiği gibi bir eleştirel zeminden hareket ediyorsak böyle düşünmenin bizleri sistem içine çekecek handikaplarla dolu olduğu korkusu çoğu zaman bu minvalde söylenenleri çarçabuk bir ezbercilik içinde reddetmemize yol açarak, bir nevi haklılığımızı kendimize ispat egzersizi gerçekleştirmemizi de sağlayabilir. Şiddeti ve şiddetsizliği alışık olduğumuz biçimlerde düşündüğümüzde yazının buraya kadarki kısmının şiddet dolu olmadığını iddia edemeyiz. Oysa başka türlü düşündüğümüzde durumun farklı olduğunu görmek mümkündür. Bu noktada “şiddetli” iletişimin ne olduğunu açarak başlamak yerinde olacaktır. YABANCILAŞTIRAN İLETİŞİM Sözcükler penceredir, ya da duvar olurlar “Hayata yabancılaştıran iletişim hem hiyerarşik ve baskıcı toplum yapılarından beslenir hem de bu yapıları destekler. Büyük çoğunluğun küçük bir çıkar grubu tarafından yönetildiği yerlerde geniş kitlelerin boyun eğme zihniyetini aşılayan bir tarzda eğitilmesi, kralların, çarların, asillerin vs. çok işine gelir. Yanlış bularak belirli davranışları zorunlu kılan dil bu amaç için çok uygundur: İnsanlar yanlış ve doğru yargıları çerçevesinde düşünmek üzere ne kadar fazla eğitilirse kendilerinden kopup dışa bakma ve kendilerine yanlışı, doğruyu, iyiyi, kötüyü söyleyecek yetkilileri dinleme konusunda o kadar eğitilmiş olurlar. Biz insanlar duygularımız ve ihtiyaçlarımızla bağlantıda olduğumuz müddetçe iyi köle ve ast olamayız."(Rosenberg, 2004: 29) 1) Arzuları talepler olarak ifade etmek: Talep hangi şekilde ileri sürülürse sürülsün (açık ya da üstü kapalı) iletilen kişiye buna uymadığı takdirde cezalandırılacağı ya da en iyimser yanıyla ayıplanacağı tehdidini iletir. Özellikle güç odakları ve yetki sahibi kişiler tarafından sıklıkla başvurulan bir yoldur. Konuşanın duygularının eşlik etmediği istekler karşı taraf tarafından talep olarak algılanır. 2) Kimin neyi hak ettiğine dayalı düşünmek: Sözgelimi sınıf içi iletişimde de öğretmenlerin yaygın olarak başvurduğu bu yol, bazı eylemlerin ödüle bazılarının da cezaya layık olduğu kavramıyla ilişkilidir. Böylelikle otorite sahibi belirli davranışlar 4 içinde olan kişinin kötülüğüne hükmedip davranışlarını değiştirmesi yolunda cezalandırılmasını öngörebilir. 3) Sorumluluktan kaçınmanın dili: Hayata yabancılaştıran dil, insanların kendi eylemlerinden sorumlu oldukları gerçeğini gözardı etmelerini sağlar. Durumu örneklemek gerekirse gündelik yaşamda sıklıkla başvurduğumuz başka seçenek olmadığını ima eden ifadeleri ele alabiliriz. Oysa seçeneklerin varlığını kabul eden bir dil de kullanabiliriz. Şiddetsiz iletişim seminerlerinden bir örnekle somutlayalım: Not vermekten hoşlanmayan ancak kurallar gereği not veren bir öğretmenin “Kurallar gereği not vermek zorundayım” ifadesi yerine “…..istediğim için not vermeyi tercih ediyorum” şekline ifadesini değiştirmesi öneriliyor. Sonuçta “İşimi sürdürmek istediğim için not vermeyi tercih ediyorum” ifadesi ortaya çıkıyor ancak bu durumda da öğretmen tüm yaptıklarının sorumluluğunu üstlendiği için bu dili kullanmaktan rahatsız olduğunu belirtiyor. Aslında şiddetsiz iletişimin hedeflediği tam da sorumluluktan kaçmanın rahatlığıyla değiştirilmesi gereken ve rahatsızlık verse de sorumluluğun üstlenildiği tutumlardır Hakim iletişim biçimlerinin dönüşmesi, insanların dönüşmesi (elbette üretim ilişkilerinin değişiminden ayrı ele alınmamaktadır ancak belirsiz bir yarına havale edilemeyecek kadar da önemlidir.) olumludur ancak cezadan kaçmak için değil dönüşümün kendi yararlarına olduğunu ve uğrunda mücadeleyi gerektirdiğini fark edebilmeleri bakımından. Hayata yabancılaştıran iletişimin kökleri Marksist kuram çerçevesinden yaklaşıldığında, üretim koşullarındaki yabancılaşmadan yani üretim araçlarının mülkiyetinin bireyselleşmesine karşılık, üretimin toplumsallaşmasındaki çelişkiden kaynaklanmaktadır. Rosenberg’in sorunsallaştırdığı yabancılaşmanın kaynakları üzerine ayrıca bir analizi yoktur. Yazarın ifadesiyle “hayata yabancılaştıran iletişimin kökleri insan doğasında yüzyıllardır etkisini sürdüren bakış açılarından kaynaklanır. Bu bakış açıları insanın içindeki doğuştan gelen kötülükler ve eksiklikler üzerinde durur ve bu istenmeyen, sakıncalı kalıtımsal yapının eğitimle terbiye edilmesi gerektiğini vurgular. Böyle bir eğitim, deneyimlediğimiz her duygu ve ihtiyacı “acaba yanlış mı” diye sorgulamamıza neden olur. İçimizde olan bitenden kendimizi koparmayı daha erken yaşlarda öğreniriz. (Rosenberg, 2004: 29) Daha açık bir ifadeyle, şiddetsiz iletişim yaklaşımı tarihsel, maddeci analizler geliştirmekle ve varolan şiddetin kaynağını bu düzlemde formüle etmekle ilgisi olmayan, bu nedenle altyapısal çözümlemelere girmemiş ve devrimci dönüştürücülüğü hedeflemeyen bir yaklaşımdır, kendi başına bir toplumsal kurtuluş formülü sunmamaktadır. Bu nedenle farklı zeminlerde ele alınması, eleştirilmesi ve değerlendirilmesi gereklidir. 5 Yazara göre, hayata yabancılaştıran iletişim, değer ve beklentilerimize uygun davranmayanları yanlış veya kötü olarak yargılamamıza neden olur ve kendi düşünce duygu ve eylemlerimizden sorumlu olduğumuzu fark etmemizi güçleştiren bir içeriğe sahiptir. Yabancılaşmanın dilini konuştuğumuz zaman başkalarının yanlışlarına ve kusurlarına odaklanırız. Nadiren kendimize baktığımızdaysa yine kusur aramaya yöneliriz. “Dikkatimiz kendimizin ve karşımızdakinin ihtiyaçlarına ve neyi elde edemediğine değil, sınıflandırmaya ve kusur derecesini belirlemeye odaklanmıştır.”(Rosenberg, 2004,19) Sınıflandırarak yargılamanın dili, bu dile maruz kalanlar açısından da yabancılaşmayı besleyen sonuçlar doğurur. Bu dilin iklimindeki insanlar talepkar konumda olanın değer ve istekleri ile uyum içinde davranmayı kabul etseler bile, kabulleri çoğunlukla korkuya, suçluluğa ya da utanca dayalı olacaktır. Bu durum, baskı altına alınmaktır, uyum sağlayan nezdinde iyi niyeti azaltır ve dolayısıyla uyumun bedeli onur kaybı, kızgınlık ve içerleme gibi duyguların oluşmasıyla ödenir. Rosenberg’in yaklaşımı özcü bir boyuta da sahiptir. Zira şiddetin karşısında yeşertilmesini savunduğu şefkatin (compassion) aslında tüm insanların doğasında varolduğunu savunmaktadır. İçinde yaşadığımız kültürler bize bu şefkati açığa çıkarmamayı hayata yabancılaştıran yüzlerce yıllık deneyimlerle öğretmişlerdir. İLK AŞAMA: Değerlendirmeden gözlemek Şiddetsiz iletişimin ilk aşamasında gözlemler ve değerlendirmelerin ayrılması esastır. Bunu yaparken tümüyle objektif kalıp değerlendirmeden kaçınan bir tutumu savunmaz. Kuşkusuz, insanları ve davranışlarını yargıdan, eleştiriden uzak durarak yalnızca gözlemek çok güçtür. Örnekle somutlayacak olursak: A. İşlerini son ana bırakır ifadesi yerine A. sadece sınavdan önceki gece ders çalışır ya da B. çok kötü bir oyuncudur yerine B. 20 maçtır sayı yapamıyor gibi… Gözlemler değerlendirmelerle iç içe olduğunda karşımızdakilerin istediklerimize karşı koyma eğilimini kışkırtmış oluruz. İKİNCİ AŞAMA: Duyguları tanıma ve ifade etme Gündelik dilde sık kullanılan kelime dağarcığına bakıldığında sıfat yakıştırma konusunda daha çok kelime kullandığımız, öte yandan kendi durumumuzu tanımlayacak kelimelere daha az yer verdiğimiz görülmektedir. Şiddetsiz iletişim duygularla ilgili kelime dağarcığını güçlendirmek ve hassasiyetleri ifade etmenin yollarını geliştirmeyi savunur. Bunu yaparken de gerçek duygularımızı ifade eden sözcüklerle ne olduğumuzu sandığımızı/düşündüğümüzü 6 ifade eden sözcüklerin birbirinden ayrılması gerektiğini savunur. “Darbuka çalmakta kendimi yetersiz hissediyorum” yerine “Darbuka çalmayı denediğimde hayal kırıklığına uğruyorum” ifadesini kullanmak gibi. ÜÇÜNCÜ AŞAMA: Duyguların sorumluluğunu üstlenme Duyguların kaynağını belirlemek şiddetsiz iletişimin bir diğer önemli adımıdır. Başkalarının yaptıkları ya da söylediklerinden kaynaklandığını düşündüğümüz duygularımız aslında bizim onları nasıl algılamayı seçtiğimizden o anki ihtiyaç ve beklentilerimizden kaynaklanır. Dolayısıyla başkalarının yaptıkları ve söyledikleri duygularımızın sebebi değil ancak itici gücü olabilir. Sözlü ya da sözsüz olumsuz mesajlarla karşılaştığımızda onları nasıl alacağımıza dair dört seçenek bulunmaktadır. -Kendimizi suçlamak: “Okulda kötü not aldığında annen baban üzülüyor” denen çocuğun durumu. Çocuk anne babasının duygularından kendisini sorumlu hissetmekte ve suçluluk duymaktadır. Bu durum olumlu gibi gözükse de bu doğrultuda davranış değişimine giden çocuklar yürekten gelen bir istekle değil suçluluk duygusundan kurtulmak için bunu yapmaktadır. Kalpten vermek ve suçluluk duygusuyla hareket etmek farklı şeylerdir ve eğitim sistemimiz ve sınıf yönetimimiz öğrencilerle kurduğumuz ilişkide onlara suçluluk duygusu yükleyerek bir şeyler yapmalarını sağlamak yönünde örgütlenmiştir. Suçluluk duygusuyla toparlanmaya çalışan bireyler onlardan bunu talep edenleri hayatlarındaki yük olarak algılamaya başlarlar. Bu bir tür duygusal kölelik durumudur. -Başkalarını suçlamak: Olumsuz mesaja olumsuz yanıtlar vererek diyaloğu sonlandırmaktır. -Kendi duygu ve ihtiyaçlarımızı sezmek: Dikkatin kendi duygu ve ihtiyaçlarımıza odaklanmasıyla, incinmişlik duygumuzun, çabalarımızın takdir edilmesi ihtiyacından kaynaklandığını bilince çıkarmamızdır. -Başkalarının duygu ve ihtiyaçlarını sezmek: Mesajı ileten kişinin duygu ve ihtiyaçlarını kendisine ifade ettiği şekliyle yeniden yansıtmak. “Tercihlerinin anlaşılmasına ihtiyacın olduğu için mi incindin?” gibi… İhtiyaçlarımızı ve duygularımızı açıkça ifade edip istemenin abes olarak görüldüğü çevrelerde yaşıyoruz. İçinde bulunduğumuz formel ilişkiler ağı içtenliği bir kenara bırakarak bize yapmanın, söylemenin ayrı düsturları olduğunu vaaz ediyor. Toplumun ezilen katmanlarının önemli bir kesimi arasında kendi ihtiyaçlarına değer atfetmeden yaşamak öğretisi hakim. Sözgelimi kadınlar başkalarının ihtiyaçlarıyla ilgilenmenin temel görevleri olduğu anlayışıyla yetiştirildiklerinden, çoğunlukla kendi ihtiyaçlarını göz ardı eden bir toplumsal varoluşa kavuşturulmuşlardır. İhtiyaçları olanı 7 istemekten korkarak yaşamışladır zira korkutulmuşlar ve bunu yaptıklarında kendilerini bencil ya da suçlu hissetmelerini sağlayan sosyal ilişkiler içinde yetişmişlerdir. Dolayısıyla ihtiyaçlarını ifade etmek yerine şikayetlenmek ya da imalarda bulunmaya eğilimlidirler. Toplumda “kadın dırdırı” olarak cinsiyetçi yargılarla yaftalanan durum çoğunluk bunun ifadesi olsa gerektir. Şiddetsiz iletişim duygusal sorumluluğu geliştirme sürecinin önemine işaret ederken bunu başarmaya doğru ilerleyen insanların üç evreden geçtiğini gözlemlemiştir (Rosenberg, 2004: 78) -“Duygusal kölelik”, başkalarının duygularından sorumlu olduğunu hissetmek -“Tatsız evre” Başkalarının ihtiyaçlarını ya da isteklerini önemsediğimizi itiraf etmeyi reddettiğimiz dönem -“Duygusal Özgürlük” Başkalarının değil ama kendi duygularımızın tüm sorumluluğunu üstlenirken, bir yandan da kendi ihtiyaçlarımızı hiçbir zaman başkaları pahasına tatmin edemeyeceğimizi bildiğimiz dönem. DÖRDÜNCÜ AŞAMA: Hayatı zenginleştirecek olanı isteme Şiddetsiz iletişimin ilk üç öğesi olan neler gözlemlediğimiz, neler hissettiğimiz ve nelere ihtiyaç duyduğumuzu suçlamalardan ve tanımlamalardan uzak bir şekilde ifadelendirmek oldu. Son aşamada ise hayatı zenginleştirmek için başkalarından nelerin nasıl istenebileceği konusu çözümleniyor. Bu noktada belirsiz dil kullanımının içsel karmaşaya yol açtığını ve istekleri açık, olumlu, somut eylem diliyle belirtmenin gerçekte ne istediğimizi ortaya koyduğuna değiniliyor. Öğrenilmiş çaresizlik kavramına da referansla ifade etmek gerekirse insanların büyük bir çoğunluğuna istediğini almak öğretilmemiş tersine kırıntılarla yetinmenin kültürü aşılanmıştır. Oysa konu toplumun değerleri doğrultusunda iyi birer anne baba öğrenci vs. olmaya geldiğinde, öğretilerin bolluğu dikkati çeker. Bir öğretmenin sınıfında öğrencilerin kendilerini rahat hissetmeleri için kullandığı, özgürleşme çağrısını ele alacak olursak: “Bana kendinizi rahatça, özgürce ifade etmenizi istiyorum” Bu ifade öğretmenin arzusunu bildirir ama öğrencilere kendilerini özgür hissetmeleri için neler yapabilecekleri konusunda fikir vermez. Bunun yerine önerilen ifade: “Bana yanımda kendinizi özgürce ifade etmenizi kolaylaştırmak için neler yapabileceğimi söylemenizi istiyorum”. Bu ifade çok daha net ve olumlu bir mesajı içermektedir. Bilinçli isteklerde bulunmakta şiddetsiz iletişim için şartlardan birisidir. “Çoğu zaman konuşurken ne istediğimizin farkında değilizdir. Başkalarıyla nasıl diyaloğa gireceğimizi bilmeden onlara ya da onlarla konuşuruz. Karşımızdakinin varlığını bir çöp kutusu gibi 8 kullanıp sözcükler atarız. Böyle durumlarda dinleyici konuşanın sözcüklerinde açık bir istek görmediğinden, bir sıkıntı yaşayabilir.” 93 Amaç dürüstlük ve duygudaşlık üzerine kurulmuş ilişkiler geliştirmek olduğunda, istekte bulunurken amacın tanımlanması önemlidir ve kuşkusuz bu durum amacın bilincinde olmayı gerektirir. Şiddetsiz iletişimin amacı insanları kendi isteklerimize biat eden ölülere dönüştürmek değil, dürüstlük ve duygudaşlık içinde zamanla herkesin ihtiyaçlarını ifade edebildiği ve karşılayabildiği ilişkiler kurmaktır. Rosenberg bu iletişimi belirli koşullarda geçerli olabilecek bir dizi formül olarak ya da yeni bir keşif olarak sunmamaktadır. Şiddetsiz iletişimi seziş yoluyla hiç formüle etmeden uygulayan birçok insanın varlığından da esin almaktadır. Şiddetsiz kelimesini Gandhi’nin kullandığı anlamıyla “yüreğimizdeki şiddet dindiği zaman, doğal şefkatimize kavuştuğumuz durumu anlatmak için” kullanmıştır (Rosenberg, 2004: 3). Sonuç yerine: Bir Değişim Yönelimi Olarak İletişimsel Ortamın Yeniden Düzenlenmesi Şiddetsiz İletişim yazı kapsamında ana hatlarıyla ifade edilmeye çalışılmıştır ancak bir yazı çerçevesinde kalan ifadesinin son derece cılız olduğu ve mekanik algılara meydan verebileceği belirtilmelidir. Bu nedenle, yazar kitabı ifadesel alıştırmalarla doldurmuş ve grup çalışmalarıyla da desteklemiştir. Yazının başındaki argümanlar yeniden düşünülecek olursa, şiddetsiz iletişim yönteminin son derece yapısal-tarihsel süreçlere dayanan toplumdaki ezmeezilme ilişkilerine çözüm olabilecek bir sihirli değnek olarak anlaşılmaması gerektiği açıktır. Bu nedenle yapısal-sistemli bir dönüşümü değil, iletişimsel ortamı yeniden düzenleyerek üstyapısal bir değişimi öngördüğünden söz edebiliriz. Bu tarz yönelimlerin farklı amaçları olabilir. Daha köklü tarihsel toplumsal çelişkilerin üzerini örtmek ve aldatıcı, diyalogcu bir manzara yaratarak üst sınıfların hegemonik gücünü pekiştiren planın bir parçası kılınabilecekleri gibi ezilenlerin birbirine düşürülmüş katmanlarının birbiri ile iletişim kurmasını sağlayarak daha topyekün bir değişim projesinin adımını da teşkil edebilirler. Yahut tüm bunların dışında küçük bir sınıfta ya da örgütte insanların birbirleriyle olan sorunlarını çözmek odaklı bir yaklaşım olarak kullanılabilirler ki yazar bunu da pürüzleri gidererek sistemi ferahlatmak olarak nitelemiştir (cleaning up the mess). İletişim ortamının ihtiyaçların ifadesini geri plana itmeden, bir arada durmanın (kolektivite) kültürünü yeşertmek üzere yeniden düzenlenmesi, yarattığımız dilsel ortamın elvereceği dönüşümlere kendimizi açık etmememizi sağlayabilir. “Gadamer bir fail olarak kendi hakkımızdaki günlük araçsal duygudan sıyrılıp, bu görüşe nasıl kapılıp gittiğimizi anlatır. Tıpkı protestocuların yarattıkları dünya tarafından değiştirilip dönüştürülebilmeleri gibi sanat eserinin dünyasında kaybolduğumuzda, farklı insanlar oluruz. 9 Gadamer’e göre oyun, dans gibi bizi içine alıp sürükleyen ve zihnimizi tamamen meşgul eden bir faaliyettir. Kendi kuralları ve gerçekleri olduğundan, alışılmış öznelliğimizden sıyrılıp, başka bir şeyin parçası olarak kendimizi oyunda “kaybedebiliriz”. Oyunlar ve dans, oynamadığımız ve dans etmediğimiz zaman var olmazlar ve bir süre için kendimizi oyuncu ya da dansçı rolüne kaptırırız” (Jasper, 2002: 332) Dilsel ortam da Gadamer’in sözünü ettiği oyunsal ortama benzetilebilir. İnsan inşasıyla, kültür ve tarih içinde oluşturulan, içine alan, sürükleyen, insanı dönüştüren ve insanın yeniden düzenlemesine ya da kendini içinde kaybedebilmesine açık olan çok seçenekli bir ortam. İletişim diline kullanılmadığında gösterilecek kendimizi hassasiyet kendi başka duyarlılıkların tarihsel-toplumsal üzerini örtmek için konumlanmışlığımızdan uzaklaştırmamıza da neden olmayacaktır: “İnsanların, belli sınırlar dahilinde, kendilerini oluşturan şeyin bir kısmını oluşturabilmeleri tam da tarihselliklerinin bir belirtisidir, yalnızca emek verebilen, dilsel bir yaratık açısından olanaklı bir varlık kipidir”(Eagleton, 1999: 52) 10 KAYNAKÇA: Eagleton, T. (1999) Postmodernizmin Yanılsamaları Çev.M.Küçük İstanbul: Ayrıntı Yayınevi Jasper, J.M. (2002) Ahlaki Protesto Sanatı Toplumsal hareketlerde kültür, biyografi ve yaratıcılık. Çev.Senem Öner. İstanbul: Ayrıntı Yayınevi Rosenberg, M. (2004) Şiddetsiz İletişim Bir Yaşam Dili Çev.G. Şen, M. Tuna İstanbul: Sistem Yayıncılık 11