Türkiye Enerji Merkezi Olur mu?

advertisement
Türkiye Enerji Merkezi Olur mu?
Dr. Erdal Tanas Karagöl
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
ÖZET
Dünyanın en önemli petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip ülkeler ile önde gelen
üreticilerinin bir arada bulunduğu bölgeler olan Ortadoğu, Kafkasya ve Asya ile enerji
talep eden ülkelerin yer aldığı Avrupa arasında bir köprü pozisyonunda bulunan Türkiye,
talep ve arzın buluştuğu geçiş ülkesi olarak oluşan enerji koridorunda stratejik bir öneme
sahiptir. Enerjide büyük oranda dışa bağımlı bir yapısı olan Türkiye için enerji rezervlerine
ulaşım ve kaynak sahibi ülkeler ile ilişkiler önemli bir konu olarak ön plana çıkmaktadır.
Boru hattı projeleri, LNG taşımacılığı ve yenilenebilir enerjide yaşanan gelişmeler
nezdinde Türkiye, ekonomide büyük bir yük olan enerji ithalatını azaltmaya ve bu
bağımlılığı sahip stratejik konum bağlamında bir fırsata dönüştürmeye çalışmaktadır.
Avrupa’nın da Rusya’ya karşı enerjide olan bağımlılığını düşürmek istediği göz önüne
alındığında, Türkiye alternatif güzergahlar arasında ön plana çıkmaktadır. Enerjide en
uygun maliyetli boru hatlarının Türkiye üzerinden geçiyor oluşu Avrupa ülkeleri ile
Türkiye arasında enerji konusunda büyük bir potansiyelin oluşmasına neden olmaktadır.
Bu bağlamda önümüzdeki dönemde TANAP ile Azerbaycan’dan alınacak olan doğalgazın
yanı sıra Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Türkmenistan ve Doğu Akdeniz’deki enerji
kaynakları önemli rol oynayacaktır. Enerji faaliyetlerinde yürütülecek bu projeler ve
gelişmelerle Türkiye coğrafi konumunun getirdiği bu avantajı jeostratejik açıdan iyi
değerlendirerek enerjide merkez ülke konumuna ulaşacaktır.
Keywords: Enerji Piyasaları, TANAP, Enerjide Dışa Bağımlılık.
E. T. Karagöl
1. GİRİŞ
Asya ve Avrupa kıtaları arasında bulunan Türkiye, enerji kaynakları
bakımından dünyanın en kilit noktalarından birinde bulunmaktadır. Dünya enerji
rezervlerinin yüzde 70’inden fazlasına sahip Doğu ile dünyanın enerji
kaynaklarında en büyük talep piyasası olan Batı arasında yer alan Türkiye, enerji
kaynakları ticaretinde kritik bir konumda bulunmaktadır. 21. yüzyılda küreselleşen
Dünya’nın enerji kaynaklarına duyduğu ihtiyaç sürekli artmakta ve bu bağlamda
Türkiye’nin enerji kaynakları piyasasındaki konumu da daha önemli hale
gelmektedir. Bunun yanında enerji kaynakları transfer güvenliğinin tehlike altına
girmesinden dolayı enerji kaynağı ihraç eden ülkeler Türkiye üzerinden enerji
kaynaklarının taşınması fikrine güvenlik anlamında olumlu bakmaktadırlar. Son
yıllarda imza atılan önemli petrol ve doğalgaz boru hattı projeleri bu duruma örnek
olarak gösterilebilir.
Son 14 yılda yakalanan ekonomik ve siyasi istikrar ile birlikte birçok
konuda söz sahibi olan Türkiye, enerji kaynaklarının dünya piyasasına arzı
konusunda da önde gelen bir aktör olmaya başlamıştır. Bakü-Ceyhan-Tiflis (BTC),
Bakü-Tiflis-Erzurum (BTE), Kerkük-Ceyhan ve Güney Gaz Koridoru kapsamında
inşa süreci devam eden Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı (TANAP) gibi
küresel enerji ticaretinde kritik rol oynayan projeler Türkiye’nin, içinde bulunduğu
bölgede enerji üssü haline gelmesini beraberinde getirecektir. Bu bağlamda
küresel enerji gündeminde son yıllarda önem kazanan enerji arz güvenliğinin
sağlanması adına Türkiye, Doğu ile Batı arasında kritik bir rol oynayarak enerji
merkezi olmaya aday bir ülke konumundadır.
Bu çerçevede hazırlanmış olan çalışmanın ilk bölümünde Türkiye’nin
enerji merkezi olma potansiyeli mevcut ve planlanan projeler kapsamında
değerlendirilmiştir. İkinci bölümde ise Türkiye’nin enerji merkezi olma konusunda
içinde bulunduğu jeopolitik konum çerçevesinde avantaj ve dezavantajlar
açıklanmıştır. Çalışmanın son bölümünde ise, Türkiye’nin mevcut durumu ve bu
bağlamda yapılması gerekenler özetlenmiştir.
2. ENERJİ MERKEZİ VE TÜRKİYE
Enerjiye duyulan ihtiyacın gün geçtikçe arttığı dünyada enerji
kaynaklarına sahip olmak kadar bunu dış pazarlara transfer etmek de bir o kadar
2
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
önem arz etmektedir. Yalnızca iç pazarda tüketilecek bir enerji kaynağından yeteri
kadar verim alınamayacağı küreselleşen bir düzende mümkün gözükmemektedir.
Bu bağlamda enerji ihtiyacının karşılanmasına yönelik artan üretim ve ihraç
pazarlarının yanında bu kaynakların güvenli bir şekilde temini de son yıllarda
ülkelerin enerji politikalarının merkezinde yer almaktadır. Jeopolitik olarak
stratejik bir noktada bulunan Türkiye’nin enerji politikaları da son yıllarda bu
eksen üzerinden gelişme göstermeye başlamıştır. Avrupa’nın özellikle doğalgazda
Rusya’ya olan bağımlılıktan kurtulmak istemesi Avrupa ülkelerini farklı kaynak
ve güzergâh arayışlarına itmiştir.
Avrupa ülkelerinin yeni kaynak bulmak ve enerji arz güvenliğini sağlamak
için alternatif boru hatları arayışı sürmektedir. Toplam enerji tüketiminin büyük
bölümünü ithal etmek zorunda olan AB ülkeleri yaşanılacak olası siyasi krizlerden
etkilenmemek adına Rusya’ya alternatif oluşturacak olan petrol ve doğalgaz
rotalarına büyük önem vermektedir. Petrol tüketiminde yüzde 40 ve doğalgaz
tüketimimde yüzde 60’lara varan oranlarla Rusya’ya bağımlı olan Avrupa, bu
bağlamda enerji arz güvenliğini tehdit edecek risklerden kurtulmak istemektedir
(Öner, 2016). Ayrıca Avrupa’nın ciddi miktarda petrol tedarik ettiği Kuzey Buz
Denizi rezervlerinin yakın tarihte bitecek olduğunun öngörülmesi ve sık sık Rusya
ile yaşanılan krizlerden dolayı, Türkiye bağlantılı Hazar Bölgesi enerji nakil
hatları Avrupa’nın ilgisini çekmeye başlamıştır.
AB ülkelerinin enerji kaynakları açısından birincil bölge kabul ettiği Hazar
Bölgesi, sahip olduğu enerji çeşitliliğinden dolayı alternatif enerji güzergahları
arasında ön plana çıkmaktadır. Hazar Bölgesi ülkelerinde son yıllarda yeni
keşfedilen petrol ve doğalgaz rezervleri ile birlikte Avrupa’nın bu bölgeye ilgisi
daha da artmıştır. Rusya’nın bölge ülkelerinin petrol ve doğalgazını Avrupa’ya
pazarlamasının aksine, Hazar ülkelerinin enerji kaynakları Türkiye üzerinden inşa
edilecek boru hatlarıyla Avrupa’ya ihraç etmesi ekonomik açıdan çok daha
avantajlı görünmektedir.
AB ülkeleri için enerji ticaretinde Türkiye’nin önemi 2002 yılında
aldıkları INOGATE (Interstate Oil and Gas Transport to Europe - Avrupa’ya
Devletler Arası Petrol ve Doğalgaz Transferi) programından sonra ortaya çıkmıştır
(Kızılkaya ve Engin, 2004). Bu program kapsamında Avrupa’ya önemli miktarda
petrol ve doğalgaz taşınması ve ithalatta Rusya’ya olan bağımlılığın azaltılması
amaçlanmıştır. Orta Asya’dan beş (Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan,
3
E. T. Karagöl
Türkmenistan, Özbekistan) ve Kafkasya’dan üç (Gürcistan, Ermenistan,
Azerbaycan) ülkenin Karadeniz üzerinden Avrupa’ya gaz ve petrol ticareti bu
program çerçevesinde çizilmiştir. Program kapsamında inşa edilmesi düşünülen
enerji hatları Türkiye dışındaki rotalar arasından seçilmiştir. Rotaların maliyetinin
taşınacak enerjinin ekonomik getirisini düşürecek olmasından dolayı, planlanan
petrol ve doğalgaz hatları hayata geçirilememiştir.
Türkiye’nin sahip olduğu güzergahın Avrupa pazarında ne derece önemli
olduğunu anlamak için mevcut enerji projelere bakmakta yarar vardır. Türkiye’nin
mevcut BTC ve BTE projeleri dışında enerji piyasasında konumunu güçlendiren
en önemli proje olarak görülen TANAP, Asya ile Avrupa enerji piyasasında hatırı
sayılır bir yere sahiptir. Hâlihazırda Rusya, İran ve Azerbaycan’dan doğalgaz ithal
eden Türkiye’nin TANAP projesi ile doğalgaz alımı yaptığı ülke sayısı
değişmeyecek olsa da, söz konusu doğalgazın Rusya dışından Avrupa’ya
taşınmasında önemli bir güzergâh olması, Türkiye’ye enerjide merkez üssü olma
konusunda ciddi avantajlar sunacaktır.
Tüm bunların yanında Türkiye’nin TANAP’ta hisse sahibi olması,
enerjide merkez üssü olmayı hedefleyen Türkiye’yi kritik bir pozisyona
taşımaktadır. Hem TANAP konsorsiyumunda hem de doğalgazın çıkarılacağı
Şahdeniz sahasında paydaş sıfatıyla yer alması, Türkiye’nin yalnızca Doğu ile Batı
arasında bir köprü olmasının ötesinde enerji projelerinde belirleyici bir rol
oynamasına da katkı sağlayacaktır. Türkiye’nin bugününü ve geleceğini
belirleyecek olan TANAP’ın yalnızca bir enerji transferi projesi olarak
görülmesinden ziyade geçiş güzergâhındaki ülkelerle Türkiye arasındaki
ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesinde bir aracı unsur olarak
kullanılması, Türkiye’nin bölgedeki rolünün artmasına ve enerjide merkez ülke
olmasına pozitif etki edecektir.
2.1. Mevcut Projeler
Türkiye’nin diğer ülkelerle imzaladığı projelere bakıldığında enerji
merkezi olma noktasında önemli adımlar atıldığı görülmektedir. Bu adımların
başında 1973 yılında, Türkiye ile Irak arasında imzalanan “Ham Petrol Boru Hattı
Anlaşması” çerçevesinde Irak’ın Kerkük ve diğer üretim sahalarında üretilen ham
petrolün Ceyhan (Yumurtalık) Deniz Terminali’ne ulaştırılması amacıyla inşa
edilen Kerkük-Ceyhan Petrol Boru Hattı projesi gelmektedir.
4
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Kerkük-Ceyhan petrol boru hattının yanı sıra Türkiye’nin, Hazar
Bölgesi’ndeki kaynakları küresel enerji piyasalarına taşıma sürecinin bazı enerji
projeleriyle birlikte başladığı görülmektedir. Söz konusu enerji projelerine
bakıldığında 1994 yılında imzalanan ‘Asrın Anlaşması’ ilk sırada gelmektedir
(Uslu, 2006). Bu anlaşma bağlamında ortaya çıkan Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC)
Petrol Boru Hattı Azerbaycan petrolünün Türkiye üzerinden küresel enerji
piyasalarına ulaştırmaktadır. Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Petrol Boru Hattı, 1.769
km uzunluğa sahip olan bir hattır. Günde 1 milyon varil petrol taşıma kapasitesine
sahip olan boru hattında Azeri-Çırag-Güneşli sahasından çıkarılan petrolün
tamamı yer altına döşenen boru hatlarıyla Ceyhan’a taşınmakta ve buradan da
tankerlerle dünya pazarlarına ulaştırılmaktadır. BTC ayrıca faaliyete geçtiği 2005
yılından 2016 yılına kadar toplamda yaklaşık 2,3 milyar varil petrol transferi
gerçekleştirmiştir (Saygın ve Çelik, 2011).
Azerbaycan petrol kaynaklarını Türkiye’ye ve buradan da Avrupa
pazarlarına taşıyan BTC dışında Azerbaycan’ın doğalgazını da Türkiye’ye transfer
eden Bakü-Tiflis-Erzurum (BTE) doğalgaz boru hattı bu anlamda önem
taşımaktadır. BTE yıllık 7,8 milyar metreküp doğalgaz taşıma kapasitesine sahiptir
(EIA, 2014). 2006 yılında faaliyete geçen hat 692 km uzunluğa sahiptir. BTC ve
BTE boru hatları dışında Azerbaycan enerji kaynaklarını dış pazarlara transfer
edecek olan Güney Gaz Koridoru (GGK), sahip olduğu konum ile ayrı bir öneme
sahiptir. Son yıllarda üzerinde çalışılan kritik bir proje olan GGK’nin Türkiye
ayağı olan TANAP, Azerbaycan ile Avrupa’yı enerji transferinde birbirine
bağlayacaktır. Avrupa ülkelerine taşınacak olan 16 milyar metreküpün projenin
faaliyete geçeceği ilk yıl olan 2018 yılında transfer edilmesi beklenmektedir.
TANAP’ın bir diğer avantajı ise bölgede doğalgaz ihraç eden ülke sayısını
artırarak enerji arz güvenliğinin sağlanmasında kritik bir rol oynayacak olmasıdır
(Karagöl ve Kaya, 2014).
2.2. Planlanan Projeler
Türkiye’nin Hazar’da Azerbaycan ile yürüttüğü projeler ve seyredilen
olumlu gelişmeler Doğu Akdeniz, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi ve Türkmenistan
ile enerji projelerinin oluşması gündeme getirmektedir. TANAP aynı zamanda
Azerbaycan dışında Hazar Bölgesi’nde bulunan diğer ülkelerinde doğalgaz
kaynaklarını dış pazarlara transfer etmesinin önünü açan bir projedir. Doğalgaz
rezerv sıralamasında 17,5 trilyon metreküp ile dördüncü sırada gelen
5
E. T. Karagöl
Türkmenistan bu bağlamda projede yer almak istemektedir (BP, 2015).
Türkmenistan adına kritik bir proje olan Trans Hazar Boru Hattı da önem
taşımaktadır. GGK boru hattına bağlantı oluşturacak bu hat Türkmenistan’ın
Hazar’da bulunan kaynaklarını dış pazarlara transfer etmesine de olanak
sağlayacaktır (Danış, 2014). Bu projeyle alakalı yapılan görüşmelerde ve varılan
mutabakatlarda öne sürülen Hazar’ın statü sorunu projenin hayata geçirilmesinin
önündeki en büyük engeldir. Türkmenistan ve Azerbaycan arasında enerji sahaları
konusunda yaşanan problemlerin çözüldüğü ve iki ülkenin Trans Hazar Boru Hattı
projesinde sıkı bir işbirliği içerisine girdiği takdirde Hazar’ın batısındaki kaynaklar
da TANAP üzerinden batı pazarlarına açılacaktır (Karagöl vd., 2016).
GGK’yi güçlendirecek olan diğer kaynak ülkelere bakıldığında ise Irak
Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY), ambargoların kaldırıldığı İran ve Doğu Akdeniz
ön plana çıkan ülkeler olarak görülmektedir. Mısır’da yaşanan siyasi sorunlar
Doğu Akdeniz’deki doğalgazın ihracat pazarlarına açılmasına engel teşkil eden en
önemli nedenlerdendir. Bu bölgelerdeki doğalgaz sahalarının araştırmalara açılıp
geliştirilmesi gerekirken ülkenin iç siyasetinde yaşanan karışıklıkların ekonomik
işbirlikleri ve gelişmelere uygun şartları sağlamadığı görülmektedir.
Türkiye’nin bu sorunların çözümünde rol alması bölgenin siyasi ve
ekonomik çıkarlarında bütüncül politikalar izlenmesini sağlarken aynı zamanda
karşılıklı çıkarlara dayanan enerji projelerine uygun zemin hazırlayacaktır.
Dünyanın ispatlanmış doğalgaz rezervlerinin yüzde 70’inden fazlasına sahip
ülkelere komşu olan Türkiye’nin bu anlamda enerjide merkez ülke olması enerji
arz güvenliğini sağlamasıyla mümkündür. Ülkelerin kaynak transferinde daha az
maliyetli olduklarını düşündükleri Türkiye’nin, güvenliğinde de şüpheye
düşmemeleri Türkiye’yi enerjide merkez ülke konumuna getirmesinde büyük rol
oynayacaktır.
3.ENERJİ MERKEZİ OLMA KONUSUNDA TÜRKİYE’NİN AVANTAJ
VE DEZAVANTAJLARI
Türkiye dünyanın en büyük petrol ve doğalgaz rezervlerinin bulunduğu
Doğu (Hazar Bölgesi, Ortadoğu) ve en büyük petrol ve doğalgaz ithal pazarının
bulunduğu Batı arasında bulunarak enerji arz ve talep güvenliğinin sağlanmasında
kritik bir koridor görevi üstlenmektedir. Enerji politikalarının merkezine transit
ülke olmaktan ziyade enerjide merkez ülke olma hedefini koyan Türkiye, enerji
6
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
kaynaklarında söz sahibi olan ülkelerle işbirliği içerisine girmektedir. Bu
bağlamda Türkiye, hem enerji sektöründe etkili olan Rusya ve İran’la hem de
uluslararası piyasaya entegre olmaya çalışan Irak, Azerbaycan, Türkmenistan ve
Doğu Akdeniz ülkeleriyle önemli işbirliklerine imza atmaktadır. Türkiye’nin
bölgede uyguladığı enerji siyasetinde coğrafi yakınlığın ve ortak kültürel, tarihi
geçmişin ticari ilişkilere pozitif anlamda etki ettiği bir tablo görülmektedir. Proje
ve işbirliklerinin ön planda olduğu bu enerji ilişkilerinde atılan adımlar doğu batı
yönlü enerji koridorunda Türkiye’yi kilit ülke olarak ortaya çıkarmaktadır. Enerji
ihraç ve ithal eden ülkelere olan coğrafi yakınlık Türkiye’nin enerji geçiş
güzergahı ve devamında enerjide merkez ülke olma avantajını beraberinde
getirmektedir. Bu avantajların iyi bir şekilde değerlendirilmesi sonucu Türkiye
enerji merkezi olma yolunda ciddi yol kat etmiş olacaktır.
Türkiye’nin petrol ithalat tablosuna bakıldığından 2015 yılı Aralık ayı
verilerine göre 11 milyon ton Irak’tan, 7 milyon ton Rusya’dan ve 5 milyon tonu
aşkın İran’dan petrol alındığı görülmektedir (EPDK, 2015). Ortadoğu’da yürütülen
petrol siyasetine Irak ve İran ile yürütülen ilişkiler üzerinden bakıldığında
Türkiye’nin petrol ithal ettiği ülkeler arasında ilk sırada yer alan Irak ile yürüttüğü
enerji ilişkilerinin son yıllarda ciddi bir ivme kazandığı göze çarpmaktadır. Şu an
Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerin enerji arz güvenliğini tehdit eder boyuta ulaştığı
göz önüne alındığında, bu risk yürütülecek olan ekonomik işbirliği ve faaliyetlere
de engel olabilecek niteliktedir. Türkiye’nin Irak’a yönelik uyguladığı enerji
siyasetine bakıldığında coğrafi yakınlığın getirdiği avantajlı durumun yanında
bölgedeki çatışma ve karışıklıkların enerji arz güvenliği açısından bir dezavantaj
oluşturduğu görülmektedir.
Türkiye, kullanılandoğalgazın ise yüzde 99,4’ünü ithalat yoluyla
karşılamaktadır (EPDK, 2015). Kasım 2015’te Rusya ile yaşanan uçak krizi
sonrası diplomatik ilişkilerde gerilmeler yaşanmıştır. Bu durum doğalgazda yüzde
52 oranında Rusya’ya bağımlı Türkiye için enerjide sıkıntılar yaşayacağı
ihtimalini oluştursa da şu ana kadar doğalgaz transferinde herhangi bir aksaklık
yaşanmamıştır (EPDK, 2015).Bu krizin Türkiye üzerindeki etkileri düşünülmeden
önce Rusya ile doğalgazda karşılıklı olarak bir bağımlılığın söz konusu olduğu ve
Rusya’nın en büyük ihracatçılarından birinin de Türkiye olduğu göz ardı
edilmemelidir. Diplomaside yaşanacak herhangi bir krizin bu tarz tehditleri
beraberinde getirmesinden dolayı Türkiye’nin enerji ithalatında tek bir ülkeye
7
E. T. Karagöl
bağımlı kalmayarak enerji politikalarının merkezine ülke çeşitliliğinin sağlamayı
koyduğu görülmektedir.
Enerji alışverişinde alternatifleri arttırarak ülke çeşitliliğine gidilmesi ve
enerji depolama tesis sayısının arttırılması olabilecek herhangi bir siyasi kriz ve
enerji arzında aksaklık durumlarında Türkiye’nin kendini güvence altına alması
adına önemlidir. Ayrıca enerji ithalatında yapılan uzun vadeli kontratlar söz
konusu ülkeye olan bağımlılığın ortadan kalkması ve alternatiflerin devreye
girmesinde engel teşkil etmektedir. Örneğin yapılan anlaşma kapsamında
Türkiye’nin doğalgazda Rusya’ya olan bağımlılığı 2025 yılına kadar devam
edecektir. Bu durum hem önümüzdeki dönemde iki ülke arasında siyasi, ekonomik
ilişkilerde olası her türlü sorun ve kriz ihtimalinin devre dışı bırakıldığı bir izlenim
oluşturmaktadır hem de enerjide tek bir ülkeye yüksek oranda olan bağımlılığın
azaltılmasında engel teşkil etmektedir. Öte yandan Avrupa, Rusya dışında farklı
alternatif arayışlarında Türkiye’ye enerji arz güvenliğinin sağlanması konusunda
güven duymaktadır.
Bilindiği üzere Rusya’nın Avrupa’ya enerji ihraç güzergahı olan Ukrayna
ile yaşadığı kriz doğalgazda büyük oranda Rusya’ya bağımlı olan AB ülkelerini
enerjide alternatif arayışlarına götürmüştür. Şah Deniz sahasında bulunan doğalgaz
rezervlerinin Avrupa’ya taşınmasının planlandığı ve Türkiye’nin üzerinde
bulunduğu enerji transfer güzergahı olan Güney Gaz Koridoru (GGK) iki ülke
arasında yaşanan siyasi anlaşmazlıkların Avrupa’nın enerji ithalat rotasını
Türkiye’ye çevirmesine neden olmuştur. GGK projesinin en önemli halkalarından
birini TANAP oluşturacaktır. Doğalgazda yıllık 16,9 milyar m³ üretim rakamına
ulaşan Azerbaycan’ın rezervlerini batının enerji talep eden ülkelerine ulaştırması
için Türkiye güzergahını kullanması gerekmektedir. Bu proje hem Avrupa hem
Türkiye’nin enerji güvenliğinin sağlanmasında önemli rol oynarken Türkiye’nin
bir enerji üssü olmasına da katkı sağlayacaktır (BP, 2015).
Rusya ve İran’dan ithal ettiği doğalgaza metreküp başına çok yüksek
fiyatlar vermekte olan Türkiye için TANAP, uygun fiyat uygulamaları gibi önemli
fırsatları beraberinde getirmektedir. Bu durum Türkiye için hem doğalgazda
indirimli fiyat uygulanması konularını gündeme getirirken hem de enerji borsası
olan Enerji Piyasaları İşletme Anonim Şirketi (EPİAŞ) tarafından Avrupa’ya
doğalgaz iletiminde fiyat belirlenmesi uygulamasının devreye girmesi ile
Türkiye’nin bölgedeki enerji koridorunda aktif rol oynamasını sağlayacaktır.
8
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Enerji borsası mevcut durumda yalnızca elektrik fiyatlarının
belirlenmesini sağlarken gerekli teknolojik alt yapı sağlandığı takdirde doğalgaz
fiyatlarının da belirlendiği bir yapı haline gelecektir. Doğalgaz piyasalarındaki
fiyat belirlemede ise özellikle Avrupa’daki doğalgaz fiyat tabanına yakın bir
model oluşturulmalıdır. Türkiye’nin Avrupa’ya doğalgaz iletiminde fiyat
belirleyebilmesi enerji merkezi olma yolunda Türkiye için büyük bir avantaj
oluşturacaktır.
Türkiye’nin jeopolitik konumu dolayısıyla sahip olduğu avantajlardan
biride Doğu Akdeniz bölgesine olan yakınlığı ve bu bölgenin enerji kaynaklarının
Avrupa’ya taşınmasında en uygun güzergah olmasıdır. Küresel enerji piyasalarının
en önemli bölgelerinden birine dönüşen Doğu Akdeniz’de İsrail’in sahaları
Leviathan ve Tamar’da 800 milyar m³’ü aşkın doğalgaz rezervi olduğu tahmin
edilmektedir.İsrail, Doğu Akdeniz bölgesindeki enerji kaynaklarını Avrupa'ya
ulaştırma konusunda Mısır, Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan ile yeni bir
doğalgaz güzergahı oluşturmak ve Türkiye'yi by-pass etme amacına rağmen,
bugünkü gelinen noktada İsrail Türkiye ile işbirliği yapmak istemektedir. Bu
durum buradaki enerji denkleminde Türkiyesiz çözüm düşünülemeyeceğine de bir
kanıt oluşturmaktadır.
Bölgenin önemli enerji kaynaklarına sahip ülkelerinden İran’ın ambargolar
sonrasında yürüteceği enerji siyasetinde Türkiye ile yürüteceği ilişkiler enerji
merkezi olma yolunda Türkiye için önem taşımaktadır. İran’ın kaldırılan
ambargolar sonrası sahip olduğu zengin enerji kaynaklarını enerjiyi talep eden en
önemli pazar olan Avrupa’ya ulaştırmak isteyeceği düşünüldüğünde Türkiye bu
pazara giden tek güzergah konumunda bulunmaktadır. İran bu pazardan mahrum
kalmak istemeyen bir ülke olarak bölgede Türkiye ile yürüteceği iş birliklerini
arttırmak isteyecektir.İran doğalgazının Avrupa pazarlarına ihraç edilebilmesi için
planlanan “İran-Türkiye-Avrupa Doğalgaz Boru Hattı” projesi, 2011 yılında
imzalanan anlaşmayla resmiyet kazanmıştır. Bu proje, İran doğalgazını Türkiye
üzerinden Almanya’ya kadar ulaştıracak 5 bin kilometrelik bir hattı içermektedir.
Projenin tamamlanmasıyla birlikte yıllık 35 milyar metreküplük doğalgaz
transferinin gerçekleştirilmesi beklenmektedir.
Yenilenebilir enerjide ise, yüksek bir potansiyele sahip olan Türkiye’nin
güneş, jeotermal ve rüzgâr enerjisi için uygun verimli sahalara sahip olduğu
görülmektedir. Yenilenebilir enerji kaynakları açısından uygun bir coğrafi konuma
9
E. T. Karagöl
sahip olan Türkiye’nin bu fırsatları avantaja dönüştürmesi için ülkedeki
yenilenebilir enerji potansiyelini elektrik üretiminde kullanması gerekmektedir.
Nitekim Türkiye yenilenebilir enerjide hidroelektrik enerji kapasitesiyle gündeme
gelen bir ülkedir. 2014 yılı verilerine bakıldığında elektrik üretiminin yüzde
16,1’inin hidrolikten sağlandığı ve hidroliğin elektrik üretiminde önemli bir paya
sahip olduğu görülmektedir (TÜİK, 2015).
Enerjide transit bir ülke olmanın ötesinde enerji merkezi olabilme yolunda
kendi ulusal çıkarlarına göre hareket etmek Türkiye için izlenmesi gereken doğru
stratejiler olarak görülmektedir. Enerjide kaynak yoksunu olmanın
dezavantajlarını yıllardır yaşayan bir ülke olan Türkiye’nin sahip olamadığı petrol
ve doğalgaz kaynaklarının toplandığı ve dış pazarlara ihraç edildiği bir enerji
merkezi olması, Türkiye’yi enerji piyasasında önemli bir konuma
getirecektir.Türkiye ekonomide ve siyasette sahip olduğu istikrarlı iç dinamiklerle
enerji transferindeki ithalatçı ve ihracatçı ülkelere güven teşkil eden bir ülkedir.
Türkiye’nin gerek jeopolitik konumu gerek bu enerji alışverişindeki söz konusu
ülkelerle yürüttüğü ilişkiler çerçevesinde bölgede avantajlı bir ülke konumunda
olduğu görülmektedir. Türkiye’nin sahip olduğu bu avantaj yürütülen proje ve
işbirliklerine yansıyarak bölgedeki rolünün artmasına ve enerjide merkez ülke
olmasına katkı yapacaktır.
4. SONUÇ VE ÖNERİLER
Türkiye ekonomisi yaşanan gelişmeler ve büyüme oranlarındaki artışlar
ışığında gün geçtikçe daha sağlam temeller üzerine oturan bir yapıya sahiptir.
Türkiye’nin son yıllarda ekonomisinde yakaladığı büyüme rakamlarına paralel
olarak enerji ihtiyacında artış görülmektedir. Ekonomik istikrarını sağlama
yolunda enerji politikalarında da güçlü bir siyaset izleyen Türkiye’de enerji
sektörünün gelişmesine önemli ölçüde katkı sağlanmaktadır. Bu sektörde yaşanan
gelişmeler imzalanan proje, yatırım ortaklıkları, yürütülen işbirliklerinden ve ülke
ekonomisinde enerjinin payının artışından açıkça izlenebilmektedir. Sahip olduğu
jeopolitik konum itibariyle enerji kaynaklarının yoğunluk gösterdiği coğrafyaya
yakın olan Türkiye enerji arz ve talep eden ülkeler arasındaki enerji transferinde
ideal güzergah olarak görülmektedir. Enerjinin akış rotası üzerinde bir noktada
bulunan Türkiye sahip olduğu konumun avantajlarını değerlendirerek bölgede
yapılacak projelerde aktif bir rol izlemeye çalışmaktadır.
10
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Türkiye enerji ihtiyacının büyük bir kısmını ithalat yoluyla
karşılamaktadır. Enerji yoksunluğu ve elektrik enerjisinin büyük bir kısmının
doğalgaz ile karşılanması nedeniyle Türkiye’nin yüklendiği enerji maliyeti
artmaktadır. Enerjide sahip olduğu avantajları kullanabilmek için Türkiye çeşitli
çözüm arayışlarına yönelmiştir. Rusya’nın Ukrayna ile yaşadığı kriz sonrası
Avrupa’nın enerji arz güvenliğinin tehdit altına girmesi AB ülkelerini alternatif
arayışlara iterken, Türkiye’nin Rusya ile yaşadığı uçak krizi de AB ile Türkiye
arasında karşılıklı çıkarların oluşmasına neden olmuştur. Türkiye, doğalgazda
Rusya tekelinin kırılması ve enerjide alternatif yolların geliştirilmesi gerektiği
üzerinde durarak enerji politikalarında çeşitlendirmeye gidilmesinin gerektiğini
savunmuştur. Tüm bu yaşananlar sonrasında hem Türkiye için hem de Avrupa
ülkeleri için Azerbaycan doğalgazının önemi artmış, enerjide ülke çeşitliliğine
gidilmesi ve LNG gibi alternatifler, gündeme gelmiştir.
Güney Gaz Koridoru doğunun enerji kaynaklarıyla batının ihtiyaçlarının
karşılandığı ve Hazar Denizi’nin mevcut doğalgaz potansiyelinin kullanıldığı çok
büyük bir projedir. Türkiye Asya ve Avrupa’nın birleştiği topraklar üzerinde
bulunan bir ülke olarak GGK’nın halkası olan TANAP’a ev sahipliği yapmaktadır.
Azerbaycan ve Türkiye hükümetleri arasında en üst seviyede yürütülen ilişkiler
bağlamında TANAP, büyük yatırımlar ve önemli iş ortaklıklarının yürütüldüğü
projede siyasilerin rolünün de büyük olduğu ve iki ülke arasında önceden gelen iyi
ilişkilerin projenin ilerleyişini daha da hızlandırdığı söylemek mümkündür.
TANAP’ın 2018 yılında faaliyete geçmesi planlanmaktadır. TANAP ekonomik
anlamda Türkiye’nin bölgede önemli bir rolü üstlenmesini sağlarken, geliştirilen
siyasi iş birlikleri nezdinde Türkiye’nin doğu ile batı arasındaki siyasete yön veren
bir ülke olmasında kritik rol oynayacaktır.
Türkiye’nin doğusunda bulunan ve zengin doğalgaz ve petrol rezervlerinin
bulunduğu bir havza olan Hazar, Rusya’nın aktif rol oynadığı bir bölge olarak ön
plana çıkmaktadır. Zengin petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip Ortadoğu ile
komşu olan Türkiye’nin enerjide izlediği siyaset, kaynak transfer ve ticaretinde
güven ortamı sunmak üzerine şekillenmektedir. İran’a uygulanan yaptırımlar ve
Irak’ta yıllardır hüküm süren siyasi istikrarsızlar ve çatışmalar göz önüne
alındığında bu bölgede enerji arz güvenliği bakımından uygun koşulların mevcut
olmadığı görülmektedir. İran’a uygulanan yaptırımların kalkması, İran’ın
Avrupa’ya petrol ve doğalgaz ihracatında harekete geçmesi, İran’ın GGK’ya
katılma ihtimallerini arttırmaktadır. İran’ın Avrupa’ya enerji transferinde en uygun
11
E. T. Karagöl
güzergah olan Türkiye, gelecekte enerjide İran ile işbirliği kurmaya hazır bir
potansiyele sahiptir. Türkiye’yi çevreleyen enerji kuşağında diğer önemli bölge
olan Doğu Akdeniz’de ise, İsrail’in zengin doğalgaz kaynaklarını Avrupa’ya
taşınmada Türkiye ile mutabakata varması ekonomik olarak en uygun olan
seçenektir.
Bu konjonktürde en büyük avantajı enerji kaynaklarına yakınlık olan
Türkiye bölgedeki kriz ve çatışmanın oluşturduğu dezavantajlı durumu kendi
güvenli topraklarını enerji transfer yollarına açarak avantaja çevirmek istemektedir
Türkiye’nin yanı başındaki petrol ve doğalgaz coğrafyasında şu anda birçok
çatışma ve siyasi istikrarsızlıklığın hüküm sürdüğü bir ortam mevcuttur. Türkiye
enerji kaynaklarını güvenli bir şekilde enerji piyasalarına sunmak isteyen bölge
ülkeleri için çıkış kapısı olarak görülürken, sağladığı siyasi istikrar ile diplomatik
ve ekonomik ilişkilerinde güven teşkil etmektedir.
Enerji piyasası günümüzde bölgesel krizler ve petrol fiyatlarındaki düşüşe
bağlı olarak farklı parametlerde seyir izlemektedir. Bu gelişmeler önümüzdeki
dönemde enerjide ithalatçı ülkeleri ihracatçı konuma getirebilir, alıcı ve satıcı
arasında belirlenecek fiyatlarda kritik süreçler ortaya çıkarabilir. Türkiye
bulunduğu jeopolitik konumu, enerji politikalarında izlediği siyaset, ortak olduğu
projeler, kaos ve çatışmaların seyir ettiği bölgede sunduğu enerji arz güvenliği ile
büyük avantajlara sahiptir. Bu avantajların değerlendirilmesi Türkiye’nin enerjide
merkez ülke olması konusunda belirleyici olacaktır.
Türkiye’nin bölge siyasetinde ve ekonomisindeki rolünü doğrudan
etkileyecek olan merkez ülke konumu bölgede yeni bir sürecin başlamasını
sağlayacaktır. Türkiye bölgedeki enerji faaliyetlerinde daha etkin bir rol izleyerek
gelecekte de oluşturulacak projelerde aktif olarak yer almalı ve bölgenin enerji
siyasetine yön veren merkez ülke konumunda olmalıdır. Türkiye enerji arz eden
çevre ülkeler ile arasındaki ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkilerini enerji
sektörünün geliştirilmesinde bir aracı unsur olarak kullanıp bölgenin faaliyet
anlamında merkez ülkesi konumuna ulaşmalıdır.
12
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
KAYNAKÇA
BP. (2015). BP Statical Review of World Energy.
http://www.bp.com/en/global/corporate/energy-economics/statistical-review-of-worldenergy/natural-gas-review-by-energy-type.html
Danış, E. E. (2014). The Future of the Azerbaijan-Turkmenistan-Turkey Energy
Cooperation. Hazar Strateji Enstitüsü. Analiz. Sayı: 108.
EIA, (2014).Azerbaijan. http://www.eia.gov/ beta/international/analysis.cfm ?iso=AZE
EPDK, (2015). Doğalgaz Piyasası Sektör Raporu. http://www3.epdk.org.tr/
index.php/dogalgaz-piyasasi/yayinlar-raporlar/12-icerik/dogalgaz-icerik/1817-ddb-aylikyayinlar-raporlar
EPDK.(2015). Petrol Piyasası Sektör Raporu. http://www3.epdk.org.tr/ index.php/petrolpiyasas/yayinlar-raporlar?id=99
Karagöl, E. ve Kaya, S. (2015). Enerji Arz Güvenliği ve Güney Gaz Koridoru (GGK).
SETA.
Karagöl, E. vd., (2016). “ Statü Sorunu İkileminde Hazar’da Enerji Denklemi”,SETA.
Kızılkaya, E. ve Engin, C. (2004) Enerjinin Jeopolitiği: Dünya Üzerindeki Jeo-Ekonomik
Mücadele. Manas Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. Sayı 9. s. 201-202.
Öner, B. (2016). Avrupa Birliği Enerji Politikasındaki Gelişmeler. Enerji ve Tabii
Kaynaklar Bakanlığı. Avrupa Birliği Koordinasyon Dairesi Başkanlığı
Saygın, H. ve Çelik, C. (2011). Jeo-Enerjik Bakış AB Bağlamında Enerji Politikalarında
Jeo-Enerji Alanları. İstanbul Aydın Üniversitesi Yayınları. sf.106-107.
Uslu, K. (2006). Hazar Bölgesi Enerji Kaynaklarının Ekonomik ve Uluslararası Boyutu,
Marmara Üniversitesi İ.İ.B.F Dergisi. Cilt:21.
TÜİK. (2015). Gayri Safi Yurtiçi Hasıla. http://www.tuik.gov.tr/ PreTablo.do? alt_id=1029
13
Bayezci Analiz Yaklaşımı ile Türkiye
Ekonomisi 2023 Projeksiyonu
Dr. Mesut Murat Arslan
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Dr. Fatma Özgü Serttaş
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Dr. Recai Aydın
Polis Akademisi & Uluslararası Saraybosna Üniversitesi
ÖZET
Türkiye ekonomisi 2002 yılı birinci çeyreğinden itibaren, küresel finansal krizin etkilerinin
yaşandığı 2009 yılı hariç tutulursa, neredeyse kesintisiz bir büyüme süreci yaşamıştır. Bu
sürecin sonucunda Türkiye dünyanın 17’ci büyük ekonomisi konumuna gelmiş olup
kendisine ekonomik olarak daha büyük hedefler koyarak dünyanın ilk 10 büyük ekonomisi
arasına girmeyi hedeflemiştir. Bu çalışma kapsamında mevcut trendlerin devam etmesi
durumunda Türkiye’nin 2023 yılı hedeflerine ulaşıp ulaşamayacağı araştırılacaktır. Bu
çalışmada Türkiye ve ilgili ülkelerin ekonomileri Dinamik Stokastik Genel Denge
(Dynamic Stochastic General Equilibrium, DSGE) modelinin bir versiyonu olan Gali ve
Monacelli (2005)’e dayanan Küçük Açık Ekonomi (Small Open Economy, SOE) teorik
modeli çerçevesinde incelenecektir.Çalışma kapsamındaki projeksiyonlar DSGE yapısal
modelinin Vektör Otoregresyon modeli ile birleştirilmesinden elde edilen DSGE-VAR (λ)
olarak tanımlanan modelinin Bayezci (Bayesian) metotlar ile tahmininden elde edilecektir.
Çalışmadan elde edilen ilk sonuçlara göre, 2023 hedeflerinin tutmayacağı anlaşılmaktadır.
Bu nedenle çalışmamız, eğer Türkiye 2023 hedefleri konusunda ciddi ve ısrarcı ise,
şimdiden yeterli zaman ve imkan varken gerekli tedbirlerin alınıp politika değişikliklerinin
yapılması konusunda politika yapıcıları bir uyarı görevi yapmış olacaktır.
Anahtar Kelimeler: DSGE-VAR, SOE, Bayezci Analiz.
JEL Kodu: C11, C13, C32, C68, E12
M.M. Arslan, F.Ö. Serttaş ve R. Aydın
2023 Projection of Turkish Economy
from Bayesian Analysis Approach
Dr. Mesut Murat Arslan
Yıldırım Beyazıt University
Dr. Fatma Özgü Serttaş
Yıldırım Beyazıt University
Dr. Recai Aydın
Turkish Police Academy & International University of Sarajevo
ABSTRACT
Turkish economy has almost experienced a continuous growth process since the first
quarter of the year 2002, except for the year 2009 in which the impact of global financial
crisis was felt. As a result of this growth period, Turkey has become the 17th largest
economy in the world and has set big targets as to join one of the largest 10 economies in
the world. In this study, it is investigatedif Turkey would be able to meet its 2023 targets
or not provided that the trends and dynamics that have been experienced during the last
decade continue. In this study, the Turkish economy will be investigated through a Small
Open Economy (SOE) theoretical model based on Gali and Monacelli (2005) which is a
version of Dynamic Stochastic General Equilibrium (DSGE) model. The projections in this
study will be made through Bayesian estimations of a DSGE-VAR (λ) model that is
obtained from the combination of a structural DSGE model with a vector autoregression
(VAR) model. The first results show that those 2023 targets will not be met. So if Turkey
is serious and insistent on these targets, this study may be warning to policymakers and the
public to take the necessary measures when there is still enough time and opportunity.
Keywords:DSGE-VAR, SOE, Bayesian Analysis.
JEL Classification: C11, C13, C32, C68, E12
16
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
1. GİRİŞ
Türkiye ekonomisi 2002 yılı birinci çeyreğinden itibaren, küresel finansal
krizin etkilerinin yaşandığı 2009 yılı hariç tutulursa, neredeyse kesintisiz bir
büyüme süreci yaşamıştır. Bu sürecin sonucunda Türkiye dünyanın 17’ci veya
18’ci büyük ekonomisi konumuna gelmiştir.1Bu güçlü performanstan sonra
Türkiye kendisine daha büyük hedefler koyarak dünyanın ilk 10 büyük ekonomisi
arasına girmeyi, ihracatının 500 milyar seviyesine ulaşmasını, milli gelirinin 2
trilyon dolar seviyesine çıkmasını ve kişi başı gelirin 25 bin dolara ulaşmasını
2023 hedefleri olarak belirlemiştir. Bu çalışmanın amacı son 10-15 yıldaki trend
ve dinamiklerin devam etmesi durumunda Türkiye’nin 2023 hedeflerine ulaşıp
ulaşamayacağını belirlemektir.
Doğal olarak Türkiye’nin 2023 yılı hedefi olan dünyanın en büyük 10
ekonomisi arasına girip giremeyeceği, Türkiye’nin 2023 dünya ekonomisindeki
konumu göreceli bir durum olduğundan benzer ülkelerin durumları ile yakından
ilişkilidir. Bu nedenle bu hedefin tutup tutmayacağını görmek için Türkiye
ekonomisi için yapılacak benzer projeksiyonların sıralamada Türkiye’nin altında
ve üzerinde olan benzer ülkeler içinde yapılması gerekmektedir. Biz bu çalışmada
aynı zamanda bir yeni bir yaklaşım ve metodoloji de ortaya koyduğumuz için,
şimdilik sadece Türkiye üzerine odaklanıp, diğer ülkelerle ilgili yapılacak
projeksiyonları sonraki çalışmalara ertelemiş bulunuyoruz. Böylece bu çalışmada
açıkça ortaya konan hedeflerden olan Türkiye’de ekonomik büyüklüğün 2 trilyon
dolar, kişi başı gelirin 25 bin dolara ve ihracatının 500 milyar dolara ulaşması gibi
hedeflere bakılacaktır.
Bu çalışmada Türkiye ve ilgili ülkelerin ekonomileri Dinamik Stokastik
Genel Denge (Dynamic Stochastic General Equilibrium, DSGE) modelinin bir
versiyonu olan Galí ve Monacelli (2005)’e dayanan Küçük Açık Ekonomi (Small
Open Economy, SOE) teorik modeli çerçevesinde incelenecektir. Çalışma
kapsamındaki projeksiyonlar DSGE yapısal modelinin Vektör Otoregresyon
(VectorAutoregression, VAR) modeli ile birleştirilmesinden elde edilen DSGEVAR veya DSGE-VAR(λ) olarak tanımlanan modelinin Bayezci (Bayesian)
metotlar ile tahmininden elde edilecektir. BöyleceDSGE-VAR (λ) modeli
istatistiki gösterim (VAR) ile ekonomik gösterim (DSGE) arasında bir denge kurar
ve SOE modeli ile VAR modelinin bir bileşiminden meydana gelir.2
1
IMF, Dünya Bankası ve BM’nin2014 ve 2015 yılları nominal GSYH sıralamasına göre Türkiye
18’ci sıradadır. Satınalma gücü paritesine (PPP) göre ise 17’ci sırada bulunmaktadır.
2
DSGE-VAR(λ) gösterimindeki λ parametresi DSGE ve VAR kısımlarının DSGE-VAR(λ) modeli
içerisindeki ağırlıklarını gösterir (λ → ∞: DSGE-VAR → DSGE; λ → 0: DSGE-VAR →VAR).
17
M.M. Arslan, F.Ö. Serttaş ve R. Aydın
Söz konusu teorik model ve metotlar genellikle Yeni Keynezyen
çerçevede kısa dönem makroekonomik politika analizlerinde kullanılmaktadır.
Uzun dönem projeksiyonları ise genelde VAR modeli çerçevesinde yapılmaktadır.
Bu çalışmada bu iki yaklaşım bir araya getirilerek yapısal bir DSGE modelinden
hareketle VAR modeli kullanarak uzun dönem tahmin ve projeksiyonları
yapılacaktır. Literatürde bu çerçevede yapılmış bilgimiz dahilinde fazla bir uzun
dönem tahmin ve projeksiyonları yapan çalışma olmaması nedeni ile söz konusu
proje önerisi özgün bir nitelik taşımaktadır.Ayrıca bu çalışma elde edilecek teorik
ve metodolojik katkılara ilaveten politika yapıcılarına da hedeflere ulaşma ve
izlemeleri gereken politikalar konusunda ışık tutabilecektir.
2. LİTERATÜR ÖZETİ
2.1. DSGE Modelleri
Bu çalışmada ilgili ekonomiler Dinamik Stokastik Genel Denge (DSGE)
Modelinin bir versiyonu olan Küçük Açık Ekonomi (SOE) Modeli çerçevesinde
modellenip incelenecektir. Bu model Yeni Keynezyen literatürde standart olarak
bilinen ve kullanılan (mesela bakınız Woodford, 2003) DSGE modelinin Galí ve
Monacelli (2005) tarafından açık ekonomiye uyarlanması ile ortaya çıkan bir SOE
modelidir. DSGE modelleri hanehalkı ve firmaların davranışlarının modellenerek
bunların bir para otoritesi reaksiyon fonksiyonu ile birleştirilmesi ile elde edilen
teorik tutarlılığa sahip modellerdir.
Literatürde DSGE modeller farklı ekonometrik metodlarla çeşitli
şekillerde tahmin edilmişlerdir. Clarida, Galí ve Gertler (2000) Genelleştirilmiş
Moment Metodları (GMM) ile tahmin edilmesini savunurken, Orphanides (2001)
veya Ball ve Tchaidze (2002) OLS yöntemini kullanmış fakat içsellik
yanlılığından (endogeneity bias) kaçınmak için gerçekçi olmayan tanımlama
varsayımlarını (implausible identification assumptions) yapmak zorunda
kalmışlardır. Fuhrer ve Moore (1995), Leeper ve Sims (1994) ve Kim (2000) gibi
bir takım araştırmacılar ise tam-bilgi maksimum olabilirlik tahmin (fullinformation maximum likelihood estimation, MLE) metodu ile tahmin etmiştir.
DSGE modellerinin tahmininde, özellikle saf MLE metotları kullanıldığında
karşılaşılan önemli bir sorun saçma ve gerçekçi olmayan parametre tahminleri elde
edilebilmesidir. Bu sorun nedeni ile DSGE modellerin son dönemlerde bayezci
metotlarla tahmin edildiğini görmekteyiz. DSGE modellerinin olabilirlik-temelli
Bayezci tahmini (likelihood-based Bayesian estimation) Landon-Lane (1998),
18
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
DeJong vd. (2000), Schorfheide (2000) ve Otrok (2001)’un çalışmaları ile
başlamıştır. DeJong vd. (2000) stokastik bir büyüme modeli tahmin edip, bunun
projeksiyon performansını incelemişlerdir. Otrak (2001) konjonktür
dalgalanmalarının refah maliyetlerini değerlendirirken, Schorfheide (2000) peşin
ödemeli parasal (cash-in-advance monetary) DSGE modellerini incelemiştir.
Bayezci tahmin teknikleri açık-ekonomi literatüründe de kullanılmaktadır. Lubik
ve Schorfheide (2007) bazı merkez bankalarının para politikalarının döviz
kurlarına tepki verip vermediğini bu çalışmada da kullanılacak olan bir SOE
modeli çerçevesinde incelemiştir. Lubik ve Schorfheide (2006), Rabanal ve Tuesta
(2006), Walque ve Wouters (2004) ise çok ülkeli DSGE modelleri tahmin
etmişlerdir.
2.2. VAR Modelleri
Ekonominin yapısal veya ekonometrik olarak modellenip tahmin edilmesi
yerine gözlemlenebilen verilerden hareketle herhangi bir kısıtlama olmadan
doğrudan tahmin edilmesi de söz konusudur. Bu amaçla ileriye dönük projeksiyon
ve tahminlerde genellikle VAR metodu kullanılmaktadır. Bu metot Sims (1980)’in
bunu büyük ölçekli makroekonometrik modeller yerine önermesinden sonra
makroekonomik projeksiyonlar ve tahminler yapmada yaygın olarak kullanılmaya
başlanmıştır. Bir VAR modeli dinamik makroekonomide DSGE modellere doğal
bir alternatiftir. Çünkü lineer hale getirilmiş bir DSGE modeli en azında yaklaşık
olarak bir VAR modeli üzerinde kısıtlar olarak yorumlanabilir.
VAR metodu ile tahminde bir takım problemler söz konusudur. VAR
parametre uzayı genellikle DSGE modelinkinden çok daha büyük olduğundan
VAR parametrelerin önsel (prior) dağılımı çok önemli olmaktadır. An ve
Schorfheide (2007)’de belirtildiği gibi önselleri çok dağılmış olan bir VAR modeli
yanlış belirlenmiş bir DSGE modeli karşısında bile reddedilebilir.
2.3. DSGE-VAR Modeli ve Bayezci Yaklaşım
Fakat DSGE-VAR modeli ile Bayezci çerçevede olabilirlik fonksiyonu
(likelihoodfunction) bir önsel yoğunluk ile yeniden ağırlıklandırıldığından daha
tutarlı tahminler elde edilebilir. Önsel ile tahminde kullanılan veri setinin
içermediği ilave bilgilerin de modele katılması sağlanır. DSGE-VAR modelinde
ekonomiyi teorik olarak modelleyen bir DSGE modeli ile parametrelere ait olası
19
M.M. Arslan, F.Ö. Serttaş ve R. Aydın
dağılımlar belirlenir ve bu dağılımlar Bayezci VAR (BVAR) tahminlerinde önsel
dağılım olarak kullanılıp, varsayılan ekonomik modelle uyumlu tahmin veya
projeksiyon sonuçları elde edilir. Daha sonra DSGE-VAR modeline ait sonsal
(posterior) dağılımlar bir VAR olabilirlik fonksiyonu ile DGSE önsellerinin
birleştirilmesinden türetilir. Burada kullanılacak DSGE önselleri BVAR
modellerinde genellikle kullanılan Minnesota-tipi önsellerin yerine geçer.
DSGE-VAR modeli Ingram ve Whiteman (1994)’ın çalışması ile
başlamıştır, burada VAR modelinin projeksiyon performansını geliştirmek için
stokastik bir büyüme modeli kullanılarak bir VAR önseli oluşturulmuştur. Bu
çalışmayı Del Negro ve Schorfheide (2004) VAR ile daha sağlıklı projeksiyon ve
para politikası analizlerini yapabilecek şekilde geliştirmiştir. Daha sonra yöntem
bir model değerlendirme aracı olarak kullanılabilecek şekilde DelNegro vd. (2006)
tarafından geliştirilmiştir. Bu çalışmalarda temel nokta bir DSGE modeli
vasıtasıyla VAR parametrelerinin önsel dağılımına ait momentlerin
belirlenmesidir. DSGE-VAR modeli VAR modeline dayalı tahmin, projeksiyon ve
politika analizlerini daha geliştirmek için tasarlanmış olup yapılan bir takım
çalışmalar ile Minnesota önsellerine dayanan BVAR yerine geçebileceği ve daha
iyi sonuçlar elde edilebileceği gösterilmiştir (Del Negro ve Schorfheide (2006,
2009)). Çünkü DSGE-VAR modelin de, BVAR modelinde olduğu gibi Minnesota
önsellerini tahminlerin parametre uzayında rastgele değişimlere (randomwalks)
yaklaşması için kullanmak yerine, DSGE ile üretilen yapay veri kullanılarak
tahminlerin spesifik parametre bölgelerine yaklaşması sağlanır. Bu da sağlam
teorik temelleri olan DSGE modelleri kullanıldığında tahmin sonuçlarının daha
tutarlı ve iyi olması ile sonuçlanır.
Bu çalışma kullanılacak DSGE-VAR(λ) modeli λ parametresinin alacağı
optimum değere göre teorik yapısal bir model çerçevesinde ekonomik gereklilik
(DGSE) ile ampirik bir çerçevede istatistiksel gösterim (VAR) arasında bir
dengeyi gösterir. DSGE-VAR(λ) modelinin ampirik performansı her bir alt
modele verilecek ağırlığa çok duyarlı olduğundan, λ parametresinin seçiminde An
ve Schorfheide (2007)’da belirtildiği gibi veri-merkezli bir yaklaşımının
kullanılması planlanmaktadır. Bu nedenle Bayezci bir çerçevede belirlenen bir λ
parametre seti için marjinal veri yoğunluğu (marginal data density) fonksiyonu
hesaplanır ve bu fonksiyonu maksimize eden λ değeri optimum olarak alınır. Her
bir λ değeri için eşit olasılık varsayılırsa, normalleştirilmiş marjinal veri
yoğunluğu değerleri her bir λ için sonsal olasılıklar olarak yorumlanabilir.
20
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Bu çalışma kapsamında yapılacak çalışma ile optimum bir denge tespit
edilip, buradan hareketle uzun dönem projeksiyon ve ekonomik analizler
yapılacaktır. DSGE modeli genelde kısa dönem politika analizlerinde
kullanıldığından ve DSGE-VAR modeli ile yapılmış uzun dönem projeksiyonları
ve tahminlerinin literatürde fazla olmamasından dolayı, bu çalışma literatürdeki bu
eksikliğin giderilmesine katkı sağlayacaktır. Ayrıca Türkiye’de bayezci yöntem ve
tekniklerin fazlaca bilinip kullanılmaması nedeni ile bu yöntemlerin ülkemizde
tanıtımını sağlayıp yeni araştırma ve çalışmalara öncelik edebilecektir.
3. MODEL VE YÖNTEM
Ampirik araştırmalarda teorinin rehberliği oldukça önemlidir. Fakat
makroekonomide teorik modeller gittikçe daha karışık ve spesifik hale geldiğinden
formel istatistiki çerçevede bu rehberliğin gerçekleşmesi oldukça zorlaşmıştır.
Bayezci tahmin metotları bu zorluğu yenmede ve model parametrelerindeki
belirsizliğin formel olarak hesaba katılmasında kullanılan istatistiki bir çerçeve
ortaya koyar. Bu çerçeve içerisinde, parametrelere ait sonsal dağılımların
(posteriordistributions) elde edilmesinde önsel dağılımlar (priordistributions) ve
olabilirlik fonksiyonları (likelihoodfunctions) birlikte kullanılır. Parametre
dağılımları elde edildikten sonra teorik model, gözlenen verilerin açıklanmasında,
politik analiz yapılmasında veya makroekonomik değişkenlerin gelecekteki
değerlerine ait tahminlerin yapılmasında kullanılabilir. Bu yaklaşımın bir avantajı
da örneklem dışı bilginin önsel belirlenmesinde kullanılması ve böylece farklı
kaynaklardan elde edilen bilgilerin birleştirilerek makroekonomik tahminlerin
daha tutarlı ve doğru olmasının sağlanmasıdır.
Bu araştırmada geleceğe yönelik tahminler Bayezci yöntemler kullanılarak
yapılacaktır. Bayezci tahmin yöntemleri kullanılırken, değişik önseller kullanılarak
bu önsellerin eldeki verilerle ne kadar uyumlu olup olmadığını kontrol edilebilir.
Bayezci yaklaşımda önsellerin dağılımı önemli bir rol oynar. Önseller, örnekleme
ilave olarak mevcut bilginin araştırmacılar tarafından kullanılmasına imkan verir.
Bu bilgi tahminlerin daha doğru ve anlamlı olmasına yardım eder. Bunun
sonucunda elde edilen sonsal dağılımlar parametrelerdeki belirsizliğin ölçülmesini
sağlar.
Bu çalışmada Türkiye Dinamik Stokastik Genel Denge (DSGE) Modelinin
bir versiyonu olan Küçük Açık Ekonomi (SOE) Modeli çerçevesinde
21
M.M. Arslan, F.Ö. Serttaş ve R. Aydın
incelenecektir. Bu model Galí ve Monacelli(2005)’e dayanır ve literatürde standart
olarak kullanılmaktadır. Bu DSGE modelinin bayezci çerçevede analizi ve tahmini
An ve Schorfheide (2007)’de yapılırken, açık ekonomi versiyonu ise mesela
LubikveSchorfheide (2007)’de bulunabilir. Bu tip modeller firma ve hanehalkı
davranışlarının optimizasyonu ile beraber para otoritesinin davranış
fonksiyonlarının açık modellemesi ile elde edildiği için Lucas Kritiğine maruz
kalmazlar ve politika analizi için kullanışlıdırlar. Bu tip modeller genellikle çıktı
seviyesini belirleyen bir açık ekonomi IS eğrisi eşitliğinden, enflasyon dinamiğini
gösteren bir yeni KeynezyenPhillips eğrisinden, bir reel döviz kuru eşitliğinden ve
bir para politikası kuralından meydana gelir. Bu model çerçevesindeki değişimler
ve dinamikler aşağıda verilen denklemlere göre gerçekleşmektedir:
Ekonominin arz tarafını modelleyen IS eğrisini gösteren tüketim Euler
denklemi:
y = E y − τ + α2 − α1 − τR − E π − ρ z
−ατ + α2 − α1 − τE ∆q + α2 − α
1−τ
∗
E ∆y
τ
Burada,
α
ithalat
payı,
τ
zamanlararası
ikame
esnekliği(intertemporalsubstitutionelasticity), y toplam çıktı, GSYİH, π tüketici
enflasyonu, q ihracatın ithalat cinsinden göreceli fiyatını gösteren dış ticaret haddi
(terms of trade), y* ekzojen dünya çıktısı, z durağan olmayan (non-stationary)
dünya teknolojisi büyüme oranı. Modelin durağanlığını sağlamak için tüm reel
değişkenler dünya teknoloji değişkeninden yüzdelik sapma olarak ifade edilir.
Yerli firmaların optimal fiyat belirlemelerini gösteren açık ekonomi
Phillips eğrisi:
π = βE π + αβE ∆q − α∆q +
κ
y − y τ + α2 − α1 − τ Burada ynominal katılıkların olmadığı durumdaki çıktı olan potansiyel
çıktıyı gösterir. Phillips eğrisinin eğimini gösteren κ yapısal parametrelerin bir
fonksiyonudur.
Göreceli Satın Alma Gücü Paritesi (PurchasingPowerParity, PPP)’nin
22
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
geçerli olduğu varsayımı altında döviz kuru e modele aşağıdaki denklem ile dahil
edilir:
π = ∆e + 1 − α∆q + π∗
Burada π* gözlemlenemeyen dünya enflasyon şoklarıolarak
düşünülebilirken,PPP’den sapma veya model tanımlama yanlışlıklarını gösterdiği
şeklinde de alınabilir.
Para politikasının Taylor-tipi bir kurala dayalı faiz oranı kuralına göre
yürütüldüğü varsayımı altında, merkez bankasının enflasyon, çıktı ve döviz
kurundaki değişikliklere aşağıdaki politika kuralına göre tepki verdiği kabul edilir:
R = ρ R + 1 − ρ ψ π + ψ! y + ψ" Δe + ε
Burada ψ parametreleri para politikası katsayılarını, ρ ise faiz kuralı
içerisinde bir yumuşama (smoothing) terimini gösterir.
Dış ticaret haddi uluslararası mal piyasası denge koşulundan endojen
olarak büyüme oranının bir fonksiyonu şeklinde elde edilebilir. Fakat modelin bu
eşitlikle birlikte tam yapısal olarak tahmini Lubik ve Schorfheide (2007)’de
belirtildiği gibi problemli olmakta ve gerçekçi olmayan parametre tahminleri ve
düşük olabilirlik değerlerine sebep olmaktadır. Bu tür problemlerin önüne geçmek
için modele ekzojen olarak dış ticaret haddi büyüme oranı için bir dinamik
değişim denklemi eklenebilir. Bu çalışmada dış ticaret hadlerinin değişimi
gösterecek bu denklem şu şekilde modellenecektir:
∆q = ρ% ∆q + ε%,
Yukarıda verilen bu beş eşitlik birlikte bir doğrusal rasyonel beklentiler
modeli oluşturur. Bu modelde dış dünyayı gösteren π∗ ve y∗ değişkenlerinin ρ'∗
ve ρ(∗otoregresif katsayılarına bağlı olarak AR(1) süreçlere göre değiştiğini
varsayacağız.Bu rasyonel beklentiler modeli değişik metotlar vasıtası ile
çözülebilir. Bu metotların başlıcalarAnderson ve Moore (1985)’un AiM
algoritması, Klein (2000)’in ve Sims (2002)’in metotlarıdır. Bu çözüm metotları
DSGE modelini log-lineer hale getirip durum uzay (state-space)formunu elde eder,
bu gösterimde gözlemlenebilen değişkenler ölçüm (measurement) denklemi ile
23
M.M. Arslan, F.Ö. Serttaş ve R. Aydın
model değişkenlerine bağlanır. Burada ayrıca durum denklemi model
değişkenlerinin geçmiş değerler ve i.i.d. şoklarla eşleştirildiği DSGE modelinin
indirgenmiş (reduced) formunu sağlar.
Modelin çözülmesinden sonra modele ait bilinmeyen parametreler daha
sonra tahmin edilecek bir parametre vektörü oluşturur. Tüm yapısal şokların
normal dağılıma sahip olduğu ve birbirleri ile tüm geri ve ileri dönemlerde ilişkisiz
olduğu varsayımı altında tüm endojen model parametrelerine ait bir ortak olasılık
dağılımı (jointprobabilitydistribution) elde edilebilir. Saf bayezci tahmin
metodunda bu parametreler için bir önsel dağılım belirlenir ve DSGE modele ait
olabilirlik fonksiyonu üzerinden ampirik veriler kullanılarak bu önseller
değiştirilir. Daha sonra ise Bayes teoremi kullanılarak sonsal dağılımlar elde
edilebilir. DSGE-VAR metodunda ise çözülen DSGE modeli vasıtasıyla VAR
parametrelerinin önsel dağılımına ait momentler bir normal/invertedWishart formu
kullanarak belirlenir. Böylece ekonomiyi teorik olarak modelleyen bir DSGE
modeli ile parametrelere ait olası dağılımlar belirlenir ve bu dağılımlar VAR
tahminlerinde önsel dağılım olarak kullanılıp, varsayılan ekonomik modelle
uyumlu tahmin veya projeksiyon sonuçları elde edilir. DSGE-VAR modelinde
SOE modeli ile kukla (dummy) veri seti elde edilip, bundan VAR tahmini için
gereken önseller türetilir. Daha sonra DSGE-VAR modeline ait sonsal dağılımlar
bir VAR olabilirlik fonksiyonu ile DGSE önsellerinin birleştirilmesinden türetilir.
Burada kullanılacak DSGE önselleri BVAR modellerinde genellikle kullanılan
Minnesota-tipi önsellerin yerine geçer.
4. TAHMİN SONUÇLARI
Çalışmada mevsimsellikten arındırılmış 3-aylık veri setleri kullanılacaktır.
Veri seti nominal çıktı, enflasyon, kısa dönem faiz oranları, nominal döviz kuru ve
dış ticaret hadleri değişkenlerinden oluşacaktır. Tahminlerde çıktının büyüme
oranı kullanılacak ve GSYİH değerlerinden hesaplanacaktır, enflasyon olarak
TÜFE’nin değişim oranı alınacaktır, döviz kuru olarak nominal efektif döviz kuru
veya dolar döviz kuru kullanılacaktır. Tahminlerde döviz kuru ve ticaret hadlerinin
değişim oranları kullanılacağından ilgili değişkenlerin logaritmalarının birincifarkları alınacaktır.
Tahminde kullanılacak veri seti Türkiye için 1998:2-2015:4 dönemi veya
2002:1-2015:4 dönemi olacaktır. Birinci set daha çok veri içermesine rağmen 2001
24
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
krizinin etkilerini içermektedir. İkinci set ise söz konusu krizi içermediğinden
Türkiye’nin daha istikrarlı olduğu bir dönemi gösterir ve bu nedenle yapılacak
projeksiyonda Türkiye’nin mevcut ekonomik dinamiklerini daha iyi yansıttığı
düşünebilir.
Tablo 1: Nominal GSYH, 1998-2015 Verileri ile Projeksiyon
Yıl
Nom.GSYH
(1000 TL)
2015
1952724009
50 %
2016
2193749416
2150714971 2232520925
2134096574
2253937948
2104694703
2287879265
2017
2406717216
2362485652 2456648353
2331234081
2477383867
2294364246
2515110036
2018
2625544162
2575736488 2680796985
2544951019
2709645749
2491961424
2766325150
2019
2847140174
2783904122 2909063081
2759677984
2941297862
2705912849
2986203550
2020
3074239791
3009787960 3143449030
2970692811
3174796445
2909766651
3238328122
2021
3307628174
3242805705 3363672744
3207626674
3401163898
3151116033
3454044063
2022
3547673244
3473454840 3614624077
3435794156
3666190783
3364553222
3723388383
2023
3795193990
3712127398 3870907018
3673746596
3910672754
3589206313
3995732916
Güven Aralığı
70 %
90 %
1998-2015 veri seti kullanıldığında elde edilen projeksiyon sonuçları yıllık
olarak Tablo 1’de verilmiştir Ayrıca bu tahmin değerleri için %50, %70 ve %90
olmak üzere 3 adet güven aralığı hesaplanmıştır. Buna göre, örneğin %90 güven
aralığı projeksiyon sonucu elde edilen değerin %90 ihtimalle bu aralıkta olacağını
göstermektedir. Tablo 1’deki yıllık hale getirilmiş değerlerin hesaplandığı 3-aylık
projeksiyon sonuçları grafiksel olarak da Fig.1’de gösterilmiştir. Buna göre
Türkiye’nin 2023 nominalGSYH’sıyaklaşık 3.8 trilyon TL olarak bulunmuştur.
2023 GSYH’sı %90 ihtimalle 3.59 trilyon TL ile 3,99 trilyon TL arasında
gerçekleşmesi beklenmektedir. 2002-2015 verileri ile yapılan projeksiyon
sonuçları ise Tablo 2 ve Fig.2’de verilmiştir. Buna göre 2001 krizini içermeyen
veri seti ile daha yüksek projeksiyon sonuçları elde edilmiş ve 2023 GSYH 4.72
trilyon TL olarak öngörülmüştür.
25
M.M. Arslan, F.Ö. Serttaş ve R. Aydın
Fig.1: Nominal GSYH, 1998-2015 Verileri ile.
1200
1000
800
600
400
200
0
1998-1
1999-1
2000-1
2001-1
2002-1
2003-1
2004-1
2005-1
2006-1
2007-1
2008-1
2009-1
2010-1
2011-1
2012-1
2013-1
2014-1
2015-1
2016-1
2017-1
2018-1
2019-1
2020-1
2021-1
2022-1
2023-1
Nominal GSYH (Milyon)
Veri: 1998-2015 (Milyon TL, 3 Aylık);
Güven Aralığı: %50 - %70 - %90
Benzer projeksiyonlar ABD doları cinsinden de yapılmış olup sonuçlar
Tablo 3, Tablo 4 ve Fig.3’te verilmiştir. Bunlara göre 2023 yılı için Türkiye’nin
GSYH’sı942.4 milyar dolar ve 947.2 milyar dolar olarak bulunmuştur. Bu
bulgulara göre Türkiye’nin 2023 hedefi olan 2 trilyon dolarlık GSYH’ya ulaşması
mümkün gözükmemektedir.
Tablo 2: Nominal GSYH, 2002-2015 Verileri ile Projeksiyon
Yıl
Nom.GSYH
(1000 TL)
2015 1952724009
Güven Aralığı
50 %
70 %
90 %
2016 2262066340 2221037944 2304509157
2199508443
2325397912
2163984989
2371761603
2017 2598143283 2550010624 2648562648
2517288533
2678684905
2466901117
2723968058
2018 2944276252 2890178910 2997265375
2851333622
3034014474
2806117803
3075747459
2019 3288115690 3213169550 3360336406
3172140651
3397247470
3110472783
3471206420
2020 3631337085 3545853333 3716175017
3508599029
3753194814
3440753719
3826279266
2021 3980038870 3894526203 4067389578
3855056734
4110047341
3783519263
4178206433
2022 4339937130 4244517251 4439772203
4183699624
4489845853
4118373300
4560201075
2023 4716567615 4624202565 4809816086
4582123040
4869340126
4475340483
4928979127
26
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Fig.2: Nominal GSYH, 2002-2015 Verileri ile
1500
1000
500
0
2002-1
2003-1
2004-1
2005-1
2006-1
2007-1
2008-1
2009-1
2010-1
2011-1
2012-1
2013-1
2014-1
2015-1
2016-1
2017-1
2018-1
2019-1
2020-1
2021-1
2022-1
2023-1
Nominal GSYH
(Milyon)
Veri: 2002-2015 (Milyon TL, 3 Aylık);
Güven Aralığı: %50 - %70 - %90
Kişibaşı gelir hesapları ise Tablo 5’te verilmiştir. Bu projeksiyon
sonuçlarına göre 2023 yılında kişi başı GSYH 11,200 dolar civarında bulunmuş
olup, %90 güven aralığına göre 12,600 dolar olarak gerçekleşme ihtimali söz
konusudur. Bu sonuçlara göre Türkiye’nin 2023’de ulaşmayı hedeflediği kişi başı
25,000 dolar seviyesinin gerçekleşmesinin çok zor olduğu görülmektedir.
Tablo 3: Nominal GSYH, 1998-2015 Verileri ile Projeksiyon
Yıl
Nom.GDP
(1000 USD)
Güven Aralığı
50 %
70 %
90 %
2015
721051070
2016
708891564
678250146
735392054
666045267
752679076
640813019
779743837
2017
728773540
691806891
769305255
669084167
788727180
645364937
823308215
2018
757975618
725538167
793373864
701471104
812952544
669841378
842973334
2019
793173789
758482702
828043276
736589167
850595994
699585683
888667746
2020
829083127
788854812
866866464
770221475
887260258
740038309
930644355
2021
865876586
827982218
902141266
803533619
925187654
767524204
967598530
2022
903681691
859442943
950854956
833339864
974778373
800430358
1016097404
2023
942447762
901729705
981916419
879088358
1011907123
840976999
1061962832
27
M.M. Arslan, F.Ö. Serttaş ve R. Aydın
Fig.3: Nominal GSYH, 1998-2015 verileri ile
300
250
200
150
100
50
0
1998-1
1999-1
2000-1
2001-1
2002-1
2003-1
2004-1
2005-1
2006-1
2007-1
2008-1
2009-1
2010-1
2011-1
2012-1
2013-1
2014-1
2015-1
2016-1
2017-1
2018-1
2019-1
2020-1
2021-1
2022-1
2023-1
Nominal GSYH
(Milyon)
Veri: 1998-2015 (Milyon Dolar, 3 Aylık);
Güven Aralığı: 50% - 70% - 90%
Tablo 4: Nominal GSYH, 2002-2015 verileri ile Projeksiyon
Yıl
Nom GSYH
2015
2016
2017
2018
2019
2020
2021
2022
2023
721051070
728438318
756947587
785647730
818291180
850482239
882777091
914945081
947180046
Güven Aralığı (bin $)
50 %
701942363
727078666
757668315
788375418
820002538
849155780
882394941
913729768
70 %
752182942
784560522
816295276
845712519
879577859
915936565
948876084
982827589
689750070
713023262
738085477
774947268
803711740
831598994
862670724
897139306
90 %
768195146
802622435
832364933
866035139
896273246
936885991
966564519
1001711473
667502612
689926856
717309822
749262163
776195324
801566996
829068777
866082637
793611342
829846759
850074051
895613375
927968454
963900320
998334015
1026237387
Tablo 5: Nominal Kişibaşı GSYH, 2002-2015 verileri ile Projeksiyon
Yıl
Kişi başına
Nom GSYH
2002-2015
2015
9157,24
2016
9224,75
8889,21
2017
9489,60
2018
9753,39
2019
2020
Güven Aralığı(bin $)
50 %
70 %
90 %
9525,45
8734,81
9728,22
8453,08
10050,08
9115,14
9835,77
8938,94
10062,21
8649,38
10403,51
9406,04
10133,86
9162,93
10333,36
8905,01
10553,21
10062,41
9694,54
10399,61
9529,42
10649,51
9213,57
11013,23
10362,03
9990,68
10716,52
9792,19
10919,94
9456,94
11306,10
2021
10659,47
10253,49
11059,87
10041,50
11312,83
9678,86
11639,02
2022
10952,17
10562,53
11358,33
10326,43
11570,07
9924,20
11950,36
2023
11242,88
10845,83
11666,01
10648,91
11890,16
10280,27
12181,28
28
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
5. SONUÇ
Projeksiyon sonuçları göstermektedir ki, mevcut trend ve dinamikler ile
Türkiye kendi önüne koymuş olduğu 2023 yılında 2 trilyon dolar GSYH ve 25,000
dolar kişi başı gelir hedeflerini gerçekleştirmekten oldukça uzak gözükmektedir.
Bu hedeflerden olan yıllık 500 milyon dolar ihracat hedefinin de, buna ait
projeksiyonlar henüz yapılmamakla birlikte bu elde edilen sonuçlara göre
gerçekleşmesinin oldukça zor olduğu gözükmektedir. Bu hedeflerden bu kadar
uzak düşülmesinin sebebi özellikle 2014 ve 2015 yılında Türk Lirasının dolar
karşısında yaşamış olduğu yüksek değer kaybı olarak görülebilir. Çünkü
projeksiyonlardan 2014 ve 2015 çıkarılıp, 2013 yılına kadar ki veriler
kullanıldığında 2023 yılında 1.5 trilyon dolarlık GSYH’ya ve 17-18 bin dolarlık
kişi başı GSYH değerlerine ulaşıldığı görülmüştür. Bu değerlerinde hedeflerin
altında olmasına rağmen, yine de son verilerle elde edilen projeksiyonlar kadar
hedeflerden çok uzak olmadığı görülür.
Türkiye’nin 721 milyar dolar olan 2015 GSYH’sının 2023 yılında 2
trilyon dolar seviyesine ulaşması için bu süre zarfında Türkiye’nin ortalama yıllık
%13 civarında büyüme gerçekleştirmesi gerekmektedir. Fakat günümüzde tüm
dünyada yaşanan ekonomik kriz ve durgunluklar dikkate alındığında bunun
gerçekleşmesinin neredeyse imkansız olduğu görülmektedir.
KAYNAKÇA
An, S., Schorfheide, F. 2007. “Bayesian Analysis of DSGE Models”, Econometric Reviews, 26,
113–172.
Anderson, G.,Moore, G. 1985. “A Linear Algebraic Procedure for Solving Linear Perfect Foresight
Models”, Economics Letters, 17, 247–252.
Ball, L., Robert, T. 2002. “The Fed and the New Economy", American Economic Review, 92 (2),
108-114.
Clarida, R.,Galí, J., Gertler, M. 1998. “Monetary Policy Rules in Practice: Some International
Evidence", European Economic Review, 42 (6), 1033-1067.
Clarida, R.,Galí, J., Gertler, M. 2000. “Monetary Policy Rules and Macroeconomic Stability:
Evidence and Some Theory", Quarterly Journal of Economics, 115(1),147-180.
Clarida, R.,Galí, J., Gertler, M. 2001. “Optimal Monetary Policy in Open versus Closed Economies:
An Integrated Approach", American Economic Review, 91 (2), 248-252.
DeJong, D. N.,Ingram, B. F., Whiteman, C. H. 2000. “A Bayesian approach to dynamic
macroeconomics”, Journal of Econometrics, 98(2), 203–223.
De Walque, G.,Wouters, R. 2004. “An open economy DSGE model linking the Euro area and the
U.S. economy”, Manuscript, National Bank of Belgium.
29
M.M. Arslan, F.Ö. Serttaş ve R. Aydın
Del Negro, M.,Schorfheide, F. 2004. “Priors from general equilibrium models for VARs”,
International Economic Review45(2), 643–673.
Del Negro, M., Schorfheide, F. 2006. “How Good Is What You’ve Got? DSGE-VAR as a Toolkit for
Evaluating DSGE Models”, Federal Reserve Bank of Atlanta Economic Review, 91, 21–37.
Del Negro, M., Schorfheide, F. 2009. “Monetary Policy Analysis with Potentially Misspecified
Models”, American Economic Review, 99, 1415–1450.
Del Negro, M., Schorfheide, F., Smets, F., Wouters, R. 2007. “On the Fit of New Keynesian
Models”, Journal of Business and Economic Statistics, 25(2), 123–162.
Fuhrer, J., Moore, G. 1995. “Inflation persistence”, Quarterly Journal of Economics 440, 127–159.
Galí, J.,Monacelli, T. 2005. “Monetary Policy and Exchange Rate Volatility in a Small Open
Economy”, Review of Economic Studies, 72, 707–734.
Ingram, B. F., Whiteman, C. M. 1994. “Supplanting the Minnesota prior: forecasting macroeconomic
time series using real business cycle model priors”, Journal of Monetary Economics, 34(3), 497–510.
Kim, J. 2000. “Constructing and estimating a realistic optimizing model of monetary policy”, Journal
of Monetary Economics, 45(2), 329–359.
Klein, P. 2000. “Using the Generalized Schur Form to Solve a Multivariate Linear Rational
Expectations Model”, Journal of Economic Dynamics and Control, 24, 1405–1423.
Landon-Lane, J. 1998. “Bayesian Comparison of Dynamic Macroeconomic Models”, Ph.D.
dissertation, University of Minnesota.
Leeper, E. M.,Sims, C. A. 1994. “Toward a modern macroeconomic model usable for policy
analysis”, In: Stanley, F., Rotemberg, J. J., eds. NBER Macroeconomics Annual 1994. Cambridge,
MA: MIT Press, pp. 81–118.
Lubik, T. A.,Schorfheide, F. 2007. “Do Central Banks Respond to Exchange Rate Movements? A
Structural Investigation”, Journal of Monetary Economics, 54, 1069–1087.
Lubik, T. A., Schorfheide, F. 2006. “A Bayesian look at new open economy macroeconomics” In:
Mark, G., Rogoff, K., eds. NBER Macroeconomics Annual 2005. Cambridge, MA: MIT Press, pp.
313–366.
Orphanides, A. 2001. “Monetary Policy Rules Based on Real-Time Data", American Economic
Review, 91 (4), 964-985.
Otrok, C. 2001. “On measuring the welfare cost of business cycles”, Journal of Monetary
Economics, 47(1), 61–92.
Rabanal, P., Tuesta, V. 2006. “Euro-Dollar real exchange rate dynamics in an estimated two-country
model: What is important and what is not”, CEPR Discussion Paper No. 5957.
Schorfheide, F. 2000. “Loss function-base devaluation of DSGE models”, Journal of Applied
Econometrics, 15(6), 645–670.
Sims, C. A.1980. “Macroeconomics and Reality”, Econometrica, 48(4), 1–48.
Sims, C. A. 2002. “Solving Linear Rational Expectations Models”, Computational Economics, 20,
1–20.
Woodford, M. 2003. Interest and Prices: Foundations of a Theory of Monetary Policy. Princeton:
Princeton University Press.
30
Tezkirelere Göre Osmanlı Döneminde
Balkanlarda Yetişen Şairler
Dr. Müberra Gürgendereli
Trakya Üniversitesi
ÖZET
Osmanlı Devleti’nin 14.yy’da başlayan ve daha sonra hızla devam eden fetih hareketleri,
Balkanlarda belli başlı kültür merkezlerinin meydana gelmesini sağlamıştır. Divan
edebiyatı içerisinde önemli yere sahip olmuş ve etkilediği şahsiyetler bakımından önemli
tesirler bırakan çok sayıda şair, Balkan topraklarından yetişmiştir. Şiirlerindeki lirizm,
tabîlik, maddi kültür ve kelime kadroları bakımından kendilerine has ortak özelliklere
sahip olan Rumeli şairleri, verdikleri önemli eserlerin yanısıra devletin önemli meslek ve
kademelerinde de görev almış şahsiyetlerdir. Osmanlı döneminin biyografik kaynakları
olan şuarâ tezkirelerinden elde edilen bilgilere göre, bugünkü Balkan ülkelerinden;
Yunanistan, Bulgaristan, Bosna-Hersek, Makedonya, Kosova, Arnavutluk ve Sırbistan
sınırları içerisinde doğmuş toplam 459 şair tespit edilmiştir. Divan şairleri içerisinde
önemli bir orana sahip olan bu şair kadrosu, klasik edebiyatımızın tarihi seyri ve
şekillenmesi sürecinde belirleyici rol oynamıştır. Bildiride; bu şairlerin doğdukları ülke ve
şehirlere göre istatistikî tasnifleri yapılmış, yaşadıkları yüzyıllar, meslekleri, tasavvuftarikat ilişkileri belirlenmiş, adı geçen Rumeli şehirlerinin edebiyatımızdaki önemi ele
alınmıştır.
Anahtar Kelimeler: Balkan Şairleri, Rumeli, Yunanistan, Bulgaristan, Bosna-Hersek,
Balkanlar.
M.Gürgendereli
1. GİRİŞ
Osmanlı Devleti, Avrupa’nın güneydoğusunda bir yarımada halinde yer alan ve
“Balkanlar” olarak tabir edilen bölgede XIV. yüzyıldan itibaren varlığını
göstermeye başlamıştır. XV. ve XVI. yüzyıllarda batıya doğru devam eden fetih
hareketlerinin hızlanmasıyla Balkanlar’da çok önemli kültür merkezleri meydana
gelmiştir. Bu kültür merkezlerinde bilim, kültür ve sanatın ilerleyebilmesi için
gerekli olan altyapı hazırlanmış, dönemin bilim ve kültür kurumları olan medrese
ve tekkelerin de tesis edilmesiyle Osmanlı edebiyatının önemli temsilcileri, II.
Bayezid devriyle birlikte Balkan şehirlerinde yetişmeye başlamıştır.
XVI. yüzyılın başlarından itibaren başka alanlarda olduğu gibi Osmanlı edebiyat
kadrosunun da önemli bir bölümü Balkanlar’dan yetişmiştir. Tezkirelerin
verdikleri bilgilere göre; Osmanlı şair kadrosunun üçte bire yakın bölümü Balkan
şehirlerinde doğup büyüyenlerden oluşmaktadır. Bölgenin edebi kadro açısından
zengin olmasını sağlayan bazı özel şartlar mevcuttu. Osmanlı devlet sistemi içinde
bütün Ortaçağ devletlerinde olduğu gibi, sanat özel bir teşvik sistemiyle
destekleniyordu. Osmanlı sarayından başlanarak taşrada şehzade sancakları ve
beyler kendi konumlarına uygun bir sanatçı kadrosunu maiyetlerinde
bulunduruyorlardı. Böyle bir kadro yöneticiliğin şartlarından sayılıyordu. Osmanlı
Rumelisi özel konumu nedeniyle çok sayıda akıncı ailesinin de barınma yeriydi.
Bu yüzdendir ki akıncı beyleri, çevrelerinde maiyetlerindeki serdengeçtileri sürekli
istim üzerinde tutacak derviş-meşrep şairlere ihtiyaç duyarlar ve onları himaye
ederlerdi (İsen, 2009:2).
Bir edebiyatçının yaşadığı coğrafi çevrenin, mahalli renklerin, dünyaya bakış
açısının ve hayat tarzının, yarattığı edebi eser üzerindeki etkisi, tartışmasız çok
açıktır. Bu etki, Balkan topraklarında doğmuş ve yetişmiş şairlerde daha da
belirgin olarak görülür. Bir Balkan şairiyle, Anadolu’da, Bağdat’ta veya Orta
Asya’da doğup büyümüş, buralara ait kültür merkezlerinde yetimiş bir şairin
duygularını ifade ediş şekilleri, coşkuları, heyecanları ve kullandıkları kelimeler,
farklılıklar göstermektedir.
Rumeli şairlerinin yetiştikleri ortam, ele aldıkları konular, anlattıkları sosyal hayat,
şiirlerinde kullandıkları motifler, söz sanatları, hayal dünyası ve kelime kadrosu
incelendiğinde onların bazı ortak noktalarının bulunduğu görülür. Yaşadıkları
çevreye duyarlı olan bu şairler, şiirlerinde genel olarak şehir ve yer adlarını dile
32
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
getirirler. Yine bu bölgede çok kullanılan “ya, be, gör e, bak a, hey, be hey” gibi
günlük konuşma dilinin özelliği olan senli benli samimi ifade biçimine şiirlerinde
fazlaca yer verirler. Bunun yanında komşu olarak yaşadıkları diğer milletlerle
yakın temas sonucu Hristiyan ve gayrımüslüm toplulukların çeşitli inançları,
gelenek ve görenekleri gibi konulardaki gözlemler bir malzeme olarak şiire girer
(Çeltik, 2004:2).
Balkanlarda yetişen divan şairlerinin, genellikle Balkanlara has bir özellik olarak;
yaşadıkları ya da doğdukları şehirlerin güzelliklerini ve güzellerini anlatan “şehrengiz” türünde eserler kaleme aldıkları görülmektedir. Balkan şehirleri için
yazılmış başlıca şehrengizler; Usûlî’nin Yenice Şehrengizi, İshak Çelebi’nin
Üsküp Şehrengizi, Hayreti’nin Belgrad ve Yenice şehrengizleri, Za’fî’nin Yenice
Şehrengizi, Derviş’in Mostar Şehrengizi ve Dürrî’nin Gümülcine Şehrengizidir.
2. BALKAN ŞEHİRLERİNDE YETİŞEN DİVAN ŞAİRLERİ
Birer kültür merkezi olarak parlayan ve bu özellikleriyle varlık gösteren Balkan
şehirleri, özellikle XVI. yüzyılda divan edebiyatı temsilcilerinin önemli bir kısmını
yetiştirmiştir. Şuara tezkiresi yazarı Âşık Çelebi, Pirizrenli Nehârî hakkında bilgi
verirken şu ifadeleri kullanmaktadır: “Rivayet olunur ki Pirizren’de oğlan doğsa
adından mukaddem mahlas korlar. Yenice’de doğan oğlan etmeğe papa diyecek
vakt Fârsî söyler. Piriştine’de oğlan doğsa dividi belinde doğar derler. Binâen ‘alâzâlik Pirizren şâir menbaı, Yenice Fârsî ocağı ve Piriştine kâtip yatağıdır” (Kılıç,
2010:904).
Rumeli toprağı şair yetiştirmeye müsait, bereketli bir topraktır. Bir Rumeli şairi
olan Hayâlî Bey, şairliğinin tıpkı doğduğu topraklar gibi verimli olduğunu,
şiirindeki mana güllerinin “Rumeli toprağı”nın feyzinden meydana geldiğini
söyler.
Kâbil-i feyz olmasa vermezdi ma‘nâ güllerin
Bu Hayâlî Husrevâ Rumili toprağı gibi
Boşnak divan şairlerinden Mezâkî ise; Rum illerini gezip gören, buraların safasını
süren bir kimse, bir daha ne İstanbul’u ne de Üsküdar’ı ister diyerek balkan
coğrafyasının üstünlüğünü vurgular.
Edip Rûm illerin zevkin Mezâkî sâde-rûlarla
33
M.Gürgendereli
Gönül ne meyl-i Sitanbul ne fikr-i Üsküdar eyler
Divan şairlerinin birçoğu devrin eğitim müesseselerinde, mektep ve
medreselerinde yetişmiş; kazaskerlik, kadılık ve müderrislik gibi önemli
görevlerde bulunmuş kişiler yani dönemin devlet adamlarıdır. Bunların önemli bir
kısmı da Balkan şehirlerinden yetişmiştir. Balkanlarda doğduğunu tespit
edebildiğimiz 459 şair içinden, Osmanlı döneminin biyografileri olan tezkirelerde
ve diğer biyografik kaynaklarda mesleklerini belirleyebildiğimiz 347 şairin
mesleklerine göre dağılımları şöyledir:
Kadı: 75
Müderris, muallim: 60
Katip: 56
Şeyh: 27
Vaiz, imam, hatip: 11
Beğ, beğlerbeği: 19
Asker: 14
Vezir: 8
Kethüda: 8
Vali: 7
Kaymakam, mutasarrıf: 7
Müftü: 6
Hattat: 6
Tezkireci, ruznameci: 4
Defterdar: 3
Mektupçu: 3
Derviş: 3
Esnaf: 3
Kazasker: 2
Mesnevihan: 2
Muhasebeci: 2
Sefir: 2
Musahhih: 2
Kütüphaneci: 2
Diğer meslekler: 15 (Arzuhalci:1, Tercüman:1, Mabeynci: 1, Pasbanbaşı:1,
Şeyhülislam: 1, Sahaf: 1, Reisülküttab: 1, Mühürdar: 1, Muharrir: 1, Kisedar: 1,
Tabib: 1, Divan Efendisi: 1, Posta Müdürü: 1, Matbaacı: 1, Hassa Ağası: 1.)
34
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Balkan şairlerinin doğdukları şehirlere göre tespit edilmesinde dikkat çeken bir
diğer özellik de bu şairlerin önemli bir kısmının bir tarikata mensup olmaları ya da
bir tasavvufi akıma sempati duymalarıdır. Zaten yapı olarak tok gözlü, istiğna
sahibi, gururlu, dik başlı ve derviş yaratılışlı bu şairlerin bir tarikata mensup
olmaları gayet tabidir. “Büyük mutasavvıf kişilerin çevresinde toplanmalarla
tasavvufun teşkilat ve merasim sistemi haline gelmesi demek olan tarikatlar, güzel
sanatların gelişiminde çok önemli roller oynamışlardır. Her türlü fikir ve heyecan
şahlanışını kendine konu bilen edebiyat, tasavvuf heyecanı için de bir ifade
vasıtası olmuş ve gönüllerde yanan kutsal ateş şiirle dile getirilmiştir”(İsen
1997:212).
Balkanlarda doğduğunu tespit edebildiğimiz 459 şair içinden, mensup oldukları ya
da yakınlık duydukları tarikatları belirleyebildiğimiz 89 şairin tarikatlara göre
dağılımları şöyledir:
Mevlevî: 38
Nakşî: 15
Halvetî: 7
Bektâşî: 7
Gülşenî:5
Kalenderî ve Işık: 4
Sa‘dî: 4
Celvetî: 3
Kadîrî: 2
Melâmî: 1
Bayramî: 1
Üveysî: 1
Hurûfî: 1
XIV. yüzyılın ikinci yarısından İstanbul’un fethine kadar geçen süre içerisinde
gelişen yoğun Rumeli fetihleri sayesinde, Balkanlar’da meydana gelen siyasi
yapıya paralel olarak kültürel yapının da sağlanmasıyla, sanat ve edebiyatın
gelişmesine uygun zemin hazırlanmıştır. Daha sonra XVI. yüzyılda devletin
askeri, ekonomik, siyasi ve kültürel yönden zirveye ulaşması, Balkanlar’daki
kültür ve sanat gelişimini de en üst noktaya ulaştırmıştır. Balkan şairlerinden
yaşadıkları dönem tespit edilebilen 435 şairin yüzyıllara göre dağılımı şöyledir:
35
M.Gürgendereli
XIV.yüzyıl:1
XV.yüzyıl: 13
XVI.yüzyıl: 156
XVII. yüzyıl: 102
XVIII. yüzyıl: 70
XIX.yüzyıl: 83
XX.yüzyıl: 10
Bugünkü Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Kosova, Bosna-Hersek,
Arnavutluk, Sırbistan ve Macaristan sınırları içinde doğmuş olan çoğu şair, 459
edebiyatçıyı; şuarâ tezkirelerine ve son dönem biyografik kaynaklarına göre elde
ettiğimiz bilgilerle, bugün hangi ülkelerin sınırları içerisine dahil edileceklerini,
doğmuş oldukları şehirleri göz önüne alarak şu şekilde tasnif edebiliriz:
Yunanistan: 169
Bulgaristan: 92
Makedonya: 72
Bosna-Hersek: 48
Sırbistan: 27
Kosova: 17
Arnavutluk: 17
Macaristan:3
Rumeli3: 14
a) YUNANİSTAN
Yunanistan, 169 şairle Balkanlarda en fazla şair yetiştiren ülkedir. Bugünkü
Yunanistan sınırları içinde yer alan şehirler, özellikle Serez, Vardar Yenicesi,
Selanik, Yenişehir Fener ve Girit Osmanlı döneminde değerli şairler yetiştirmiş
seçkin kültür merkezleridir.
Balkanlarda Türk edebiyatı ile ilgili en önemli çalışmaların sahibi olan Prof.Dr.
Mustafa İsen, bu şehirlerden Yenice hakkında şu tespitleri yapar: “Serdengeçti
akıncıların yanında özellikle onları gazaya teşvik edecek, gaziliğin ve şehitliğin
faziletlerini nakl edecek, kısacası onları şarj edecek, moral verecek kişilere ihtiyaç
3
Burada yer alan şairler, tezkirelerde; doğdukları şehrin adı verilmeden sadece
“Rumelidendir” ifadesiyle belirtilmiş şairlerdir.
36
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
vardı. Medreselerde yetişmiş, işin daha çok zahiri tarafıyla ilgili bilginler bu rolü
yerine getiremezdi. Bu işi kışın kışlaklarda, bahar gelince ise akıncılarla birlikte
coşup taşan yarı meczup ermiş şairler yerine getirebilirdi. İşte Yeniceli şairlerin
çoğu da bu özellikleri taşımaktaydı. Hatta Yenice’de yetişen şairler, bir fabrikadan
çıkmış standart mamuller gibi benzer özellikler taşımaktaydı. Yenice XVI. yüzyıl
sonuna kadar çoğu Osmanlı Devleti’nin asırlar boyu oldukça tanınmış şairlerini
yetiştiren önemli bir beldesi oldu” (İsen, 2009:53).
Tezkire yazarları şairleri tanıtırken, doğdukları şehirleri de tasvir ederler.
Tezkirelerde yer alan bugünkü Yunanistan şehirlerinden birkaçı hakkındaki
tasvirler şöyledir:
Vardar Yenicesi: Hüner sahibi âlimlerin kaynağı ve merkezi, söz ustalığını şiar
edinmiş şairlerin ocağı, suyu ve havasının letafetiyle, cennete benzeyen yerleriyle
İrem bağlarını utandırıp kıskandıracak kadar güzel, ferahlık veren bahçelerinin
yanında dilberlerinin güzellikleriyle de meşhur, zariflerin ve şairlerin toplandığı
övülmeye layık bir şehirdir (Beyzadeoğlu, 2001:53). Yeniceli şair Usûlî,
şehrengizinde, Vardar nehri içindeki bu güzel şehrin benzerinin, dünyanın hiçbir
yerinde bulunmadığını söyler.
Yenice şehridir Vardar içinde
Ki misli ne Hıtâ’da var ne Çin’de
Serez: Yetiştirdiği şairlerle edebi açıdan önemli bir yere sahip olan Serez, Osmanlı
vilayetleri içinde geceyi mum gibi aydınlatan, insanın ruhuna ferahlık veren
havasının ikliminin güzelliğiyle dikkat çeken, bahçeleriyle Seba ülkesini
kıskandıran cennet gibi eşsiz bir belde olarak anlatılmıştır (Eyduran, 2000:35).
Selanik: Ülkelerin ve şehirlerin yüzüne güzellik veren bir şehirdir (Beyzadeoğlu,
2001:61). Biyografik kaynaklardan elde ettiğimiz bilgilere göre4 bugünkü
4
Şairler hakkındaki bilgilerin tespitinde faydalanılan tezkire ve biyografik kaynaklar
şunlardır: Haluk İpekten ve Komisyon (1988). Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler
Sözlüğü. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara; Cemal Kurnaz ve Mustafa Tatçı
(2001). Mehmet Nail Tuman Tuhfe-i Nâilî. Bizim Büro Yayınları; Filiz Kılıç (2010). Aşık
Çelebi Meşâ‘irü’ş- şu‘arâ İnceleme-Metin. İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul;
İbrahim Kutluk (1989). Kınalızade Hasan Çelebi Tezkiretü’ş- şu‘arâ. Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara; Rıdvan Canım (2000). Latîfî Tezkiretü’ş- şu‘arâ ve Tabsıratü’nnuzemâ(İnceleme-Metin). Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı, Ankara; Mustafa İsen
37
M.Gürgendereli
Yunanistan sınırları içinde doğduğu tespit edilen 169 şairin Yunanistan şehirleri,
beldeleri ve adalarına göre dağılımı şöyledir:
Serez: 26, Yenişehir Fener: 25, Selanik: 23, Vardar Yenicesi: 20, Girit: 20, Mora:
17, Tırhala: 6, Midilli: 6, Eğriboz: 5, Karaferye: 5, Yanya: 4, İnebahtı: 2,
Ferecik:2, Sakız:2, Rodos:2, Dimetoka: 1, Kavala:1, İskeçe: 1, Nevrekop:1.
SEREZ(SİROZ): Adnî(ö.1684), Celal Paşa (ö.1903), Hâfız (ö.1533), Hasan
Çelebi-i Mu‘îd (ö.1615), Hüsnî (ö.1846’dan sonra), İlhâmî (ö.1572), Kabûlî (III.
Murad devri), Kandî (ö.1555), Lâyihî (ö.1565), Makâmî (ö.1638), Medîhî (III.
Murad devri), Muhlis (ö.1843), Mustafa Efendi (ö.1643), Nisârî (Kanuni devri),
Niyâzî(Yıldırım Bayezid devri), Niyâzî (ö.1900), Rahmetî (ö.1620), Sa‘dî
(XV.yy), Sâfî (ö.1688), Senâyî (ö.1688), Sinânî, Abdülbâkî Efendi (ö.1688),
Sühâyî (ö. 1534), Vasfî (XV.yy), Zarîfî (ö.1569), Zeynî (XVI. yy), Zînetî (ö.1553)
YENİŞEHİR FENER:‘Ârifî (XVI.yy), ‘Atâ (ö.1814), ‘Avnî (ö.1883), ‘Avnî
(d.1879), Belîg (ö.1760), Emîn (ö.1794), Emrî Efendi, Ferîd (ö.1908), Hâşim
(ö.1920), Hâtem Ahmed Efendi (ö. 1754), İbrâhim Efendi (Seyyîd) (ö.1780),
(1994). Künhü’l-ahbâr’ın Tezkire Kısmı. Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu
Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara; Mustafa İsen (1998). Sehi Bey Tezkiresi Heşt
Behişt. Akçağ, Ankara; Aysun Sungurhan Eyduran (2009). Kınalızâde Hasan Çelebi
Tezkiresi Tezkiretü’ş-şuarâ. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Eserleri
www.kulturturizm.gov.tr ; Aysun Sungurhan Eyduran (2008). Beyanî Tezkiresi. Kültür ve
Turizm Bakanlığı Kültür Eserleri 3216, www.kulturturizm.gov.tr; Süleyman Solmaz
(2009). Ahdî Gülşen-i Şu‘arâ, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Eserleri,
www.kulturturizm.gov.tr ; Sadık Erdem (1994). Râmiz ve Âdâb-ı Zurafâsı İncelemeTenkidli Metin-İndeks-Sözlük. Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Ankara;
Abdülkerim Abdülkadiroğlu (1999): İsmail Belig Nuhbetü’l-âsâr li zeyli Zübdeti’l-eş‘âr.
Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara; Adnan İnce (2005): Tezkiretü’şşu‘arâ Salim Efendi. Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara; Filiz Kılıç
(2005). Tezkire-i Şu‘arâ-yı Şefkat-i Bağdâdî. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür
Eserleri 3212, www.kulturturizm.gov.tr ; İlhan Genç (2000). Esrar Dede Tezkire-i Şu‘arâyı Mevleviyye, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara; Kudret Altun
(1997). Tezkire-i Mucîb İnceleme-Tenkitli Metin-Dizin-Sözlük. Atatürk Kültür Merkezi
Başkanlığı Yayınları, Ankara; Kaşif Yılmaz (2001). Güftî ve Teşrîfatü’ş-şuarâ’sı. Atatürk
Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara; Ömer Çiftçi
(1996). Fatîn Davud Hatîmetü’l-eş‘âr. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Eserleri
3218, www.kulturturizm.gov.tr; Fikri Yavuz, İsmail Özen (1972). Bursalı Mehmed Tahir
Efendi Osmanlı Müellifleri. Meral Yayınevi, İstanbul; Seyit Ali Kahraman (1996).
Mehmed Süreyya Sicill-i Osmânî. Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul; İbnülemin
Mahmud Kemal İnal (1988). Son Asır Türk Şairleri. Dergah Yayınları, İstanbul.
38
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
‘İzzet Efendi (ö.1821), Kemâleddin Mahmûd (ö.1888), Nâkıd (ö.1715’ten sonra),
Nâşid Safvet Efendi (ö.1827), Nazîf (ö.1861), Nigâhî (ö.1692), Nusret Alî
(ö.1913), Osman Paşa (ö.1775), Ömer Semâhat Dede (ö.1800), Râtıb Ahmed Paşa
(ö.1761), Sâfî Derviş Ahmed (ö. 1665), Sâilî (ö.1552), Subhî (ö.1669), Vehbî
(ö.1885)
SELANİK: Âkif Efendi (ö.1827), Âşık Ahmed Dede (ö.1701), Bahşî Mehmed
Efendi (ö.1628), Bâkî (XVI.yy), Behçet, Cemâl Nâbedîd Beğ, Es‘ad (ö.1633),
Es‘ad (ö.1911), Emîn (ö.1712), Hâmî Efendi (ö.1842), Lütfî Sâlih Efendi (ö.1888),
Ma‘nevî (ö. 1572), Meşhûrî (ö.1857), Mu‘în (ö.1652), Necâtî (Necâhî), Nûrî
(ö.1903), Rüşdî Halîl Efendi (ö.1848), Sun’î (Kanuni devri), Şâ‘irî, Şeref (XX.yy),
Tab‘î (ö.1666), Tevfîk (ö. 1910), Yümnî (ö.1672)
VARDAR YENİCESİ: ‘Abdülganî (‘Abdî) (ö.1696), Âgehî (ö.1577), ‘Askerî
Çelebî (Kanuni devri), ‘Aşkî Çelebî (ö.1592’den sonra), Derunî (ö.1650), Garîbî
(ö.1547), Günâhî (ö.1580), Hayretî (ö.1534), Hayâlî (ö.1557), İlâhî (ö.1577),
Mehmed (ö.1645), Mustafa Efendi (ö.1627), Râzî, Selmân (ö. 1564), Sırrî (ö.
1582), Şânî (III. Murad devri), Tâbî (ö.1552), Usûlî (ö.1538), Yûsuf-ı Sîneçâk
(ö.1546), Râzî (ö.1617)
GİRİT: Ahmed Hikmetî Efendi (ö.1727), Ahmed Bedrî Efendi (ö.1761), Ahmed
Cezbî Efendi (ö. 1781), ‘Aşkî, ‘Azîz (ö.1798), Fehmî (ö.1861), Fehîm (ö.1813),
Hacı Ahmed Me‘âb Efendi (ö.1798), Hıfzî (ö.1798), ‘İffet (ö.1941), ‘İzzet
(d.1813),
Lebîb Efendi (ö. 1768), Muhtar (ö.1910), Mustafa Salacıoğlu
(ö.1825’ten sonra), Nûrî, Râcih (1852’de hayatta), Resmî (ö.1782), Resmî
(ö.1789), Sırrı Paşa (ö.1895), Yahyâ Kâmî Efendi (1787’de hayatta)
MORA: Ahmed Paşa (ö. 1756), Âlî (ö.1646), ‘Azîz (ö.1738), Firdevsî (ö.1563),
Hilmî (ö.1595), Mûsâ Sâfî Dede (ö.1744), Nâmık (ö.1836), Nâşîd İbrâhim Beğ
(ö.1791), Necîb Efendi (ö.1820), Nûrî Efendi (Tümenzâde) (ö.1768), Osman
Efendi (ö.1723), Penâh (XVII. Yy), Sabrî (ö.1813), Saîd (ö.1797), Sâmî
Adurrahmân Paşa (ö.1881), Sezâî (ö.1877), Zühdî (ö.1772)
TIRHALA: Bahârî (ö.1551), Cezbî İbrâhim Efendi (ö.1748), Civânî (ö.1543),
Nazîf (ö.1694), Rumûzî, Salâhî
MİDİLLİ: Ahmed Efendi (ö. 1867), Hitâbî, Mevfukâtî Muhammed Efendi (ö.
1654), Selmân (ö.1586), Şefkat ‘Ali Efendi (ö. 1773), Şeyhî
39
M.Gürgendereli
EĞRİBOZ: ‘İzzet
(ö.1813), Sırrî
(ö.1712), Mâhir Nu’mân (ö.1843), Râgıb (ö.1685), Sâmî
KARAFERYE (KARAFİRYE): Cevherî (İbn-i Yemîn) (ö.1590), Garâmî
Mehmed Efendi, ‘İzzet Hüseyin Efendi (Sultan Abdülmecid devri), Râmiz
(ö.1758), Rüşdî Ali Efendi (III.Selim devri)
YANYA: Es‘ad Efendi (ö.1729), Mustafa Sâfî Beğ (ö.1901), Sırrî (ö.1847), Zihnî
İNEBAHTI: Derviş Hasan Çelebi (III. Murad devri), Hısâlî
FERECİK: Hadîdî (ö.1560), Râsim (ö.1845)
SAKIZ: Fâik (ö.1837), Nevres (ö.1876)
RODOS: Muhîtî (ö.1599), Velîyüddîn Efendi (ö.1655)
DİMETOKA: Abdülvâsî Çelebi (ö.1538)
KAVALA: ‘Arifî (ö.1647)
İSKEÇE: Sıtkı Beğ (ö.1932)
NEVREKOP: Ra‘nâ Mustafa Efendi (ö.1832)
b) BULGARİSTAN
Bulgaristan, Balkan ülkeleri içinde en fazla şairin yetiştiği ikinci ülkedir. Bugünkü
Bulgaristan sınırları içinde yer alan şehirler arasında Filibe, en fazla şair yetiştiren
şehir olma özelliğine sahiptir. Osmanlı devletinin önemli ekonomik ve ticari
merkezlerinden biri olan Filibe, şuarâ tezkirelerinde hem yetiştirdiği şairler hem de
güzellerinin özellikleriyle zikredilmektedir.
Filibe; tabii güzellikleri, âlim, zarif ve şairlerin menbaı olması gibi özelliklerle
Âşık Çelebi Tezkiresi’nde; “ol şehr-i dehr-âşûb ‘ulemâ vü zurefâ vü şu‘arâya
ma‘dendir” şeklinde tavsif edilmektedir (Kılıç, 2007:72).
Bugünkü Bulgaristan sınırları içinde doğduğu tespit edilen 92 şairin Bulgaristan
şehir ve beldelerine göre dağılımı şöyledir:
40
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Filibe:21, Sofya:16, Rusçuk:9, Şumnu:7, Niğbolu:6, Zağra:5, Tırnova:5,
Köstendil:3, Aydonat:3, Yanbolu:2, Balçık:2, Silistre:2, Hacoğlupazarı:2, Vidin:1,
Akçakızanlık:1, Aydıncık:1, Varna:1, Tatarpazarcık:1, Leskofça: 1, Pravadi:1,
Razgrad:1, Minkaliye:1.
FİLİBE:‘Alî Çelebi (ö.1543), ‘Aşkî, ‘Avnî, Bezmî (ö.1589), Cefâyî (ö.1543),
Emânî (II.Selim devri), Fânî (ö.1550’den sonra), Fânî (XVI.yy), Hâfız (ö.1631),
Hâletî (ö.1566), Nâlişî (XVI.yy), Nazmî, Râşid (ö. 1850), Revnak (ö.1562), Rızâyî
(ö.1580), Rûhî, Sâkî, Safvet Efendi (ö.1819), Tabîbî (III. Murad devri), Vecdî
(ö.1599), Zâkirî (ö.1685)
SOFYA: Cenânî (XVI. yy), Fethî (ö.1664’ten sonra), Feyzî (ö. 1688), Himmetî
(XV. yy), Hazânî (ö.1571), Nazîrî (ö.1660), Ni‘metullâh Efendi, Râsih (ö.1706),
Resmî, Rüsûhî (Kanunî devri), Şükrî (ö.1670), Vâhid (ö.1682), Vaslî, Visâlî,
Vuslatî (ö.1588), Zühdî
RUSÇUK: ‘Alî (ö.1543), Emânî (ö.1592), Fazlî (ö.1911), Fethî (ö.1694), Hâfız
(ö.1745), Halil (ö.1721), ‘İzzet Efendi (ö.1911), Resâ (ö.1852), Zarîfî (ö.1795)
ŞUMNU: ‘Âkif, Dürrî (ö.1850), Fazlî (ö.1690), Fenâyî (ö.1802), Râsim (II.
Mahmud devri), Şerîf (ö.1748), Yetîmî (ö.1752)
NİĞBOLU: Âhî (ö.1517), Beyânî (ö.1597), Emânî, Fasîhî (ö.1694), Rızâî, Sehâyî
ZAĞRA: ‘Aşkî (ö.1617), Handî (1860’da hayatta), Şefkatî, Tarzî (ö.1661), Uyûnî
TIRNOVA: ‘Avnî (ö.1709), Emrî (ö.1916), Fennî (ö.1855), Lutfî (ö.1845), Rızâyî
KÖSTENDİL: Fehmî (ö.1667), Şem‘î (ö.1755), Şeyhî (ö.1819)
AYDONAT: Lafzî (ö.1675), Nizâmî (ö.1696), Zülâlî (ö.1731)
YANBOLU: Beyânî (ö.1552), Dânâ
BALÇIK: Gayûrî (ö.1620), Nâcî (ö.1908)
SİLİSTRE: Şîrî (ö.1592), Şükrî
HACOĞLUPAZARI: Vahdî (ö.1714), Zîver (ö.1760)
41
M.Gürgendereli
VİDİN: Tarîkî (II.Bayezid devri)
AKÇAKIZANLIK: Ümîdî (ö. 1694)
AYDINCIK: Şûhî (ö.1682)
VARNA: Fehmî (ö.1916)
TATARPAZARCIK: Ferrî (ö.1805)
PRAVADİ: Kadrî (ö.1671)
RAZGRAD (HEZARGRAD): Behcetî (ö.1683)
MİNKALİYE: Süleymân Efendi (ö.1716)
LESKOFÇA: Gâlib (ö.1867)
c) MAKEDONYA
Başta Üsküp ve Manastır olmak üzere, bugünkü Makedonya sınırları içinde kalan
şehirler, hem yetiştirdikleri divan şairlerinin sayısı hem de eserlerinin kıymeti göz
önüne alındığında, klasik edebiyatımızın önemli kültür merkezleri içinde dikkati
çeker.
Üsküp şehri, tezkirelerdeki şehir tasvirlerinde; tatlı akan suları ve güzel havasıyla
İrem bağlarına ve altlarından ırmaklar akan Cennet’e benzetilen ve âlemdeki
beldeler içerisinde güzelleriyle meşhur olan bir şehir olarak yer almaktadır. Bu
şehir, inci değerindeki şairleri koruyan bir sadefe benzer. Bu şehrin güzelleri
cazibeleri ve fettanlıklarıyla cihanı alt üst ederler (Beyzadeoğlu, 2001:54). Şehrin
havası ve suyu makbuldür, insanlar tarafından rağbet görür. Güzelleri ve
güzellikleriyle, Manastır’ın kendine has bir üslûbu vardır (Eyduran, 2009:135).
Şair Manastırlı Zuhûrî de Üsküb’ün güzellerini ve güzelliklerini şöyle anlatır;
Gerçi bir yerde bulunmaz bu diyârın hûbu
Hele ölmezsin efendi göresin Üskübü
Üsküplü bir şair olan İshak Çelebi, ömrünü Üsküp şehrini görmeden geçirip
tamamlamış kişilere çok acır.
42
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Âh ol kişiye kim geçire rûzgârını
Görmek müyesser olmaya Üsküp diyârını
Makedonya’da yer alan bir başka önemli kültür merkezi olan Manastır, Hasan
Çelebi tezkiresinde “halkının çoğu şair olan, irfan ve fazilet sahibi kişilerin ocağı
ve hüner sahiplerinin kaynağı” olarak tanıtılan bir şehirdir. Güneş gibi parlayan
haliyle Hz.Yûsuf’un güzelliğini andırır (Beyzadeoğlu, 2001:56).
Âşık Çelebi ise Manastır’ı “Rumeli’nde âlimler menbaı ve şairlerin doğduğu
kasaba” olarak tavsif eder. Bu şöhretli şehir ehl-i ilm veya şair yetiştiren bir yerdir
(Kılıç, 2010:469). Âşık Çelebi’nin ifadesiyle; “mana kuşunu avlayan doğan
yaratılışlı şairler yetiştiren meşhur bir yuva” olarak vasıflandırılan Kalkandelen
kasabasının da Osmanlı döneminde önemli bir edebiyat merkezi olduğu
görülmektedir.
Biyografik kaynaklardan elde ettiğimiz bilgilere göre bugünkü Makedonya
sınırları içinde doğduğu tespit edilen 72 şairin Makedonya şehir ve beldelerine
göre dağılımı şöyledir:
MANASTIR: 27, Üsküp:23, Kalkandelen:8, İştip:7, Drama:3, Kıratova:1,
Gevgeli:1, Debre:1, Usturumca:1.
ÜSKÜP: ‘Atâ (ö. 1552), Dürrî (ö.1494), Fennî (ö.1666), Ferîdî (ö.1534), Hâkî
(II.Bayezid devri), Hemdemî (ö. 1679), Hevesî(XVI.yy), İshak Çelebi (ö.1538),
‘İzârî (ö.1522), Kemâl (ö. 1958), La‘lî(XV.yy), Mîrî (XVI.yy), Nâmî (III. Murad
devri), Niyâzî (ö.1537), ‘Özrî (ö.1522), Rindî (ö.1565), Riyâzî (ö.1546),
Seydî(Kanuni devri), Sihrî, Vâlihî (ö.1599), Vesîm, Vusûlî (ö.1592), Zârî (II.
Bayezid devri)
MANASTIR: Celâlî (Celâl Beğ) (ö.1574), Cenab Şahâbeddin (ö.1934), Civânî,
Dânişî (ö. 1898), Fâik Sâlih Beğ (ö.1899), Feyzî, Hâfız (ö.1803), Hasan (IV.
Murad devri), Hâver (ö.1564), ‘Iyânî (I. Ahmed devri), Kâtibî, Kemâleddîn
(ö.1937), Keşfî(I. Ahmed devri), Mehmed, Mehmed Rif‘at (ö.1907), Merdî, Mu‘în
Efendi (ö.1820), Nâilî Sâlih Beğ (ö.1876), Sabâyî, Sâfî (XVIII. yy), Sâmî,
Sezâyî(III.Mustafa), Sinan Çelebi (XVI. yy), Vahdetî (ö.1722), Vahyî (ö.1551),
Veznî (ö.1578), Zuhûrî
43
M.Gürgendereli
KALKANDELEN (TETOVA): ‘Âkif Paşa (ö.1893), Fakîrî(Yavuz Selim devri),
Kâşif, Mu‘îdî (XVI. yy), Nâlî (ö.1849), Sabrî (ö. 1943), Sücûdî (Yavuz ve Kanuni
dönemleri), Tulû‘î (ö.1558)
İŞTİP: ‘Abdülkerîm (Vâiz Emir) (ö.1602), ‘Adlî (ö.1617), ‘Aklî (ö.1687), Sadrî,
Sadrî (ö.1585), Tab‘î (Kanuni devri), Tâlibî (ö.1717)
DRAMA:‘Ârif Mehmed (ö.1854), Haydar Hasan Paşa (ö.1852), Fatîn Efendi
(ö.1866)
KARATOVA (KIRATOVA): Za‘îfî (ö.1552)
GEVGELİ (KÖSTERİYE): Bâlî (Yavuz Selim devri)
DEBRE: Vecdî (ö.1669)
USTRUMCA: Hulûsî (ö.1753)
d) KOSOVA
Bugünkü Kosova sınırları içinde yer alan ve Âşık Çelebi’nin ifadesiyle “şair
menbaı” ve “katip yatağı” olarak bilinen Pirizren ve Piriştine şehirleri, Balkan
coğrafyası içinde yer alan şehirler içinde, klasik edebiyata önemli katkılarda
bulunmuş iki şehirdir.
Pirizren, 1389’daki Kosova Meydan Muharebesi’ni takiben Türk hakimiyetine
geçmiş ve 1555’ten 1912 yılına kadar sancakbeyliği merkezi olarak hizmet
vermiştir. Bu uzun dönem içinde şehir, Âşık Çelebi’nin de belirttiği gibi nüfusuyla
mukayese edilmeyecek sayıda bol şair yetiştirmiştir. Sadece XVI. yüzyıl
tezkirelerine giren Sûzî, Nehârî, Sucûdî, Sa‘yî, Şem‘î ve Mü’mîn adları bile bu
şehrin Osmanlı kültür coğrafyasındaki yerini belirtmeye yeterlidir (İsen,
2009:102).
Tezkirelerde “Pirizren, Pirizrîn, Pür-zerrîn” adlarıyla yer alan Pirizren, Hasan
Çelebi tezkiresinde; çok sayıda şair ve yazar yetiştirmesi, ser-çeşme-i nesr ü nazm
olması ve halkının çoğunlukla bilgili, ilim ve irfan sahibi kişilerden meydana
gelmesi gibi özelliklerle anılır. Tezkirede, bu özellikler ifade edilerek şehrin
44
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
sosyo-kültürel zenginliği üzerinde durulur (Eyduran, 2000:36). Pirizren dünyadaki
beldelerin en süslüsüdür (Eyduran, 2009:390).
Âşık Çelebi’nin tabiriyle “katip yatağı” olan Piriştine’de doğan ve yetişen şairlerin
hayatlarına bakıldığında; neredeyse tümüyle katiplik mesleğinden oldukları
görülecektir (İsen, 2009:91). Piriştine Hasan Çelebi Tezkiresinde; her türlü
kötülükten kargaşadan uzak, havası yumuşak, safa bahşeden suyu âb-ı hayâta
benzeyen ve anber kokulu toprağıyla eşi benzeri bulunmayan bir şehir olarak tarif
edilmektedir (Beyzadeoğlu, 2001:59).
Tezkirelerden elde ettiğimiz bilgilere göre; bugünkü Kosova sınırları içinde
doğduğu tespit edilen 17 şairden 8’inin Pirizren, 8’inin Piriştine, 1’inin de Preşova
doğumlu olduğu görülmektedir.
PİRİZREN: ‘Âşık Çelebi (ö.1572), Mü’mîn, Nehârî (Yavuz devri), Sa‘yî (Yavuz
Sultan Selim devri), Sûzî (II. Bayezid devri), Şem‘î (ö.1529), Şevkî (ö1907),
Tecellî (ö.1688)
PİRİŞTİNE: ‘Azmî (III. Mehmed devri), Hâtifî (XVI.yy), Levhî (III. Mehmed
devri), Mesîhî (ö.1512), Mestî, Meylî, Mustafa Çelebi (ö.1565), Nûhî (ö.1533)
PREŞOVA: Sa‘îd Efendi (ö.1896)
e) BOSNA-HERSEK
Boşnaklar, uzun Osmanlı yönetimi boyunca devletin idari, askeri, ilmi ve edebi
alanlarında önemli konumlara yükselmiş, çok sayıda Bosna kökenli kişi, devletin
padişahtan sonra en üst görevi olan sadrazamlık makamında görev yapmıştır. Bu
arada tabiatıyla Boşnak aydınlar Türk kültür ve edebiyatına da ciddi katkılar
sağlamışlardır (İsen 1997:566).
Saraybosna, şairlerin çok sevdiği ve bulunmaktan zevk aldıkları bir şehirdir. Bu
güzel şehirde gününü gün edip safa sürmek lazımdır. Kendisi de bir Rumeli şairi
olan Piriştineli Mesihî bunu şöyle dile getirir;
Gel bugün şehr-i Sarây içinde beglik sürelim
Kim bilir yarın felek kimlerle ‘işret-bâz olur
45
M.Gürgendereli
Mesihî, yine bir beytinde “Burası Bosnadır. Burada anadan doğan şehbâz olur”
diyerek Bosnalı gençlerin yiğitliklerinden, kahramanlıklarından bahseder.
Cân u dil murgun sayd eyledin dedim dedi
Bosnadır bunda kim anadan doğan şehbâz olur
Saraybosna, Hasan Çelebi tezkiresinde; “Bosnasarayı demekle şöhret bulan bir
şehir” olarak tavsif edilmiştir (Kutluk, 1989:502). Divan sahibi ilk Boşnak şair
olan Mostarlı Ziyâî ise, bu güzel memleketde kendisini Hersek sancakbeyi olarak
hayal eder (Gürgendereli 2002).
Beğliğim varır kabâ cem’ine mîrim gûyâ
Rumelinde bana sancak verilmiş Hersek
Bugünkü Bosna-Hersek sınırları içinde doğduğu tespit edilen 48 şairin dağılımı
şöyledir:
Bosna: 41, Hersek: 4, Mostar: 3
BOSNA: Abdullâh Mâhir Efendi (ö.1710), Abdullâh Efendi (ö.1643),
Abdülmümîn Efendi (ö.1595), Ahmed Efendi (ö.1575), Ali (ö.1647), Ali Efendi
(Gedâyî) (ö.1683), Ali Zekî Efendi (ö.1711), Asâfî (ö.1621), Âsım (ö.1710), ‘Atfî,
Bezmî (ö.1683), Fâhir (ö.1708), Fâyizî (ö.1688), Fâzıl Paşa (ö.1882), Feridûn
(ö.1658), Fevzî (ö.1673), Gâlib, Habîbî(ö.1643), Hurremî, Hasan Efendi (Koca)
(ö.1644), İlhâmî (ö.1821), İntizâmî, Kâimî (d.1625-1635 yılları arasında), Kâtibî
(ö.1667), Ledünnî (ö.1720), Mehmed Efendi (Allâmek) (ö.1636), Meylî (ö. 1675),
Mezâkî (XVII.yy), Mîrî (ö.1671), Nazmî (ö.1713), Nergisî (ö.1634), Nutkî Ali
Dede (ö.1728), Sâlih Şânî Efendi (ö.1715), Sâmiî (ö.1685), Siyâhî Mustafa Çelebi
(ö.1653), Sükkerî (ö.1686), Şânî, Şehdî (ö.1769), Şinâsî, Tâlib Ahmed Efendi
(ö.1674), Zülfetî (II. Ahmed devri)
HERSEK: Habîbe Hanım, Hikmet (ö.1903), Hükmî, Vehbî (ö.1801)
MOSTAR: Derviş Paşa,(III.Murad dönemi), Rüşdî (ö.1699) Hasan Ziyâ’î (ö.
1584).
f) SIRBİSTAN
46
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Bugünkü Sırbistan sınırları içinde kalan Belgrad, Uziçe, Yenipazar, Semendre ve
Alacahisar şehirleri Osmanlı döneminde 27 şair yetiştirmiştir. Tezkirelerde bu
şehirlerle ilgili olarak yer alan tasvirler şöyledir:
Belgrad, göğü parlak, güneşi bol bir şehirdir. Bugün Novipazar adıyla Sırbistan’da
bulunan Yenipazar ise bağ ve bahçelerinin güzelliğiyle övülmüştür.
Adının
içinde bulunan “Pazar” kelimesiyle sanat yapılarak “malları pazarda çok fazla
revaç bulan, tarif ve tavsif sancağı yücelerde, cihan bağında salınan övgü fidanı
yükseklerde meşhur bir şehir” olarak tanıtılmaktadır (Beyzadeoğlu, 2001:60,
Eyduran, 2000:38). Hayretî ise çok beğendiği ve bir şehrengiz yazdığı bu şehrin
eşsizliğini “Nazîrin görmedim yârân bu şehr-i cennet-âsânın” mısraıyla ifade eder
(Çeltik, 2015: 430).
Bugünkü Sırbistan sınırlarında doğmuş 21 şairden 11’i Belgrad, 6’sı Uziçe, 5’i
Yenipazar, 4’ü Semendre ve 1’i Alacahisar’dan yetişmiştir.
BELGRAD: Hâlis (ö.1747), Kâmil Paşa (ö.1764), Muhterem, Müsellem
(ö.1854), Nâşid (ö.1766), Nâsib (ö.1705), Negâmî, Sâdık (ö.1595), Sa‘îd
(ö.1727), Şehriyâr (ö.1751), Vâlihî
UZİÇE: Râzî (ö.1783), Sâbit (ö.1712), Vuslatî Ali Beğ (ö.1688), Zâkirî İbrâhim
Efendi (ö.1853), Zârî (ö.1687), Zikrî (ö.1688)
YENİPAZAR: ‘Arşî (ö.1570), Hulûsî, Ni‘metî (ö.1603), Vâlî (ö.1598), Vahdetî
(ö.1598)
SEMENDİRE: Cenânî (Cinânî) (ö.1592), Nûrî (Kanuni dönemi), Sünnî (ö.1572),
Tarîkî (Kanuni devri)
ALACAHİSAR (KRUŞEVAC):‘Adnî Mahmûd Paşa (ö.1474)
g) ARNAVUTLUK
Osmanlıların bölgeye hakimiyetinden sonra kitleler halinde Müslüman olan
Arnavutlar, içinde yer aldıkları divan şiiri geleneğinden etkilenmişlerdir. Osmanlı
münevverlerinin edebiyatlarında mevcut olan Arapça, Farsça ve Türkçe divan
tertip etme geleneği, Arnavut şairleri Türkçe hatta Arnavutça divan tertip etmeye
sevk etmiştir (Balcı, Özgen ve Karaevli: 2007). Bu sebeple Yahya Beğ gibi
47
M.Gürgendereli
devşirme olarak Osmanlı devlet hizmetine girmiş ya da küçük yaşta İstanbul’a
gelmiş Arnavut asıllı şairler, diğer şehirlerden yetişen büyük şairlerle boy
ölçüşebilmişlerdir.
İşkodra gibi devletin en uzak bölgelerinde bile Türkçe şiirler kaleme alan pek çok
kişinin bulunabileceği, Ali Emirî Efendi’nin maalesef tamamlanamayan İşkodra
Şairleri adlı eserinden kolayca anlaşılabilmektedir (İsen, 2009:10). Bugünkü
Arnavutluk sınırlarında doğan 17 şairden 7’si tezkirelerde Arnavut asıllı olarak
tavsif edilmektedir. Bunlardan başka İşkodra’dan 9, Tiran’dan 2, Leskovik’ten 1,
Fıraşer’den 2, Ergiri’den 1 şair yetişmiştir.
Arnavut Asıllı Şairler: Fevrî (ö.1570), Hasan Efendi (Zülâlî) (ö.1731), Kâzım
Musâ Paşa (ö.1890), Lutfi Paşa (ö.1564), Nazîm Berâtî (ö.1750), Nihânî (ö.1519),
Yahyâ Beğ (ö.1582)
İŞKODRA: Fehmi Beğ (ö.1853), Hakkı Paşa (ö.1883), Halîlî Paşa (ö.1807),
Hamdî Efendi (ö.1860), Hulûsî (ö.1833), Midhat Cemal (ö. 1956), Sâdık (ö.1834),
Tahsîn (ö.1881), Zihnî (ö.1886)
TİRAN: Şehîdî İbrâhim Beğ (ö.1849), Vefâyî (XIX. Yy)
LESKOVİK: Rauf (d.1879)
FIRAŞER: Nâim Beğ (ö.1896), Şemseddin Sâmî (ö.1904)
ERGİRİ: Gulam Efendi: (Abdülmecid devri)
h) MACARİSTAN
Macaristan 3 şairle klasik edebiyata katkıda bulunmuştur.
BUDİN-PEŞTE: Hısâlî (ö.1651), Mîrî Hasan (ö.1690), Lâmekânî (ö.1625)
ı) RUMELİ
Tezkirelerde, herhangi bir yer adı vermeden “Rumelidendir ya da Rumelinden”
ifadeleri ile hayatı ve eserleri hakkında bilgi verilmiş olan 14 şair mevcuttur.
48
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Âkif (ö.1787), Cihânî, Cûdî (ö.1700), Gâzî Paşa (ö.1665), Gubârî (Kanûnî devri),
Hüseynî (XVI.yy), Meylî, Mezâkî (ö.1659), Muhyî (ö. 1547), Penâhî, Siyâhî
(XVI.yy), Şemsî (ö.1579), Şinâsî (ö.1675), Zarîf
3. SONUÇ
Bugün “Balkanlar” olarak vasıflandırdığımız, Osmanlı döneminde ise genellikle
“Rumeli” olarak tabir edilen topraklarda, Balkan fetihlerinin başladığı XIV.yy’dan
itibaren klasik edebiyatımıza önemli katkılarda bulunan büyük şairler yetişmiştir.
Nitelik olarak klasik edebiyatımıza yaptıkları değerli katkıların yanında nicelik
olarak da divan şairlerinin ciddi bir oranını(üçte bire yakın) teşkil eden bu şairler,
yetiştikleri coğrafya ve kültürel ortam sebebiyle kendilerine has birtakım özellikler
taşımaktadırlar.
Rumeli toprakları, şair yetiştirmede bereketli topraklardır. Tezkirelere ve diğer
biyografik kaynaklara göre, bizim tespit edebildiğimiz, bugünkü Balkan
ülkelerinde doğmuş şair sayısı 459’dur. Bugünkü Yunanistan, sayıca en fazla şair
yetiştiren ülke durumundadır. Balkan ülkeleri ve bu ülkelerde doğmuş divan
şairlerinin sayısı şöyledir: Yunanistan: 169, Bulgaristan: 92, Makedonya: 72,
Bosna-Hersek: 48, Sırbistan: 27, Kosova: 17, Arnavutluk: 17, Macaristan:3,
Rumeli: 14.
XVI. yüzyıl bütün Osmanlı coğrafyasında olduğu gibi, Balkan coğrafyasında da
siyasi ve kültürel anlamda devletin en parlak dönemi olmuştur. Balkan
şairlerinden, yaşadıkları dönem tespit edilebilen 435 şairin yüzyıllara göre
dağılımı şöyledir: XIV.yüzyıl:1, XV.yüzyıl: 13, XVI.yüzyıl: 156, XVII. yüzyıl:
102, XVIII. yüzyıl: 70, XIX.yüzyıl: 83, XX.yüzyıl: 10.
Meslekleri tespit edilebilen Balkan şairleri arasında en yaygın mesleğin 75 şairle
kadılık olduğu görülmektedir. Onu 60 şairle müderrislik ve muallimlik, 56 şairle
katiplik takip etmektedir. Osmanlı coğrafyasının bütününde doğmuş şairlerin
mesleki konumlarıyla, Balkan şehirlerinde yetişmiş divan şairlerinin mesleklerinin
birbiriyle örtüştüğü görülmektedir.
Osmanlı coğrafyasının genelinde de divan şairlerinin en fazla intisab ettikleri
tarikat mevleviliktir. Bunu halvetilik, nakşibendilik, gülşenilik ve bektaşilik
izlemektedir. Karşılaştırma yapacak olursak; mensup oldukları tarikatı ya da
tasavvufi akımı tespit edebildiğimiz Balkan şairleri arasında da en fazla rağbet
49
M.Gürgendereli
gören tarikatın mevlevilik olduğu görülmektedir. Daha sonra sırasıyla
nakşibendilik, halvetilik, bektaşilik ve gülşenilik gelmektedir. Görülmektedir ki;
Balkan şairleri ve Osmanlı coğrafyasındaki diğer divan şairleri arasında, tarikat
tercihleri ve tasavvuf eğilimleri, tıpkı mesleklerde olduğu gibi bir bütünlük arz
etmektedir.
KAYNAKÇA
Abdülkadiroğlu, A.(1999). İsmail Belig Nuhbetü’l-âsâr li zeyli Zübdeti’l-eş‘âr. Atatürk
Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara.
Altun, K.(1997). Tezkire-i Mucîb İnceleme-Tenkitli Metin-Dizin-Sözlük. Atatürk Kültür
Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara.
Balcı M, Y. Özgen ve N. Karaevli (2007). “Arnavut Edebiyatı Tarihi”, Balkanlar El
Kitabı, KaraM-Vadi, C.III.
Beyzadeoğlu, S. (2001). “Hasan Çelebi Tezkiresindeki Şairlerin Şehirlere Göre Tasnifi ve
Şehir Tasvirleri” İlmi Araştırmalar, İstanbul, S.11, (41-66).
Bülbül, T. (2008). “Bir Kültür Merkezi Olarak Manastır ve Manastır Doğumlu Divan
Şairleri” Turkish Studies, S.3/4, (454-471).
Canım, R.(2000). Latîfî Tezkiretü’ş- şu‘arâ ve Tabsıratü’n-nuzemâ(İnceleme-Metin).
Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı, Ankara.
Çeltik, H.(2004). Divan Sahibi Rumeli Şairlerinin Şiir Dünyası. Gazi Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi, Ankara.
Çeltik, Halil(2015). “Rumeli Şairlerine Göre Rumeli Coğrafyası”. www.ayk.gov.tr
(E.T.21.04.2016)
Çiftçi, Ö.(1996). Fatîn Davud Hatîmetü’l-eş‘âr. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür
Eserleri 3218, www.kulturturizm.gov.tr . (18.05.2012)
Erdem, S. (1994). Râmiz ve Âdâb-ı Zurafâsı İnceleme-Tenkidli Metin-İndeks-Sözlük.
Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Ankara.
Eyduran, A. S.(2008). Beyanî Tezkiresi. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Eserleri 3216,
www.kulturturizm.gov.tr. (20.03.2012)
Eyduran, A. S. (2009). Kınalızâde Hasan Çelebi Tezkiresi Tezkiretü’ş-şuarâ. Kültür ve
Turizm Bakanlığı Kültür Eserleri www.kulturturizm.gov.tr. (E.T.20.04.2016)
50
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Eyduran, A. (2000). “Biyografi Kaynaklarında Şehir, Kültür İlişkisi ve Bunun Kınalızade
Hasan Çelebi Tezkiresinde Görünüşü”, Bilig, S.12, (29-42).
Genç, İ.(2000). Esrar Dede Tezkire-i Şu‘arâ-yı Mevleviyye. Atatürk Kültür Merkezi
Başkanlığı Yayınları, Ankara.
Gürgendereli, Müberra(2005). “Ottoman Poets Living In Bosnıa Herzegovina During
Ottoman Era”. Internatıonal Symposıum Bosnıa Herzegovina From Past To Present,
Çanakkale.
Gürgendereli, M.(2002). Hasan Ziyâî Hayatı, Eserleri Sanatı ve Divanı. Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankara.
İnal, İ. M. K.(1988). Son Asır Türk Şairleri. Dergah Yayınları, İstanbul.
İnce, A.(2005).Tezkiretü’ş-şu‘arâ Salim Efendi. Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı
Yayınları, Ankara.
İpekten H. , M. İsen, R. Toparlı, N. Okçu ve T. Karabey (1988). Tezkirelere Göre Divan
Edebiyatı İsimler Sözlüğü. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara.
İsen, M. (2009). Varayım Gideyim Urumeli’ne. Kapı Yayınları, İstanbul.
İsen, M. (1997). Ötelerden Bir Ses. Akçağ Yay.,Ankara.
İsen, M. (1994). Künhü’l-ahbâr’ın Tezkire Kısmı, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara.
İsen, M.(1998). Sehi Bey Tezkiresi Heşt Behişt. Akçağ, Ankara.
Kahraman, S. A. (1996). Mehmed Süreyya Sicill-i Osmânî. Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
İstanbul.
Kılıç F. ve T. Bülbül. (2007). “Bulgaristan Doğumlu Divan Şairleri”, Türk Kültürü ve
Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, S.43, (49-66).
Kılıç, F. (2004). “Giritli Divan Şairleri”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma
Dergisi, S.32, 2004, (275-294)
Kılıç, F. (2007). “Kültür Tarihimizde Filibe ve Filibeli Divan Şairleri”, Türk Kültürü Hacı
Bektaş Veli Araştırma Dergisi, S.43, (67-80).
Kılıç, F. (2010). Aşık Çelebi Meşâ‘irü’ş- şu‘arâ İnceleme-Metin. İstanbul Araştırmaları
Enstitüsü, İstanbul.
51
M.Gürgendereli
Kılıç, F. (2005).Tezkire-i Şu‘arâ-yı Şefkat-i Bağdâdî. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı
Kültür Eserleri 3212, www.kulturturizm.gov.tr. (E.T:02.05.2012)
Kurnaz, C. ve M. Tatçı(2001). Mehmet Nail Tuman Tuhfe-i Nâilî. Bizim Büro Yayınları.
Kutluk, İ. (1989). Kınalızade Hasan Çelebi Tezkiretü’ş- şu‘arâ. Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara.
Nametak, F. (1989). Pregled Knjızevnog Stvaranja Bosansko-Hercegovaskın Muslımana
Na Turskom Jezıku. Sarejavo, 1989.
Nureski, C. (2008). Tezkirelere Göre Makedonya’da Yetişen Osmanlı Divan Şairleri.
Matüsitep, Üsküp.
Solmaz, S. (2009). Ahdî Gülşen-i Şu‘arâ. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı
Eserleri, www.kulturturizm.gov.tr. (E.T: 18.04.2012)
Kültür
Yavuz Fikri ve İ. Özen. (1972). Bursalı Mehmed Tahir Efendi Osmanlı Müellifleri. Meral
Yayınevi, İstanbul.
Yılmaz, K.(2001). Güftî ve Teşrîfatü’ş-şuarâ’sı. Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara.
52
İtalyan Medyasında Oryantalist Sanatın
İzleri5
Nesli Tuğban Yaban
Başkent Universitesi
ÖZET
Türkiye’nin Avrupa ile kurduğu ilişkilerin temellerinin yüzyıllar öncesine dayandığıbilinen bir
gerçektir.Avrupa-Osmanlı ilişkilerine bakış, kültürel ilişkilerin siyasal olaylara ve ekonomik
gelişmelere bağımlı bir çizgi izlediğini açıkça belirtir. İslam toplulukları içinde Batı Hristiyan
dünyası ile en sıkı ilişkide bulunan Türkler olmuştur (Kuban, 1981: 7). Osmanlı-İtalya ilişkileri de
Batı ile olan iletişimde en uzun soluklu ve temeli siyasi güce bağlı olarak gelişen ticaret ve kültürsanat ilişkileri dengesinde kurulmuştur. İtalyanlar, tarih boyunca, Levante (Doğu) dedikleri Doğu
Akdeniz bölgesine ve dolayısıyla Anadolu’ya ve orada yaşayan halka siyasi, ekonomik ve dini
nedenlerden ötürü yakından ilgi göstermişlerdir (Çelebi, 2007: 20). 19. yüzyıl Osmanlı
İmparatorluğu’nda, başta askeri olmak üzere, siyasal, uluslararası ve kültürel yeniliklerin yaşandığı,
Batı ile etkileşimin her anlamda yoğun olduğu, böylece kültürel paylaşımın da hızlandığı bir dönem
olmuştur. 18. yüzyılda Avrupa’da yaşanan Turquerie modasının ardından, 19. yüzyılın ilk yarısında
başta Fransa olmak üzere; İngiltere, Almanya Avusturya ve İtalya’da oryantalizm akımı doğmuş, bu
akım etkisiyle imparatorluğa çok sayıda yabancı ressam gelmiştir. Öndeş ve Makzume (2010)’ye
göre, Anadolu 18. yüzyıl sonlarından başlayarak, yaklaşık iki asır boyunca, birçok yabancı ressamın
ve gezginin tutkusu haline gelmişti. Bu sanatçıların meydana getirdikleri anı kitaplarının ve
resimlerin, hemen hepsinin asıl kaynağı, hep İstanbul oldu. İstanbul, dünya kentlerinin kraliçesi
sayıldı. Çeşitli amaçlarla ülkeye gelen Avrupalı ressamlar 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
Osmanlı Sarayı’nda da görev almaya başlamıştır. Bu ressamlara öncelikle padişah portreleri ve
Osmanlı tarihi ile resimler sipariş verilmiş ve sarayda geniş bir resim koleksiyonu oluşturulmaya
başlanmıştır (Germaner ve İnankur, 2002: 111). Avrupa ile olan ilişkilerin her anlamda çok yoğun
olduğu bu dönemde, Osmanlı topraklarında artan bir İtalyan nüfus ile devletin özellikle sanat
alanında önemli kademelerinde yer alan İtalyan sanatçılar göze çarpmaktadır. Osmanlı
İmparatorluğu’nda, modernleşme süreci yaşanırken, İtalya’da da bu etkileşimin yansıması görsel
iletişim araçlarında ve İtalyan medyasında eş zamanlı olarak görülmektedir.Bu çalışma, Sultan II.
Abdülhamid Dönemi (1876-1909)’nde İtalya’da yayınlanmış olan resimli gazetelerde yer alan ve
oryantalist tarzda üretilen illüstrasyonlarla, İtalyan oryantalist ressamların üretmiş olduğu
eserlerarasındaki benzerlikleri ele almaktadır. Böylece resim sanatının kültürlerarası, görsel bir
iletişim aracı olduğu vurgulanacak ve Osmanlı İmparatorluğu’nun İtalya’da görünen yüzü,
modernleşme çabası ve yüzünü Batı’ya dönme girişiminin Batı’daki yansımaları tartışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Batılılaşma,İtalyan Medyası, Oryantalist Resim, İllüstrasyon, Sultan II.
Abdülhamid Dönemi.
5
Bu çalışma Hacettepe Üniversitesi tarafından desteklenmiş, Ağustos 2014–Mart 2015 tarihleri
arasında İtalya'nın Roma kentinde, Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. A. Pelin Şahin
Tekinalp ve Roma La Sapienza Üniversitesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Fabio L. Grassi
danışmanlığında yürütülmüştür.
N.T. Yaban
1. 19. YÜZYILDA OSMANLI İMPARATORLUĞU VE OSMANLI
MODERNLEŞME SÜRECİ
Osmanlı İmparatorluğu, yayıldığı geniş coğrafi alanlardan çeşitli etkiler
almakla beraber, imparatorluk devrinde, kökü esas itibariyle Türk ve İslam
kaynaklarına dayanan bir Osmanlılık düzeni ve bu düzen içinde şekillenen bir
Osmanlı-Türk medeniyeti meydana getirmişti (Cezar, 1971: 1). Ancak söz konusu
bu yapılanma, imparatorluğu ancak 16. yüzyılın sonlarına kadar yukarı yönlü bir
ilerleyiş sağlamış, 16. yüzyılın sonlarından itibaren hızlı bir duraklama ve
gerileme dönemine girilmiştir. 16. yüzyıl sonları ile 17. yüzyıldan itibaren hızlı bir
gerileme sürecine giren Osmanlı İmparatorluğu’nun güç kaybı, Balkanlar’daki ve
Kafkaslardaki toprak kayıpları ile I. Dünya Savaşı’na kadar sürmüş, bu süreçte
devlet yapısı her geçen gün daha zayıf hale gelmiştir (Merriman, 1996: 487).
Ancak yine de Osmanlı İmparatorluğu, Batılılaşma probleminin manasını anlayan
ilk ülkelerden biri olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’na bakıldığında; Osmanlı-Türk toplumunun kendi
bünyesine dayalı ve kendine özgü kültürel varlığında, dış etkilerin yeni birtakım
izler meydana getirmeye başlayışının 18. yüzyılın başlarına rastladığı görülür. Bu
etkiler; bilindiği gibi Batı’dan gelmektedir (Cezar 1971: 2). Bu dönemde Avrupa,
Rönesans’tan beri yaşamın değiştiğini, tarih çizgisi üstünde yeni aşamalara
geçtiğini fark etmiş, yeniçağ, Avrupalıda kendi hayat tarzının üstünlüğüne dair bir
bilinç doğurmuş, Osmanlı insanı da 18. yüzyıldan beri bulunduğu mekânı ve
zaman çizgisini başka bilinçle görmeye, dünya tarihini ve coğrafyasını tanımaya
başlamıştır (Ortaylı, 2014: 17). 18. yüzyılın ilk yarısında Lale Devri ile başlayan
modernleşme hareketi, Türk kültür hayatına yeniden bir canlanış, bir değişiklik
getirmiştir. Bu yüzyılın sonuna doğru Batı etkisi başta İstanbul olmak üzere
Balkanlar’a ve Anadolu’ya yayılmıştır (Arık, 1993: 432).
Türk siyasi tarihini anlamaya çalışırken, III. Selim’in tahta çıkış tarihi olan
1789’dan itibaren bir dönemi ele almak gerekir. Çünkü 1789 ve sonrası yalnızca
Avrupa için değil, Osmanlı tarihi için de önemli bir dönüm noktasıdır. Toplumsal
ve devlet yönetimi açısından çok sayıda değişikliğin yapılmasının zorunlu
olduğunun anlaşıldığı bu dönem, 19. ve 20. yüzyıl Türk siyasi tarihi için de bir
başlangıç niteliği taşımaktadır (Ünal, 1958: 5). Her ne kadar III. Selim ve onun
yeğeni II. Mahmud reform ve modernleşme çalışmalarına girişmiş olsalar da,
Fransız Devrimi’nin etkisiyle hızla tüm dünyaya yayılan düşünceler ve bu
54
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
düşüncelerin tetiklediği hayaller, Osmanlı tebaasında olan Hıristiyan halkını,
özgürlüklerini elde etmek konusunda harekete geçirmiştir (Weber, 1971: 615).
Osmanlı modernleşme sürecinin özünde askeri tedbir sorunu yatar: Sürüp
giden askeri yenilgiler ve toprak kayıpları, Osmanlıları, Batı’nın askeri
üstünlüğünün altında yatan etkenleri aramaya teşvik etmiştir. Osmanlı devlet
adamları, 17. yüzyıl başlarında, imparatorluk yönetiminin pek çok eksiği
bulunduğunu fark etmişlerdi. Bununla birlikte, ancak 18. yüzyılda ve askeri
reformla ilgili olarak, ilk ve son defa reform ile Avrupalılaşma arasında bir
bağlantı kurulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nu modernleştirme girişimlerinin
birbirini takip eden bu iki yönünün akılda tutulması gerekir (Mardin, 1996: 153).
18. ve 19. yüzyıllarda, Osmanlı İmparatorluğu’nun “Büyük Güç” olma
niteliğini kaybetmesi, devlet düzeninin bozulmuş olması ve diğer devletler
üzerindeki etkinliğini yitirmesi üzerine, Osmanlı tabiiyetinde olan halklar
ayaklanmaya başlamış, kendi özgürlükleri için mücadele etmişlerdir (Peacock,
1982: 216). Bu nedenle 18. yüzyıl sonlarında ve onu izleyen dönemde, Osmanlı
İmparatorluğu ve Avrupa devletleri arasındaki ilişkiler, “Doğu Sorunu” yani Şark
Meselesi çerçevesinde gelişmiştir. Viyana Kongresi’nde Avrupa’ya yeni bir şekil
vermek, yani Avrupa’nın geleceğini hazırlamak için çalışmalar yapılırken,
Osmanlı İmparatorluğu’nun durumu ve geleceğiyle de yakından ilgilenen
Avrupalılar tarafından ilk kez “Doğu Sorunu” deyimi kullanılmış, bu yaklaşım
Osmanlı dış siyasetinde, ona karşı izlenen tutum ve davranışlarda başlıca etki
faktörü olmuştur (Uçarol, 1995: 42).
19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri, siyasi ve kültürel anlamda
yüzünü Batı’ya döndüğü, yenileşme yoluyla içinde bulunduğu sıkıntılı ortamdan
çıkış yolları aradığı bir dönem olmuştur. Özellikle 18386 ile 19087 yılları arasında
Osmanlı İmparatorluğu eski düzenini çağdaşlaştırmak için yoğun bir toplumsal ve
ekonomik çaba harcamıştır (Çelik, 1998: 27). 1838 yılında gerçekleşen İngilizTürk ticaret anlaşması ve onu izleyen, diğer devletlerle yapılan benzer
6
1838 - Ticaret Anlaşması: İngiliz tüccarlara yerli tüccarlarla aynı haklar tanınarak, imparatorluğun
her yerinde mal satın alma hakkı verilmiştir. Aynı yıl içinde diğer Avrupa ülkeleriyle de benzer
anlaşmalar yapılmıştı. Bu gelişmelerin sonucunda imparatorluk bir açık pazar haline geliyor ve on
yıllık bir zaman dilimi içinde ticaret dengesi on beşe bir oranında Avrupalıların lehine değişiyordu
(Çelik, 1998: 27).
7
1908 – Jön Türk Devrimi: Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunun habercisi ve 1923’te Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolu aydınlatan olaydır (Çelik, 1998: 27).
55
N.T. Yaban
anlaşmalarla 1839 yılında I. Abdülmecid’in tahta çıkışının ardından ilan edilen
Tanzimat Fermanı diye tanınan reform yasaları, Osmanlı başkentinin de Batılı
anlamda kentsel değişimi doğrultusunda temel atılımı oluşturmuştur. Böylece
başlıca Avrupa güçlerinin endüstriyel yatırım ve girişimleri desteklenmiş ve
İmparatorluk yönetiminin modernleşmesine önayak olunmuştur (Barillari ve
Godoli, 1997: 11). Osmanlı toplumunun modernleşmesi, modernleşmenin klasik
tarifi olan, gelişmiş toplumun özelliklerinin azgelişmiş bir toplum tarafından
alınması (mimétisme) gibi bir tümceyle anlaşılamaz. Modernleşme olgusu, kaba
bir deyişle, var olan değişmenin değişmesidir. 19. yüzyıl toplumu yeni bir değişme
ivmesi kazanmıştır. Ama bu tarif dahi modernleşme olgusunun nedenini, hatta
niteliğini açıklamaya yetmemektedir (Ortaylı, 2014: 15).Kısacası, karşılıklı
ilişkiler sonucunda Osmanlı devlet adamları, bir yandan Batı’nın ileriliğini daha
detaylı şekilde öğrenmiş, bir yandan da Batı’nın bilgi ve tekniğinden faydalanma
düşüncesi daha akla yatkın hale gelmiştir. 19. yüzyılda ise bu durum, üzerinde
gittikçe daha fazla durulan bir konu olmuştur. (Cezar, 1971: 7).
2. OSMANLI-İTALYA İLİŞKİLERİ
Osmanlı-İtalya ilişkileri temeli siyasi güç-güçsüzlüğe bağlı olarak gelişen
ticaret ve kültür-sanat ilişkileri ile kurulan dengelerle kurulmuştur. Türk ve İtalyan
toplumları arasında yaşanan bu çok yönlü iletişim ve kültür alışverişi ile Osmanlı
topraklarına çok sayıda İtalyan nüfus yerleşmiş, bu nüfusun ihtiyaç ve talepleri
doğrultusunda da eğitim, sağlık ve ibadethane gibi sosyal ihtiyaçların
karşılanmasına yönelik girişimler hayata geçirilmiştir. Tüm bu sosyal gelişmeler
görsel iletişim araçları olan gazetelere de eş zamanlı olarak yansımıştır.
Osmanlı İmparatorluğu döneminden önce İstanbul’a gelen ilk Avrupalılar
olan İtalyanların İstanbul’a gelişleri en geç 10. yüzyılda olmuştur (Polat, 1989:
563). Bu süreç kısaca şöyle özetlenebilir:
“Türklerin Anadolu’da siyasi bir kimlikle tarih
sahnesine çıkışından ve Akdeniz kıyılarına
inmelerinden hemen sonra başlayan Türk–
İtalyan ilişkileri, Osmanlı döneminde her iki
devletin egemenlik kurma amacı güttükleri
geniş coğrafyanın çakışması sebebiyle son
derece değişken, hassas, iç ve dış siyasal
dengelere dayanan bir zeminde gelişmiştir. Bu
56
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
süreçte, zaman zaman Akdeniz’in iklimi kadar
sıcak, karmaşık ve hareketli olaylarla dolu
uzun bir tarih yaşanmıştır. İki devletin siyasal
kaderlerine bağlı olarak, karşıtlıkları olduğu
kadar paralellikleri de eşzamanlı yaşadıkları bu
dönemde; farklı inanç, düşünce, sosyal yapı,
ekonomik bünye, yönetim biçimi ve kültürel
birikime sahip olmalarına rağmen, gerçekte
bazı önemli ortak noktalarının bulunduğunu da
özellikle gözden kaçırmamak gerekmektedir
(Sönmez, 2006: 17)”.
İtalyanlar, tarih boyunca, Levante (Doğu) dedikleri Doğu Akdeniz
bölgesine ve dolayısıyla Anadolu’ya ve orada yaşayan halka siyasi, ekonomik ve
dini nedenlerden ötürü yakından ilgi göstermişlerdir. Anadolu’nun zenginlikleriyle
ilgilenen Venedik, Ceneviz, Napoli, Floransa gibi İtalyan şehir devletlerinin bu
topraklara hâkim olan Türklerle ilişkileri; bölgeye Türklerden önce hâkim olan
Bizans Devleti ile ilişkilerin devamı niteliğindedir. Bir anlamda Türkler,
Anadolu’ya egemen olurken kendilerinden önceki siyasi otoritenin mirasçısı gibi
davranmışlardır. Haliyle İtalyanlar da, Anadolu’ya hâkim olan bu yeni halkı merak
etmişler ve ilgi göstermişlerdir. Onun içindir ki; İtalyanların Anadolu’ya yerleşen
Selçukluların Türk olduklarını vurgulamak için Turchi ve onlara ait toprakları
belirtmek için ilk kez 11. yüzyılda kullandıkları Turchia (Turquia) deyimleri
zamanla yaygınlaşarak günümüze kadar gelmiştir (Çelebi, 2007: 20). İtalyanların
İstanbul'a ve Anadolu'ya gelişleri iki koldan olmuştur. Birinci koldan tüccar ve
denizci bir millet olarak ticaret amacıyla gelmişlerdir. İkinci koldan İtalya Katolik
Kilisesi'nin merkezi olduğu için Katolik olmayanları Katolik Kilisesi'ne bağlamak
gayesiyle gelmişlerdir (Polat, 1989: 563). Ancak İtalyanlar kolonileri, Bizans
Devleti ile olan ilişkilerinin devamı sayılan bu yeni süreçte, her geçen gün
güçlenen Türk İmparatorluğu’nun etkisiyle, yaşamlarını sürdürdükleri Haliç’ten
şehrin varoşları kabul edilen Galata’ya taşımak zorunda kalmışlardır (Dursteler,
2006: 23).
Osmanlı Devleti’nin Batı’ya doğru genişleme siyaseti, birçok Avrupa
devleti gibi İtalyan Devletleri’ni8 de rahatsız etmiştir. Akdeniz hâkimiyeti
8
İtalyan Devletleri: İtalya 19. yüzyılda yaşanan birleşmeye kadar şehir devletleri olarak varlığını
sürdürüyordu. Bu devletlerden bazıları, Cenova, Venedik ve Napoli Krallıklarıdır. Cenova İtalya
57
N.T. Yaban
mücadelesinde Osmanlı Devleti’ni en çok uğraştıran devletlerden biri Venedik
olmuştur. Diğer İtalyan devletleri de zaman zaman Osmanlı’ya karşı işbirliği
yapmışlardır (Kurtcephe, 1995: 1). Bu tarihsel sürecin dönüm noktası, hiç
kuşkusuz İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından
Venediklilere verilen ticari ve diplomatik önceliklerdir. Fatih’in Venediklilere
tanıdığı önceliklerin başında İstanbul’da devamlı bir elçinin bulunması ve çeşitli
ticari imtiyazlar geliyordu. İstanbul elçilerinin, ilki 1503 yılında Andrea Gritti ile
başlayan ve sayıları otuz dokuzu bulan ünlü elçilik raporları, “Tesoro Politico”9
adıyla, Avrupa diplomasi tarihinin uzun süre en değerli belgeleri olarak kabul
edilmişlerdir (Sönmez, 2006: 18). 15-17. yüzyıllar arası Osmanlı devleti gücünün
zirvesindedir ve özellikle Venediklilerle Türkler arasında yoğun bir siyasi ve
ekonomik temas göze çarpmaktadır. Aynı şey Floransa ve Napoli gibi şehir
devletleri için de geçerlidir (Karakartal, 2004: 89).
İtalyanların 19. yüzyıl başlarında Yakın Doğu’ya yönelmelerinde
1821’den 1830’a kadar süren Yunan bağımsızlık savaşı önemli rol oynamıştır. Pek
çok milliyetçi İtalyan yazar ve sanatçı, Fransız boyunduruğunda olan ülkelerinin
durumunu Yunanistan ile özdeşleştirmiş ve çalışmalarında onlara ithaflarda
bulunmuşlardır. Bu durum İtalya’da egzotizm modasını kışkırtmış ve ülkenin
oldukça eski bir geçmişe sahip olan doğu ilişkilerine yeni bir boyut kazandırmıştır.
Dolayısıyla İtalya’dan doğu topraklarına göç eden İtalyanların önemli bir bölümü
Osmanlı topraklarına gelmiştir. 1880’lerde Tunus, Mısır ve Türkiye’de sayıları elli
bin civarında değişen İtalyan vardı (Kalaycı, 2012: 5).
18. ve 19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda, başta askeri olmak
üzere;toplumsal, siyasi, ekonomik ve kültürel yeniliklerin ve uluslararası düzeyde
yaşandığı, bu yenilikler paralelinde Batı ile etkileşimin her anlamda yoğun olduğu
bir dönem olmuştur. Bu dönem aynı zamanda hâlihazırda mevcut olan kültürel
etkileşimin ve paylaşımın da pekiştirildiği bir dönem olmuştur. Avrupa kıtasında
18. yüzyıl sonları ile 19. yüzyılı kapsayan süreçte yaşanan en önemli siyasi olay ve
gelişmeler, yakınçağı da başlatmış olan 1789 Fransız Devrimi ve onun sonucunda
toplanan Viyana Kongresi (1814–1815) olmuştur. 1789 Fransız Devrimi, 18.
yüzyılın sonlarına kadar gelen Avrupa (etkileri açısından dünya) siyasi haritasını
ve güçler dengesini büyük ölçüde yıkmış ve Fransa’ya bağlı olmak üzere yeni bir
yarımadasının batısında, Venedik İtalyan yarımadasının doğusunda Dalmaçya kıyılarında, Napoli
Krallığı ise güney İtalya'da kurulmuştur. Kuzey İtalya ise o dönemlerde Roma Kilise Devleti’ne aitti.
9
Tesoro Politico: Siyaset Hazinesi.
58
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Avrupa siyasi haritası ve güçler dengesi oluşturulmuştur (Uçarol, 1995: 7). Ancak
Güvemli (1987)’ye göre, Batı’da düşünce devrimi, siyasi devrimden çok daha
önce gerçekleşmiştir. Buna toplumda evrim demek, toplumda devrim demekten
daha uygun düşer. Çünkü bütün 18. yüzyılı kaplayan bu süreç, kendisinden
sonraki yüzyılları da büyük ölçüde şekillendirmiştir. 18. yüzyılda Avrupa’da
yaşanan bir diğer kültürel değişiklik de Turquerie10 modasıdır. Turquerie
modasının ardından, 19. yüzyılın ilk yarısında başta Fransa olmak üzere; İngiltere,
Almanya Avusturya ve İtalya’da oryantalizm11 akımı doğmuş, bu akım etkisiyle
Osmanlı İmparatorluğu’na birçok yabancı ressam gelmiştir. Anadolu 18. Yüzyıl
sonlarından başlayarak, yaklaşık iki asır boyunca, birçok yabancı ressamın ve
gezginin tutkusu haline gelmişti. Bu sanatçıların meydana getirdikleri anı
kitaplarının ve resimlerin, hemen hepsinin asıl kaynağı, hep İstanbul oldu.
İstanbul, dünya kentlerinin kraliçesi sayıldı (Öndeş ve Makzume, 2010: 13).
Çeşitli amaçlarla ülkeye gelen Avrupalı ressamlar 19. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren Osmanlı Sarayı’nda da görev almaya başlamıştır. Bu ressamlara öncelikle
padişah portreleri ve Osmanlı tarihi ile resimler sipariş verilmiş ve sarayda geniş
bir resim koleksiyonu oluşturulmaya başlanmıştır (Germaner ve İnankur, 2002:
111). Avrupa ile olan ilişkilerin her anlamda çok yoğun olduğu bu dönemde,
10
Turquerie: Osmanlı-Avrupa münasebetleri 18. yüzyılda artan diplomasi ile farklı bir çehre kazanır.
Bu yüzyıl, Avrupa tarihinde bir denge dönemidir. Fetihlerin yavaşlaması, beraberinde Türk
korkusunun zayıflamasını getirir. 1683 Viyana bozgunu ve ardından 1699’da yapılan Karlofça
Antlaşması neticesinde Osmanlı ve Avrupa birbirini daha iyi tanımak niyetini taşımaktadır. Bu
çerçevede, karşılıklı kültürel münasebetler hızlanır. Meselâ, Viyana kuşatması, Osmanlı adına
başarısızlıkla neticelenmiştir; ama Avusturya’da Osmanlı izleri kendini göstermiştir. Mimariye ve
günlük kullanım eşyalarına Türk motifleri yerleşmiştir. Osmanlı elçileri, Avrupalılar için o ana kadar
gezginlerin yarı hayal yarı gerçek seyahatnamelerinden bilgi sahibi oldukları Osmanlı’yı yakından
tanıma fırsatı sağladı. 1721’de Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin elçiliği, Paris’te bir Türk modasının
oluşmasını tetikledi. Gerek Mehmed Efendi’nin, gerekse onu 20 yıl sonra 1742’de aynı vazifeyle
izleyen oğlu Said Efendi’nin ziyaretleri, götürdükleri hediyeler, giydikleri kıyafetler ve sergiledikleri
davranışlar büyük ilgi uyandırmış ve Fransızların Türker’i daha yakından tanımasını sağlamıştır.
Edebiyat, resim, sahne sanatları ve dekorasyon gibi alanlarda Türk temaları yaygınlaşmış, bilhassa
Türk karakterlerinin yer aldığı romanlar, bale ve operalar sıklıkla görülmeye başlanmıştır. Balolarda
Türk kıyafeti giymek, Türk kıyafetiyle portre yaptırmak dönemin yaygın modaları hâline gelmiştir.
Yeni akımın önemli bir bölümünü de evleri süsleyen porselen biblo ve heykelcikler oluşturmaktadır.
İşte 18. yüzyılda Fransa’da başlayan ve öteki Avrupa merkezlerine de yayılan bu Türk modasına
Turquerie denmiştir (Renda 2002: 1107).
11
Oryantalizm: 19. yüzyıl boyunca başta Fransa olmak üzere, İngiltere, Almanya ve İtalya’da
doğmuş olan, Endüstri Devrimi sonucu emperyalizm ve sömürgecilikle beslenen Avrupa’nın
yarattığı bir kavramdır (Renda 2002: 1117). Oryantalizm ya da diğer adlarıyla Şarkiyatçılık,Yakın ve
Uzak Doğu toplum ve kültürleri, dilleri ve halklarının incelendiği Batı kökenli ve Batı merkezli
araştırma alanlarının tümüne verilen ortak addır.
59
N.T. Yaban
Osmanlı topraklarında artan bir İtalyan nüfus ile devletin özellikle sanat alanında
önemli kademelerinde yer alan İtalyan sanatçılar göze çarpmaktadır.
Osmanlı başkentinin nüfusu 19. yüzyıl sonlarına gelinirken yaklaşık bir
milyon dolayındaydı. Bu nüfusun yarısını Müslüman Osmanlı tebaası, diğer
yarısını ise Osmanlı uyruklu gayrimüslimler ve yabancılar oluşturuyordu.
Gerçekte aynı yüzyılın ortalarından beri İstanbul’daki Müslüman Osmanlıların
sayısında pek fazla artış görülmezken, Müslüman olmayan Osmanlı uyrukluların
ve özellikle yabancıların sayısında önemli artışlar kaydedilmişti. Tüm bu
gelişmelerin başlıca sebebi Tanzimat hareketinin getirdiği yeni oluşumlardı.
Osmanlı tarihinin en önemli ıslahat hareketleri olarak tanımlanan ve gerçek
anlamda Batılılaşmayı, çağdaşlaşmayı öngören yönetimsel ve yapısal değişiklikler,
Müslüman Osmanlı tebaadan çok, Osmanlı uyruklu azınlıklar ve yabancıların işine
yaramıştır. Tanzimat’ın öngördüğü yeni yapılanma doğrultusunda, klasik Osmanlı
kurumlarının büyük çoğunluğunu, model aldığı Batı tipi müesseselerle değiştirme
sürecine giren Osmanlı yönetimin başkenti İstanbul’da, Müslüman tebaanın bu tür
uygulamaya uygun olmaması nedeniyle, inisiyatif gayrimüslimlerin ve
yabancıların eline geçmiştir (Sönmez, 2006: 232).
20. yüzyılla birlikte patlak veren I. Dünya Savaşı ile birlikte, İtalyan
basınında “Osmanlı Devleti’nde İtalya’ya yer olup olmadığı” sorulmaya
başlanmış, Türkiye’de ikamet eden İtalyan vatandaşların sayısında da artış
olmuştur. Osmanlı Devletinin topraklarında yaşayan İtalyan vatandaşlarının sayısı
1881’de 11.781 idi. Bu rakam 1891’de 12.812’ye, 1901’de 15.321’e ve 1910’da
19.000’e çıkmıştır. (Ferretti, 1915: 7, Michels’den aktaran Çelebi, 1999: 9 ).
3. İTALYAN BASININDA TÜRK İMGESİ
Avrupa kıtası, Rönesans ve Reform hareketlerinin etkisiyle benimsenmeye
ve yaşanmaya başlanan Aydınlanma Çağı’ndan yani 18. yüzyıldan itibaren
özellikle yeni buluşların ve coğrafi keşiflerin de etkisiyle sosyal ve ekonomik
anlamda farklı bir döneme girmiş, sanayileşme sonucu oluşan çok sayıda ticaret
kenti Avrupa’yı geçmişe kıyasla hareketlendirmiştir. Bu dönemde, politik ve ticari
haberler veren dergiler ilk defa Almanya’da Zeitung, İtalya’da Gazetta adı ile
yayınlanmıştır (Kürkçüer, 1969: 6). Avrupa’da derebeyliğin yerini orta sınıfın
aldığı, sanayi alanında yaşanan gelişmelerle yeni bir halk sınıfı olan işçi sınıfının
doğduğu bu süreçte hürriyetçilik, milliyetçilik ve hızlı endüstrileşme kıta
60
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Avrupa’sının zaten karışık olan siyasi ortamını daha da hareketlendiren unsurlar
olmuşlardır. Özellikle okuma-yazma oranının düşük olduğu dönemlerde ve
toplumlarda, bireylerin alışık olmadıkları bu yeni ve karmaşık ekonomik, siyasal
ve sosyal yaşamı kendi başlarına algılayarak çözümleyebilmeleri için ihtiyaç
duydukları birtakım görsel anlatımlara ihtiyaç duyulmuştur. Çünkü bireylerin ve
toplumların, içsel bir dünyayı dışsallaştırma ihtiyacı, benliği ve düşünceleri
imgelere yansıtma ihtiyacı nefes alma eylemi kadar temel bir eylem olagelmiştir
(Burnett, 2012: 52). Bireylerin çevrelerini kendi adına gözlemleyen ve böylece
kendilerini diğerleri ile karşılaştırmalarına imkân sağlayan ve algılanabilir düzeye
indirgeyen araçlara ihtiyaçları vardır. Bu araçlar da medyadır. Bugün bireyler,
hangi toplum ait olurlarsa olsunlar, diğerlerini medya aracılığıyla algılamakta ve
tanımaktadırlar. Bir başka deyişle “gerçek” medya aracılığıyla ve medya
üzerinden kurgulanmaktadır (Gökçe ve Gökçe, 2011: 17).
18. ve 19. yüzyıllarda Batı’da, endüstrileşmede görülen hız medya
sektöründe de görülmektedir. Batı medyasında günlük ve haftalık haber
gazetelerinin yanı sıra yalnızca görsellerin ve illüstrasyonların yer aldığı, haftalık
siyaset ve kültür-sanat yayınlarının varlığı ve sayıca çokluğu bilinmektedir.
Çalışmamızın ana ekseninde faydalanmayı planladığımız görseller de İtalyan
medyasında yer alan Türk imgesi üzerinde yoğunlaşmamıza neden olmaktadır.
İmaj oluşumunda birçok faktör etkin rol oynamaktadır ki, bunların başında medya,
din, kişisel deneyim vb. faktörler gelmektedir. Ancak bir toplum, diğer toplumdan
kültürel ve coğrafi olarak ne kadar uzaksa, bu durumda o topluma ilişkin genel bir
algı oluşumunda medya en etkili araç olmaktadır (Gökçe ve Gökçe, 2011: 15-16).
Osmanlıların Avrupalı güçlerle karmaşık ve çoğu kez eşitsiz olan ilişkisi,
Avrupa içindeki düşmanlıklarla ittifakları da içeren bir dizi değişken, siyasi,
bölgesel ve iktisadi etken tarafından belirleniyordu (Lewis, 2008: 83). Bu etkenler
sonucunda Türk kimliği ve imajı Avrupa’da yüzyılların birikimiyle oluşmuş ve
günümüze kadar ulaşmıştır. Türk kimliği ve imajıyla birlikte anılan Oryantalist
söylem de, Doğu’yu sadece zihinsel olarak kuran ve onu tanımlayan bir
çerçevenin dışında, daha derin bazı yapısal/kültürel bağlantıların ve mikro-makro
iktidar ve hiyerarşi ilişkilerinin de tesis edildiği temel bir politikanın uzantısıdır
(Arlı, 2014: 16). Oryantalizmden söz eden çalışmaların büyük çoğunluğu,
Avrupalıların Doğu’yu nasıl temsil ettiği veya Doğulu toplumların (Osmanlılar ve
diğerleri) bu betimlemelere nasıl direnç gösterdiği -sanki Batılı güçler ile Batı-dışı
dünyaların karşılaşmasını incelemek için geçerli tek paradigma direnişmiş gibi-
61
N.T. Yaban
noktasına odaklanmıştır (Makdisi, 2002: 314). Bu nedenle, İtalyan Rönesans
adamları diğer Avrupa ülkelerine sadece zamanlarının Türklere dair bir modelini
oluşturmakla kalmamış, şu anda günümüzde var olan kültürel, politik ve uygarlık
söylemlerinin menşeini de teşkil etmişlerdir. Batılı 16. ve 17. yüzyıl yazarları ve
gezginlerinin en çok üzerinde durdukları nokta, Osmanlı toplumuyla kendi
toplumları arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları betimlemek ve Osmanlıların
başarısının ve ihtişamının nedenlerini değerlendirmektir (Uluç, 2009: 268-269).
Batı imge dünyasında Osmanlı İmparatorluğu 18. yüzyıla kadar korku ve nefretle
karışık bir hayranlık uyandırmıştır (Timur, 2006: 162). 19. yüzyıl boyunca birçok
Müslüman toplumun kendini kültürel bakımdan tanımlama meselesi, Batı’dan
ithal edilen modernleşmeyi yerel değer ve biçimlerle dengeleme mücadelesine
bağlı olarak özellikle ilginçtir (Çelik, 2005: 4). Batı kültüründe, imgeye atfedilen
rolün tarihler boyunca süregeldiği bir gerçektir.
Batı’daki Doğu ilgisine bağlı olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti
İstanbul, dönemin yabancı gazete ve dergilerinin vazgeçilmez bir konusu olmuş ve
bunun sonucunda, illüstratörlere önemli bir çalışma alanı açılmıştır. Bu yayınlarda
günlük olaylar adı altında Payitaht ’ta meydana gelen önemli olaylar, geleneksel
bayramlar, kutlamalar ve törenler, balolar, Batılı desinatörler tarafından çizilmiştir
(Germaner ve İnankur, 2002: 51). Bu çizimleri ele alırken ve sanatı bağlam içinde
düşünürken, sanatın her zaman hamiler, sanatçılar ve izleyicilerin mutluluk ve
uyum içinde birlikte olduğu ortamlarda ortaya çıkmadığını unutmayalım. İşin
içinde çoğu zaman farklı ve birbirine karşıt niyetler, tepkiler ve yorumlar bulunur
(D’Alleva, 2012: 69). Bizler, yani izleyiciler sanatsal betimlemeleri yorumlamak
istediğimizde, gerçek dünyaya ilişkin deneyim ve bilgilerimizi bu betimlemelere
yansıtarak onları çok değişik, deney niteliğindeki yorumlar aracılığıyla sınavdan
geçiririz (Gombrich, 2015: 264). Bir başka deyişle, imgeleri görmek aynı zamanda
imgeler ile görmektir (Burnett, 2012: 67). İmgeler başlangıçta orada bulunmayan
şeyleri gözde canlandırmak amacıyla yapılmıştır. Zamanla imgenin canlandırdığı
şeyden daha kalıcı olduğu anlaşıldı. Böyle olunca imge bir nesnenin ya da kişinin
bir zamanlar nasıl göründüğünü -böylece konunun eskiden başkalarınca nasıl
göründüğünü de- anlatıyordu (Berger, 1999: 10).
İmgeyi oluşturan kişinin yorumu, her zaman imgeyi görenin yorumuyla
eşleştirilmelidir. Hiçbir imge kendi öyküsünü anlatmaz. Bir imgeden çıkarılan
bilgi, imgeyi yaratan kişinin niyetinden oldukça bağımsız olabilir (Gombrich,
2014: 144). Görsellerin gerçekleme gücü üzerine düşünüldüğünde, imgelerin
62
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
insanların duygu, düşünce ve algılarında birincil derecede etkili olduğu ancak
görsel iletişimde anlatımsal ifade sorunu yaşandığını söylenebilir. Bu nedenle
imgeleri okurken, çözümlerken ya da yorumlarken dikkat etmemiz gereken üç
göstergebilimsel değişken vardır. Bunlar: Kod, altyazı ve bağlamdır.
Göstergebilimde kodlar ya da sistemler, toplumsal uzlaşılar üzerinden iletişimin
yürütülmesini sağlayan unsurlardır. Bağlam ise kodları içine işlemiş olan kültür,
kodları çevreleyen ve anlamını veren evrendir.
4. İTALYAN MEDYASINDA YER ALAN İLLÜSTRASYONLAR VE
ORYANTALİST RESİMLER
Resimli gazetelerden ve diğer süreli yayınlardan elde edilen görseller ile
oryantalist tarzda eserler üreten İtalyan sanatçıların resimleri arasında konuları
açısından net benzerlikler görülmektedir. Özellikle kronolojik olarak
incelendiğinde illüstrasyonların oryantalist resimlerden etkilenilerek üretildiği,
oryantalist resimlerin ve klasik portre duruşlarının fotoğraf sanatçıları tarafından
da uygulandığı, ressamlar tarafından üretilen eserlerin İtalyan illüstratörlere
modellik ettiği söylenebilir. Ancak bu görselleri tek tek ya da karşılaştırmalı
olarak ele alırken, çok yönlü bir değerlendirme yapmak gerekmektedir. Çünkü
imgeler yalnızca işaret ettikleri “şey”leri ifade etmekle kalmaz, onları üretenlerle
ve ait oldukları düşünülen bağlamla ilgili de önemli ipuçlarını barındırırlar
(Ferraris, 2008: 17).
Araştırma kapsamında, İtalyan medyasında yer alan illüstrasyonlarda
gördüğümüz Türk imgesi ile İtalyan oryantalist ressamlar tarafından yaratılan
eserlerde gördüğümüz Türk imgelerinin arasındaki benzerlikler göze
çarpmaktadır. Sanat alanındaki bütün buluşlar, gerçekte benzerliklere ilişkin değil,
fakat eşdeğerliliklere ve uygunluklara ilişkin buluşlardır; bunlar, gerçekliği bir
imge, imgeyi de bir gerçeklik olarak görmemizi sağlarlar (Gombrich, 2015: 292).
Bu bağlamda oryantalist tarzda üretilen resimler, illüstrasyonlar ve bazen
sanatçılara modellik yapan ve o dönemin güncel icadı olan fotoğraflar bile imge
üretiminde ve imgelere bağlı olarak imaj oluşum sürecine katkı sağlamışlardır.
63
N.T. Yaban
Görsel 1:
Mahmut Şevket Paşa’nın İmzalı Fotoğrafı
McCullagh, 1910: İç Kapak Sayfası
(Fotoğraf 1909 yılında imzalanmış)
Görsel 2:
Mahmut Şevket Paşa Portresi
Fausto Zonaro, 1891-1910
Tuval üzerine yağlıboya, 100x74 cm.
Oryantalist tarzda yapılan resimler ile aynı dönemde yer alan illüstrasyon
gazetelerindeki çizimlerin gösterdiği benzerlik, resimlerin ve çizimlerin; önemli
kişiler (padişah ve paşalar) ve günlük yaşam sahneleri (harem, kayık gezintileri,
kahvehane görüntüleri, manzaralar, çeşme başları, çarşılar) konulu olmasından
kaynaklanmaktadır. Görsellerde ve resimlerde gördüğümüz, Doğu toplumunu
anlamaya çalışan Batı’nın ilk bakışta ne gördüğü ve gördüğü imgeyi tanıma
çabasıdır.
Görsel 3:
Türk Tipleri ve Kostümleri
Görsel 4:
Feraceli Kadın
L’Illustrazione Italiana, 23 Settembre 1877
Yıl: 4, Sayı: 38, Sayfa: 197
Fausto Zonaro, 1891-1910
Pastel, 70x51 cm.
64
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
İkinci
17-20
20 Mayıs, 2016
İmgeler
mgeler ve imgeleri içinde yer aldıkları görsel ortam incelenirken, onların
kültürlerarası geçişlilik özelliğinin
ğinin
inin de göz önünde bulundurulması gerekmektedir.
Türk imgeleri üzerinden yaratılan “öteki” kavramı üzerine düşünürken,
dü ünürken, Türk için
“öteki” olan imgelerin
erin de son derece eleştirel
ele tirel bir üslupla, aslında hiç de tek tarafı
ötekileştirmeyen
tirmeyen niteliklerde yaratıldıkları oldukça açıktır. Ancak her toplum veya
devlet kendisini dünyanın merkezine koyar ve “ötekileri” genellikle kendisinden
aşağı yerlerde görür ve değerlendirir.
erlendirir. Bu eeğilimin, diğer
er ülkelerin imajlarını da
etkilediğii muhakkaktır (Eravcı, 2010: 19).
Görsel 5:
Kapalı Çarşı
Görsel 6:
Kapalı Çarşı
L’Illustrazione Italiana, 14 Aprile 1878
Yıl: 5, Sayı: 15, Sayfa: 249
Amadeo Preziosi, 1853
Kağıt üzerine suluboya, 40x54 cm.
65
N.T. Yaban
Görsel 7:
Kapalı Çarşı (Detay)
Görsel 8:
Kapalı Çarşı (Detay)
L’Illustrazione Italiana, 14 Aprile 1878
Yıl: 5, Sayı: 15, Sayfa: 249
Amadeo Preziosi, Kapalı Çarşı, 1853
66
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
KAYNAKLAR
Arık R. (1993). “Batılılaşma Dönemi Anadolu Tasvir Sanatı”, Sayfa: 431–440.
Başlangıcından Bugüne Türk Sanatı, Ankara: Türkiye İş Bankası Yayınları.
Arlı A. (2014). Oryantalizm, Oksidentalizm ve Şerif Mardin, İstanbul: Küre Yayınları.
Barillari D. ve Godoli E. (1997). İstanbul 1900, İstanbul: Yem Yayınları.
Burnett R. (2012). İmgeler Nasıl Düşünür? İstanbul: Metis Yayınları.
Cezar M. (1971). Sanatta Batı’ya Açılış ve Osman Hamdi, İstanbul: Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları: 109.
Çelebi M. (2007). “19. Yüzyılda İzmir’de İtalyan Cemaati”, Tarih İncelemeleri Dergisi,
Cilt: 22, Sayı: 1, Temmuz, Sayfa: 19–51. (http://www.egeweb2.ege.edu.tr/tid/dosyalar/
XXII-1_2007/TIDXXII-1_2007-02.pdf) (Erişim Tarihi: 20.11.2013).
Çelebi M. (1999). Milli Mücadele Döneminde Türk – İtalyan İlişkileri, Ankara: Dışişleri
Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi.
Çelik Z. (2005). Şark’ın Sergilenişi, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.
Çelik Z. (1998). 19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti: Değişen İstanbul, İstanbul: Tarih Vakfı
Yurt Yayınları.
D’Alleva A. (2012). Sanat Tarihi Nasıl Yazılır? İstanbul: Literatür Yayıncılık.
Dursteler E.R. (2006). Venetians in Constantinople, Nation, Identity and Coexistence in
the Early Modern Mediterranean, Baltimore: The Johns Hopkins University Press.
Eravcı H. M.(2010). Avrupa’da Türk İmajı, Konya: Çizgi Kitabevi.
Germaner S. Ve İnankur Z. (2002). Oryantalistlerin İstanbul’u, İstanbul: İş Bankası
Yayınları.
Gombrich E.H. (2014). İmge ve Göz, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Gombrich E.H. (2015). Sanat ve Yanılsama, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Gökçe G. Ve Gökçe O. (2011). Avrupa’da İslam ve Türk İmajı. Ankara: Birleşik Yayınevi.
Güvemli Z. (1987). Resim Sanatı ve Türk Resmi. İstanbul: Ak Yayınları Sanat Kitapları
Serisi: 11.
Kalaycı S. (2012). “İtalyan Gezginlerin Resimlerindeki Osmanlı”, Akademik Bakış
Dergisi, Mayıs – Haziran, Sayı: 30. Sayfa: 1–17. (http://www.akademikbakis.org) (Erişim
Tarihi: 25.11.2013).
Karakartal O. (2004): Türk-İtalyan Kültür İlişkileri. İstanbul: Eren Yayıncılık.
Kuban D. (1981). Türkiye Sanatı Tarihi. İstanbul: Gerçek Yayınevi.
Kurtcephe İ. (1995). Türk – İtalyan İlişkileri (1911–1916). Ankara: Türk Tarih Kurumu
Basımevi.
67
N.T. Yaban
Kürkçüer O.M. (1969). Siyasi Tarih. Ankara: İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi
Yayınları.
L’Illustrazione Italiana (Resimli İtalyan Gazetesi)(1881-1909)
Lewis B. (2008). Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara: Arkadaş Yayınları.
Mardin Ş. (1996). Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, İstanbul: İletişim Yayıncılık.
Makdisi U. (2002). “Osmanlı Oryantalizmi”, Oryantalizm Tartışma Metinleri, Sayfa: 272315.Yıldız A. (Ed.) (2014). Ankara: Doğu Batı Yayınları.
Merriman J. (1996). A History of Modern Europe from the Renaissance to the Present.
New York: W. W. Norton & Company
Ortaylı İ. (2014). İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: Alkım Yayınevi.
Öndeş O. Ve Makzume E. (2010). Osmanlı Saray Ressamı Fausto Zonaro, İstanbul: Yapı
Kredi Yayınları.
Peacock H. L. (1982). A History of Modern Europe 1789-1981, Oxford: Heinemann
Educational
Polat İ. (1989). “Türk-İtalyan İlişkileri Çerçevesinde İtalyan Okulları”, Ankara
Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sayı: 4, Sayfa: 563–575.
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/45/811/10311.pdf ) (Erişim Tarihi: 20.11.2013)
Renda G. (2002). “Sanatta Etkileşim”, Osmanlı Uygarlığı 2, Sayfa: 1090–1121, Ankara
Kültür Bakanlığı Yayınları.
Sönmez Z. (2006). Türk-İtalyan Siyaset ve Sanat İlişkileri, İstanbul: Bağlam Yayıncılık.
Timur T. (2006). “Batı Avrupa, Doğu Roma ve İstanbul”, Türk Kültürü ve Kimliği, Sayfa:
159-167. İstanbul: İstanbul Kültür Üniversitesi Yayını.
Uçarol R. (1995). Siyasi Tarih (1789-1994),İstanbul: Filiz Kitabevi.
Uluç G. (2009). Medya ve Oryantalizm, İstanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi.
Ünal T. (1958). Türk Siyasi Tarihi,1700’den 1958’e Kadar,Ankara: Ayyıldız Matbaası.
Weber E. (1971). A Modern History of Europe: Men, Cultures and Societies from the
Renaissance to the Present, New York : W.W. Norton & Company, Inc.
68
Öğretmen Adaylarının Çokkültürlü
Eğitime Yönelik Tutumlarının Çeşitli
Değişkenler Açısından İncelenmesi
Melehat Gezer
Dicle Üniversitesi
ÖZET
Çokkültürlü eğitim; kültürel farklılıklarla bir arada yaşama ve öğrencilere eğitimde fırsat
eşitliği sağlamayı amaçlayan bir eğitim felsefesine dayalı olarak; eğitim ve öğretimin tüm
öğelerinin çoğulculuk esasına göre yapılandırılmasını esas alan bir eğitim sistemi olarak
tanımlanmaktadır. Çokkültürlü eğitimin, temelinde bulunan eşitlik, saygı, barış vb.
kavramların öğretilmesinde ve tüm öğrencilere eşit başarı imkanısağlama amacıyla uyumlu
bir şekilde uygulanmasında temel görev öğretmenlere düşmektedir. Öğretmenler kültürel
ve etnik çeşitlilik konusunda bilgi edindiklerinde, edindikleri bilgilere farklı kültürel ve
etnik açılardan baktıklarında ve bu bilgilerini öğrenme ortamına yansıttıklarında
çokkültürlü eğitimi gerçekleştirebilirler. Öğretmenlerin çokkültürlü eğitime ilişkin algı ve
tutumları, onların çokkültürlü eğitimi nasıl uygulayacağı, sınıflarındaki farklılıkları ortak
değerler etrafında öğretim sürecine ne ölçüde dahil edecekleri ile doğrudan ilişkilidir.
Öğretmenlerin çokkültürlü eğitim ile ilgili yeterli bilgi ve olumlu tutum sahibi olmasının,
öğretmenlerin sınıftaki bütün öğrenciler için yüksek başarıyı hedeflemesinde etkili olacağı
düşünülmektedir. Bu yüzden öğretmen adaylarının çok kültürlü eğitime yönelik
tutumlarının tespitinin önemli olduğu düşünülmektedir. Bu bağlamda araştırmada
öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime yönelik tutumlarının cinsiyet ve bölüm gibi
demografik özellikler açısından incelenmesi amaçlanmıştır. Araştırmanın modeli ilişkisel
araştırma modelidir. Araştırma 2015-2016 Eğitim Öğretim Yılı Bahar Dönemi’nde Dicle
Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümünde öğrenim gören toplam 271 son sınıf
öğrencileriyle yürütülmüştür. Araştırmada veri toplama aracı olarak Yavuz ve Anıl (2010)
tarafından geliştirilen Öğretmen Adayları için Çok Kültürlü Eğitime Yönelik Tutum Ölçeği
kullanılmıştır. Çokkültürlü eğitime yönelik tutum ile cinsiyet ve bölüm değişkeni
arasındaki ilişkiler bağımsız gruplar t testi ve tek faktörlü anova aracılığıyla analiz
edilmiştir. Araştırma bulguları, araştırma problemleri ve literatür ışığında tartışılmıştır.
Araştırma sonuçları doğrultusunda ileri araştırmalara yönelik öneriler getirilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Çokkültürlü Eğitim, Çokkültürlü Eğitime Yönelik Tutum, Öğretmen
Adayları.
M.Gezer
An Examination of Prospective
Teachers’ Attitudes towards
Multicultural Education in Terms of
Various Variables
Melehat Gezer
Dicle University
ABSTRACT
Multicultural education based on an educational philosophy which provides to live
together with cultural differences and equality of opportunity in education is defined as an
educational system focused on that all of the components of education and teaching should
be constructed according to principles of pluralism. The basic responsibility to teach the
concepts such as equality, respect, peace and to provide equal success opportunities to all
of the students belongs to teachers. Teachers can achieve the multicultural education when
they get information about cultural and ethnic diversity, approach to this information from
different cultural and ethnic perspectives and project this information to the learning
environments. Teachers’ perceptions and attitudes towards multicultural education is
directly related to how they carry out the multicultural education and what extent they
include cultural diversity in their class to learning process in the frame of students’
common values. It is important for teachers to have enough knowledge and positive
attitudes about multicultural education in order to determine the high level of success for
all of the students in their class. So, it is thought that examining teachers’ attitudes towards
multicultural education is important. In this context, it is aimed to investigate the teachers’
attitudes towards multicultural education in terms of gender and department variables. This
is a relational study. The study was conducted with 271 senior students enrolled in Dicle
University, Faculty of Education Department of Primary Teaching in the 2015-2016
Education Year Spring semester. The data was collected by using the Pre-service
Teachers' Attitudes towards Multicultural Education Scale, which was created by Yavuz
and Anil (2010). The author was usedındependent samples t-test and one way anova to
analyze the data. The findings obtained from the study were presented with respect to the
research problems and discussed in the light of the literature. The author was made
suggestions for future researches based on the study results.
Keywords: Multicultural Education, Attitudes Towards Multicultural Education,
Prospective Teachers.
70
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
1. GİRİŞ
Kültürel çeşitlilik günlük hayatımızı canlandıran güçlü bir yapıya sahiptir.
Ancak kültürel çeşitliliğin bu potansiyeli henüz yeterince fark edilememiştir.
Bütün öğrencileresunulan eğitim faaliyetlerinin geliştirilmesinde söz konusu
kültürel çeşitlilikten faydalanılabilir (Gay, 2010). Öğrencilerin farklı kültürel
geçmiş ve deneyimlere sahip olduğu göz önüne alındığında kültürel farklılıklara
yönelik bir eğitim imkânının sunulmasının önemi daha iyi anlaşılmaktadır.
Kültürel farklılıklara duyarlı ya da kültürel çeşitliliğin öğrenme ortamında yer
almasını savunan eğitim yaklaşımı ise literatürde çokkültürlü eğitim adı altında
geçmektedir.
Çokkültürlü eğitimin ne olduğuna ilişkin tanım ve açıklamalar
incelendiğinde farklı şekillerde kavramsallaştırıldığı görülmektedir. Gay,
(1994)çokkültürlü eğitimi etnik, kültürel farklılıklarla yaşama ve bu farklılıklara
meşruiyet sağlayan, öğrencilere eğitimde fırsat eşitliğini sunmayı amaçlayan bir
eğitim felsefesine dayalı olarak; eğitim ve öğretimin tüm öğelerinin ve eğitim
politikalarının çoğulculuk esasına dayalı şekilde düzenlenmesini esas alan bir
eğitim politikası olarak tanımlamıştır. Baptiste (1979), çokkültürlü eğitimi eşitlik,
karşılıklı saygı, kabul ve anlayış, sosyal adalet, ahlaki bağlılık ilkelerine
dayandırmış ve bu ilkelerin var olduğu bir eğitim sistemi olarak tanımlamıştır
(Baptiste, 1979). Wilson, (2012) çokkültürlü eğitimi, bir eğitim sisteminde
birbirinden farklı olan çeşitli ırkların kültürleri için tasarlanmış okul ve eğitim
şeklinde tanımlamaktadır. Wilson’a göre (2012) sözü edilen eğitim ve öğretim
yaklaşımı farklı etnik grupların bir arada yaşadığı toplumlarda uzlaşı, saygı ve
kültürel çoğulculuğu geliştirmek üzere ileri sürülmüştür (Wilson, 2012). Nieto
(2000), çokkültürlü eğitimin tüm öğrenciler için geniş bir okul ve eğitim reformu
olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca Nieto (2000), toplumda ve okullarda ırkçılıkile
ayrımcılığın reddedilmesi gerektiğini; öğretmenlerin kültürel, etnik, dilsel, ırksal,
dini, ekonomik ve cinsel çoğulculuğu tüm toplumundesteklemesi/kabul etmesi için
çalışmalar yapması gerektiğini vurgulamıştır (Nieto, 2000). Manning ve Baruth
(2009) ise çokkültürlü eğitimin, öğrencilerin kültür, etnik, sosyal sınıf, cinsiyet,
din ve özel ihtiyaçlar gibi insanları birbirinden ayıran farklılıkları kabul
etmelerininve bu farklılıklarasaygı duymalarının sağlanması ile öğrencilere
gelişim çağlarında adalet, eşitlik ve demokrasi duygusununkazandırılması olmak
üzere iki amaca hizmet ettiğini belirtmiştir (Manning ve Baruth, 2009).
71
M.Gezer
Yukarıdaki tanım ve açıklamalardan da anlaşılacağı üzere çokkültürlü
eğitim; etnisite, sınıf, cinsiyet, din, dil, cinsel tercihin, öğrencilerin öğrenmeleri ile
davranışlarını nasıl ve ne şekilde etkilediğine odaklanıp;eğitimin sözkonusu
farklılıklarıiçerecek şekildedüzenlenmesi esasına dayanmaktadır. Çokkültürlü
eğitim, öğrencilerin farklı kültürlerin bakış açısından bakabilmesini ve farklı
kültürleri anlayabilmesini sağlamayı hedeflemektedir (Banks, 2004). Çünkü
çokkültürlü eğitim, önce farklı kültürleri tanıma ve anlama devamında ise farklı
kültürlere saygı duymak gerektiği şeklinde bir eğitim anlayışını varsaymaktadır
(Lawrence, 1997). Öğrencilere kültürel, etnik ve dilsel seçeneklerin
sunulmasınınsağlanması çokkültürlü eğitimin diğer bir temel hedefidir(Banks,
2014). Yine çokkültürlü eğitim; farklı ırk, kültür, dil ve dinden bireylerin kendi
kültürel toplumlarında, milli kültür içinde ve küresel toplumda etkili bir şekilde
yer alabilmesi için gerekli bilgi, beceri ve yaklaşımları edinmeleri konusunda
bireylere yardımcı olmayı amaçlanmaktadır (Banks, 2004).
Türkiye toplumu, içinde farklı etnik kimlikleri barındıran, farklı dil ve
lehçelerin konuşulduğu kültürel çeşitliliğin fazla olduğu bir yapıya sahiptir.
Türkiye toplumunda olduğu gibibirçok kültürün karması şeklinde oluşmuş
toplumlar vardır. Bu şekilde kültürel dönüşüm ve kültürlerin bileşimiyle oluşmuş
toplumlarda sağlıklı ve kapsamlı bir kültürel birleşim imkânı sunduğu için
çokkültürlü eğitime ihtiyaç duyulmaktadır (McGray, Wright ve Beachum,
2004).Çokkültürlü eğitimin gerçekleştirilmesinde ise okul, öğretim programı, okul
idareci kadrosu, öğretimde kullanılan strateji-yöntemler, veliler ve öğretmenler
oldukça önemli bir fonksiyona sahiptir (Nieto, 2000). Çokkültürlü eğitimin
uygulanmasında sözkonusu paydaşların etkin role sahip olduğu bilinse de burada
en etkili rolü oynayan öğretmenlerdir (Banks, 1993).
Çokkültürlü eğitimin, temelinde bulunan eşitlik, saygı, barış vb.
kavramların öğretilmesinde ve tüm öğrencilere eşit başarı olanağı sağlama
amacıyla uyumlu bir şekilde uygulanmasında temel görev öğretmenlere
düşmektedir (Kaya ve Aydın, 2014). Eğitim programlarının uygulanmasında,
öğretim yöntem tekniklerinin bu bağlamda kullanılmasında, aile ile iletişimin
sağlanmasında birebir sorumlu olanöğretmenlerdir. Öğretmenlerin kendi değerleri,
bakış açıları, öğretim stilleri ile tutumları eğitim programını şekillendiren
unsurlardandır (Ladson-Billings, 2001). Dolayısıyla çokkültürlü eğitim
programlarının uygulanabilmesi için öğretmenlerin kültürel farklılıklara ilişkin
olumlu tutuma sahip olması önem kazanmaktadır. Çokkültürlü eğitim
72
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
programlarının uygulanmasında her ne kadar kullanılan materyaller ya da
programın niteliği önemli bir yere sahip olsa da farklı ırklardan, etnik, dilsel ve
kültürel gruplardan olanlara karşı olumsuz tutum sergileyen öğretmenler
tarafından
kullanılması
durumunda
etkili
olamayacağı
düşünülmektedir.Öğretmenlerin çokkültürlü eğitime ilişkin algı ve tutumları,
onların çokkültürlü eğitimi nasıl uygulayacağı, başka bir deyişle, sınıflarındaki
farklılıkları ortak değerler etrafında öğretim sürecine ne ölçüde dahil edecekleri ile
doğrudan ilişkilidir(Kaya ve Aydın, 2014). Bu bağlamda öğretmen adaylarının
çokkültürlü eğitime yönelik tutumlarının belirlenmesinin önemli olduğu
düşünülmektedir. Bu kapsamda araştırmada öğretmen adaylarının çokkültürlü
eğitime yönelik tutumları, cinsiyet ve okudukları bölüm değişkeni açısından
incelenmiştir.
2.YÖNTEM
2.1. Araştırma Modeli
Araştırma ilişkisel araştırma modeline göre yürütülmüştür. İlişkisel
araştırmalar, iki ya da daha çok değişken arasındaki ilişkinin birbirleri üzerindeki
etkisinin incelenmesini amaçlayan araştırmalardır (Büyüköztürk, Çakmak, Akgün,
Karadeniz ve Demirel, 2010).
2.2. Araştırma Grubu
Araştırma, 2015-2016 Eğitim Öğretim Yılı Bahar Dönemi’nde Dicle
Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümünde öğrenim gören toplam 271
son sınıf öğrencisiyle yürütülmüştür. Araştırma grubundaki, öğrencilerin cinsiyete
göre dağılımı 117’si (%44) kız ve 151’i (%56) erkek şeklindedir. Öğrencilerin
branşlara göre dağılımı incelendiğinde 152’sinin (%56) sosyal bilgiler
öğretmenliği, 55’inin (%20.3) matematik öğretmenliği, 37’sinin (%13.7) fen
bilgisi öğretmenliği ve 27’sinin (%10) ise okulöncesi öğretmenliği anabilim dalına
devam ettiği görülmektedir.
2.3. Veri Toplama Araçları
Araştırmada veri toplama aracı olarak Yavuz ve Anıl (2010) tarafından
geliştirilen Öğretmen Adayları için Çok Kültürlü Eğitime Yönelik Tutum Ölçeği
(ÇEYTÖ) kullanılmıştır.
73
M.Gezer
Öğretmen Adayları için Çok Kültürlü Eğitime Yönelik Tutum Ölçeği:
Ölçek, Yavuz ve Anıl (2010) tarafından öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime
yönelik tutumlarının belirlenmesi amacıyla geliştirilmiştir. Ölçekte toplam 28
madde bulunmakta olup; bu maddelerin 22’si olumlu 6’sı olumsuzdur. Ölçek 5’li
likert tipi bir derecelendirmeye sahiptir. Ölçek maddelerinden 13. madde olan
“Öğretmen adayları farklı kültürlere ait bilim, sanat ve edebiyatla ilgili konularda
çalışmalar yapmalıdır” maddesi olumlu tutum yansıtan maddelere örnek olarak
gösterilebilir. “Farklı kültürlere yönelik eğitim faaliyetleri toplumsal birliği bozar”
şeklinde ifade edilen 4. madde ise olumsuz tutum belirten maddelere örnek teşkil
etmektedir. Ölçeğin güvenirlik ve geçerlik çalışmaları Adıyaman, Hacettepe,
Ortadoğu Teknik ve Gazi Üniversitesi gibi farklı üniversitelerin eğitim
fakültelerinde okuyan 214 öğrenciden elde edilen veriler üzerinden yapılmıştır.
Ölçeğin yapı geçerliliği için yapılan AFA sonucunda tek boyutlu bir yapıya sahip
olduğu tespit edilmiştir. Ölçek için Cronbach Alpha güvenirlik katsayısı değeri .93
olarak hesaplanmıştır. Bu araştırmada ölçek için hesaplanan Cronbach Alpha
güvenirlik katsayısı ise .85 olarak bulunmuştur.
2.4. İşlem
Araştırma verileri, 2015-2016 Eğitim Öğretim Yılı Bahar Dönemi’nde
öğrenim gören öğretmen adaylarından toplanmıştır. ÇKEYTÖ, sınıf ortamında
araştırmacılar tarafından öğretmen adaylarına uygulanmıştır. Katılımcılara ölçme
aracı dağıtılmadan önce araştırmanın amacı hakkında bilgi verilmiştir. Yine
toplanan verilerin yalnızca araştırma amacı doğrultusunda kullanılacağı
katılımcılara ifade edilmiştir. Aynı şekilde araştırmaya katılımın gönüllülük
esasına dayandığı belirtilmiştir. Araştırma kapsamında toplanan verilerin geçerli
ve güvenilir olabilmesi için araştırmacı tarafından katılımcılara ölçeği doldururken
samimi ve doğru yanıtlar vermeleri ayrıca hatırlatılmıştır. Veri toplama aracının
ilk bölümünde cinsiyet, yaş, bölüm gibi değişkenlere yer verilerek katılımcıların
demografik bilgileri hakkında bilgi toplanmıştır.
2.5. Veri Analizi
Bu araştırmada cinsiyet ve bölüm değişkeninin öğretmen adaylarının
çokkültürlü eğitime yönelik tutumları üzerindeki etkisinin incelenmesi için
bağımsız gruplar t testi ve tek faktörlü anova kullanılmıştır.
74
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
3. BULGULAR
Araştırmada elde edilen bulgular araştırmanın amaçları doğrultusunda
aşağıda verilmiştir. Öncelikle öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime yönelik
tutumları üzerinde cinsiyet değişkeninin anlamlı bir farklılaşmaya sahip olup
olmadığı incelenmiştir. Elde edilen bulgular Tablo 1’de gösterilmiştir.
Tablo 1: Öğretmen Adaylarının Çokkültürlü Eğitime Yönelik Tutumlarının
Cinsiyete Göre Dağılımını Gösteren Bağımsız Gruplar T-Testi Sonuçları
Cinsiyet
n
X
ss
Kadın
117
4.62
6.25
Erkek
151
4.48
6.77
t
p
1.68
0.94
Tablo 1’deki bulgulara göre, öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime
yönelik tutumları, cinsiyetlerine göre farklılaşmamaktadır [t(268)= 0.94, p>0.01].Bu
bulguya dayanarak, cinsiyetin öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime yönelik
tutumları üzerinde etkili bir değişken olmadığı söylenebilir.
Öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime yönelik tutumlarının “bölüm”
değişkenine ait ANOVA sonuçları Tablo 2’de incelenmiştir.
Tablo 2: Öğretmen Adaylarının Devam Ettikleri Bölüme Göre Çokkültürlü
Eğitime Yönelik Tutumlarını Gösteren Tek Yönlü Varyans Analizi Sonuçları
Bölüm
N
X
ss
Sosyal Bilgiler
152
4,55
6.82
Matematik
55
4,37
5.93
Fen Bilgisi
37
4,68
5.79
Okul Öncesi
27
4,62
7.03
F
p
1.96
0.12
Tablo 2’deki bulgulara göre, öğretmenadaylarının çokkültürlü eğitime
yönelik tutumları ile devam ettikleri bölüme göre istatistikselaçıdan anlamlı bir
fark bulunmamaktadır [F(3-270)=0.12, p>0.05]. Bu bulgudan hareketle,öğretmen
75
M.Gezer
adaylarının devam ettikleri bölümün onların çokkültürlü eğitime yönelik tutumları
üzerinde etkili bir değişken olmadığı söylenebilir.
4. TARTIŞMA VE SONUÇ
Bu araştırmada öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime yönelik
tutumlarının çeşitli değişkenler açısından incelenmesi amaçlanmıştır. Araştırmanın
alt amaçlarına ilişkin bulgular incelendiğinde şu sonuçlara ulaşılmıştır.
Araştırmaya katılan öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime yönelik
tutumlarının cinsiyet değişkenine göre istatistiksel olarak anlamlı bir fark
göstermediği tespit edilmiştir. Diğer bir ifadeyle, “cinsiyet” öğretmen adaylarının
çokkültürlü eğitime yönelik tutumları üzerinde etkili bir değişken değildir. Bu
sonuç, Bulut ve Sarıçam (2016), Özdemir ve Dil (2013), Tortop (2014) ve Yazıcı,
Başol ve Toprak (2009) tarafından yapılan çalışmaların sonuçlarıyla benzerlik
göstermektedir. Çokkültürlü eğitime yönelik tutum ile cinsiyet değişkeni arasında
anlamlı ilişkinin bulunmadığı bu çalışmaların yanı sıra, literatürdeçokkültürlü
eğitime yönelik tutumun cinsiyete göre farklılaştığını gösteren çalışmalar da
mevcuttur (Başbay ve Kağnıcı, 2011; Demircioğlu ve Özdemir, 2014; Türkan,
Aydın ve Üner, 2016). Bu durumda cinsiyet değişkenine ilişkin araştırma
bulgusunun sadece bazı araştırmaların sonuçlarıyla tutarlılık gösterdiği
söylenebilir.
Araştırma sonuçlarına göre, öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime
yönelik tutumları ve devam ettikleri bölüm arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir
fark bulunmamaktadır.Bu sonuç Tortop (2014) tarafından yapılan araştırma
sonuçlarıyla desteklenmektedir. Tortop (2014) çalışmasında öğretmen adaylarının
üstün yetenekli eğitime ve çok kültürlü eğitime ilişkin tutumlarını öğrenim
gördükleri bölüme göre incelemiş ve öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime
ilişkin tutumlarınınbölüme göre anlamlı bir farklılık göstermediğini tespit etmiştir.
Sonuç olarak araştırmadan elde edilen bulgulara göre, öğretmen
adaylarının çokkültürlü eğitime yönelik tutumları, cinsiyet ve okudukları bölüm
değişkenleri açısından anlamlı farklılık göstermemektedir. Bu sonuçlar, daha önce
yapılmış bazı çalışmaların bulgularıyla paralellik arz ederken bazı çalışmaların
bulgularından farklılık göstermektedir. Dolayısıyla çokkültürlü eğitime yönelik
tutum ile ilgili araştırmaların bir araya getirileceği meta analiz çalışmalarıyla, söz
76
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
konusu değişkenlerin çokkültürlü eğitime yönelik tutum üzerindeki etkisi
hakkında daha genel bir değerlendirme yapılabilir.
Bu araştırma, eğitim fakültesinde öğrenim gören öğretmen adaylarının
çokkültürlü eğitime yönelik tutumları ile sınırlıdır. Çokkültürlü eğitime yönelik
tutumun diğer fakültelerde öğrenim gören öğrenciler açısından değişik alanlarında
farklı biçimler aldığı bilinmektedir. Bu kapsamda, çokkültürlü eğitime yönelik
tutumun farklı fakültelerde öğrenim gören öğrenciler üzerinden incelenmesi
önerilebilir.
KAYNAKÇA
Banks, J. (1993). Approaches to multicultural curriculum reform. In J. Banks and C.
Banks (Eds.), Multicultural education: Issues and perspectives. Boston: Allyn & Bacon.
Banks, J.A. (2004). Cultural Diversity and Education: Foundations, curriculum and
teaching (4th ed.). Needham Heights, MA: Allyn and Bacon.
Banks, J.A. (2014). An Introduction to Multicultural Education. San Francisco, CA:
Pearson Publication Inc.
Baptiste, H.P. (1979). Multicultural education: A synopsis. Houston, TX: University
Houston, Texas Press.
Başbay, A.,& Kağnıcı, D. (2011). Çok kültürlü yeterlik algıları ölçeği: Bir ölçek geliştirme
çalışması. Eğitim ve Bilim, 36(161), 199-212.
Bulut, M.,& Sarıçam, H. (2016). Okul öncesi öğretmen ve öğretmen adaylarında
çokkültürlü
kişiliğin
çokkültürlü
eğitim
tutumları
üzerindeki
etkisinin
incelenmesi. Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 6(1).
Büyüköztürk, Ş., Çakmak, E.A., Akgün, Ö.E., Karadeniz, Ş., & Demirel, F. (2010).
Bilimsel araştırma yöntemleri. Ankara: Pegem Akademi.
Demircioğlu, E.,& Özdemir, M. (2014). Pedagojik formasyon öğrencilerinin çok kültürlü
eğitime yönelik tutumlarının bazı değişkenlere göre incelenmesi. Ege Eğitim Dergisi,
15(1), 211-232.
Gay, G. (1994). A Synthesis of scholarship in multicultural education. Urban Monograph
Series University of Washington at Seattle, 1-34.
Gay, G. (2010). Culturally responsive teaching: Theory, research, and practice (2nd ed.).
New York, NY: Teachers College Press.
77
M.Gezer
Kaya, İ.,& Aydın, H. (2014). Çoğulculuk, Çokkültürlü ve Çok dilli Eğitim. [Pluralism,
Multicultural, and Multilingual Education].Ankara: Anı Yayıncılık.
Ladson-Billings, G. (2001). Crossing over to Canaan: The Journey of new teachers in
diverse classrooms. San Francisco: Jossey Bass.
Lawrence, V.J. (1997). Multiculturalism, diversity, cultural pluralism: Tell the truth, the
whole truth, and nothing but the truth. Journal of Black Studies, 27, 318-333.
Manning, M.L.,& Baruth, L.G. (2009).Multicultural education of children and
Adolescents. Boston, MA: Allyn & Bacon Press.
McCray, C.R., Wright, J.V., & Beachum, F.D. (2004).An analysis of secondary school
principals' perceptions of multicultural education.Education, 125(1), 111-120.
Nieto, S. (2000).Affirming diversity: The sociopolitical context of multicultural education
(3 ed.). New York: Longman.
Özdemir, M.,& Dil, K. (2013). Öğretmenlerin çokkültürlü eğitime yönelik tutumları:
Çankırı ili örneği. Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 46(2), 215232.
Tortop, H.S. (2014). Öğretmen adaylarının üstün yetenekli ve çok kültürlü eğitime ilişkin
tutumları. Üstün Yetenekliler Eğitimi Araştırmaları Dergisi, 2(2), 16-26.
Türkan, A., Aydın, H., & Üner, S.S. (2016). Öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitim
tutumları ile epistemolojik inançları arasındaki ilişkinin incelenmesi.İlköğretim
Online,15(1).
Wilson,
K.
(2012).
Multicultural
education.Erişim
2016.http://www.edchange.org/multicultural/papers/keith.html.
Tarihi:
25
Mart
Yavuz, G.,& Anıl, D. (2010). Öğretmen adayları için çok kültürlü eğitime yönelik tutum
ölçeği: Güvenirlik ve geçerlik çalışması. International Conference on New Trends in
Education and Their Implications. Türkiye: Antalya
Yazıcı, S., Başol, G., &Toprak, G.(2009). Öğretmenlerin çokkültürlü eğitim tutumları: Bir
güvenirlik ve geçerlik çalışması. Hacettepe Eğitim Fakültesi Dergisi, 37, 229-240.
78
Markaya Yönelik İnançların Üniversite
Öğrencilerinin Satın Alma Niyetlerine
Etkisi
Dr. Derya Fatma Biçer
Cumhuriyet Üniversitesi
Dr. Hatice Aydın
Muş Alparslan Üniversitesi
ÖZET
Tüketicilerin marka ile ilgili öğrendiklerinin düzeyi ve maruz kaldıkları uyarıcılar,
markaya yönelik belli inançlar oluşturmalarına sebep olur. Marka inançları, hedonik,
fonksiyonel, deneyimsel anlamlar taşıyabileceği gibi, olumlu ya da olumsuz da
olabilmektedir. Bununla birlikte birçok işletme marka yayma stratejileri uygulayarak,
tüketicilerin istek ve beklentilerini karşılamak için yeni ürün geliştirmek istediklerinde,
pazarlama ile ilgili riskleri en aza indirmek için, sahip oldukları mevcut marka ile yeni
ürünleri pazara sunmayı tercih etmektedir. Bu çalışmada amaç, markaya yönelik
inançların, marka yayılması stratejisi sonucu piyasaya sürülen yeni ürünleri satın alma
niyetleri üzerine etkilerini ortaya koymaktır.Araştırma, Sivas’ta Cumhuriyet
Üniversitesi’nde öğrenim gören öğrencilere yüz yüze anket yöntemi kullanılarak
gerçekleştirilmiş olup, veriler SPSS 23.0 paket programı aracılığıyla değerlendirilmiştir.
Araştırmada üniversite öğrencileri tarafından ilk akla gelen markaya ve o markanın yayma
stratejisi ile piyasaya süreceği varsayılan hayali ürüne yönelik değerlendirmelerine ilişkin
ifadelerin yüzde dağılımları hesaplanmış, korelasyon analizi ve çoklu doğrusal regresyon
analizi yapılmıştır. Sonuçlara göre kot pantolon ve cep telefonu satın alım niyetleri
üzerinde deneyimsel marka inançlarının etkili olduğu, dizüstü bilgisayar alım niyetleri
üzerinde markaya yönelik inançların etkili olmadığı tespit edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Marka İnancı, Marka Yayılımı, Markaya Tutumu, Satın Alma Niyeti.
D.F. Biçer ve H. Aydın
Effect of Beliefs towards Brands on
Purchasing Intensions of University
Students
Dr. Derya Fatma Biçer
Cumhuriyet University
Dr. Hatice Aydın
Muş Alparslan University
ABSTRACT
The consumers' level of knowledge they have obtained about the brand and stimulant they
have been exposed lead to create certain beliefes for brand. Not only can brand beliefes
have hedonic, functional and experiential meaning but it also can be positive or negative.
At the same time many businesses prefor marketing their new products with their current
brand when they want to develop new product in order to meet the needs and expectations
of the consumers and reduce the risks associated with marketing by using brand extension
strategies. The aim in this study is to reveal the effect of the consomers' beliefes about
brand upon their intention to marketed new products as a Result of brand extension
strategy. The research has been carried out by using one hundred percent of survey method
upon Sivas cumhuriyet university students who study in different academic units and data
have been evaluated via SPSS 23.0 package. In the research percentage distribution of
expression for first brand that comes to mind by university students (for the first brand by
university students) and evaluations regarding the brand's extension strategy and the
imaginary product supposed to be marketed has been assessed, the answers have been
evaluated through correlation analysis and multilinear regression. According to the
research results the fact that their experiented brand beliefes have an effect on the students'
intention of buying jeans and cellphone and the fact that their beliefs for the brand have an
effect on their intention of buying laptop have been revealed.
Keywords: Brand, Brand Beliefs, Brand Extension, Brand Attitudes, Purchase Intention.
80
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
1. GİRİŞ
Rekabetin ciddi boyutlar kazandığı günümüzde farklılık yaratarak tüketici
zihninde avantajlı konum elde etmek, git gide zor olmaktadır. Gelişen teknolojiler
ve üretim süreçlerinde meydana gelen yenilikler neticesinde, artık kalite ya da
fiyat ile belirgin farklar yaratmak mümkün olmamaktadır. Zira belli kalitede
ürünler, artık merdiven altı diye tabir edilebilecek imalathanelerde de mevcut
teknolojiler kullanılarak üretilebilmektedir. Bu bağlamda işletmelerin müşteri
değeri yaratabilecek ve rekabet edebilecek enstrümanlara yatırım yapmaları
kaçınılmazdır. Bu anlamda markaya yapılan yatırımlar, günümüz koşullarında
işletmelerin genel amaç ve pazarlama stratejilerine uygun bir şekilde arzu ettikleri
sonuçlara ulaşmalarına fırsat tanımaktadır. Marka inşa ederken ve markaya
yönelik kararlarını planlarken işletmelerin kullandığı yöntemlerden biri de marka
yayma olarak ifade edilen stratejilerdir. Marka yayma, yeni ürün piyasaya sürecek
olan işletme için; ana markasının adını kullanarak farklı ürün kategorilerine
yönelmek ve farklı hedef pazar bölümlerinde faaliyet göstererek karlılık
hedeflemektir. Marka yayma stratejisi ile, işletmenin sahip olduğu marka imajı ve
gücü, yeni ürünlere transfer edilmek suretiyle farklı pazarlara daha kolay girmek
hedeflendiği gibi, yeni ürünler için katlanılması kaçınılmaz olan üretim ve
pazarlama maliyetlerinin de düşürülmesi amaçlanmaktadır.
Markaya yönelik tüketicilerin olumlu duygular taşıması, bu duygular
sayesinde gelişen inançları sayesinde, tüketicilerin o markanın ürünlerini satın
alım niyetlerinin de yüksek olacağı düşüncesinden hareketle yapılan bu çalışmada,
tüketicilerin markaya yönelik inançlarının, marka yayma stratejisi uygulayan bir
firmanın yeni ürünlerini satın alım niyetleri üzerine etkileri belirlenmeye
çalışılmıştır. Çalışma iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde tüketicilerin
markaya yönelik fonksiyonel, hedonik ve deneyimsel inançları, markaya yönelik
tutumları ve satın alım niyetleri ile ilgili teorik bilgilere; ikinci bölümde ise,
Cumhuriyet Üniversitesi’nde öğrenim gören öğrencilere uygulanan anket
çalışmasından elde edilen sonuçlara yer verilmiştir.
2. TEORİK ÇERÇEVE
2.1. Markaya Yönelik İnançlar
Bir
markanıntüketicileriçin
ne
ettiğinianlamak,bugününpazarlama yöneticileri için
81
anlam
oldukça
ifade
önemlidir.
D.F. Biçer ve H. Aydın
Tüketicilerin bir markaya yönelik olumlu algılarını değerlendirmek ve artırmak
için markaya yönelik düşünceleri, duygularıve inançlarından oluşan bilgilerini
ölçmek gerekmektedir. Bazı markalar rakip ürünlerden daha yüksek pazar payları
ve fiyatlarla çalışmalarına imkân sunan yüksek marka değerine sahip olarak kabul
edilirler (Badenhausen, 1996). Bu markalar genellikle yüksek müşteri sadakati,
marka bilinirliği, algılanan yüksek kalite, güçlü marka çağrışımları ve diğer güçlü
birçok varlığa sahiptirler (Aaker, 1991; Batra ve Homer, 2004: 318-330). Bir
marka ile ilgili çağrışımlar ve tüketicilerin geçmiş deneyimleri, öğrendiği bilgiler,
ihtiyaç ve isteklerinin niteliği, mal ya da hizmet alım ya da kullanım alışkanlıkları,
kişilik yapısı ve yaşam tarzı ve marka tercih bileşenleri; tüketicilerin belli
markalara karşı belli inançlara sahip olması sonucunu doğurmaktadır.
Tüketicilerin herhangi bir markanın ürünlerine yönelik satın alma ya da kullanma
deneyimleri, ağızdan ağza iletişim ya da sosyal statüleri vasıtasıyla öğrendikleri
bilgilerin düzeyi, tüketicilerin o markaya yönelik belli inançlar oluşturmasına
sebep olur. Bu inançlar iyi kalite ya da yüksek değer sunma gibi olumlu
olabileceği gibi düşük hizmet düzeyi gibi olumsuz da olabilir (Winchester vd,
2008: 553-570). Dolayısıyla inançlar olumlu-olumsuz, deneyime bağlı oluşan,
soyut- somut, faydacı-hazcı, fonksiyonel-hedonik inançlar, reklamlarla uyarılmış
inançlar, marka çağrışımları ile geliştirilen veya marka imajına yönelik inançlar
olmak üzere farklı değerlendirilebilirler. Markaya yönelik inançlar tüketicilerin
maruz kaldığı uyarıcılara bağlı olmakla birlikte, tüketici davranışları ve satın alma
kararlarında da belirleyici bir role sahiptir. Bu nedenle tüketiciler, bir markaya
yönelik inançları sayesinde o markaya ait ambalaj, markaadı, fiyatvb bileşenleri
bir bütün olarak değerlendirerek o markanın tanımını yapabilirler (Chaudhuri ve
Ligas, 2006: 195-200).
Marka inançları genel olarak faydacı ve hedonik unsurlardan oluşur.
Tüketicilerin markalara yönelik olumlu olumsuz duygularının somut nitelikte
marka inançları oluşturduğu ve bu inançların daha sonra tüketicide soyut faydalara
yönelik inançlara dönüştüğü, bu inançların da önce faydacı ardından da hedonik
tutumlara dönüştüğü ifade edilmektedir (Homer, 2006: 35-51). Tüketici ve reklâm
araştırmaları yapan araştırmacılar ise fonksiyonel inançlara odaklanmış olmalarına
rağmen (Domzal ve Kernan, 1992) diğer inanç kategorileri olan sembolik ve
deneyimsel inançlar da mevcuttur (Batra ve Homer, 2004). Sonuç olarak,
tüketicilerin bir markadan bekledikleri faydaya göre marka inançları fonksiyonel,
hedonik ve deneyimsel olmak üzere farklı kategorilerde değerlendirilebilmektedir
(Batra ve Homer 2004; Domzal ve Kernan 1992).
82
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
2.2. Hedonik Marka İnançları
Hedonik fayda, bir ürünün tatmin etme potansiyeli olup markalara yönelik
inançların şekillenmesinde önemlidir (Matzler, 2006: 428). Hedonik marka inancı
ve buna bağlı marka tutumları; hoş, olumlu, keyifli, sevilen, seçkin, özel, modaya
uygun, dikkat çekici, prestijli, pahalı, heyecan verici, lüks, eğlenceli, şık, vb.
değerlendirmeler ile ilgilidir (Homer, 2006: 35-51). Dolayısıyla hedonik fayda,
tüketicilerin daha çok duygularını tatmine yönelik beklentilerini ve hedonik
inançlar ise bu yöndeki değerlendirmeleridir (Solomon, 2006: 122).
2.3. Fonksiyonel Marka İnançları
Tüketicilerin markayı değerli, güzel, kaliteli, güvenilir, faydalı, kullanışlı
bulması, bu markayı satın almanın akıllıca olduğunu düşünmesi gibi
değerlendirmeleri olup rasyonel beklentileri ifade etmektedir (Batta ve Ahtola
1990; Odabaşı, 2002: 106). Herhangi bir ürünün, tüketicinin hayatındaki günlük
birtakım fonksiyonları karşılama kabiliyetidir (Matzler, 2006: 428).Markaların
işlevsel değerlendirilmeleri sonucu oluşmaktadır.
2.4. Deneyimsel Marka İnançları
Deneyimsel marka inancı tüketicilerin markayı, uzun süre kullanılabilir,
dayanıklı, zevke hitap eden, tatmin edici, kullanımı rahat, ödenen paraya değer vb.
değerlendirmeleri ile ilgilidir (Keller, 2003: 596).
2.5. Marka Yönelik İnançlar ve Tutumlar Arası İlişki
Bir markanın karakteristiklerine yönelik tüketici inançları o markaya karşı
tutum oluşumunda belirleyici faktör olup markaya karşı bir tutum oluşturur
(Fishbein ve Middlestadt, 1995). Marka inançlarındaki değişim marka yaymaya
karşı tutumların oluşumu üzerine etkilidir. Markaya olan inançların yeni ürün
kategorisine transferindeki başarı yüksek olursa, ana markaya karşı tutumların
marka yaymaya yönelik transferi de yüksek olacaktır (Sheinin, 1998: 137-149).
Marka yayma stratejisi uygulayan bir firmada yaymanın niteliği ana markaya
duyulan inançlarla örtüşmediği sürece ana markanın imajına yönelik inançlar da
zayıflayacaktır. Dolayısıyla marka yayma nitelikleri ana marka imajı inançları ile
bağdaşmıyor ise ana markaya yönelik tutumlar da olumsuz etkilenir (Milberg
vd.,1997: 119-140).
83
D.F. Biçer ve H. Aydın
2.6. Marka Yaymasında Ana Marka ve Yeni Ürün Kategorisi Arasında
Algılanan Uyum
Yayılma ürünün ana markaya uyumlu olmasının tüketicinin yayılma
sonrası markaya karşı inançlarında etkilidir (Sheinin, 1998: 137-140). Tüketiciler,
ana markanın özelliklerine ilişkin belli inançlara sahipse ve marka yayması ile
piyasaya sürülen yeni ürünü ana marka ürün kategorisine göre daha başarısız
algıladıkları takdirde, ana markanın gücü zayıflayarak marka ismine zarar verebilir
(Loken ve John, 1993: 71-84).Marka ve markaya ait ürün kategorisi arasındaki
uyumun zayıf olması halinde markaya olan inanç ve markanın gücünün
tamamlayıcısı olan algılar da olumsuz etkilenir (Sheinin vd.,2008: 453-462).
Kısacası genişleyen bir markanın ürünleri teknik ve fonksiyonel açıdan ana marka
ürünleri ile tutarsız olarak algılanırsa, şirketin tüm üretim, yetkinlik/uzmanlık
alanları ile ilgili tüketici zihninde olumsuz yargılar oluşur (Keller ve Aaker, 1992).
Ayrıca ana markanın mevcut ürün kategorisine benzemeyen bir yayma algısı varsa
ana markaya yönelik tutumlar ve satın alma niyeti olumsuz yönde etkilenir
(Milberg vd., 1997: 119-140).
2.7. Tüketici Satın Alma Niyeti
Bir markaya yönelik rasyonel ya da somut inançlar rasyonel marka
değerlendirmeleri, tutum ve satım alma niyeti üzerine etki etmektedir. Diğer
yandan soyut marka inançları ise; duygusal marka değerlendirmelerine, duygusal
tutum oluşumuna, satın alma niyeti ve ödeme istekliliği üzerine etki etmektedir.
Markaya yönelik her iki inancın farkı; duygusal inançlar, rasyonel inançların
aksine ödeme yapmaya isteklilik üzerine daha fazla etkilidir(Chaudhuri ve
Ligas,2006, 195-200). Bununla birlikte bir ürünün kullanımından dolayı edinilen
deneyimler, eğer markaya yönelik olumlu inançlara dönüşmüş ise, bu markanın
tekrar satın alınması mümkündür.
Ahuawilia ve Canlı (2000) yılındaki çalışmalarında marka yayma sonucu
piyasaya sürülen ürünlerin ana markaya etkilerini belirlemeye çalışmış ve olumsuz
bilgilerin yayma stratejisinin gücünü azalttığını ve markaya zarar verdiğini ortaya
koymuşladır. Shein’in (2000) yapmış olduğu çalışmada markaya yönelik
deneyimlerin marka yayma stratejisine yönelik tüketici algılarını olumlu
etkilediğini ve orijinal markanın geliştirilmesine faydası olduğunu ortaya
koymuştur. Czellar (2002), yapmış olduğu çalışmada marka yayılması sonucu
84
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
ortaya çıkan yeni ürünlere yönelik tüketici davranışlarını, satın alım niyetleri,
tercihler ve yeniden satın alım kararına etkileri açısından değerlendirmiştir.
Çalışmada markalara yönelik bilişsel ve duygusal tutumların yayma stratejisi ve
yeni ürünlere yönelik tutum ve tüketici satın alım davranışları üzerine olumlu
etkisi ortaya konmuştur. Winchester vd.(2008) markaya yönelik inançların
tüketiciler üzerindeki etkilerini araştırmış ve marka inançlarını, pozitif ve negatif
inançlar olarak değerlendirmişlerdir. Görüldüğü gibi tüketici inançları bazı
araştırmacılarca incelenmiş, ancak farklı inanç kategorilerine pek fazla
değinilmemiştir (Orth ve Marchi, 2007: 219-233).
3.
FONKSİYONEL,
HEDONİK
VE
DENEYİMSEL
İNANÇLARININ TÜKETİCİ SATIN ALIM NİYETİNE ETKİSİ
MARKA
3.1. Araştırmanın Önemi ve Amacı
Yeni pazarlara girebilmenin, gerek tutundurma, gerekse dağıtım
maliyetleri göz önünde bulundurulduğunda en makul yollarından biri, firmaların
belli bir bilinirliğe ulaşmış markalarını kullanarak yeni ürün kategorileri
oluşturmalarıdır. Böylece firmalar, marka yayma stratejileri sayesinde ana
markalarının mevcut çabaları ve maliyetleri ile yeni ar-ge yatırımlarına ve
uğraşlara gerek duymadan kolayca piyasada pozisyon alabilmektedirler. Bu
önemden dolayı çalışmada işletmelerin marka yayma stratejileri sonucu ortaya
çıkan yeni ürünlerine yönelik tüketici tutumları ve bu ürünleri satın alma niyetleri
üzerinde, markaya yönelik, hedonik, fonksiyonel ve deneyimsel inançların
etkilerini incelemek amaçlanmıştır.
3.2. Araştırmanın Kapsamı ve Sınırlamaları
Araştırmanın kapsamını Sivas ili Cumhuriyet Üniversitesi’ne
birimlerde öğrenim gören öğrenciler oluşturmaktadır. Araştırmada
Adidas ve hayali ürün kategorileri ise kot pantolon, cep telefonu
bilgisayar olarak belirlenmiş ve dolayısıyla sonuçlar diğer markalar
kategorileri için genellenemez.
bağlı farklı
ana marka
ve dizüstü
ya da ürün
3.3. Araştırmanın Metodolojisi
Araştırma yüz yüze anket yöntemi kullanılarak gerçekleştirilmiştir.
Araştırmada kolayda örnekleme yöntemi kullanılarak seçilen cevaplayıcılar ile iki
85
D.F. Biçer ve H. Aydın
ön anket çalışması gerçekleştirilmiştir. İlk ön anket uygulamasında öğrencilerin
ilgi duyabilecekleri ürün kategorileri sıralanmış ve toplam 50 öğrenciye
uygulanmıştır. İlk ön anket sonucunda üniversite öğrencilerinin, ilgilenim
düzeylerinin en yüksek olduğu ürün kategorileri; kot pantolon, dizüstü bilgisayar
ve cep telefonu olarak tespit edilmiştir. Bu ürün grupları ana markanın piyasaya
sürmeyi planladığı hayali ürün kategorileri olarak değerlendirilmeye alınmıştır.
İkinci ön anket uygulamasında öğrencilerin kendilerine yakın hissettikleri ve
igilenim düzeylerinin yüksek olduğu varsayılan markalar sıralanmış ve 50
öğrenciyle yapılan ikinci ön anket sonucunda da en yüksek yüzdeyi Adidas
markası almıştır (%18). Ayrıca Adidas markası altında marka yayması ile piyasaya
sürülmesi hedeflenen hayali ürün grupları kot pantolon, dizüstü bilgisayar ve cep
telefonu olarak değerlendirilmeye alınmıştır. Öğrencilere ana markaya yönelik
inançlarını değerlendirmek üzere Adidas markası ve Adidas markasının olası
marka yayması sonucu ön anket sonucu araştırmacılar tarafından belirlenen hayali
ürün kategorilerine yönelik tutum ve satın alım niyetleri değerlendirmek üzere
anket formu uygulanmıştır. İlgili literatür sonucunda oluşturulan anket metni 30
üniversite öğrencisine pilot uygulama yapılmış, gerekli düzenlemeler yapıldıktan
sonra anket formunun son şekli verilmiştir.
3.3.1. Veri Toplama Yöntem ve Aracı
Anket formu 5 kısımdan oluşmaktadır. İlk kısımda katılımcıların
demografik özellikleri; ikinci kısımda “Adidas” markasına yönelik inançları;
üçüncü kısımda katılımcılardan “Adidas” markasının “kot pantolon” üretip
piyasaya sürdüğünü hayal etmeleri ve Adidas markasının bu tür bir marka yayma
stratejisi benimsemesi durumu ile ilgili değerlendirmede bulunmaları ve bu yeni
ürünü satın alım niyetleri belirlenmeye çalışılmıştır. Dördüncü kısımda,
katılımcıların “Adidas” markasının “cep telefonu” üretip piyasaya sürdüğünü
hayal etmeleri ve Adidas markasının bu tür bir marka yayma stratejisi
benimsemesi durumu ile ilgili değerlendirmede bulunmaları ve bu yeni ürünü satın
alım niyetleri belirlenmeye çalışılmıştır. Beşinci kısımda, “Adidas” markasının
“dizüstü bilgisayar” üretip piyasaya sürdüğünü hayal etmeleri ve Adidas
markasının marka yayma stratejisi benimsemesi durumu ile ilgili değerlendirmede
bulunmaları ve yeni ürünü satın alım niyetleri belirlenmeye çalışılmıştır. Eksik ya
da yanlış anketler elenerek 445 anket değerlendirmeye alınmıştır. Araştırma ana
markaya yönelik inançlar, tutumlar, marka yayma stratejisine yönelik tutumlar,
ana marka ve hayali yayma ürün kategorileri arasında algılanan uyum, hayali
86
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
yayma ürünlere yönelik tutumlar ve satın alım niyetleri değişkenlerden
oluşmuştur.
3.3.2. Araştırmanın Hipotezleri
H1: Ana markaya yönelik fonksiyonel inançların yayma ürünü satın alım niyeti
üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır.
H1a: Ana markaya yönelik fonksiyonel inançların kot pantolon satın alım niyeti
üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır.
H1b: Ana markaya yönelik fonksiyonel inançların cep telefonu satın alım niyeti
üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır.
H1c: Ana markaya yönelik fonksiyonel inançların dizüstü bilgisayar satın alım
niyeti üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır.
H2: Ana markaya yönelik hedonik inançların yayma ürünü satın alım niyeti
üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır.
H2a: Ana markaya yönelik hedonik inançların kot pantolon satın alım niyeti
üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır.
H2b: Ana markaya yönelik hedonik inançların cep telefonu satın alım niyeti
üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır.
H2c: Ana markaya yönelik hedonik inançların dizüstü bilgisayar satın alım niyeti
üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır.
H3: Ana markaya yönelik deneyimsel inançların yayma ürünü satın alım niyeti
üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır.
H3a: Ana markaya yönelik deneyimsel inançların kot pantolon satın alım niyeti
üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır.
H3b: Ana markaya yönelik deneyimsel inançların cep telefonu satın alım niyeti
üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır.
H3c: Ana markaya yönelik deneyimsel inançların dizüstü bilgisayar satın alım
niyeti üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır.
Markaya inancını genel olarak değerlendirmede kullanılan ifadeler,
Ahluwalia ve Canlı (2000); fonksiyonel, hedonik ve deneyimsel inançlar
87
D.F. Biçer ve H. Aydın
Sheinin’in (2000), Chaudhuri ve Ligas (2006), Orth vd.(2007) ve satın alım niyeti
Aaker ve Keller (1990) ve Batra ve Homer (2004) ölçeklerinden uyarlanmış ve
ifadeler 5’li likert ölçeği ile değerlendirilmiştir.
3.3.3.Verilerin Analizi
3.3.3.1. Katılımcıların Demografik Özellikleri
Tablo 1: Araştırmaya Katılan Cevaplayıcıların Demografik Özellikleri
Cevaplayıcıların Cinsiyet Dağılımı
Kadın
Erkek
Cevaplayıcıların Yaş Dağılımı
18-26
27-35
36 yaş ve üzeri
Cevaplayıcıların Gelir Dağılımı
0-499 TL
500-999 TL
1000- 1499 TL
1500-1999 TL
2000-2499 TL
2500 TL ve üzeri
Cevaplayıcıların Okumakta Olduğu Okul Dağılımı
Fakülte
Meslek Yüksekokulu
Cevaplayıcıların Bir “İş” te Çalışıp Çalışmama
Dağılımı
Evet
Hayır
Toplam
88
f
%
215
230
48
52
394
46
5
88,5
10,3
1,1
223
121
46
16
10
19
52,4
27,2
10,3
3,6
2,2
4,3
225
220
50,6
49,4
110
335
24,7
75,3
445
100
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
3.3.3.2. Değişkenlerin Yüzde Dağılımları
Tablo 2’e göre fonksiyonel marka inanç ifadelerinden en yüksek yüzdeye
sahip ifade, %60,3 katılımla “Adidas markalı son derece güvenilirdir”; hedonik
marka inancı için en yüksek yüzdeye sahip ifade, %63,4 katılımla “Adidas markalı
ürünlerin modaya uygundur”; deneyimsel marka inancı için en yüksek yüzdeye
sahip olan ifade, % 62,9 katılımla “Adidas markalı ürünlerin kullanımının oldukça
rahattır” ifadesidir. Bununla birlikte katılımcıların satın alım niyetlerinin hayali
ürün kategorileri bazında değerlendirildiği ifadelerden en yüksek yüzdeye sahip
olan % 49,5 katılımla “Adidas kot pantolon üretirse bu ürünü kesinlikle denerim”
ifadesidir. Katılımcıların hayali ürün kategorilerinin ana markaya uygunluklarını
değerlendirmelerinin istendiği ifadelerden en yüksek yüzdeye sahip olan %52,2
katılımla “Kot pantolon Adidas markasına oldukça uygun bir üründür” ifadesidir.
Katılımcıların, ana markanın uyguladığı varsayılan marka yayma stratejisine
yönelik tutumlarının değerlendirildiği ifadelerden en yüksek yüzdeye sahip olan,
%56,2 katılımla “Adidas’ın kot pantolon üretip piyasaya sunarak marka
genişlemesi yapması oldukça iyi bir fikirdir” ifadesidir. Marka yayma sonucu
piyasaya sürüldüğü varsayılan hayali ürünlere yönelik tutumlarının
değerlendirildiği ifadelerden en yüksek yüzdeye sahip olan, % 48,8 katılımla
“Adidas kot pantolon üretirse bu ürüne karşı oldukça olumlu bir tutum sergilerim”
ifadesidir. Ana markaya yönelik tutumların değerlendirildiği ifadelerden en yüksek
yüzdeye sahip olan ifade ise; %61,1 katılımla “Adidas ürünlerini
beğenirim”ifadesidir.
Katılımcıların Adidas markalı ürünleri, kaliteli, modaya uygun ve rahat
buldukları, Adidas kot pantolon üretir ve piyasaya sürerse bu ürünü satın
alabilecekleri, kot pantolonu Adidas markası ile uyumlu bir ürün kategorisi olarak
gördükleri ve Adidas kot pantolona yönelik olumlu tutum sergiledikleri ve bu
markayı beğendiklerini söylemek mümkündür.
89
D.F. Biçer ve H. Aydın
90
Kesinlikle
Katılıyorum
12. Adidas markalı bir ürün kullanmak beni hep
tatmin etmiştir.
13. Adidas markalı ürünlere ödediğim paraya
değdiğini düşünüyorum.
14. Adidas markalı ürünlerin kullanımı oldukça
rahattır.
15. Adidas kot pantolon üretirse bu ürünü kesinlikle
denerim.
16. Adidas kot pantolon üretirse bu ürünün fiyatı
biraz yüksek olsa da kesinlikle satın alırım.
17. Adidas cep telefonu üretirse bu ürünü kesinlikle
denerim.
Katılıyorum
2. Adidas markalı tüm ürünler oldukça yüksek
kalitelidir.
3. Adidas markalı ürünler sağlıklıdır.
4. Hiçbir yerinde marka, logo sembol olmasa da
Adidas markalı ürünleri satın alırım.
5. Adidas markalı ürünlerin seçkin ve özel olduğunu
düşünüyorum.
6. Adidas markalı ürünler pahalıdır.
7. Adidas markalı ürünler çevremdekilerin dikkatini
çeker.
8. Adidas markalı ürünler lüks ürünlerdir.
9. Adidas markalı ürünlerin modaya uygun
olduğunu düşünüyorum.
10. Adidas
markalı
ürünleri
uzun
süre
kullanabildiğim için tercih ederim.
11. Adidas markası benim giyim zevkime hitap ettiği
için tercih ederim.
Ne Katılıyorum
Ne De
Katılmıyorum
1. Adidas markalı ürünler son derece güvenilirdir.
Katılmıyorum
Adidas markası ile ilgili verilen ifadeler.
Kesinlikle
Katılmıyorum
Tablo: 2 Araştırmada Kullanılan Değişkenlerin Yüzde Dağılımları
(%)
4,7
(%)
9,4
(%)
25,6
(%)
37,8
(%)
22,5
4,7
9,7
26,3
36,6
22,7
4,5
9,9
29,4
36,0
20,2
10,1
17,5
25,6
30,3
16,4
4,0
11,5
25,2
38,4
20,9
4,5
10,1
26,1
39,3
20,0
7,0
16,2
23,1
33,3
20,4
5,8
16,2
22,5
35,1
20,4
5,8
10,8
20,0
34,6
28,8
3,6
13,9
23,1
36,0
23,4
7,6
13,3
24,5
33,9
20,7
8,8
16,2
24,9
34,8
15,3
7,0
17,3
24,3
36,6
14,8
5,2
12,6
19,3
39,3
23,6
11,7
16,0
22,9
29,9
19,6
15,7
19,6
23,1
25,6
16,0
21,3
28,8
23,4
18,7
7,9
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
18. Adidas cep telefonu üretirse bu ürünün fiyatı
biraz yüksek olsa da kesinlikle satın alırım.
19. Adidas dizüstü bilgisayar üretirse bu ürünü
kesinlikle denerim.
20. Adidas dizüstü bilgisayar üretirse bu ürünün
fiyatı biraz yüksek olsa da kesinlikle satın alırım.
21. Kot pantolon Adidas’ın genel marka imajı ile
oldukça tutarlı bir üründür.
22. Kot pantolon Adidas markasına oldukça uygun
bir üründür.
23. Cep telefonu Adidas’ın genel marka imajı ile
oldukça tutarlı bir üründür.
24. Cep telefonu Adidas markasına oldukça uygun
bir üründür.
25. Dizüstü bilgisayar Adidas’ın genel marka imajı
ile oldukça tutarlı bir üründür.
26. Dizüstü bilgisayar Adidas markasına oldukça
uygun bir üründür.
27. Adidas’ın kot pantolon üretip piyasaya sunarak
marka genişlemesi yapması oldukça iyi bir
fikirdir.
28. Adidas’ın cep telefonu üretip piyasaya sunarak
marka genişlemesi yapması oldukça iyi bir
fikirdir.
29. Adidas’ın dizüstü bilgisayar üretip piyasaya
sunarak marka genişlemesi yapması oldukça iyi
bir fikirdir.
30. Adidas kot pantolon üretirse bu ürüne karşı
oldukça olumlu bir tutum sergilerim.
31. Adidas cep telefonu üretirse bu ürüne karşı
oldukça olumlu bir tutum sergilerim.
32. Adidas dizüstü bilgisayar üretirse bu ürüne karşı
oldukça olumlu bir tutum sergilerim.
33. Adidas ürünlerini beğenirim.
34. Adidas ürünleri oldukça tatmin edicidir.
35. Adidas ürünlerine sahip olmayı isterim.
36. Adidas ürünlerini diğer markalara tercih ederim.
91
26,1
28,5
22,9
15,1
7,4
27,0
27,6
20,9
15,3
9,2
29,9
29,4
18,7
13,9
8,1
11,0
18,0
22,2
29,0
19,8
10,3
17,3
20,2
33,3
18,9
23,1
27,9
20,0
19,8
9,2
22,0
27,6
22,7
19,8
7,9
26,7
27,4
19,3
19,1
7,4
27,2
28,5
20,4
14,4
9,4
9,9
16,9
17,1
32,4
23,8
19,1
24,0
24,3
21,8
10,8
22,5
26,1
20,0
17,5
13,9
10,8
16,0
24,5
27,9
20,9
19,1
28,8
25,2
19,3
7,6
23,4
30,6
20,4
16,0
9,7
4,5
5,4
5,2
6,1
11,7
11,0
13,7
15,5
22,7
24,9
22,7
22,7
37,1
36,6
36,0
34,2
24,0
22,0
22,5
21,6
D.F. Biçer ve H. Aydın
3.3.3.3.Korelasyon Analizi
Fonksiyonel marka inancı ile kot pantolon ve cep telefonu satın alım
niyeti arasında zayıf ancak pozitif yönlü anlamlı bir ilişki varken; dizüstü
bilgisayar alma niyeti arasında anlamlı ilişki tespit edilememiştir.
Tablo 3: Fonksiyonel Marka İnancı ve Hayali Ürün Kategorilerini Satın
Alma Niyeti Arasındaki Basit Korelâsyon Katsayıları
(2)
(1) Fonksiyonel marka inancı
(1)
1,000
(2) Kot pantolon satın alım niyeti
,307**
1,000
(3) Cep telefonu satın alım niyeti
**
,165**
1,000
**
,115**
(4) Dizüstü bilgisayar satın alım niyeti
,174
,062
,129
(3)
(4)
1,000
N=445, *p<.05, **p<.01
Tablo 4: Hedonik Marka İnancı ve Hayali Ürün Kategorilerini Satın Alma
Niyeti Arasındaki Basit Korelâsyon Katsayıları
(1)
1,000
(2)
(1) Hedonik marka inancı
(2) Kot pantolon satın alım niyeti
,299**
1,000
(3) Cep telefonu satın alım niyeti
,183**
,165**
1,000
,082
,129**
,115**
(4) Dizüstü bilgisayar satın alım niyeti
(3)
(4)
1,000
N=445, *p<.05, **p<.01
Hedonik inanç ile kot pantolon ve cep telefonu alma niyeti arasında zayıf
ancak pozitif yönlü anlamlı bir ilişki varken, diz üstü bilgisayar alma niyeti
arasında anlamlı bir ilişki yoktur.
Deneyimsel marka inancı ile kot pantolon, cep telefonu ve dizüstü
bilgisayar alma niyeti arasında zayıf, ancak pozitif yönlü anlamlı ilişki vardır.
92
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Tablo 5. Deneyimsel Marka İnancı ve Hayali Ürün Kategorilerini Satın
Alma Niyeti Arasındaki Basit Korelâsyon Katsayıları
(2)
(1) Deneyimsel marka inancı
(1)
1,000
(2) Kot pantolon satın alım niyeti
,358**
1,000
(3) Cep telefonu satın alım niyeti
,214**
,165**
1,000
**
,115**
(4) Dizüstü bilgisayar satın alım niyeti
,102*
,129
(3)
(4)
1,000
N=445, *p<.05, **p<.01
3.3.3.4. Çoklu Regresyon Analizi
Marka inançlarının satın alım niyeti üzerindeki etkisi Tablo 6, Tablo 7,
Tablo 8, Tablo 9, Tablo 10, Tablo 11’de gösterilmiştir.
Tablo 6: İnançların Kot Pantolon Satın Alım Niyetini Etkileme Düzeyi
R
,369
R2
Düzeltilmiş R2
St. Hata
,136
,130
1,13302
Tablo 7: Beta Katsayıları ve Anlamlılık Düzeyleri
Bağımsız Değişkenler
B
St.hata
β
t
p
Fonksiyonel marka inancı
,186
,100
,123
1,865
,063
Hedonik marka inancı
-,010
,113
-,007
-,086
,932
Deneyimsel marka inancı
,370
,096
,280
3,833
,000
Tablo 6 ve Tablo7’ye göre regresyon modelinin anlamlılığının sınandığı
(F=23,124 p=0,000) F istatistiği anlamlıdır. Kot pantolon satın alım niyeti
üzerindeki toplam varyansın % 13.6’ sının bu inançlar tarafından açıklandığı
görülmüştür. Ancak fonksiyonel ve hedonik marka inancın satın alma niyeti
üzerinde anlamlı etkisi olmadığı tespit edilmiştir.
93
D.F. Biçer ve H. Aydın
Tablo 8: Değişkenlerin Cep Telefonu Satın Alım Niyetini Etkileme Düzeyi
R
R2
Düzeltilmiş R2
St. Hata
,218
,048
,041
1,15425
Tablo 9: Beta Katsayıları ve Anlamlılık Düzeyleri
Bağımsız Değişkenler
Fonksiyonel marka inancı
Hedonik marka inancı
Deneyimsel marka inancı
B
St.Hata
β
t
p
,071
,027
,214
,102
,115
,098
,048
,019
,167
,696
,232
2,176
,487
,817
,030
Tablo 8 ve Tablo 9'da görüldüğü gibi (F=7,335 p=0,000) F istatistiği
anlamlıdır.Cep telefonu satın alım niyeti üzerindeki toplam varyansın % 4,8’ini
inanç açıklamaktadır. Ancak fonksiyonel ve hedonik marka inancının alma niyeti
üzerinde anlamlı etkisi tespit edilmemiştir.
Tablo 10: Değişkenlerin Cep Telefonu Satın Alım Niyetini Etkileme Düzeyi
R
R2
Düzeltilmiş R2
St. Hata
,103
,011
,004
1,23629
Tablo 11: Beta Katsayıları ve Anlamlılık Düzeyleri
Bağımsız Değişkenler
B
St. Hata
β
t
p
Fonksiyonel marka inancı
-,026
,109
-,017
-,241
,809
Hedonik marka inancı
,022
,123
,015
,176
,861
Deneyimsel marka inancı
,138
,105
,102
1,309
,191
F istatistiğinin anlamlı olmadığı tespit edilmiştir (F=1,566 p=0,197). Cep
telefonu satın alım niyeti üzerindeki toplam varyansın % 1,1’inin bu değişkenlerce
açıklandığı görülmüştür. Marka inancı türlerinin bağımlı değişken üzerinde
anlamlı bir etkisi olmadığı tespit edilmiştir.
4.SONUÇ VE ÖNERİLER
Giderek yoğunlaşan rekabet ortamı, işletmeleri rakiplerden daha etkili
şekilde müşteri algılarına hitap ederek piyasa paylarını korumak için azami gayret
94
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
etmek zorunda bırakmaktadır. Tüm bu çabalarla markalarının varlığını devam
ettirebilmek ve marka yönetiminde başarıya ulaşabilmek adına, bugün birçok
firma marka yayma stratejisi uygulamaktadır. Bu stratejide başarıyı yakalamada
mevcut markanın tüketici zihninde nispi bir öneme sahip olması, ana marka ve
üretilmesi planlanan yeni ürünler arasında uyum olması, ana markaya yönelik
tüketici tutumlarının ve markanın yayma ürün çıkarması fikrine yönelik tüketici
tutumlarının olumlu olması gibi faktörler de etkilidir. Bu çalışmada tüketicilerin
markaya yönelik inançlarının, o markanın marka yayma stratejisi sonucu piyasaya
süreceği ürün kategorilerini satın alım niyetleri üzerindeki etkileri belirlenmeye
çalışılmıştır. Sonuçlara göre “Adidas” markasına yönelik fonksiyonel, hedonik ve
deneyimsel inançların, kot pantolon hayali ürününü satın alma ve deneme
ihtimallerinin cep telefonu ve diz üstü bilgisayara nazaran daha yüksek olduğunu
görmekteyiz. Bu bulgulardan hareketle, Adidas markasının farklı birçok ürün
kategorisinde ürün yelpazesine sahip olmasına rağmen, spor giyim ile daha fazla
özdeşleştiği ve bu nedenle hayali ürün kategorilerinden kot pantolonun diğer
kategorilere göre kendisi daha uyumlu olduğu için, ona karşı daha fazla tutum
sergileneceği ve satın alınacağı ifade edilebilir.
Marka inançları ve hayali ürün kategorileri arasında yapılan korelasyon
analizinde değişkenler arası yüksek olmasa da anlamlı pozitif doğrusal bir ilişki
tespit edilmiştir. Bu sonucun, katılımcıların hayali ürün kategorileri ile ana marka
arasındaki
ilişkiyi
yüksek
olarak
algılamamasından
kaynaklandığı
düşünülmektedir. Bu çalışmada hayali ürün kategorileri Adidas markasının mevcut
ürün hattında olmayan ve aynı üretim teknolojisiyle üretilmesi de zor görülen
ürünler için, inançların hayali yeni ürünlere transferinin birebir sağlanamayacağı
görülmektedir. Araştırmada bağımsız değişkenlerin kendi aralarında çok yüksek
korelasyon göstermediklerinden, çoklu bağlantısal sorunsalı olmadığı
düşüncesinden hareketle, araştırma hipotezleri doğrultusunda çoklu doğrusal
regresyon analizi uygulanmıştır. Fonksiyonel marka inançlarının, hayali ürün
kategorilerini (cep telefonu, kor pantolon ve dizüstü bilgisayar) satın alım niyetleri
üzerinde anlamlı bir etkisi olmadığı saptanmıştır. Dolayısıyla H1, H1b ve H1c
hipotezleri doğrulanmamıştır. Hedonik inançların da, satın alım niyetleri üzerinde
anlamlı bir etkisi olmadığı saptanmış ve H2a, H2b ve H2c hipotezlerinin de
doğrulanmadığı tespit edilmiştir. Deneyimsel marka inançlarının, satın alım
niyetleri üzerine anlamlı kot pantolon ve cep telefonu satın alım niyetleri üzerinde
anlamlı etkiye sahip olduğu tespit edilirken, dizüstü bilgisayar satın alım niyeti
üzerinde anlamlı etkiye sahip olmadığı tespit edilmiştir. H3a ve H3b hipotezleri
95
D.F. Biçer ve H. Aydın
doğrulanırken, H3c hipotezinin doğrulanmadığı tespit edilmiştir. Sonuçlar
literatürle desteklenmektedir (Dacin ve Smith, 1994; Sheinin, 2000).
Bu çalışma ile firmalar yeni ürün kategorilerini oluştururken ana markanın
benzeri olan ürünleri ürün yelpazelerine eklemekten kaçınmaları ve ana markaya
yönelik deneyimsel inançları güçlendirmeleri gerektiğini anlama imkanı elde
ederler. Özellikle deneyimsel inançları güçlendirmek adına, müşterilerine, eşsiz,
akılda kalıcı, eğlenceli ve öğretici etkinlikler düzenleyerek; tüketicilerin markaları
ile ilgili olumlu deneyimler yaşamalarını sağlamalıdırlar. İşletmeler ana markaya
yönelik tüketici inançlarını güçlendirmek adına, pazarlama iletişimlerini de daha
etkili hale getirmelidirler. Tüketicilerin inançları markayla ilgili edindikleri
bilgilerin de etkisi altında oluşmaktadır. Bu nedenle firmalar marka yayma
sürecinde pozitif ağızdan ağıza iletişimin gücünü arttırmalıdırlar. Yayılan bir
markanın ürünleri teknik ve fonksiyonel açıdan ana marka ürünleri ile tutarsız
olarak algılanırsa, bu uyumsuz ve zayıf ürünler, şirketin tüm üretim, yetkinlik /
uzmanlık alanları ile ilgili tüketici zihninde olumsuz yargılara sebebiyet verir. Bu
noktada işletmelerin tüketici araştırmalarının, tercih, beklenti ve algı boyutlarıyla
detaylı bir şekilde değerlendirilip, tüketici panelleri ve saha araştırmalarıyla
desteklenmiş araştırmaların sonuçlarına göre yeni ürün kategorilerini belirlemeleri
gerekmektedir.
KAYNAKÇA
Aaker D. (1991), Managing Brand Equity: Capitalizing on the Value of a Brand Name.
New York: The Free Press.
Aaker, D., &Keller, K. L. (1990). Consumer Evaluations of Brand Extensions. Journal of
Marketing, 54(1), 27-41.
Ahluwalia, R., & Gürhan Canlı, Z. (2000). “The Effdects of Extensions on tfe Familiy
Barnd Name: An Accessibility-Diagnosticity Perspective,” JCR, 27 (3), 371-381.
Badenhausen, K.(1996), "Blind Faith," Financial World, 165 (July 8), 50-65.
Batra, R., & Homer, P.M.(2004), The Situational Impact of Brand Image Beliefs. Journal
of Consumer Psychology, 14(3), 318-330,
Chaudhuri, A., & Mark L. (2006), The Role Of Emotıon And Reason In Brand Attıtude
Formatıon, American Marketing Association, 195-200.
96
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Dacin, P.A., &Smith, D.C. (1994). The Effect of Brand Protfolio Characteristics on
Consumer Evaluations of Brand Extensions. Journal of Marketing Research, 31(2), 229242.
Domzal, T.J., & Jerome, B. K.(1992), "Reading Advertising: The What and How of
Product Meaning", Journal of Consumer Marketing, 9(3), 48-64.
Fishbein, M., & Middlestadt, S.E. (1995). Non-cognitive effects on attitude formation and
change: Fact or artifact? Journal of Consumer Psychology, 4(2), 181-202.
Homer, P.M. (2006). Relationships Among Ad-Induced Affect, Beliefs and Attıtudes,
Journal Of Advertising, 35(1), 35-51.
Keller, K.L.(2003). Strategic Brand Management: Building, measuring, and managing
brand equity. Upper Saddle River, N.J. Prentice Hall.
Keller, K.L., & Aaker, D.A.(1992). The Effects of Sequential Introduction of Brand
Extensions. Journal of Marketing Research, 29, 214-228.
Loken, B., & Deborah, R.J. (1993). Diluting Brand Beliefs: When Do Brand Extensions
Have a Negative Impact?,journal of Marketing, 57, 71-84.
Matzler, K., Bidmon, S., & Grabner-Krauter, S. (2006). Individual Determinants of Brand
Affect : The Role of the Personality Traits of Extraversion and Openness to Experience,
Journal of Product and Brand Management, 15(7), 427-434.
Milberg, Sandra J.C., Whan, P., & Michael, S. M. (1997). Managing Negative Feedback
Effects Associated With Brand Extensions: The Impact Of Alternative Branding
Strategies, Journal Of Consumer Psychology, 6(2), 119-140,
Odabaşı, Yavuz ve Gülfidan Barış (2002).Tüketici Davranışı. Kapital Medya A.Ş., 2.
Baskı, İstanbul.
Orth, U.R., & Renata, D.M. (2007). Understandıng The Relatıonshıps Between
Functıonal, Symbolıc, And Experıentıal Brand Belıefs, Product Experıentıal Attrıbutes,
And Product Schema: Advertısıng–Trıal Interactıons Revısıted,jOurnal of Marketing
Theory and Practice, 15(3), 219-233.
Sheinin, D. A.(1998). Positioning Brand Extensions: Implications for Beliefs and
Attitudes, Journal of Product and Brand Management, 7(2), 137-149.
Sheinin, D.A., Laurette, D., & Bernd, H. S.(2008), Derivative Beliefs and Evaluations,
Journal of Sheinin Product & Brand Management, 17/7, 453–462.
Solomon, M.R. (2006). Consumer Behavior Buying, Having and Being. Prentice Hall
International Editions, Seventh Edition, New Jersey.
97
D.F. Biçer ve H. Aydın
Winchester, M., Jenni, R., & Svetlana, B. (2008), Positive and Negative Brand Beliefs and
Brand Defection Uptake , European Journal of Marketing, 42(5/6), 553-570.
98
Vakıflar Para Vakıfları; Kırklareli ve
Bolu Para Vakıfları Üzerine Bir
Değerlendirme
Yakup Özsaraç
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Yunus Emre Aydınbaş
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
ÖZET
Bu çalışmada, Vakıf ve para vakıfları kavramı kısaca anlatılarak; Bolu’da ve
Kırklareli’nde kurulan vakıflar, bu vakıflar içerisinde para vakıflarının yeri, Vakıflar Genel
Müdürlüğü Arşivinden alınan vakfiyelerin tasnifi ile oluşturulmuş tablolar yardımıyla
açıklanacaktır. Ayrıca elde edilen bilgiler ışığında, Bolu ve Kırklareli örnekleri üzerinden
Anadolu ile Balkanlar arasında bir karşılaştırma yapılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Osmanlı, Vakıf, Para Vakfı, Bolu, Kırklareli.
Y. Özsaraç ve Y.E. Aydınbaş
1. GİRİŞ
Bu çalışmada, Osmanlı’da 600 sene boyunca Anadolu’da hüküm sürmüş
ve bu hükmünde ilk yerleşim yerlerinden olan şu anki Bolu ve Düzce ile
Kırklarelisınırları dâhilinde kurulmuş olan bütün Osmanlı vakıfları
incelenmiştir.Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivi bölgesel olarak taranarak
vakfiyelerin özgün halindenmezkûr illerde kurulmuş bütün vakıflar, kuruluş yılı,
defter, sayfa ve sıra numarası kullanılarak tespit edilmiş olup, bu tespit sonucunda
vakfiyelerden ve vakfiye transkripsiyonlarından yararlanılarak bu çalışma
yapılmıştır.
Vakıf literatüründe yeri olan para (nukud) vakıfları tüm vakıflar içerisinde
tahmini %20-30 aralığında değişen oranlarda görülürken, Bolu’da %78,
Kırklareli’nde %45 gibi yüksek bir oranda görülmüştür.Çalışmamızda, Bolu ve
Kırklareli şehirlerinin seçilmiş olmasının nedenleri; biri doğusunda diğeri
batısında olmak üzereher iki il de payitaht olan İstanbul’aeşit uzaklıkta olması,
Kırklareli ili her ne kadar Edirne’nin gölgesinde kalmış olsa da Bolu ile
Kırklareli’nin birbirlerine yakın yüz ölçümüne ve nüfusa sahip olmaları ve her iki
ilin de ticaret yolları üzerinde bulunmasıdır.
2.VAKIF, VAKFİYE KAVRAMI
2.1 Vakıf Nedir
Sözlük anlamıyla vakıf; hapsetmek, alıkoymak, bağlamak, durdurmak
anlamlarına gelirken terim olarak; menfaati kullara olmak üzere bir malı kendi
mülkünden çıkarıp Allah yolunda hapsetmek demektir (Yeğin, 1983 :775) .
Vakıflar üzerinde çalışan, konuyla ilgili tetkiklerde bulunan bazı hukukçu
ve araştırmacılar vakfı yorumlarken sosyal, kültürel ve ekonomik unsurları
değerlendirerek çeşitli vakıf tanımları yapmışlardır.
Prof. Dr. Bayram Kodaman’a göre vakıf, bir kişinin servetinin bir kısmını
dini, hayri ve sosyal ihtiyaçların giderilmesi gibi mukaddes bir gaye uğruna ve
Allah’a yakın olmak niyetiyle, bediyen tahsis etmek için yaptığı akittir. Diğer bir
ifadeyle, şahsi servetin bir kısmından Allah’ın mülkiyetine, toplumun tasarrufuna
verilen menkul veya gayrimenkule vakıf denir (Kodaman, 1984, s.96).
100
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
M. Zeki Pakalın’a göre de vakıf; bir mülkü ammenin menfaatine ebedi
olarak tahsis etmek demektir. (Pakalın, 1954:.577). Bir başka ifadeye göre vakıf,
kişinin taşınabilir veya taşınamaz malını kendi hükmünden çıkararak kendi
tarafından belirtilen koşul ve hizmetlerin yerine getirilmesi için tüzel kişiliğe sahip
bir kuruluş haline getirilmesidir (Çubukçu, I.VHK:21).
Klasik kaynaklarda ise vakfın tarifi şöyledir: “Vakıf menfaati ibadullaha
ait olur veçhile bir aynı, Cenab-ı Hakk'ın mülkü hükmünde olmak üzere temlik ve
temellükten mahsus ve memnu kılmaktır (Ömer Hilmi, 1977: 13). Tariften de
anlaşıldığı gibi, vakıf, bir malı şahsi mülkiyetten çıkarmak suretiyle, alım-satıma
ve mülkiyete konu olması mümkün olmayacak şekilde (Allah'ın mülkü hükmünde)
insanların istifadesine tahsis etmektir. Burada kamu ve özel mülkiyet alanları
dışında üçüncü bir mülkiyet kategorisi ortaya çıkmaktadır ki bu da tarifte Allah'ın
mülkü olarak belirtilen vakıf mülklerdir (Özcan, 2003: 1).
İslami açıdan bir vakıf, bir malı esas itibariyle bir gayrimenkul mülkü
menfaati, kendisi veya geliri, Hayri bir hizmetin örülmesine tahsis edilmek
amacıyla ve bu hizmetin ebediyete kadar devamı niyetiyle, vakfeden kişinin
mülkiyetinden özel mülkiyete (alım-satıma) konu olmaktan çıkararak, özel bir
mülkiyet kategorisine aktarma ve kategoride tutma anlamına gelmektedir (Kozak,
1985:17).
Vakıf tesis eden kişiye vâkıf, vakfedilen mala mevkuf denir. Vakfı idare
edene mütevelli; mütevelliyi kontrol edene nazır; vakıf yapan kişinin amaçlarını,
şartlarını ihtiva eden, kurulacak vakfın nasıl yönetileceğine ilişkin esasları
belirleyen ve mahkemenin tesciliyle birlikte vakfın vücut bulduğu vesikaya da
vakfiye(vakıf senedi) adı verilir.
Herhangi bir şahıs tarafından vakıf kurulmak istendiğinde vakfın kuruluş
senedi ve tüzüğü mahiyetinde bir vakfiye tanzim edilmekte ve vakfiyede vakfın
kuruluş amacı, mal varlığı, bunlardan elde edilecek gelirin miktarı ve bunun
öngörülen amaç doğrultusunda ne şekilde harcanacağı gibi hususlar ile vakfın
idaresine dair esaslar düzenlenmektedir. Vasiyet yoluyla kurulan vakıflarda ise bu
düzenlemelerin vasiyetname yoluyla yapıldığı görülmektedir (Kütükoğlu, 1994,
s.359).
101
Y. Özsaraç ve Y.E. Aydınbaş
Bir vakfın bünyesinde genel olarak iki tür mal varlığı bulunmaktadır.
Bunlar, arazi ile gayrimenkul (akarât-ı mevkûfe) veya para vakıflarında olduğu
gibi menkul mallar gibi gelir getiren mallar ve vakfın amacına yönelik
faaliyetlerinde kullanılan cami, medrese, şifahane gibi hizmet binalarıdır
(müessesât-ı hayriyye). İlk kısımda yer alan mallar işletilerek bunlardan belli bir
gelir elde edilmekte ve bu gelir vakfın gayesine yönelik hizmetler için
kullanılmaktadır (Akgündüz, 1988, s.209). Bu nedenle, vakıflar vasıtasıyla bir
yandan ticarî faaliyetlerin altyapısı olan çarşı, han, dükkan gibi mekanlar
oluşturulurken diğer taraftan da buralardan elde edilen gelirler ile eğitim, sağlık ve
sosyal güvenlik hizmetleri ile bayındırlık faaliyetlerinin finanse edildiği, dinî ve
kültürel faaliyetlerin yürütülmesine yönelik imkanların hazırlandığı görülmektedir.
Vakıf şeklindeki mülkiyet anlayışının eski devirlerden itibaren bilindiği ve
uygulandığı bilinmektedir. Ancak vakfın İslâm'ın ilk devirlerinden itibaren önem
kazandığı ve sadaka verme, hayır yapma gibi birtakım prensiplerle desteklenerek
cemiyet hayatında önemli fonksiyonlar icra eder hale geldiği görülmektedir.
Osmanlı cemiyetinde ise vakıf müessesesi hem teorik açıdan hem de uygulamada
bir hayli gelişmiş farklı alanlarda, değişik ve Osmanlı'ya özgü modeller ortaya
çıkarmıştır (Akgündüz, 1988: 401). Vakıf fikri çerçevesinde gelişen bu
müesseseler, Osmanlı şehirlerinin kuruluş ve gelişmelerinde, günlük hayatın
işleyişinde son derece etkin bir rol üstlenmişlerdir (Ülken, 1971:13)
Günümüzde ise batı toplumlarında da vakıfların benzer bir özelliğe sahip
olduğu gözlenmektedir. Özellikle özel sektörün ilgi duymadığı ve kamu
sektörünün yeterli olamadığı, kâr etme imkanı bulunmayan veya kâr marjlarının
çok düşük olduğu kültürel faaliyetler, eğitim ve sağlık gibi sektörlerde ortaya
çıkan boşluk, vakıflar tarafından doldurulmaktadır. Bu nedenle vakıflar "kâr amacı
gütmeyen kuruluşlar (non-profitorganizations)" veya "üçüncü sektör kuruluşları
(thirdsector)" olarak kabul edilir hale gelmiştir (Baloğlu, 1996:10).
2.2.Vakfin Temel Unsurları
Vakfı oluşturan üç temel unsur bulunmaktadır.
i-Vâkıf: Vakfeden
ii-Mevkuf: Vakfedilen şey
iii-Mevkufunaleyh veya mesrutun leh: Vakfın menfaatleri kendilerine tahsis
olunanlar
102
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Vakıf müessesesi yukarıda belirtilen üç unsuru ayni anda taşımak
zorundadır. Söz konusu üç unsur birbirinden ayrılamayacak bir yapıdadır.
Bu üç unsurdan ikisini insanlar oluşturmaktadır. Gerek vakfeden gerek
vakfın menfaati kendilerine tahsis olunanlar birey veya toplumdan oluşmaktadır.
Her iki kesim arasındaki ilişki vakfedilen şeyle sağlanmaktadır. Bu açıdan ilişkinin
boyutunu ve özelliğini daha çok vakfedilen şey ortaya koymaktadır. Eğer
vakfedilen şey yani mevkuf daha çok kamu hizmetine yönelik, toplumsal
ihtiyaçları karşılar mahiyette ise vakıf müessesesi o derecede sosyal nitelik
kazanmakta, bu mahiyetten uzaklaşıldığı oranda da sosyal niteliğini
kaybetmektedir. Bu konuda örnek verilecek olursa (Osmanlıda) Fatih Sultan
Mehmet’in sağlık vakfiyesi ile bütün toplum (gayrimüslimler dahil), avarız
vakıfları ile belli bir mahalle veya köy, aile vakıfları ile toplumsal kurumların en
küçük grubu olan aile, vakfın menfaatlerinden yararlanan kesimi oluşturur.
Görüldüğü üzere vakıfların hizmet alanları, hizmetin kapsamı ve hitap ettiği kitle,
vakfın amacına bağlıdır.
2.3. Vakfiye
Vakıf kuran kışının vakfettiği menkul ve gayrimenkul şeylerin vasıflarını
ve vakfedilme şartlarını ihtiva eden ve kadı tarafından şahitler huzurunda tastık
edilerek kadılık siciline kaydedilen resmi belgeye “vakfiye” denilmektedir. Başka
bir ifade ile bu belgede vakfı kuranın ve mütevellinin adı ve sanı, vakfedilen
malların veya paranın miktarı, türü ve vasıfları, bunların geliri ile yapılacak işler
ve vakfedenin vakıfla ilgili diğer istekleri yer almaktadır.
Hukukçular vakıf kuracak kışı ve vakfedilen şeyler hakkında birtakım
şartlar aramışlardır. Bunlara göre hür, aklı başında olan, her hangi bir borç
yüzünden malını kullanmamaktan alıkonmamış olan herkes vakıf kurma hakkına
sahiptir. Vakfedilen şeylerin de gelirinin devamlı olması, vakfedenin tam
mülkiyeti altında olması ve rahatça kullanılabilmesi gerekmektedir.
Tüm bu şatları sağlayan kışı vakfettiği şeylerin bir dökümünü ve bunların
hangi şartları haiz olacağını mahkemede şahitler huzurunda ayrıntılı bir şekilde
kayıt ettirerek vakfiye düzenletirdi. Vakfiyenin aslı, vakfı belirlenen şartlar
çerçevesinde yönetmekle görevli olan mütevelliye verilirdi.
103
Y. Özsaraç ve Y.E. Aydınbaş
2.3.1.Vakfiyenin Rükünleri
Vakfiyeler bir takım diplomattık usuller çerçevesinde düzenlenmişlerdir.
Genel olarak, tastik ibaresi, davet, vakfedenin ve mütevellinin tanımı, vakfedilen
şeylerin tanımı, vakfın şartları, vakıftan rücu ve mütevellinin itirazı, hakimin
(kadı) hükmü, vakfı bozacaklar için beddua, tarih ve şahitler kısmı gibi diplomatik
rükünlerden oluşmaktadır.
a) Tasdik İbaresi
Vakfiyelerin başında bir veya birden fazla kazasker veya kadıların
tasdikleri bulunmaktadır. Bir vakfiyenin aynı anda iki yetkili kışı tarafından tasdik
edilmesi mümkün olabildiği gibi, değişik tarihlerde vazife görmüş kadılar
tarafından da tasdik bulunabilmektedir. Az sayıda vakfiyede ise müftü, müderris
ve naiplerin tasdikleri görülebilmektedir. Bununla birlikte Vakfiye Defterleri ve
Şer’iye Sicillerine kaydedilen vakfiyelerin kimisinde tasdik ibaresi
bulunmayabilir. Tasdik ibareleri Türkçe ve Arapça olarak kaydedilmiş olmakla
birlikte kimisi bir veya iki cümleden oluşurken kimisi Arapça olarak daha uzunca
kaleme alınmıştır. Tasdik ibareleri değişik şekillerde formüle edilmiştir
Örnek:
“mafıhımıne’l-vakf” , Mafıhılvesıkatüş-şer'ıyyeMınel-Vakf, Manezamehül-beyan
fı-sılkıhazeş-şan mınel-vakf, mafıhımınelvakfı ve şeraıtıhı...”
b) Davet
Vakfiyelerde tasdik ibaresinden sonra Allah’a hamdu sena ile peygambere,
onun ehlibeytine ve ashabına salat ve selamı içeren davet rüknü yer almaktadır.
Davet ibareleri değişik şekillerde formüle edilmişlerdir.
“Elhamdülıllahıllezıeazze havassa ıbadıhıbısarfıemvalıhımılâenvaıl hayrat
ve eanehüm ala ıktısabıesnafılmehamıdıvel meberat vesselatüvesselamü ala
seyyıdınave
bıyyınaMuhammedınhayrılberıyyat
ve
ala
alıhı
ve
ashabıhıılâyestazıllülmer’ütahtessadakat”
Hamdele ve salveleden sonra bazen Allah’ın kudretinin büyüklüğü,
amellerin mükâfatlandırılacağı, ibadetlerin doğru bir şekilde yapılması ve
104
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
peygamberin vasıfları ile ilgili ayet-ı kerimeler görülmektedir. Mesala (İsra-70,
Tın-4, Alak-5, Abese-20-22, Mülk-2, Hud-114, Necm-9, Enbıya-107) ayetleri gibi.
c) Vâkıfın Tanımı
Davet rüknünden sonra çeşitli geçiş formülleri ile vakfiye metnine geçiş
yapılır.
EMMA BADÜ: İşbu kitabı sıhhat nisabının kadı nabaıs ve badı
Bu geçiş formüllerinden biri yazıldıktan sonra, “vâkıf” denilen vakıf
sahibinin tavsifine geçilir. Burada, önce vâkıfın yaşadığı şehir, kasaba ve
mahallesi, sonra vazifesi ve babasının adı ile birlikte ismi zikredilmektedir. Bazen
de bu bilgilerin bir kısmı verilmemektedir. Vâkıfın tanımından sonra bazen hayra
hasenatın ecr ve sevabı ile alakalı ayet ve hadisler zikredilebilmektedir. Bu ayet ve
hadislerin meallerine bakıldığında, zenginleri toplumun yararına vakıf yapmaya
teşvik eden zekat verme, tasaddukta bulunma ve malları Allah yolunda
sabretmenin kazandıracağı mükafatları içeren emir ve tavsiyelerin zikredildiği
görülmektedir.
d) Mütevellinin Tanımı
Vâkıfın tanımının yapılmasından sonra mahkemede kadı huzurunda
“mütevelli” denilen vakıf idarecisinin tayını ve vakfın tescili için mütevelli önünde
vâkıf veya vekili tarafından yapılan ikrar vakfiye metnine yazılmaktadır.
Örnek:
“Vakf-ı âtıyyü’z-zıkrını ıhkam ve te’kıd ve bına-yı hayrını esas-ı te’yyıdüzre
teşyıd ve temyıd ve tasarruf ıçün mütevellı nasb u ta’yın buyurulub mahmıye-ı
Tokat’da hakim-i mevki’i sadr-ı kıtabkıd ve tıkudatı’l-ıslam mevlana Hafız
Ahmed Efendı mahzarında ıkrar-ı sahıh-ı şer‘ı ve ı‘tıraf-ı sarıh-ı mer‘ı kılub”
“vakf-ı atıyyü’z-zıkrılı-eclı’t-teslım ve’t-tescıl hasbı mütevellı nasbeyledığı Ömer
Efendı ıbn Alı nam kımesne mahzarında bı’t-tav ‘ı’s-saffıkrar-ı tamm ve takrır-ı
kelam ıdüb”gibi.
105
Y. Özsaraç ve Y.E. Aydınbaş
e) Mevkufun Tanımı
Terim olarak vakfedilen menkul veya gayrimenkul olan mevkuf
vakfiyelerdemütevellinin tanımı yapıldıktan sonar yazılmaktadır. Mevkuf
gayrimenkul ise bulunduğu yer sınırları ile birlikte ihtiva ettiği şeyler belirtilir.
Örnek:
“sılk-ı mülk-ı sahımdemünselık bulunan kasaba-yımezbûrede Kaptan
İbrahım Ağa Mahallesı'ndeÇelebı Sokağı'nda kâınbir tarafı Asakır-ı Hazret-ı
Şahane süvarı kolağası Osman Efendı'nınmenzılı ve iki tarafı akarâtçıPetrakı
arsası
ve
taraf-ı
rabı'ıtarık-ı
âmmılemahdud
altı
numara
ılemurakkambirbabhanesıhasbetenlıllâhıTe'alâ ve taleben lımerdatı'r-Rabbı'la'lavakf ve habsedüb”
Mevkufun para olması durumunda “an-nakd yüz guruşuhasbetenlı’llahı’lalâ ve taleben lı-mırzatı’r-Rabbı’r-Rahım malından ifraz ve mülkünden mümtaz
eyleyübvakf ve habs” şeklinde sadece meblağ miktarı belirtilir.
f) Vakıf Şartları
Vakfiyenin yazımı sırasında vâkıfın kendisi varsa “şöyle şart eyledim ki”,
kendisi yoksa vekili varsa “şöyle şart eyledi ki” sözüyle başlar. Müteakiben
vâkıfın isteğine göre şartları sıralanır. Mevkuf üzerinde hayatta oldukça kadısının,
ölümünden sonar ise tayın ettiği kimsenin veya kimselerin mütevelli olup mevkuf
gelirlerinin nasıl, nerelere ve ne zaman harcanması istendiği, harcama oranları,
vakıf giderlerine sarf edildikten sonar geriye kalan paranın (galle fazlası) nerelere
veya kimlere harcanacağını belirten şartlar yazılır. Bazı vakfiyelerde şartların
sonunda, vâkıfın hayatta olduğu müddetçe vakfı değiştirme, bozma, ilave ve
çıkarmalar yapabilme hakkına sahip olduğu belirtilir.
“ve tebdıl ve tağyır ve taklıl ve teksırımerreten-ba’de-uhrayedımde ola
deyu ‘yın-ı şürût ve tebyın-ı kuyudbirle”
g) Vakıftan Rücu, Mütevellinin İtirazı ve Hakimin Hükmü
Vakfın mütevelliye teslim edildiği ifadesinden sonar vâkıf, kadının
huzurunda vakıftan vaz geçtiğini (rücu ettiğini) beyan eder. Vakfiyelerde bu rücu
106
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
rüknünün bulunmasının sebebi, vakfın sıhhati konusunda İslam hukukçuları
arasındaki görüş farklılığıdır. Osmanlı’nın büyük bir bölümünde geçerli olan
İmam-ı azam Ebu Hanife’ye göre vakfedilen malın mülkiyeti vâkıfta kalır ve
vâkıfın veya mirasçıların vakfı bozma, vazgeçme hakları vardı. Ebu Hanife’nin
talebelerinden İmam Yusuf’a göre “vakf ettim” sözüyle; İmam Muhammed’e göre
vakıf malın mütevelliye teslimiyle mülkiyet vakıftan çıkar. Osmanlının ilk
devirlerinde İmam-ı Azam’ın görüşleri benimsenmiş iken özellikle vâkıfların
evlatları tarafından vakıftan rücu davalarının artması nedeniyle Osmanlı
uygulamasında İmam Muhammed ve İmam Yusuf’un görüşleri Kabul görmeye
başlamıştır. Vakfiyelerde bu durum vâkıf olan kışı kurmuş olduğu vakıftan
vazgeçer ve bunun üzerine mütevelli itiraz ederek mahkemeye başvurur, vâkıf
İmam Hanıfi’ye göre vazgeçtiğini belirtirken kadı efendi karar verirken İmam
Muhammed ve İmam Yusuf’un görüşleri doğrultusunda karar vererek vakıftan
dönülemeyeceğine hükmeder. Böylelikle vâkıf rücu etmiş olur ve mütevellinin
itirazıyla rücudan dönülerek hem daha sonra yapılabilecek rücular engellenmiş
olur hem de vakfın sıhhati açısından İmam Azam ın görüşü olan tescil işlemi de
gerçekleşmiş olur.
Rücu: “vekıl-ı mumaıleyhzımam-ı kelamı ahara sarf ıdüb “vakf-ı akar
İmam-ı muhtar hazret-ı İmam-ı Azam hazretlerının rey-ı münır ve mezheb-ı
hatırlerındeeğrçıvakf-ı akar müsellem ve makbul ve nakl-ı sahıhılemervı ve
menkuldür, lakın gayr-ı lazım olmağın zımam-ı ıhtıyar ve fesh ve ıbkaya ıktıdar
yedındedür deyü vakıftan rücu ve mütvellıden ıstırdada şüru eyledım dedükde”
Mütevellinin İtırazı:Mütevelli İmam Yusuf’un “vakfettim” sözüyle ve
İmam Muhammed’in mevkufun mütevelliyeteslimiyle vakfın sahih olacağını
belirterek vakıftan rücu nun meşru olmadığınıiddia ederek itiraz eder:
“mütevellı-ı mumaıleyhbılmukabelecevabverüb “eğerçı hâl basit olunan mınval
üzere olup, lakin fazl-ı semedanıımam-ı Ebu Yusuf eş-şehırbı’l-İmamü’s-Sanı
hazretlerıındındevâkıf ücerredvakaftüdımekle ve İmam Muhammed b. Hasan eşŞeybanıhazretlerı katında teslımııle’l-mütevellıolmağlavakf-ı ezbursahıh ve lazım
oldu deyuredd u teslımdenımtınaıle”
107
Y. Özsaraç ve Y.E. Aydınbaş
h) Hakimin Hükmü
Mütevellinin itirazından sonra hakim hayrın iptal edilmesinden ise
sıhhatine hükmettiğini ifade eder, Hanefi Mezhebine göre vakfın sahih olduğu
vurgulanır ve bu hükme bağlanır.
“hakim-i mevki-i sadr-ı kitab tuba lehum ve hüsni meab efendi hazretleri
huzurunda müterafi’an ve her biri mübtegasınca fasl u hasme talibân olduklarında
hakim-i müşarünileyh “esgaba’llahüni‘amehü ‘aleyh” hazretleri dahi tarafeynnin
edillesine nazaran ve mubtıl-ı hayr olmaktan hazerolunub âli menbi’l-hilafi’lcâribeyne’l-eimmeti’l-eslaf vakf-ı mezburun sıhhat ve luzumuna hükmetmeğin
minba‘d vakf-ı mezbur sahih ve lazım oldu”
ı) Vakfı Bozacaklar İçin Beddua
Vakıf şartlarının gayeye aykırı olarak değiştirilmesi, vakfın gelirini
azaltacak, mallarını kötüye kullanacak, vakfı herhangi bir şekilde bozacak ve hatta
ona kötü gözle bakacak olanlara lanete kadar varan ağır beddualar vardır. Bu
beddualar vakfiyeden vakfiyeye farklılık göstermektedir. Genelde beddua da
Bakara 181. ayet kullanılır:
“min-ba‘d nakz u nakza mecal muhal ve tebdil u tağyir ve mümteni‘ü’l-ihtimaldür
“femenbeddelehûba’demasemi’ahufeînnemâ ismuhü alellezîne yubeddilûnehû
innellâhe semîun alîm.”
i) Tarih Kaydı
Vakfiye metinleri kesinlikle tarih kaydı ile sona ermektedir. Tarih kaydı
ise hicri takvim esasına göre Arapça ve yazı ile verilmektedir:
“fî gurre-i şabani’l-muazzam li-sene sitte ve ışrin ve mi’e ve elfmenlehü’l-izz ve
gayetü’ş-şeref” M.1226
“fî evasıt-ı zilhicceti’ş-şerife li-sene sitte ve hamsin ve mi’ete ve elf” M. 1156
108
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
j) Şuhudü’l-Hal
Vakfiyelerin son bölümünde vakfiyenin hazırlanmasına tanıklık edenlerin
isimleri, sıfatlar ve meslekleri yazılmaktadır. Bütün hazır bulunanların isimlerinin
yazıldığı vakfiyelerin yanında “ve gayrihim” denilerek başkalarının da
bulunduğunu belirten şahudü’l-haller vardır. Örneğin:
“Hüseyin Beşe b. Mehmed, Esseyydi Halil ibn Abdi, Lütfullah b. Osman...”
3. PARA VAKIFLARI
Osmanlıda ve İslam toplumlarında müteşebbislerin finans sorunları büyük
oranda karz-ı hasen gibi daha çok kâr- zarar ilkesine dayalı yöntemlerle
çözülmüştür. Bunun dışında da Mudarabe (emek-sermaye ortaklığı), Muşarake
(sermaye ortaklığı), Murabaha (peşin parayla alınan bir malın vadeli olarak karlı
satılması), Sanayi (iş ve taahhüd ortaklığı), Muzaraa (toprak sahibi ile işletmecinin
çıkacak ürün üzerine yaptıkları ortaklık), Musakat (bağ-bahçe ortaklığı), Muğarase
(ağaç dikimi ortaklığı) ve kiralama bu yöntemlerden sayılabilir. Para vakıfları da
Osmanlı Devleti uygulamalarında toplumun hatta kimi devlet ve kamu
kuruluşlarının finansman ihtiyacını karşılamada çok önemli bir yere sahip
olmuştur (Döndüren; 1998, s.63-64).
Taşınır ve taşınmaz malların vakfedilmesinde "ebedilik" niteliği esas
alındığı için nakit paranın vakfa konu olup olamayacağı hususu daima tartışma
konusu olmuştur. Nakit paranın doğrudan tüketilme yoluyla tasarruf edilebilmesi
ya da ticaret işine yatırılsa bile zarar riskinin bulunması yüzünden "süreklilik"
niteliğini taşımadığı görüşü her dönemde taraftar bulmuştur.
Bu tartışma Şeyhülislam Sadullah Sadi Çelebi (v. 954/ 1539) zamanında,
1537'de Anadolu Kazaskeri olarak görev yapmakta olan Koca Çivizade Şeyh
MehmedMuhyiddin Efendi ile Rumeli Kazaskeri Ebussuud Efendi arasında
başlamıştır. Ebussuud'un lehte fetva vermesine rağmen, 1538'de Şeyhülislam olan
Çivizade'nin para vakfının yasaklayan fetva ve genelgesiyle, "hükm-i şerif halini
almıştır. Bu arada Sofyalı Bali Efendi (v. 950/1543) devrin padişahı Kanuni Sultan
Süleyman'a, Çivizade'ye, Sadullah Çelebi'ye nakit para vakfının caiz olduğunu
ispat eden mektuplar göndermiştir (Döndüren; 1990, s.39).
109
Y. Özsaraç ve Y.E. Aydınbaş
Osmanlı Devleti'nde nakit para vakfının geçerli olup olmadığı konusu 16.
yüzyılda Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin nakit parayı taşınır mal (menkul)
kapsamına alarak Muhammed eş- Şeybani'nin "teamül bulunması" koşuluna
bağlaması ile tamamen çözüme kavuşmuştur. İşte bu şekilde Hanefi fakihlerinden
İmam Muhammed eş- Şeybanî'nin taşınırların vakfını "teamül bulunma" şartına
bağlaması, İmam Züfer'in de nakit para vakfını doğrudan caiz görmesi, para
vakfının caiz olduğunu söyleyenlerin başlıca delilleri olmuştur . 1545 yılında
Şeyhülislam olan Ebussuud Efendi, yazdığı "Risale fi vakfi'lmenkuli ve'n-nükud"
adlı eseriyle, nakit para vakfının hukuki şahsiyetini ortaya koymuştur.
Görünen odur ki Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin çözüm ve fetvalarına
rağmen, para vakfı uygulamalarına şiddetle karşı çıkanlar da olmuştur. Bu
kimseler arasında BirgiviMehmed Efendi gibi hem dinî hem de ilmî yönden hatırı
sayılır kimseler de yer almıştır. Aynı devrin en önemli alimlerinden sayılan İmam
Birgivî, "es-Seyfü 's-sarim fi ademi vakfi 'l-menkuli ve 'd-derahim” isimli bir
risale yazarak, para vakfı uygulamalarının, dinî yönden kişi ve toplum için çok
sakıncalı durumlar ortaya çıkarabileceğini gayet ağır dillerle açıklamaktan geri
durmamıştır. Gerçi uygulamalar, Osmanlı sosyal yapısında, ciddi anlamda büyük
bir finansman açığını, yeri geldiğinde kapatmış yeri geldiğinde de bu finansmanı
harekete geçirme konusunda oldukça önemli bir etkiye sahip olmuştur. Üstelik
padişah ve aileleri başta olmak üzere halkın nazarında değer gören pek çok
kimsenin ve din adamlarının da para vakfı hususunda lehte görüş beyan edip
uygulamalara bizzat iştirak etmeleri, para vakıflarının gelişmesinde önemli bir
etkiye sahip olmuştur.
Üstelik tartışmalar devam ededursun, konu ile alakalı kaynaklardan
anlaşıldığına göre vakıf paraları % 10 – 12,5' e varan muamele-i şer'iyye ile
işletilebildiği gibi zaman zaman bu miktar durum ve şartlara göre % 15'e kadar
çıkarılabilmiştir (Özer; 2006, s.41).
Ayrıca para vakıflarının işletilmesi sorununun çözüme kavuşturulması
konusunda ortaya çıkarılmış olan muamele-i şer’iyye uygulaması Osmanlı
Kanunnameleri'nde de net bir şekilde ortaya konulmuştur. Söz konusu Yavuz
Kanunnamesi Madde 42 şudur: "Ve muamele-i şer'iyye edenin onu, on birden
ziyadeye ettürmeyeler ve şer'î muamele etmeden kat'aribaetdürmeyeler".
110
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Kanunnameden de açıkça görüldüğü gibi daha çok Kanuni Sultan
Süleyman'a izafe edilmeye çalışılsa da söz konusu muamele-i şer'iyye
uygulamasının Yavuz Sultan Selim Devri'nde kanunlaştırılmış bir uygulama
olduğu görülmektedir.
İbaredeki açık ifadeden anlaşıldığına göre Yavuz Sultan Selim, şer'i
muamele olmaksızın vakıf paraların işletilmemesi gerektiğini ve şer'i
muameledeki kâr sınırını açıkça tanzim etmiştir. Ancak daha sonraki uygulamalara
bakıldığında kanunnamede belirtilmiş bu sınırın aşıldığını görmekteyiz. Nitekim
vakıf kapitalinin azalması durumunda %15'e varan şer'i muameleler
gerçekleşmiştir (Özer; 2006,s.42).
Anlaşılan odur ki uygulama ilk defa Fatih Devri'nde yapılmış olsa dahi
kanunname ile tanzim edilmiş değildir. Yavuz Sultan Selim kanunname
yayımlamış ve kâr sınırını da açıkça ifade etmiş, daha sonraki devirlerde Kanuni
Sultan Süleyman Ebussuud Efendi gibi çok değerli bir şeyhülislamın da desteğiyle
diğer padişahlar gibi ulu'l-emr yetkisini kullanarak bu konuda yeni kanunnameler
yayımlamış ve zamanında para vakfı uygulamaları oldukça yaygın bir uygulama
halini almıştır.
4. BOLU VE KIRKLARELİ PARAVAKIFLARI
4.1. Bolu Vakıfları ve Bolu Para Vakıfları
Osmanlı Devletinin, bugünkü Bolu ve Düzce ilini kapsayan bölgede,
Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’ndeki kayıtlara göre 100 vakıf kurulmuş ve bu
vakıfların en erken tarihlisi Bolu Mahkemesi’ne kayıtlı 29 Muharrem 795/15
Aralık 1392 tarihli “Şahin Lala bin İzzeddin Vakfına” (VGM Arşivi 732-99-79) ait
olup kuruluşu OsmanlılarınBolu’yu fethinin hemen akabinde denk gelir.
En geç tarihlivakfiye ise Bolu Kadılığından “Çadır oğlu Hafız Kamil
Efendi ibn Hacı Mehmet” (VGM Arşivi 619-49-32) vakfına ait olup, Hicri
25/07/1339 tarihli yani miladi 04/03/1921 tarihlidir. Bu vakıf 10.000 kuruşluk bir
para vakfıdır. Bolu’nun Reşadiye Meşrutiyet Mahallesi’nde olup %15 yani
vakfiye diliyle “onu on bir buçuk hesabı” üzerinden istirbah olunmaktadır. Geliri
de Reşadiye Camii kayyumluk (mütevelli) vazifesinde bulunana sarf oluna
denilmektedir. “(Ek 1: Çadır oğlu Hafız Kamil Efendi ibn Hacı Mehmet vakfına
ait Osmanlıca ve onun transkripsiyonu yapılmış belge)
111
Y. Özsaraç ve Y.E. Aydınbaş
Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde, Bolu’da kurulmuş olan 100
vakıftan89’unun vakfiyesine ulaşılmaktadır.Bolu ilinde kurulan ve vakfiyesine
ulaşabildiğimiz 89 vakıftan 70’inin para vakfı olması kayda değerdir. Kurulmuş
vakıfların %70’inin para vakfı olması, önemli bir ihtiyacın karşılandığını
düşündürmektedir. Bu düşüncenin belgelendirilmesi için para vakıflarına ait
muhasebe kayıtlarının incelenmesi gerekmektedir.
Tablo 1: Bolu’da Kurulmuş Tüm Vakıflar İçerisinde Para Vakıflarının Oranı
Kurulduğu Yer
Para Vakfı
Diğer
Kurulan Vakıf Sayısı
% oranı
Bolu
14
8
22
%63
Gerede
17
6
23
%73
Mudurnu
26
0
26
%100
Göynük
11
5
16
%68
Düzce
1
0
1
%100
Kıbırıscık
1
0
1
%100
Mekanı Belli olmayan
0
11
11
-
TOPLAM
70
30
100
-
Bolu merkezde kurulan vakıfların %63’ü, Gerede’de %73’ü, Göynük’te
%68’i, Mudurnu’da ise kurulan vakıfların tamamının para vakfı olduğu
görülmektedir. Düzce’de ve Kıbrısçık’ta kurulan birer vakfın para vakfı olması, bu
bölgede para vakfı uygulamasının yaygın olduğunu göstermektedir.
Bolu Para Vakıflarının ne kadar sermaye ile kurulduğuna baktığımızda
105.000 kuruş gibi bir yekuntuttuğu görülmektedir. Bu vakıfların 33’ünde genel
istirbah oranı uygulandığı, 35 vakıfta %15, 1 vakıfta %9 ve yine 1 vakıfta %20
istirbah oranlarınınuygulandığıtespit edilmiştir.Bolu ili para vakıflarının yarısında
%15 istirbah uygulandığı tespit edilmiş olup, piyasa borçlanma oranları hakkında
bize genel bilgi vermesi bakımından önem arz etmektedir. Bolu’da ilk para vakfı
Hicri 21 Zilkade 1249/Miladi 1 Nisan 1834 tarihinde kurulmuştur.Bu tarih,
Bolu’da kurulan Hicri 29 Muharrem 795/ Miladi 15 Aralık 1392 tarihli ilk
vakıftan yaklaşık 450 yıl sonradır.
112
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
4.2. Kırklareli Vakıfları ve Kırklareli Para Vakıfları
Osmanlı Devletinde, bugünkü Kırklareli ilinin bulunduğu bölgede,
Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivindeki kayıtlara göre 35 vakıf kurulmuştur.
Kırklareli’nde kurulan ilk vakıf, 739 Nolu defterin 293. Sayfa, 190. Sırasında
kayıtlı hicri 847 yılında Kırklareli-Vize’de kurulan Hasan Bey bin Abdullah
vakfıdır.
Kırklareli’nin Osmanlı Devleti tarafından fethedilmesi, Edirne’nin
fethinden sonra, I Murad’ın kumandası altında gerçekleştiği genellikle kabul
edilmektedir. Bu fethin hicri 768-774 yılları arasında gerçekleşmiş olabileceği
tahmin edilmektedir. Kırklareli’nde ilk vakfın hicri 847 yılında kurulduğunu göz
önünde bulundurduğumuzda; Osmanlı Devleti’nin bu toprakları fethinden yaklaşık
79 yıl sonra ilk vakıf hizmetlerinin başladığını söyleyebiliriz. Bu süre Bolu ili ile
kıyaslandığında oldukça uzun bir sürece işaret etmektedir.
Günümüze en yakın tarihli kurulan vakıf ise günümüzden yaklaşık 110 yıl
önce (hicri 1322 yılı) Kırklareli-Babaeski’de kurulan Şerif Ağa bin Mustafa
Ağa’ya ait vakıftır. Bu vakıf Bin kuruşluk ve %10 oranı ile istirbah olunan bir para
vakfıdır.
Kırklareli’nde kurulmuş ve Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivinde vakfiyesi
bulunan 35 vakıf vardır.Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivinden ulaştığımız
vakfiyeler ışığında Kırklareli’nde kurulmuş ilk para vakfının, Kırklareli’nin
Osmanlı Devletine dahil olmasından yaklaşık 355 yıl sonra hicri 1124, miladi
1444 yılındaSultan II. Murat devrinde kurulduğunu tespit edilmektedir.Bolu iliyle
kıyasladığımızda; Kırklareli’nden daha önce Osmanlı topraklarına dahil olan Bolu
ilinde kurulan ilk para vakfının Kırklareli’nde kurulan ilk para vakfından 125 yıl
sonra hicri 1249 yılında kurulduğu görülmektedir. Kırklareli’nde kurulmuş tüm
vakıflar içerisinde para vakıflarının payı %45’de kalsa da Balkanlar’da,
Anadolu’dan çok daha önce para vakıflarının kurulduğu görülmektedir.
Kırklareli’nde daha erken tarihli bir vakfın kurulmuş olması ihtimal
dahilindedir. Bu ihtimalin doğrulanması Kırklareli’ne ait şer’iyyesicillerinin ortaya
çıkarılmasıyla mümkün olacaktır. Kırklareli ilinin şer’iyye siciline ulaşılamaması
sebebiyle, elimizdeki tek kaynak Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivinden elde etmiş
olduğumuz vakfiyelerdir.
113
Y. Özsaraç ve Y.E. Aydınbaş
Kırklareli para vakıflarının ne kadar sermaye ile kurulduğuna
baktığımızda en yüksek sermaye ile kurulan para vakfı, Kırklareli’nde kurulan ilk
para vakfı olan, Hasan Ağa bin Mustafa’nın vakfıdır. Para vakıfları Bolu ilinde,
Kırklareli iline nispeten daha geç bir tarihte işlerlik kazanmasına rağmen Bolu
ilinde daha çok sayıda para vakfı kurulmuştur. Fakat vakfedilen sermayelere
baktığımızda Bolu’da kurulan 70 adet para vakfına toplam yüzbeşbin Kuruş
vakfedilirken, Kırklareli’nde kurulan 16 para vakfına toplam yetmişbeşbin Kuruş
vakfedilmiştir. Bolu ilinde para vakfı başına ortalama sermaye binbeşyüz Kuruş
iken,
Kırklareli
ilinde
para
vakfı
başına
ortalama
sermaye
dörtbinaltıyüzdoksandört kuruştur.
5. SONUÇ
Çalışmamızda para vakıflarının vakıf sitemi içerinde ki önemi bir kez daha
anlaşılmış olup, Bolu ilinde olduğu gibi Kırklareli’nde de para vakıflarının ne
kadar geniş bir yer tuttuğu görülmüştür. Osmanlının son döneminde; özellikle18.
yüzyıldan itibaren paranın değerinin sürekli düşmesi buna makabil kira gelirlerinin
reel olarak azalması yani gedik sistemi işleyişinin bozulması gibi nedenlerle klasik
akar olan ve daha çok gayrimenkul kira gelirine dayanan vakıflar ile bağ, bahçe
zirai ürün satış gelirine dayanan vakıfların kurulumu giderek azalmıştır. Bunların
yerini para vakıfları tercih sebebi olduğu tespit edilmiştir. Aynı zamanda vakıfların
bir bakanlık olarak (Şeriyye ve Evkaf Vekaleti) olarak kurumsallaşmasının bu
artışı etkilediği söylenebilir.
Çalışmamızdan çıkan bir başka ayrıntı da, bir balkan ili olan
Kırklareli’nde kurulan ilk para vakfının bir Anadolu şehri olan Bolu ilinden
yaklaşık 125 yıl önce kurulmuş olmasıdır. Bolu ilinde kurulan ilk para vakfı,
Kırklareli ilinden yaklaşık 125 sene sonra kurulmuş olsa da Bolu ilinde, Kırklareli
ilinden 4 kat fazla para vakfı kurulduğu görülmektedir. Kırklareli ilinde daha az
sayıda para vakfı olmasına rağmen, vakfedilen ortalama sermaye Bolu ilinden 3
kat daha fazladır. Bolu ili para vakıflarında istirbah oranları genel itibariyle %15
iken, Kırklareli ili para vakıflarında yaygın olmasa da %25 istirbah oranına
rastlanmıştır. Bu vakıaların sebepleri önemli bir araştırma konusudur. Balkanların,
Anadolu’dan daha geç İslamlaşması, yerel halkların faiz hassasiyetindeki
farklılıklar,
Osmanlı’nın
ekonomik
göstergelerinde
meydana
gelen
değişmeler,sosyo-kültürel yapıdaki farklılıklar, iktisadi refah farklıkları ilk olası
sebepler içerisinde yer alabilir.
114
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Osmanlının pre-kapitalist yapısı 19. yüzyılın ortalarında tamamen çöküp
1854 yılındamorotoryum ilanı gibi göstergeler ayrıca Osmanlı coğrafyasında çok
değişik para birim ve çeşitlerinin kullanılıyor olması yani parasallaşma süreci para
vakıflarını kaçınılmaz hale getirmiştir. 1881
İnsanlar bir vakıf kurma ihtiyacını daha çok din diyanet işlerini yerine
getirenlerin istihdamı ve cami, mescit gibi ibadethanelerin tamiri ve aydınlatması
amaçlarına yönelik olarak bu kurulması gayet basit olan vakıf türünü tercih
etmiştir. Çalışmamızda elde etmiş olduğumuz Bolu ve Kırklareli illerindeki veriler
ilk defa kullanılan bilgiler olması nedeniyle de daha sonra araştırmacılara ve
ilgililere yeni bir materyal olarak sunulmuştur.
KAYNAKÇA
Akgündüz, A. (1988) İslam Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi,
Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Baloğlu Z. (1996) TheFoundations of Turkey, İstanbul,Tüsev.
Döndüren, H. (1992) İslam Bankacılığı ve Para Vakıfları, İslami Araştırmalar Vakfı, Sayı:
6 s.53-63, İstanbul.
İslam’da Para Vakfı ve Finansman Olarak Kullanma Yöntemleri, Altınoluk Sayı:53-63,
İstanbul. (1991)
Eminoğlu, M. Osmanlı Tatbikatında Para Vakıfları ve Günümüz Ekonomisinde
Uygulanabilirliği (Yayınlanmış Yüksek Lisans Tezi) Kahramanmaraş Sütçü İmam
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (1996)
Ergenç, Ö. (1977)XVI. Yüzyılın Sonlarında Bursa, Yerleşimi, Yönetimi, Ekonomik ve
Sosyal Durumu Üzerine Bir Araştırma, Basılmamış Doçentlik Tezi, Ankara.
Kodaman, B.(1984) “Vakfın Sosyal Fonksiyonu”, Vakıf Haftası Kitabı Ankara, VGM
Yayınları.
Kozak, İ.E. (1985) Bir Sosyal Siyaset Müessesesi Olarak Vakıf, İstanbul, Akabe Yayınları
Kütükoğlu, M. (1994) Osmanlı Belgelerinin Dili, İstanbul, Kubbealtı Neşriyat.
Ömer H. Efendi (1984) Ahkâmü’l-Evkaf, İstanbul.
Önder, Ş. (2006)İslam ve Osmanlı Hukukunda İmam Birgivi ve Ebussuud Efendi’nin Para
Vakfı Tartışmaları, Yüksek Lisans Selçuk Üniversitesi,Sosyal Bilimler Enstitüsü.
115
Y. Özsaraç ve Y.E. Aydınbaş
Özcan, T.(2003) Osmanlı Para Vakıfları,Ankara,Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Yeğin, A. (1983) Osmanlıca Türkçe Yeni Lügat, İstanbul, Hizmet Vakfı Yayınları.
116
Türkiye’de Koalisyon Hükümetleri,
Siyasi İstikrar ve Ekonomik Kalkınma
Dr. Murat Aktaş
Muş Alparslan Üniversitesi
Dr. Adem Levent
Muş Alparslan Üniversitesi
ÖZET
Ülkelerin siyasal ve ekonomik yapılarının birbirine etkileri ile ilgili yapılan çalışmalarda
siyasal istikrar ile ekonomik performans ve büyüme arasındaki ilişkilerin doğasının
araştırılması iktisat literatüründe önemli bir yer tutmaktadır. Türkiye’de çok partili hayata
geçişle birlikte bazı dönemlerde tek başına çoğunluğu sağlayarak iktidara gelen güçlü
hükümetler görülmesinin yanısıra zaman zaman bir partinin tek başına hükümet
kuramadığı, hükümet krizlerinin yaşandığı ve koalisyon hükümetlerinin kurulduğu
dönemler olmuştur. Türkiye gibi demokrasisi henüz tam olarak kurumsallaşamamış
ülkelerde tek bir siyasi partinin tek başına hükümet kurabilecek çoğunluğu sağlayamadığı
dönemlerdeki siyasi tabloların, ülke sorunlarının çözümünü zorlaştırdığı gibi, yeni
sorunların da ortaya çıkmasına neden olduğunu savunanlar olmuştur. Peki, siyasi istikrar
ve ekonomik kalkınma ilişkisi nasıl işlemektedir? Zaman zaman çoğunluğu sağlayan geniş
tabanlı hükümetler ve zaman zaman da koalisyonlarla yönetilen Türkiye’de siyasi istikrar
ve ekonomik kalkınma nasıl bir seyir izlemiştir? Türkiye’nin ekonomik kalkınması ve
performansını belirleyen siyasi istikrar mıdır yoksa siyasi istikrarı belirleyen ekonomik
kalkınma ve performans mıdır? Türkiye’de çok partili hayata geçilen 1946’dan 2015 yılına
kadar tek başına ve koalisyonlarla yönetime gelen hükümetleri ekonomik kalkınma
parametreleri bakımından performanslarını değerlendirmeyi amaçlayan bu çalışma, aynı
zamanda Türkiye’de koalisyon hükümetleri ve siyasi istikrarın ekonomik kalkınma ile
ilişkisini analiz etmeyi amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Koalisyon Hükümetleri, Siyasal İstikrar, Ekonomik Performans,
Ekonomik Kalkınma ve Türkiye.
M. Aktaş ve A. Levent
Coalition Governments in Turkey,
Political Stability and Economic
Development
Dr. Murat Aktaş
Muş Alparslan University
Dr. Adem Levent
Muş Alparslan University
ABSTRACT
Studies on the effects of the political and economic structure of each country and
investigations into the nature of the relationships between economic performance and
growth and political stability plays an important role in the economic literature. Owing to a
transition to a multi-party system in Turkey, several different periods can be observed:
besides strong government that came to power by a majority, there are also some periods, a
party has not been able to establish a government alone as well as governments have
experienced the cabinet crisis and have been periods in which the establishment of a
coalition government. It have been supported in the literature that when a political party
alone has not been able to gain the majority for establishment of the government, political
statements led to fail in solving the country issues as well as the emergence of new
problems in countries such as Turkey whose democracy has not been fully
institutionalized, yet. Under the circumstances how the relationship between political
stability and economic development works? How political stability and economic
development follow a course in Turkey managed by occasionally broad based government
constituting the majority and by occasionally coalition governments. Is the political
stability used to define economic development and performance of Turkey or are economic
development and performance used to define political stability? The study which aims to
evaluate performance of the governments that came to power alone and by coalition in
terms of economic development parameters from the year 1946- the period of transition to
a multi-party system in Turkey to the year 2015 also aims to analyze coalition
governments in Turkey as well as the relationship between political stability and economic
development.
Keywords: Coalition Governments, Political Stability, Economic Performance, Economic
Development and Turkey.
118
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
1. GİRİŞ
Ülkelerin siyasal ve ekonomik yapılarının birbirine etkileri ile ilgili
yapılan çalışmalarda siyasi istikrar ile ekonomik kalkınma arasındaki ilişkilere yer
verilmektedir. Bazıları bir ülkenin ekonomik kalkınmasını ve/veya performansını
belirleyen en önemli etkenlerden birinin rejimin doğası ve siyasi istikrar olduğunu
savunurken, bazıları bu ilişkinin ters yönlü olduğunu savunmaktadır. Bazıları ise
rejimlerin doğası, niteliği, siyasal kurumlar ve siyasi istikrar ile ekonomik
kalkınma ve/veya ekonomik performanslarının karşılıklı olarak birbirini etkileyen,
besleyen ve güçlendiren etmenler olduğunu savunmaktadır.
Türkiye’de de 1946’da çok partili sisteme geçildikten sonra zaman zaman
bir partinin tek başına çoğunluğu sağlayarak güçlü hükümetler kurduğu
dönemlerin yanısıra bir partinin tek başına hükümeti kurabilecek çoğunluğu
sağlayamadığı dolayısıyla hükümet kuramadığı ve hükümet krizlerinin yaşandığı
dönemler olmuştur.
Koalisyon arayışlarının olduğu bu dönemlerde başarılı koalisyon
hükümetleri kurulduğu gibi kısa süren istikrarsız koalisyon hükümetlerinin
kurulduğu dönemler ve koalisyon hükümetlerinin bile kurulamadığı ve erken
seçime gidildiği dönemler de olmuştur. Bu yüzden Türkiye’deki çok partili
parlamenter sistemin zaman zaman hükümet krizleri ve siyasi istikrarsızlıklara
neden olduğu ileri sürülerek bu krizlerin aynı zamanda siyasi istikrarsızlıklara,
ekonomik krizlere ve kalkınmada sorunlara neden olduğu savunulmuştur.
2. POLİTİK İSTİKRAR VE EKONOMİK PERFORMANS İLİŞKİSİNE
GENEL BİR BAKIŞ
Siyasal istikrar ile ekonomik performans ve büyüme arasındaki ilişkilerin
doğasının araştırılması iktisat literatüründe çok geniş bir yer tutmaktadır. Siyasi
istikrarsızlık genel olarak demokratik bir süreçte hukuk kuralları dahilinde etkili
ve verimli bir siyasi yapının oluşturulamaması anlamına gelmektedir. Genel
olarak; hükümet karşıtı gösteriler, sık sık gerçekleşen kabine değişiklikleri,
katliamlar, anayasal değişiklikler, askeri ve sivil darbeler, ayaklanmalar, devrim
veya ihtilal girişimleri ve iç savaşlar olaylar siyasi istikrarsızlığın göstergeleri
olarak gösterilmektedir (Ali,2001: 167). Demokrasilerde ise, siyasal kutuplaşma
ve seçmenlerin kararsızlığı, seçim sonuçlarının belirsizliği ve koalisyon
119
M. Aktaş ve A. Levent
hükümetleri gibi olaylar siyasi istikrarsızlığın göstergeleri arasında sayılmaktadır.
Bir ekonomide temel değişkenlerin dengelerinin bozulmuş olması, fiyatların hızla
yükselmesi (enflasyon), işsizliğin artması, ödemeler dengesinin açık vermesi,
döviz kurlarının aşırı biçimde yükselmesi gibi olaylar da ekonomik istikrarsızlık
olarak ifade edilmektedir. Genellikle bu gibi sorunlar ülke içinden kaynaklanırsa iç
istikrarsızlıktan, ülke dışından kaynaklanırsa dış istikrarsızlıktan söz edilir.
Politik istikrarsızlık ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi ilk
sorgulayan SimonKuznet’e göre politik istikrarsızlık/düzensizlik ekonomik
büyümeyi yavaşlatmaktadır. 1990’lar da ise Douglass North, toplumun kurumsal
çerçevesinin uzun dönemli ekonomik performansta önemli bir rol oynadığını
belirtmiştir. Bu yaklaşımların varlığına rağmen ilgili konunun ampirik
çalışmalarca yeterince desteklendiğini söylemek güçtür. Bununla beraber
geçtiğimiz on yılda politik istikrar ile ekonomik büyüme ve kalkınma arasındaki
ilişkinin varlığını araştıran ampirik çalışmaların arttığı söylenebilir (Gurgul
veLach, 2013: 189-190).
İktisat literatüründe siyasi istikrar ile ekonomik kalkınma arasındaki
ilişkiyi özgürlük kavramı bağlamında ele alan Nobel iktisat ödüllü Amartya Sen’in
çalışmaları dikkat çekmektedir. Sen’e göre kalkınma, insanların yararlandığı
gerçek özgürlükleri genişletme süreci olarak görülmelidir. Bu yaklaşımda,
özgürlüğün genişletilmesi, hem kalkınmanın asıl amacı ve hem de başlıca aracı
olarak görülmektedir. Bunlara, kalkınmada özgürlüğün sırasıyla ‘kurucu rolü’ ve
‘araçsal rolü’ denebilir. Özgürlüğün kurucu rolü temel özelliklerin insan hayatının
zenginleştirilmesi bakımından taşıdığı önemle ilgilidir. Temel özgürlükler, açlık,
beslenme yetersizliği, önlenebilir hastalıklar ve erken ölümden kaçınabilmenin
yanı sıra, okuryazarlık ve hesap yapabilme, siyasi katılımdan ve serbestçe ifade
imkânından yararlanma özgürlüğü gibi temel kapasiteleri kapsar. Bu görüşe göre
kalkınma, insan özgürlüklerini genişletme sürecidir ve kalkınmanın
değerlendirilmesinin de bu düşünceyle beslenmesi gerekir. GSMH artışı ve
sanayileşme, kalkınmanın dar anlamdaki tanımını oluştururken siyasi katılım ve
muhalefet bizatihi kalkınmanın kurucu parçalarıdır(2004:55-56).
Böylece özgürlük, siyasal istikrar, siyasi katılım ve siyasal kurumlar
kalkınmanın hem araçsal hem de kurucu yanını oluşturmaktadır. Türkiye’deki
siyasi istikrar ve ekonomik kalkınma incelenmesi de bu bağlamda ele alındığı
ölçüde anlaşılır olacaktır. Bir başka deyişle Türkiye’deki iktisadi gelişme veya
120
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Türkiye ekonomisinin ana gelişim çizgileri, tamamen pür iktisadi olgularla değil,
devletin güçlü bir ekonomik oyuncu olarak sahnede yer alması ile politik istikrar
ve süreçlerin belirleyiciliğinin ıskalanmaması ile anlaşılacağı öne çıkmaktadır
(İnsel, 1996).
Genel olarak siyasal istikrarın olduğu dönemlerde ekonomik kalkınmanın
çok daha hızlı bir şekilde gerçekleştiği savunulmaktadır. Bir ülkede ekonomik
kalkınmanın olmasıyla birlikte güçlü bir zengin tabakanın yanında geniş ve daha
müreffeh bir orta tabakanın ortaya çıktığı ileri sürülmektedir. Orta tabakanın
gelişmesi, demokrasinin kurumsallaşması için iyi bir temel oluşturmaktadır. Orta
tabakanın sistemin istikrarsızlaşmasından dolayı sahip olduğu imkanları kaybetme
ihtimalinin olması, o kesimleri demokrasiye daha çok bağlamaktadır (Akıncı,
2015:45).
3. KOALİSYONLAR VE HÜKÜMET KRİZLERİ
Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’te ilanından sonra 1946 yılına kadar süren
tek partili dönemin ardından bazı dönemlerde tek başına çoğunluğu sağlayarak
iktidara gelen güçlü hükümetler görülmesinin yanısıra zaman zaman bir partinin
tek başına hükümet kuramadığı, hükümet krizlerinin yaşandığı dönemler olmuştur.
Yaygın olarak bu dönemlerde kurulan koalisyon hükümetlerinin Türkiye’de
yıllarca süren siyasal ve ekonomik istikrarsızlıklara neden olduğu savunulmuştur.
1960 askeri darbesinin ardından Milli Birlik Komitesi Başkanı Cemal
Gürsel’in kurduğu birinci Gürsel Hükümeti’nin ancak sekiz ay dayanabilmiş
ardından İkinci Gürsel Hükümeti 15 Ekim 1961 genel seçimlerine kadar devleti
idare etmiş ve bundan böyle Türkiye’de sık sık gündeme gelecek olan koalisyonlar
dönemi başlamıştır. İlk koalisyon hükümeti 1961-1962 arasında CHP ile Adalet
Partisi’nin ortaklığında gerçekleşmiştir. Demokrat Partililerin tutuklu bulunduğu
bu dönemde “Af Kanunu” ile ilgili tartışmalar hükümetin işleyişini sekteye
uğratarak hükümeti çalışamaz hale getirince, İsmet İnönü başbakanlık görevinden
istifa etmiştir. İnönü, 7 Temmuz 1962’de CHP, Yenilikçi Türkiye Partisi (YTP),
Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) ve bağımsızlardan oluşan yeni bir
koalisyon hükümeti kurmuş fakat bu kez koalisyon ortaklarından CKMP ve
YTP’nin kabineden çekilmesi üzerine istifa etmiş ve bu hükümet de 25 Aralık
1963’te sona ermiştir. Büyük zorluklarla kurulan CHP ve bağımsızlardan oluşan
üçüncü koalisyon hükümeti de bütçenin mecliste reddedilmesi üzerine 20 Şubat
121
M. Aktaş ve A. Levent
1965’te sona ermiştir. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel hükümeti
kurma görevini Suad Hayri Ürgüplü’ye vermiş Ürgüplü de Adalet Partisi, YTP,
CKMP ve Millet Partisi’nden (MP) oluşan bir koalisyon hükümeti kurmuştur. Bu
hükümet de genel seçimler nedeniyle 27 Kasım 1965’te sona ermiştir (Aktaş,
2015).
1960’lar Türkiye açısından yeni bir dönemi simgelemektedir. Bu dönemde
yeni bir sermaye birikim modeli hayata geçirilmiş, sanayi burjuvazisi oluşmaya
başlamış ve devlet aktif bir rol üstlenerek planlı kalkınma ve ithal ikameci
sanayileşme doğrultusunda iktisadi yaşamın temel parametrelerini yönlendirmiştir
(Ercan ve Tuna, 2006).
1965 seçimlerinde Adalet Partisi Süleyman Demirel başbakanlığında tek
başına hükümet kurabilmiş ancak 1969 genel seçimlerinin ardından tek başına
kurduğu ikinci Demirel hükümeti de uzun ömürlü olamamıştır. Şubat 1970’te
yapılan bütçe görüşmelerinde 41 Adalet Partili milletvekilinin aleyhte oy
kullanması ve bütçenin reddedilmesi sonucunda Demirel başbakanlık görevinden
istifa etmiştir. Demirel’in kurduğu üçüncü hükümet ise 12 Mart 1971 askeri
muhtırasının ardından sona ermiştir (Aktaş, 2015). Muhtıradan 1973 milletvekili
genel seçimlerine kadar dört ayrı hükümet kurulmuştur. Cumhurbaşkanı Cevdet
Sunay’ın hükümeti kurmakla görevlendirdiği Kocaeli Bağımsız Milletvekili Nihat
Erim, partiler üstü bir hükümet kurmuş, ancak bu hükümet de uzun ömürlü
olamamıştır. Hükümetin 11 bakanı istifa edince Aralık 1971’de son bulmuştur.
Ardından Cumhurbaşkanı Sunay, Nihat Erim’i tekrar görevlendirmiştir. Bu kez de,
yaklaşık beş ay sonra, Erim sağlık sorunları nedeniyle istifa etmek zorunda
kalmıştır (Okutan, 2011:162-182).
Demirel ve Erim hükümetlerinden sonra yeniden koalisyon dönemi
başlamıştır. Cumhuriyet Senatosu Van Üyesi Ferit Melen, 22 Mayıs 1972’de AP,
CHP ve Cumhuriyetçi Güven Partisi’nden (CGP) oluşan bir koalisyon hükümeti
kurmuş fakat 6 Nisan 1973’de Fahri Korutürk’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinin
ardından Başbakan Melen, 7 Nisan 1973’te istifa etmiştir. Hükümet kurma görevi
bu kez Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından Naim Talu’ya verilmiştir. Talu,
15 Nisan 1973 tarihinde AP ve CGP’den oluşan bir koalisyon hükümeti
kurmuştur. Ekim 1973’te yapılan genel seçimlerden sonra ise hükümet kurma
çalışmaları başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Hükümeti kurmakla görevlendirilen CHP
ve AP genel başkanları hükümet kuramayınca, hükümeti kurma görevi yeniden
122
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Talu’ya verilmiş fakat Talu’nun hükümet kurma girişimleri de başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. Bunun üzerine hükümet kurma görevini Cumhurbaşkanı
Korutürk’ten alan Bülent Ecevit, Ocak 1974’te CHP ve Milli Selamet Partisi
(MSP) koalisyon hükümetini kurmuştur. Fakat koalisyon ortakları arasındaki
sorunlar nedeniyle, Başbakan Ecevit, Kasım 1974’te istifa etmiştir. Korutürk’ün
bu kez hükümeti kurma görevini Cumhuriyet Senatosu Üyesi Sadi Irmak’a
vermesi üzerine Irmak, Kasım 1974’te CGP’den dört milletvekilinin katıldığı ve
Bakanlar Kurulu’nun diğer üyelerinin tümü dışarıdan atanan bir azınlık
hükümetini kurmuştur. Hükümetin güvenoyu alamaması üzerine Irmak da istifa
etmiş, hükümet Mart 1975 tarihinde sona ermiştir. Bunun üzerine Süleyman
Demirel Mart 1975’te AP, MSP, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve CGP’den
oluşan bir koalisyon hükümeti kurmuştur. Birinci Milliyetçi Cephe Hükümeti
olarak anılan bu hükümet de Haziran 1977’de yapılan genel seçimlere kadar
devam etmiştir (Aktaş, 2015).
1977 genel seçimlerinde yine hiçbir siyasi partinin tek başına hükümeti
kurabilecek çoğunluğu sağlayamaması nedeniyle koalisyonlar dönemi devam
etmiştir. Bülent Ecevit’in Haziran 1977’de kurduğu azınlık hükümeti güvenoyu
alamayınca hükümeti kurma görevini alan DemirelTemmuz 1977’de AP, MSP ve
MHP’den oluşan İkinci Milliyetçi Cephe Hükümetini kurmuştur. Ancak bu
hükümetin ömrü de kısa olmuştur. CHP Grubu adına Grup Başkanvekilleri Altan
Öymen ve Hayrettin Uysal 29 Aralık 1977 tarihinde Süleyman Demirel
başbakanlığındaki hükümet hakkında “gensoru” açılması için önerge vermişlerdir.
Bunun üzerine TBMM’de 31 Aralık 1977’de yapılan oylama sonucunda hükümet
güvenoyu alamayınca düşmüştür. Ardından 11 bağımsız milletvekilinin desteğini
alarak yeni bir hükümet kuran Ecevit, 14 Ekim 1979’da yapılan ara seçimlerde boş
bulunan 5 milletvekilliğini de muhalefetin kazanması üzerine istifa etmiştir.
Dolayısıyla 1970’li yılların iktisat tarihine baktığımızda, Türkiye’de bu
yılların istikrarsız koalisyon hükümetleri dönemi olduğu görülmektedir.
SilahlıKuvvetler’in desteklediği Nihat Erim, Naim Talu ve Ferit Melen
denemelerinden sonra seçimle gelen meclislerde ve Süleyman Demirel ile Bülent
Ecevit’in bir biri ardına iktidara gelip gittikleri altı yıl içinde siyasi hayat bir türlü
istikrarakavuşamamıştır. Türkiye ekonomisi, bu süreç içerisinde giderek, 1950’nin
ikinci yarısında olduğu gibi iflasa doğru sürüklenmeye başlamıştır. Enflasyon
hızla yükselmeye başlamış ve döviz rezervleri azalmıştır. Ve sonuçta 1977
ortalarında Türkiye ekonomisi iflasın eşiğine gelmiştir (Yenal, 2013: 122-125).
123
M. Aktaş ve A. Levent
Türkiye’nin sağ sol çatışmaları ile çalkalandığı bu dönemde hükümeti
kurma görevini alan Demirel’in kurduğu azınlık hükümeti, 25 Kasım 1979’da
güvenoyu almış olmasına rağmen 12 Eylül 1980’de yapılan askeri müdahaleyle bu
hükümet de sona ermiştir. Askeri darbe ile yönetimi ele geçiren Genelkurmay
Başkanı ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Emekli
Oramiral Bülent Ulusu’yu hükümeti kurmakla görevlendirmiştir. Ulusu hükümeti,
5 üyeli Milli Güvenlik Konseyi’nden güvenoyu alarak görevine başlamıştır. Bu
hükümet de 1983’te yapılan genel seçimler nedeniyle sona ermiştir. Genel
seçimlerin ardından nihayet Anavatan Partisi (ANAP) tek başına hükümet kuracak
çoğunluğu sağlamıştır. Turgut Özal’ın kurduğu ANAP Hükümeti 1987’de yapılan
genel seçimlere kadar ülkeyi idare etmiştir. 1987’de yapılan genel seçimler
sonrasında ikinci hükümetini kuran Turgut Özal’ın 9 Kasım 1989’da
Cumhurbaşkanı seçilmesiyle bu hükümet de sona ermiştir.
1980’li yıllar hem Türkiye hemde dünya açısından önemli yapısal
dönüşümlerin yaşandığı yıllar olmuştur. 1980’den itibaren dünyada etkisini
hissettiren küreselleşme olgusu tüm ülke ekonomilerini derinden etkilemiştir.
Küreselleşmenin ivme kazandığı bu süreçte ülke ekonomileri sınırlarını sermayeye
açma yönünde bir takım liberal politikaları hayata geçirmişlerdir. Bu süreçte
hemen hemen bütün hükümetler, benzer politikaları benimsemişler ve birbirlerine
yakın politika araçları kullanmışlardır. Türk lirasının konvertibilitesinden IMF’nin
istikrar programlarına, ihracatı teşvik politikalarından KİT’lerin özelleştirilmesine
kadar birçok uygulama, ekonomiyi liberalleştirerek ve aynı zamanda dış dünyaya
açarak daha hızlı kalkınmayı sağlamak amacıyla ortaya konmuştur. Bu
uygulamalar sonucunda beklenen sonuçlar; istikrarlı ve hızlı bir ekonomik
büyümenin sağlanması, enflasyonun düşürülmesi, işsizliğin azaltılması, yüksek bir
milli gelir düzeyine ulaşılması, eğitim ve kentleşme ile ilgili sorunların çözülerek,
gelişmiş ülkelerin ulaştığı düzeyi bir an önce yakalayabilmekti. Ancak tartışmalı
olan politikalarla ilgili görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Kimilerine göre, 1980
sonrasında Türkiye ekonomisi büyük bir atılım gerçekleştirmiş ve liberalleşmenin
sağladığı avantajlarla neredeyse çağ atlamıştır. Kimilerine göre ise rayından
çıkmıştır ve ekonominin yapısında, düzeltilmesi güç bozukluklar meydana
gelmiştir (Öztürk ve Özyakışır, 2005).
Türkiye, 1989’da iktisat politikaları açısından birbiriyle uzlaşmaz gibi
görünen iki adımı hemen hemen eş zamanlı olarak atmıştır: Sınırlararası gerilimin,
partilerarası rekabetin ve siyasi istikrarsızlığın keskinleştiği bir dönemde
124
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
makroekonomik istikrar öğesini ihlal etmiştir. Aynı modelin diğer stratejik öğesi
olan sermaye hareketlerinde sınırsız serbestleşme eş zamanlı gerçekleşmiştir
(Boratav, 2014: 178-179).
Özal’ın Cumhurbaşkanı olmasının ardından ondan hükümeti kurma
görevini alan Yıldırım Akbulut’un kurduğu hükümet, 15 Haziran 1991’de yapılan
ANAP Olağan Büyük Kongresi’nde Mesut Yılmaz’ın ANAP Genel Başkanı
seçilmesiyle sona ermiştir. Muhalefetin ısrarlı talepleri üzerine erken genel seçim
kararı alan Mesut Yılmaz’ın kurduğu hükümet de 20 Ekim 1991 tarihinde yapılan
seçimler ile sona ermiştir. Bu erken genel seçimlerden sonra Türkiye’nin Anavatan
Partisi ile yakaladığı istikrar dönemi yine yerini koalisyon hükümetlerine
bırakmıştır. Süleyman Demirel başbakanlığında DYP ile SHP arasında bir
koalisyon hükümeti kurulmuştur.Süleyman Demirel başbakanlığında kurulan DYP
ve SHP koalisyon hükümeti Cumhurbaşkanı Özal’ın ani ölümü üzerine 16 Mayıs
1993’te Demirel’in Cumhurbaşkanı seçilmesi ile sona ermiştir. Cumhurbaşkanı
Demirel’den hükümeti kurma görevini alan İstanbul Milletvekili Tansu Çiller,
DYP ile SHP’den oluşan yeni bir koalisyon hükümeti kurmuştur. Erdal İnönü’nün
Başbakan Yardımcılığı ile başlayan bu ortaklık, SHP’nin dördüncü olağan
kongresinde Murat Karayalçın’ın Genel Başkanlığa seçilmesi üzerine
Karayalçın’ın başbakan yardımcılığı ile devam etmiştir. Ardından SHP’nin
CHP’ye katılması ve Genel Başkanlığa Hikmet Çetin’in gelmesiyle DYP-CHP
koalisyonu Hikmet Çetin’in Başbakan Yardımcılığı ile yoluna devam etmiştir
(Aktaş,2015).
SHP ile CHP’nin 9 Eylül 1995 tarihinde birleşmesinden sonra 10 Eylül
1995 tarihinde yapılan CHP 27. Olağan Kurultayı’nda Genel Başkanlığa Deniz
Baykal’ın seçilmesi ile birlikte Başbakan Çiller ve Baykal’ın anlaşamaması
üzerine bu koalisyon hükümeti Eylül 1995’te sona ermiştir. Ardından Tansu Çiller
tekrar hükümeti kurma görevini almasına karşın, kurduğu azınlık hükümeti
güvenoyu alamamıştır. Demirel’in hükümeti kurma görevini bir kez daha Tansu
Çiller’e vermesi üzerine nihayet DYP-CHP koalisyon hükümeti kurulmuş ve bu
koalisyon hükümeti de 24 Aralık 1995 erken genel seçimleriyle sona ermiştir.
Hiçbir partinin hükümeti kurabilecek çoğunluğu sağlayamadığı bu seçimlerin
sonucu yine siyasi krizlerle geçen bir koalisyonlar dönemini beraberinde
getirmiştir. Cumhurbaşkanından hükümeti kurma görevini alan Necmettin
Erbakan ve ardından Tansu Çiller’in koalisyon arayışları başarısızlıkla
sonuçlanınca, Mesut Yılmaz, DSP’nin dışarıdan desteğiyle ANA-YOL olarak
125
M. Aktaş ve A. Levent
adlandırılan ANAP-DYP azınlık hükümetini kurmuştur. Mesut Yılmaz, koalisyon
ortağı DYP ile aralarında çıkan anlaşmazlık üzerine, gensorunun görüşülmesini
beklemeden 6 Haziran 1996’da istifa etmiştir. Mesut Yılmaz’ın istifasının
ardından tekrar hükümeti kurma görevini alan Necmettin Erbakan, RP-DYP
koalisyon hükümetini kurmuştur. Erbakan, başbakanlığı ortağı Çiller’e devretmek
üzere istifa edince, Cumhurbaşkanı hükümet kurma görevini bu kez ANAP Genel
Başkanı Mesut Yılmaz’a vermiştir. Mesut Yılmaz da CHP’nin dışarıdan
desteklediği ANAP-DSP-DTP hükümetini kurmuş, ancak Başbakan Yılmaz
hakkında verilen gensoru önergesinin, 25 Kasım 1998 tarihinde kabul edilmesi
üzerine hükümet düşürülmüştür. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Demirel, 2 Aralık
1998 tarihinde hükümeti kurmakla bu kez DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’i
görevlendirmiştir. Ancak Ecevit, hükümeti kuramayınca, Muğla Bağımsız
Milletvekili Yalım Erez hükümeti kurmakla görevlendirilmiştir.Erez de hükümeti
kuramayınca Ecevit, 7 Ocak 1999 tarihinde yeniden hükümeti kurma görevini
almış bu kez bir azınlık hükümeti kurmayı başarmıştır. Hükümet, 18 Nisan 1999
tarihinde yapılan genel seçimler nedeniyle sona ermiştir.Genel seçimlerde
sandıktan yine tek başına hükümet kurabilecek çoğunluğu sağlayan bir parti
çıkmayınca Ecevit tarafından, DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti kurulmuştur
(Aktaş, 2015).
Türkiye’de 1991’den 3 Kasım 2002 seçimlerine kadar, yaklaşık 13 yıllık
zaman diliminde iktidardaki hükümetler koalisyon hükümetleri olmuştur.
Koalisyon hükümetleri arasında yaşanan çatışmalar ve parti içi çekişmeler hemen
hemen her seçimin normal zamanından önce yapılmasına ve seçimler arasında
hükümet sıklığının artmasına neden olmuştur. 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan
erken genel seçimlerden Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) tek başına
hükümeti kuracak çoğunluğu sağlaması sonucu Ecevit, 4 Kasım 2002 tarihinde
istifa etmiş,AKP Kayseri Milletvekili Abdullah Gül başbakanlığındaki 58.
Hükümet kurulmuştur. AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, siyasi
yasağından dolayı 3 Kasım seçimlerine katılamamış ancak Siirt’te seçimlerin iptal
edilmesi sonucu Siirt’ten aday olarak TBMM’ye giren Erdoğan, 14 Mart 2003
tarihinde 59. Hükümeti kurmuştur. 22 Temmuz 2007’de yapılan seçimlerde tekrar
tek başına iktidara gelen AKP, 60. Hükümeti Recep Tayyip Erdoğan
başbakanlığında 29 Ağustos 2007’de kurmuştur. Yine 2011 seçimlerinde AKP’nin
tek başına iktidara gelmesi sonucunda 2002’den 2015 Haziran seçimlerine kadar
koalisyon ihtiyacı ortaya çıkmamıştır (Aktaş, 2015).7 Haziran 2015’te yapılan
genel seçimlerden de tek başına hükümet kurabilecek bir partinin çıkmaması
126
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
üzerine, Türkiye’de tekrar koalisyon hükümeti arayışları gündeme gelmiştir.
Ancak bu kez koalisyon hükümeti dahi kurulamamış, bunun yerine seçim
hükümeti kurularak 1 Kasım 2015’te seçimler yenilenmiştir.
4. KOALİSYON HÜKÜMETLERİ VE KALKINMA
İktisadi büyüme ve kalkınmanın nihai nedenleri olarak iktisadi büyümenin
içinde yer aldığı toplumsal ve siyasal ortam gösterilmektedir. Ayrıca kurumların
önemi de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Ülkelerin ekonomik başarıları kurumlara,
ekonominin işleyişini belirleyen kurallara (siyasal yasalara) ve bireyleri motive
eden teşviklere göre farklılık göstermektedir. Ancak ekonomik kurumlar, siyasal
istikrar ve yapılar ile ekonomik büyüme arasında ciddi ilişkiler bulunduğu
(Pamuk, 2014: 37; Acemoğlu ve Robinson, 2014: 74) belirtilmektedir. Koalisyon
hükümetlerinin makroekonomik değişkenler üzerindeki etkilerini ve ekonomik
büyüme ile enflasyon arasındaki ilişkileri inceleyen çalışmalarda, Miller (1997),
Bussiere ve Mulder (2000), Eren ve Bildirici (2001), Akarca ve Aysit (2006),
Karaca (2003), Aslan ve Bilge (2009) bu ilişkiler ifade edilmiştir.
Koalisyon hükümetleri, tek parti hükümetlerine kıyasla yapısal ekonomik
reformlara öncülük etme ve yönetme konusunda da, ortakların anlaşamamasından
dolayı daha fazla zorlanmaktadır (Bussiere ve Mulder, 2000). Koalisyon
hükümetlerinde herhangi bir konuda karar almak için ortakların hepsinin ikna
edilmesi gerekmektedir. Çoğu zaman hiç birinin tam olarak ikna olmaması sonucu
ortaya asgari müştereklerde uzlaşmayla oluşturulmuş kararlar çıkmaktadır. Hem
kararların alınmasının gecikmesi hem de alınan kararların bu uyumsuzluktan ötürü
yetersiz olması sorunların çözümünü güçleştirmektedir (Aslan ve Bilge, 2009).
Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’te ilan edilmesinden 2015 yılına kadar 92
yılda 62 hükümet iktidara gelmiştir. Bunların 15’i koalisyon hükümeti olmuştur.
Bu veriler her hükümete ortalama bir buçuk yılın altında ömür düştüğünü
göstermektedir. Sadece 27 Ekim 1965 ile 31 Aralık 2001 tarihleri arasında 37 yılı
aşkın süre içerisinde toplam 28 hükümet göreve gelmiş bunlar ortalama 16 şar ay
iş başında kalmış ve söz konusu hükümet değişikliklerinin yalnızca yedi tanesi
genel seçimler sonucunda gerçekleşmiştir. Ülkedeki siyasi istikrarsızlığın tek
olmasa bile görece en açık göstergesi durumundaki bu veriler Türkiye’deki
makroekonomik dengesizliklerin sebeplerinin anlaşılması ve analizinde mutlaka
dikkate alınması gereken önemli ipuçları sunmaktadır (Kibritçioğlu, 2001:1).
127
M. Aktaş ve A. Levent
Örneğin 1987-2001 yılları, Türkiye için siyasal ve iktisadi
istikrarsızlıkların içiçe yaşandığı güç bir dönem olmuştur. 12 Eylül askeri darbesi
sonrasında getirilen yasaklarla siyasi yelpazenin sağ ve solunda başlatılan
bölünmeler, siyasal istikrarsızlığı körüklemiştir. Ortanın hem sağında hem de
solunda oluşan bölünmüş yapılar nedeniyle Türkiye 2002 yılına kadar sık sık
değişen koalisyon hükümetleri tarafından yönetilmiştir. Kısa süreli koalisyon
hükümetlerinin kısa vadeli siyasal hedeflere yönelmeleriyle birlikte mali
disiplinden vazgeçilmiş, bir dizi iktisadi krize giden yol açılmıştır. Bu dönemde
koalisyon hükümetleri için hedef, ekonomide makro dengesizliklerin çözümü
değil, bütçe dengesizlikleri ile mümkün olduğu kadar ömürlerini uzatmak
olmuştur. Sık sık değişen hükümetler iktisat politikalarında küreselleşmeye ayak
uydurmak ve bu doğrultuda yeni önlemler almak yerine, var olan sorunları daha da
ağırlaştırmadan yaşamaya çabalamışlardır. Ancak giderek ağırlaşan iktisadi
sorunlar nedeniyle Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar inişli
çıkışlı ve krizli bir dönem yaşanmıştır (Pamuk, 2014: 276).
Ayrıca askeri müdahaleler ve muhtıralarla demokratik yaşam defalarca
kesintiye uğramıştır. Sadece 12 Mart askeri muhtırası ile 12 Eylül askeri
müdahalesi arasında geçen dokuz yıllık sürede dokuz hükümet işbaşına gelmiştir.
12 Eylül askeri müdahalesi ile AKP’nin tek başına iktidara geldiği 2002 Kasım
seçimlerine kadar ise 14 hükümet işbaşına gelmiştir. 1991’den 2002 yılındaki
Kasım seçimlerine kadar, yaklaşık 13 yıllık zaman diliminde iktidardaki
hükümetler koalisyon hükümetleri olmuştur. Koalisyon hükümetleri arasında
yaşanan çatışmalar ve parti içi çekişmeler hemen hemen her seçimin normal
zamanından önce yapılmasına ve seçimler arasında hükümet değişikliklerinin
artmasına neden olmuştur. Tüm bunların bir sonucu olarak, Türkiye’de belirtilen
zaman dilimi boyunca yüksek politik istikrarsızlığın var olduğu ifade edilebilir
(Bakırtaş vd, 2005).
Türkiye 2001 ekonomik krizini aştıktan sonra beş yıl süre ile 2002-2006
döneminde yüksek oranda ve düzenli, uzun dönemli büyüme oranının (%4,6)
üstünde %7,2 gibi bir büyüme trendi yakalamıştır. 1998 fiyatları ile GSYH
yaklaşık 68,3 milyar TL’den 96,7 milyar TL’ye yükselmiştir. Bu dönemde
Türkiye’nin ekonomik düzenlemelerin, tek parti iktidarının ve dünya
konjonktürünün özellikle AB’ye tam üyelik müzakerelerinin yarattığı olumlu hava
veya sinerji ile GSMH’sini yüksek oranda büyüttüğü gerçektir (Şahin, 2014: 14).
128
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
5. SONUÇ
Türkiye’deki çok partili parlamenter sistem; sık sık yaşanan siyasi
istikrarsızlıklar, hükümet krizleri ve koalisyonlar gerekçe gösterilerek
eleştirilmekte ve parlamenter sistem siyasi ve ekonomik istikrarsızlıkların sebebi
olarak işaret edilmektedir. Bu eleştirilere özellikle son yıllarda cumhurbaşkanının
seçilme biçimi ile ilgili yapılan düzenlemeler ve yetkileri ile ilgili ortaya çıkan
yürütmedeki çift başlılık gibi konular da eklenmektedir. Bu vesile ile aynı
zamanda koalisyon hükümetlerinin ekonomik kalkınma ve büyümeyi olumsuz
etkilediği savunulmaktadır. Türkiye’nin siyasal ve ekonomik istikrarsızlıklarla yüz
yüze kaldığı koalisyon dönemlerinde zaman zaman ciddi bunalımlar yaşandığı da
gözlenmiştir. Ülkedeki siyasal ve ekonomik istikrarsızlığın değişik iç ve dış
nedenleri bulunmakla beraber koalisyon hükümetlerinin bu istikrarsızlıklarda
önemli roller oynadığı söylenebilir. Özellikle de koalisyon hükümetlerinde
partilerin programlarını diledikleri gibi uygulayamamaları ve başarısızlığın
faturasını kolayca birbirlerine yüklemeleri daha ciddi sorunların yaşanmasına da
neden olabilmektedir.
Yapılan analizler siyasal istikrar ile ekonomik performans ve büyüme
arasında bir ilişki olduğunu göstermektedir. Uzun vadeli kalkınma programlarının
başarıya ulaşabilmesi için istikrarlı hükümetler önemli bir koşul olarak
görülmektedir. Çünkü kalkınma ve ekonomik büyüme için gerekli yapısal
reformların uygulamaya konulabilmesi için hükümetler istikrarlı homojen bir
meclis çoğunluğuna ihtiyaç duymaktadır (Akagül, 2005). Özellikle siyasi
kutuplaşmaların keskin olduğu Türkiye gibi ülkelerde farklı siyasi parti ve
ideolojik kesimlerden parlamenterlerden ve hükümet mensuplarından görüş birliği
sağlamak pek kolay görünmemektedir. Türkiye gibi demokrasisi
kurumsallaşmamış ülkelerde siyasi istikrarsızlıklar, hükümet krizleri ve koalisyon
hükümetlerinin kalkınma ve ekonomik büyümeyi olumsuz etkilediği
görülmektedir. Ancak Almanya gibi demokrasisi konsolide olan ülkelerde
koalisyon hükümetlerinin aynı olumsuz sonuçlara yol açmadığı görülmektedir.
KAYNAKÇA
Acemoğlu D. ve Robinson J.A. (2014). Ulusların Düşüşü. Çev. F.R. Velioğlu. İstanbul:
Doğan Kitap.
129
M. Aktaş ve A. Levent
Akagül , D. (2005). Démocratie, stabilitépolitique et développement : analyse ducasturc.
http://www.ceri-sciences-po.org, (01.02.2016).
Akarca, A. T. ve Aysit, T. (2006). “Economic Performance and Political Outcomes: An
Analysis of the Turkish Parliamentary and Local Election Results Between 1950 and
2004”, PublicChoice, Cilt:129, Sayı:1-2, ss.77-105.
Akıncı, A. (2015). Demokrasi İle Siyasal İstikrar ve Kalkınma Arasındaki ilişki: Türkiye
Örneği, Turkish Studies International Periodical for the Languages, Literature and History
of Turkish or Turkic Volume 10/10 Summer 2015,pp. 41-60.
Aktaş, M. (2015). Türkiye’de Hükümet Krizleri ve Sistem Arayışları, (Eds.) Murat Aktaş,
Bayram Coşkun, Başkanlık Sistemi. Ankara: Liberte Yayınları.
Ali. A. M. (2001). Political Instabilitiy, Political Uncertaintiy and Economic Growth; An
Empirical Investigation, Atlantic Economic Journal, 29 (1), 2001, s.103.
Arslan, M. ve Bilge, S. (2009). Türkiye’de 1950-2006 Döneminde Bütçe Gelir Gider
Yönetimi Üzerine Ampirik Bir Çalışma: Tek Parti ve Koalisyon Hükümetlerinin
Karşılaştırılması. Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Dergisi Y.2009, C.14, S.3 s.265-288.
Bakırtaş İ., Koyuncu C. (2005). “Politik Dalgalanmalar Çerçevesinde Türkiye’deki
Seçimlerin Ekonometrik Analizi”, Dumlupınar Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler
Dergisi, Cilt: 19 Nisan 2005 Sayı: 1- 57.
Boratav, K. (2014). Türkiye İktisat Tarihi 1908-2009, İstanbul: İmge Kitabevi.
Bussiere M. ve Mulder C. (2000). “Political Instability and Economic Vulnerability”,
International Journal of Finance & Economics, C.5, S.4, s. 309–330.
Ercan, F. ve Ş. G. Tuna. (2006). “İç Burjuvazinin Gelişimi: 1960’lardan Günümüze
Bakış”, İ. Akça, B. Ülman (Der.), İktisat, Siyaset, Devlet Üzerine Yazılar, Prof. Dr.
Kemali Saybaşılı’ya Armağan, İstanbul: Bağlam Yayınevi, ss. 141-172.
Eren, E. ve Bildirici, M. (2001). “Türkiye’de Siyasal ve İktisadi İstikrarsızlık; 1980-2001”,
İktisat, İşletme ve Finans, Cilt: 16, Sayı: 187, ss.27-43.
Gurgul H. andLach L. (2013). “Political Instability and Economic Growth: Evidence From
Two Decades of Transition in CEE”, Communistand Post-Communist Studies, 46, 2013,
189-202.
İnsel, A. (1996). Düzen ve Kalkınma Kıskacında Türkiye. Çev. A. Sönmezay, İstanbul:
Ayrıntı Yayınları.
130
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Karaca, O. (2003). “Türkiye’de Koalisyon Hükümetleri, Tek Parti Hükümetleri ve
Ekonomi”. İktisat, İşletme ve Finans, Cilt: 18, Sayı: 207, ss.90–100.
Kibritçioğlu, A. (2001). “Türkiye’de Ekonomik Krizler ve Hükümetler, 1969-2001”, Yeni
Türkiye Dergisi Ekonomik Krizler Özel Sayısı.
Miller, V. (1997). “Political Instability and Debt Maturıiy”. Economic Inquiry. Cilt:35,
Sayı:1, ss.12-27.
North, D.C. (2002). Kurumlar, Kurumsal Değişim ve Ekonomik Performans. Çev. G. Ç.
Güven, İstanbul: Sabancı Üniversitesi Yayınları.
Okutan M. Ç. (2011).Türk Siyasal Hayatı.(Eds.) Yusuf Tekin ve M. Çağatay
Okutan.Ankara: Orion Yayınevi.
Öztürk, S.,Özyakışır, D. (2005).Türkiye Ekonomisinde 1980 Sonrası Yaşanan Yapısal
Dönüşümlerin GSMH, Dış Ticaret ve Dış Borçlar Bağlamında Teorik Bir
Değerlendirmesi. Mevzuat Dergisi Yıl:8 Sayı:94.
Pamuk, Ş. (2014). Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi.İstanbul: Türkiye İş Bankası
Yayınları.
Sen, A. (2004). Özgürlükle Kalkınma. Çev. Yavuz Alagon. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Şahin, H. (2014). Türkiye Ekonomisi. Bursa: Ezgi Kitabevi.
Yenal, O. (2013).Cumhuriyet’in İktisat Tarihi.İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları.
131
Araştırmalarda Doğrusal Olmayan
İlişkilere Veri Mühendisliği Yaklaşımı
Dr. Murat Kayri
Muş Alparslan Üniversitesi
ÖZET
Bu araştırmanın amacı, doğrusal olmayan ilişkilerde yansız ve sapmasız olan istatistiksel
yöntemlerin gücü ve önemini tartışmaktır. Araştırma deseni, regresyonel bir model olup,
Çoklu Doğrusal Regresyon ve Regresyon Ağacı yöntemleri karşılaştırmalı olarak
incelenecektir. Araştırma kapsamında karşılaştırması yapılacak her iki yöntem için
hipotetik bir veri seti kullanılmıştır. İlişkilerin doğrusallığı dikkate alınmadan yapılan
analizlerin, yanlı ve sapmalı bulgular elde edileceği dikkate alınmalıdır. Hipotetik veri seti
üzerinde yapılmış olan bu çalışmada; Çoklu Doğrusal Regresyonun sapmalı bulgular
hesapladığı görülmüş ve bu durumun özellikle değişkenler arasındaki ilişkinin doğrusal
olmamasından kaynaklandığı gözlenmiştir. Değişkenler arası ilişkinin doğrusal olmadığı
durumlarda, Çoklu Doğrusal Regresyona alternatif olarak düşünülen Regresyon Ağacı
yönteminin tutarlı, genellenebilir ve güvenilir sonuçlar ürettiği sonucuna varılmıştır. Bu
araştırmanın, özellikle sosyal bilimler alanında nicel araştırma yapanlara bir farkındalık
kazandırması beklenmektedir.
Anahtar Kelimeler: Çoklu Doğrusal Regresyon, Doğrusal Olmayan İlişki, İstatistiksel
Yöntem, Regresyon Ağacı.
M. Kayri
Data Engineering Approach To NonLinear Relations in Researches
Dr. Murat Kayri
Muş Alparslan University
ABSTRACT
The aim of this study is to discuss the effectiveness of some statistical methods empirically
fornon-linear relations. There search design can be described as a regressionel model and
Multiple Linear Regressionand Regression Tree methods were examined comparatively.To
compare Multiple Linear Regression method with Regression Tree method, the data set
was generated hipotetically. At the end of this study, it was seen that the linear method,
which was used in this study, calculated biased findings. However, Regression Tree
method obtained robustandun biased findings. As a result, it was adviced to researchers
that they should take linearity situation of variables into consideration. This research is
expected to benefit in terms awareness to those who are engaged in social sciences
research.
Keywords: Multiple Linear Regression, Non-Linear Relation, Regression Tree, Statistical
Method.
134
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
1. GİRİŞ
Doğa olaylarında, değişkenler arasındaki ilişki kimi zaman doğrusal kimi
zaman da doğrusal olmayan bir form sunabilir. Benzer şekilde, sosyal bilimler
alanında da, sosyal veri (socialdata) olarak tanımlanan değişkenler arasındaki ilişki
doğrusal ya da doğrusal olmayan bir forma sahiptir. Araştırmalarda, değişkenler
arasındaki ilişkinin doğru tanımlanması, elde edilen bulguların genellenebilirliği
ve sonuçların sapmasız olması, özellikle incelenen değişkenlere uygulanan
istatistiksel analizin türü ile doğrudan orantılıdır. Doğrusal olmayan bir ilişkiye,
doğrusal olan bir istatistiksel yöntemin uygulanması hem bulguların
genellenebilirliğini hem de güvenirliğini olumsuz yönde etkilemektedir. Bu
durum, özellikle sosyal bilimler alanında ciddi bir problem olarak görülmektedir.
Çünkü tabiat olaylarındaki ilişkilerin doğrusal tanımlanma sıklığı, sosyal bilimlere
göre görece daha fazladır. Sosyal bilimlerde çoğunlukla incelenen obje insan
olduğundan, her insanın aynı değişkenler karşısındaki tutumu farklılık
gösterebiliyor, bu durum insan-incelenen değişken arasındaki ilişkiyi doğrusal
olmaktan çıkarabiliyor.
Yapılan birçok çalışmada, nicel araştırmalara ait bulguların yanlılığına ya
da sapmalı olmasına belirlenen istatistiksel yöntemin yol açtığı bildirilmiştir (Arı
ve ark.,2009; Delice, 2010; Karadağ, 2010; Sönmez, 1999; Tavşancıl ve ark.,
2010a; Tavşancıl ve ark., 2010b; Toy ve Tosunoğlu, 2007).
Bu araştırmanın amacı, doğrusal olmayan bir veri seti üzerinde deneysel
olarak doğrusal ve doğrusal olmayan iki istatistiki yöntemi sınamak ve bu yolla
yöntemlerin ne kadar farklı sonuçlar üretebileceğini göstermektir.
2. MATERYAL - YÖNTEM
2.1. Materyal
Bu araştırmada, Çoklu Doğrusal Regresyon ve Regresyon Ağacı
yöntemlerinin karşılaştırılması için hipotetik bir veri seti kullanılmıştır. Bu
hipotetik olan veri setinde; başarı değişkeni bağımlı olmak üzere, bireylerin aylık
ekonomik geliri, günlük beslenme düzeyi (kalori olarak), haftalık çalışma saati ve
stres düzeyi de bağımsız değişkenler olarak tanımlanmıştır. Veri setinde 240
öğrenciye ait bilgiler yer almaktadır.
135
M. Kayri
2.2. Analiz
Deneysel olan bu araştırmada, Basit Doğrusal Regresyon ve Regresyon
Ağacı yöntemleri karşılaştırmalı olarak incelenecektir. Çalışmada kurulan
regresyon modeli;
Başarı puanı = β0 + β1*aylık gelir + β2*haftalık çalışma saati + β3*günlük kalori
+ β4*stres düzeyi + Hata
şeklindedir.
2.3. Çoklu Doğrusal Regresyon Yöntemi (ÇDRY)
ÇDRY,modelde bir bağımlı değişkenin ve ikiden fazla bağımsız
değişkenin yer aldığı denklemler olarak ifade edilir. Bu yöntemde, bağımlı
değişkeni etkileyen bağımsız değişkenlere ait β parametreleri tahminlenir. Buna
müteakip, tahminlenen parametre katsayılarının bağımlı değişken üzerindeki
istatistiksel anlamlılık incelenir. ÇDRY’e ait genel form aşağıdaki gibi
tanımlanabilir:
Y = β0 + β1*k1 + β2*k2 + β3*k3 + ……..+ βn*kn + ui
Burada; y, modelde yer alan bağımlı değişkeni, k seti ise bağımsız değişkenleri ve
ui ise hata terimini göstermektedir.ÇDRY’de model doğrusal kurulur, hata
teriminin ortalaması sıfır ve hata terimine ait varyans tüm bağımsız değişkenler
için aynıdır. Modelde yer alan parametrelerin kestirimi, temel olarak En Küçük
Kareler Yöntemi (EKK) ile yapılmaktadır.
2.4. Regresyon Ağacı (RA)
Bağımlı ve bağımsız değişkenler arasındaki doğrusal ya da doğrusal
ilişkiyi inceleyen yöntemlerden biri RA’dır. RA, geleneksel yöntemlerden farklı
olarak, değişkenler arasındaki ilişkiyi ağaç yapısı şeklinde sunmaktadır. RA
modelinde, modelde yer alan bağımsız değişkenlerin birbirleri ile olan
etkileşimleri de dikkate alınır ve bu durum kök düğümden dallanmaya doğru
sergilenir.Modelde önemsiz bulunan değişkenler, ağaç yapısında yer almaz ve
istatistiksel anlamlılığa sahip değişkenler ağaç yapısında önem seviyesine göre
konumlanır.RA’da önemli görülen bağımsız değişkenlere ait bir “gelişim değeri
136
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
(improvement value)ve değerin büyümesi bağımsız değişkenin önem seviyesini
artırır. RA’da kullanılan algoritma sıklıkla Gini indeksidir. Gini, heterojen olan
veri setini homojen alt gruplara bölerek, ilgili homojen alt gruplarda bağımsız
değişkenlerin etki seviyesini inceler (Kayri, 2015).
3. BULGULAR
Hipotetik olan veri setinde yer alan değişkenlere ait betimsel istatistik
bulguları Tablo 1’de yer almaktadır.
Tablo 1: Modelde Yer Alan Değişkenlere Ait Betimsel İstatistikler
N
Minimum
Maksimum
Arit.
Std. sapma
ortalama
Başarı Puanı
240
21
96
63.64
18.70
Aylık Gelir (TL)
240
1100
5200
3061.66
1136.15
Haftalık Çalışma
240
5
16
11.24
3.18
Günlük Kalori
240
400
2000
1263.12
368.57
Stres Düzeyi
240
95
133
105.83
9.54
Saati
Modelde yer alan değişkenlerin merkezi eğilim ve dağılış bilgileri Tablo
1’de yer almaktadır. Başarı puanı bağımlı değişkenini etkileyen parametreleri
öncelikle ÇDRY ile modellenmiştir. ÇDRY’e ait parametre katsayıları ve bu
katsayıların istatistiksel anlamlılık (p) düzeyleri Tablo 2’de verilmiştir.
137
M. Kayri
Tablo 2: Başarı Puanı Üzerinde Etkisi İncelenen Parametrelere Ait
Katsayılar
Model
Standardize
t
p
edilmiş β
katsayısı
Sabit
45.98
2.818
0.00
Aylık gelir
0.158
1.96
0.048
Haftalık çalışma saati
0.495
7.11
0.00
Günlük kalori
-0.076
-1.315
0.190
Stres düzeyi
-0.087
-1.348
0.179
Tablo 2’ye bakıldığında, başarı puanı üzerinde anlamlı etkiye (p<0.05)
sahip olan bağımsız değişkenler; bireylerin aylık geliri ve haftalık çalışma
saatleridir. Bireylerin günlük kalori ve stres düzeyleri ise bağımlı değişken
üzerinde etkili olmamıştır. Buna göre elde edilen regresyon denklemi aşağıdaki
gibidir:
Başarı puanı = 45.98 + 0.158*aylık gelir + 0.495*haftalık çalışma saati –
0.076*günlük kalori – 0.087*stres düzeyi
Değişkenler arası ilişkiye bakıldığında, ilişkinin doğrusal olmadığı Grafik
1’den anlaşılmaktadır. Grafik 1, modelde yer alan gözlemlenen ve beklenen
değerler arasında istenen düzeyde bir doğrusallığın olmadığına işaret etmektedir.
Bu durumda, doğrusal olmayan bir ilişkiye doğrusal bir istatistiksel yöntem
uygulanmıştır ve bu da eldeki bulguların güvenirliğini olumsuz yönde
etkilemektedir.
Modelde yer alan değişkenlerin doğrusal olmadığı durumlarda, tercih
edilmesi gereken yöntem; doğrusal olmayan regresyon yöntemlerinden biri ya da
138
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
yarı-parametrik yöntemlerden (karar ağaçları) biri olmalıdır. Çünkü bu yöntemler,
doğrusal olmayan ilişki düzleminde parametre kestirimi yapmaktadır.
Grafik 1: Değişkenler Arası İlişkilere Ait Doğrusal Eğri
Başarı puanı üzerinde etkisi incelenen faktörler, Regresyon Ağacı yöntemi
ile analiz edilmiş ve ilgili bulgular Grafik 2’de verilmiştir. Grafik 2 dikkatle
incelendiğinde, ÇDRY’den farklı olarak, Regresyon Ağacı yöntemi, bireylerin
stres düzeyini de modelde anlamlı bulmuştur. Aynı zamanda, bireylerin günlük
kalori seviyelerinin de stres düzeyi ile olan etkileşimini de (interaction) ortaya
çıkarmıştır. Regresyon Ağacı yöntemi, modelde yer alan bağımsız değişkenlerin
önem seviyesini de ağaç yapısı üzerinde göstermiştir. Ağaç yapısı incelendiğinde;
modelde yer alan en önemli etkiye sahip olan değişkenin “haftalık ders çalışma
saati” olduğu görülmüş ve tüm bağımsız değişkenlerin etkileşimli olarak
birbirleriyle olan ilişkileri dallar şeklinde grafikteki yerini almıştır. RA’ya göre
modelde yer alan değişkenlerin önem seviyesi Tablo 3’de gösterilmiştir.
Tablo 3’e göre, modelde en önemli etkiye sahip olan bağımsız değişken
%100 etki ile haftalık çalışma saatidir. İkincil düzeyde önemli etkiye sahip olan
değişken ise %82.5 önem seviyesi ile bireylerin stres düzeyidir. Modelde yer alan
ve %70.7 düzeyde bir önem düzeyine sahip olan değişken, aylık gelir olarak tespit
edilmiştir. Modelde en az etkiye sahip (%40.8) olan bağımsız değişken ise
bireylerin günlük kalori miktarı olarak elde edilmiştir.
139
M. Kayri
Grafik 2: Başarı Puanı Üzerinde Etkisi İncelenen Değişkenlere Ait Regresyon
Ağacı
140
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Tablo 3: Modelde Yer Alan Bağımsız Değişkenlerin Önem Seviyesi
Bağımsız değişkenler
Önem değeri
Normalleştirilmiş
önem yüzdesi
Haftalık çalışma saati
157.59
100
Stres düzeyi
130.031
82.5
Aylık gelir
111.354
70.7
Günlük kalori
64.24
40.8
4. TARTIŞMA VE SONUÇ
Yapılan bu araştırma, doğrusal olmayan ilişkilerde kullanılması gereken
istatistiksel yöntemlerin önemine vurgu yapmaktadır. Çoklu Doğrusal Regresyon
yöntemi birçok araştırmada dikkatsizce kullanılabilmekte ve bu yönteme ait
bulguların güvenilir olamayacağı düşünülmelidir. Veri madenciliği kapsamında
ele alınan yöntemlerden biri Regresyon Ağacı olup, bu yöntemin doğrusal
olmayan ilişkilerin çözümlenmesinde etkili olduğu bildirilmektedir (Kayri, 2015;
Kayri ve Boysan, 2008) Deneysel olan bu araştırmada, ÇDRY analizinde anlamsız
karşılanan bir bağımsız değişkenin RA’da anlamlı bulunması düşündürücüdür.
Tam tersi olarak, bir istatistiksel yöntemde anlamlı karşılanan bir yordayıcı, başka
istatistiksel yöntemde anlamlılığa sahip olmayabilir. Bundan dolayı, isabetli, temel
varsayımları (doğrusallık, normallik gibi) karşılanan istatistiksel yöntemin
uygulanması; sağlam, güvenilir, yansız ve sapmasız bulguların ön koşulu olarak
düşünülmelidir.
Değişkenler arası ilişkinin doğrusal olmadığı durumlarda, Çoklu Doğrusal
Regresyona alternatif olarak düşünülen Regresyon Ağacı yönteminin tutarlı,
genellenebilir ve güvenilir sonuçlar ürettiği sonucuna varılmıştır. Bu araştırmanın,
özellikle sosyal bilimler alanında nicel araştırma yapanlara bir farkındalık
kazandırması beklenmektedir.
141
M. Kayri
KAYNAKÇA
Arı, G.S., Armutlu, C., Tosunoğlu, N.G., Toy, B.Y. (2009). Nicel araştırmalarda
metodoloji sorunları: Yüksek lisans tezleri üzerine bir araştırma. Ankara Üniversitesi SBF
Dergisi, 64 (4), 16-37.
Delice, A. (2010). Nicel araştırmalarda örneklem sorunu. Kuram ve Uygulamada Eğitim
Bilimleri Sorunu, 10 (4), 1969-2018.
Karadağ, E. (2010). Eğitim Bilimleri Doktora Tezlerinde Kullanılan Araştırma Modelleri:
Nitelik Düzeyleri ve Analitik Hata Tipleri. Kuram ve Uygulamada Eğitim Yönetimi, 16
(1), 49-71.
Kayri, M. (2015).Thecomparison of Giniand Two in galgorithms in terms of predictive
ability and misclassification cost in datamining: An empirical study. International Journal
of Computer Trends and Technology, 27 (1), 21-30.
Kayri, M., Boysan, M. (2008). Bilişsel yatkınlık ile depresyon düzeyleri ilişkisinin
Sınıflandırma ve Regresyon Ağacı analizi ile incelenmesi. Hacettepe Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Dergisi, 34, 168-177.
Sönmez, V. (1999). Bilimsel araştırmalarda yapılan yanlışlıklar. Hemşirelik Araştırma
Dergisi, 1999 (1), 13-28.
Tavşancıl, E. ve ark. (2010a). Eğitim Bilimleri Enstitülerinde Tamamlanmış Lisansüstü
Tezlerin İncelenmesi (2000-2008). Ankara Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri,
09B5250006, Ankara.
Tavşancıl, E., Erdem, D., Yalçın, N., Yıldırım, Ö., Bilican, S. (2010). Examination of data
analyses used formaster’s theses in educational sciences. Procedia Socialand Behavioral
Sciences, 9, 1467-1474.
142
Avrupa Bütünü İçinde Balkan
Özellikleri (Osmanlı İdaresinden
Avrupa Birliğine Uzanan Balkanlar)
Refki Taç
ÖZET
Balkanlar, coğrafyala tanımlanılabilen ve toprak üzerinde sınırlanabir bölge olarak tasvir
edilemez. Doğu - Batı arasında esen rüzgârlarla kâh Garba kâh Şarka itilen, durağan
özeliğini kaybetmiş, siyasi, ekonomi, kültürel gibi çalkantılara yenik düşen, sınırları belli
olmayan bir alandan söz edilmektedir. Farklı kültürlerin buluştukları bir alan üzerinde
dokunan mozaik bir medeniyetin belirtisidir Balkanlar. Farklı dinleri, dilleri, yaşam
biçimlerini barıştıran, çok renkli bir bahçedir - bu Avrupa Yarımadası Doğuyu Batıya,
Batıyı Doğuya taşayan güzergâh rolüyle, Avrupa- Asya- Afrika kavşağında farklılıklara
mekik dokuyan anlamlı bir dünya bölgesidir, sözü geçen eski kıta bölgesi.
Anahtar Kelimeler:Bütüncülük, Ayrımcılık, Özellik.
R. Taç
The Balkan's Peculiarity within the
European Totality (The Balkans
Reaching Out to the European Union
through the Ottoman Administration)
Refki Taç
ABSTRACT
The Balkans cannot be described as a region defined by its geography and territorial
borders. Without demarcated boundaries, it is an area defeated under upheavals such as
political, economic and cultural turmoil an area which has lost its stability; and region
which is thrust between the Occident and the Orient under blowing winds of East and
West. The Balkans represent a mosaic-weaved civilization on a venue were diverse
cultures meet. This European peninsula is a multi-coloured garden which reconciles
diverse beliefs, languages, and life forms. Bringing East to West and West to East with its
taxiway role, the Balkans, this influential region of an old continent, is an important world
region which shuttle weaves the differences at the intersection of Europe, Asia and Africa.
Keywords:Totalitarianism, Differentiation, Peculiarity.
144
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
1. GİRİŞ
Avrupa kıtasının bütününü ikiye bölen, coğrafya değil kültürdür.12 14üncü asırdan beri, Avrupa kavramını, birileri, coğrafi bir bölge ötesinde, kültür, din
ve bilinç özenli bir topluluk olarak nitelendirirken, Balkanları, bu eski kıtanın üvey
ve Avrupa medeniyetine yabancı bir parçası olduğunu dile getirmekten günümüze
dek hiç vezgeçmemişlerdir. Bunlara ne kadar itibar edebiliriz sorusuna doğru
cevap bulmak istenirse, Avrupa olduğunda çok daha büyük göründüğünü doğru
anlamak gerekir, başka söze acet yok. Akabinde sunu da eklemeden geçmeyelim,
binaenaleyh, „Balkan” kelimesinin çağrıştırdığı dağlık yapının sözlük analımı,
tek başına bu yarımadayı tanımlayacak bir role sahip değildir. Coğrafyanın beşeri
yapısı, bölgenin isimlendirilmesinde ve sınırlarının çizilmesinde tek etken olarak
görülemez.13
Balkanlar (Avrupali zihniyetinde), coğrafya kavramında fazla, fikir olarak
‘Doğu’ kültürüne ait bölgenin nüfusuna atıfta bulunarak, küçümseme anlamıni
iceren kasitli isimlendirmedir. Tanınmış Amerika gazetecesi John Gunther, bir
yazısında, balkanları şu cümleyle betimlemektedir: ‘Eski Çekoslovakya’nın
ötesinde ve aşağısında derin balkanlar uzanır. Balkanlar büyük devletlerin kötü
niyetleriyle düşünmüş bir cehnnemdir.’ Osmanlı’nın bu yarımadadan
çekildiğinden sonra balkanlar sahiden cehnnem haline dönüştürlmüştür. Son
yılarda savaşlar, bölünmeler, siyasi çalkantılar, sosyal, etnik ve kültürel
çekişmeler, sürekli bir değişimin ve hareketin rüzgarında sürüklenmektedir.
Balkanlar, coğrafyayla tanımlanabilen ve toprak üzerinde sınırlanan bir
bölge değil, Doğu ve Batı arasında gelişen hadiselere bağlı olarak siyasi,
ekonomik, tarihi ve kültürel değişimlerle, durağan karakterini kaybetmiş bir
bölgedir. Bu sebeple zaman zaman farklı kimliklere bürünür, bazan Garba kayar,
bazan Doğu’ya itilir; bazan da genişler ya da tam tersi daralarak14 gerçek yerini
12
Dağlar, tepeler, nehirler gibi benzeri coğrafya özelikleri insanların bir arada olmalarını engelemez,
bu zorlamaları aşacak tuneller, köprüler giderebilir, aralarında gönül bağları kopmadıkça
13
Kırım Savaşına kadar (1853) Osmanlı idaresi ile yönetilen topraklarını, Rumeli adıyla, Avrupa
olmayan bölge ilan eden Batılılar (bkz. Cevdet Paşa, Mu’ruzat, 4; Danışman, 4/181) Paris
Antlaşmasından sonra (1856) Osmanlı devletini Avrupa devleti olarak tınıldığı söylense de, aslında,
(Hüner Tuncer’ e göre, ‘Lozan Diplamasisi’ başlığı altında, Türkiye Hukuçlar Kuruluşunun 75- ci
Yıldönümü dolaysıyla sunulan ve Ankara, 2005 yılında basılan tebliğe bakınız) Türkiye Avrupa’ya
değil, Avrupa Türkiyeye girmiştir.
14
George Kennan’nın yazdığına göre (The Cloud of Danger, Boston, p. 41- 43) Batı kültürünü
savunarak demokrasinin ilerlemesi için; Rusya’ nın ve Osmanlı’ nın idaresi altında bulunan topraklar
145
R. Taç
belirleyemeyen bir olgu haline dönüşür. Bazı yayınlarda Güneydoğu Avrupa terimi
geçse de, batının güneydoğusunda ve doğunun kuzeybatısında bulunan bölgeyi;
Batılılar, dışlayıcı manasıyla ‘Balkanlar’ olarak tanımlamaktadırlar.15 Çoğu zaman
saygınlığını yitirmiş, Avrupa’nın sorunlu ve geri kalmış yerleşim yeri olarak
tanımlanan Balkanlar, bir takım aşağılayıcı sıfatlarla tasvir edilir.16 Oysa
kendilerini Roma medeniyetinin mirasçıları olarak gösteren Batı, Bizans-Osmanlı
senteziyle zenginleşen Balkanların kendi kültür değerlerini de hiçe sayarak
Doğudan ayrılıp Batı'ya yaklaşmasını, Batı dünyasına yönelik ilgi ve özenti ile
açıklar.
Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesinden bu yana bozulan Avrupa
bütünlüğü, hiçbir zaman bu yaranın sızlamasının önüne geçememiş, aksine peş
peşe aldığı darbelerden yeni yaralar alarak Balkan Sendromu denilen
istikrarsızlıkla karşıkarşıya kalmıştır. Bugün bile çeşitli yaralardan bulaşalan
hastalıkları emperyalist mikroplarla tedavi etmeye çalışan Avrupa'nın, ırkçılık,
hoşgörüsüzlük, bencillik gibi zorla dayattığı reçeteler, Balkan insanı birbirinden
koparmış, aralarına düşmanlık ve nifak tohumları ekerek yenik düşmesine neden
olur.
üzerinde bir sınır oluşması gerekmektedir. Bu öneriyi ciddiye alan Batılı göçler, geleceğe ait yeni bir
sınır oluşturmayı uygun bulmuşlardır. Dolayısı ile, Rusya’ nın güneyinden başlayarak Ukranya’yı
ikiye bölme gerekçesini öne sürerken (Katolik Hıristiyanları Ordodoks meshebini yaşayanlardan
ayırarak); akabinde, Romanya’ya gelince, Transilvanyayı Batıya katarak, gelişmemiş doğu
bölgesinden ayırılması gereğini kaçınılmaz bir olgu olarak ortaya koyarak, Slovenya ve Hırvatistanı
kendilerinden sayarak, İslam’dan ve Ortodoks dünyası etkisinden kurtulmaya ‘hak’ eden yeni bir
Batı coğrafyası olşuşturma girişiminde bulunmaktadırlar.
15
Zamanın her olayını tarihe not ederek, hukuk profesörü sıfatıyla da olan bitenlere hak- hukuk
biçmekte geri kalmayan Arnold Toynbee, bir seferinde, Rusya ve Türkiye istedikleri kadar Avrupalı
olsunlar, Batılılar siyasi, iktisadi, kültürel gibi ittifaklarına kabul etmezler.
16
Avrupa eski harita ve kitaplarında Balkan Yarımadası ‘Turqie d’Europe’ olarak geçer. Daha fazla
bilgi için bkz. İslam Ansiklopedisi. Hâlbuki coğrafya bölgesi anlamında ‘Balkan’ sözcüğünün: sarp,
ormanlık sıradağ veya sık ormanla kaplı dağ, sazlık, bataklık, ya da çalıkalarla kapalı engebeli arazi
gibi anlamlarla, diğer (Doğu) dillere Türkçe’den geçtiği bir gerçektir. Bkz. Şemseddin Sami, Kamusi Türki, yeniden basın, 1998, İstanbul. Coğrafya nitelikleriyle betimlenen Balkan bölgesine tarih
olaylarını ekleyerek, onun siyasi- kültürel boyutunu tasvir ederken, Osmanlı hükümranlığının
bitişinden itibaren, Balkanlar’ın paylaşılmasına göz diken emperyalist güçlerin, Avrupa’nın bu
bölgesini Türk kültüründen kurtarmayı bahane göstererek, Balkanlara hâkim olma niyetleri
belirginleşmiştir. Ona biçtikleri anlam veya anlamlar itibarıyla ve sergiledikleri tavırlarıyla,
emperyalistliklerini tasdik etmiş ve etmektedirler. Binaenaleyh, bu yarımadanın sınırlarını belirleyen
toprakların bir kısmında yer almakla Balkan ülkesi sayılan devletler (Türkiye gibi) karşısında, diğer
devletler bu yarımadada yer almalarına rağmen (İtalya örneği) Balkan ülkesi sayılmazlar.
146
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
1352 senesinde Rumeli’ ye adım atan Osmanlı,17 sadece Doğu Roma
İmparatorluğu’nun mirasçısı olarak hereket etmez; binlerce yılda oluşan kültürel
değerlerle bu uzak geçmişin mirasını birleştirip Balkan medeniyetinin senedine
koyduğu İmza ile tarih sahnesine taht kurar. Zengin bir kültürün taşıyıcısı olarak,
Balkanlarda kendini benimsenen Osmanlı, devrine ve zamana göre çağdaş bir
eğitim sistemi getirerek, zanat, sanat, edebiyat gibi değerleri yaşatmak için çeşitli
kurumlar kurar. Böylece Balkan halklarının teşekkülünde de önemli unsur olarak
katılan Türkler, bu yarımadada beş asırdan fazla bir arada yaşadığı Balkan
halklarıyla yeni bir kimlik meydana çıkarır. Eskiyi kendi varlıklarıyla
harmanlaştıran Osmanlı, Balkanlarda geçmişin izlerini gelecek yolun trafik
işaretlerine manşet ederek, çeşitli kültürlerin bir sentezi olarak boy göstermiştir.
Osmanlı'nın Balkanlarda uyguladığı idari sistem, farklılıklara saygı esasına dayalı
bir hamilik olduğu açıktır. 1371 yılından sonra ise, artık Balkanlara tam anlamıyla
egemen olan Osmanlı, temelini sağlam değerlere oturturtarak bu coğrafyayı ve
halklarını asırlarca idare etmeyi başarmıştır.18
Sözü edilen başarının ana hatlarını çizmek gerekirse, en başta farklılıkların
tabi düzenini bozmadan bütünü idare etmek başarısı gelir. Bu ilke yolunda
hareketle Osmanlı, beylikten dev bir devlete yükselmiş, bu günün deyimiyle,
devletler topluluğu niteliğinde genişlemiştir.19 Yaşayış tarzı, çeşitli kültür
zenginliği, yerleşim yerlerin mimari yapıları, edebiyet, sanat, hukuk ve adalet gibi
insani değerler, zamana ve mekâna uygun biçimde, dünya görüşünü yansıtan
kosmopolit bir oluşumu ifade eder.20 Irkçılık yönünde eskiliğin eksikliğini yeni
17
Türklerin Balkanlara ilk yerleşimi, Moğollardan kaçıp Bizans’ ta sığınak sağlayan Selçuk Sultanı
İzzedin Keykavus ile ta 1261 senesinde başlandığı söylenir. Bu görüşü saygıyla karşılarken sunu da
hatırlamadan geçmeyelim: bugun bile azakta kalan eserlere ve tarihin izlerine bakilirsa, Turk- Islan
senteziyle olusan kulturi degerler balkanlarin cok daha derinliklerinde yer alir. Dolayisiyla
Osmanlinin idari kurumlariyla bu Avrupa Adasina yerlesmesi onceden olusturulan medeniyetin
davetisi olarak gormek gerektigini dusunuyorum.
18
Bizim kültür dilimizde idare kelimesi, örtbas etmek; göz yumak; hoş görüşle bir işe elvermek;
kötülüklerden korumak; herkesin geçimini sağlamak için, herkese ve her yere yetişmek demektir,
hükmetmek değil. İdare etmek, halkın sorunlarını yüklenmek demektir, dolayısı ile onlara ezici
talimatlar vermek gibi incitici anlamlara indirilemez.
19
Tarihin bize sunduğu bilgilere dayanarak Balkanlardaki milli oluşum İtalyan Rönesans’ ı ve Fransız
İhtilalinden çok daha önce görülmüştür. 1433 senelerinde tohumların atıldığı söylenir, Fatih
döneminde yer bulur, herkesin haklarını tanımakla Kanuni lakabına yükselen Sultan Süleymen
döneminde coşar. Ancak, Osmanlı kavramında millet duygusu, Fransız devrimin getirdiği sonuçların
aksine, devleti uniterleştirecek ulusal bir kavram algıyışı dışında, farklılıklara tanılan hakların
getirdiği multi renkli yaşam biçimlerin bir arada yaşamı olarak boy göstermiştir.
20
Yunan devletinin kuruluşuyla (1821) Çağdaş Yunan edebiyatın başladığını ve bu başlngıçın
‘Digenis Akritas’ destanının yazılmasıyla vuku bulduğu söyleyenlerden (Damla Demirözü, Balkanlar
147
R. Taç
milli görüşle ortadan kaldırırken, devlet gücünü kendi kültür egemenliğine
harcamadan, asimilisyon duygusuna da kapılmayarak, hiç kimseyi zor duruma
düşürmeden, sıkıştırmadan, farklılıkları il21 ve ilçe bölgelerine sıkıştırmadan, bir
arada yaşanılabilecek bir ortam yaratarak onun kılavuzluğunu yapmıştır.22 Bu da
Osmanlının nasıl kurulduğu ve siyasi yapının neden asırlarca bu coğrafyada
egemen kaldığını açıklamaktadır.23
Başta Hıristiyanlığı İslamla barışık tutmayı başaran Osmanlı idaresi,
içinde bulundurduğu çeşit milletlere eşit mesafede davranarak, farklı dilleri
konuşan çeşit toplulukları saygıyla karşılar. Onlara aynı derecede kapılarını
açarak, herkese eşit ve hoşgürü ile davranır. Dinine, rengine cinsine ve benzeri
insani özeliklerine bakmaksızın, ADALETİ hüküm gösterip bilinen diğer
özeliklerini de bir zenginlik olarak kabul eden bu anlayış, büyük bir kitlenin tüm
farklılıklarına özen göstererek o döneme kadar bilinmeyen bir federasyonu inşa
eder. Bu kanıtlanmış tarihi gerçekleri hatırlatırken, o günlerin hoşluğundan doğan
özlem içerikli duygu ve düşüncelerden asla bir kasıt aranmamalıdır. Kaldı ki,
asırlardır bir arada gelişen ve genişleyen sosyal hayat tarzı ve bu bağlamda inşa
el Kitabı, Cilt III: Dil ve Edebiyat, ‘Yunan Edebiyatı’ başlığı altında yayınlanan makale, s. 101) yola
çıkarak, ‘Yunanlılık’ bilinci altında meydana geldiğini göstermek istenilse de, başını çeken
olaylardan adını alan bu eser, iki (rakam) anlamıyla: 1. ‘di’ ve soy anlamıyla: 2.‘genis’ türemesinden
oluşan ‘Digenis’, bir Arap emirin bir Bizanslı kızı kaçırdığını dile getirirken, iki soylu bir oluşumdan
behsetmektedir.
21
Orhun Kitabesine gore, “il” sözü devlet anlamını taşır; Mahmut Gasgari lugatında ise”il”, sulh
deyimine denk gelir. Bu iki manna birleşimini, Ziya Gökalp, türkçede( Türk kültüründe- RT) “il”
kelimesi hem devlet manasına hem de sulh manasına geldiğini öne sürer.
22
Osmanlıları Balkana ve Balkanı Osmanlılara iyi niyetli insanlar tanıtmışlardır. Moğollardan kaçan
bir grup Türkmenin başında bulunan Sarı Saltuk Baba, iki yıl önce bu yerlere ayak basan Selçuk
Sultanın yanına (1263) yerleşmeleriyle başlarını kurtarma rahatlığına kavuştuklarını yeterli
görmemiş, yaptıkları işlerden ve inşa etikleri kasabalar ve benzeri yerleşim yerlerinde oluşturdukları
istikrarlı sosyal hayat neticesine, Balkanları Türklere ve İslamiyet’ e açmayı başarısıyla veli- gazi
olarak tanıtılmış ve onun kişiliği adına türetilmiş menkıbelerin toplandığı ‘Saltukname’ kitabında
Sarı Babayı tanıma imkanı oluşturulmuştur. (Cem Sultan talimatıyla, Ebu’ l- Hayır Rumi tarafında
kitablandığı söylenir, bkz. Hayriye Süleymanoğlu Yenisoy, Balkanlar el Kitabı, Cilt III: Dil ve
Edebiyat, ‘Türkçenin Balkan Dilerine Etkisi, s. 173). Bu gibi daha birçok örneklerden hareket ederek
(bkz. Aydın Ayhan, Rumali ve Akdeniz Adalarında Türk Varlığı, İstanbul, 2013) gösterilecek son
nokta: Osmanlının Balkanlarla buluşmasını kaba kuvvete dayatmaya çalışanların art niyetlerini
belirlemektedir.
Millet sistemi Fatihi’ in eseri olduğu söylentileri tarih belgeleri destemektedirler. Rumlar, Bulgarlar,
Sırplar, Arnavutlar, Ulahlar, Boğdanlılar, Hırvatlar, Karamanlılar, Süryaniler gibi milletler bu
dönemde oluştukları bilnir. Dolayısıyla, Hıristiyan uyruklu olan bu gruplar, Sultan’ ı dinsel bir otorite
olarak değil, düzenin koruyucusu ve kanun uygulayıcısı olarakgörmişlerdir. Onlar kendi etnik grubu
içinde ana dilerini konuşarak ve kendi cemaatleri içinde ibatlerini serbestçe yerine getirirken, millet
olma yoları açıldığı su götürmez bir gerçektir.
148
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
edilen toplumsal birliktelik, adeta yeni ayşamın mührü olarak bugünkü doğal
haleriyle, Balkan insanını birbirine yönelmeye zorlar.
2. BALKANLARDA İSTİKRAR ARAYIŞLARI
Doğu ile Batı’nın Balkanlardaki buluşmasından doğan tarihi renklernden
oluşan mozaik tablo, 19. asırda bozulmaya başlayınca, resmin tamamı
zedelenmeye, renklerin zenginliği solmaya devam etmiştir. Dolayısıyla, bu
bozulma, Şark’ın Garba açılan penceresinin kapanmasına ve Batı’yı Doğu’ya
götüren kavşak yolun allak bullak olmasına neden olur. Dahası, bir asrı aşan
çekişmeler, tarihin derinliklerinde binbir zorlukla inşa edilen değerlerin bütünlüğü
parçalanmış, aralarına kalın duvarlarlar örülmüştür. Farklı kültür buluşmalarıya
zenginleşen değerlerin altüst edilmesi, bölgedeki dengelerlerin değişmesine; güce
dayalı fiiller ve küçük hesaplar ise, Balkan coğrafyasının bölünmesine ve
parçalanmasına zemin hazırlamıştı. Oysa büyük uygarlıkların buluşmalarıyla
değer kazanan insanlık, maalesef doğru okunamamış ve medeniyetler çatışmasına
dönüştürülmüştür. Bu davetsiz misaferleri kapılarını ardına kadar açarak içlerine
kabul edenler, onlarla bir türlü baş etmeye başaramamışlardır. Bu kandırıcıların
yolu, Balkanları yeni parçalanmalara götürdüğü açıkça görülmektedir. Buna
rağmen, göz göre göre yanlışlar yapılmaya devam edilemektedir, hatta savaşlar
içinde boğulmaktan kurtulmak için yine onlardan imdat aramaya sevk edildiğini
hep beraber yaşadık. ‘Şeytandan iman arama’ deyiminden anlaşılacağı üzere,
bataklıktan kurtulmanın yolunu seni oraya sokanlardan aramak çok
düşündürücüdür.
Bundan böyle, Balkanlar’da istikrarın sağlanması için, ne yazık ki hep
emperyal bir dış güce “ihtiyaç” duygusu hâkim olmuştur. Ancak bu “ihtiyaç”
sonuçları açısından Yarımadada bulunan ülkelerarası ilişkiler zorlamaya, tarihi ve
kültürel bağları bir bir kopartarak, birbirlerinden farklı biçimde gelişmişlerine
sebebiyet verir. Aynı coğrafyada yaşamalarına rağmen, aralarındaki münasebetler
kesilmiş, asırlarca paylaştıkları yaşam tarzlarından uzaklaşarak/yabancılıklaşarak
eski dostlukları kin ve nefrete dönmüş adeta birbirlerine düşman olmuşlardır. Batı
Avrupa tipini benimseyerek, merkezi ulus yaratmaya çalışan Balkan devletleri,
toprak parçalama üzerinden millet kavramını da yozlaştırarak24 tek türlü bir
24
Osmanlı devrinde oluşturan ‘millet’ kavramı, farklı din cematlerini oluşturan gruplara atıfta
bulunmuştur. Etnik grupları beyan eden ‘kavim’ kavramı sosyal hayata insanlar arası ilişkilere etkili
olmadığı için, sözü edlilen idarenin devlet yapısı, milletler topluluğu olarak nitelendirilmiştir.
149
R. Taç
toplumsal yapı kurmaya sevkedilir. Bu yanıltma onları şiddete ve umutsuzluğa
kurban eder.
Batılı emperyalist güçlerin tekkültürlük önceliği ile oluşturmak istedikleri
uniter devlet biçimini, yani ulus ve bu ideoloji temelinde gerçekleşen başarılı
eritme potası örneği25 Balkanlarda geçersiz kalmıştır. Bağımsızlık vaadıyla
oluşturulan bütün Balkan devletleri, ulus üstünlüğünün sağlayacağı tektürlülük
kışkırtmalarıyla aldatıldıkları inkâr edilmeyen bir gerçektir. Ne var ki, ulus-devlet
sistemi, (Batı) Avrupa’da birleştirici işlemlerini görürken, Balkanlarda bölücülük
rolüne börünmüştür. Buna rağmen, her ne kadar bu Yarımadada miniyatür
devletler oluşturulmuşsa da, tektürlülüğü belirleyebilen uniter bir toplumsal
birliktelikn söz edilemez. Vaat edilenin aksine, multikültür yaşamına alışkan olan
Balkan milletine aksini göstererek, bu zenginliğini elinden alıp aralarındaki tarihi
bağlılıklardan doğan köprüleri yıkar, geçmişi suçlamayı hüner gösterip ta
birbirlerini düşman eder.
Osmanlı’nın terk ettiği topraklar üzerinde oluşan ulus-devletler,
karşılarında Batı Avrupa devletlerini bulurlar. 15. asırdan itibaren kurduğu
sömürgelerle genişleyen/zenginleyen Avrupa, Balkalanlarda Osmanlı'nın gücüyle
karşılaşır. Osmanlı’nın çöküşünü fırsat bilen emperyal güçler, bölgede çıkarttıkları
fitne, fesat ve kışkırtmalarla bu Yarımadayı barut fıçısına çevirirler. Mehmet
Akif’in ağıtları da ateşin söndürülmesine (‘Medeniyet size çoktan beridir diş
biliyor; Evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor. Arnavutlar size ibret
olacakken hala, Ne bu bulanık siyaset, ne bu bozuk dava? Görmüyor gittiği yanlış
yolu, zannım, çoğunuz, Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz! Bunu benden
duyunuz, ben ki evet Arnavudum... Başka bir şey diyemem... İşte perişan
yurdum’) yetmez. Aksine, yangından kalan közler üzerinde, (yabanlcıların
yönetimine geçen topraklarda)26 kan ve gözyaşı hiç durmaz. Durmak bilmiyen bu
25
XVI yüzyılda, Avrupa’ da 500 tane özerk devlet ve prenslik vardı ( bkz Charles Tilly, The
Formation of National States in Europe, 1975, alıntı: Anthony Giddens, Sosyoloji, Türkçeye: Ülken
Yıldız, Ankara, 2001, s. 147.) En ince farklılıkları bile kaldırmaya gücü yetmeyen kültürün
neticesinde, böyle bir tablo oluşturulmuştur. Diğer medeniyetlerin kültürel değerlerini yaşamayan
Avrupa, kavga ve kargaşayı kaçınılmaz hale getirmiş, dolayısıyla ulus- devlet sistemi üzerinde
birleşmeyi tercih ederek, XX. yüzyılın başında devlet sayısı 25’ e düşmüştür( Tilly)
26
Çin setinden Adreyatik denizine kadar dev bir devletin en yüksek makamalardına yer almayı bilen
(Osmanlı tebaası) arnavutlar, sözde halk eğemenliğine kavuştuklarında, Arnavutluğa tanılan
‘bağımsızlığın’ beraberinde, emperyal güçlerin hamiliğinde gerçekleşen Londra Konfransını
kararından hemen sonrası, bu yeni Balkan devletin prensliğine; siyasal tecrübesi olmayan, bura
halkın kültüründen habersiz, amma dar görüşlü yönetim anlayışıyla, Avustruya, Macaristan ve
150
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
kavga ve kargaşa, bu coğrafyadaki devletlere ne gerçek bağımsızlıklarını sağlamış,
ne tekkültürlü bir oluşuma izin vermiş, ne de kendi kaderini belirleyecek Balkan
halklarına egemenlik tanımıştır. Su götürmez bu gerçeğin aksine, o gün olduğu
gibi bu gün de, ‘bağımsızlıklarını’ sağlamak adına, yelkenlerini Batı Avrupa
(güçlü) devletlerine açmış olmalarına bir anlam vermek, hayli zor olsa gerek.
3. BALKANLARDA SİYASAL KARMAŞA
“Geçmişten ders almayan, sınavı tekrarlar.” deyiminden yola çıkılırsa,
Batılı zihin tahayyülünde Balkanlar, bir asır boyunca (Osmanlı’nın bu
topraklardan çekilmesinden bu yana) Batı değerlerini kutsayarak, onun ürettiği
milliyetçilik (ırkçılık anlamında) ve egoistlik gibi olumsuzluk çukuruna batmıştır.
Tarih boyunca olduğu gibi, yakın tarihte de, Soğuk Savaşın sona ermesiyle değişen
dengelerin kırılma noktası, Balkanlar üzerinde patlak vermiştir. Ortak değerlerden
çok farklılıkları yücelterek, gerçek değerleri perde arkasına iten anlayış,
emperyalistlerin çıkarları uğuruna savaşlar çıkarmıştır. Ayrılmaz bir bütün olan
Balkan halkları, kışkırtılarak çeşitli çatışmalara sürüklenmiş ve bölgede büyük bir
kaos yaşanmıştır. Bu keşmekeş de parçalanmış devletlerin içinde yer almalarından
başka bir sonuç doğurmamıştır. Çatışmanın fitilini yakan Batı güçlerinin ‘barış
meşalesi’ ne kadar parlayacak, bunu zaman gösterecektir.
Balkan olaylarına Sosylojik tarih merceğinden bakıldığında, bir devletin
yok olmasıyla o devletin yarattığı medeniyetin yok olmayacağı kolaylıkla anlaşılır.
Speras Vryonois’un bu düşüncesi, ilim dünyasında ilgi çekmiş, hatta hiç itiraz
görmeden literetüre geçerek toplumsal gelişmelere kural edilmiştir. Bir zamanlar
bu kuralı tanımayanlar, şimdi ellerinde bu altın kuralla yeniden dönmüşlerdir. Bu
dönüm noktanın aslı bize Osmanlının idaresinin ilkelerini hatırlatır. Binaenaleyh,
Osmanlılar Rumeliye akın etiklerinde, Bizans denilen Doğu Roma kültürünü
kendilerine miras ederek, Bizans-Osmanlı sentezinde,27 Doğu-Batı değerlerini
birlikte mecz ederek, yeni bir kültürün zenginliğini oluşturdukları inkâr edilemez.
Bu pencereden tarihi getirilere bakıldığında, Balkan halklarının birbirleri arasında
birleştici bir faktör olduğu görülmektedir. Böyle bir kaynaşımla özleşen Balkan
Almanya çıkarlarına yeterli olan, 35 yaşıyla ancak yüzbaşı rütbesine tırmanmayı başaran, Alman
askeri William Wied getirilmiştir.
27
Daha geniş bilgi için, İsmail Takalak, Bizant- Osmanlı Sentezi, 2006, İstanbu, yayınlanan eserine
bakınız.
151
R. Taç
kültürü yok olamayacağına göre,28 onunla barışık yaşamak herkesi bu düşünceyi
kabul noktasına götürür. Farklılıkların huzur içinde nasıl yaşandığını gösteren
Osmanlı devri, gelecekte de bunların nasıl yaşanabileceğinin ipuçlarını
vermektedir.
Balkan topraklarında yaşayan milletlerin dağılımı ile devlet sınırları denk
değildir. Bu Yarımadada yer alan devletler içinde tek bir dilin konuşulduğu bir
devlet yoktur. Genellikle birkaç komşu devletde aynı dilin konuşulduğu, aynı dinin
yaşandığı, aynı müzik havasından hoşlanıldığı, aynı mutfağın paylaşıldığı,
aralarında sıkı bir birliğin mevcut olduğu anlaşılır. Diğer nedenler de buraya
eklendiğinde, istense de istenmese de, Balkanların özel bir birliğe sahip oldukları
inkâr edilemez. Dolayısıyla Balkanlar, sınırları aşan bir bütünü teşkil eden büyük
ve karmaşık bir bölgedir. Ömer Lütfü Barkan’ın dediği gibi, Balkan milletleri isim
ve din değiştirerek tarih sahnesine yeni ırk ve millet biçiminde boy gösterirken,
üzerine yeni görevler almış olarak çıktıları diye bilinir. İslami bir renk ve cila
altında eski Bizans’ı (Osmanlı’da) ihya ve devam etirdiler. Balkanın bu rengi asla
değişmez, değiştirilmesi büyük bir felakete yol açar.
Halihazırda Balkanlar bir çelişki içindediler;29 yüzyıların oluşturduğu
bağlılıkları olumsuz bir tarih ile suçlayarak, beraberce inşa edilen bir medeniyeti
yok sayıp geleneksel değerleri çörütmeye kast edenler, başkalarının değer
belirlerdikleri yaşamı kendilerine mal etme peşinde yürümektedirler. Hâlbuki
birliği ifade eden abideleri bir bir yıkmaya çalışılırken, aralarında çatlağın daha da
açılacağının farkına varmalıdırlar. Aynı derdi yaşayan toplulukların uzaklaşmaları,
aynı kaderi paylaşan olumsuzluklardan kurtulma işleri zorlaştıracağını unutmamak
gerekir. Balkanlar üzerinde oynanan oyunların aksine, aynı çileyi çekenlerin bir
28
Linguistique balkanique eseriyle (1930) kendini dünyaya tanıtan Kristian Standfeld, Balkanolojinin
ayrı bir bilim dalı olması gereğini, sosyloji ve tarihi açısından yanısıra, dil açısından da önem
arzetiğini dile getirmiştir. Rumencedeki Türkçe alıntıların bir bölümünün Bulgarcadan, Arnavutçaya
ise Türkçe kelimelerin birtakımının Sırpça ve Yunanca aracığıyla girdiği örneklerini vermesiyle,
Oryentalizm bilimlerin buna karşılık veremeyeceğini öne sürmiştir. Batıya dönük bilimler üzerinden
de Balkan özeliği anlaşılamayacığına göre, Balkanoloji bilim dalının oluşumunu kaçınılmaz olarak
göstermeye çabaları açıkça ortaya çıkmaktadır.
29
Günümüz çelişkilerin saldıkları daların kökleri daha uzun bir geçmişe dayanır. Bunun çok çeşit
örneklerinden, milli çağdaş edebiyatı oluşturma acelesinden doğan bir olayı tercih etmemiz yeteriyle
manidar olacağına inanıyoruz. İstanbul’ da okumayı başlayan ve eğitimini Paris’ te devam etiren,
Odessa’ lı (1854 doğumlu) ilk Yunan milli yazarlarında Yoannis Psiharis, Yunanca yazdığı
romanların yanında Fransızca yazdığı romanları da var olduğu bilinir, ama iyi Türkçe konuşmasını
ve yazmasını bilen bu yazar, Türkçe olarak hiçbir eser bırakmamıştır. Uzak Fransa yı komşusu olan
Türkiye’den daha yakın görmesi, şimdiki çelişkilerin bir öncesini gösterir.
152
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
araya gelmeleriyle, çözüm yolarının bulunması muhakak daha kolaylaşacaktır.
Böyle bir hamleyi oluşturmak adına, Balkan bütününü oluşturacak buluşmaların
sıklaştırılması düşüncesi akla gelir. Bu karşılıklı ilgiyi duyanlar, özelikle üzerinde
durmaları gereken bir şey varsa o da, Balkan rengi kültür harmanından boy veren
bu ortak medeniyeti öz değer bilerek ona sahip çıkmak ve altını kalın çizgilerle
çizerek yeniden hatırlatmaktır.30 Ayrıca, Batı’nın Balkanlara vakıf olamayacağı
ifade edilerek, bilhassa benliklerini daim kılacak noktayı ortaya koymaktır.
4. AVRUPA BİRLİĞİ’NİN BALKANLAR ÜZERİNDE ETKİSİ
Avrupa Birliğine (AB) girmeyi arzulayan devletler, hazırlıklarını
yapacakları süreç içinde, bu topluluğa kabul edilen Balkan devletleriyle özel bir
işbirliği oluşturmalarında fayda vardır. Bu birliğe üye olan Balkan ülkelerin
denetimlerine bakarak, AB'nin onlara getirilerini ve götürülerini iyice inceleyerek,
kendi menfatlarını savunacak kararlar almalarını sağlayabilir. AB'nin parıltılı
dünyasına ve reklamlarına kanmayarak onun gerçek yüzünü görmek, katılım
hazırlıklarına yön verebilir, doğacak olası pişmanlıklardan koruyabilir.31
Batı ideolojisi kapsamında vaad edilen değerlere aşina olan bütün Balkan
ülkeleri, ne yazık ki, kaba kuvvet korkusuna da eğilerek milli çıkarlarını gözden
çıkarmış bir davranış göstermektedirler. Birbirlerine eşit davranan Balkan
devletleri bunu gözden çıkararak, aralarındaki ilişkileri soğutup AB diktası ile Batı
kurumlarında buluşmaktadırlar. Doğal bağlılıkları bir yana koyarak, birilerin
patronlukları/şemsiyesi altına buluşmalarını tasvir etmek elimizden gelmez. Bu
gelişimi tastiklemek kabulenecek bir gelişim olarak nitelendirilemez. Bundan
dolayı, geçici süreç içinde yaşayacakları değişim ve dönüşümler, geçmişin
birikimiyle oluşan Balkan halkalarını birbirinden çıkararak, tabiri caiz ise, yeniden
30
Uluslararası ilişkiler uzmanı, American University, Washington D. C. emeritus professor Joshua S.
Goldstein, „İnternational Relation” eserinde (Marrdhëniet Ndërkombëtare, Arian Starova Arnavutça
çevirisinden alıntıya göre),emperyalizm kültür etkisinde bahsederken, Birleşmiş Amerika Devletlerin
dünyadaki kültür etkisi, askeri gücün bu devlete sağladığı egemenlikten fazlasını getirdiğini
söylemektedir, sayfa 440 bakılabilir.
31
Böyle bir tedbir almak ve bu konularda titiz olma gereğini bize, ünlü bilim adamı Edward Said
(Kültür ve Empeyalizim, Adıyaman, 2010, çev. Necmiye Alpay, 27) şu sözlerle hatırlatmaktadır:
‘Empeyalizimden konuşurken, Osmanlı gibi imperatorluklardan söz etmemeiz, onların diğer
imeratorluklardan daha küçük oldukları anlamında değil, hakimliklerini başkalarına baskı üzerinde
kendi kültürlerini zoraki benimseme girişimleriyle tektür bir kültürün oluşum eylemlerini
göstermediklerini öne sürmektedir. Bu sarfetiği sözlerin verdikleri anlamlara bakıldığında, adları
geçen ve geçmeyen belli imperator devletlerin güçleri yetmediğinden değil, empryalist bir politikayı
benimsemedekleri için gelişmiştir.
153
R. Taç
ör melemek anlamsızlığına izin verilemez. Bu Yarımadada yer alan devletlerin
oluşturdukları ortak değerlerin yerine, tanımadıkları bir sosyal yaşama yönledirme
hedefi kabul görmez. AB'ye katılım şartları doğru algılanırsa, üye olma
girişimlerin ön plana çıkarma mecburiyeti anlaşılır ve kendi özeliklerinden
vazgeçtikleri kadar, bu süreçin uzatılacağı tespit edilebilir. Bu teslimiyetin
getireceği sonuçları tahmin etmek gerekirse, yeni bir jeoekonomik politikasının
ağır basacağı anlaşılır. Ayrıca, bölge ülkeleri arasında daha büyük bir mesafe
kaydedileceği de kolaylıkla görülebilir.32
Batı Avrupa yaşam biçimine uyum sağlama çerçevesinde ve onun
çıkarlarına boyun eğme mecburiyetiyle hareket ederek, Brüksel dikteleriyle
gerçekleştirilmeye çalışılan reformlar, komşu devletlerin birbirleriyle
münasebetlerini kesmekle gerçekleştiği görülmektedir. Geçmişte gerçekleşmiş
bulunan çeşitli ulaşım ve iletişim gelişmelerinin hasara uğradığı, her gün daha
fazla hisedilmektedir. Serbes piyasa ekonomisi adına farklı uygulamalar neticesi,
mevcut ilişkilere yeni perdelerin düştüğü gözler önüne sergilenmektedir. Bütün
ticari hesapların evuro para birimiyle gerçekleşmeleri, milli para birimi geçerliğini
cidi biçimde inleterek, ulusal finans hesaplarını olumsuz etkilemektedir. Balkan
ülkeleri arasındaki anlaşmazlıklar da ilişkilerin gelişmesine ve yeni ortaklıkların
kurulmasına engel olduğu açık bir gerçektir. Balkan ülkeleri arasında yatırım
ilişkileri incelindiğinde, kayda değer bir gelişimden söz edilemez. Bunun aksine,
Batı devletlerin gerçekleştirdikleri yatırım, çevreyi kirletecek endrüstride görülür,
ucuz işçi sağlama fırsatından yaranlanma geleniğini sürdürerek, sömürücü
niyetleri çoktan açığa çıkmış bulunmaktadır.
Balkanlarda ‘çözüm üretme’ deyimini alışkanlık haline getiren güç sahibi
devletler, emperyalist çıkarlarını gerçekleştirmek için, bu sözü alet etmişlerdir.33
19. asırda Balkanlara girmeye başlayan emperyalist güçler, 20. asırda bölgeye
tamamen hâkim olmayı başarmışlardır. Sömürgecilik geleneğini yeni bir kumaş
içinde gerçekleştirmeyi hedef seçen canavar, ‘tek dişini’ (M. Akif) dudakları içinde
saklayarak, ‘medeniyet’ ateşiyle Balkanları yakıp kavurduğu gerçeği henüz doğru
anlaşılmamıştır. Anlaşılmasında zorluk çekilmesinin ana nedeni şu cümle içinde
32
Avrupa Birliği üyesi olmayan devletlere viza uygulamasıyla, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya
gibi ülkelere serbes ziyaretler kısıtlanmıştırı, bu devletler üzerinde seyahat olanakları zorlaşmıştır.
33
Bir Çinlinin Konfüçyüden fazla batı kültürünü tanıması, bir Türkün Osmanlı hakında kısıtlı bilgisi
karşısında, Stuttdgart doğumlu Georg Wilhelm Friedrich Hegel’ in bütün yapıtlarını bilmesi kültür
emperyalizmin hâkim olduğunu belirlemektedir (daha detaylı bilgi için Ahmet Davutoğlu’nun,
“Stratejik Derinlik” eserine bakınız).
154
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
aydınlanabilir: ‘Yaptıklarını hiçbir zaman söylemediler, söylediklerini de hiçbir
zaman yapmadılar.”34 Kanımızca, Batı Hristiyan dünyasında bu cümle içinde yatan
gerçek, bunca senelere rağmen hiç eskimeden günümüze kadar iş görmektedir.
Kaldı ki bu cümleyi iyi okumak ve izah ettiği zihniyeti de doğru tasvir etmek
gerekir.
İkinci Dünya Savaşının getirdiği dehşeten ibret alınarak güya, Evrensel
İnsan Hakları Beyanamesi’ni yaratanlar, bireyselik kavramına siyasi bir anlam
yükleyerek ferdi kozmopolişterme propagandasıyla vatanından kopararıp yeni
idolojik bir hedef gösterirler. Vatandaşa elini uzatmak bahanesiyle ulus devlet
sınırlarını aşarak, bireyi dünya merkezli güçlerin himayesi altına sokan bu yeni
düzen, bağımsız devletlerin egemenlik prensibine de yeni anlamlar eklyerek,
emperyalist çıkarlarına yönenilk yeni bir hedef belirlenmiştir. Dünyanın diğer
bölgelerinde yürüttükleri politikalarda büyük bir farklılık göstermemelerine
rağmen, Balkanlardaki emperyalist eylemlerine bakıldığında, bu yarımadayı adeta
bir etnolji müzesine dönüştürdükleri görülmektedir.
Roma kaynaklı “divide et impere” ateşini alevlendirerek, emperyalist
girişimlerine ilke edinen Avrupa, minicik Balkan devletlerinin mevcut yapılarını
bozmak için, onları daha da küçültecek ortamları hazırlayarak yeni etnik grupların
orataya çıkması için kışkırtmaktadırlar.35 Mesela, insanlara, toplumlara hak
tanırken, ‘kaş yapayım derken göz çıkarma’ bilinçli olarak göz çıkarılmakta, şehiri
olmayan, bir veya birkaç köyün sergiledikleri özelikleri (kanuşma lehçesi, giyim
34
Bir İtalyan atasözü şöyle der: ‘papa dediğini ebediyen yapmaz, Valentina ise yaptıklarını asla
söylemez, bkz. Storia d’İtalia VI, Machiavelli’ ye göre, s. 90
35
Kendilerini Arumun adıyla tanımlamaya çalışırken ve Romalı aslı olduklarını idea ettiklerine
rağmen sırf ‘S’ harfını gerekmediği halde çok kulanan bu grup insanlarla alay ederek, ‘Sinsar’
lakabını yapıştırarak, Balkan Yarımadasında yeni bir etnik birlik oluşturulduğu bilinmektedir. (Bkz.
D- r D. J. Popoviç, O Cincarima- prilozi pitanja postanka našeg gradjanskog društva, Belgrad, 1998)
Balkan Yarımadası içinde dağınık yaşayan bu etnik grubun özeliklerinden bahsederken, sözü edilen
araştırmacının ifade etiğine göre, Müslümanlarla (Türkler anlamında- RT), Yunanlarla, Bulgarlarla,
Sırplarla, Arnavutlarla bir arada yaşama mecburiyeti, bu toplumsal birliklere ozel bir renk
katmışlardır. Osmanlı döneminde birlikte beraberce yaşamı betimlerken, sözü edilen yazar, dönemin
renkli çarşısını, mimari farklılığından başlayarak, çeşit dillerin birbirine nasıl karıştığını, farklı giyim
renklerinin mozaik bir kolajı nasıl oluşturduklarını ve etnografi denilen çok kapsamlı zenginliğin
oluşturduğundan bahsetmektedir. (s. 159- 160); Oldukça karışık ve kırılgan bir görünüm içinde
’torbeş’, ‘goralı’, ‘pomaklar’ örneklerinde olduğu gibi, benliklerini zor ifade eden (omuzlarında torba
ile gezerek inşat ustalarının iş aramasından türemiş olduğu ‘torbeş’ kelimesi örneğinde olduğu gibikonuyla ilgili bkz. Ali Dikici, ‘Makedonya’ da Torbeeşler’ başlığı altında sunumu, Balkanlar el
kitabı, cilt II: Çağdaş Balkanlar, Araştırma ve Kültür Vakfı, İstanbulö s. 290) daha nice minyatur
grupları bölücülüğe yöneten “hak tanımaları,” sözü edilen politikayı kanıtlamaktadır.
155
R. Taç
tarzı, folklor gibi küçük detaylar) savunmak bahanesiyle, onlara etnisite unsurunu
tanımak anlamına getirilemez. Bu küçük insan gruplarını bütünden kopararak,
toplumsal hayatı kolaylaştıracak sosyal unsurların dışında, yaşamın
kolaylaşmayacağını anlamakta galiba zorluk çekiyoruz.36
Geçmişe yönelik olaylardan söz ederken amacımız tarih anlatmak değil,
geçmişteki olayların günümüz aynasında nasıl yansıdğını göstermektir. Niyetimiz,
gönümüzde sorgulanan yapılandırmaların ne kadar eskiye dayandığını ve tarihin
nasıl tekrarlandığını vurgulamak olduğundan bir nevi tarihe geri dönmemizi
gerektirdi. Bu açılım, günün hadiselerini tarihte görmeyi sağlamışsa, bu kadarı
bile, gelecek yolunu göstermek bakımından yeterli olacaktır. Aslında günümüzü
tasvir ederken, olaylar tarihi gösteriyor. Geçmişi konuşurken, dünün
yaşayananlarını bugün de yaşadığımız için, Balkanlar tarihi bize geçmişi değil,
güncel yaşantıları ifade ediyor. Yılar öncesi manşet olan olaylar, mevcut
hayatımıza güncel konular olarak yeniden giriyor. Dünü sanki bugün gibi
yaşıyoruz, bu günü ise sanki tarihi olaylardan öğreniyoruz. Balkan tarihi olaylarını
genel bir bakış açısıyla değerlendirip tek bir cümle ile betimlemek gerekirse:
parçalanmış bağımsızlıkların bağımlılık istikrarsızlığı günümüze dek sürmüştür
denilebilir.37
5. YUGOSLAVYA SONRASI BALKANLAR
36
Bin kişiden az insan konuştuğu yaklaşık 2 bin dil var olduğu söylenir. Onların içinde, Hazar
denizin kıyısında bulunan Archib köyünden adını alan Archil dili (herhangi bir fiil için 1, 500. 000
çeşitlendirmelerde mümkün); Batı Alaska ve Sibir’ de kunuşulan 5 dilli bir aileyi ifade etmek için
Yupik dili (bir kelime bir cümleye denk gelen ve anlaşılması zor olan); Kızılderilere ait Nebreska’ da
Pawence dilini sadece birkaç yaşlı insanın konuştuğu gibi, İspanya kıyısında La Gomen’ de
ıslıklardan oluşan ve kelime görevini yapan Silbe dili özelikleriyle bilinen diler, toplumsal hayata
ilişkiler kuracak diler görevlerinigöremediklerine göre, özel bir sosyal yapıyı belirleyecek niteliğinde
gösterilemezler. Hata, sadece iki kişinin oluşturdukları ve sadece onlar tarafında konuşulan özel bir
dilin yaşamasına ilgi duyan bazı kurumlara itiraz etme(İsveç’ te baba-oğulun oluşturduklar ve
Arnavutlukta iki çoban arasında gelişen dilerden konuşulur) onlara kendi dilerini konuşma hakkını
tanıyacak dayatmalarla, hiçbir devlet zorlanamaz. Bu biçim gelişmelerin nereden başladığını ve
nerede duracağını belli etmek gerekir ve onların oluşumlarına çizilecek sınırlar bilinmelidir.
37
Yunan bağımsızlığı, bu ülkenin kırallığına Bavyera Kıralı I- ci Louis’ in oğlu Prens Otto ‘ nun
getirilmesiyle başlatılan Alman kökenli prensler dönemi nasıl tanıldıysa (devamını, 13. 07. 1878’ de
imzalanan Berlin Anlaşmasıyla Bulgaristana tanılan ‘bağımsızlık’ Fransız kökenli, Avustruya askeri
olan Ferdinand Saks, Bismark önerisiyle, bu devletin prensi olmuş, 39 sene aşkın iktidarı döneminde,
Osmanlı karşıtı tavırlarıyla, bu ülkenin rotasını Batı’ ya çevirerek, Almanya çıkarlarını bu topraklar
üzerinde en iyi biçimde gerçekleştiği bir gerçektir; Aynısı Arnavutlukt ‘bağımsızlığında’
gerçekleştirmesiyle, bütün Balkanlar Batı devletleri himayesi altında inlemeye devam etmiştir.) bu
gün de Yugoslaya Federasyonun dağımıyla oluşan yeni devletleri, Amerika ve AB devlet adamların
sözleriyle ve kalemleriyle ‘bağımsızlıklarına’ kavuşmuşlardır.
156
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Osmanlı hoşgörüsü ile inşa edilen eski düzen ve yaşam tarzını,
farkılıkların (çeşitli inançlara ve mesheplere mensup insanlar, farklı dil ve
lehçelerde rahatça aynı yaşamı paylaşır) altını çizerek, ayrıştırarak ya da
yozlaştırarak ulusçuluk akımının Balkanlara taşınması, Yarımadanın
bütünleşmesine değil, bölünmesine neden olmuştur. Batıdaki ulusçuluk rolünü ters
yöne çevirerek, kendilerine yarayan ulus-devlet modeli, maalesef Balkan
topraklarını ülke eden halkların lehine gerçekleştirilmiştr; buradaki yeni devlet
oluşumları çatıdan başlayarak, temel oluşturan bütün unsurları tek tek yıkar. İnsan
haklarını, bireyselcilik ideolojisi ile karartıp bölge halkının egemenliğini hiçe
sayan emperyalist yapı, kendi çıkarlarını önde tutarak bu yerlere hâkim olmayı
başarabilmiştir. Ahlaki değerleri bir yana iterek topluma şekil vermeye ve sosyal
hayatı oluşturan ilişkilere yön verme patronluğuna soyunanlar, kendilerinin asla
tanımadıkları veya kabul etmedikleri değerleri küresel yapılandırmalarla kabule
zorlayarak adeta; ‘dediğimi yap, yaptığımı yapma’ deyimiyle, geçmişte yaptıkları
gibi, bugün de Balkanlarda hükümdarlık yapma girişiminde bulunmaktadırlar.38
Avrupa Konseyi içerisinde bu yanlıştan kurtulmanın yolarını arayanlara,
Balkanları hatırlatmakta yarar var. Fransız devlet adamı Jacques Delars’in Avrupa
Konseyi Başkanı sıfatıyla ifade ettiği; “Avrupa Birliğinin ahlak kısıtlığı yüzünden
ayakta kalamayacağı endişesi” belki de Balkanlarla bütünleşerek giderilebilir.39
Muhafazakârlıkla suçlanan Balkan Sendromu, aslında çağdaşlıkla Batı
Avrupasında kaybolan geleneksel ahlaki değerlerin hastalığına ilaç olabilir ve
sosyal yaşam unsurlarına yeni bir ivme kazandırabilir. Adil paylaşmadan yoksun
üretim artışı, ekonomi ve hukuk kurallarına ahlaki boyutu sağlayamaz. Yoksuluğu
büyük ölçüde dayanışmayla gidermeye alışık olan Balkan kültürü, AB'nin bu
eksiği gidermesinde iyi bir örnek olabilir. Balkan devletleri ise, serbes pazar
kurallarının oluşturduğu rekabete alışarak, üretimin artışına ve onların kaliteli
38
Lahey Uluslararası Mahkemesini Çin ve İsrael’in tanıma reddi bir yana, savaş suçluların
sorgulama için Lincoln’un 1863 yılında çıkardığı Lieber Kuralları olarak meydana gelmesiyle, bu tür
mahkmelerin beşiği olan ABD’nin reddi ayrı bir anlam veriyor. Bununla da kalmayarak, Amerikan
Askeri Personeleri Koruma Yasası (American Service memeber’ Protewctin Act ASPA) Amerikan
askerlerini kurtarmak için, ABD her türlü önlemi alabileceğine dair hükümler içerdiği için “L Haye’
yi Basma Yasası” olarak da anılan ASPA’ nın kabul edilmesi, İnsan Haklar’ nın savuncusu gösterisi,
aslında hukuk kuralların kırıcısı olarak kendini açıkça belirlemiştir.
39
Bu düşünceyi savunanlar arasında, dünyaca ünlü bilim adamı Zygmunt Bauman (Modernite ve
Holocaust, İstanbul, 1997, Türkçeye çev. Suha Serthabiboğlu, s.32). Batı medeniyetin
modernitesinden doğan Holocaust katliamın bir daha tekrarlanmaması için, yaşanan değerler krizinin
karşısına çıkacak ‘ahlaki bir projenin’ oluşumuna, her zamandan fazla ve herkesten daha çok
batılıların hisetmeleri gerektiğini öne sürmüştür. (Siyaset Arayışı, İstanbul, 2000, Türkçeye çev.
Tuncay Birkan)
157
R. Taç
yetişmelerine yönlenebilir. Bu alışveriş örneğinde görüleceği gibi, farklı
kültürlerin kaynaşmasıyla harmanlaşabilecek değerler, birçok eksikliklerin
düzelmesine neden olabilir. Tabii ki, bu eksiği görmezlikten gelenler, kendilerini
başkalarıyla eşit görmeyi kabulenmeyenler, farklılıkların kaynaşımıyla meydana
çıkacak yeni değerlerden pay alamazlar. İblis gururuyla büyüklük taslayan
zihniyet, yeni oluşumlara kapılarını açamaz. Önce kapıldığı kibir ve büyüklükten
ve bencil benliğinden arınması gerekir ki, eşitlik bünyesinde adalet gün ışığına
kavuşabilsin.
AB'nin bütün kıtaya genişleme arzusu, farklılıklara hoşgürüyle yaklaşmak
biçiminde gerçekleşebilir. Avrupa’nın bütünleşmesi, çokkültürlük çerçevesinde
çeşitlerin bir araya gelmesiyle birlik gerçek anlamını bulabilir. Çünkü Avrupa, tek
bir kalıp üzerinde meydana gelmemiştir;40 farklılıkların kaynaşmasıyla bir bütünü
teşkil eder. Dolayısıyla, bir sürecin olgunluğunu göstermeye çalışan AB,
bütünleşmenin devamını zorunlu kılar. Bu kaynaşmaya Balkanların ihtiyacı olduğu
kadar, AB için de büyük bir fırsat olduğu bilinmelidir. AB'nin küresel çapta boy
göstermesi, Balkanları içine almakla gerçekleşebilir. Düne nazaran, bu günün
konjonktürü dâhilinde, Balkanlar Avrupa’ya pek yabancı sayılmazlar. Hristiyan
kökenli Ordodoks halkıyla dini yakınlığının yanısıra, Batı ülkelerinde yaşayan 15
miliyon civarında müslümanla İslamı da tanıma imkânı vardır. Bu da
bütünleşmenin işini kolaylaştırabilir. Küreselleşmenin gerçek aracı ve sağlıklı
amacı, insanları birbirlerine yaklaştırarak yabancılığı ortadan kaldırmak,
ötekileşme yerine bir arada beraberce yaşatmaktır.
İnsanlık davetiyle selam gönderilen buluşmada, güç dengesi değil, kültür
dengesi karşılamalıdır. Şark ve Garb medeniyetlerinin karşılacakları Balkanlarda,
karmaşık bir medeniyetin yoğurulmasından hem Batı'nın hem Doğu'nun kârlı
çıkacağı kesindir. Bu yeni oluşumun adına: farklılıkların zengin birliği denilebilir.
Binaenaleyh, doğru, gerçek, adalet, ahlak gibi benzeri insani değerler, farklılıkları
ile tanınır, tanımlanır ve tanıtılır. Farklılıkları tanımadan, onların kaynaşmaları
gerçekleşemeyeceğine göre, değer biçecek ölçüt birimleri de tespit edilemez. Tek
görüşlü dayatmalarla değerler belirlenemez. Değer, diğerlerin farkıdır; farklılıkları
40
Avrupa kültürü oluşumu 11. yuzyildandan başlayarak 13. yuzyila kadar, iki yüz yıllık bir süreç
içinde, değerli İslam ve Bizans medeniyetlerinin kültürlerini kendilerine adapte ederek, sistematik bir
şekilde kabul etmesiyle başlamıştır; bu, batılı yaşam şartlarına uygun, kendi çıkarları doğrultusunda
uygulamayla meydana gelmiştir. Konuyla ilgili Samuel Hungtinton, Medeniyetler Çatışması, Vadi
yayınları, 1997, Türkçeye Murat Yılmaz, eserine bakınız.
158
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
bir arada tutmayı beceremeyen topluluklar değer biçmekte zorlanırlar. Tek taslı
terazi, ölçü birimi aracı olamaz.
6. SONUÇ
Balkanlarda hukuk oluşturma kültürünün çürütülmesiyle, çeşitlerin
birbirlerini tamamlayıcı zenginliği yok edilmiştir. Eski bir geçmişe dayanan hukuk
kültürünün önünün kesilmesiyle, sözü geçen bölgede ve bütün Avrupa’da, büyük
bir hukuk medeniyeti yıkılmıştır. Hukuk inşa etme geleneğini tarih sayfalarından
çıkarma41 sapıklığı, (Yarımadada var olan bu kaynak bereketini kısırlaştırarak, Batı
hukuk kültürü dışında hüküm görebilecek başka bir hukuk medeniyetinin var
olamayacağını göstermeye yöneliktir) hiçbir amaçla açıklanamaz, açıklamalara
mantık bulunmaz, dayanak sağlanamaz.42 Buna ilaveten İslam medeniyeti
41
Avrupalıların aklından bile geçirmedikleri bir zamanda, dönemin Bosna Kıralı (1180- 1204) adıyla
anılan Kulin Beyanamesi’ nin meydana gelmesiyle (1189) balkanlara hukuk oluşturma kültürün
beşiği kazandırmayı hazmedemeyen batılılar, ona gerekçe duymalarına rağmen, kendilerine örnek
olmasını kabulenememeşlerdir. Bununla kalmayarak, daha 1219 yılarında Aziz Sava’ nın
Nomokanunu, balkanların diğer bir bölgesinde boy göstermiştir; Türk boylarının henüz ayak
atmadığı balkanlarda, Çar Duşan’ ın 24 yıl iktidarın son yılarında (1331- 1355), tam olarak 21 Mayıs
1349 yılında, Sırp Despotluğun başkenti ilan edilen Üsküp Meclisi (Sabor) tarıfından kabul edilen ve
dönemin Avrupa devletleri arasında benzeri olmayan, bu Sırp Çarın adıyla tanılan Kanuname, hukuk
tarihinde hak ettiği yeri bulmadığı kabulenmek gerekir; 1851 madde içerikli Mecelle- i Ahkam- ı
Adliye İslami özel hukuk kauralları kodeksin medeni hukuka payını hiçe sayarak, (büyük bir
coğrayfyada yılarca geçerliğini sağlayan- Mısır, İrak, Süriye, Yordan, Lübnan, bazı devletlerde ise,
Türkiye’de yürürlükten çıktıktan sonra da yaşayan- Arnavutluk ve Bosnada ta 1928 hüküm sürmüş,
Kuvayt’ ta ise 1984 kadar yaşamını devam etirmesi tesadüfe düşürülemez), balkanlarda oluşan hukuk
kültürün diğer kültürlerle alış- verişini ortadan kaldırmakla, bu yarımadada gelişen hukuk
medeniyetine büyük bir handikap yaşatılmıştır (bkz. Mehmed Begoviç, Razlika između Medžele i
Opšteg imovinskog zakonila Crne gore – Mecelle ve Karadağ Genel Medeni Kanunu Arasında
Farklılıklar; Valtazar Bogişiç’ in Karadağ için olşturduğu Genel Medeni Kanun (orjinal adıyla Opšti
İmovinski Zakonik) hukuk kitaplarında gereken ihtibar görmemesiyle tarihe karışması, bütün Balkan
devletlerinde olduğu gibi, resepsiyon denilen metodu ile, Batı devletler yasalarını koplamaya
geçilmiştir.
42
Bir zamanlar Osmanlı’nın hakim olduğu topraklar içinde yaşayan farklı din, meshep, örf ve adet
gibi özel yaşam biçimi ilişkiler gereği ile tanıldığı farklı hukuk oluşumlarını unutarak, (Arnavutluğun
bazı bölgelerinde, Şer’ i- at uygulamalarını kabul görmeyen Hıristiyanlara ait, Kanuni Lekë
Dukagjinit örneğinde olduğu gibi), İsviçre Medeni Kanununu A- dan Z- ye kadar koplayarak
Türkiye’de geçerliği mecbur edilmiştir. Avustruya Medeni Kanunu Sırbistan’ da yer bulmuş,
Napolyon Code Civil adıyla anılan Fransa medeni hukuku bütün Balkan ülkelerinde yaygınlığını
sağlamıştır.
159
R. Taç
temelinde oluşan Şeriyat hukukunun da ağır suçlamalarla tarihe gömülmesi, dünya
hukuk medeniyetinin zenginliğine büyük bir darbe indirmiştir.43
Sözü edilen olumsuz hatıraları dile getirirmenin aslı amacı, geçmişten
gelen değerleri telafi edecek yoları aramaya yöneliktir. Eski kıta tabiriyle anilan bu
kitanin yeni oluşumuna katılmak, ortak bir kültürün oluşumuyla açıklanılabilir.
Farklılıkların hoş görüldüğü ve hegemonyasız homojenleşme ilkesine saygı
duyulduğu kadarizla bir birlesmeden soy edilebilir. AB katılma seçimini yaparken,
eritime potasının ötesinde, bütünleşen bir birlik kastedilmelidir. Ozde, farklı
medeniyetlerin oluşturdukları kültürlerin gelisimine bakıldıĝında, hiçbir toplum
birliğinin sosyal yapısı kendine has bir oluşumu ifade etmez; çeşitli renklerdeki
görüntülerin hepsi, bütünün parçalarından oluşan özelikleri temsil etmektedir.
Gelecek, geçmişin devamı olarak nitelendirirlise, dünyadaki medeniyetlerin
gelişim akibeti, tüm mevcut kültürlere özen göstermekte görünebilir.
Çeşitlilikleriyle tanımlanan kültürlerin ürettikleri farklı deĝerlerle gerekçelerini
belirler, insanın renkli gereksinmelerini giderdikleri oranda da kalıcı olurlar. Kendi
kültürüne katkıda bulunma amacıyla üretilecek deĝerler, bir başkasının işine de
yarayabilir, ya da bir başkasının kültürel deĝerleri onun da işine gelebilir. Böylece
toplumlar hem kendi kültürünü ilerletir, hem genel kültür değerlerine zenginlik
katar. Bu pencereden bakıldıĝında, bütün toplumsal birlikler, kültür alış verişlerine
açık olmalıdırlar ki, gelişmelerini saĝlıklı tamamlayabilsinler; başkalarıyla saĝlam
iletişim kurmayı başarabilsinler. Kültürel etkileşim, birbirinden yararlanma
karşılıklılık esası ve sağladığı imkanlara bağlıdır. Karşılıklı, bilinçli ve sürekli
kültürleşmenin, her çaĝdaş topluma yarar getireceği açıktır. Bu anlayış, zamanla
toplumsal yaşamı kolaylaştırarak insanlar arasındaki ilişkilerin genişlemesine de
yeni bir ivme kazandıracaktır. Dünyada istikrarın ve barışın saĝlanması, ancak
saĝlıklı, düzenli ve kendi dengesinde, diğer kültürlerle de alışverişi kesilmeden
olmalıdır. Bu da hem toplumlara kendi eksikliklerini giderme fırsatı verir hem de
farklı toplumsal birliklerin yaşam biçimlerine katkı sunabilir.
Çağdaş denilen hukuk kavramı, Batı hukukunun oluşumuyla eş anlamda
kullanılırsa, Tie'nin ifade ettiği gibi, geleneksel Batı hukuku, kapitalizmi ve etnik
kavimciliği sürdüren sosyal teorilere dayanma eğilimindedir. Ulus devletin
43
Bir benzerini Japonya hukuk kültürün yaşadığı gibi (bkz. Tomayoshi İto, Nastanak i razvoj
građanskog prava u Japanu/Srpça yazılmıış/, Pravni život, nr. 10/ 97, Belgrad, 1994 )diğer hukuk
kültürleri de bu darbeden payını aldıkları bilinir.
160
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
oluşumunda ve onun güçlenmesinde, hukuk nasıl bir rol oynadıysa,44
küreselleşme oluşumunda da, emperyalistlerin aracı olmaya devam etmektedir.
Avrupa’yı evrenselliğe yükselten AB hukuk kuralları aslında, Batı hukuk
kurallarından başka bir şey değildir. Buna binaen, ‘state transition’ dedikleri
devletlere yeni hukuk düzeni oluşutuma mecburiyetini uygularken, sınır dışı
eylemlerini meşrulaştırmaktan başka bir getirisi yoktur. Dolayısıyla, Batı diliyle,
sözde insani hukuk kavramlar ve benzeri medeni söylemlerle avutulan Balkan
ülkeleri, kendilerine empoze edilen ‘çağdaş’ hukuk dayatmalarını mercek altına
almaları gerektirir.
Farklı toplumsal birliklerin kültürel yapı kompozisyonunu yansıtmayan
hiç bir hukuk, geniş kapsamlı bir sistemi ifade edemez. Onun içindir ki,
farklılıkları tanımlayamayan hukuk oluşumları da kabul görmez. Öznel kültürel
çeşitliliğin temelinde oluşan mozaik tablo, hukukun hayata ait olmasını zorunlu
kılar. Bu farklılıklarla beslenen hukuk kuralları, doğal hukuk ilkelerine ve adaletin
gerçekleştirme şeklini değiştirmez. Tam aksine, farklı yaşam şartları ile
düzenlenen toplumsal ilişkilere dahi cevap verebilir, adaletin doğru biçimde
uygulanmasını sağlar. Aslı itibarıyla hukuk, genel kuralları zamana ve alana
uygun biçimde hareket etirmektedir. Onun için, küresel süreç içinde oluşan düzen
ve globalleşmenin getirdiği kaynaşmayla gelişen hukuk, bölgesel ve ulusal yaşam
türünün aksini dikte etmez, zorlayıcı olmaz. Dolayısıyla, Balkanlarda, bölgesel ve
toplumsal kültür farklılıklarının doğurabilecekleri sürtüşmeler endişesi içinde, AB
genişleme platformu gerçekleşemez. Çünkü çeşitli yaşam tarzlarından doğan
farklı kimlikler, saygı göstermedikçe ve kabüllenilmedikçe, birliğin özünü
oluşturan hukuk kuralları hiçe sayılmış olur. Multiletiral kavramı birliğin temeline
işaret eder, farklı kültür değerlerine anlayış göstermeyi kaçınılmaz kılar. Çünkü
değerlere ilişkin tek bir bakış açısı ve tek bir değerlendirme kabül edilemez.
Ulus-devlet oluşumu aslında, kültür zenginliğinin küçültülmüş ifadesidir.
Egemen yaşam biçiminin milli duygular üzerinden daraltarak çeşitli bahanelerle
savunma gereği duyduğu fakirliğin zenginlik göstergesidir. Bu sebeple, içine
kapanma amaçlı hiç bir girişim istenilen hedefe götürememiştir. Çizilen kültür
sınırları da hiçbir zaman gerçekleşmemiş, tektürlülüğü savunan zihniyetler dünya
44
Batı tarihinde geçen hukukun homojenleşmesi, aslında, 1531 yılında Carlo Beşinci emriyle
girişilen ve 1732 senesine kadar süren, hegemenleştirilmenin bir neticesi olarak meydana çıkan
emperyalizmenin bir gelişimini ifade eder. (bkz. Đurica Krtstić, Pravnİ običaji u prolšlosti i danasGeçmişte ve bugünün adetleri, Podgorica, 1997, s. 93).
161
R. Taç
arenasında kendilerini yaşatamamıştır. Kültür ve medeniyet tarihi, bu tür
hadiselerle doludur. Toplumun birlikte yaşama alışkanlığı her türlü engelemelere
rağmen, milli duygularla beslenen birlikler içinde küçülen kültürel farklılıklar,
hiçbir zaman (sahte) ulus bütünüyle barıştırılamamıştır. Tektürlü toplumsal birlik
oluşturmaya yönelik zorlamalar, alt yapıyı oluşturan farklılıkların gerçek
gösterilerine engel olamamıştır. Buna karşı davranan ulus-devlet olgusu, kültürel
zenginliğe dahil edecek imkanlardan uzaklaşarak, telafi edilemeyecek zararlara
uğratmıştır.45
Milliyetçilik gibi ideolojilerin kovaladıkları soykırımın sonuçlarına
bakıldığında, insanların katlettikleri görünür, fakat tek etnisiteye sahip olan bir
toplumsal birliğin daimleştiği bilinmez. Öyleyse, olması mümkün olmayan bir
şeyin ölesiye tekrarlamak isteği, ahmaklık olur. Ne acayiptir ki, bunun en acı
örneğini Balkanlar birkaç defa, peş peşe yaşadılar, daha doğrusu yaşattılar.
Yaşattılar çünkü, Osmanlı'nın gidişinden sonara, Balknalar üzerinde oynanan
oyunlar doğru algılanmadı (aynı ideolojiyi paylaşmadılar, aynı rejimde devletlerini
şekilendirmediler, ayni yönetim biçimiyle hükümetlerini kurmadılar). Geçmişten
gelen tarihi bağların kesildiği söylense de, aslında ilişkiler en kötü günlerini
yaşadı. En yakın tarih, bunu tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi.46
45
19. yüzyılın Avrupası’ nda, birbirlerine yabancı olan kişiler arasında yeni bir dayanışma bağı
kurulmuştur. Ama bu suni bağlılık devlet içinde açık ulusallığını ifade etmiş, dışarıya karşı ise kapalı
öz benliğiyle kendini belirlemiştir. Ortak köken inancını paylaşma, birbirlerini aynı topluluğun
mensupları olarak görmek, kültürel kimliğe dayalı“ biz- bilinci“ ortak çekirdegini oluşturur. Kültür
topluluklarının, daha doğal, daha eski kökenleri, daha belli kökleri, daha derin bir bağlılıkları var ve
bu unsur asla göz ardı edilemez. Bkz: Jürigen Habermas “Öteki” Olmak “Öteki”yle Yaşamak,
İstanbul, 1999, Çev. İlknur Aka, s. 38- 39
46
Son Bosna olaylarında gözüken hile ve kalleşlik tüm çıplaklıklarıyla, birçok açıdan boy vermiştir.
Bu savaşta yer alan komşu devletlerin, bu topraklarda genişleyip büyük devlet oluşumlarına izin
verilmemiştir; bu topraklarda kalan halkların da ana devletleriyle düşünülen bağ kesintileri
gerçekleşmemiştir (BH çizdiği sınırlardan fazla, konton ve diğer bölünmelerle oluşan duvarların
daha yüksek oldukları görülmektedir. Binaenaleyh, Bosna Sırplarının Sırbistana, Hersegovina
Hırvatların Hırvatistan ile ve Boşnyak Müslümanların Türkiye ile bağlılıkları, içindeki sınırlardan
çok daha açık oldukları görülür). Bu ilişkiler savaş öncesinde siğnelerini vermiş, savaş esnasında
belirlenmiş ve bu tutum savaş sonrası da kendini göstermiştir. Olaya daha geniş bir perde açıldığında,
yerleri olmayan Batı devletleri şemsiyesi altına girmeyi kabul eden, iki komşu ve Balkan devleti olan
Yunanistan ve Türkiye, NATO çatısı altında, Bosna’ da savaşın belirtisinin başında, taraftarlıklarını
açık saçık bir üslubla belirlemişlerdir. Müslümanlara uygulanan soykırımve bütün bilinen zülumlere
rağmen, Yunanistan zalimlere karşı gereken tavrı göstermemiştir. Bunun aksine, aynı asker birliğin
üyesi olan Türkiye ise, Batı ülkelerin bu katliama karşı sergledikleri suskunluk karşısında ve olan
bitenlere göz yumalarına asla tahammül göstermemiştir.
162
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Yaşanılan ‘geçici sürecin’ belirtilerine bakılırsa, AB'nin bazı Balkan
ülkelerini içine alıp diğerlerine gösterdiği
ötekilik, geçmişin günümze
taşınmasından başka bir anlam vermez. Bir asır boyu Balkanlarda sergiledikleri
politika ve aldıkları tavır, bu Yarımadada devletler arası ilişkileri birbirinden
kopararak, Batı Avrupa devletlerine bağlı tutmanın bir devamı niteliğindedir. Bu
gün de, ‘geçici süreç’ denilen ve zaman içinde test edilen statetransition ülkeleri,
sözü edilen devamın kurbanlarıdır. AB genişleme proğramı çerçevesinde yapılan
baskılar, bu gelişimin bir göstergesinden ibarettir. Bu açıklığın verdiği sonuçlar,
izah edildiği gibi, birliğin gerçek amacından uzak, Avrupa’nın bütünleşmesinin
aksine, Batı devletlerinin Balkan ülkelerine doğru genişlemeleri olarak algılamak
lazımdır. Şimdiye dek görülen odur ki, bu Yarımadadaki tüm Batı etkinlikleri bunu
ifade eder.
Sözü edilen güçlerin, yakın geçmişte başlatıkları dar zeminli emperyalizm
eylemlerine dayalı ulus-devlet aşamasını tamamladıktan sonra, imperatorluk
gücüyle emperyalist güdünü ters yöne çevirip ‘böl yönet’ anlayışıyla, bu
Yarımadada çeşitli küçük ülkeler yaratarak gerçek yüzlerini ve amaçlarını açıkça
gösterirler. Ayrıca uyguladıkları çifte standardlarla da hedeflerini açıkça
gösterirler. Kömür-Çelik Topluluğu ismiyle (Communaute Europeenne du
Charbon et de l’ Acier, kısa adıyla: CECA) başlatıkları AB oluşumunun etrafında
birleşen Batı,47 küçük Balkan devletlerini büyük göstererk, onları daha da
parçalanmaya yönlelmiştir.
Batı Avrupada oluşan devlet üslubunun aksine, dağılan eski Yugoslavya
Federasyonu topraklarından meydana gelen yeni ulus-devlet yapısı, bu ülkelere,
tektürlülüğü ifade edecek bir toparlanma için gerekli izini ve imkânı vermez.
Batı'nın amacı, başkalarını bölmek, onları küçültmektir, onların derdi asla bir
uniter sistem oluşturmak değildir. Başkalarını parçalamak, tekkültürlülüğü tanımak
anlamına gelmez, olsa olsa Balkan ülkelerini birbirden koparmaktır, başka bir
anlam da verilemez. Geçmişte olduğu gibi, bu gün de, Balkan devletlerini bir
araya getirecek hiçbir hamleye izin vermemişlerdir.48 Peki, henüz eskimemiş,
47
Birbirlerine düşmanlıkla bilinen iki devlet arasında (Fransa ve Almanya), İkinci Dünya Savaşın
hemen bitiminde (Ocak 1950’ de) uluslararası pazara çelik üretimini ortaklaşa sunmak bahanesiyle,
sözü edilen iki devlet arasında barışın tesis edilmesi için bu anlaşmanın imzalandığı ortaya çıkmıştır.
On yıl bir zamandan sonra, sözü edilen ekonomi içerikli anlaşma, 2 yüz yıl süren bir düşmanlığı
barıştırmaya başarmıştır. Dolayısıyla, 1963 yılında bu iki devlet resmen barışmışlardır.
48
Teklik sultasına kapılan Sırbistan içinde kalan Voyvodina Özerk Bölgesinde 20 küsur ırka sahip
olan bir halk yaşamaktadır, kuzeyinde de Sancak bölgesi olarak bilinen coğrafyası içinde Boşnyak
163
R. Taç
yakın geçmişteki devlet federasyonunu teşkil eden cuhmuriyetlerin ayrılmalarıyla
oluşan yeni multi etnik devletlerin oluşumularına nasıl bir anlam yüklenebilir.
Aldıkları savaş yaralarını henüz tedavi edememiş bu devletler; derin ve onulmaz
yaralarla ekonomik çöküşün getirdiği fakirlilik, çürütülen hukuk sistemi, geleceği
belli olmayan istikrarsızlık gibi çıkmazlara nasıl aldandılar sorusu sorulmaz mı?
Ne yazık ki, verilebilen doğru cevaplar bile, gelinen şu noktada kurtuluş
arayışlarına çare olamamıştır. Ancak gelecek açısından bakılırsa, dönüşü olmayan
yeni olumsuzlakrdan kurtuluş için bazı yolar ortaya çıkarmıştır denilebilir.
Birlik oluşumunu ilke edinen AB'nin, Balkanlara gelince aksi yönde
hareket ettiği açıktır. Genişlemeden sorumlu AB yetkilerinin davranışlarına
bakıldığında, uyguladıkları çifte standartlar nedeniyle bütünleşmeyi andıran hiçbir
genişlemeyi gerçekleştirmemişlerdir. Bu gerçeğin aksi belirlenmedikçe, Balkan
ülkeleri üzerinde oynanan oyunlarından teker teker bahsetmeye gerek kalmaz.
Bütünleşme, özgür iradeyle bir araya gelme sürecin neticesini tanımlar; bu sürece
katılımlar zorlanılamaz, şartalndırılamaz. Bu açıdan bakıldığında, Balkanların
AB'ye katılımının bir daha gözden geçirilmesi gerekir.
nüfusun çoğulunu teşkil eden Müslümanlar olmak üzere, karmaşık bir kültürün hüküm sürdüğünü
kimse inkar edemez. Bosna ve Hersegovina’nın yeni devlet oluşumunda, eski Yogoslavyayla kıyasen
6'da 1 küçülmesine rağmen, yeniden federal prinsibi üzerinde kurulma mecburiyetinden
kaçamamıştır. Bu yeni devletin yüzde 40 Müslüman, 32- si Sırplar ve kalan 18 yüzdeliğini
Hırvatların oluşturdukları nüfusun bir arada yaşamasından kurtulamayacağını bilenler, Lizbon
Konfarasıyla (1992) başlayarak, Londra Konfarasıyla (1992) devam eden, akabinde Vance- Owen
‘Barış Planı’, sonra, yine başarısız Owen- Stoltenberg’in „Üç Bölgeli Barış Planı” (1993), Güvenlik
Planı (1994), Washington Antlaşması (1994), Temas Grubu Planı (1994) gibi girişimlerle avutularak,
birbirlerine düşmanca saldırarak, Deyton Barış Anlaşmasıyla (1995) bir arada yaşamaya
kanmışlardır. O gün gibi bu gün de gündemden düşmeyen soru: kazanan kim, kaybeden kim olduğu
sorusu ortada kalmıştır. Yine de bu soruya cevap verme suskunluğuna kıranları hatırlamadan
geçmeleyim. Urs Altermant, (Ethnonationalismus in Europa- Etnonacionalizmi në Evropë, Tirana
2002, Arnavutçaya A. Kolshi ve B. Lahi çevirilerine göre, s. 227) ‘Balkan Savaşlarından önce 19911995 (Bosna Savaşı olarak oku) avrupa kamusunda, Türkiye sınırları dışında, Avrupa’ da, bazı
köylerde, kasabalarda, şehirlerde ve diğer yerleşim yerlerinde Müslümanların yaşadıklarını
bilmezlerdi. Saraybosna’ da hangi milletlerin, ırkların, hangi din mensupların yaşadıkları, bilhasa
onlardan yözde kaçı bu şehirde yaşadıkları, kimsenin aklına gelmezdi. Bosna Cuhmuriyeti başkenti
olimpiyad oyunları şehri olarak bütün dünyaya kendini tanıtan bir şehir olarak biliniyordu’ diyor. Bu
gerçek karşısında niye savaş patlak verdi sorusuna cevabı tamamlamak için, Saraybosna’ da kış
olimpiyatları gerçekleşmezden önce (1984), Francis Fukuyama, The End of History and the Las Man
(New York, 1992, p. 45, Türkçe çevirisi var; Tarih Sonu ve Son İnsan) yayınladğı kitabında, İslam
dünyası Batı değerlere bir tehdit olduğunu ifade eder; Zbigniev Brejinski, Power and Principle
(London, 1983, s. 33) yazılarında, İslamın uyanışını ABD gelişmesine engel gösteriyor; Foreing
Affais dergisinde ‘The Clash of Civilization’ başlığı altında yazdığı bir dizi makalesinde (1993)
İslam dünyası medeniyetler çatışmasını merkezinde bulunduğunu yazıları ekleyerek, tam cevap
yerini bulmuş olur.
164
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
AB'ye üye olan devletlerin tecrübelerinden yararlanıp katılım endişesini
yaşayan devletlere kulak vererek, bu süreci tekvücut biçiminde, topyekün tavır
alarak sonuçlandırmalıdır. Bu yolda atılacak ilk adımlardan biri, ekonomik
sorunların giderilmesi için küresel sermayenin çıkarcı hesaplarını tespit ederek,
sırf menfaata dayalı emperyalist yatırımların muhasebesini iyi yapmak, alınan
sonuçlar değerlendirerek karşılıklı fayda esasına dayalı olarak hareket etmek
lazımdır. Bu ilişkiler, gelecek açısından olumlu bir adım olarak değerlendirilirse,
karşılıklı güven verici yeni adımlarla dayanışma içinde, birlikte ve beraberce, tüm
Balkan ülkelerinin kalkınmalarını sağlayacak yeni bir projenin üretilmesini
zorunlulu kılar.49
Bir Balkan ülkesi olan Türkiye gibi büyük bir devletin Avrupa yolunu
kesen AB'nin, kendisine üye diğer Balkan devletleri (Yunanistan, Bulgaristan ve
Romanya) ile yeni münasebetler oluşturması içinde bulunduğu zorunluluğu açıkça
göstermektedir. AB'nin en yeni üyesi olan Hırvatistan ve Macaristan ile
Arnavutluk, Makedonya, Kosova, Karadağ, Bosna- Hersegovina ve Sırbistan’ın
Avrupa’ya ulaşım yolarınının kapatılması bir yana, Türkiye’ye açılmalarının
sağlanması; Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya ile tıkanılan işlerin aşılmasında
büyük faydalar sağlayacaktır. Ayrıca, bu ülkelerin karşılıklı ilişkileri, AB çemberi
içinden değerlendirilerek elde edilebilecek diğer imkanların istişare edilmesi de
birliğin çıkarına olacaktır. Başta Balkan ülkelerinin birbiriyle kuracakları yakın
ilişkiler, Avrupa ile kurulacak serbes hareket etme imkânları onların dünyaya
açılmalarında en büyük kapı olacaktır.
AB'ye girme hayali, kurdun ağzına düşücek kadar fedakârlık gösterme
anlamsızlığıyla bağdaşmaz.50 Değer Batınındır, değerler Batılıdır, değerlendirme
49
Bir yıl önce (4 Aralık 2012’ de verdiği bir demeçte) Bursa Ticaret ve Sanayi Odası (BTSO)Başkanı
Celal Sünmez’ in sözlerine göre, son 10 yılda Yunanistan ile Türkiye arasında ihracatın 5 kat artığı
dikata alınırsa ve bu ülkede yaşanan ekonomi krizine çözüm üretmediği AB göz önünde
bulundurulursa, Balkan devletleri arasında yeni bir ekonomi açılımı meşalesini yakmış gibi
görünüyor. İleven, Türk müteahhitlerin Balkanlarda üstlendiği projeler incelendiğinde ve bunlara ek
olarak bu devletin uzatığı yardım elli de nazari itibara alınırsa, geleceğe yönelik yeni bir sayfanın
açıldığı kanaatına varabiliriz.
50
‘Homo homini lupus’ deyimiyle Avrupa insanını tanıtan zamanın ve zamanımızın tanılmış filozofu
Niccolo Machiavelli’ yi bütün Balkan Yarımadasında geçerli eğitim sisteminde okunduğuna rağmen,
körü körüne Avrupa’ ya bu kadar aşina olmak, akla bağdaşmayan bir şey olsa gerek. Bunun aksini
ifade eden kaynaklar gösterildiğinde (aynı davada buluşmadıkları olaylarda, aynı dini
paylaşmadıkları durumlarda ve herangi bir farklılığı ifade eden oluşumlardan kaynaklaşan
gruplaşmarın birbiriyle barışık ve bir arada nasıl yaşanabileceğini) akıl almaz asılsız engeler önüne
koyulur. Niye, çünkü: ‘Sizin diniz size benim dinim bana- Lekum diynüküm ve liye din’ cümlesinin
165
R. Taç
de Batılının hakkıdır anlamında oluşturulan görüşün buzları kırılmadıkça, Batının
içinde Balkan ülkleri donar kalırlar. Ancak kendi benliğiyle ayakta durabilen
Balkan devletleri, birlik içindeki bu değerlere katkı sunabilir, onun gelişmesine ve
yükselmesine fayda sağlayabilir. Bu bakımdan Balkan devletleri eşit şartlarda bir
partner olarak birbirleryle barışık bir AB hedefine yönlendirilmelidir. Çünkü
karşılıklı alacak-verecek unsurlarının oluşturacakları yakınlaşma, ancak,
muhabbetin gerçekleştireceği ilişkşlerle sağlıklı olur. Muhabet, bir araya getiren
sosyal bir değer olarak, toplumsal hayatı kaynaştıracak kadar farklılıkların barışık
yaşamalarını sağlayan bir unsurdur.51 Çıkarlar üzerine kurulan ilişkiler, mutlaka bir
gün çatırdayacaktır.
KAYNAKÇA
Halil Inalcik, Devlet- i Aliyye, I, II, III, 2014- 2015
Hasan Basri Karadeniz, Osmanlilar ve Rumeli Uc Beyleri- Merkez ve Uc, 2015
Mustafa Gunduz, Osmanli Mirasi Cuhmuriyet in Insasi, 2010
Vefa Tasdelen, Felsefe Kulturu, 2015
Česlav Miloš, Zarobljeni Um, 2006
Ahmet Tekin, Kur an ile Ilan Edilen Insan Haklari, 2006
Portha Chatterjee, Miliyetci Dusunce ve Somurge Dunyasi, cev. Sami Oguz, 1996
Zygmund Bauman, Bireysellesmis Toplum, cev. Yavuz Alogan, 2005
Nedim Emin, Kosova Siyasetini Anlama Kilavizu, 2014
özgür iradesiyle tarcih yapmlarına imkân veren ve hürüyet- perver evrensiliğiyle seslen Kur’ nın
Kafirun Suresinin bu son pasajı (6. Ayeti) sıf İslam dini kaynaklı olduğu için, Hıristiyan dünyasında
ihtibar görmediği bir yana, Müslüman nüfuslu halk bile, ibadet dışında dile getirdikleri pek
gürülmez, en azından laik eğitimte yer almadığı söylenebilir. Buna rağmen, Avrupa Birliğine girmeye
niyetlenen bütün Balkan halkları, ister ‘Leküm diynuküm ve liye din’ Ayetine ister iman etsinler ister
iman etmesinler, fakat bu cümleden ayrılmayarak, dahası onu slogan haline getirerek, kendi benliğini
savunacak namına, ilke olarak kabulenme gereğini görüyoruz.
51
Arablar’ ın icadı olarak bostan kuyularında kullanılan su depoları gibi, zaman teknoljisi sayılabilen
diğer buluşların (Güney) Fransa’ ya girmeleri nasıl Fransızlar’ ı İslamı kabulenmelerine etkili
olmamışsa; Üç yıl kadar bu süre içinde Toledo’ da bulunan Gerbart’ ı, Müslüman olan matematik,
astronomi, kimye ve diğer bilim adamların ilimleriyle tahsil edilmesi ve Syvestre II. ünvanıyla ilk
Fransız papazı olarak seçilmesine engel olmadıysa, bu gün de Batı dünyasının kaydetiği bilimden
yararlanmak, onlara uymak gereğini göstermez.
166
Makroekonomik Belirsizlik ve Risk
Altında Yatırım Kararları: Türkiye
Örneği52
Dr. Celil Aydın
Muş Alparslan Üniversitesi
Dr. Fatma Gündoğdu Odabaşıoğlu
Atatürk Üniversitesi
ÖZET
Bu çalışmada belirsizlik ve risk faktörlerinin, Türkiye’de reel sektörde faaliyet gösteren
firmaların sabit sermaye ve finansal yatırım kararları üzerindeki etkileri 2003-2012 dönemi
itibariyle araştırılmıştır. Bu amaçla çalışmada, ARCH-GARCH yöntemi ile elde edilen
enflasyon, döviz kuru ve büyüme hızı belirsizlikleri ile ekonomik, politik, finansal ve ülke
risk göstergeleri kullanılmıştır. Bu faktörlerin yatırımlar üzerindeki etkileri dinamik panel
veri analiz yönteminden hareketle portföy seçim modeli kullanılarak oluşturulan yatırım
denklemi çerçevesinde değerlendirilmiştir. Araştırma sonuçlarına göre belirsizliklerin
yatırım kararları üzerinde negatif ve anlamlı bir etkiye sahip olduğu belirlenmiştir. Ayrıca,
risk faktörlerinin yatırım kararları üzerinde negatif ve anlamlı etkisi olduğu tespit
edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Belirsizlik, Risk, Yatırım Kararları, Dinamik Panel Veri Analizi.
52
Bu çalışma Yrd. Doç. Dr. Fatma Gündoğdu Odabaşıoğlu danışmanlığındaki “Makroekonomik
Belirsizlik ve Risk Altında Yatırım Kararları: BRICS Ülkeleri ve Türkiye Örneği” adlı doktora tez
çalışmasından türetilmiştir.
C. Aydın ve F.G. Odabaşıoğlu
Investment Decisions under
Macroeconomic Uncertainty and Risk:
the Case of Turkey
Dr. Celil Aydın
Muş Alparslan University
Dr. Fatma Gündoğdu Odabaşıoğlu
AtaturkUniversity
ABSTRACT
In this study, it was investigated that the impact of macroeconomic uncertainty and risk
factors on fixed and financial investment decisions of the firms in real sector in Turkey as
the period of 2003-2012. For this aim in study, inflation, exchange and growth rate
uncertainties which obtained by ARCH-GARCH method and economic, political, financial
and country risks are used. Their impact on investment is assessed by using investment
equation that is generated by portfolio choice model, in accordance with the dynamic panel
data analysis. According to the results, it was determined that uncertainty has a negative
and significant impact on the investment decisions. In addition, it was determined that risk
factors have a negative and significant impact on the investment decisions.
Keywords: Uncertainty, Risk, Investment Decisions, Dynamic Panel Data Analysis.
168
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
1. GİRİŞ
Geleceğin kesin olarak bilinmemesi, yatırım kararı verme yada yatırım
yapma aşamasında olan yatırımcıların kararlarında hata yapmalarına sebep
olabilmektedir. Bu nedenle yatırımcılar, sahip oldukları bilgiyi kullanarak
yatırımlardan elde edecekleri kârı en iyi şekilde tahmin etmeye çalışmakta ve bu
tahmine uygun olarak da beklentiler oluşturmaktadırlar. Gelecekle ilgili bir
öngörüde bulunulamaması, bu aşamada yatırımcıların karşısına iki önemli sorunu
çıkarmaktadır; “Belirsizlik” ve “risk”. Genel olarak belirsizlik ve risk kavramları
günlük hayatta birbiri yerine kullanılmasına rağmen bukavramlar farklı anlamlara
sahiptir ve aralarında bazı farklılıklar bulunmaktadır. Belirsizlik ve risk kavramları
arasındaki en temel ayırım, yatırımcıların yatırımlardan elde edilecek kârla ilgili
olası sonuçlar hakkında iyi tanımlanmış olasılıklara sahip olup olmadıklarına gore
yapılmaktadır (LeRoy ve Singell, 1987: 394-395). Bu durum belirsizlik ve risk
kavramlarının yatırım kararlarını farklı şekilde etkilediğinin bir göstergesi
olabileceğinden dolayı bu iki kavramın yatırımlar üzerindeki etkileri ayrı ayrı
incelenmesi gerekmektedir.
Belirsizlik ve risk koşulları yatırımcıların geleceğe ilişkin yatırım
kararlarını olumsuz etkilemektedir. Artan belirsizlik ve risk ortamı yatırımcıların
yatırımlarını ertelemelerine neden olmaktadır. Bu durum ekonominin tümünde
etkili olan bir yavaşlamaya yol açabilmektedir (Arslanvediğ., 2012: 2). Belirsizlik
ve riskin yatırımlar üzerindeki olumsuz etkisini ve bu etkinin büyüklüğünü
belirleyen uygulanan makroekonomik politikalar, sermaye ve para piyasalarının
durumu, dışaaçıklık, siyasi ve finansal istikrar gibi birçok factor bulunmaktadır
(Pradhan vd., 2004: 2162). Bu bağlamda belirsizlik ve riski oluşturan faktörlerin
belirlenmesi ve bu faktörlerin yatırımlar üzerindeki etkilerinin saptanması önem
arzetmektedir.
Belirsizlik ve risk faktörlerinin firmaların yatırım kararları üzerindeki
etkilerini inceleyen literatürde tam bir fikirbirliğinin olmadığı görülmektedir.
Literatürde yer alan bazı çalışmalar belirsizlik ve risk faktörlerinin firmaların
yatırımlarını arttırabileceğini ileri sürerken diğer çalışmalar ise belirsizlik ve risk
altında firmaların yatırımlarının azalacağı fikrini savunmaktadır. Konu ile ilgili
literature incelendiğinde belirsizlik ve risk faktörlerinin firmaların yatırım kararları
üzerinde herhangi bir etkisinin olmadığı (Aizenmanve Marion, 1993; Günçav ve
Mckay, 2003; Sile, 2003; Demir,2009a;) belirsizlik ve risk faktörlerinin firmaların
169
C. Aydın ve F.G. Odabaşıoğlu
yatırım kararlarını pozitif yönde (Özman, 1996; Karapınar, 2008; Le, 2004;
Campos ve Nugent, 2003;) yada negative yönde (AlesinavePerotti, 1996;Özman,
1996; Sile, 2003; Le, 2004; Luintel ve Mavrotas, 2005; Özçiçek, 2007; Karapınar,
2008; Demir, 2009a; Demir, 2009b; Koç ve Değer, 2010; Arestisvediğ., 2012;
Escaleras ve Kottaridi, 2014) etkilediğine dair geniş bir literature olduğu
görülmektedir.
Bu çalışmanın amacı, Türkiye’de reel sektörde faaliyet gösteren firmaların
sabit sermaye ve finansal yatırım kararlarına etki eden faktörleri belirsizlik ve risk
koşullarını göz önünde bulundurarak incelemektir. Bu amaç doğrultusunda,
çalışmada ilk olarak modern yatırım modellerinden portföy seçim modeli hakkında
teorik bilgi verilecektir.Ardından modellerde kullanılmak üzere firmaların sabit
sermaye ve finansal yatırımları belirleyen belirsizlik faktörleri için enflasyon,
döviz kuru ve büyüme hızı belirsizlikleri ARCH-GARCH yöntemleri kullanılarak
tahmin edilecektir. Ayrıca modelde risk faktörleri olarak ekonomik, politik,
finansal ve riskli ülkeler olmak üzere dört farklı endeks değeri kullanılacaktır.
Devamında ise belirsizlik ve risk koşullarında firmaların sabit sermaye ve finansal
yatırım kararlarını belirleyen faktörler, yatırımların dinamik boyutunu hesaba
katan dinamik panel very analiz yöntemlerinden fark genelleştirilmiş momentler
metodu (fark GMM)ile tespit edilecektir. Sonuç bölümünde ise yatırımları
belirleyen belirsizlik ve risk faktörlerine ilişkin ekonometrik tahminlerden elde
edilen bulgular yorumlanacak ve elde edilen bulguların mevcut literature olan
uyumu değerlendirilecektir.
2. TEORİK MODEL
Bu çalışmada belirsizlik ve risk koşullarında firmaların yatırım kararlarını
etkileyen faktörlerin belirlenmesi amacıyla portföy seçim modeli kullanılmıştır.
Portföy seçim modelinin teorik yapısı ise Tobin (1965), Huang ve Litzenberger
(1988), Tornell (1990), Le ve Zak (2006) ile Demir (2009)’in çalışmalarından
yararlanılarak oluşturulmuştur. Bu modele göre firmaların sabit sermaye ve
finansal yatırım kararlarını belirleyen modeller sırasıyla denklem (1) ve (2)’de
gösterilmiştir:
!
!
!
)*+,-∗ ≅ )*/01/ 2,- − 2 3 454 − )*/67,,
4 − )*68,,
− )*63,,
−
)*9(1)
170
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
+
!
!
!
)* : , < = ≅ −)*/01/ 2,- − 2 3 454 + )*/67,,
+ )*63,,
+ )*9
4 + )*68,,
;,
3∗
+)*;,< 2
3. EKONOMETRİK METODOLOJİ VE MODEL
3.1. Dinamik Panel Veri Analizi
Çalışmada belirsizlik ve risk koşullarında Türkiye’de reel sektörde faaliyet
gösteren firmaların sabit sermaye ve finansal yatırım kararlarını etkileyen
faktörler, dinamik panel tahmin yöntemlerinden biri olan Genelleştirilmiş
Momentler Metodunun (Generalized Methods of Moments-GMM) Arellano ve
Bond (1991) tarafından geliştirilen fark GMM versiyonu ile tahmin edilmiştir.
Dinamik panel modelinin en önemli avantajlarından biri dinamik ilişkilerin
araştırmacılar tarafından daha iyi bir şekilde anlaşılmasını sağlamasıdır. Dinamik
ilişkiler modele bağımlı değişkenin gecikmeli değerinin eklenmesiyle denklem
(3)’teki gibi ifade edilmektedir (Duch, 2008).
>?, = @>?, + AB? + CD?, + E?, + FG, j=1,2,…,N ve t=1,2,…,T(3)
>?, , i’nci firma için t zamanında gözlemlenen bağımlı değişkenin değerini;
>?, , i’nci firma için t -1 zamanında gözlemlenen bağımlı değişkenin değerini;
D?, , k1x1 boyutundaki vektör, i’nci firma için t zamanında gözlemlenen zaman
sürecinde değişen k1 tane dışsal değişkenlerin değerlerini; B? , k2 x1 boyutundaki
vektör, i’nci firma için zaman sürecinde değişmeyen k2 tane dışsal değişkenlerin
değerlerini; E? , i’nci firma için gözlemlenemeyenfirma etkisinin değerini; FG, , i’nci
firma için t zamanında gözlenemeyen hata değerini göstermektedir.
Dinamik panel veri yöntemi ile parametrelerin tahmin edilmesi için
kullanılan GMM tekniğinin en önemli varsayımlarından biri modelde kullanılan
araç değişkenlerin dışsal olması varsayımıdır. Bu varsayımın geçerliliğini sınamak
amacıyla çalışmada Arellano ve Bond’un birinci fark modelinde ve sistem GMM
tahmininde kullanılan araç değişkenlerin tamamının geçerliliğini sınayan
Sargan’ın birinci fark testi kullanılmıştır. Bu testlerin yanında GMM yönteminin
diğer bir varsayımı ise birinci fark denkleminden elde edilen hata terimleri
arasında ikinci dereceden sıra korelasyonu olmaması varsayımıdır. Bu varsayımın
171
C. Aydın ve F.G. Odabaşıoğlu
geçerliliğini sınamak amacıyla ise Arellano ve Bond (1991) bu varsayımın
geçerliliğini sınamak amacıyla geliştirdiği ardışık bağımlılık testi kullanılmıştır.
3.2. Model
Fark GMM yaklaşımı ile firmaların sabit sermaye ve finansal yatırım
kararları üzerinde risk ve belirsizliklerin etkisini gösteren iki farklı model
(sırasıyla model A ve B) denklem (1) ve (2)’den hareketle kurulmuştur. Modeller
denklem (4) ve (5)’te gösterilmiştir.
Model A
+?,- = H +?,
+ H! ;I?, + H" JKLM?, + HN JOPQ?, + HR S?, + T,
Model B
+ F?, (4)
+3
: < = = U;?, = H U;?, + H! U;?,! + H" ;?,< + HN JKLM?,
; ?,
+ HR JOPQ?, + T, + F?, (5)
Denklem (4) ve (5)’te i ’nci firmanın t zamanında +?,- , reel net sabit
sermaye yatırımlarını; U;?, , finansal yatırımlarının toplam sermaye miktarına
oranını; ;I?, , sermaye hâsıla oranını; ;?,< , toplam yatırım miktarını, JKLM?, , getiri
oranları farkını; JOPQ?, , belirsizlik ve risk değişkenini; S?, , kontrol değişkenini;
T, , gözlemlenemeyen zaman etkisini ve F?, , hata değerini temsil etmektedir.
Firmaların sabit sermaye ve finansal yatırım kararları üzerinde risk ve
belirsizliklerin etkilerini gösteren sırasıyla model A ve B’de, net sabit sermaye
172
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
yatırımları (+?,- ), net sabit sermaye stokunun logaritmik farkı alınarak53; net
finansal varlık yatırımları (U;?, ), net finansal varlıkların net sabit ve finansal
varlıkları toplamına bölünmesiyle; sermaye hâsıla oranı (;I?, ) dönem başındaki
net sabit sermaye stokunun firmanın net satışlarına bölünmesiyle; toplam yatırım
miktarı (;?,< ), reel net sabit ve finansal varlık yatırımlarının toplanmasıyla elde
edilmektedir (Demir, 2005: 108; Demir, 2009: 12-14). Diğer taraftan, piyasadaki
kredi olanaklarının sabit yatırımlar üzerindeki etkisini belirleyebilmek amacıyla
model A’da kredi (;J?, ) kontrol değişkeni kullanılmakta ve özel sektöre verilen
toplam kredilerin GSYİH’ya oranı şeklinde hesaplanmaktadır.
Her iki modelde de ortak kullanılan değişkenlerden getiri oranları farkı,
(JKLM?, ), sabit ve finansal varlık getiri oranları farkını temsil etmektedir (2?,- −
2?, ). Sabit varlık yatırım getirisi (2?,- ), firmanın dönem sonundaki faaliyet kârının
net maddi duran varlıklara bölünmesiyle hesaplanırken, finansal varlık yatırım
3
3
getirisi (2?, ) ise firmanın dönem sonundaki net diğer faaliyet gelirlerinin nakit ve
nakit benzeri değerler toplamına bölünmesi ile hesaplanmaktadır.54
Modellerde kullanılan belirsizlik ve risk değişkenini (JOPQ?, ) enflasyon,
döviz kuru ve büyüme hızı belirsizlikleri temsil etmektedir. Enflasyon (V0*W?, ),
döviz kuru (VJX2?, ) ve büyüme hızı (VYPZOℎ?, ) belirsizlikleri sırasıyla yıllık
üretici fiyat endeksi, reel döviz kuru ve büyüme hızı verilerinin logaritmik farkı
alındıktan sonra ARCH / GARCH modeli kullanılarak tahmin edilmektedir. Diğer
taraftan, ekonomik (0J?, ), politik (\J?, ), finansal (UJ?, ) ve ülke (+]JY?, ) risk
endeksleri risk değişkenini (JOPQ?, ) temsil eden ve modellerde kullanılan diğer
değişkenlerdir. Risk endekslerine ilişkin verilerin olasılık değerleri gibi
53
Net
sabit
varlık
yatırımları
=
)^K _
;?,
∆;
a= )^K b1 + ?,c;
d≅
`;
?,,
?,,
∆;?,
+
− 9, 9 Yıpranma payını ve ;?, firmanın sahip olduğu net sabit
≅ ?,`;
c;
?,,
?,,
(duran) varlıkları göstermektedir (Mairesses, Hall ve Mulkay,1998:9)
Faaliyet Karı = Net Satışlar-Satılan Malın Maliyeti- Faaliyet Giderler ve Net Maddi
Duran Varlıklar = (Dönem başı Maddi Duran Varlıklar +Dönem sonu Maddi Duran
Varlıklar ) / 2 şeklinde hesaplanmıştır.
54
173
C. Aydın ve F.G. Odabaşıoğlu
yorumlanabilmesi amacıyla endeks verileri logaritmik dönüştürülme işlemine tabi
tutulmakta ve risk endeks değişkenleri elde edilmektedir.
4. VERİ SETİ
Çalışmada kullanılan mikro ölçekli veriler elde edilmeden önce ilk olarak
Türkiye’de menkul kıymetler borsasına kayıtlı ve 2003:01 ile 2012:12 döneminde
kesintisiz olarak en az yedi yıl faaliyet göstermiş firmalar belirlenmiş ve belirlenen
firmaların bu yıllara ilişkin yıllık bilanço ve gelir tabloları, dünya borsalarına
kayıtlı firmalara ilişkin finansal bilgileri kayıt altına alan ThomsonOne Banker
isimli şirketten sağlanmıştır. İlk olarak Borsa İstanbul’da kayıtlı 424 firma
belirlenmiş ve bu firmalar faaliyet kollarına göre sınıflandırılmıştır. Sonrasında
finansal sektörde yer alan firmalar ile kesintisiz olarak en az yedi yıl faaliyette
bulunmayan firmalar çalışmadan çıkarılmıştır. Sonuç olarak elde kalan 219
firmaya ilişkin bilanço ve gelir tablolarından sağlanan veriler 2010 yılına göre
uyarlanmış ve modellerde kullanılan değişkenlere ulaşılmıştır.
Analizde kullanılan 219 firma içinde 36 firma inşaat, 19 firma gıda ve
içecek, 16 firma metal ve metal ürünleri imalatı, 13 firma kimyasal madde imalatı,
11 firma otomotiv, 8 firma petrol, gaz ve kömür ürünleri imalatı, 8 kâğıt
sektörlerinde faaliyet gösterirken kalan 102 firma ise diğer sektörlerde faaliyet
göstermektedir. Modellerde kullanılan makroekonomik değişkenler OECD, BIS
(Bank for International Settlements) ve PRS Group veri tabanlarından alınmıştır.
5. TAHMİN SONUÇLARI
5.1. Genel Trend
Türkiye’de reel sektörde faaliyet gösteren firmalara ilişkin sabit ve
finansal varlık yatırımları getiri oranları farkı (Rgap), finansal varlık yatırımlarının
toplam yatırımlara oranı (FK) ve faaliyet karlılığı oranı değişkenlerine ilişkin
ortanca değerleri yıllar itibariyle sırasıyla Şekil 1’de gösterilmiştir.
Şekil 1’de görüldüğü gibi Rgap değişkenine ilişkin ortanca değeri reel
sektörde faaliyet gösteren firmalar için 2003 yılında negatif değer alırken diğer
yıllarda ise pozitif değerler almıştır. Diğer taraftan bu değişken 2008 yılında en
yüksek değerine ulaşmıştır. Bu durum firmaların gerçekleştirmiş oldukları sabit
varlık yatırımlarından elde ettikleri getiri ile finansal varlık yatırımlarından elde
174
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
ettikleri getiri arasındaki farkın en fazla olduğu yılın 2008 yılı olduğunu
göstermektedir. Ayrıca 2009 yılına gelindiğinde Rgap değişkenine ilişkin ortanca
değerin önemli bir şekilde düşüş gösterdiği görülmektedir. Bu düşüş 2007 yılının
ortalarında Amerika Birleşik Devletleri ipotekli konut piyasasında başlayan, türev
ürünler aracılığıyla tüm finansal sektörü etkisi altına alan ve dünya geneline
yayılarak bütün ülkeleri derinden etkileyen küresel ekonomik kriz ile
açıklanabilmektedir.
Şekil 1: Ortanca Değer Grafikleri
2003 – 2012 dönemi genel olarak ele alındığında sabit ve finansal varlık
yatırımları getiri oranları farkına ilişkin ortanca değerin 0.142 olduğu
görülmektedir.
Bu durum reel sektörde faaliyet gösteren firmaların
gerçekleştirmiş oldukları her 100 TL’lik sabit varlık yatırımından elde ettikleri
getirinin, her TL’lik finansal varlık yatırımından elde ettikleri getiriden 14.2 TL
daha fazla olduğunu göstermektedir. Diğer taraftan finansal varlık yatırımlarının
toplam yatırımlara oranı ve faaliyet kârlılığı oranına ilişkin ortanca değerlerin
sırasıyla 0.181 ve 0.042 olduğu görülmektedir. Bu durum reel sektörde faaliyet
gösteren firmaların gerçekleştirdikleri her 100 TL’lik yatırımın 18.1 TL ’sının
finansal varlık yatırımı olduğunu ve her 100 TL’ lık satışlarında 4.2 TL faaliyet
kârı elde ettiklerini göstermektedir.
5.2. Belirsizlik Değişkenlerine İlişkin Tahmin Sonuçları
Modellerde kullanılan belirsizlik değişkenlerini tahmin etmek amacıyla
çalışmada ilk olarak enflasyon, döviz kuru ve büyüme hızı verileri 2003-2012
dönemi için aylık endeks serilerinin oluşturulmasında kullanılmıştır.
Belirsizlik değişkenleri beş aşamada elde edilmiştir. İlk aşamada
enflasyon, döviz kuru ve büyüme hızı endeks serilerinin normal dağılıma sahip
175
C. Aydın ve F.G. Odabaşıoğlu
olup olmadıkları test edilmiştir. İkinci aşamada endeks serilerinin durağan olup
olmadıkları tespit edilmiştir. Üçüncü aşamada endeks serilerinde ARCH etkisinin
tespit edilmesi amacıyla ARCH - LM (ARCH LagrangeMultiple) testi yapılmıştır.
Dördüncü aşamada ortalama denklemlerde ARCH etkisinin varlığı tespit
edildikten sonra uygun ARCH ve GARCH tipi modellerin seçimine geçilmiştir.
Beşinci aşamada ise modellerde ARCH etkisinin ortadan kalktığını görmek
amacıyla yeniden modellere ARCH – LM testi uygulanmıştır.
Elde edilen bulgular, enflasyon ve döviz kuru belirsizliklerine ilişkin en
uygun modelin GARCH (1,1) modeli olduğunu, büyüme hızı belirsizliğine ilişkin
en uygun modelin ise ARCH (1) modeli olduğunu göstermiştir. Enflasyon, döviz
kuru ve büyüme hızı endeks serilerinin aylık koşullu varyans değerleri
hesaplanmıştır. Belirsizlik değişkenlerinin oluşturulması amacıyla aylık koşullu
varyans değerlerinin yıllık ortalaması 2003-2012 dönemini kapsayacak şekilde
hesaplanmıştır.
5.3. Dinamik Panel Veri Analiz Sonuçları
Çalışmada ilk olarak reel sektörde faaliyet gösteren firmaların sabit ve finansal
varlık yatırımlarının belirleyicilerini tespit eden modellerde kullanılacak araç
değişkenler, araç değişkenler regresyonu (Instrumental Variables Regression)
yöntemi kullanılarak tespit edilmiştir.55 Sonrasında, Borsa İstanbul’da işlem gören
ve reel sektörde faaliyet gösteren firmaların belirsizlik ve risk koşulları altında
sabit sermaye yatırımları ile finansal yatırımlarını etkileyen faktörleri tespit eden
denklem (4) ve (5)’teki iki ayrı model, Arellano ve Bond‟un 1991 GMM
tahmincisi kullanılarak tahmin edilmiştir.
Reel sektörde firmaların sabit sermaye yatırım kararlarını etkileyen
faktörler model A’dan hareketle tahmin edilmiş ve sonuçlar Tablo 1 ve 2’de
gösterilmiştir. Tablo 1’de görüldüğü gibi bütün modellerde Rgap değişkeni ile
firmaların sabit sermaye yatırımları arasında istatistiksel olarak anlamlı ve pozitif
yönlü bir ilişki tespit edilmiştir. Bu anlamlı ilişki model 1, 3, 4 ve 5’te % 1
anlamlılık düzeyinde, model 2’de ise % 10 anlamlılık düzeyindedir. Rgap
55
Araç değişken regresyon yöntemlerinden GMM metodu kullanılarak elde edilen araç
değişkenlerinin geçerliliğini gösteren matrisler, araç değişken regresyon yöntemi kullanılarak elde
edilen modellere ait hata payları ile araç değişkenleri arasında bir ilişki olmadığını göstermektedir.
Bu durum araç değişkenlerinin geçerli olduğunu göstermektedir.
176
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
değişkeninin % 1 artması firmaların sabit sermaye yatırımlarında % 0.001 ile %
0.019 arasında bir oranda artışa neden olmaktadır.
Model 1, 2 ve 3’te enflasyon (Benf), döviz kuru (Brer) ve büyüme hızı
(Bgsyih) belirsizlikleri ile firmaların sabit sermaye yatırımları arasında % 1
anlamlılık düzeyinde istatistiksel olarak negatif yönlü bir ilişki tespit edilmiştir.
Model 4 ve 5’te firmaların sabit sermaye yatırımları ile özel sektöre verilen toplam
kredilerin GSYİH’ya oranı (Kr) ve büyüme hızı (Gsyih) arasında % 5 anlamlılık
düzeyinde istatistiksel olarak pozitif yönlü bir ilişki edilmiştir. Bu durum özel
sektöre verilen toplam kredilerin GSYİH içindeki payının ve büyüme hızının % 1
artmasının firmaların sabit sermaye yatırımlarını sırasıyla yaklaşık % 0.16 ve %
0.01 oranında arttırdığını göstermektedir.
Tablo 1:Türkiye’de Firmaların Sabit Sermaye Yatırımlarını Belirleyen
Belirsizlik Faktörlerine Yönelik Tahmin Sonuçları (Ik)
Belirsizlik Modeli
(1)
k
I
-1
KO-1
Rgap-1
Benf
-0.2467**
(0.1154)
-0.1216**
(0.0596)
0.0185*
(0.0069)
-79.8589*
(21.9237)
(2)
-0.3384***
(0.1966)
-0.2438*
(0.0627)
0.0018***
(0.0010)
(3)
-0.2190**
(0.1075)
-0.1469**
(0.0606)
0.0172*
(0.0065)
(4)
-0.1649*
(0.0158)
-0.3877*
(0.0230)
0.0086*
(0.0001)
(5)
-0.1649*
(0.0158)
-0.3877*
(0.0230)
0.0086*
(0.0001)
-751.2135*
(224.3309)
Brer
-38.1988*
(9.9404)
Bgsyih
0.1693**
(0.0717)
Kr
Gsyih
0.0095**
(0041)
1150
212
Gözlem Sayısı
Grup Sayısı
1150
212
1150
212
1150
212
1150
212
F İstatistiği
p-değeri
m1
m1 p-değeri
20.17
0.000
-2.72
0.008
33.08
0.000
-1.98
0.048
21.17
0.000
-2.78
0.007
1906.23
0.000
-2.20
0.028
1904.74
0.000
-2.19
0.028
m2
m2 p-değeri
Sargan
Sargan p-değeri
-1.50
0.133
0.08
1.000
-1.55
0.121
6.01
1.000
-1.54
0.125
0.09
1.000
-0.01
0.999
3.22
1.000
-0.59
0.553
7.74
1.000
Parantez içerisindeki değerler standart hataları göstermektedir. (-1) değeri değişkenlerin bir
gecikmeli değerini göstermektedir. *, **, *** ; sırasıyla %1, %5 ve %10 düzeyindeki anlamlılıkları
ifade etmektedir. Yıllara ilişkin sabit etkiler tabloda gösterilmemiştir.
177
C. Aydın ve F.G. Odabaşıoğlu
Modellerin tamamı dikkate alındığında, firmaların sabit sermaye yatırım
kararlarını en fazla etkileyen ekonomik faktörlerin sırasıyla döviz kuru belirsizliği,
enflasyon belirsizliği, büyüme hızı belirsizliği ve kredi değişkeni; en az etkileyen
faktörün ise büyüme hızı değişkeni olduğu görülmektedir.
Tablo 2’de görüldüğü gibi bütün modellerde Rgap değişkeni ile firmaların
sabit sermaye yatırımları arasında istatistiksel olarak anlamlı ve pozitif yönlü bir
ilişki tespit edilmiştir. Bu anlamlı ilişki model 1’de % 1 anlamlılık düzeyinde,
model 2, 3 ve 4’te ise % 5 anlamlılık düzeyindedir. Rgap değişkeninin % 1 artması
firmaların sabit sermaye yatırımlarında % 0.0008 ile % 0.0012 arasında bir oranda
artışa neden olmaktadır.
Tahmin sonuçları risk açısından ele alındığında ekonomik risk (ER),
finansal risk (FR), politik risk (PR) ve ülke riski (ICRG) endeksleri ile firmaların
sabit sermaye yatırımları arasında %1 anlamlılık düzeylerinde istatistiksel olarak
pozitif yönlü bir ilişki tespit edilmiştir. Ekonomik, finansal, politik ve ülke
risklerinde meydana gelen % 1’lik bir artış, risk endekslerinin azalmasına neden
olarak firmaların sabit sermaye yatırımlarını sırasıyla yaklaşık % 1.35, % 2.48, %
3.05 ve % 3.73 oranında azaltmaktadır.
Modellerin tamamı dikkate alındığında, firmaların sabit sermaye yatırım
kararlarını en fazla etkileyen risk faktörlerinin sırasıyla ülke riski, politik risk ve
finansal risk olduğu; en az etkileyen risk faktörünün ise ekonomik risk olduğu
görülmektedir.
Reel sektörde firmaların finansal yatırım kararlarını etkileyen faktörler
model B’den hareketle tahmin edilmiş ve sonuçlar Tablo 3 ve 4’te gösterilmiştir.
Tablo 3’te görüldüğü gibi bütün modellerde Rgap değişkeni ile firmaların finansal
yatırımları arasında % 1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel olarak negatif yönlü bir
ilişki tespit edilmiştir. Rgap değişkeninin %1 azalması firmaların finansal
yatırımlarında yaklaşık % 0.0009 oranında artışa neden olmaktadır. Model 1, 2 ve
3’te döviz kuru ve büyüme hızı belirsizlikleri ile firmaların finansal yatırımları
arasında % 5 anlamlılık düzeyinde, enflasyon belirsizliği ile ise % 1 anlamlılık
düzeyinde istatistiksel olarak negatif yönlü bir ilişki tespit edilmiştir. Model 4 ve
5’te firmaların finansal yatırımları ile özel sektöre verilen toplam kredilerin
GSYİH’ya oranı ve büyüme hızı arasında % 1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel
olarak anlamlı bir ilişki tespit edilmiştir. Bu ilişkinin özel sektöre verilen toplam
178
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
kredilerin GSYİH’ya oranı ve firmaların finansal yatırımları arasında negatif,
büyüme hızı ve firmaların finansal yatırımları arasında ise pozitif yönlü olduğu
görülmektedir. Bu durum sektöre verilen toplam kredilerin GSYİH içindeki
payının % 1 artmasının firmaların finansal yatırımlarını yaklaşık %1.1 oranında
azalttığını; büyüme hızının % 1 artmasının ise firmaların finansal yatırımlarını
yaklaşık % 0.012 oranında arttırdığını göstermektedir.
Tablo 2: Türkiye’de Firmaların Sabit Sermaye Yatırımlarını Belirleyen Risk
Faktörlerine Yönelik Tahmin Sonuçları (Ik)
Risk Modeli
k
I
-1
KO-1
Rgap-1
ER
(1)
(2)
(3)
(4)
-0.1220*
(0.0193)
-0.3378*
(0.0330)
0.00084*
(0.00026)
1.3541*
(0.1427)
-0.1330*
(0.0218)
-0.3283*
(0.0381)
0.00124**
(0.00048)
-0.1341*
(0.0253)
-0.4558*
(0.0585)
0.00123**
(0.00058)
-0.2478*
(0.0119)
-0.3920*
(0.0213)
0.00084**
(0.00033)
2.4812*
(0.3345)
FR
3.0556*
(0.3944)
PR
1150
212
1150
212
1150
212
3.7395*
(0.2791)
1150
212
F İstatistiği
p-değeri
m1
m1 p-değeri
145.15
0.000
-2.23
0.026
103.54
0.000
-2.74
0.008
66.45
0.000
-2.39
0.017
450.25
0.000
-2.41
0.018
m2
m2 p-değeri
Sargan
Sargan p-değeri
-0.72
0.470
2.58
1.000
0.30
0.762
0.37
1.000
-1.43
0.152
5.86
1.000
-0.45
0.652
1.07
1.000
ICRG
Gözlem Sayısı
Grup Sayısı
Parantez içerisindeki değerler standart hataları göstermektedir. (-1) değeri değişkenlerin bir
gecikmeli değerini göstermektedir. *, **, *** ; sırasıyla %1, %5 ve %10 düzeyindeki anlamlılıkları
ifade etmektedir. Yıllara ilişkin sabit etkiler tabloda gösterilmemiştir.
Modellerin tamamı dikkate alındığında, firmaların finansal yatırım
kararlarını en fazla etkileyen ekonomik faktörlerin sırasıyla enflasyon belirsizliği,
büyüme hızı belirsizliği, döviz kuru belirsizliği ve kredi değişkeni; en az etkileyen
faktörün ise büyüme hızı değişkeni olduğu görülmektedir.
179
C. Aydın ve F.G. Odabaşıoğlu
Tablo 4’te görüldüğü gibi bütün modellerde Rgap değişkeni ile firmaların
finansal yatırımları arasında % 1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel olarak negatif
yönlü bir ilişki tespit edilmiştir. Rgap değişkeninin %1 azalması firmaların
finansal yatırımlarında yaklaşık % 0.0009 oranında artışa neden olmaktadır.
Tablo 3:Türkiye’de Firmaların Finansal Yatırımlarını Belirleyen Belirsizlik
Faktörlerine Yönelik Tahmin Sonuçları (FK)
FK-1
FK-2
Ka
Rgap-1
Benf
(1)
(2)
Belirsizlik Modeli
(3)
(4)
(5)
-0.3874*
(0.0135)
-0.1806*
(0.0090)
0.1080*
(0.0335)
-0.00085*
(0.0001)
-281.8671*
(91.0128)
-0.3733*
(0.0136)
-0.2002*
(0.0089)
0.0996*
(0.0342)
-0.00089*
(0.0001)
-0.3912*
(0.0140)
-0.1781*
(0.0092)
0.1204*
(0.0358)
-0.00086*
(0.0001)
-0.3912*
(0.0140)
-0.1781*
(0.0092)
0.1204*
(0.0358)
-0.00086*
(0.0001)
-0.3728*
(0.0136)
-0.2009*
(0.0089)
0.0989*
(0.0342)
-0.00089*
(0.0001)
-137.3118**
(66.2703)
Brer
-219.2422**
(106.0273)
Bgsyih
-1.1018**
(0.5328)
Kr
0.0125*
(0031)
Gsyih
Gözlem Sayısı
Grup Sayısı
F İstatistiği
p-değeri
m1
m1 p-değeri
m2
m2 p-değeri
Sargan
Sargan p-değeri
1541
216
1541
216
1541
216
1541
216
1541
216
2239.67
0.000
-6.15
0.000
2197.81
0.000
-6.06
0.000
2053.41
0.000
-5.98
0.000
2053.41
0.000
-5.98
0.000
2197.37
0.000
-6.07
0.000
0.85
0.393
93.97
0.286
1.41
0.159
92.59
0.321
0.74
0.461
94.03
0.259
0.74
0.461
94.03
0.259
1.43
0.153
92.56
0.322
Parantez içerisindeki değerler standart hataları göstermektedir. (-1) ve(-2) değeri
değişkenlerin bir ve iki gecikmeli değerini göstermektedir. *, **, *** ; sırasıyla %1, %5 ve
%10 düzeyindeki anlamlılıkları ifade etmektedir. Yıllara ilişkin sabit etkiler tabloda
gösterilmemiştir.
Tahmin sonuçları risk açısından ele alındığında ekonomik risk, politik risk
ve ülke riski endeksleri ile firmaların finansal yatırımları arasında % 1 anlamlılık
düzeyinde; finansal risk endeksi ile ise % 5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel
180
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
olarak anlamlı ve pozitif yönlü bir ilişki tespit edilmiştir. Ekonomik, finansal,
politik ve ülke risklerinde meydana gelen % 1’lik bir artış, risk endekslerinin
azalmasına neden olarak firmaların finansal yatırımlarını sırasıyla yaklaşık % 0.49,
% 1.4, % 2.5 ve % 1.21 oranında azaltmaktadır.
Tablo 4: Türkiye’de Firmaların Finansal Yatırımlarını Belirleyen Risk
Faktörlerine Yönelik Tahmin Sonuçları (FK)
Risk Modeli
FK-1
FK-2
Ka
Rgap-1
ER
(9)
(10)
(11)
(12)
-0.3714*
(0.0136)
-0.2034*
(0.0087)
0.0996*
(0.0348)
-0.00089*
(0.0001)
0.4991*
(0.1332)
-0.3682*
(0.0135)
-0.2097*
(0.0083)
0.1063*
(0.0349)
-0.00091*
(0.0001)
-0.3699*
(0.0136)
-0.2061*
(0.0086)
0.1012*
(0.0345)
-0.00090*
(0.0001)
-0.3703*
(0.0136)
-0.2054*
(0.0086)
0.1007*
(0.0345)
-0.00090*
(0.0001)
1.4048**
(0.5497)
FR
2.4920*
(0.7418)
PR
1.2125*
(0.3496)
ICRG
Gözlem Sayısı
Grup Sayısı
F İstatistiği
p-değeri
m1
m1 p-değeri
m2
m2 p-değeri
Sargan
Sargan p-değeri
1541
216
1541
216
1541
216
1541
216
2199.81
0.000
-6.05
0.000
2220.69
0.000
-6.01
0.000
2205.10
0.000
-6.04
0.000
2203.44
0.000
-6.04
0.000
1.49
0.136
92.44
0.325
1.63
0.102
92.20
0.331
1.55
0.120
92.31
0.328
1.54
0.124
92.34
0.327
Parantez içerisindeki değerler standart hataları göstermektedir. (-1) ve(-2) değeri değişkenlerin bir ve
iki gecikmeli değerini göstermektedir. *, **, *** ; sırasıyla %1, %5 ve %10 düzeyindeki
anlamlılıkları ifade etmektedir. Yıllara ilişkin sabit etkiler tabloda gösterilmemiştir.
Modellerin tamamı dikkate alındığında, firmaların finansal yatırım
kararlarını en fazla etkileyen risk faktörlerinin sırasıyla politik risk, finansal risk
ve ülke riski olduğu; en az etkileyen risk faktörünün ise ekonomik risk olduğu
görülmektedir.
181
C. Aydın ve F.G. Odabaşıoğlu
Tablo 1, 2, 3 ve 4’te görüldüğü gibi bütün modellerde m1olasılık değerleri
(p-değeri) 0.05’ten küçük değerler alırken m2olasılık değerlerinin (p-değeri)
0.05’ten büyük değerler aldığı görülmektedir. M1olasılık değerlerinin (p-değeri)
0.05’ten küçük değerler alması % 5 anlamlılık düzeyinde bu modellere ilişkin hata
terimlerinde birinci dereceden otokorelasyon olduğunu göstermektedir. Diğer
taraftan modellerin hepsinde m2olasılık değerlerinin (p-değeri) 0.05’ten büyük
değerler alması ise % 5 anlamlılık düzeyinde modellere ilişkin hata terimlerinde
ikinci dereceden otokorelasyon olmadığını göstermektedir. Ayrıca, modellerin
hepsinde sargan olasılık değerleri (p-değeri) 0.05’ten büyük değerler aldığı
görülmektedir. Bu durum istatistiksel olarak % 5 anlamlılık düzeyinde modellerde
kullanılan araç değişkenlerin geçerli olduğu sonucunu ortaya çıkarmaktadır.
6. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Bu çalışmada 2003-2012 dönemi itibariyle, belirsizlik ve risk faktörlerinin
Türkiye’de reel sektörde faaliyet gösteren firmaların sabit sermaye ve finansal
yatırım kararları üzerindeki etkileri araştırılması amaçlanmıştır. Bu amaçla,
enflasyon, döviz kuru ve büyüme hızı belirsizlikleri ile ekonomik, finansal, politik
ve ülke risklerinin firmaların sabit sermaye ve finansal yatırım kararları üzerindeki
etkileri, dinamik panel veri analiz yöntemlerinden Arellano ve Bond tarafından
1991 yılında geliştirilen GMM tahmin tekniği kullanılarak analiz edilmiştir.
Analiz sonuçları özetle şöyledir:
Enflasyon, döviz kuru ve büyüme hızı belirsizliklerinin firmaların sabit
sermaye ve finansal yatırımları üzerindeki etkisine bakıldığında, döviz kuru
belirsizliğinin firmaların sabit sermaye yatırım kararları üzerinde, enflasyon ve
büyüme hızı belirsizliklerinin finansal yatırım kararları üzerinde daha güçlü bir
etkiye sahip olduğu görülmektedir. Döviz kuru belirsizliğinin azaldığı bir ortamda
firmalar sabit sermaye yatırımlarını finansal yatırımlarına göre nispi olarak daha
fazla; enflasyon ve büyüme hızı belirsizliklerinden herhangi birinin azaldığı
ortamda ise finansal yatırımlarını sabit sermaye yatırımlarına göre nispi olarak
daha fazla arttırmaktadırlar. Bu durum makroekonomik belirsizliğin genel olarak
etkisinin finansal piyasalar üzerinde etkili olduğunu ve finansal piyasaların
kırılgan bir yapıya sahip olduğunu gösterebilmektedir.
Ekonomik, finansal, politik risk ve ülke riskinin firmaların sabit sermaye
yatırım kararları üzerinde finansal yatırım kararlarına göre daha güçlü bir etkiye
182
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
sahip olduğu görülmektedir. Bu tür risklerin azalması risk endekslerinin artmasına
neden olarak firmaların sabit sermaye yatırımlarını finansal yatırımlarına göre
sırasıyla yaklaşık 3, 0.8, 0.3 ve 3 kat daha fazla arttırmaktadır. Bu durum risk
karşısında reel piyasaların finansal piyasalara göre daha kırılgan bir yapıya sahip
olduğunun bir kanıtı olabilmektedir.
Ekonomik faktörlerin firmaların finansal yatırımlarını sabit sermaye
yatırımlarına göre daha olumsuz etkilemesi birkaç şekilde açıklanabilmektedir. İlk
olarak bu faktörlerde meydana gelen artış, ülkeye olan güvenin azalmasına sebep
olmaktadır. Güvenin azalması ile birlikte ülkeye giren yabancı sermaye miktarında
bir azalış olabileceği gibi ülkede bulunan yabancı sermayenin de ülkeden
çıkmasına yol açabilmektedir. Yabancı portföy yatırımlarının doğrudan yabancı
sermaye yatırımlarından daha fazla azalması durumunda, finansal yatırımlar sabit
sermaye yatırımlarına göre daha fazla etkilenebilmektedir. İkinci olarak bu durum
sabit sermaye yatırımları ve finansal yatırımlar arasındaki yapısal farklılıklardan
kaynaklanabilmektedir. Sabit sermaye yatırımları uzun vadeli ve geri çevrilemez
iken finansal yatırımlar daha kısa vadeli ve batık maliyeti içermeyen yatırımlardır.
Sabit sermaye yatırımlarında uyarlama maliyeti ve tamamlanma gecikmesi söz
konusu iken finansal yatırımlar için böyle bir durumun söz konusu olmamasıdır.
Diğer taraftan, firmaların sabit sermaye ve finansal yatırım kararlarını
belirleyen risk faktörleri dikkate alındığında, risk faktörlerinin firmaların sabit
sermaye yatırım kararları üzerinde finansal yatırım kararlarına göre daha etkili
olduğu görülmektedir. Riskin arttığı bir durumda sabit sermaye yatırımlarının
finansal yatırımlara göre daha olumsuz etkilenmesi uluslararası sermaye
hareketleri ile açıklanabilmektedir. Artan risk, ülkeye olan güvenin azalmasına
neden olmakta ve ülkeye giren yabancı sermaye miktarını olumsuz yönde
etkileyebilmektedir. Bu durum hem sermaye hem de borçlanma maliyeti üzerinde
bir artışa sebep olarak firmaların sabit sermaye yatırımlarının azalmasına yol
açabilmektedir. Ayrıca, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının azalması sabit
sermaye yatırımlarının finansal yatırımlara oranla daha fazla etkilenmesine neden
olabilmektedir. Bununla birlikte risk ile getiri arasındaki doğrusal ilişki nedeniyle,
riskin artması risk primini arttırmaktadır. Riski seven yabancı yatırımcıların daha
yüksek getiri elde edebilmek amacıyla bu ülkede yatırım yapması, riskin finansal
yatırımlar üzerindeki olumsuz etkisini azaltmakta ve finansal yatırımların sabit
sermaye yatırımlarına göre daha az etkilenmesine neden olabilmektedir.
183
C. Aydın ve F.G. Odabaşıoğlu
Sonuç olarak belirsizlik ve risk faktörlerinin firmaların sabit sermaye ve
finansal yatırım kararlarına etkisi beraber analiz edildiğinde, ekonomik ve politik
faktörlerin firmaların finansal yatırım kararlarına olan etkisinin, risk faktörlerinin
ise sabit sermaye yatırım kararlarına olan etkisinin daha fazla olduğu
görülmektedir. Ayrıca firmaların sabit sermaye ve finansal yatırım kararlarında
belirsizlik durumunda sergiledikleri tutumu risk karşısında sergilemedikleri
görülmektedir.
KAYNAKÇA
Aizenman J, Marion N.(1993). “Macroeconomic Uncertainty and Private Investment”.
Economic Letters, 41(2), 201–210.
Alesina, A., vePerotti, R. (1996). “Income distribution, political instability, and
investment”.European Economic Review, 40(6), 1203-1228.
Arellano, M., ve Bond, S. (1991). “Some Tests of Specifications for Panel Data: Monte
Carlo Evidence and Application to Employment Equations”, Review of Economic Studies,
58,(2), pp.277–297.
Arestis, P., González, A. R., & Dejuán, Ó. (2012).“Investment, Financial Markets, and
Uncertainty” (No. 743).Working Paper, Levy Economics Institute.
Arslan, Y., Demirhan, A. A., Hulagu, T., veSahinoz, S. (2012). “Belirsizlik Altinda
Yatirim Planlari”Research and Monetary Policy Department, Central Bank of the
Republic of Turkey, No: 1213.
Baltagi, B. H., (2005), Econometric Analysis of Panel Data, Third Edition, Canada: John
Wiley&Sons.
Campos, N. F., ve Nugent, J. B. (2003). “Aggregate Investment and Political Instability:
An Econometric Investigation”.Economica, 70(279), 533-549.
Demir, F. (2009a). “Macroeconomic Uncertainty and Private Investment In Argentina,
Mexico and Turkey”.Applied Economics Letters, 16(6), 567-571.
Demir, F.(2009b). ”Financial Liberalization, Private Investment and Portfolio Choice:
Financialization of Real Sectors in Emerging Markets”.Journal of Development
Economics, 88(2), 314-324.
Duch, R., (2008), “Longitudinal/Panel Data Analysis: Lecture 3 and 4”, Internet Address:
http://www.raymond.duch@nu_eld.ox.ac.uk raymondduch.com/class/paneldata, Erişim
Tarihi: 27.11.2014.
184
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Escaleras, M., veKottaridi, C. (2014).“The Joint Effect of Macroeconomic Uncertainty,
Sociopolitical Instability, and Public Provision on Private Investment”.The Journal of
Developing Areas, 48(1), 227-251
Günçavdı, Ö.,veMckay, A. (2003). “Macroeconomic Adjustment and Private
Manufacturing Investment in Turkey: A Time-Series Analysis”. Applied Economics, 35,
1901-1909.
Gürsakal, S. (2009). “VaryansKırılmasıGözlemlenenSerilerdeGarchModelleri: Döviz Kuru
OynaklığıÖrneği”. ErciyesÜniversitesiİktisadiveİdariBilimlerFakültesiDergisi, 32, OcakHaziran,319-337.
Huang, C.,Litzenberger, R.H., 1988. Foundationsfor Financial Economics. Netherlands:
North-Holland.
Karapınar, G. (2008). Uncertainty and Investment: Evidence From The Panel Data of
Turkish Manufacturing Firms(YayınlanmamışYüksekLisansTezi), İstanbul: Marmara
Üniversitesi.
Koç, H., veDeğer, M.K. (2010). “Döviz Kuru BelirsizliğiVeYurtiçiYatırımlar:
TürkiyeEkonomisiÜzerineNedensellikTestleri
(1988-2007)”,
Atatürk
ÜniversitesiİktisadiveİdariBilimlerDergisi, 24(3), 79-93.
Le, Q. V. (2004).“Political and Economic Determinants of Private Investment”.Journal of
International Development, 16(4), 589-604.
Le, Q. V., ve Zak, P. J. (2006).“Political Risk and Capital Flight”.Journal of International
Money and Finance, 25(2), 308-329.
Leroy, S. F., veSingell, L. D. (1987). “Knight on risk and uncertainty”.The Journal of
Political Economy, 95(2), 394-406.
Luintel, K. B., veMavrotas, G. (2005).Examining Private Investment Heterogeneity:
Evidence From A Dynamic Panel (No. 2005/11). WIDER Discussion Papers//World
Institute for Development Economics (UNU-WIDER).
Mairesse, J.,Hall, B.H. andMulkay, B. (1998) "Firmlevelinvestment in France andthe
United States: an exploration of whatwehavelearned in twentyyears", NBER workingpaper
No. 7437
Özçiçek, Ö. (2007). “Nominal Kur Oynaklığı ve Türkiye’de Sermaye Yatırımı Üzerindeki
Etkisi”. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 7(2), 73-84.
Özman, M. (1996).Türkiye Ekonomisinde Belirsizliğin Özel Yatırım Harcamalarına Etkisi
(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Ankara: OrtaDoğuTeknikÜniversitesi.
185
C. Aydın ve F.G. Odabaşıoğlu
Pradhan, G., Schuster, Z., veUpadhyaya, K.P.(2004). “Exchange Rate Uncertainty and the
Level of Investment in Selected South-East Asian Countries”. Applied Economics, 36(19),
2161-2165
Poon, S. H., ve Granger, C. W. (2003).“Forecasting Volatility in Financial Markets: A
Review”.Journal of Economic Literature, 41(2), 478-539.
Sile, A. E. (2003). The Effects of Macroeconomic Uncertainty on Irreversible Investment
(Phd Thesis), Georgetown University.
Tobin, J.(1965). “Money and Economic Growth”, Econometrica, 33(4), 671-684.
Tornell, A.(1990). “Real vs. Financial Investment: Can Tobin Taxes Eliminate the
Irreversibility Distortion?”,Journal of Development Economics, 32, 419-444.
186
Bir Kosova Türk Masalı: Çatçat Dağın
Suyi Gösterge Bilimsel Çözümleme
Denemesi
Dr. Lokman Turan
Atatürk Üniversitesi
Hüseyin Öztürk
Artvin Çoruh Üniversitesi
ÖZET
Bu çalışmada, Kosova Prizren’de derlenmiş olan Çatçat Dağın Suyi masalı gösterge
bilimin yöntemleriyle çözümlenmeye çalışılmıştır. Çalışmanın amacı, geniş bir coğrafyaya
yayılmış Türk masallarının yeni bakış açılarıyla incelenmesine ve bu yolla Türkçenin
dilden dile aktarılarak günümüze ulaşmış olan metinlerinin anlaşılmasına katkı
sağlamaktır. Çalışmaya konu olan masal, Kosova Üniversitesi Priştine Felsefe Fakültesi
öğretim üyesi Nimetullah Hafız tarafından bir araya getirilmiş metinlerden oluşan Kosova
Türk Halk Edebiyatı Metinleri adlı eserde yer almaktadır. Gösterge bilim, okurun bakış
açısını derinleştirmesini gerekli kılan yöntemler teklif etmektedir. Bu yöntemler, metnin
anlam katmanlarına nüfuz etmek için okurun metni ayrıştırması ve yeniden inşa etmesini
öngörmektedir. Bu maksatla bu çalışmada Çat Çat Dağın Suyi masalı söylem, anlatı ve
temel yapı(mantıksal-anlamsal yapı) düzeylerinde analiz edilmiştir. Metnin kişi, zaman ve
uzamları tespit edilmiş; metin kesitlere ayrılmıştır. Sonrasında kişilerin olay örgüsündeki
işlevleri, A.J. Greimas’ın eyleyenler modeline göre belirlenmiştir. Bu modelin gereği
olarak masaldaki kişi ya da kavramlar, işlevlerine göre bir sınıflandırmaya tâbi
tutulmuştur. Bu işlevler doğrultusunda ortaya çıkan güç ve iletişim ekseni tespit edilmeye
ve anlamı meydana getiren temel soyut yapı ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Bu
çalışmanın (ve belki buna benzer çalışmaların) uzak amacı, masalların yapı ve anlam
özelliklerinin, çocuk edebiyatını sınıfa taşıyacak olanlar tarafından fark edilmesini
sağlamak ve eğitim-öğretimin çeşitli aşamalarında masallara dair bilgilerin işlevsel bir
biçimde kullanılmasına imkân tanımaktır. Hem ders kitabı hazırlayıcılarının hem de ders
programlarını tatbik eden öğretmenlerin, masalları derinlemesine tanıması, bu edebî türü
eğitim-öğretim ortamında daha kullanışlı kılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Kosova Türk masalı, Gösterge Bilim, Eyleyenler Modeli.
L. Turan ve H. Öztürk
A Kosovo Turkish Tale: Çatçat Dağin
Suyi A Study of Semiotic Analysis
Dr. Lokman Turan
Atatürk University
Hüseyin Öztürk
Artvin Çoruh University
ABSTRACT
This study was attempted to analyse a tale of Çat Çat Dağın Suyi compiled from PrizenKosovo by the help of semiotics methods. The aim this is to examine Turkish tales which
was spread over a wide geographical area, from the new viewpoints and in this contributes
towards better understanding of the Turkish texts which have survived through oral
tradition. The tale analysed in this study is located in the Kosovo Turkish Folk Literature
Texts which were put togetger by Nimetullah Hafız who is a member of philosophy
faculty of the Kosovo University. Semiotics offer methods which makes it necessary to
deepen the reader's point of view. These methods are required from reader to deconstruct
and reconstruct the text in ordert o infuse the layers of meaning embedded in the text. For
this purpose, the tale Çat Çat Dağın Suyi was analysed in discourse level, narration level
and basic structure (logical-semantic structures) level. Characters, tenses and locations of
text were identified and the text divided into sections. After that the functions of characters
were determined by using the actantial model of A.J. Greimas. As a requirement of this
model characters and concepts of this tale were classificated according their
functions.Power and communication axis of the was identified. Finally basic structure of
the tale that forms meaning was exposed. This research (and perhaps other similar studies)
might be useful for people who use the children’s literature in classroom in relation to
structural and semantic properties of tales to recognize and enable them to use this
information relevant to tales in various stages of education. To recognize folk tales in
depth by both teachers who utilise educational program and author of textbooks, this type
of literary genre will make it more valuable in the teaching and learning environment.
Keywords: Kosovo Turkish Tale, Semiotics, Actantial Model.
188
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
1. GİRİŞ
İnsan, hayatı boyunca çok sayıda metnin muhatabı olur. Bu metinlerin
çeşitliliği karşısında birtakım okuma yöntemleri geliştirmek kaçınılmazdır.Bu
yöntemler geliştirilirken metnin özelliklerini ve üretim sürecini dikkate almak
gerekir. Yalnızca metinlerin değil bir bütün olarak insanın hayatındaki anlamların
kaynağını sorgulayan gösterge bilim, metinleri anlamlandırma konusunda da
teklifler getirmiş; kendine has kavramlarla metinlere nüfuz etmeye çalışmıştır.
Gösterge bilim, bunu yaparken dili bir metafor olarak kullanma
eğilimindedir(Guiraud, 1994: 11). Nitekim bir dilbilimci olan Saussure, Charles
Sanders Peirce ile birlikte gösterge bilimin öncüleriden biri olarak kabul
edilmektedir(Rifat, 2009: 30). Metinlerde sözdizimsel bir yapı arama ve metni
böylece anlamlandırma çabası da bu eğilimi gösterir niteliktedir(Kıran ve Kıran,
2011: 300).
Gösterge bilimin inceleme alanlarından biri de anlatılardır. Anlatılar, hem
üretim süreci hem de yapı itibarıyla kendine özgü bir okuma usûlü gerektirir. Bu
sebepledir ki bir bilim dalı olarak anlatıbilim ortaya çıkmıştır.56Bütün anlatılar için
ortak bir okuma yöntemi belirleme işinin çözülmesi gereken bir mesele olarak
ortada durduğunu; bu meselenin çözümü için aceleci davranmamak gerektiğini
söyleyen ve “Anlatıların yapısını nerede aramalıyız?” sorusunu yanıtlamaya
çalışan Barthes, bu soruya bir cevap vermiş; ardından da bu cevabın geçerliliğini
sorgulayan ikinci bir soru sormuştur:
“...anlatıların yapısını nerede aramalıyız? Anlatılarda kuşkusuz. Bütün
anlatılarda mı?” (Barthes, 2014: 102)
Bir türe, bir çağa, bir topluma özgü bütün anlatıları incelemeye ve sonra
bir örnekçe tasarlamaya kalkışmanın belki sağduyulu ancak gerçekçi olmayan bir
yaklaşım olduğunu belirten araştırmacı, bu savını ispatlamak üzere dilbilimin
geçirdiği süreci örnek göstermiştir:
56
Anlatıbilimin (Narratology), bir bilim dalı olarak gelişim süreci için bkz. Dervişcemaloğlu, B.
(2014). Anlatıbilime Giriş, Dergâh Yayınları, İstanbul.
189
L. Turan ve H. Öztürk
“Karşısında yalnızca üç bin dolayında dil bulunan dilbilim bile işin
üstesinden gelememiştir. Sonunda akıllıca davranıp tümdengelimli yaklaşımı
benimsemiş ve o tarihten başlayarak da kurulup dev adımlarıyla ilerlemiş, hatta o
ana kadar ortaya çıkarılmamış olayları bile öngörmeyi başarmıştır.” (Barthes,
2014: 102)
Anlatıların sayısı o kadar çoktur ki onların hepsini tek tek, derinlemesine
bir okumaya tâbî tutmak ve sonrasında bir yöntem tespit etmek imkân dairesinde
değildir. Bu durumda güncellenmeye açık bir okuma kuramı tasarlanabileceği ve
ardından anlatıların bu kurama göre incelenebileceği düşüncesinden hareket
edilmiştir. Nitekim göstergebilim, donmuş bir bilim olarak değil bir bilimsel tasarı
olarak görülmüştür(Rifat,1996: 14). Barthes, bu durumda dilbilimden yardım
almayı akıllıca bulmuş ve bir anlatıyı çözümlemek üzere harekete geçen kişinin
durumunu şöyle özetlemiştir:
“Anlatıların sınırsızlığı ve bu anlatıların söz edileceği bakış açılarının
çokluğu karşısında çözümlemeci, dilin karmaşıklığını gören ve bildirilerin
görünürdeki kargaşası içinden bir sınıflandırma ilkesi ve bir betimleme odağı
çıkarmaya çalışan Saussure’le aşağı yukarı aynı durumdadır.” (Barthes, 2014: 102)
Bu çalışma açısında sınıflandırma ilkesi ve betimleme odağı ifadelerinin
altı çizilmelidir. Çünkü bu araştırmada kılavuz olarak kullanılacak olan
Greimas’ın eyleyenler örnekçesi, bu konuda önemli bir örnek teşkil etmektedir.
Anlatının kahramanları, bu örnekçede birer eyleyen konumundadır ve adlarını
işlevlerinden almaktadır. Eyleyenler, yalnızca insan olmak durumunda değildir.
Zaman zaman bir nesne ya da kavram eyleyen konumunda olabilir. Greimas,
modelini V.Propp’tan esinlenerek hazırlamıştır(Dervişcemaloğlu, 2014: 139).
Greimas’ın üretici süreç adını verdiği ve temel yapıdan yüzeysel yapıya
doğru ilerleyen metnin oluşum süreci, bütün yapıyı meydana getiren çeşitli
ögelerin birbirine bağlanmasını içerir(Kıran ve Kıran, 2011: 183).
Söylem, anlatı ve temel yapı düzeylerinde metnin oluşum sürecini görmek
ve incelemek mümkündür. Söylem düzeyindeki çözümleme kişi, zaman ve
uzamların tespiti ve metnin kesitlere ayrılmasıyla başlar. Metindeki sahneleri
birbirinden ayıran durumların belirlenmesiyle devam eder. Sonrasında sahnelerin
190
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
İkinci
17-20
20 Mayıs, 2016
arasındaki benzerlikler ve karş
rşıtlıklardan
ıtlıklardan yola çıkılarak bir sınıflandırma
yapılır(Rifat, 1996: 26-27).
Anlatı düzeyinde yapılacak incelemede artık kahramanlar değil
de il eyleyenler
vardır. Yukarıda da belirtildiği
ği gibi eyleyen kavramı kişi
ki i ya da kahraman
kavramından daha kapsamlıdır. Bir eyleyen, her zaman insan olmak durumunda
olmadığıı gibi daima tekil veya daima somut olmak durumunda da de
değildir.
ildir. Bazen
soyut bir kavram, bazen bir nesne de eyleyene dönüşebilir.
dönü ebilir. Eyleyen, bir varlıktan
ziyade bir bağıntı
ıntı unsurudur. Bu anlatılanları somutla
somutlaştırmak
tırmak için Greimas’ın
oluşturduğu eyleyenler şeması işlevsel
şlevsel olabilir(Kıran ve Kıran, 2011: 271
271-272).
Şema
ema 1: Greimas’ın Eyleyenler Modeli
Bu şemanın bir örneğii de aş
aşağıdaki verilmiştir. Şema
ema kısaca yorumlanacak
olursa şunlar
unlar söylenebilir:Bir anlatı, gönderici tarafından harekete geçirilen
öznenin; nesneyi elde etme mücadelesini içerir. Bu mücadele sırasında yardımcılar
ve engelleyicilerle karşılaşır.
ır. Yardımcıların deste
desteğiyle engelleyicileri aşar,
ar, nesneye
ulaşır
ır ve onu alıcıya götürür.Ödüllendirilir ve onurlandırılır. Yapamazsa
cezalandırılır. Bu bir şemadır
emadır ve bütün anlatıları dört başı
ba ı mamur açıklayamaz.
Ama anlatılara bir bakış geliştirmede
ştirmede
tirmede istifadeye açıktır. Zaten göstergebilimin bir
metni her yönüyle açıklama iddiası yoktur ancak sınırlandırdığı
sınırlandırdı alan
lan içinde tutarlı
ve bütüncül bir bakış geliştirmek
tirmek ister (Yücel, 2012: 94).
Bu şemaların
emaların ayrıntılandırılması ve açıklanması, eyletim; edim ve edinç;
durum sözcesi ve edim sözcesi gibi kavramların yardımıyla metin incelemesi
bölümünde örneklerle gerçekleştirilecektir.
tirilecektir.
191
L. Turan ve H. Öztürk
Şema 2: Greimas’ın Eyleyenler Modeli57
Temel yapı düzeyinde yapılacak incelemede, bir anlatıyı oluşturan
olu
en
temel karşıtlıklar
ıtlıklar ele alınır. Bu,bir derin yapı analizidir. Her anlatının birkaç
kavramın karşıtlığına ve çatışmasına
masına indirgenebileceği anlayışı gereğince bir
göstergebilimsel dörtgen oluşturulmuş
turulmuştur. Ölüm-yaşam, aşk-nefret, gerçek- yalan,
özgürlük-esaret
esaret ve daha birçok temel karşıtlık,
kar
bir anlatının çekirdeğini
oluşturabilir. İşte bu çekirdeğin keşfedilmesi
şfedilmesi ve şematize edilmesi işi, temel yapı
analizini oluşturur.
2. ÇATÇAT DAĞIN SUYİ MASALININ ÇÖZÜMLENMES
ÇÖZÜMLENMESİ
Masal bir anlatı türüdür. Simgeseldir, ortak hafızadan doğar
do
ve onu besler.
Bu çalışmanın
manın konusu olan Çat Çat Dağın
Da
Suyi masalı, Hafız(1995)’ın Kosova
Halk Edebiyatı Metinleri
etinleri adlı çalışmasındaki metin esas alınarak incelenmiştir.
incelenmi
Masal Prizen’de derlenmiştir.
tir. Masalın tam metni çalı
çalışmanın sonunda yer
58
almaktadır. Bu çalışmada
mada çözümleme yapılırken analizin sırası ve akışıkonusunda
akı
daha önce Türkçe metinler üzerine yapılmış
yapılm gösterge bilim çalışmalarından,
59
özellikle masal incelemelerinden istifade edilmiştir.
edilmi
57
Şema
ema Kaliforniya Üniversitesi’nin internet sitesine ait bu bağlantıdan
ba
alınmıştır:
http://oldsite.english.ucsb.edu/faculty/ayliu/courses/english25/materials/Greimas.gif
58
Metnin özgün hâli ağız özellikleri taşımaktadır.
ımaktadır. Prof. Dr. Nimetullah Hafız’ın çalı
çalışmasında metin
derlendiği kaynaktan olduğuu gibi yazıya aktarılmıştır.
aktarılmı
Bu durum, bu ağızla ilgili tecrübe ve bilgisi
olmayan okuyucuları zorlayacağından
ından metin, ağız
a
özelliklerinden arındırılmış ve ölçünlü Türkiye
Türkçesine dönüştürülmüştür. Dönüşüm
üm sırasında çalı
çalışmanın arkasında bulunan sözlükten istifade
edilmiştir.
tir. Bazı noktalarda eksik kalan anlam parantez içlerine yazılan kelimelerle tamamlanmı
tamamlanmıştır.
59
Bunlardan bazıları:
ı: KORKUT, E. Göstergebilimsel Çözümleme: Tembel Adam Masalı., Millî
Folklor, 2015, Yıl 27, Sayı 108CAN TÜFEKÇİ,
TÜFEKÇİ Dilek. Dünya Güzeli: Gösterge bilimsel Yaklaşım,
Türk Dünyası İncelemeleri
ncelemeleri Dergisi / Journal of Turkish World Studies, XII/2 (Kış
(Kı 2012), s.531-552.
192
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Olay örgüsünün bağlantı noktalarını tespit etmek için Rifat (1996)’ın
ifadesiyle anlam kavşaklarından yola çıkarak metnin belirli birimlere ayrılması
çözümlemeyi kolaylaştıracaktır. Bu sebeple Çatçat Dağın Suyi masalı da kesitlere
ayrılarak incelenecektir.
2.1. I. Kesit
Dünyada sen ve ben yokken, yeryüzündeki otlar bitişirken, derelerde süt
akarken, o zamanlarda bir anayla bir oğlan yaşıyormuş. Bu ana ve oğul çok
fukaraymışlar. Akşama yiyecek ekmek bile yokmuş. Komşunun karısı bunları hep
gizlice besliyormuş.
2.1.1. Söylem Düzeyi
Metnin bu kesitinde kişiler ve zaman açık bir biçimde görülmektedir.
Uzam ise bir sonraki kesitte okur/dinleyici ile paylaşılmaktadır. Kişiler, zaman ve
uzam söyleme/metne can veren, onu gerçekçi kılan ögelerdir. Sen ve ben zamirleri
anlatıcı ve dinleyiciyi temsil etmektedir. Masal kişileri ise bir ana ve bir oğuldur.
Bu bilgilerden sonraki kesitlerde olacakları anlamlandırmada istifade edilecektir.
2.1.2. Anlatı Düzeyi
Birinci kesit bir durum sözcesidir. Bir hareketi değil bir durumu
betimlemektedir. Bir edimin bir hareketin gerçekleşebilmesi için bir durumdan bir
başka duruma geçişi arzu etmek ve sonra harekete geçmek gerekmektedir. Bu
geçiş durumunu ifade eden sözcelere ise edim sözcesi adı verilir. Fukaralık
durumunun değişebilmesi için anlatı öznelerinden birinin bir edim
gerçekleştirmesi gerekir. Bu edimi gerçekleştirebilmesi için edince (yeterliliği
sağlayacak bilgi ve donanıma) muhtaçtır. Anlatıdaki eyleyenlerin (özne, nesne,
gönderici, alıcı, yardımcı, engelleyici) tespitini ilerleyenbölümlerin analizinde
gerçekleştirmek, anlatının yapısının daha doğru kavranmasını sağlayacağından bu
kesitte gerçekleştirilmemiştir.
2.2. II. Kesit
Günün birinde bu çocuğun annesi hastalanmış. O kasabada kimse ilaç
bulamamış. Annesini nasıl iyileştireceğini hep düşünmüş. Gözüne gündüz gece
uyku girmemiş.
193
L. Turan ve H. Öztürk
2.2.1. Söylem Düzeyi
Bir zaman değişikliği ve sağlıktan hastalığa doğru yaşanan bir dönüşüm
yukarıdaki bölümün ikinci kesit olarak alınmasına sebep olmuştur. Birinci
kesitteki durağan ve geniş zaman, bir olayın gerçekleştiği müşahhas zamana, bir
güne dönüşmüştür. Anne hastalanmıştır. Uzamda ise herhangi bir değişiklik
yaşanmamıştır.
Zaman ve uzam belirtkeleri ile yaşanan dönüşümler, metni kesitlere
ayırmada yardımcıdır(Uçan, 2015: 112).
2.2.2. Anlatı Düzeyi
Hastalanma edimi, yeni bir durum yaratmıştır. Bu yeni hâl, önceki durumu
ortadan kaldırmamakta, önceki durumun üzerine eklenmektedir. Bu anlatının
öznesi çocuktur. Arzu nesnesi ise annesinin sağlığıdır. Öznenin bunu elde etme
serüveni, anlatıya bir başka eyleyenin dâhil olması ile başlayacaktır.
2.3. III. Kesit
Düşünürken kapı vurulmuş, çocuk kapıya çıkmış. Kapıda bir ihtiyar adam,
ak sakallı, ayakları tutmuyor hatta konuşamıyormuş bile… Çocuk ihtiyar adama
kapıyı açmış ve içeriye almış. İhtiyar adam çocuğa dönmüş ve şunları söylemiş:
Duydum senin anan hastaymış, kimse ona ilaç bulamamış. Dinle bunları
ben sana ne söyleyeceğim, onları yapacaksın, güzelce dinle! Buradan yedi dağ
uzakta olan Çatçat Dağı bulunur. O dağda bir kale var. Onu bir kocakarı bekler.
Yanında bir pınar var. O pınarın dibinde kalenin anahtarı saklıdır. Pınarın içine
girersin. Onda bir balık vardır. Balığın yüreğinde anahtar saklıdır. Bunu kimseye
deme. Yolda ise çok zahmet çekeceksin fakat hepsine dayanacaksın. Anahtarı
aldın mı göğsüne koy. Pınardan çıktın mı biraz uzakta yeşil bir taş var. Onu kaldır,
altında bir kılıç var. Kılıcı sol elinde tutacaksın. Sakın sağ eline almayasın. Sonra
kaleye girmek için harp edeceksin. Kalenin en derin yerinde bir su akar. O sudan
alırsın ve suyu dışarıya koyuverirsin. Sonra geriye dönersin. Dediklerimi unutma!
O suyu anan içtikten sonra hastalığı geçer. Yolun açık olsun çocuğum. Bunu der
ve ihtiyar adam gider.
Çocuk içeriye girer. Bunları anasına söyler. Anası da der:
194
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
İkinci
17-20
20 Mayıs, 2016
-
Ben sensiz ne yapacağım?
ğım? Bana kim bakacak?
Çocuk der:
-
Merak etme ana, ben çabuk dönerim. Eyvallah ana!
İyi
yi saatinle (güle güle) çocu
çocuğum, der anası.
2.3.1. Söylem Düzeyi
Yeni bir kişinin
inin girmesi ve masalın akı
akışına
ına devinim getirecek bir anlam
kavşağının oluşması
ması bu bölümü yeni bir kesit olarak ele almayı gerektirmiştir.
gerektirmiştir.
Yeni kişi,
i, bir ihtiyardır. Bu ihtiyar, bir uzam değişikliğinin
de
olacağını
ını okuyucuya
haber vermektedir. Zaman ise annenin
ann
hastalandığı,
ı, ikinci kesitteki o “bir gün”ü
müteakip bir zaman dilimidir.
2.3.2. Anlatı Düzeyi
Anlatının öznesi olan çocuk, arzu nesnesi olan annesinin sağlığına
sa
ına (Çatçat
Dağın Suyu’na) ulaşmak
mak üzere gönderici rolündeki ihtiyar ile bir sözleşme
sözleşme
yapmıştır. İhtiyarın
htiyarın çocuk üzerindeki otoritesi bilgi ve tecrübe kaynaklıdır.
Çocuğun bir dönüştürücü edimi gerçekleştirebilmesi
gerçekle
için gerekenleri öğreten
reten ve bu
konuda onunla bir sözleşme
me yapan ki
kişii Greimas’ın eyleyenler modelinde
gönderici olarak adlandırılmıştır.
ştır. Sözle
Sözleşme yapılması işine ise eyletim adı
verilmektedir.Göndericinin özne üzerindeki zorlamaya ve kuvvete
kuvvete dayanmayan
etkisine inandırıcı edim, öznenin bu durumu değerlendirip
de erlendirip göndericiye
güvenmesine ise yorumlayıcı edim adı verilmektedir(Rifat, 2011). Bu masaldaki
eyleyenler, modeldeki yerine koyulunca aşağıdaki
a
şema ortaya çıkmaktadır.
Şema 3: Çatçat Dağın
Dağ Suyi Masalının Eyleyenleri
Özneyi arzu nesnesinden alıkoymaya çalışan
çalı an eyleyene Greimas’ın
195
L. Turan ve H. Öztürk
modelinde engelleyici adı verilmiştir. Yardımcı konumundaki İhtiyar’ın
anlattıkları engelleyici olarak Dev’i işaret etmektedir. Bir anlatıda birden fazla
yardımcı ve engelleyici olabilmektedir. Bunlar, her zaman kişiler olmayıp toplum,
doğa, hastalık vb. olabilir(Kıran ve Kıran,2011: 284) .
Öznenin getireceği arzu nesnesinin alıcısı annedir. Gönderici, özneye bir
işi yapma vazifesi veren, onu yönlendiren ve eksik olan ‘şey’i (Çatçat Dağın Suyu)
bulması yönünde teşvik eden kişiyken alıcı, söz konusu ‘şey’den (arzu
nesnesinden) faydalanan kişidir.
İhtiyar ile yaptığı sözleşme gereği çocuk yedi dağ öteye gidecektir.
Bundan sonraki kesitleri belirleyecek olan da çocuğun bu nesneyi elde etmek
üzere yapacağı yolcuk sırasında yaşayacağı zaman ve uzam değişiklikleri
olacaktır.
2.4. IV. Kesit
Çocuk yola koyulmuş. Arkasına bir torba almış. Yürümüş, yürmüş bir
dağda karanlık tutmuş(bamış). Orada akşam olunca kargalar kapışmışlar. (Öyle)
çok bağrışmışlar ki bütün dağ ötüyormuş. Bu çocuk bilememiş ne yapsın. Bir taşın
altına girmiş. Orada istirahat etmiş, yorgun olduğundan (bir) uyku almış. Haçan
(ancak) gecenin bir vaktinde bir tilki gelmiş. İçeri girerken bu çocuğu görmüş ve
sormuş:
-
Burada ne arıyorsun sen?
Çocuk da cevap vermiş:
- Ben uzun yolculuk yapıyorum. Akşam olunca burada kaldım,
bilmedim ki senin yuvanmış.
Tilki demiş:
- Nereye gidiyorsun?
- Anam hastadır. Şifa bulmak için derman aramaya Çatçat dağına kadar
gidiyorum.
- A, orası çok uzaktır, hem oraya kimse gidemez. Bedava yorulacaksın.
Beni dinlersen vazgeç o yoldan.
196
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Anamı kurtarmak için her güçlüğe dayanacağım, der ve yoluna yine
koyulur.
2.4.1. Söylem Düzeyi
Anlatının kahramanı olan çocukla beraber bu kesitte bir de tilki vardır.
Zaman ifadesi olarak akşam, uzam ifadesi olarak dağda bir taşın altı (küçük
mağara, kovuk) vardır. Kesiti başlatan da bitiren de çocuğun yola çıkması, bir
başka deyişle uzam değiştirmesidir.
2.4.2. Anlatı Düzeyi
Burada özneyi, arzu nesnesine ulaşmaktan alıkoymaya çalışan bir başka
engelleyici tilki vardır. Bu engelleyici fiziki bir çatışmaya girmeyip özneyi sözlü
olarak arzu nesnesine yaklaşmaktan alıkoymaya çalışmıştır. Kargalar da çocuğu
şaşırtmış, korkutmuştur. Nesneye doğru yaptığı yolculukta bir başka engelleyici de
onlar olmuştur.
2.5. V. Kesit
Yürmüş yürmüş, bir dereye gelmiş. Onu aşıp geçmenin mümkünü
yokmuş. Suya girmiş ve dereyi öyle geçmiş. Çok ıslanmış. Bir dikenliğe gelmiş.
Ayağında yamalı potinleri olduğu için ayaklarını dikenler deşmiş. Kanlar akmış,
ayakları kabarmış fakat çocuk hiçbir yerde durmamış. Yine yürümüş. Hemen
acıkmış. Torbasında bir parça ekmek varmış, onu yemiş. Yanında yabani meyveler
varmış, biraz toplamış ve ekmekle yemiş. Biraz istirahat etmiş ve yine yürümüş.
Üçüncü dağda akşam olmuş. Orada bir kulübe görmüş. Kulübe açıkmış. İçeri
girmiş. Yorgunluktan uyku tutmuş. Gecenin bir vaktinde kurt kulübeye girmiş ve
çocuğu uyurken görmüş. Yavaşça çocuğu kaldırmış ve demiş:
-
Burada ne arıyorsun?
Çocuk yarı kapalı gözlerinden kurdu görüyor ve diyor:
- Bilemedim ki senin yuvandır. Yorgundum ve burada biraz
istirahat ettim. Uzun yolculuk yapıyorum. Annem hastadır, ona derman
arıyorum. Ta Çatçat dağına gideceğim demiş. Kurt buna şaşırmış ve
demiş:
197
L. Turan ve H. Öztürk
- Oraya bugüne kadar kimse gidememiş, hem çok uzaktır. Bilesin ki
seni parça parça ederler. Orada dev yaşar. Çok insanları var onun. Vazgeç
bu yoldan!
Çocuk kurdu da dinlememiş, yol almaya başlamış.
2.5.1. Söylem Düzeyi
Bu kesitte iki zaman ifadesiyle karşılaşıyoruz: akşam ve gecenin bir vakti.
Dere, dikenlik, üçüncü dağ ve kulübe uzam ifadeleridir. Çocukla beraber anlatıya
dâhil olan kişi ise kurttur.
2.5.2. Anlatı Düzeyi
Dere, dikenlik ve kurt yeni engelleyiciler olarak anlatıya girmişlerdir. Dere
ve dikenlik, çocuğun karşısına fiziki engeller çıkarırken kurt da çocuğu sözlü
olarak nesneye ulaşma çabasından alıkoymaya çalışmıştır. Yabani meyveler ise
onun açlığını giderip ona güç vermiş, nesnesine ulaşma konusunda onu
desteklemiştir. Yabani meyveler de eyleyenler örnekçesinde yardımcılar arasında
zikredilebilir.
2.6. VI. KESİT
Uzun yol gittikten sonra yine bir yerde oturmuş. Yemek için bir şey
yokmuş. Etrafında bulunan otları ve pişmemiş (olgunlaşmamış?) yabani otları
yemiş. Yine yola başlamış. Yolda yüreği ağrımış. Fakat oturmamış, hep yürümüş.
Hemen birden hava kapanmış. Gök gürlemesi ve şimşekler dört taraftan patlamış.
Biraz sonra ip gibi yağmurlar yağmış. Çocuk yoluna işte böyle devam etmiş.
Dağları geçmiş, beşinci dağa gelmiş. Burada akşam olmuş. Yine bir yer bulmuş ve
taşların içine girmiş. Burada da bir kere uyku tutmuş. Biraz sonra ayı gelmiş. Bunu
aynı uyurken bulmuş fakat kaldırmamış, bırakmış (ki) uyusun. Sabah olmuş.
Çocuk uyanmış, ayıyı yanında görmüş. Ayı demiş:
- He insan kulu, ne arıyorsun (ki) bu viran dağlara gelesin?
- Anam hastadır, demiş çocuk. Ona derman aramak için Çatçat
dağına gidiyorum.
Ayı bunu duyar duymaz yerinden kalkıyor ve çocuğa diyor:
198
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
- Sakın oraya gitme, daha kimse oraya gidememiştir. Yanılırsın.
Korkarım ki seni tutarlar, öldürürler. Dev çok kuvvetlidir, hem onun çok
askerleri var. Pişman ol, geri dön!
- Çocuk bunu da dinlememiş. Dosdoğru yolunu tutmuş.
2.6.1. Söylem Düzeyi
Bu kesitte anlatı kişileri arasına ayı da katılmıştır. Uzun yol, beşinci dağ
ve taşların içi uzamları; akşam ve sabah ise zamanları oluşturmaktadır. IV ve V.
kesitteki gibi çocuğun hareket edip uzam değiştirmesi ve buna bağlı olarak
zamanın değişmesi bu kesitin başlangıç ve bitişini belirlemiştir.
2.6.2. Anlatı Düzeyi
Tıpkı tilki ve kurt gibi ayı da yeni bir engelleyici olarak anlatıya dâhil
olmuştur. Açlık, gök gürültüsü, yağmurlar da çocuğun karşısına birer engelleyici
olarak çıkarken yabani otlar, çocuğa tıpkı yabani meyveler gibi yardımcı
olmuştur.
2.7. VII. Kesit
Altıncı dağı da geçmiş. Yedinci dağa yaklaşırken birden yer sarsılmaya
başlamış. Her taraf titremiş. Çocuk bir yerde oturmuş, isitrahat etmiş. Yine
yürümüş. Tam o yerde pınarı görmüş. Yavaşça pınarın arkasına gelmiş. Buraya
gelince büyük bir gürültü duymuş. Yavaşça pınarı açmış içine girmiş. Dibinde de
balığı görmüş. Balığı tutmuş, sıkmış, birden anahtar ağzından çıkmış. Anahtarı
göğsüne koymuş. Tekrar yavaşça buradan çıkmış. Çıktıktan sonra kaleden
gürültüler duymuş. Şimdi de etrafında o taşı aramış. Biraz ötede görmüş. Taşı
yerinden oynatmış ve kılıcı bulmuş. Sol eline alır almaz kaleden bir büyük adam
çıkmış. (öyle) Çok bağırmış ki ta göklere sedası çıkmış. Doğru çocuğa hücum
etmiş. Çocuk da kılıcı elinde kapıyı tutar, kılıç kılıca harp ederler. Biraz sonra bu
adamı keser. Kesince kaleye doğru yürür. Orada bir kocakarıyla buluşur. Bu karı
da çocuğa der:
Bu kaleye kimse girmemiştir. Sen dünyada çok doğru bir insanmışsın ve
ananı babanı seviyormuşsun. Ne mutlu sana. Başladığın yoldan vazgeçme! Kaleye
girdiğinde çok zahmet çekeceksin. Fakat korkma, içeri, destur!
199
L. Turan ve H. Öztürk
Çocuk anahtarı göğsünden çıkarırken gökyüzü kararmış. Kalenin kapıları
titremiş. Büyük gürültüler duyulmuş. Bütün kuşlar havada uçar, mahluklar
bağırmış. Çocuk başlamış titremeye. Zelzele gibi her yeri sarsmış. Anahtarı kapıya
koyar koymaz kapılar açılmış. Önüne kılıçlarla, bıçaklarla insanlar çıkmış. Bu
çocuk da kılıcı kaldırmış, bunlarla harp etmiş. Bütün askerleri kesmiş. İleri gitmiş
ve önüne devin kardeşleri çıkmış, ağızlarından yalım atmış. Bu çocuğa hücum
etmişler fakat çocuk yine bunları yenmiş. En sonunda devin kendisi de çıkmış ve
harp etmiş. Devi tepeledikten sonra içeri girmiş ve o kuyudan su almış. Hem o
suyu da koyuvermiş (ki) aksın. Suyu aldıktan da dışarıya çıkar. Ne görsün, bütün
hayvanlar, bubaçkalar (böcekler) su içemeye doyamıyorlarmış.
2.7.1. Söylem Düzeyi
Altıncı dağ, pınar ve kale bu kesitteki uzamlardır. Anlatı kişileri arasına
nine, kılıçlı ve bıçaklı insanlar, dev ve devin kardeşleri, bütün hayvanlar ve
böcekler katılmıştır. Beşinci dağdan altıncı dağa varana kadar geçen süreç ve
çocuğun karşısındakileri mağlup etme süreci toplamda bu kesitin zamanını
meydana getirmektedir.
2.7.1. Anlatı Düzeyi
Anlatının bu bölümünde özne/çocuk, göndericiyle/ihtiyarla yaptığı
sözleşmenin/eyletimin gereğini yerine getirmiştir. Arzu nesnesini alma edimi için
gerekli edinci/yeterliliği kazanmıştır. Kazandığı edinç ile engelleyicileri/dev ve
adamlarını mağlup etmiş ve nesneye / Çatçat Dağın Suyu’na ulaşmıştır. III. kesitin
incelenmesi sırasında ortaya çıkan tabloya bütün eyleyenler ve işlevleri dâhil
edilerek tablo güncellenecek olursa aşağıdaki durum ortaya çıkacaktır.
2.8. VIII. Kesit
Çocuk da aynı yoldan geri dönmüş, evine gelmiş. Anası çok hasta iken
ona bu suyu vermiş (ki) içsin. Anası suyu içer içmez birden sağ olmuş. Kalkmış ve
çocuğunu kucaklamış. Yine yeni bir hayata başlamışlar.
Demişler: Çatçat dağının suyu olmasaymış bu dünyada can cin
olmayacakmış.
200
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
İkinci
17-20
20 Mayıs, 2016
Tablo 1: Eyleyenler, Oyuncular ve İşlevleri
2.8.1. Söylem Düzeyi
Çatçat Dağı’na
ı’na giderken takip edilen yol ve çocuk ile annesinin evi son
kesitin uzamlardır. Uzam artık başlangıç
ba langıç noktasındaki uzamla aynıdır. Anne
yeniden anlatıya dâhil olmuştur.
tur. Yeni bir hayata başlamış
ba
olmak, yeni bir zamanın
da başlamış olduğuna işaret eder.
2.8.2. Anlatı Düzeyi
Özne, nesneye ulaşmışş ve onu alıcıya ulaştırmıştır. Bu edimin neticesinde
inde
alıcı, hastalık durumundan sağlık
ğlık durumuna geçmi
geçmiştir.
tir. Anlatıların söz dizimi
modeli aşağıdaki gibi şematize
ematize edilmi
edilmiştir(Kıran ve Kıran, 2011: 301)
201
L. Turan ve H. Öztürk
Şema 4: Anlatıların Sözdizimi
Bu şema göz önünde bulundurularak Çatçat Dağın Suyi üzerinde
düşünülecek olursa yukarıdaki kesitler boyunca yapılan açıklamalar biraz daha
somutlaşacaktır. I. kesitte fukaralık ve II. kesitte hastalık, başlangıç durumu
sözcelerini oluşturmaktadır. Öznenin/çocuğun gerçekleştirmiş olduğu eylemin
akabinde yeni bir durum sözceleri ortaya çıkmıştır: sağlık ve yeni bir hayat.
Greimas’ın hazırlamış olduğu dörtlü şema anlatının gelişimini kavramayı
biraz daha kolaylaştırmaktadır (Kıran ve Kıran, 2011: 301).
Şema 5: Anlatının Sözdizimi
Öykü
Sözleşme ya
da Eyletim
Edinç
Edim
Tanınma ve
yaptırım
Bitiş
Durumu
Başlangıç
Durumu
Anlatıdaki ögeler ve bağıntılar bu şemadaki yerine koyulduğu vakit
görülecektir ki ihtiyar ile çocuk arasında bir sözleşme yapılmış; ihtiyarın verdiği
bilgiler çocuğa bir edinç/yeterlilik kazandırmış; çocuk, kazandığı bu yeterlilik ile
bir edim gerçekleştirmiş ve bu edimin yaptırım gücüyle çocuğun annesi hastalık
durumundan sağlık durumuna geçmiş; yeni bir hayata başlanmıştır.
202
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
2.9. Matıksal-Anlamsal Düzey
Bir anlatı, birkaç temel kavramın bağıntısına kadarindirgenebilir. Bu
bağıntı bir karşıtlık, çelişiklik ya da kapsama bağıntısı olabilir. A.J. Greimas
bunu,gösterge bilimsel dörtgen adı verilen bir başka şema ile somutlaştırmıştır. 60
Kıran ve Kıran (2011:332), bu şemayı bir örnekle aşağıdaki gibi izah etmişlerdir.
Bu tablodaki ilişkiler, anlatıların en derin ve soyut yapısını ortaya
çıkarmak; söylem ve anlatı düzeyinin kuruluş mantığını kavramak üzere
yapılandırılmıştır. Hem erkek hem kadın, erdişi ya da çift cinsiyetli şeklinde
tanımlanan hünsayı, ne erkek ne kadın melek olma durumunu, erkek olmayan ile
kadının birleşimi güçlü bir dişiliği, kadın olmayan ile erkeğin birleşimi güçlü bir
erilliği ortaya çıkarmıştır. Bir anlatıda bu ilişkilerden bir ya da birkaçı ortaya
çıkabilir. Gösterge bilimsel dörtgenin ayrıntılı analizleri için Kıran ve Kıran
(2011:332-345) ile Uçan(2015: 124)’ın çalışmalarına bakılabilir.
Çatçat Dağın Suyi masalı göstergebilimsel dörtgene göre incelenecek
olursa temeldeki karşıtlığın hastalık ile sağlık arasında olduğu görülür.
Şema 6: Gösterge bilimsel Dörtgen Örneği
Masalın hem söylem hem de anlatı düzeyindeki çatışmalar bütünüyle bu
mantıksal karşıtlığı belirlemeye dönüktür. Sağlıklı olan anne hastalanmıştır.
60
Şemanın özgün hâli için bkz: http://www.signosemio.com/greimas/semiotic-square.asp
203
L. Turan ve H. Öztürk
Tekrar sağlıklı mı olacaktır yoksa hasta mı kalacaktır sorusu en temel sorudur.
Metinde gerçekleşen dönüşüm sağlık
ğlık-hastalık-sağlık biçimindedir. Bütün yolculuk
bu hastalıktan sağlığa dönüşümü sağlamak
ğlamak içindir.
Şema 7: Çatçat Dağın
ın Suyi Gösterge bilimsel Dörtgende Gösterimi
Bunun dışında,
ında, çocuk baba olmayan bir evden yola çıkmıştır.
çıkmı
Metinde
açıkça ifade edilmemekle birlikte eksikliği
eksikli
duyulan bir başka şey, evde
yetkin/yetişmiş bir erkin olmayışıdır.
şıdır. Bu yolculuk, çocu
çocuğun erginleşme sürecine
de işaret etmektedir.61
3. TARTIŞMA VE SONUÇ
Okuma ve çözümleme yöntemleri, ne kadar tutarlı ve açıklayıcı iseler
ancak o kadar işlevseldirler.
levseldirler. Elbette çözümleyicinin dikkati, birikimi ve yöntem
bilgisi de çözümlemenin geçerliliğini
ğini belirleyecektir. Bu çalı
çalışmada bir Kosova
masalı olan Çatçat Dağın
ın Suyi’i söylem, anlatı ve mantıksal-anlamsal
mantıksal
düzeylerde
kavranmaya
çalışılmıştır.
tır.
Metindeki
anlam
ili
ilişkilerini
kavramayı
kolaylaştırabilmek için bazı değişim
şim ve dönü
dönüşüm işaretlerinden yola çıkarak anlatı
yedi kesite ayrılmıştır.
61
Bkz. IŞIK,
IK, N. (2012). TÜRK MASAL KAHRAMANLARININ YOLCULUKTAN
OLGUNLUĞA DEĞİŞİM SÜRECİ. Turk Dunyasi Arastirmalari,
Arastirmalari (Sayı: 200). Ayrıca
dikkate değer bir diğer
er ayrıntı da Çatçat Dağ’ın
Da
Suyu’nun tabiatla buluşturulmasıdır. Bu
noktada gösterge bilimin yönteminin dışına
dış
çıkarak geri dönmek üzere metni terk etmek
gerekmektedir. Bkz. TÜRKAN, K. TÜRK DÜNYASI MASALLARINDA SU KÜLTÜ.
Millî Folklor, 2012, Yıl 24, Sayı 93.
204
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Söylem düzeyinde yapılan analizler metnin görünen tarafında/yüzeyinde
bulunan ilişkileri resmetmiştir. Anne, ihtiyar, çocuk, dev ve diğer kahramanlar;
dağ, dere, kale ve diğer uzamlar, anlatı düzeyinde özne, gönderici, alıcı,
engelleyici gibi işlevler üstlenmişlerdir. Başlangıç durumu hastalık iken sonuç
durumu sağlık olmuştur.Durum sözceleri, ayrışımsal ve bağlaşımsal durum sözcesi
olmak üzere ikiye ayrılır. Ayrışımsal durum sözcesi, öznenin nesneden ayrı
olduğunu; bağlaşımsal durum sözcesi ise öznenin nesneye sahip olduğunu ifade
eder(Kıran ve Kıran, 2011: 274-275). Masalın başında yer alan şu sözce bir
ayrışımsal durum sözcesidir: “Günün birinde bu çocuğun annesi hastalanmış. O
kasabada kimse ilaç bulamamış.” Arzu nesnesi olan sağlıktan ayrı olma durumunu
ifade eder. Masalın sonunda yer alan “Anası suyu içer içmez birden sağ olmuş.”
ifadesi de bağlaşımsal durum sözcesidir.
Yapılan çözümleme göstermiştir ki metnin derinindeki çatışma
hastalık/maraz ile sağlık/esenlik çatışmasıdır. Üretici sürece tersten bakıldığında
temel yapıdan yüzey yapıya; soyut kavramlardan somut kişi, zaman ve uzamlara
doğru bir geçişe şahit olunmaktadır. Hastalık-sağlık karşıtlığı, bir özne ve edim
olmaksızın anlatıya dönüşemez. Anlatının söylem düzeyine gelebilmesi için
öznenin ve edimin, müşahhas bir uzam ve zamana yerleştirilmesi gerekir. Bu
işleme kişileştirme, zamansallaştırma ve uzamsallaştırma adı verilmektedir(Kıran
ve Kıran, 2011: 60-61).Bu aşamada özne ve diğer eyleyenler birer rol üstlenirler.
Anne, çocuk, dev, su, ihtiyar vd. masalın söylem düzeyine taşınmasını sağlar.
Bu çalışmaya konu olan anlatı, tek bir özne açısından incelenmiştir. O
özne, nesneyi bulup getiren ve dönüşümün gerçekleşmesini sağlayan çocuktur.
Ancak bazı incelemelerde özne sayısı artırılarak farklı öznelerin gözünden de
anlatı değerlendirilmiştir(Rifat, 2011; Tüfekçi Can, 2012). Bu böyle bir
değerlendirme yapıldığında şu tablo ortaya çıkmaktadır:
Özne 1: Çocuk
Özne 2: Anne
Özne 3: İhtiyar
Özne 4: Dev
Öznelerin sayıları artırılabilir. Ancak anlatının genel yapısını kavramak
için bu dört özne üzerinden düşünmek yeterli olacaktır. Ö2 ile nesne başlangıç
durumunda birbirinden ayrıdır. Bu durum şu şekilde sembolleştirilir: Ö2 U N.
205
L. Turan ve H. Öztürk
Özne 1, edimi (
şu şekilde sembolleştirilir:
Ö1
(Ö2 U N)
) gerçekleştirir ve Ö2 nesneyi elde eder. Bu durum da
(Ö2 ∩ N)
Ö3 ile Ö4 arasındaki ilişki güç-iktidar ekseni olarak adlandırılmaktadır.
Öyle ki ihtiyarın verdiği bilgilerin sağladığı kuvvet, devin engelleyici gücü ile
çatışmaktadır. Bir özne birden fazla eyleyen rolünü üstlenebilir. Bu masalda
ihtiyar hem gönderici hem de yardımcıdır. Öte yandan masalda başka yardımcılar
da vardır. Bir eyleyen rolünü birden fazla kahraman gerçekleştirebilir ve bir
kahraman birden fazla eyleyen rolü üstlenebilir.
Greimas’ın eyleyenler örnekçesi, Çatçat Dağın Suyi masalındaki anlam
ilişkilerinin kavranması bakımından oldukça işlevseldir. Bu anlatı, izlence
bakımından Tüfekçi Can(2012) tarafından gösterge bilimsel incelemesi yapılmış
olan Dünya Güzeli masalı ile benzeşmektedir. Dünya Güzeli’nin izlencesi aramabulma-teslim etme biçiminde tespit edilmiştir. Bu izlenceyi Çatçat Dağın Suyi’nde
de görmek mümkündür. Korkut(2015), Tembel Adam Masalı’nın gösterge
bilimsel incelemesinde başarı için üç gereklilikten söz etmiştir: istemek, bilmek
(bilgi) ve yapabilmek (güç). Tembel Adam Masalı’ndaki üretici süreç, isteyen
fakat bilmeyen öznelerin kayba uğraması ile neticelenmiştir. Bu bakımdan Tembel
Adam’ın izlencesi, Çatçat Dağın Suyi’nin izlencesinden farklılaşmaktadır. Öte
yandan güç-iktidar eksenini belirleyen eyleyenin yardımcı olduğu görülmüştür.
Çatçat Dağın Suyi’nin yardımcı eyleyeni başarı sağlarken Tembel Adam
Masalı’nın yardımcı eyleyeni başarısız olmuştur.Yardımcı eyleyenin belirleyiciliği
bakımdan bu iki masalın birbirine yaklaştığı söylenebilir.
Rifat(2012) tarafından gösterge bilimsel incelemesi yapılmış olan Üç
Bilecenler Masalı’nın genel izlencesi de Çatçat Dağın Suyi ile mukayese
edildiğinde benzer bir üretici sürecin takip edildiği görülecektir. Söz konusu
masal, varlık-yokluk-varlık (paranın kaybedilip tekrar bulunması) izlencesini takip
ederken Çatçat Dağın Suyi de benzer şekilde sağlığın kaybedilip tekrar elde
edilmesi izlencesini takip etmektedir.
Bu çalışmada incelenmiş olan Kosova masalının, temel yapı olarak başka
bölgelerde derlenmiş masallarla birçok noktada benzerliği vardır. Gösterge bilim,
metne bir dizge olarak baktığı için anlamların eklemlenişine odaklanmaktadır. Bu
206
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
odaklanış, birbirinden çok uzak coğrafyalarda ortaya çıkmış metinlerin bile üretim
süreci bakımından birbirine ne kadar yaklaşabildiğinin fark edilmesini
sağlamaktadır.
Üretici sürecin çeşitli aşamalarına mercek tutarak burada yapılan
çözümlemeyi ayrıntılandırmak, yeni bakış açılarından masal metnini incelemek
mümkündür. Bu incelemeler neticesinde yeni sonuçlara ulaşılabilir. Bu
araştırmada, gösterge bilimin kavram ve terimleriyle bu masala yaklaşılmıştır.
Türkçenin dünyasında vücut bulmuş anlatıların çeşitli açılardan tetkik edilmesi ve
anlaşılması, hem geçmişin birikimini bugüne taşımak hem de bu birikimi eğitim
malzemesine dönüştürmek açısından daima ehemmiyet arz edecektir. Bu
çözümleme denemelerinin, Türkçe metinleri anlamak üzere geliştirilebilecek yeni
modellere giden yolda bir adım olarak kabul edilmesi hâlinde bu çabaların değeri
artacaktır.
KAYNAKÇA
Barthes, R. (2014). Göstergebilimsel Serüven: İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Dervişcemaloğlu, B. (2014). Anlatıbilime Giriş, Dergâh Yayınları, İstanbul.
Guiraud, P. (1994). Göstergebilim. Ankara: İmge Kitabevi.
Hafız, N. (Ed.). (1985). Kosova Türk Halk Edebîyatı Metinleri. Kosova Üniversitesi,
Priştine Felsefe Fakültesi.
Kıran, Z., & Kıran, A. (2001). Dilbilime Giriş. Ankara: Seçkin Yayınevi.
Korkut, E. Göstergebilimsel Çözümleme: Tembel Adam Masalı., Millî Folklor, 2015, Yıl
27, Sayı 108
Can Tüfekçi, Dilek. Dünya Güzeli: Gösterge bilimsel Yaklaşım, Türk Dünyası
İncelemeleri Dergisi / Journal of Turkish World Studies, XII/2 (Kış 2012), s.531-552.
Rifat, M. (1996). Homo Semioticus. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Rifat, M. (2007). Metnin Sesi. A. Berktay (Ed.). İstanbul: Türkiye İş Bankası.
Rifat, M. (2011). Homo semioticus ve genel göstergebilim sorunları. Yapı Kredi Yayınları.
Uçan, H. (2015). Yazınsal Eleştiri ve Göstergebilim. İstanbul: İz Yayıncılık.
Yücel, T. (2007). Eleştiri kuramları. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
207
L. Turan ve H. Öztürk
ÇATÇAT DAĞIN SUYİ
Dünyada sen ve ben yokken, yeryüzündeki otlar bitişirken, derelerde süt akarken,
o zamanlarda bir anayla bir oğlan yaşıyormuş. Bu ana ve oğul çok fukaraymışlar. Akşama
yiyecek ekmek bile yokmuş. Komşunun karısı bunları hep gizlice besliyormuş.
Günün birinde bu çocuğun annesi hastalanmış. O kasabada kimse ilaç bulamamış.
Annesini nasıl iyileştireceğini hep düşünmüş. Gözüne gündüz gece uyku girmemiş.
Düşünürken kapı vurulmuş, çocuk kapıya çıkmış. Kapıda bir ihtiyar adam, ak sakallı,
ayakları tutmuyor hatta konuşamıyormuş bile… Çocuk ihtiyar adama kapıyı açmış ve
içeriye almış. İhtiyar adam çocuğa dönmüş ve şunları söylemiş:
Duydum senin anan hastaymış, kimse ona ilaç bulamamış. Dinle bunları ben sana
ne söyleyeceğim, onları yapacaksın, güzelce dinle! Buradan yedi dağ uzakta olan Çatçat
Dağı bulunur. O dağda bir kale var. Onu bir kocakarı bekler. Yanında bir pınar var. O
pınarın dibinde kalenin anahtarı saklıdır. Pınarın içine girersin. Onda bir balık vardır.
Balığın yüreğinde anahtar saklıdır. Bunu kimseye deme. Yolda ise çok zahmet çekeceksin
fakat hepsine dayanacaksın. Anahtarı aldın mı göğsüne koy. Pınardan çıktın mı biraz
uzakta yeşil bir taş var. Onu kaldır, altında bir kılıç var. Kılıcı sol elinde tutacaksın. Sakın
sağ eline almayasın. Sonra kaleye girmek için harp edeceksin. Kalenin en derin yerinde bir
su akar. O sudan alırsın ve suyu dışarıya koyuverirsin. Sonra geriye dönersin. Dediklerimi
unutma! O suyu anan içtikten sonra hastalığı geçer. Yolun açık olsun çocuğum. Bunu der
ve ihtiyar adam gider.
Çocuk içeriye girer. Bunları anasına söyler. Anası da der:
-Ben sensiz ne yapacağım? Bana kim bakacak?
Çocuk der:
-Merak etme ana, ben çabuk dönerim. Eyvallah ana!
- İyi saatinle (güle güle) çocuğum, der anası.
Çocuk yola koyulmuş. Arkasına bir torba almış. Yürümüş, yürmüş bir dağda
karanlık tutmuş(bamış). Orada akşam olunca kargalar kapışmışlar. (Öyle) çok bağrışmışlar
ki bütün dağ ötüyormuş. Bu çocuk bilememiş ne yapsın. Bir taşın altına girmiş. Orada
istirahat etmiş, yorgun olduğundan (bir) uyku almış. Haçan (ancak) gecenin bir vaktinde
bir tilki gelmiş. İçeri girerken bu çocuğu görmüş ve sormuş:
-Burada ne arıyorsun sen?
Çocuk da cevap vermiş:
- Ben uzun yolculuk yapıyorum. Akşam olunca burada kaldım, bilmedim
ki senin yuvanmış.
208
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Tilki demiş:
-
Nereye gidiyorsun?
-
Anam hastadır. Şifa bulmak için derman aramaya Çatçat dağına kadar gidiyorum.
A, orası çok uzaktır, hem oraya kimse gidemez. Bedava yorulacaksın. Beni
dinlersen vazgeç o yoldan.
-
Anamı kurtarmak için her güçlüğe dayanacağım, der ve yoluna yine koyulur.
Yürmüş yürmüş, bir dereye gelmiş. Onu aşıp geçmenin mümkünü yokmuş. Suya
girmiş ve dereyi öyle geçmiş. Çok ıslanmış. Bir dikenliğe gelmiş. Ayağında yamalı
potinleri olduğu için ayaklarını dikenler deşmiş. Kanlar akmış, ayakları kabarmış fakat
çocuk hiçbir yerde durmamış. Yine yürümüş. Hemen acıkmış. Torbasında bir parça ekmek
varmış, onu yemiş. Yanında yabani meyveler varmış, biraz toplamış ve ekmekle yemiş.
Biraz istirahat etmiş ve yine yürümüş. Üçüncü dağda akşam olmuş. Orada bir kulübe
görmüş. Kulübe açıkmış. İçeri girmiş. Yorgunluktan uyku tutmuş. Gecenin bir vaktinde
kurt kulübeye girmiş ve çocuğu uyurken görmüş. Yavaşça çocuğu kaldırma ve demiş:
-
Burada ne arıyorsun?
Çocuk yarı kapalı gözlerinden kurdu görüyor ve diyor:
- Bilemedim ki senin yuvandır. Yorgundum ve burada biraz istirahat
ettim. Uzun yolculuk yapıyorum. Annem hastadır, ona derman arıyorum. Ta
Çatçat dağına gideceğim demiş. Kurt buna şaşırmış ve demiş:
- Oraya bugüne kadar kimse gidememiş, hem çok uzaktır. Bilesin ki seni
parça parça ederler. Orada dev yaşar. Çok insanları var onun. Vazgeç bu yoldan!
Çocuk kurdu da dinlememiş, yol almaya başlamış. Uzun yol gittikten sonra yine
bir yerde oturmuş. Yemek için bir şey yokmuş. Etrafında bulunan otları ve pişmemiş
(olgunlaşmamış?) yabani otları yemiş. Yine yola başlamış. Yolda yüreği ağrımış. Fakat
oturmamış, hep yürümüş. Hemen birden hava kapanmış. Gök gürlemesi ve şimşekler dört
taraftan patlamış. Biraz sonra ip gibi yağmurlar yağmış. Çocuk yoluna işte böyle devam
etmiş. Dağları geçmiş, beşinci dağa gelmiş. Burada akşam olmuş. Yine bir yer bulmuş ve
taşların içine girmiş. Burada da bir kere uyku tutmuş. Biraz sonra ayı gelmiş. Bunu aynı
uyurken bulmuş fakat kaldırmamış, bırakmış (ki) uyusun. Sabah olmuş. Çocuk uyanmış,
ayıyı yanında görmüş. Ayı demiş:
-
He insan kulu, ne arıyorsun (ki) bu viran dağlara gelesin?
- Anam hastadır, demiş çocuk. Ona derman aramak için Çatçat dağına
gidiyorum.
Ayı bunu duyar duymaz yerinden kalkıyor ve çocuğa diyor:
209
L. Turan ve H. Öztürk
- Sakın oraya gitme, daha kimse oraya gidememiştir. Yanılırsın. Korkarım
ki seni tutarlar, öldürürler. Dev çok kuvvetlidir, hem onun çok askerleri var.
Pişman ol, geri dön!
Çocuk bunu da dinlememiş. Dosdoğru yolunu tutmuş. Altıncı dağı da geçmiş.
Yedinci dağa yaklaşırken birden yer sarsılmaya başlamış. Her taraf titremiş. Çocuk bir
yerde oturmuş, isitrahat etmiş. Yine yürümüş. Tam o yerde pınarı görmüş. Yavaşça pınarın
arkasına gelmiş. Buraya gelince büyük bir gürültü duymuş. Yavaşça pınarı açmış içine
girmiş. Dibinde de balığı görmüş. Balığı tutmuş, sıkmış, birden anahtar ağzından çıkmış.
Anahtarı göğsüne koymuş. Tekrar yavaşça buradan çıkmış. Çıktıktan sonra kaleden
gürültüler duymuş. Şimdi de etrafında o taşı aramış. Biraz ötede görmüş. Taşı yerinden
oynatmış ve kılıcı bulmuş. Sol eline alır almaz kaleden bir büyük adam çıkmış. (öyle) Çok
bağırmış ki ta göklere sedası çıkmış. Doğru çocuğa hücum etmiş. Çocuk da kılıcı elinde
kapıyı tutar, kılıç kılıca harp ederler. Biraz sonra bu adamı keser. Kesince kaleye doğru
yürür. Orada bir kocakarıyla buluşur. Bu karı da çocuğa der:
- Bu kaleye kimse girmemiştir. Sen dünyada çok doğru bir insanmışsın ve
ananı babanı seviyormuşsun. Ne mutlu sana. Başladığın yoldan vazgeçme!
Kaleye girdiğinde çok zahmet çekeceksin. Fakat korkma, içeri, destur!
Çocuk anahtarı göğsünden çıkarırken gökyüzü kararmış. Kalenin kapıları titremiş.
Büyük gürültüler duyulmuş. Bütün kuşlar havada uçar, mahluklar bağırmış. Çocuk
başlamış titremeye. Zelzele gibi her yeri sarsmış. Anahtarı kapıya koyar koymaz kapılar
açılmış. Önüne kılıçlarla, bıçaklarla insanlar çıkmış. Bu çocuk da kılıcı kaldırmış, bunlarla
harp etmiş. Bütün askerleri kesmiş. İleri gitmiş ve önüne devin kardeşleri çıkmış,
ağzılarından yalım atmış. Bu çocuğa hücum etmişler fakat çocuk yine bunları yenmiş. En
sonunda devin kendisi de çıkmış ve harp etmiş. Devi tepeledikten sonra içeri girmiş ve o
kuyudan su almış. Hem o suyu da koyuvermiş (ki) aksın. Suyu aldıktan da dışarıya çıkar.
Ne görsün, bütün hayvanlar, bubaçkalar su içemeye doyamıyorlarmış. Çocuk da aynı
yoldan geri dönmüş, evine gelmiş. Anası çok hasta iken ona bu suyu vermiş (ki) içsin.
Anası suyu içer içmez birden sağ olmuş. Kalkmış ve çocuğunu kucaklamış. Yine yeni bir
hayata başlamışlar.
Demişler: Çatçat dağının suyu olmasaymış bu dünyada can cin olmayacakmış.
210
ABD-Suudi İlişkilerindeki Kırılma
Dr. Abdullah Kıran
Muş Alparslan Üniversitesi
ÖZET
ABD ve Suudi Arabistan arasındaki işbirliği ve yakınlaşma daha 70 yıl öncesinde, II.
Dünya Savaş’ından hemen sonra Başkan Franklin D.Roosevelt döneminde başlamıştı. Bu
70 yıllık zaman zarfında Amerika başkanları ve Suudi krallarının resimleri, her iki ülkede
de hep yan yana durdu ve bu durum da aralarındaki ilişkinin stratejik boyutuna işaret etti.
Ancak Başkan Obama dönemi ve özellikle de Arap Baharı, ABD ve Suudi ilişkilerini ciddi
anlamda olumsuz yönden etkilemeye başladı. Suudi Arabistan’ının bütün çabalarına
rağmen, ABD’nin Mısır’da Hüsnü Mübarek rejiminin arkasında durmaması, iki ülke
arasındaki ilişkileri gerdi. ABD ve Suudi Arabistan ilişkilerinin özellikle beş temel noktada
bir kırılmaya uğradığı görmekteyiz. Bunları sırasıyla şöyle sıralamak mümkündür: 1) Arap
Baharı 2) İran’ı kuşatma meselesi 3) IŞİD’e karşı mücadele 4) Suriye’nin geleceği 5)
Yemen’deki çatışmalar. Bu tebliğde, son dönemde gittikçe yüzeye çıkan ABD-Suudi
ilişlerindeki kırılmalar ele alınacaktır.
Anahtar Kelimeler: ABD, Suudi Arabistan, İran, Suriye, Ortadoğu.
A. Kıran
The Breakage in US and Saudi Arabia
Relations
Dr. Abdullah Kıran
Muş Alparslan University
ABSTRACT
The history of convergence and cooperation in US and Saudi Arabia relations goes backs
to the 70 years ago. Right after the Second World War, during the reign of President
Franklin D. Roosevelt both countries began to establish their relations. Almost all this 70
years period, the portraits of USA presidents and the kings of Arabia were hanged on side
by side and this situation marked the strategic alliances of the both country. But after
President Obama came reign, especially during the second term of his presidency, their
relations begun to deteriorate and emerge of the Arab Spring, worsened the affairs of both
country. Despite of all efforts of Saudi Arabia, US did not stand behind Egypt President
Mubarak and thus strained theirs bilateral relations. There are five fundamental issues
which raised the tensions between two countries: 1) Arab Spring 2) The issue of
containment of Iran, 3) The struggle against ISIS, 4) Clashes in Yemen. In this
presentation we will try to illuminate the breakage that appears in US and Saudi relations.
Keywords: US, Saudi Arabia, Iran, Syria, Middle East.
212
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
1. GİRİŞ
1932 yılında kurulan Suudi Arabistan, kurulduğu günden bu yana Saud
ailesi tarafından idare edilmektedir. Yüzyıllarca Osmanlı yönetimi altında kalan
Arap Yarımadasında yer alan Suudi Arabistan, İslam dünyası nezdinde kutsal
sayılan Mekke ve Medine gibi yerleri de içermesi sebebiyle, Osmanlı Devletinin
âdemi merkeziyetçi yapısından, en çok istifade eden ülke konumundaydı. Osmanlı
Devleti Mekke ve Medine’de vergi toplamak bir yana, İstanbul’dan bu şehirlere
ciddi bir para tahsis edilirdi. Bölgede yönetici konumundaki Arap emirler, genişçe
bir özerklik ve özgürlüğe sahip olup, iç işlerin yönetiminde tam anlamıyla yetki
sahibi idiler(Ismael,2001,s:61).
Ortadoğu’da bir Körfez ülkesi olarak bilinen Suudi Arabistan’ın da
ekonomisi, daha kurulduğu ilk günden başlayarak, diğer Körfez ülkeleri gibi,
ağırlıklı olarak petrol ihracatına dayanmaktadır(Ismael,2001, s:348). ABD’nin
Suudi Arabistan ile ilişkileri 1940’larda başlar ve bu ilişkinin temelinde, Suudi
Arabistan’ın sahip olduğu zengin petrol yatakları ve Ortadoğu’daki petrol
kaynaklarının güvenliği önemli bir yer tutar. II. Dünya Savaş’ından hemen sonra,
Başkan Franklin D. Rososevelt döneminde başlamış olanABD ve Suudi Arabistan
arasındaki işbirliği ve yakınlaşma 70 yılını geride bıraktı. İki ülke arasındaki ilişki,
daha başından itibaren “petrole karşı güvenlik” denklemi üzerine inşa edilmiş ve
onlarca yıl devam etmişti(Nazer:2016). Bu 70 yıllık zaman zarfında Amerika
başkanları ve Suudi krallarının resimleri, her iki ülkede de hep yan yana durdu.
Şüphesiz bu durum, iki müttefik aralarındaki ilişkinin stratejik boyutuna işaret
ediyordu. Ancak Kasım ayında görevi devredecek Başkan Obama’nın, 20 Nisan
2016’da Suudi Arabistan’a yaptığı ziyaret, geçmişteki sıcak diplomatik ilişkilere
nazaran pek verimli ve memnuniyet verici bir görüşme olmadı. Çünkü iki ülke
arasındaki kimi sorunlar, hatta “mahrem” niteliğindeki bazı konular dünya
medyasında bile yer bulmaya başladı.
Kabul etmek gerekir ki, devletler arasındaki ilişkiler her zaman düz bir
doğru şeklinde devam etmez. Yaklaşık 70 yıldır süregelen ABD- Suudi
ilişkilerinin de kimi inişli çıkışlı dönemleri oldu, ancak özellikle bu sıralar iki
kadim dost ülkenin ciddi anlamda ayrıldığı, hatta ayrı düştüğü kimi konular var.
Bu ayrılık noktalarının iki ülke ilişkilerinde zaman zaman gerginliklere yol açtığı
da sır değildir. Özellikle Başkan Obama döneminde bu uyuşmazlık ve karşılıklı
güvensizlik daha da arttı.Aslında Obama yönetimi de, kendisinden önceki
213
A. Kıran
yönetimler gibi, başlangıçta Suudi Arabistan’ı, Ortadoğu’da bölgesel güvenliği ve
global ekonomik istikrarı sağlama bağlamında stratejik ortak olarak görmekteydi.
Ancak nedense Obama ikinci kez başkan seçildikten sonra, ilişkilerde bir soğuma
süreci başladı. Kuşkusuz halen ABD ve Suudi ilişkileri ekonomik, siyasi ve eğitim
alanında devam etmekte ve Suudi Arabistanlı on binlerce öğrenci Amerika’da
eğitimlerine devam etmektedirler. Buna rağmen iki ülke arasındaki ilişkilerin
eskisi kadar canlı olmadığı ve kimi temel parametrelerde ayrılıklara düştükleri
kabul edilmektedir. İyi ama hep oldukça yakın görünen Suudi Arabistan ve ABD,
hangi temel noktalarda ayrılığa düştüler? İki ülkenin yakın dönemde üzerinde
anlaşamadıkları konuları şöyle sıralamak mümkündür:
1) Arap Baharı
2) İran’ı kuşatma meselesi
3) IŞİD’e karşı mücadele
4) Suriye’nin geleceği
5) Yemen’deki çatışmalar.
2. ARAP BAHARININ ETKİLERİ
2010’da Tunus’ta başlayan sokak eylemleri, kısa bir süre sonra tüm Arap
dünyasını etkisi altına almaya başladı ve kimi ülkelerden nerdeyse 40 yıldır devam
eden iktidarların çökmesine yol açtı. Tunus’ta sokak eylemleriyle başlayan ve
daha sonra Yasemin Devrimi şeklinde adlandırılan olaylar, kısa bir süre sonra
Mısır, Libya, Bahreyim ve Suriye’ye de sıçradı. Batılıların “Arap Baharı,”
kimilerinin “Arap Uyanışı” ve İran’ın da “İslami Uyanış” dediği olaylar, Tunus’ta
Ben Ali, Mısır’da Hüsnü Mübarek ve Libya’da Muammer Kaddafi rejimlerinin
iktidardan düşmesine yol açınca, Suudi Arabistan yönetimi ciddi anlamda
panikledi. Suudi yönetimi, bu ülkelerdeki siyasi iktidarlarla aynı kaderi
paylaşmamak adına hem içeride ve hem de dışarıda kimi arayışlara girmek
durumunda kaldı. İçerde yapılan düzenlemeler, kimi sosyal programlarla daha çok
Sünni vatandaşları memnun etmek ve ülkedeki Şii azınlığı sıkı bir denetim altına
almaktan ibretti.
Ancak Suudi Arabistan açısından dışarda yapılacaklar da, en azından
içerde yapılacaklar kadar önemliydi. Çünkü Suudi Arabistan, giderek dalga
şeklinde yayılan eylemler ve gösteriler neticesinde düşen her Arap iktidarının,
adeta domino etkisi yaratarak diğer Arap yönetimlerini de tehlikeye atacağını ve
214
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
meşruiyetlerini sarsacağını biliyordu. Bunu engellemenin bir yolu da, bu
yönetimlere destek vermek ve uluslararası camia nezdinde, bu iktidarlar lehine
diplomatik faaliyetler içine girmekti. Kuşkusuz Suudi Arabistan her ikisini de
yaptı; hatta bunların da ötesine geçerek, Bahreyn ve Yemen’de askeri güç
kullanma yoluna kadar gitti.
Arap Baharı ile alevlenen olaylar Bahreyn’de baş gösterdiğinde, Suudi
Arabistan derhal harekete geçerek olayların Sünni yönetimini iktidardan
düşürmemesi bağlamında siyasi ve askeri tedbirlere başvurmuştur. Zaten
başlangıçtan itibaren, Bahreyn’de nüfusun %65’ini teşkil eden Şiilerin, Sünni
azınlık tarafından yönetilmesinde Suudi Arabistan’ın büyük bir role sahip olduğu
kabul edilmektedir. Hatta Bahreyn’de, Şii “azınlığın” ordu ve diğer hassas
makamlarda çalıştırılmamasında da Suudi Arabistan’ın güvenlik politikaları etkili
olmaktadır (Ismael,2001, s:358). Ülkedeki Sünni iktidar Şii azınlığa karşı her türlü
ayırımcı politikaları uygulamakta, Sünni nüfusu artırmak amacıyla Sünni
Müslümanların vatandaşlık başvurularında kolaylıklar sağlarken, Şiileri
vatandaşlığa kabul etmemektedir(Efegil, 2016, s:73).
Ortadoğu’da, İsrail’den sonra ABD’ye en yakın müttefik olarak kabul
edilen Suudi Arabistan, Arap Baharının kavurucu rüzgârından korunmak amacıyla
ABD’nin de yanında durmasını istiyordu. Riyad’ın kendisini güvencede görmesi
için, Kahire’deki yönetimin de iktidarını koruması elzemdi. Ancak Suudi
Arabistan bu noktada ABD’nin desteğine ihtiyaç duyuyordu. Ne var ki ABD
yönetimi de olayları oldukça yakından gözlemliyordu ve gelinen noktada, bir
tercihte bulunmak, bir karar vermek durumdaydı. ABD açısından üç seçenek masa
üzerinde duruyordu: 1) Hüsnü Mübarek gibi otoriter müttefiklerini desteklemek 2)
Olaylar karşında tarafsız bir politika benimsek, 3) Göstericilerden yana tavır
takınmak. Bu üç seçenek masa üzerinde dururken, Obama yönetiminin farklı bir
beklentisi de, baskıcı rejimlerin, göstericilerin taleplerini dikkate alması ve
reformlar yapmasıydı. Zaten olaylar baş gösterdiğinde Başkan Obama, bir
başkanlık memorandumuyla, ilgili tüm ülkeler hakkında ayrı ayrı rapor hazırlatmış
ve ABD’nin izleyeceği politikayı netleştirmek istemişti. Olaylar Tunus’ta tam
zirve noktasına ulaştığında, raporlar hazırlanmış ve Başkan’a sunulmuştu. Sonuç
olarak hazırlanan raporlarda, bölgede liberal politikaların ve reformların
desteklenmesi, ABD’nin de çıkaranlarına olacağı inancı ağırlık kazanmıştı. Buna
rağmen Obama olaylar karşısında temkinli bir dil kullanmayı tercih
edecektir(Kitchen, 2012, s:56).
215
A. Kıran
ABD ve Suudi Arabistan arasındaki diğer bir uyuşmazlık meselesi de
IŞİD’e karşı yürütülen mücadele üzerinde yaşana gelmektedir. Ancak bu kırılma
ve güvensizliğin de Arap Baharı ile başladığını unutmamak gerek. 2011’de
olayların Mısır’a sıçramasıyla, Suudi Arabistan ABD’den Hüsnü Mübarek’i
destekleme amaçlı bir politika benimsemesini istedi veya böyle bir beklenti içine
girdi. Tabi bunun sebebi aynı akıbetin kendisinin de yaşayabileceği korkusuydu.
Ancak Obama yönetimi Mübarek’in arkasında durmadı ve böylece Mübarek
iktidardan düştü. Arap Baharı bağlamında Suudi Arabistan’ı ABD konusunda
hayal kırıklığına uğratan ikinci durum da Suriye iç savaşıydı. Obama yönetimi,
Suriye’nin bu savaşta kimyasal silah kullanmasını, müdahale etme anlamında
kırmızıçizgi olarak belirlemişti. ADB Kongresi’ne danışmadan Libya’ya karşı
askeri müdahalede bulunan Obama yönetimi, Suriye’ye müdahale konusunda
isteksiz hareket etmiş ve olası bir müdahalenin ancak Suriye yönetiminin kimyasal
silahlar kullanmasıyla söz konusu olacağını söylemişti (Hers,2014, s:21-24).
Ağustos 2013’te Şam’da sarin gazı kullanılınca, Obama yönetimi 2012’de
“kırmızı çizgisi” olarak belirtilen hattın aşıldığı söylemiş ve Suriye’ye karşı bir
müdahale hazırlıklarına başlanmıştı. ABD’nin harekete geçmesine iki gün kala,
Obama, Kongre onayı alınmaksızın Suriye’ye karşı bir müdahale olmayacağını
açıkladı. Ancak daha sonra meselenin Kongre’de konuşulması da iptal edilince
Suudi Arabistan ve tabi ki Türkiye’de ciddi anlamda rahatsız oldular. Seymour
M.Hers’e göre, ABD istihbaratı, bu saldırının rejim güçleri tarafından değil,
Türkiye ve Suudi Arabistan’ının desteklediği El Nusra Cephesi tarafından
yapılmış olma ihtimali yüksekti. Zaten daha sonra Esat yönetimi de Rusya
aracılığıyla, ülkedeki kimyasal silahların uluslararası denetime açık olacağını
söyleyecekti(Hers,2014, s:21-24).
3. SUUDİ ARABİSTAN’IN ABD’DEKİ MEVDUATLARI
ABD ve Suudi Arabistan’ı IŞİD ve El- Kaide gibi örgütler konusunda
karşı karşıya getiren diğer önemli bir mesele de, bugünlerde ABD’de yeniden
konuşulmaya başlanan 11 Eylül 2001 saldırıları ve Suudi Arabistan’ın bu
saldırılara doğrudan veya dolaylı yollardan destek olmuş olma ihtimalinin
sorgulanmasıdır(D.Shear, 2016). Çünkü 11 Eylül saldırılarını gerçekleştiren 19
Hava Korsanından 15 Suudi Arabistan vatandaşıydı ve sırf bu nedenle olsa bile
ABD’nin Suudi Arabistan’dan şüphe duyması abes değildi(Kitchen, 2012, s:54).
Ancak Suudi Arabistan, ABD Kongresinin, Suudi Arabistan’ı bu saldırılardan
216
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
sorumlu tutacak bir yasa tasarısını geçirdiği anda, ülkedeki tüm mevduatlarını
(aktif varlıklarını) satacağını söylemektedir. Mart ayında ABD’yi ziyaret eden
Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil al Zübeyr, ABD meclisinin böyle bir karar
geçirmesi durumunda, 750 milyar dolar civarındaki hazine bonolarını ve diğer tüm
mevduatlarını satacakları mesajını Suudi Krallığı adına yönetime iletti(Mazetti,
2016).
Olaylar üzerine Obama yönetimi yasa tasarının engellenmesi için
Kongre’de lobi yapmaya kalkıştı, ancak Suudi Arabistan’ın açık tehdidi; Meclis,
Pentagon ve Dışişleri Bakanlığı arasında yoğun tartışmalara sebep oldu62.
4. İRAN’I KUŞATMA MESELESİ
ABD- Suudi yakınlaşmasında İran her zaman önemli bir faktördü. Dün
Suudi Arabistan ve ABD’yi yakınlaştıran İran faktörü, bugün iki kadim
müttefikin karşı karşıya gelmesinde önemli bir rol oynayabiliyor. ABD İran ile
yakınlaştıkça, Suudi Arabistan ile ilişkileri geriliyor. Çünkü İran meselesi, Suudi
Arabistan açısından en önemli, en hassas konuyu teşkil etmektedir. İki ülke
arasındaki mezhebi rekabetin, nerdeyse ezeli ve ebedi olduğunu bilmeyen yok.
1979 İran devriminden sonra ABD açık bir şekilde Suudi Arabistan’dan yana tavır
aldı. ABD, Suudi Arabistan’ın bölgesel güvenliğini sağlamak amacıyla, askeri ve
istihbarat alanlarında destek sağladı. Suudi Arabistan da, ABD’nin İran’a yönelik
hayata geçirdiği ekonomik ve siyasi ambargoların başarılı olması için her türlü
yardımda bulundu. Eylül 1980’de Irak’ın İran’a saldırmasıyla başlayıp 8 yıl devam
eden İran–Irak savaşı sırasında da, ABD, Bağdat yönetimini açıkça savunan Suudi
Arabistan’ı destekledi63. Ocak 1980’de ABD Başkanı Carter, ülkesinin, Körfez
62
Daha sonra Cenevre’de ABD Dış İşleri Bakanı John Kery ile bir araya gelen Adil al Zübeyr, konu
üzerine şöyle bir beyanatta bulundu: “Bu tür yasaların yatırımcılarda güven erozyonuna sebep
olacağını söyledim. Suudiler tehdit etti şeklindeki haberler saçmadır.” Bkz. Smith, David“Saudi
Arabia labels reports of divestment from US assets 'ridiculous',” The Guardian, Monday 2 May,
2016.
63
Aslında İran- Irak savaşını fitilleyen bir durum da iki ülke yönetimleri arasındaki mezhebi
çekişmeydi. Daha önceleri Irak’ta “siyasi” bir mülteci olarak kalan Ayetullah Humeyni,Şah
rejimiyle bir güvenlik istişaresi çerçevesinden Ekim 1978 ‘de Irak’tan çıkartılacaktır. Ocak 1979’da
İran’daki monarşi rejimi iktidardan düştüğünde, Irak bu durumu sempatiyle karşılamış ve yeni rejimi
de kabullenmişti. Ancak kısa bir süre sonra ilişkiler bozulmaya başlayacaktır. Irak’taki Şii lider
Muhamed Bekir al Sadr, Tahran’a yaptığı bir ziyaret neticesinde tutuklandığında, Irak’ın Şii
bölgesinde olaylar çıkmaya başladı. Başta Ayetullah Humeyni olmak üzere, İranlı önde gelen birkaç
Ayetullah, Irak rejimini “despot” ve “suçlu” olarak ilan edip, “Allah’ın gazabı ve Müslümanların
öfkesinden” söz edince, Irak rejimi İran’ın aleyhine döndü. 16 Temmuz 1979’da, Saddam Hüseyin
217
A. Kıran
bölgesini kontrol altına almaya çalışan “herhangi düşman bir gücü” engellemek
amacıyla, tüm askeri kapasitesini kullanacağını söyledi. Bu mesaj ağırlıklı olarak
Körfez’deki müttefiki Suudi Arabistan’ı destelemek amaçlıydı. Kuşkusuz
ABD’nin rahatsız olduğu bir durum da, petrol fiyatlarında meydana gelen
artışlardı. İran Devrimi, Sovyetleri Birliğinin Afganistan’ı işgal etmesi ve son
olarak İran- Irak savaşı, dünya petrol pazarını vurmuş ve 1980-81’de ham petrol
fiyatları 30 doların üzerine çıkmıştı(Gause,2005, s:276).
İran- Irak savaşı sırasında, ABD’den gelip Irak’a gidecek olan silahlar
Suudi Arabistan üzerinden sağlandı. 29 Mayıs 1984’te, ABD’den temin edilen 400
Stinger ve fırlatma rampasının ilk kargosu Suudi Arabistan’a ulaştı. ABD’nin
Irak’a sağladığı desteğin farkında olan İmam Humeyni, Washington’u uyararak,
savaş alanına girecek ABD kuvvetlerine karşı direnip savaşacaklarını söyledi.
Humeyni, “eğer Amerikalılar hiçbir şey uğruna Pers Körfezi sularının
diplerine batmak istiyorlarsa, o zaman inançları, motivasyon ve kutsal
güçleriyle gelsinler” diye tehdit edecektir. Bu arada Körfez’deki Arap ülkeleri
için de Humeyni şöyle uyarıyordu: “bu savaşta Saddam’a yardım etmediğiniz
sürece tarafsız kalacaksınız. Ancak bize yumruk atan bir komşu, yabancıdan daha
tehlikelidir ve sonradan karşılaşacağı tehlikeyle de yüzleşmelidir(Fisk, 2007,
s:227).” Buna rağmen, başta Suudi Arabistan olmak üzere, neredeyse bütün Arap
ülkeleri, savaş sırasında Saddam’a mali destek sağlamaktan geri durmadı.
1990 yılında Saddam Kuveyt’i işgal ettiğinde, Suudi Arabistan kendi
topraklarının Irak’a yönelik saldırılar amacıyla kullanılmasında ikircikli bir
politika izlemiş, ancak daha sonra ABD’nin baskısıyla, işgal karşıtı bir politika
benimsemiştir. Ağustos 1990’da, Suudi Arabistan Savunma Bakanı Prens Sultan
bin Abdülaziz, topraklarımızdan “Iraklı kardeşlerimize yönelik” herhangi bir
saldırı gerçekleştirilmeyecektir dediğinde, Başkan Bush, Suudi Arabistan’ının
Washington büyükelçisi Prens Bander’i çağırtarak, bu “sapmanın” sebebini
açıklamasını istemiştir(Fisk, 2007, s:227).
Özellikle petrol üretimi noktasında, Suudi Arabistan uluslararası
piyasalarda İran’a olan ihtiyacı ortadan kaldırmak amacıyla, uzun yıllar boyunca
Irak Devlet Başkanı seçildi ve Nisan 1980’de Ayetullah Muhamed Bekir al Sadr ve kız kardeşi idam
edildi. Bunun üzerine Ayetullah Humeyni Irak halkı ve Irak ordusunu Baas rejimini devirmeye
çağırdı ve böylece 8 yıl devam edecek bir savaşın ayak sesleri işitilmeye başlandı. Bkz. Gause, F.
Gregory, “The International Politics of Gulf” s. 266-67.
218
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
aşırı bir üretim politikası benimsedi. Suudi Arabistan bugün bile bu politikasında
herhangi bir taviz vermiş değildir. Bütün Körfez ülkelerindeki günlük petrol
üretimi 26 milyon varil iken, Suudi Arabistan’ın tek başına üretimi 13 milyon
varile kadar çıkmaktadır. Tabi burada amaç, baş düşmanı İran’ı zayıf düşürmek ve
İran’a olan ihtiyacı ortadan kaldırmaktı. Ancak bu politikanın iki olumsuz sonucu
olacaktır ve galiba Suudi Arabistan da bunu iyi hesaplayamamıştı. Birincisi, petrol
fiyatlarındaki düşüşler sadece Suudi ekonomisini vurmadı, petrol üreten diğer
bütün ülkelerin ekonomilerinde de ağır, hata onarılmaz hasarlar oluşturdu. Örneğin
son yıllardaki Mart ayı petrol fiyatları, dolar bazında şu şekilde seyir etti: 2008:
117, 2009: 53, 2010 :88, 2011:109, 2012: 106, 2013:98, 2014:102, 2015: 48, 2016:
37.9. İkincisi bu tek yönlü strateji, petrol üreten ülkeler arasındaki karşılıklı güveni
minimum seviyeye indirdi (Jamesion, 2016).
Aslında Suudi Arabistan’ın petrol üreten diğer ülkelerden bağımsız
hareket etme alışkanlığı yeni değil ve da önce de mevcuttu. Bilindiği gibi Suudi
Arabistan, Eylül 1960’ta Bağdat’ta kurulan Petrol İhraç Eden Ülker Örgütü’nün
(OPEC) 5 kurucu üyesinde biriydi. Bu kurucu üye ülkelerden dördü Ortadoğu
bölgesinde yer alırken, sadece Venezüella dışardan katılıyordu. Örgütün
Ortadoğu’daki dört üyesi İran, Irak, Kuveyt ve Suudi Arabistan idiler. Ancak
Örgüt daha sonra genişleyecek, Katar, Endonezya, Libya, Birleşik Arap
Emirlikleri, Cezayir, Nijerya, Ekvator ve Gabon’da birliğe dâhil olacaktır. Örgüt
üyelerinin belirli bir işbirliği kapsamında hareket etmeleri gerekirken, Suudi
Arabistan 1985 yılında ekstra gelir elde etmek amacıyla, diğer üyelerin onayını
almaksızın üretimini artıracak ve böylece petrol pazarında bir kargaşaya sebep
verecektir. Hâlbuki OPEC bir kartel şeklinde hareket edip, tüm üyelerin karşılıklı
çıkarlarını göz önünde bulundurarak, petrol piyasasında monopol bir aktör olmayı
hedeflemişti(Papê,2005,s:56).
OPEC henüz kurulmadan, Sovyetler Birliği hariç, dünyadaki petrol
üretimi ve satışların %90’nından fazlası çok uluslu 7 şirket tarafından kontrol
edilmekteydi. Bu şirketlerden 5’i Amerikalı, biri İngiliz ve biri de Hollandalıydı.
1973 yılındaki Arap-İsrail savaşında, Batı ülkelerine kısa süreli ambargo
uygulamanın amacı, İsrail’i desteklemiş olan ABD’yi hedef almaktan ziyade,
“Yedi Kız kardeş” olarak bilinen bu çok uluslu şirketlerin cezalandırılmasıydı.
219
A. Kıran
Çünkü 1972 yılında bile, halen petrol pazarının %72’si bu şirketlerin
denetimindeydi(Papê,2005,s:51)64.
İran ile nükleer antlaşma sağlandıktan sonra, Obama yönetimi 22 Nisan
2016’da İran’ın atomik silahlar geliştirmek amaçlı olarak hazırlamış olduğu 32 ton
“ağır suyu” da satın almaya karar verdi. Çünkü nükleer antlaşma gereği İran ilk
yıllarda “ağır su” miktarını önce 130 tonun altına, daha sonra da 90 tonun altına
indirmeyi taahhüt etmekteydi. ABD’nin İran’dan 8.6 milyon dolara sattın aldığı
“ağır su” anlaşması, Viyana’da iki ülke yöneticileri tarafında imzalandı. Bu
girişim ile ABD, diğer ülkelerin de önümüzdeki yıllarda İran’dan “ağır su” satın
almaları açısından teşvik edici bir rol oynamaktadır. Bu arada Obama yönetimi,
İran’ın uluslararası ticarette ABD doları üzerinde alışveriş yapması için yasal
engelleri de ortadan kaldırdı. ABD yasaları, ambargolar döneminde Tahran’ın
Amerikan finansal sisteminden yararlanmasını engelliyordu. İranlı mevkidaşı
Cavad Zarif ile bir araya gelen John Kerry, İran’ın ABD tarafından dondurulmuş
miyarlarca dolar değerindeki petrol paralarını kullanabilmesi için de kolaylıklar
sağlamaya çalışmaktadır (Solomon,2016). Şüphesiz bütün bu gelişmelerin, Suudi
Arabistan’ı ciddi anlamda rahatsız ettiğini söylemeye bile gerek yoktur.
4. YEMEN SAVAŞININ ETKİSİ VE SONUÇ
ABD ve Suudi Arabistan ilişkilerini olumsuz yönde etkilemeye başlayan
diğer bir faktör de Yemen savaşıdır. Her ne kadar ABD daha başlangıçtan itibaren
Yemen savışında Suudi Arabistan’a istihbarat ve lojistik destek sağlasa
da(M.Blanchard, 2009, s:1), savaşın ülkede tam anlamıyla insani bir yıkıma sebep
olduğu ve bu felaket ortamında, özellikle Yemen’deki El Kaide örgütünün
güçlenerek durumdan karlı çıktığı gözden kaçmıyor. Sırf Yemen savaşı yüzünden,
ABD Kongresi’nde Suudi Arabistan’a yapılan silah satışlarında bir kısıtlamaya
gidilmesi gerektiği konuşulmaktadır. Oysa Obama yönetiminin, Yemen Savaşı ilk
başladığında Suudi Arabistan’ı açıkça desteklediğini de hatırlatmakta yarar
var(Hicks, 2015). Bu arada Obama yönetiminin Suudi Arabistan dâhilindeki insan
hakları ihlallerinden; özellikle Şii azınlık ve kadınlara yönelik ayırımcı
uygulamalardan rahatsız olduğu da sır değil.
64
BM Arap Raporuna göre, 1998’de, petrol üreten ve üretmeyen tüm Arap ülkelerinin GSMH’si 589
milyar dolar olup, dünya GSMH içinde % 2’de kalmaktadır. Aynı dönemde bu ülkelerin nüfusu,
dünya nüfusunun %6’sı civarındadır. Bkz. Pappê, age. S.51.
220
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Sonuç olarak ABD-Suudi ilişkilerinde ciddi bir kırılmanın yaşandığı ve
Kasım seçimlerinde Cumhuriyetçi aday Donald Trump’un iktidara gelmesiyle, iki
ülke arasındaki bu fay hattının daha kırılgan bir zemine doğru kayacağı tahmin
edilmektedir.Donald Trump, ABD Başkanı olarak seçildiğinde, Suudi Arabistan
ve diğer Arap ülkelerinin, IŞİD’e karşı savaşmak amacıyla asker sağlamadıkları
anda, ABD’nin Suudi Arabistan’dan petrol satın almayacağını söylemektedir(The
Guardian,27 March, 2016). Daha da ileri giden Trump, “petrole karşı
güvenlik”denklemini de altüst edercesine, “ya Suudi Arabistan kendi kendisini
koruyacak veya bizim onları korumalarına karşılık bize ödeme yapacaklardır”
diyor. Bu arada Trump, Suudi Arabistan’ı biraz daha korkutmak istercesine,
İran’ın nükleer silah geliştirmekten vaz geçmediğini ve 10 yıl içerisinde nükleer
bir güç olarak ortaya çıkacağını ileri sürmektedir (The Indian Express,30 March
2016).
Şüphesiz Trump’un başkan olup olmayacağını Kasım 2016’da yapılacak
ABD seçimleri belirleyecek, ancak bütün bu olup bitenler arasında, galiba Suudi
Arabistan’ı en çok endişelendiren durum, İran’a yönelik ambargoların
kalkmasıdır. Sanki ABD, İran’ın güçlenmesini belirli bir strateji doğrultusunda
desteklemektedir. Acaba bu destek, yarın İran ve Suudi Arabistan’ı, birkaç yıl
devam edecek bir savaş içine çekmenin ön hazırlıkları mıdır?Bilemiyorum.Ancak
gelinen aşamada, Ortadoğu’daki mezhebi çatışma, artık sadece bölge bağlamında
değil, bütün dünya için ciddi bir tehdide dönüşmüş durumdadır. Üstelik bu
çatışmanın körükleyici iki başat aktörünün İran ve Suudi Arabistan oldukları sır
değil.
Arap Baharı, IŞİD ve İran üzerindeki ambargoların kalkması gibi
faktörler, ABD- Suudi ilişkilerini yeni bir mecraya doğru çekmektedir. 70 yıl önce
“petrole karşı güvenlik” denklemi üzerine inşa edilmiş bu ilişkinin, artık eskisi
gibi olmayacağı ve yeni bir “tanıma” ihtiyaç duyduğu aşikârdır.
KAYNAKÇA
D. Shear, M.(2016), “Amid a chill Obama is set to meet the Saudi King,” International
New York Times, April 18
Efegil, E. (2016) “Evaluation of the Arab Spring within the framwork of conflict
resolution approach,”Mezhepler, Etnisite veÇatışma Çözümleri, Editor: Reyyan Doğan,
Tasam Yayınları, İstanbul
221
A. Kıran
Fisk, R.(2007), The Great War For Civilization The Conquest of the Middle East, Vintage
Books, New York
Gause, F. G.(2005), “The International Politics of Gulf” s. 276, International Relations of
the Middle East,
Editor: Louise Fawcett, Oxford University Press
Hers, S. (2014),“The Red Line and the Rat Line,” London Review of Books, Vol. 36,
No:8,, s.21-24, 17 April
Hickks, J. (2015) , “Former Intelligence official: Obama’s Middle East Policy is ‘wilful
ignorance’,” The Washington Post, March 29
Ismael, Y.T. (2001) Middle Esat Politics, Government and Civil Society, The University
Press of Florida
Jamesion, P.(2016), “Impact of Saudis’ actions will be felt for years,” Financial Times, 14
March
Kitchen, N. (2012), After The Arab Spring: Power Shift In The Middle East? The
Contradictions of Hegemony: The United States and the Arab Spring,” LSE, Research
Onlinehttp://eprints.lse.ac.uk/ 43467/1/ After%20the%20Arab%20Spring_the %20
contradictions %20 of%20 hegemony (lsero).pdf
Kitchen, N. (2016), “The Contradictions of Hegemony: The United States and the Arab
Spring,”
M. Blanchard, C.(2009), Saudi Arabia: Background and U.S. Relations, Congressional
Research Service, CRS Report For Congress,
Mazzetti, M. (2016), “Saudi Arabia Warns of Economic Fallouts if Congress Passes 9/11
Bill,” The New York Times, April 15
Nazer, F. (2016), “Will US-Saudi 'special relationship' last?” Al Monitor, 8 April
Pappê, I.(2005), The Modern Middle East,Routledge, New York and London
Solomon, J. (2016) “ U.S. to help Iran’s Nuclear Pullback,” The Wall Street Journal,
Monday, April 25
The Guardian, (2016) “Trump tells NYT he would consider halting purchase of oil from
Saudi Arabia” 27 March
The Indian Express, Donald Trump: Saudi Arabia should protect themselves or they have
to pay us - See more at: http://indianexpress.com/article/world/world-news/donald-trumpkorea-iran-nuclear-weapons-saudi-arabia-world-news/#sthash.kYQRFFPy.dpuf
222
Doğrudan Yabancı Yatırımlar ve
İhracat İlişkisi: Geçiş Ekonomileri
Üzerine Ekonometrik Bir Analiz
(1995-2014)
Dr. Mustafa Kemal Değer
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Muharrem Akın Doğanay
Karadeniz Teknik Üniversitesi
ÖZET
Bu çalışmanın amacı, Doğrudan Yabancı Yatırım (DYY) ile ihracat arasındaki ilişkileri ele
almaktır. Çalışmada 22 Geçiş Ekonomisi için panel veri eş-bütünleşme ve nedensellik
analizleri, 1995-2014 dönemi dikkate alınarak gerçekleştirilmiştir. Hem Pedroni hem de
Johansen eş-bütünleşeme testleri sonuçlarına göre, geçiş ekonomilerinde DYY’lar ile
ihracat arasında uzun dönemli ilişkiler söz konusudur. Uzun dönemli ilişkilere dayalı
yapılan FMOLS regresyon analizleri ise değişkenler arası istatistiki açıdan anlamlı ve
pozitif ilişkileri göstermektedir. Kısa dönemli Granger nedensellik analiz sonuçları da bu
iki değişken arasında iki yönlü nedenselliğe işaret etmektedir. Elde edilen bu sonuçlar,
geçiş ekonomilerine yönelen DYY’ların, hammadde ve işgücü gibi üretim kaynağı arama
amaçlı olduklarına yorumlanabilir.
Anahtar Kelimeler: Doğrudan Yabancı Yatırımlar, İhracat, Geçiş Ekonomileri, Panel
Veri Analizleri.
M. K. Değer ve M. A. Doğanay
1. GİRİŞ
Son yıllarda üretimin küreselleşmesi ile birlikte ülkeler arası doğrudan
yabancı yatırımlar (DYY)’da önemli artışlar ve değişimler yaşanmıştır. Özellikle
Çin gibi büyük miktarlarda DYY çeken ülkelerin ekonomik performanslarında
görülen iyileşmeler, az gelişmiş ve gelişmekte olan birçok ülkenin DYY çekme
yarışına girmelerine yol açmıştır. DYY’lara yönelik bu ilgi, DYY’ların nedenleri
ve ülke ekonomileri üzerine etkilerini ele alan akademik çalışmalarda da önemli
artışlara yol açmıştır. Bu kapsamda DYY’ların, yatırım alan ülkenin ekonomik
büyümesi, istihdam ve ücret düzeyi, teknoloji düzeyi ile dış ticareti üzerindeki
etkileri inceleme konusu yapılmıştır. Aynı şekilde DYY’ların nedenlerini araştıran
çalışmalarda ise yatırım yapılan ülkelerin pazar ve nüfus büyüklükleri, hammadde,
sermaye, teknoloji ve işgücü gibi üretim faktörleri açısından zenginliği, ülkelerde
uygulanan yasal düzenlemelerdeki (vergi, çevre ve bürokrasi gibi alanlardaki)
farklılıklar, büyük pazarlara yakınlığı, dünya ekonomisine ticari anlamda açıklığı
vb. unsurlar dikkate alınmıştır.
Bu çalışmanın amacı, DYY’lar ileyatırımın yapıldığı ülkenin ihracatı
arasındaki ilişkileri araştırmaktır. Bu amaç doğrultusunda çalışmada 1991 yılından
sonra ekonomik ve siyasal özgürlüklerine kavuşan geçiş ekonomileri ele
alınacaktır. SSCB, Yugoslavya ve Çekoslovakya’nın dağılması ile birlikte 27 ülke
bir yandan katı-otoriter yönetimlerden batı tipi demokrasilere geçişi yaşarken,
diğer yandan kumanda sistemlerden serbest piyasa ekonomisine doğru bir
dönüşümü de tecrübe etmişlerdir. Dolayısıyla geçiş ekonomileri, 1991 yılından
sonra hem sermaye hareketlerine hem de dış ticarete açık ekonomiler haline
gelmeye başlamışlardır. Bu gelişmeler ise bu ülkelere yönelik ilginin artmasına yol
açmıştır. Bu kapsamda geçiş ekonomilerine yönelik önemli bir miktarda DYY
girişleri yaşanmıştır ve DYY girişlerinin geçiş ekonomileri üzerinde önemli
etkileri görülmüştür. Çalışmada geçiş ekonomilerindeki DYY’ların iç piyasaya
yönelik pazar arayan nitelikte bir yatırım mı, yoksa kaynak arayışı içinde dış
pazarlara yönelen dolayısıyla ülkenin ihracatına ivme kazandıran bir yatırım olup
olmadıkları ekonometrik testler ile incelenecektir.
Bu amaç doğrultusunda çalışma,giriş bölümünü takiben 4 ana başlık
altında şekillendirilmiştir. Çalışmanın takip eden başlığında DYY ile ihracat arası
ilişkiler teorik ve ampirik olarak irdelenecektir. Veri ve Metodoloji başlığında
çalışmada kullanılan değişkenler ve yöntemler tanıtıldıktan sonra Ampirik
224
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Bulgular başlığı altında ise yapılan analizler sonucunda elde edilen sonuçlar
verilecektir. Çalışmanın son kısmında ise elde edilen bulgular değerlendirildikten
sonra bazı politika önermelerine gidilecektir.
2. İHRACAT VE DOĞRUDAN YABANCI YATIRIMLAR: LİTERATÜR
ÖZETİ
Teorik ve ampirik literatürde doğrudan yabancı yatırımların ihracat ile
olan ilişkisi ve ihracat performansına etkileri önemli bir tartışma konusudur.
Ülkelere giren doğrudan yabancı yatırımlar ile bu ülkelerin ihracat
performansıarasındaki teorik ilişkiyi destekleyecek kanıt elde etmek için pek çok
çalışmayapılmıştır. Bu teorik tartışmalar çeşitli ampirik kanıtlarla da
desteklenmeye çalışılmıştır. Literatürde; DYY ve ihracat arasındaki ilişkiyi
araştıran ampirik çalışmalar neticesinde,DYY’nin ihracatı olumlu ya da olumsuz
yönde etkilediğini belirten sonuçlara ulaşılsa da, bu değişkenler arasındailişki
olmadığını ifade eden çalışmalarda mevcuttur.
Tablo 1: İhracat ve Doğrudan Yabancı Yatırımlar Hakkında Literatür Özeti
Yazarlar
Ülke ve
Dönemi
Slovakya
Szkorupováa
(2001 (2014)
2010)
Hindistan
Dash ve
(1996 Parida (2013)
2011)
Hindistan
Saleena
(1991 (2013)
2011)
Yöntem
Bulgular
Eş-bütünleşme Modeli
Vektör Hata Düzeltme
Modeli
Eş-bütünleşme Modeli
Vektör Hata Düzeltme
Modeli
Granger Nedensellik Analizi
Uzun Dönemde DYY, İhracat ve
Büyüme arasında ilişki vardır.
Uzun Dönemde DYY,
Uluslararası Ticaret ve Büyüme
arasında ilişki vardır.
DYY, İhracat ve Büyümeyi
pozitif yönde etkilemektedir.
Sultan
(2013)
Uzun Dönemde DYY ile
İhracattaki artış arasında ilişki
Hindistan
Eş-bütünleşme Modeli
vardır.
1980 - 2010) Granger Nedensellik Analizi
Kısa vadede iki yönde de
nedensellik yoktur.
Babalola ve
Diğerleri
Nijerya
(1960 -
Eş-bütünleşme Modeli
225
Uzun Dönemde DYY,
Uluslararası Ticaret ve Büyüme
M. K. Değer ve M. A. Doğanay
(2012)
2009)
Temiz ve
Gökmen
(2011)
Türkiye
(1991 2010)
Iqbal ve
diğerleri
(2010)
Pakistan
(1998 2009)
9 Asya
Liu ve
Ülkesi
Diğerleri
(1970 (2009)
2002)
27 Geçiş
Apergis ve
Ekonomisi
Diğerleri
(1991 (2008)
2004)
7 AB Ülkesi
Falk ve Hake
(1973 (2008)
2004)
arasında ilişki vardır.
Eş-bütünleşme Modeli
Kısa ve uzun dönemde DYY ile
Vektör Hata Düzeltme
ihracat arasında pozitif bir ilişki
Modeli
vardır.
Granger Nedensellik Analizi
Uzun Dönemde DYY,
Eş-bütünleşme Modeli
Uluslararası Ticaret ve Büyüme
VAR Modeli
arasında ilişki vardır.
Vektör Hata Düzeltme
Modeli
DYY ile uluslararası ticaret
arasında çift yönlü ilişki vardır.
Kısa ve uzun dönemde DYY ile
Eş-bütünleşme Modeli
ekonomik büyüme arasında
Granger Nedensellik Analizi
pozitif bir ilişki vardır.
Genelleştirilmiş Momentler
İhracat DYY'ları etkilemektedir.
Modeli
3. VERİ VE METODOLOJİ
DYY’lar ile ihracat arası ilişkileri ele alan ampirik çalışmalar son
zamanlarda giderek artmaktadır. Bununla birlikte geçiş ekonomileri üzerine DYY
ile ihracat ilişkilerini ele alan çalışmalar ise oldukça sınırlıdır. Dolayısıyla bu
çalışmada verisine sağlıklı bir şekilde ulaşılan 22 geçiş ülkesi için 1995-2014
dönemi verileri dikkate alınmıştır. Çalışmada ele alınan geçiş ekonomileri,
Merkezi Batı Asya ve Merkezi Doğu Avrupa ülkeleri olarak Tablo 2’de
sunulmuştur.
Çalışma kapsamındaki ülkelere ait DYY’lar ile toplam mal ihracatı (TMX)
verileri, Dünya Bankası “World Development Indicators” isimli veri tabanından
elde edilmiş ve yine aynı veri tabanından alınan 2005 baz yıllı tüketici fiyat
indeksi ile reelleştirilmiştir.
226
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Tablo 2: Çalışma Kapsamındaki Geçiş Ekonomileri
Merkezi Batı Asya
Azerbaycan
Ermenistan
Gürcistan
Kazakistan
Kırgızistan
Rusya Federasyonu
Merkezi Doğu Avrupa
Arnavutluk
Beyaz Rusya
Bulgaristan
Çek Cumhuriyeti
Estonya
Hırvatistan
Letonya
Litvanya
Macaristan
Makedonya
Moldova
Polonya
Romanya
Slovakya
Slovenya
Ukrayna
Çalışmada değişkenler arası ilişkiler, panel veri durağanlık, eşbütünleşme
ve son olarak da nedensellik analizleri yardımıyla belirlenmeye çalışılmıştır. Reel
serileri dikkate alan ve değişkenlerin logaritmik dönüşümlerine dayalı panel veri
analizleri, Eviews9.0 paket programı yardımıyla gerçekleştirilmiştir.
4. AMPİRİK BULGULAR
Çalışmada öncelikle 22 geçiş ekonomisi için 1995-2014 döneminde
DYY’lar ile toplam mal ihracatında (TMX) yaşanan gelişmeler, tanımlayıcı
istatistiklerle verilmeye çalışılacaktır. Daha sonra değişkenler arası basit
korelasyon analizi yanında daha ileri ekonometrik yöntemler olan eşbütünleşme ve
nedensellik analizlerine yer verilecektir.
4.1. Tanımlayıcı İstatistikler ve Korelasyon Katsayıları
1995-2014 dönemi için 22 geçiş ekonomisinde DYY ve TMX
değişkenlerine tanımlayıcı istatistikler Tablo 3’de verilmiştir.
Tablo 3’de yer alan bilgilere göre 22 geçiş ekonomisine 1996-2014
döneminde yapılan DYY’lar, ortalama olarak 3.2 Milyar dolar iken, toplam mal
ihracat ise ortalama olarak 29.6 Milyar dolar olarak gerçekleşmiştir.
227
M. K. Değer ve M. A. Doğanay
Tablo 3: Değişkenlere Ait Tanımlayıcı İstatistikler
Değişkenler
RTMX
RDYY
LRTMX
LRDYY
Ortalama
2.96E+10
3.27E+09
22.89609
20.73818
Ortanca
1.07E+10
1.03E+09
23.09072
20.74855
Maksimum
2.68E+11
5.96E+10
26.31435
24.81053
Minimum
2.27E+08
6246874
19.24091
15.64759
Standart Sapma
5.02E+10
6.46E+09
1.732975
1.641945
431
431
431
431
Gözlem Sayısı
Not: Değişken isimleri önündeki R harfi reel değerleri ve L harfi ise ilgili değişkenlerin logaritmik
dönüşümlerini ifade etmektedir.
Öte yandan 2003 yılında sadece 6.2 Milyon dolar ile Kırgızistan en düşük
DYY çeken ülke iken, 2007 yılında Macaristan 59.6 Milyar dolarlık DYY girişi ile
en fazla yatırım çeken ülke olmuştur. Benzer şekilde 227 Milyon dolar ile 1997
yılında Gürcistan en düşük mal ihracatında bulunan ülke iken, 2008 ve 2014
yıllarında 268 Milyar dolar ile Rusya Federasyonu en fazla mal ihracatında
bulunan ülke olmuştur.
Tablo 4: Değişkenler Arası Korelasyon Analizi Sonucu
Değişkenler
LRDYY
LRDYY
1.000
LRTMX
0.770
(0.000)
LRTMX
1.000
Tablo 4. Logaritmik değerleri alınmış değişkenler arası korelasyon katsayısını ve
olasılık değerini göstermektedir.
228
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Tablo 4’den açıkça görüleceği üzere geçiş ekonomilerinde ihracat ve
DYY’lar arasında oldukça yüksek ve istatistiki açıdan anlamlı ve pozitif bir
korelasyon ilişkisi vardır.
4.2. Birim-Kök Sınaması Sonuçları
Çalışmada panel veri eşbütünleşme ve nedensellik analizlerine geçmeden
önce değişkenlerin birim kök içerip içermedikleri birinci nesil panel veri
durağanlık sınamaları ile inceleme konusu yapılmış ve sonuçlar Tablo 5’de
verilmiştir.
Tablo 5: Değişkenlere Ait Durağanlık Sınamaları Sonuçları (Seviye)
Yöntem
Levin, Lin &Chu t*
Değişken: LRDYY
Sabitli ve
Sabitsiz ve
Sabitli
Trendli
Trendsiz
İstatisti Olasılı İstatisti Olasılı İstatisti
Olasılık
k
k
k
k
k
0.084
0.533
4.381
1.000
1.446
0.926
Im, PesaranandShin W-stat
-1.676
0.047
1.353
0.912
ADF - FisherChi-square
50.612
0.229
32.119
0.908
16.334
1.000
PP - FisherChi-square
101.326
0.000
69.218
0.009
9.313
1.000
Yöntem
Levin, Lin &Chu t*
Değişken: LRTMX
Sabitli ve
Sabitsiz ve
Sabitli
Trendli
Trendsiz
İstatisti Olasılı İstatisti Olasılı İstatisti
Olasılık
k
k
k
k
k
-5.282
0.000
-0.452
0.326
8.651
1.000
Im, PesaranandShin W-stat
-0.900
0.184
-1.259
0.104
ADF - FisherChi-square
59.086
0.064
55.969
0.107
2.226
1.000
PP - FisherChi-square
51.812
0.195
48.627
0.292
1.128
1.000
Tablo 5’de verilen durağanlık sınaması sonuçlarına göre hem DYY’ların
hem de toplam mal ihracatı değişkenlerinin her üç durumda (Sabitli, Sabitli ve
Trendli ile Sabitsiz ve Trendsiz) da seviye değerlerinde durağan olmadıkları tespit
edilmiştir. Dolayısıyla değişkenlerin birinci farkları alınarak yapılan birim kök
sınama sonuçları ise Tablo 6’da sunulmuştur.
229
M. K. Değer ve M. A. Doğanay
Tablo 6: Değişkenlere Ait Durağanlık Sınamaları Sonuçları (Birinci Farklar)
Levin, Lin &Chu t*
Değişken: ∆LRDYY
Sabitli ve
Sabitsiz ve
Sabitli
Trendli
Trendsiz
İstatisti Olasılı İstatisti Olasılı İstatisti Olasılı
k
k
k
k
k
k
-16.413 0.000 -13.198 0.000 -20.622 0.000
Im, PesaranandShin W-stat
-15.781
0.000
-13.047
0.000
ADF - FisherChi-square
276.558
0.000
213.687
0.000
376.846
0.000
PP - FisherChi-square
329.222
0.000
264.307
0.000
389.613
0.000
Yöntem
Yöntem
Levin, Lin &Chu t*
Değişken: ∆LRTMX
Sabitli ve
Sabitsiz ve
Sabitli
Trendli
Trendsiz
İstatisti Olasılı İstatisti Olasılı İstatisti Olasılı
k
k
k
k
k
k
-1.493
0.068
0.813
0.792
-6.670
0.000
Im, PesaranandShin W-stat
-4.141
0.000
-2.653
0.004
ADF - FisherChi-square
82.595
0.000
59.355
0.061
94.320
0.000
PP - FisherChi-square
282.009
0.000
263.484
0.000
271.700
0.000
Tablo 6’daki sonuçlara bakıldığında her iki değişkenin bütün modellerde
birinci farklarında (∆) durağan olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla birinci
farkında durağan hale gelen bu iki değişken arasındaki uzun dönemli ilişkilerin
varlığı,Pedroni panel eşbütünleşme testi ile Johansen panel eşbütünleşme testi ile
incelenmiştir.
4.3. Eşbütünleşme ve Nedensellik Analizi Sonuçları
Çalışmada geçiş ekonomilerinde DYY’lar ile ihracat arasındaki uzun
dönemli ilişkiler, öncelikle Pedroni panel eşbütünleşme testleri gerçekleştirilmiş
ve sonuçlar Tablo 7’de verilmiştir.
230
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Tablo 7: Pedroni Panel Eşbütünleşme Testi Sonuçları
Sabitli
Yöntem
Panel v-Statistic
Panel rho-Statistic
Panel PP-Statistic
Panel ADF-Statistic
Grouprho-Statistic
Group PP-Statistic
Group ADF-Statistic
İstatisti
k
3.956
-4.383
-5.601
-4.207
-1.897
-5.351
-3.908
Olasılı
k
0.000
0.000
0.000
0.000
0.029
0.000
0.000
Sabitli ve
Trendli
İstatist Olasılı
ik
k
-0.185
0.573
-0.766
0.222
-3.733
0.000
-4.693
0.000
1.010
0.844
-3.768
0.000
-3.601
0.000
Sabitsiz ve
Trendsiz
İstatist Olasılı
ik
k
7.994
0.000
-6.798
0.000
-6.154
0.000
-6.388
0.000
-2.807
0.003
-6.662
0.000
-6.932
0.000
Tablo 7’de sunulan bulgulara göre geçiş ekonomilerinde DYY’lar ile mal
ihracatı arasında her üç modelde de eşbütünleşik ilişkiler söz konusudur. Daha
açık bir ifadeyle uzun dönemde geçiş ekonomilerinde yapılan DYY’lar ile bu
ülkelerin mal ihracatı birlikte hareket etmektedir.
Öte yanda çalışmada değişkenler arası eşbütünleşme ilişkisi için bir diğer
yöntem olan Johansen ve Fisher testi de kullanılmış ve sonuçlar Tablo 8’de
gösterilmiştir.
Benzer şekilde Johansen-Fisher eşbütünleşme testi sonuçlarıda geçiş
ekonomileri özelinde DYY’lar ile mal ihracatı arasında uzun dönemli ilişkilerin
varlığına ışık tutmaktadır.
Tablo 8: Johansen-Fisher Panel Eşbütünleşme Testi Sonuçları (Doğrusal
Deterministik Trendli)
Fisher İst.
Fisher İst.
Sıfır hipotezi
r=0
r≤1
Olasılık
(Trace Test)
217.600
129.500
0.000
0.000
Olasılık
(Max-Eigen Test)
178.300
129.500
0.000
0.000
Geçiş ekonomilerinde DYY’lar ile ihracat arasındakieşbütünleşme
ilişkisininnihai sapmasız katsayılarını elde etmek için Pedroni (2000) tarafından
231
M. K. Değer ve M. A. Doğanay
geliştirilen FMOLS (Full ModifiedOrdinaryLeastSquare) yöntemi kullanılmış ve
tahmin sonuçları her iki değişken için Tablo 9’da verilmiştir.
Tablo 9: Panel FMOLS Sonuçları
Değişkenler
LRTMX
R2
Değişkenler
LRDYY
R2
Bağımlı Değişken: LRDYY
Katsayılar Standart Hata
0.614
0.113
0.769
Düzeltilmiş R2
t-İstatistiği Olasılık
5.453
0.000
0.756
Bağımlı Değişken: LRTMX
Katsayılar Standart Hata t-İstatistiği Olasılık
0.280
0.040
6.944
0.000
2
0.938
0.934
Düzeltilmiş R
Tablo 9’da verilen tahmin sonuçlarına göre geçiş ekonomilerinde mal
ihracatında %1’lik bir artış bu ülkelere yönelen DYY girişlerinde %0.6’lık bir
artışa neden olurken, DYY’lardaki %1’lik bir artış ise geçiş ülkelerinin ihracat
potansiyellerini %0.28 yükseltmektedir. Dolayısıyla bu iki değişken arasında uzun
dönemde istatistiki açıdan anlamlı ve pozitif ilişkiler söz konusudur.
Son olarak çalışmada bu iki değişken arası kısa dönemli nedensel ilişkiler
Granger nedensellik testi ile araştırılmış ve elde edilen bulgular Tablo 10’da
verilmiştir.
Tablo 10: Granger Nedensellik Analizi Sonuçları (Gecikme Uzunluğu:3)
Sıfır Hipotezi
Gözlem Sayısı
LRTMALX, LRFDI'ye neden olmaz
350
LRFDI, LRTMALX'e neden olmaz
F-İst.
Olasılık
6.31164
0.0004
4.06442
0.0074
Tablo 10’daki sonuçlara göre kısa dönemde DYY’lar ile mal ihracat
arasında iki yönlü nedensel ilişkiler söz konusudur. Dolayısıyla Geçiş
ekonomilerine yönelen DYY’lar bu ülkelerin ihracat potansiyellerinden etkilendiği
gibi bu ülkelerin ihracat potansiyellerini etkileyebilmektedirler.
232
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Son yıllarda ekonomik anlamda küreselleşmeye birçok gelişmiş,
gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerin destek vermesi, dünya ekonomisinin hızla
gelişmesine ve ülkelerin birbirine daha fazla bağlanmasına ve eklemlenmesine yol
açmıştır. Özellikle ticari küreselleşmenin uyardığı ticaret artışı ile finansal
küreselleşmenin uyardığı sermaye hareketleri, geçmişte olmadığı kadar ülkeleri
birbirine bağımlı hale getirmiştir. Elbette bu küresel rekabet ortamının ülkelere
sunduğu önemli fırsatlar söz konusu iken, ciddi tehditleri de bünyesinde
barındırmaktadır.
Ekonomik anlamda küreselleşmenin uyardığı bu ticari ve finansal
ilişkilerin yanında Çok Uluslu Şirket (ÇUŞ)’lerin maliyet azaltma ve gelir artırma
düşüncesiyle yatırım ve üretim kararlarını şekillendirirken daha küresel ölçekte
imkânlara kavuşması, ülkeler arası DYY’ların hızla gelişmesine ve değişmesine
yol açmıştır. Artan DYY’lar, akademik çevrelerde de DYY’ların nedenleri ve
etkileri hakkında birçok çalışmanın ortaya çıkmasına yol açmıştır. Oldukça geniş
bir boyuta ulaşan DYY’larla ilgili bu literatürde bazı çalışmalar, DYY’ların ihracat
üzerindeki etkileri üzerine odaklanmaktadır. Bu çalışmanın amacı geçiş
ekonomileri özelinde nispeten sınırlı kalan DYY’lar ile iharact ilişkilerini ele
almaktır.
Bu amaç doğrultusunda çalışmada 22 geçiş ekonomisi için 1995-2014
verileri kullanılarak panel veri eşbütünleşme ve nedensellik analizlerine yer
verilmiştir. Çalışmada yapılan Pedroni eşbütünleşme testi ile Johansen-Fisher
eşbütünleşme testleri, geçiş ekonomilerinde DYY’lar ile bu ülkelerin ihracat
arasında uzun dönemli ilişkilerin bulunduğuna işaret etmektedir. Diğer taraftan
değişkenler arası kısa dönemli ilişkiler ise Granger nedensellik testi ile araştırılmış
ve değişkenler arası geri besleme ilişkisini yansıtacak şekilde DYY’lar ile ihracat
arasında iki yönlü nedensel ilişkiler yakalanmıştır.
Dolayısıyla çalışmada elde edilen bu bulgular, geçiş ekonomilerinin dünya
ekonomisine entegre olma çabalarının DYY girişlerinde artışlara neden olduğunu
ve DYY girişlerindeki artışların ise geçiş ekonomilerinin ihracat potansiyellerini
artırdığını göstermektedir. Bu nedenle geçiş ekonomilerinin daha fazla DYY
çekebilmek için gerekli politik düzenlemeler ile yatırım ortamlarında yapacakları
233
M. K. Değer ve M. A. Doğanay
iyileştirmeler, bu ülkelerin dolaylı olarak ihracat potansiyellerine olumlu
yansımaları olacaktır.
KAYNAKÇA
Apergis, N., Lyroudi, K. & Athanasios V. (2008). The Relationship between Foreign
Direct Investment and Economic Growth: Evidence from Transition Countries.Transition
Studies Review, 15, 37–51.
Babalola, S. J., Dogon-daji, S. D. H. &Saka O. J. (2012). Exports, Foreign Direct
Investment and Economic Growth: An Empirical Application for Nigeria. International
Journal of Economics and Finance, 4(4), 95-105.
Dash, R. K. &Parida, P. C. (2013). FDI, Services Trade and Economic Growth in India:
Empirical Evidence on Causal Links. Empirical Economics, 45, 217–238.
Falk, M. and Hake, M. (2008).A Panel Data Analysis on FDI and Exports. FIW Studien,
FIW Research Report, No. 012.
Iqbal, M. S., Shaikh, F.M. &Shar, A. H. (2010). Causality Relationship between Foreign
Direct Investment, Trade and Economic Growth in Pakistan. Asian Social Science, 6(9),
82-89.
Liu, X., Shu, C. &Sinclair , P. (2009).Trade, Foreign Direct Investment and Economic
Growth in Asian Economies. Applied Economics, 41(13), 1603-1612.
Pedroni, P. (2000).Fully-Modified OLS for Heterogeneous Cointegrated Panels. Advances
in Econometrics, 15,93-130.
Saleena N. J. (2013). Impact of FDI on Services Export: Evidence from India.Journal of
Business Management & Social Sciences Research, 2(11), 34-38.
Sultan Z. A. (2013). A Causal Relationship between FDI Inflows and Export: The Case of
India. Journal of Economics and Sustainable Development, 4(2), 1-9.
Szkorupováa, Z. (2014). A Causal Relationship between Foreign Direct Investment,
Economic Growth and Export for Slovakia. Procedia Economics and Finance, 15,123128.
Temiz, D. &Gökmen, A. (2011). Foreign Direct Investment (FDI) and Export Relation in
Turkey: 1991–2010. Journal of Transnational Management, 16, 157–180.
234
Türkiye’de Dini Oluşumların Varlık
Sebepleri ve Bu Oluşumların İç
Güvenlik Açısından Değerlendirilmesi
Dr. Hüseyin Arslan
Polis Akademisi
ÖZET
Tarihî kökleri oldukça uzun yıllara dayanan tarikatların ve dinî grupların/cemaatlerin
Türkiye’nin toplumsal yapısında birer dinî oluşum olarak hatırı sayılır bir etkisi vardır. Bu
tesir zaman zaman dönemin siyasi idaresine muhalefet şeklinde zaman zaman siyaset
kurumuyla işbirliği halinde kendisini gösterirken, bazen de uluslar arası boyuta da sahip
bir iç güvenlik meselesi şeklinde tezahür etmektedir. Bu çalışmada, zikredilen bu dinî
oluşumların Türkiye’nin toplumsal yapısında birer fenomen olarak var olmalarının
sebepleri ve bunların iç güvenlik açısından değerlendirilmesi amaçlanmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Tarikat, Cemaat, Dinî Grup ve Güvenlik.
H. Arslan
1. GİRİŞ
Her şeyden önce belirtmekte fayda vardır ki dini oluşumlardan kastedilen,
Türkiye’nin toplumsal yapısında geleneksel bir şekilde varlığını sürdüren tarikatlar
ve dinî gruplar/cemaatlerdir. Bu fenomenler kökleşmiş bir halde Osmanlı’dan
Cumhuriyete tevarüs etmişlerdir. Bilimsel platformlarda tarihsellikleri ve dinî
alandaki faaliyetleri dışında çok fazla tartışılmayan bu oluşumlar, birer olgu olarak
Türkiye’de her dönemde gündemi meşgul eden konuların başında gelmektedir.
Özellikle son günlerde medyatik olan bazı tarikat veya cemaat liderlerinin ya da
kanaat önderlerinin sürekli televizyonlarda arz-ı endam etmeleri ve iletişim
araçlarını verimli bir şekilde kullanmaları, kendilerini ön planda tutmalarını
sağlamaktadır.
Bu sebeple Türkiye’nin toplumsal hayatını ilgilendiren analizlerde,
özellikle dinin Türkiye’nin toplumsal yapısının en önemli yumuşak karınlarından,
toplumun yapı taşlarından birini oluşturduğunu göz ardı etmeden, dinin bu yapıda
oynadığı rolün iyi tahlil edilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla geleneksellik arz
eden tarikatların ve cemaatlerin sosyal birer kurum olarak bu yapıdaki varlıkları,
icra ettikleri fonksiyon ve sahip oldukları toplumsal statü bu tahlilin
sacayaklarından birini oluşturmaktadır.
Osmanlı’da sürekli gözetim altında tutulan bu oluşumların Cumhuriyetle
beraber yaşadıkları değişim/dönüşüm ve yeni rejime karşı muhalif olarak
sergiledikleri mücadele tarzı, yeni Cumhuriyet idaresinin sıkı tedbirler ve
yasaklamalar içeren bazı yasal düzenlemeler yapmasına sebep olmuştur.
Millî mücadele dönemini kapsayan 1919-1922 yıllarına bakıp bu yılları
söylem, eylem ve bu mücadeleye destek verenler açısından dinî mübin-i İslâm’a
hizmet ve hilâfet makamının kurtarılması olarak değerlendirildiği şüphesizdir.
Ancak cumhuriyetin ilânıyla beraber başlayan yeni süreçte modernleşme adına
pozitivist felsefeye uygun olarak yeni düzenlemelere geçilmesi bu algıyı tersine
çevirmiştir.
Özellikle 1924’te hilâfetin ilgasıyla başlayan süreçle yapılan köklü
değişiklikler, din müessesesinin kendisinde ve kurumlarında hayatiyet kazanan
toplumsallığı kamusal alandan dışlamıştır. Osmanlı'da dinî otorite makamı olarak
kabul edilen şeyhülislâmlığın kaldırılması, anayasadan devlet dini kavramının
236
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
çıkarılması, tevhid-i tedrisat kanununun yürürlüğe girmesiyle medreselerin ve dinî
okulların lağvedilmesi, tekke ve zaviyelerin kapatılması vb. uygulamalar, dini
resmî/kamu kurumlarının dışına çıkarma, modern bir toplum yaratmak için
topluma istedikleri biçimi verme olarak değerlendirilmiştir.
Çağın şartlarına uygun modern bir ulus-devlet inşa etmek amacıyla
hareket eden yeni cumhuriyetin siyasi kadroları, milleti ve milletin geri
kalmışlığının başlıca sebepleri arasında görülen milletin dinî inancını irticaî
unsurlardan ve hurafelerden arındırarak aynı homojenlikte eritme gayesi
gütmüştür. Ancak bu konuda beklentinin aksine toplumun büyük kesimi kendi
inandıkları ve bildikleri hayatı bedel ödemeyi de göze alarak, başka bir ifadeyle
dindar olarak yaşamayı tercih etmiştir. Bu tercihin güçlü bir şekilde hayata
aktarılmasında dinî oluşumların payı büyüktür. Bu yüzden yeni rejim tarafından
yürütülen lâik politikalar doğrultusunda dinin bireyselleştirilmesi ve sadece
vicdanlarda yaşatılma çabaları istenilen sonucu vermemiştir. Başta köyler ve
kasabalar gibi küçük yerleşim yerlerinde olmak üzere toplumun çoğunluğunda
İslâm’a olan meyil ve ona duyulan bağlılık gücünden bir şey kaybetmemiştir.
Dolayısıyla yeni cumhuriyet rejiminin, Türkiye’nin toplumsal yapısında
dinî aidiyetin, toplumun paylaştığı ortak aidiyet duygularının en başında geldiğini
görmezden gelmesi, çoğunluğu Müslüman olan ve dindar bir yaşam tarzını
benimseyen toplumun, kendisini devre dışı bıraktığı izlenimi veren modern
politikalar eliyle dönüştürerek devlet-millet bütünleşmesini gerçekleştirme
çabaları beklenen sonucu vermemiştir. Bu yüzden kendilerini dinî bir aidiyet
kimliği içinde tanımlayan tarikat ve cemaat gibi dinî oluşumların cumhuriyetin
ilânından beri resmî otorite ile ilişkilerinin sıkıntılı ve sancılı olduğunu söylemek
mümkündür.
Akademik çalışmalarda ve bilimsel platformlarda genelde bir tarihsellik
tarzında dinî yönleri, oluşumları, liderleri vb. özellikleri yüzeysel olarak ele
alınmaları hariç bu oluşumların sosyolojik ve ekonomik olarak nereye
oturtuldukları, siyaset kurumuyla ilişkileri, güvenlik açısından bulundukları zemin,
kısacası dünyevilikleri hakkında detaylı çalışmalar bulunmamaktadır.
Bu çalışmada, Türkiye’nin toplumsal yapısında birer olgu olarak
hayatiyetlerini sürdüren dinî oluşumların niçin var oldukları, bir başka ifadeyle
toplumu din konusunda aydınlatmakla görevli bir anayasal kurum olan Diyanet
237
H. Arslan
İşleri Başkanlığı dururken, insanlar hangi sebeplerle dinî tarikatlara ve cemaatlere
gitmektedir, sorusuna cevap aranmaya çalışılacaktır. Ayrıca cumhuriyetten
itibaren yaşanan süreç dâhilinde bunların iç güvenlik açısından değerlendirilmesi
amaçlanmaktadır. Ancak asıl konuya geçilmeden önce, metinde sıklıkla kullanılan
tarikat ve dinî grup/cemaat kavramlarının tanımlanmasında fayda vardır.
2. TARİKAT VE GRUP/CEMAAT KAVRAMLARI
2.1. Tarikat Kavramı
Kur’an-ı Kerim’de Tâhâ sûresinin 63 ve 104. ayetlerinde ve bazı
hadislerde yer alan ve sözlükte “gidilecek yol, izlenecek usul, hal ve gidiş”
anlamına gelen tarikat, terim olarak “Allah’a ulaşmak isteyenlere mahsus âdet, hal
ve davranış” şeklinde tanımlanmaktadır.65
Tarikat İslâm dünyasında tasavvufla hemen hemen aynı anlamda
kullanılmakta ve dini daha derinden yaşamak isteyenlerin benimsedikleri yol
(Arapçası tarîk) olarak kabul edilmektedir. Kısacası dinin daha içten ve daha özel
bir yaşanış biçimi olarak kabul edilmektedir. Tarikat zühd şeklinde başlamış,
akabinde “tasavvuf” denmiştir. Tasavvufta tarikat, insanların manevî yönlerini
geliştirmek için kurulmuş dinî-manevî yol demektir.66
Tarikat kelimesi bilhassa tasavvuf kaynaklarında doktriner olduğu kadar
kurumsal göstergeler içeren bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.67Semih
Ceyhan’a göre doktriner anlamda tarikat, insanı kendisi ve evren hakkındaki
hakikatlere, bu hakikatleri bir bütün halinde kendisinde barındıran Hz.
Muhammed’e, ondan da bu hakikatlerin kaynağı ve yaratıcısı olan Allah’a götüren
ruhanî yol manasındadır. Ceyhan kurumsal anlamıyla tarikatı ise manevî açıdan
Hz. Muhammed’e ve Allah’a ulaşmada rehberlik eden bir mürşide bağlı derviş,
mürit vb. kişiler için konmuş manevî, ahlâkî ve sosyal kuralların tamamı ve bu
kurallara göre teşkilatlanmış müessese olarak tanımlamaktadır.68
65
Reşat Öngören, “Tarikat”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 40, Ankara 2011, s. 95.
Mehmet Demirci, “Türkiye’nin Çağdaşlaşma Sürecinde Tarikatlar”, Türkiye’nin Çağdaşlaşma
Problemi ve İslâm, Yay. Haz.: Mehmet Demirci, TDV Yay., Ankara 2000, s. 163.
67
Semih Ceyhan, “Tarikat ve Tekke Kavramlarına Dair”, Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve Kültür, Ed.:
Semih Ceyhan, İSAM Yay., İstanbul 2015, s. 27.
68
Doktriner ve kurumsal tarikat konusunda geniş bilgi için bkz. Semih Ceyhan, agm., s. 28-29.
66
238
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Türkiye’de tarikatlar konusunda önemli çalışmalara imza atan Mustafa
Kara’nın verdiği bilgilere göre, ekol, mezhep, tarikat tarih boyunca bütün din ve
sistemlerle iç içe bulunmuş ve günümüze kadar beraber olagelmiştir.69
Erol Güngör, tarikatın lügatta yol anlamına geldiğini belirtirken, İslâm
tasavvufunda yola girmenin sufî yöntemleriyle Allah’a yaklaşmayı seçmek anlamı
taşıdığını ifade etmektedir. Güngör’e göre, tasavvufta insan yolunu kendisi seçse
de o yola kendi başına giremez. Hıristiyan mistisizmi ile İslâm tasavvufu
arasındaki başlıca farklardan birinin tasavvufta rehbersiz hiçbir şeyin
yapılamayacağını belirten Güngör, tasavvufun her şeyden önce bir terbiye işi yani
hem nefsin hem de ruhun terbiyesi olduğuna dikkatleri çekerken, eğitilmeye
muhtaç olan insanın ilk işinin kendisine yol gösterecek bir mürşid-i kâmil bulması
gerektiğini vurgulamaktadır. Güngör’e göre tarikata giren kimsenin yol rehberinin
adı “şeyh”tir ve bu yola giren kişi kendisini şeyhine teslim etmek, ondan gelen her
şeyi kabul etmek zorundadır. Ayrıca mürit ve sâlik ismini alan ve çırak kabul
edilen kişinin eğitiminin ne zaman biteceğine bağlı olduğu şeyh karar verir.70
İlhan Ayverdi ise tarikatı, sâlikin/müridin bir mürşide/şeyhe bağlanıp belli
şartlara uyarak ahlâkını güzelleştirmeyi, kötülüklerden arınmayı, tevhidin
hakikatine varmayı ve Allah’a ulaşmayı amaç edinen tasavvuf yolu; bir şeyhe
bağlı olan kimseler için konulmuş olan manevî, ahlâkî ve sosyal kuralların bütünü
ve bu kurallara göre teşkilatlanmış kurum olarak tanımlamaktadır.71
Tarikatı, sâliki hakikate götüren yol şeklinde tanımlayan sufiler, dinin
zahiri ve şekli kısmı olarak kabul ettikleri şeriatı kabul etmeden ve onun
kurallarına uyulmadan hakikate ulaşılamayacağını belirtmişlerdir.72 Tasavvuf
ıstılahında tarikat, Allah’a ulaşan yoldur. Şeriat umumi, tarikat ise şeriata nispetle
daha özeldir. Tarikat bir disiplindir, tasavvufun, şeriat esaslarına uymakla, dinin
özüne varmak için yerine getirilmesi gereken uygulamaların, belli bir disiplin
içerisinde gerçekleşmesini amaçlayan bir kuruluştur.73
2.2. Grup/Cemaat Kavramı
69
Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergâh Yay., İstanbul 1985, s. 191.
Erol Güngör, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken Neşr., İstanbul 1987, s. 97.
71
İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Neşr., İstanbul 2006, C. 3, s. 3035.
72
Reşat Öngören, agm., s. 95.
73
Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Ün. İlahiyat Fakültesi Yay., İstanbul 1997, s.
312.
70
239
H. Arslan
Sosyolojide grup, zor tanımlanan kavramların başında gelmektedir. Bunun
sebebi sosyal grupların zaman içinde sık sık şekil ve öz değişikliği
geçirmelerindendir.74 Grup denince küme, öbek, takım vb. bir çağrışım
uyanmaktadır. Grup, herhangi bir açıdan aralarında benzerlik veya ilgi bulunan
şey veya kimselerin meydana getirdiği topluluk anlamına gelmektedir.75
Türkiye'de sosyoloji ve din sosyolojisi alanında yapılan çalışmalarda grup
kavramı tanımlanırken en sık müracaat edilen düşünürlerin başında Joachim Wach
gelmektedir. Ona göre, geçici, sürekli, dayanıksız, iyi teşkilatlanmış, mütecanis,
gayri mütecanis, ister küçük isterse büyük olsun, her toplum sonsuz sayıda
grupları içinde barındırmaktadır. Watch, bu grupların kaynakta, yapıda ve amaçta
farklı olduğunu aktarmakta ve çoğunlukla bir grubun ahenkliliğini dinî
tecrübelerden ileri gelen ve onların dikte ettiği tahrikler tarafından arttırıldığını ve
güçlendirildiğini, bazen de teşvik edildiğini belirtmektedir.76
Dinî grup kavramı her toplumda var olan toplumsal grupların özel bir
biçimini oluşturmaktadır. Dinî grup kavramı, insanların dine yönelişleri göz önüne
alınarak oluşturulmuş bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu açıdan kavram,
genel olarak yoğun bir manevî hayat sürme isteğinin bir araya getirdiği insan
toplulukları şeklindeki tanımlanırsa daha anlamlıdır. Başka bir ifadeyle, insanların
din eksenli olarak dinî norm ve değerlerin, kendine özgü bir biçimde
şekillendirdiği ve karşılıklı rollerini yerine getirmek üzere bir araya gelmesinden
oluşan insan topluluklarına dinî grup denilmektedir.77
Cemaat kavramı ise Arapça bir kelime olup İngilizce karşılığı
“community”dir. Etimolojik açıdan birbirine oldukça yakın anlamlar içeren her iki
terim, sosyolojinin önem verdiği kavramlardandır. “Toplamak, bir araya getirmek”
anlamındaki cem’ mastarından gelen ve Arapça bir isim olan cemaat, sözlükte
“insan topluluğu” manasına gelmektedir.78 Dinî bir terim olarak da ashap, müçtehit
imamlar veya her devirdeki Müslümanların büyük çoğunluğu anlamlarına gelen ve
74
İhsan Sezal, Sosyal Bilimlerde Temel Kavramlar, Birlik Yay., Ankara 1981, s. 64.
İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Neşr., İstanbul 2006, C. 1, s. 1096.
76
Joachim Wach, Din Sosyolojisi, Çev.: Prof. Dr. Ünver Günay, Erciyes Üniversitesi Yay., Kayseri
1990, s. 65-66.
77
Bkz. Wach, a.g.e., 65-69.
78
Mustafa Uzunpostalcı, “Cemaat”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 7, İstanbul 1993, s. 288;
Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Yay. Haz.: Aydın Sami Güneyçal, Aydın
Kitabevi, Ankara 2006, s. 131.
75
240
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Ehl-i Sünnet için kullanılan bir tabirdir.79 Bir imama uyup namaz kılan
Müslümanların bütününü ifade etmek için kullanılan cemaat kavramı, aynı dinden
veya aynı soydan olanların meydana getirdiği topluluğu belirtmek için de
kullanılmaktadır.80
Sosyoloji sözlüğünde ise cemaat (community), üyelerinin ortaklaşa
paylaştıkları bir şeye, genellikle ortak bir kimlik duygusuna dayanan, özel olarak
oluşturulmuş bir toplumsal ilişkiler bütünü şeklinde tanımlanmaktadır.81
Modern sosyolojide “cemaat” kavramını tahlil etmeye çalışan
sosyologların başında Robert Morrison MacIver ve Charles H. Page gelmektedir.
Bu iki sosyoloğun beraber kaleme aldığı ve Âmiran Kurtkan'nın Türkçe’ye
tercüme ettiği “Cemiyet” isimli eserde cemaat; küçük veya büyük herhangi bir
grubun üyeleri her nerede, şu veya bu bireysel çıkarı değil, fakat ortak hayatın ana
şartlarını paylaşacak şekilde bir arada yaşayan grup olarak tanımlanmaktadır.
Cemaatin esas kriteri olarak, onun içerisinde bir kimsenin bütün sosyal ilişkilerinin
bulunabilmesini şart koşan R. M. MacIver ve Charles H. Page’ye göre, mekân ve
müştereklik duygusu da cemaatin şartlarını oluşturmaktadır. Çünkü cemaat üyeleri
yüz yüze temas kurabilecekleri aynı mekânı paylaşmak ve ortak bir hayat
tarzından daima haberdar olmak için de bir müştereklik duygusu geliştirmek
durumundadırlar.82
Diğer semavî ya da büyük dünya dinlerinden farklı olarak hiçbir zaman
dini temsil eden kilise benzeri bir kuruma, bir otoriteye yer vermeyen İslâm, tam
anlamıyla bir cemaat dinidir. İslâm dini canlı bir organizma gibi toplumun her
katmanına sirayet etmiş ve kendiliğinden bir cemaat yapısı ortaya çıkarmıştır.
İslâm’ın temel şartlarına, nasslarına ve Hz. Peygamberin sünnetine bakıldığında
cemaat hayatının açıkça ön plâna çıkarıldığı ve teşvik edildiği görülmektedir.
Şehâdet etmek dışında kalan namaz, oruç, hac ve zekât gibi İslâm’ın beş şartından
dördü cemaat hayatına yöneliktir. Cemaat kelimesinin topluca namaz kılan
Müslümanları çağrıştırdığı ve Hz. Peygamber’in, “Cemaatle kılınan namaz yalnız
kılınan namazdan 27 kat daha sevaptır” şeklindeki hadisi dikkate alınırsa bu
kavramın çağrıştırdığı önem daha iyi anlaşılmaktadır.
79
İsmail Karagöz, Dinî Kavramlar Sözlüğü, DİB. Yay., Ankara 2005, s. 92.
Ayverdi, a.g.e., s. 468.
81
Marshall, a.g.e., s. 90.
82
Bkz. R. M. MacIver- Charles H. Page, Cemiyet, Çev.: Âmiran Kurtkan, M.E.B. Yay., İstanbul
1971, s. 14-15.
80
241
H. Arslan
Tarikat ve dinî grup/cemaat kavramları hakkında bu bilgiler aktarıldıktan
sonra, çalışmanın asıl amacına yani, tekke ve zaviyelerin 30 Kasım 1925 tarih ve
677 sayılı kanunla kapatılmasıyla başlayan yasaklamalara, tek parti iktidarı
döneminde yapılan sıkı takiplere ve Türkiye’de çok partili sisteme geçildikten
sonra da tamamen serbestiyet tanınmamasına ve 28 Şubat 1997 de başlayan
süreçle beraber yaşanan fiili duruma rağmen güvenlik boyutu da göz önünde
tutularak insanların dini cemaatlere ya da tarikatlara hangi gerekçelerle niçin gitme
ihtiyacı hissettiklerini tahlile geçebiliriz.
Bütün bu realitelerden hareket ederken, 17 ve 25 Aralık 2013
gelişmelerinden sonra dinî bir cemaatin kuruluş ve varolma sebebinin dışına
çıkarak daha önce birlikte yürüdüğü siyasi iktidarla giriştiği mücadelenin artık
uluslararası boyuta da ulaşan bir güvenlik boyutu yarattığını göz önüne almak ve
bunun yarattığı sıkıntıların dinî oluşumların müntesiplerini her açıdan etkilediğini
unutmamak gerekir.
3. TARİKAT VE DİNÎ GRUP/CEMAATLERİN VARLIK SEBEPLERİ
Yukarıda ifade edildiği gibi Cumhuriyeti kuran irade tarafından 1924 ve
1925 yıllarında toplumsal dönüşün kapsamında kurumsal anlamda bir dizi radikal
değişiklikler yapılmıştır. 3 Mart 1924’te hilâfet kurumu ilga edilmiş ve Türkiye’de
toplumu din konusunda aydınlatma görevi anayasal bir kurum olarak ihdas edilen
Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilmiştir.
Tarikatlar da Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlanmış, tekke ve zaviye
şeyhleri de 1924 yılında çıkarılan 429 sayılı kanunla müftülerce atanmaya
başlanmıştır. Ancak 30 Kasım 1925’te yürürlüğe sokulan 677 sayılı kanunla tekke
ve zaviyelerin kapatılmasıyla Diyanet tekke ve zaviyeleri defterlerden silmiştir.83
Ayrıca 677 sayılı kanunla kapatılan tekke ve zaviyelerin mal varlıklarına da el
konulmuştur.84
Yeni Cumhuriyet ideolojisi tarafından 1924 ve 1925'te gerçekleştirilen bu
radikal düzenlemeler sonrasında hiçbir dinî cemaat, mezhep, tarikat ve meşrep
meşru kabul edilmemiş, tek tip bir İslâm/Müslümanlık anlayışı benimsenmiş ve bu
83
Mustafa Kara, "Cumhuriyet Türkiyesi'nde Tarikatlar", Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve Kültür, Ed.:
Semih Ceyhan, İSAM Yay., İstanbul 2015, s. 111.
84
Gotthard Jascke, Yeni Türkiye’de İslâmlık, Bilgi Yay., İstanbul 1972, s. 36-37.
242
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
empoze edilmeye çalışılmıştır. Netice itibarıyla da cemaat, tarikat yapıları, mezhep
ve meşrepler gayrimeşru ve bozucu, dağıtıcı birer unsur olarak ilân edilmiştir.85
Devlet eliyle bireyin dünyasını inşa etmek, devlet eliyle bireye dindarlığı
dayatmak kolay değildir ve birey açısından hiçbir cazibesi yoktur. Bu yüzden
Bernard Lewis'in tespit ettiği gibi, tek tip Müslümanlık anlayışı için Sünniliğin
canlanmasına sınırlı olsa da gösterilen hoşgörü ve teşviğe karşın tarikatların
faaliyetleri yasaklanmış, bu yasağa uymayanların faaliyetleri ise bastırılmak
zorunda kalınmıştır.86
Bütün bu yasaklamalara, takiplere ve hukukî yaptırımlara rağmen,
geleneksel bir kurumsallığın temsilcileri olan pek çok tarikat ve dinî cemaat
yeraltına çekilmiş ve çeşitli yollarla dine hizmet etmeye devam etmişlerdir. Bu da
onların toplum tabanında yer bulmalarını ve günümüze kadar gelmelerini
sağlamıştır. Cemaatleşmeyi öngören bir dinin müntesibi olan Türk toplumunun
dinamikleri itibariyle cemaatçi bir yapıya sahip olması, bahsedilen dinî oluşumlara
nasıl hayat verdiklerinin göstergelerinden biridir.
İnsanların vazgeçilmez ihtiyaçları bulunmaktadır. İnsanın sosyal bir varlık
olarak hayatını devam ettirmek için bazı sosyal ihtiyaçlara gereksinim duyması ve
bunları karşılamak üzere çaba göstermesi var olmasının bir tezahürüdür. İşte bu
ihtiyaçlar dinî oluşumların beslendiği kaynakları oluşturmakta ve bu yapılar
doğrudan bu ihtiyaçları karşılama iddiasıyla ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bir
toplumda çeşitli tarikatların, cemaatlerin/grupların olması ve bunların kendi içinde
faaliyet alanlarına göre sınıflandırılması doğal bir durumdur. Bir amaç için
örgütlenen bu yapıların çeşitli sıfatlar taşımaları, etkinliklerini ve güvenilirliklerini
arttırmak amacıyla bazı motifleri kullanmaları daha fazla taraftar toplamak üzere
içinde bulundukları toplumsal yapının kendilerine sunduğu imkânlardan
faydalanmalarının bir yoludur. Bu açıdan din ortak paydasından hareketle dinî
tarikatların ve grupların/cemaatlerin dinî motifler, din ve vicdan özgürlüğü gibi
prensipler üzerinden dinî duygulara hitap ederek, dindarlık ortak motifini
kullanmaları, içinde bulundukları ve etkilemek istedikleri sistemin doğal akışı
içinde ortaya çıkan bir durumdur. Sonuçta bu dinî oluşumlara hayat verenler,
onları birer olgu olarak toplumsal yapıda kurumsallaştıranlar, bu müesseselere
85
İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm, Dergâh Yay., İstanbul 2008, s.
310.
86
Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev.: Metin Kıratlı, TTK Yay., Ankara 1996, s. 15.
243
H. Arslan
gidip gelenlerdir. Adına ister müntesip ister mürit isterse şakirt ya da tilmiz densin
müdavimlerin bu oluşumlara can verdiği muhakkaktır.
İnsanların zikredilen dinî oluşumlara gitmelerinin temel sebepleri
konusunda pek çok önemli ve haklı gerekçe öne sürmek mümkündür. Ancak bir
tebliğin sınırlarını zorlamamak ve kendimizi kısıtlamak adına bu gerekçelerin öne
çıkanlarını, bu konuda çalışan bilim adamlarını da referans alarak 10 madde
halinde şöyle özetleyebiliriz.
1. Belirtildiği gibi Türkiye’de toplumu din konusunda aydınlatma görevi
anayasal bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı’na aittir. Ancak Diyanet'in
resmî bir kurum olması ve resmiyetin getirdiği bazı sıkıntılar, toplumun bir
kesimini Diyanet dışında alternatif dinî bir hayatı tavsiye eden kurumlara
yönlendirmektedir. Bu durumu en güzel özetleyen satırlar Erol Güngör'e aittir.
Erol Güngör’e göre tarikat şeyhlerinin ön plana çıkan en önemli özelliği
döneminde yaşanan dinî hayata itiraz etmeleri ve alternatif bir dinî hayat
göstermeleridir. Güngör, şeyhin itirazının dine olmadığını, dinin belli yorumlarına
karşı olduğunu belirtmektedir. Şeyhlerin amacının dinin esası veya özü dedikleri
şeklini yaşamak ve yaşatmak olduğunu ifade eden Güngör, şeyhlerin bazılarının
vaiz bir kısmının müderris gibi mesleklerde çalışmaları yüzünden çoğunlukla
halka dinî konularda hitap etmeye uygun pozisyonda olduklarını dillendirmektedir.
Güngör, bütün tarikat şeyhlerinin kendi çevrelerine göre daha yoğun, daha
heyecan verici bir dinî hayat yaşamalarının, aslında onların ortaya çıkmalarının
başlıca sebebi olduğunu vurgulamaktadır. Güngör’e göre, bir şeyhin bir din
büyüğü olarak kendine cemaat toplayabilmesi için o gün yaşanan dinî hayatın artık
insanlara eskiden yaşadıkları heyecanı vermeyecek seviyeye gelmiş ve şekilci bir
hal almış olması gerekmektedir.87 Erol Güngör’e göre tarikatlar “halk İslâmı”nın
tipik birer örgütleniş biçimi olarak ortaya çıkmaktadırlar. Güngör, tarikatların
halk katında ilgi görmesinin nedenini, ulemanın kanundan başka bir şey
tanımayan, asık yüzlü, kendisine yaklaşılamayan bir hâkim imajı yaratmasına
karşılık, tarikat şeyhinin baba şefkatinin sembolü olmasına bağlamaktadır.
Güngör, tarikat şeyhinin “Müftüler fetva verse de sen yine kalbine danış”
prensibinin temsilcileri olduğunu belirtmektedir. Güngör’e göre, tarihimizdeki
örneklere bakacak olursak, sosyal gelişmenin belli bir döneminde devlet
otoritesine muhalefetin tarikatlar etrafında teşkilatlandığını görmek de
87
Erol Güngör, age., s. 106-107.
244
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
mümkündür.88 Erol Güngör'ün bu tespitleriyle benzer sözler söyleyen Mustafa
Kara da Diyanet'in dinî hayatı yönlendiren, yöneten, denetleyen resmî bir kurum
olmasına rağmen tarikat çevreleriyle tanışan, dinî ritüelleri Diyanet'ten değil
onlardan öğrenen bir kitlenin varlığından bahsetmektedir. Kara'ya göre bu
kurumların dinî söylemleriyle Diyanet'in söylemleri birbirini tutmamakta ve ters
düşmektedir. Kara, böyle bir durumda da Diyanet ile bu dinî oluşumların birbiriyle
mücadeleye giriştiklerini ve bu mücadelenin de bitmeyecek bir mücadele
olduğunu ifade etmektedir.89
2. Dinî oluşumların seçkin ve halk kültürleri arasında bir köprü ve
kaynaştırma vazifesi icra eden kurumlar olması bu yapılara olan teveccühü
arttırmaktadır. Havass ve avam ayrımı Türk toplumunun öteden beri kanayan bir
yarasıdır ve bu ayrım toplumu polarize etmede sıkça müracaat edilen nirengi
noktalarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kutuplaşmayı önlemek adına
tarikatlar, çoğu kez seçkin ve halk (havass-avam) kültürleri arasında bir köprü
kurulmasını kolaylaştıran kurumlar olmasının yanı sıra seçkin İslâmı’nın
inançlarıyla halkın tabiatüstüne duyduğu inançları arasında bir kaynaştırma
vasıtası olarak fonksiyon görmektedir.90
3. Dinî oluşumların bireyin akıl yerine akıl dışı dünyasına hitap eden birer
toplumsal kollektivite merkezi olmaları taraftar toplamalarını kolaylaştırmaktadır.
Bunlarla halk İslâmı’nın özdeşleşmesi, tasavvufun, akla hitap eden yapay
ihtiyaçların karşılayamadıkları ihtiyaçlara, akıl yerine bireyin akıl dışı dünyasına
hitap etmeleri canlı karşılıklar bulmasını sağlamaktadır. Gencay Şaylan'a göre,
genel olarak tasavvuf ya da sufilik terimleri ile tanımlanan tarikatlar, İslâmî
yaşamın önemli kurumlarından biridir ve insanlara ya da daha öznel bir ifadeyle
inanç sahiplerine yol gösterme işlevini yerine getiren birer toplumsal kollektivite
merkezidirler.91
4. Dinî oluşumların bir kimlik, bir aidiyet kazanmak isteyenler için verimli
birer sosyaliteye sahip olmaları bir cazibe merkezi olmalarını sağlamaktadır. Tahir
Çağatay'a göre, dinî gruplaşma esasına göre kurulmuş olan dinî cemaatler, sosyal
88
Erol Güngör, age., s. 113-114.
Mustafa Kara, "Cumhuriyet Türkiyesi'nde Tarikatlar", s. 111.
90
Necdet Subaşı, Türk Aydınının Din Anlayışı, Yapı Kredi Yay., İstanbul 1996, s. 279.
91
Gencay Şaylan, Türkiye’de İslâmcı Siyaset, V Yay., Ankara 1992, s. 134.
89
245
H. Arslan
gruplaşmalar arasında en önemli oluşumlardan biri olarak kabul edilmektedir.92 Bu
tür gruplar “dinî grup/cemaat” kavramını kullanarak, bağlı bulundukları dinin
müntesiplerine, dinî norm, ritüel ve değerleri daha yoğun olarak yaşatmakta ve
grup içinde oluşan farklı rol ve statülere göre bir kimlik oluşturarak hareket etme
amacı taşıyanlara hizmet etmektedirler.
5. Bir güven duygusu aşılamaları, manevî gelişmenin öncüleri olmaları ve
fitneye karşı bir sigorta görevi görmeleri bu dinî oluşumlara duyulan ilginin
artmasının bir başka sebebi olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’de, insanların
sosyal ihtiyaçlarını karşılamak için mevcudiyet kazanan cemaatlerin “dinî”
kavramıyla nitelendirilmeleri ve “dindarlık” ortak paydasıyla anılmaları, bu
cemaatlerin müdavimleri için oluşan sosyal organizasyondaki güvenin artmasına
vesile olmaktadır. Taha Akyol da tarikatların ve dinî cemaatlerin Türkiye’de
manevî bir ihtiyacın mahsulü olarak yaygınlaşma eğilimi gösterdiklerini ve
bunların hem bir manevî gelişme amili hem de fitneye karşı gerçek bir sigorta
görevi üstlendiklerini belirtmektedir.93
6. Dinî oluşumların sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı teşvik etmeleri
taraftar sayısının artmasında diğer bir etmendir. Temel insanî ihtiyaçların
toplumsal ve sosyal dayanışma içinde dinî duyguların öncülüğünde karşılanmaya
çalışılması toplumsal bir reflekstir. Burada topluma aktardığı referanslarla
yardımlaşmayı teşvik eden dinî öğretilerin payını inkâr etmek mümkün değildir.
7. Sık sık vurgulandığı gibi İslâm'ın cemaatleşmeyi teşvik etmesi dinî
oluşumların önünü açmaktadır. Ergün Yıldırım'a göre, İslâm’ın cemaatçiliği
tavsiye etmesi cemaatçi bir toplum yapılanmasını öngören Türkiye’de dinî
cemaatlerin varlığını yaygınlaştırmaktadır.94
8. Her zaman dinî oluşumları besleyen müsait bir ortamın bulunması.
Cumhuriyetle beraber Türkiye’de yaşanan hızlı modernleşme süreci beraberinde
birçok sosyal, ekonomik, dinî vb. alanda sorun ve sıkıntı yaratmıştır. Bu
sıkıntılarla uğraşan toplumda meydana gelen sosyal, ekonomik, dinî vb.
ihtiyaçların formel ilişkilerle karşılanamaması, toplumsal bazda ciddi problemler
92
Tahir Çağatay, Günün Sosyolojisine Giriş, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1987, s. 159.
Taha Akyol, Haricilik ve Şia, Kubbealtı Neşr., İstanbul 1988, s. 246.
94
Ergün Yıldırım, “Bireyselleşme SOS Veriyor Cemaatleşme Geri Dönüyor”, Star Gazetesi, 22
Eylül 2008.
93
246
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
yaratmıştır. Özellikle Türkiye’deki toplumsal yapının son derece dinamik olması
ve bu dinamik toplumsal yapıda sosyal, ekonomik, kültürel, siyasi ve dinî
alanlarda gelgitler, evrilmeler yaşanması dinî grupların/cemaatlerin beslendiği ana
damarı güçlendirmektedir. Yukarıda sayılan alanlarda yaşanan bu sıkıntılardan
beslenen dinî oluşumlar, insanların ihtiyaç ve beklentilerine cevap verme
iddiasıyla fonksiyonel görevler üstlenmektedirler. Bu da daha ziyade yüz yüze
ilişkiyle iletişim kuran dinî oluşumları kuvvetlendirmekte, gerek sayı ve gerekse
de faaliyet yönünden büyük bir gelişme ve değişim kaydetmelerini sağlamaktadır.
9. Dinî oluşumların siyaset kurumuyla olan ilişkileri ve siyasete
eklemlenebilme kabiliyeti gösterebilmeleri güçlerine güç katmaktadır. Aslında
manevî dinamikler olarak siyaset üstü bir konumda hizmetlerini devam ettirmeleri
gereken bu dinî oluşumların siyasetle oldukça içli dışlı oldukları bilinmektedir.
Ekonomik olarak son derece güçlü sermayeye sahip olan bu dinî grupların ve
tarikatların, siyaset alanında boy göstermeleri, ideolojik olarak kendilerini bu
gruplara yakın gören partilerle, din adına siyasete soyunan partilerin iştahlarını her
zaman kabartmıştır. Özellikle iktidar partileriyle iyi ilişkileri olan ve bu partilerden
milletvekili çıkartan dinî oluşumlar elde ettikleri siyasi gücü kendi menfaatleri
doğrultusunda kullanagelmişlerdir.
10. Dinî oluşumların günümüzde sahip oldukları belli bir maddî gücün bir
getirisi olarak gerek kendi medya organları gerekse diğer kitle iletişim vasıtaları
aracılığıyla geniş kesimlere ulaşabilmeleri müntesiplerinin sayısını arttırmaktadır.
Özellikle medyatik olan bazı dinî kanaat önderlerinin televizyon ekranlarında
sıkça boy göstermeleri, kendilerini ve bağlı olduğu dinî oluşumu bolca reklam
edebilmelerini ve güncel kalmalarını sağlamaktadır. Ayrıca son yıllarda
yayınlanan dizilerde bu yapılardan sıklıkla bahsedilmesi ve yayınlanan zikir
sahneleri toplumun muhafazakâr kesimlerini bu oluşumlara meylettirmektedir.
İnsanların bu dinî oluşumlara gitme sebepleri hakkında yukarıda sıralanan
10 madde dışında dile getirilebilecek pek çok sebep saymak mümkündür. Neticede
bu tür yapıların varlık sebepleri, her ne amaçla olursa olsun oraya giden, dinin
emirlerini yerine getirmek üzere sadaka fitre, zekât, günahların kefareti vb. için
maddî yardımda bulunan müntesiplerdir. Gönüllülük esasına bağlı olarak bu
oluşumlara biat edenler var oldukça tarikat, dinî grup ve cemaatlerin varlıklarını
koruyacağı da muhakkaktır.
247
H. Arslan
4. TARİKAT VE DİNÎ GRUP/CEMAATLERİN
AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ
İÇ
GÜVENLİK
Osmanlı'da tarikatlara tarihsel olarak bakıldığında, genelde devlet
tarafından desteklendiği fakat aynı zamanda da denetlendiği ve kontrol altında
tutulduğu görülmektedir. Bu yüzden tarikatların devlete karşı isyan etme durumu
pek yaşanmamıştır. Genel olarak Osmanlı'daki durum selefi Selçuklulardaki gibi
olmuştur. Saray idaresinin hâkimiyeti esas olmak üzere devletin tarikatlarla olan
ilişkileri müspet manada seyretmiştir. Ancak devletin bekası için görülen lüzum
üzerine dönemin ünlü ve büyük nüfuz sahibi Mevlevî tarikatının şeyhi Konya
postnişini Ebubekir Çelebi, IV. Murat tarafından idama mahkûm edilebilmiştir.95
Bu oluşumların iç güvenlik açısından Cumhuriyet tecrübesine bakıldığında
ise karşımıza karmaşık bir yapı çıkmaktadır. Bu yapıyı ikiye ayırıp ele almak
mümkündür. Birinci durumda gerçekten halisane niyetlerle yola çıkarak din adına
bir şeyler yapılması gerektiğine inanan ve bu sızıyı iliklerine kadar hisseden tarikat
ya da cemaat önderlerinin dönemin iktidarları tarafından sıkı takip altına
alınmaları yüzünden karşılaştıkları muameleler ve iç güvenliğe yansıyan
uygulamalar bulunmaktadır.
Cumhuriyet’in ilânından hemen sonra toplumun ne kadar hazır olduğuna
bakılmadan bir dizi modernleşme hareketine geçilmiştir. Bir yandan
gerçekleştirilen inkılâplarla toplumsal dönüşüm için hızlı adımlar atılmış, diğer
yandan da Osmanlı redd-i miras edilerek geçmişten ve geleneksel İslâmî
toplumdan kopulduğu deklare edilmiştir. Yeni rejim tarafından İslâm yeniden
tanımlanmaya, dinin birey ile Allah arasında bir ilişki ve yegâne hayat bulacağı
yerin vicdanlar olduğu işlenmeye başlanmıştır. Dine, siyasete, hukuka ve eğitime
karışmayacak şekilde bir sınır çizilmiş ve din, devlet tarafından sıkı bir denetim ve
gözetim altına alınmıştır. Böylece dinin ve temsilcilerinin siyasal, toplumsal ve
kültürel alanlardaki yetkilerinin ve güçlerinin ortadan kaldırılması hedeflenmiş,
İslâm inanç ve ibadet yönleriyle sınırlandırılmaya çalışılmıştır. Bu şekilde İslâm,
modern Batılı bir ulus devletteki dinin rolüne indirgenmek istenmiştir.96
95
Mustafa Kara, Din, Hayat, Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, Dergâh Yay., İstanbul 1990, s.
301.
96
Lewis, a.g.e., s. 408.
248
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Bu durum karşısında dinden ve manevî değerlerden yoksun bırakıldığı
düşüncesine kapılarak sarsıntı geçiren ve kendisini bir değer boşluğu, kimlik ve
kişilik krizi içinde gören kişilerin olması normal bir durumdur. İşte bu kitle
halisane niyetle yola çıkan ve hemen yukarıda zikredilen tarikat ya da cemaat
önderlerinin hedeflediği kitleydi. Fakat bunların içine düştükleri boşluğu “İslâmî
olarak bildikleri itikatlara sıkı sıkıya sarılmak” yoluyla halletmek istemelerinin,
“resmî kültürün yanında gizlice yaşayan anlamlı bir halk kültürü olduğunu
keşfeden ve onu ciddiye alan şıhlara, hocalara ve batıl itikat ticareti yapanlara
yarayacağı” da açıktır.97
Tarikatların faaliyetlerinin yasaklanması ve bunların yasadışı ilân edilmesi
İslâmî standardizasyonun bir başka versiyonu olmuştur. Yürürlüğe sokulan
yasaklamalar, Osmanlı döneminde toplumda önemli bir konumda bulunan
tarikatlar ve bunların şeyhleri tarafından pek de memnuniyetle karşılanmamıştır.
Nitekim başta yurdun çeşitli yerlerinde yerel tepkiler gösteren tarikatlar, şiddet
görmeleri sebebiyle tepki ve protestolarından somut başarı çıkaramayacaklarını
anlamışlar ve sonuçta yeraltına çekilmişlerdir. 1950’li yıllara kadar yeraltında
kalan, stratejik ve fonksiyonel değişimler gösteren ve gayr-ı resmî olarak
faaliyetlerine devam eden tarikatlar, çok partili demokratik hayatın getirdiği
popülist yaklaşımlar sonucu kamusal hayatta tekrar neşv ü nemâ bulmaya
başlamışlardır.
Dinî oluşumları iç güvenlik açısından değerlendirilmesine sebep olan
ikinci ayak, bu yapıların dinî kimliklerinden soyutlanarak dünyevî işlere
kendilerini kaptırmalarından kaynaklanmaktadır. Başka bir ifadeyle din ve dinî
duyguların yerini dünya işlerine bırakması, dinin geri plâna itilerek yerini hırs,
tamahkârlık, rekabet vb. duyguların almasıdır. İşin bu aşamaya vardırılması için
ilk günden itibaren bazı tarikat ve cemaatler belirli amaçlar doğrultusunda
kullanılmıştır. Bu tür kullanmalar tarikatların yasaklanıp tekke ve zaviyelerin
kapatıldığı günlerde de ihtilâl dönemlerinde de sürüp gitmiştir. Toplumsal tabanda
belli bir gücü elinde tutan tarikat ve cemaatler, korkutma ya da bir takım imkânlar
verme yoluyla istenilen çizgiye çekilebilmiştir. Zaman içinde bu tür
yapılanmalarda devlet politikaları gereği gelgitler, sıkıntılar yaşansa da dinî
cemaat ve tarikatların özellikle siyasal alana entegre olmak, sistem içinde
kendilerine meşru bir zemin bulmak için mücadele verdikleri de göze
97
Mardin, Din ve İdeoloji, s. 110.
249
H. Arslan
çarpmaktadır. Bu çerçevede kullanılan en etkili yöntemler arasında, tarikat ve
cemaatleri dinî-manevî hallerinden soyutlayıp dünyevîleştirmek vardır.
Tarikatların ve cemaatlerin dünyevîleştirmesinin en kolay yolu da varlıklarının ana
gayesi dışına çıkarılarak onların siyasete ve ticarete bulaştırılmasından
geçmekteydi. Bu şekilde birçok tarikat ve cemaat dünyevîleştirilmiş, aslî
misyonundan uzaklaştırılmıştır. Özellikle 12 Eylül’den sonra dinî tarikat ve
cemaatlere yönelik olarak yapılan uygulamalara bakıldığında, 1980’ler dinin
dönüşümünü görmek isteyenler için olduğu kadar, dünyevileştirilmesini mümkün
sayanlar için de ilginç örneklerin çoğaldığı yıllar olarak tarihe geçmiştir.98
Aslında günümüzde yaşanan meselenin esasını Erol Güngör çok iyi bir
şekilde tespit etmiştir. Güngör’e göre, bir tarikatın ya da bir cemaatin dinî hayat
dışında başka bir takım sosyal fonksiyonları olmakla birlikte bunlar onun kuruluş
gayesi ile doğrudan bağlantılı işler değildir. Güngör ayrıca, ikinci derece olarak
nitelendirdiği yani bir tarikatın ya da bir cemaatin aslî görevi olmayan bu tür
fonksiyonların dinî olandan daha büyük önem kazandığı ve birincil pozisyona
geçtiği zamanların varlığından bahsetmektedir.99
Tarikat ve tasavvuf mensuplarının her beşer ve beşerî kurum gibi siyaset
ve siyaset adamlarıyla ilişkisinin olabileceği yaşanan tarihsel tecrübe ile sabittir.
Ancak bu ilişki mutlaka ve mutlaka doğrudan siyaset sınırlarının dışında olmalıdır.
Çünkü tasavvuf siyasî bir faaliyet değildir, tasavvufun mahiyeti ve tarikatların
tarihî macerası göz önünde bulundurulduğunda, bunların siyaset-dışı bir yapı
gösterdikleri görülmektedir. Bu bakımdan tasavvuf ricalinin siyasî bir beklenti
içinde olması da siyasî bir takım endişeler duyması da doğru bulunmamaktadır.100
Türkiye’nin "cemaatçi" topluluklardan oluştuğunu belirten Oral Çalışlar
da siyasete bulaşan herkesin kendi cemaatine demokrasi istediğini, kendi
cemaatinin egemen olduğu bir sistemde yaşamak istediğini vurgulamakta ve
bunun için karşı tarafı da yerin dibine batırmak, toplumsal imkânların dışına itmek
98
Necdet Subaşı, “Din, Aydın ve Meşruiyet”, Türkiye Günlüğü, Cedit Yay., S. 35, Ankara TemmuzAğustos 1995, s. 86.
99
Erol Güngör, age., s. 107.
100
Himmet Konur, “Avrupa Birliği’ne Giriş Sürecinde Türkiye’de Tasavvuf ve Tarikatlar”,
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Girişinin Din Boyutu Sempozyumu, DİB Yay., Ankara 2003, s. 557558.
250
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
istediğini ve bu isteğin de olayları nesnel algılamayı ortadan kaldırdığını
belirtmektedir.101
Dünyevileşmenin bir getirisi olan bu durumda dinî oluşumlar olarak
bilinen bu kurumlar, hiç tanımadıkları, bilmedikleri bir alana kaymakta ve bu
alanlarda söz sahibi olan diğer oluşumların denetimi ve yönetimi altına
girebilmektedirler. Sonuçta hiç istenmeyen durumlarla karşılaşabilmektedirler. İş
öyle bir boyuta ulaşabilmektedir ki mesele iç güvenlik boyutundan uluslararası
yani küresel bir boyuta da dönebilmektedir.
Halisane duygularla, din kaygısıyla yola çıkan birçok dinî oluşum
önderinin sürdürdükleri mücadelenin dönemin siyasi iktidarlarının kurmak
istedikleri sisteme uymaması hatta onlara muhalefet etmesi sebebiyle yaptırımlara
maruz kalmaları, mahkemelere çıkarılmaları ve hapsedilmeleri hafızalardaki yerini
korumaktadır. Bunlar arasında Nurculuğun kurucusu Said Nursi102,
Süleymancılığın kurucusu Süleyman Hilmi Tunahan103 ve Menzil Cemaati'nin
kurucusu Muhammet Raşit Erol104 gibi nice önderleri saymak mümkündür. Ancak
bu isimlerin yanında başka sebeplerle iç güvenlik açısından takibata uğrayan,
hapsedilen, hâlâ süren ve aydınlatılamayan adlî ve hukukî vakalarla isimleri yan
yana kullanılan tarikat ve cemaat liderleri ve önde gelenleri de bulunmaktadır. Bu
açıdan 28 Şubat döneminin önemli figürleri olan Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı,
Fadime Şahin gibi isimlerin unutulması mümkün değildir.
101
Radikal Gazetesi, 30 Kasım 2008.
Said Nursi hayatının büyük kısmını mecburi ikametlerle, sürgünlerle ve hapislerle tüketmiştir.
Eskişehir, Kastamonu, Denizli ve Afyon'da hapsedilip yargılanırken Nursi, siyasi bir cemiyet
kurmak, rejime aykırı neşriyat yapmak ve siyasi bir gaye gütmekle suçlanmıştır. Bkz. Zekeriya
Kitapçı, Bediüzzaman Said Nursi ve Anadolu İman Hareketi, Konya 1989, s. 288.
103
Süleyman Hilmi Tunahan 1939 ve 1944 yıllarında tevkif edilmiş, birincisinde tabutluk ismi
verilen nezarethanede işkenceli 3 gün geçirmiştir. İkincisin de ise 8 günlük işkenceli tevkifattan
sonra kefaletle serbest kalmıştır. Ancak Tunahan üçüncü ve son olarak 1957 yılında Kütahya
Tavşanlı nüfusuna kayıtlı Akif ismindeki bir şahsın Bursa Ulu Camiinde elindeki kılıçla Mehdilik
iddiasında bulunmasıyla hiç ilgisi olmadığı halde irtibatlandırılmış ve idam cezasıyla yargılanmıştır.
Tunahan bu davadan 59 günlük bir hapisten sonra 29 Ağustos 1957'de kefaletle serbest kalmış, 8
Kasım 1957'de de beraat etmiştir. Geniş bilgi için bkz. Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din
Mazlumları, Büyük Doğu Yay., İstanbul 2010, s. 271-274.
104
Muhammet Raşit Erol 1983 yılında merkezî idare tarafından Çanakkale'nin Gökçeada ilçesinde
bir süre mecburi ikamete tabi tutulmuştur. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Necdet Tosun,
"Nakşibendiyye", Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve Kültür, Ed.: Semih Ceyhan, İSAM Yay., İstanbul
2015, s. 678.
102
251
H. Arslan
Cübbeli Ahmet Hoca olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü'nün bağlı
olduğu İsmailağa Cemaati ise önce cemaatin şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu'nun
damadı ve aynı zamanda veliahtı kabul edilen İmam Hızır Ali Muratoğlu'nun 17
Mayıs 1998’de, daha sonra da İmam Bayram Ali Öztürk'ün 3 Eylül 2006'da
öldürülmesiyle gündeme gelmiştir. Her iki cinayet de henüz tam olarak
aydınlatılamamıştır.
İç güvenlik açısından yaşanan bütün bu olayları gölgede bırakan ve
cumhuriyet tarihi boyunca tarikat ve cemaatleri odak noktasına oturtan en büyük
gelişme ise şüphesiz ki 17 ve 25 Aralık 2013 tarihlerinden sonra hizmet hareketi
olarak bilinen Fethullah Gülen Cemaati ile iktidar partisi arasında yaşanmaya
başlanan süreçle alakalıdır. Gülen Cemaatinin din hizmeti adına yaptıklarını bir
kenara bırakarak sivil bir darbeye teşebbüs edebilecek kadar dünyevileşmesi ve
adının "Paralel Devlet Yapılanması", "Fethullahçı Terör Örgütü" gibi isimlerle
hukukî metinlerde geçmesi, bir cemaatin isminin yan yana gelmesinin yakışmadığı
bir durumdur. Unutmamak gerekir ki siyasi mücadeleye girişmek bir cemaatin asli
fonksiyonu değildir. Bilmediği, asli işlevinin dışında kalan bir alanda da başarı
kazanması mümkün değildir. Siyasi iktidarla kavga etmek ya da siyasete yön
vermeye çalışmak hiçbir cemaatin kuruluş amacı, yola çıkış tarzı değildir ve
kendisiyle çelişmesidir. Dikkat edilirse cemaat bu mücadeleye girdiğinden beri
taşıdığı "din" sıfatını bir kenara bırakıp, tamamen dünyevî argümanlarla kendisini
savunma pozisyonuna geçmiştir. Zaman ilerledikçe aydınlığa kavuşacak olan ve
hukukî mücadelenin sürdüğü bu olayın artık Türkiye'nin bir iç güvenlik meselesi
olduğu kadar da küresel bir güvenlik meselesi haline geldiğini söylemek
mümkündür.
Dinî oluşumların entelektüel tartışmalar üzerine yoğunlaşmak yerine
kendileri açısından dar anlamdaki başka uygulamalara yönelmeleri, dinin, gittikçe
gündelik hayatın olağan bir parçası olmaktan çıkmasına sebep olmakta ve din, bir
toplum teorisinin temel taşı haline gelmektedir. Dolayısıyla din, doğal ve
kendiliğinden anlaşılan bir olgu olmaktan çıkarak her gün yeniden tartışılmak,
tanımlanmak ve yorumlanmak gereken bir vakıa haline gelmektedir. Çünkü böyle
bir durumda din, kendisini toplumsal hayata taşıyan aktörler vasıtasıyla, doğrudan
doğruya siyasî faaliyetlerle irtibata geçirilmektedir. Böylelikle siyasallaştırılan din,
aslî fonksiyonlarından ve kutsiyetinden yani öteki dünya işlerinden dünyevi ve
toplumsal olana yönelmektedir. Bunun sonucunda siyasallaşmış din, insanlara
Cennete ulaşmak yerine, bu dünyadaki meseleleri çözüme kavuşturmayı vaat eder
252
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
hale gelmektedir. Farkına varılmadan ahiret işleri ve Allah inancı arka plana
itilmektedir. Hâlbuki din ikincisinin birincisinden yani ahiretin dünyadan daha
hayırlı olduğunu vazetmektedir.
Bu durumu izah etmeye çalışan ve tarikatların yerine getirdikleri asli
fonksiyonlar arasında siyaseti hiç saymayan105 Mustafa Kara'ya göre, tasavvufî
hayatı kendi çıkarları doğrultusunda istismar ederek gününü gün edenler her
zaman müşteri bulabilmekte, denetlenmedikleri için içinde bulundukları ortamın
tadını çıkartmakta ve kendilerine biçtikleri aktörlüğün geçici hazzı ile kendilerini
tatmin etmektedirler. Kara, böyle bir durumda tasavvufi hayatın illegalitenin
getirdiği bütün olumsuzlukları taşıdığını belirtmekte ve mürşit konumunda
bulunanların çoğunun kaş yaparken göz çıkardığına işaret etmektedir.106
5. SONUÇ
Tarikatlar ve dinî gruplar/cemaatler toplumsal birer kurum olarak
Türkiye’de bir geleneksellik içinde yaşamaktadırlar. Bu oluşumlar Osmanlı’dan
Cumhuriyete miras olarak kalmış, tarihsellikleri ve dinî alandaki faaliyetleri
dışında
dünyevilikleri hakkında
bilimsel platformlarda
çok fazla
tartışılmamışlardır. Ancak bu dinî oluşumlar her dönemde Türkiye’nin gündemini
meşgul eden konuların başında gelmekte ve gelmeye devam edecek bir görüntü
çizmektedirler. Çünkü gönüllülük esasına bağlı olan bu oluşumlara biat edenler
var oldukça tarikat, dinî grup ve cemaatlerin varlıklarını koruyacağı ve bir
güvenlik kaygısına da konu olacakları muhakkaktır.
Bunların varlık sebepleri hakkında çok şey öne sürülebilir. Ancak en
önemli sebeplerin başında ister halisane niyetlerle isterse bu yapılardan farklı
şekillerde istifade etmek üzere oraya giden, maddî ve manevî destek sağlayan
müntesiplerin var olmasıdır.
Son yıllarda yaşanan gelişmelere bakıldığında ise bu oluşumların aslî
fonksiyonlarından uzaklaşıp dünyevileşme yoluna girdikleri gözlenmektedir.
Dünyevi hırsların dinî duyguların önüne geçmesi ve bu duyguları örtmeye
105
Mustafa Kara, Teslimiyet ve Samimiyet Örneği Şeyh Şaban-ı Velî, DİB. Yay., Ankara 2015, s.
16-20.
106
Mustafa Kara, "Cumhuriyet Türkiyesi'nde Tarikatlar", s. 105.
253
H. Arslan
başlaması, gerek önderlerinin ve gerekse de müntesiplerinin bir güvenlik meselesi
olarak toplumsal hafızaya nakşedilmesine yol açmaktadır.
"Her kel kızın bir kör alıcısı vardır" şeklinde çok kullanılan bir söz vardır.
Bu anlamlı söz aslında saf, halisane niyetli olanlar hariç kendini şeyh, mürşit vb.
ilân edenlerin dinî oluşumlar adı altında nasıl müntesip bulduklarını ve temiz
duygularla kendilerine gelenleri nasıl sömürüp istismar ettiklerinin özetidir.
Yaşanan bu durum tarihî tecrübeyle sabittir. Bu sebeple toplumu din konusunda
aydınlatmakla görevlendirilen anayasal bir kurum olan Diyanet İşleri
Başkanlığı’na önemli görevler düşmektedir. Son yıllarda yaptığı hizmetlerle iyi bir
ivme yakalayan Diyanet’in kendisini bu konuda sorgulaması, hangi görevi eksik
yapması sebebiyle Müslümanların Diyanet’i değil de dinî tarikatları ya da
cemaatleri seçtiğini, Müslümanların bu oluşumları niçin bir çıkış yolu olarak
gördüğünü ve hangi sebeplerle bu yapılara gittiklerini iyi tespit etmesi
gerekmektedir.
Türkiye’nin bir dinî oluşum yüzünden yakın zamanda yaşamaya başladığı
ve artık bir iç güvenlik meselesinden öteye geçip küresel bir boyut kazanan
problemin çözümü ve benzer sorunların bundan sonra yaşanmaması için de
topyekûn bir akıl muhasebesi yapılmalıdır. Ayrıca Türkiye’deki dinî oluşumların,
kuruluş felsefelerinin ve aslî fonksiyonlarının dışına çıkmasını engelleyecek ve
onları topluma hizmete tekrar kanalize edecek bir düzenlemenin de acilen devreye
sokulmasına ihtiyaç vardır.
KAYNAKÇA
AKYOL, Taha, Haricilik ve Şia, Kubbealtı Neşr., İstanbul 1988.
AYVERDİ, İlhan, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Neşr., İstanbul 2006, C.1- 3.
CEYHAN, Semih, “Tarikat ve Tekke Kavramlarına Dair”, Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve
Kültür, Ed.: Semih Ceyhan, İSAM Yay., İstanbul 2015.
ÇAĞATAY, Tahir, Günün Sosyolojisine Giriş, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara
1987.
DEMİRCİ, Mehmet, “Türkiye’nin Çağdaşlaşma Sürecinde Tarikatlar”, Türkiye’nin
Çağdaşlaşma Problemi ve İslâm, Yay. Haz.: Mehmet Demirci, TDV Yay., Ankara 2000.
254
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Yay. Haz.: Aydın Sami
Güneyçal, Aydın Kitabevi, Ankara 2006.
ERAYDIN, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Ün. İlahiyat Fakültesi Yay., İstanbul
1997.
GÜNGÖR, Erol, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken Neşr., İstanbul 1987.
JASCKE, Gotthard, Yeni Türkiye’de İslâmlık, Bilgi Yay., İstanbul 1972.
KARA, İsmail, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm, Dergâh Yay., İstanbul
2008.
KARA, Mustafa, "Cumhuriyet Türkiyesi'nde Tarikatlar", Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve
Kültür, Ed.: Semih Ceyhan, İSAM Yay., İstanbul 2015.
KARA, Mustafa, Din, Hayat, Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, Dergâh Yay.,
İstanbul 1990.
KARA, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergâh Yay., İstanbul 1985.
KARA, Mustafa, Teslimiyet ve Samimiyet Örneği Şeyh Şaban-ı Velî, DİB. Yay., Ankara
2015.
KARAGÖZ, İsmail, Dinî Kavramlar Sözlüğü, DİB. Yay., Ankara 2005.
KISAKÜREK, Necip Fazıl, Son Devrin Din Mazlumları, Büyük Doğu Yay., İstanbul
2010.
KİTAPÇI, Zekeriya, Bediüzzaman Said Nursi ve Anadolu İman Hareketi, Konya 1989.
KONUR, Himmet, “Avrupa Birliği’ne Giriş Sürecinde Türkiye’de Tasavvuf ve
Tarikatlar”, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Girişinin Din Boyutu Sempozyumu, DİB Yay.,
Ankara 2003.
LEWIS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev.: Metin Kıratlı, TTK Yay., Ankara
1996.
MACIVER, R. M. – PAGE, Charles H., Cemiyet, Çev.: Âmiran Kurtkan, M.E.B. Yay.,
İstanbul 1971.
ÖNGÖREN, Reşat, “Tarikat”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 40, Ankara 2011.
-Radikal Gazetesi, 30 Kasım 2008.
255
H. Arslan
SEZAL, İhsan, Sosyal Bilimlerde Temel Kavramlar, Birlik Yay., Ankara 1981.
SUBAŞI, Necdet, Türk Aydınının Din Anlayışı, Yapı Kredi Yay., İstanbul 1996.
SUBAŞI, Necdet, “Din, Aydın ve Meşruiyet”, Türkiye Günlüğü, Cedit Yay., S. 35, Ankara
Temmuz-Ağustos 1995.
ŞAYLAN, Gencay, Türkiye’de İslâmcı Siyaset, V Yay., Ankara 1992.
TOSUN, Necdet, "Nakşibendiyye", Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve Kültür, Ed.: Semih
Ceyhan, İSAM Yay., İstanbul 2015.
UZUNPOSTALCI, Mustafa, “Cemaat”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 7, İstanbul
1993.
WACH, Joachim, Din Sosyolojisi, Çev.: Prof. Dr. Ünver Günay, Erciyes Üniversitesi
Yay., Kayseri 1990.
YILDIRIM, Ergün, “Bireyselleşme SOS Veriyor Cemaatleşme Geri Dönüyor”, Star
Gazetesi, 22 Eylül 2008.
256
Fransa’nın İzlediği Nükleer Faaliyetler
ve Politikaların AB ve ABD Güvenlik
Politikalarına Etkisi
Yusuf Yıldırım
Uludağ Üniversitesi
ÖZET
Nükleer silahlar, atmosferde ve insanlık üzerinde ciddi etkileri, yıkıcı zararları olan ve
kalıcı hasarlar bırakan kitle imha silahlarıdır. Bu silahları ilk kez ABD, 1945 yılında
Japonya’ya karşı atom bombası saldırısıyla kullanmıştır. Uluslararası güvenlikte önemli bir
caydırma aracı olan bu nükleer silahlara uluslararası sistemdeki başat aktörler Soğuk Savaş
boyunca yıllar içinde sahip olmuşlardır. ABD, SSCB, İngiltere’nin ardından Fransa da bu
silahlara sahip olmuş ve Fransa 1960 yılında ilk atom bombasını Büyük Sahra’da
patlatarak dünyaya mesaj vermiştir. Charles de Gaulle dönemi ile birlikte güvenlik
anlamında önemli eylemler gerçekleştiren Fransız yönetimi ulusal bağımsızlık, büyüklük
ve nükleer otonomi gibi politikalarla sistemde prestij sahibi, caydırıcı bir devlet olmayı
amaçlamıştır. Soğuk Savaş boyunca askeri bir güçten ziyade, ekonomik ve sivil bir güç
olan Avrupa Birliği’nde, ABD’ye karşı muhalif bir politika izleyen Fransa, güvenlik
anlamında AB’nin kendi güvenliğini sağlaması gerektiğini ifade etmiştir. ABD’nin,ABD
ve AB’ye gelebilecek olası bir güvenlik tehdidi karşısındasadece kendi çıkarları ölçüsünde
hareket ettiğinive edeceğini iddia etmiştir. Charles de Gaulle sonrası iktidara gelen devlet
başkanları da bazen farklı politikalar izlese de genelde De Gaulleci çizgiyi devam
ettirmişlerdir. Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemde değişen dengelere paralel olarak
nükleer eylemlerini sınırlayan ve daha aktif politikalar izlemeye gayret eden Fransa AB
içinde bütünleşmeye gitmiş ve ortak dış ve güvenlik politikasıyla da birlik ülkeleriyle ile
uyumlu politikalar izlemeye özen göstermiştir. Soğuk Savaş boyunca ABD ile uluslararası
politika anlamında iyi ilişkiler geliştiremeyen Fransa ABD’ye gerçekleştirilen 11 Eylül
2001 saldırıları sonrası ABD önderliğindeki NATO’nun, değişen stratejik konseptine
paralel olarak izlediği politikaları eleştirmiştir. Nicolas Sarkozy’nin iktidara gelmesiyle
birlikte ABD ile güvenlik bağlamında NATO perspektifinde daha pozitif ilişkiler
gerçekleştiren Fransa 2009’da NATO’nun askeri kanadına geri dönerek AB güvenliği için
ABD ile işbirliği içinde uyumlu politikalar izlemeye özen göstermiştir.
Anahtar Kelimeler: Charles de Gaulle, Fransa’nın Nükleer Politikası, AB Güvenlik ve
Savunma Politikası, ABD-AB Güvenlik İlişkileri.
Y. Yıldırım
Impact of Nuclear Activities of France
on Security Policies of EU and US
Yusuf Yıldırım
Uludağ University
ABSTRACT
Nuclear weapons are the weapons of mass destruction which have serious impacts,
destructive and permanent damages on atmosphere and the humanity. For the first time in
history, these weapons were used by USA against Japan in 1945 in an atomic bomb attack.
Leading players of international system have had such kind of nuclear weapons, which
were used as very significant tools in deterrence policies of states in international security
area, within several years during the Cold War era. Following the examples of USA,
USSR and Britain, France had obtained those weapons and gave message to the world
when it blew up its first atomic bomb in Sahara in 1960. Focusing on some crucial steps in
security affairs of the country since the period of Charles de Gaulle, France aimed at
turning into a prestigious and deterrent country within such strategies as national
independence, integrity and nuclear autonomy in world politics. Instead of being a military
power, France acted as an economic and civil power during the Cold War period and it
conducted hostile policies against USA in the European Union and claimed that the EU
was required to ensure its own security. France also claimed that in the case of security
threats both against the USA and EU, the USA would and will act in accordance with its
own interests. Presidents who came into power in the ‘post- de Gaulle era’, despite little
differences, did more or less follow similar principles with De Gaulle, too. In line with
changing balances of power in international system during post -Cold War period, having
limited its nuclear actions and conducted more active policies, France integrated into the
European Union and was careful about conducting similar foreign and security policies in
tandem with other EU countries. Being unable to develop good relationship with the US in
international politics during the Cold War period, France criticized the policies of NATO
which were conducted as in line with changing strategic concerns of USA during post 9/11
period . Since the term of Nicolas Sarkozy, France developed more positive ties with the
US in terms of security issues within the scope of NATO and by turning back to the
military wing of NATO in 2009, France tried to adopt similar policies with USA for the
sake of EU’s security.
Keywords: Charles de Gaulle, Nuclear Policy in France, European Security and Defence
Policy, USA-EU Security Relations.
258
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
1. NÜKLEER SİLAHLARIN FİKİR AŞAMASI VE YAPIMI
1905 yılında Albert Einstein’in geliştirdiği görelilik teorisindeki
çıkarımlarından biri, madde ile enerjinin birbiriyle yer değiştirilebilir yapıya sahip
olduğu fikriydi. Bu denkleme göre, kütle ışık hızında muazzam enerji miktarlarına
dönüştürebilmekteydi. Çünkü ışık hızı saniyede 186.000 mil yol almaktadır. Bu
yüzden ışık hızının çapı kocamandır. İşte Einstein’in bu teorisi, nükleer silah ve
nükleer reaktör gücünün temelini oluşturmaktadır. İki elementin nükleer reaksiyon
sonucu birleşerek daha ağır bir element oluşturması (füzyon) tepkimesi ilk atom
bombasında kullanıldı ve hala da nükleer rektörlerde kullanılmaktadır. Böylece
füzyon tepkimesi hidrojen bombası olarak da bilinen termonükleer silah ve
nükleer reaktör gelişiminde önemli rol oynamıştır(Siracusa, 2008).
Nükleer silahlar ile konvansiyonel silahlar arasındaki temel fark, nükleer
patlamaların en geniş konvansiyonel silah patlamasından bile milyonlarca kez
daha güçlü olmasıdır. Bununla birlikte her iki silah türünün büyük patlamadaki
yıkıcı gücü şiddetlidir. Fakat nükleer patlamaların yaydığı ısı ve enerjinin
yayılması,konvansiyonel patlamaların yaymış olduğu enerjiden çok daha yüksek
ve geniştir. Bu enerjinin etki kapasitesi de çok çeşitli olup çok uzak mesafede bile
çok çeşitli cilt yanıklarına ve çok kapsamlı yıkıcı etkilere neden olabilmektedir.
Nükleer patlamaların sonucunda oluşan radyoaktif serpintiler birkaç dakika
içerisinde etkisi yıllarca sürecek çok tehlikeli ve kalıcı sonuçlar yol
açabilmektedir. Nükleer silahların yüzde 85’i yaklaşık olarak hava püskürtmeli
termal enerji olan ısı enerjisi olarak ortaya çıkarken, yüzde 15’i de çeşitli
radyasyon türlerinden oluşmaktadır(Siracusa, 2008).
ABD’nin İkinci Dünya Savaşı hemen sonrası Japonya’nın Hiroşima ve
Nagazaki kentlerine fırlattığı atom bombasının yıkıcı etkileri de çok şiddetli olmuş
ve kalıcı hasarlar doğurmuştur. Bu yönüyle nükleer silahların ciddi etkileri
devletlerde korku ve endişeye yol açmış ve nükleer silahlar yıllar boyunca bir
caydırma ve prestij aracı olarak kullanılmıştır. Soğuk Savaş döneminde gergin
olan iki kutuplu sistemde,Fransa da kendi nükleer gücünü kurarak gelebilecek
saldırı tehdidine karşı bizatihi ülkesini ve AB’yi korumayı amaçlamıştır. AB ve
kendi güvenlik çıkarlarını maksimize etmeyi hedefleyen Fransa, Soğuk Savaş
dönemi sonrasında da bu politikasını devam ettirmiştir.
259
Y. Yıldırım
2. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASINDA FRANSA’NIN NÜKLEER
POLİTİKA İZLEMESİNE GİDEN KISA TARİHİ SÜREÇ
2.1. Cezayir’in Bağımsızlığı
1830’da Osmanlı toprağı olan Cezayir’i işgal eden Fransa bu bölgeyi tam
bir sömürge alanı olarak idare etmişti ve Fransa Cezayir’le adeta bütünleşmiş
gibiydi. Bu yüzden Cezayir’in bağımsızlığını kolay kolay kabul etmeyen Fransa
1954 Kasım’dan itibaren Cezayir’in bağımsızlık ideallerine karşı silahlı
mücadeleye girişmiş, 1958 yılında Cezayir’e karşı gerçekleştirilen bu mücadelenin
sonuç vermeyeceğini anlayan Fransa Cezayir Milli Kurtuluş cephesi ile anlaşma
yoluna gitmişti. Fakat Cezayir gibi uzun yıllar hâkimiyet kurdukları bu bölgeyi
bırakmak istemeyen Fransız subayları Fransa’nın karşısında yer almışlardı. Bu
subaylar Fransız hükümetine karşı ayaklanmış Cezayir’i kaybetmek
istememişlerdi. Sonuçta 1954-1962 yılları arasında sekiz yıl süren bağımsızlık
mücadelesinde Cezayir, 1962’de bağımsızlığına kavuşmuştur. Cezayir savaşından
ciddi etkilenen Fransa’nın kendi ülkesinde de karışıklıklar meydana gelmiş ve bu
zor ve karışık durumdan kurtulmak isteyen Fransızlar, İkinci Dünya Savaşı’ndan
büyük kahramanlıklar sergileyen General Charles de Gaulle’yi işbaşına
çağırmıştır. De Gaulle, 1958’de V. Cumhuriyet anayasası denilen bir anayasa ile
başkanlık sistemine benzer bir sistem kurmuş ve parlamento tarafından
cumhurbaşkanlığına seçilmiştir (Armaoğlu, 1983).İkinci Dünya Savaşında da
askeri anlamda adından söz ettiren De Gaulle, iktidara gelmesiyle birlikte askeri
kimliği ve yasadığı tecrübelerinde etkisiyle güvenlik eksenli politikalar izlemiştir.
2.2. Süveyş Kanalı Sorunu
Mısır’da 1952’de iktidara gelen Cemal Abdül Nasır Arap milliyetçiliğinin
kahramanı haline gelmiş ve İsrail’e karşı politikalarında da başarı şansını
arttırmıştır. Nasır’ın bu bölgede nüfuzunu arttıran olaylar dizisinde ilk gelişme
Bağdat Paktı’nın kurulmasıdır. Türkiye, İran Irak, Pakistan ve İngiltere arasında
1955 yılında kurulan Pakt, Arap devletleri arasında bölünmeye yol açmış ve
SSCB’nin Ortadoğu bölgesinde etkin olmasının önünü açmıştır. Bu durum
karşısında tepkisiz kalmayan Nasır, İsrail karşısında askeri bakımdan güçlü bir
konuma gelmek için Doğu Bloku’ndan ve özellikle Çekoslovakya’dan silah alma
yoluna gitmiş ve Mısır’ı ekonomik olarak kalkındırmak için Asvan Barajı yapma
fikrini ortaya atmıştır. Nasır bu barajı yapmak için geniş miktarda sermaye ve
krediye ihtiyaç duymuştu. Böylece ABD ve İngiltere’den kredi talep etmişti, fakat
260
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
İngiltere ve ABD Ortadoğu’da dengeleri sarsmamak adına bu krediyi vermeyi
reddedince, Nasır 1956’da Süveyş Kanalı’nımillileştirdiğini ifade etmişti. Bu
durum özellikle başta Fransa olmak üzere İngiltere’yi rahatsız etmişti. Çünkü
Nasır’ın izlediği bu strateji, Fransa ve İngiltere için çok karlı olan kanal şirketinin
elden gitmesine neden olmuş ve Batı Avrupa’nın petrol yolu artık Nasır’ın
denetimine geçmişti (Sander, 2012).
Süveyş Sorunu’nu BM’ye taşıyan İngiltere ve Fransa1956 yılında BM
nezdinde herhangi bir sonuç alamamıştı. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa
Nasır’ın izlemiş olduğu politikaları sona erdirmek için İsrail ile birlikte Mısır’a
karşı bir komplo hazırlamışlardır. İsrail böylece 29 Ekim 1956’da Mısır’a
saldırmaya başlamıştır. Bir taraftan Fransa ve İngiltere de Mısır havaalanlarını
bombalayarak Akdeniz’den Süveyş Kanalı’na asker çıkardılar. Kanalı ele
geçirmek ve Nasır’ı iktidardan düşürmek isteyen Fransa ve İngiltere’ye karşı Mısır
da kanaldaki bütün gemileri batırıp, kanalı tıkayarak cevap vermiştir.İngiltere ve
Fransa’nın bu işgalci tavrı SSCB ve ABD tarafından olumlu karşılanmamış ve
1956 yılında SSCB, Fransa başbakanı Guy Mollet’e tehdit dolu mesajlar
göndermişti. Böylece bu sert tehditlere tepkisiz kalmayan Fransa ve İngiltere
1957’de Mısır’dan çekilmiş ve kanal temizlenerek trafiğe açılmıştır (Armaoğlu,
1983).
Süveyş Kanalı sorunun dünya politikasında önemi, SSCB’nin Arap
dünyasında prestijinin artmasından kaynaklanmaktadır. Fransa açısından duruma
bakarsak, Batı Blok’unda yer alan ABD’nin Süveyş sorununda Fransa karşısında
yer alması Fransa’nın ABD’ye bakışında ciddi güven eksikliği doğurmuştur. Bu
durum, Avrupa Devletleri'nin askeri ve siyasi yönden zayıflığını ortaya
çıkarmış,yarım yüzyıl öncesinde dünyaya egemen olan Fransa’nın artık ABD’nin
askeri desteği olmadan hareket edemeyeceğini ortaya çıkarmıştı. Böylece
uluslararası sistemde zayıflığını anlayan ve yalnız bırakıldığını düşünen Fransa,
Charles de Gaulle’nin iktidara gelmesiyle birlikteABD’ ye karşı ve Avrupa
Topluluğu içinde çok farklı politikalar izlemiştir.
3. CHARLES DE GAULLE DÖNEMİ
FAALİYETLERİ VE POLİTİKASI
FRANSA’NIN
NÜKLEER
17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren uluslararası ilişkilerde önemli bir
güç olan Fransa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ciddi şekilde yıpranmıştır. Fransa
261
Y. Yıldırım
Charles de Gaulle yönetimiyle beraber eski ihtişamlı günlerine dönmeyi
arzulamıştır. 1958’de Fransa’da cumhurbaşkanı olarak seçilen De Gaulle, Soğuk
Savaş döneminde iki kutuplu uluslararası sistemde Fransa’nın güvenlik
politikasını üç boyutta şekillendirmiştir. Bunlar: ulusal bağımsızlık, nükleer
otonomi ve büyüklük (grandeur) şeklindedir (Ladrech, 1998). Aslında Fransa’nın
De Gaulle döneminde izlediği bu politikalar güvenlik stratejilerini de büyük
ölçüde şekillendirmiştir.
3.1. Ulusal Bağımsızlık Politikası
Charles De Gaulle yönetimindeki Fransa, ABD ve SSCB’nin hüküm
sürdüğü düzene karşı bir direnme mekanizması olarak doğmuştur. Ulusal güvenlik
ilkesi ABD ve SSCB’ye karşı Fransa liderliği altında kolektif bir Avrupa
güvenliğini oluşturmayı öngörmekteydi. Bu politika, Batı Blok’u içerisindeki
baskın ABD nüfuz alanına eleştirel bir bakış açısı getirmiş ve 1960’lı yılarda
SSCB’ye karşı başlayan yumuşamayla birlikte iki süper gücü dengeleme amacı
taşımaktaydı (Ladrech, 1998). Ulus devletin üstünlüğüne ve önemine inanan De
Gaulle,Fransa’nın uluslararası arenada bağımsız ve büyük bir rol oynaması
gerektiğini ifade etmiştir. Fransa’nın rakipsiz bir lider olması yönünde politikalar
izleyen De Gaulle, Fransa’nın bağımsız ve büyük bir güç olmadan Fransa
olamayacağı ifade etmiş ve Fransa’nın, uluslararası sistemde gelebilecek ölümcül
tehlikeleri engellemek için dimdik ayakta durması gerektiğine vurgu yapmıştır
(Balcomb, 1997). Büyük güç olmanın koşulunu bağımsızlığa bağlayan De Gaulle
bu bağlamda ABD’nin NATO’yu kendi çıkarları ölçüsünde kullandığını belirtmiş
ve ABD’nin hayati çıkarları söz konusu olduğunda AT’ye danışmayacağını ifade
etmiştir. Nitekim Küba Füze Krizi’nde de bu durum açıkça görülmüştü
(Armaoğlu, 1983). Bu yüzden Fransa, ABD hegemonyasına bir tepki aracı olarak,
NATO’dan uzaklaşmış ve 1966’da NATO’nun askeri kanadından çekilmiştir.
3.2. Büyüklük (Grandeur) Politikası
Charles de Gaulle’nin dış politikasında ilk amacı, Fransa’nın
bağımsızlığını, ihtişamlı büyüklüğünü ve etkisini dünyaya kanıtlamaktı. Hatta De
Gaulle için dış nükleer caydırıcılık bile ikincil sıradaydı (Mandelbaum, 1981).
Büyüklüğe ve bağımsızlığa bu denli önem veren Fransa’nın, bağımsızlık ve
büyüklük politikası,Fransız politikasında geleneksel olarak üstün olma
yeteneğineve ulusal bilinç hissinin yoğunluğuna dayanan sembolik bir terim haline
262
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
dönüşmüştür. Fransa’nın büyüklük politikası, Fransa’nın saldırgan ve çağdışı
ulusalcı bir politika izleyen devlet değil, bağımsızlığını koruyan ulusal topluluğun
gerekliliğini, varlığını savunan ve karşılıklı bağımlılık temelinde kabul edilebilir
riskler alabilen dünya politikasında rolünü arttıran önemli bir devlet olması
anlayışına dayanmaktadır. De Gaulle Fransa’nın dünyadaki liderlik rolünü
üstlenebileceğini savunmuş ve “Fransa büyüklük olmadan Fransa olmaz” sözüyle
de Fransa’nın hayati çıkarlarının büyüklük ilkesine bağlı olduğunu belirtmiştir
(Ladrech, 1998).
De Gaulle Batı ülkelerinin, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri, özellikle ABD
ve İngiltere’nin liderliğini elinde bulundurduğuAnglosaksonlarınhimayesi altında
olduklarını, Fransa’nın bu duruma boyun eğmeyeceğini ve Anglosaksonlara
alternatif lider bir devlet olduğunu vurgulamıştır. Fransa’nın liderlik bakımından
iç halkanın dışında tutulduğunu ve bunun kabul edilemez olduğunu savunmuştur.
Blok sisteminin Avrupalı küçük devletlerin siyasi bağımsızlıklarını olumsuz yönde
etkilediğini ifade eden De Gaulle önderliğindeki Fransa, ABD ve SSCB’nin
Avrupa’daki nüfuzunun azaltılması gerektiğini savunmuştur. De Gaulle’ye göre
Avrupa uluslarının çıkarının gözetildiği, ABD ve SSCB’nin olmadığı bir süreç
Avrup’nın geleceği için çok önemli olacaktır. ABD’nin Batı Avrupa’dan ve
SSCB’nin de Doğu Avrupa’dan elini çekmesiyle Avrupa’nın kendi şahsiyetini
bulacağına inanan De Gaulle, Avrupa’nın bu iki ülkeden bağımsız politika
izleyerek “Avrupalı bir Avrupa olması” gerektiğini savunmuştur (Balcomb, 1997).
İki kutuplu düzene karşı olan De Gaulle blok sistemini zayıflatmak ve
Avrupa’nın iki büyük güç arasında bölünmüşlüğünü sona erdirmek ve ABD’yi
denetleme amacıyla SSCB ve onun uyduları ile uzlaşma politikası izlemeye
başlamış ve bunun için de önce 1966 yılında NATO’nun askeri kanadından
çekilmiştir. Böylece 1966 yılında blokların rekabetine dayanan bir ilişki yerine
devletlerarasında gerçekleşen ve Avrupa düzenini oluşturmayı amaçlayan yeni bir
ilişki gerçekleştirmek için Moskova’ya bir ziyaret gerçekleştirmiştir. İki hükümet,
uluslararası sorunları çözmek için düzenli görüşmeler yapmak konusunda
uzlaşmaya varmıştır (Balcomb, 1997). Fransa Küba Füze Krizi’nden sonra
uluslararası sistemde bir yumuşama dönemi olduğunu iddia ederek, Avrupa’da
Sovyet tehdidinin artık azaldığını ileri sürmüştür. Böylece Avrupa güvenliğini çok
yoğun tehditler altında olmadığını ileri sürmüştü (Armaoğlu, 1983). Aslında
Fransa’nın izlediği bu politikasının başarılı olamayacağı 1968’de SSCB’nin
Çekoslovakya’yı işgal etmesiyle ortaya çıkmıştır. Fransa her ne kadar ABD’ye
263
Y. Yıldırım
karşı bir SSCB Fransa işbirliği öngörse de bu politikanın yanlış olduğu, SSCB’nin
sadece çıkarları doğrultusunda hareket ettiği, iki yıl gibi kısa bir sürede
Çekoslovakya’nın işgaliyle anlaşılmıştır.
3.3. Nükleer ÖzerklikPolitikası
Fransa’nın büyüklük idealini ve bağımsızlığını gerçekleştirmesi için milli
savunmasını kurmasıgerekmekteydi. Böylece bağımsız nükleer caydırıcılığının
geliştirilmesi amacıyla Fransa’nın kendi nükleer gücünün olması esasına dayana
“vurucu gücü” (force de frappe) gerekliydi. Nükleer özerklik,Fransa için sadece
nükleer ulusalcılığı ifade etmeyen, aynı zamanda uluslararası güvenlikte 1960’lı
yıllarda kabul ettiği esnek mukabeleyi reddeden ve güvenlikte alternatif Avrupa
vizyonunu savunan bir politikaydı (Ladrech, 1998).
De Gaule’ye göre, SSCB’nin nükleer anlamda kaydettiği ilerlemelere
karşı, ABD’nin artık varlığınıntehdit edilmediği sürece, Avrupa’nın güvenliği için
nükleer silah kullanmayacağı anlamına gelmekteydi. ABD için kendi çıkarları
haricinde Avrupa güvenliğinin bir önemi yok iddiasını ortaya atmıştı
(Mandelbaum, 1981). Bu doğrultuda nükleer faaliyetler başlatan De Gaulle
önderliğindeki Fransa ilk atom bombası denemesini 1960 yılında Büyük Sahra’da
patlatarak gerçekleştirmiştir. 1963 yılından itibaren de bu bombaların üretimine
geçti. Daha sonra bu nükleer testler Güney Pasifik’te devam ettirilmiştir. Ardından
Fransa, 1963 yılında Cenevre’ degerçekleştirilen; ABD, İngiltere ve SSCB’nin de
katıldığı Cenevre Silahsızlanma Konferansı’nakendi nükleer güç çabalarını askıya
alacağı gerekçesiyle katılmamıştır (Haine, 2000).
Kendi nükleer gücü “force de frappe” (vurucu gücü) oluşturan Fransa,
atom bombası taşıma kapasitesine sahip stratejik bombardıman ve keşif uçağı olan
“Mirage IV” olarak adlandırılan uçakların üretimine başlamıştır.1967 yılında ise
“62 Mirage” olarak adlandırılan 60 bin tonluk nükleer bomba taşıma ve dağıtma
kapasitesine sahip uçak geliştirmiştir. Aynı yıl ilk nükleer denizaltısını yapmıştır.
1968 yılında ise ilk hidrojen bombası denemesini Pasifik’te yapan Fransa, 1
Temmuz 1968’de ABD, SSCB, İngiltere ve 53 devlet tarafından imzalanan ve
1970’te yürürlüğe giren “Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’nı”
(Non- Proliferation Treaty) imzalamayı reddetmiştir (Armaoğlu, 1983).
264
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Antlaşmada militer nükleer güçlerin, diğer devletlere nükleer silah
transferini, diğer devletlerin nükleer silah elde etmesini ve geliştirmesini
engellemek, imzacı bütün devletlerin barışçıl amaçlar için nükleer enerjiden
yararlanması ve geliştirmesi konusunda fırsatlardan istifade etmesini beyan etmek
ve son olarak uluslararası denetleme sistemi ile devletlerin nükleer faaliyetlerini
denetlemek şeklinde kriterleramaçlanmıştır. Çin ile beraber Fransa NPT’ye
katılmamıştır.Fransa’nınkatılmama gerekçesi olarak anlaşmada esas itibariyle
silahsızlanmanın yayılmasının önlenmesi amaçlandığını fakat anlaşmanın,
devletleri nükleer silahları üretmeyi ve bunları biriktirmeyi sürdürmekten
alıkoymadığını ifade etmiştir. Sonuç olarak, bu anlaşmanın nükleer sahibi olan
büyük güçlerin, nükleer silah sahibi olmayan diğer devletler üzerindeki
üstünlüğünü tasdik ettiğini ve büyük güçlerin tekelciliğini daha da güçlendirdiğini,
bu durumun nükleer silah sahibi olan ülkeler üzerinde bir ayrıcalık sağladığını
iddia etmiştir. Nükleer silahlar konusundaki uluslararası denetimin sadece silah
sahibi olmayan devletleri kapsadığını bu yüzden nükleer silah sahibi olan
devletlerin nükleer faaliyetlerine devam edeceğini,bu durumun haksız bir duruma
neden olacağını ileri sürüp antlaşmaya katılmayı reddetmiştir (Dombey, 2008).
Fransa’nın De Gaulle döneminde izlediği güvenlik politikalarıyla nükleer
anlamda önemli ilerlemeler kaydetmiş böylece ABD, SSCB, İngiltere’den sonra
nükleer silahlara sahip dördüncü devlet konumuna gelmiştir. De Gaulle’nin
izlediği bu politikalar uzun yıllar boyunca Fransa’da etkili olmuş ve ilerleyen
yıllarda Fransız liderler tarafından da uygulanmaya çalışılmıştır.
4. CHARLES DE GAULLE SONRASI FRANSA’NIN GÜVENLİK
BAĞLAMINDA NÜKLEER FAALİYETLERİ VE POLİTİKASI
Tarihsel olarak ulusal işlerde önemli rol oynayan askeri güçle ulusal
devlete dayanan ve süper güçlerin hegemonyasından bağımsız hareket eden Fransa
De Gaulle döneminde de Avrupa’nın doğal lideri olduğunu savunmuştur. De
Gaulle, Fransa’nın sahip olduğu “vurucu gücü” ile güvenlik anlamında
Avrupa’daer geç çok önemli roller oynayacağına inanmıştır. 1969’da de Gaulle
sonrası iktidara gelen Georges Pompidou,“vurucu gücü’’ desteklemekle
birlikte,Fransa’nın Avrupa’da önemli bir devlet olduğunu, gücünü ve
caydırıcılığını coğrafi ve fiziksel olarak Avrupa kıtası adına kullanması
gerektiğini, AB kıtası dışındaki ABD’nin güvenlik çıkarlarına hizmet etmemesi
gerektiğini savunmuştur. Fransa’nın kendi bağımsızlığını savunurken aynı
265
Y. Yıldırım
zamanda tüm Avrupa’nın bağımsızlığını ve çıkarlarını savunduğunu ifade etmiştir.
Pompidou döneminde Fransa, nükleer gücünü askeri caydırıcılıktan ziyade
diplomatik bir araç olarak kullanmıştır. Pompidou, Fransa’nın tarihi ve coğrafi
konumu itibariyle Avrupa’da her dönem önemli roller üstlendiğini ifade etmiş,
gelecekte deFransa’nın Avrupa için caydırıcı bir nükleer güç olacağını iddia
etmiştir. De Gaulle ve sonrasında gelen Pompidou da Fransa nükleer gücünün
Avrupa güvenliğini sağlamada caydırıcı bir güç olduğu vizyonunu her zaman
korumuştur (Gordon, 1993).
1974- 1981 yılları arasında görev yapan Fransız cumhurbaşkanı Valery
Giscard d’estaing, De Gaulle’ye kıyasla bireysel ve sosyal hakları destekleyen
daha liberal politikalar benimsemiştir.Hükümetin ilk üç yılında beklenmedik
yenilik ve değişimler izleyenD’estaing sonraki dört yıl boyunca De Gaulle
politikalarına sıkı sıkıya bağlı, kalıplaşmış politikalara dönüş yapmıştır.
D’estaing’nin geleneksel Fransız politikasını değiştirmesindeki esas amaç, açık bir
şekilde Fransız askeri doktrininin revize edilmesi ve Fransız güçlerinin tekrar
yapılandırılmasına rağmen, büyüyen Avrupa’ya ait zorunluluklarla ve ulusal
zorunluklara dayanma konusunda gücünün yetemeyeceği hususundaki endişedir.
Çünkü Fransa’da ilk kez yeni bir lider kendinden önceki deneyimleri dikkate
almayıp, Fransız savunmasının Avrupa’ya uyumsağlama yeteneğini değiştirmeyi
göze almıştı. Bu gerçekten zor bir durumdu. Her şeye rağmen kısa süreli de olsa
bir değişikliğe giden D’estaing, askeri doktrinini ulusal güvenlikle ilgili üç temel
unsura dayandırmıştı. Bunlar; Avrupalılık, Atlantik ve nükleer dışı savunma
şeklindeydi. Nükleer dışı savunma kavramı ile savunma tutumunu gereğinden
fazla nükleer güce dayandırmama, bunun yerine hareket kabiliyeti yüksek,
konvansiyonel savunma gücünün, Fransa’ya güvenlik anlamında yeteri desteği
sağlayacağı kanısındaydı. D’estaing’e göre “ya hep yahiç” meseli güvenlik
anlamında güvenilir bir politika değildi. Güvenlik anlamında çeşitli seçenekler
caydırıcılığı daha da arttırabilirdi. Geçmiş yıllarda izlenen nükleer savunma
stratejisi yerine konvansiyonel savaş stratejisinin izlenmesi gerektiğini
savunmuştur (Gordon, 1993).
Fransa’nın nükleer savunma konusunda nükleer silahlarla mı yoksa
konvansiyonel
silahlarla
mı
hareket
etmesi
gerektiği
ilerleyen
yıllardaD’estaingsonrası hükümetlerde de bir ikileme neden olmuştur. Fransa’nın
ikilemi şöyleydi; eğer ulusun hayati çıkarları tehlikeye girmezse Fransa saldırıyı
bertaraf etmek için nükleer saldırıyla tehdit edemezdi. Fakat konvansiyonel
266
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
kapasiteli silahları da, büyük bir saldırıyı bertaraf edecek düzeyde değildi. Bu
durum gerçekten de Fransa’yı bir ikileme sevketmiş ve zor durumda bırakmıştır
(Yost, 1996).
D’estaing sonrası iktidara gelen ve 1995’e kadar bu görevini sürdüren
François Mitterand, güvenlik bağlamında ilke olarak silahsızlanmayı
desteklemekle birlikte “Fransa’nın nükleer vuruş yeteneğine sahip olması barışın
güvencesidir” anlayışıyla hareket etmiştir. Bu dönemde nükleer faaliyetlerine
devam eden Mitterand, yedinci nükleer denizaltının yapımı,350 km menzilli
karadan karaya “Hades” füzelerinin geliştirilmesi gibi faaliyetler gerçekleşmiştir.
İki dönem iktidarda kalan Mitterand ilk döneminde geleneksel çizgiden farklı
hareket edeceği politikasıyla iktidara gelmiş ancak ikinci döneminde değişen
şartlara bağlı olarak güvenlik anlamında farklı politikalar izlemiştir. (Fırat,
2009)Yine bu dönemde, geçmişte İsrail’le silah ilişkilerinin gerginleşmesiyle
üzerine, Ortadoğu’da silah ticaretine önem veren Fransa, Irak nükleer Santrali’nin
yapımında da Irak’a destek vermişti. Mitterand döneminde İsrail’le iyi ilişkiler
geliştirilse de 1991 yılında Irak Scud Füzeleri’nin Tel Aviv ve Hayfa’yı vurması
üzerine İsrail, Fransa’ya sert tepki göstermiş ve Irak’ın İsrail’e balistik füze
gönderebilmesinin sorumlusu olarak Fransa’yı göstermiştir.Çünkü Irak’ın nükleer
santrali, Fransa’nın desteği sayesinde kurulmuş olduğu gibi, İran-Irak savaşında
Irak’a silah satanülkelerin başında da Fransa gelmekteydi (Fırat,2009). İsrail ile bu
nedenlerden dolayıtekrar bozulan ilişkiler uzun süre böyle devam etmiş ve
Sarkozy’nin iktidara gelmesiyle beraber ilişkilerde yumuşamalar olmuştur.
Fransa’nın, Doğu Bloku ve gittikçe zayıflayan SSCB karşısında
uluslararası sistemde tek güçhaline gelebilecek ABD’ye karşı boyun eğmek
istememekte ve dünyada söz sahibi olmak istemiştir. Fransa bu yönde ilk olarak
nükleer politikalarını yumuşatma yoluna gitmiştir. İlk olarak 8 Nisan 1992’de
Pasifikte yapmakta olduğu nükleer denemeleri bir yıl askıya alacağını açıklamıştır.
Bu karar üzerine, Fransa’da De Gaulle yanlıları Mitterand’a ciddi tepki gösterse de
o, kararından vazgeçmedi ve Fransa’nın o yıllarda Cenevre’de sürmekte olan
nükleer denemelerin yasaklanması konferansına katılacağını bildirmiştir.
Mitterand’ın nükleer faaliyetlerini askıya aldığını ilan etmesinin ardından ABD de
nükleer faaliyetlerini askıya aldığını ifade etmişti. Clinton, Mitterrand’a yazdığı
mektupta nükleer denemelerin tümüyle durdurulması antlaşmasının hazırlıklarını
hız verilme isteğini beyan ederek Fransa’ dan destek istemiştir (Fırat, 2009).
Mitterand döneminde özelikle Soğuk Savaş sonrası dönemde Sovyetlerin
267
Y. Yıldırım
dağılmasıyla birlikte değişen dengelere paralel olarak güvenlik anlamında nükleer
faaliyetlerin durdurulması konusunda ciddi adımlar atılmış ve Mitterand sonrası
iktidara gelen Jacques Chirac da atılan bu adımları daha da ileriye götürmüş ve
nükleer eylemlerin sınırlandırılması konusunda ciddi faaliyetler gerçekleştirmiştir.
Chirac devlet başkanlığı koltuğunda De Gaulle’nin, “Fransa eğer
uluslararası sistemde söz sahibi, güçlü, inanılır ve güvenli bir devlet olmak
istiyorsa caydırıcı bir güce sahip olmalıdır” anlayışından hareket etmiştir. Nükleer
testlerin amacının güçlü silahlar üreterek Fransa’yı güçlü kılmak ve Fransa’nın
caydırıcılığını geçerli kılmayı devam ettirmek şeklinde ifade etmiştir (Moisie,
1995). Aslında bu ölçüde nükleer denemeleri yaygınlaştırmayı düşünen ve
1995’te bir dizi nükleer deneme daha gerçekleştiren Chirac, bu politikasından
vazgeçmiş 1992’den beri imzacısı olunan “Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme
Antlaşmasını”1995’te sınırsız uzatmış, 1996 “Kapsamlı Deneme Yasağı
Antlaşması” ile müzakerelerde aktif olarak yer almıştır. Ayrıca Fransa
Murora’daki nükleer tesisleri söküp, Uluslararası Atom Enerjisi’ni bu bölgedeki
radyoaktivite miktarını ölçmek için davet etmiştir. Ayrıca sistemde yaşanan
değişikliklere paralel olarak askeri kurumlarla da reformlara giden Fransa, 1966
yılından beri çekildiği NATO’nun askeri kanadına tekrar geri dönme isteğini
açıkça dile getirmiştir (Fırat, 2009).
1996 yılına kadar 210 ayrı test gerçekleştiren Fransa’nın, halen yaklaşık
300 adet nükleer başlık bulundurduğu belirtilmektedir(Aljazeera Turk,
2011).Nükleer silahlar konusunda ciddi bir güç olan Fransa, nükleer güç
anlamında da dünyanın sayılı ülkeleri arasındadır.
5. FRANSA’NIN ULUSAL VE ULUSLARARASI DÜZEYDE İZLEDİĞİ
NÜKLEER ENERJİ POLİTİKALARI
Avrupa’nın en büyük nükleer enerji üreticisi ve kullanıcısı olan Fransa,
dünyada da önemli nükleer enerji güçlerden biri olarak kabul görmektedir. Bu
yüzden Fransa’nın nükleer konusunda alacağı kararlar Avrupa ve dünya için önem
taşımaktadır. De Gaulle dönemiyle birlikte nükleer gücü benimseyen ve ulusal bir
politika haline getiren Fransa 1974 yılında “nükleer reaktörler” seçeneğini enerji
dar boğazından bir çıkış yolu olarak görmüştü. 1979 yılında ABD’nin Pensilvanya
eyaletinde meydana gelen nükleer reaktör kazası akabinde 1989 yılında
Ukrayna’da meydana gelen Çernobil faciasında da atmosferde ciddi anlamda
268
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
nükleer kirlenme meydana gelmişti. Bu olaylarında etkisiyle Fransa, 1980’li
yılların sonuna doğru yeni ileri nükleer reaktörlerin yapımını ve inşaatını
durdurdu. 2002 yılında yayınlanan bir Fransız hükümeti raporunda da nükleer
sanayi ve nükleer reaktörlerin öngörüsüz bir şekilde geleceğin canavarı olarak
gösterilmişti. Fransız halkı da nükleer enerji politikalarına karşı çıkmaktaydı
(FMO, 2011).
Sarkozy’nin iktidara gelmesiyle birlikte uluslararası sistemde nükleer
enerji rağbet gören, popüler bir konuma yeniden ulaşmıştır. Özellikle petrol ve
doğalgaz temininde yaşanan zorluklar, enerji arz güvenliği ile birlikte küresel
ısınma ve küresel iklim değişikliklerinin zararlı tesirleri hakkında Fransız halkında
artan kaygılar nükleer teknoloji politikasının değişimi ve nükleerin eski parlak
günlerine dönüşümünde önemli rol oynamıştır. Fransa, Sarkozy ile beraber
uluslararası sistemdeki nükleer santraller ve enerji lehine olan talep nükleer güç
politikası değişimine paralel olarak bünyesinde bulundurduğu nükleer teknolojinin
diğer ülkelere transferi konusunda aktif bir siyaset izleme yoluna gitmiştir. Fransa
Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy nükleer enerjinin ihtiyacı olan yabancı ülkelere
pazarlanması diplomasisini Fransa’nın nükleer teknolojik gücü ve ülkesinin
ulaştığıendüstriyel başarının bir simgesi olarak görmüştür. Nitekim Sarkozy
Devlet Başkanı seçildikten hemen sonra Libya’dan Çin’e kadar yaptığı resmi
ziyaretlerde Fransa’nın nükleer enerji teknolojisini ön plana çıkararak ziyaret ettiği
pek çokülkede Fransız firmaları adına nükleer reaktörlerin satışı bağlamında
anlaşmalar imzalamıştır. Bununla beraber Sarkozy’nin Arap ülkelerine yaptığı
ziyaretlerde de sıkça gündeme getirdiği nükleer teknoloji transferi; Nükleer
Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT), taahhütler kapsamında nükleer
silahların yayılmasını önleme uzmanları (non-proliferation specialists) arasında
endişelere neden olmuştur. Ancak Fransız yetkililer, söz konusu yeni kuşak
nükleer güç santralleri yapımları, bu ülkelere yapılacak nükleer teknoloji
transferinin çok küçük bir bölümünü kapsadığını ve bunun ciddi bir sorun
olmadığını ifade etmişlerdir. Nükleer reaktörlerin ve enerjisinin pazarlanması
bağlamında aktif bir politika izleyen Fransa; Brezilya, Çin ve Hindistan gibi
ülkelere yapacağı yaklaşık bir düzine yeni kuşak nükleer güç reaktörü satışları
anlaşmalarından ciddi kazançlar sağlamaya gayret etmiştir(FMO, 2011).
Bugün için en büyük nükleer teknoloji ihracatçısı ülkelerinden biri olan
Fransa aynı zamanda elektrik ihracatında da en büyükülkelerden biridir. Nükleer
enerjini önemli üreticisi ve ihraççısı olan Fransa’da çalışan reaktör sayısı: 59,
269
Y. Yıldırım
devre dışı kalan reaktör sayısı: 11, nükleer enerjinin elektrikteki payı: Yüzde
78’dir (Global Enerji, 2013)
6. AVRUPA GÜVENLİĞİNİ SAĞLAMADA FRANSA, ALMANYA,
İNGİLTERE İLİŞKİLERİ VE AB’NİN ORTAK SAVUNMA POLİTİKASI
Soğuk Savaş boyunca ABD’yi askeri bir güç ve kendisini de sivil güç
olarak gören AB, askeri zayıflıklarını göz ardı ederek daha çok sosyal barış ve
ekonomik büyüme üzerine yoğunlaşmıştır. AB’nin arkasında NATO bağlamında
bir güvenlik dinamiği olarak duran ABD adeta AB’nin zırhı görünümüne
bürünmüştür. ABD bu dönemde Avrupa için güvenlik anlamında yük paylaşımcı
(burden sharing) misyonunu üstlenirken AB ise ABD’nin güvenlik anlamında
gerçekleştirdiği eylemlerde hazıra konucu (free-rider) bir politika izlemiştir.
Ekonomik temelli bir örgüt olarak kurulan AB, ABD’nin güvenlik anlamında
kendi yükünü çeken görünümünü,Fransa hariç çok da dert etmemiştir. Aslında
Soğuk Savaş boyunca SSCB ve ABD önderliğinde iki kutuplu sistemin varlığı
AB’nin işine gelmekteydi. SSCB’nin ABD için dengeleyici rol üstlendiğini
düşünen AB,Soğuk Savaş sonrası düzende ABD’nin tek başına dünyada hegemon
bir güç olabileceği endişesiyle bu düzene karşı çıkmaktaydı (Calleo, 2003).
ABD’nin NATO üzerindeki geniş yetkileri ve baskın hegemonyasını
gören Avrupa Topluluğu,Maastricht Antlaşması’yla birlikte AB’ye dönüşmüş ve
bu durum ortak dışişleri ve güvenlik politikası bağlamında ortak bir savunmave
güvenlik politikası izlemesinin yolunu açmıştır. AB üyesi ülkeler kolektif bir
şekilde hareket ettiklerinde ortak çıkarlarını daha kolay koruyacakları konusunda
fikir birliğine varmışlardır. Bunun da ancak AB’nin bir askeri güce sahip
olmasıyla var olacağını savunmuşlardır. Bu kapsamda NATO bünyesinde AB
hegemonyasını sindiremeyen Fransa önderliğindeki AB, 1996 yılında Avrupa
Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK)’yı kurmuştu. AGSK’nın Avrupa’daki
yansıması ise,Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (OGDP) ile uyumluydu. 1997
Amsterdam Antlaşması ile OGDP’nin etkinleştirilmesi konusunda adımlar atıldı.
AB içinde bir askeri birlik oluşturma fikri 1999 Köln Anlaşması ile yürürlüğe
girmişti. OGDP’ye yönelik olarak ilk somut adımlar 1999 Helsinki Zirvesi ile
atılmıştır. Zirvede, 2003 yılına kadar politika ve güvenlik komitesi ile ülkelerin
Genel Kurmay Başkanlarından oluşan ve onların temsilcilerinden oluşan askeri
komiteye sahip olması hususunda kararlar alınmıştır. AB üyeleri, kendi ortak
savunma ve güvenlik birliğini oluşturmayı hedeflese de Bosna krizi ve 1990’lı
270
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
yılların sonunda Kosova krizi ile bölgede ABD’nin ve dolayısıyla NATO’nun
askeri gücü olmadan ne kadar eksik olduklarının farkına varmışlardı (Kasım,
2002).
Soğuk Savaş boyunca ABD İngiliz işbirliği De Gaulle yönetimindeki
Fransızları rahatsız etmiş ve Fransa, İngiltere’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu
(AET)’ye 1963’te üyelik konusunda karşı çıkmıştır. Fransa, İngiltere’nin
Avrupa’dan çok Atlantik ötesi ilişkilere önem verdiği ve Anglo-Amerikan
işbirliğinin bunun göstergesi olduğunu ifade edip İngiltere’yi topluluğa katılımı
konusunda veto etmiştir. 1967’de İngiltere’nin AET’ye başvurusunu tekrar veto
eden De Gaulle’nin gitmesiyle beraber, İngiltere AET’ye 1973’te üye olmuştur
(Brinkley, 1990).
De Gaulle dönemi sonrası Fransa İngiltere’nin, Almanya’nın Ostpolitik
politikaları ile Avrupa’da aktif politikalar izlemeye başlayacağı endişesi duymuş,
bu yüzden İngiltere’yi Almanya karşısında dengeleyici bir ülke olarak gördüğü
için topluluğa girmesini kabul etmiştir (Kasım, 2001). Bu durum, AB içinde
Soğuk Savaş boyunca güvenlik anlamında farklı politikalar izleyen Fransa,
İngiltere ve Almanya arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanan bir koordinasyon
eksikliğine yol açmıştır. Özellikle, İngiliz ve Fransızların AB’nin güvenliğini
ABD’nin sağlaması üzerine başlayan tartışmalardan dolayı AB’de ciddi
problemler meydana gelmiştir. Bu durum nerdeyse Soğuk Savaş boyunca
böyleydi. Soğuk Savaş Sonrası dönemde de özellikle Balkanlardaki çatışmalarda
da kendisini göstermiştir. Balkanlardaki krizin çözümünde AB,sorumluluk
almayıp güvenlik konularında ABD gibiBalkanlarda etkin rol oynamanın uzağında
kalmıştır. Bu durum AB üyesi ülkelerde de rahatsızlığa yol açmış, AB’nin bu
konuda daha olgun ve yetkin bir güç olması yolunda üye ülkelerden ciddi çağrılar
gelmiştir (Dinç, 2011).
Aslında hem Fransa hem de İngiltere, AB’nin çok daha aktif küresel bir
askeri rol oynamasını isterken, bunu istemekteki amaçları bakımından
birbirileriyle fikir ayrılığı yaşamaktadırlar. Fransa AB’nin Amerikan
politikalarından biraz daha bağımsızlaşmasını isterken,İngiltere ise daha aktif bir
AB’nin,güvenlik ve savunma konusundaki rollerini küresel düzeyde
oynayabilmesi için ABD’nin yanında yer alması gerektiği, böylece ilişkilerin
birlikte daha anlamlı hale geleceğini savunmuştur. Fransa ve İngiltere’deki bu
fikir ayrılıklarının aksine Almanya’nın tutumu ise tam da bu iki devletin ortasında
271
Y. Yıldırım
yer almaktadır. Almanlar Avrupa savunma ve güvenliğinin bölgesel düzeyde
olmasını desteklerken, çeşitli tarihsel ve stratejik nedenlerden ötürü ne Fransa’yı
incitmek istemekte ne de ABD’yi küstürmek istemektedir (Dinç, 2011). Almanya,
ABD’ye karşı izlediği bu iyi niyetli ilişkilerini, ABD’nin 11 Eylül Saldırıları
sonrası izlediği güvenlik konusundaki titiz ve abartılı hassasiyetinden dolayı
yeniden gözden geçirmiştir.
7. AB’NİN ULUSLARARASI GÜVENLİK BAĞLAMINDA İZLEDİĞİ
POLİTİKALARA ABD’NİN BAKIŞI
İkinci Dünya Savaşı’nda ekonomik ve askeri bakımdan yorgun bir
şekilden çıkan Avrupa, Soğuk Savaş boyunca askeri yapılanmadan ziyade, daha
çok ekonomik anlamda bir yapılanmaya gitmiştir. Avrupa, güvenlik konusunda
özellikle Sovyet tehdidine karşı, AB önderliğinde kurulan NATO içerisinde yer
almış ve böylece Avrupa Topluluğu’nun güvenliği, ABD önderliğindeki NATO
tarafından sağlanmaya çalışılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonundan beri Avrupa Topluluğu içindeki
bütünleşme çabalarını destekleyen ABD, Soğuk Savaş sonrası AB’nin ortak
savunma ve güvenlik politikaları yönünde attığı adımlara karşı endişe
duymuştur.Ayrıca ABD, AB’nin askeri konulara ayırdığı kaynak konusundaki
yetersizlikleri de sık sık dillendirmiştir. Avrupa üyesi ülkelerin savunma
anlamında kaynakları arttırmamaları, bilakis azaltmaları ABD’yi rahatsız etmiştir
(Kasım, 2001). Örneğin, 1988-2010 arasındaki yaklaşık yirmi mali yılda, AB
üyesi ülkelerde milli gelir içerisindeki savunma giderlerinin payı, İngiltere’de
yüzde 4,1’den2,6’e, Fransa’da % 3,6’dan, 2,3’e; İtalya’da, 2,3’ten, 1,7’e
gerilemiştir. Almanya da ise 2,9’dan1,4’e ve gibi çok düşük düzeylere kadar
gerilemiştir. ABD ise 5,7’den4,8’e gerilemesine rağmen savunma anlamında
neredeyse büyük AB ülkelerinin iki katı harcama yapmaktadır (SIPRI,
2012).Rakamlardan da anlaşılacağı üzere AB üyesi ülkeler güvenlik anlamında
Soğuk Savaş boyunca kendi yükünü çeken ABD’ye olan bağımlılığını Soğuk
Savaş sonrası dönemde de devam ettirmiştir. Özellikle ekonomik anlamda gelişen
AB lokomotifi ülkeler savunma anlamında geri planda durmaktadırlar. Bu durum
ABD’nin endişelerinde haklılığını göstermektedir.
ABD Soğuk Savaş döneminde Batı Avrupa ülkelerinin bir an önce
toparlanıp savaşın yaralarını sarmasını ve demir perde üyeleri karşısında ciddi
272
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
müttefikler olarak kalmasını istemekteydi. Bu yüzden AB’nin bütünleşme
çabalarını desteklemiştir. Ekonomik konularda AB’yi güçlü bir aktör olarak gören
ABD özellikle İngiltere ile güçlü ilişkiler gerçekleştirmiştir.Güvenlik konularında
ise Almanya, Fransa ve İngiltere ile ikili düzeyde ilişkiler gerçekleştirmiştir
(Brinkley, 1990).De Gaulle döneminde İngiltere’nin topluluğa katılımı yönünde
sürekli veto kartını kullanan Fransa’nın, De Gaulle sonrası Almanya’yı dengeleme
adına İngiltere’yi birliğe kabul etmesi durumu, ABD’nin de işine gelmektedir.
İngiltere’yi önde gelen müttefiki olarak gören ABD, Fransa’nın NATO’dan
bağımsız bir askeri güç oluşturma ve AGSP’yi NATO’dan tamamen ayrı bir yapı
olmasını şiddetle arzu etmesi karşısında Almanya’yı dengeleyici bir güç olarak
görmekte ve İngiltere’nin de desteğini yakından hissetmektedir. Fransa’nın bu
politikasına karşı İngiltere’nin AB içinde aktif bir politika izlemesini isteyen ABD,
böylece Fransa’nın güvenlik konusundaki ciddi muhalefetini bastırmak istemeyi
amaçlamıştır (Kasım, 2001).
ABD, şüphesiz AB’nin en önemli müttefiklerinden biridir. Soğuk Savaş
sonrasında da, AB, ABD’nin yardımı olmadan kıtayı ciddi bir tehlike karşısında
tek başına savunamayacağının farkına varmıştı. Sovyetlerin dağılmasıyla
birliktesistemde bir güç boşluğu oluşmuştu. ABD bu süreçte kendini rakipsiz
büyük bir güç olarak görmüştür.Ve özellikle George W. Bush
döneminde,ABD’nin, 11 Eylül 2001 saldırıları ile birlikteterörizme karşıtek
taraflılık ve düşmanın saldırıyı gerçekleştirmeden önceki eylemlerini denetleyen
önleyici vuruş gibi AB’nin barışa dayalı temel değerlerine ters düşen ilkeleri
uygulamıştır. Bu durumABD’ye destek konusunda AB’yi endişeye sevk etmiştir.
AB, ABD’nin 11 Eylül Saldırıları sonrası politikasından rahatsızlık duymuş ve
ABD’nin uluslararası sistemde tek büyük güç olmasına karşı çıkmış, sistemde çok
aktörlü düzeni destekleyen politikalar izlemiştir (Kagan, 2002).
NATO, Soğuk Savaş sonrası değişen sisteme paralel olarak, peş peşe
gerçekleştirdiği stratejik konseptlerle NATO’yu Avrupa dışındaki yeni ‘tehditlere’
uluslararası terörizm ve kitle imha silahlarının yayılmasını önleme gibi eylemlere
de müdahale etmesinin önünü açmıştır. Bu kapsamda NATOmisyonu dışında
hareket ederek, yani alan dışı faaliyetlerde birçok eylem gerçekleştirmiştir.
NATO’nun bu yeni stratejisi İngiltere haricinde Fransa, Almanya gibi eski önemli
üyelerden yeterli desteği alamamıştır. Hatta 11 Eylül Saldırıları sonrasında bile
AB, ABD’nin Afganistan’a müdahalesinin sınırlı bir askeri eylem olarak
kalmasını istemiş ve NATO’ya askeri anlamda çok fazla katkı sağlamamıştır. Bu
273
Y. Yıldırım
durum ABD’nin daha da hırçın politikalar izlemesine zemin hazırlamıştır. 11
Eylül 2001 saldırıları sonrası, ABD değişen güvenlik tehditlerine paralel olarak
askeri teknolojiye büyük yatırımlar yapmış, AB ise ekonomik anlamda yatırımlar
yaparken, askeri harcamalardageri planda durmuştur. Örneğin, Fransa Soğuk
Savaş boyunca izlediği ABD’ye muhalif politikasını Soğuk Savaş sonrasında da
devam ettirmiş ve NATO’nunbu çok yönlü eylemlerini eleştirmiştir. Geleneksel
De Gaulleci politikasından hareketle, AB’nin ABD’den daha bağımsız olması için
çabalamış,ABD ise her şeye rağmen sorunları askeri yöntemlerle çözebileceğini
iddia etmiştir. 2000’li yıllarda hem özelde Fransa, genelde AB ve ABD kendi
stratejilerinde başarılı olamadıklarının; farkına varmış ve bu durumdan iki
tarafından da zarar gördüklerinin anladıkları için işbirliğine dayanan daha uyumlu
politikalar izlemek istemektedirler (Kagan, 2002). 11 Eylül saldırılarıyla birlikte
daha da kötüye giden ABD Fransız ilişkileri, ilerleyen yıllarda Fransa ve ABD iki
tarafında çıkarları için aralarında daha uyumlu ve dengeli politika izlenmesi
hususunda işbirliğine gitmeleriyle olumlu bir hal almıştır.
Nükleer ve güvenlik anlamında aykırı bir çizgi izleyen Fransa, Chirac
dönemi ile birlikte nükleer politikasında yumuşamaya gitmiş ve nükleer
eylemlerini sonlandırma adına ciddi adımlar atmıştır. Chirac, özelikle 11 Eylül
Saldırıları sonrası ABD’nin politikalarından rahatsızlık duymuş ve ABD’yi
uluslararası hukuku ihlal etmekle suçlamıştı. Bu yüzden ABD Fransa ilişkileri
gergin bir durumdaydı (Fırat, 2009). Chirac sonrası gelen Sarkozy,Chirac ve
atalarının izlediği politikalardan farklı birpolitika izlemiştir. Geçmişle kesin ve
açık bir kopuş içinde olan Sarkozy önemli bir dönemece girdiğinin ilk işaretlerini
seçilmesiyle beraber vermiştir. Sarkozy alt kimliklere karşı Fransız üst kimliğinin
üstte yer almasının önceliğini savunarak, Fransız değerlerini öne çıkarmıştır.
Ayrıca neo-liberal ekonomik yapılanma sürecine hız vereceğini söyleyerek
geleneksel Fransız ekonomisinden farklı bir politika izleyeceğinin sinyalini
vermiştir (Mondon, 2013).
Sarkozy, 2008’li yıllarda ekonomik sorunlarda, AB’de ekonomik
sorunların çözümünde Almanya ile beraber aktif roller üstlenmiş, uluslararası
sistemde diplomatik çözüm de rol oynamada da aktif politikalar izlemiştir 2008’li
yıllarda Rusya ile Gürcistan arasında patlak veren krizde savaşı durdurmada da
ciddi katkılar sağlamış 2011’de de Fransa’nın inisiyatifinde NATO liderliğinde
Fransa’nın çıkarlarının korunması adına cesur ve başarılı politikalar izlemeye özen
göstermiştir. Ayrıca 1966 yılından beri, NATO’nun askeri kanadından çekilen
274
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Fransa’yı tekrar 4 Nisan 2009 tarihinde NATO askeri kanadını geri sokmuştur
(Graffney, 2012).
Sarkozy sonrası iktidara gelen François Hollande de ABD ve NATO ile
iyi ilişkiler sürdürmektedir. Bununla birlikte, Fransız yönetimine göre,Fransız
nükleer politikası nükleer caydırıcılık temelinde şekillenmiştir, nükleer caydırıcılık
Fransa’nın egemenliğinin nihai garantisi olması bakımından önem taşımaktadır.
Nükleer caydırıcılık, Fransa’nın güvenliğinin, bağımsızlığının, karar verme
özgürlüğünün garantisidir. Ayrıca Fransa, ulusal stratejik güvenliğini
şekillendirdiği 2013 tarihli Beyaz Kitabı’nda nükleer silahsızlanmaya taraf bir ülke
olarak, küresel silahlanmanın niceliksel olarak azaltılması ve niteliksel olarak
geliştirilmesi için çaba sarfetmekte bu kapsamda kendi nükleer caydırıcılığını
uluslararası stratejik ortamın gerektirdiği en alt düzeyde tutmaya gayret etmektedir
(MGK, 2013).
8. SONUÇ
İkinci Dünya Savaşı sonrasında devletlerin güvenlik anlamındaki
endişelerinden kaynaklı nükleer silahlara sahip olma isteği, ABD’nin Japonya
üzerinde gerçekleştirdiği nükleer saldırılarıyla dünyada endişe ve korku
uyandırmıştı. Devletler Soğuk Savaş boyunca hüküm süren çift kutuplu
uluslararası sistemde gergin olan ilişkilerinde peş peşe nükleer silahlara sahip
olmuşlardır. İngiltere’nin kendi çıkarları kapsamında Avrupa’da egemenlik kurma
isteği ve ABD’nin kendi güvenliği bağlamında SSCB’ye karşı izlediği politikalar,
Fransa’nın De Gaulle önderliğinde kendi ulusal bağımsızlığını kurmaya ve
bağımsız nükleer politika izlemesine zemin hazırlamış ve De Gaulle Avrupa’da
ABD’nin olmadığı “Avrupalı bir Avrupa” iddiasını ortaya atmıştır. De Gaulle’nin
izlediği bu politikaların Fransa’nın büyük bir nükleer güç olmasına zemin
hazırlamıştır. De Gaulle sonrasındaki yönetimler de kısmen sapma olsa da De
Gaulle’nin izlediği politikaları izlemişlerdir. Bu durum halk tarafından da kabul
görmüştür.
AB,Soğuk Savaş boyunca SSCB’nin ABD’yi denetleyici bir mekanizma
olduğunu ifade etmiştir. Soğuk Savaş sonrasında SSCB’nin dağılmasıyla değişen
uluslararası sistemde ABD’nin sistemde tek hegemonik güç olması Avrupa’yı
endişelendirmiş ve özellikle Fransa buna tepki olarak sistemde ABD’nin gücünü
kırma adına uluslararası sistemde çok merkezliliği savunmuştur. Böyle bir
275
Y. Yıldırım
ortamda nükleer politikalarını yumuşatma yoluna gitmiştir. Bu durum, Fransa’nın
1966’dan beri çekildiği NATO’nun askeri kanadına tekrar dönüşüne uygun ortam
hazırlamıştır. Avrupa’da nükleer enerji politikalarında da ilk sırada olan
Fransa’nın, NATO müttefikleri tarafından Avrupa Birliğince “Atlantik” ağırlıklı
bir güvenlik politikası öngörülmesi, Fransa’nın ABD ve NATO’ya olan
bağımlılığı, egemenliğin korunması durumu, Fransız politikacılar tarafından
eleştirilmiştir. Fakat Fransa, Almanya ve İngiltere’nin de birlik içinde kendi
güvenliklerini sağlama konusunda ABD’ye ihtiyaç duyması Fransa’yı da
istemeden de olsa bu politikayı izlemesine zemin hazırlamıştır.
ABD’nin, AB’nin güvenliği ve NATO üzerindeki hegemonyası
Fransızları rahatsız etmiş ve 2000’li yılların ortalarına kadar, Fransa ABD’nin
izlediği güvenlik politikalarını eleştirmiştir. ABD de, AB’nin güvenlik anlamında
ve savunma harcamalarında pasif kalmasından rahatsızlık duymuş ve bu
rahatsızlığını ifade etmekten de çekinmemiştir. Sarkozy’nin iktidara gelmesiyle
beraber ABD ile güçlü ilişkiler gerçekleştirmek isteyen Fransa, AB ve NATO
içinde aktif bir rol izlemiştir. AB’nin güvenlik çıkarlarını gözeterek uluslararası
sistemde etkinliğini arttırmak istemiştir. Sarkozy sonrası gelen François Hollande
de Sarkozy gibi ekonomiye önem vermiş, uluslararası sistemde Fransa’nın
güvenlik anlamında büyük ve caydırıcı bir güç olmasını arzulamış,bunun yanı sıra
ABD ile uyumlu politikalar izlemiştir. Özellikle Afrika kıtasında birçok az
gelişmiş ülkenin bel bağladığı Fransa’nın izlediği politikaların, AB güvenliği ve
ABD ilişkileri bakımından uzun vadede başarılı olup olmayacağını zaman
gösterecektir.
KAYNAKÇA
Armaoğlu, Fahir. (1983). 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi 1914-1980, İstanbul: İş Bankası Kültür
Yayınları.
Avrupa'nın Nükleer İkilemi. (2013). http://www.globalenerji.com.tr/ dergide-bu-sayi/
2006/9/7/ avrupanin-nukleer-ikilemi
Balcomb, Rodeny. (1997). Defence Policy. Sheila Perry (ed.). Aspects of Contemporary
France, (ss. 62-83). London: Routledge.
Brinkley, Douglas. (Eylül, 1990). Dean Acheson and the 'Special Relationship': The West
Point Speech of December 1962. The Historical Journal, 33 (3), 599-608.
Calleo, David P. (2003). Balancing America: Europe’s International Duties. International
Politics and Society, 1, 43-60.
276
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Dinç, Cengiz. (2011). Sivil Güç - Realist Oyuncu İkileminde Avrupa Birliği’nin Küresel
Konumu Üzerine Tartışmalar. Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, 7(28), 89-124.
Dombey, Norman. (2008). The NPT Aims, Limitations, and Achievements. New Left
Review, 52, 39-66.
Dünyanın Nükleer Güçleri. (2011). http://www.aljazeera.com.tr/haber-analiz/dunyaninnukleer-gucleri
Fırat, Melek. (2009). Soğuk Savaş Sonrasında Fransa’nın Dış Politikası. Ankara
Üniversitesi, SBF Dergisi, 64(1), 115-163.
Fransa’nın Ulusal Savunma ve Güvenlik Stratejisine İlişkin 2013 Tarihli Beyaz
Kitap.(2013).
http://www.mgk.gov.tr/calismalar/calismalar/022_fransa_2013_savunma_beyaz_kitabi.pdf
Gordon, Philip H. (1993). Certain Idea of France, French Security Policy and the Gaullist
Legacy, Westport: Princeton University Press.
Graffney, John. (2012). Leadership and Style in the French Fifth Republic: Nicolas
Sarkozy’s Presidency in Historical and Cultural Perspective. French Politics, 10, 345-363.
Haine, Scott W. (2000). History of France. Westport: Greenwood Publishing Group.
http://milexdata.sipri.org/result.php4 (erişim tarihi: 01.12.2014).
Kagan, Robert. (2002). Power and Weakness. Policy Review, 113, 3-28.
Kasım, Kamer. (2001). Soğuk Savaş Sonrası İngiltere-ABD ilişkileri.(ed. Sedat Laçiner).
(265-285). Bir Başka Açıdan İngiltere, Asam Yayınları.
Kasım, Kamer. (2002). NATO’ya AB ve ABD İlişkilerine Etkisi Bakımından Ortak
Avrupa Dış ve Güvenlik Politikası. Avrupa Çalışmaları Dergisi, 1(2), 87-99.
Ladrech, Robert. (1998). Redefining Grandeur: France and European Security After the
Cold War.Mary M. McKenzie- Peter H. Loedel (ed.). (ss.85-100). Promise - Reality of
European Security Cooperation: States, Interests, Institutions, Westport, Conn : Praeger.
Mandelbaum, Michael. (1981). The Nuclear Revolution: International Politics Before and
After Hiroshima, New York: Cambrige University Press.
Moisie, Dominuque. (1995). Chirac of France. Foreign Affairs, 74(6),18-13.
Mondon, Aurelien. (2013). Nicolas Sarkozy’s Legitimization of The Front National:
Background and Perspectives. Patterns of Prejudice, 47(1), 22-40.
Sander, Oral. (2012). Siyasi Tarih 1918-1994, Ankara: İmge Yayınları.
Siracusa, Joseph. (2008). Nuclear Wepons, US: Oxford University Press.
Taner, Ahmet Cangüzel. (2011). Fransa’da Nükleer Santraller ve Nükleer Enerji
Perspektifleri. http://www.fmo.org.tr/wp-content/uploads/2011/07/Fransa%E2%80%99daN%C3%BCkleer-Santraller-Ve-N%C3%BCkleer-Enerji-Perspektifleri.pdf
Yost, David S. (1996, Ocak-Şubat). Nuclear Dilemmas. Foreign Affairs, 75(1), 108-118.
277
Küreselleşen Genç İşsizlik Sorununun,
Türkiye’deki Durumunun İstatistiklerle
Değerlendirilmesi
Dr. Necati Kayhan
Konya Karatay Üniversitesi
Kübra Sagun
Eğitimci
ÖZET
ILO’nun -2015 raporunda dikkat çekilen yükselen küresel tehlikeboyutundaki genç işsizlik
sorunu bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’dede bütün çabalara rağmen önemini
korumaktadır. Genç işsizliğin büyüme, iş piyasasına uygun yenilikçive girişimci eğitim
modeli,düzgün iş, şehirleşme ve demografik yapı vb.makro nedenlerin yanında, nitelikli
işgücü, ücret, iş tecrübesi vb. mikro nitelikte birçok nedenleri bulunmaktadır.Bütün
dünyada genç işsizlik sorunun öncelikli olmasının nedeni, çözümünün daha güç ve
sonuçlarınınise toplumlara sosyo- ekonomik ve psikolojik olmak üzere birçok boyutlu
riskler içermesinden kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda yetişkin işsizliğine göre nispi olarak
yüksek oranda seyreden genç işsizlik sorunun sonuçlarıitibariyle sadece ekonomik
kayıplara neden olmamakta, toplumların geleceğini tehdit eden riskleri de bulunmaktadır.
Belirtilen nedenlerle, önemi gereği araştırma konusu yapılan bu güncel nitelikli çalışmada
(genç işsizlik) sorunun önce tanımı ve kavramsal çerçevesi verilmiş. Daha sonra sorunun
Türkiye’ye özgü nedenleri ortaya konulup 1980 global kriz sonrası dönem için Dünyadaki
ve ülkedeki boyutları ulusal ve uluslararası uzman kuruluşların istatistikleriyle
açıklanmaya çalışılmıştır. En son bölümde ise aslında bir avantaj olan genç nüfusun
istihdam edilememesinin toplumda yol açtığı maddi ve manevi kayıplar
değerlendirilmiştir. Sonuç bölümünde ise gelinen süreçte sorunla mücadelede izlenecek
kısa ve uzun vadeli stratejiler tartışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Gençlik, İşsizlik, Genç İşsizlik sorunu, Genç İşsizlikle mücadele
politikaları.
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
A Study on the Problem of Globalized
Young Unemployment in Turkey
through Statistical Data
Dr. Necati Kayhan
Konya Karatay University
Kübra Sagun
Educator
ABSTRACT
The rising problem of youth unemployment which is becoming a global danger and this
was highlighted in 2015 report of ILO has kept its importance in Turkey as in the World
despite all efforts. Besides such macroreasons as development, innovative and
entrepreneurial model of education suitable for the business, steady job, urbanization and
demographic structure etc., youth unemployment has some microreasons like qualified
labour force, wage, work experience etc. There a son why the global problem of youth
unemployment is priority issue through out the world is that the solution is harder and the
results comprise multi-dimensional risks, in particular socio-economic and psychologic
alones, for communities. In this sense, the problem of youth unemployment which is
relatively much higher compared to adult unemployment does not only have economic
losses in terms of its results but it also beare risks threatening the future of communities. In
the current study that was carried out as it is important as to the causes mentioned, the
definition was given first and conceptual framework was drawn for the youth
unemployment. Following that, the reason speculiar toTurkey was determined and the
problem in the World and in other countries was explained with the statistics of national
and international specialist institutions for the period after the global economic crisis of
1980 In the last part, a materialistic and spiritual lossled by unemployment of young
population, which is in fact an advantage, on the community was evaluated. As a
conclusion, short and middle term strategies were discussed in combating the problem.
Keywords: Youth, Unemployment, the Problem of Youth Unemployment, Policies of
Struggling with Unemployment.
279
N. Kayhan ve K. Sagun
1. GİRİŞ
Konu ile ilgili güncel anket sonuçlarına göre günümüzde Türkiye’nin en
öncelikli sorunu; terör den sonraişsizlik olduğu gözlenmektedir. O yüzdendir ki
Anayasanın temel ilkelerinden olan Sosyal devlet ilkesi gereği çalışma hakkının
yerine getirilmesinde Devlet, gücü oranında sorumlu kılınmıştır. (1982,
AY.Md.49) Esasen İnsan Hakları Bildirgesi, Avrupa Sosyal Şartı, UÇÖ gibi temel
uluslararası belgelerde bu konunun önemine dikkat çekilerek çözümünde de
öncelikle devletin sorumlu tutulduğu gözlenmektedir. (http://www.tbmm.gov.tr.)
Ancak gelinen süreçte bütün bu çabalara rağmen, dünyada olduğu gibi Türkiye de
de genç işsizlik sorunu artarak devam etmekte ve önemini korumaktadır. Bunun en
büyük nedeni; genç işgücü arzının artışına rağmen talebin aynı oranda güçleşen
küreselleşme koşulları nedeniyle yetersiz kalmasıdır. Bu yüzden günümüzde genç
işsizlik Türkiye’nin en öncelikli sorunları arasında yer almaktadır. Ülkelerin sahip
oldukları işgücünün istihdam durumu ve niteliği o ülkelerin ekonomik
gelişimlerinin temel göstergelerinden biridir. Ülkeler kalkınmaları için sahip
oldukları insan kaynaklarını en etkin şekilde üretime dahil etmesi gerekir. Çünkü
işgücü insan gövdesindeki baş gibi, üretim faktörlerinin en kıymetli ve stratejik
olanıdır. Ancak belirtilen nedenlerle bugünkü şartlarda ülke kalkınmasında motor
gücü oluşturması beklenen gençler, genelde imkansızlıklar yüzünden atıl konumda
kalabilmektedir. Ne yazık ki gençler 1980’ de başlayan küresel krizlerle birlikte
başta işsizlik olmak üzere birçok sorunlarla mücadele etmekten asli işlevleri
olması gereken geleceğe yeterince hazırlanamamaktadırlar. Gençlerin mevcut
sorunları, ülkemizdeki yetişkin işsizlerin temel sorunlarından soyutlamak mümkün
değilse de ülke geleceğini yakından ilgilendirmesi bakımından daha çok önem arz
etmektedir. Çünkü yeteneklerini gerçekleştirme, iş tecrübesi, kendini yenileme
bakımından altın çağını yaşayan gençler, iş sahibi olma sürecindedezavantajlı
olmalarından ötürü ayrıcalıklı olarak korunması gereken grupların başında
gelmektedir. Aksi takdirde gerek birey, gerek toplum için genç işsizliğin bedeli (
sosyal, psikolojik, ekonomik vb boyutta olmak üzere) çok pahalı olmaktadır. Bu
açıdan bakıldığında genç işsizlik problemi sadece gelişmekte olan ülkelerin değil,
benzeri konumda olan gelişmiş ülkelerin de üstesinden gelmek zorunda oldukları
önemli bir sorundur. Burada vurgulamak gerekirse makro ve mikro nitelikte birçok
nedeni olan genç işsizliğin, çözümü de o derece karmaşık olup nedenlerine göre
çözüm stratejilerinin belirlenip izlenmesi gerektirmektedir. Aksi takdirde özellikle
ne okulda, ne işte atıl durumda olan (NEET)genç nüfusun iradesine rağmen
işsizliği, maddi ve manevi boyutlu olmak üzere toplumlarda ciddi tahribata neden
280
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
olmaktadır. Gerçekten yetişkin işsizliğinden hep nispi olarak 1,5-2 kat yüksekte
seyreden genç işsizlik sorunu sonuçları itibariyle ekonomik (gelir)kayıpların
yanında toplumların geleceğini tehdit edecek nitelikte başta güvenlik olmak üzere
gereksiz risklerin yaşanmasına neden olabilmektedir. Çünkü işsiz genç çok kolay
bir şekilde topluma yabancılaşmakta, şiddete ve suça alet olabilmekteveya kayıt
dışında çalışmak zorunda kalmaktadır. Belirtilen nedenlerle ILO’nun 2015
raporunda da dikkat çekilen yükselen küresel tehlike boyutundaki genç işsizlik
sorunu, bütün kötülüklerin anası olduğu için bu makalede inceleme konusu
olarakele alınmıştır. Bu çerçevede genç işsizlik konusunun hazırlanmasında başta
ILO, TÜİK, İŞKUR, OECD, Kalkınma Bakanlığı İstihdam Raporu başta olmak
üzere geniş kapsamda güncel nitelikli bir çok ulusal ve uluslararası araştırma ve
veri kaynaklarından literatürtaraması yapılarak faydalanmaya çalışılmıştır.
Bunun yanında iş müfettişi olarak; alanda çalıştığım süre boyunca
edindiğim gözlem ve tecrübelerimden yararlanarak sorunun Türkiye’ ye özgü kök
nedenleri ve çözümlerini analiz ederek inceleme yoluna gidilmiştir. Makalenin
planlanması ve dizaynı şu şekildedir: Giriş kısmında genç işsizlik sorununun
önemi, 1.Kısımda kavramsal çerçevesi verilmiş, 2. ve 3. Kısımda, Dünya ve
Türkiye’ ye özgü neden ve özellikleri ortaya koyduktan sonra Dünyadaki ve
ülkedeki sorunun boyutları istatistiklerle açıklanmaya çalışılmıştır. 4. Kısımdaise
bir avantaj olan genç işgücünün düzgün bir işe sahip olamadıklarında işsiz kalan
bireylerin ve toplumun maruz kalacağı maddi ve manevi maliyeti ile riskleri
değerlendirilmiştir. Sonuç bölümünde ise gelinen süreçte sorunun kısa ve uzun
vadeli çözüm stratejileri tartışılmıştır.
2. KAVRAMLAR
İstihdam; bir ülkede belli bir dönemde çalıştırılan toplam işgücü miktarını
ifade eder. Tam istihdam ise bir ekonomide çalışma istek ve yeterliğinde olup da
geçerli ücret düzeyinden çalışmayı kabul eden herkesin iş bulabildiği durumdur.
Eksik istihdam ise üretim faktörlerinin bir kısmının üretime katılmama durumuna
denmektedir. Bunun nedeni talep yetersizliğidir. İşsizlik; 14 yaşından büyük olup
çalışmaya engel bir özrü bulunmayan ve çalışma arzusuna sahip kişilerin iş
bulamaması durumudur. Genç İşsizlik; ILO, BM ve 4857 sayılı İş Yasasına göre
15-24 yaş grubundaki gençler olarak tanımlanmaktadır. Bu yaş grubunda olup da
rayiç ücret düzeyinde aktif iş arama iradesi gösterip referans döneminde bir saatten
fazla iş sahibi olunmama durumuna genç işsizlik denilmektedir (TÜİK). Türkiye
281
N. Kayhan ve K. Sagun
AB ülkelerine ve ABD’ye göre göreceli olarak oldukça genç nüfusa sahip bir ülke
konumundadır. TÜİK’e göre 2012 yılı sonu itibariyle Türkiye nüfusunun
%16,6’sını gençler oluşturmaktadır (TÜİK-2013). Mevcut genç ağırlıklı
demografik yapı Türkiye için bir fırsat olup 2050 yılına kadar bu fırsat verimli
kullanılmadığı takdirde nüfus batı ülkeleri gibi yaşlanma sürecine girmiş olacaktır.
Bu dönemde potansiyel avantajını kullanması gerekmektedir(TÜİK, Nüfus
Projeksiyonları, 2013 – 2075). İşgücüne Katılma Oranı (İKO) İktisadi faaliyet
alanı olarak adlandırılan İKO, toplam işgücünün çalışma çağındaki nüfusa
oranlanmasıyla elde edilmekte ve çalışma çağındaki nüfus içinde işgücünün nispi
ağırlığını göstermektedir. Türkiye % 50 olan işgücüne katılım yönünden OECD
ülkeleriarasında İtalya’dan sonra sondan ikinci durumdadır (https://data.
oecd.org/emp/ labour-force-participation-rate. htm-2015).
3. DÜNYADA GENÇ İŞSİZLİĞİN İSTATİSTİKLERLE NEDEN VE
BOYUTLARI
Dünyada küresel düzeyde genç işsizlik sorununu tetikleyen birçok neden
bulunmakla beraber en önemlisi 21.yüzyıla damgasını vuran Dünya Bankası
(WB),IMF,Dünya Ticaret Örgütü (WTO) veuluslararası iktisadi kuruluşlar
tarafından yönlendirilen neoliberalizm olduğu gözlenmektedir(Stigltz,2004). 1980
yılından sonra yaygınlaşan finans sektörünün kılçıksız balık yemek adına kolay
yoldan paradan para kazanmaya öncelik veren stratejilerin, işsizlikte yapısal sorun
olarak adlandırılan gerekli istihdamı yaratamadığı gözlenmektedir. Gerçekten çok
uluslu şirketler ve küresel sermaye salt kar merkezli hareketi hedeflediği için
gittiği yerde spekülatif nitelikli yatırımları tercih etmektedir. Bu gibi üretken
olmayan finans politikalarının izlendiği bölge ve ülkelerde genelde istihdam
yaratmayan büyümeler söz konusu olmaktadır. Diğer yandan hızlı bilgi ve iletişim
teknolojilerinin yol açtığı küreselleşme koşullarında ülke ekonomileri birbiriyle
daha çok eklemli,rekabet eder konuma gelmiştir. Bu şartlarda finans sektörünün
hâkimpolitikaları yüzünden üretim, büyüme ve uluslararası ticaretin baltalanması
ve rekabetin artması emekçilerin ücret ve sosyal haklarında ciddi oranda
gerilemeye neden olmuştur. Neticede bu gibi uluslararası finans sektörünün
sözkonusu istihdam dostu olmayan salt kar amaçlı stratejileri, dezavantajlı
konumdaki vasıfsız gençleri daha fazla etkileyerek gençlerin düzgün iş bulmalarını
güçleştirmektedir (ILO,2014). Neoliberalizminyol açtığı artan rekabet koşullarında
başta Çin olmak üzere maliyeti düşürmek adına artan ATİPİK çalışma biçimler
ipek çok durumda ve pek çok ülkede güvencesizlik, eşitsizlik ve yoksulluk
282
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
oranlarını artırmaktadır. Diğer yandan bu olumsuz eğilimler, kriz sonrası dönemde
küresel ekonominin ve pek çok işgücü piyasasının özellikleri olarak öne çıkan
yetersiz küresel talep ve büyümedeki yavaşlığın oluşturduğu kısır döngüyü sürekli
kılmaktadır.” Bu konuda dünyadaki istihdam dostu olmayan çarpık büyümeye
ilişkin tabloya bir örnek olarak günümüzün üretim üssü konumuna gelen Çin
ekonomisi ve dünyadaki yansımaları verilebilir. Nitekim yapılan bir araştırmaya
göre günümüzde olduğu gibi 2006 yılı itibariyle ÇİN, dünyadaki IPAD üretiminin
%30’undan sorumlu iken Çinli işçiler ancak, IPAD üretimi ile ilgili 2006 yılında
ödenen ücretlerin sadece %3’ünü almışlardır. Aynı şekilde IPHONE üretiminin
büyük bölümü Çin’de gerçekleştiğinden çok sayıda Çinli iş sahibi oluyor fakat bu
üretim işleminden en büyük kar sahibi ABD (%58,5) olmaktadır. Çinli işçilere
ödenen ücretlerin nihai satış değeri içindeki oranı ancak %1,8’dir. Günümüzde
aynı şekilde dünyadaki istihdamın ve üretimin büyük bir bölümü Çin’de
yoğunlaşmasına rağmen ücretlerin büyük bölümü ise ABD’de ödenmektedir
(Kurnaz,2014).Aynı şekilde neoliberalizmin yaygınlaşması küresel rekabet
baskısıyla sosyal devlet anlayışından uzaklaşma, kriz, esneklik,iş gücünün ve
sermayenin hızlı dolaşımı gibi etkenlerin yol açtığı aşırı rekabet ortamı en fazla
vasıfsız ve tecrübesiz konumdaki genç işgücünü etkilemektedir (Petrol İş,2002;
ILO,2014). Sonuçta hâkim küreselleşme koşullarında hem ulusal, hem uluslararası
gelir dağılımı çok uluslu şirketler ve gelişmiş ülkeler lehine bozulmaktadır. Bu
bağlamda gelinen süreçte 2015 - ILO verilerine göre dünya genel istihdam oranı
%60,5 ve işsizlik oranı ve %4,5 iken bu oranlar genç nüfusta %13,1'dir( Tablo:1).
Tablo: 1 Dünyada Yetişkin (15+ ve genç işsizlik (15-24) Oranları (2007-2015)
2008
2009
2010
2011
2012
2013
2014
Gençİşsizliği(milyon)
70.5
2007
72.9
76.6
75.6
74.4
74.3
73.9
73.3
2015p
73.4
Yetişkinİşsizliği(milyon)
100.5
106.1
121.5
120.8
120.9
123.0
125.7
126.2
128.2
Toplamİşsizlik(milyon)
171.0
179.0
198.1
196.4
195.3
197.3
199.6
199.4
201.6
Gençİşsizliği(%)
11.7
12.2
12.9
13.0
12.9
13.0
13.0
13.0
13.1
Yetişkinİşsizliği (%)
4.0
4.2
4.7
4.6
4.5
4.5
4.5
4.5
4.5
Toplamİşsizlik
5.5
5.7
6.2
6.1
6.0
6.0
6.0
5.9
5.9
Gençişsizliğin/Yetişkinişsizl 2.9
iği
2.9
2.8
2.8
2.8
2.9
2.9
2.9
2.9
Kaynak : :ILO,Trends-2017-2015
Dünyadaki istihdamın durumu ile ilgili diğerbir belirgin özellikise genç
işsizlik, bir yandan artarken işgücüne katılımda gittikçe düşmektedir. Genç
işsizliğine yol açan diğer küresel bir sorun ise; genç işgücü piyasasına ilişkin arz
283
N. Kayhan ve K. Sagun
ve talep taraflarının beklentilerinin örtüşmemesidir. Global rekabet baskı
koşullarındaişverenler genelde karlarını korumak adına ucuz, vasıfsız, geçici
nitelikte işgücü peşinde iken, gençler ise genelde iyi ücret ve sosyal hakların
gözetildiği, güvenlikli, düzgün iş talep etmektedirler. Bu nedenle taraflardaki
mevcut farklı beklentiler bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de genç işsizlikle
mücadeleyi güçleştirmektedir. Genç işsizlik ile ilgili bütün dünyadaki kök neden
ve ortak sorun artan genç nüfusa rağmen yeterince düzgün (kaliteli) iş
yaratılamamasıdır. Bu yüzden birçok genç üniversite mezununun beklentileri
(düzgün, insan onuruna yakışır iş v.b.) yüksek olduğu için ya çalışmak
istememekte ya da düşük vasıflı işlerde istemedençalışmak zorunda
kalmaktadırlar. Bu bağlamda okuldan işgücü piyasasına geçişte bir ara dönemi
ifade eden ikincil işgücüolarak,alt işverenlikler gibi iş güvencesi ve korumanın
düşük olduğu esnek çalışmanın olduğu sektörlerde (informel) çalışılmaktadır
(Eurostat,2015).Çünkü genelde vasıfsız konumda olan genç işçiler, işletme içi
eğitimden daha az yararlanmış olmaları münasebetiyle işten çıkarılmaları
durumunda işletmenin kaybı yetişkin kıdemli işçilere göre daha az olmaktadır. Son
giren ilk çıkar(last in firstout) prensibi gereği herhangi bir kriz anında genç işçiler
öncelikle çıkarılmaktadır. Günümüz koşullarında düzgün iş bulmak artık çok
kolay değildir. Hâlbuki bilindiği gibiMaslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisine
göre ideal bir işte insanın tatmin olması için, sadece maddi unsurların iyi olması
bileesasen yetmemektedir. Ancak bugünkü şartlarda düzgün iş kıtlığı aşırı rekabet
v.bolumsuz koşullar nedeniyle de diğer gerekli olan sevgi, saygı, kendini ifade
etme yeteneklerini gerçekleştirmeyev.b manevi unsurların aranmasına çoğu zaman
ne yazıkki sıra dahi gelmemektedir. Artık günümüzde çok sınırlı sayıda şanslı
gençler ancak belirtilen ideal manada iş imkanına sahip olabilmektedir. Nitekim
Avrupa’da dagenç işsizlik oranı oldukça yüksek seyretmektedir. Bu yüzden
buradakigençlerin büyük çoğunluğu geçici veya esnek biçimde olmak üzere
güvencesiz işlerde çalışmak zorunda kalmaktadırlar (Statista-2015). Çünkü
günümüz koşullarında vasıfsız gençlerin kayıtlı, düzgün işler bulması hayli
zaman almakta ve işsiz kalma süreleri de uzun olmaktadır. Bunların daha ziyade
yoksul ailelerden gelen, okulu erkenden terketmiş, vasıfsız gençler olup büyük
oranda sosyal dışlanmaya maruz kaldıkları gözlenmektedir. Belirtilen nedenlerle
büyük oranda ailelerinden devir aldıkları yoksulluk kısır döngüsünü uzun
dönemde de genelde kıramamaktadırlar (ILO, 2008). Bu konuda ILO’nun genç
işsizliğin çözümüne yönelik önem arz eden istihdam politikalarını dört
anabaşlıkta toplandığı görülmektedir. Bunlar: a) İstihdam edilebilirlik
(geçerli meslek) b) Fırsat eşitliği (kadın-erkek, fakir- zengin) c) Girişimcilik
284
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
ve ç) İstihdam yaratmadır (Erdayı, 2009).Son yıllardaki genç işsizlik sorunun
tırmanışı üzerine uluslararası çalışma hayatının önde gelen işçi ve işveren
örgütlerinin genç işsizlikle mücadeleye öncelik vererek başa çıkma konusunda
işbirliği yapacaklarını beyan ettikleri gözlenmektedir. Bu örgütlenmelerden iki
tanesi: Avrupa İş Hayatı Sosyal Ortakları (BUSINESS EUROPE;
ETUC;CEEP,UEAPME) ve G-20 ülkelerinin işveren teşkilatlarının kurduğu
Business 20(B20) dir. Aynı ülkelerin işçi teşkilatları ise Labour-20 (L-20) yi
kurmuşlardır. Ayrıca bu süreçte bu işçi ve işveren temsilcilerinden oluşan
komisyonlarca, öncelikli amaçlarının gençlere iş temini olduğubeyan edilmiştir
(TİSK,2013). Aynı amaçla 2001 yılında da BM, UÇÖ (ILO) ve Dünya Bankası
tarafından genç işsizliği ile etkin mücadele için örnek ülke deneyimlerini derlemek
amacıyla Gençlik İstihdam Ağı (YEN) denen bir veri bankası oluşturulmuştur.
Amaç, bu kanalla elde edilen veri akışı sayesinde, genç işsizlik sorununu çözmede
faydalı olabilecek örnek istihdam modellerini ortaya koymaktır. Türkiye ise bu
YEN in öncüsü olan dokuz ülkeden biri olarak bu faaliyetin içinde yer almıştır
(Betcherman,2007;ILO,YEN)
3.1. TÜRKİYE’DE GENÇ İŞSİZLİĞİN PROFİLİ VE NEDENLERİ
Türkiye, diğer gelişmekte olan ülkeler gibi ciddi boyutta yapısal nitelikte
istihdam ve işsizlik sorunları yaşamaktadır. Hatta genel olarak diğer ülkelerle
karşılaştırıldığında işsizlik oranı yüksek, istihdam oranı ve özellikle kadın
istihdam oranı düşük ülke konumundadır. İstihdamın kalitesi açısından da yapılan
karşılaştırmalar, Türkiye’deki istihdam sorununun kronik zayıf yapısına işaret
etmektedir.Bu yüzdendir ki Türkiye’ deki gençlerin %50,9’dan fazlası vasıf ve
tecrübe yetersizliğinden okul bittiğinde ilk etapta kayıt dışı sektörde çalışmak
zorunda kalmaktadır (TÜİK-2012). Bunlar zaman içerisinde yetersizlik nedeniyle
kayıtlı sektöre geçiş bile yapamamaktadır. Bu bağlamda ülkemizin istihdama
ilişkin öne çıkan özellikleri tarım istihdamı, toplam istihdamın hala dörtte birinden
fazladır ve tarımda ise büyük ölçüde verimsizlik söz konusudur. Bunun sonucu
ücretli istihdamı düşük, ücretsiz aile işçiliği hala yaygındır. Tarım dışı işsizlik
verileri daha da endişe vericidir. Nitekim Türkiye’de en yüksek işsizlik tarım dışı
genç kadınlarda görülmektedir. Bu nedenlerle İŞKUR’un kırsal bölgelerdeki
örgütlenmesi ve hizmetlerinin güçlendirilmesi çok önem arz etmektedir.Ayrıca
işsizliği tetikleyen köyden şehre göçü önlemek için tarım sektörünün her yönden
teşvik edilerek cazip hale getirilip rekabet düzeyinin artırılması gerekmektedir.Bu
bağlamda kırsal alanlarda mesleki eğitimin nitelik ve niceliğinin artırılması bu
285
N. Kayhan ve K. Sagun
alandaki öğrencilerin desteklenmesi, gelir getirici faaliyetlerinin çeşitlendirilmesi,
organik tarım, kırsal turizm, modern hayvancılık, su ürünleri yetiştiriciliği, meyve,
sebze ve kesme çiçek üretimi, ürün pazarlama ve işleme gibi yüksek katma değer
oluşturan faaliyetlerin ve üretici örgütlerinin desteklenmesi ile kırsal kesim
gençlerine yeni iş fırsatları sağlanması önem arz etmektedir (İŞKUR,2011). Göç
eden kişilere yönelik olarak temel yaşam becerileri, kent yaşamına
adaptasyon/entegrasyon konulu pilot uygulamalar yaygınlaştırılmalıdır. Gençlerin,
yaygın mesleki eğitim ve iş fırsatları bakımından ilgili yerel resmi ve sivil
kuruluşlar tarafından sürekli bilgilendirilme ihtiyaçları bulunmaktadır. Gelinen
süreçte, Türkiye ‘de genel işsizlik oranı 2015 yılı itibariyle %10,5 dir. Gelinen
süreçte ülkedeki işsizlik oranı son dört yıldır tek haneli iken,tekrar çift haneye
çıkmış bulunmaktadır. Öte yandanülkemizde gençler arasında işsizlik oranı
yetişkinlere oranla bütün dünyada olduğu gibi genelde iki kat daha yüksek
düzeydedir. Son yıllarda Türkiye de G. İşsizlik oranıkısmen düzelme eğiliminde
olup 2015’ de,2014 yılına göre düşmüştür. Nitekim 2014 yılında % 19,1 olan genç
işsizlik oranı, 2015’te %18,5 gerilemiştir (Tablo:2).
Tablo2: Türkiye Mevsim Etkilerinden Arındırılmamış Temel İşgücü
Göstergeleri Eylül 2014 - 2015
Kaynak :TÜİK 2014-2015 verileri
Türkiye de tarım dışı genç işsizlik oranı;yaklaşık %22,4 olup daha
yüksektir(TÜİK HİA Ekim-2015). Diğer yandan, 2015 yılı TÜİK Adrese Dayalı
286
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Nüfus Kayıt Sistemi sonuçlarına göre, Türkiye de ortalama yaşdüzeyi 31’dir.
Mevcut nüfus profili ilehalen Türkiye yoğun bir genç nüfusa sahip olduğundan
diğer ülkelere göre, genç işsizlik sorunlarını çok daha ağır yaşamaktadır. Nitekim
Türkiye deki genç işsizliği, Tablo- 3 de görüldüğü gibi OECD ortalamalarından
daha yüksektir (Tablo:3).
Tablo 3: OECDÜlkeleri 15 – 24 Yaş Genç İşsizliği Oranları(%)
Ülke
AB
Ortalaması
ABD
Almanya
Avustralya
Avusturya
Belçika
Birleşik
Krallık
Brezilya
Endonezya
Fransa
Hollanda
İsveç
İtalya
Japonya
Kanada
Kore
Meksika
Norveç
OECD
Ortalaması
Portekiz
Şili
Türkiye
2007
2008
2009
2010
2011
2012
2013
2014
15,9
15,9
20,3
21,4
21,7
23,3
23,7
22,2
10,5
11,7
9,4
9,4
18,8
12,8
10,4
8,8
8,5
18,0
17,6
11,0
11,5
10,7
21,9
18,4
9,7
11,6
9,5
22,4
17,3
8,5
11,4
8,9
18,7
16,2
8,0
11,7
9,4
19,8
15,5
7,8
12,2
9,7
23,7
13,4
7,8
13,3
10,3
23,2
14,2
14,1
19,0
19,5
20,2
21,2
21,1
16,3
16,8
25,1
19,1
7,0
19,2
20,4
7,7
11,2
8,8
6,7
7,3
15,5
23,3
18,6
6,4
20,2
21,2
7,2
11,6
9,3
7,0
7,5
17,8
22,2
23,2
7,7
24,9
25,3
9,1
15,3
9,8
10,0
9,2
21,4
22,9
8,7
24,8
27,9
9,2
14,9
9,8
9,3
9,3
15,3
22,8
22,1
7,7
22,8
29,2
8,0
14,3
9,6
9,8
8,6
14,6
19,6
23,9
9,5
23,7
35,3
7,9
14,4
9,0
9,3
8,6
15,0
21,6
23,9
11,0
23,6
40,0
6,9
13,7
9,3
9,2
9,2
..
..
23,2
12,7
22,9
42,7
6,3
13,5
10,0
9,6
7,8
12,0
12,7
16,7
16,7
16,2
16,3
16,2
15,0
16,7
14,4
17,8
20,0
16,7
14,0
19,7
20,5
20,3
18,5
22,6
25,3
22,8
16,9
18,6
21,7
30,3
15,2
17,5
18,4
37,9
14,8
16,3
17,5
38,1
13,8
16,1
18,7
34,8
13,7
16,5
17,9
..
Kaynak: EUROSTAT; OECD-2015
Ülkemizdeki genç işsizliğin en önde gelen nedenlerini özetlemek
gerekirse:Her yıl artan nüfus ve genç işgücü arzına karşılık yeterli istihdam
imkanlarının üretilememesi, sık yaşanan krizler, enflasyon, siyasi istikrarsızlık ve
terör nedeniyle işyerlerinin kapanması veya çalışanların işten çıkarılması, köyden
kente göçler, mülteci akını, tarımın makineleşmesi sonucu her yıl ortaya çıkan
gizli ve sürekli işsizlik, açık işlerin ise yeni kuşakların iş beklentisine uymaması,
287
N. Kayhan ve K. Sagun
neoliberalizm anlayışlı yatırım ortamının büyüme hızına ve istihdama olumlu
yansımaması, dış ülkelerdeki istihdam imkanlarındaki azalma, yurda kesin dönüş
yapan işçi sayısındaki artış, sanayideki makineleşme eğilimi, kar merkezli hareket
eden sermayenin uzun vadeli ihracat merkezli üretim yerine inşaat ve ithalat gibi
risksiz rant merkezli genelde istihdam dostu olmayan alanlara yatırım yapması
gibi unsurlar karşımıza çıkmaktadır. Nitekim son yıllarda imalat
sanayiningerilemesiyle birlikte mevcut “işlerin kalitesi” de atipik çalışma
biçimlerinin artmasına paralel olarak gerilemektedir. TÜİK verileri 2012’den bu
yana sanayide istihdam kayıplarının 100 bin kişiye ulaştığını; “yeni” istihdamın
çoğunlukla “eğitim”,“güvenlik”, “konaklama ve yiyecek” ve “perakende ticaret”
gibi hizmet sektörlerinde ve geçici nitelikli işlerde olduğunu göstermektedir.
Diğer yandan ülkemize dair eğitim kalitesinin OECD, PISA göstergelerine
göre hem düşük düzeyde, hem de iş piyasasına uygun olmayışı vb. hususlar dikkat
çekmektedir. Okul öncesi eğitimdeki okullaşma ise yine düşük düzeydedir.
Yetenekleri ortaya çıkarma ve geliştirmeye yönelik rehberlik hizmetleri
yetersiz durumdadır. Türkiye’ye ilişkin belirtilenlerin dışındaki G. İşsizliğinin
diğer önemli uluslararası boyutlu nedenleri ise; küreselleşme, teknolojik değişim,
işgücü piyasalarında bölünme, a tipik istihdam biçimlerinin yaygınlaşması gibi
kavramların birlikte dikkate alınması önem arz etmektedir (Kayhan,2007;TİSK,
2013). Makro plandaki sorunlardan orta gelir tuzağına yakalanmış olan iç
tasarrufların milli gelire oranı Türkiye’de yüzde 14 dolayındayken, gelişmiş
ülkelerin çoğunda %17’nin üzerinde seyretmektedir. Büyümeyi finanse edecek iç
tasarrufun düşüklüğü dış piyasalardan sıcak para aranmasını gerektirmektedir.
Günümüzde istihdam yaratan imalat sanayi yatırımı, hem düşük olup, hem de
içeriğinde yüksek teknoloji sektörlerin payı% 2-3 düzeyindedir. Gelişmiş
ekonomilerde ise bu oran çift haneli rakamlarda seyretmektedir. Mevcut istatistik
göstergelerine göre ülke çalışanların neredeyse % 40’nın kayıt dışı olduğu ve
kayıt içinde çalışanların ise yarıya yakının asgari ücretten gösterildiği bir ekonomi
görünümündedir. Bu yapısal sorunlar ise Türkiye’nin orta gelir grubundan daha
üst gelir grubuna çıkmasını halen güçleştirmektedir (http://www.odd.org.tr/
web_2837_1).
Ayrıca G. İşsizliksorunun boyutlarını doğru tespit noktasında da sıkıntılar
bulunmaktadır. Örneğin; Birleşmiş Milletlerin (BM) standart tanımına göre
gençlik, 15-24 arasındaki yaş grubunu kapsamaktadır. Fakat günümüzde y.lisans
vb. eğitim süresinin uzaması gibi nedenlerle giderek artan sayıda gencin işgücü
288
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
piyasasına girişi 25 yaşından sonrasına ertelendiği göz önünde
bulundurulduğunda, 15-24 yaş aralığının işgücü piyasasına girme yaşı olarak
belirlenen istatistiksel tanımının geçerliliğinin kaybolmasına yol açtığı
gözlenmektedir. Bu konuda küresel çapta kıyaslamayı kolaylaştıracak ortak
gerçekçi kıstasların kullanılmasında ihtiyaç bulunmaktadır. Sorunun doğru tespiti
açısından dikkat çeken bir husus, Türkiye deki G. İşsizlik oranı eğitim düzeyine
göre incelendiğinde: En fazla işsizlik oranı batıdaki durumun tersine %28,5 ile
üniversite mezunu, 2.sırada %19,8 ile genel lise mezunları en son sırada ise %2,5
ile ilkokul mezunları gelmektedir (TÜİK-2012). Aynı konudaki, 2013 TÜİK
verilerine göre: Bu tablonun son yıllarda biraz değişmekte olduğu ve 2013 yılının
en yüksek genç işsizlik oranını %29,2 ile yükseköğretim mezunlarının bilahare
%21,9 genel lise mezunlarında olduğu bunu sırası ile %18,6 meslek lisesi
mezunlarının %15,5, ilkokul mezunu olanların %10,9ve en düşük oranın ise
%10.3 ile okur-yazar olmayanların teşkil ettiği gözlenmektedir (Tablo: 4)
Tablo4:Türkiye’de Cinsiyet Bazında, Eğitim Düzeylerine Göre Genç İşsizlik
Oranları (% )
Eğitim Durumu
Okuma-Yazma
Bilmeyen
Okuma Yazma Bilen
Fakat Bir Okul
Bitirmeyen
İlkokul
Ortaokul veya Dengi
Meslek Okul
Genel Lise
Lise Dengi Meslek
Okul
Yüksek Okul veya
Fakülte
İlköğretim
Toplam
Kadın
5.9
Erkek
18.3
Toplam
10.3
9.7
19.0
15.5
9.2
13.7
11.7
15.8
10.9
15.1
26.2
25.1
19.1
14.9
21.9
18.6
34.2
23.4
29.2
15.3
21.9
15.6
17.0
15.5
18.7
Kaynak: TÜİK-2013, Eğitim Düzeyine göre Genç İşsizlik Oranları
Bu konuda batı ile ayrışan bir özelliğimiz bulunmaktadır. Gelişmiş
ülkelerde eğitim düzeyi yükseldikçe işsizlik oranı düşerken bizde bu trend farklı
seyretmektedir. Bir başka deyişle Türkiye’de ilköğretim ve lise öncesi okul
289
N. Kayhan ve K. Sagun
eğitimini tamamlamış olan 20-29 yaş aralığındaki gençlerin, lise ve
yükseköğrenimmezunlarına göre işsiz kalma eğilimi daha düşüktür (YeniTürk,
2007). Bunun nedeni ise; okuldan henüz mezun olmuş yeni iş arayanların
deneyimsizlikleri, uygun iş bulmalarının süre alması, lise mezunlarının vasıfsız
olması, üniversiteden yeni mezun olanların ücret beklentilerinin yüksek olması
gibi faktörlere bağlanmaktadır.Genelde Türkiye’ deyoksul işsiz gençlerin, inşaat,
turizm, tekstil ve tarım gibi geçici işlerde ya da kayıt dışı sektörde iş
bulabildikleri gözlenmektedir.
O yüzden ilköğretimden itibaren iyi bir rehberlik sistemi ile çocukların
yeteneklerini keşfedip o doğrultuda mesleki eğitim almalarının sağlanması,
gençlerin hem vasıf hem iş bulma sorunlarını kolaylaştıracak hem de kişi sevdiği
işi yapacağı için iş tatmini sorunu çözülmüş olacaktır. Çünkü iş piyasasında
geçerli bir mesleğe sahip olup alanında çok iyi olan nitelikli bir gencin, işsiz kalma
riski çok düşük olmaktadır.
Diğer önemli bir konu ise işgücü arzı ile talebin vb. Beklentilerin
buluşmaması sorunudur. Bunun en büyük nedeni;Türkiye’de mesleki eğitime
yönelik toplumsal ilgi ve algı halen çok zayıf ve düşüktür. Bu durumun ıslahı için,
tanıtımın yanında, mezunlar açısından ara işgücü olarak çalışmak cazip hale
getirilmelidir. Ayrıca çalışırken de modüler yaklaşımla gençlerin kendini
yenileme isteği olması halinde dört yıllık yükseköğrenime geçiş imkanları
verilmelidir. Batıda olduğu gibi meslek okullarında, kaliteyi yükseltmek için her
türlü önlem(güncel teknolojik donanım ve kaliteli öğretim kadrosu,üniversite ve
sanayi ile işbirliği, öğrenci alımında puanın yanında yetenek testi aramak, çalışma
ve eğitim şartlarını iyileştirmek vb.) alınmalıdır. Meslek okullarının, orta eğitim
genelindeki ağırlığının yanında, eğitim programları ve teknik donanımlarının
modüler yaklaşımla geleceğin meslekleri veiş piyasası beklentilerine göre
sıkyapılandırılması gerekmektedir. Bu sayede meslek okul mezunlarının artık iş
arayan değil de, aranan kalifiye işgücü düzeyinde yetişmeleri mümkün olacaktır.
Genel ve genç işsizlikle mücadelede son yıllarda İşKur’un sorunu ve engelleri
tespit etmek ve ortadan kaldırmaya yönelik veri toplamak üzere yerel düzeyde iş
piyasası araştırmalarını artırması önemli bir gelişmedir. Yine aynı amaçlı TÜİK’
in HİA sonuçlarını yıllık olarak açıklaması işsizlikle mücadelede önemli bir adım
olarak kabul edilmesi gerekir. Çünkü sorunla ilgili yeterli veri toplamadan
yürütülecek stratejilerin başarısız olacağı açıktır. Ülkedeki gençlerin işgücüne
katılmama nedenlerine ilişkin araştırma sonuçlarına göre: Genç kadınların
290
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
İşgücüne katılma oranının düşüklüğü, yüksek öğretimde okullaşmanın yüksekliği
kalitenin düşüklüğü, ev işlerinde çalışma, küskünler, meslek eğitiminin
beğenilmeyişi vb. hususlar ön plana çıkmaktadır. Benzeri nedenlerle 15-24 yaş
arası ne okulda ne işte olan NEET grubuna giren gençlerin oranı ise halen (%25)
olup geçmişe göre azalma eğilimindedir. Ancak azalma eğilimine rağmen, Türkiye
deki NEET oranı diğer OECD ve AB ülkelerine göre yaklaşık %10 puan daha
yüksekte kaldığı gözlenmektedir. Bu gibi NEET grubundaki gençlerin atıl
kalmalarının kök nedenlerinin belirlenip çözüm üretilmesi genç işsizlik ile
mücadelede büyük önem arz etmektedir (OECD,2015).
Bu amaçla bugün TÜİK ve İŞKUR tarafından iş piyasasının, iş gücünden
aradığı vasıflar ile açık işlere yönelik güncel nitelikte araştırmaveri sonuçları
yayınlanmaktadır (İŞKUR,2016). Yine İŞKUR un, son yıllarda aktif istihdam
hizmetleri (AİP) sayesinde artan oranda işe yerleştirme faaliyetlerinden alınan
sonuçlar, AİP’nin önemini ortaya koymaktadır (Alabaş Demir,2016). Belirtilen
çerçevede değişen iş piyasası şartlarına göre her konumdaki işsiz genci, iş sahibi
yapmak amaçlı meslek eğitimi, iş bulmak, girişimci yapmak noktasında,
İŞKURUN, araştırma, rehberlik, eğitim, fırsat ve teşvik vermeye yönelik
çalışmaları yoğun olarak devam etmektedir. Bu çerçevede, İŞKUR’ un düzenlediği
AİP ile 2014-2015 yıllarına ilişkin, iş piyasasında ihtiyaç duyulan kilit personelin,
iş başı eğitim ve mesleki eğitim kursları ile sırasıyla 2014 yılında %60 ve 2015
yılında ise %73 oranında karşılanmak suretiyle, hayli olumlu sonuçlar alındığı
gözlenmektedir (Aslan,2015). Gençlerin, sermayenin güdümünde yayın yapan
medyanın da etkisiyle günümüz refah toplumu koşullarında üretmeden tüketmek
vb. sorumluluktan uzak anlayışla genelde sosyalleştikleri gözlenmektedir. Bu
gibidisiplin, motivasyon sorunlu ve vasıfsız gençleri hayata hazırlamak, kişisel
becerilerini geliştirmek bakımından,sosyal sorumluluk projelerinde rol almalarının
teşvik edilmesi önem arz etmektedir. Çünkü günümüzde hızlı değişen çalışma
koşulları nedeniyle kendi alanında uzman olmanın yanında, bilgiye ulaşabilen,
bilişim teknolojilerini kullanabilen, en az bir yabancı dile hakim, temel muhasebe
bilgisi olan değişime ve öğrenmeye açık, analitik düşünen,çözüm odaklı bireylerin
yetiştirilmesi gerekmektedir. Nitekim AB’ de benzeri amaçla planlanan, gönüllü
faaliyetlere katılan gençleri teşvik için, bu gibi aktivitelerden edindikleri, tecrübe
ve beceriyi gösteren bir sertifika verilmektedir. Youthpass denen bu sertifikanın
niteliğini kısaca açıklamak gerekirse; AB’nin Gençlik Programı (YIA)
kapsamındaki yaygın öğrenimin tanınması ve belgelendirilmesini geliştirmek
291
N. Kayhan ve K. Sagun
amacıyla verilen, AB nezdinde geçerliliği olan ve işe girişlerde prestiji olan bir
eğitim sertifikasıdır(https:// www.youthpass. eu/ tr/ youthpass/).
İş Kurun G. İşsizlikle mücadelede başvurulan AB kaynaklı AİP’den daha
etkin olarak sonuç almak bakımından Türkiye’ ye özgü şartların dikkate alarak
uygulanmasında fayda görülmektedir. Çünkü AİP’ninseçim ve icrasında,
kentleşmenin tamamlandığı, kayıt dışının büyük ölçüde önlendiği, eğitim
düzeyinin kısmen yüksek olduğu ve işsizlik sigortası, pasif istihdam politikalarının
daha kaliteli durumdaki sosyal yardım, ahlaki,sosyal ve ekonomik yapıları farklı
AB ülkeleriyle benzeri koşulları taşımayan Türkiye’nin kendine özgü durumunun
gözardı edilmemesi gerekir (Uyanık; Bedir, 2006). Çünkü bu manada günümüzde
kısa süreli sübvansiyonlarla sürdürülen AİP’nin etkinliğinin her ne kadar başarılı
yönleri varsa da, eleştirilen yönleri de bulunmaktadır. Bunlar: Gençlere geçici
sübvansiyonlarla bulunan işler düzgün uzun vadeli iş niteliğinde olmadığı gibi,
istihdama ek katkıda sağlayamamaktadır. Çünkü çeşitli teşvikler nedeniyle
işverenler yaşlı işçilerden kurtulup genç işçiyi tercih etme eğilimine girmekte, bu
durumda ise işsizliğin hacmi değil de profilideğişebilmektedir (Dertli,2007).
Sürdürebilirliği güç görünen sübvansiyonlarla genç işsizliği çözme yöntemleri
ülkelerin zenginliği ile endeksli yakın denetime muhtaç palyatif bir yöntem olup
ikincil derecede öneme haiz bir destekleme politikası olarak ancak
değerlendirilebilir. Ayrıca günümüzde maliyeti yüksek olan sübvansiyonların
kaldırılması halinde, bunun devlete karşı ciddi bir baskı unsuru olarak kullanılma
ihtimalinin yüksek olacağı savunulmaktadır (Gündoğan,1999;Kayalı,2015).
Belirtilen çerçevede G. İşsizliğine yönelik stratejilerin belirlenmesi ve
uygulanmasında etkinlik için ülkenin konu ile alakalı başta devlet, işçi ve işveren
olmak üzere tüm resmi ve sivil kuruluşların eş güdümlü olarak hareket etmesi
beklenmektedir. Diğer yandan kriz, durgunluk, terör vb. makro plandaki
nedenlerin çözümünde küresel düzeyde de çaba harcamak önem arz etmektedir.
Örneğin ülkenin ek bir sorunu olarak günümüz koşullarında ülkemizde zaten
mevcut artmakta olan vasıfsız genç işsiz sayısının iş ihtiyacı karşılanmazken birde
küçümsenmeyecek sayıdaki Suriyeli mültecilere çalışma hakkının tanınması başka
bir handikap olarak kısa vadede G.İ. sorunun çözümünü daha da güçleştirmektedir.
Belirtilen nedenlerlesorun ile ilgili olarak G-20 zirvesinin, dünyanın en gelişmiş
20 ülkesinin Devlet ve Hükümet Başkanlarının imzasını taşıyan deklarasyonunda,
küresel nitelik arz eden G.İşsizlik sorununa özellikle atıfta bulunularak küresel
çapta işsizlikle mücadelede, özellikle gençlere yeni iş imkânları yaratılması
konusunda ortak çaba sarf edilmesi gerekliliği vurgulanmıştır. Türkiye de, halen,
292
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
küresel ve yerel iş çevrelerinin bir araya geldiği G-20’nin açılım gruplarından olan
Labour-20 de, etkin bir rol üstlenmiş durumdadır. Genç istihdam sorununu
merkeze alan bu platformlarda ülkemizin etkin rol alması, ülkemizin genç
istihdam sorunun çözümüne ivme kazandıracağı beklenmektedir (Karagöl,2016).
4. GENÇ İŞSİZLİĞİN MALİYETİ
Genç işsizlik konusunda insanın insanca yaşaması için sosyal devletin
öngördüğü isteme haklarından olan çalışma hakkı yaşamsal öneme haizdir. Bu
bağlamda işsizliğin maliyeti çok ağır kayıplara neden olması bakımından insan
yaşam kalitesi ile doğrudan alakalı bir olgudur.O yüzdendir ki dezavantajlı gruba
giren işsiz gençlerin düzgün bir işe sahip olma hakkı, kişinin diğer temel haklarını
insana yakışır kalitede kullanması bakımından da hayati önem taşımaktadır.
Nitekim bu manada çalışma hakkı sadece İnsan Hakları Bildirgesi gibi uluslararası
belgelerde, Anayasamızda yer almamaktadır (AY.Md.46). Fiiliyatta insanlık tarihi
boyunca mevcut olan çalışma hakkı bizim ulusal kültürümüzde de uzun zamandan
beri önemsenmekte, dillendirilip yaşatılmaktadır. Bu paralelde kültürel
kodlarımızda hep yer almış olan çalışma hakkının önemini teyit için “işsizliğin yol
açtığı fakirliğin insanı küfre (isyana) götüreceğini”, “Devleti yaşatmak için önce
insanı yaşatmak gerektiği” gibi konuya ilişkin çok anlamlı mesajlar içeren değer
yargılarımız bulunmaktadır. Bütün bu ve benzeri ifadelerin varlığı dabize,
insanlık tarihinden beri mal ve hizmet üretmeye ilişkin “altın bilezik” denen bir
meslek sahibi ve üretici konumda olmanın insanın en doğal hak ve görevi
anlayışıyla önemsenerek Türk-İslam kültürünce de hep takdir ve teşvik edildiğini
göstermektedir. Diğer yandan günümüzde, çok az gerçek payı olsa da, işsizliğin
çok kötü bir şey olmadığını iddia eden, hatta insanı daha verimli ve donanımlı
yapacağını ifade eden görüşlerde bulunmaktadır. Ancak işsizlik sorununa biraz
empati ile bakıldığında, gerçeğin hiçte iddia edildiği gibi süper olumlu sonuçlara
gebe olmadığı hatta işsizliğin genelde bütün kötülüklerin anası olduğu
gözlenmektedir. Ayrıca işsizliğin bedelinin sadece fakirlik olmadığı, işsizliğin
birey ve toplum için maddi ve manevi birçok ağır sonuçları olduğu görülmektedir.
Bu yüzden yaşamsal sosyal hak niteliğinde olan çalışma hakkınınicrası sorunu
sadece insanların insafına bırakılmamış, devlete görev olarak da verilmiştir. Çünkü
geleceğin teminatı olan gençlerin işsizlik nedeniyle yeteneklerini kullanamaması,
özgüvenlerinin yıkılması, yoksulluk ile eğitim sisteminde ki bozukluklar hem
genç, hem ülke için maddi ve manevi bakımdan ciddi risk ve yıkım anlamına
gelmektedir( Akgeyik, 2000). Ayrıca bu manada gençlerin çalışmaması kadar
293
N. Kayhan ve K. Sagun
düzgün olmayan koşullarda çalışması da benzeri bir risk durumu olarak
değerlendirilmesi gerekir. Bu bağlamda işgücünün iş kaybına ilişkin bir nebze
güvencesini sağlayan, iş güvencesi, kıdem tazminatı işsizlik sigortası, ihbar, kötü
niyet tazminatı vb. sigorta ve tazminat sistemleri (işsizlik yardımları ve işten
çıkarma tazminatı) bulunmaktadır. Bu gibi, işçiyi işsizlikten, iş kaybından
kaynaklanan risklere karşı koruyucu tüm yasal düzenlemeler, pasif istihdam
tedbirleri (PİP ) niteliğindedir. Günümüzde çok başvurulan PİP ve AİP gibi bugün
başta ÇSGB nezdinde G. İşsizleri destek amaçlıyürütülen hizmetlerden hedeflenen
sonucu almak bakımındanönem arz etmektedir. Bunun içindeILO’nun öngördüğü
gibibu politikaların etkinliğinin sık ölçülüp değerlendirilmesi gerekir. Belirtildiği
gibi iş sahibi olmak, sadece maddi ihtiyaçların giderilmesi ile değil evlenme vs.
diğer insani sosyal ihtiyaçlarının karşılanmasında da önem arz etmektedir. O
yüzdendir ki genç işsizliğin hem katkı, hem kayıp boyutu olan işsiz kişiye ve
topluma olan maliyetini ölçmek çok da basit gözükmemektedir. İşsizlik gelirden
mahrum olmanın yanında beklenmedik travmalara yol açması bakımından, sağlık
başta olmak üzere diğer birçok tahmin edilmedik kayıplara da neden
olabilmektedir. Örneğin özellikle geleneksel toplumlarda daha çok görüldüğü gibi,
uygun bir eş seçiminde dahi düzgün bir iş sahibi olmak anahtar rol oynamaktadır.
Diğer yandan bugünkü şartlarda, işsiz bir genç eskiye oranla her yönden aileye
daha bağımlı yaşamakta, bu durum ise işsiz gencin psikolojisini bozmakta kendine
olan saygısını ve güvenini ciddi oranda sarsmakta, sosyalleşmesini
baltalamaktadır. Ayrıca, konuya ilişkin araştırmalar genelde göstermektedir ki;
işsiz bir gencin şiddet ve suça karışma ihtimali daha yüksektir (Gündoğan,1999;
Kayhan,2015). Genç işsizliğinin bir başka olumsuz sonucu da,ülke için ciddi bir
kayıp niteliğindeki beyin göçüne sebep olmasıdır. Bu nedenle uzun süre işsiz
kalan gencin depresyon madde bağımlılığı vb. psikolojik hastalıklara maruz
kalabilmesidir. Bu gibi risklerin ise bedeli birey,aile ve toplum için ciddi kayıplar
demektir. Diğer yandan, şiddet içeren yasa dışı toplumsal olayların temelinde artan
işsizlik, gelir dağılımı çarpıklığı yoksulluk,ekonomik ve sosyal sorunların yer
alması da dikkat çekicidir. Çünkü işsizlik, genci bir yandan içinde bulunduğu
topluma ve ailesine yabancılaştırırken diğer yandan kayıt dışı sektöre veya yasa
dışı örgütlere işgücü (taze kan) taşınmasına neden olmaktadır. Sonuçta; işsiz
genç, her yönden adeta saatli bombaya dönüşme potansiyelindedir (Pazarlıoğlu;
Turgutlu 2007). Bu konuya küresel düzeyde örnek olarak yakın zamanda tanık
olunan gençlerin aktör olarak çeşitli rollerde yer aldığı birçok çarpıcı şiddet
olayları verilebilir. Fransa ve İngiltere’ de cereyan eden Afrikalı gençlerin şiddet
gösterileri, İstanbul’da başlayan gezi parkı olayları, Diyarbakır’dakiKobaniolayları
294
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
ve Tunus devrimivb.aile içi sokak ve terör şeklinde birçok çeşitli nitelikte şiddet
olaylarıverilebilir. Gerçekten bu gibi şiddet olaylarına malzemeolanların genelde,
işsiz gençler, üniversite ve lise öğrencileri olması dikkat çekicidir (Kayalı,2015,
Kayhan,2015). Son olarak vurgulamak gerekirse işsizlerin çok olmasının bedelini
sadece işsizler ödememekte, bu yoksunluk bir işte çalışanların başta vasıfsız
gençler olmak üzere ücret iş güvencesi olmak üzere sosyal haklarının erozyonuna
neden olmaktadır. Doğal olarak işsizliğin yoğunluğu,genelde kar peşinde olan
işverenlerin lehine bir ortam olup, işgücü ikamesi anlamında elini güçlü
kılmaktadır. Belirtilenler çerçevesinde anlaşılacağı gibi işsizliğin maliyeti çok
boyutlu olup ölçülemeyecek kadar yüksektir. Çözüm için, sosyal devlet merkezli
eşitsizlikleri giderecek nitelikte paylaşmacı adil politikalar izlenmesi
gerekmektedir. Bu konugenç işsizlerle ilgili ülkemize ilişkin bir sorun olarak
nitelikli genç işsizlerin beyin göçünü önlemek açısından da büyük önem arz
etmektedir. Burada Edebali‘nin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözünü
hatırlamakta fayda bulunmaktadır. Kısacası, gençleri topluma kazandırmak
ve sosyal barış için, öncelikle onları iş sahibi yapmak adına devlet ve
toplumun (STK) elinden gelen çabayı göstermesi kaçınılmaz gözükmektedir
(Kayhan,2009).
5. SONUÇ VE ÖNERİLER
Günümüzde bütün dünya da yüksek oranlarda seyreden genç işsizlik (G.İ.)
sadece gelişmekte olan ülkelerin değil aynı zamanda gelişmiş ülkelerinde başa
çıkmaya çalıştığı sosyal ve ekonomikbir sorundur. Ancak bu sorunun Türkiye gibi
gelişmekte olan ülke ve bölgelerdeki maliyet ve tahribatının daha fazla olduğu
gözlenmektedir. Sorunun nedenlerinden önde geleni işgücü arzının talepten fazla
olmasıdır.Nitekim Türkiye’ de her yıl yaklaşık işgücüne, yeni 1,100-1,400 bin
genç kişi katılmaktadır (TÜİK,2015). İşsizlikle mücadelede başarı için her yıl bu
rakamın üzerinde yeni istihdam artışının temini gerekmektedir.Ayrıca TÜİK’ e
göre ülkemiz nüfusunun yaklaşık %50 ’si 30 yaşın altındadır. Ülke kalkınması
için, bu genç ağırlıklı olan nüfus yapısı aslında hem bir fırsat hem de risk
olabilecek potansiyeldedir. Özellikle içinde bulunduğumuz bilişim çağının
gerektirdiği işgücünün yetiştirilebilmesi açısından bir avantaj olan “ genç nüfus
fırsatı ” lokomotif güç olarak algılanıp değerlendirilmesi gerekir.Genç işsizlikle
mücadelede başarı için izlenecek stratejinin özeti:Kamu ve özel ilgili kuruluşlarca
makro ve mikro düzeyde ihtiyaca göre eşgüdümlü olarak belirlenecek politikaların
izlenip ve uygulanmasınıgerektirmektedir.
295
N. Kayhan ve K. Sagun
Başarı içingenç işsizlikle mücadelede öncelikle sorunun kök neden ve boyutlarının
doğru tespiti önem arz etmektedir.Bu bağlamda bakıldığında global sorun olan
genç işsizliğinin en büyük nedeni, insanı göz ardı edenneoliberalizmin salt kar
amaçlı politikalarıdır. Gerçektendünya da kontrolsüz güç konumundaki
uluslararası sermayenin istihdam dostu olmayan yatırım anlayışı sonucu, işsizlik
artmakta, gelir dağılımı, sosyal barış, istikrar ve adalet düzeninin sarsıldığı
gözlenmektedir. Bu süreçte sosyal devlet anlayışının zayıflaması, aşırı rekabetin
de tesiriyle sermaye karşısındaki emeğin sosyal haklarının hızlagerilediği
gözlenmektedir. 1980’den sonra ihracatla büyüme yolunuseçen Türkiye de benzer
sorunları yaşamaktadır. Özellikle üretim üssü konumuna gelenÇin merkezli
dünyadaki aşırı rekabet koşullarınedeniyle ülkedeki işverenlerde ayakta kalmak,
karlarını korumak, maliyetleri düşürmek ve verimliliği artırmak için ilave istihdam
yerine işçilik giderlerini oldukça düşük tutmayı tercih etmektedirler. Bu
süreçte;temel yasal zorunluluk olmayan sosyal haklar artık göz ardı edilmektedir.
Söz konusu olumsuz küreselleşme koşullarından iseen fazla etkilenendezavantajlı
nüfus grubu gençler olmaktadır. Bu süreçte gençlerin sorunu sadece düzgüniş
bulmadaki güçlük olmamaktadır.Ayrıca bu yaş grubununimkânsızlıktan, insan
onuruna yakışmayacak geçici istihdam, düşük ücret, iş doyumu olmaksızın,
güvencesiz çalışma ve cinsiyet vb. ayrımcılık gibi kalitesiz iş ortamında
istihdamları da ILO normlarına aykırıdır. Onların bu gibi sosyal haklardan yoksun
olarak çalışmalarını da genç istihdam sorunu kapsamındadeğerlendirmek gerekir.
Çünkü belirtilen olumsuz koşullarda gençliğini tüketen bir neslin geleceğinin de
hüsran (kayıp nesil) olması kaçınılmazdır. Bu bağlamda buzdağı misali, karmaşık
nitelik arz eden genç işsizlik sorununun çözümü için öncelikle nedenleriniortaya
koymak gerekir. Bu durumda karşımıza birçok ekonomik ve sosyal nitelikli
sorunlar karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan iş imkanı yaratmaya yönelik makro
nitelikte çözümler genç işsizlik ile mücadelede en etkin yöntem olarak
değerlendirilmektedir. Hedef ise, yeni iş yaratma potansiyelinin artırılması
konusunda, kısmen de küresel kaynaklı sorunları çözmeyi gerektirmektedir.
Bunun için; İş piyasası aktörlerinden resmi ve özel (arabulucu kurumlar, işçi ve
işveren sendikaları, özel istihdam büroları, kariyer merkezleri vb.) ve mesleki
eğitim veren kuruluşların işbirliği içerisinde hareket etmeleri önem arz etmektedir.
Ekonomik büyümeyi sadece rakamsal olarak değil, istihdamı artıracak nitelikte
düşünmek gerekir. Ayrıca istihdamın ülke kalkınmasına katkısını sağlamak için,
sadece ekonomik değil sosyal ihtiyaçları karşılayacak vasıf ve kalitedebeşeri
sermayenin planlanıp yetiştirilmesine ihtiyaç bulunmaktadır.Bunun için neoliberal
politikalardan ziyade, devletin öncülüğündeki istihdam dostu politikalar, ancak
296
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
genç işsizlik sorunun çözümünde ihtiyaca cevap verebilir. Aynı şekilde başta
Devlet, olmak üzere iş piyasasıaktörlerinin, eşgüdümlü olarak AB standartlarında
dengeli bir asgari ücret belirlemesi, kariyer fırsatları imkanı, sendikacılık vb.
sosyal hakların hayata geçirilmesi gençlerin iş piyasasına girişini teşvik edecektir.
Ayrıca makro sorunlardan, büyümenin düşük istihdam yaratmasının suçlusu olarak
küresel sermaye ve otomasyonu suçlamak yerine, bir çıkış yolu olarak finansal
sermayenin küresel kazancı üzerinden genç işsizlik ve yoksullukla mücadele için
küresel kaynak bulma yoluna gidilebilir.Nitekim halen orta gelir tuzağına
yakalanmış olan Türkiye de iç tasarrufların düşüklüğü nedeniyle istihdam için
önem arz eden büyümeyi finanse için dış piyasalardan sürekli sıcak para
aranmaktadır. Diğer yandan ülkemizde imalat sanayi yatırımı, hem düşük olup,
hem de içeriğinde yüksek teknolojinin payı yüzde 2-3 düzeyindedir. Ayrıca
ülkemiz çalışanlarının neredeyse yüzde 33’nün kayıt dışı olduğu ve kayıt içinde
çalışanların ise yarıya yakının asgari ücretten gösterildiği bir güçsüz ekonomi
görünümündedir. Belirtilen nedenlerle Türkiye’nin orta gelir grubundan daha üst
gelir grubuna çıkması, eşitsizliklerin giderilmesi içinadı geçenmaruz kaldığı makro
plandaki yapısal sorunlarının öncelikle çözülmesi gerekmektedir. G.İ ile başa
çıkmak içinmikro planda Aktif İ.P. çerçevesinde mesleki eğitim alan gençlerin
aldıkları eğitim doğrultusunda pratik bilgilerini artırıcı kaliteli staj eğitimlerinden
sonra, düzgün iş sahibi olmaları sağlanmalıdır. Aynı şekilde özel istihdam
büroları, gençlere düzgün iş bulmanın yanında onlararehberlik hizmetleri de
sunarak ücret ve kariyer hedeflerine ulaşmalarında yol gösterici olmalıdırlar.
Batıda sık başvurulan,güvenceli esneklik istihdam biçimlerinden, Türkiye daha
fazla yararlanabilir. Kadınların istihdama katılımını yükseltmek için, kaliteli
eğitim, düzgün iş imkanı ve esnek çalışmanın yanında kadın çalıştıran işyerlerinin
teşviki büyük önem arz etmektedir. Köyden şehre göçü önlemek adına, kırsal
kalkınma aktivitelerinin asla göz ardı edilmemesi gerekir. Devlet gençlerin ilk
planda düzgün iş kıtlığı nedeniyle çalışmak zorunda kaldıkları kayıt dışı
sektörleetkin mücadelenin yanında, yeşil iş imkanı üretmenin yolları aranmalıdır.
Günümüzde bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de nüfus hızla yaşlandığından
G-20 sonuç bildirgesinde dile getirilen yaşlı nüfusa yönelik potansiyel işimkanı
yüksek olan “gümüş ekonomi” diye adlandırılan bir sektör yükselmektedir. Bu
gibi yeni artan birtrend arz eden, sağlık sektörü vb. iş alanlarına yönelik alanlarda
beşeri sermaye yetiştirmek her bakımından genç işsizlikle mücadelede güncel bir
strateji olarak uygulanabilir (Karagöl,2016). Bize göre makro düzeyde G.
işsizliğin ana çözüm yolu ise, Türkiye’nin ihracat merkezli AR-Ge’ ye yeterince
önem verip ileri teknoloji üreten ülke konumunu yakalamasından geçmektedir. O
297
N. Kayhan ve K. Sagun
yüzden devlet yenilikçiliği, başta ilkokullar ve girişimciler nezdinde olmak üzere
her platformda teşvik ve desteklemesi gerekmektedir. BİT teknolojilerini
kullanmak kadar üretmeyi de teşvik etmelidir. Çağımızın en büyük özelliği
teknolojik gelişmelerin her alanda olduğu gibi çalışma hayatında hızlı değişime
yol açmakta olmasıdır. Bu bakımdan A.İ.Politikaları önem kazanmakta yaşam
boyu eğitim prensibinintüm topluma benimsetilmesi gerekmektedir. Batıda
dayaygın olarak uygulanmakta olan AİP kapsamında G. İşsizlik ile mücadele
amaçlı işgücü arzı ile talebini buluşturmaya yönelik çalışmaların, etkinliği ve
verimliliği için icra edilen faaliyet sonuçlarının devamlı ölçülmek suretiyle
verimliliğinin artırılması gerekir. Ayrıca batıda olduğu gibi insanları ihtiyaçların
esiri yapmamak için, pasif istihdam politikası destek düzeyleri artırılırken işsizlik
sigortasından faydalanma şartlarını da kişileri atalete yönlendirmeksizin
iyileştirmek gerekmektedir. Diğer yandan yoksul ve eğitimini yarıda bırakmış
gençlere özel destek verilmesinin yanında, mesleki eğitim, kazandırmak suretiyle
yeniden düzgün bir iş bulmada aktif yardım gibi hizmetlerin verilmesi ihtiyaç arz
etmektedir. Ayrıca işgücü dışında kalmış gençlerin, sosyalleşmelerini sağlamak
için gönüllü toplumsal hizmet faaliyetlerine katılmaları kamu tarafından teşvik ve
finansal olarak desteklenmesi gerekir. Burada bir hususu vurgulamak gerekirse
AİP hizmetleri arasında yürütülen girişimciliğin teşviki ve girişimcilikkültürünün
geliştirilmesinin sorunun çözüm noktasında hayati önem taşıdığı hususu göz ardı
edilmemelidir. Ülkemizdeki tek güvenceli iş alanı kamu sektörü anlayışının artık
değişmesi gerekir.Bu bağlamda girişimcilik aynı zamanda bayanlara da uygun bir
iş imkanıözelliği taşıdığından girişimcilik kurslarının yanında kültürünün de
yaygınlaşmasına Kalkınma Ajansı vb. kuruluşların işbirliği ile daha fazla ağırlık
verilmesi gerektiği düşüncesindeyiz. Yine mesleki eğitim özel sektörde çalışmaya
ilişkin toplumsal algıher bakımından teşvik edilerek pozitif yönde bir anlayışın
geliştirilmesi gerekir. En fazla işsizliğe maruz kalan genel lise ve üniversite
eğitimlerinin bu çerçevede geleceğin mesleklerine göre, başta devlet olmak üzere
ve iş piyasası aktörlerince, eşgüdümlü olarak yenilenmesi gerekir. Genç
yetenekleri kazanmak ve geliştirmek için, MEB tarafından yatay ve dikey
geçişlere imkân veren bir rehberlik ve yönlendirme hizmetini içeren bireyin okula,
alana-programa, mesleğe ve işe yöneltilmesini etkin kılacak bir sistem
oluşturulmalıdır. Sonuç olarak genç işsizlik ve yoksulluğu önlemek için öncelikle
ekonomilerde, üretim-tüketim ve ücret üçlüsünün dengesini sağlamak
gerekmektedir. Bu nedenle, genç işsizliği ile mücadeleye yönelik makro ve mikro
düzeyde yürütülecek tüm faaliyetlerin, genç insanlara balık vermek yerine, balık
tutmayı öğretmek amaçlı ve düzgün istihdam odaklı olmasını sağlamak sosyal
298
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
devlet ilkesinin öngördüğü görevlerden en önemlisi olarak değerlendirmek gerekir.
Belirtilen nedenlerle, gençleri topluma kazandırmak, önce onları iş sahibi
yapmaktan geçmektedir. Bu nedenlerle önümüzde tek çıkış yolu vardır: Ya
fabrikalar, ya hapishaneler dolacaktır.
KAYNAKLAR
AKGEYİK ,T.,(2000). “Teknolojik Değişim Post –Fordist Eğilimler ve Endüstri
İlişkilerinde Yeni Arayışlar”,Çimento İşveren Dergisi, Cilt 14,sayı 3, Ankara
ASLAN, E.,(2016). “ İşgücü Piyasası Araştırmaları Kapsamında, Aktif İşgücü Hizmetleri
Değerlendirmesi” İŞKUR, İstihdam Dergisi, Sayı,18, Ankara,Ocak-2016,s.40
ALABAŞ, A., DEMİR, S., (2016). “İş Kur İstatistikleri” İŞKUR, İstihdam Dergisi,,
Sayı,18,Ankara, Ocak-2016, s.78-79
BETCHERMAN, G., vd.(2007);”A Review of Interventıons to Support Young Workers :
Fındings Of The Youth Employmenth Inventory”, World Bank Socia lProtectıon
Discussion Paper, No. 0715, October,2007
DERTLİ, N.,(2007) “Aktif İstihdam Politikaları, Eleştirel Bir Yaklaşım”, Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara,
2007.
ERDAYI, A. U., (2016). Dünya da Gençİşsizliği, Sorunu Çözümüne Yönelik Ulusal
Politikalar ve Türkiye” Çalışma ve Toplum Hukuk Dergis,Sayı,22, Erişim:
http://calısmatoplum.org/ 22/ Erdayi.pdf.s.112,
Eurostat,(2015).”Growth incidence of temporary employment among youth, European
countries, 2007−14”,Database of theEuropean Union Labour Force Survey.
Gündoğan, N.,(1999) “Genç İşsizliği ve AB ‘ne Üye Ülkelerde Uygulanan Genç İstihdam
Politikaları “, AÜ SBF Yayınları, Cilt 54, s. Ocak-Mart 1999, s. 63-79
ILO,(2014). Global Employment Trends,2014,:Risks Of JoblessRecovery ?“ ILO,
Geneva,2014 Erişim: http://www.ilo.org
ILO,(2011) DecentWorkForYoung People: KeyMessages,
http://www.ilo.org/public/english/employment/skills/youth/decent.htm,
ILO,(2008). Global Employment Trends,2008,: ILO, Geneva,2014 http://www.ilo.org
ILO,YEN.(2016).TheYouthEmployment Network, http://www.ilo.org/ Public/ English/
employmenth/ yen/ about/index.htm
İŞKUR.(2016). “İş Piyasası Araştırma Sonuçları(İPA).” İŞKUR, İstihdam Dergisi
Sayı:18,www.istihdamda3i.pdfs.50,57,68
İŞKUR,(2011) “ Ulusal Gençlik İstihdam Eylem Planı, http://www.ilo.org
299
N. Kayhan ve K. Sagun
KARAGÖL, E. T.,(2016)” G-20 de İşgücü ve İstihdam”, İŞKUR,İstihdam Dergisi
Sayı:18,Ankara, Ocak-2016,s.17-18
KAYALI, G. S., (2015) Genç İşsizliği, Türk Metal Yayınları,Ankara,s.150,56
KAYHAN ,N., (2015) Medyadaki Şiddet Kültürünün Çocuklara Etkisi ve Mağduriyetler,
Toplum Bilimleri Dergisi• Temmuz - Aralık • 9 (18)Ankara : 61-91
KAYHAN, N.,(2010) Küreselleşme Sürecinde Sosyal Haklarda Geri Çekilme Bağlamında,
Türkiye de Yıllık İzin Hakkı ve Bazı Uygulama Sorunları, Tes İş Yayınları, Ankara,
2010,s.20-25
KAYHAN, N.,(2009) 21. Yüzyılda Japonya’da İnsan Kaynakları Yönetimi ve Endüstriyel
İlişkiler Sistemindeki Değişim, Karizma Ltd. Şt. Ankara, 2009.
KAYHAN, N.,(2007) “AB Sürecinde Türkiye nin Meslek Eğitiminde Verimlilik Arayışları
ve İstihdam” Bilgi Çağında Türk Kamu Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması-11,Ed.A.
Nohutçu,A.BalcıBeta, İstanbul,s.372-395
KAYHAN, N., (2005) “Türkiye'de kadın işgücü, İstanbul İmalat sektöründeki çalışma
şartları ve kayıt dışı istihdam, http://www.tuhis.org.tr/upload/dergi/1348753954.pdf
KALKINMA BAKANLIĞI,(2014).10.Kalkınma Planı, 2014-2018 İstihdam Raporu:
http://www.cka.org.tr/dosyalar/Ozel%20Ihtisas%20Komisyonu%20Raporlar
KOSGEB,(2016). “Girişimcilik Destek Programı”, http://www.kosgeb.gov.tr/ Pages/UI/
Destekler.aspx?ref=8,
KURNAZ, I., (2014),”Genç İşsizlik” UNDP 2014 İnsani Gelişme Raporu Türkiye
Tanıtım Toplantısı TEPAV,,Gazi Üniversitesi,3 EYLÜL 2014,Ankara
MURAT, S. - ŞAHİN, L. (2009) Nedenleri ve Sonuçları Bakımından Gençler Arasında
Yaygınlaşan Genç İşsizlik-S.Murat G. İşsizlik pdf
OECD (2015).Youth not in educationor Employment,2015, (NEET) (Indicator)
PAZARLIOĞLU M. V. - TURGUTLU T. (2007). “Gelir, İşsizlik ve Suç: Türkiye
Üzerine Bir İnceleme”,Finans Politik & Ekonomik Yorumlar Cilt: 44 Sayı:513 s.
http://www.ekonomikyorumlar.com.tr/dergiler/makaleler/513/Sayi_513_Makale_04.pdf
PETROL-İş,(2002). “ICFTU : Genç İşsizliği Küresel Sorun”, petrol İş Sendikası Notlar
Dergisi, Sayı:15, Ekim: 2002, s.115
STATİSTA (2015). “Youth Unemployment Still Unrelenting” in Europe
https://www.statista.com/chart/3644/ youth-unemployment-still-unrelenting-in-europe/
STIGLITZ, Joseph E.,(2002). Küreselleşme Büyük Hayal Kırıklığı, 3. Baskı,Plan B
Yayınları,İstanbul
TİSK, (2015)., İşgücü Piyasası Bülteni – EKİM 2015 ,SAYI: 34 10.04.2016
TİSK (2006), İşsizliğin Çözümü: Girişimci Odaklı Yaklaşım, Türkiye İşveren Sendikaları,
Konfederasyonu, Yayın No: 267, Ankara, 2006.
300
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
TİSK, 25.Genel Kurul Çalışma Raporu,(2013) https://tisk.org.tr/tr/e-yayinlar/
333_tisk_calisma_raporu_2013/pdf_333_tisk_calisma_raporu_2013.pdf.s.117-131,152
TÜİK, (2013). Nüfus Projeksiyonları, 2013 –2075,http:// www.tuik.gov.tr/ PreHaber
Bultenleri. do?id=15844
TÜİK, (2015). HİA Ekim-2015,http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=15844
YENİTÜRK N.,Başlevent C., (2007). Türkiye de Genç İşsizliği,, Gençlik Çalışmaları
Birimi Araştırma Raporu ,Bahçeşehir Üniversitesi ,İstanbul
Yentürk,N. ; Başlevent Cem.,Türkiye’de Genç İşsizliği ,http://arsiv.setav.org/ ups/ dosya/
10409.pdf
UNDP, Human Development Report 2009, “OvercomingBarriers: Human Mobility and
Development”,http://hdr.undp.org/en/ media/HDR_2009_EN_Complete.pdf,
UYANIK, Y., BEDİR, E., (2006), “Rosetta Planının Analizi Ve Türkiye’nin SosyoEkonomik Şartlarında uygulanabilirliği”,ab.calisma.gov.tr/belgeler/Rosetta Plani RaporGazi Universitesi.doc.
“Study Shows Psychological Impact of Unemployment”, http://www.
businessweek.com/bwdaily/dnflash/content/sep2009/db2009092_page_2.htm1
Paris Riots in Perspective:Suburb Realities Highlight the City'sLess Glamorous
Side”, http://abcnews.go.com/International/story?id=1280843
Eurostat ,database of theEuropeanUnionLabour Force Survey.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, http://www.tbmm.gov.tr/ komisyon/ insanhaklari/
pdf01/203-208.pdf
https://www.youthpass.eu/tr/youthpass/
301
Global Risk Algısının Gelişmekte olan
Ülke Borsalarına Etkisi
Dr.Kemal Eyüboğlu
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Sinem Eyüboğlu
Karadeniz Teknik Üniversitesi
ÖZET
Bu çalışmada, VIX oynaklık endeksi ile gelişmekte olan 5 ülkenin (Türkiye, G. Afrika,
Brezilya, Malezya ve Polonya) hisse senedi piyasaları arasındaki ilişki 1.9.201010.03.2016 dönemiiçin incelenmiştir. VIX endeksi ve hisse senedi piyasaları farklı
seviyelerden durağan I(0) ve I(1) oldukları için aralarındaki ilişki Sınır Testi ile
araştırılmıştır. Sınır testi sonuçları ise VIX endeksi ile G. Afrika, Brezilya ve Polonya hisse
senedi piyasaları arasında eşbütünleşme ilişkisi olduğunu göstermiştir. İlaveten kısa ve
uzundönemde değişkenler arasında negatif ilişki olduğu tespit edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Finansal Piyasalar, Sınır Testi, VIX Endeksi, ARDL Modeli.
JEL Sınıflandırması: G15, G32
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
The Impact of Global Risk Perceptions
on Emerging Markets
Dr. Kemal Eyuboglu
Karadeniz Technical University
Sinem Eyuboglu
Karadeniz Technical University
ABSTRACT
This paper examined the relationship among the VIX index and 5 emerging stock markets
(Turkey, S. Africa, Brazil, Malaysia and Poland) over the period 1.9.2010-10.03.2016. As
VIX index and emerging stock markets used in empirical analysis was different order of
integration I(0) and I(1) we employed Bound Test. Bound test results show that there is
cointegration among S. Africa, Brazil, Poland stock markets and VIX index. Also in short
and long run there are negative relationships between the variables.
Keywords: Financial markets, Bound Test, VIX Index, ARDL Model.
JEL Classification: G15, G32
303
K. Eyüboğlu ve S. Eyüboğlu
1. GİRİŞ
Finansal entegrasyonun bir sonucu olarak ülkeler arasındaki ekonomik sınırların
ortadan kalkması sermaye hareketlerinin hızlanmasını sağlamıştır. Bu süreç
ekonomilerde olumlu etkilerin görülmesinin yanında bazı olumsuz etkilerin de
görülmesine yol açmıştır. Şöyle ki, finansal entegrasyon arttıkça riskler çeşitlenip
artmakla kalmayıp bir ülkede yaşanan kriz diğer ülkeleri de önemli derecede
etkiler hale gelmiştir. Örneğin 1994 Meksika krizi, 1997 Asya krizi ve son olarak
ABD konut piyasası kaynaklı kriz diğer ülkelerin finansal piyasalarında
beklenmedik hisse senedi fiyat dalgalanmalarının ortaya çıkmasına neden
olmuştur. Bu açıdan global risk algısı büyük önem taşımaktadır.
Dünyada global risk algısının ölçütü olarak VIX endeksi kullanılmaktadır. VIX
endeksi, Chicago Opsiyon Borsası (Chicago Board of Options Exchange)
tarafından vadesine 22 işlem günü kalmış olan S&P 100 endeksi üzerine yazılmış
Amerikan tipi alım ve satım opsiyonlarından hesaplanmış ve volatiliteyi
hesaplamak amacıyla oluşturulmuş bir endekstir. VIX endeksi 2003 yılına kadar
beklenen kâr paylarının zamanını ve de miktarını dikkate alan binominal
değerleme yöntemi doğrultusunda hesaplanmıştır. Öte yandan VIX endeksi 2003
yılından sonra S&P 500 endeks opsiyonlarına göre hesaplanmaktadır (Kaya, 2015:
2). Kısaca VIX S&P 500 endeksinin volatilitesi öngörülmesinde ve varlık
fiyatlama modellerinde kullanılmaktadır. VIX endeksindeki artış, risk
algılamasının yükseldiğini göstermektedir.VIX endeksinin S&P 500 endeks
opsiyonlarına göre oluşturulması ve S&P 500 endeksinin dünya piyasaları ile olan
ilişkisi sonucu VIX endeksinin diğer piyasalar ile etkileşim içinde olabileceği
beklenilebilir (Kaya, 2015: 2).
Literatürde VIX endeksi üzerine yapılan çalışmalar genelde VIX endeksi ile
gelişmiş ülke hisse senedi piyasaları arasındaki ilişkiyi test etmeye yöneliktir.
Bununla birlikte VIX’in gelişmekte olan piyasalar üzerindeki etkisini araştıran çok
az çalışma mevcuttur. Bu açıdan çalışmanın literatüreönemli katkıları olacağı
düşünülmektedir. Bu amaçla çalışmada VIX endeksinin gelişmekte olan ülkelerin
hisse senedi piyasaları ile ilişkisi araştırılmıştır.
Çalışmanın bundan sonraki bölümünde VIX endeksi ile finansal piyasalar
arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmalar özetlenecektir. Üçüncü bölümde ise
304
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
çalışmada kullanılan veri seti ve yöntemler açıklanacaktır. Çalışmanın son
bölümünde ise yapılan analizler sonucu elde edilen bulgular ortaya konulacaktır.
2. LİTERATÜR ÖZETİ
Literatürde VIX endeksi üzerine yapılan çalışmalar genelde VIX endeksi ile
gelişmiş ülke finansal piyasaları arasındaki ilişkiyi test etmeye yöneliktir. Bu
çalışmalardan;Connolly ve diğerleri (2005) 1986-2000 dönemi için VIX endeksi
ile hisse senedi ve tahvil getirileri arasındaki ilişkiyi test ettikleri çalışmaları
sonucunda tahvil getirilerinin hisse senedi getirilerine oranla VIX’in yükseldiği
zamanlarda artışa geçtiğini belirlemişlerdir.
Connolly ve diğerleri (2007) 01.01.1992-31.12.2002 dönemi için ABD, Almanya
ve İngiltere’deki temel borsa endeksleri ile oynaklık endeksleri arasındaki ilişkiyi
test ettikleri çalışmaları sonucunda oynaklığın yüksek olduğu günlerde endeksler
arasındaki korelasyonun arttığını ifade etmişlerdir.
Hartelius ve diğerleri (2008) Aralık 2002-Şubat 2007 dönemi için 33 ülkenin
spreadlerindeki daralmayı, iç faktörler ve dış faktörler ile açıklamaya
çalışmışlardır. Çalışmada ülkelerin kredi notları ve görünümleri iç faktörler olarak
FED politika faizi ve volatilitesi ile VIX endeksi ise dış faktörler olarak ele
alınmıştır. Elde edilen bulgular sonucunda iç faktörlerin spreadlerdeki değişimin
%46’sını, dış faktörlerin de %54’ünü açıkladığı belirlenmiştir. İlaveten VIX
endeksinin spreadlerdeki değişimin %44’ünü açıklayabildiği, Fed politika faizinin
ise %10 ile sınırlı kaldığı vurgulanmıştır.
Ciarlone ve diğerleri (2009) Ocak 1998-Aralık 2006 dönemi için 14 gelişmekte
olan ülkeyi kapsayan çalışmalarında spreadlerde yaşanan düşüşü açıklayan
faktörleri araştırmışlar ve çalışma sonucunda 14 ülkenin ihraçlarındaki düşüşü
açıklayabilen tek ortak faktörün VIX endeksi olduğunu belirlemişlerdir.
Korkmaz ve Çevik (2009) GJR-GARCH modeli ile VIX endeksinin 15 gelişen
ülke hisse senedi piyasası üzerinde etkili olup olmadığını araştırmışlardır.
Sonuçlar, VIX endeksinin gelişmekte olan ülkelerin koşullu varyansında kaldıraç
etkisinin olduğu, piyasaya gelen kötü haberlerin volatiliteyi artırdığınıortaya
koymuşlardır. VIX endeksinin Arjantin, Türkiye, Brezilya, Meksika, Peru,
Macaristan, Polonya, Malezya, Tayland ve Endonezya hisse senedi piyasalarının
volatilitesini artırdığınısaptamışlardır.
305
K. Eyüboğlu ve S. Eyüboğlu
Hacıhasanoğlu ve Soytaş (2009) 01.01.2007-31.12.2008 dönemi için VIX
endeksinin Türkiye’nin ülke riskinde yaşanan değişimler üzerindeki etkisini
incelemişlerdir. Çalışma sonucunda VIX endeksinin Türkiye’nin kredi iflas takası
primi, İMKB ve devlet iç borçlanma senetleri piyasalarına kalıcı etkisi olduğu
ifade edilmiştir. İlaveten devlet iç borçlanma senetleri piyasasının kredi iflas takası
priminden etkilendiği de görülmüştür. Ayrıca çalışmada VIX Endeksi’nden kredi
iflas takası primine, İMKB endeksine ve bono piyasasına doğru tek yönlü Granger
nedensellik olduğu saptanmıştır.
Özatay ve diğerleri (2009) gelişen piyasalar bono endeksi (EMBI) spreadları ile
VIX oynaklık endeksi ve diğer bazı değişkenler arasındaki ilişkiyi panel veri
analizi ile araştırmıştır. Çalışmadan elde edilen sonuçlar VIX’te meydana gelen
artışın EMBI spreadlarını anlamlı ve önemli ölçüde arttırdığını göstermiştir.
Mukherjee ve Mishra (2010) Asya ülkeleri ile Hindistan arasındaki volatilite
yayılma etkisini incelemişler ve Asya ülkeleri ile Hindistan arasında karşılıklı
etkileşim olduğunu belirlemişlerdir.
Amira ve diğerleri (2011) 16.10.1984-21.12.2004 dönemi için ABD, Kanada,
İngiltere, Fransa hisse senedi piyasaları arasındaki etkileşimde volatilitenin etkisini
araştırmışlardır. Çalışmada EGARCH ve GARCH modelleri kullanılmış ve
yapılan analizler sonucunda getiri etkisinin dikkate alınmaması durumunda, hisse
senedi piyasaları etkileşiminde volatilitenin önemli rol oynayacağını
vurgulamışlardır.
Shu ve Zhang (2012) 26.03.2004-8.03.2006 dönemi için VIX future fiyatlarının
VIX spot endeksi üzerinde herhangi bir etkisi olup olmadığını araştırdıkları
çalışmalarında Engle-Grangereşbütünleşme testinden yararlanmışlardır. Yapılan
analiz sonucunda ise VIX future fiyatlarının VIX spot endeksi üzerinde önemli
derecede etkili olduğu belirlenmiştir.
Bollerslev ve diğerleri (2013)22.09.2003-31.01.2012 dönemi için Chicago
Mercantile Exchange (CME) future kontrat değerleri ile VIX endeksi arasındaki
ilişkiyi araştırmışlardır. Yapılan analizler sonucunda iki serinin koentegre
olduğunu belirlemişlerdir.
Kaya (2015), 02.01.2009-11.01.2013 dönemi için BIST 100 endeksi ile VIX
endeksi arasındaki nedensellik ilişkisini test etmiştir. Araştırmada, Johansen-
306
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Jeseliuseşbütünleşme testi ve vektör hata düzeltme modeli uygulanmıştır.
Johansen-Juseliuseşbütünleşme testi sonuçları BIST 100 endeksi ile VIX endeksi
arasında eşbütünleşme olduğunu göstermiştir. İlaveten hata düzeltme modeli BIST
100 endeksinin VIX endeksinden etkilendiğini ortaya koymuştur. Tablo 1’de
literatürde VIX ile finansal piyasalar arasındaki ilişkiyi araştıran çalışmalar
özetlenmiştir.
Tablo 1: Literatür Özeti
Yazar(lar)
Connolly ve diğerleri
(2005)
Connolly ve diğerleri
(2007)
Hartelius ve diğerleri
(2008)
Ciarlone ve diğerleri
(2009)
Korkmaz ve Çevik
(2009)
Hacıhasanoğlu ve
Soytaş (2009)
Özatay ve diğerleri
(2009)
Mukherjee ve Mishra
(2010)
Amira ve diğerleri
(2011)
Değişken
Periyod
Sonuç
6 Endeks
1986-2000
Etki var
3 Endeks
33 Ülke Spreadi
14 Ülke spreadi
15 Endeks
BIST-100
EMBI Spread
13 Ülke Endeksi
4 Endeks
Shu ve Zhang (2012)
VIX Future
Bollerslev ve
diğerleri (2013)
Chicago Mercantile
Exchange future kontrat
Kaya (2015)
BIST-100
307
01.01.1992
31.12.2002
2002:12
2007:02
1998:01
2006:12
02.01.2004
17.03.2009
01.01.2007
31.12.2008
31.12.1997
31.12.2006
1997:07
2008:04
16.10.1984
21.12.2004
26.03.2004
8.03.2006
22.09.2003
31.01.2012
02.01.2009
11.01.2013
Etki var
Açıklama gücü
yüksek
Açıklama gücü
yüksek
Var (10 Ülke)
Tek yönlü
Nedensellik Var
Etki var
Eşbütünleşme Var
Etki var
Etki var
Eşbütünleşme Var
Eşbütünleşme Var
K. Eyüboğlu ve S. Eyüboğlu
3. VERİ SETİ VE YÖNTEM
3.1. Veri Seti
1.9.2010-10.03.2016 dönemi için VIX Endeksi ile Türkiye, G. Afrika, Brezilya,
Malezya ve Polonya hisse senedi piyasalarını temsil edentemel endeksler(BIST
100, G.Afrika, BOVESPA, KLCI ve WIG20) arasındaki uzun dönem ilişkinin
araştırıldığı bu çalışmada borsalara ilişkin dolarbazlı fiyat seviyeleri kullanılmıştır.
Dolarbazlı fiyatların belirlenmesinde günlük paritelerden yararlanılmıştır. Genel
endekslere ilişkin veriler investing.com’dan elde edilmiştir. VIX endeksi’ne ilişkin
veriler ise yahoo.finance.com’danalınmıştır.
3.2. Yöntem
Çalışmada VIX endeksi ile 5 ülke borsa endeksiarasında uzun dönem ilişki olup
olmadığı araştırılmıştır. Öncelikle kullanılan tüm değişkenlerin doğal logaritmaları
alınmış veardından kullanılan serilerin durağan olduğu seviyelerin
tespitiiçinGenişletilmiş Dickey-Fuller (ADF) ve Phillips-Perron (PP) birim kök
testlerinden yararlanılmıştır. Bu testlerden ADF (1979) yaklaşımında istatistiksel
olarak hata terimlerinin bağımsız ve homojen oldukları varsayılırken, PP (1988)
yaklaşımında hata terimlerinin bağımlı ve heterojen oldukları varsayılmaktadır.
ADF testi için (1) ve (2) numaralı denklemler kullanılmıştır. (1) numaralı denklem
sabitli, (2) numaralı denklem ise sabitli ve trendli ADF denklemlerini
göstermektedir. ADF denklemlerinde olası otokorelasyon probleminin önlenmesi
amacıyla bağımlı değişkenin gecikmeleri denklemin sağ tarafına açıklayıcı
değişken olarak eklenmektedir. ADF denklemlerinde bağımlı değişkenin gecikme
uzunluklarının belirlenmesi için Schwarz Bilgi Kriteri (SIC) kullanılmıştır.
p
∆ y t = β + δy t −1 + ∑ φi ∆ y t − i + ε t (1)
i =1
p
∆y t = β + δy t −1 + ∑ φi ∆y t −i + γtrend + ε t (2)
i =1
p
∆ y t = δy t −1 + ∑ φ i ∆ y t −i + ε t (3)
i =1
308
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
(1), (2) ve (3) numaralı denklemlerde y; durağanlığı incelenen değişkeni β , δ , φ
ve γ ; katsayıları, Ԑ; hata terimini ve p ise en uygun gecikme uzunluğunu
göstermektedir. δ katsayısının t istatistiği MacKinnon tablo kritik değeriyle
karşılaştırılarak serinin durağan olup olmadığına karar verilir. Eğer t istatistiğinin
mutlak değeri MacKinnon tablo kritik değerinin mutlak değerinden büyükse seri
seviyesinde durağandır.
PP testinde bağımlı değişken gecikmeleri söz konusu değildir. Çünkü PP testinde
Newey-West bağımlı değişken gecikmelerini tespit eden bir uyarlama
tahmincisidir. PP testi için (4) ve (5) numaralı denklemlerden yararlanılmıştır.
∆ y t = β + δ y t −1 + µ t (4)
∆ y t = β + δ y t −1 + γ trend + µ t (5)
(4) ve (5) numaralı denklemlerde y; durağanlığı incelenen değişkeni β , δ ve γ ;
katsayıları, µ ise hata terimini ifade etmektedir. δ katsayısının t istatistiği
MacKinnon tablo kritik değeriyle karşılaştırılarak serinin durağan olup olmadığına
karar verilir.
Serilerin entegre dereceleri tespit edildikten sonra uzun dönem ilişki olup olmadığı
araştırılmıştır.Engle-Granger (1987) ve Johansen-Juselius (1990) tarafından
geliştirilen eşbütünleşme testlerinde serilerin seviyelerinde durağan olmamaları
hatta aynı derecede farkı alındığında durağan hale gelmeleri gerekmektedir. Bu
sorun Pesaran, Shin ve Smith (2001) tarafından geliştirilen Sınır Testi yaklaşımı
ile giderilmiştir. Bu yaklaşıma göre serilerin entegre derecelerine yani I(0) veya
I(1) olmalarına bakılmaksızın seriler arasında uzun dönem ilişkisinin varlığı
araştırılabilir (Narayan ve Narayan, 2004: 102).Bu çalışmada kullanılan seriler
aynı derecede entegre olmadığındanPesaran, Shin ve Smith (2001)’in sınır testi
yaklaşımı kullanılarak seriler arasındaki eşbütünleşme ilişkisi test edilmiştir.
Bunun için ilk önce (6) numaralı kısıtsız hata düzeltme modeli
(unrestrictederrorcorrection model UECM) tahmin edilmiştir.
∆Yt =α0 +α1 t + α2 Yt-1+ α3Xt-1+∑?h β? ∆Yg +∑?hk λ? ∆X g +F,
8
8
309
(6)
K. Eyüboğlu ve S. Eyüboğlu
Yukarıdaki (6) numaralı denklemde y; ilgili borsa endeksini, x; VIX endeksini, α0;
sabit terimi, t; trend değişkenini, α1, α2, α3, β? ve λ? ; katsayıları, F, ; hata terimini
göstermektedir. Sabit ve trendi aynı anda içeren (6) numaralı denklem tahmin
edildikten sonra uzun dönem ilişkinin varlığı değişkenlerin birinci dönem
gecikmelerine F testi yapılarak belirlenir. Eğer hesaplanan F istatistiği Pesaran,
Shin ve Smith (2001) tarafından belirlenmiş alt kritik değerden küçükse
değişkenler arasında uzun dönem ilişkinin olmadığını savunan sıfır hipotezi
reddedilir. Ancak hesaplanan F istatistiği üst kritik değeri aşıyorsa değişkenler
arasında uzun dönem ilişki vardır. Hesaplanan F istatistiği alt ve üst kritik değerler
arasında ise uzun dönem ilişki hakkında kesin bir yorum yapılamaz. Değişkenler
arasında eşbütünleşme ilişkisi tespit edildikten sonra uzun ve kısa dönem ilişkileri
belirlemek için ARDL modelleri kullanılır. Öncelikle bağımlı ve bağımsız
değişkenlerin gecikme uzunlukları AIC (Akaike) veya SHC (Schwartz) bilgi
kriteri yardımıyla tespit edilir. Daha sonra seçilen ARDL modelinden
faydalanılarak uzun dönem katsayıları elde edilir. ARDL modeli (7) numaralı
denklemde gösterilmiştir.
Yt = α0 + α1 t +∑?h δ? Yg + ∑?hk λ? X g + n, (7)
8
m
Son olarak da (8) numaralı denklemde ifade edilen hata düzeltme modeli
yardımıyla kısa dönem katsayılar tahmin edilir.
8
8
∆Yt= α0 + α1 t + α1ECt-1 + ∑?h δ? ∆Yg + ∑?hk λ? ∆X g+o,
(8)
(8) numaralı denklemde EC (errorcorrection) hata düzeltme terimini temsil
etmektedir.
4. BULGULAR
Değişkenlerin tanımlayıcı istatistiklerinin yer aldığı Tablo 2’ye göre, en yüksek
oynaklığa sahip olan ülke endeksi BOVESPA; en düşük oynaklığa sahip olan ülke
endeksi ise G. Afrika endeksidir.
310
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
LBIST100
LGAFRIKA
LBOVESPA
LKLCI
LWIG20
LVIX
Tablo 2: Tanımlayıcı İstatistikler
Ortalama
10,45
6,04
10,12
6,21
6,59
2,83
Medyan
10,47
6,05
10,17
6,23
6,61
2,79
Maksimum
10,79
6,22
10,68
6,38
6,97
3,87
Minimum
10,03
5,63
9,11
5,86
6,00
2,33
St. Sapma
0,16
0,09
0,37
0,11
0,18
0,27
Çarpıklık
-0,28
-1,12
-0,58
-0,92
-0,56
1,06
Basıklık
2,45
Gözlem Sayısı
1390
5,23
1390
2,72
1390
3,15
1390
3,70
1390
4,07
1390
ADF ve PP birim kök testleri ile öncelikle serilerin durağan oldukları seviyeler
belirlenmiştir. Tablo 3 değişkenlere ait birim kök test sonuçlarını göstermektedir.
Tablo 3’ten görüldüğü üzere borsa endeksleri 1. farkında, VIX endeksi ise
seviyesinde durağandır. Bu nedenle VIX ile borsa endeksleri arasındaki uzun ve
kısa dönemli ilişki Sınır Testi yaklaşımı ile araştırılmıştır.
Tablo 3: Değişkenlere Ait Birim Kök Sonuçları
I (0)
I (1)
ADF
PP
ADF
PP
Sabitli
Sabitli
ve
Trendli
Sabitli
Sabitli
ve
Trendl
i
LBIST100
-1,49
-2,02
-1,50
-2,30
-37,07a
-37,06a
-37,05a
-37,03a
LGAFRIKA
-2,44
-2,70
-2,30
-2,59
-36,64a
-36,65a
-36,75a
-36,76a
LBOVESPA
-0,09
-2,52
-0,28
-2,84
-34,27a
-34,27a
-34,48a
-34,47a
LKLCI
-1,23
-1,47
-1,24
-1,46
-35,51a
-35,58a
-35,51a
-35,60a
LWIG20
-0,72
-1,91
-0,60
-1,79
-35,81a
-35,83a
-35,87a
-35,89a
LVIX
-5,05a
-5,19a
-4,43a
-4,58a
Değişkenler
a
%1 anlamlılık düzeyini göstermektedir.
311
Sabitli
Sabitli
ve
Trendli
Sabitli
Sabitli
Ve
Trendli
K. Eyüboğlu ve S. Eyüboğlu
4.1.Eşbütünleşme Testi
Sınır testinde ilk olarak AIC bilgi kriterine göre modeller için gerekli olan optimal
gecikme uzunlukları tespit edilmiştir. Daha sonrafarklı seviyeden durağan olduğu
belirlenen VIX endeksi ile 5gelişmekte olan ülkenin borsaendeksleri arasındaki
uzun dönem ilişkinin tahmin edildiği Sınır Testi sonuçları ise Tablo 4’te
gösterilmiştir. Tablo 4’e göre sadece3 ülkenin borsa endeksi (G. Afrika, Brezilya
ve Polonya) ile VIX endeksi arasında uzun dönem ilişki olduğu belirlenmiştir.
Bağımlı Değişken
Tablo 4: Sınır Testi Sonuçları
F istatistiği Değerleri
LBIST100
3.838
LGAFRIKA
7.171a
LBOVESPA
6.652b
LKLCI
4.028
LWIG20
4.718c
Kritik Değerler
a, b, c
Anlamlılık
I0 (Alt Sınır)
I1 (Üst Sınır)
%10
4.05
4.49
%5
4.68
5.15
%1
6.1
6.73
sırasıyla %1, %5 ve %10 anlamlılık düzeyini göstermektedir.
Tablo 4’te görüldüğü üzere hesaplanan F istatistiği Pesaran’ın üst kritik değerini
aştığı için seriler arasında eşbütünleşme ilişkisinin olduğu tespit edilmiştir.
Eşbütünleşme ilişkisi tespit edilen durumlar için uzun ve kısa dönem ilişkileri
belirlemek amacıyla ARDL (Autoregressive Distribution Lag) modeli tahmin
edilmiştir.Gecikme uzunlukları ise AIC kriterine göre belirlenmiştir. Aynı
zamanda trend ve sabit terim modelde istatistiksel olarak anlamlı bulunduğundan
bu deterministikregresörlerin yer aldığı denklem tahmin edilmiştir.
312
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Tablo 5: Seriler için Hesaplanan ARDL Modeli Tahmin Sonuçları
Değişkenler
Model
Katsayı
LGAFRIKA
0.979
LGAFRIKA(-1)
-0.060
LVIX
0.068
LVIX(-1)
ARDL
(1,2)
-0.014
LVIX(-2)
0.145
C
-3.39E
TREND
2
R = 0.980
White=2.177
LM(1)=: 0.068LM(12):10.621
LBOVESPA
0.981
LBOVESPA(-1)
-0.046
LVIX
0.031
LVIX(-1)
ARDL
(1,4)
0.004
LVIX(-2)
-0.016
LVIX(-3)
0.018
LVIX(-4)
0.223
C
-1.83E
TREND
2
R = 0.997
White= 1.675
LM(1)=: 0.279LM(12):17.007
LWIG20
1.009
LWIG20(-1)
-0.050
LWIG20(-2)
-0.058
LWIG20(-3)
0.088
LWIG20(-4)
-0.041
ARDL (4,2)
LVIX
0.049
LVIX(-1)
-0.015
LVIX(-2)
0.095
C
-5.86E
TREND
2
R = 0.993
White= 3.915
LM(1)=: 0.703LM(12):15.590
a, b, c
sırasıyla %1, %5 ve %10 anlamlılık düzeyini göstermektedir.
313
T istatistiği
203.372a
-11.894a
9.872a
-2.812a
4.452a
-3.105a
221.237a
-6.819a
3.466a
0.460
-1.786c
2.703a
4.313a
-4.305a
34.975a
-1.246
-1.447
3.116a
-7.220a
6.339a
-2.704a
3.617a
-3.516a
K. Eyüboğlu ve S. Eyüboğlu
4.1.1. Uzun Dönemli İlişki
ARDL modellerinin tahmin sonuçlarına göre hesaplanan uzun dönem katsayıları
Tablo 6’da yer almaktadır.
Tablo 6: ARDL Modellerinden Elde Edilen Uzun Dönem Katsayıları
Değişkenler
Katsayı
T istatistiği
ARDL (1,2) Bağımlı Değişken LGAFRIKA
LVIX
-0.332
-4.144a
-0.0001
-3.281a
TREND
ARDL (1,4) Bağımlı Değişken LBOVESPA
LVIX
-0.455
-3.880a
-0.0009
-13.509a
TREND
ARDL (4,2) Bağımlı Değişken LWIG20
LVIX
-0.672
-3.018a
-0.0005
-4.562a
TREND
a
, %1 anlamlılık düzeyini göstermektedir.
Tablo 6’dan görüldüğü üzere elde edilen uzun dönem katsayılarıLGAFRIKA,
LBOVESPA, LWIG20 endeksleri ile VIX endeksi arasındaki negatif ilişkinin
%1’de istatistiksel olarak anlamlı olduğunu göstermektedir.
4.1.2. Kısa Dönemli İlişki
Tablo 7’de değişkenler arasındaki kısa dönem ilişkiyi gösteren ARDL modellerine
dayalı hata düzeltme modeli sonuçları gösterilmiştir. Buna göre 3 ülke borsa
endeksi ile VIX endeksi arasındaki kısa dönem ilişkiyi yansıtan hata düzeltme
katsayısı negatif, 1’den küçük ve aynı zamanda istatistiksel olarak %1’de anlamlı
bulunmuştur. Ayrıca kısa dönemde VIX endeksinde meydana gelen bir artışın
LGAFRIKA, LBOVESPA ve LWIG20 borsaları üzerinde negatif yönde bir etki
yarattığı görülmektedir.
314
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
Tablo 7: ARDL Modellerine Dayalı Hata Düzeltme Modeli Sonuçları
Değişkenler
Model
∆LVIX
∆LVIX(-1)
C
ECM(-1)
ARDL(1,2)
LBOVESPA
∆LVIX
∆LVIX(-1)
∆LVIX(-2)
∆LVIX(-3)
C
ECM(-1)
a
LGAFRIKA
ARDL(1,4)
LWIG20
∆ LWIG20(-1)
∆ LWIG20(-2)
∆ LWIG20(-3)
∆LVIX
∆LVIX(-1)
C
ECM(-1)
ARDL(4,2)
, %1 anlamlılık düzeyini göstermektedir.
Katsayı
T istatistiği
-0.060
0.014
0.145
-0.020
-11.970a
2.827a
4.641a
-4.641a
-0.046
-0.006
-0.002
-0.018
0.223
-0.018
-6.855a
-0.915
-0.300
-2.714a
4.455a
-4.471a
0.020
-0.030
-0.088
-0.041
0.015
0.095
-0.010
0.717
-1.067
-3.127a
-7.245a
2.709a
4.387a
-4.393a
Tablo 8: BIST ve KLCIiçin Tahmin Sonuçları
Değişkenler
∆LBIST,
∆LBIST,!
∆LBIST,"
∆LBIST,N
∆LBIST,R
sabit
LVIX(-1)
LVIX(-2)
LVIX(-3)
sabit
∆ LKLCI(-1)
∆ LKLCI(-2)
∆ LKLCI(-3)
LVIX(-1)
LVIX(-2)
a, c
Katsayılar
LBIST100
0.002
-0.013
0.017
0.021
-0.012
0.044
0.009
-0.019
0.009
Wald:4.768
LKLCI
0.521
0.030
0.012
-0.053
-4.873
4.709
Wald:10.363a
%1 ve %10 anlamlılık düzeyini göstermektedir.
315
t-istatistiği
0.400
-0.434
0.578
0.455
0.667
0.128
0.145
0.031
0.158
0.444
1.053
0.419
-1.882c
-3.218a
3.115a
K. Eyüboğlu ve S. Eyüboğlu
Uzun dönem ilişki elde edilemeyen BIST ve KLCIendeksleri ile VIX endeksi
arasındaki kısa dönem ilişki standart en küçük kareler yöntemi ile tahmin edilerek
sonuçları Tablo 8’de gösterilmiştir.Tablo 8’den görüldüğü üzere VIX endeksinin,
BIST ve KLCIendekslerini kısa dönemde genel olarak negatif yönde etkilediği
görülmüş ancak bu etki BIST endeksi için istatistiksel olarak anlamsız
bulunmuştur.
5. SONUÇ
Finansal piyasaların bütünleşmesi ülkelere birçok avantaj yanında dezavantajlar da
sağlamaktadır. En son ABD konut piyasasında yaşanan gelişmelerle ortaya çıkan
krizin tüm ülkeleri etkisi altına alması bu dezavantajlardandır. Ortaya çıkan bu
durum uluslararası piyasalardaki risk algılamasının diğer piyasalardaki etkilerini
araştıran çalışmalara olan ilgiyi arttırmıştır. Bu çalışmada 1.9.2010-10.03.2016
dönemi için uluslararası sermaye piyasalarında yaşanan yoğun hareketliliğin
gelişmekte olan ülke borsaları (Türkiye, G. Afrika, Brezilya, Malezya ve Polonya)
üzerinde nasıl ve ne ölçüde etkili olduğu araştırılmıştır. Sermaye piyasalarında
oluşan risk algısını göstermek amacıyla Chicago Opsiyon Borsası (CBOE)
tarafından piyasaların 30 günlük volatilite beklentisini ölçmek amacıyla
hesaplanan ve ABD hisse senedi opsiyonlarındaki zımni dalgalanmayı gösteren
VIX endeksi kullanılmıştır. VIX endeksindeki artış, risk algılamasının
yükseldiğini göstermektedir. Çalışmada ilgili ülkelere ait borsa endeksleri ile VIX
endeksi farklı seviyelerde durağan oldukları için aralarındaki uzun dönem ilişki
Sınır Testi yaklaşımı ile incelenmiştir. Bu yaklaşıma göre G.Afrika, Brezilya ve
Polonya borsa endeksleri ile VIX endeksi arasında eşbütünleşme ilişkisi olduğu
tespit edilmiştir. İlaveten hem kısa hem de uzun dönemde değişkenler arasında
negatif bir ilişki olduğu belirlenmiştir. Uzun dönem ilişki elde edilemeyen BIST
ve KLCIendeksleri ile VIX endeksi arasındaki kısa dönem ilişki standart en küçük
kareler yöntemi ile tahmin edilmiş ve VIX endeksinin, BIST ve KLCIendekslerini
kısa dönemde genel olarak negatif yönde etkilediği görülmüştür. Ancak bu etki
BIST endeksi için istatistiksel olarak anlamsız bulunmuştur. Yani risk algısında
ortaya çıkan artışyatırımların daha güvenilir piyasalara yönelmesine yol
açmaktadır. Bu açıdanelde edilen sonuçlar ilgili ülkelerin hisse senedi piyasalarına
yatırım yapacak yatırımcılar için yol gösterici olacaktır.
316
İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı
17-20 Mayıs, 2016
KAYNAKÇA
Amira, K. Taamouti, A. &Tsafack, G. (2011). What drives international equity
correlations? volatility or market direction?, Journal of International Money and
Finance, 30, 1234-1263.
Bali, T. G. & Weinbaum, D. (2007). A conditional extreme value volatility
estimator based on high-frequency returns, Journal of Economic Dynamics
Control, 31, 361-397.
Blair, B., Poon, S-H.ve Taylor, S. J. (2001). Forecasting S&P 100 volatility: the
incremental information content of implied volatilities and high-frequency index
returns, Journal of Econometrics, 105, 5-26.
Bollerslev, T. Osterrieder, D., Sizova, N., TauchenGe. (2013). Risk and return:
Long-run relations, fractional cointegration, and return predictability, Journal of
Financial Economics, 108, 409-424.
Ciarlone, A., Piselli P.,&Trebeschi G. (2009).Emerging markets’ spreads and
global financial conditions, International Financial Markets, Institutions and
Money, 19, 222-239.
Connolly, R. A. Stivers, C. &Sun L. (2007). Commonality in the time-variation of
stock–stock and stock–bond return comovements, Journal of Financial Markets,
10 192-218.
Connolly, R., Stivers, C., & Sun, L. (2005). Stock market uncertainty and the
stock-bond return relation, Journal of Financial and Quantitative Analysis, 40(1),
161-194.
Engle, R. ve Granger, C. W. (1987). Cointegration and error correction:
representation, estimation and testing, Econometrica, 55, 251- 276.
Hacıhasanoğlu, E. & Soytaş, U. (2009). Global risk algılamasının gelişmekte olan
piyasalara etkisi: Türkiye örneği, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi,
5(1),39-50.
Hartelius, K., Kashiwase, K., Kodres, L. (2008). Emerging market spread
compression: is it real or is it liquidity?, IMF Working Paper.
http://finance.yahoo.com/q/hp?s=%5EVIX+Historical+Prices, 9.04.2016.
317
K. Eyüboğlu ve S. Eyüboğlu
http://www.investing.com/indices/world-indices, 07.04.2016.
Johansen, S. ve Juselius, K. (1990). Maximum likelihood estimation and inference
on cointegration with applications to the demand for money, Oxford Bulletin of
EconomicsandStatistics, 52(2), 169 210.
Kaya, E. (2015). Borsa İstanbul (BIST) 100 endeksi ile zımni volatilite (VIX)
endeksi arasındaki eş-bütünleşme ve granger nedensellik, KMÜ Sosyal ve
Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 17(28), 1-6.
Korkmaz, T. & Çevik, E. İ. (2009), Zımni volatilite endeksinden gelişmekte olan
piyasalara yönelik volatilite yayılma etkisi, BDDK Bankacılık ve Finansal
Piyasalar, 3, 87-105.
Mukherjee, K. N. & Kumar, M. R. (2010). Stock market integration and volatility
spillover: India and its major Asian counterparts, Research in International
Business and Finance, 24, 235-251.
Narayan, S. &Narayan, P. K. (2004). Determinants of demand for Fiji’s exports:
an empirical investigation, The Developing Economies, 42(1), 95-112.
Özatay, F., Özmen E., Şahinbeyoğlu G. (2009). Emerging market sovereign
spreads global financial conditions and U.S. macroeconomic news, Economic
Modeling, 26, 526-531.
Pesaran, M.H., Shin, Y., Smith, R.J. (2001). Bounds testing approaches to the
analysis of level relationships, Journal of Applied Econometrics, 16, pp.289-326.
Shu, Jinghong& Zhang Jın (2012).Causality in the VIX futures market, The
Journal of Futures Markets, 32(1), 24-46.
318
Strategija za borbu protiv
organizovanog kriminalau BiH
Mr.Goran Blagojević
Univerzitet u Beogradu
APSTRAKT
Organizovani kriminal je društveno negativna pojava, koja predstavlјa pored bezbjednosne
prijetnje, istovremeno i bezbjednosni rizik i izazov, naročito ako se uobziri činjenica da je
ova pojava izuzetno prilagodlјiva u različitim društveno - ekonomskim i socijalno političkim okolnostima i uslovima. U radu će se obraditi mjesto Strategije u odnosu na
samu hijerarhijsku osnovu i odnos, te uzročnost Strategije sa drugim politikama, zakonima
i podzakonskim aktima, koji su od značaja za borbu protiv organizovanog kriminaliteta.
Utvrdiće se i njena povezanost, odnos i usaglašenost sa dokumentima na međunarodnom
nivou. Takođe, biće riječi o sadržaju Strategije, te će biti predstavlјeni izazovi, rizici i
prijetnje koje se odnose na ugrožavanje same bezbjednosti. Na kraju rada odrediće se i
samo mjesto organizovanog kriminaliteta i njegovi pojavni oblici u BiH, te mjere kojima
se adekvatno može suprotstaviti.
Klјučne riječi: Organizovani Kriminal, Strategija, Oblici Organizovanog Kriminala,
Bezbjednost.
G. Blagojević
1. UVODNA RAZMATRANJA
Spremnost države u borbi sa organizovanim kriminalitetom, u cilјu bolјe
koordinacije državnih institucija u sprečavanju i suzbijanju ovih bezbjednosnih
prijetnji, rezultiralo je da Vijeće ministara BiH, donese Odluku o uspostavi Radne
grupe za izraduProcjene prijetnje od organizovanog kriminala uBiH, Strategije i
Akcionog plana za borbu protiv organizovanog kriminalaza razdoblјe 2013–2015.
godine.Ova odluka je donesena na 49. sjednici Vijeća ministara BiH održanoj
08.05.2013. godine. u Sarajevu. Tom prilikom definisana je priprema i
izradaStrategije i Akcionog plana borbe protiv organizovanog kriminala 2014–
2016.godine. Institucionalni subjekti učesnici su:
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
Ministarstvo bezbjednosti BiH,
Ministarstvo pravde BiH,
Tužilaštvo BiH,
Državna agencija zaistrage i zaštitu BiH (SIPA-e),
Granična policija BiH,
Služba za poslovesa strancima BiH,
Direkcija za koordinaciju policijskih tijela BiH,
OSA/OBA BiH,
Uprava za indirektno oporezivanje BiH,
Republičkotužilaštvo Republike Srpske,
MUP RS,
Federalno tužilaštvo FBiH,
Federalni MUP,
Policija Distrikta Brčko BiH.
Strategijom, Vijeće ministara BiH utvrđuje politikuu oblasti uspostavlјanja
učinkovitog sistema za borbu protiv organizovanog kriminala,kojom definiše
strategijske cilјeve, uloge i odgovornostsvih učesnika i uspostavlјa okvir zaizradu
provedbenih
planova.Strategijomse
stvaraju
dodatni
uslovi
za
učinkovitijeuklјučivanje BiH u regionalni,evropski i svjetski koncept borbe protiv
organizovanog kriminala.Strategija je shodno obavezama specifičnim kroz proces
stabilizacije i pridruživanja EU, kao i tekućim reformskim procesimau zemlјi,
prije svega onim koji sunavedeni u Sporazumu o stabilizaciji i pridruživanju.Ona
je u čvrstoj koncepcijskoj i funkcionalnojvezi sa dokumentom Sigurnosnapolitika,
320
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
kao i određenim strategijama u BiH, koje se odnose na različita
područja:integrisano upravlјanje granicom, borbu protiv korupcije, sprečavanje
pranja novcai finansiranja terorističkih aktivnosti, suzbijanjetrgovine lјudima,
kontrolu nedopuštenogprometa opojnih droga, njeno suzbijanje isprečavanje, te
suzbijanje ilegalnih migracija“. (Vijeće ministara BiH, 2013).
2. OPIS STANJA NA ZAKONODAVNOM NIVOU
Po pitanju definisanja organizovanog kriminaliteta, navest ćemo dva tumačenja
koja dominiraju u javnosti.To su stavovi UN i EU. Ujedinjene nacije su 2000.
godine u Palermu pokušale doprinijeti definisanju pojma organizovanog
kriminaliteta sa aspekta da se taj koncept odnosi na najteža krivična djela,
(korupcija, pranje novca i ometanje pravosuđa), uslovlјavajući da se radi o
transnacionalnom krivičnom djelu koje uklјučuje organizovanukriminalnu grupu
pri izvršavanju ovih krivičnih djela, ali i u njegovim planiranjima i pripremanjima.
UN prema čl. 2. Konvencije definišu kriminalnu grupu:“
−
−
−
zločinačka organizacija je organizovana grupa lјudi od najmanje 3 lica
koja postoji nekovrijeme, djelujući zajednički sa cilјem da počini jedno ili
više ozbilјnih krivičnih djela,predviđenih Konvencijom, a sa namjerom da
direktno ili indirektno ostvari materijalnu korist;
teški oblik krivičnog djela je radnja koja predstavlјa krivično djelo za koje
se može izrećinajviša kazna zatvora u trajanju od najmanje 4 godine ili
teža kazna;
organizovana grupa označava grupu koja nije slučajno formirana radi
neposrednogizvršenja krivičnog dela i čiji članovi ne moraju imati
precizno definisane uloge, niti kontinuitetčlanstva, ni razvijenu
organizaciju.” (Konvencija UN, 2000).
EU je 1994. godine deklarisala svoje viđenje koje je više puta dorađivano. Suština
stanovišta EU odnosi se na naglašavanje11 karakteristika, u kojima njih 6 moraju
biti ispunjene, pri čemu su 4 karakteristike obavezne, kako bi se određeni krivični
slučaj mogao smatrati organizovanim kriminalitetom. Ostale karakteristike su
individualne, odnosno zavise od svakog pojedinačnog slučaja. (Toon van der
Heijden, 1996).
321
G. Blagojević
3. ZAKONODAVNI OKVIR NA NIVOU BiH
Predmetna Strategija utemelјena je na svim važećim zakonima, konvencijama,
bilateralnim i multilateralnim ugovorima. Kada je riječ o zakonodavnom okviru
BiH, Strategija se temelјi na najvažnijim zakonskim propisima:
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
ZKP BiH,
KZ BiH,
Zakon o sudu BiH,
Zakon o policijskim službenicima BiH,
Zakon o Državnoj agenciji za istrage i zaštitu,
Zakon o Graničnoj policiji BiH,
Zakon oSlužbi za poslove sa strancima,
Zakon oDirekciji za koordinaciju policijskih tijela i o Agencijama za
podršku policijskoj strukturiBiH,
Zakon o sprečavanju pranja novcai finansiranju terorističkih aktivnosti u
BiH,
Zakon o zaštiti svjedoka pod prijetnjom i ugroženih svjedoka,
Zakon o programu zaštite svjedoka u BiH,
Zakon o slobodi pristupa informacijama u BiH,
Zakon o zaštiti ličnih podataka,
Zakon ozaštiti tajnih podataka,
Zakon BiH o izvršavanjukrivičnih sankcija, pritvora i drugih mjera,
Zakon o osnivanju Zavoda za izvršenje krivičnih sankcijapritvora i drugih
mjera,
Zakon o međunarodnoj pravnojpomoći u krivičnim stvarima,
Zakon o obavještajnosigurnosnoj agenciji BiH.
4. ZAKONODAVNI OKVIR NA NIVOU ENTITETA
Nadležnosti i ovlašćenja svih entitetskih institucija, kao i Brčko Distrikta u BiH, u
borbi protiv organizovanog kriminala, uređena su većim brojem zakonskih propisa
od kojih su najvažniji:
−
−
ZKP RS,
ZKP RS, - prečišćeni tekst,
322
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
ZKP RS,
KZ RS,
KZ RS – Prečišćeni tekst,
Zakon o unutrašnjim poslovima,
Zakon o izvršenju krivičnih iprekršajnih sankcija RS,
Zakon o izvršnom postupku RS,
Zakon o suzbijanju organizovanog i najtežih oblikaprivrednog kriminala,
Zakon o policijskim službenicima,
Zakon o oduzimanju imovinestečene izvršenjem krivičnog djela,
ZKP BrčkoDistrikta BiH,
Zakon o policiji Brčko Distrikta BiH,
Zakon o policijskim službenicima Brčko Distrikt BiH,
KZ Brčko Distrikta BiH,
Zakon o izvršenju krivičnih i prekršajnih sankcija,
Zakon o unutrašnjimposlovima FBiH,
ZKP FBiH,
KZ Federacije BiH,
Zakon o policijskim službenicima FBiH,
U Republici Srpskoj, kao lex specialis donesen je „Zakon o suzbijanju
organizovanog i najtežih oblika privrednog kriminaliteta“. U Federaciji BiH, to je
„Zakon o suzbijanju korupcije i organiziranog kriminala u Federaciji BiH“.
Predmetna Strategija, pored ovih, regulisana je i drugim pozitivnim pravnim
propisima, zakonskim i podzakonskim aktima koji tretiraju ovu oblast
teobuhvatajupitanjauvezisaborbom protiv organizovanog kriminala. U samoj
Strategiji u BiH navedeni su, svi zakonski propisi kako na nivou BiH, tako i na
nivou entiteta. Odnos Strategije, (naročito ukoliko se radi o nivou BiH), u odnosu
na zakonske propise je takav da je regulisan nadležnošću Vijeća ministara BiH. U
tom smislu definisani su i nosioci aktivnosti pri izradi strategije. To su: Generalni
sekretarijat Vijeća ministara BiH, Ured predsjedavajućeg Vijeća ministara BiH,
Institucije BiH, Vijeće ministara BiH. (Vijeće ministara BiH, 2013).
Strategija se usvaja po zakonskoj proceduri i na osnovu nje, odnosno, na osnovu
konsultacija pri izradi strateškog plana, programa rada i izvještaja o radu,
primjenjuju se „Pravila za konsultacije u izradi pravnih propisa“, na osnovu kojih
se oni i donose.
323
G. Blagojević
Nakon odnosa Strategije i pravnih propisa potrebno je istu pozicionirati u odnosu
na ostale bezbjednosne strategije. Nameće se potreba distinkcije bezbjednosne
strategije i strategije države.
U tom smisluZoran Keković smatra da „Strategija bezbjednosti teoretski uobličava
načine, oblike i metode ostvarivanja bezbjednosti, bavi se istraživanjima u oblasti
bezbednosti i na taj način doprinosi uopštavanju i razrešavanju doktrinarnih
stavova i pogleda. Ona je nižeg nivoa opštosti od strategije države koja se sastoji
od posebnih strategija: političke strategije, strategije ekonomskog razvoja,
strategije tehnološkog razvoja, vojne strategije i tako dalјe. Strategija države je,
zapravo, opšte programsko stanovište za dostizanje i očuvanje najviših nacionalnih
(državnih) vrijednosti i interesa. Na sličan način i politika nacionalne bezbjednosti
jeste konkretizacija državne politike u sferi bezbjednosti“. (Keković, Z., 2009:9091).
Zaklјučuje se da je predmetna Strategija rezultirala prethodnom procjenom
institucija o stanju u državi, te je na osnovu analize realne prijetnje i opasnosti,
izveden zaklјučak da je neophodno usvojiti ovakav dokument koji daje prioritet
subjektima koji će u budućnosti doprinijeti adekvatnom suprotstavlјanju uzrocimai
šteti koja se odnosi na organizovani kriminal.
Zanimlјiva je i definicija koju daje Mitar Kovač „ Pod strategijom nacionalne
bezbjednosti
podrazumijevamo
sistemkomplementarnihnormi,
izdomenadržavnihstrategijakojeseneposrednoodnosenasistembezbjednostiinarealiz
ovanjespecifičnihodbrambenihfunkcijadržaveupolitičkoj, ekonomskoj, pravnoj,
tehnološkoj,
edukativnoj,
informacionoj,
vojnoj,
vjerskojidrugimoblastimafunkcionisanjadržave.
Tojecjelovitirelativnotrajanprogram,
čijomrealizacijomtrebadaseostvarispolјnaiunutrašnjabezbjednostdržave,
umiruiratu,
krozefikasnorješavanjebezbjednosnihrizika,
izazovaiprijetnji,
radizaštitesloboda, imovinskesigurnosti, pravagrađanaidemokratskihtekovina.“
(Kovač, M., 2003:82).
Na osnovu iznesenog, shvatamo da su predmetnom Strategijom definisani strateški
cilјevi, uloge iodgovornost svih subjekata u državi, te je određen okvir za izradu
planova implementacije. Na ovaj način, između ostalog, stvaraju se dodatni uslovi
za uklјučivanje BiH uregionalni, evropski i svjetski koncept borbe protiv
324
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
organizovanog kriminala. Ova Strategija je u skladu sa obavezama koje su opisane
u specifikaciji samog procesa stabilizacije i pridruživanja EU, kao i aktuelnim
reformskim procesima u zemlјi. Te reforme su prvenstveno navedene u
Sporazumu o stabilizaciji i pridruživanju. BiH potpisala je Sporazum o stabilizaciji
i pridruživanju 16. juna 2008. godine. Potpisivanju je prethodilo parafiranje
04.12.2007. godine u Sarajevu, te pregovori o Sporazumu koji su vođeni od
novembra 2005. do decembra 2006. godine.
Ona je u čvrstoj koncepcijskoj i funkcionalnoj vezi sa dokumentom Bezbjednosna
politika, kao i određenim strategijama u BiH, koje se odnose na oblasti:
integrisano upravlјanje granicom; borba protiv korupcije; sprečavanja pranja
novca i finansiranja terorističkih aktivnosti; suzbijanje trgovine lјudima, kontrola
neovlaštenog prometa opojnih droga, njeno suzbijanje i prevenciju;
suprotstavlјanje ilegalnim migracijama.
5. MEĐUNARODNI STANDARDI IMPLEMENTIRANI U BiH
ZAKONODAVSTVO
Najznačajniji međunarodni dokumenti koji tretiraju oblast borbe protiv
organizovanog kriminala su:
−
−
−
−
Konvencija UN protiv transnacionalnog organizovanog kriminala, (15. 11.
2000. god.);
Preporuka Rec (2001) 11 Komiteta ministara državama članicama koja se
odnosi na vodeće principe za borbu protiv organizovanog kriminala, (19.
09. 2001. god.);
Zajednička akcija o kažnjavanju članstva u kriminalnoj organizaciji u
državama članicama EU (21. 12. 1998. god.). Izuzetan značaj za BiH, u
smislu harmonizacije propisa s propisima EU, predstavlјa prihvatanje
smjernica i standarda zacrtanih u Akcionom planu za suprotstavlјanje
organizovanom kriminalu;
Predpristupni pakt o organizovanom kriminalu između država članica EU i
država kandidata centralne i istočne Evrope i Kipra.
Pored ovih, aktuelne su i mnoge konvencije, protokoli i preporukeod strane UN-a,
EU i Savjeta Evrope, kao i dokumenti drugih organa i organizacija čijim se
poštivanjem doprinosi harmonizaciji propisa, neophodnim u borbi protiv
325
G. Blagojević
organizovanog kriminala. BiH je sklopila 16 bilateralnih ugovora o saradnji u
oblasti borbe protiv kriminala. Pored toga, potpisan je i veliki broj ugovora o
pograničnoj saradnji i o razmjeni bezbjednosnih podataka sa zemlјama u regionu,
EU i šire.
BiH je u 2014. godini, sa SaveznimMUP-om SR Nјemačke potpisala Zajedničku
izjavu o namjerama saradnje u borbi protiv kriminala koja se odnosi, prije svega
protiv terorizma, organizovanog kriminala i nezakonite trgovine narkoticima.
Najznačajniji sporazumi koje je BiH potpisala iz ove oblasti su sporazumi sa
sledećim vladama:
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
−
Republike Turske, (2006);
Republike Mađarske, (1996);
Republike Grčke, (2006);
Republike Italije,(2002);
Republike Slovačke, (2006);
Arapske Republike Egipat, (2006);
Švicarske Konfederacije, (2007);
Rumunije, (2007);
Crne Gore, (2007);
Republike Makedonije, (2008);
Republike Albanije, (2009);
Republike Hrvatske, (2010);
Hašemitske Kralјevine Jordan, (2011);
Kralјevine Španije, (2011);
Republike Moldavije, (2012);
Češke Republike, (2013).
BiH je ratifikovala Konvenciju UN-a koja se odnosi na borbu protiv
transnacionalnog organizovanog kriminala, kao i 3 pripadajuća protokola usvojena
u Palermu, 15.11.2000. godine. U svojim aktivnostima BiH ispunjava odredbe
„Predprijemnog pakta o organizovanom kriminalu i Pakta stabilnosti – „PAPEG“,
te nastoji ispunjavati svoje obaveze doniranja u „Antikorupcionu inicijativu –
„SPAI“. U sklopu ovih nastojanja, BiH je 11.07.2013. godine, u Zagrebu, potpisala
„Protokol o izmjenama i dopunama Memoranduma o razumijevanju i saradnji u
326
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
borbi protiv korupcije putem Inicijative jugoistočne Evrope za borbu protiv
korupcije“.
Međutim, realno stanje i praktična primjena borbe protiv organizovanog kriminala
i korupcije u BiH pokazuje poražavajuće rezultate.Tako, prema istraživanju
Trancparency International BiH, može se zaklјučiti da su u BiH pravosudni organi
ostvarili najlošije rezultate u poslјednjih pet godina. Negativne tendencije su
prisutne kako u svim fazama krivičnog postupka, tako i na svim pravosudnim
nivoima vlasti u BiH. Uzroke za ovako loše rezultate u procesuiranju korupcije
treba tražiti u urušavanju nezavisnosti pravosudnih organa na koje su se proširile
kompleksne veze između politike, poslovnog sektora i predstavnika medija, koje
znatno utiču na rad pravosuđa. Tome u prilog ide i pretpostavka da su u većini
slučajeva procesuirana samo krivična djela „sitne korupcije“ (Transparency
International BiH, 2014).Jasna je slika institucionalne borbe protiv organizovanog
kriminala i potrebe, (barem teoretske), u suzbijanju i sprečavanju. Ono što
istraživanja govore i na šta ukazuju je, da se BiH uveliko mora potruditi u
nastojanjima za sistematske i doslјedne primjene preuzetih obaveza koje su nastale
potpisivanjem različitih međunarodnih akata i sporazuma.
6. PREDMET I SADRŽAJ STRATEGIJE
Donošenjem Strategije u BiH, nastoji se osnažiti sistem koji bi doprinjeo
efikasnijoj i efektivnijoj borbi protiv organizovanog kriminala, kroz različite
oblike, kako na zakonodavnim tako i na institucionalnim nivoima.
U Strategiji, od strane Vijeća ministara BiH, definisani su osnovni cilјevi:
1. Usklađivanje
pravnih
propisa
u
BiH
sa
međunarodnim
konvencijama,sporazumima, preporukama i dr. standardima koji tretiraju
borbu protivorganizovanog kriminala;
2. Harmonizacija pravnih propisa unutar BiH;
3. Unapređenje pravnog i institucionalnog okvira za oduzimanje imovine
stečene kriminalom;
4. Jačanje kapaciteta svih subjekata u BiH koji učestvuju u borbi protiv
organizovanog kriminala;
5. Proaktivni pristup u borbi protiv organizovanog kriminala;
6. Jačanje i razvoj međuinstitucionalne i međuagencijske saradnje u BiH;
327
G. Blagojević
7. Razvijanje međunarodne saradnje uz intenziviranje učešća u
međunarodnim organizacijama, inicijativama, radnim grupama i tijelima,
te omogućavanje vođenja zajedničkih istraga kroz formiranje zajedničkih
istražnih timova;
8. Jačanje institucionalnih kapaciteta za vođenje finansijskih istraga u sklopu
krivičnih istraga i u postupcima oduzimanja nezakonito stečene imovinske
koristi;
9. Standardizacija pravnih okvira i institucionalnih kapaciteta za primjenu
posebnih istražnih radnji;
10. Osigurati preduslove za efikasnu provedbu mjera zaštite svjedoka u BiH;
11. Izgradnja novih standardizovanih, i razvoj, održavanje i ažuriranje
postojećih informacionih sistema i baza podataka agencija za provođenje
zakona i kontinuirana informatička edukacija zaposlenih;
12. Unaprijediti pravni okvir u oblasti rada privatnih zaštitarskih agencija u
BiH;
13. Razvoj nezavisnih istraživanja i podrška institucijamakoje sebave
multidisciplinarnim istraživanjem organizovanog kriminala uz
unapređenjesaradnje sa naučnim i akademskim organizacijama;
14. Jačanje saradnje sa organizacijama civilnog društva, podizanje svijesti i
edukacijagrađana o rizicima i štetnim poslјedicama koje nastaju
organizovanim kriminalom;
15. Jačanje saradnje sa elektronskim i pisanim medijima radi objektivnog
iblagovremenog upoznavanja javnosti sa faktorima koji generišu
organizovanikriminal;
16. Koordinirati strategiju i njenu implementaciju sa ostalim relevantnim
strategijama;
Dakle, u samoj Strategiji kao što joj i samo ime govori, fokus je na borbi protiv
organizovanog kriminala u BiH. Nјezin sastavni dio čini dinamički/akcioni plan
koji sadrži cilј, mjere, navodinosioce i rok realizacije planirane aktivnosti.
7. INSTITUCIONALNI OKVIR ZA BORBU PROTIV ORGANIZOVANOG
KRIMINALITETA U BiH
Vijeće ministara u BiH je nosilac izvršne vlasti na nivou BiH. Na nivou entiteta i
Brčko Distrikta, to su njihove vlade. Odlučnost i sposobnost faktora političkog
sistema da se obračunaju sa organizovanimkriminalom,delegira bezbjednosnim
328
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
agencijama uspjeh u borbi. Može se zaklјučiti da za sprovođenje Strategije treba
postojati stabilnost političke volјe ali i usvajanje isprovođenje odgovarajućih
propisai jačanje saradnje institucija na nivou BiH, entiteta i BrčkoDistrikta. UBiH
po ovom pitanju djeluju sledeće institucije i agencije:
Državna agencija za istrage i zaštitu (SIPA),djeluje u skladu sa nadležnostima
propisanim Zakonom o državnoj agenciji za istrage i zaštitu. (Sl.glasnik BiH
br:27/04;63/04;35/05;49/09;40/12)
Nјezin rad se odnosi na organizovani kriminal, terorizam, ratnezločine, trgovinu
lјudima
i
dr.
krivična
djela
protiv
čovječnosti
i
vrijednosti
zaštićenihmeđunarodnim pravom, te teški finansijski kriminal. SIPA poslove i
zadatke obavlјa po naredbi Tužilaštva i Suda BiH. Zasprečavanje pranja novca i
finansiranja terorističkih aktivnosti nadležno je Finansijsko-obavještajno
odjelјenje (FOO) u sjedištu SIPA-e koje je glavni nosilac aktivnosti u BiH po ovoj
problematici.
Granična policija BiH, djeluje u skladu sa propisima koji su obuhvaćeni
Zakonom o graničnoj policiji BiH. (Sl. glasnik BiH, br: 50/04, 27/07 i 59/09).
Aktivnosti obuhvataju provođenje Zakona o graničnoj kontroli, Zakona o kretanju
i boravku stranaca iazilu, sprečavanje, otkrivanje i istraživanje krivičnih djela
propisanih KZ uBiHkada su ona usmjerena protiv bezbjednosti državne graniceili
protiv izvršenja poslova i zadataka iz nadležnosti GP BiH.U organizacionoj
strukturi GP BiH djeluje Centralni istražni ured, čija je nadležnost sprečavanje i
otkrivanjekrivičnih djela iz oblasti organizovanog prekograničnog kriminala,
naročito krijumčarenja lјudi, ilegalnih migracija i krijumčarenja roba.
Direkcija za koordinaciju policijskih tijela BiH, u svojoj strukturi obuhvata i
Sektor za međunarodnuoperativnu policijsku suradnju, koji u skladu sa
nadležnostima, razmjenjujeoperativne i strateške informacije u međunarodnoj
policijskoj saradnji, putem saradnje saINTERPOL-om, EUROPOL-om i SELEC
Centrom, kao i putem akreditovanih stranihpolicijskih oficira za vezu u BiH.
Sud i Tužilaštvo BiH, djeluju na nivou BiH. Nјihovenadležnosti su propisane
Zakonima o Sudu BiH i Tužilaštvu BiH. (http://tuzilastvobih.gov.ba).Tužilaštvo
BiH je institucija čija je nadležnost određena Zakonom o tužilaštvu BiH.
Nadležno je za krivična djela organizovanog kriminala na nivou BiH, te naročito
329
G. Blagojević
za krivična djela međunarodnog prometa opojnim drogama, trgovine lјudima,
koruptivnim krivičnim djelima gdje su izvršioci predstavnici institucija BiH, kao i
za krivična djela ekonomskog kriminala kojima se ugrožava ekonomski integritet i
jedinstvo tržišta u BiH. S cilјem što efikasnijeg istraživanja i krivičnog
procesuiranja navedenih krivičnih djela, u Tužilaštvu BiH je formiran Posebni
odjel za organizovani kriminal, ekonomski kriminal i korupciju. Na nivou entiteta
djeluju entitetska, okružna i kantonalna tužilaštva dok u okviru Brčko Distrikta
BiH djeluje Tužilaštvo Brčko Distrikta BiH. U Republici Srpskoj formirano je i
Specijalno tužilaštvo sa isklјučivom nadležnošću za borbu protiv organizovanog
kriminala.
OSA/OBA BiH, djeluje kao samostalna agencija za prikuplјanje bezbjednosnoobavještajnih podataka. Direktno je odgovornaParlamentarnoj skupštini BiH,
odnosno, Komisiji za nadzor nad radom OSA/OBA. Nadležnosti su propisane
Zakonom o obavještajno-bezbjednosnoj agenciji BiH. Pored ostalog, poslovi
OSA/OBA obuhvataju prikuplјanje, analizu idistrubuciju podataka o
organizovanom kriminalu koji po svom karakteru predstavlјa prijetnjupo
bezbjednost BiH i globalnu bezbjednost, naročito u oblastima trgovine drogom,
oružjem ilјudima, nezakonitu međunarodnu proizvodnju oružja za masovno
uništenje ili komponenti,materijala i uređaja koji su potrebni za njihovu
proizvodnju; nezakonitu trgovinu proizvodimai tehnologijama koje su pod
međunarodnom kontrolom.
Uprava za indirektno oporezivanje BiH, kao samostalna upravnaorganizacija, na
nivou BiHprovodi zakonske i druge propise o indirektnomoporezivanju i politiku
koju utvrđuje Vijeće ministara BiH na prijedlog Upravnog odbora UIO.Odgovorna
je Vijeću ministara BiH.Nadležnost UIO BiH je regulisana Zakonom oUpravi za
indirektno oporezivanje, koja se ogleda, između ostalog, u suzbijanju, otkrivanju
iistraživanju carinskih, poreskih i dr. prekršaja, te u skladu sa uputstvima
nadležnogtužioca, vođenju aktivnosti u vezi s istragom krivičnih djela vezanih za
indirektnooporezivanje, putem svog organizacionog dijela Sektora za provođenje
propisa.
Na nivou BiH, pored Agencije za policijsku podršku, Agencije zaškolovanje i
stručno usavršavanje kadrova i Agencije za forenzička ispitivanja i
vještačenja,djeluje i Služba za poslove sa strancima.Najvažnija nadležnost u
kontekstu ove Strategije je prevencija i suprotstavlјanje ilegalnimmigracijama kao
330
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
potencijalnom riziku, koju Služba provodi kroz operativne aktivnosti upostupcima
ovjere pozivnih pisama i odobrenja boravka, prikuplјanjem informacija i
saznanjao organizatorima ilegalnog prebacivanja i krijumčarenja lica, utvrđivanju
pravaca i rutakretanja ilegalnih migranata, razmjenom prikuplјenih saznanja i
informacija sa agencijama zaprovedbu zakona u BiH, inspekcijskim kontrolama
kretanja i boravka stranih državlјana tepreduzimanjem represivnih aktivnosti
prema istim.
8. INSTITUCIONALNI NIVO ENTITETA I BRČKO DISTRIKTA
Pored institucija na nivou BiH, postoje, na nivou entiteta, Federalni MUP, MUP
Republike Srpske,Policija BrčkoDistrikta.
FEDERACIJA BiH:U okviru Federacije BiH postoji 10 kantona. U svakom
djeluje KantonalniMUP. Sastoje se od policijskih uprava formiranihna
teritorijalnom i funkcionalnom principu. Policijske uprave se sastoje od dvije ili
višepolicijskih stanica (opštinski nivo). Nadležnosti Federalnog MUP-a,
(Federalne Uprave policije FMUP-a), propisane su Zakonom o unutrašnjim
poslovimaFederacije BiH. (Službene novine Federacije BiHbr: 49/05).
Nadležnosti se odnose na suzbijanjeterorizma, međukantonalnog kriminala,
stavlјanja u promet opojnih droga, organizovanogkriminala, pronalaženje i
hapšenje izvršilaca ovih krivičnih djela.
REPUBLIKA SRPSKA:Nadležnosti MUP-a Republike Srpske propisana su
Zakonom ounutrašnjim poslovima i Zakonom o policijskim službenicima
Republike Srpske. Navedenimzakonima, kao jedan od primarnih zadataka je i
suzbijanje organizovanogkriminaliteta i korupcije. Kao jedna od osnovnih
organizacionih jedinicaje i UKP, koja u svom sastavu ima Službu za
suzbijanjeorganizovanog kriminaliteta i korupcije čiji je prioritetni zadatak
vođenje istragaorganizovanog i najtežih oblika privrednog kriminaliteta i
korupcije, kao i finansijske istragei istrage pranja novca. U okviru UKP, formirano
je Odjelјenje za suzbijanje visokotehnološkog kriminaliteta. U okviru 6CJB,
formirana su odjelјenja za suzbijanje organizovanog kriminaliteta i korupcije te
zasuzbijanje privrednog kriminaliteta.
BRČKO DISTRIKT:Policija Brčko Distrikta BiH ima potpunu, stvarnu i mjesnu
nadležnost na području BrčkoDistrikta BiH propisanu Zakonom o Policiji Brčko
331
G. Blagojević
Distrikta BiH. (Sl. glasnik Brčko Distrikta BiH, br: 2/00 i 33/05). U okviru
Jedinicekriminalističke policije formirani su odsjek za organizovani kriminal,
droge i odsjek zaprivredni kriminal i korupciju.
9. ANALIZA KAPACITETA ZA BORBU PROTIV ORGANIZOVANOG
KRIMINALA
Subjekti u borbi protiv organizovanog kriminala imaju izvijesne nedorečenosti i
manjkavosti. Karakteristična je kadrovska nepopunjenost, kako u kvalitativnom
tako i u kvantitativnom smislu. Na jednoj strani, primjećuje se odliv kvalitetnih i
iskusnih kadrova u druge institucije ali i privatni sektor. Sa druge strane postoji
priliv mladih ineiskusnih službenika kojima nedostajeneophodno znanje i vještina.
Posmatranjem specijalizacije kadrova u borbi protiv organizovanog kriminala,
uviđa se da taj proces nema trajni karakter kroz čiju bi se aktivnost omogućilo
sticanje odgovarajućih kompetencija. Ono što je aktuelno ali nedovolјno, jeste
organizovanje povremenih seminara, okruglih stolova, određenih studijskih
posjeta i slično. Potrebno je usavršavati metode borbe, taktike istraživanja i
dokumentovanja savremenih oblika kriminala, primjenespecijalnih istražnih
tehnika, sprovođenja finansijskih istraga i efikasnog oduzimanja imovineproistekle
izvršenjem krivičnih djela, implementacije međunarodnih standarda,
razvijanjapravne regulative i u drugim oblastima. To zahtijeva bolјu koordinaciju i
korišćenje obavještajnih podataka i informacija, unapređenje znanja, ali i pojačanu
međusobnu saradnju institucija. Efikasnije sprovođenje postojećih zakona i
primjena najbolјih iskustava iz prakse ipovezivanje informacionih mreža i baza
podataka, kao i razvijanje regionalne saradnje nasvim nivoima, doprinijelo bi
efikasnijoj i efektivnijoj borbi protiv organizovanog kriminala.
10. NAJČEŠĆI POJAVNI OBLICI ORGANIZOVANOG KRIMINALA I
NEOPHODNE MJERE
Neovlaštena proizvodnja i promet opojnih droga: Zahtijeva neophodnost da se
usvoji nova strategija i akcioni plan za borbu protiv zloupotrebeopojnih droga, sa
akcentom na prevenciju suzbijanja zavisnosti, edukaciji mladih, u cilјu smanjenja
potražnje za opojnimdrogama u BiH. Implementacija i sprovođenje zajedničkih
aktivnosti na međunarodnom nivou treba da budu jedna od mjera kojim bi se
unaprijedilo proaktivno djelovanje.Formiranje zajedničkog operativnog centra bilo
332
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
bi neizbježno ukoliko se saradnja odnosi na BiH i zemlјe okruženja. U pogledu
kontrole i nadzora nad komunikacijama članova organizovane kriminalne grupe,
potrebno je unaprijediti strateške smjernice. Pojačane kontrole na graničnim
prelazima su neophodne. Od velike važnosti je i sprovođenje posebnih istražnih
radnji. Neophodno je profesionalizovati posebnu istražnu radnju „prikrivenog
istražitelјa“. Pooštravanje kaznene politike i njena strožija primjena, te eventualne
izmjene u KZ u smislu pooštravanja sankcija,bilo bi od velikog značaja.
Trgovina lјudima: Viktimološki značaj je veoma bitan. U tom smislu potrebno je
pozitivno podsticati žrtvei obezbijediti bezkompromisno sprovođenje njihove
zaštite u procesnom postupku i u smislu njihove lične zaštite. Pravovremenost
razmjene informacija policijskih agencija u BiHi regionalnog nivoatrebalo bi da se
ostvaruje putem formiranja Zajedničkog centra za operativnu policijskusaradnju.
Krijumčarenje lјudi: Unapređenje operativno-obavještajne aktivnosti na nivou
međuregisjke i međunarodne saradnjeje veoma bitno. Potrebno je pojačati
granične kontrole, kretanje i boravakstranaca u BiH, razmjenu kriminalističkoobavještajnih informacija i međupolicijsku saradnju.
Krađe i trgovina ukradenim vozilima:U cilјu kontrole ilegalnih auto-otpada
pojačati mjere inspekcijskihkontrola lokalne samouprave i izvršavati nadzor nad
sprovođenjem homologacije vozila su jedni od početnih koraka. Implementaija
akcijskog plana za borbu protiv krađe motornih vozila veoma je bitna ali i
aktivnosti na pristupu međunarodnim bazama podatakaukradenih vozila i radnih
mašina, kao i međupolicijska saradnja na nivou BiH i drugih država. Kao efektan
oblik bio bi i pojačavanje kaznene politike i oduzimanje protivpravno stečene
imovine.
Privredni kriminalitet: Preporuke Savjeta Evrope jasno ukazuju na neophodnost
borbe protiv ovih krivičnih djela. Potrebno je intenzivirati razmjenu podataka i
međunarodnu saradnju po preuzetimsporazumima. Kao dalјi koraci bili bi
pooštravanje kaznene politike u smislu visine zaprijećene kazne, pojačane kontrole
prilikom registracije pravnih subjekata, izrada planova integriteta agencija za
sprovođenje zakona u BiH safokusom na borbu protiv korupcije kao i međusobna
saradnja agencija, pojačane interne kontrole u institucijama za sprovođenje zakona
ipravosudnim institucijama, s cilјem suzbijanja zloupotreba.
333
G. Blagojević
Pranje novca: Potreba za donošenjem novog zakona o sprečavanju pranja novca
ifinansiranju terorizma u skladu sa preporukama Moneyvala, kao i usklađivanje
KZ BiH; RS; FBiH; BDBiH ali i potpuna implementacija Strategije za
sprečavanje pranja novca ifinansiranja terorističkih aktivnosti su mjere na koje se
mora staviti akcenat. Edukacija tužilaca i policije o savremenim
oblicima,modusima i tehnologijama u pranju novca, su veoma značajne mjere.
Nezakonita trgovina vatrenim oružjem: Neophodno je potpuno ostvarivanje
cilјeva Strategije za kontrolu malog oružja i lakog naoružanja BiH 2013-2016., te
konkretnih obaveza iz usvojenog Akcionog plana za sprovođenje Strategije.
Potrebno je preciznije pravno regulisati oblast koja se odnosi na bezbjednosne
agencije u smislu nadzora i kontrole uvoza i izvoza naoružanja preko teritorije
BiH, kao i iznalaženje primjene najbolјih međunarodnih iskustava kod
rješavanjaviškova zaostalog oružja i vojne opreme u postkonfliktnim zemlјama.
Edukacija i podizanje svijesti u obrazovnim institucijama o opasnosti oružja sa
cilјem sprečavanja dostupnostioružja i eliminacije „crnog tržišta“ u BiH,
predstavlјalo bi učinkovitu mjeru koja bi se u preventivnom smislu odvijala.
Krijumčarenje visokotarifnom robom: Da bi se pobolјšala situacija u ovoj oblasti,
neophodno jepreduzeti mjere kojima će se smanjiti stopa nezaposlenosti i opšteg
siromaštva u BiH, ali i ojačati istražni kapacitetiza otkrivanje i rasvjetlјavanje ovih
krivičnih djela.
Kompjuterskikriminalitet: Donošenje strateških dokumenata u borbi protiv
visokotehnološkogkriminala u BiH i saradnja sa privatnim sektorom kroz
razvijanje konretnih sporazuma i podizanje svijesti vezano za sigurnost korištenja
IT su od velike važnosti. Potrebno je sprovoditi edukacijupolicajaca, tužilaca i
sudija o savremenomvisokotehnološkom kriminalu, modusima i pojavnim
oblicima, ali i kontinuirano unapređenje tehnologija koje koriste agencije za
sprovođenje zakona u BiH, te opremanje i razvoj sigurnosti kompjuterskih sistema
u institucijama uBiH i implementacija međunarodnih direktiva i najbolјih praksi u
ovoj oblasti.
Korupcija: Implementacija preporuka GRECOi implementacija Strategije i
akcionog plana za borbu protivkorupcije sa kombinacijom pooštravanja sankcije
za sva koruptivna krivična djela, uz obavezno oduzimanje nezakonitostečene
imovine dala bi učinkovite rezultate. Neophodno je jačati internu kontrolu unutar
334
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
agencija za sprovođenje zakona safokusom za borbu protiv korupcije i zloupotrebu
položaja.
11. ZAKLjUČAK
Organizovani kriminal kao globalni društveni problem višestruko nanosi štetu BiH
i predstavlјa ozbilјnu prijetnju kako nacionalnoj privredi i uspostavlјanju
demokratskog poretka i vladavine prava, tako i nacionalnoj bezbjednosti zemlјe.
Prilikom formiranja radne grupe za izradu Strategije za borbu protiv
organizovanog kriminala, BiH je formirala radnu grupu za izradu nove Strategije
za borbu protiv organizovanog kriminala i izradu procjene ugroženosti od
organizovanog kriminala (OCTA). Radna grupa je dogovorila korištenje
Europolove SOCTA metodologije za izradu OCTA uz sudjelovanje obavještajnih
analitičara policijskih agencija obučenih za korištenje SOCTA metodologije.
(www.europol.europa.eu; & http://www.statewatch.org/news/2013/jan/eu-councilsocta-methodology.pdf).
Prema Izvještaju Evropske komisije o napretku BiH, „sudije i tužioci
specijalizovani za slučajeve organizovanog kriminala nejednako su raspoređeni,
posebno na entitetskom nivou. Uvedena su pobolјšana uputstva za stručnu
saradnju između tužilaca i organa za provođenje zakona. Međutim, provođenje
sistema istraga koje vode tužioci i dalјe je problem. Slabosti sistematskog
prikuplјanja, analize i korištenja obavještajnih podataka od strane organa za
sprovođenje zakona, otežavaju strateško usmjeravanje na organizovane kriminalne
grupe i aktivnosti. Ne postoji sistematska razmjena obavještajnih podataka između
organa za provođenje zakona u cilјu zajedničkog operativnog planiranja.
Nepostojanje zakonskih odredbi o tajnim identitetima ograničava angažman
istražitelјa na tajnom zadatku i doušnika. Izmjene i dopune Zakona o krivičnom
postupku BiH za učinkovitiju primjenu posebnih istražnih mjera su pripremlјene,
ali još uvijek nisu usvojene. (Evropska komisija, 2013).
U BiH veliki problem predstavlјa nelegalna trgovina naoružanjem. U pogledu
borbe protiv trgovine lјudima, usvojeni su nova strategija i akcioni plan za period
2013-2015. Provođenje projekata iz akcionog plana uglavnom finansiraju
donatori.
335
G. Blagojević
Pravilnik o zaštiti stranih žrtava trgovine lјudima je izmijenjen, čime se sistem
BiHdodatno približava EU i međunarodnim standardima. Odsjek za borbu protiv
trgovine lјudima u sastavu Ureda državnog koordinatora i baza podataka o
žrtvama trgovine lјudima nisu u potpunosti operativni. BiH treba dodatno uskladiti
svoj sistem borbe protiv trgovine lјudima s nizom preporuka uklјučenih u
poslјednji izvještaj ekspertne grupe za suzbijanje trgovine lјudima (GRETA). U
sklopu Savjeta Evrope, takođe je donesen i Akcioni plan za BiH2015-2017.
(https://rm.coe.int.).
BiH nema ni strategiju ni institucije za rješavanje pitanja cyber kriminala i cyber
sigurnosnih prijetnji. Vijeće ministara još nije usvojilo Akcioni plan za formiranje
BIH CERT-a (Computer Emergency Response/Readiness Team – Tim za odgovore
na računarske incidente). U kontekstu navedenog, izuzećemo činjenicu da na
entitetskom nivou, odnosno u Republici Srpskoj u organizacionoj jedinici MUP-a,
u sklopu Uprave kriminalističke policije postoji Jedinica za organizovani
kriminalitet i Jedinica za visokotehnološki kriminalitet i operativnu podršku.
Situaciju dodatno komplikuje činjenica da se organizovane kriminalne grupe iz
BiH povezuju i tijesno sarađuju sa organizovanim kriminalnim grupama iz država
regiona, naročito iz Srbije, Crne Gore, Makedonije i Hrvatske, kao i van njega,
kako bi maksimizirali profit i dobili logističku podršku prilikom izvođenja
određenih krivičnih djela, posebno krijumčarenja narkotika i oružja, kao i ilegalnih
migranata.
Sve ukupno, BiH je postigla ograničen napredak u borbi protiv organizovanog
kriminala i terorizma. Posebni napori u borbi protiv trgovine lјudima i dalјe su u
ranoj fazi. Nastavlјena je saradnja između organa za provedbu zakona, ali je
potrebno objediniti proces sistematičnije razmjene obavještajnih podataka, te
uspostaviti mehanizme koordinacije. Potrebno je pobolјšati saradnju između
organa za provedbu zakona i tužilaštava kako bi se garantovalo efikasnije vođenje
postupaka pred sudom nakon policijskih operacija.
336
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
LITERATURA
Evropska komisija, (2013). „Radni dokument osoblјa komisije, Izvještaj o napretku BiH u
2013. prilog uz saopštenje komisije evropskom parlamentu i vijeću, Strategija proširenja i
glavni izazovi 2013-2014“Brisel. str.56.
Keković, Z., (2009). „Sistemi bezbednosti“, Fakultet bezbednosti Beograd, Srbija., , str.9091.
Kovač, M., (2003). „Strategijska doktrinarna dokumenta nacionalne bezbednosti“, Svet
knjige, Beograd, Srbija., str. 82
Sl.glasnik BiH br:27/04;63/04;35/05;49/09;40/12;
Sl. glasnik BiH, br: 50/04, 27/07 i 59/09;
Službene novine Federacije BiHbr: 49/05
Sl. glasnik Brčko Distrikta BiH, br: 2/00 i 33/05
Toon van der Heijden, (1996). „Measuring Organized Crime in Western Europe“, College
of Police and Security Studies, Ljubljana, Slovenia;
Transparency International BiH. (2014). „Najbolјe prakse u otkrivanju i sankcionisanju
korupcije“,Sarajevo, BiH;
UN, (2000). „ Konvencija Ujedinjenih nacija protiv transnacionalnog organizovanog
kriminala 15. 12. 2000. godine“, Palermo, Italija;
Vijeće ministara BiH, (2013). „Strategija za borbu protiv organizovanog kriminala BiH.,
2014-2016“Sarajevo, BiH;
http://tuzilastvobih.gov.ba.(Pristup:07.02.2016.godine);
www.europol.europa.eu; (Pristup:09.02.2016.god.);
http://www.statewatch.org/news/2013/jan/eu-council-socta-methodology.pdf.
(Pristup:09.02.2016.god.).
https://rm.coe.int. (Pristup:09.02.2016.godine).
337
Kriminalistički i krivičnopravni aspekti
rasvetljavanja i dokazivanja drivičnih
dela iznuda
Mr.Mladen Vuković
Univerziteta u Novom Sadu
APSTRAKT
Krivično delo iznuda kao tradicionalni oblik nasilnih imovinskih delikata pobuđuje pažnju
stručne i opšte javnosti (građana), kako zbog značaja zaštićenog dobra (objekta zaštite),
učestalosti i obilja pojavnih oblika ispoljavanja u svakodnevnom životu, tako i zbog obima
i intenziteta prouzrokovanih posledica, odnosno načina i sredstava njegovog izvršenja.
Iznuda, zbog samog načina izvršenja koji se sastoji u primjeni sile ili upućivanju pretnje,
predstavlja ne samo nanošenje pasivnom subjektu imovinske štete već i izlaganje istog
duševnim patnjama. Učinilac ovog djela teži da upozna ličnost i životne prilike pasivnog
subjekta kako bi mogao da adekvatnom pretnjom izazove strah kod istog. U kontakt sa
pasivnim subjektom učinilac stupa neposredno ili preko posrednika, upotrebom uređaja za
komunikaciju, ređe pisanim putem. Učinilac posebno nastoji da demotiviše pasivnog
subjekta za bilo kakav otpor, da ga otuđi od bilo koga ko bi mu mogao pružiti pomoć,
naročito da odvrati pasivnog subjekta od obraćanja policiji ili organima pravosuđa. U
ovom radu će se prezentirati, analizitati i problematizovati kriminalistički i krivično pravni
aspekti rasvjetljavanja i dokazivanja krivičnog dela iznude počevši od načina saznanja,
mjerama prvog zahvata, uviđaja na licu mjesta kao i primjenu operativno - taktičkih mjera
i radnji koje su prilagođene subjektivnim i objektivnim uslovljavajućim faktorima
specifičnim za rad policijskih službenika MUP-a RS, Centar javne bezbjednosti Banja
Luka, Sektora kriminalističke policije.
Ključne riječi: Iznuda, Metodika, Rasvjetljavanje, Dokazivanje, CJB Banja Luka,
Operativno-Taktičke Mjere I Radnje.
M. Vuković
1. UVODNARAZMATRANJA
Krivična dela iznude spadaju u opšti, klasični kriminalitet koje poznaje moderno
društvo,posebno kada se radi o zaštiti ličnih i imovinskih dobara i vrednosti.
Iznuda predstavlja hibridno krivično delo po svojoj pravnoj prirodi, i u pravnoj
teoriji ne postoji jedinstveno i opšte prihvaćeno mišljenje o pravnoj prirodi ovog
krivičnog dela.Naime, u pogledu davanja odgovora na pitanje kojoj vrsti krivičnih
dela pripada iznuda, u teoriji su se iskristalisala dva suprotstavljena shvatanja.
Prema jednom shvatanju, koje prihvataju i zakonodavci u najvećem broj
savremenih država, iznuda je, iako krivično delo hibridnog karaktera, ipak
imovinsko
krivično
delo(premaobjektuzaštitenakojijedeloupravljeno,
odnosnopremanameripribavljanjaimovinskekoristikojapostojinastraniučiniocadela)
. U prilog ovog shvatanja se navode obično dva argumenta, da je tokrivično delo
koje za objekt zaštite ima imovinu, pa je stoga ovo krivično delo u najvećem broju
savremenih krivičnih zakona (zakonika) sistematizovano u grupu krivičnih dela
protiv imovine i daučinilac preduzima radnju izvršenja krivičnog dela iznude
rukovođen posebnim subjektivnim elementom, a to je namera pribavljanja za sebe
ili drugog protivpravne imovinske koristi.Prema drugom shvatanju, iznuda spada u
nasilnički kriminalitet (jer se preduzima upotrebom sile ili pretnje prema pasivnom
subjektu). Naime, radnja izvršenja se kod ovog krivičnog dela preduzima na
specifičan, zakonom određeni način - upotrebom prinude ili nasilja – dakle,
upotrebom sile ili pretnje kojom se povređuje ili neposredno ugrožava telesni
(fizički) integritet drugog lica ali sloboda odlučivanja pasivnog subjekta. Radi se
zapravo o krivičnom delu koja pobuđuje ne samo pažnju stručne, već i opšte
javnosti (građana), kako zbog značaja zaštićenog dobra (objekta zaštite),
učestalosti i obilja pojavnih oblika ispoljavanja u svakodnevnom životu, tako i
zbog obima i intenziteta prouzrokovanih posledica, odnosno načina i sredstava
njegovog izvršenja. Od postanka čoveka, pa do danas, njegovo pravo na
neprikosnovenost imovine (imovinskih dobara, prava i interesa), stalno je dobijalo
na značaju. Imovina se tako pored života i tela čoveka, javlja kao najveća vrednost
ljudskog društva. Stoga je imovina oduvek bila zaštićena, a napad na nju strogo je
kažnjavan.Zaštita imovine, posebna je briga čitave društvene zajednice, i to ne
samo u pojedinim državama, već i cele međunarodne zajednice. Imovina je
ekonomski osnov opstanka svakog čoveka i njegove uže ili šire zajednice. Imovina
je takođe ekonomska osnova za postojanje i razvoj celog društva - države. Ovo
smo istakli da bi ukazali na sve veću brigu o čoveku, i njegovim zaštićenim
dobrima (pravima i slobodama, među kojima se svakako po svom značaju izdvaja
340
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
i pravo na imovinu) i sve veću njihovu zaštitu od različitih vrsta i oblika
protivpravnih delatnosti koje ih mogu povrediti ili ugroziti. Sva savremena
krivična zakonodavstva danas u strukturi krivičnih dela sistematizovanih u
posebnom delu krivičnih zakona (ili zakonika) poznaju više krivičnih dela, koja su
upravljena protiv imovine. Tako naše krivično pravo predviđa više oblika i vidova
ispoljavanja krivičnog dela iznude za koja su propisane različite vrste kazni, a koja
su dela sistematizovana u određenim grupama krivičnih dela shodno grupnom
zaštitnom objektu. Društvena opasnost izvršenih krivičnih dela iznuda u
osnovnom i kvalifikovanim oblicima uopšte sastoji se u tome što se njima napada,
s jedne strane, imovina drugog fizičkog i pravnog lica, čime se nanosi imovinska
šteta, a s druge strane, povređuje se sloboda čoveka u pogledu raspolaganja
svojom imovinom. Ipak, njihova društvena opasnost nije opredeljena jedino time,
jer pojedini fenomenološki oblici ispoljenih iznuda karakteriše masovno i
nepotrebno nasilje, zbog svojih posebnih karakteristika (broj, sredstvo, način,
mesto), umnogome utiču na visok stepen društvene opasnosti ovih krivičnih dela.
Predmet istraživanjaovog rada je kriminalistički i krivično pravni aspekti
rasvjetljavanja i dokazivanja krivičnog dela iznude počevši od načina saznanja,
mjerama prvog zahvata, uviđaja na licu mjesta kao i primjenu operativno taktičkih mjera i radnji koje su prilagođene subjektivnim i objektivnim
uslovljavajućim faktorima specifičnim za rad policijskih službenika MUP-a RS,
Centar javne bezbjednosti Banja Luka, Sektora kriminalističke policije.
2. MATERIJALNOPRAVNI POJAM KRIVIČNOG DELA IZNUDA
Krivično delo iznuda zauzima istaknuto mjesto u strukturi imovinskih krivičnih
djela u svim savremnim krivičnim zakonodavstvima (Kraus, 1957: 562). Za
krivična dela iznude krivično gonjenje se preduzima po službenoj dužnosti od
strane nadležnog tužioca. Viši sud je nadležan za presuđenje ovih krivičnih dela,
odnosno za utvrđvanje krivice njihovih učinilaca i to u redovnom postupku.
Iznuda, zbog samog načina izvršenja koji se sastoji u primeni sile ili upućivanju
pretnje, predstavlja ne samo nanošenje pasivnom subjektu imovinske štete već i
izlaganje istog duševnim patnjama. Učinilac ovog dela teži da upozna ličnost i
životne prilike pasivnog subjekta kako bi mogao da adekvatnom pretnjom izazove
strah kod istog. U kontakt sa pasivnim subjektom učinilac stupa neposredno ili
preko posrednika, upotrebom uređaja za komunikaciju, ređe pisanim putem.
Učinilac posebno nastoji da demotiviše pasivnog subjekta za bilo kakav otpor, da
ga otuđi od bilo koga ko bi mu mogao pružiti pomoć, naročito da odvrati pasivnog
341
M. Vuković
subjekta od obraćanja policiji ili organima pravosuđa. Sa aspekta krivičnog prava,
bitna obeležja krivičnog dela iznude su imovina kao zaštitni objekat ovog
krivičnog dela, sila i pretnja kao načini vršenja prinude, odnosno radnja izvršenja
krivičnog dela, posledica krivičnog dela, direktni umišljaj i namera učinioca kao
subjektivna obeležja ovog dela, kažnjivost pokušaja krivičnog dela i teži oblici
krivičnog dela.
Iznuda je prema pretežnom, prevalentnom dobru ili vrednosti – objektu zaštite koji
se njime štiti, predviđena u grupi krivičnih dela protiv imovine, u glavi dvadeset
prvoj Krivičnog zakonika Republike Srpske (Đurđić i Jovašević, 2006: 124) u
članu 242. Krivičnog zakona. Iznuda iz člana 242. Krivičnog zakonika Republike
Srpske prema zakonskom opisu ima pet oblika ispoljavanja: osnovni (stav 1), tri
teža (st. 2,3. i 4) i najteži oblik (stav 5).
Iznuda iz člana 242. Krivičnog zakona Republike Srpske glasi: ''Ko u nameri da
sebi ili drugom pribavi protivpravnu imovinsku korist, silom ili pretnjom prinudi
drugog da nešto učini ili ne učini na štetu svoje ili tuđe imovine, kazniće se
zatvorom od jedne do osam godina.'' Iznuda, u svom osnovnom obliku, se sastoji
u prinuđivanju drugoga silom ili ozbiljnom pretnjom da nešto učini ili ne učini na
štetu svoje ili tuđe imovine, a u nameri da se time sebi ili drugome pribavi
protivpravna imovinska korist. Takođe delo obuhvata i uterivanje duga ukoliko se
to radi prinuđivanjem (Atanacković, 1966: 415). Krivično djelo iznude je po
svojim konstruktivnim elementima slično sa krivičnim djelom ucene jer i jedno i
drugo sadrži elemenat sile i pretnje, te namera sticanja protivpravne imovinske
koristi, ali se kod krivičnog dela ucene pretnja odnosi na ugled i čast pasivnog
subjekta, što kod iznude nije slučaj. Takođe u pogledu radnje izvršenja krivično
delo iznude ima sličnosti sa krivičnim delom razbojništva, a u pogledu posledice
sa krivičnim delom prevare (Stojanović i Perić, 1996: 280). Bitno je naglasiti da
sila i pretnja kao supstrati dela, mogu da budu upravljeni prema pasivnom subjektu
ali i prema nekom drugom licu ako to može uticati na pasivnog subjekta da
preduzme štetna raspolaganja, ali za razliku od drugih krivičnih dela sila može biti
upravljena i prema stvarima (Babić i Marković, 2007: 177). Za postojanje dela u
dovršenoj formi nije potrebno da je navedena radnja i realizovana, dovoljno je da
pasivni subjekt preuzeo štetna raspolaganja u odnosu na svoju ili tuđu imovinu.
Pokušaj postoji onda kada je primenjena prinuda (sila ili pretnja) u cilju da se
pasivni subjekt prinudi da nešto učini ili ne učini na štetu svoje ili tuđe imovine, a
uz postojanje namere pribavljana protivpravne imovinske koristi. Sam pokušaj
342
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
krivičnog djela iznude, prema krivičnom zakoniku Republike Srbije je kažnjiv. Za
osnovni oblik propisana je kazna zatvora u trajanju od jedne do osam godina (Ilić,
2006: 184).
3. NAČIN SAZNANjA ZA IZVRŠENO KRIVIČNO DELO IZNUDE
Kao i kod drugih krivičnih dela, za izvršeno krivično djelo iznude možemo saznati
iz više izvora tj. na više načina od kojih je svaki specifičan na svoj način. Osim
uopštene podjele na posredno i neposredeno saznanje, krivična djela iznude
možemo saznati zaticanjem na djelu izvršioca tj. „in flagranti delictio“ što je,
mora se priznati, veoma rijetko (Brkić, 2002: 176). Za izvršeno krivično djelo
iznude može se saznati i neposrednim operativnim radom na terenu, što se u praksi
češće dešava nego na predhodno opisan način. Konstantan i intenzivan rad na
terenu može da donese samo pozitivne rezultate. Sredstva javnog informisanja i
javno pogovaranje takođe mogu biti koristan izvor saznanja da je izvršeno
krivično djelo iznude nad određenim objektom – oštećenim (Kovačević, 2003:
231). Prijave građana svakako su jedan od mogućih načina saznanja da je izvršeno
krivično djelo iznude. Te prijave se podnose uglavnom putem telefona sa lica
mjesta ili iz neposredne blizine. Često se nakon usmenog obavještavanja podnosi i
pismena prijava koja mora biti potpisana a prijavitelj obavezno mora biti poučen
svim pravima koje propisuje Zakon o krivičnom postupku Republike Srpske.
U praksi, osnovni izvor saznanja da je izvršeno krivično delo iznude je prijava
oštećenog, odnosno lica nad kojim je izvršeno ovo krivično delo. Kada se radi o
osnovnom obliku iznude, onda je najčešći način saznanja prijavva oštećenog lica
prema kojem je primjenjena sila ili pretnja u cilju pribavljanja protivpravne
imovinske koristi. Kod organizovanog oblika iznude gde se sila grubo manifestuje,
a pretnja je očigledna, na strani oštećenog postoji strah da prijavi krivično delo i
učinioca, pa je u takvim slučajevima osnovni izvor saznanja operativna delatnost
organa unutrašnjih poslova (Bošković, 1995: 156). I u ovakvim slučajevima kod
oštećenog postoji želja da prijavi krivično delo i učinioca, ali on to uvek ne čini jer
se plaši osvete, što ukazuje na prisustvo ''tamne brojke'' i kod ovoga krivičnog
dela. Međutim, kao način saznanja mogu se pojaviti i prijave pojedinih članova
porodice ili šire rodbine oštećenog. U slučaju da je krivično delo iznude izvršeno
od strane organizovane kriminalne grupe gdje su meta napada bili ugostiteljski ili
privatni objekti i vozila koje koristi oštećeno lice ili njegovi bliski srodnici, obično
343
M. Vuković
neposredni svedoci događaja ili komšije prijavljuju da je u toku izvršenje
krivičnog dela.
4. MERE PRVOG ZAHVATA NAKON IZVRŠENOG KRIVIČNOG DELA
IZNUDE
Sa oštećenim koji prijavljuje izvršenje ovog krivičnog dela, uz prethodno
uspostavljen korektan i profesionalan odnos, treba obaviti detaljan razgovor o
svim okolnostima izvršenja iznude, vodeći računa o njegovom psihičkom stanju,
uzbuđenosti, uznemirenosti, i prisustvu određene doze straha. Prilikom
pribavljanja iskaza od oštećenog neophodno je ispitaniku postaviti pitanja kako bi
ispitivač (ovlašteno službeno lica ili tužilac) usmerio komunikaciju u željenom
pravcu, saznao i fiksirao činjenice koje su od značaja za rešenje konkretne krivične
stvari (Simonović iPena, 2010: 189). Bitne stavke u razgovoru sa oštećenim treba
da obuhvate mesto, vreme i način izvršenja krivičnog dela te posebno insistirati na
razjašnjenju činjenica koje ukazuji da li je iznuda izvršena pismom, telefonom ili
neposrednim putem, na koji način je dostavljeno pismo, na čiju adresu i u koje
vreme, na koji broj telefona i u koje vreme se javlja učinilac iznude.U razgovoru
posebno obratiti pažnju na oblik ispoljene sile i sadržaj pretnje, te da li oštećeni
poznaje učinioca, odnosno ako ga ne poznaje da po mogućnosti da njegov što
detaljniji opis. Takođe oštećenom je potrebno predočiti foto album izvršioca
nasilnih delikata sa ciljem prepoznavanja lica koje je iznudu izvršilo. U daljem
razgovoru sa oštećenim potrebno je da se razjasne okolnosti koliki je iznos
protivpravne imovinske koristi koju je pribavio ili zahtjevao učinilac krivičnog
djela iznude, te da li je to prvi slučaj davanja novca (Brkić, 2002: 181). Izneta
kriminalistička praksa razgovora sa licem koje je oštećeno krivičnim delom
iznude, odnosi se kako na slučajeve kada oštećeni sam prijavi krivično delo, tako i
na slučajeve kada je krivično delo otkriveno operativnom delatnošću organa
unutrašnjih poslova ili nekim drugim izvorom saznanja. U slučaju da je krivično
delo iznude izvršeno od strane organizovane kriminalne grupe gdje su meta
napada bili ugostiteljski ili privatni objekti i vozila koje koristi oštećeno lice ili
njegovi bliski srodnici, na licu mjesta kriminalnog događaja je potrebno izvršiti
istražnu radnju uviđaja sa ciljem pronalaska materijalnih dokaza radi dokazivanja i
rasvjetljavanja ovog krivičnog dela. Istražnuradnjuuviđaja (Bošković iBanović,
1995:
139)obavljajupopraviludežurnioperativniradnik,
odnosnokriminalističkiinspektorzajednodakriminalističkimtehničaremkojiutimuodl
azenalicemesraizvršenjakrivičnogdela. Mada ima zakonsku obavezu na to, u
344
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
praksi tužilac izlazi na lice mjesta krivičnog događaja samo u izuzetnim
situacijama kao što je ubistvo, teško ubistvo dok na ostala krivična dijela uopšte ne
izlazi. Takođe, i u situacijama kada izađu na lice mjesta tužioci imaju ulogu
nijemog i pasivnog posmatrača, bez ikakve želje da se aktivno uključe u vršenje
uviđaja, tačnije da rukovode istim. U slučaju potrebe za angažovanjem i drugih,
stručnih lica tokom vršenja uviđaja, isti se pozivaju da pristupe na lice mjesta te
zajedno sa krimiminalističkim inspektorom i kriminalističkim tehničarem razjasne
činjenice koje se u trenutku vršenja uviđaja mogu razjasniti (Simonović iPena,
2010: 181). Kada su u pitanju uviđaji krivičnih dela iznuda izvršenih od strane
organizovane kriminalne grupe, zbog čestog paljena vozila ili objekata u
vlasništvu oštećenog, uviđaju prisustvuju i inspektori za zaštitu od požara koji se
pismeno izjašnjavaju o uzroku i načinu nastanka požara. Sudska praksa i struka je
saglasna da tragovi, dokazi i rezultati pribavljeni uviđajem imaju veću dokaznu
vrijednost od onih koji su pribavljeni drugim dokaznim radnjama (npr.saslušanje
svjedoka, prepoznavanje i sl.) zato što se njime postiže objektivna procjena situacije na licu mjesta krivičnog djela, istražuje se, fiksira i po mogućnosti izuzima sa
lica mjesta materijalno činjenično stanje i u znatnoj mjeri umanjuje subjektivnost
dok se prednost daje nauci (na primjer kod mjerenja, vještačenja). Potrebno je naglasiti da svi tragovi i predmeti pribavljeni uviđajem imaju veliku dokaznu vrijednost jedino ukoliko je radnja obavljena u skladu sa zakonom i uz poštovanje pravila struke – sredstava i metoda rada sa materijalnim nosiocima dokaznih informacija. Dokazni potencijal uviđaja proizlazi iz mogućnosti korišćenja savremenih kriminalističko-tehničkih sredstava kojima se otkrivaju, fiksiraju i izuzimaju sa lica
mjesta uviđaja materijalni nosioci dokaznih informacija, koji se šalju na potrebna
vještačenja, u slučaju da se ne mogu protumačiti u okviru samog uviđaja. Upravo
prilikom vršenja uviđaja potrebno je, između ostalog, posebnu pažnju posvetiti
pronalasku, fiksiranju i izuzimanju mikro tragova a naročito mikro tragova
biološkog porijekla koji direktno identifikuju nocioca traga. Kao i kod drugih
krivičnih djela gdje je moguće izvršiti uviđaj, i ovdje uviđaj ima dvije faze –
statičku (“sa rukama u džepovima”) i dinamičku. Obe faze i sam uviđaj uveliko
zavise o tome da li je i kako bilo obezbjeđeno lice mjesta te da li je bilo
izmjenjeno i ako jeste u kolikoj mjeri. Ovaj podatak se obavezno unosi u zapisnik.
U posljednje vrijeme značajnu ulogu, ako se zakonito izuzmu, imaju i snimci
videonadzora, kako na samom objektu napada (ako takav posjeduje), tako i na
drugim mjestima i objektima u cilju utvrđivanja pravca i vremena bjekstva lica sa
mjesta izvršenja. Takve video zapise potrebno je izuzeti na osnovu naredbe suda
ili na osnovu dobrovoljne predaje lica (Simović, 2010: 586). Da bi uviđaj bio
345
M. Vuković
vjerno prenesen na zapisnik, potrebno je da se opišu pojedine okolnosti i detalji,
mjerenja i odnosi tragova i predmeta na licu mjesta. Tek po povratku u službene
prostorije postoje tehnički uslovi da se uviđaj opismeni kroz zapisnik o uviđaju.
Uviđaj ne treba biti previše štur i površan ali ne smije biti niti preopširan i
preopterećen nepotrebnim detaljima. Naći mjeru u zapisniku o uviđaju, osim što je
stvar subjektivne prirode, ujedno je i stvar “treninga” i iskustva. U slučajevima
gdje je oštećenom ili njemu bliskim licima prilikom iznude novca nanešene teške
tjelesne povrede, dužnost policijskog službenika je da sve povrede opiše i
fotografiše, a navedeno mora da pravi ljekarski nalaz i mišljenje.
5. OPERATIVNO TAKTIČKE MJERE I
DOKAZIVANJA KRIVIČNOG DELA IZNUDE
RADNjE
S
CILJEM
Prilikom sprovođenja istrage u vezi sa rasvjetljavanjem i dokazivanjem krivičnog
dela iznude, za koju se mora napomenuti da je izuzetno kompleksna i složena,
operativna i istražna djelatnost usmjerava se u pravcu razjašnjavanja okolnosti koje mogu doprinijeti otkrivanju izvršilaca i prukupljanju relevantih činjenica u vezi
sa deliktom (Jovašević, 2003: 107). Tokom istražne radnje uviđaja, najčešće
paraleno, u službenim prostorijama se saslušavaju oštećeni, svjedoci ali i sva druga
lica za koja se ukaže potreba da se od istih prikupe određena obavještenja.
Navedene radnje se preduzimaju uz konstantnu koordinaciju i vezu sa krim.
inspektorom na licu mjesta koji vrši uviđaj, da bi se pojedine činjenice provjerile
na licu mjesta. Tako se poštuje i važno načelo a to je načelo planskog postupanja a
ne stihijskog kako je to nekada bila praksa.Kod najtežih slučajeva krivičnih djela
iznuda, naročito izvršenih od strane kriminalnih organizacija, formira se „ad hock“
operativni štab koji upravlja kompletnom policijskom aktivnošću te koordinira na
relaciji policija – tužilaštvo – sud i na osnovu toga izdaje konkretne zadatke za
postupanje. Tokom operativno istražne djelatnosti policije, potrebno je staviti
akcenat na otkrivanje činjenica koje se odnose na pripremne radnje koje su prethodile napadu na objekat ili privatnu svojinu oštećenog. Zbog toga treba usmjeriti
prikupljanje dokaza, podataka, obavještenja i saznanja naročito na period od nekoliko dana koje su prethodila izvršenju krivičnog dela iznude. Treba obaviti informativne razgovore sa oštećenima, svjedocima ali i sa drugim kategorijama lica –
ulični prodavci, zaposleni u trafikama, konobari, taksisti i sl. da li su nekoliko dana
prije krivičnog dela ili neposredno pred njegovo izvršenje zapazili sumnjiva lica
koja su se tu kretala, zadržavala, raspitivala o napadnutom objektu, ili se sumnjivo
ponašala, da li su zapazili sumnjivo vozilo i druge bitne okolnosti (Simonović
346
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
iPena, 2010: 107). Takođe, treba se raspitati kod ranije provjerenih i pouzdanih
operativnih veza, informatora i saradnika da li su im poznate okolnosti i činjenice
u vezi sa krivičnim djelom a naročito da li su im poznati tiperi djela (ako se
sumnja da postoje), da li su im poznata lica koja su nabavila i pripremila potrebene
predmete (odjeću, vozila, oružje…) i sl. Zatim treba pokušati razjasniti okolnosti
samog izvršenja krivičnog djela (Brkić, 2002: 182). Potrebno je utvrditi sve činjenice koje se odnose na izvršeno krivično delo iznude, detaljan opis i oprema izvršilaca. Često u praksi zbog velikog straha oštećeni ne želi da sarađuje, odbija da
odgovara na pitanja policijskog službenika, ne želi da izvrši prepoznavanje lica.
Shodno tome najbolje da izjavu od oštećenog uzima policijski službenik koji je
vršio istražnu radnju uviđaja odnosno policijski službenik koji ima najviše
informacija o cjelokupnom krivičnom djelu. U slučaju da je krivično delo izvršeno
paljenjem vozila ili imovine oštećenog lica potrebno je izvršiti detaljan uviđaj sa
ciljem pronalaska bioloških mikrotragova podobnih za dalje DNK vještačenje.
Ako je krivično delo iznude izvršeno upućivanjem prijetećeg pisma ili telefonom
potrebno je izvršiti vještačenje spornog pisma sa ciljem pronalaska bioloških
tragova koje bi dovele do izvršioca krivičnog dela. U praksi veoma je česta pojava
da se krivično delo iznude vrši putem telefona ili poziva sa telefonskih govornica.
U slučajevima da je krivično delo učinjeno telefonskim putem, obično imamo
situaciju gdje se oštećenom putem telefona sugeriše koliki novac treba da preda i
način isporuke tog novca uz obavezno upućivanje pretnji po život i tijelo njega i
njegove porodice u slučaju da slučaj prijavi policiji. Shodno tome policijski
službenici koji rade na rasvjetljavanju krivičnog dela potrebno je da uz saglasnost
tužioca i na osnovu naredbe sudije za prethodni postupak preduzmu posebnu
istražnu radnju nadzor i tehničko snimanje telekomunikacija za sporni
pretplatnički broj, te listing odlaznih i dolaznih poziva i SMS poruka za sve
pretplatničke brojeve koji su se nalazili u spornom telefonu. Kako su izvršiocu
krivičnog dela iznude svjesni mogućnosti ''prisluškivanja telefona'' isti u više
navrata mjenjaju pretplatničke brojeve ali veoma rijetko mjenjaju mobilne uređaje.
Zbog toga policijski službenici koji sporovode ove operativno taktičke mjere i
radnje moraju veoma oprezno da vrše posebnu istražnu radnju nadzor i tehničko
snimanje telekomunikacija, i da u slučaju navedenih promjena odmah obavjeste
tužioca i uz njegovu saglasnost od sudije za prethodni postupak dobiju naredbu za
proširenje na nove pretplatničke brojeve. Kako su preteća pisma obično napisana
na računaru potrebno je prilikom dokazivanja krivičnog dela pronaći sporni
računar i printer te na osnovu vještačenja sa spornim pismom nesporno utvrditi
347
M. Vuković
njihovu podudarnost. Kada izvršilac krivičnog dela iznude zahtjeva od oštećenog
da na određenom mjestu preda novac, policijski službenici su dužni krajnje
oprezno izvršiti operativno taktičku mjeru zasjede i opservacije pomenutog mjesta
a sve sa ciljem hvatanja izvršioca krivičnog djela prilikom primopredaje ili
preuzimanja novca. Moguće je da se pomenuti novac obelježi ili da se u kovertu sa
novcem postavi GPS uređaj a sve u cilju hvatanja učionioca krivičnog dela.
Postoje situacije kada je oštećeni primio više prijetnji po život i tijelo ali tome nije
pridavao značaja, dolazi do kuliminacije nasilnog izvršenja iznude u vidu
razbijanja lokala, paljena putničkih automobila ili nanošenja tešekih telesnih
povreda oštećenom. Tada policijski službenici tragaju za nepoznatim izvršiocem
krivičnog dela te kada se preduzmu sve mjere prvog zahvata kriminalistički
inspektor mora da sačini operativni plan za izvođenje operativno taktičkih i
istražnih mjera i radnji a u cilju rasvjetljavanja krivičnog djela iznude. Plan treba
da sadrži kratak opis krivičnog djela, neposredna saznanja, opis nepoznatih
izvršilaca, kao i preduzete mjere i radnje a nakon toga je potrebno navesti
konkretne operativno taktičke i istražne mjere i radnje koje se namjeravaju
preduzeti, rok za preduzimanje kao i policijske službenike ili organizacione
jedinice koje će navedene radnje i mjere i preduzeti. Prilikom rasvjetljavanja
krivičnog djela te otkrivanja i privođenja pravdi nepoznatih izvršilaca primenjuje
se, prije svega, indicijalna metoda a paraleno sa njom iskusni operativni radnik
formira kriminalističke koje se planiraju u pogledu zlatnih pitanja kriminalistike
(Kovačević, 2003: 233). Prilikom provjeravanja planiranih verzija policijski
službenici dolaze do lica za koja se opšta sumnja uzdiže do stepena osnova sumnje
da je upravo to lice izvršilo krivično djelo ili na drugi način učestvovalo u istom.
Jedan dio operativnih radnika svoju pažnju i postupanja usmjeravaju na
prikupljanje svih relevantnih informacija u vezi sa licem za koje postoje osnovi
sumnje da je izvršilac te se vrši uvid u informacioni sistem kriminalističko
obavještajnih analiza sa ciljem dobijanja informacija gdje lice i s kim živi, gdje
boravi, gdje se kreće, koja vozila koristi, brojevi telefona, da li se dovodilo u vezu
sa drugim krivičnim djelima i bezbjednosno interesnatnim ili kriminogenim licima
i ako jeste sa kojim, izvodi iz operativne i kaznene evidencije (Simonović iPena,
2010: 289). Kada se prikupi dovoljno informacija i obavještenja o licima za koja
postoje osnovi sumnje da su izvršili ili na neki drugi način učestvovali u krivičnom
djelu, pristupa se lišenju slobode lica a kasnijem pretresanju lica, lokacija i vozila.
Nakon lišenja slobode osumnjičenog lica i preliminarnog razgovora sa istim
vezano sa konkretni događaj, u slučaju potrebe, zahtjevati od postupajućeg suda, a
348
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
uz predhodnu saglasnost tužioca, naredbu za pretresanje stana, ostalih prostorija i
pokretnih stvari a sve u cilju pronalska sredstva izvršenja krivičnog djela (oružje,
oruđe, sprave i alati), predmeta koji su pribavljeni izvršenjem krivičnog djela
(otuđeni predmeti, novac, nakit ), te predmeta na kojima se mogu pronaći tragovi
krivičnog djela. Nakon izvršenog pretresa i drugih kriminalističko tehničkih,
taktičkih i operativnih radnji, pristupa se informativnom razgovoru tj. saslušanju
osumnjičenog lica. Prije same izjave, moguće je osumnjičenom ponuditi
poligrafsko ispitivanje ali kako nalaz i mišljenje laboranta nije dokaz koji se može
upotrijebiti na sudu smatram da nije nužno nuditi poligrafsko
ispitivanje.Ispitivanje osumnjičenog je složena radnja u taktičkom i psihološkom
pogledu i predstavlja zakonom regulisan odnos prema osumnjičenom, kako bi ga
naveo na davanje istinitog i tačnog priznanja ili na saradnju u pogledu prikupljanja
dokaza koji idu u prilog njegove nevinosti (Stojanović, 2012: 306). Ovu radnjutreba sprovoditisa striktnim poštovanjem zakonskih propisa te poštovanjem ljudskog
dostojanstva i ljudskih prava. Prema osumnjičenom se ne smiju upotrijebiti sila,
prijetnja, obmana, obećanje, iznuda, iznurivanje ili druga slična sredstva da bi se
došlo do njegove izjave ili priznanja ili nekog činjenja koje bi se protiv njega moglo upotrebiti kao dokaz (Simović, 2005: 305).Bez obzira na ishod ispitivanja
osumnjičenog lica (priznanje, poricanje, šutnja) potrebno je da policijski
službenici ispoštuju objektivne uslove za saslušanje lica. Nakon obavljenih mjera
prvog zahvata, pretresa, prepoznavanja, razgovora sa svim učesnicima delikta,
nakon lišenja slobode izvršioca i uzimanja izjave od istog, te izvršenih mnogih
drugih operativno taktičkih, tehničkih i istražnih radnji, ako postoje osnovi sumnje
potkrijepljeni određenim kvantumom relevantnih dokaza i neposrednih i posrednih
indicija, pristupa se sačinjavanju i podnošenju izvještaja tužilaštvu o otkrivanju
izvršioca konkretnog krivičnog djela iznude. Izvještaj o otkrivanju izvršioca
krivičnog djela je zakonska obaveza a koje se sastavlja se na osnovu prikupljenih
izjava i dokaza, koji su otkriveni i prikupljeni. Uz izvještaj se dostavljaju i
predmeti, skice, fotografije, pribavljeni izvještaji, spisi, službene zabilješke, izjave,
nalazi i mišljenja, video zapisi i svi drugi materijali koji mogu biti korisni za
uspješno vođenje postupka, uključujući sve činjenice i dokaze koji idu u korist
osumnjičenom licu.
349
M. Vuković
VI. ZAKLjUČAK
U ovom radu opisana je metodika rasvjetljavanja krivičnih djela iznuda sa
posebnim aspektom na rad policijskih službenika Centra javne bezbjednosti Banja
Luka, Sektora kriminalističke policije. Samo iskusni policijskih službenici mogu
adekvatno da rasvjetljavaju ovo teško krivično delo. Na osnovu dobro obavljenog
razgovora i uzete izjave od oštećenog lica uradilo se ''pola posla'' jer veoma često
sam oštećeni poznaje izvršioca krivičnog dela. Naime evidentno je da oštećeni
veoma rijetko a skoro nikada prvi put prijavljuje izvršenje ovog krivičnog djela
nadajući se da će isplatom novca izvršioci prestati sa prijetnjama ili primenom sile.
Ovo je potpuno pogrešno jer sam izvršilac krivičnog dela iznude vješto manipuliše
oštećenim istoga uvjeravajući da je to poslednja isplata novca. U situacijama gdje
je krivično delo iznude izvršeno od strane organizovane kriminalne grupe i gde je
napadnuta imovina oštećenog lica samo na osnovu dobro urađene radnje uviđaja,
te nakon toga vještačenja tragova i sredstava koji su pronađani na licu mjesta, te
uzetih izjava od svjedoka a nakon toga ispitivanja osumnjičenog u velikom broju
slučajeva rasvjetljeno je krivično djelo iznude. Pored ovoga potrebno je da se
organi koji se bave otkrivanjem i dokazivanjem ovog krivičnog djela imaju na
raspolaganju sve potrebne pravne okvire u kojima će se moći služiti razvojem
savremene nauke i tehničkih dostignuća. To podrazumeva kontinuiranu edukaciju
i stalno usavršavanje policijskih službenika koji taj posao neposredno obavljaju.
Nestručno sprovođenje istrage, podložnost policijskih službenika tužilaca i sudija,
korupciji kao i drugi vidovi saradnje sa kriminalnim organizacijama dovodi do
jačanja nihovih struktura i konstantnog povećanja izvršenja krivičnih djela. To
dovodi do stvaranja nepovjerenja građana ka policiji i drugim organima gonjenja
što dovodi da građani kao neposredni svjedoci izvršenja ovih krivičnih djela
nemaju razlog za svjedočenje na sudu. Razmjena informacija, saradnja, proaktivne
zajedničke istrage,saradnja između pravosudnih organa u istragama i sudskim
procesima, kroz zajedničke metodologije krivičnog gonjenja i zajedničke istrage
doprinosi efikasnijem suzbijanju i uspešnijem otkrivanju krivičnih djela iznuda.
Potrebno je koristiti sve radnje dokazivanja krivičnih djela koje propisuje Zakon o
krivičnom postupku a naročito upotrebu posebnih dokaznih mjera i radnji jer
krivično delo iznude kao složeno krivično djelo zahtjeva sistemski pristup svakom
segmentu njegovog rasvjetljavanja.
350
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
LITERATURA
Atanacković, D. (1966). ''Da li je krivično delo učinjeno iz koristoljublja ako je njime
pribavljena korist za drugoga'', Beograd, 415-416.
Babić, M.& Marković, I., (2007).''Krivično pravo–Posebni dio'', Banja Luka, 177-178.
Bošković, M. (1995).''Kriminalistika metodika I'', Beograd, 156-157.
Bošković, M. &Banović, B., (1995). ''Kriminalistika metodika'', Beograd, 139-140.
Brkić, B. (2002). ''Kaznena djela protiv društvene imovine'', Zagreb, 176-182.
Đurđić, V. &Jovašević, D., (2006).''Krivično pravo-Posebni deo'', Beograd, 124-125.
Ilić, G. (2006). ''Krivični zakonik Republike Srbije sa napomenama'', Beograd, 184-185.
Jovašević, D. (2003).''Krivična dela razbojništva i razbojničke krađe u teoriji'', Beograd,
107-109.
Kovačević, V. (2003).''Metodika istraživanja imovinskih delikata'', Novi Sad, 231-233.
Kraus, B. (1957). ''Krivična djela protiv društvene i privatne imovine''. Zagreb, 562-563.
Simonović,B. & Pena, U., (2010). ''Kriminalistika''. Istočno Sarajevo, 107-109.
Simović, М. (2005). ''Komentar krivičnog zakona Republike Srpske'', Sarajevo, 586-587.
Stojanović, Z. (2012).''Komentar Krivičnog Zakonika'', Beograd, 306-308.
Stojanović, Z. & Perić, O., (1996). ''Komentar Krivičnog zakona Republike Srbije iKrivični
zakon Republike Crne Gore sa objašnjenjima'', Beograd, 280-281.
351
Kriminalističko obavještajna djelatnost
kantonalnih policijskih agencija u
sprečavanju i suzbijanju terorizma
Dr. Husein Ljeljak
Univerzitet Modernih Znanosti CKM Mostar
Dr. Gordan Radić
Sveučilište Hercegovina
Sandi Dizdarević, mag.
Univerzitet Modernih Znanosti CKM Mostar
SAŽETAK
Inspiracija za rad i problem(i) koji se radom oslovljava(ju): međunarodni socijalno
sigurnosni postmoderni ambijent opterećen je brojnim ugrožavajućim fenomenima, od
kojih posebnu važnost ima pošast zvana terorizam. U ovom radu, autori su inspirisani
željom da primjenom naučnih metoda ukažu na ulogu i značaj krim.obavještajnog rada
kantonalnih policijskih agencija u sprečavanju i suzbijanju terorizma. Iako prema zakonu,
sprečavanje i suzbijanje terorizma je u nadležnosti državnih policijskih, obavještajnih i
sigurnosnih struktura, autori ovog rada smatraju da je prva linija inputnih informacija o
potencijalno ugrožavajućim faktorima u vezi s terorizmom, u djelatnosti kantonalnih
policijskih agencija. Nepostojanje pravnog okvira kojim bi se ova oblast regulirala na
razini kantonalnih policijskih agencija predstavlja prazan prostor koji ovisi o volji
pojedinaca, što je nedopustivo kada je u pitanju pošast terorizma.
Ciljevi rada (naučni i/ili društveni): ciljevi u ovom radu su dvojaki. Naučni cilj, ovog
stručnog rada ogleda se u pokušaju da se kroz deskripciju kriminalističko policijske
djelatnosti ukaže na značaj u prikupljanju informacija o potencijalnim terorističkim
djelatnostima pojedinaca ili grupa koji se nalaze na teritoriju mjesno nadležne kantonalne
policijske agencije. Društveni cilj ovog rada, ogleda se u činjenici da su kantonalni
policijski organi prva linija prevencije, ali i suzbijanja različitih fenomena ne/sigurnosti,
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
kroz svoje djelatnosti, s posebnim osvrtom na patrolnu i pozorničku djelatnost, te
djelatnost kriminalističko obavještajnog rada.
Metodologija/Dizajn: osnovne metode koje su korištene prilikom obrade ove materije
jesu metod analize sadržaja, metod deskripcije, metod sinteze i metod interpretacije.
Rezultati/Nalazi: stručni rad opisan je temeljem analiza postojećih materijala iz oblasti
obavještajnog, kriminalističkog i policijskog postupanja, s nastojanjem da se postojeće
spoznaje prilagode sprečavanju i suzbijanju terorizma kroz krim.obavještajni i policijski
rad na nivou kantonalnih policijskih agencija. Kako je nadležnost za sprečavanje i
suzbijanja terorizma na razinama entitetskih i državnih policijskih agencija, postoji
bojaznost da se dio kvalitativnih informacija upravo na mjesnim i lokalnim razinama nije
dovoljno istraživao.
Generalni zaključak: imajući u vidu da terorističke organizacije djeluju po tzv „ćelijskom
principu“, sa jasnom hijerarhijom i subordinacijom, samim tim sprečavanje i suzbijanje
ove pošasti ne bi se smjela istraživati samo sa državne razine. Posmatrajući terorističke
ćelije kao fragment terorističke organizacije, krim. obavještajni rad kantonalnih policijskih
agencija ne smije biti zanemaren, osobito jer kantonalne policijske agencije putem svojih
patrolnih i pozorničkih djelatnosti mogu doći do značajnih i ključnih informacija u
sprečavanju terorističke djelatnosti.
Opravdanost istraživanja/rada: opravdanost ovog rada utemeljeno je kako sa društvenog
tako i sa stručnog aspekta, i predstavlja sintezu, analizu i interpretaciju brojnih dosadašnjih
spoznaja prevashodno u prevenciji ove pošasti. S druge strane, opravdanost ovog rada
utemeljeno je i u činjenici neophodnosti uređenja pravnog okvira koji bi predstavljao
osnov za rad kantonalnih policijskih agencija na ovom polju.
Ključne riječi: kriminalistički, obavještajni, policijski, sprečavanje, suzbijanje, terorizam.
353
H. Ljeljak, G. Radić i S. Dizdarević
SUMMARY
Inspiration and issues addressed by this work: International social security and post
modern issues of threats, one of which is terrorism. In this report the autors have been
inspired to use scientific methods to use local police agencies to fight crime, gather
intelligence, and prevent terrorism. It is in the countries best interests to stop terrorism.
Security agenices working together to prevent terrorism by sharing information that
involves possible terrorist acts. Ordinary police officers don,t have the legal framework or
support to deal with these issuses and to prevent them, it is unacceptable because it leaves
an empty space in serurity.
Aims of the work (scientifically and/or social): The point of this report is to reflect and
to get a description of criminal activity and to also get information on terrorist activity
within the country, and within the jurisdiction of local police agenices. The social
objective of this work is that these local police agencies are the first line of defense, they
combat various security problems and deal with special activities and criminal operations.
Methodology/ Construction: The methods used in this report are methods of constant
analysis, description, synthesis, and interpretation.
Limitations of the research/ work Professional work is described on the basis of
analyzing existing materials in the field of intelligence. Through criminal and police
conduct, we use existing knowledge to prevent and combat terrorism. Through criminal
intelligence and the local level of police agencies, they should have the same
responsibilities to prevent and suppress terrorism at the same level as government agencies
do. There is also the concern that information on the local end is not being looked at
enough by higher level government agencies.
General conclusion: Terrorist organizations operate through the ˝cell-principle˝, whether
it is a group or a lone individual they operate with a clear hierarchy and subordination, it
is difficult to combat these individuals without the support of the local police agenices.
They should not ignore terrorist cells or fragments of terrorist organizations, especially
since through their patrols they could have vital information that could be the key to
preventing terrorism.
Justification reseach/ work: the justification of this of this work is based on both the
social and professional aspect, and represents a synthesis, analysis, and interpertation of
many recent studies to prevent terrorism. On the other hand however, local police agencies
need well regulated legal framework that would provide them with the support they need
in the field.
Keywords: crime, intelligence, law enforcement, prevention, suppression, terrorism.
354
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
1. UVOD
Šta je to terorizam? Društvena pojava, sigunosni fenomen, političko
oružje, imaginarna pojava ili jednostavno realitet. Terorizam, kao fenomen nastao
je u dalekoj prošlosti i svoje moduse ispoljavanja mijenjao je kroz istoriju
čovječanstva. Da bi terorizam imao status društvene pojave, on kako ističe
Alispahić (2007, s.13) mora ispunjavati barem dva bitna uvjeta: „Mora se
manifestovati (neposredno ili posredno) u stvarnosti i drugo, po bitnim
odredbama, nužnim i dovoljnim, mora se razlikovati od svih drugih pojava
stvarnosti“. Međunarodna društvena zbilja, danas je opterećena terorizmom kao
realnom društvenom pojavom, jer prema standardima na koje je ukazao Alispahić,
ona se manifestuje kroz elemente koji je čine zasebnom kao cjelinom. Terorizam
kao savremeni sigurnosni fenomen, predstavlja realitet kao oblik ugrožavajućeg
faktora kako po nacionalnu, tako i po međunarodnu sigurnost. Kao sigurnosni
fenomen, terorizam je prema Vukadinoviću (1998, s. 97) „Nemoguće posmatrati
kao cjelovit faktor međunarodnih odnosa, nego je riječ o derivatno izvedenom
djelovanju koje proizilazi iz raznih drugih elemenata (političkih, ekonomskih,
socijalnih) i koji u krajnjoj liniji primjenjuju silu da bi skrenula pažnju na ciljeve
ili da bi se postigao neki kratkoročni rezultat“. Pitanjem terorizma i njegovom
suprostvaljanju danas se bave mnoge nauke, naučne discipline, dok
operacionalizaciju samih mjera sprovode različite službe, u ovisnosti od
društvenog i ustavnog uređenja same zemlje. Jedan od najvažnijih zadataka svake
države jeste iznalaženje optimalnih rješenja koja bi bila učinkovita u
suprostavljanju fenomenu terorizma. Prema Aneksu 6, Ustava Bosne i
Hercegovine, država je dužna osigurati najveći stepen međunarodno priznatih
ljudskih prava i temeljnih sloboda. Kada je u pitanju terorizam, mišljenja smo da
je država, ne deklarativno, već stvarno dužna osigurati pravo na ličnu slobodu i
sigurnost. Upravo iz tih razloga, ali i međunarodnih obaveza, Bosna i Hercegovina
je terorizam shvatila kao realnu prijetnju, a što je potvrdila donošenjem niza
zakonskih dokumenenata. Strateškim dokumentom Bosne i Hercegovine,
definirana je opredjeljenost Bosne i Hercegovine, gdje je kroz sigurnosnu politiku
istaknuta spremnost za borbu protiv terorizma, organiziranog kriminala i
korupcije. U okviru Ministarstva sigurnosti Bosne i Hercegovine formirano je niz
policijskih agencija i upravnih organizacija u čijoj nadležnosti je sprečavanje i
suzbijanje terorizma. Pored policijskih agencija, na nivou Bosne i Hercegovine,
donošenjem Zakona o Obavještajno sigurnosnoj agenciji Bosne i Hercegovine,
osnovana je krovna obavještajna civilna agencija, koja je prema odredbama člana
355
H. Ljeljak, G. Radić i S. Dizdarević
5. istoimenog zakona nadležna za prikupljanje obavještajnih podataka u svezi s
prijetnjama po sigurnost Bosne i Hercegovine, njihovo analiziranje i prenošenje
ovlaštenim dužnosnicima i tijelima, s posebnim akcentom na prikupljanje
podataka o terorizmu, uključujući međunarodni terorizam. Iz opisane zakonske
odredbe, vidimo potvrdu da se pitanjem terorizma nastoji i dalje baviti segment
državne sigurnosti. Međutim, kada je u pitanju fenomen terorizma, nadležnost za
prikupljanje informacija ne treba biti u isključivoj nadležnost službi državne
sigurnosti. Odnos demokratskih obavještajnih (državnih) i policijskih djelatnosti
mora se promatrati i kroz prizmu kriminalističkih nauka. Kako ističe Vodinelić
(1978, s. 1) „Kriminalistika je nauka koja proučava, pronalazi i usavršava naučne i
na praktičnom iskustvu zasnovane metode i sredstva, koja su najpogodnija da se
otkrije i razjasni krivično djelo, otkrije i privede krivičnoj sankciji učinilac,
obezbjede i fiksiraju svi dokazi radi utvrđivanja (objektivne) istine, kao i da se
spriječi izvršenje budućih planiranih i neplaniranih krivičnih djela“. Prihvatajući
osnovne elemente definicije kriminalistike kao nauke, evidentno je da se ona bavi i
sprečavanjem izvršenja krivičnih djela, a to je naučni i stučni osnov za
kriminalističko obavještajni rad. Prema mišljenju Matijevića (2002, s. 34)
„Kriminalističke metode nisu samo u funkciji operativne djelatnosti javne
bezbjednosti, već su tijesno povezane i sa operativnom djelatnošču državne
bezbjednosti“. Komparirajući zakonske osnove za djelatnost obavještajnih službi
sa kriminalističkim mjerama i radnjama, evidentno je da postoje izvjesne razlike,
ali i sličnosti koje obuhvatuju mjere i radnje kriminalističke operative. Savremene
demokratske policijsko kriminalističke agencije, poput Bureau of investigation (u
daljem tekstu FBI), nadležni su prevashodno za obavljanje najsloženijih
kriminalističko policijskih poslova. Prema Masleši (2001, s. 463) „FBI je centralna
kontraobavještajna institucija, u čijoj nadležnosti je da prati, presjeca i otkriva
namjere i aktivnosti stranih obavještajnih službi na teritoriji SAD (špijunaža,
sabotaže, diverzije) i druge nedozvoljene aktivnosti“. Imajući u vidu ustavno
ustrojstvo Bosne i Hercegovine, pa time i sigurnosni sistem, uočljiva je podjela
nadležnosti prema složenosti krivičnih djela. Sasvim je logično da se policijske,
pravosudne i obavještajne agnecije koje su obrazovane na nivou Bosne i
Hercegovine bave otkrivanjem, istraživanjem i dokazivanjem najsloženijih
krivičnih djela, a time i terorizma, kao prijetnji po nacionalnu sigurnost. Upravo iz
tih razloga, analogno sistemu sigurnosti SAD, na nivou Bosne i Hercegovine
osnovana je Državna agencija za istrage i zaštitu BiH (u daljem tekstu SIPA). U
nadležnosti državne policijske agencije, je i sprečavanje i suzbijanje terorizma, ali
i drugih krivičnih djela. Pored silogističkog elementa koji je utemeljen, u
356
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
nadležnosti SIPA-e je i kontraobavještajna djelatnost, koja se sastoji od
prikupljanja obavještenja o krivičnim djelima za koje je agencija nadležna, što
ukazuje da je kriminalističko obavještajna djelatnost prisutna kako u
obavještajnom, tako i u dokaznom smislu. Predhodna komparacija nadležnosti
ukazuje i potvrđuje činjenicu na koju je ukazao Matijević ( 2002, str. 34.) „U
suprotstavljanju pojedinim oblicima kriminaliteta obavještajno bezbjedonosna
služba, isto kao i javna bezbjednost, primjenjuje odgovorajuće kriminalističke
radnje“. Jedina distinkcija, koje demokratske obavještajne službe distancira od
policijskih u pogledu primjene kriminalističkih mjera i radnji, ogleda se u činjenici
što u nekim zemljama, u koje spada i Bosna i Hercegovina, rezultat primjene
mjera i radnji od strane obavještajne službe nemaju karakter dokaza, prema
odredbama Zakona o krivičnom postupku Bosne i Hercegovine.
U složenom sigurnosnom sistemu Bosne i Hercegovine, pored državnih
policijskih agencija, s posebnim akcentom na nivo federacije, postoji jedanaest
policijskih agencija, podijeljenih na deset kantonalnih, i jednu federalnu.
Analizirajući zakonske odredbe federalnih i kantonalnih policijskih agencija,
evidentna je zakonska neusklađenost, jer prema odredbama Zakona o unutrašnjim
poslovima Federacije BiH, Federalni MUP nadležan je prema članu 3. za
sprečavanje i otkrivanje krivičnih djela terorizma, dok prema odredbama
kantonalnih Zakona o unutrašnjim poslovima niti u jednom članu nema normi koje
bi ukazivale na nadležnost u sprečavanju i suzbijanju pošasti terorizma. U ovom
radu nemamo namjeru ukazivati na silogističku nadležnost državnih organa i
oduzimanju istih u korist kantonalnih, jer smatramo ispravnim da se dokazivanje
krivičnih djela terorizma bave nadležne državne policijske agencije. Međutim, u
domenu kriminalističko obavještajnog rada, svrsishodno bi bilo da odjeljenja za
kriminalističko obavještajne poslove kantonalnih policijskih agencija imaju
propisanu nadležnost za prikupljanje i vođenju evidencija o licima koja se dovode
u vezu sa terorizmom.
2. KRIMINALISTIČKO OBAVJEŠTAJNA DJELATNOST
Trenutačna opasnost od međunarodnog terorizma, od svake države
zahtijeva optimalni trud u iznalaženju adekvatnih riješenja u sprečavanju i
suzbijanju ove pošasti. Prema mišljenju Dvoršeka (2012; s. 2) „U kriminalistici i
kriminalističkom istraživanju u poslijednjih dvadeset godina nije došlo do nekih
revolucionarnih novosti, odnosno promjena“. Kriminalističko obavještajna
357
H. Ljeljak, G. Radić i S. Dizdarević
djelatnost u kriminalističku istražnu praksu uvedena je kroz englesku
kriminalističku školu. Jedan od prvih savremenih naučnih radova, koji
obavještajnu djelatnost smještaju u kriminalističku praksu susrećemo u
monografiji Criminal Investigation, autora Swanson, Chamelin, Territo (2003; s.
243). Prema Swansonu, Chamelin i Territo: „ kriminalističko obavještajna
djelatnost (criminal intelligence) se pojavljuje u obavještajnoj djelatnosti, analizi
kriminaliteta i obavještajnom ciklusu, koji se razvio u praksi obavještajnih službi,
ali je u modifikovanom vidu upotrebljiv i za potrebe kriminalističkog
istraživanja“. Na ovakav modifikovani obavještajni rad u kriminalističkom
istraživanju postaje sinonim za novi policijski model, u iznalaženju optimalnih
riješenja. Prema Pajeviću (2013; s. 98) „Policija shvata potrebu za formiranjem
obavještajne kriminalističke službe koja bi održavala dosjee o poznatim ili
osumnjičenim kriminalcima koji su povezani sa grupama za organizirani kriminal
i kriminalnim poduzećima“. Danas, u sveri različitih sigurnosnih rizika, u kojim
terorizam dominira, kantonalne policijske agencije, odnosno njihovi
kriminalističko obavještajni odjeli kako od svojih internih organa, poput
operativnih odjeljenja, menadžmenta, tako i od vanjskih konzumenata, kao što su
partnerske organizacije, ili tužilaštva zaprimaju zahtjeve za dostavljanje
informacija o nekom licu ili grupi, koja je povezana sa kriminalnom djelatnošću.
Upravo u ovakvim zahtjevima dolazi do temljnih distinkcija u policijskom i
kriminalističko obavještajnom radu. Cilj je da temelj policijskih operacija budu
kvalitetne kriminalističko obavještajne informacije, odnosno da se temeljem takvih
informacija mogu blagovremeno sumnjiva lica staviti pod kriminalističku
kontrolu, te da se od samih početnih saznanja, takve informacije mogu procesno
pravno formirati u dokaze. Danas, u Bosni i Hercegovini, ne postoji urađeno
istraživanje o socijalnom ili kriminalnom statusu osoba koje se dovode u vezu sa
terorizmom, ali prema tvrdnjama čelnih osoba vodećih agencija radi se o osobama
koje su se u ranijim periodu dovodile u vezu sa nasilničkim ponašanjem,
konzumiranju i drugim oblicima zloupotrebi droga. Ukoliko su ovakve tvrdnje
tačne, onda se postavlja pitanje kako državne policijske agencije mogu znati o
takvim osobama, prije nego se dovedu u vezu sa terorizmom, odnosno želimo
kazati da ključne informacije imaju kriminalističko obavještajna odjeljenja
kantonalnih policijskih agencija, u čijoj su nadležnosti ovakva vrsta krivičnih
djela. Najvažniji razlog, za uvođenje kriminalističko obavještajnog rada u
kantonalne policijske agencije ogleda se u potrebi da su dosadašnji načini
sprečavanju i suzbijanju kriminaliteta neefikasni. Koliko je danas kriminalističko
obavještajni rad značajan, ukazuje i strategija EUROPOL-a, u kojoj ovakav model
358
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
zauzima značajno mjesto. Tako u dokumentu koje koriste Europol Analysis Unit,
operativni obavještajni rad brine se da istražni tim dobije hipoteze i zaključke koje
se tiču specifičnih elemenata bilo koje vrste ilegalne djelanosti. Kriminalističko
obavještajni rad svoje postojanje temelji i na zlatnim pitanjima kriminalistike kao
nauke, odnosno operativni timovi svoja istraživanja temelje na pet ključnih
pitanja: ko je ključni pojedinac ili grupa (meta), šta su kriminalne aktivnosti
kojima se taj pojedinac bavi, kako kriminalni pojedinac (meta) operiše, zašto
odnosno koji je motiv pojedinca i kada, odnosno od kada se meta bavi takvom
kriminalnom djelatnošću. Prema Europolu radi se o kriminalističko obavještajnim
informacijama, gdje se na temelju postavljenih hipoteza nastoje dobiti provjerene
informacije, koje analitičkom timu olakšavaju analizu u velikom spektru dobijenih
informacija.
Drugi i možda najbitniji element kriminalističko obavještajnog rada
ogleda se u postojanju analitičkog odjela. Prema Masleši i Pajeviću, (2007; s. 45)
„Izvještaji obavještajnih i sigurnosnih službi dobijaju se kao rezultat prikupljanja,
procesuiranja i analiziranja informacija“. Analitičko istraživanje predstavlja spoj
svih dostupnih resursa, odnosno izvora informacija. Koliko je kriminalističko
obavještajna analitika značajna, pokazuje i primjer kojeg su koristili Muratbegović
i Maljević (2014; s. 18) ilustrujući aktivnosti policije koje onemogućavaju
sagledavanje cjelokupne slike kriminaliteta, na način: „Svaki policijski službenik
je previše zauzet odgovoranjem na telefonske pozive, pripadnici kriminalističke
policije su fokusirani na konkretne predmete, policijski narednik vrši nadzor nad
aktivnostima vezanim za policijski posao na nivou sektora, načelnik operativno
komunikacijskog centra policije vrši nadzor nad odzivima policijskih patrola u
većim geografskim područjima, komandir, njegovi pomoćnici i inspektori
obavljaju poslove rukovođenja i upravljanja“. Cilj kriminalističko obavještajne
analitike je podrška istražnim timovima, kako u početnim fazama istrage, tako i u
samoj istrazi. Prema mišeljenju Brkića i Obradovića (2016: 8) „Policijske
strukture i danas se nalaze pred velikim izazovima i odgovornošću, te traženjem
rješenja kako u koordinatama između politike, društva, zajednice, oblikovati
policijsku filozofiju i praksu“. Najvažniji analitički alati koje koriste
kriminalističko obavještajni odjeli su: „sistemsko razmišljanje, procesno
planiranje, SWOT analiza, morfološka analiza, takmičenje hipoteza i druge“.
Slično kao i predhodnim alatima, Maljević i Muratbegović (2014; 32) u
kriminalističkoj analitici ističu SARA model. Prema istim autorima, SARA je:
„Engleski akronim za model čiji su tvorci John Eck i Bill Spelman. Odnosi se na
359
H. Ljeljak, G. Radić i S. Dizdarević
četiri faze rješavanja problema: skeniranje, analizu, odgovor i procjenu“.
Temeljem primjene predhodnih alata, nastoji se doći do strateških informacija,
pomoću kojih se nastoji odgovoriti na pet ključnih pitanja koje smo već spomenuli
u ovom radu. Strateške informacije stvaraju se u okviru strateškog kriminalističko
obavještajnog rada (Eurpol Analysis Unit; s. 2) i fokusiraju se na dugoročne
ciljeve. Cilj strateškog kriminalističko obavještajnog rada je da prati trenutne i
nadolazeće trendove, promjene u kriminalnom okruženju, i drugim bitnim
elementima koje se vezuju za kriminal, i osobe sklone kriminalu.
3. RAZVOJ KRIMINALISTIČKO OBAVJEŠTAJNE DJELATNOSTI U
OKVIRU KANTONALNIH POLICIJSKIH AGENCIJA
Da bi razumjeli razvoj kriminalističko obavještajne djelatnosti kao modela
policijskog rada u okviru kantonalnih policijskih agencija, ukratko ćemo se
osvrnuti na razvoj ovog modela u praksi nekih od najpoznatijih policijskih
agencija. Ulazak kriminalističko obavještajnog modela u policijski sistem, ne
znači novitet, već on zapravo predstavlja nadogradnju postojećeg klasičnog
modela policijskog rada. Prema mišljenju Stephane Vaney (2010; s. 21) „U
tradicionalnom modelu policija je djelovala skoro isključivo reaktivno, odnosno
djelovala je tek nakon izbijanja incidentnih situacija“. Međutim, evidentno je da se
ovakav model temeljio na post deliktnoj reakciji policije i to isključivo samo
prema počiniteljima krivičnih djela i prekršaja. Vremenom, pod uticajem različitih
faktora, razvili su se i drugi oblici devijantnih ponašanja, na koje policija nije
imala adekvatan odgovor. Nepostojanje odgovora, kod građana se razvijalo
nepovjerenje u organe reda. Prema Dvoršeku „Kriminalističko obavještajni rad se
najprije razvijo u Engleskoj, i to u okviru nacionalnog kriminalističko
obavještajnog ureda (National Criminal Intelligence Service - NCIS). Ovakav
model podrazumjevao je stvaranje ureda na različitim nivoima, počev od lokalnog
do državnog. Prema Maguire, (2007; s. 199-225) „Ovakav model treba da
omogući skupljanje i razmjenu informacija na svim nivoima, pa i izradu strateških
produkata za različite nivoe“. To bi značilo da je policija shvatila značaj
proaktivnog rada, na način da je svrha informacija bila preventivno djelovanje, a
ne post deliktna reakcija represivnog organa. Prema Pajeviću, (2013; s. 98)
„Obavještajno kriminalistička služba formira, održava, ažurira, sistematizira
dosjee o osobama za koje se zna da imaju sklonost ka nasilju, kao i grupama koje
su involvirane u krivična djela i nasilje koje koriste kao sredstvo za učvršćivanje
njihovih ciljeva i uzdrmavanje vlade“. Pajević, u svom definisanju kriminalističko
360
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
obavještajne službe obuhvata jedan od bitnijih segmenata koji predstavlja
determinantu u genezi na relaciji od kriminalca do teroriste, nasilje kao preduvjet
za terorizam.
Razvoj kriminalističko obavještajnog rada u Bosni i Hercegovini potrebno
je promatrati kroz prizmu kontinuiteta i modifikacije postojećih kriminalističkih
policijskih odjeljenja, u okviru kantonalnih uprava policija. Reforma policijskih
organa u Bosni i Hercegovini uslovljena je demokratskim promjenama koje su se
desila krajem XX i početkom XXI vijeka, i podrazumjevala je njihovo
organizacijsko i funkcionalno prilagođavanje novim složenim situacijama.
Međutim, ni nakon više od dvadeset godina reformskih procesa, policija nije u
potpunosti doživjela afirmaciju. Prama Brkiću i Obradoviću (2016; s. 9) „Policija
u Bosni i Hercegovini pati od nekoliko institucionalnih bolesti. Dejtonski mirovni
sporazum potvrdio je ratnu podjelu zemlje, i ostavio joj u amanet nefunkcionalnu i
decentraliziranu mješavinu organa vlasti, uključujući i policiju“. Kao model
analize, u ovom radu uzet ćemo Pravilnik o unutrašnjoj organizaciji Ministarstva
unutrašnjih poslova Tuzlanskog kantona. Unutrašnja organizacija Ministarstva, u
okviru Sektora kriminalističke policije predviđa postojanje Odjeljenja za
kriminalističko obavještajnu podršku, ne ukazujući na unutrašnju strukturu ovog
odjela, u smislu da li postoje samo timovi za provođenje operativnih mjera i radnji,
analitičkih timova i strateških timova. Ono što je iz pravilnika u najmanju ruku
signifikantno jeste da je odjel za analitiku i planiranje izvan odjeljenja za
kriminalističko obavještajne poslove, i nalazi se u okviru Sektora za informatiku,
telekomunikacije i analitiku. Kako je policija hijerarhijska i subordinacijska
organizacija, pored kriminalističko obavještajnih službenika u okviru odjeljenja
koji se nalazi u Sektoru kriminalističke policije, postoje i kriminalističko
obavještajni službenici zaduženi za prikupljanje informacija na svom mjesno
nadležnom području. Na ovakav način uspostavljen je sistem prikupljanja,
dostavljanja i analize informacija od najnižih (lokalnih) nivoa prema vrhu
policijske strukture nadležne za donošenje krucijalnih sigurnosnih odluka, gdje
analitički odjeli mogu imati potpuniju sliku kretanja bilo kojeg oblika devijantnog
ponašanja na svom mjesno nadležnom području, s posebnim akcentom na
ponašanja koja imaju tendenciju da prerastu u radikalizam, ekstremizam i na kraju
terorizam. Radi se o linijskom dostavljanju informacija, podataka i obavještenja, u
pravilu od najnižih nivoa (policijski stanica) do najvišeg nivoa (kriminalističko
obavještajnog odjeljenja pri Sektoru kriminalističke policije). Kriminalističko
obavještajni službenici pri policijskim stanicama imaju nekoliko ključnih uloga:
361
H. Ljeljak, G. Radić i S. Dizdarević
prikupljanje informacija putem patrola i pozornika, putem saznanja službenika
kriminalističke policije, pogovaranja. Ovakve informacije se u pravilu dostavljaju
putem tzv obrazaca 4x4, koji ujedno služe i kao procjena vjerodostojnosti izvora i
informacije.( Europol Analysis Unit; 14) Druga bitna dimenzija ogleda se u
blagovremenom dostavljanju višim instancama. Dostavljene informacije postaju
dinamične na način da se iste procjenjuju, a prema mišljenju eksperata Europola .(
Europol Analysis Unit; s. 6) procjena je: „Važno pitanje i oblast koja je teška, i u
nekim slučajevima zbunjujući dio obavještajnog procesa“. U okviru procjene vrši
se ocjena pouzdanosti izvora i kvaliteta informacije, a potom upoređivanje i
sinteza dobijene informacije sa drugim poluinformacijama, informacijama,
podacima. Ponekad su neophodne dodatne informacije o entitetima kako bi
dobijena informacija bila vjerodostojna, a ponekad dobijenu informacija
predstavlja osnovu za dalje kriminalističko obavještajno istraživanje. Provjerena
informacija, postaje kriminalističko obavještajni podatak, koji je prema Abazoviću
(2002; s. 208) „Vrsta podatka ocjenjenog i protumačenog tako da može da se
upotrijebi kao element za donošenje odluke kojom se ostvaruju politički ciljevi
pokreta ili države“. Procjenjeni podatak na kraju se ustupa konzumentu, odnosno
odjeljenjima kriminalističke policije ili državnim policijskim organima,
tužilaštvima, koji su nadležni za istraživanje i dokazivanje krivičnih djela
terorizma.
4. MJERE I RADNJE U PRIKUPLJANJU OBAVJEŠTENJA I
INFORMACIJA KRIMINALISTIČKO OBAVJEŠTAJNOG ODJELJENJA
Pitanje terorizma, do danas, uprskos brojnim institutima i naučnicima
nema jedinstvenu definiciju. Danas savremena nauka ulaže velike napore u
pokušaju da definiše terorizam, i da jedinstvenu opće prihvatljivu definiciju.
Osnovni razlog u nepostojanju jedinstvene definicije prema mnogim naučnicima,
među kojima je i Gađinović (2005; s. 37) su: „dvostruki standardi, i pri tome neke
države koriste terorizam kada treba bez angažovanja sopstvenih vojnih snaga
izazvati sukobe i nestabilnosti u regionu“. Za potrebe ovog rada, koristit čemo
definiciju koju je predložio Alispahić (2007: s. 230) prema kojoj je terorizam:
„Historijsko društveno-politička akciona pojava koja nastaje i razvija se u
uvjetima dovoljno dubokog i intezivnog sukoba u kome su nosioci – subjekti
akteri terorizma specifične organizovane slabije i manje društveno-političke grupe
subjekata ili država koje se organizovano i sistemski bore protiv postojećeg
društveno-političkog međunarodnog poretka primjenom nelegitimnog i
362
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
nelegalnog, surovog i nepredvidljivog (teško predvidivog) kriminalnog nasilja,
koristeći raspoložive metode i sredstva kojima izazivaju masovne i pojedinačne
teške nepravedne i nepotrebne ciljane i slučajne žrtve i nanosi velike raznovrsne
štete na postižući kao efekt, po pravilu, ostvarenje krajnjeg društveno-političkog
cilja“. Opisana definicija ukazuje na nekoliko bitnih elemenata: nelegalno, slabiji
aktera koji surovim sredstvima napadaju mete izazivajući pri tome žrtve. Kako
istiću Bisić i Ljeljak, (2008; s. 82) „Terorizam je sistemska, tajno organizovana,
planirana, pripremana i provođena sistemska nasilna djelatnost (sila ili nasilje)
koju provode organizacije, grupe, protiv osoba ili imovine, kako bi se nanijela
šteta osobi ili imovini, sa ciljem zastrašivanja, nasilnog ostvarivanja vlastitih,
političkih, društvenih ili drugih ciljeva“. Postavlja se pitanje: Kako će
kriminalističko obavještajna odjeljenja kantonalnih policijskih agencija boriti se
protiv ove složene pošasti? Kriminalističko obavještajna odjeljenja su dio
policijskog modela koji se bavi podrškom u sferi sprečavanja, a izuzetno u
domenu suzbijanja ove pošasti, dok s druge strane prema zakonskim rješenjima u
Bosni i Hercegovini kantonalni organi nisu nadležni za istraživanje ovih vrsta
krivičnih djela. Kriminogeneza na relaciji kriminalitet-terorizam, započinje sa
različitim oblicima devijacija, koji u određenom životnom trenutku prerastaju u
vjersku zasljepljenost, onda možemo kazati da kriminalističko obavještajna
odjeljenja kantonalnih policijskih agencija ni u kom slučaju ne treba isključiti u
identifikaciji i otkrivanju sumnjivih ponašanja. Polazeći od najnižih nivoa
kriminalističko obavještajnog rada, načini prikupljanja informacija u „pravilu“
dolaze iz poznaničkih veza, pogovoranja, prikupljenim obavjestima od građana.
Jedan od najčešćih načina putem kojih kriminalističko obavještajni službenici pri
policijskim stanicama, ali i višim nivoima dobijaju saznanja o svim vrstama i
oblicima devijacija, te vrše procjenu jeste obrazac poznat pod nazivom 4x4. Ovaj
sistem prikupljanja i procjene informacija prihvaćen je kao standard, odnosno
ustaljena praksa u agencijama za sprovedbu zakona u EU. (Europol Analysis Unit;
s. 13) Dobijene informacije procjenjuju se kroz tipologizaciju vjerodostojnosti
samog izvora, ali i same informacije, čijim ukrštanjem, odnosno upoređivanjem se
može izvesti zaključak. Prednost ovog modela prikupljanja i procjene informacije
ogleda se u nekoliko bitnih elemenata. Sam obrazac je anonimnog karaktera, što
znači da se čak ne navodi ni ime i prezime policijskog službenika koji dostavlja
informaciju. Drugi značajan element ogleda se u standardizaciji, odnosno radi se o
jedinstvenom obrascu kojeg primjenjuju sve policijske agencije u EU, pa time i u
Bosni i Hercegovini. Treći značajni element odnosi se na sigurnost, kojom se
garantira anonimnost izvora. Sam obrazac ne predviđa navođenje generalijskih
363
H. Ljeljak, G. Radić i S. Dizdarević
podataka samog izvora od kojeg su dobijene informacije ili saznanja. Jedan od
modela koji se već više od dvije decenije primjenjuje u EU policijama jeste model
„Rad policije u zajednici“. Kako ističe Stephane Vaney (2010; s. 13) „Govori se o
radnoj filozofiji policije“. Osnovni princip ove radne filozofije sastoji se u
odgovornosti kako građanina, tako i države, odnosno policije. Autori Priručnika za
rad policije u zajednici (Čutura i saradnici, 2010) ističu: „Danas više nije dovoljno
reagiranje na kriminalna djela i nesreće. Naprotiv, moraju se pronaći uzroci koji su
mogli dovesti do krivičnih fenomena i opasnosti od nesreća. Prepoznatim
uzrocima se mora preventivno pristupiti“. U samoj filozofiji „policije u zajednici“
vidi se prostor za kriminalističko obavještajni rad, jer i jedan i drugi model imaju
isti cilj, prevenciju. Mogli bi smo kazati da je upravo temelj kriminalističko
obavještajnog rada, primjenjiv kroz model policije u zajednici. Jedan od najčešćih
modusa rada putem kojih se dolazi do značajnih saznanja jesu razgovori sa
fizičkim i pravnim licima. U okviru filozofije „Rad policije u zajednici“, policajac
u zajednici obavlja razgovore sa različitim kategorijama građana, ali i pravnih
subjekata poput, škola, vlasnika ugostiteljskih objekata, predstavnika mjesnih
zajednica. Kako ističe Vodinelić (1978; s. 48) razgovor je „Akt neformalne
prirode, bez procesne vrijednosti, ali je po pravilu, izvanredno značajan za čitav
kasniji postupak i njegov ishod“. Policajci zaduženi za rad u zajednici mogu doći
do prvih saznanja o eventualnim počecima radikalizacije obavljajući razgovore sa
različitim kategorijama građana i pravnih subjekata. S druge strane, većina
policajaca koji rade kao pozornici ili u sektorima (patrolama), poznaju veći dio
kriminalno aktivnih i devijantnih osoba, te ukoliko ovakve osobe naprasno
promjene svoje stavove, i ponašanja postaju fokus pažnje tih policajaca. To ne
znači da su te osobe predmet istraga ili da se ne smiju promjeniti, već zapravo da
su interesantni sa aspekta sigurnosti.
Za razliku od modela „Rad policije u zajednici“, jedan od načina saznanja
za događaje sa većom ili manjom vjerovatnoćom tačnosti je javno pogovaranje.
Prema Modly, Petroviću i Korajliću ( 2004; s. 52) „U kriminalističkoj znanosti taj
oblik saznanja za krivično djelo zove se pronošenje ili prenošenje vijesti (fama
est), tj. ide (kola) glas o nekom krivičnom djelu i/ili određenim osobama kao
učiniteljima tog djela, a ne zna se da li je vijest tačna i od koga potječe“. Iako se
kod javnog pogovora govori o saznanju o krivičnom djelu i potencijalnom
učinitelju, postoji realna mogućnost da se i druga saznanja, pa time i iz domena
radikalizma, mogu spoznati, i kao takve predstavljati imputna saznanja koja
izazivaju znatiželju kriminalističko obavještajnih službenika.
364
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Za raziliku od mjera koje u pravilu primjenjuju pripadnici temeljne
policije s ciljem dolaska do informacija, pripadnici kriminalističko obavještajnih
odjela u svom radu ovlašteni su i za primjenu specifičnih radnji. Radi se o
radnjama koje u svom radu primjenjuju službenici obavještajnih službi. Danas
postoji neujednačeno stajalište u pogledu definisanja obavještajne službe. Za
potrebe ovog rada, radi lakšeg razumjevanja metoda rada koje je kriminalističko
obavještajna služba preuzela od obavještajne službe predstavit ćemo nekoliko
stajališta. Prema Abazoviću (2002; s. 203) „Obavještajnu službu čine obavještajna
djelatnost i organizacija (aparat) koja tu djelatnost sprovodi. Obavještajna služba u
materijalnom smislu obuhvata obavještajnu djelatnost i ciljeve koji se tom
djelatnošću ostvaruju, a u formalno organizacijskom smislu organizaciju i sredstva
kojima se obavještajna funkcija obavlja“. Abazović, pravi jasnu razliku između
obavještajne službe u materijalnom smislu koja je usmjerena prema ciljevima i
organizacijskom smislu koja je usmjerena prema sredstvima koje u svom radu
koristi. Prema mišljenju Masleše (2001; s. 199) obavještajna služba je „Specifična,
specijalizirana, visokoprofesionalna i relativno samostalna institucija društva koja
u skladu sa zakonom datim ovlaštenjem i korištenjem posebnih legalnih i tajnih
metoda i sredstava na sistemski način prikuplja štičene relevantne obavještajne
podatke i druge informacije o planovima i namjerama drugih država ili njihovih
pojedinih institucija koji su potrebni za oblikovanje, kreiranje i vođenje globalne
politike naručito na vanjsko političkom planu“. Iz definicije koju je dao Maleša,
evidento je nekoliko ključnih elemenata, poput specifične službe koju odlikuje
tajnovitost, specijaliziranost, službe kojoj su na raspolaganju znanja koja su izvan
uobičajnog. Međutim, u definiciji je neprecizno određen element „Posebnih
legalnih i tajnih metoda i sredstava“, na šta je ukazao Pajević (2013; 84) koji ističe
„Nepreciznim jer navodi na krivi zaključak da obavještajna služba ima neke
posebne legalne metode i sredstva za prikupljanje podataka“. Prema postojećem
zakonu koji regulira oblast obavještajne službe i njene djelatnosti u BiH, propisani
su načini prikupljanja informacija, i to kako iz otvorenih, tj. javnih izvora, tako i
primjena tajnih metoda. Na ovaj način, zakonodavac je dao legitimitet
obavještajnoj službi da može, pod zakonom predviđenim uvjetima koristiti se
tajnim metodama i sredstvima, a da ih pri tome nije definisao posebnim. Kada
primjenu tajnih metoda i sredstava obavještajnih službi prenesemo na polje
sprečavanja i suzbijanja kriminaliteta, onda zapravo možemo govoriti o
kriminalističko obavještajnim radnjama. Dva su bitna momenta u samom
preuzimanju tajnih metoda i sredstava u kriminalističko obavještajnoj djelatnosti.
Procesni momenat odnosi se prevashodno da se takve metode legaliziraju i
365
H. Ljeljak, G. Radić i S. Dizdarević
predvide pozitivnim zakonodavstvom, kojim se reguliše dio policijskih ovlaštenja,
što je učinjeno izmjenama i dopunama Zakona o krivičnom postupku iz 2003.
godine. Navedenim zakonskim rješenjima propisane su posebne istražne radnje,
kao i uvjeti pod kojim iste mogu sprovoditi ovlaštena službena lica, a radi se o
radnjama i sredstvima koja imaju karakter tajnosti. Drugi bitan momenat, koji je
ujedno i razlika od primjene ovakvih radnji od strane obavještajnih službi u Bosni
i Hercegovini sastoji se u činjenici da rezultat primjene ovakvih radnji, ukoliko su
poduzete u skladu sa zakonom imaju karakter dokaza u krivičnom postupku.
Obzirom da se radi o radnjama koje zahtijevaju specifična znanja, ali tehniku,
postavlja se logično pitanje: Da li kantonalni kriminalističko obavještajni odjeli
raspolažu ovakvim znanjima i tehničkim sredstvima? Kada su u pitanju znanja,
kantonalna kriminalističko obavještajna odjeljenja raspolažu sa dovoljno
personalnih kapaciteta, prolazeći niz specijalističkih obuka iz ovog domena, ali
isto tako i tehničku opremljenost, koja je u velikoj mjeri donirana od strane
međunarodnih agencija za pružanje podrške. Međutim, u ovom dijelu dolazi do
jasne zakonske regulative kojom je regulisana nadležnost za istraživanje i
dokazivanje krivičnih djela terorizma, odnosno nenadležnost kantonalnih
policijskih organa.
5. ZAKLJUČNA RAZMATRANJA
Opredjeljenost Bosne i Hercegovine, kao države u sprečavanju i
suzbijanju terorizma, kako u međunarodnom doprinosu tako i na unutrašnjem
planu je eksplicitna. Iako se za Bosnu i Hercegovinu vežu određena ratna naslijeđa
po pitanju radikalnih vehabijskih skupina, u postdejtonskoj Bosni i Hercegovini,
donijet je čitav set zakonskih riješenja kojima je regulirana opredjeljenost u
sprečavanju i suzbijanju ove pošasti. Na ovakav način državne institucije Bosne i
Hercegovine terorizam su shvatile kao realnu prijetnju integritetu, ali i
međunarodnom sigurnosnom ambijentu.
Pitanje nadležnosti otkrivanja, istraživanja i dokazivanja krivičnih djela
terorizma, u Bosni i Hercegovini uređeno je na način da se istim bave isključivo
kada je u pitanju međunarodni terorizam državne policijske i obavještajne
agencije, dok je pitanje unutrašnjeg terorizma u nadležnosti entitetskih organa.
Iako se danas u stručnom i naučnom smislu nastoji izbjeći podjela terorizma na
unutrašnji i međunarodni, osobito kada je u pitanju savremeni terorizam, jer su oni
međusobno uslovljeni i povezani, u Bosni i Hercegovini je takva podjela prema
366
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
zakonskim riješenjima očigledna, što otvara prostor neuređenosti u praktičnom
smislu. Praktični primjer koji potvrđuje predhodnu tezu je teroristički napad na
ambasadu Sjedinjenih Američkih Država, (u daljem tekstu SAD-e) 10.08.2011.
godine, kada je došlo po operativne dezorganizacije policijskih agencija.
Teroristički napad na ambasadu SAD-a u Sarajevu u stručnom smislu nije samo
pitanje nadležnosti istrage, već i ozbiljan obavještajni propust.
U radu je ukazano na značaj nekoliko modifikovanih modela koje su
kriminalističko obavještajne službe preuzete od obavještajnih agencija, i koje u
svom radu putem patrolnih, pozornih i drugih modela primjenjuju. Također, u radu
je ukazana zakonska neusklađenost kada je u pitanju otkrivanje, istraživanje i
dokazivanje krivičnih djela terorizma (unutrašnji i međunarodni), ali i pitanje
heurističke djelatnosti kantonalnih policijskih agencija. Imajući u vidu ustavnu i
složenu strukturu policijskog sistema u Bosni i Hercegovini, pitanje heurističke
djelatnosti kada je u pitanju terorizam treba biti djelatnost kriminalističko
obavještajnih odjeljenja kantonalnih policijskih agencija. Analizirajući pozitivne
pravne propise ukazali smo na mjesnu nadležnost kantonalnih policijskih organa,
ali samo do domena istrage, kada bi se prikupljena saznanja, informacije morale
predati državnim policijskim tijelima koji imaju stvarnu nadležnost za istraživanje
i dokazivanje krivičnih djela terorizma.
U radu je ukazano na zakonska riješenja, odnosno prestanak djelatnosti
kantonalnih kriminalističko obavještajnih odjeljenja, i to ne samo zbog
ne/nadležnosti kao najbitnijeg elementa, već zapravo i zbog kriminalističko
obavještajne svrhe. Ovdje je jasna distinkcija između heuristike i silogistike,
odnosno da kantonalne policijske agencije putem svojih kriminalističko
obavještajnih odjeljanja su zakonski dužna da otkrivaju sva krivična djela, pa i
terorizma, kao i prikupljanje saznanja o stanju sigurnosti na svom području
djelovanja, a što jasno proizilazi i iz zakonskog rješanja. Na ovaj način sa aspekta
identifikacije i otkrivanja sumnjivih ponašanja na lokalnim nivoima zadovoljen je
kriterij decentralizacije. Međutim, imajući u vidu da fenomen terorizma
prevazilazi lokalni nivo, onda je više nego potrebno da kriminalističko
obavještajna odjeljenja kantonalnih policijskih agencija sva saznanja dostave
višim policijskim organima (državnim policijskim organima, tužiteljstvu,
obavještajno sigurnosnoj agenciji), koji ta saznanja mogu dovesti u vezu sa drugim
licima, modusima djelovanja, finansiranju, drugim grupama i na takav način
olakštati put procesno pravnog formiranja tih saznanja u dokaze koji bi se koristili
367
H. Ljeljak, G. Radić i S. Dizdarević
u daljem toku krivičnog postupka. S druge strane, blagovremenim dostavljanjem
informacija višim nadležnim instancama koji se bave istraživanjem i
dokazivanjem krivičnih djela terorizma, bili bi ispunjena svrha kriminalističko
obavještajnog rada, odnosno rano djelovanje, tj. onemogućavanje izvođenja
terorističkog napada.
LITERATURA
Abazović, D. M. (2002). Državna bezbjednost: Sarajevo,
Alispahić, B. (2007). Terorizam šta je to; Sarajevo,
Bisić, M. I Ljeljak, H. (2008). Terorizam i civilna zaštita, Mostar
Brkić, K. I Obradović, V.(2016). Reforma policije za rad u zajednici; Sarajevo,
Gađinović, R. (2005). Terorizam; Beograd,
Matijević, M. (2002). Kriminalistička operativa: Banja Luka,
Maljević, A. I Muratbegović, E. (2014). Kriminalistička analitika za praktičare – do
rješenja problema kroz 60 malih koraka; Sarajevo,
Masleša, R. (2001). Teorije i sistemi sigurnosti; Sarajevo,
Modly, D. I Petrović, B. I Korajlić, N. (2004). Uvod u kriminalistiku: Sarajevo,
Pajević, M. (2013). Savremene obavještajne teorije; Mostar
Vaney, S. (2010). Rad policije u zajednici u Bosni i Hercegovini-priručnik, Sarajevo,
Vodinelić, V. (1978). Kriminalistika: Beograd,
Članci
Abazović, D.M. (2007). Bosna i Hercegovina-Fundamentalizam i terorizam: stvarnost i
stereotipi; Kriminalističke teme, 85-94,
Dvoršek, A. (2010). Kriminalističko obavještajni rad i njegove perspektive u kriminalistici,
Europol. (2007). Kurs operativne analize, Sarajevo, 26-30
Zakonski i podzakonski akti
Zakon o krivičnom postupku Federacije BiH, ("Službene novine F BiH", br.9/99, od
11.02.2009. godine),
Zakon o Obavještajno sigurnosnoj agenciji BiH,
Zakon o unutrašnjim poslovima TK,
Pravilnik o unutrašnjoj organizaciji Ministarstva unutrašnjih poslova TK
Internet izvori
www.balkans.aljazeera.net
368
Regulae iuris u presudama Evropskog
suda za ljudska prava
Dr. Dževad Drino
University of Zenica
Benjamina Londrc
University of Zenica
APSTRAKT
Primjena acquis communautaire, odnosno pravne tečevine Evropske Unije kao osnovnog
oblika evropeizacije nacionalnih pravnih sistema podrazumijeva i primjenu acquis
commune, općih pravnih načela tradicionalnog evropskog općeg prava ius commune, koje
se najjasnije izražava tradicionlnim
latinskim izrekama i maksimama rimske
jurisprudencije. Tako Evropski sud za ljudska prava često koristi maksime i regule
rimskog prava, navodeći ih izvorno, na latinskom jeziku; u vrijeme cara Justinijana, opća
pravna pravila su bila od izuzetnog značaja, a ostala su sačuvana zahvaljujući
kompilatorima u pedesetoj knjizi Digesta, „De diversis regulis iuris antiqui“. Prema
mišljenjima romanista, različiti su razlozi primjene regula u savremenom pravu, od toga da
se koriste u čisto retoričkom smislu, radi uljepšavanja odluka i stavova, do tvrdnji o
zadržavanju starog ius commune-a u osnovama evropskog prava. Cilj ovoga rada jeste da
izdvajanjem primjene različitih rimskih regula pokaže njihovu upotrebu kroz presude
Evropskog suda za ljudska prava. Tako, u presudama slučajeva Blečić v. Hrvatska,
Scoppola v. Italija, Puricel v. Rumunija i drugima, dolazi do citiranja pravila „Tempus
regit actum“ (za poduzimanje akta mjerodavno je pravo koje važi u vrijeme njegova
poduzimanja). Bitnu stavku u presudama slučajeva Marguš v. Hrvatska, Rohlena v. Češka,
Maktouf i Damjanović v. Bosna i Hercegovina predstavlja rimski princip „ne bis in idem“
(ne dva puta o istom). Ništa rjeđe nije korišteno načelo „In dubio pro reo“- u sumnji treba
suditi blaže (slučajevi Lammana v. Austria, Rehbock v. Slovenia, Ajdarić v. Hrvatska i
drugi). U radu se predstavlja korijen i historijat nekoliko navedenih regula rimskog prava,
te njihova primjena u savremenom pravu i presudama Evropskog suda za ljudska prava.
Ključne riječi: Acquis commune, Evropski sud za ljudska prava, Rimsko pravo, Tradicija.
JEL Classification: K19
Đ. Drino i B. Londrc
1. UVOD
Car Justinijan je već na početku vladavine, 527. godine odlučio
kodificirati cjelokupno rimsko pravo koje se dijelilo na ius ileges. Posebna pažnja
je usmjerena na kodifikaciju pravničkog prava (ius). Nakon intenzivnog rada od
od tri godine, i pregledanih oko 2.000 knjiga različitih rimskih pravnika, krajem
533. godine konstitucijom Tanta proglašene su Digesta ili Pandectae, sačinjene od
50 knjiga. One čine najveći zbornik pravničkog prava u kojem je većina tekstova
preuzeta od pravnika kao što su Ulpijan, Paul, Papinijan, Scevola, Pomponije,
Julijan, Gaj i drugi. U Digestama su se našla različita pravna pravila rimskog
prava, nastala tokom vise vjekova, a koja se nalaze u djelima klasičnih pravnika.
Kompilatori su apstrakcijom iz citata koji se nalaze u različitim dijelovima
Digesta, izdvojili oko 211 kratko formulisanih općih pravila i smjestili ih u 50.
knjigu (tit. 17) “De diversis regulis iuris antique”. Sič (2006) Takva pravna
pravila (regule) uglavnom ni danas nisu izgubile svoju vrijednost i zato je namjera
ovog rada da kroz praksu Evropskog suda za ljudska prava podsjeti na njihovu
vrijednost i upotrebljivost u današnjem pravu. Rimske regule predstavljaju izraz
općeprihvaćenih civilizacijskih vrijednosti koje su se iskristalisale kroz
viševjekovno rimsko pravno iskustvo i koje stoje i u temeljima moderne evropske
i svjetske kulture. (Sič, 2006) Rimske regule nude logička pravila zaključivanja
koja se mogu koristiti kao argumentacija, kao objašnjenje pojedinih pojmova i
instituta, te kao pravila o tumačenju ali ikao detaljnije norme koje upućuju na to
kako treba postupati u određenim slučajevima. Kroz primjere regula vidljivo je da
nisu zastarjele, osim onih koje se tiču statusnog prava i koje oslikavaju vlasnički i
patrijarhalni karakter rimskog prava, i da mogu naći put primjene u savremenim
pravnim sistemima.
2. ZNAČAJ I PRIMJENA RIMSKIH REGULA
Naslov “De diversis regulis antique” počinje Paulovim fragmentom o
prirodi regula: D.50, 17,1. “Regula est, quae rem quae est breviter enarrat”, što u
prevodu znači “Regula je kratak sažetak suštine stvari”, a zatim nastavlja: “Non ex
regula ius sumatur, sed ex iure quod est regula fiat”, u prevodu “Pravo ne potiče
iz regule nego od poštovanog prava/pravila postaje regula”. (Stojčević & Romac,
1989) To bi značilo da nije bilo dovoljno samo napamet znati regule, nego je bilo
potrebno poznavati njihovo pravo značenje. To se može otkriti odgovorom na
pitanje zašto ikako su nastale, koji slučajevi su doveli do nastanka pravnog pravila
370
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
koje se kasnije sažima u njenu kratko formulisanu srž. (Sič, 2006) Peter Štajn
ukazuje na činjenicu, da su kompilatori dobili instrukciju od cara Justinijana da
obrate pažnju na pravna stanovišta koja se mogu iz konteksta fragmenta izdvojiti
kao opšta pravila.(Štajn, 1988) U tom kontekstu, pravila sabrana u zadnjem titulu
Digesta (D. 50.17) počela su dobivati novo značenje. Primjer za to su pravila da
niko ne smije steći imovinsku korist na steti učinjenoj drugome (CD. 50.17.206),
da niko ne može prenijeti na drugoga više prava nego što ga sam ima (D.
50.17.54), da onaj ko se koristi svojim vlastitim pravom ne postupa prijevarno (D.
50.17.55), da onaj ko svojom vlastitom krivnjom pretrpi štetu, ne smatra se da je
oštećen (D. 50.17.203), te da u slučaju istih uvjeta posjednik sporne stvari treba
imati povoljniji položaj pred sudom (D.50.17.128) itd. (Štajn, 2007) Mnoga od tih
načela klasični su pravnici postavljali kao opravdanje za neku konkretnu odluku, a
poslije su postala općim pravilom na način što ih se izvuklo iz njihovog izvornog
konteksta. Prema riječima Štajna „u takvom osamostaljenju ona su iskazivala
istine kojima nije trebalo nekog posebnog opravdanja“. (Štajn, 2007)
Na prostorima Balkana, najveći doprinos izučavanju i primjeni rimskih
regula u savremenom pravu dala je prof. dr. Magdolna Sič. U djelu “Trajne
vrijednosti rimskog prava” ističe važnost rimskih regula u smislu tumačenja ius
communea, ali i u kontekstu stvaranja novog evropskog pravnog sistema. Postoje
različite teorije o razlozima korištenja rimskih regula u modernom pravnom
sistemu. Tri su najčešće: 1. Rimske regule se koriste u čisto retoričkom smislu,
radi uljepšavanja odluka i stavova, te u znak sjećanja na rimsko pravo; 2. Latinske
regule su izraz opšte prihvaćenih pravnih principa Evropske Zajednice, koje se
primjenjuju u slučaju pravnih praznina; 3. Korištenje regula je posljedica
zadržavanja starog ius communea u osnovama evropskog, prije svega privatnog
prava. (Sič, 2006) Bez obzira na navedena tumačenja, neosporna je činjenica da su
rimski pravnici bili prije svega praktičari i slijedili pravilo „Da mihi factum, dabo
tibi ius“, u prevodu „Daj mi činjenice, daću ti pravo“, što daje najprecizniju uputu
za savremenu primjenu regula rimskog prava. (Romac, 1973) U svrhu
razumijevanja potrebno je ne baviti se isključivo teoretisanjem i učenjem latinskih
maksima, nego praktičnim primjerima i korištenjem izvora rimskog prava shvatiti
meritum i iskoristiti ono najbolje za savremeno pravo. Izučavanje rimske historije
i rimskog prava koji čine korijene zajedničke evropske pravne tradicije, sigurno
mogu doprinijeti unaprjeđenju kako Evropske savremene, tako i pravne nauke u
cjelini.
371
Đ. Drino i B. Londrc
3. RIMSKE REGULE U PRAKSI EVROPSKOG SUDA ZA LJUDSKA
PRAVA
Evropski sudovi prilikom rješavanja slučajeva u kojima ne postoji jasno
pravilo komunitarnog prava, često svoje odluke zasnivaju na maksimama ili
izrekama koje potiču iz rimskog ius communea, i to na latinskom jeziku.
Magdolna Sič, izučavajući djela Franciska Santosa, izdvaja nekoliko slučajeva
primjene regula rimskog prava na Evropskom sudu pravde ali i drugim evropskim
tribunalima:
1. U slučaju Grifoni I & II (1990- 1994.) evropski sud je osudio
EUROATOM da tužiocu nadoknadi štetu na osnovu zaključka generalnog
pravobranioca-„alterum non laedere“.
2. U slučaju Rudolf Miset v.Council (1987) korištena su i citirana stara
pravila rimskog prava – dies a quo non computatur in termino- i, dies ad quem
computator in termino.. (Sič, 2006)
Prema riječima jednog od sudija Žalbenog organa evropskog suda za
patente, latinska pravna pravila koja su izvedena iz zajedničke pravne historije,
dovela su nekada do veće saglasnosti članova nego propisi nacionalnog
zakonodavstva. (Knütel, 1996)Cilj ovoga rada jeste da izdvajanjem primjera
primjene različitih rimskih regula pokaže njihovu upotrebu u presudama
Evropskog suda za ljudska prava. Za pretraživanje presuda Evropskog suda za
ljudska prava korištena je zvanična elektronska arhiva suda, HUDOC. Rezultat
istraživanja je izdvajanje najčešće citiranih pravila rimskog prava, u izvornom
obliku, na latinskom jeziku:
1. „Tempus regit actum“ (za poduzimanje akta mjerodavno je pravo koje
važi u vrijeme njegova poduzimanja).
Tako u presudi u slučajuBlečić v. Hrvatska, podnositeljica zahtjeva
navodi kako joj je zbog otkaza stanarskog prava povrijeđeno pravo na poštivanje
njenog doma i pravo na uživanje vlasništva. Sud, u obrazloženju presude od 8.
marta 2006. godine pod tačkom 80. navodi kako se miješanje države u određeni
postupak može smatrati zakonitim jedino ako je ratificirana Konvencija o ljudskim
pravima. Pružanje pravne zaštite obično pretpostavlja utvrđenje da je miješanje
372
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
države bilo nezakonito na temelju prava koje je bilo na snazi kada se miješanje
dogodilo (tempus regit actum).
Slučaj Scoppola v. Italija pokrenut je na temelju zahtjeva Francca
Scopole, zbog povrede člana 34. Evropske konvencije o ljudskim pravima i
temeljnim slobodama.Aplikant navodi kako su mu izricanjem kazne doživotnog
zatvora povrijeđena prava zagarantovana članovima 6. i 7. Konvencije. U tačkama
21, 84, 110 presude, citirano je izvorno pravilo tempus regit actum na latinskom
jeziku, kao jedno od „glavnih postupkovnih pravila“.
U slučaju Puricel v. Rumunija, u tačkama 9 i 18, sud takođe citira pravilo
„tempus regit actum“. Evropski sud za ljudska prava u odluci navodi da
podnositeljica zahtjeva nije dokazala da je imala materijalno pravo primati penziju
za razdoblje u koje je bilo u pitanju, jer je za poduzimanje akta mjerodavno pravo
koje važi u vrijeme njegova poduzimanja.
2. Bitnu stavku u presudama slučajeva Evropskog suda za ljudska prava
predstavlja pravilo „ne bis in idem“- „ne dva puta o istom“
U slučaju Marguš v. Hrvatska, od 27. maja 2014. godine- podnositelj
zahtjeva Fred Marguš posebice je naveo da je njegovo pravo na pošteno suđenje
povrijeđeno time što je isti sudac sudio u oba kaznena postupka protiv njega te da
je bio udaljen iz sudnice na završnoj raspravi u drugom postupku. Također je
prigovorio da mu je prekršeno pravo da mu se ne sudidva puta. Tokom izlaganja
slučaja i presude, pravilo ne bis in idem se spominje čak 22 puta.
U slučaju Maktouf i Damjanović v. Bosna i Hercegovina, pritužbe
aplikanata tiču se krivičnog postupka pred Sudom Bosne i Hercegovine (“Sud
BiH”) tokom kojeg su proglašeni odgovornim i kažnjeni prema odredbama
Krivičnog zakona Bosne i Hercegovine iz 2003. godine za zločine protiv civilnog
stanovništva koje su počinili tokom rata 1992-95. Oni su se žalili da je zbog
odbijanja Suda BiH da primjeni Krivični zakon bivše Socijalističke federativne
republike Jugoslavije (“bivša SFRJ”) su iz 1976. godine, koji je bio na snazi u
vrijeme počinjenja ratnih zločina, povrijeđeno pravilo zabrane retroaktivnog
kažnjavanja sadržano u Članu 7 Konvencije. Član 7. stav 1. Evropske konvencije,
pored toga što ne zabranjuje retroaktivnu primjenu zakona, ne uključuje princip ne
bis in idem.
373
Đ. Drino i B. Londrc
3. Korišteno je i načelo „In dubio pro reo“- u sumnji treba suditi blaže
U slučajuRehbock v. Slovenia- Prema verziji podnositelja zahtjeva
prilikom njegovog hapšenja korištena je neopravdana upotreba sile. U svom
podnesku Vlada je objasnila da je podnositelj zahtjeva bio uhapšen u kontekstu
akcije koje su bile planirane od strane nadležnih tijela na temelju svojih
operativnih podataka. Kodorganizacije hapšenja tim vlasti imao u vidu činjenicu
da je podnositelj zahtjeva, za kojega se sumnjalo da je diler, bio je iznimno snažne
konstitucije i da su iz tog razloga korištene veće mjere predustrožnosti. U
obrazloženju presude Evropskog suda za ljudska prava, istaknuta je važnost
primjene načela in dubio pro reo, kao pravila koje je već prisutno u praksi, iako u
„nerazvijenom obliku“.
U presudi slučajaAjdarić v. Hrvatska sud ističe načelo in dubio pro reo
kao jedno od temeljnih načela krivičnog prava. Sud nalazi da u ovome predmetu
odluke do kojih su došli domaći sudovi nisu bile odgovarajuće obrazložene.
Podnositelj zahtjeva osuđen je za saučesništvo u ubistvu (u oktobru 1998. tri su
osobe, ubijene u svojoj kući uKutini, Hrvatska, a iz kuće je uzet iznos od najmanje
960.000 hrvatskihkuna), na osnovu izjave svjedoka koji je načuo razgovor iz kojeg
je zaključio da je podnositeljzahtjeva bio saučesnik ovih zločina. Evropski sud za
ljudska prava u presudi ističe da se u navedenim okolnostima možereći da odluke
domaćih sudova nisu poštovale osnovni zahtjev krivičnogpravosuđa, da tužitelj
mora izvan razumne sumnje dokazati optužbu, te nisubile u skladu s jednim od
temeljnih načela krivičnog prava, i to načelom indubio pro reo (vidi, mutatis
mutandis, Barberà, Messegué i Jabardoprotiv Španjolske, 6. decembar 1988., stav
77., Serija A br. 146; Laventsprotiv Latvije, br. 58442/00, stav 125., 28. novembar
2002. i Melich i Beckprotiv Republike Češke, br. 35450/04, stav 49., 24. juli
2008.).
Iz navedenih presuda evidentno je kako korištenje rimskih regula ne
predstavlja puko uljepšavanje teksta i podsjećanje na rimsko pravo. Regule
rimskog prava su sredstvo harmonizacije i unifikacije evropskog prava, te najbolji
pokazatelj kako se vrijednosti iz zajedničke evropske pravne historije mogu
inkorporirati u moderno pravo. (Sič, 2006)Pravna pravila i jesu ono što određenu
stvar ukratko izlaže, što ne treba značiti da iz pravila treba izvlačiti pravo, nego
obrnuto, da pravilo nastaje iz prava koje postoji. Romac (1988) Postojeće pravo
374
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
definitivno ostavlja prostor za korištenje pravila rimskog prava kao izvora na
kojem se temelji moderni pravni sistem.
Osnovu ius communea u velikoj mjeri čini recipirano rimsko pravo, u
čijem procesu recepcije su značajnu ulogu odligrale pravne škole, na čelu sa
Bolonjskom. Civilno pravo Evrope formirano je na ovim osnovama.
(Zimmermann, 1996) Primjena acquis communautaire, odnosno pravne tečevine
Evropske Unije kao osnovnog oblika evropeizacije nacionalnih pravnih sistema
podrazumijeva i primjenu acquis commune, općih pravnih načela tradicionalnog
evropskog općeg prava ius commune, koje se najjasnije izražava tradicionalnim
latinskim izrekama i maksimama rimske jurisprudencije. Pravo je nauka koja
odgovara razumu i kao takvo nalazi primjenu rimskih regula apsolutno
svrsishodnom i opravdanom. (Štajn, 2007)
4. ZAKLJUČAK
Na osnovu izloženog, može se reći da rimsko pravo, kao najveći pravni
sistem antike, i danas ima značajnu ulogu u Evropi, koja na neki način nosi duh i
pravnu kulturu zasnovanu na rimskom pravu. (Drino, 2014)U prilog ovoj tvrdnji
ide i savremena primjena rimskih pravnih pravila (regula), koje nisu izgubile
vrijednost i upotrebljivost u današnjem pravu. Neophodno je da se u novim
okolnostima i novim kriterijima pristupi oživljavanju instituta rimskog prava, kako
bi se shvatila njegova veličina i značaj, ali i oplemenili budući koraci u pravnoj
nauci.(Drino & Londrc, 2014). Ugledni rimski pravnici su ostavili izreke o pravu u
kojima su izražene opće ideje o pravu, pravičnosti i pravnoj nauci. Ulpijan daje
jedno od temeljnih načela prava „honeste vivere, alterum non laedere, suum
cuique tribuere“- „pošteno živjeti, drugoga ne vrijeđati, svakome dati ono što mu
pripada“, dok Celzo ističe kako je „ius est ars boni et aequi“- „pravo je umjetnost
dobrog i pravičnog“. (Romac, 1973) Ove izreke najbolje predstavljaju etički
karakter prava, koji čini osnovu svakog pravnog sistema na svijetu. Izučavanjem
rimskog prava ostvaruju se nove mogućnosti za bolje razumijevanje mnogih
pitanja, kako u prošlosti, tako i u današnjem savremenom pravu. Sigurno je da
isključivo prakticistički pristup modernom pravu može biti štetan i da proučavanje
temelja modernog prava, u prvom redu rimskog prava, nije puki dug historiji
prava. Zato je Labriola u vezi sa rimskim pravom rekao da „prava znanost o pravu
može biti samo povijest razvitka samog prava“. (Boras & Margetić, 1980)
Korištenje i oživljavanje rimskih regula samo je jedan od načina na koji rimsko
375
Đ. Drino i B. Londrc
pravo može doprinijeti unaprijeđenju modernih pravnih sistema. U tu svrhu
potreban je zajednički rad nauke i struke i preplitanje različitih grana prava, u kako
bi do izražaja došletrajne vrijednosti koje nisu izgubile mogućnost praktične
primjene od antike do modernog doba.
5. SUMMARY
The application of acquis communautaire, that is, the legal order of the
European Union as the basic form of Europeanization of national legal systems
encompasses the application of acquis commune, general principles of law of
traditional European general law ius commune, which is best expressed through
the traditional Latin proverbs and maxims of Roman jurisprudence.
In that way, the European court of human rights often uses maxims and
regules of the Roman Law, introducing them by their origin, in Latin; during the
reign of the emperor Justinian, general legal rules were of the great importance,
and these remained preserved by the virtue of the compilers in the fifth book of
Digest „De diversis regulis iuris antiqui“. According to the opinions of Romanists,
there are different reasons for the application of regules in the modern law, from
their use in the purely rhetorical sense, through the embellishment of decisions and
paragraphs, to the assertion of retaining old ius commune in the basis of European
law. The aim of this paper is to show the use of the regules in the judgments of the
European court of human rights by exemplifying different Roman regules.
Therefore, in the judgments for cases Blečić v. Croatia, Scoppola v. Italy, Puricel
v. Romania, and others, the rule „Tempus regit actum“ is asserted (for performing
any act, a right that is valid at the time of its performance is applicable). An
important aspect in the judgments for cases Marguš v. Croatia, Rohlena v. Czech
Republic, Maktouf and Damjanović v. Bosnia and Herzegovina is the Roman
principle „ne bis in idem“ (not twice in the same thing). Nothing less than that, the
principle „In dubio pro reo“ is used - when in doubt, favor the accused (in cases
Lammana v. Austria, Rehbock v. Slovenia, Ajdarić v. Croatia, and others). This
paper presents the root and history of several mentioned regulas of Roman law, as
well as their application in the modern law and judgments of the European court of
human rights.
376
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
LITERATURA
Drino Dž. & Londrc B. (2014). Proces euromediteranizacije i rimsko pravo. Zbornik
radova sa međunarodne naučne konferencije "Javni i privatni aspekti nužnih pravnih
reformi u BiH: Koliko daleko možemo ići?". Tuzla: Pravni fakultet Univerziteta u Tuzli,
Centar za društvena istraživanja Internacionalnog Burč univerziteta, 275.
Drino Dž. (2014). Istorija pravnih institucija. Gradiška: Visoka škola „Primus“.
Knütel R. (1994). Rechtseinheit in Europa und Römisches Recht. Zeitschrift für
Europäisches Privatrecht, 2, 244-276.
Knütel R. (1996). Ius commune und Römisches Recht vor Gerichten der Europäischen
Union. Juristische Schulung, 36, 768-778.
Romac A. (1988). Minerva : florilegium sententiarum latinarum- florilegij latinskih izreka.
Zagreb : Latina et Graeca.
Romac, A. & Stojčević D. (1989). Dicta et regulae iuris : latinska pravna pravila, izreke i
definicije sa prevodom i objašnjenjima. Beograd: Savremena administracija.
Romac, A. (1973). Izvori rimskog prava. Zagreb: Informator.
Sič, M. (2006). Trajne vrednosti rimskog prava. Zbornik radova Pravog fakulteta u Splitu,
god. 43, 3-4, 383-401.
Slučaj Ajdarić v. Hrvatska (2011, 13. decembar). Preuzeto sa: http://hudoc.echr.coe.int/
eng?i=001-107989
Slučaj Maktouf i Damjanović v. Bosna i Hercegovina (2013, 18. juli).
http://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-122716
Preuzeto sa:
Slučaj Marguš v. Hrvatska (2014, 27. maj). Preuzeto sa: http://hudoc.echr.coe.int/eng
?i=001-144276
Slučaj Puricel v. Rumunija (2011, 14. juni). Preuzeto sa: http://hudoc.echr.coe.int/eng
?i=001-105436
Slučaj Rehbock v. Slovenija (2000, 28. novembar). Preuzeto sa: http://hudoc.echr.coe.int
/eng ? i=001-59052
Slučaj Scoppola v. Italija. (2012, 22. maj). Preuzeto sa: http://hudoc.echr.coe.int/
eng?i=001-111044
Stein P. The Digest title, De diversis regulis iuris antiqui, and the general principles of law.
The character and influence of the roman civil law, Historical essays, London i
Ronceverte, 54-72.
Stein, P. (2007). Rimsko pravo i Evropa. Zagreb: Golden marketing-Tehnička knjiga.
Zimmermann R. (1996). The Law of Obligations, Roman Foundations of the Civilian
Tradition. Oxford: Clarendon Press.
377
Uticaj Reforme javne uprave na
demokratizaciju institucija BiH
Mr. Ljiljana Aulić
Nezavisni Univerzitet Banja Luka
Dr. Zoran Kalinić
Nezavisni Univerzitet Banja Luka
SAŽETAK
Evropskiadministrativniprostorzahtijevaadministrativnupouzdanostkojajeneophodnazavlada
vinuprava, djelotvornuimplementacijujavnihpolitikaiekonomskirazvoj. Autori razmatraju
uticaj reforme javne uprave na demokratizaciju institucija u Bosni i Hercegovini. Javna
uprava i dobro upravljanje predstavljaju izuzetno važno pitanje za Bosnu i Hercegovinu, sa
aspekta savremene političke, pravne i ekonomske misli, ali i empirijskih generalizacija. U
radu bismo ukazali na osnovne principe reforme javne uprave u Bosni i Hercegovini,
koristeći metodu kvalitativne analize sadržaja dokumenata i odabranog naučnog fonda koji
se bavi pitanjem evropeizacije i demokratizacije postkomunističkih zemalja. Na kraju smo
dali zaključke.
Ključne Riječi: Reforma Javne Uprave, EAS, Demokratizacija, Dobro Upravljanje.
JEL Klasifikacija: K, M
L. Aulić i Z. Kalinić
1. UVOD
U postkomunističkim zemljama, demokratizacija je proces koji je
rezultirao uspostavljanjem demokratskog političkog sistema kroz fazu tranzicije
(prelazak iz jednog u drugi politički sistem) i fazu demokratske konsolidacije.
Konsolidacija demokratije je proces koji obuhvata osnivanje novih demokratskih
institucija, usvajanje demokratskih pravila i procedura i prihvatanje opštih
demokratskih vrijednosti. Ključno pitanje je mogu li postkomunističke zemlje
ispuniti sve političke i ekonomske uslove EU na putu od demokratske tranzicije do
demokratske konsolidacije? U kandidatskim zemljama se u najvećoj mjeri reforme
stimulišu kroz uslovljavanje. Bosna i Hercegovina pripada grupi zemalja Zapadnog
Balkana, gdje se uslovljavanje Evropske unije primjenjuje uz sljedeće alate:
1.Opšti kriteriji iz Kopenhagena (1999) i Madrida (1997); 2.Regionalni pristup
(1997); 3.Proces stabilizacije i pridruživanja (1999); 4. uslovi koji se odnose na
pojedinačne projekte i davanje finansijske pomoći i kredita; 5.uslovi koji proizilaze
iz mirovnih sporazuma i političkih kriterija.Krajnji cilj uslovaljavanja EU koja
često podsjeća na „pokretnu metu“ (Grabbe,2006), je integracija u EU.
Koncept evropskog upravnog prostora, kako navodi Stevan Lilić, nastaje
kao odgovor na pitanje šta treba da posjeduje jedan sistem uprave u
organizacionom i funkcionalnom smislu da bi bio sposoban da ispuni zadatke koje
nameću standardi ekonomije, socijalne pravde, bezbjednosti, dostignuti
dugotrajnim integracionim procesima prije svega najrazvijenijih zapadnoevropskih
zemalja.
Iako se često govori o tome da EU ima normativnu moć koja uz pomoć
uslovljavanja može pritisnuti domaće političare da implementiraju potrebnu
Reformsku agendu za BiH, autori zapažaju da rezultati veoma često odu u
suprotnom smjeru. Razlog vide u fazi tranzicije BiH, koja je jedinstven proces.
Smatraju da je za uspješnu tranziciju prema efikasnijem demokratskom društvu,
potrebna reorganizacija i prilagođavanje institucija, odnosno javne uprave.
Reforma javne uprave, u cilju modernizacije države i dobrog upravljanja, je
temelj za ostvarenje strateških ciljeva, a njena implementacija se razlikuje od
zemlje do zemlje. "Dobro upravljanje" je termin koji se koristi od strane
međunarodnih organizacija kao što je Svjetska banka (WB), Međunarodnog
monetarnog fonda (MMF) i Ujedinjenih nacija (UN). To je širok pojam koji
uključuje vrijednosti i prakse, kao što su zakonitost, pravdu, povjerenje u zakone i
380
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
institucije, učinkovitost, odgovorno budžetiranje, upravljanje ljudskim
potencijalima i upravljanje krizom. Dobro upravljanje je uglavnom politički
termin kojeg bivši generalni sekretar UN-a Kofi Anan opisuje kao silu koja
osigurava poštovanje ljudskih prava i vladavine zakona, jačanje demokratije,
promivisanje transparentnosti i kapaciteta u javnoj administrarciji. Od skora je
upotreba ovog termina proširena na višestranačke izbore, parlament i pravosuđe.
Termin dobro upravljanje odnosi se na koji način javne institucije sprovode javne
poslovei upravljaju javnim resursima, uključujući proces donošenja odluka i
njihovu realizaciju. Dakle, funkcionalna država i administrativni kapaciteti su
ključna poluga dobrog upravljanja.
Reforma državne uprave, unapređenje procedura politike, transparentnost i
decentralizacija, povećavaju kapacitet države da pruža javne usluge i dobra na
efikasan i pouzdan način. To je jedna od ključnih varijabli za razlikovanje između
"uspješnih" i "neuspješnih" društava. Dakle, rad se oslanja na podatke istraživanja
iz postojećih dokumenata: Izvještaja o napretku Bosne i Hercegovine u EU, kojim
želimo ispitati ostvareni napredak reforme javne uprave. Za procjenu
demokratizacije smo koristili analizu Svjetske banke „World Development
indicators 2015“.
2. KVALITATIVNA ANALIZA SADRŽAJA
Izvještaj o napretku Bosne i Hercegovine je najeksploatisanija referentna
tačka u okviru učinjenog napretka i potrebnih budućih koraka. U Tabeli 1.
prikazujemo kvalitativnu analiza Izvještaja o napretku BiH od 2008. do
2015.godine. Fokus analize se stavlja na reformu javne uprave.
Imajući u vidu da Izvještaj o napretku Bosne i Hercegovine, mjeri
napredak u ispunjavanju prioriteta i posebnih uslova u okviru Sporazuma o
stabilizaciji i pridruživanju, izdvojeni dio analize sadržaja govori da političko
uslovljavanje i normativni aspekti nisu ostvarili napredak u reformama javne
uprave. Iako, reforma javne uprave ima vrlo ograničen aspekt EU uslovljavanja.
Evropska komisija traži poboljšanje resursa u Kancelariji koordinatora za
reformu javne uprave, da se unaprijede procedure zapošljavanja zasnovane na
objektivnim i kvalitetnim kriterijima, uz osiguranje transparentnosti i
381
L. Aulić i Z. Kalinić
kvalifikovanih državnih službenika, zatim usklađivanje zakona o državnoj službi
koji bi izgradio odgovornu i efikasnu državnu službu.
Tabela 1: Izvještaj O Napretku Bih- Reforma Javne Uprave 2008-2015
Years
Bosnia and Herzegovina
Progress report
2008
Sveukupno gledano, bilo je izvjesnog napretka u području javne uprave.
2009
Sveukupno gledano, bilo je određenog napretka u području javne uprave u pogledu
koordinacije i kapaciteta.
2010
Sveukupno gledano,, malo napretka je postignuto u području reforme javne uprave.
2011
Sveukupno gledano, u oblasti javne uprave je postignut ograničen napredak javne uprave
2012
Sveukupno gledano, u oblasti reforme javne uprave ostvaren je mali napredak.
2013
U cjelini gledano, postignut je veoma mali napredak u reformi javne uprave.
2014
Sveukupno gledano, postignut je veoma ograničen napredak u reformi javne uprave i
poboljšanju njenih kapaciteta u smislu ispunjavanja zahtjeva evropskih integracija.
2015
Nije bilo napretka u proteklih godinu dana.
Nedostatak sveobuhvatne političke podrške za reforme u cijeloj zemlji i
rascjepkanost javnih usluga ugrožavaju napore u provođenju institucionalne i
zakonodavne reforme. I dalje u velikoj mjeri nedostaje sistematski pristup razvoju
politika i koordinacija, a politizacija državne službe još uvijek predstavlja problem.
Analiza Svjetske banke za nacije u tranziciji daje ocjene i prosječne ocjene
za Bosnu i Hercegovinu. Izdvojeni period posmatranja je od 2008 do 2015.godine.
Skala ocjenjivanja se kreće od 1-7. Na ljestvici 1 je najveći nivo demokratskog
razvoja, a 7 je najniži nivo.
Dakle, uzimajući u obzir indikatore koji pokazuju nivo demokratije u
Bosni i Hercegovini, jasno govore da je upravljanje na nacionalnom-državnom
nivou ocjenjeno najnižom ocjenom 5,75 od mogućih 7.
382
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Tabela 2: Indikatori Svjetske banke za BiH za 2015
2008
Izborni proces
Civilno društvo
Nezavisnost medija
Demokratsko
upravljanje
nacionalni nivo
Demokratsko
upravljanje
lokalni nivo
Pravosudni okvir
korupcija
Demokratija-
2009
2010
2011
2012
2014
2015
3,00
3,50
4,25
3,00
3,50
4,50
3,25
3,50
4,50
3,25
3,50
4,75
3,25
3,50
4,75
2013
3,25
3,50
4,75
3,25
3,50
4,75
3,25
3,50
4,75
5,00
5,00
5,25
5,25
5,50
5,50
5,75
5,75
4,75
4,75
4,75
4,75
4,75
4,75
4,75
4,75
4,00
4,25
4,11
4,00
4,50
4,18
4,00
4,50
4,25
4,25
4,50
4,32
4,25
4,50
4,36
4,25
4.75
4,39
4,25
4,75
4,43
4,50
4,75
4,46
3. REZULTATI
Na osnovu
sljedećih rezultata:
obavljene analize navedenih dokumenata došli smo do
• izgradnja i jačanje institucija je ključni faktor u procesu reformi, a bez
reformi nema povoljnog okruženja za investiranje u realnom sektoru, novih radnih
mjesta i ekonomskog razvoja;
• Evropske norme i vrijednosti su u sukobu sa vrijednostima i normama
BiH;
• jasna demonstracija političke volje i posvećenosti, definisanog plana
reformi, akcionog plana, zatim finansijskog okvira političkih i administrativnih
mahanizama i mehanizama za praćenje implementacije;
• Projektovanju reforme javne uprave, a polazeći od gore navedene
analize, potrebno je prići sa stanovišta uprave kao složenog sistema, da bi se
uhvatio korak sa savremnim svijetom i savremenom javnom upravom.
4. ZAKLJUČAK
Evolutivni razvoj državne uprave uvijek je dijelio sudbinu značajnih
društvenih promjena. U razvijenim demokratskim sistemima i ekonomski
prosperitetnim društvima ovladalo je opredjeljenje za postepeno formiranje dobre
administarcije (efektivne, efikasnne i ekonomične).Dobra i efektivna vladavina
383
L. Aulić i Z. Kalinić
pretpostavlja postojanje profesionaalne i efikasne birokratije, koja direktno utiče na
stepen demokratije u jednoj državi.Javna uprava Bosne i Hercegovine će zasigurno
ostati pod pritiskom i uticajem institucija visoke politike, odnosno centara političke
moći, ali uz blago slabljenje politizacije državnih struktura. Personalne grupe
,politička i administrativna elita, političari, javni funkcioneri, svakako
najneposrednije uslovljavaju karakter i prirodu vladavine i javnog upravljanja, a
imajući u vidu budućnost javne uprave i upravljanja dolazi nova faza ,marketizacije
javnog sektora“ gdje će biti promovisana filozofija novog menadžerijalizma.
LITERATURA
Anastasakis, O. & Bechev,D.(2003), EU Conditionality in South East Europe: Bringing
Commitment to the Process. Oxford: St. Antony’s College
Goetz, K. H.( 2002) Europeanisation in West and East: A Challenge to Institutional
Theory. Paper prepared for 1st Pan-European Conference on EU Politics, Bordeaux,
September 26–28,
Grabbe, H. (2001) “How does Europeanisation affect Governance? Conditionality,
Diffusion and Diversity.” Journal of European Public Policy 8, 4: 1013–1031.
Grabbe, H. (2002): “European Union Conditionality and the Acquis Communautaire.”
International Political Science Review 23, 3 249–269.
Grabbe, H.( 2003) “Europeanisation goes East: Power and Uncertainty in the EU accession
process.” In The Politcs of Europeanisation, ed. Kevin Featherstone and Claudio M.
Radaelli. Oxford: Oxford University Press,.
Hughes, J., Gwendolyn, S.and Claire G.(2004) “Conditionality and Compliance in the
EU’s Eastward Enlargement: Regional Policy and the Reform of Sub-national
Government.” Journal of common market studies, 42, 3: 523–552.
Hughes, J., Gwendolyn S. and Claire G.( 2005 ) Europeanisation and Regionalization in
the EU’s Enlargement to Central and Eastern Europe: The Myth of Conditionality.
Basingstoke: Palgrave Macmillan,.
Moravcsik, A. and Milada A. Vachudova.(2003) “National Interests, State Power, and EU
Enlargement.” East European Politics and Societies, 17, 1 :42–57.
Lilić,S.Pravne teme (2013), Čigoja,Beograd
384
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Sedelmeier, U.(2006) “Europeanisation in new member and candidate states.” Living
Reviews in European Governance, 1, Available at http://europeangovernance.
livingreviews.org/ Articles/ lreg-2006-3/ (28 October 2011).
Progress Report Bosnia and Herzegovina, 2008.Brisel, 05.11.2008. SEC (2008)2693 final,
{COM(2008)674}
Progress Report Bosnia and Herzegovina, 2009.Brisel, 14.10.2009. SEC (2009) 1338,
{COM(2009) 533}
Progress Report Bosnia and Herzegovina, 2010.Brisel,9.11.2010.godine SEC (2010) 1331,
{COM(2010) 660}
Progress Report Bosnia and Herzegovina, 2011.Brisel, 12.10.2011.,SEC (2011)1206
Progress Report Bosnia and Herzegovina, 2012.Brisel,10.10.2012., SWD (2012) 335,
(CQM(2012) 600}Progress Report Bosnia and Herzegovina, 2013.Brisel, 16.10.2013.
godine ,SWD (2013) 415 final, (COM(2013) 700 final}
Progress Report Bosnia and Herzegovina, 2014.Brisel, 8.10.2014.SWD (2014) 305 final
SIGMA, Priorities
www.sigmaweb.org
Bosnia
SIGMA, Assessment Bosnia
www.sigmaweb.org
and
and
Herzegovina,
(2013,
May),
Retrieved
from
Herzegovina
(2013,
April),
Retrieved
from
SIGMA, Civil service professionalization in the Western Balkans, SIGMA
paper No.48 (2012, September) GOV/SIGMA(2012)1
385
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Geopolitika migracija u suvremenom
svijetu
Dubravka Bošnjak
Univerzitet u Sarajevu
Marko Šilić
Univerzitet u Sarajevu
Mia Zmijarević
Univerzitet u Sarajevu
SAŽETAK
Razvijanje i potenciranje migrantskog pitanja omogućilo je promjene paradigmi na
političkom planu kako u zemljama Europe tako i u zemljama Zapadnog Balkana.
Definirajući povijest kao i tokove kretanja migrantskih ruta prezentira nam se mogućnost
geopolitičkog sagledavanja utjecaja kretanja stanovništva na unutarnje političke prilike
nacionalnih država. Iz perspektive zemlje relativno nedodirnute migrantskim problemima
u stanju smo objektivizirati probleme s kojima se susreće Europska unija prilikom
bavljenja ovim pitanjem. Rad se bavi analitičkim promatranjem promjene paradigmi u
zemljama područja koje geografski nazivamo Europa s primarnom tendencijom na zemlje
Zapadnog Balkana. Osim refleksije na politike onih koji upravljaju nacionalnim državama
dodirne točke se mogu pronaći i u popularnoj geopolitici pa se tako rad osvrće i na brojne
radove iz filozofske, sociološke i psihološke škole mišljenja u namjeri klarifikaciji efekta
kojeg migracija prouzrokuju na planu javnih rasprava. Pored toga, bitno je sagledati da li
migracije sa sobom povlače transnacionalnost određenih organizacija ili se povratak
nacionalnim državama dešava i na planu onih koji bi trebali zastupati stav kozmopolitskog
načina življenja. Sa svim predstavljenim analizama i teorijama ultimativni cilj je
predstaviti pozadinu i potencijale globalno-političkih rasprava u jeku migrantskog pitanja,
sagledati granice utjecaja ideologija na procese rješavanja izbjegličke krize te odrediti
mogući smjer djelovanja, kao i način primjene politike supsidijarnosti unutar nacionalnih
država. Rad je plod mjeseci istraživanja pod vodstvom profesora Nerzuka Ćurka čijoj ideji
zahvaljujemo naslov a predstavlja tri različita pristupa pitanju migracija s geopolitičkog
stajališta.
Ključne Riječi: Migrantsko Pitanje, Paradigme, Geopolitika, Transnacionalnost,
Ideologije, Supsidijarnost, Izbjeglička Kriza; JEL: Y6, P, N
387
D. Bošnjak, M. Šilić i M. Zmijarević
1. POVIJESTMIGRACIJA I RAZVOJ MIGRANTSKOG PITANJA U
EUROPI
Povijesno, prve migracije se vežu za migracije homo-sapiensa iz Afrike u
ostale dijelove svijeta. Te prve migracije uključuje i istrebljenje onih koji su
obitavali tu (uključujući i neandertalce). Nakon neolitske revolucije na Bliskom
istoku, razvojem gradova i država i povećanjem naseljenosti, ljudske populacije sa
tih područja, ali i Sjeverne Afrike naseljavaju veliki dio europskog kontinenta. S
razvojem poljoprivrede ali i prvo-državnih sustava dolazi do kretanja stanovništva
na Afričkom kontinentu. Kada se promatra Američki kontinent, pretpostavke su da
su prve ljudske populacije prošle iz istočnog Sibira preko Beringovog tjesnaca na
Aljasku. Skupine onih koji su koristili proto indoeuropske jezike počeli su se širiti
s područja Crnog mora (Ukrajina i Rusija).
Periodom velikih migracija smatra se period nakon pada Rimskog
Carstva, kada u zapadnu Europu dolaze germanska, sarmatska i hunska plemena.
Velika seoba naroda, poznata kao Seoba naroda ostavila je demografske, kulturne
ali i političke posljedice kako na europsku, tako i na svjetsku povijest. Prvenstveno
se odnosi na naseljavanje germanskih naroda u zapadnoj i slavenskih naroda u
Centralnoj i jugoistočnoj Europi, odnosno Pad Rimskog Carstva na čijim će se
ruševinama stvoriti politički entiteti zameci budućih nacija, te konačni kolaps
antičke kulture koju će zamijeniti srednjovjekovna u periodu koji se popularno
naziva Mračno doba. Nekolicina historičara ove seobe dijele na dvije faze.
Drugom fazom smatraju period u kojem se Bizantsko Carstvo našlo pod udarom
Slavena na Balkanu i Langobarda u Italiji.
Važno je imati na umu i dalekosežnost migracija zbog religijskih razloga
(period 14. do 16. stoljeća) Istjerivanje Židova iz Španjolske, migracija
protestanata iz španjolske Nizozemske u Nizozemsku republiku, istjerivanje
potomaka muslimana iz Španjolske i istjerivanje Hugenota iz Francuske.
Ranomoderni period i suvremeno doba obuhvaćaju kolonizacija od 16. do
20. stoljeća. Naseljavanje u Amerike, Južnu Aziju, Subsaharsku Afriku i
Australiju ali i uvoz robova iz Afrike čiji vrhunac se dostiže u 18. stoljeću. Dok
19. stoljeće obilježava industrijalizacija u toku koje u jugoistočnu Aziju dolazi 50
milijuna migranata iz Indije i Kine. A prema nekim podacima još 50 milijuna u
Mandžuriju, Sibir, Centralnu Aziju i Japan, također iz Kine, ali i Rusije i Koreje.
388
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Nakon Drugog svjetskog rata oko 16.5 milijuna Nijemaca je protjerano iz
Istočne Europe na Zapad, a stotine tisuća Poljaka, Ukrajinaca, pripadnika baltičkih
naroda Bjelorusa – na istok u SSSR.Promatrano kroz povijest, može se ustvrditi da
su razlozi za migracije bili šaroliki i različiti. Od primarne potrage za hranom i
prostorom za život, do naprednih poriva kao što su trgovina, osvajanje ali i ratno
izgnanstvo, vjerski razlozi, politički sustavi i nemiri, do klimatskih prilika. Ovi
uvjeti rezultirali su (osim samim migracijama) i mnogobrojnim tipologijama i
pojmovima vezanim za migracije. Neki pojmovi nisu do kraja definirani –
množina i različitost ljudskih motivacija i razloga za preseljenjem ne mogu se
jednostavno konceptualizirati.
Promatrajući geopolitičku sliku svijeta u kontekstu migracija, neophodno
je (bar pokušati) povući paralelu između dešavanja današnjice i onih prethodnih
desetljeća. U fokusu su svakako migracijski procesi vezani za Europu koji
mijenjaju njenu političku, društvenu i ekonomsku kartu. Posebno ako se zna da su
u usporedbi sa stanovništvom drugih kontinenata, Europljani najviše selili. Važno
je promatrati duži vremenski period i sam kontekst migracija. Period nakon
završetka Drugog svjetskog rata smatra se periodom sa najvećim migracijama.
Zbog promjena državnih granica Njemačke, Poljske i bivše Čehoslovačke došlo je
do prisilnih migracija. U Zapadnu Europu je ušlo oko petnaest miliona ljudi, od
kojih se samo nekolicina vratila u zemlje porijekla. (Stakler, 2002; 152).
Pedesete i šezdesete godine prošlog stoljeća su obilježile migracije koje su
sezale i preko oceana i mora. Europu je napustilo skoro tri miliona ljudi, ali kao
protuteža, u Europu su se useljavali stanovnici Indije, Alžira, Angole i
Mozambika, koje su bile kolonija Velike Britanije, Nizozemske i Francuske
(Fassmann, Muenz, 1994;4). Prvi, veliki, migracijski val je zahvatio Europu tik
nakon pada „željezne zavjese“. Naglo otvaranje mogućnosti i prilika, putovanja,
izmjene politika a posebno ekonomske politike prelaskom na tržišnu ekonomiju,
stvoreni su uvjeti za migracije. Šezdesete i sedamdesete godine su obilježile
migracije zbog posla. Veliki broj „gostujućih radnika“ kako su im kreirali naziv
Nijemci, a sve s ciljem da se ti isti ljudi koji su im čistili, kuhali, njegovali bolesne
i stare, ne bi osjećali kao kod kuće, je uselio u Europu. Procjene su da je 70tih
godina čak dvanaest miliona imigranata bilo u Zapadnoj Europi, a od toga oko tri
miliona u Njemačku (Castels, 2000:55). Kao po nepisanom pravilu, imigrantska
politika Europe se mijenja sa smjenom desetljeća. Tako 80tih umjesto pomoćnih
radnika, Europa vapi za stručnjacima, a već 90tih naglo raste broj tražilaca azila.
389
D. Bošnjak, M. Šilić i M. Zmijarević
Razlozi poznati. Sukobi na Balkanu, valovi izbjeglica koji traže sigurno sklonište,
s naglaskom na trajni ostanak.
Paralelno tome, odvijaju se migracije ljudi iz Istočnog svijeta u Zapadni,
koji nakon nestanka zavjese, žele da se dokopaju novih sloboda, a da se
istovremeno izbjegnu političke, socijalne ali i sve veće etničke tenzije. Prema
podacima iz `89 godine, više od 1,3 miliona ljudi je emigriralo iz zemalja bivšeg
Varšavskog pakta107(Jelena Z.Winter:2004; 161-170).
Ipak, promjenom razloga migracije, mijenja se i karte Europe. Novi val
prisilnih migracija preplavljuje Europu –ratom raseljene osobe, izbjeglice i
tražitelji azila, i pri tom mijenja i socijalnu i ekonomsku sliku. Umjesto radnika i
onih koji podižu ekonomiju i privredu, slijeva se novi broj onih koji vape za
pomoći. Bolesni, stari, djeca, - nove su kategorije ljudi o kojima treba preuzeti
brigu. Krajem 90tih javlja se potpuno novi problem – ilegalne migracije posebno u
Mediteranskim zemljama (Italija, Grčka, Španjolska, Portugal). Ljudi bez imena i
broja dolaze i nastanjuju se u zemljama čija se politička, socijalna i ekonomska
stabilnost sve više potkopava. Javlja se i novi fenomen. Zemlje koje su nekada bile
sjemenište radnika najamnika, postaju sve interesantnije migrantima iz trećeg
svijeta. Zemlja gost postaje zemlja domaćin – primjeri Poljska, Češka, Mađarska.
U cijelom svijetu je prema podacima UN-a za 2015.godinu oko 60 miliona ljudi
izbjeglo iz svojih domicilnih država, što je najviše od perioda Drugog svjetskog
rata108. To naravno ima utjecaja i na ukupan broj izbjeglica u europskim zemljama.
Ilegalne migracije su poprimile jedan sasvim drugi oblik, prijetnja od
prisilnog uključivanja u vojsku su razlozi koji samo doprinose težini situacije. U
pravilu, izbjeglice nemaju mogućnosti da dođu legalno u Europu, iako mnogi od
njih mogu platiti kartu za dolazak avionom ili brodom. Većina ih nema dokumente
neophodne za putovanje, ali i za podnošenje zahtjeva za vizu, te im stoga preostaje
jedino da se predaju u ruke ilegalnih krijumčara ljudima. Izuzetci su tvz.
kontingenti izbjeglica, koje europske zemlje formiraju direktno u kampovima u
Libanonu i tu im dodjeljuju dokumente. Diskutira se o tome koje mogućnosti još
postoje, kako bi izbjeglice već u svojoj domovini ili susjednoj zemlji podnijeti
107
80.000 tražitelja azila (Poljska i Jugoslavija), 150.000 Sovjetski Savez (uglavnom
židovi), 720.000 Nijemaca (DDR, Poljska, druge istočno europske zemlje (Appleyard,
1991:30).
108
Status za 2015 godinu.
390
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
zahtjev za azil, i da već tamo mogu nabaviti dokumente za putovanja, i posebno
ako se procijeni da njihov zahtjev u Europi može biti prihvaćen. To posebno važi
za izbjeglice iz Sirije, Iraka i Eritreje.
Iako se u svijetu jednak broj žena i muškaraca nalazi u izbjeglištvu, većina
izbjeglica koji dolaze u Europu su muškarci. U Njemačkoj ih je u 2015 godini bilo
više od dvije trećina, a više od polovine ovog broja su muškarci između 18 i 35
godina. Za neke zemlje, ovaj odnos muškaraca i žena izbjeglica je još i veći –
posebno iz Somalije i Eritreje. Ako se usporedi sa podacima o tražiocima azila sa
područja Zapadnog Balkana dolazi se do podatka da se u ovom slučaju radi o
ujednačen broju i muškaraca i žena, tražilaca azila. Više od četvrtine ljudi, koji su
u Njemačkoj tražili azil u 2015, su bili djeca i omladina ispod 18 godina. U 2014.
je registrirano oko 4.400 djece koja su stigla bez pratnje roditelja. Bez roditelja je
pak stiglo oko 11.600 djece u 2015. Oni su pod kontrolom Ureda za Mlade
(Jugendamt), ali još uvijek se ne ubrajaju u zvanične tražioce azila.
Razlozi zbog kojih npr. iz Sirije dolazi više muškaraca nego žena i djece
su različiti. Veliki broj izbjeglica dolazi na način da plati put ilegalnim
krijumčarima. Veliki broj obitelji ima potreban novac za samo jednog člana. Često
se bira muškarac, jer je bijeg za žene i djecu još opasniji i nosi više rizika. Oni pak
ostaju u izbjegličkim kampovima u Turskoj ili Libanonu. S druge strane muškarci
se nadaju da će nakon dolaska u Europu i stjecanjem statusa azilanta imati i
legalno pravo i sigurniji put da dovedu svoju obitelj. Ali i u tim izbjegličkim
kampovima prijete opasnosti ženama, posebno nasilje i seksualni napadi.
Važan podatak za sveobuhvatnije shvaćanje cjelokupne situacije je i
podatak da Njemački Savezni ured za migrante i izbjeglice (BAMF) propituju
azilante i o njihovom obrazovanju – izjave su dobrovoljne, pa stoga se ne uzimaju
u statističke reprezentativne podatke. Ali, prema raspoloživim podacima, oko
jedne šestine onih koji su dali podatke je pohađalo univerzitet ili neku od viših
škola. Jedna četvrtina ih je pohađala osnovnu školu, a oko osam procenata tvrdi da
nikada nisu pohađali školu. Zbog čega su ovi podaci bitni? Evidentno je da ove
migracije koje mnogi smatraju privremenim, u određenom procentu imaju
tendenciju postati stalnom slikom svijeta. Oni koji ostaju u Europi, uskoro će biti
ravnopravni stanovnici Europe, koji će znatno mijenjati njenu kulturu i identitet.
391
D. Bošnjak, M. Šilić i M. Zmijarević
2. POSLJEDICE RAZVIJANJA MIGRANTSKOG PITANJA NA POLITKE
NACIONALNIH DRŽAVA
Geopolitika je pojam koji trenutno najbolje koordinira s pojmom migracija
u suvremenom svijetu. Termin koji je skovao Rudolf Kjellen i u svojim začecima
je korišten u svoj svojoj širini kako bi se definirali odnosi između geografije,
države i politike svjetskih sila. Danas više nego ikad pojam geopolitike pokazuje
infiltracijske sposobnosti da obogati naše rječnike u brojnim akademskim
disciplinama. Ono što pojam geopolitika vrlo jasno pretpostavlja za nositelja
subordinirajućeg pojma migracija je činjenica da se i ovaj potonji pojam
(migracije) ne može smjestiti u jednu jasno određenu znanstvenu granu koja bi se
tim problemom mogla baviti bez da se zahtjeva interdisciplinarnost. Ako išta,
pojam migracija obuhvaća većinu modernih znanstvenih disciplina što i dokazuje
uključenost ekonomista, sociologa, politologa, teologa u teorijskoj raspravi oko
svrstavanja pojma migracija.
Ako problemu migracija priđemo s pozicije kritičke geopolitike (što nam
se otkriva kao jedna od najshodnijih mogućnosti) otkrivamo posebnost kritičke
geopolitike unutar globalnih teorijskih rasprava. U skladu s time ovaj moj rad će
se na pitanje migracija u suvremenom svijetu osvrnuti s pozicija kritičke
geopolitike, pritom ne favorizirajući niti jedan od ideološki pretpostavljenih
pristupa ovom pitanju. Ono što će obilježiti rad je način na koji se pitanje
migracija uspjelo pojaviti unutar globalnih političkih diskursa te na koji način je
suvremeni svijet reagirao na to pitanje.
Pitanju ću također, pristupiti vodeći se mogućnostima stvaranja
nadnacionalnih, transnacionalnih i kozmopolitskih država onako kako je to
shvaćanje definirao Ulrich Beck u svojim strategijama obesprostorenja države i
strategijama smanjenja konkurencije među državama u kontekstu svjetske
gospodarske politike. Rad će tako retroaktivno otkriti položaj stvaranja takvih
ideja u svijetu oblikovanom globalizacijskim procesima i sve većim migriranjem
stanovništva. S mojeg stajališta „Moć protiv moći u doba globalizacije“ je djelo
koje se vrlo lako može uvrstiti u postulate kritičke geopoltike i globalnog
uzrokovanja/rješavanja pitanja migracija.
392
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Također vodeći se pristupima Gerard-a O. Tuathaila pokušati ću pojasniti
ulogu kritičke geopolitike u stvaranju globalnog shvaćanja pitanja migracija te
pokušati isti kontekstualizirati obzirom na situaciju u suvremenom svijetu.
Kroz rad veoma bitno će biti iskustvo doživljeno iz prve ruke a onakvo
kakvo ga predstavlja Jeremy Harding unutar svoje knjige „Keeping Migrants Out
of the Rich World“. Iako je djelo efekt bavljenja s nešto ranijim migrantskim
krizama univerzalan je u svojim promišljanjima što ujedno pokazuje cikličnost
migrantskih dilema. Od velike pomoći je bio i esej Williama Waltersa pod
nazivom Reflections on Migration and Governmentality, koji mi je omogućio da
svoje pretpostavke uvođenja pojmova iz dekonstrukcije i psihoanalize povežem
direktno s pitanjem migranata u suvremenom svijetu.
Radf je zapravo oblik
interakcije s djelima ovih autora no i djelima i idejama produciranim u globalnom
političko-socijalno-ekonomsko diskursu koji uzima primat u mainstream
raspravama. Obzirom da je plod različitih izvora rad će pokazati raznovrsnost
ideoloških pristupa pitanju svrstavanja migracija unutar globalnih političkih
pitanja te će pokazati pluralizam europskih i svjetskih osvrta na ovo pitanje u
namjeri da se jasno iskaže nemogućnost uniformnog, jednodimenzionalnog
teoretiziranja o pitanju položaja migracija u suvremenom svijetu.
2.1. Novi Realizam I Reprodukcija Migrantskog Pitanja Unutar Nacionalnih
Država
Osim ideologije kao pozadinskog obilježlja refleksija na migrantsko
pitanje kao temeljna reperkusija infiltracije migrantskog pitanja u društvene
rasprave te samim time i one političke pojavljuje se pomjeranje granica(igra
riječima) na frontu liberalno protiv konzervativnog razmišljanja. Neki će reći kako
je u tijeku kulminacija povratka konzervativnome, koja je započela nakon
otpočinjanja rata protiv terorizma(War on Terror) na globalnom planu no na
drugoj strani ima i onih koji će ustvrditi( s jakim empirijskim podacima) kako je
upravo War on Terror zaslužan za liberalizaciju društva Europe. Bili pobornici
jednog ili drugog moramo se složiti da je pokretanje serije dešavanja pod nazivom
War on Terror bila točka prekretnica nakon koje smo naučili da kao individue
sudjelujemo u globalnim geopolitičkim diskursima, štoviše da je naš mozak bitan
cilj usmjeravanja ideoloških pretpostavki te da u konačnici kao osobe imamo
pravo reći svoje mišljenje o svjetskim dešavanjima. Partikularizirajući ove
rasprave na primjeru Nizozemske Jerenmy Harding objašnjava:
393
D. Bošnjak, M. Šilić i M. Zmijarević
Jednom kada se činilo da 11/9 potvrđuje da je prošao
moment za diskreciju, ista pozicija je zauzeta s ukusom od
strane Geerta Wildersa, Pyma Fortuyna, Thea van Gogha i
drugih. Filozofkinja Baukje Prins('Drskost da se razbiju tabu-i')
nazvala je ovaj prevrat u razgovorima 'novi realizam', čak iako
je ona propitkivala njegovu osnovu u realnosti: njegova moć,
ona je slutila, leži u njegovoj privlačnosti 'običnom'
Nizozemskom građaninu, utopljenom u zdrav razum, čije su
brige godinama ignorirane od strane lijevo-liberalne elite;
Harding (2012:66/67)
Iako sugerirajući polarnost u društvenim stavovima s pozicije globalne
geopolitike ili pak geopolitike europskih sila sa svim svojim podentitetima s kojim
surađuje, u mogućnosti smo definirati moment u kojem zapravo produkcija
polarnosti nagovještava njen kraj.. Ne dešava se polarnost pod pritiskom
globalizacije i s njime povezanim pitanjima nego se brišu ideološki
pretpostavljene dualističke ili unističke slike društva. Simplicistički rečeno, jedino
što je (p)ostalo univerzalno je univerzalnost političkih opcija. Što to znači za
migrantsko pitanje? Pitanje migracija je funkcioniralo kao faktor u transformaciji
jasnosti političkih i ideoloških određenja jer reakcija mišljenja na migrantski
problem više ne može biti svrstana unutar jedan kontekst bio on liberalan ili
tradicionalan.
2.2. Međudržavni Odnosi Po Pitanju Migracija
Forme suradnje i kooperacije koje su trebale obilježiti ovu krizu zamjenili
su oblici susjedskog optuživanja, pokazivanja i uperivanja prstom, oštrih retorika i
u konačnici zatvaranja granica. Pitanje toliko multidimenzionalno koliko je to
pitanje migracija moralo se rješavati multidimenzionalnošću i prevencijom u
pristupu tom pitanju. Možemo si postaviti pitanje zašto i postoje oblici
međunarodne suradnje kada se u pitanju migracija do samog dolaska izbjeglica na
granice pojedinačne države nije znalo koliki broj istih dolazi? U konačnici, ne čudi
stoga da su države odgovorile na ovaj problem zatvarajući granice(poneke) i
povratkom na jednodimenzionalnost pristupa. Takav odgovor je posljedičan stoga
ne čudi njegova radikalnost.
394
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Harding nudi pragmatičnu apologiju razloga za potrebu osobe da postane
ekonomski migrant.
U najmanje razvijenim zemljama, poruka globalizacije
je sasvim konstantna: ostanite na mjestu pod svu cijenu; pomoć
je na putu. No kad sredstvu treba puno više da proradi nego što
su doktori predvidjeli, potrebi da se pokrene postaje teško
odoljeti, jer globalizacija uzdiže kontradikciju između obećanja,
koje je sve-prisutno, i realnosti koja je onakva kakva je i bila.
Ako se spasenje ne pojavljuje nad obroncima brijegova, možda
je vrijeme da se napusti ravnica. Siromašni počinju shvaćati da
trebaju slijediti novac, nakon što ih isti nije uspio pronaći;
Harding(2012:123)
Vodeći se praksom novog realizma i ne shvaćajući isti kao političku
opciju možemo li u navedenoj apologiji pronaći i apologiju za povratke i porast
tradicionalnih, konzervativnih razmišljanja unutar država efektivno pogođenih
pitanjem izbjeglica. Nije li poruka za te zemlje bila: ostanite na mjestu, nitko vam
neće poremetiti idilu vašeg življenja niti trebate strepiti za vaš status unutar vaše
države ? Onda kada se uz raširenu medijsku tiradu oko migrantskog pitanja stvorio
dojam da je ovo ona strana globalizacija za koju nam nitko nije govorio ona
nasilna i strašna, čudi li da je reakcija bila povratak onim sigurnim metodama,
metodama koje su dosad osiguravale kakvu takvu ugodu unutar životnih
okolnosti? Vodeći se analogijski s Hardingovom parabolom: ako se percipira da je
nesigurnost na obroncima brijegova, je li vrijeme da se spasi ravnica?
2.3. Pristup Pitanju Migracija U Drugim Organizacijama
U praksi države su pokušale odgovoriti na pitanje migracije
preusmjeravanjem problema negdje drugdje. Državama poput Katara, Ujedinjenih
Arapskih Emirata, Saudijske Arabije, Kuvajta, Omana i Bahreina zamjeralo se ne
uzimanje pod svoje okrilje niti jednog jedinog migranta109 Ono što prvo
primjećujemo sagledavajući ovaj uvid je definitivni jaz u pristupu prema zemljama
Zaljeva. Naime, ne sagladavajući ukupnost problemske situacije na arapskom
poluotoku pristup preusmjeravanja problema izbjeglica i migranata vrlo često je
109
Vidjeti: amnesty.org, Facts & Figures: Syria refugee crisis & international resettlement,
05.12.2014
395
D. Bošnjak, M. Šilić i M. Zmijarević
sekundarno-invazivan, na način da one pogođene problemom niti ne upitamo
osjećaju li se oni ugodnima da navedeno rješenje problema bude naneseno njima
na takav određeni način. U svoj svojoj liberalnosti takvog pristupa, zapadni
mislioci i aktivisti čine upravo ono što je specifično za prevladavajući diskurs prebacaju problem negdje drugdje ne sagledavajući kako je temeljno pogrešno ga
nadograđivati u zemlje koje pokazuju jasnu nevoljnost smještavanja tih izbjeglica.
Ovakvim se raspravama generirala slika birokratskog režima koji producira
ilegalnost kao nesiguran objekt i status; (Walters, 2012), slika koja je poslužila kao
kamen temeljac za povratak kontroli granica pri oblikovanju državnih teritorija.
Objektiviziranjem problema izbjegava se potreba za subjektivnim djelovanjem.
Umjesto fiksiranja na partikularne koncepte poput
suverenosti, države, vladavine, moramo razmišljati na način
koji je uvijek otvoren prema onome što se dešava i što je u
procesu transformacije. Vlast sama je u riziku da postane
fiksirana, da postane stvar; Walters (2012: 4)
Svaka rasprava o konceptima koji su objekti u naddržavnim
organizacijama i javnim diskursima promašuje svoju bit. Ti oblici organizacija su
stvoreni kako bi se subjektiviziralo djelovanje država. Presumjeravanje pitanja
izbjeglica i migranata omogućilo je distanciranje od uključenosti država u
rješavanje istoga. Na ovaj način upravo oni pokreti i stranke koje su najaktivnije
zagovarale veću uključenost zemalja Zaljeva pravile su uslugu onima kojima je
ovo pitanje već u startu predstavljalo nešto udaljeno, nešto čime se oni kao
nacionalna država ne moraju baviti. Neosjetljivost takvog pristupa kao i nejasnost
situiranja nadležnosti povodom sve veće krize otvorila je jasan put za moralnu
supsidijarnost pristupa pitanju. A kad se moralna supsidijarnost reflektira unutar
zajednice koja objektivizira pitanje s kojim se suočava, za posljedicu mora imati
udaljavanje zajednice u svoju zonu ugode. Primarno, problem ovakvog pristupa
nije zatvaranje granica u svoje zone, nego globalnost objektiviziranja pitanja
migranata i izbjeglica. Ne mogu a da ne podsjetim na uvid Slavoja Žižeka u svom
naslovu članka za inthesetimes: In the Wake of Paris Attacks the Left Must
Embrace Its Radical Western Roots(U Jeku Napada u Parizu Lijevica Mora
Usvojiti Svoj Radikalno Zapadnjački Korijen) gdje je zanimljiv ovaj dio
prihvaćanja svojih radikalnih zapadnjačkih korijena. Kada ovakvu tvrdnju
modificiramo na ono što se dešava unutar globalnih europskih rasprava jasno se
nameće, što se propušta uvidjeti u članku, da one stranke koje pretpostavljaju
396
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
lijevo orijentirani spektar politike vrlo često(kao na primjeru preusmjeravanja
rješavanja pitanja migranata na zemlje Zaljeva), nesvjesno, upravo usvajaju taj
radikalizirani zapadnjački korijen preuzimajući tu ulogu od onih koji bi
tradicionalno taj diskurs trebali zastupati. Time primarno mislim upravo na
tradicionalnije stranke, one desnih političkih pogleda kako se to još uvijek voli
nazivati unutar kolokvijalnosti političkih rječnika. Ovakvi događaji i djelovanja su
omogućila radikalnu zamjenu teza, zamjenu uloga tih političkih strana. To je novi
realizam na naddržavnom planu. Ako shvatimo migracije kao produkt
globalizacije, globalizacije koja nije produkt naknadne historizacije
određenih događaja ovakav slijed događaja vizionarski je prognozirao
Tuathail prilikom definiranja osnova kritičke geopolitike.
Iako je važno ne preuveličavati stupanj
globalizacije i deteritorijalizacije, ove i druge materijalne
transformacije
su
naglasile
krutost
modernih
socioprostornih trijada međudržavnog Sistema (državna
suverenost, teritorijalni integritet i identitet zajednice)
kao sve problematičnijima. Ova duboko mitologizirana
trijada država-teritorij-zajednica nije nikad bila u
potpunosti postavljena i stabilna ni u jednoj zemlji ali
njena nestabilnost i nesigurnost postaju sve više i više
naglašeni kako se mjesta denacionaliziraju i globaliziraju
putem
transnacionalnih
kretanja...
No
svaka
deteritorijalizacija kreira uvjete za reteritorijalizaciju
poretka koristeći dijelove vjerovanja, običaja, praksi i
narativa starog polomljenog svjetskog poretka. Iz
iskustva vrtoglavice, novo kreirane vizije države,
teritorija i zajednice se projektiraju u namjeri da se
restabilizira i reteritorijalizira identitet usred globalnih
tokova. Dok se jedan poredak prostora otkriva, novi
poreci se stvaraju kako bi se retriangulirali lokalni prvi
planovi nasuprot globalnih pozadina u novu produkciju
globalnog prostora;Tuathail (2005:180/181)
3. FILOZOFSKI OGLEDI O MIGRANTSKOM PITANJU: POMJERANJE
GRANICA NA INTELEKTUALNOM PLANU
397
D. Bošnjak, M. Šilić i M. Zmijarević
U političkoj geografiji analiza prostora (analysis of
space) smatra se izrazom pozitivističkog pristupa, dok se
analiza mjesta (analysis of place) smatra fokusom
postmodernoga konstruktivističkog pristupa. Kroz dihotomiju
proučavanja prostora i proučavanja mjesta povlači se opreka
između parohijalnoga (Gemeinschaft) i kozmopolitskog
(Gesellschaft) (Agnew 2011:320). Prostor stoga predstavlja
kategoriju univerzalnoga, a mjesto kategoriju partikularnoga.
Suvremena politička geografija ima i svoj svjetonazorski
problem te se i sama pita treba li proučavati prostor kao polje
budućnosti ili mjesto kao nešto što je okovano prošlošću.
(Agnew 2011:320).
'U svijesti čovjeka sa Balkana postoje dvije mape njegove zemlje. Jedna je
realna politička mapa koju ne voli, jer ona simbolizira sve nepravde koje je
njegovoj naciji nanijela historija. Druga je mapa historijskih pretenzija njegovog
naroda, koju on potajno, a često i otvoreno obožava. Na toj mapi etničke granice
presijecaju političke. One su dokaz nepravdi koje su Oni nanijeli Nama. Tu se
krije i razlog zašto većinske nacije na Balkanu nisu u stanju da poštuju prava
svojih manjina' ( Maleski,2009). No recimo kako ono što u ovom uvidu vrijedi za
Balkan vrijedi i za druge regije svijeta: svuda figurira dvostruki odnos prema
granicama –nezadovoljstvo, što manifesno, što prigušeno, odgođeno postojećim
kao nepravednim granicama i- što eksplicitno,a što pritajeno žuđeno –htijenje
ispravljanja tih i takvih granica.
Figurira međutim, još jedna osebujna podvostručenost u vladajućim
geopolitičkim percepcijama državnih granica, njihovog značenja i njihovih svrha
':.sve češće , upravo u ime slobode i ugroženog suvereniteta, građani zahtijevaju
jačanje granica ili, odlučno njihovo zatvaranje… I pored ostvarivane
modernizacije i tehničkog napretka, kao i uznapredovanog procesa ujedinjavanja
Europe..nitko ozbiljan ne govori o potpunom ukidanju granica na našem
kontinentu. Tehnika je učinila veoma mnogo, ali bespomoćna je prema strahu
članova zajednice od potpunog otvaranja granica' (Čiževski,2010:56).
Situirajući se u kontekst dominirajućih geopolitičkih kultura morala bi,
zapravo normativno orijentirana demokratska teritorijalna politika neprestano
raditi na amortiziranju destruktivnih konzekvencija navedenihpodvostručenosti i,
398
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
uz to, na kultiviranju geopolitičkih mentaliteta, a u tom sklopu na afirmiranju
novog shvaćanja granica te civiliziranju odnosa nacionalnih politika spram sukoba
oko granica. (Zgodić, 2012:421)
Bez obzira koliko se međunarodnim pravom i zakonima države granica
htjele postaviti kao, stvarni, materijalni, objektivni entitet, granica jeste i
doživljajni entitet, stvarnost koja se na različite načine iskušava, percipira i
doživljava o čemu profesorica iz Beča Andrea Komlozi uvjerljivo govori: 'Sloboda
putovanja i kretanja je sasvim različita i danas kao i jučer za različite grupe
stanovništva. Za jedne granice su izgubile značaj, drugi su pak izloženi novim
preprekama i barijerama kako unutar,tako između država. Granica postaje na taj
način socijalni doživljaj , iskustvo koje zavisi od socijalne i financijske situacije
lica koje putuje ili imigranta koji želi da se pojavi na tržištu rada EU, ali prije
svega od pripadnosti državi i međunarodne uloge njegove domovine.
Granice imaju i psihološku komponentu. One su temelj imaginacije, one
postavljaju i pitanje osobnog prostora (granica unošenja u osobni prostor), ali i
pitanje nacionalnog prostora. Emocije koje su često vezane za dnevnopolitičke
rasprave o granicama posljedica su sakralizacije granica i nacionalnog teritorija za
vrijeme romantizma i nacionalizma 19 stoljeća (Anderson 1996:3). Sakralizacijom
granica i nacionalnog teritorija stvorena je percepcija o bezvremenosti i
primordijalnosti nacionalne države kao dominantnog oblika političkoteritorijalnog organiziranja u posljednjih dvjestotinjak godina (Anderson 1996:5).
Granice koje dijele politički prostor na spoljni i unutrašnji stvaraju
koordinatni sistem u kojem se naizmjenično mijenjaju tok, karakter uslovi
prijelaza i kontrole. To stvara utisak da taj sistem u podjednakoj mjeri, u danom
trenutku, važi za sve učesnike. Međutim, granice povezuju prostore na kojima
postoje različiti socijalni uslovi, različiti nivoi blagostanja, nejednaki politički
ustavi i zakoni. Različita ekonomska i politička moć određuje mogućnost vladama
da postavljaju uslove za prijelaz granice, za ulaz u zemlju i izlaz iz zemlje.
Istovremeno istu granicu iz različitih individualnih perspektiva svaki pojedinac
doživljava sasvim različito,' (Komlozi,2005:123)
Pod svojevrsnom smo iluzijom da je u uvjetima hegemonijske
globalizacije omogućen apsolutno slobodan protok ljudi i proizvoda. U to će nas
razuvjeriti migranti: dok se financijski kapital kreće slobodno i brzo, isto kao i
399
D. Bošnjak, M. Šilić i M. Zmijarević
materijalna dobra (premda i to ovisi o podrijetlu robe jer, primjerice, Palestinci ne
mogu obavljati slobodnu trgovinu s lokalnim proizvodima u vlastitoj zemlji),
radna snaga utjelovljena u ljudskim subjektima mora se suočavati s nekoliko
prepreka da bi se pomakla iz jednog konteksta u drugi. Prepreke variraju od
mučnih viznih procedura i odbijenica, preko prihvatnih centara, zatvorenih i
otvorenih, da bi na koncu imigranti ovisili o hirovima sigurnosnih službi, koji
osciliraju između odbijenica i gledanja kroz prste novopridošlicama – kada to,
dakako, odgovara vlastima u namjeri da smanje lokalnu cijenu rada. No, čak i u
slučaju potonjeg scenarija, zakoniti ili nezakoniti imigranti ciljano su lišeni
državljanstva te zemlje, zbog čega su podvrgnuti eksploataciji, na koju pristaju
zbog bojazni od deportacije u matične zemlje. Teško je zamisliti i gori trenutak da
se o toj najvećoj socijalnoj dislokaciji 21. stoljeća raspravlja posve racionalno. S
jedne strane, akutna situacija traži neposredno rješenje zbrinjavanja izbjeglica i
migranata. U tim uvjetima vlade zemalja zahvaćenih valom djeluju spontano i bez
posve jasne ideje o tome kako riješiti problem, i u toj "spontanosti" samo bi čudo
moglo spriječiti da se dogode "greške". S druge strane, ekonomska kriza u Europi i
neriješena interna ekonomska i socijalna pitanja Unije, interne i međudržavne
tenzije nastale zbog neujednačenosti ekonomskog stanja pojedinih država članica,
loša su predispozicija za stvaranje rješenja, bilo da je riječ o zajedničkoj vanjskoj
politici, ili o raspodjeli kvota za izbjeglice. Ali, gotovo je najveći problem što se
ujedinjenje Europe temeljilo na dvije-tri ideje koje izbjeglički tsunami
nemilosrdno ruši pred sobom.
Prva je ideja nacionalne države: ideja da su države članice odgovorne za
svoje blagostanje, a potom, Schengenskim sporazumom i još konkretnije Dublinskom ili EURODAC regulacijom - i za rješavanje problema slobode
kretanja ljudi, odnosno izbjegličkih kriza. Države članice obuhvaćene spomenutim
sporazumima dužne su spriječiti "nelegalno" useljavanje stanovnika, zbrinuti ih, a
potom, prema određenom planu ili dogovorenoj kvoti, transferirati ih u ostale
zemlje članice.
Druga je ideja socijalne države: zemlje članice Europske unije potpisale
su brojne dokumente kojima svojim građanima garantiraju minimum socijalnog i
radno-pravnog standarda. Izbjegličkom krizom narušavaju se temelji "socijalnih
garancija" za građane jer se obećani ekonomski minimum za vlastite građane
naoko vrlo teško može održati u posve drugom i drukčijem demografskom miljeu.
Potencijalno narušavanje ovih garancija najviše pogađa najsiromašnije građane
400
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Europske unije, pa se već postojeća neizvjesnost i strah, zbog postojeće
ekonomske krize ili nezaposlenosti, lako mogu pretvoriti u oblike ksenofobije, u
društvene i povijesno poznate konflikte koje bi svi vrlo rado izbjegli.
Naposljetku, tu je i treća ideja o kojoj se nerado priča: ideja da je Europa
nastala na kršćanskim temeljima ili barem na nekim zajedničkim "europskim
vrijednostima". Toj bi se ideji Europljani, čini se, vrlo rado suprotstavili, kada
istodobno ne bi bili pod utjecajem fizičkih dokaza koji svjedoče da brojni
stanovnici Europe vjeruju u neke druge životne vrijednosti, u drukčije oblike prava
i kulturnog ponašanja, u kojima, da spomenemo samo neke, životi sugrađana ne
igraju onako veliku ulogu kakvu, navodno, imaju u njihovima. Riječ je, naravno, o
instancama terorizma, ili o zagovaranju ideja na kojima se temelje režimi iz kojih
izbjeglice dolaze. (Polšek, 2015).
Taj novi rasizam razvijenih na neki je način brutalniji od rasizma
prošlosti. Njegovo implicitno opravdavanje niti je naturalističko (prirodna
superiornost razvijenog Zapada) niti je više kulturno (mi na Zapadu također
želimo da održimo naš kulturni identitet), nego je drski ekonomski egoizamtemeljna podjela između onih koji su uključeni u područje (relativnog)
ekonomskog prosperiteta i onih koji su iz njega isključeni. (Horvat, Žižek, 2014:
23).
Rješavanje izbjegličke krize zahtjeva političku volju, bolju koordinaciju i
financijska sredstva svih zemalja članica, odnosno nešto oko čega europske
članice teško postižu kompromis. Većina europskih zemalja izbjegava ozbiljno i
sustavno bavljenje problemom Mediteranskog bazena ili mu pristupa već kad
izbije kriza, što se pokazuje kao izrazita slabost Europske unije (Kuntć2015).
Današnji migracijski fenomen proizvod je globalnih realnosti: neoimperijalnih
ratova, etničke i vjerske fragmentacije, porasta nejednakosti i nestabilnosti u
određenim svjetskim regijama, transnacionalnoga terorizma te neuspjeha ideje
međunarodne solidarnosti. Migracijski fenomen, čija je dobra ilustracija slučaj u
Lampedusi, postavlja pitanje svim nacijama svijeta o budućnosti njihovog
povijesnog i kulturnog nasljeđa, što duboko zadire u njihovu sigurnosnu stabilnost
te etničku i kulturnu koheziju. Ako je 20. stoljeće bilo stoljeće ideologija, 21.
stoljeće moglo bi biti stoljeće etnija, plemena i neofeudalizma.(IGSI, 2015).
401
D. Bošnjak, M. Šilić i M. Zmijarević
Globalizacija i transformacija suverenosti razgrađuju teritorij samo ako
teritorij shvaćamo kao nešto što je usko povezano isključivo s nacionalnom
državom (Agnew 2009:29).
Njemački socijologUrlichBeck razložno tvrdi, potencira i upozorava:
'Nacionalna je ideja nesposobna ujediniti Europu. Veleeuropskasuperdržava
utjeruje strah ljudima. Ne vjerujem da Europa može nastati na ruševinama
nacionalnih država. Ako postoji ideja koja bi danas mogla ujediniti Europljane, to
je ideja kozmopolitske Europe jer ona Europljane oslobađa straha da će izgubiti
identitet, koja postavlja kao cilj konstitucijsku toleranciju u međusobnom
ophođenju mnogih europskih nacija i, ujedno otvara nove prostore političkoga
djelovanja u globaliziranome svijetu. Što se Europljani osjećaju sigurnijima i u
svome nacionalnom dostojanstvu priznatijima, to će im manje biti potrebna
nacionalna država i ukoliko će se odlučnije zalagati za europske vrijednosti u
svijetu i izjednačavati se sa sudbinom drugih. Rado bih živio u takvoj
'kozmopolitskoj' Europi, u kojoj ljudi imaju korijenje i krila' (Beck,2008:137)
Nije, dakle, ni u stvarnosti, ni u dominirajućim geopolitičkim kulturama,
na djelu kraj teritorija, kraj granica ili kraj geografije: naprotiv, i na tlu procesa
globalizacije svijeta života tek dolazi doba vitalnih opsesija teritorijama i novog
uzleta teritorijalnih politika- sami procesi, ustvari, mimo post modernih
uobraženja, objava i očekivanja, oblikuju, oblikovati će, to nadolazeće doba.
(Zgodić, 2012:497).
REFERENCES
Agnew, John A. (2011). Space and Place. U: Agnew, John A. i Livingstone, David N. (ur.)
The SAGE Handbook of Geographical Knowledge. London, Thousand Oaks, CA, New
Delhy i Singapur: Sage, str. 316-330.
Agnew, John A. (2009). Globalization and Sovereignty. Lanham, MD: Rowman &
Littlefield Publishers.
Anderson, Malcom (1996). Frontiers: Territory and State Formation in the Modern World.
Cambridge: Polity Press.
Beck, Ulrich: Moćprotivmoći u dobaglobalizacije – nova svjetskopolitička ekonomija,
Školskaknjiga, Zagreb, 2004,
Čiževski, Kšištof (2010) Etospograničja, Beograd: Biblioteka xx vek.
402
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Fassmann Heinz, Mȕnz Rainer (eds), European Migration in the Late Twentieth Century
Historical Patterns, Actual Trends, and Social lmplications, Aldershot: Edward Elgar;
Laxenburg: International Institute for Applied Systems Analysis, 1994, XIV,.
Migracijsketeme 11(1995),
Harding, Jeremy. Keeping Migrants Out of the Rich World, Verso Books, London, 2012,
HübschmannZuzanna; Migrant Integration Programs: The Case of Germany Global
Migration Research Paper N 11│2015
Horvat S, Žižek S, (2014) 'Što Europa želi? Beograd, Laguna.
Komolozi, Andrea (2005) Migracija i slobodnakretanja, Beograd: Filip Višnjić.
Kuntić Dario, (2015) Hoće li geopolitička previranja slomiti Europu?
http://www.banka.hr/komentari-i-analize/hoce-li-geopoliticka-previranja-slomiti-europu
(pristupljeno 03.02.2016).
IGSI (2015) Institut za geopolitiku i strateška istraživanja http://institut-geopolitikasi.hr/migracije-kao-geopoliticko-oruzje/ (pristupljeno 03.02.2016).
Maleski, Denko (2009) Granice, Beograd:Peščanik.Net
Polšek, Darko, (2015) Ekonomija masovnih migracija,
http://forbes.hr/ekonomija/ekonomija-masovnih-migracija
Refugee Facts; Migration Policy Institute; Oct 2015
SergejevičMeteljov, Igor 2011; Omskiinstitut RDTEU, Omsk: Specifičnosti fenomena
migracija u savremenomdruštvu
Tuathail, Gearoid: Critical Geopolitics, Francis & Taylor E-Library, 2005,
Zgodić, Esad (2012)Teritorijalni nacionalizam ,Sarajevo, Dobra knjiga.
Zlatković Winter Jelena; 2004; Suvremena migracijska kretanja u Europi; Migracijske i
etničke teme
Zorko, Marta 2011; Politička Misao, Pojam granice u postmodernoj geopolitici
Walters, William: Reflections on Migration and Governmentality, U: movements. Journal
fürkritische Migrations- und Grenzregimeforschung 1(1), 2012,
403
M. P. Kodrić
Tradicionalno razumijevanje putopisa i
putopisne proze
Mirzana Pašić Kodrić
Internacionalni Univerzitet u Sarajevu
SAŽETAK
Putopis je jako dugo posmatran kao književnost manjih estetskih dometa, „rubni žanr“, a
što će reći žanr koji je manje značajan za razvoj i historiju književnosti, te je nespretno,
gotovo zbunjujuće svrstavan u historijske izvore, pedagoško-didaktične spise, čak i u puke
geografske orijentire, vodiče i sl., najjednostavnije rečeno tekstove koji nikako ne mogu
pronaći svoje odgovarajuće književno mjesto, pogotovo u smislu jasnog žanrovskog
literarnog definiranja, a samim tim i književnoteorijske relevantnosti i
književnohistorijskog izučavanja i vrednovanja. Ovako posmatran, rubni, ali, ipak koristan
za kasnija proučavanja i „granični“ karakter putopisa i putopisne književnosti općenito,
možda i nesvjesno, bio je razlog za nepravedno zanemarivanje svega onoga što, u najširem
smislu, danas podrazumijeva putopis i putopisna književnost šire posmatrana.
Ključne riječi: Putopis, Putopisna Literatura, Žanr, Rubni Žanr, Granični Žanr.
404
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
1. UVOD
Tradicionalno razumijevanje književnosti kao „lijepe književnosti110“
insistiralo je na trijadnom sistemu književnih rodova111 s podjelom na epiku, liriku
i dramatiku.
Ovakvo shvatanje književnosti, zasnovane na nepromjenjivim
vrijednostima ljepote, istine i uzvišenog, podijeljeno na književnost i zabavnu
literaturu za razliku od naučne i stručne literature, uskratilo je mnoga znanja o
putopisu, koji je u ovom smislu, svoje mjesto pronašao negdje između zabavne i
stručne literature. U prilog ovoj konstataciji ide nepregledan niz definicija
putopisa u književnoteorijskoj literaturi, koje, ovakav ili sličan, svakako,
tradicionalni karakter, su uspjele održati, nažalost, sve do današnjih dana, posebno
u užbeničkoj literaturi za učenike srednjih škola, ali i u ozbiljnijoj stručnoj
literaturi. Tu je putopis, uglavnom, uz umjetničku reportažu, biografiju,
autobiografiju, memoare, dnevnik i esej, svrstavan u skupinu književnoznanstvenih proznih djela, pisan znanstveno-popularnim stilom gdje su povezani i
isprepleteni elementi umjetničkog i znanstvenog iskaza.112
110
Usp. Rečnik književnih termina, Nolit, Beograd, 1985, str. 393.
„LEPA KNJIŽEVNOST – Također i beletristika (fr. belles letters) od 18. veka oznaka
za onaj deo književnosti koji obuhvata pesništvo i zabavnu literaturu za razliku od naučne i
od stručne literature. Ponekad se naziv (na primer već u Geteovom Verteru) upotrebljava i
u devalvirajućem smislu za, zabavnu književnost, otuda i beletrist – pisac koji piše za
zabavu. U Francuskoj inače naziv 'belles letters' obuhvata pesništvo (koje može biti epsko,
lirsko ili dramsko) i retoriku, zajedno sa esejistikom i književnom i retoričkom teorijom, za
razliku od stručne literature; pripovedačka proza je zauzimala minorno ili sporedno mesto,
a roman se ubrajao u 'proste' žanrove. Bitne razlike između pojmova l. k. i literatura, iako
su mnogi sadržaji isti, jeste u tome što literatura, iako su im mnogi sadržaji isti, jeste u
tome što literatura podrazumeva socijalnu dimenziju, a ne samo estetsku. Literatura
podrazumeva obeležje epohe i nacije (M. De Stal, Šeling, Monteskije, a kasnije i Ten),
istorijski je uslovljena i podleže zakonima evolucije, dok pojam l. k. podrazumeva ustaljeni
obrazac zasnovan na nepromjenjivim vrednostima kao što su lepota, istina i uzvišeno.“
111
Usp. Lešić, Zdenko: Teorija književnosti, Sarajevo Publishing, Sarajevo , 2005, str.
357.
112
Usp. Galić, Stjepan: Književno-jezični pojmovnik: Priručnik za učenike i studente,
Znanje, Mostar, 2005, str. 111.
„PUTOPIS – Specifična, posebna prozna vrsta u kojoj su povezani i isprepleteni elementi
umjetničkog i znanstvenog iskaza, izražavanja. Putopisac otkriva svoje osobno
(subjektivno) viđenje krajeva, zemalja, ljudi, običaja, povijesti i kulture. Osim
subjektivnog viđenja, u putopisu se pojavljuju i tzv. objektivni (znastveni) podaci iz
405
M. P. Kodrić
Dakle, putopis se svrstavao u „mješovite književne vrste“, kako je
određen u tradicionalnoj klasifikaciji književnih žanrova113, ili, pak,
„dokumentarni oblik“114 tj. naročiti „rubni žanr“115 u nešto novijoj i daleko
ozbiljnijoj stručnoj literaturi.
Posebno je zabrinjavajuća činjenica da se ovakav tradicionalni pristup
definiranju putopisa općenito, ne susreće, dakle, samo u starijim interpretacijama
povijesti, etnografije, geografije i sl. Oni se izražavaju znanstvenim (znanstvenopopularnim) stilom. Zbog dvostrukosti svoje prirode putopis svrstavamo u skupinu
književno-znanstvenih proznih djela. Osim putopisa toj skupini pripadaju: umjetnička
reportaža, životopis (biografija), autobiografija, memoari, dnevnik, esej.“
113
Usp. Živković, Dragiša: Teorija književnosti sa teorijom pismenosti, Zavod za
udžbenike i nastavna sredstva, Beograd, 1988, str. 150, 151. Same „mješovite književne
vrste“ Dragiša Živković određuje na sljedeći način: „Ono što takva dela čini književnim
delima jesu one odlike koje su uopšte svojstvene književnosti: prikazivanje ličnosti i
pojava u konkretnim slikama, emocionalnost, tropičnost i figurativnost jezika, ritmičnost
rečenice, šire misaono značenje, a ono što ih približava nauci jeste predmet prikazivanja:
istorijski, filozofski, sociološki, geografski, etnografski itd. [...] U svim tim mešovitim
književnim vrstama rad piščeve mašte prilično je ograničen. Pisac tu ne izmišlja pojave i
događaje, već objektivno i verno iznosi ono što je stvarno video i doživeo. On nam tu ne
daje izmišljenu sliku života, već opisuje stvarni život kakav se on objektivno pokazao pred
njim. Razlika između ovakvih dela i pripovedaka i romana je u tome što pripovedač i
romansijer svojom maštom stvaraju izmišljene likove i događaje koji su karakteristični za
sredinu i život koji se u njihovim pripovetkama i romanima opisuju, dok pisac dnevnika, ili
putopisa, ili biografije itd. u samoj stvarnosti otkriva karakteristične ljude i događaje, što
ga prinuđuje da svoju maštu što više ograniči i da samo objektivno tačno i verno zapisuje
ono što je video. [...] Ukoliko su njegovi opisi slikovitiji, njegova interesovanja za ljude
humanija, njegov stil emocionalniji i subjektivniji, utoliko se njegov putopis više
približava književnom delu.“
114
Usp. Popović, Tanja: Rečnik književnih termina, Logos Art / Edicija, Beograd, 2010,
str. 591.
„PUTOPIS, dokumentarni oblik koji opisuje događaje, ljude i utiske koje je pisac sreo i
doživeo na nekom putovanju. P. je izrazito otvorena forma i u njemu se mogu naći
najrazličitiji tipovi diskursa, od istorijskog i esejističkog, do posve lirskog i emotivnog.
Raznovrsnost se primećuje i u žanrovskom pogledu, pa se p. ponekad piše u obliku
pisama, dnevnika ili memoara, ponekad je povezan sa opšteobrazovnom literaturom
(vodiči, bedekeri) a može se transformisati i u romanesknu formu, pa čak i u epsko-lirsku
vrstu (npr. Bajronova Hodočašća Čajlda Harolda).“
115
Usp. Duda, Dean: Priča i putovanje, Matica hrvatska, Zagreb, 1998, str. 11.
„Iako se sa stajališta opće, svjetske ili nacionalne povijesti književnosti može ubrojiti
među rubne žanrove, putopis ipak zauzima posebno mjesto u okviru komparativnoga
proučavanja književnosti.“
406
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
svega onoga što je putopis, već i u aktuelnim i npr. internetskim stranicama116,
čijem sadržaju, nažalost mnogo mlade i neupućene populacije najčešće prvobitno i
pristupa, jer, opet nažalost, u nekim popularnim teorijama književnosti putopis nije
ni spomenut117.
Naime, klasična književnoteorijska škola upravo je insistirala na rubnom
karakteru putopisa i putopisne književnosti, najčešće nepravedno akcentirajući
njen didaktičko-pedagoški karakter, historijski značaj te uopće edukativni
karakter.
Putopisna književnost značajna je kako s literarnog
tako i sa kulturnoistorijskog stanovišta; ona deluje didaktičnopedagoški time što prenosi geografska znanja, što uči kako se
posmatraju ljudi, pa i nevezanim nizanjem humorističkih i
satiričkih zapažanja.118
Upravo zbog ovakvog, gotovo isključivog određenja, a koje, istina,
priznaje njegove literarne domete, putopis je jako dugo posmatran kao književnost
manjih estetskih dometa, „rubni žanr“, a što će reći žanr koji je manje značajan za
razvoj i historiju književnosti, te je nespretno, gotovo zbunjujuće svrstavan u
historijske izvore, pedagoško-didaktične spise, čak i u puke geografske orijentire,
vodiče i sl., najjednostavnije rečeno tekstove koji nikako ne mogu pronaći svoje
odgovarajuće književno mjesto, pogotovo u smislu jasnog žanrovskog literarnog
definiranja, a samim tim i književnoteorijske relevantnosti i književnohistorijskog
izučavanja i vrednovanja. Ovako posmatran, rubni, ali, ipak koristan za kasnija
proučavanja i „granični“ karakter putopisa i putopisne književnosti općenito,
možda i nesvjesno, bio je razlog za nepravedno zanemarivanje svega onoga što, u
najširem smislu, danas podrazumijeva putopis i putopisna književnost šire
posmatrana.
116
Usp: Wikipedia: http://hr.wikipedia.org/wiki/Putopis
„Putopis je prozna književna vrsta u kojoj su putovanje i izgled proputovanih predjela ili
zemalja povod za umjetničko oblikovanje zapažanja, dojmova i razmišljanja o svemu što
je putopisca zaokupilo na putovanju. Putopis može biti napisan književnoumjetničkim,
znanstvenopopularnim ili novinarskim (publicističkim) stilom. Obično se dijele na poučne
i zabavne putopise.“
117
Usp. Lešić, Zdenko: Teorija književnosti, Sarajevo Publishing, Sarajevo , 2005.
118
Rečnik književnih termina, Nolit, Beograd, 1985, str. 623.
407
M. P. Kodrić
Iako je klasična književnoteorijska škola upravo insistirala na rubnom, ali
i „pograničnom“ karakteru putopisa i putopisne književnosti, najčešće nepravedno
akcentirajući njen didaktičko-pedagoški karakter, historijski značaj te uopće
edukativni karakter, ta „graničnost“ upravo će biti jedan od temeljnih razloga za
drugačiju interpretaciju putopisa i putopisne književnosti općenito.
Naime, iako tek usputno spominje putopis u skupini „apoetskih tekstova“,
Ivo Tartalja, tipični tradicionalni teoretičar književnosti, pišući o onom što naziva
„književnošću izvan pesništva“, nudi zanimljivu smjernicu za poticajno
razmišljanje o navedenoj grupi tekstova, grupirajući ih pritom prema segmentima
kulture kojima se približavaju, i to u smislu široke pogranične oblasti između
pjesništva (tj. književnosti uopće u njegovom razumijevanju) i svih susjednih
područja kulture i civilizacije.
Jedna im je osobina sa svim drugim spomenicima
književnosti zajednička: kao sve umetničke tvorevine, i
apoetska književna dela imaju moć dočaravanja. Ona mogu
pred čitaocem da vaspostave predeo, minule dane, čovekovu
situaciju, raspoloženje. A da li će književno delo biti poetsko,
ne zavisi od njegovog žanra. 119
Iako je ovo svrstavanje putopisa u „apoetske tekstove“, na prvi pogled u
smislu naziva, možda i najrogobatnije, ono je, barem na našim prostorima, dalo
ogroman doprinos za buduća proučavanja putopisa i putopisne literature općenito,
i to upravo zbog ideje grupiranja takvih žanrova prema segmentima kulture
kojima se približavaju, kao i zbog sugeriranja da poetičke odlike jednog djela ne
zavise od njegovog žanra, no o tome će u narednom poglavlju biti više riječi.
Pogrešna interpretacija svega onoga što jeste putopis nije se odnosila samo
na gotovo zbunjujuće žanrovsko svrstavanje putopisa u sve o čemu je već bilo
riječi, već i na poistovjećivanje autora putopisa sa njegovim naratorom/naratorima.
Ovakav, vrlo prisutan i generalno dominantan opis položaja i uloge autora/pisca
koji opisuje događaje, ljude i utiske koje je sreo i doživeo na nekom putovanju120
uskraćivao je jedna od najdominantnijih osobina putopisa –
njegovu
119
Usp. Tartalja, Ivo: Teorija književnosti, Zavod za udžbenike i nastavna sredstva,
Beograd, 2000, str. 226.
120
Usp. Popović, Tanja: Rečnik književnih termina, Logos Art / Edicija, Beograd, 2010,
str. 591.
408
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
pripovjedački karakter, potpuno ravnopravan sa drugim proznim književnim
tekstovima, i u smislu uloge te vrste pripovjedača.
Pisac tu ne izmišlja pojave i događaje, već objektivno i
verno iznosi ono što je stvarno video i doživeo. On nam tu ne
daje izmišljenu sliku života, već opisuje stvarni život kakav se
on objektivno pokazao pred njim[...] Kada pisac postavi sebi
za cilj da opiše neku zemlju i sredinu onako kako ih je on video
i doživeo putujući kroz tu zemlju, dobijamo putopis. Putopis se
sastoji od opisa prirode, naselja i istorije te zemlje, opisa ljudi
i načina njihova života, opisa događaja koji su se desili piscu u
toj zemlji i razmišlnjanja koja je pisac povodom toga imao.
Prema cilju koji je putopisac sebi postavio, putopis može biti
geografski, kulturno-istorijski, etnografski itd.121
Ovakav pristup ne samo da se u skladu sa novijim književnoteorijskim i
naratološkim znanstvenim saznanjima pokazao potpuno pogrešnim, već je,
nažalost bio, i jeste još uvijek, uzrok mnogim interkulturalnim i drugim ozbiljnim i
opasnim predrasudama i neistinama. Upravo iz razloga ako čitalac „vjeruje“ tekstu
koji „graniči sa stručnom literaturom“, te iz tog aspekta „ne sumnja, ili malo
sumnja u njenu istinitost,“ a uz sve navedeno, s druge strane, riječ je djelimično i o
zabavnoj vrsti diskursa, što mu dodatno omogućava „intenzivnije sjedinjenje s
tekstom.“
Da bi se što bolje shvatio i u potpunosti uobličio tradicionalni paradoks
ideje da je putopis stručna i zabavna literatura, dovoljno je samo uporediti „dvije
istine dva različita putopisca koji opisuju isti grad Kairo“.
Ali poredsvih neprestanih prikaza na zemlj, i hiljadama
fantoma ognja na Nilu, Egipat ostaje pre svega zemlja smrti. To
je smrt koja stvarno ispunjava svaki deo ovog prostora, i svaki
trenutak pustinjskog vremena. Smrt se ovde na svakom koraku
ispreprečila između sveta i čoveka: smrt tiha, rezignirana,
bezmerena, osunčana. [...] Ali i pored večite opsesije smrti, ovde
je i vera bila velika utopija čovekova.122
121
Živković, Dragiša: Teorija književnosti sa teorijom pismenosti, Zavod za udžbenike i
nastavna sredstva, Beograd, 1988, str. 150. i 151.
122
Dučić, Jovan: Gradovi i himere: Pismo iz Egipta – Kairo, Biblioteka kulturno nasleđe,
Svjetlost, Sarajevo, 1969, str. 313. i 314.
409
M. P. Kodrić
Tek pred zalazak sunca mnogi od ovih sirotih ljudi
počnu ozbiljnije da misle na zasluženi mir i odmor. I tada
nastaje prava seoba naroda, invazija i zaposjedanje svih
zelenih površina u gradu. Skverovi, travnjaci i trotoari
pretvaraju se u ljudski mravinjak. Stotine i hiljade ljudi,
uglavnom u impozantnoj porodičnoj formaciji sa tucetom
djece, svastika, pašenoga (i kakvih sve zamršenih rođačkih
kombinacija) kreće prema obalama Nila, centru grada,
gradskim perivojima.123
U južnoslavenskim književnim okvirima, tradicionalno shvaćen, putopis
je, nažalost, ponekad tumačen i kao žanr koji je služio kao „zamjena za naučno
znanje“124 Svakako da je takav vid tumačenja putopisa rezultirao izvjesnim
netačnostima, ograničenostima i zadatim „zadaćama“ putopisa koje nisu, nažalost,
proizvele samo čitav niz aktivnih te potencijalnih kulturalnih nerazumijevanja, već
su doprinijele i marginalizaciji pitanja njegovog žanrovskog određenja, njegovog
proučavanja te, možda i nesvjesno, ograničile njegov pristup čitalačkoj populaciji.
Tako se npr. u tekstu Putopisi i spisi (Paradigma povijesnih činjenica)
navodi:
Sigurno je kako putopis, rekao bih oduvijek, zauzima
posebno mjesto u književnosti, a njegove sudbine su počesto
doživljavale rubne verifikacije, prvenstveno kao prozni
tekstovi, iako mnogi imaju značajne umjetničke, znanstvene,
povijesne, doživljajne, antropološke, te određene istinosne
vrijednosti bilježenja što im je u prvom redu zadaća. Nije li u
dugostoljetnoj povijesti književnosti slavni ep Gilgameš u
nekom žanrovskom obliku blizak putopisnoj formi. Taj junački
put u potrazi za travom zaborava, nije li naslutio i Dean Duda
kada spominje kraljevske žanrove.125
123
Džumhur, Zuko: Pisma iz Afrike i Evrope: Ljetni dan po podne, Oslobođenje, Sarajevo,
1991, str. 132.
124
Usp. Lazarević-Radak, Sanja: Slika o drugima, http://www.malinemo.
rs/wp/2011/08/05/ imagologija-v/
125
Bilosnić, Tomislav Marijan: Putopisi i spisi, (Paradigma povijesnih činjenica),
http://docs.google.com/viewer?a=v&q=cache:WHfm1cAOuhwJ:amac.hrvatiamac.com/index2.php%3Foption%3Dcom_content%26do_pdf%3D1%26id%3D1470+Put
opis+%C5%BEanr&hl=en&gl=ba&pid=bl&srcid=ADGEESgxH8STtw_FaSltWeFWUc7N
410
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Iz navedenog odlomka možemo zaključiti kako je npr. u južnoslavenskoj
kulturnoj tradiciji, koja za razliku od anglo-američke nema razvijenu, široku
historiju postkolonijalnog putopisa, putopis često imao prvenstveno „zadatak“ da
bilježi „istinosne“ vrijednosti te da je upravo zbog navedene „funkcije“ zaslužio
status kraljevskog žanra.
U istoimenom tekstu se dalje također navodi:
Istina bi trebala biti temeljnom vrijednošću putopisa,
ili pisanja uz put, u kratkim očarenjima s predahom od novih
prizora. Kada su u pitanju činjenice povijesnih znakovitosti, a
koje čuvaju interese naroda, ovdje hrvatskoga puka, onda
treba biti krajnje uporan, znanstveno pokaziv i neumoran.126
Ako se uzmu u tek površno razmatranje, tekstovi poput navedenoga
ukazuju na čitav niz ne samo književnoteorijskih, već i mogućih kulturalnih
neistina koje, nažalost, u kontekstu svega onoga što je historija južnoslavenskih
naroda mogu pokrenuti čitav niz nacionalnih, političkih, religijskih i sl.
netrpeljivosti. Upravo navedena karakteristika jedna je od polaznica i za određenje
južnoslavenskih putopisa, što, svakako, predstavlja jedno od najizazovnijih pitanja
u istraživanju putopisne proze južnoslavenskog putopisnog konteksta.
Primarno, zadatak svih „rubnih žanrova“ jeste što bolji odgovor
zahtjevima umjetničkog teksta i sad već umjetnosti općenito, jer se na
dokumentarizmu spomenutih tekstova, pa i putopisa, najčešće insistira samo u
granicama opće kulture i informiranosti, a sve drugo predstavlja izuzetne oglede
individualnog književnog stvaranja, tj. jedinstvene interžanrovske poetike
određenog pisca i njegove općenite složene umjetničke realizacije.
ZqddauZBDgeh6xE4G0_NosjTXTuUUnS4HNo0GfrTMNnw-edULa_V5uMoZhFwgFgluLqtnoZf-RgXZ33Y9BDEhquaS6x-vED68jebJo-B17p8sq&sig=AHIEtbQiaC8mI1n0eiFRZ0yGft4t8kr5Yg.
126
Bilosnić, Tomislav Marijan: Putopisi i spisi, (Paradigma povijesnih činjenica),
http://docs.google.com/viewer?a=v&q=cache:WHfm1cAOuhwJ:amac.hrvatiamac.com/index2.php%3Foption%3Dcom_content%26do_pdf%3D1%26id%3D1470+Put
opis+%C5%BEanr&hl=en&gl=ba&pid=bl&srcid=ADGEESgxH8STtw_FaSltWeFWUc7
NZqddauZBDgeh6xE4G0_NosjTXTuUUnS4HNo0GfrTMNnw-edULa_V5uMoZhFwgFgluLqtnoZf-RgXZ33Y9BDEhquaS6x-vED68jebJo-B17p8sq&sig=AHIEtbQiaC8mI1n0eiFRZ0yGft4t8kr5Yg.
411
M. P. Kodrić
Nema tekstova koji se ne bi mogli čitati i kao
neknjiževni i kao književni. Ima samo takvih kojih je sadržaj,
kad se ostvari u stvarnim situacijama, nezanimljiv, a kad ga
ostvarimo u cjelovitosti životnoga iskustva, govori
najskrovitijim dubinama našega bića, pokreće u nama nove
mogućnosti i otvara nova obzorja.127
Stavu o iznimnoj popularnosti putopisa i putopisne literature danas ide u
prilog i čitav niz novijih knjiga, ponekad i prvenstveno komercijalnog te pomalo i
trivijalnog karaktera, koje čitaoce navode kako da proučavaju, pišu, ali i prodaju
svoje putopise.128 Knjiga L. Peata O' Neila Travel Writing samo je jedna u nizu
sličnih knjiga ove vrste, gdje čitaoci, po primjerima zadatih vježbi na principu:
Vježba broj 1: Razmislite koja je vaša omiljena destinacija? Zašto? Opišite kako
Vam se čini dato mjesto. Gdje ste se vratili opet nanovo?,129 mogu čak po
predloženim obrascima vježbati i pisanje putopisa te kasnije prodavati svoje
knjige. No, i u tom smislu mišljenje Milivoja Solara da postoje čitaoci koji sve što
pročitaju mogu razumjeti jedino u okvirima trivijalne književnosti130 pronalazi
svoje mjesto i u iščitavanju trivijalnih putopisa.
Sve to govori o ozbiljnoj važnosti proučavanja „graničnih književnih
žanrova“, a tako i putopisa te putopisne literature u njenoj cjelokupnoj, pa čak i
komercijalnoj te trivijalnoj prirodi.
Naime, postavljajući pitanje opće prirode žanra, odnosa fikcije i fakcije,
intertekstualnosti, intermedijalnosti, interkulturalnosti te niza drugih pitanja, uopće
„graničnosti“ teksta te njegovih uvijek novih i neotkrivenih značenja, postmoderna
kritička misao otvorila je nova vrata i putopisnoj književnosti i putopisu, tom
127
Katičić, Radoslav: Književnost i jezik, Ima li književnih i neknjiževnih tekstova?, u:
Škreb, Zdenko – Stamać, Ante: Uvod u književnost, Nakladni zavod Globus, Zagreb, 1998,
str. 121.
128
Spisak knjiga vidjeti na internetskoj stranici: http://www.amazon.co.uk/Travel-WritingGuide-Research-Selling/dp/1582970009.
129
Usp. O'Neil, L. Peat: Travel writing, Guide to Research, Writing and Selling, Writer's
Digest Books, Cincinnati, 2000, str. 14.
130
Usp. Solar, Milivoj: Postoji li trivijalna književnost?, Laka i teška književnost, Matica
hrvatska, Zagreb, 1995, str. 75.
412
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
zanemarenom i umnogome raznolikom žanru drevne starine131, koji je konačno –
čini se – dobio zasluženo mjesto proučavanja i vrednovanja.
S druge strane, postmodernoj kritici sve su to omogućili vrsni putopisi te
njihovi u širem kontekstu značajni autori iz različitih književnosti, te se
spomenutoj vrsti tekstova konačno uspjelo prići s dozom većeg uvažavanja i
uvijek novih mogućnosti interpretacije. S razlogom se konačno počelo postavljati
pitanje zašto su se (i) putopisom upravo bavili mnogi značajni pisci te, otud, kakvo
mjesto zauzima putopisna literatura, ali i sam motiv putovanja u književnosti.
LITERATURA I IZVORI
Bilosnić, Tomislav Marijan: Putopisi i spisi, (Paradigma povijesnih činjenica),
http://docs.google.com/viewer?a=v&q=cache:WHfm1cAOuhwJ:amac.hrvatiamac.com/index2.php%3Foption%3Dcom_content%26do_pdf%3D1%26id%3D1470+Put
opis+%C5%BEanr&hl=en&gl=ba&pid=bl&srcid=ADGEESgxH8STtw_FaSltWeFWUc7
NZqddauZBDgeh6xE4G0_NosjTXTuUUnS4HNo0GfrTMNnw-edULa_V5uMoZhFwgFgluLqtnoZf-RgXZ33Y9BDEhquaS6x-vED68jebJo-B17p8sq&sig=AHIEtbQiaC8mI1n0eiFRZ0yGft4t8kr5Yg.
Duda, Dean: Priča i putovanje, Matica hrvatska, Zagreb, 1998.
Dučić, Jovan: Gradovi i himere: Pismo iz Egipta – Kairo, Biblioteka kulturno nasleđe,
Svjetlost, Sarajevo, 1969.
Dictionary of literary terms & literary theory, Penguin Reference, London, 2000.
Džumhur , Zuko: Pisma iz Afrike i Evrope: Ljetni dan po podne, Oslobođenje, Sarajevo,
1991.
Katičić, Radoslav: Književnost i jezik, Ima li književnih i neknjiževnih tekstova?, u: Škreb,
Zdenko – Stamać, Ante: Uvod u književnost, Nakladni zavod Globus, Zagreb, 1998.
Galić, Stjepan: Književno-jezični pojmovnik: Priručnik za učenike i studente, Znanje,
Mostar, 2005.
Lazarević-Radak, Sanja: Slika o drugima, http://www.malinemo.rs/wp/ 2011/08/05/
imagologija-v/
Lešić, Zdenko: Teorija književnosti, Sarajevo Publishing, Sarajevo, 2005.
131
Dictionary of literary terms & literary theory, Penguin Reference, London, 2000, str.
937.
413
M. P. Kodrić
O'Neil, L. Peat: Travel writing, Guide to Research, Writing and Selling, Writer's Digest
Books, Cincinnati, 2000.
Popović, Tanja: Rečnik književnih termina, Logos Art / Edicija, Beograd, 2010.
Rečnik književnih termina, Nolit, Beograd, 1985.
Solar, Milivoj: Postoji li trivijalna književnost?, Laka i teška književnost, Matica hrvatska,
Zagreb, 1995.
Tartalja, Ivo: Teorija književnosti, Zavod za udžbenike i nastavna sredstva, Beograd,
2000.
Živković, Dragiša: Teorija književnosti sa teorijom pismenosti, Zavod za udžbenike i
nastavna sredstva, Beograd, 1988.
414
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Credit Rating Evaluation of Customers
Using the Expert System
Dr. Azra Branković
International University of Sarajevo
Dr. Savo Stupar
University of Sarajevo
ABSTRACT
The aim of this paper is to demonstrate the significance of using an information technology
tool in order to shorten decision making time and improve the quality of business
decisions, through an example of a prototype expert system that will be created for this
purpose using a deductive approach. The research presented in this paper attempts to
identify a universal credit application form, which could be used in most banks. This
research also attempts to present the development process of expert systems using a
deductive approach. In order to achieve the aims of the paper, a universally applicable
decision model needs to be created, to be used when granting credit, the basic ideas of
which will be embedded the knowledge base of the expert system, along with the
knowledge formalization and structuration rules of Shell’s Doctus Knowledge Based
System. In order to develop the prototype expert system for evaluating the
creditworthiness of bank clients, we will use the knowledge about credit-granting decisionmaking of several experts in this field from several banks. Thus, we will use the
methodology of the deductive approach to the development of the expert system, where the
knowledge of several experts from the field of creditworthiness evaluation is applied to
individual cases of awarding credit, on the basis of the expert system’s deductive
reasoning.
Key words: Credit Worthiness of Clients, Decision Making, Expert System, Doctus.
JEL.: M150
415
A. Branković i S. Stupar
1.
UVOD
Ekonomska kriza i trend globalne kompjuterizacije svih poslovnih
procesa, posebno u bankarskom sektoru, doveli su do potrebe da banke iznalaze
načine za davanje što kvalitetnijih i bržih odgovora na zahtjeve klijenata za
odobravanjem kredita. Da bi to bilo moguće potrebno je poboljšati način
donošenja odluka i proces ocjene kreditne sposobnosti klijenata, što se može
učiniti korištenjem ekspertnog sistema, koji će brzo i efikasno davati prijedloge
odluka, koje će u 80% do 90% svih slučajeva biti valjane u trenutku kad stignu
pred kreditni odbor banke.
Kreditni odjeli u bankama i njihovim filijalama su zainteresovani za
ekspertne sisteme koji vrše evaluaciju kreditne sposobnosti, zbog rastućih troškova
rada na odobravanju kredita, što čini obradu i odobravanje kreditnih zahtjeva za
relativno male kredite manje isplativim. Kreditni odjeli banke vide u primjeni
ekspertnih sistema mogućnost standardiziranja i efikasnijeg upravljanja
procedurama odobravanja kredita zahvaljujući činjenici da su pravila za
odobravanje kredita veoma striktna i rijeđe se mijenjaju u poređenju sa nekim
drugim vrstama poslova.
Osnovni cilj istraživanja, koje je prethodilo pisanju ovog rada je izgradnja
prototipa ekspertnog sistema, koji će na osnovu ugrađenog ekspertnog znanja o
načinu (procesu) donošenja odluke, te pravila zaključivanja uz pomoć deduktivnog
metoda, sugerisati kvalitet svake donesene odluke. Ovako izgrađen prototip
ekspertnog sistema, može se koristiti i za evaluaciju kvaliteta budućih odluka, te
sugerisati na šta posebno treba obratiti pažnju prilikom donošenja poslovnih
odluka, da bi one bile što kvalitetnije.
Sporedni cilj ovog istraživanja je bio da se prilikom izgradnje prototipa
ekspertnog sistema, preko konkretnog slučaja postupka formaliziranja znanja o
procesu donošenja odluka, pokaže postupak strukturiranja, odnosno formaliziranja
ekspertskog znanja uopšte, odnosno postupak izgradnje baze znanja ekspertnog
sistema, koja predstavlja osnovu za donošenje odluke i eksplikaciju postupka
donošenja odluka uz pomoć ekspertnog sistema.
Metodologija istraživanja koja je korištena u ovom radu je izgradnja i
primjena ekspertnog sistema, uz čiju će se pomoć procjenjivati bonitet klijenata
banaka za dodjeljivanje kredita.. Metoda koja je korištena da bi se došlo do
416
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
rezultata istraživanja, nije baš uobičajena u naučnoj praksi. Naime, radi se o
metodi koja uz pomoć ljuske (shell) ekspertnog sistema Doctuskoja omogućava
izgradnju ekspertnog sistema, koji će sugerisati rješenje problema.
Prema Baračkai, Velencei and Dorfler (2005), postoje dva osnovna
pristupa pri izradi projekta. Prvi je deduktivni pristup i koristi se u slučajevima
kada treba iznaći originalno rješenje (donijeti originalnu odluku) i kada nema
dovoljno iskustva u rješavanju takvog tipa problema, ali postoji dovoljno
ekspertskih znanja o problemskom području. Ovaj pristup je korišten u ovom radu.
2.
IZGRADNJA PROTOTIPA EKSPERTNOG SISTEMA ZA OCJENU
KREDITNE SPOSOBNOSTI
Deduktivni pristup se koristi u slučaju kada treba donijeti orginalnu
odluku, odnosno kada nema dovoljno iskustva u rješavanju takvog tipa problema,
ali postoji dovoljno ekspertnih znanja o domenama problema. U tom slučaju
eksperti u saradnji sa moderatorom znanja oblikuju svoje znanje i u obliku pravila
ga pohranjuju u bazu znanja. Ishode koje generiše takva baza znanja trebaju u
potpunosti odgovarati rezultatima koje dobivaju eksperti rješavajući isti problem.
Prednosti koje ovaj pristup osigurava (uz uobičajene prednosti ekspertnog
sistema) u prvom redu predstavlja transparentnost (jasnoća i razgovijetnost)
ekspertnog znanja čime je lako objasniti razloge donošenja odluke ili prihvaćenog
rješenja problema. Isto tako, s obzirom na ogromni opseg ekspertnog znanja,
moguće je otkriti nove međuzavisnosti unutar takvog znanja ili pak prepoznati one
atribute koji su irelevantni za donošenje dotične odluke ili rješavanje problema,
isključiti ih i na taj način pojednostaviti proces donošenja odluka.
Prema Stupar (2008.) pod pojmom ekspertni sistem, ranije se
podrazumijevao softverski sistem, koji je mogao da se “ponaša” kao čovjek
ekspert u rješavanju određenih problemskih situacija, dok se danas pod pojmom
ekspertni sistemi, podrazumijevaju informacioni sistemi, razvijeni primjenom
raznih tehnika vještačke inteligencije. Zbog toga se gotovo svi sistemi izgrađeni
primjenom alata (ljuska ili shell) za kreiranje ekspertnih sistema, nazivaju
ekspertnim sistemima, iako veoma često sadrže toliko ograničeno znanje o nekom
problemskom području, da teško mogu predstavljati konkurenciju ljudima,
ekspertima iz te oblasti.
417
A. Branković i S. Stupar
Prema Harmon and King (1985) softverske sisteme, koji uspješno
konkurišu ljudima ekspertima, a u koje je ugrađeno preko 2000 pravila
zaključivanja iz problemske oblasti, nazivaju ekspertnim sistemima, dok za manje
softverske sisteme, koji sadrže do 200 pravila zaključivanja iz problemske oblasti i
koji su razvijeni uz pomoć tehnika vještačke inteligencije, koriste termin sistemi
zasnovani na znanju (Knowledge Based Systems). Ako se doslovno pridržavamo
te klasifikacije, onda smo u našem radu uz pomoć Knowledge Based System Shell
alata Doctus napravili prototip sistema za ocjenu kreditne sposobnoti.
2.1. Definisanje atributa kriterija odlučivanja
U ovom projektu je pripremljena pojednostavljena verzija gdje je
odobravanje kredita od strane uprave banke i odjela rizika definisano sa 10
osnovnih faktora od kojih svaki ima određeni uticaj na odluku o odobravanju
kredita od strane banke prema pravnim licima. Želila bih naglasiti da je proces
odobravanja kredita pravnim licima u stvarnosti detaljan i obiman proces. U
stvarnoj životnoj situaciji koristilo bi se puno više kriterija, podataka i pokazatelja.
U nastavku slijede odabrani faktori sa kraćim objašnjenjima:
Pokazatelj rentabilnosti ukazuje na profitabilnost operativnog poslovanja
tj. procenat ili maržu koja se ostvaruje iz poslovanja nakon svih redovnih troškova,
ali prije troškova finansiranja i poreza te izvanrednog poslovanja. U ovom djelu se
analizira i trend poslovanja u smislu da li je negativan ili pozitivan.
Rentabilnost preduzeća prikazuje povećanje vlasničke strukture kapitala
na dugi rok ostvarene iz poslovanja. Zasniva se na zahtjevu da se uz što manje
uloženih sredstava u procesu poslovanja ostvari maksimalna dobit i prinos.
uvwx
yz{g |z}~z€‚€ |ƒg‚„ …g.ƒ„‡~€€
x100
ˆz}~zg |ƒg‰zyg
Skala vrijednosti atributa: slab – solidan – vrlo dobar – odličan
Koeficijent opšte likvidnosti mjeri sposobnost preduzeća da podmiri
svoje dospjele kratkoročne obaveze,tj. koliko je veća ili manja kratkotrajna
imovina od kratkoročnih obaveza. Ovaj pokazatelj svakako bi trebao biti iznad 1 te
ukazuje na ročnu usklađenost bilansa.
418
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
z{ƒ€ }ƒ„y}€
Šƒ€Šzƒz聄 z{€„„
x 100 ili obrtna sredstva – kratkoročne obaveze
Skala vrijednosti atributa: nezadovoljavajući – zadovoljavajući – vrlo
dobar - odliča
Pokazatelj zaduženosti ili pokazatelji upotrebe poluge (eng. leverage
ratios) pokazuju strukturu kapitala i načine na koje preduzeće finansira svoju
imovinu. Oni predstavljaju svojevrsnu mjeru rizika ulaganja u preduzeće, odnosno
određuju stepen korištenja posuđenih finansijskih sredstava. Preduzeća sa
značajno visokim stepenom zaduženosti gube finansijsku fleksibilnost, mogu imati
probleme pri pronalaženju novih investitora, te se suočavaju s rizikom bankrota.
Ipak, zaduženost nije nužno loša. Ukoliko je stepen zaduženosti pod kontrolom i
redovno se prati kroz vrijeme, a posuđena sredstva se koriste na pravi način,
zaduženost može rezultirati porastom povrata na investirano.
Skala vrijednosti atributa: Prezadužen – Više zadužen – Manje zadužen –
Nezadužen
Najčešće korišteni pokazatelji zaduženosti su:
a)
b)
c)
d)
e)
koeficijent zaduženosti
koeficijent vlastitog finansiranja
odnos duga i glavnice
stupanj pokrića I.
stupanj pokrića II.
a) Koeficijent zaduženosti pokazuje koliko je procenat imovine
preduzeća nabavljen zaduživanjem tj. koliko se preduzeće finansira tuđim
sredstvima. Što je veći odnos duga i imovine, veći je finansijski rizik, a što je
manji, niži je finansijski rizik. U pravilu bi vrijednost koeficijenta zaduženosti
trebala biti 50% ili manja.
‡Š‡|„ z{€„„
‡Š‡|€ gŽzg€
= koeficijent zaduženosti
Skala vrijednosti atributa: Visok – Srednji – Mali – 0 (nula)
419
A. Branković i S. Stupar
b) Koeficijent vlastitog finansiranja govori koliko je imovine
finansirano iz vlastitog kapitala (glavnice) a njegova vrijednost bi trebala biti veća
od 50%. Izračunava se prema dole navedenoj formuli.
~€g€
=
‡Š‡|€ gŽzg€
koeficijent vlastitog finansiranja
c) Odnos duga i glavnice
‡Š‡|g y‡ z{€„„
=
‡Š‡|€ ~€g€
odnos duga i glavnice
Gornja granica odnosa duga i glavnice je najčešće 2:1, s udjelom
dugoročnog duga ne većim od jedne trećine. Visoka vrijednost ovog pokazatelja
ukazuje na moguće poteškoće pri vraćanju posuđenih sredstava i plaćanju kamata.
Skala vrijednosti atributa: Visoka vrijednost – Srednja vrijednost – Mala
vrijednost
d) Stupanj pokrića I i stupanj pokrića II
~€}gg Š€|g€~ ‘ kk
y‡zƒ€‚€ gŽzg€
= stupanj pokrića I
~€}gg Š€|g€~y‡zƒz聄 z{€„„‘ kk
y‡zƒ€‚€ gŽzg€
= stupanj pokrića II
Stupanj pokrića I. i II. govore o pokriću dugotrajne imovine glavnicom
(stupanj pokrića I.), tj. glavnicom uvećanom za dugoročne obaveze (stupanj
pokrića II.). Oba pokazatelja se računaju na temelju podataka iz bilansa. Potrebno
je istaknuti da kod vrijednost pokazatelja stupanj pokrića II. treba (mora) biti veći
od jedan. Ova tvrdnja proizlazi iz činjenice da dio dugoročnih izvora, zbog
održanja likvidnosti, mora biti iskorišten za financiranje kratkotrajne imovine.
Samim tim, pokazatelje stupnja pokrića moguće je istovremeno razmatrati i kao
pokazatelje likvidnosti.
Skala vrijednosti atributa: Loš – Zadovoljavajući – Vrlo dobar – Odličan
Pokazatelj ekonomičnosti ukupnog poslovanja mjeri odnos prihoda i
rashoda. Ukoliko je vrijednost pokazatelja ekonomičnosti manja od 1, to znači da
preduzeće posluje s gubitkom.
420
‡Š‡|€|ƒg‰zy
‡Š‡|€ ƒ€}‰zy
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
= koeficijent ekonom.ukupnog poslovanja
Skala vrijednosti atributa: Nezadovoljavajući – Zadovoljavajući – Vrlo
dobar - Odličan
Pokazatelj profitabilnosti mjere povrat uloženog kapitala. Oni pokazuju
odnose koje povezuju profit sa prihodima iz prodaje i investicijama. Analiza
profitabilnosti preduzeća svrstava se u najvažnije dijelove finansijske analize.
’z{g €Šz z|zƒ„g€‚€
‡Š‡|€ gŽzg€
= koeficijent profitabilnosti
Skala vrijednosti atributa: Nezadovoljavajući – Zadovoljavajući – Vrlo
dobar - Odličan
Kolateral je sredstvo obezbeđenja banaka pri kreditnim poslovima. Može
biti u novčanom ili nenovčanom obliku.
Skala vrijednosti atributa: Rizičan – zadovoljavajući – Manje siguran –
Siguran
Hipoteka je instrument obezbjeđenja kredita, putem kojeg banka u slučaju
neredovne otplate kredita može zapljeniti imovinu klijenta kako bi naplatila svoja
potraživanja.
Žirant ili jamac je osoba koja zajedno s korisnikom kredita solidarno
jamče banci za redovnu otplatu te daje suglasnost da u slučaju neredovne otplate
kredita, banka može od njega naplatiti svoja potraživanja.
Pokazatelji aktivnosti upućuju na brzinu cirkulacije imovine u
poslovnom procesu, a računaju se na temelju odnosa prometa i prosječnog stanja.
Visok iznos akumulirane amortizacije u odnosu prema iskazanoj dugotrajnoj
imovini može biti indikator zastarjelosti i potrebe unapređenja, a značajan porast
stanja novca može sugerirati da je sredstava previše. Pokazatelji aktivnosti
izražavaju, u različitim oblicima, relativnu veličinu kapitala koja podržava obujam
poslovnih transakcija. Ako je poznat koeficijent obrta, tada je moguće izračunati i
prosječne dane vezivanja sredstava, tj. prosječno trajanje obrta. Svi nabrojani
pokazatelji utvrđuju se na temelju podataka iz bilansa i računa dobiti i gubitka, a
421
A. Branković i S. Stupar
općenito pravilo govori kako je bolje da je koeficijent obrta što veći broj, tj. da je
vrijeme vezivanja ukupne i pojedinih vrsta imovine što kraće.
2.2. Definisanje odnosa među atributima
Prilikom izgradnje ekspertnog sistema (redoslijed aktivnosti je prikazan na
slici 1), koji se prezentira u ovom radu, upotrebljena je tehnika skupova uređenih
parova tipa atributi-vrijednosti, inače jedna od najčešće korištenih tehnika
predstavljanja činjeničnog znanja, a koja se sastoji u tome da se problem koji se
rješava (problem odlučivanja) razbije na više atributa (kriterija) od čijih vrijednosti
zavisi ishod konačne odluke. (Bohamec and Rajkovič, 1990) smatra da atributi na
koje se problem odlučivanja dekomponuje, grade model rješenja problema
odlučivanja, odnosno grade tzv. Stablo atributa odlučivanja, gdje je svaki atribut
čvor tog stabla, a korijen strukture stabla, predstavlja rješenje problema
odlučivanja. Za svaki atribut definišu se moguće konkretne vrijednosti, koje on
može poprimiti (tzv. domen atributa), najčešće u kvalitativnom obliku (loš,
osrednji, dobar i sl.). Postupak definisanja mogućih vrijednosti atributa otpočinje
od listova strukture (atributa, kojima nijedan drugi atribut nije podređen). Na ovaj
način se u bazu znanja pohranjuju činjenice, koje predstavljaju temelj znanja
čovjeka eksperta. Kreiranje sistema počinje konsultacijama moderatora znanja sa
nosiocima znanja (ekspertima) prilikom kojih se definišu atributi i moguće
konkretne vrijednosti koje oni mogu poprimiti (domen atributa) najčešće u
kvalitativnom obliku.
Slika 1: Redoslijed aktivnosti pri izgradnji ekspertnog sistema
deduktivnom metodom
Nakon što je pokrenut Doctus otvorena je nova prazna baza znanja. U
dijelu Attributes navedeni su atributi i njihove vrijednoti i ishodi koji su potrebni
za definisanje procesa. U bazu znanja prvo se unosi ishodišni atribut. U
konkretnom slučaju to je ocjena kreditne sposobnosti. Nakon toga se unose
vrijednosti tog atributa u ordinalitetu, najčešće od najnepovoljnije vrijednosti do
najpovoljnije (neuspješna, loša, dobra, veoma uspješna). U našem slučaju mogući
ishodi su „nije kreditno sposoban“ i „kreditno sposoban“. S obzirom da je ovo
ishodišni atribut, korištenjem opcije Edit, dodatne opcija je Set to Decision
Attributes. Vrijednost ishodišnog atributa su prikazane u sivoj podlozi za razliku
422
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
od ostalih atributa. Zatim se unose ostali atributi (slika 2. i slika 3.), kao i njihove
vrijednosti prema utvrđenoj hijerarhiji. Prije unosa vrijednosti, potrebno je
razmisliti o odnosima među vrijednostima, tako što treba utvrditi koja je vrijednost
bolja, a koja lošija, koja poželjnija, a koja manje poželjna.
Slika 2: Unos atributa
423
A. Branković i S. Stupar
Slika 3: Unos atributa i njihovih vrijednosti
Nakon unosa atributa i svih njihovih vrijednosti iz domena atributa,
potrebno je definisati odnose među atributima, odnosno modelirati stablo atributa
odlučivanja. Grafički prikaz tog modela, zove se Rule Based Graph (Grafik 1).
U “korjenu” grafa (root attribute) uvijek se nalazi ishodišni atribut. U
ovom slučaju to je atribut ocjena kreditne sposobnosti. Svi ostali atributi (prvog,
drugog i trećeg nivoa) određuju kakav će biti ishod, pa ih treba vezati na atribut
ocjena kreditne sposobnosti.
424
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Grafikon 1: Definisanje odnosa među atributima (Rule Based Graph)
2.3. Definisanje pravila
Sljedeći korak u izgradnji sistema zasnovanog na znanju (kao što se vidi
na slici 1) je unos pravila (Rules). Za predstavljanje relacija, koje povezuju
činjenično znanje, upotrijebljena je tehnika proizvodnih pravila (IF … THEN …)
što konkretno znači da se za sve nadređene atribute, pored konkretnih vrijednosti
koje mogu poprimiti, definišu i proizvodna pravila, koja dodjeljuju vrijednosti,
koje atributi poprimaju zavisno od konkretne kombinacije pojedinačnih vrijednosti
njima podređenih atributa. Za unos pravila, preglednije je koristiti pogled na
pravila u dvije dimezije. Uključivanjem opcije za ovaj pogled na kartici Rules,
dobićemo prikaz kao na slici 3. Pravila koja su ovdje prikazana, odnose se na
ishodišni atribut ocjena kreditne sposobnosti, a atributi, kojima je ovaj atribut
neposredno nadređen su: Pokazatelj uspješnosti poslovanja, pokazatelj
425
A. Branković i S. Stupar
zaduženosti, pokazatelj aktivnosti i obezbjeđenje kredita. Kao što se na slici vidi,
označena ćelija, čiji je sadržaj „Kreditno sposoban“, znači da je ocjena kreditne
sposobnosti. Da bi se definisala pravila, potrebno je za sve kombinacije vrijednosti
podređenih atributa, definisati odgovarajuću vrijednost ishodišnog atributa. Prema
tome, onoliko, koliko ima kombinacija vrijednosti atributa, toliko ima i pravila.
Nakon što su definisani svi atributi, njihove vrijednosti i odnosi među atributima,
ostvareni su svi preduslovi za unos pravila, što se radi korištenjem opcije 2
dimension u tabeli Rules.
Prikazana tabela u zaglavlju redaka i stupaca sadrži sve vrijednosti svih
devet atributa. Sve vrijednosti su navedene prema „poželjnosti“ koje su definirane
u predhodnom koraku. Tabela pokriva sve kombinacije ulaznih atributa, odnosno
sve slučajeve. Svaka ćelija unutar tablice predstavlja ishod jednog pravila. Unos
ishoda vrši se odabirom željene ćelije tablice nakon čega se klikom desnog
dugmeta miša otvara pomoćni izbornik na kojem se odabira željena vrijednost.
U procesu definisanja pravila, s obzirom da je definisan redoslijed
atributa, od manje poželjnog prema više poželjnim, Doctus je na osnovu toga dao
prijedloge ishoda za ostala pravila poštujući konzistentnost znanja. Pri tome je
prihvaćen veći dio prijedloga, dok su za neke ručno unešeni ishodi.
Slika 4: Unos pravila za atribut Ocjena kreditne sposobnosti (2D prikaz)
426
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Slika 5: Unos pravila za atribut Pokazatelj uspješnosti poslovanja (2D
prikaz)
Slika 6: Unos pravila za atribut pokazatelj zaduženosti (2D prikaz)
427
A. Branković i S. Stupar
Slika 7: Unos pravila za atribut Obezbjeđenje kredita 2D prikaz)
2.4. Unos slučajeva i korištenje znanja
Nakon što su definirana sve pravila i automatski provjerena konzistentnost
baze znanja, mogu se unositi slučajevi iz prakse, odnosno vršiti konsultacije sa
sistemom zasnovanom na znanju. Unos slučajeva se vrši uz pomoć tabele (kartice)
Cases u kojoj će svi slučajevi ostati evidentirani. Svaki slučaj se unosi pod
nazivom (slučaj 1, slučaj 2..) ili pod identifikacionim brojem. Kod deduktivnog
pristupa , koji je ovdje korišten, unose se samo konkretne vrijednosti nezavisnih
atributa, koje se odnose na slučaj koji se trenutno obrađuje, a ne unose se
vrijednosti zavisnih atributa i ishodišnog atributa. Nakon unosa jednog ili svih
slučajeva (u našem primjeru 3 slučaja), bira se komanda Reason, ili se na meniju
Knowledge management izabere komanda Dedudctive reasoning.
428
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Slika 8: Unos vrijednosti nezavisnih atributa za slučajeve iz prakse
Ovom komandom se pokreće mehanizam zaključivanja sistema
zasnovanog na znanju, koji na osnovu unesenih pravila, automatski generiše
vrijednosti nezavisnih atributa, kao i vrijednost ishodišnog atributa. Kao sto se vidi
na slici 2, u prvom slučaju, vrijednost ishodišnog atributa Zahtjev za kredit je nije
kreditno sposoban, u drugom kreditno sposoban, u trećem kreditno sposoban a u
četvrtom nije kreditno sposoban. Iako je svrha korištenja ekspertnog sistema,
povećanje efikasnosti budućih odluka, na ovaj način se može provjeriti valjanost
(učinkovitost) bilo koje već donesene odluke, za koju se već zna da li je bila
uspješna ili ne. Stepen validnosti i relevantnosti znanja o procesu odlučivanja
(načinu donošenja boljih odluka) ugrađenog u ovaj prototip ekspertnog sistema,
može se procjenjivati na osnovu toga da li se rezultati već donesenih odluka, za
koje se zna ishod, slažu sa rezultatima koje sugeriše ekspertni sistem. Ako se ovi
rezultati podudaraju, to znači da se radi o visokom stepenu validnosti, odnosno
relevantnosti znanja ugrađenog u ekspertni sistem, pa se na osnovu objašnjenja
(explain komanda) uz pomoć ekspertnog sistema donose odluke, koje pokazuju
pravila na osnovu koji se predlaže baš ta konkretna odluka (isto kao na slici 3).
Ako npr. želimo objašnjenje, zašto je odluka sa nazivom „slučaj 1“ nije
kreditno sposoban, uz pomoć komande explanation dobićemo odgovor koje je
pravilo (kombinacija vrijednosti neposredno podređenih atributa) korišteno da bi
se ta odluka donjela (slika 9). Na slici je to pravilo boldirano. Ako želimo saznati
429
A. Branković i S. Stupar
koja su pravila korištena za odluku po nazivom „slučaj 2“, i to samo za atribut
kolateral, taj ćemo atribut označiti na Rule Based Graph-u, a zatim birati komandu
Explain (slika 10). Na slici su boldirane vrijednosti neposredno podređenih
atributa, na osnovu čije kombinacije, je određena vrijednost atributa kolateral.
Slika 9: Pravilo koje je korišteno da bi se dobio rezultat odluke za „Slučaj 1“
(Explanation)
430
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Slika 10: Pravilo koje je korišteno da bi se dobio rezlutat odluke za
„Slučaj 2“ (Explanation)
Vrijednosti ishoda moguće je provjeriti aktiviranjem naredbe Explain. Ova
naredba označit će pravilo koje je korišteno za donošenje navedenog ishoda.
Potpuni pregled svih slučajeva i njihova objašnjenja moguće je dobiti i na Rule
based graph-u, prilagodbom prikaza (naredba View -> Customize):
Slika 11: Provjera vrijednosti ishoda
431
A. Branković i S. Stupar
Slika 12: Meni za izbor slučaja za objašnjenje dobijenih rezultata
Za objašnjenje ishoda potrebno je kliknuti desnim dugmetom miša te
odabrati naredbu Explain i naziv slučaja za koji tražimo objašnjenje. Nakon toga
otvara se kartica Rules s označenim pravilom koje je aktivirano za zatraženi slučaj.
Nakon unosa većeg broja zahtjeva moguće je generirati i Case Based graph
pomoću kojeg je moguće otkriti koja su pravila najčešće korištena, kao i neke
skrivene i neartikulirane odnose između atributa odluke.
Slika 13: Objašnjenje rezultat za „Slučaj 1“ (Explain)
432
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Slika 14: Pravilo koje je aktivirano za zatraženi slučaj tj. „Slučaj 1“
2.5. Prezentiranje baze znanja na Web-u
Sastavljena baza znanja može se publicirati u HTML obliku kako bi bila
lakše dostupna većem broju sudionika u procesu odlučivanja. Za ovu namjenu
koristi senaredba File -> Export.
Slika 15: Prvi korak publiciranja znanja
Na dijaloškom prozoru moguće je odabrati više varijanti HTML
dokumenta (jedna stranica ili više, različite boje i sl.) Nakon aktiviranja pritiskom
na dugme OK, potrebno je navesti ime datoteke ukoju će se sačuvati dokument.
433
A. Branković i S. Stupar
Slika 16: Export knowledge - Single page
Slika 17: Export knowledge – Multiple pages
Otvaranjem HTML datoteke omogućen je pristup za upisivanje slučajeva.
U prikazu s više stranica dugme Next koristi se za prelazak na sljedeći atribut. Na
434
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
posljednjoj stranici ispisuje se donesena odluka kao i tekst opisa ako je bio
uključen u bazu znanja. U prikazu s jednom stranicom potrebno je upisati sve
poznate atribute i zatim pritisnuti dugme Reason. U slučaju da nema dovoljno
podataka ishod glasi unknown.
3. REZULTATI ISTRAŽIVANJA
3.1. Prikaz sažetog modela odlučivanja za ocjenu kreditne sposobnosti
Sažeti model ekspertnog sistema za ocjenu kreditne sposobnosti najbolje
možemo pojasniti iz Rule Based Graph-a (Grafikon 1), koji smo dobili
deduktvnom metodom. Deduktivnu metodu koristimo kada imamo dovoljno
informacija i znanja da donesemo originalnu odluku.
Te informacije u našem slučaju predstavljaju faktore koji su bitni da bi se
kvalitetno ocjenila kreditna sposobnost pravnog lica.
Da bi rezultat istraživanja bio pozitivan tj.da bi kredit bio odobren,
potrebno je da obavezno je zadovoljiti slijedeće faktore: pokazatelj uspješnosti
poslovanja, pokazatelj zaduženosti, pokazatelj aktivnosti i obezbjeđenje kredita,
kao i većinu podfaktora nevedenih faktora.
Pokazatelj uspješnosti poslovanja daje uvid u likvidnost, rentabilnost,
profitabilnost i ekonomičnost podnosioca zahtjeva.
Pokazatelj zaduženosti predstavlja strukturu kapitala podnosioca zahtjeva.
Pokazatelj aktivnosti predstavlja efikasnost korištenja raspoloživih
sredstava u ostvarivanju prihoda preduzeća.
Obezbjeđenje kredita može biti hipoteka, žirant i mjenica, s tim da je
hipoteka najpouzdanija od navedenih,pogotovo kada su u pitanju veći iznosi.
435
A. Branković i S. Stupar
3.2. Prikaz rezultata primjene prototipa ES za ocjenu kreditne sposobnosti
pravnih lica na konkretnim podacima
Slika 18: Primjer sa konkretnim podacima kada se kredit odobrava
Sa slike 17. se vidi da je zahtjev za kredit odobren. Ako posmatramo
parametre koji su upisani, možemo primjetiti da je većina parametara pozitivna.
Samo jedan od parametara i to koeficijent opšte likvidnosti je „zadovoljavajući“.
U ovom primjeru je pokazatelj rentabilnosti „odličan“, što znači da je
podnosioc zahtjeva imao odličnu dobit uz minimalno uložena sredstva.
Pokazatelj opšte likvidnosti je „zadovoljavajući“ što znači da podnosioc
zahtjeva u mogućnosti izmiriti većnu kretkoročnih obaveza. Sljedeći pokazatelj je
koeficijent vlastitog finansiranja, je 50 %, što implicira da je polovina imovine
finansirana iz vlastitog kapitala, a 50 % iz tuđihz sredstava, poželjno je 50 % i više
vlastitog kapitala.
436
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Odnos duga i glavnice u našem primjeru je srednje vrijednosti, što
predstavlja da je podnosioc zahtjeva trenutno u mogućnosti vraćati posuđena
sredstva.
Stupanj pokrića I i stupanj pokrića II su vrlo dobri, iz čega možemo
zaključiti da se većina dugoročnih izvora podnosioca zahtjeva koristi za
finansiranje kratkotrajne imovine.Koeficijent zaduženosti je u ovom slučaju je
mali, što znači da je podnosioc veoma malo svoje imovine nabavio zaduživanjem.
Veoma dobar pokazatelj ekonomičnosti znači da podnosioc zahtjeva ima
dobar omjer prihoda nad rashodima. Pokazatelj profitabilnosti indicira da
podnosioc zahtjeva ima odličan povrat uloženog kapitala.U ovom slučaju
obezbjeđenje kredita je sigurna hipoteka i mjenica potpisana od strane dva fizička
lica. Pokazatelj aktivnosti u ovom slučaju je odličan, što govori da podnosioc
efikasno koristi raspoloživa sredstva.
Slika 19: Primjer sa konkretnim podacima kada se kredit ne odobrava
Sa slike 18. može da se vidi da zahtjev za kredit nije odobren. Ako
posmatramo parametre koji su upisani, možemo primjetiti da je većina parametara
negativna, neprihvatljiva za odobravanje kredita.
437
A. Branković i S. Stupar
U ovom primjeru je pokazatelj rentabilnosti „slab“, što znači da je
podnosilac zahtjeva imao slabu dobit iz sredstava koja je uložio.
Pokazatelj opšte likvidnosti je „nezadovoljavajući“ što znači da podnosioc
zahtjeva nije u mogućnosti izmiriti većnu kretkoročnih obaveza. Sljedeći
pokazatelj je koeficijent vlastitog finansiranja, je 20 %, što implicira da je
dvadeset % imovine finansirana iz vlastitog kapitala, a 80 % iz tuđihz sredstava,
poželjno je 50 % i više vlastitog kapitala.
Odnos duga i glavnice u našem primjeru je visoke vrijednosti, što
predstavlja da je podnosioc zahtjeva trenutno nije u mogućnosti vraćati posuđena
sredstva.
Stupanj pokrića I je zadovoljavajući, a Stupanj pokrića II je loš, iz čega
možemo zaključiti da se jako malo dugoročnih izvora podnosioca zahtjeva koristi
za finansiranje kratkotrajne imovine. Koeficijent zaduženosti je u ovom slučaju
veoma visok, što znači da je podnosilac zahtjeva za kredit, mnogo svoje imovine
nabavio zaduživanjem.
Zadovoljavajući pokazatelj ekonomičnosti znači da podnosilac zahtjeva
ima loš omjer prihoda nad rashodima. Pokazatelj profitabilnosti indicira da
podnosilac zahtjeva ima nezadovoljavajući povrat uloženog kapitala. U ovom
slučaju obezbjeđenje kredita je hipoteka, koja je slaba i sopstvena mjenica.
Pokazatelj aktivnosti u ovom slučaju je nezadovoljavajući, što govori da
podnosioc loše koristi raspoloživa sredstva.
4. ZAKLJUČAK
Za izgradnju prototipa ekspertnog sistema za ocjenu kreditne sposobnosti,
ali i budućih poslovnih odluka, u ovom radu korišteno je znanje eksperata tj.
kreditnih referenata iz više banaka u Bosni i Hercegovini. Radi se o jednom
univerzalno primjenljivom modelu odlučivanja, čije su osnovne ideje, uz primjenu
pravila formaliziranja i strukturiranja znanja Doctus Knowledge Based System
Shell-a, ugrađene u bazu znanja ekspertnog sistema, se dođe do što tačnije
procjene kreditne sposobnosti. Korisnost ovako izgrađenog ekspertnog sistema je
višestruka.
438
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Kao prvo, on pomaže donosiocima odluka u vremenskom skraćenju
procesa odlučivanja, jer im nudi pouzdanu metodologiju za donošenje kvalitetnijih
odluka.
Drugo, kod evaluacije već donesenih odluka bez računarske podrške (gdje
se zna ishod, odnosno kvalitet odluke), ekspertni sistem pruža mogućnost
donosiocima poslovnih odluka da uporede način donošenja odluke i dobivene
ishode bez podrške ekspertnog sistema sa načinom donošenja odluke i dobivenim
ishodima, uz pomoć ekspertnog sistema i da eliminišući greške iz prošlosti, stalno
unaprjeđuju proces donošenja odluka.
Treće, na osnovu uočenih grešaka ili nesavršenosti, može se unaprijediti i
sam ekspertni sistem, koji će uz novu (potpuniju) bazu znanja, više i kvalitetnije
pomagati donosiocima odluka u njihovim budućim odlukama.
Upravo to predstavlja četvrti, a možda i ključni aspekt u poboljšanju
kvaliteta odlučivanja uz podršku ekspertnog sistema.
I na kraju, peti aspekt korisnosti ekspertnog sistema, jeste mogućnost
uočavanja (nakon velikog broja unesenih slučajeva) nekih skrivenih i
neartikuliranih odnosa između atributa odluke, odnosno mogućnost otkrivanja tzv.
prećutnog (tacit) znanja.
U procesima donošenja odluka, računari i ljudi se prirodno dopunjavaju,
na taj način što su kompjuteri nenadmašni u obradi mase podataka (pogotovo kad
je u pitanju simultana i paralelna obrada podataka), dok su ljudi nezamjenjivi u
komuniciranju zasnovanom na nepotpunim podacima, prosuđivanju i sl. Međutim
da bi se kompjuteri mogli neposredno upotrijebiti u podršci procesu odlučivanja,
donosioci odluka (menadžeri) moraju znati kako se rješava problem odlučivanja, a
postupak rješenja problema odlučivanja, mora se moći izraziti putem algoritma, da
bi se nakon toga mogao isprogramirati na kompjuteru. U svim ovakvim
slučajevima procedura rješenja problema odlučivanja, ili tačnije donošenje odluke,
u potpunosti je definisana i unosom podataka u kompjuterski isprogramiran model
rješenja problema, automatski se donosi odluka.
Ekonomska ograničenja su ograničenja mogućnosti konsultovanja
stručnjaka različitih profila, da bi se donijela kvalitetna odluka. Pored direktnih
cijena usluga pomenutih stručnjaka, povećava se i cijena njihove međusobne
439
A. Branković i S. Stupar
komunikacije i koordinacije. I na kraju, vremenska ograničenja su jedan od
mogućih uzroka grešaka u procesu odlučivanja, a odnose se na nemogućnost
razmatranja svih potrebnih informacija, te nemogućnost uspješnog rješavanja svih
relevantnih problema u zadatom roku.
LITERATURA
Baračkai Z., Velencei J., & Dorfler, V. (2005). Reductive Reasoning. Montenegrin Journal
of Economics, 1(1), 59-66.
Baračkai,Z. (2003). (2009, August 27). Podrška inteligentnog poslovnog odlučivanja,
Dostupno na http:www.doctus.hu.
Bohanec, M., & Rajkovič, V. (1990). Decision Support using DEX, an Expert system shell
for Multi-Atribute Decision Making. U M. Andrić (urednik), Ekonomika i izgradnja
informacionih sistema, Mostar, svibanj 1990, Ekonomski fakultet u Mostaru, Ekonomski
fakultet u Sarajevu, Sarajevo.
Bratko I. (1980). Inteligentni informacijski sistemi., (skripta), Fakulteta za elektrotehhniko
v Ljubljani, Ljubljana.
Harmon, P., & King, D. (1985). Expert Systems: Artificial Intelligence in Business. John
Wiley & Sons, New York.
Stupar, S., (2008). Evaluacija kvaliteta poslovnih odluka uz pomoć ekspertnog sistema
zasnovanog na ljusci Doctus, (engl. „Quality evaluation of manager’s decisions by using
expert system shell Doctus“). Zbornik radova ekonomskog fakulteta u Sarajevu, 28/2008,
Ekonomski fakultet u Sarajevu, Sarajevo.
Vlahović, N. (2003/2004, January 27). DoctuS-tutorial, Ekonomski fakultet Zagreb,
dostupno na http://www.odluka.com/Doctus/Doctus_download.asp.
440
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
The Use of Social Media Advertising by
B&H Companies
Dr. Azra Branković
International University of Sarajevo
Dr. Savo Stupar
University of Sarajevo
Mirza Muhić
University of Sarajevo
ABSTRACT
The aim of this paper is to demonstrate whether Bosnian and Herzegovinian companies
advertise their products and services through social networks, how often, to what extent
and what do they gain from it. Companies operating in today’s dynamic and turbulent
conditions must promptly react to impulses received from their operating environments,
constantly changing due to competition, globalization, legislation and the introduction of
new production technologies, amongst other things. One important factor for the
operations of any company is the marketing environment, which, during the past few
decades, has become a field which companies must pay special attention to. Since
advertising represents the most visible and tangible aspect of marketing, the focus of the
research will regard such activities. Historically, the media, which have been the means for
advertising or sending marketing (commercial) messages, have changed along with
technological advancements. The advertising pioneers were print media (newspapers,
magazines and posters), but as technology developed, new media were used, such
electronic media (radio and television) and in more recent time the internet - websites and
social networks, the popularity of which at this moment is soaring. The contribution of this
paper in theory and practice is relevant for the entire production and service sector, and it
will help BiH’s companies to see the significance and advantages of advertising through
social networks, and improving the quality of such process.
Key words: Internet Advertising, Social Networks, Competitiveness of B&H Companies.
441
A. Branković, S. Stupar i M. Muhić
1. UVOD
Kompanije koje posluju u savremenim i vrlo promjenjivim uslovima
moraju brzo reagovati na impulse koje odašilje okruženje u kojem posluju.
Konkurencija, globalizacija, zakonske regulative, uvođenje novih tehnologija u
proizvodnji samo su neki od faktora koje okruženje čine takvim. Jedan od bitnih
faktora u poslovanju kompanija je marketinško okruženje koje u posljednjih
nekoliko decenija predstavlja područje na koje kompanije moraju obratiti
posebnu pažnju. Pošto oglašavanje predstavlja najvidljiviji i najopipljiviji dio
marketinga, fokus istraživanja će biti u vezi s tim aktivnostima. Marketinško
okruženje se danas jako brzo mijenja, a kompanije koje ne mogu da se prilagode
tim promjenama zauvijek nestaju sa biznis mape. Kroz istoriju su se sa napretkom
tehnologije mijenjali i mediji putem kojih se vršilo oglašavanje, odnosno slanje
marketinških/ reklamnih poruka. Pioniri u oglašavanju bili su printani mediji
(novine, magazini i plakati) a kako je tehnologija napredovala tako su korišteni i
novi mediji poput elektronskih (radio i televizija) te u novije vrijeme internetskih
medija; web stranice i društvene mreže koje su relativno nov izum i čija je
popularnost ovog momenta doseže svoj vrhunac. Ovaj rad treba da pokaže da li
bosanskohercegovačke kompanije vrše oglašavanje svojih proizvoda i usluga na
društvenim mrežama, te koliko često i u kojem obimu to čine te kakvu korist
stiču na osnovu toga.
Doprinos ovog rada je relavantan i važan za cjelokupan proizvodni i
uslužni sektor privrede i pomoći će BH kompanijama da uvide značaj i prednosti
oglašavanja na društvenim mrežama. Istraživanje će pokaziti koje kompanije u
Bosni i Hercegovini i u kojoj mjeri koriste društvene mreže kao medij za
oglašavanje te razloge zbog kojih se kompnije oglašavaju, odnosno ne oglašavaju
na društvenim mrežama.
2. ONLINE OGLAŠAVANJE
Nastankom interneta kao globalne kompjuterske mreže otvorio se prostor
za nastanak potpuno novih kanala marketing komuniciranja. Već na samom
početku pojavila su se i pravila i uslovi korištenja interneta a samim tim i pravila
kada je riječ o online oglašavanju. U početku reklamiranje i bilo kakve
komercijalne i ekonomsko-propagandne poruke bile su zabranjene. Dvije američke
kompjuterske mreže koje su bile preteča interneta, ARPANET i NSFNet
zabranjivale su bilo kakve komercijalne aktivnosti profitnim organizacijama
(National Science Foundation, 1988). Ova odluka ukinuta je 1991. godine. Te
godine nastaje i prva web stranica a ubrzo počinje i online oglašavanje koje manje-
442
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
više u istoj formi postoji i danas, bar kada je riječ o oglašavanju na web
stranicama.
Online oglašavanje danas predstavlja brzo rastući biznis čija se vrijednost
mjeri u milijardama, pa je tako ukupna vrijednost online oglašavanja u prvoj
polovini 2013. godine iznosila 20,1 mlijardu američkih dolara što je porast od
17,8% u odnosu na isti period 2012. godine (IAB, 2013). Rast koji internet
oglašavanje ima kao industrijska grana u prosjeku iznosi oko 15% na godišnjem
nivou.
Web oglašavanje odnosno oglašavanje na web stranicama ili „display
advertising“ kako se još u literaturi može naći je jedan od najzastupljenijih i
najvidljivijih načina online oglašavanja. Danas su web stranice koji ne sadrže neki
vid oglasa zaista rijetkost jer njihovi vlasnici, iako možda nemaju za cilj
ostvarivanje profita moraju pokriti troškove održavanja koji se ogledaju u
redovnom ažuriranju i plaćanju web hostinga i domene. Web oglašavanje
najizraženije je na informativnim i sportskim portalima, međutim, i ostale vrste
web stranica nisu „pošteđene“, bez obzira da li se radi o stranicama koje su
napravljene u profitne ili neprofitne svrhe.
Pored web oglašavanja, razvio se i jedandrug kanal online marketing
komuniciranja, a to je e-mail advertising odnosno reklamiranje putem elektronske
pošte. Prvi primjer oglašavanja putem e-maila seže u 1978. godinu kada je
marketar kompanije DEC (Digital Equipment Corporation), Gary Thuerk poslao
pismo većini korisnika ARPANET mreže sa zapadne obale SAD-a u kojem je
reklamirao novi model kompjutera koji proizvodi DEC (Templeton, 2014). Vrlo
brzo e-mail je bio jedan od glavnih alata kompanija kada je u pitanju ne samo
oglašavanje već i cjelokupno marketing komuniciranje sa svojim klijentima.
Reklamni mail može biti poslan nasumično i bez ciljanja kada kompanije
od merketing agencija otkupljuju kontaktakte kupaca pa samim tim i mail adrese.
Tada se zbog niskih troškova kompanije odlučuju na takav potez, međutim, doseg
je upitan jer većin takvih mailova najčešće prolazi kroz filtere servisa koji nude email usluge te ta pošta završi u folderu junk mail koji služi za odvajanje neželjene
i sumnjive pošte. Da bi se takvo nešto izbjeglo kompanije danas prave baze
podataka svojih kupaca u kojima obavezno pored osnovnih informacija upisuju i
e-mail adrese svojih kupca koji su pristali da budu pretplatnici na novosti iz
kompanije, tj. pristaju da budu obajveštavani o akcijama, popustima, promocijama
i sl.
443
A. Branković, S. Stupar i M. Muhić
Danas se e-mail oglašavanje jednim dijelom veže i za web oglašavanje, a
to je najčešće u slučajevima registracije korisnika na web portale koji se bave
kupoprodajom. Najbolji primjer takvog oglašavanja u Bosni i Hercegovini je ekupon.ba, stranica namjenjena grupnoj kupovini koja ponude šalje putem e-maila
svim registrovanim korisnicima pored toga što su iste objavljene i na web stranici.
Na taj način, e-kupon povećava moućnosti da informacije dođu i do korisnika koji
ne tako često otvaraju njihovu web stranicu u potrazi za ponudama za kupovinu.
Dalji razvoj informacionih tehnologija otvorio je još neke kanale online
marketing komuniciranja. Razvoj mobilne tehnologije donosi i mobilni marketing.
Postoje 4 vida mobilnog oglašavanja a to su:
oglašavanje kroz SMS,
pretraživanje, web i aplikacije.
Počeci mobilnog marketing počinju razvojem GSM mreže. Tada su
kompanije u saradnji sa telekom operaterima slale velike količine SMS poruka
svojim kupcima i potencijalnim kupcima do čijih bi brojeva stigli kroz primarne ili
sekundarne baze podataka. Nastankom smart telefona i razvoj sofisticiranijih
softvera dolazi do postepenog izbacivanja iz upotrebe SMS oglašavanja.
Najčešći vid ispoljavanja mobilnog oglašavanja vrši se kroz oglase u vidu bannera
unutar Android i IOS aplikacija. Iako postoje aplikacije za čiju upotrebu je
potrebno platiti određeni iznos novca, mogućnost oglašavanja dovela je do pojave
velikog broja besplatnih aplikacija za mobline telefone čiji su autori pronašli
mogućnost pokrivanja troškova održavanja ali i pristojne zarade.
Četvrti vid online marketing komuniciranja i oglašavanja kao njegovog
najvidljivijeg dijela odnosi se na društvene mreže. Ovaj kanal realtivno je nov;
društvene mreže u obliku u kakvom ih danas poznajemo postoje svega desetak
godina. Iako su društvene mreže relativno nova pojava veliki broj internet
korisnika je prisutan na njima. Prema podacima Pew Research Centre-a, čak 74%
punoljetnih ineternet korisnika koristi Facebook koji trenutno predstavlja
najpopularniju društvenu mrežu, dok Twitter koristi oko 19% od ukupnog broja
punoljetnih internet korisnika (Pew Research Center, 2014). Ukupan broj
korisnika društvenih mreža u svijetu prema podacima portala „Statista“ iznosi
preko 1,82 milijarde6. Imajući u vidu da društvene mreže koristi više od petine
ukupnog svijetskog stanovništva nameće se zaključak kako je ovo veoma jako i
sofisticirano marketinško sredstvo čije se mogućnosti iz dana u dan unapređuju.
444
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Slika 1: Primjeri mobilnog oglašavanja
Source: Innovative Solution, 2014
3. OGLAŠAVANJE NA DRUŠTVENIM MREŽAMA
Društvene mreže imaju nekoliko uloga u današnjem društvu. Prva uloga je
ona zbog koje su i nastale a to je povezivanje ljudi, bilo da se radi o obnavljanju
starih prijateljstava ili sklapanju novih. Od sredstva besplatne komunikacije,
društvene mreže tokom svog razvoja poprimale su i ulogu mjesta zabave, mjesta
na kojem korisnici mogu podijeliti svoje slike i videa, mišljenja kao i igrati igrice.
S obzirom na kompleksnost i njihovih potreba za održavanjem kao i potencijala
koje nude, društvene mreže dobile su jednu sasvim novu ulogu. Naravno, radi se o
njihovoj komercijalizaciji koja se samo po sebi nametnula zbog gore navedenih
razloga. Samo je pitanje vremena bilo kada će biznis prepoznati društvene mreže
kao poligon koji omogućava njegovo proširenje i napredovanje. Kao i svaki medij
i sredstvo javne komunikacije, i društvene mreže postale su mjesto na kojem su
marketing, prodaja i PR žestoko aktivni. Dakle, društvene mreže osim zabavne i
komunikacijske uloge imaju i komercijalnu ulogu koja je dobijena
zahvaljujući stručnjacima iz oblasti marketinga koji su prepoznali ogromni
potencijal društvenih mreža za predstavljanje svojih biznisa i oglašavanje kao i
ostale vidove marketing komuniciranja. Koliko je zapravo uloga društvenih mreža
u svrhu biznisa pokazuje i Forbesovo istraživanje provedeno 2012. godine u
SAD-u ističući nekoliko činjenica:
445
A. Branković, S. Stupar i M. Muhić
•
•
•
•
•
94% svih biznisa koji imaju odjeljenje marketinga koriste sruštvene mreže
kao marketinšku platformu
60% marketara posvećuje ekvivalent cjelodnevnom radu u razvoju i
održavanju marketinga na društvenim mrežama
43% ljudi starosti 20-29 godina provodi više od 10 sati sedmično u
korištenju društvenih mreža
85% od ukupnog broja kompanija prihvata društvene mreže kao dio
marketnig strategije, a broj ovih kompanija ima rastući trend
58% kompanija koje su koristile društvene mreže u protekle 3 godine su
zabilježile porast prihoda
Ipak, postoje određena mišljenja o negativnom sociološkom uticaju društvenih
mreža. Profesor Steven Strogatz sa univerziteta Cornell tvrdi da društvene mreže
stvaraju stvaraju lažan osjećaj povezanosti te da je sve teže naći razliku između
cyber odnosa i odnosa u pravom životu što dovodi do toga da odnosi među
ljudima ubrzano slabe. Pored toga, još jedna od negativnih pojava na društvenim
mrežama je „cyber bullying“ što u doslovnom prevodu znači nasilništvo u viralnoj
realnosti. Jeff Glor, novinar američke televizijske kuće CBS News u prilogu
objavljenom 29.10.2014. iznjeo je podatak da je čak 42% mladih izloženo nekom
obliku nasilja kojeg dolazi preko društvenih mreža (CBSNews, 2014). Postoje
destine optužbi na račun društvenih mreža pripisivajući ima razne negativne
sociološke efekte, međutim, optužbe o narušvanju privatnosti koje se iznose
redovno od njihovog nastanka pa do danas nije svijtsku javnost ostavilo
ravnodušnom. Najviše se zamjera tvorcima društvenih mreža koji ili nisu
omogućili dovoljno dobre sigurnosne postavke ili svoje korisnike nisu adekvatno
upoznali sa istim.
4. ISTRAŽIVANJE OBIMA I VRSTE OGLAŠAVANJA BH KOMPANIJA
NA DRUŠTVENIM MREŽAMA
4.1. Plan istraživanja
Kako je i navedeno u uvodnom dijelu rada, rad ima za cilj da prikaže
koliko bosansko-hercegovačke kompanije koriste društvene mreže u cilju
oglašavanja, razloge zbog kojih to čine, te koliku direktnu i indirektnu korist
ostvaruju od toga.
Sumirano, nastojalo se ispitati koje su to kompanije koje se oglašavaju, iz
kojih sektora dolaze, na kojim društvenim mrežama se oglašavaju, te koje od
ponuđenih usluga koriste i u kojem obimu.
446
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Prvi dio istraživanja odnosi se na profiliranje kompanija te ispitivanje
njihovih stavova po pitanju društvenih mreža i oglašavanja na istim. Drugi dio
istraživanja odnosi se na kompanije koje već imaju iskustva u oglašavnju na
društvenim mrežema ili se trenutno oglašavaju, ispitujući vrste usluga kojima se
koriste, obim oglašavanja, te da li postoje mjerljivi ili nemjerljivi (nevidljivi)
efekti kao posljedica oglašavanja.
4.2. Analiza i ocjena dobijenih rezultata
Pripremljeni upitnik upućen je u preko 140 kompanija, sa očekivanim
povratom od 75 procenata. Nakon većeg proja ponovljenih dostava upitnika, te
odbacivanja nepopotpunog i neprihvatljivog materijala, za potrebe istraživanja
uzet je uzrak od n=100 kompanija. Od tog broja, njih 47% pripada malim
preduzećima, 38% srednjim i 15% velikim preduzećima.
Grafikon 1: Struktura uzorka prema veličini preduzeća
Prema vrsti djelatnosti kojom se bave preduzeća uzeta za istraživanje 52%
otpada na uslužna preduzeća, 30% na trgovinska i 18% na proizvodna preduzeća.
Procentualni odnos djelatnosti u strukturi uzorka uveliko odovara strukturi
privrede Bosne i Hercegovine.
447
A. Branković, S. Stupar i M. Muhić
Grafikon 2: Struktura uzorka preduzeća prema djelatnost
Kada je riječ o samoj
promociji,
neupitno
je
da se
bosanskohercegovačke kompanije svjesne važnosti marketinške promocije. Sa
tvrdnjom da „za uspjeh u biznisu nisu samo dovoljni kvalitetni proizvodi i stručno
osoblje, potrebna je i adekvatna marketinška promocija“ apsolutno se slaže 85%
ispitanih dok se sa ovom tvrdnjom djelimično slaže njih 12%.
Grafikon 3: Važnost adekvatne marketinške promocije
448
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Kada je u pitanju reputacija kompanije i imidž koji grade, 80%
anketiranih kompanija apsolutno se slaže sa tvrdnjom da je važno šta njihovi
klijenti i šira javnost misli o njima. Njih 14% djelimično se slaže sa tom tvrdnjom,
dok svega 6% nema stav.
Grafikon 4: Važnost reputacije kompanije
Kod poređenja klasičnih kanala komunikacije sa internetom kao kanalom
komunikacije sa kupcima mišljenja su podijeljena. Čak 40% ispitanika
djelimično se ne slaže sa tvrdnjom da je internet kao kanal marketinške
komunikacije efikasniji od klasičnih, dok se djeli– mično 35% slaže sa ovom
tvrdnjom. Među ispitanicima je 12% onih koji se apsolutno slaže sa ovom
tvrdnjom, te 7% onih koji se apsolutno ne slažu sa ovom tvrdnjom, dok 6% njih
nema stav.
Grafikon 5: Internet kao kanal markentiške komunikacije
449
A. Branković, S. Stupar i M. Muhić
Manji broj učesnika istraživanja, njih 39% djelimično se slaže sa tvrdnjom
da društvene mreže predstavljaju dobar poligon za predstavljanje njihovih
proizvod ili usluga, dok je situacija po pitanju mišljenja o mogućnosti izgradnje
svijesti o brendu drugačija, jer čak 60% ispitanika se djelimično ne slaže sa
tvrdnjom da „društvene mreže predstavljaju alat pomoću kojih je moguće vršiti
brendiranje proizvoda/usluga“, dok ih se svega 17% djelimično slaže sa ovom
tvrdnjom.
Grafikon 8: Društvene mreže kao poligon za predstavljanje novih
proizvoda/usluga i alat za brendiranje
Ispitujući pristunost kompanija na internetu, istaživanje je pokazalo da
78% kompanija koje su obuhvaćene istraživanjem posjeduje vlastitu web stranicu.
Istraživanje je pokazalo da bosanskohercegovačke kompanije imaju iskustva kada
je u pitanju oglašavanje u digitalnim kanalima komunikacije (ne računajući
društvene mreže u ovom dijelu istraživanja). Čak 79% ispitanika je odgovorilo da
je njihova kompanija bar jednom u toku njenog postojanja koristila web stranice,
portale, forume ili aplikacije za mobilne telefone za oglašavanje vlastitih
proizvoda/usluga.
450
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Ključno pitanje ovog istraživanja odnosi se na to koliko zapravo
bosanskohercegovačke kompanije koriste ili su koristile društvene mreže za
oglašavanje ili druge vidove marketing komunikacije. Činjenica je da se
48% kompanija bar jednom u toku svog postojanja okušalo u oglašavanju na
društvenim mrežama. Međutim, broj kompanija koje su u momentu sprovođenja
ovog istraživanja imale aktivne kampanje ili neke akcije na društvenim mrežama
nešto je niži. Njih 42% je odgovorilo da trenutno koristi neku od usluga
oglašavanja na društvenim mrežama. Kada je riječ od društvenim mrežama koje
su korištene, apsolutnu prednost ima Facebook, kojeg je koristilo 77% preduzeća.
Slijede ga YouTube sa 45%, Twitter sa 15%, Google+ sa 6 i Linkedin sa svega
2%. Na ovo pitanje odgovarali su svi firme - ispitanici koji imaju neko
iskustvo sa društvenim mrežama, bilo da ih sada koriste ili su ih nekada koristili.
Ostale društvene mreže koje su bile ponuđene u odgovorima nisu korištene od
strane preduzeća koja su obuhvaćena uzorkom.
Grafikon 9: Procenat korištenja društvenih mreža
Među onima koji su koristili društvene mrže najviše je koristilo bannere
koje vode na njihove stranice, njih čak 85%; Google Ads 72%, unaprijeđenje
besplatnih vidova promocije 41%, te video oglase 32% ispitanika.
451
A. Branković, S. Stupar i M. Muhić
Grafikon 10: Korištenje usluga na društvenim mrežama
Istražujući vremensko prisustvo bosansko-hercegovačkih kompanija na
društvenim mrežama jasno se da zaključiti kako je upotreba društvenih mreža u
svrhe biznisa u Bosni i Hercegovini relativno nova pojava, te se da naslutiti da će
se u budućnosti prisustvo bosansko-hercegovačkih kompanija u budućnosti
rapidno povećavati. Svega 8% ispitanika tvrdi da je njihova kompanija na
društvenim mrežama prisutna preko 3 godine, dok 12% ispitanika tvrdi da je
njihova kompanija prisutna na društvenim mrežama do 3 godine. Na preiod
prisutnosti do 2 godine izjasnilo se 32% ispitanika, dok na preiod prisutnosti do
jedne godine otpada 38%.
Grafikon 11: Vremensko prisustvo bosanskohercegovačkih kompanija
452
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
U ovom istraživanju u obzir su uzeti i budžeti koje kompanije na
mjesečnom nivou izdvajaju za digitalno oglašavanje. Većina ispitanika, njih 35%
na mjesečnom nivou za digitalno oglašavanje koje pored oglašavanja na
društvenim mrežama ubraja i oglašavanje na drugim web stranicama, portalima,
forumima i sl. izdvaja 1.000 do 3.000 konvertibilnih maraka, što na godišnjem
nivou iznosi 12.000 do 36.000 konvertibilnih maraka.
Grafikon 12: Iznos mjesečnog budžeta za oglašavanje na društvenim
mrežama
Samo 23% kompanija tokom cijele godine sprovodi kampanju
oglašavanja na društvenim mrežama. Najviše je onih kompanija koje se oglašavaju
u vrijeme praznika i godišnjih odmora (41%), te onih kompanija koje oglašavanje
vrše sporadično tj. u rijetkim prilikama kada su u toku popusti i akcije (28%).
Grafikon 13: Vremenski period oglašavanja na društvenim mrežama
453
A. Branković, S. Stupar i M. Muhić
Treba napomenuti da su u rad komapnija po pitanju oglašavanja uključene
i marketinške agencije koje u 39% slučajeva rade posao pripreme, odabira mreža,
savjetovanja i postavljanja sadržaja na društvene mreže. U 46% slučajeva
kompanije taj posao obavljaju samostalo, dok se preostalih 15% odnosi na
kompanije koje kombinuju rad svojih uposle– nika i marketinških agencija.
Grafikon 14: Struktura uključenosti subjekata u poslovima oglašavanju na
društvenim mrežama
Kada su u pitanju ciljevi koje kompanije žele da postignu, većih
odstupanja nema. Iz rezultata se da zaključiti da većina kompanija ima više ciljeva
koje želi ispuniti dok je mali broj njih fokusirano na samo jedan cilj.
Grafikon 15: Ciljevi oglašavanja na društvenim mrežama
454
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Daljnji predmet ovog istraživanja bio je ispitivanje stavova vezanih za kvalitet
usluga koje nude društvene mreže te ispunjenje ciljeva koji proizilaze iz kampanja
oglašavanja. Sa trvdnjom da društvene mreže koriste jasne alate koji su
pristupačni svim vrstama korisnika djelimično se ne slaže čak 43% ispitanika, dok
se njih 18% apsolutno ne slaže sa ovom tvrdnjom. Da se zaključiti da uposlenici
većine kompanije imaju problema sa razumje– vanjem načina rada alata, a ti
problemi proizilaze iz nedovoljnog poznavanja stručne terminologije na
engleskom jeziku, upotrebom terminologije koja je u određenim slučaje– vima
jasna samo kreatorima alata te korištenju velikog broja skraćenica.
Grafikon 16: Pristupačnost alata na društvenim mrežama
(Alati koji društvene mreže nude jasni su i pristupačni su svim
korisnicima?)
Gledajući društvene mreže kroz finansijsku prizmu 37% ispitanika
djelimično se slaže sa tvrdnjom da su iste povoljnije u odnosu na klasične kanale
komuniciranja poput radija, televizije i novina. Uzimajući u obzir i druge stavove
može se reči da je mišljenje podije– ljeno po pitanju finansijske povoljnosti.
Ipak, kada govorimo o postizanju zadatih ciljeva, može se reći da su
oglašivači u neku ruku zbunjeni jer njih čak 43% ne može sa sigurnošću reći da li
su njihovi ciljevi ispunjeni niti koji su to ciljevi ukoliko se radi o kompanijama
koje su sebi u kampanji oglašavanja postavili više ciljeva. Razlog ovakvog
mišljenja leži u nedovoljnom poznavanju rada sa analitičkim alatim i
455
A. Branković, S. Stupar i M. Muhić
nemogućnošću povezivanja eventualnog rasta prodaje ili prihoda od prodaje sa
izvorima istih, tj. kompanije nisu sasvim sigurne da li to povećanje dolazi kao
posljedica oglašavanja na društvenim mrežama i uticaja na svijest kupca ili to
povećanje dolazi zbog nekih drugih faktora kao što su oglašavanje kroz klasične
kanale oglašavanja, sniženje cijene proizvoda, povećanje životnog standarda
njihovih kupaca ili nekih drugih faktora. Da ima uspješnih slučajeva pokazuje i to
da se 20% ispitanika djelimično slaže sa tvrdnjom da je oglašavanje na društvenim
mrežama pomoglo u ispunjenju cilja/ciljeva.
Grafikon 17: Finansijska povoljnost oglašavanja
(Oglašavanje na društvenim mrežema je sa finansijske strane povoljnije je
od oglašavanja kroz klasične kanale komunikacije?)
Prema iskustvima ispitanika možemo doći do zaključka da je
dosadašnje
oglašavanje bosanskohercegovačkih kompanija bilo poprilično
uspješno. Da je oglašavanje bilo djelimično uspješno samtra 46%, dok je njih 35%
oglašavanje svoje kompanije ocijenilo kao uspješno. Što se tiče ekstrema samo
1% ispitanika ocijenilo je oglašavanje kao jako neuspješno, nasuprot 11% njih
koji su oglašavanje ocijenili kao apsolutno uspješno. Ipak,77% ispitanika smatra
da bi se prilikom oglašavanja u budućnosti kroz kreiranje novih kampanja i
redefinisaninjem zadatih parametara taj uspjeh mogao povećati.
456
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
Grafikon 18: Postizanje ciljeva kompanije
(Oglašavanje na društvenim mrežama pomoglo je u postizanju ciljeva
kampanje?)
4.3. Predviđanje budućih tendencija
Istraživanje je pokazalo da su bosanskohercegovačke kompanije
djelimično upoznate sa društvenim mrežama i načinom na koje one
funkcioniraju. Također, rezultati su pokazali da kompanije u određenoj mjeri
koriste društvene mreže kada je upitanju oglašavanje, ali da i dalje ne shvataju u
potpunosti mogućnosti koje nose društvene mreže, bilo da se radi o plaćinim ili
besplatnim vidovima promocije.
S obzirom na sve veću upotrebu informacionih tehnologija i društvenih
mreža u poslovanjima kompanija možemo očekivati da će se broj kompanija koje
se oglašavaju na društvenim mrežama povećati kao i iznosi budžeta
predviđenih za ovakve tipove aktivnosti. Takva očekivanja proizilaze iz
činjenice da je veliki broj ispitanika u istraživanju smatra da se u budućnosti
njihove kapmanje mogu bolje pripremiti i organizovati.
5. ZAKLJUČAK
Ovaj rad se bavi oglašavanjem bosansko-hercegovačkih kompanija
na
društvenim mrežama. Glavno problemsko područje ovog rada može se
podijeliti u dvije oblasti. Prva oblast odnosi se na oglašavanje bosanskohercegovačkih kompanija na društvenim mrežama i njihov izbor, dok se druga
457
A. Branković, S. Stupar i M. Muhić
oblast bavi razlozima oglašavanja kompanija na društvenim mrežama, ciljevima
njihovih kampanja te njihovom uspješnošću. U uvodnom dijelu, postavljeni su
ciljevi ovog rada:
•
•
•
•
Ispitati u kojoj mjeri se koriste društvene mreža kao medij za oglašavanje
Ispitati kojim intenzitetom se oglašavaju te koliko ulažu u digitalni
marketing
Steći uvid u listu najpopularnijih mreža
Ispitati zadovoljstvo kompanija i ispunjenje njihovih ciljeva
Grafikon 19: Ocjena uspješnosti oglašavanja na društvenim mrežama
Kroz istraživanje je dokazano da bosansko-hercegovačke kompanije
nedovoljno koriste društvene mreže za oglašavanje, te da nije moguće pouzdno
izmjeriti u kojoj to mjeri utiče na poslovanje tih kompanija, tj. nije moguće sa
sigurnošću ocijeniti koji su to mjerljivi i nemjerljivi efekti za kompanije koje su
koristile ovaj vid oglašavanja. Pored toga, dokazano je i da bosanskohercegovačke kompanije, društvene mreže percipiraju kao dobar poligon za
predstavljanje i promociju njihovih proizvoda/usluga, dok znatno manji broj njih
458
Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu
17-20 Maj, 2016
koristi društvene mreže za oglašavanje. Kao razlog za to pripisuje se nedovoljno
izdvajanje sredstava za te svrhe te veće povjerenje u klasične kanale marketing
komuniciranja. Dalje, društvene mreže se jako malo koriste u svrhe jačanja
brenda, bilo da se radi o proizvodnom ili korporativnom brendu. Još uvijek,
prednost se daje promociji.
Nakon ovoga možemo dati odgovor na ciljeve postavljene na početku
ovog istraživanja:
•
•
•
•
Društvene mreže se u nedovoljnoj mjeri koriste za oglašavanje.
Kompanije koje koriste usluge oglašavanja na društvenim mrežama
najčešće nemaju kontinuirano oglašavanje već se oglašavanje sprovodi u
rijetkim trenucima kao što su vrijeme praznika, akcija, popusta i godišnjih
odmora.
Najpopularnije društvene mreže među oglašivačima su one koje i i na
globalnom planu privlače najveći broj korisnika. Kao najpopulanija
društvena mreža pokazao se Facebook, a zatim ga slijede YouTube,
LinkedIn i Twitter.
Kompanije su djelimično zadovoljne jer su i uspješnost svojih kampanja
najčešće ocjenjivali takvom ocjenom. Činjenica da se količina
zadovoljstva ne može izjednačiti sa količinom mogućnosti koje pruža
oglašavanje na društvenim mrežama može se pripisati i nedovoljnom
poznavanju alata koje mreže nude oglašivačima,
njihovoj
kompleksnost te nedovoljnom angažovanju stručne pomoći u vidu
marketinških agencija.
Preporuka ispitanicima je da u budućem vremenu, ukoliko ne oglašavanju,
onda posvete više pažnje besplatnim vidovima promocije vlastitih biznisa i
proizvoda / kroz alate kao što su recimo Facebook page preko kojeg je
moguće vršiti dvosmjernu komunikaciju sa svojim kupcima. Također,
bosanskohercegovačke kompanije trebale bi postepeno da preusmjeravaju
budžetska sredstva namjenjena klasičnim kanalima oglašavanja ka digitalnim
knalima te u mnogo većem stepenu koristiti profesionalnu pomoć marketinških
agencija kako bi se smanjio rizik od pojave neuspješnjih kampanja koje ne daju
nikakvu korist i kampanja kod koji nije moguće ispuniti zadate ciljeve.
459
A. Branković, S. Stupar i M. Muhić
LITERATURA
CBSNews (2014). Cyberbullying Continued after Teens Death. Retrieved from
http://www.cbsnews.com/news/cyberbullying-continued-after-teens-death
Forbes (2012). The Developing Role of Social Media in the Modern Business World.
Retrieved
from
http://www.forbes.com/sites/moneywisewomen/2012/08/08/thedeveloping-role-of-social-media-in-the-modern-business-world/, (2014, September 5)
IAB Internet advertising report (2013). First Six Month Results. Retrieved from:
http://www.iab.net/media/file/IAB_Internet_Advertising_Revenue_Report_HY_2013.pdfb
Innovative Solution (2014). Types of Mobile Advertising. Retrieved
http://www.innovative-solution.net/wp-content/uploads/2014/06/Types-of-MobileAdvertising.jpg
from:
National Science Foundation (1988). Information Policies: A Compilation of Position
Statements, Principles, Statutes, and Other Pertinent Statements. Retrieved from
http://old.cni.org/docs/infopols/NSF.html
Pew Research Center (2014). Social Networking Fact Sheet. Retrieved from
http://www.pewinternet.org/fact-sheets/social-networking-fact-sheet
Templeton, B. (2014). Reflections on the 25th Anniversary of Spam. Retrieved from
http://www.templetons.com/brad/spam/spam25.html
460
Download