Theodor W. Adorno

advertisement
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Sosyoloji Anabilim Dalı
Çağdaş Sosyoloji Teorileri
Theodor W. Adorno
Ders Sorumlusu:
Prof. Dr. Aylin Görgün Baran
Hazırlayan:
Özlem Özdamla
Ankara
Mayıs, 2011
Eleştirel Teori
Eleştirel teorinin kökeninde kapalı felsefi sistemlere karşı duyulan güvensizlik ve karşıtlık yer
almaktadır. Eleştirel Teori kendisini diğer düşünürlerin ve felsefi geleneklerin eleştirilmesi
yolu ile ifade etmeyi yeğlemiştir. Eleştirel Teorini kökeni ya da oluşumu toplumsal
görüngülere (olgulara) uyguladığı yöntem gibi, diyalektik nitelikte olmuştur. Eleştirel teoriyi
aslına uygun olarak irdelemek için onu diğer düşünce sistemlerinin ardına düşüp her şeyi
yeniden soran, yeniden inceleyen bir izsürücü olarak ele alıp irdelemek gerekmektedir.1
Eleştirel Kuram’ın savunduğu tarih felsefesi, insanın doğaya nasıl egemen olduğunu
açıklamaya çalışan açılımlardan meydana gelir. Uygarlık “doğaya egemen olmak”tır.
Diyalektik süreç içinde bu egemenliğin insanlardan intikam alırcasına geri vurmasıyla ortaya
çıkan kapitalist dünya içinde yeni bir uygarlık kavramı biçimlenir. Burada artık insanın
doğaya hakim olması ile insanın insanlığa hakim olması arasındaki ayrım ortadan kalkar ve
egemenlik adeta doğal bir görünüme bürünür. Böyle bir uygarlık anlayışı içinde toplumsal
iktidar, tarihin doğal temel örüntüsüymüş gibi görünür. Tevrat’tan bu yana uygarlık sürecinin
ana ilkesi kabul edilen “dünyaya egemen olun ve çoğalın” ülküsü, özellikle teknolojik
imkânların artmasıyla doğanın tahrip edilmesi sürecine dönüşünce, gelişmiş ülkelerin doğayı
koruma amacıyla büyük miktarlarda paralar harcamalarına yol açar. Adorno’ya göre, bir
taraftan açlık ve sefaletin hüküm sürmesi, diğer taraftan doğayı korumak için para
harcanması, diyalektik bir tarihsel süreç olarak algılanmalıdır. Aynı diyalektik süreç içinden
bakıldığında, insanların “doğa” kavramlarının da ancak tarihsel bir bakış açısı içinde anlamlı
olduğu görülecektir.2
Eleştirel Teori’ye göre, nesnel ve tarafsız bir bilgi elde etmek imkânsız görünmekte ve bu
hedefe ulaşma arzusu da reddedilmektedir. Bilginin otomatik bir biçimde üretilemeyeceği
ortadadır. Çünkü insanların fikirleri, içinde yaşadıkları ve sosyalleştikleri toplumun ürünü
olarak karşımıza çıkar. İşte burada toplum içinde bilgi üretmek adına entelektüellerin önemi
ortaya çıkmaktadır. Entelektüeller, kendi değer yargılarından arınarak topluma yön
veremezler. Toplum içinde düşünce üreten ve yayılmasını sağlayan entelektüellerin yapması
gereken, eleştirel düşünceye bağlı kalmak ve kurtuluşa bağlılıklarını ilan etmeleridir. Bunun
sonucunda yani genel kitlenin de eleştirel düşünceyle tanışmasının sonucunda, bir farkındalık
yaratılır ve toplumsal değişim ona göre sağlanır.
11
2
Diyalektik İmgelem, Jay M., S.69-70
Cogito, Adorno: Kitle, Melankoli, Felsefe, s. 95
İçinde bulunulan çağ insan düşüncesini anlamak adına önemli bir ipucudur. Bu zaman etkisi
dışlanarak bağımsız ve objektif bilgi elde edebilme düşüncesi mümkün görünmemektedir.
Eleştirel Teori savunucuları Marx’tan farklı olarak, kendilerinin de belirli bir toplumun
ürünleri olduklarını ve kendi çalışmalarının da bu toplumun etkilerine açık olduğunu ve tam
olarak objektif olmadığını kabul etmektedirler. Yaklaşımlarının, çözümlemeyi, değer
hükümlerinden arındırmaya çalışan “pozitivist” toplumsal bilime nazaran onları bu gerçek ve
bilgiye daha yakın bir yere getireceğine inanmaktadırlar. 3
Metodoloji açısından bakmak gerekirse, Eleştirel Teori’nin yönteminin nesneye uygunluğuna
önem verdiği görülür. Toplum biliminin yöntemi insan eylemi ve değerleri olması açısından
asıl nesne olan insanın kendi değer ve kavramlarından yola çıkmalıdır. Gerçeklik buna göre
doğru pratik sayesinde elde edilebilir.
Frankfurt Okulu
Frankfurt Okulu, bir yandan çağımızın en önemli düşünce akımlarından, geleneklerinden
biriyken, diğer yandan eğitim ve öğretim ağırlıklı olmaktan çok araştırma ağırlıklı olsa da,
aynı zamanda bir kurumsal yapıya da sahiptir.
Frankfurt Okulu ya da Eleştirel Kuram diye bilinen gelenek, kurumsal olarak, 3 şubat 1923’te,
Frankfurt Üniversitesi’ne bağlı olarak Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü adıyla
kurulmuştur. Aslında bu Enstitü, Almanya’da 1920’lerin başlarından beri sol radikal
çevrelerin ortaya koydukları akademik kurumlaşma çabalarının bir sonucudur. Bunun ilk
adımı da 1922 yılında düzenlenen “1. Marksist Çalışma Haftası”olmuştur. Enstitü’nün
kurucusu olarak kabul edilen kişi, solcu bir doktora öğrencisi olan Felix Weil’dir. Hemen
hepsi Yahudi olan düşünürler arasında çekirdek kadroyu oluşturanlar; Horkheimer, Pollock,
Löwenthal, Adorno ve Marcuse’dir. Daha dar anlamda “Frankfurt Okulu” dendiğinde
düşünceleri en belirleyici olanlar ise Horkheimer, Adorno ve Marcuse’dir.
İlk yöneticiliğini Carl Grünberg’in üstlendiği Frankfurt Okulu’nun 1923’ten 1970’lere uzanan
tarihinde hem enstitü hem de üyelerinin ilgi alanlarında olan farklılaşmalar nedeniyle
Frankfurt Okulu’nu anlamlandırmak için farklı dönemlemeler yapılmaktadır.
Frankfurt Okulu düşünürleri için, aralarında doğrudan siyasal bağlantıları (Alman Komünist
Partisi veya Sosyal Demokrat Parti üyeliği) olsa da çalışmalarında yeni bir şeyler ortaya
koymak amacıyla özerk ve bağımsız kalabilmek, vazgeçilmez bir önkoşul sayılagelmiştir. Bu
3
Çağdaş Sosyoloji Kuramları Wallece R.A., Wolf A., s.119
nokta Okul düşünürlerinin özellikle Ortodoks Marksistler tarafından en çok eleştirilen
yönüdür.
Frankfurt Okulu’nun toplumsal çözümlemeye yaklaşmasının temelinde iki önerme vardır.
Birincisi, insanların fikirlerinin içinde yaşadıkları toplumun ürünü olduğudur. Onlara göre,
düşüncemiz toplumsal olarak oluştuğundan, içinde bulunduğumuz zamanın etkisi ve
kavramsal örneklerinden bağımsız, objektif bilgi ve sonuçlara varmamız mümkün değildir.
İkinci önerme, aydınların objektif olmaya ve çalışmalarında konuyu değer yargısından
ayırmaya çabalamamalarıdır. Bunun yerine, incelemekte oldukları toplumlara karşı eleştirici
bir tavır içinde olmalıdırlar. Bu tavrın hedefi toplumsal değişim olup, insanların ne yapmaları
gerektiğinin farkına varmalarını sağlar.
Enstitü düşünürlerine göre kültür de farklı bir yere sahiptir. Kültür toplumsal iktidarların
istediği şekilde geliştirilip, insanlara empoze edilmektedir. Kitle kültürü bir baskı unsurudur
ve amacı da insanları köleleştirmektir. Kültür de bireyi hakim iktidar için bir kukla haline
getirmektedir. Kişiler, onlar için tanımlanan rolleri yerine getirmekte ve bağımlı
kılınmaktadır.
Hem Weber hem de Marx’ın kültüre yönelik eleştirilerinden yararlanarak, biçimsel
rasyonalitenin toplumda sinsi bir güç olduğunu ileri sürerler. Biçimsel rasyonalite, nihai
hedefler ve amaçlardan çok, araçlara odaklanır. Biçimsel rasyonaliteye yönelik eleştiri bir
yana, Frankfurt Okulu içindeki yakın benzerliklere ilişkin diğer boyutları ayırt edebiliriz:

Teknolojinin toplumsal yaşam üzerindeki etkisine ilgi; özellikle popüler kültürün yeniden
üretiminde.

Popüler kültürün halk yığınları üzerindeki etkisine ilgi.

Freud tarafından etkili bir biçimde açıklanan, insan cinselliğine ve kişilik oluşumuna ilgi.

İnsan bilincinin ya “parçalı” olduğu ya da “bütünlük”ü kavrayabildiği (yani, dünyanın
neo-Marxçı bir kavrayışını ve bununla gerçek özgürlüğü elde edebilme) konuların
tanımlanmasına ilgi.4
4
Kültürel Kuram, Smith P., 65-66
Theodor Adorno
Theodor W. Adorno (1903-1969) “Frankfurt Okulu” ya da “Eleştirel Teori” olarak anılan
düşünce hareketinin en önemli üyelerindendir. Ailesi ve dostlarının onu çağırdığı ismiyle
Teddie, Yahudi bir şarap tüccarı olan Oscar Wiesengrund ile Cenovalı bir aileden gelen
Korsika doğumlu Maris Calvelli-Adorno’nun tek çocuğudur. Bugün Theodor W. Adorno
adıyla tanıdığımız filozof, gerçek soyadı Wiesengrund yerine annesin kızlık soyadı olan
Adorno’yu kullanmıştır. Bunun nedeni, tahmin edileceği gibi 1930’ların Almanya’sının
koşullarıdır. Adorno’nun annesi ile onlarla birlikte yaşayan teyzesi Agathe’nin ciddi bir
müzik eğitimleri vardır. Annesi opera sanatçısı, teyzesi piyanist olan Adorno’nun çocukluğu
hep müzikle iç içe geçer.
Adorno daha on beş yaşından itibaren, aile dostları ve kendisinden on dört yaş büyük olan
Sigfried Kracauer ile birlikte klasik Alman felsefesi ve özellikle Kant okumaya başlar.
Böylece müzik dışında felsefe ile de yoğun olarak ilgilenmeye başlar. 1921’de liseyi bitirip
üniversiteye başladığında dışavurumculuk ve opera üzerine makaleleri vardır. 1922’de
Horkheimer’le tanışan Adorno,1924’te felsefe doktoru ünvanını alır. 1925’te Viyana’ya
müzik okumaya gider, ancak müziğin en büyük destekçilerinden olmasına rağmen başarılı bir
besteci olamaz ve Frankfurt’a geri döner. 5Siegfried Kracauer, György Lukacs, Ernst Bloch ve
Walter Benjamin gibi dönemin radikal yazarlarının etkisi altında Marksizme yaklaşır, ancak
herhangi bir siyasal partiye katılmaz. Düşüncesinin oluşumunda asıl önemli olan figürler,
besteci Arnold Schönberg ile Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün yöneticisi Max
Horkheimer’dır. Horkhiemer ile arkadaşlığı sayesinde Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü yani
Frankfurt Okulu ile ilişki kurmaya başlar ve 1938’de Enstitü’nün resmi üyesi olur.
Nazilerin Almanya’da iktidarı almalarından sonra İngiltere’ye ve ardından ABD’ye göç eder.
1935 yılında Columbia Üniversitesi’nden alınan davetle Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü
New York’ta yeniden kurulur. 1950 ye kadar ABD’de kalan okul, 1950’de Horkheimer ve
Adorno Batı Alman hükümetinin davetiyle Almanya’ya dönerler ve Okul’u Frankfurt’ta
yeniden kurarlar.
Adorno ile Horheimer’in çalışma ortaklığının en yoğun olduğu dönem Amerika’daki
mültecilik dönemidir. Bu dönemin en önemli ürünleri Horkheimer ile birlikte yazdığı
Aydınlanmanın Diyalektiği ve Minima Moralia’dır. Savaşın sona ermesinden bir süre sonra
5
Dellaloğlu, Besim, “Bir Giriş: Adorno Yüz Yaşında”, Adorno: Kitle, Melankoli,
Felsefe, COGİTO, Sayı 36, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2003, s.14
Adorno temelli olarak Frankfurt’a yerleşir. Ömrünün geri kalanını bu kentte Enstitü’de ve
Goethe Üniversitesi’nde çalışarak geçirir. 1969’un Ağustosunda kısa bir tatil için bulunduğu
İsviçre’de kalp krizi sonucu ölür.6
Negatif Diyalektik
Adorno ve Horkheimer için idealizm-materyalizm ikilemi aşılması gereken bir ayrımdır. Her
iki düşünür de Hegel’de ve özellikle Marx’ta bu ayrımın aşılması için önemli bir potansiyel
bulur. İdealist Hegel-Materyalist Marx şeması; Hegel, Marx ve sonrasında Frankfurt
Okulu’nun “diyalektik” anlayışından kaynaklanmaktadır. İster idealizm ister materyalizm
vurgulu olsun diyalektik bu ikilemi aşma perspektifini içinde taşır. Adorno ve Horkheimer,
özne ve nesneyi mutlak olarak ayıran kaba materyalizme ve bu ikisinin özdeşliğine dayanan
metafiziğe karşıdırlar. Ancak onlar ne materyalizmi ne metafiziği reddederler. Diyalektikte
onlara göre her ikisi de vardır.7
Adorno ve Horkheimer’ın temel çabası, tikel olana, içinde var olduğu genel (bütün) olanda bir
hareket alanı sağlamak ve genelin tikel üzerindeki hegemonyasını kırmaya çalışmaktır. İçinde
ağır basan yan olarak yanlışı barındıran ve bütününde yanlış olan genel içinde tikelin yaşama
umudu kendisinin özerkliğine bağlıdır. Burada, “genel” ile ifade edilmek istenen “toplumsal
yapı”, “totalite”, “düzen”dir. “Tikel” ise bütünün parçası veya parçaları anlamında “birey”den
“sınıf”a kadar genişleyebilen bir yelpazeyi içermektedir. Tikel genel içinde varolmak
durumundadır, onun dışında bir varoluş tikel için olanaklı değildir. Ancak söz konusu
özerkliği sayesinde tikel, genel içinde, ona teslim olmadan kendi varlığını koruyabilir ve
geneli kendi tercihleri yönünde değişime zorlayabilir.8
Adorno için özne-nesne ilişkisi, ne mutlak bir ikilem ne de mutlak birliktir. Aslında nesne ve
özne bir anlamda birbirlerinden oluşurlar, fakat hiçbir zaman biri diğerine indirgenebilir
değildir. Adorno ve Horkheimer, diyalektiği Marx ve Hegel’den farklı biçimde tanımlarlar.
Onlara göre Marx ve Hegel’in diyalektikleri iki ucu kapalı tamamlanmış diyalektiklerdir.
6
Dellaloğlu, Besim, “Bir Giriş: Adorno Yüz Yaşında”, Adorno: Kitle, Melankoli,
Felsefe, COGİTO, Sayı 36, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2003, s.14
7
Dellaloğlu, Besim, “Bir Giriş: Adorno Yüz Yaşında”, Adorno: Kitle, Melankoli,
Felsefe, COGİTO, Sayı 36, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2003, s.18
8
Dellaloğlu, Besim, “Bir Giriş: Adorno Yüz Yaşında”, Adorno: Kitle, Melankoli,
Felsefe, COGİTO, Sayı 36, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2003, s.18
Hegel’in diyalektiği burjuva devletinde, Marx’ın diyalektiği ise komünist toplumda son bulur.
Oysa Adorno ve Horkheimer için diyalektiğin tamamlanacağını düşünmek diyalektiğin
kendisiyle çelişir.
Adorno, diyalektiğin, çelişkiyi değilleyerek ulaştığı sentezi de en az çelişkinin kendisi kadar
olumsuz bulur. Bunun içine neredeyse tüm felsefi çıkarımlar dahil edilebilir. Ona göre,
diyalektiğin geçerli kılınabilecek işletimi, sentezin de olumsuzlanmasıdır. Ancak bu yolla
ileriye bir adım daha atılabilir, hakikate biraz daha yaklaşılabilir, çünkü hakikat, kendisine
ulaşılabilir olan bir şey değildir. Adorno’nun diyalektiği bu nedenle, negatif diyalektiktir.
Çelişkinin, veya olumsuzlamanın olumsuzlaması, diyalektiğin temel özelliğidir. Adorno,
diyalektiğin bu özelliğinin yitirilmesini arzulamaz. Fakat diyalektikte onun rahatsız edici
bulduğu yan, olumsuzlamanın olumsuzlanmasının da yeni bir özdeşlik düzeyi kurmuş
olmasıdır. Onun amacı, diyalektiğin kendi temel niteliğini koruyarak, onu bu kusurundan
arındırabilmektir. Adorno, asla ‘mutlak’ arayışı içinde olmaz. Mutlağa ulaşmaya çalışan,
ulaştığını iddia eden her sistem yanılgıdan başka bir şeye açılamaz. Bu nedenle büyük
sistemler onun tarafından kabul edilebilir değildir. Büyük ontolojiler, büyük epistemolojiler,
büyük ahlâk; bunların her biri belirli bir özdeşlikten hareket ederler. Mutlağa erişmek için
özdeşlik, mantığın doğası gereği vazgeçilmez olandır. Ancak hiçbir özdeşlik yoktur ki,
sarsılmaz olabilsin. Adorno’nun mutlağı reddi bu noktaya dayanır. Adorno’ya göre.
Olumsuzlanan, geçip gidene kadar, ortadan kaldırılana kadar olumsuzdur, diyor Adorno.
Olumsuzlamayı olumsuzlamak ise olumsuzlananın tersini getirmez, ancak olumluymuş gibi
görünen bir yanılgı getirebilir. Bu sadece olumsuzlamanın yeterince olumsuz olmadığının bir
kanıtını verir. Oysa diyalektiğin su yüzüne çıkarmış olduğu çelişkiyi dindirmek özdeşliğin
özdeşmezliği nedeniyle çelişkinin ne demek olduğunu unutturuverir. Adorno diyalektiğe bir
adım daha attırmak ister, özdeşliği de reddeder.
Adorno’nun “negatif diyalektik”inde diyalektik özdeşsizliğin farkında olmayı içerir.
Diyalektikte ”sentez” adımı “özdeşlik”i, “tez-antitez” adımı “çelişki”yi ima eder.Adorno’nun
negatif diyalektiğinde “özdeşlik”, “çelişki”nin bir başarısı değil,tersine günahı,ayıbı olarak
görülür.
Adorno’nun negatif diyalektiğinin ürünü olan parçacıklarda, hiçbir şey olduğu gibi ya da
göründüğü gibi değildir. Her şey aynı zamanda zıddını da söylüyor gibidir. Bir bakıma
dışavurum, zıddın açığa vurumudur. Nietzsche’nin dinin yanlışlığına işaret etmesi gibi
Adorno da toplumun yanlışlığını dışavurur. Adorno, Minima Moralia’daki tersyüz
etmeleriyle, ‘inceliğin’ gizlediği sinsiliği, ‘nezaketin’ gölgesine sığınmış kabalığı, cömertliğin
sakladığı çıkarcılığı gösterir. Toplumsal yaşayışın reçetesi olarak önerilen ‘kolektif’ de
toplumun sahteliğinin bir ifadesi olarak görülür. Adorno bu noktada, ‘kolektif’in yerine,
bunun zıddını, ‘monad olarak birey’i önerir.9
Hem tüm coğrafyaya yayılmış savaşla çalkalanan Dünya’nın hali hem de soykırımlara
dayanan vahşet karşısındaki aydınların çaresizliği, ideolojilerin taşıdığı umutlara olan inancı
iyiden iyiye azaltmıştır. Müspete doğru bir ilerlemeyi zaten reddeden Adorno, bu çaresizliği
ideolojinin temelini oluşturan tarih felsefesini eleştirerek aşmaya çalışmıştır. Adorno, tarihin
zamanla olan ilişkisini de bir hastalık – sağlık diyalektiği üzerinden kurar. Hastalık – sağlık
diyalektiğinin içinden ölüm – dirim diyalektiğini çıkarır. Nasıl büyüyen, ilerleyen her şey
hastalıklı görünüyor ise sağlık da ancak ölüme götüren bir sağlık olabilir. Adorno bunu şöyle
ifade ediyor: “Ölüm yatıyor bugünün geçerli sağlığının altında.” Negatif diyalektiğin tersyüz
etme biçimiyle düşünüldüğünde, önerme şu biçimi alabilir: Dirim yatıyor bugünün
hastalığının altında.
10
Bu nedenle Adorno’nun tarih felsefesi, tarihin eşyada beliren ifadesini
ancak hastalıklı bir ifade olarak ortaya koyar.
Nietzsche’nin teolojinin çelişkilerinden kurduğu ahlâk (ahlâküstülük) Adorno’da toplumun
çelişkilerinin diyalektiğinden çıkarılır. Adorno, teolojinin ve metafiziğin yerine “kurulmuş
toplumu” çürütür. Adorno’nun eleştirdiği toplumsal ahlâk, totolojik çıkarımlarla kurulmuş bir
ahlâktır. ‘İyi’nin ve ‘kötü’nün ötesinde bir ahlâk, toplum-üstü bir ahlâk tasarlar. Böyle bir
ahlâk, ne teolojinin içinde ne de toplumda ‘suçlunun günahları için suçsuzun kurban
edilmesi’ne dayalı mitolojik bir kalıntıyı barındırır.
Adorno’nun negatif diyalektik anlayışı, kendinden önceki tüm felsefeyle, özellikle pozitivist
felsefeyle derin bir hesaplaşmayı içerir. Bunların başında elbette pozitivist doğa anlayışı gelir.
Doğa asla bir madde ya da materyal bir oluşum olarak görülemez. Doğa bütünsel olarak
kavranamaz. Aynı tarih gibi doğa da bir bütün değildir. Dolayısıyla, felsefenin doğayı
9
10
Yaşar,2008,s.156
Yaşar,2008,s.158
maddileştirmesindeki asıl hata, diyalektiğin yanlış işletiminden kaynaklanır. Pozitivistler de,
fenomenologlar da ve hatta idealistler de ‘doğru’ – ‘yanlış’ kategorileri üzerinden bir felsefi
işleyişle doğayı ve tarihi anlamaya çalışırlar. Böylelikle, hakiki olan ile hakiki olmayan
arasında sürekli mantıksal çelişkiler keşfedilip durulur. Bunun yerine Adorno’ya göre felsefe,
neyin doğru ya da neyin yanlış olabileceğine karar verme hakkını kendisinde görmektense,
olumsuzun olumsuzlanması yolu ile elde edileni de olumlu saymayarak bunu aşmalıdır.
Adorno’da mutluluk, ahlâktan ziyade estetiğe ilişkin bir kavram olarak biçimlenir. Adorno,
Nietzsche’nin ‘iyi’nin ve ‘kötü’nün ötesine geçirdiği mutluluğu, eleştirel teori içinde ve kendi
negatif diyalektiği doğrultusunda estetiğin alanına taşır. Sanat yapıtı, ona göre, ancak kendi
hakikati içinde varolabilir. Sanat yapıtı başlı başına hakikati değil, fakat negatif hakikati
kurar, çünkü sanat yapıtı kendi birliğinde diğerlerini yıkmayı amaçlar. Hakikat, negatif
hakikat olduğu için, ona erişmenin yolu diyalektiğin değil, negatif diyalektiğin işletimiyle
gerçekleştirilebilir.11
Güzellik kavramı ise, Adorno’da, yine bir parça – bütün diyalektiğinin içinden çıkar.
Adorno’ya göre güzellik, başka hiçbir şeye yer bırakmayan, görünüşten ve tekillikten
kurtulmuş haliyle güzellik, kendini bütün yapıtların sentezinde, sanatların ve sanatın
birliğinde değil, ancak fiziksel bir gerçeklik olarak ortaya koyar. Adorno’nun anlayışında
güzelliğin evrenselliği sadece tikelin öznesinde görülebilir.
Tüm düşünce alanında olumsuzlamayı kesintiye uğratmadan diyalektik işletimi devam
ettirebilmek, hangi alan olursa olsun bir sisteme ulaşmaksızın mümkün görünmemektedir.
Sistem kurulduğunda ise, olumsuzlamalardan biri artık olumlu sayılmakta ve bir özdeşlik
durumu ortaya konulmaktadır. Dolayısıyla, Adorno’nun özlemekte olduğu olumsuzlamayı
sürekli kılma edimini gerçekleştirebilecek alan, ancak sistemlerle işi olmayan bir alan olabilir.
Böyle bir diyalektik işletimin olanaklı kılınabileceği en uygun alan, sanat alanıdır. Sanatlarda,
geçmişin olumsuzlanması, geleneğin yıkılması, malzemenin dönüştürülmesi, ‘dil’in yitime
uğratılması gibi edimler, hep diyalektik bir işleyişi takiben gerçekleşmiştir. Burada, sanatın
yitimini arayan bir sanattan bahsediliyor. Adorno’nun modern sanatta, başka bir söyleyişle
‘yeni’ sanatta gördüğü yıkım, olumsuzlama hiç kesintiye uğramaz ve özdeşliğe de ihtiyaç
duymaz.
11
Yaşar,2008,s.158
Sanat, o denli negatif diyalektik için uygun bir alandır ki olumlamayı hiç barındırmaz,
olumsuzlama ise kendi sınırlarının kapısına dek ilerletilebilir. Adorno’nun estetiğinin temel
aldığı sanatta, özne yıkılabilir, özne-nesne ilişkisi ortadan kaldırılabilir, biçim yıkılabilir,
malzeme dönüştürülebilir, biçimin, üslubun, malzemenin ve hatta dilin otoritesi yıkılabilir.
Aynen, figürün otoritesini yıkan Kandinsky gibi; biçimin tahakkümünü yıkan Rothko gibi; tek
bir notanın hakimiyet koşulunu yıkan Schönberg gibi; öznenin yaratım gücünü yıkan Kafka
gibi; ve dilin iktidarını yıkan Beckett gibi.
Negatif diyalektik bir yandan verili olanın aşılması dürtüsünü sürekli içinde taşırken, bir
yandan da, alternatif mutlak bir kurgu içermez. Ancak diyalektik, Adorno’nun söylediği gibi
mutlak olanı düşünebilmemizi sağlar. Aslında varolmayan, kuramsal olarak varolması
mümkün olmayan bir mutlak ile verili olan arasındaki ilişkiyi ancak diyalektik kurabilir. Bu
da verili, koşullu olandan hareketle bir koşulsuz, yani mutlak olanı düşünme diyalektiğidir.
Aydınlanmanın Diyalektiği
Adorno’nun Aydınlanma ve Modernlik Eleştirisi
Negatif diyalektiğin ortaya çıktığı en önemli alan Adorno için aydınlanmadır, modernliktir.
Aydınlanmanın Diyalektiği yapıtı çağımızın en güçlü,hatta acımasız akıl eleştirilerinden
biridir.Adorno ve Horkheimer tarafından İkinci Dünya Savaşı sırasında yazılmıştır. Frankfurt
Okulu’nu gerek kavramsal açıdan düşünüldüğünde geleneksel felsefeye eleştirel bakımdan bir
alternatif olarak ortaya koyan, gerekse sosyal bilimlerde başlı başına bir düşünce akımı kılan
ve ona en bilinen formunu atfeden Aydınlanma ve modernlik eleştirisi olmuştur. Bu nedenle
Frankfurt Okulu’nu veya eleştirel teoriyi her hangi bir açıdan ele alırken söz konusu eleştirel
duruşu göz ardı etmek olanaksız görünmektedir. Bu eleştirel duruşun Enstitü’nün Marksist
açılımlarını çeşitlendirmekle kalmayıp, Okul’un Marksist duruşunu dahi aşkın bir biçime
kavuşturmuştur.12
Frankfurt Okulu bağlamında sözü edilenin Batı Aydınlanması, hatta Avrupa Aydınlanması
olduğu göz önünde bulundurulduğunda, Batılı tarih anlayışının belirleyicisi olduğu ilerlemeci
tutum
12
nedeniyle, modernliğin
Yaşar, 2008, 141
Aydınlanma’dan kopuk
düşünülemeyeceği
sonucuna
ulaşılabilir. Aydınlanma’nın her şeyden önce akla dair bir oluşumdur. Çağın ortaya çıkardığı
bu ‘yeni’ akıl modeli, insanı olduğu kadar, tarihi ve doğayı ve tüm bunlar arasındaki ilişkiyi
yeniden kodlamaya başlamıştır. Eleştirel teori, Aydınlanma ve modernite eleştirisini negatif
diyalektiğin işletimi doğrultusunda yürütmüştür.13
Adorno ve Horkheimer’ın birlikte kaleme aldığı Aydınlanmanın Diyalektiği’nde Aydınlanma
projesinin çıkmaza girdiği savunulur ve tüketici kapitalizmin kültür endüstrisine ilişkin set
çekici bir eleştiri sunulur. Kendi sözleriyle:
"Aydınlanmanın tasarısı dünyanın büyüsünü bozmaktı. İstenen, söylenceleri dağıtmak,
kuruntuları bilgi yoluyla yıkmaktı. Batıl İnancı yenen anlama yetisi büyüsü bozulmuş doğaya
hükmetmelidir. İnsanların doğadan öğrenmek istediği şey, doğaya ve insanlara tümüyle
egemen olmak üzere doğayı kullanabilmektir. En geniş anlamda ilerlemeci bir düşünce olarak
Aydınlanma'nın öteden beri hedefi, insanları korkudan arındırmak ve efendi konumuna
getirmek olmuştur. Ne ki tamamen aydınlanmış şu yeryüzü muzaffer felaket alametleriyle
parlıyor.”14
Aydınlanmanın, insan özgürlüğüne getireceği ve eleştirel düşünceyi destekleyeceği
öngörülmüştür. Fakat rasyonalite, akıl ve bilimsel bilgi, kendileriyle birlikte toplumsal
yaşamanın araçsal denetimini getirmiştir. Aydınlanma akıllı bir toplum yerine, dar, pragmatik
bir rasyonalite biçimiyle belirlenen bir dünyaya yol açmıştır. Bürokratik, teknolojik ve
ideolojik güçler insan özgürlüğünü kısıtlamış ve pasif, tek tip tüketicilerden oluşan bir kitle
toplumu yaratmıştır. Buna karşılık, toplumsal elitler, bu değişimler sayesinde kendi güçlerini
sağlamlaştırmıştır.
Adorno, dönemin kavranılmasını sağlayacak en iyi zeminlerden bir olarak toplum - kültür
ilişkisini ele alır ve kapitalizmin yarattığı iktidar modelinin bir uzantısı olarak kültür
endüstrisini ve kitle kültürünü eleştirir. Adorno’nun toplum felsefesinin çıkış noktası
sayılabilecek olan modern öznenin eleştirisi ise Aydınlanmanın bir mit olarak kurulması
noktasında en keskin biçimini alır.
Aydınlanmanın kendi ideallerine ihaneti, Aydınlanmanın Diyalektiğinin ana temasıdır.
Getirdikleri toplumsal eleştiri bir bakıma modern aklın eleştirisidir. Bunun temelinde de
13
14
Yaşar, 2008, 141
Aydınlanmanın Diyalektiği, Adorno T.W., Horkheimer,2010, s.19
aydınlanmanın ulaştığı sorunlar yatmaktadır. Frankfurt Okulu’na göre aydınlanmanın vardığı
sonuç, kendi kendini imhadır ve bunun iki ana nedeni vardır. Bunlardan ilki, aydınlanmanın
aklı getirdiği noktada bireyin silinişidir. Adorno’nun deyişiyle, niteliksel olarak farklı olan ve
özdeş olmayan, niceliksel özdeşlik içinde erimiştir. Aklın yalnızca amaçlara ulaşmak için
kullanılan araçlarla tanımlanır olması yeni bir egemenlik biçimi yaratmıştır: tümelin akıl
yoluyla tikel üzerindeki egemenliği. Bu dayatma bireyce gerçekleşmiş evrensel akıl olarak
algılanmakta ve bireyin toplumsal işbölümündeki konumu dolayısıyla da sürekli yeniden
üretilmektedir. Bu bir anlamda tümelin bireyin aklını işgal etmesidir. Birey kendi varlığını
tümelin kendisine öngördüğü rollerin dışında tanımlayamaz olmuştur.
İkinci neden ise, aydınlanmanın özne ile doğayı birbirinden kesin çizgilerle ayırmasında
yatmaktadır. Mit, insanı doğaya tabi kılarken, aydınlanma doğayı insana tabi kılmıştır. Bu
mutlak ayrım insanın içinde varolduğu doğayı kendisine tamamen dışsal bir öğe olarak
algılamasına yol açmış, bu da doğanın insan için şeyleşmesine neden olmuştur. Modern
dönemde bilim ve teknoloji insanın doğa üzerindeki egemenliğinin araçları haline gelmiştir.
Doğa da egemenlik kurmak için hakkında bilgi edinilen bir nesneye dönüşmüştür. Ancak,
insan da doğanın bir parçası olarak, doğayla aynı kaderi paylaşmak zorunda kalmıştır.
Böylece, insanın doğa üzerindeki egemenliği, hem insanın hem insanın içsel doğasının ve
hem de doğanın egemenlik altına alınmasıyla sonuçlanmıştır. 15
Modern dönemde akıl, toplumun öznedeki ajanıdır. Akıl özneye takılmış bir ”protez”dir. Her
protez, içinde yer aldığı bedenin içindedir, ama aynı zamanda ona dışsaldır. Protez akıl,
modern iktidarın aracıdır. Aydınlanmanın ileri sürdüğü gibi akıl sadece ilerleme özgürleşme
değildir. Akıl aynı zamanda iktidardır. Aklın diyalektiği, onun bu iki farklı görünüm
arasındaki gerilimdir; herkese eşit uzaklıkta evrensel olarak akıl ve tikelin egemenliği olarak
akıl.
Frankfurt Okulu’nun ve Adorno’nun pozitivizme eleştirileri birkaç temel alan üzerinde
ilerlemektedir. Pozitivizm en başta yöntem anlayışı olmakla beraber, nesnellik, bilimsellik ve
hakikat meseleleri açısından eleştirilir. Önyargısız ya da ön yapılandırılmış olmaması
olanaksız olan emprik metotların, doğa ile insan arasındaki dengede belirlenim kazanan
15
Dellaloğlu, Besim, “Bir Giriş: Adorno Yüz Yaşında”, Adorno: Kitle, Melankoli,
Felsefe, COGİTO, Sayı 36, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2003, s.20
toplumsallığı açıklamayacağını söyler. Bu nedenle Adorno, her zaman, toplumbilimlerine
felsefeyi katmaksızın iş yapılamayacağını, felsefe ile toplumbilimini birleştirmenin
zorunluluk teşkil ettiğini ifade eder.
Adorno’nun önerdiği toplumbilimsel yaklaşım biçimi, belirli bir yöntem ile ele alınan
öznenin, yine bu yöntem ile bir birlik içinde yapılandırılmasının gerekliliğine işaret eder.
Adorno, varolan işleyişin, sistemin yerine soyut bir alternatif oluşturmak, karşısına onun
zıddını yerleştirmek veya eskisinin yerine yeni bir ilke önermek yerine, varolanı kendisiyle
yüzleştirmeyi, çelişkilerini görmesini sağlamayı dener. Çelişkiler açığa vurulduğunda toplum
da kendisiyle yüzleşmiş olacak ve toplumsal mesele bir nesnellik iddiasının kisvesinde değil
fakat en saf ve açık haliyle görünür kılınacaktır. Onun değilleyici bakış açısının diyalektik
işletimi, bu sayede, en belirgin halini, toplumu kendi suçuyla, günahıyla yüzleştirmek biçimde
vücut bulmaktadır.
Adorno’nun negatif diyalektik aracılığıyla, Aydınlanmaya ve modernliğe bakışıyla ortaya
koyduğu, toplumu kendi günahıyla baş başa bırakmadan, kendisinin dışından değil, kendi
içinden bir mekânda değerlendirmeden koşulsuz bir masumiyet doğrultusunda özerk ve özgür
kılınamayacağıdır. Adorno’da böyle bir diyalektiğin işletilebileceği en uygun alan hiç
kuşkusuz sanattır.16
Aydınlanmanın Diyalektiği projesinin gösterdiği üzere, Aydınlanma düşüncesi kavramsal
zeminde kalmamış, siyasette, kültürde, kentte, kısacası toplum yaşantısına dair her alanda,
kitlelerin aldatılmasına yönelik bir ‘anlatı’ olarak biçimlenmiştir. Aydınlanma, bir erginleşme
durumu olmaktan ziyade, aklı araçsallaştıran bir ‘kurmaca’, hatta bir ‘yalan’dır. Bu yalana
ortak oluş, başka bir deyişle onun hakikiliğine kanma ise modern toplumun bir kabahati
sayılmaktadır. Ancak Adorno ve Horkheimer, Kültür Endüstrisi ile Aydınlanmayı
ilişkilendirdikleri, doğrudan toplumu suçlamak yerine, Aydınlanmacı düşüncenin ve
modernliğin kurduğu kültür anlayışını hedef alırlar. Sözü geçen mit’in toplumdaki kültürel
karmaşa olarak imlediği durumun hiç de inandırıcı olmadığı, çünkü kültür denilen olgunun
artık, benzerlik ilkesinden hareket ettiği ifade edilir: “Kültür her şeye benzerlik bulaştırır”.
Kültür endüstrisinin kuran ise Aydınlanma söylencesinin damarlarında gezinen, benzeştirici,
tek tipleştirici ve nihayetinde kendisi de bir mite dönüşen modern kültür tanımıdır. İnsan da
16
Yaşar, 2008, s.148
biricikliğini kaybetmiş ve mekanik üretim çağında her özne bir diğerinin aynısıdır. Herkesin
olduğu yerde ise kimse kalmamıştır, özne tükenmiştir.
Modern dönemde sanat, tam da Adorno ve Horkheimer’in kullandıkları alegoride olduğu gibi,
Aydınlanmanın
araçsalcı
aklın
dışladıklarının
olumlanacağı
biricik
mekân
olarak
belirmektedir. Adorno modern sanatın olumsuzlayıcı yönünü onun özerkliğinde ve
diyalektikliğinde bulur. Özerk sanat, burjuva sanatının aşırı rasyonelliğinden farklı olarak akla
uygunluğu değil, yeni bir aklın olanaklılığını ortaya koyar. Sanat bu biçimiyle bir söylence
olarak ilerlemeyi sürdürmeye değil, olup biteni, varolanı olumsuzlamaya, onun günahlarını
yüzüne vurmaya yönelir. Sanatın miti, Aydınlanmanın mitinden bu anlamıyla farklılaşır.
Sanatın yolu ne duygulardan, duyulardan, gövdeden kendini koparıp saf anlamın boşluğunda
yüzmektir, ne de zihnin gözünü köreltip akıldışı, ahlâkdışı bir anlamsızlığa dalmaktır –
sanatın yolu, bu ikisi arasındaki ince, zor, hayati bağlantıları açık tutmaktır.
Modernliğin yarattığı Aydınlanma adındaki mit ise insan aklını araçsallaştırarak eylemlerin
temeli olan niyeti yok saymış, kültürü başkalaştırarak ticarileştirmiş, insanın tüm çıkarlarını
ekonomik önceliklere indirgemiş, toplumu kitle olarak tek ve bütün bir müşteriye
dönüştürmüş ve tüm bunların yanı sıra Yahudi düşmanlığını körüklemiştir. Aydınlanmanın
Diyalektiği
projesiyle Adorno’nun ortaya koyduğu, Aydınlanma mitinin üst üste
yerleştirilmiş bu maskelerini isimlendirerek, görünür bir surete büründürmeye çalışmak
olmuştur. Savaş ve soykırım ise bu maskeleri düşürüp, görünmez kılmaya yetip de artmıştır
bile.
Kültür Eleştirisi ve Toplum
Adorno’da kültür eleştirisi ile toplum eleştirisini birbirinden ayırmak veya ayrı ayrı yerlerde
değerlendirmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Çünkü, ontolojik açıdan bakıldığında
Adorno’da kültür, toplumu; toplum da kültürü kuran, belirleyen bir yapıda ele alınmaktadır.
Başka bir deyişle Adorno için kültür eleştirisi, eleştirel teorinin topluma yönelik
çözümlemesinin bir ürünüdür.17
17
Yaşar, 2008, s.107
Kültür eleştirisinin sosyal teori bakımından açılımlarına bakıldığında, Marx’ı sonralayan,
kapitalist üretim modellerinde gerçekleşen değişimlerin ve dönüşümlerin sonucunda ortaya
çıkan yeni toplumsal oluşumların yorumlanmasının etkili olduğu söylenebilir. Adorno,
Marcuse ya da Habermas gibi diğer eleştirel teorisyenlerden kısmen farklı olarak söz konusu
toplumsal dönüşümleri estetik, sanat ve kültür alanlarında düşünmeyi tercih etmektedir.
Bunun kaynağında, Adorno’nun felsefi duruşunun kuvvetli etkisinin ve bir filozof olmasının
yanı sıra bir müzikolog olarak estetiğe duyduğu yoğun ilginin yattığı görülmektedir. Bu
nedenle, kültür eleştirisinin, dolayısıyla da toplum eleştirisinin Adorno’da en belirgin olduğu
yerler bu estetik alanlardır.
Adorno, müziğin dönüşümlerini toplumun dönüşümüyle ve
toplumun dönüşümünü de müziğin dönüşümleriyle açıklamaktadır.
Kültür Endüstrisi
Adorno ve Frankfurt Okulu düşünürlerinin dizgesinde, kültür kavramının metalaşması
üzerinden düşünülerek kültür endüstrisinin bir parçası olarak ele alınmasının temelinde,
kültür, teknoloji ve siyaset kavramlarını birlikte düşünmeleri olduğu ileri sürülebilir. Bu
birlikte düşünmenin kaynağında elbette dönemin siyasi toplumsal gelişmelerinin etkisi
yadsınamaz. Bunların içinde en önemlisi, II. Dünya Savaşı’nın oluşturduğu toplumsal siyasi
ortam, Nazi Almanyasının faşist baskıları ve Frankfurt Okulu düşünürlerinin pek çok kez
konu edindikleri Auschwitz deneyimidir. Bununla beraber, Adorno’nun içinde bulunduğu bu
düşünürlerin çoğu Almanya’yı terk etmek zorunda kalarak ABD’ye göç etmişler ve savaş
sonrasında yine Adorno’nun da dahil olduğu bazıları Almanya’ya geri dönmüştür. Bu zorunlu
göçün yol açtığı deneyimlerle düşünürler, farklı toplumları, toplum modellerini, iktidarları ve
hatta dilleri karşılaştırma olanağına kavuşmuşlardır
Adorno’nun negatif diyalektiğinin en belirgin olduğu alanlardan biri Horkheimer’le birlikte
kaleme aldığı Aydınlanmanın Diyalektiği metnindeki kültür eleştirisidir. Adorno’nun buradaki
eleştirileri birkaç alana birden yönelir. Bunlardan bazıları, kültür, kültür endüstrisi, modern
toplumdur. Adorno modern toplum eleştirisini kültür ve endüstri kavramlarının birlikteliği
üzerinden yapar.18
18
Yaşar,2008,s.116
‘Kültür endüstrisi’ terimi ilk kez 1947’de Horkheimer’la ortak yayımlanan Aydınlanmanın
Diyalektiği adlı kitaplarında kullanılmıştır. Müsveddelerde “kitle kültürü” terimini kullanmış
olsalar da bunun, kitlelerden kendiliğinden çıkan bir kültür sorunu olduğu ya da popüler
sanatın çağdaş formu sayılması ihtimalinin ortaya atılmasına karşı kültür endüstrisi terimini
kullanmayı seçmişlerdir. Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği’nden çok daha sonra kaleme
aldığı “Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken” adlı makalesinde, kitlenin asla kültür
endüstrisinin ölçütü olmadığını, bunun yerine ideolojisi olduğunu öne sürer. Adorno’nun
burada ideolojiden kastının kültürün metalaşması olduğu söylenebilir ki bu da onun
eleştirisinin mihenk taşıdır.
Adorno için, toplumsal devinimler kendiliğinden gerçekleşen bir biçim taşımazlar.
Dolayısıyla bu devinimlerin belirleyicisini dışarıda aramak gerekecektir. Söz konusu arayışın
Adorno’yu götürdüğü yerin ‘iktidar’a bağlı sosyo-ekonomik üstyapı olduğu görülmektedir.
Ancak, bu nokta daha ziyade kültür endüstrisi teriminin ‘endüstri’ kısmı ile ilgilidir.
“Endüstri” terimi doğrudan doğruya üretim sürecini değil. kültürel malın standardizasyonunu
ve dağıtım tekniklerinin rasyonelleştirilmesini anlatmak amacıyla kullanılmaktadır. Her ürün
bireysel bir hava taşır, bireyselliğin kendisi, bütünüyle şeyleştirilerek sunulan nesnenin
dolaysızlıktan ve hayattan kaçıp saklanılacak bir sığınak olduğuna dair bir yanılsama
yaratıldığı ölçüde ideolojinin güçlenmesine yarar. Kültür endüstrisinin işleyiş yöntemleri ve
içeriği insani olmaktan ne kadar uzaklaşırsa, o kadar gayretli ve başarılı bir şekilde sözde yüce
kişilikleri yaygınlaştırır ve başarıyla işgörür. Bu terim teknolojik rasyonalleştirmeyle aktüel
anlamda üretilen herhangi bir şey olarak değil, daha çok sosyolojik anlamda, herhangi bir şey
üretilmediği zaman dahi – büro işlerinin rasyonelleştirilmesi gibi- endüstriyel örgütlenme
formlarının ortaklaştırılması anlamında endüstriyeldir. 19
Kültür endüstrisi eski olanla tanıdık olanı yeni bir nitelikte birleştirir. Kitlelerin tüketimine
göre düzenlenen ve büyük ölçüde o tüketimin yapısını belirleyen ürünler, tüm sektörlerde az
çok bir planla üretilir. Tüm sektörler yapısal olarak benzerdir ya da en azından birbirlerinin
açıklarını kapatarak, neredeyse tamamen gediksiz bir sistem oluştururlar. 20
19
ADORNO, Theodor, “Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken”, Adorno: Kitle, Melankoli,
Felsefe, COGİTO, Sayı 36, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2003, s.78.
20
ADORNO, Theodor, “Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken”, Adorno: Kitle, Melankoli,
Felsefe, COGİTO, Sayı 36, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2003, s.76-77.
Adorno kültür endüstrisi sisteminin özellikle liberal sanayi ülkelerinden doğduğuna işaret
eder. Liberal sanayi ülkelerinin kendine özgü kitle iletişim yöntemleri, radyo, sinema, dergi
ve hatta caz müzik194 gibi araçları sermayenin genel yapısına tabi tutulmaktadır. Sermayenin
genel yapısı ile Adorno’nun kast ettiği, “kitlenin tüketici olarak kurulması”dır. Kitle tüketici
olarak kurulduğu andan itibaren, kültür endüstrisi bir eğlence sektörüne dönüşmektedir.
Adorno’nun altını kuvvetle çizdiği metalaşma durumu, onun kültüre hangi anlamda baktığının
da bir göstergesidir. Adorno kültürün en önemli parçası olarak gördüğü sanatsal ve düşünsel
üretimin yanı sıra en çok, kültür endüstrisinin araçları olarak, tüm kitle iletişim araçlarını,
özellikle de radyoyu ve sinemayı yerer.
Kültür endüstrisi kasıtlı olarak tüketicileri kendine uydurur. Binyıllardır aynı duran yüksek ve
düşük sanat düzeylerini, her ikisinin de zararına bir araya gelmeye zorlar. Yüksek sanatın
önemi, yararı konusundaki spekülasyonlarla yok edilirken, düşük sanatın önemi de içinde
barındırdığı isyancı direniş özelliğine dayatılan medeni sınırlamalarla yok edilmektedir.
Böylece, kültür endüstrisi yöneltilmiş olduğu milyonların bilincini ve bilinçaltını koruyor
olmasına rağmen, kitleler birincil değil, ikincil role düşerler ve hesaplanabilir nesneler,
makinenin tali parçaları olurlar.
Tüketici, kültür endüstrisinin bizi ikna etmeye çalıştığı gibi hükmedici ya da özne değil aksine
nesnedir. Gerçekte ne öncelikle kitlelerle, ne de iletişim tekniklerinin gelişimiyle bir ilgisi
vardır, aksine onları dolduran ruhla, sahiplerinin sesiyle ilişkilidir. Kültür endüstrisi kitlelerle
ilişkisini kötüye kullanarak, verili ve değişmez sayılan bir zihniyeti çoğaltmaya ve
güçlendirmeye çalışır. Her ne kadar kültür endüstrisi kitlelere uyum sağlamadan
varolamayacak olsa da, kitleler onun ölçütü değil ideolojisidir.21
Tüketici bilinci kültür endüstrisi tarafından satılan eğlence reçeteleriyle, kültür endüstrisinin
faydaları konusunda pek de gizli saklı olmayan bir şüphe arasında ikiye bölünmüş
durumdadır. Tüketiciler adeta kendilerinden nefret ederek, göz kapaklarını kapanmaya,
seslerini onaylamaya zorlarlar, ne için üretildiğinin eksiksiz bir bilgisiyle, haksızca önlerine
konanı alırlar. Kabul etmeseler de, hiçbir değer taşımayan tatmin edici mallardan uzak
kaldıklarında hayatlarının iyice çekilmez olacağını hissederler.
21
ADORNO, Theodor, “Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken”, Adorno: Kitle, Melankoli,
Felsefe, COGİTO, Sayı 36, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2003, s.76-77.
Endüstrinin kültürel malları ise, özgül içerikleri ve yapılarındaki uyuma göre değil, piyasada
gerçekleşen değerlerine göre yönetilir. Tüm kültür endüstrisi pratiği, kâr güdüsünü dolaysız
olarak kültürel formlara aktarır. Bütünüyle baskın çıkamayan ve daima çeşitli etkilerle
biçimlenen sanat eserinin özerkliği, kültür endüstrisi tarafından, denetim mekanizmasının
iradesi dahilinde ya da dışında, bilinçli bir biçimde ortadan kaldırılır. Sonuçta, kültür
endüstrisinin, kökeninde yatan kar güdüsü ideolojisini dört bir yana saçmasına bile gerek
kalmamıştır. Bizzat kâr güdüsü onun ideolojisinin nesnesi haline gelmiş ve her koşulda yerine
getirilmesi gereken, kültürel malların satılma zorunluluğundan bile bağımsızlaşmıştır. Kültür
endüstrisi birer birer şirketlerden ya da satılabilir nesnelerden bağımsız olarak halkla
ilişkilere,kendi başına ”itibar” üretimine yönelmiştir. Böylelikle ortaya, de facto bir
ulaşma,tüm dünya için üretilen reklamlar çıkmış ve kültür endüstrisinin her ürünü kendi
kendisinin reklamı haline gelmiştir.
Kültür endüstrisinde ilerleme olarak gösterilen, sürekli yeni diye yüceltilen her şey, başsızsonsuz bir aynılığı gizlemektedir; bu bağlamda değişimler, kültüre ilk egemen olduğu günden
beri kâr güdüsü ne kadar değiştiyse o kadar değişmiş olan bir iskeleti maskelemektedir.
Kültür endüstrisinin en azimli savunucuları bu endüstrinin tutumunu düzenleyici bir etki
olarak gösterirler. Kaos içinde olduğu söylenen dünyada insanlara bir nevi konumlanma
ölçütü vermesi bile tek başına takdire değer sayılır, oysa savunucularının kültür endüstrisinin
koruduğunu hayal ettiği şey, aslında onun tarafından tamamıyla yok edilir. İnsanların birbirine
yakınlaştığı meyhaneler ve kahvehaneler,renkli film tarafından bombalardan daha keskin bir
biçimde yerle bir edilir.
Kültür endüstrisinin insanlara empoze etmeye çabaladığı düzen kavramları daima statükonun
kavramları olmuştur. Onları kabul edenlerin gözünde hiçbir anlamları kalmasa bile,
sorgulanmaz, çözümlenmez, diyalektik olmayan bir şekilde varsayılmış olarak kalırlar. Kültür
endüstrisi şöyle der: Neye uyacağınız belli olmasa dahi uyacaksınız; gücüne ve her an her
yerdeliğine bir refleks olarak, herkesin öyle ya da böyle düşündüğü şeye, öyle ya da böyle
varolana uyum sağlayacaksınız. Kültür endüstrisinin ideolojisi o kadar güçlüdür ki bilincin
yerini “uygitsincilik” almıştır.
Adorno’nun kültür endüstrisi üzerinden toplumu anlamlandırma çabasının götürdüğü diğer bir
nokta ise söz konusu toplumsal ilişkilerin hem bir gerçekleşme zemini olarak hem de bu
ilişkileri kısmen de olsa üretimini belirleyen bir etken olarak mekân konusudur. Toplumsal
ilişkilerin oluşma ve üretilme mekânı olarak kentler, özellikle de kapitalizmin bir üretimi
olarak toplumun ve toplumsal ilişkilerin endüstriyelleşmesi açısından bakıldığında metropol
sorununu karşımıza çıkarır. Kapitalizmin oluşturduğu tüketim modelleri, öncelikle kendisine
tüketimi sağlayacak bir kitle oluşturmayı sonra da onları olabildiğince yakınında ve bir arada
tutmayı ister. 20. yüzyılın başında tüm marketleri bir araya toplayan büyük alışveriş
merkezlerinin ve bunun yanı sıra insanların bir arada ve benzer koşullarda ikâmet etmelerini
sağlayan büyük yapıların, gökdelenlerin ortaya çıkması, aslında bu tüketim modelinin işleyiş
tarzının bir işaretidir. Başka bir deyişle kent ya da metropol, böyle bir büyüme sayesinde
pazara, kentte yaşayan kişiler de hedef kitleye dönüşmüştür.22
Adorno’nun Estetik Kuramı
19 yüzyılda pozitivist bir bilim olarak kurulan sosyolojinin sanata uygulanmasının da aynı
tarzda olacağı anlaşılır bir şeydir. Aynı yüzyılda pozitivizmin karşısında yer alan Marx ve
Engels’in temsil ettiği tarihsel materyalizm, bu karşı olmaya rağmen tarihsel toplumsal varlık
alanının yasallığını savunmakla pozitivizme benzer bir tavır sergilerler. Marx ve Engels’in
sanat ve edebiyat üzerine düşünceleri tarihsel-maddeci bir genel görüşün bir özel alanda, sanat
alanında yansımalarıdır. Ne var ki Marx ve Engels’in sanata ilişkin düşünceleri, sanat-toplum
ilişkisini çepeçevre kuşatan, birlikli bir kuram olma aşamasına varamamış, mektuplarında,
yapıtlarının şurasına burasına serpiştirilmiş, dağınık düşünceler olarak kalmıştır.
Marksist sanat kuramının 20.yüzyılın başında Plekhanov’la ortaya çıktığı söylenebilir.
Üstelik onun kuramı sanat sosyolojisi için de önemli ipuçları verir. Plekhanov’a göre, “her
ideolojinin-sanatla edebiyat da girer buna- belli bir toplumun ya da bölümlü bir toplumda
belirli bir sınıfın ruhsal durum ve eğilimlerini belirteceği açıktır. O halde “eleştirmenin ilk
görevi belli bir eserdeki düşünceyi, sanat dilinden toplumbilim diline çevirmek, belli bir
edebiyat olgusunun toplumbilimsel karşılığını ortaya koymaktır.”23
Marksist gelenek içinde yer almakla birlikte, birçok bakımdan Ortodoks Marksizmdn ayrılan
Frankfurt Okulu düşünürlerinden Özellikle Adorno ve Marcuse’un sanat-toplum ilgisi üzerine
düşünceleri, 20.yüzyılda ufuk açıcı olmuştur. Zamanlarının Nazi Almanyası’nda toplumdan
umut kesilmiştir; umut bireydedir. Onlara göre,özgürlükçü olmayan toplumda baskıcı kültür
22
23
Yaşar,2008, s111
Sanat Sosyolojisi, Kuram ve Uygulama,Soykan Ö.N., s.19
egemendir. Bu nedenle her ikisi de sanat ve kültürü özgürlükçü bir toplum için model
almıştır.
Adorno’nun Estetik Teori metni, onun külliyatının son ve en kapsamlı mirasıdır. Metnin
yayımlanma yılı olan 1970, onun ölümünden hemen sonraki döneme denk düşer. Bu
bakımdan metin, aslında yarım kalmış bir metindir. Ancak bu niteliği karşısında bile Estetik
Teori, aslında Adorno’nun tüm yaşamı boyunca ortaya koymuş olduğu kuramsal çalışmaların
temel aldığı hemen hemen tüm meselelere referans olması, anlaşılamamış konuların daha
anlaşılır kılınması, ortaya atılmış kimi fikirlerin bir adım daha geliştirilmesi bakımından,
bütün çalışmalarının da tamamlayıcısı olarak görülebilir.
Adorno’nun estetik kuramı, aslında ne başlı başına bir estetik, sanat tarihi, ne de kuramsal bir
felsefeye, sosyolojiye tekabül eder. Adorno’nun estetik kuramı bunların tümünden
mütevellittir. Ancak Adorno’nun müzik kuramı, onun estetiğinin en temel taşıdır. Sanatların
tümüne bakışında, müziğin onun için paradigma işlevi gördüğü hissedilebilir. Resme,
tiyatroya, edebiyata, görsel sanatlara yaklaşımında müzik kuramının oluşturduğu kategoriler,
hep bakış açısında içrek biçimde yer alırlar. Müzik kuramı ve müzik sosyolojisi birbirini ne
kadar destekliyorsa, Adorno’nun sanata yöneliminde felsefi olan toplumsal olanı, toplumsal
olan estetik olanı sürekli besler.
Adorno’ya göre sanat toplumun yansıması değildir; tersine sanat toplumla yaptığı anlaşmayı
her defasında fesh etmelidir. Bunun anlamı şudur: Örneğin Beethoven müziği zamanı için
devrimcidir. Ama ne zamanki toplum onu benimser, yani sanat toplumla anlaşma içinde olur,
o zaman bu müzik devrimciliğini yitirir. Bu nedenle sanat toplumla yapılan anlaşmayı fesh
etmek zorundadır. Sanatın toplumla kurduğu bağıntıda ortaya koyduğu şey, toplumsal değil,
tersine sanatsal bir şeydir. Sanat toplumu yansıtan, onun ardından giden bir şey değil, tersine
toplumu belirleyen, biçimlendiren bir işleve sahip olmalıdır.
Adorno, zamanında başlıca olarak Schönberg’in ortaya koyduğu atonal müziği benimser. Bu
müzikte, düşlediği toplum için şu özelliği bulur: Schönberg’in kullandığı on iki ton
tekniğinde, armonik müzikteki gibi diğer tonlar üzerinde egemen olan, böylece armoniyi
sağlayan bir ton yoktur. Adorno bu müziği, düşlediği toplum için bir model olarak görür. Bu
toplumda düzen adına bireyleri baskı altında tutan bir iktidar olmayacak, ama buna karşın
toplum düzeni sağlanacaktır. 24
Adorno’nun Müzik Sosyolojisi
Adorno, felsefe eğitiminden önce, Viyana’da müzik eğitimi almış ve tüm yaşamı boyunca bu
alandaki çalışmalarını sürdürmüştür.
Çoğu müzik türü, yaşadığımız dönemde, bir meta karakteri taşımakta; müzik kullanım
değerinden çok, değişim değeri olarak ortaya çıkmaktadır. Gerçek ikilem, hafif müzik ile
ciddi müzik arasında değil, piyasa yönelimli müzik ile böyle olmayan müzik arasındadır.
Adorno’ya göre, standartlaştırma ve sözde-bireylik popüler müziğin en önemli özelliklerini
oluşturur. Müzikte alışılmış ve bilinen şeylerin algılanması kitle dinleyicisi için esas olur. Bu
daha gelişkin düzeyde bir zihinsel dinleme ve izleme yerine, kendisi bir amaç durumuna
gelmiş müzik dinleme biçiminin oluşmasına yarar. Belirli bir formül bir kez tuttu mu, endüstri
bunu tekrar tekrar kullanıp durur ve sonuçta müzik bir tür toplumsal “maya” haline gelir. Bu
“mayalanmış” toplum, “atomsal” bölünmez bir yapıya sahip olur ve iktidar, onu istediği yöne
sürükleyebilir.25
Adorno müziğin bir süreç olarak diyalektik analizini şöyle yapar:
1.Üretim: Yaratma süreci. Gerçek müziksel özne birey değil, yaratıcının bireysel yetenekleri
ile ona geçmişten miras kalan her şeyin toplamıdır.
2. Yeniden-üretim. Önceleri müzik dışı bir gelişme olarak değerlendirilen teknoloji, yaratım
sürecinde kullanılmakla müziğin içsel gelişimi ile buluşmuştur. Eğer sanat yapıtının
kendisinin yeniden üretimine dönüşüyorsa, yeniden üretim de sanat yapıtına dönüşebilir.
3. Algılama: Müziğe akılcı ve eleştirel bir tepki verebilme yeteneği her geçen gün
azalmaktadır.Bunun nedeni kitlenin sürekli olarak daha önce alıştığı, alıştırıldığı biçimlerin
bombardımanı altında kalmasıdır.26
Adorno ,üretim ve algılama açısından öncü müzik ile popüler müziğin farkını ortaya koyar.
Buna göre üretim açısından değerlendirildiğinde öncü müziğin her ayrıntısı, kendi müziksel
anlamıyla somut bütüne bağlı ve dikkatli biçimde geliştirilen temalarla sıkı ilişki içindedir.
24
Sanat Sosyolojisi, Kuram ve Uygulama,Soykan Ö.N., s.20
Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum, Delllaloğlu,B.F.,S.90
26
Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum, Delllaloğlu,B.F.,S.91
25
Biçimsel yapı ve temalar arasında uyum ve tutarlılık söz konusudur. Popüler müzikte ise
müzik kompozisyonu tanıdık bildik yollar izler ve özgünlük düzeyi yetersizdir. Bütünsel yapı
ve ayrıntılar arasında bağ yoktur. Melodik yapı katıdır ve sürekli kendini yineler.
Doğaçlamalar sınırlıdır ve yeni özgün normlar yerine egemen normlar tercih edilir.
Algılama açısından bakıldığında öncü müzikte bütünü anlamadan, parçaları anlamak olanaklı
değildir. Müziğin anlamı sadece bir farkına varma, örnek olarak başka bir parçayla
özdeşleştirme biçiminde kavranamaz. Müzik bir çaba ve yoğunlaşma gerektirir Müziğin
estetiği, günlük yaşamın sürekliliğini kırar ve hatırlamayı teşvik eder. Popüler müzik ise kolay
anlaşılabilir türler şeklinde standartlaşmıştır. Bütün, daha algılama öncesi bilinmektedir.
Müzik dinlemek pek önemli bir çabayı gerektirmez. Dinleyici müziksel deneyimin
gerçekleşeceği bazı modellere şartlanmıştır. Bütün değil, tarz ve ritim önemlidir. Müziğin
anlamı kabullenmeyle sonuçlanan bir farkına varma şeklinde kavranır. En iyi en başarılı
müzik sürekli tekrar edene uyumlu olandır. Müzik, toplumsal bilinç üzerinde uyutucu bir etki
bırakır. Günlük yaşamda sürekliliği güçlendirir ve şeyleşmiş yapısı unutkanlığı teşvik eder.
Her sanat gibi bir gerçekliğin görünüşü olan müzik, görünüş değil de gerçekliğin kendisi
olunca, artık ideoloji olur. Bu durum müziğin kendisini toplumda kullandırması durumudur. 27
Toplumla uyuşma, anlaşma durumunda müzik ne özerk ne de özgürdür. Özgürlük için
anlaşmanın iptali gerekir. Bu iptal de ancak ve ancak müzik (sanat) tarafından yapılabilir.
Toplumsal olanı müziksel biçimlerde içselleştiren müzik, bu suretle topluma karşı çıkar.
Müzik bu içselleştirmede ve toplumla kavgalı olmasında kendi özerkliğini elde eder. Topluma
kayıtsız olmakla değil.Ama müzik, bu kendi hakikatini topluma geri verir. Bu bakımdan
müzik sosyolojisi ideolojik içerikle ve müziğin ideolojik etkisiyle ilgilendiği ölçüde,
toplumun eleştirel bir öğretisi olur.Bu müzik sosyolojisine müziğin hakikatini araştırma
yükümlülüğü yükler. 28
Sözcük anlamıyla sesler arasındaki uyum demek olan armoni, geleneksel tonal müziğin temel
bir öğesidir.Tonalitede, çok ve farklı sesler,bir müzik parçasında bir ana ton ekseni etrafında
birleştirilerek uyum elde edilir.Bu ana ton,aynı zamanda egemen tondur; çoklukta birliği
sağlayan öğedir. Bu şekilde anlaşıldığında her armoni, bir egemenlik ilişkisinin sonucudur.Bu
tonal düzeni yıkarak,kromatik dizideki on iki notaya yeni bir sıralama getiren Schönberg,
27
28
Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum, Delllaloğlu,B.F.,S.93
Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum, Delllaloğlu,B.F.,S.95
20.yüzyıl müziğini temelden etkiler.
29
Belirlenen on iki notadan hangi dizinin oluşturulacağı
tükenmez olasılıklarıyla bestecinin yaratım gücüne olanak tanıyan bu teknik Adorno’nun
müziği merkeze aldığı felsefe müzik ilişkisinde negatif diyalektiğe ilham veren atonal
müziktir. Adorno Schönberg’in müziğinin en büyük savunucusudur.Onun müziğinde kendi
felsefesini imge olarak keşfeder.
Adorno, estetik anlamda müzik ile müziğin tarihsel-toplumsal belirlenimi ve algılanışı
konusuna yönelttiği düşünceler birliğini sosyolojik bir sistematiğe oturtmak ister. Adorno’nun
ilk aşamada müziğe yönelen estetik ve kavramsal bakışı, müziğin toplumla ilişkisi boyutuna
taşındığı andan itibaren, tarihi, siyasi, ideolojik ve sınıfsal dinamiklerle beslenen bir
kavrayışla birlikte ele alınmaya başlanır. Adorno müziğin toplumla ilişkisi alanında
sürdürdüğü incelemenin sistematik çerçevesini açıkça “müziğin sosyolojisi” olarak adlandırır.
Adorno müzik sosyolojisini, toplumsal anlamda organize olmuş bireylerin kulak verdiği şey
ile müziğin ilişkisinin bilgisi olarak tanımlar. Adorno, söz konusu ilişkiden elde edilecek
bilgiye ulaşabilmek için kendi diyalektik anlayışıyla bu ilişkinin farklı yönlerine bakar.
Adorno’nun müziğin toplumsal açılımını değerlendirirken değindiği tarihi, siyasi, ideolojik ve
sınıfsal boyutların birlikte ele alınması aynı zamanda onun müzik sosyolojisinin yöntemini de
ortaya koymaktadır. Dolayısıyla müzik sosyolojisinden hem bir inceleme alanı hem de bir
‘yöntem’ olarak söz edilebilir. Bu bakımdan müzik sosyolojisi, müziğin topluma etkisi, farklı
müzik türlerinin algılanış biçimleri, müzik türlerinin kendi dinleyici kitlesini oluşturması ve
müziğin siyasi iktidar tarafından ideolojik bir araç olarak kullanımı yoluyla toplumun
yönlendirilmesi gibi olguları inceleyerek müziğin toplumla yan yana gelmesinin ortaya
çıkardığı ilişkiden bir bilgiler bütünü elde etmesi bakımından inceleme nesnelerini yan yana
koyma biçimiyle de kendi yöntemselliğini açığa çıkarmaktadır. Bu noktada Adorno’nun
müzik sosyolojisi ile müzik kuramı arasında ince bir ayrım olduğundan söz etmek zorunludur.
Adorno’nun müzik sosyolojisinin bu yöntemsel devingenliği, onun başkaları tarafından da
kullanılmaya açık olarak başka inceleme alanlarına da yönlendirilebileceği anlamına
gelmektedir.30
Adorno’nun müzik sosyolojisi, sanat sosyolojisi içindeki her hangi bir çalışmanın metodolojik
dayanağı ya da kuramsal temeli olabilecek genel bir yöntemselliğe işaret etmektedir.
29
30
Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum, Delllaloğlu,B.F.,S.96
Yaşar, 2008, s.164
Adorno’nun
müzik
kuramı,
onun
kendi
düşünce
dünyasının
bir
ürünü
olarak
değerlendirilebilecek ve onun felsefesinin bir parçası olan, adı üstünde bir kuram iken, müzik
sosyolojisi her ne kadar sınırları dahilinde müzik kuramından da önermeler barındırıyor olsa
da evrensel niteliğe sahip bir alanın hatta disiplinin adıdır. Mantık diliyle ifade etmek
gerekirse, Adorno’nun müzik sosyolojisi ile müzik kuramı arasında bir parça/bütün ilişkisi
olduğundan söz edilebilir.
Estetik Kuram ve Kitle Kültürüne Yönelik Eleştiri
Adorno’da kültür eleştirisi ile toplum eleştirisini birbirinden ayırmak veya ayrı ayrı yerlerde
değerlendirmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Çünkü, ontolojik açıdan bakıldığında
Adorno’da kültür, toplumu; toplum da kültürü kuran, belirleyen bir yapıda ele alınmaktadır.
Başka bir deyişle Adorno için kültür eleştirisi, eleştirel teorinin topluma yönelik
çözümlemesinin bir ürünüdür. Kültür eleştirisinin özellikle ekonomik açıdan Marx’ın
tezlerinden beslendiği yadsınamaz. Fakat kültür eleştirisi için böyle bir dayanağın
varsayılması, Marksist iktisadi geleneğin Adorno tarafından eleştirilmediği anlamına
gelmemektedir. Eleştirel teorinin ve Adorno’nun diyalektik anlayışının bir bakıma gereği de
budur zaten.31
Frankfurt Okulu’nun Eleştirel Kuramı’nın sistemli olmayan bir çalışma yöntemi izlemiş
olması, ortaya koydukları kültür eleştirilerini özetlememizi, olanaksız kılmasa da
güçleştirmektedir. Frankfurt Okulu üyelerinin düzyazı üsluplarının şaşırtıcı derecede
inceliklerle yüklü oluşu da yazdıklarını çevirmeyi epeyce olanaksızlaştırmakta; özünü aktaran
bir özetlemeyi ise bütün bütüne olanaksızlaştırmaktadır. Adorno’nun sembolistlere ait bir ilke
olarak
nitelendirdiği
özellik
Adorno’nun
çalışmalarının
bir
özelliğini
açıklığa
kavuşturmaktadır: “Topluma meydan okumak, onun diline meydan okumayı içerir. Görülüyor
ki, Adorno’nun yazdıkları karşısında ortalama okuyucunun duyacağı güçlük, bir kaprisin ya
da anlatacağını anlatamamanın sonucu değil, bu yazarların okuyucuyu metin karşısında yoğun
bir ilgi ve ciddiyetle oturmaya yönlendirmek istemelerinin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Örneğin Schönberg’in müziği, dinleyiciden, müziğin içsel devrimini müziği dinlerken
31
Yaşar, 2008, s.108
yeniden kendisinin de kompoze etmesini gerektirdiği gibi, ondan yalnızca müzik dinleme
hazzını duymakla yetinmeyip, praksis’te bulunmasını da ister.32
32
Diyalektik İmgelem, Jay M., S.254-255
KAYNAKÇA
Adorno, T.W. (2004),
Edebiyat Yazıları,
Çev: Sabir Yücesoy, Orhan Koçak,
Metis
Yayınları, İstanbul.
ADORNO, Theodor, (2003), Adorno: Kitle, Melankoli, Felsefe, COGİTO, Sayı 36, Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul.
Dellaloğlu, B., (2007), Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum, Say Yayıncılık, İstanbul
Jay, M. (2005), Diyalektik İmgelem, Çev:Ünsal Oskay, Belge Yayınları, İstanbul
Smith P. (2007), Kültürel Kuram, Çev: S.Güzelsarı, İ.Gündoğdu, Babil Yayınları, İstanbul
Soykan, Ö.N.(2009), Sanat Sosyolojisi- Kuram ve Uygulama, Dönence Yayınları, İstanbul
Wallece,R.A.,Wolf A. (2004), Çağdaş Sosyoloji Kuramları- Klasik Geleneğein Geliştirilmesi,
Çev:L.Elbruz,M.R.Ayas, Punto Yayınları, İzmir
Yaşat,D.C.(2008), Edebiyat Sosyolojisi Açısından Adorno Estetiğinin Toplumsal Temelleri,
Doktora Tezi, Danışman: Doç. Dr. Besim F. Dellaloğlu, Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi Sosyoloji Bölümü, İstanbul
Download