Aylık Dergi Mart 2015 Sayı 291 ÇANAKKALE BİR MİLLETİN YENİDEN DİRİLİŞ DESTANI ÇANAKKALE’DE KADER B‹RL‹⁄‹ EDEN ÜMMET HATIRALARLA ÇANAKKALE ÇANAKKALE ÜZERİNE MEHMET NİYAZİ İLE SÖYLEŞİ ÇANAKKALE MUHAREBELERİNDE DİN GÖREVLİLERİ Çanakkale, Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hızlandıran Birinci Dünya Savaşı içinde kazandığımız tek zaferdir. Çanakkale, Mehmetçiğin “Kimse yoksa ben varım” diyerek ateş kusan çeliğe karşı imanlı sinesiyle dur dediği yerdir. Eğer bugün bu topraklara sahipsek ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti varsa bunda Çanakkale’de kazanılan zaferin büyük payı vardır. Biraz sonra şehit edileceğini bildiği hâlde ateşe atılan askerin gösterdiği gayret ve azim, sadece bazı askerî imkân ve kabiliyetlerle izah edilemez. Yenİ Yayınlarımız İSLÂM’DA İMAN ESASLARI ALLAH’A İMAN İNANÇ KİTAPLARI SERİSİ MELEKLERE İMAN KİTAPLARA İMAN PEYGAMBERLERE İMAN ÂHİRETE İMAN KADERE İMAN İLÂHİ ADALET ve RAHMET PENCERESİNDEN KÖTÜLÜK ve MUSİBETLER ÇAĞDAŞ İNANÇ PROBLEMLERİ ww.diyanet.gov.tr EDİTÖRDEN MİLLETLERİN tarihinde dönüm noktası diyebileceğimiz bazı anlar vardır. Bu anlar bazen sadece bir ülkeyi değil etkileri ve sonuçlarıyla dünyayı etkiler ve tarihin akışına yön verir, zamana şerh düşer. Çanakkale destanı da tarihin dönüm noktalarından biridir. Millî his ve heyecanımızın önde gelen şairlerinden biri olan Yahya Kemal Beyatlı, bu gerçeği “Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın/ Gâlip et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın…” mısralarıyla özetler. Gerçekten Çanakkale, bir ırkın, bir kabilenin ya da bir milletin savaşı değil; bütün âlem-i İslam’ın varlık mücadelesi, İslam’ın yüksek hakikatlerinin ve yüce değerlerinin insanlıkla buluşmasına engel olmak isteyen bir zihniyete karşı duruşun ifadesidir. Yüksek değerlere ve mukaddesata yönelen saldırıya karşı İslam’ın izzetini koruma ve sahip çıkma azmidir. Günden güne güçlenen, güçlendikçe önündeki mazlumları hiçe sayan, yok eden, birini bitirmeden öbürünü sömürme uğraşına giren bir zihniyet, Anadolu’nun kapısına kadar gelmiş, Çanakkale Boğazına kimsenin yenemez dedikleri “Birleşik Filo”larını, teknik güçlerini yığarak söndürülemeyeceğini sandıkları bir ateş yakmıştır. Merhum Mehmet Akif’in ifade ettiği gibi kimler katılmamıştı ki bu savaşa; “Eski dünya, yeni dünya bütün akvam-ı beşer/ Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.” Vatan sevgisini bir iman göstergesi olarak gören milletimiz, yakılan bu ateşi söndürmek için yan yana, omuz omuza aynı gaye ve aynı heyecanla birlikte savaşmıştır Çanakkale’de. Atalarımız o mahşerde, sen-ben ayırımı yapmadan bir ve beraber olup aynı idealler uğruna bir büyük destanı birlikte yazmışlardır. Bu milletin evlatlarının, Çanakkale’de siperlerde hep birlikte saf tutması ve bu topraklar için toprağa düşüp yan yana yatması çok ibretlik bir derstir aslında. Çanakkale bu açıdan bakıldığında, milletimizin; topyekûn aynı hedefe nasıl koştuğunu, bugün de aramıza sokulmak istenen fitne ve ayrılık tohumlarına karşı nasıl bir kardeşlik sergilediğini göstermesi açısından da en güzel örnektir. Atalarımızın Çanakkale’de verdiği bu mücadele, tarihin unutulmaz sayfaları arasındaki yerini almıştır. Aradan geçen bir asırlık zamana rağmen, bugün de Çanakkale’den alınması gereken pek çok mesaj, okunmayı ve ibret alınmayı beklemektedir. Bu sayıda, yüzüncü yılını idrak ettiğimiz Çanakkale zaferini ele aldık. Halide Alptekin, “Çanakkale’de Kader Birliği Eden Ümmet” makalesi ile Çanakkale’deki ümmet bilincini ele aldı. Yavuz Bahadıroğlu, “Hasta Adamın Diriliş Cehdi: Çanakkale” isimli yazısıyla o dönemin tarihî arka planını anlattı. Ahmet Çapku, “Kaderin Üstünde Bir Kader Vardır” adlı makalesi ile Çanakkale’yi Çanakkale yapan manevi atmosferi bizimle paylaştı. Ahmet Yurttakal, “Düşman Askerinin Gözüyle Müslüman Neferleri” başlıklı makalesiyle, düşman askerlerinin gözüyle Müslüman neferlerinin insani hasletlerini paylaştı. Vehbi Vakkasoğlu, “Hatıralarla Çanakkale” makalesinde hatıralardan bir demet yaparak, bu zaferin meydana gelmesine katkı sağlayan isimsiz kahramanları ve onların hikâyelerini gözler önüne serdi. Ayrıca Lamia Levent’in Mehmet Niyazi ile Çanakkale’nin 100. yıl dönümü münasebeti ile yapmış olduğu söyleşiyi de beğeniyle okuyacaksınız. Toplumların, geçmişteki tecrübelerini gelecek kuşaklara aktardıkları müddetçe güçlü olacakları tartışılmaz bir gerçektir. Bu açıdan Çanakkale’yi günümüze ışık tutan yönleriyle anlayabilmek oldukça önemlidir. Unutmayalım ki ecdat, Çanakkale’de din, dil, ırk ve mezhep ayrımı yapmadan; yanındaki din kardeşini ötekileştirmeden düşmanla mücadele etmiştir. Millet olarak bugün elde ettiğimiz kazanımlar, Çanakkale gibi büyük muharebe ve iman imtihanlarının ardından gelmiştir. Çanakkale ruhunun anlaşılmasına ve yeniden inkişafına bir nebze olsun katkı sağlaması temennisiyle sizleri kıymetli yazarlarımızla baş başa bırakırken başta Çanakkale olmak üzere ülkemiz için feda-i can eden bütün aziz şehitlerimizi minnet ve rahmetle anıyor, gazilerimize sağlık ve afiyet diliyoruz. Gelecek sayıda buluşmak duası ile. lman a S l e s k ü Y D r. 291 6 Çanakkale’de Kader Birliği Eden Ümmet Halide ALPTEKİN 12 Hasta Adam’ın Diriliş Cehdi: Çanakkale 16 Kaderin Üstünde Bir Kader Vardır 20 Düşman Askerlerin Gözüyle Müslüman Neferleri 24 Hatıralarla Çanakkale 28 Çanakkale Üzerine Mehmet Niyazi ile Söyleşi 32 Helal Dairede Kalmak: Hududullah 35 Merhameti Kuşanmak 38 Şiirleri Kuşanan Şehirler 05 Yavuz BAHADIROĞLU Yrd. Doç. Dr. Ahmet ÇAPKU 6 Ahmet YURTTAKAL Vehbi VAKKASOĞLU Dr. Lamia LEVENT Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ Dr. Lamia LEVENT Mahmut BIYIKLI Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Dr. Yüksel SALMAN Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Dr. Faruk GÖRGÜLÜ 2 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu Mustafa BAYRAKTAR Yayın Koordinatörleri Mustafa BEKTAŞOĞLU Dr. Lamia LEVENT İbrahim ARPACI [email protected] 50 Tashih Mesut ÖZÜNLÜ Görsel Sorumlu Burhan ÇİMEN Arşiv Ali Duran DEMİRCİOĞLU İletişim Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü Üniversiteler Mah. Dumlupınar Blv. No: 147/A 06800 Çankaya/Ankara Tel : 0312 295 86 61 Faks: 0312 295 61 92 [email protected] 60 64 44 40 42 44 47 50 Kur’an’ı, Tabiatı ve Tarihi Anlamak Şiirin Millî Mücadele İdrakinde Çanakkale Yrd. Doç. Dr. Mehmet Şamil BAŞ Rüzgârla Gelen Abdulbaki İŞCAN 66 Bir Varmış Bir Yokmuş... 68 İnsanlık Nasıl Yok Edildi? 72 Örneksiz Modelsiz Yaratan el-Bâri 74 76 79 Dr. Şerife Nihal ZEYBEK Dr. Erdal KILIÇ Fatma BAYRAM Abdurrahman Gürses Hocaefendi Yrd. Doç. Dr. Kâmil YAŞAROĞLU Bunu Konuşalım: Emine Eroğlu ile Söyleşi İbrahim ARPACI Çanakkale Unutulmasın M. Kâmil YAYKAN Prof. Dr. İbrahim Hilmi KARSLI Tevekkül.... Kuşlar Gibi... Rukiye AYDOĞDU Yakın Tarihten Silinmez Bir İz: Mahir İz Kâmil BÜYÜKER Sesini Değil Sözünü Yükselt! Yrd. Doç. Dr. Yasin PİŞGİN Çanakkale Muharebelerinde Din Görevlileri Yrd. Doç. Dr. Abdullah AKIN 54 İnsanlığın En Eski Bayramı Nevruz 57 Bir Şehidin Yarım Kalan Günlüğü Prof. Dr. Ali ERBAŞ Yrd. Doç. Dr. Lokman ERDEMİR Abone İşleri Tel : 0312 295 71 96-94 Faks : 0312 285 18 54 e-mail: [email protected] Abone Şartları Yurtiçi yıllık: 60.00 TL Yurtdışı yıllık: ABD: 30 ABD Doları AB Ülkeleri: 30 Euro Avustralya: 50 Avustralya Doları İsveç ve Danimarka: 250 Kron İsviçre: 45 Frank 57 76 Abone kaydı için, ücretin Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün T.C. Ziraat Bankası, Ankara Kamu Girişimci Şubesi IBAN: TR08 000 1 00 25 330 599 4308 5019 nolu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi sayıdan başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya e-mailin Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye İşletmesi Müdürlüğü Üniversiteler Mah. Dumlupınar Blv. No: 147/A 06800 Çankaya/Ankara adresine gönderilmesi gerekir. Temsilcilikler; Yurtiçi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri - Yurtdışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri, Din Hizmetleri Ataşelikleri / Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir. Tasarım: Aral Grup www.aral.org Fidanlı›k Mahallesi Ataç 1 Sokak No:25 / 11 Yenişflehir / Ankara Tel: +90.312 433 2725 Baskı: A4 Grafik Matbaa Yay. Rekl. Bilg. Hiz. Ltd.Şfi ti. Tel: 0212 452 40 99 Fax: 0212 639 50 49 mail: [email protected] www.a4grafik.com.tr Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın, Diyanet Aylık Dergi (Türkçe) Basım Tarihi: 27/02/2015 ISSN-1300-8471 B A Ş M A K A L E Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı Çanakkale’nin Anlattığı Savaş Ahlakı İNSANIN en acı tecrübelerinden, insanlığın en ağır imtihan alanlarından birisi savaştır. Rabbimiz yeryüzünde bir halife yaratacağını bildirdiğinde meleklerin, “Biz, seni, şanına yakışmayan her türlü şeyden uzak tutarak övgü ile anıp dururken, sen orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?”(Bakara, 2/30.) demesi, belki de insanı savaş ile birlikte anan ilk ifadelerdir. Sonrasında insanlığın ilk ailesinde dökülen kan, yeryüzünde çatışmanın ve savaşın öngörüden öte bir gerçeklik olduğunu göstermiştir. Dünyanın şahit olduğu bu ilk çatışma tablosunda, hak ile batıl arasındaki mücadelenin de sürüp gideceğine dair işaretler vardır. Nitekim Hz. Âdem’in bir oğlu, “Andolsun! Sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.” diyerek erdemi kuşanırken, diğeri katil olmuş (Maide, 5/28-30.) ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ifadesiyle kıyamete kadar aynı suçu işleyen herkesin günahına ortak olmayı hak etmiştir. (Buhari, Ehadisü’l-Enbiya, 1.) Şu hâlde savaş, beraberinde taşıdığı bütün acılara, zulümlere, sıkıntılara rağmen var olmuştur ve son güne kadar var olacaktır. Savaşın dünyanın kaderine işlemiş bir gerçek olması, Yüce Yaratıcı’nın muradına uygun bir çözüm yolu olduğu anlamına gelmemektedir. Bir ismi de “es-Selam” yani “barış ve esenlik kaynağı” olan Rabbimizin insana öğütlediği yol, uzlaşı ve güzellikle anlaşma yoludur. O (c.c.), Kitab-ı Keriminde, “Ey İman edenler! Topluca barışa girin.” (Bakara, 2/208.) buyurur ve insanlığa gönderdiği son dinin ismi de “İslam” yani barış, güvenlik, emniyet ve esenlik dinidir. Bütün varlığıyla bu dine teslim olan Müslüman, barışa adanmakla önce kendi iç dünyasında huzur ve sükûna kavuşan, sonra da bu huzuru dış dünyasına taşımayı amaç edinen kimse demektir. Hayatı bütünüyle kuşatan bu barış çabasının son durağı ise “daru’sselam” yani “barış yurdu” olan cennettir. Kur’an’da “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de buna yanaş ve Allah’a tevekkül et. Çünkü O işitendir, bilendir.” buyrulur. (Enfal, 8/61.) Peygamber Efendimizin öğüdü de bu yöndedir: “Düşmanla karşılaşmayı dilemeyin. Allah’tan afiyet isteyin.” (Buhari, Temenni, 8.) Savaş arzu edilmemesi gereken bir durumdur. Müslüman, Rasul-i Ekrem’in Veda Hutbesi’nde dile getirdiği, “insanların mallarının, canlarının, ırzlarının (şeref ve namuslarının) dokunulmazlığı, her türlü tecavüzden korunmuşluğu” ilkesine riayet etmekle ve daima barıştan yana tavır takınmakla mükelleftir. Onu savaşa zorlayan, ancak söz konusu dokunulmazlıkların ihlal edildiği ve bu ihlale karşı verilen sabırlı, sağduyulu, soğukkanlı tepkilerin işe yaramadığı noktadır. İnsan onuru yerle bir edilmişse, mukaddes değerler çiğnenmişse, din, vicdan ve yaşama özgürlüğü hiçe sayılmışsa, masumların yurt ve yuvalarına tasallutta bulunulmuşsa, barış çağrılarına karşılık verilmemişse işte o zaman bozulan dengeleri düzeltmek, adaleti temin ve barış ortamını yeniden tesis etmek için Müslüman’a savaş izni verilmiştir. O zaman savaş meydanından kaçması suç olan Müslüman, ölürse şehit, kalırsa gazidir. Savaş kaçınılmaz olduğunda, Müslüman için hırsını rehber, hıncını yoldaş edinip dilediğince hareket etme ve bir şiddet makinesine dönüşme izni yoktur. Anlaşmalara ihanet etmesi, sığınma talebini reddetmesi, kendisine önceden güvence verilmiş bir insana ya da topluluğa saldırması, Müslüman kardeşine kılıç çekmesi, esire eziyet etmesi yasaktır. Rahmet peygamberinin savaşa çıkan müminlere uyarıları şöyledir: Allah’tan sakınarak aşırı gitmeyecekler; işkenceden ve intikamdan uzak duracaklar; yaşlı, kadın, çocuk ve din adamlarına dokunmayacaklar, ağaçları kesmeyeceklerdir. (Müslim, Cihad ve Siyer, 138.) Kısacası savaşın da bir sınırı, savaşmanın da bir ahlakı vardır. İşte Çanakkale, Müslüman bir milletin değerlerine yapılan insafsız saldırıya karşı onurunu ve vatanını korumak üzere yola çıkan, barut kokusu altında bile erdemli olmanın ne anlama geldiğini tarihe silinmez harflerle yazan bir ordunun destanıdır. Emsali nadir bir zaferle düşman ordularını bozguna uğratırken, iman dolu göğüslerini hayâsız bir akına siper ederken o güne kadar aldıkları ahlak eğitimini, görgüsünü ve kültürünü bir kenara bırakmayan gençlerin destanıdır. Allah yolunda, din, iman, millet, vatan, bayrak, hak, adalet uğrunda savaşırken, izzet ve şerefini korurken, erdem ve faziletini de ayakta tutan kahramanların destanıdır. Çanakkale bir vatanın var oluş mücadelesi olduğu hâlde, nizami bir ordunun disiplinine sahip olmayan askerlerimizin her biri kendi memleketlerinde aldıkları ahlak terbiyesi gereği savaşa zulüm karıştırmamış, “harpte her yol mubah” dememiştir. Bedr’in aslanları gibi, onlar da saygı, merhamet, insaf ve ihsan gibi vasıflarını bu kesif savaş meydanına taşımıştır. Kimi yaralı düşman subayını sırtına alıp Anzak siperlerine kadar taşıyarak tedavi edilmesini sağlayan, kimiyse kurşun yağmuru altında paltosuna sarıp koluna girdiği yaralıyı Türk saflarına getiren, kırbalarındaki suyu paylaşan, dinî bayramlarında ateşi kesen, çay ve ayran ikramlarıyla Anzak askerlerinin gönlünü fetheden Mehmetçiklerimiz, savaşta bile insanlığın ölmediğini dünyaya ilan etmişlerdir. Bugün gücü ilahlaştıran ve kıtalara zulüm kusan zihniyet, yeryüzünü insafsızca tahrip ederken Çanakkale’nin merhametinden ne kadar da uzaktır! Savaş zaten yıkıp yok ederken ona bir de hukuk ve ahlak tanımama eklenince ortaya çıkan manzara son derece hazindir. Hiroşima’dan başlayan orantısız güç denemeleri, kan gölüne dönen coğrafyalar, kadın, çocuk, yaşlı demeden milyonlarca masumu yurdundan eden saldırılar, kimyasal silahlar, işkence ve tecavüzler, toplu katliamlar, camilere, okullara, hastanelere yağan bombalar insanlığa savaştan çok daha ağır bedeller ödetmektedir. Savaş denilince anlaşmazlıklar için hâl çaresi aramak yerine, her türlü haksızlığı ve gayrimeşruluğu caiz görmenin akla geldiği günümüzde, Çanakkale’den alınacak derin bir ahlak dersi olduğu muhakkaktır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ahlaki güzellikleri tamamlamak üzere gönderilmiştir. Bollukta olduğu kadar darlıkta da, dosta karşı olduğu kadar düşmana karşı da, sadece iyi günde değil kötü günde de ahlaklı davranmak, onun sünnetidir. İman ve ibadetin dünyadaki gayesi ahlaklı birey, ahlaklı toplum oluşturmaktır. Güç, ahlakın kaynağı değildir. Ahlakın değerine inanmayan güç, iyilik, erdem ve fazilet üretemez. Modern dünyanın en büyük sorunlarından birisi gücün, ahlaka teslim olmamasıdır. Savaş tam anlamıyla bir güç gösterisidir ve ahlaktan ayrı düşünüldüğünde bir zulüm aracına dönüşmesi kaçınılmazdır. Allah’ın rızasını ve merhamete çağrısını dikkate almayan zihinler, paslı kalpler, nasırlaşmış vicdanlar, lekelenmiş gönüller savaşa girmişse, basiret ve fazilet ummak imkânsız hâle gelecektir. Savaş toprak kazanmaktan önce gönül kazanmayı amaçlıyorsa; kin, intikam ve ganimet için değil, huzur, barış ve adalet için yapılıyorsa; her türlü ayrımcılığın, baskının, fesadın ve fitnenin dirilmesine değil ortadan kalkmasına hizmet ediyorsa; dayanışmanın, özgürlüğün, ahlakın ve hukukun tesis edilmesini sağlıyorsa, işte o zaman insanidir. O zaman adı Çanakkale’dir! MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 5 G Ü N D E M ÇANAKKALE’DE KADER BİRLİĞİ EDEN ÜMMET Halide ALPTEKİN ...... 6 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 Vatanın doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine kadar cepheye koşan vatan evladının, hepsinin gayesi birdi. Onları birleştiren, aynı safta toplayan güç, sığındıkları şemsiye İslam dini idi, aynı peygamberin ümmeti olmalarıydı, Müslüman kimlikleriydi. Son Askerine Kadar Şehit Olan 57. Alay ÇANAKKALE, Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hızlandıran Birinci Dünya Savaşı içinde kazandığımız tek zaferdir. 18 Mart deniz savaşı ve kara savaşları şeklinde iki ayrı kategoride mütalaa edilebilir. 18 Mart deniz savaşı bir gün sürmüş ve başarıyla sonuçlanmıştı. İki yüz yıldır yenilgi yüzü görmemiş, üzerinde güneş batmayan imparatorluğa mensup İngiliz donanması, o dev armada ve yanındakiler çok zayiat vererek kaçarcasına Çanakkale sularını terk etmişlerdi. Merhum Akif’in ifade ettiği gibi kimler katılmamıştı ki bu savaşa; “Eski dünya, yeni dünya bütün akvam-ı beşer / Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.” İngiltere, Fransa, Avustralya, Yeni Zelanda, Senegal, Hindistan, Cezayir, İskoçya, İrlanda, Kanada, Sudan, Somali, Rusya, İsveç, Danimarka, Finlandiya’ya mensup askerlerden müteşekkil bir ordu... Dünyayı kasıp kavuracağı tahmin edilen bu ateş çemberinin kıvılcımlarından en az hasar ve kayıpla çıkmak için 23 Kasım 1914’te padişah iradesiyle cihadı ekber ilan edildi. Bu fetva, hem Osmanlı hem İtilaf devletleri idaresindeki Müslümanlara bir davetti. Fetvaya göre bu savaşta, hükûmet-i İslamiye denilen Osmanlı Devleti’nin müttefikleriyle aynı safta savaşmak farz-ı ayn, onlara karşı savaşmak ise haramı kat’i idi. İtilaf devletleri sömürgelerinde yaşayan Müslümanlar, kendileri ve aileleri ölümle tehdit edilseler dahi İslam hükûmetiyle savaşmaktan geri durmalıydılar. Yani, sömürgesi altında yaşadığınız devletin safında askerliği kabul etmeyin, hatırlatması yapılıyordu. O günün ulaşım imkânları bu haberin kısa zamanda ilgili yerlere ulaştırılmasını zorlaştırıyordu. Osmanlı’ya karşı savaşanlar da boş durmuyor, sömürgelerinde- MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 7 Yrd. Doç. Dr. Lokman Erdemir’in Arşivinden G Ü N D E M Çanakkale Savaşına Giden Askerler ki din adamlarına karşı fetvalar yayınlatıyor, Müslümanların Osmanlı Devleti’nin yanında savaşmalarını engellemek istiyorlardı. Bu cihat çağrısına cevap verenler; “Vatan sevgisi imandandır.” hadis-i şerifinin ulviliğine inanmışlar ve vatanın yüz otuz iki ayrı yerinden koşup gelmişlerdi. Musul, Adana, Üsküp, Erzurum, Van, Bağdat, Bursa, Selanik, Diyarbakır, Yemen, Pakistan, Mekke... Bu çağrıya cevap verenlerin karşı taraftaki askerlerden bir farkı vardı. Emr-i bi’l-maruf ve nehyi ani’l-münkere riayet ediyorlardı. İyiliği emreden kötülükten men eden bir ümmet oldukları için farklıydılar. Âlemlerin Rabbi tarafından Kur’an-ı Kerim’de “En hayırlı ve en üstün, en den- 8 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 Analar Çanakkale savaşında cepheye evladını dua ile uğurluyor, askerin cebinde ayet-i kerimeler var. Toplar namluya tekbirle dolduruluyor, abdestsiz gezilmiyor, bilenler Kur’anı Kerim okuyor, bilmeyenler kelime-i şehadet getiriyor. geli, insanlık için gönderilmiş, hakkın şahidi olan, hakkı ayakta tutan bir ümmet olarak vasıflandırılmış bir ümmettir. Çünkü bu ümmet belli bir topluma, bir millete bir ırka değil, bütün insanlığa gönderilmiş son peygamberin ümmetidir. Dünyada da ahirette de şahit ümmet olma müjdesi almış bir ümmettir.” (Bakara, 2/143.) Bu ümmetin sorumluluğu hakkın ayakta tutulmasını sağlamaktır. Kilometrelerce yolu göze alanlar, asırlardır hakkı ayakta tutmak için çaba sarf eden hükûmet-i İslam’ın imdadına koşuyordu. Merhum Akif’in ikazını âdeta işitmişlerdi: “Sizi bir aile efradı yaratmış Yaradan, Kaldırın ayrılık esbabını aradan!” G Ü N D E M Müslüman Müslüman’ın acısına, derdine bigâne kalamaz, ikazı çerçevesinde maneviyatlarının doruk noktası hanesine bu gazayı kazımışlardı. Hissiz olmadıklarını göstermiş, bu ümmetin aynı vasıfları muhafaza ettiği müddetçe ebediyete kadar yaşayabileceğini ispatlamışlardı. “Bu hissizlikle cemiyet yaşar derlerse pek yanlış, Bir ümmet göster ölmüş maneviyatıyla sağ kalmış.” (Mehmet Âkif Ersoy) Milletlerin muhafaza etmeleri gereken en önemli vasıfları maneviyatlarıdır. Zira maneviyattan yoksun olan kişiler yaşayan ölülerdir. Tıp fakültelerinde öğrencilere insan tarif edilirken, daha ilk derste; “İnsan psiko, biosos- yal bir valıktır.” denilir. Doğrudur, efradını cami, ağyarını mani bir tariftir. Psiko yönü sağlam, kuvvetli insanın biyolojik yönü hastalansa dahi sahip olduğu moral güç onu yenebilir. İnanç manzumesi içine dâhil edeceğimiz manevi tarafımız iyileşme sürecini hızlandırır. Ruhsal yönü, maneviyatları sağlam insanların meydana getirdiği milletler de o ölçüde kavidir, yenilmezdir. Bunun aksi durumunda tarihin çöplüğünde yerlerini alırlar. İşte, Çanakkale de psiko yönü sağlam, Çanakkale ruhlu gençlerin haklı zaferi ve başarısıdır. Savaş bittikten sonra İngiliz Donanma Bakanı Churcill’e sormuşlar: “Karnı aç, silahları güçsüz, cephaneleri yetersiz, çıplak, zayıf bir orduyu nasıl oldu da yenemediniz?” Verdiği cevap insanın psiko yanının ne kadar önemli olduğunun ispatıdır: “Ben bu milletin savaşma gücüne hayran kaldım. Ne ayaz ne ilikleri donduran soğuk, ne açlık ne silahsızlık onları etkilemiyor. Biz Çanakkale’de Türklerle değil, Tanrı’yla savaştık!” Bu düşünceyi ispatlayan en önemli cümleyi Osmanlı’nın resmî tarihçisi Bursalı Binbaşı Nihat Bey söylemiştir: “Çanakkale maneviyatların çarpışmasıdır. Bunun aksini söylemek cinnetle eşdeğerdir!” Zira maneviyatı kuvvetli, imanı sağlam olan her zaman kazanmıştır. Analar Çanakkale savaşında cepheye evladını dua ile uğurluyor, askerin cebinde ayet-i kerimeler var. Toplar namluya tekbirle dolduruluyor, abdestsiz gezilmiyor, bilenler Kur’an-ı Kerim okuyor, Gelibolu’ya Çıkarma Yapan İngiliz Askerleri MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 9 G Ü N D E M bilmeyenler kelime-i şehadet getiriyor. “Allah dilediğini yardımıyla destekler.” (Âl-i İmran, 3/13.) ayet-i celilesi bu savaşta tam anlamıyla tecelli ediyor. Onlar; Selanik’ten, Bağdat’tan, Üsküp’ten, Mekke’den, Pakistandan, Şam’dan yalın ayak başı açık yollara düşenler, İslam dinine ait prensipleri ruhlarına indirgemiş, âdeta ikinci bir fıtrat kazanmış, istikrarlı, huzurlu, dingin karakterli, kısaca edepliydi, sözün özü İslam terbiyesi almış Müslümanlardı. Hadis-i şerifte de, “Din güzel ahlaktır!” buyrulmuyor muydu? Ömürleri boyunca davranışlarını, yaptıkları her işi, mükâfatını Cenab-ı Allah’tan bekleyerek yapmışlardı. “Ben size şah damarınızdan yakınım!” (Kaf, 50/16.) ayetini içlerine sindirmişlerdi. Bu da edepli olmanın, güzel ahlaklı olmanın başka bir gereği idi. Hz. Muhammed’i (s.a.s.) rehber olarak aldıkları, sıkıntılara sabırla hamt e- derek katlandıkları için zaferle mükâfatlandırılmışlardı. Aştıkları kilometrelerin her adımı bunu ispatlıyordu. Savaş esnasında Başkumandan Vekili Enver Paşa’dan gelen “Bir zeytin tanesi üç lokmaya katık edilecektir.” emrine itaat etmişler; yemek listelerindeki, sabah yok, öğle 500 gram ekmek, üzüm hoşafı, akşam yok sıralamasına razı olmuşlardı. Çünkü ulü’l-emre itaat etmenin farz olduğunu biliyorlardı. Altı asırlık ömründe devletin en geniş sınırlarını dört yüz yıl elinde tutan, gerileme dönemi dediğimiz iki yüz yıl boyunca bile çok fazla toprak kaybetmeyen, yıkılış dönemi olan yirminci yüzyıl başlarına kadar gücünü muhafaza eden Osmanlı Devleti’nin bu varlığı sadece askerî güçle açıklanamaz. Onun cihan devleti unvanı almasına, bağlı bulunduğu manevi değerler sebep olmuştur. Zira Osmanlı İslam ahlakının en güzel timsali olmuş, bu da onları küçük bir beylikten üç kıtaya hükmeden bir cihan devleti hâline getirmiştir. On beş dilin konuşulduğu, üç ayrı dine mensup insanların yaşadığı bu coğrafyada adalet, hoşgörü ve güzel ahlak hâkimdi. Savaşta dahi namazlarını, oruçlarını terk etmediler. Bu konuda indirilmiş ayet-i kerimeye riayet ettiler. “Savaşta müminler arasında bulunup da onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle birlikte namaza dursunlar, silahlarını da yanlarına alsınlar. Onlar secde ettikten sonra geri çekilip düşmana karşı dursunlar ve yerlerine henüz namaza durmamış olan diğer topluluk gelsin. Onlar da tedbirli şekilde ve silahlarını yanlarına alarak seninle beraber namaz kılsınlar.” (Nisa, 4/102.) 18 Mart Deniz Savaşı’nın kazanılmasında önemli rol oynayan Rumeli Mecidiyesini ve Havranlı Seyit Onbaşı’yı adımız gibi ezbe- Yaralı Türk Askerleri 10 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 G Ü N D E M Anafartalar Grup Komutanı Mustafa Kemal Muharebe Arkadaşlarıyla (1915) re biliriz. Koca Seyit’in Kumandanı Yüzbaşı Hilmi Bey taarruzdan önce askerlerine özetle şu konuşmayı yapıyor: “Bu ulvi vazifede bulunmamız kendi liyakat ve iktidarımızla değil ancak Cenab-ı Hakk’ın bir özel lütfu iledir. Şu tabyaya sahip olmakla dünyanın en bahtiyar adamlarından birisi olduğunuzu bilmenizi isterim. Şimdiye kadar batarya başında bulunmamız vatan, vatan evladı ve İslamiyet’e karşı her zaman kendileri için canımızı fedaya hazır olduğumuzu taahhütten başka bir şey değildir. İşte o gün geldi, hepimiz birlikte ahit ve yemin edelim.” O, askerlerini şöyle tanımlıyor: “Bütün erlerde savaş için büyük bir istek vardı. Bu hâli sürdürmek gerekiyordu. Daha evvel de bildirdiğim gibi bölükte namaz kılmayan yoktu. Devamlı telkinlerim neticesi dinî hisleri olgunlaştı. Bugünden itibaren daima abdestli bulunulacak ve harbe abdestli olarak başlanacak. Topların dolması için verilecek kumanda ile her topun sağındaki bir er nöbete çıkacak. Bu suretle dört er tarafından ezan-ı Muhammedi okunacak. Birinci doldurma işi yapılacak. Yeni gelen yedek subay adaylarının medreseden olanlar kendilerine lüzum hasıl oluncaya kadar yüksek sesle tekbir alacaklar, bir kısmı da Kur’an okuyacaktır. Ateş aralarında ise bütün batarya sesli olarak tekbire katılacak. Kimse yaralı ve şehitlerle ilgilenmeyecek, ben ölürsem üzerime basıp geçin. Yaralanırsam yine önem vermeyin. Ben de size böyle davranacağım. Şehit ve yaralıların yerine geçecekler tayin edilmiştir.” Vatanın doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine kadar cepheye koşan vatan evladının, hepsinin gayesi birdi. Onları birleştiren, aynı safta toplayan güç, sığındıkları şemsiye İslam dini idi, aynı peygamberin ümmeti olmalarıydı, Müslüman kimlikleriydi. Bu kuvvetli çimento hepsini bir potada eritmeye, kaynaştırmaya yeten hâkim güçtü. Düşmanları dahi olsa muhtaca yardım etmekten imtina et- meyen, mermi sağanakları altında düşmanını sırtlayıp emin bir yere ulaştıran ve kendi gömleklerini yırtıp düşmanının yarasını saran bu kahramanlar tüm dünyaya bir insanlık dersi verdiler. Çünkü şehit de olsalar yüce Allah’ın huzuruna kul hakkıyla çıkamayacaklarını biliyorlardı. Yelpazeleriyle yaralı düşman askerlerinin sineklerini kovuyorlardı, çok az olan ekmeklerini onlarla paylaşıyorlardı. İlaç kıtlığında bulaşıcı hastalıklara karşı onları aşılıyorlardı. “Bir millet güzel ahlak ve meziyetlerini değiştirmedikçe, Allah da onlara verdiği nimeti, güzel durumu değiştirmez.” (Enfal, 8/53.) Sözün özü; güzel ahlak ve meziyetle taçlanmış olan İslam dinine sadakatleri yüzünden cansiperane savaşmışlardı. Cenab-ı Hak da onları muzaffer kıldı, kimi şehadet mertebesine erişti, kimi gazi oldu. Bu destanı da dostları ve düşmanları unutmadı, insanlık yaşadıkça da unutamayacaktır vesselam! MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 11 Yrd. Doç. Dr. Lokman Erdemir’in Arşivinden Müstahkem Mevki Komutanı Mirliva Cevat (Çobanlı) Paşa HASTA ADAM’IN DİRİLİŞ CEHDİ ÇANAKKALE Yavuz BAHADIROĞLU ETRAFINDA ihtilafsız ittifak edebileceğimiz ortak değerleri öne çıkarmamızı gerektiren günler yaşıyoruz… Tarih ortak değerlerimizden biridir… Özellikle Çanakkale Zaferi, yakın tarih içindeki yeri bakımından son derece anlamlıdır. Anlamlıdır, çünkü “Osmanlı bitti, bir daha dirilemeyecek şekilde yere serildi” denilen bir zamanda kazanılmıştır. Mahiyeti itibarıyla bir diriliş cehdi, aynı zamanda da birlik bera- 12 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 berlik sembolüdür. Bu itibarla Çanakkale mücadelesini kazanan ruhu keşfetmeye ve kavramaya muhtacız. Hatırlayalım ki, Çanakkale Zaferi, Avrupa’nın “Hasta Adam” damgasını vurduğu bir milletin varlık mücadelesidir. Mücadele kaybedilseydi her şey biter, o moral çöküntüsü içinde İstiklal Savaşı bile verilemezdi. Ama kazanıldı. Tarihin yolu ve yönü değişti. Bir millet ateşle imtihan olundu Çanakkale’de, tarihle hesaplaştı ve kendi varoluş tarihini yeniden yazdı. Oysa yıllarca savaşmaktan yorgundu. İmparatorluğun geniş coğrafyası içinde on yedi yıl aralıksız savaşmış, Trablusgarp’tan Balkanlar’a kadar tüm vatan sathını kanıyla âdeta sulamış, başta insan kaynakları olmak üzere hemen hemen tüm kaynaklarını tüketmişti. 17 yıl aralıksız savaş Yıl 1897... Cephe Dömeke: Paçamıza salınan Yunan ordusuyla hesaplaşıyoruz... Hemen arkasından ise Makedon- G Ü N D E M ya’da varlık mücadelesi veriyoruz… Yıl 1911… Osmanlı mirasından Trablusgarp’ı (Libya) koparmak isteyen İtalya ile savaşıyoruz… Yıl 1912-13… Birinci ve İkinci Balkan savaşları: Karşımızda Rusya’nın kışkırtıp desteklediği Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ: Yeni bir Haçlı Ordusu… Anadolu’nun tertemiz gençleri Balkan topraklarında kalırken, İstanbul’a ve yakın kentlere Balkanlardan müthiş bir “dindaş/soydaş” akını başlıyor… İmparatorluğun sınırları ise Edirne’de çiziliyor... Yıl 1914... Bu kez cephe bütün vatan… Yine kan, barut, ateş... Ateşin ortasında yine biz... Üstelik İmparatorluğumuzun merkezi kendi içine kapanmış, politikacılar iktidardan pay kapmaya çalışırken, Allahüekber Dağları’ndaki buz cehennemi binlerce vatan evladını yutmuştur. On yedi yıl aralıksız savaşan bir milletin önce insan kaynakları, ardından para kaynakları, nihayet silah kaynakları tükenir: En tükenmiş anınızda ise en güçlü donanma ile son darbeyi vurmaya gelirler… Çanakkale savaşlarının özü de özeti de budur… Önemi ise, yokluktan varlık çıkarılabilmesi, “Çanakkale geçilmez” hükmünü dünya tarihinin alnına vurabilmesidir. Dünyanın en yorgun milletinin, dünyanın en iyi ordularının karşısında tutunabilmesi, gerçekten de analize muhtaç bir durumdur ve geleceğimiz açısından büyük bir umuttur. Orantısız güç 12 büyük zırhlı, 18 muhrip, 13 torpido gemisi, 7 tarama gemisi, küçük çaplı gemiler, 24 denizaltı, 42 uçak ve 500 bin asker (bu konuda muhtelif rakamlar var)… İtilaf donanması, 506 topla günde ortalama 23 bin mermi gönderiyor mevzilerimize… Bizim elimizde ise çoğu eski, eski olduğu için de ateş gücü son derece düşük 150 top var… Atılabilen mermi sayısı sadece 370… Bu açığı kapatmak için bulunabilen tek yol ise mevzilere soba boruları yerleştirilip top görüntüsü verilmesinden ibaret… İngilizler zaferden emindir. Bu emniyet ve gurur içinde, İngiliz Donanması Kurmay Başkanı Sör Roger Keyes, 13 Kasım 1915 tarihinde hatıra defterine şu notu düşüyor: “Bahriye Nazırımız, Churchill’in enerjik idaresi altında dev adımlarla ilerliyoruz. Çanakkale Boğazı’nı mutlaka geçeceğiz!” İngiltere’nin müttefiki Fransızlar da aynı rüyayı görüyorlar. Fransız Savaş Filosu Komutanı Amiral Guepratte (Emile Paul Guepratte) seyir defterine şu notu düşüyor: “Müttefik donanmasının Çanakkale’yi geçeceğine hiç şüphem yok. Bu bir prestij meselesidir. Bütün mesele İstanbul’a ilk girme şerefinin kime ait olacağıdır: İngiltere’nin mi, Fransa’nın mı?” Ve Churchill, donanmayı Çanakkale’ye gönderdiği andan itibaren yaptığı bütün konuşmalarda aynı hayali seslendiriyor: “Çanakkale mutlaka geçilmelidir, geçilecektir! Osmanlı Devle- ti mutlaka bertaraf edilmelidir, edilecektir!” Bu amaçla son büyük saldırısını gerçekleştirmek için hazırlanıyor. Aynı günlerde Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Kurmay Albay Cevat (Çobanlı) Bey, subaylarını toplamış, şöyle konuşuyor: “Silah arkadaşlarım! Biz, düşmanın toplarına ve zırhlılarına karşı imanımızla çıkacağız. Şarapnellere ve mermilere göğsümüzü siper edeceğiz. Ve bütün dünyaya Çanakkale geçilmez sözünü bir darb-ı mesel gibi söyleteceğiz.” Kısacası bu savaş, “Çanakkale’yi geçirtmeyeceğiz, ezanımızı susturmalarına, bayrağımızı indirmelerine izin vermeyeceğiz” diyenlerle “Çanakkale’yi mutlaka geçeceğiz” diyenlerin savaşıdır... Birlik ve bütünlüğümüzün adresi Aynı tarihte Avrupa bayram yeri gibidir... Başkentler süslenmiş, tarihî kiliseler silinip süpürülerek zafer ayinine hazırlanmıştır. Nihayet 18 Mart... Mehmet Âkif’in, “Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela” dediği kuvvetler, denizden saldırıya kalkıyor. Çanakkale sırtları denizden, havadan ve karadan atılan bombalarla bir anda cehenneme dönüyor... Bu saldırılar bir kısmı çocuk yaşta, bir kısmı yedek subay on binlerce şehide mal olacaktır, ama Çanakkale geçilemeyecektir. Saldırganların adı “düşman”dır, savunanların ise “kardeş”! Saldırgan “Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela” savunmacıların kimi Türk, kimi Kürt, ki- MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 13 G Ü N D E M mi Laz, kimi Çerkes, kimi Arnavut… Hepsi yekvücut. Zaten İngiliz gülleleri adres sormuyor… Çanakkale sırtlarında, ezan minarelerde sönmesin, bayrak direkten inmesin, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’una düşman çizmesi değmesin kararlılığı içinde, namusunu savunur gibi vatanını savunan Mehmetçikleri hedef alıyor… Saldırganlar, savunmacıların etnik kökenine bakmadan Türk’ün, Kürt’ün, Laz’ın, Çerkes’in, Arnavut’un iman dolu göğsünü hedef alıyorlar… Öte yandan Türkle Kürt aynı değerler etrafında kenetlenip aynı amaçlar uğruna şehit oluyorlar ve koyun koyuna aynı mezarda ebediyeti yaşıyorlar. Kısacası Çanakkale Zaferi her şeyden önce birlik ve bütünlüğümüzün adresidir! Nasıl insanlardı? Şimdi Çanakkale zaferini tarihe yazan insanın imanına, yapısına, karakterine biraz yakından bakalım... Bakalım, çünkü sorunlarımızın temelinde Çanakkale insanını, o ebedî abideyi kaybetmiş olmak yatıyor. Öncelikle belirteyim ki, o insanlar Allah’a yakın insanlardı… Cephede, bombalar altında namaz kılacak kadar yakın… Savaşırken, oruç tutacak kadar yakın… Her mermiyi besmele eşliğinde gönderecek kadar yakın. Nusret Mayın Gemisi’nin sahile paralel olarak Karanlık Liman’a döktüğü yirmi altı yerli mayının tamamının patladığı ve düşman zırhlılarına büyük zararlar verdiği, Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Bey’e (sonra paşa oldu) bil- 14 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 Çanakkale, mahiyeti itibarıyla bir diriliş cehdi, aynı zamanda da birlik beraberlik sembolüdür. Bu itibarla Çanakkale mücadelesini kazanan ruhu keşfetmeye ve kavramaya muhtacız. dirildiğinde gülümsemiş, “O mayınları yapan Çanakkaleli ustalar, belli ki kara baruta bir miktar da besmele katmışlar.” demişti. Anadolu insanını çok iyi tanıyordu. “Niçin savaşıyorsun?” Bilindiği gibi Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlarla beraberdik… Çanakkale cephesini savunan Beşinci Ordu’nun komutanı ise Alman Mareşal Otto Liman Von Sanders’ti… Sanders, bir gün cepheyi teftişe çıkıyor. Yanında Müstahkem Mevki Komutanı Kurmay Albay Cevat Bey başta olmak üzere, Türk subaylar da vardır… Önünde sıralanan Mehmetçiklerden birine damdan düşer gibi soruyor: “Niçin savaşıyorsun?” Cevap, mert Anadolu delikanlısının temel amacını haykırır gibidir: “Allah için!” Alman Mareşal Liman Von Sanders çarpılıyor, âdeta… Bir yandan da meraklanmıştır: Acaba askerde fikir birliği var mı? Başka birliklere geçiyor. Farklı birliklerde savaşan birkaç Mehmetçiğe daha aynı soruyu yöneltiyor: “Niçin savaşıyorsun?” Hayret! Cevap aynıdır: “Allah için!” Alman Mareşal, Türk subaylara dönüyor: “Bravo beyler!” diyor, “yaptığı işi Allah için yapan evlatları olan bir millet mahvolmaz!” Azimli, kararlı, mert ve fedakâr O günlerde Çanakkale sırtlarında vatan savunması yapan insanlar kararlı, azimli, mert ve fedakâr insanlardı… Küçük bir örnek… Diyarbakır’ın fakir bir köyünden gelen Kürt Memo (Mehmet), temmuz sıcağında bile sırtından çıkarmadığı kırk yamalı kaputuyla savaşıyor, devletinden elbise istemeyi kendine yediremediğinden, hiç sesini çıkarmıyor… Bir gün yüzbaşısı durumu fark edip yaz geldiğini, kaputu çıkarmasını isteyince, hiç renk vermiyor: “Böyle iyiyim kumandanım” diyor, “bu kaputun her yaması şehit kardeşlerimin elbisesinden alınmadır. Beni hem gâvurun mermisinden koruyor, hem de soğuktan…” “Ama hava ısındı” diye üsteliyor yüzbaşı, “yaz günü de kaputla savaşılmaz ki…” “Ziyanı yok kumandanım, siz gönlünüzü ferah tutun, ben böyle daha iyi savaşıyorum.” Yüzbaşı, Memo’yu henüz çözememiştir: “Çıkar oğlum” diyor, “arkadaşların gibi sen de elbiseyle savaş.” “Müsaadenizle yüzbaşım, kalsın.” Yüzbaşı kızmaya başlamıştır: “Çıkar dedim mi çıkaracaksın, ben senin kumandanınım!” Yrd. Doç. Dr. Lokman Erdemir’in Arşivinden G Ü N D E M Memo, kurtuluş olmadığını görünce, kimseyle paylaşmadığı sırrını yüzbaşıya fısıldamak zorunda kalıyor: “Emrin can baş üstüne kumandanım” diyor, “ama kaputu çıkarırsam cıbıldak kalırım; çünkü bunun içinde başka hiçbir şey yok.” Memo, “Devletimin imkânı olsaydı bana da elbise verirdi” diye düşünmüş, vermediğini devletten istemeye utanmıştır. O zamanın Anadolu delikanlısı sadece vermeyi (vatanı için malı istendiğinde malını, canı istendiğinde canını) biliyor, istemeyi, almayı bilmiyor. Cesaretin şahikası O insanlar aynı zamanda son derece cesur insanlardı… Yahya Çavuş, emrindeki son birkaç Mehmetçikle tam üç alay düşmana karşı bütün gün savaşıyor, son askeri şehit olmadan, savunmasına bırakılan tepeyi düşmana teslim etmiyordu. Göz kırpmadan ölümün koynuna atladılar… Sonunda hepsi şehit olup ebedîleşti. Çanakkale eski valilerinden Nail Memik Bey, bu kahramanlık karşısında ağlıyor, bir dörtlük yazıp Yahya Çavuş ve arkadaşlarının mezar taşı yapıyordu: “Bir kahraman takım ve Yahya Çanakkale’de 18 cm’lik bir top Çavuş’tular, Tam üç alayla burda, gönülden vuruştular… Düşman tümen sanırdı bu şahlanmış erleri, Allah’ı arzu ettiler, akşama kavuştular.” Mert ve yardımsever O insanlar yardımsever insanlardı… İngilizler esir aldıkları yaralı asker ve subaylarımızı canlı canlı denize atarken, bizim insanlarımız yaralı düşman askerlerini sırtında taşıyor, zaten çok kıt olan yiyeceklerini onlarla paylaşıyordu. O insanlar gerektiğinde sert, ama her zaman mert insanlardı… Savaşta bile mertliklerine leke sürmez, hileye başvurmazlardı… Asla ahlak dışı usuller kullanmazlardı. O kadar ki, İngiliz komutanlar Avustralya’dan getirdikleri meşhur Anzak askerlerine gaz maskesi dağıtmak istediklerinde, Anzak askerleri şu gerekçe ile reddetmişlerdi: “Düşmanımız o kadar merttir ki, zehirli gaz atmaya tenezzül etmez.” Oysa aynı tarihlerde İngiltere Harbiye Nazırı Sir Vinston Churchill, Gelibolu’ya yığdığı kuvvetlerine zehirli gaz kullanma emri veriyor, gerekçesini de şu şekilde açıklıyordu: “Türkler insan sayılmazlar, fare gibi zehirlemelisiniz!” Aramızdaki “insanlık farkı” hâlâ devam ediyor. İnayetin tecellisi Onlar işte böyleydi: Böyle oldukları için, Allah, Âl-i İmran 123. ayetinde vadettiği yardımı gönderdi: “Şayet sabreder, Allah’tan korkarsanız ve düşmanlarınız da hemen o anda üzerinize gelirse, Rabbiniz, işaretlenmiş beş bin melekle size yardım eder.” Rahmet tecellisinin dört şartı var: 1. İnanmak (iman) 2. Elden geleni yapmak 3. Sabretmek 4. Hak etmek. Onlar imkânsızlıklara sığınmadılar, şartlara teslim olmadılar, ellerinden geleni yaptıktan sonra Allah’a iltica ettiler ve imkânsızı başardılar. Önce zaferi hak etmek lazım! Son söz Mehmet Âkif’ten olsun: “Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz, “Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz…” MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 15 G Ü N D E M Kaderin Üstünde Bir Kader Vardır Yrd. Doç. Dr. Ahmet ÇAPKU. Kırklareli Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi “Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.” (Fetih, 48/4.) ÇANAKKALE Savaşı’nın milletimiz için hayat memat meselesi olduğu malumdur. 1683 Viyana bozgunundan beri vuruşa vuruşa geri çekilen Osmanlı Devleti, denilebilir ki, Çanakkale’de düşmana dur diyebilmiş ve büyük bedeller ödeyerek tarihin aleyhteki akışını durdurabilmiştir. Bu yönüyle Çanakkale, İstiklal mücadelesinin de mayasını oluşturmuştur. Kronolojik olarak tarihe bakıldığında 1453’te Doğu Roma (Kostantiniyye) Türkler tarafın- 16 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 dan fethedilmiş ve Fatih Sultan Mehmet, Batı Roma havalisine de el atmıştır. Yeni Dünya’dan akıp gelen servet özellikle Avrupa’nın Batı şeridindeki ülkelerde maddi refahı artırmış, Endülüs’ten ve (Haçlı Seferleri ile birlikte) Doğu’dan devşirilen bilgi birikimi ise ilerleyen yüzyıllarda Batı’da kültür ve sanatta Rönesans ve bilim devrimine zemin hazırlayan önemli unsurlar olmuştur. Özellikle on yedinci yüzyılda Batı, Doğu’ya nispetle maddi ve ilmî (bilim) açıdan epey mesafe almış durumdadır. Nitekim II. Viyana bozgunu böylesi bir altyapının neticesi olsa gerektir. Sonraki zamanlarda Batı’nın Doğu’ya dönük hamlesinin durdurulduğu nokta ise Çanakkale olmuştur. Bu yazıda iki önemli kurucu unsur niteliğinde gördüğümüz İslam’ın ilk harbi olan Bedir harbi ile Çanakkale savaşında Müslümanların ruh hâlini mukayese etmeye çalışacağız. Bedir Medine’ye hicret eden Müslümanların ilk ciddi sınavı Bedir harbi olmuştur. Müslümanlar Mekke müşriklerine ait bir kervanı ele geçirmek amacıyla yola çıkmış ancak önlerinde tam donanımlı bir ordu belirmiş ve savaş kaçınılmaz hâle gelmiştir. Müslümanların sayısı, düşmana nispetle yaklaşık üçte birdir ve aynı durum, savaş teçhizatı için de geçerlidir. Hâl bu olunca Hz. Peygamber Allah’a iltica G Ü N D E M ile, “Allah’ım! Bana verdiğin sözü yerine getir. Allah’ım! Bu cemaati helak edersen artık yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmayacak!” şeklinde dua etmiştir. (Bilgi için bkz. H. Karaman vd., Kur’ân Yolu -Türkçe Meâl ve Tefsir-, Ankara 2006, DİB Yay., II/669-670.) Savaş öncesi bulundukları yerin savaş için elverişli olmaması, sahabe içinde kimi tedirgin kişilerin bulunuşu gibi sebeplerden dolayı olsa gerek ki, Allah Teala oradaki Müslümanları teselli bağlamında yağmur yağdırmış ve onları hafif bir uykuya daldırmıştır. Böylece bulundukları yerde su ihtiyacı karşılandığı gibi içlerinde var olan endişe de izale edilmiştir. Buna mukabil Cenab-ı Hak, kâfirlerin yüreğine korku salmış ve Müslümanlara ardı ardına bin meleği yardımcı olarak göndermiştir. (Enfal, 8/9-12.) Çanakkale “Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da ben peş peşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim, diyerek duanızı kabul buyurdu.” (Enfal, 8/9.) Böylece Bedir harbi, insani açıdan yapılması gereken her ne varsa yapıldıktan sonra ilahî yardımın beklendiği, müminlerin inancını pekiştirici bir sınav olmuştur denilebilir. Aynı şekilde o, Müslümanlar açısından yeni bir başlangıcın kurucu harbi/sınavı konumundadır. Allah’ın yardımının açıktan kendini gösterdiği bu harp ile Müslümanlar büyük bir moral kazanmış ve geleceğe daha özgüvenle bakabilmişlerdir. Çanakkale harbinin bir ölüm kalım mücadelesi olduğunu teslim etmek gerekir. Devlet-i Aliyye’nin uzak kalelerinin birer birer işgal edildiği ve nihayet son kale olarak Anadolu’nun kaldığını düşünürsek buradaki mücadelenin ne kadar zorlu geçtiğini anlayabiliriz. Bu açıdan Çanakkale harbinin Bedir harbine benzeyen yönleri söz konusudur. Çünkü her ikisi de var olma veya olmama mücadelesinin en zirveye çıktığı savaşlardır. “Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi” Türklerin yaklaşık olarak dokuz ve onuncu yüzyıllarda kitleler hâlinde İslam’a girdiklerini, Karahanlılar, Gazneliler ve özellikle MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 17 G Ü N D E M Selçuklular ile birlikte İslam tarihinin kurucu unsurları arasında belirgin roller aldıklarını görürüz. Bu açıdan İslam tarihinin nerede ise üçte ikisinin mezkûr husus/ lar itibarıyla Türk tarihi olduğu söylenebilir. Benzer durum İslam düşüncesinin kalbinin attığı ana merkezlerin Türk devletlerinin hüküm sürdüğü yerlerde olması yönüyle de dikkate değerdir. Onun için Çanakkale harbi sadece İstanbul’un korunması değil diğer önemli ilim, ticaret, kültür kentlerinin de savunulması ile doğrudan ilgilidir. Böyle bir arka planı varsayarak Çanakkale savaşını değerlendirebiliriz. Nasıl ki, Bedir harbinde birtakım ilahî teyidi/desteği görebiliyorsak aynı şeyi Çanakkale’de de görürüz. Bu cümleden olarak, başka hikâyelerle birlikte, Seyit Onbaşı’nın hatırası dikkate değerdir. Balıkesir/Edremit/Havranlı Seyit Onbaşı Rumeli Mecidiye Tabyalarında görev başı yapar. Quin Elizabet ve Ocean zırhlıları tabyalara ateş yağdırır! Mehmet Akif’in, “Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer!” dediği anlardır. Bu yoğun topçu ateşi içinde bir bomba Mecidiye Tabyasına düşer ve oradaki askerlerden birçoğu şehit olur. Seyit Onbaşı kendine geldiğinde Yüzbaşı Hilmi Bey ve Niğdeli Ali’den başkasını göremez. Düşman zırhlıları boğazı geçmektedir! Şehitler ve yaralılar ortalığa serpilmiş haldedir. Seyit Onbaşı kendini toparlar ve hemen durumu gözden geçirir. Geriye bir tek sağlam top kalmış ve onun da vinci kırılmıştır. Seyit Onbaşı gözünü 275 (Topun Seyit Onbaşı 18 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 G Ü N D E M Bedir harbi nasıl ki ağırlığı ile ilgili olarak 215 ila 276 kg. arasında değişen rakamlar verilir. Bkz. Mustafa Turan, Destanlaşan Çanakkale, İst. 2013, Cihan Yay., sf. 113; Erol Kılınç, Çanakkale Savaşları Müslümanlar için bir varlık mücadelesinin başlangıcı, moral kaynağı, özgüven tesisi açısından bir Günlüğü, İst. 2010, Ötüken Yay., sf. 55; Hanri Benazus, Çanakkale’den Geliboluya, İst. 2007, Bizim Kitaplar Yay., sf. 117-119.) kiloluk top mermisine diker. Niğdeli Ali durumu anlar ve ‘Koca Seyit kaldıramazsın!’ der. Hâlbuki o, şu anda farklı bir halet-i ruhiye içindedir. Kendisi durumu şöyle anlatır: “Toprağın altından çıktım. Baktım ki on üç arkadaşım şehit olmuş. Bir ben kalmışım, bir arkadaşım Niğdeli Ali, bir de batarya komutanı Yüzbaşı Hilmi Bey. Arkadaşlarımın bu şekilde gözlerimin önünde şehit edilmesini içime sindiremedim. Anamın bana öğrettiği duaları okudum. Size izahını yapamayacağım bir şeyler doldu içime. Merminin yanına koştum… Topun vinci de bozulmuştu. O mermiyi bir kez kaldırdım. Niğdeli Ali beni biraz destekledi. Basamaktan çıkarken kemiklerimin çatırtısını duyuyordum. Mermiyi namluya sürdüm, patlattım… İsabet ettiremedim. Aynı olayı üç kez tekrar ettim. Üçüncü mermiyle onların en büyük zırhlılarından Ocean zırhlısını dümen kısmından vurdum… O anda zırhlı etrafında dönmeye başladı. Denizin ortasında tam bir panik yaşanıyordu!” (Talha Uğurluel, Çanakkale Savaşları ve Gezi Rehberi, İst. 2005, Kaynak Yay., sf. 273-274; Turan, age. sf. 113-114.) Savaşın seyrini değiştireceğine inanılan gemiler ardı ardına batınca diğer savaş gemileri geriye dönmüş ve düşmanın (maddeye dayalı olarak büyüyen) kibri böy- dönüm noktası olmuşsa aynı hususu Çanakkale harbi için de söylememiz mümkündür. lesi önemli manevi teyit ile kırılmış gibidir. Savaşın ve tarihin akışının değişmesinde, Nusret Mayın Gemisi’nin döktüğü mayınlar ile birlikte, Seyit Onbaşı’nın yaptıklarının önemli yeri olsa gerektir. Nitekim Seyit Onbaşı’dan top mermisini yeniden kaldırması istenildiğinde bunu yapamamış ve yapamayacağını belirtmiştir. Komutanı Cevat Paşa’ya; “Paşam! Ben o zaman bu mermiyi kaldırırken gönlüm Allah’ın feyziyle dopdolu idi. Kendimde bir başkalık hissetmekteydim. Bu ağırlığı kaldıracak bir makama ulaşmışsam, bu Cenab-ı Hakk’a yaptığım duaların mukabilinde idi ki, o ana mahsustur. Şimdi kaldıramam, mazur görün. Fakat siz o düşmanı tekrar buraya getirirseniz, benim de bu mermiyi nasıl kaldırdığımı o zaman görürsünüz” şeklindeki ifadesi sanırım meseleye açıklık getirir. (Turan, age. s. 114.) Netice Bedir harbi nasıl ki, Müslümanlar için bir varlık mücadelesinin başlangıcı, moral kaynağı, özgüven tesisi açısından bir dönüm noktası olmuşsa aynı hususu Çanakkale harbi için de söylememiz mümkündür. “Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhîd’i / Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi!” mısrası ile Mehmet Akif’in, Çanakkale savaşını Bedir harbine benzetmesi bu açıdan anlamlıdır. Aynı şekilde İslam coğrafyasının nerede ise tamamına yakınının işgale uğradığı bir dönemde Çanakkale ile birlikte elde edilen zafer, sadece Türk milleti açısından değil diğer İslam toplumları için de moral kaynağı olmuştur. Çanakkale savaşında insani planda yapılması gereken şeylerin imkân ölçüsünde yerine getirilmiş olduğuna şüphe edilemez. Bununla birlikte Bedir harbinde olduğu gibi yer yer ilahî yardımın görüldüğü durumlar da yaşamıştır. Çünkü Çanakkale savaşı bu şekilde düşünmemize imkân sağlayan hadiseleri bünyesinde barındırır. İşgal kuvvetleri komutanı Ian Hamilton’un, “İnsan ruhunu yenmek mümkün olmuyor. (…) Son derece hırpalanmış Türkleri, onları koruyan Allah’larından ayırmak için başka ne yapılabilir!” şeklindeki sözleri bu açıdan anlamlıdır. (Süleyman Dikici, “Çanakkale İşgal Kuvvetleri Komutanı Ian Hamilton’un Rüyası”, Osmanlı’nın Son Kilidi içinde, İst. 2010, Çamlıca Yay., sf. 171.) Çanakkale harbi, Sultan Reşad’ın; “Kapanıp secde-i şükrâna Reşâd eyle duâ / Mülk-i İslâm’ı Hudâ eyleye dâim me’men” (Harp Mecmuası, hzl. Ali Fuat Bilkan, Ömer Çakır, İst. 2006, III. bsm., Kaynak Kitaplığı Yay., sf. 113.) mısralarında dile getirdiği kabul olmuş duası gibidir. MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 19 G Ü N D E M Düşman Askerlerin Gözüyle Müslüman Neferleri Ahmet YURTTAKAL Araştırmacı-Yazar Yedi iklimi cihanın duruyor karşında, Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada! Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk: Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ... Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ! YEDİ düvel saldırmıştı Çanakkale’ye… Yenilmez donanmalarıyla vatan topraklarımıza ve mukaddesatımıza saldırmışlardı. Haçlı zihniyetleriyle kinle dolu savaşmaya geldiler. Çanakkale Boğazı’nın geçip İstanbul’u işgal edip bu toprakları paylaşacaklardı. Hesap edemedikleri bir şey vardı; Türk askerlerin cesareti ve iman gücü… 18 Mart 1915 günü yaptıkları boğaz saldırısında ağır yenilgi aldılar. O güne kadar yenilmeyen İngiliz ve Fransız donanması Çanakkale’de ağır yenilgi tatmış; birkaç gemisini ve yüzlerce askerini kaybederek geri çekilmişlerdi. Boğazdan umduğunu bulamayan Müttefik askerleri, 25 Nisan 1915 günü Seddülbahir ve Arıburnu’nda kara harekâtına giriştiler. Birçok düşman askeri ilk defa Türk askerleriyle karşılaşacaktı. Türk askerleri hakkında fazla bilgileri mevcut değildi. Sadece ülkelerinde gazetelerde çıkan haberler kadar biliyorlardı. Çanakkale savaşları öncesi Türklere karşı olumsuz propaganda yapılıyordu. Avustralya, Yeni Zelanda ve Batı gazetelerinde propaganda işleniyor; “Türkler Hristiyanları toptan öldürüyor, kadınlara tecavüz ediliyor, Türk askerleri savaş esirlerine çok kötü 20 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 G Ü N D E M Günler süren muharebelerde Türk askerleri sayıca ve cephane mühimmat eksikliğine rağmen iyi direniş gösteriyordu. Düşman askerleri olan gücüyle saldırıyordu. Savaş gücü dengesi düşman askerlerin lehine idi. Düşman askerlerine nefret tohumları aşılanıyor; “Sakın teslim olmayın, esirleri Türk askerleri yakıyor.” diye kışkırtarak mücadele ettiriyorlardı. Düşmanın eline düşmektense intiharı seçmeleri konusunda askerlere telkinler veriliyordu. Bir süre sonra, Anzaklar başta olmak üzere Çanakkale’de Mehmetçik ile çarpışıp, onu doğrudan tanıma fırsatı bulan tüm düşman askerleri, gerçeklerin tamamen farklı olduğunu anladılar. Ama bunun için, tüm acımasızlığıyla Çanakkale savaşlarının yaşanması ve yüz binlerce insanın kanının dökülmesi devam edecekti. (Tunçoku, A. Mete. Anzakların Kaleminden Mehmetçik, TBMM Yayınları, Ankara 2005, s. 27.) İki taraf askerlerini birbirlerini bizzat görme ve tanıma fırsatı 24 Mayıs ateşkesinde olmuştur. Türklere karşı mevcut olan yersiz nefret ortadan kalkmaya, hatta garip bir saygının gelişmesine neden oldu. Anzak askerleri Türk’ün korkak ve hain olmadığını artık anlamıştı. Hatta kısa bir müddet sonra Avustralyalar Anzak askerleri Gelibolu Yarımadasını boşaltıp geride birçok malzeme bırakırken takdir mesajları da bıraktılar. Bu mesajlar “Jhony Turk”, “Our Friend of Enemy” (aslında dostumuz olan düşmanımız) gibi saygılı anlamlar içermekteydi… Limni Adası’dan Ertuğrul Koyuna çıkacak olan İngiliz Piyadeleri Yrd. Doç. Dr. Lokman Erdemir’in Arşivinden işkenceler uyguluyor.” şeklinde haberler yaparak dünya kamuoyunu yanıltıyordu. Müslüman Türk askerlerini “Abdul” olarak anıyorlardı. Bu lakapla Türk askerinin “acımasız, vahşi, zavallı, barbar Türk” olarak tanımlıyorlardı. gaz maskesi dağıtıldığında çoğu bunu takmak istememiş, neden takmadıkları sorulduğunda, “Türkler dürüst savaşçılardır, zehirli gaz kullanmazlar.” cevabını vermişlerdi. Gerçekten, harbin başından sonuna kadar Gelibolu Yarımadası’nda zehirli gaz kullanılmamıştır. (Moorehead, Alan. Çanakkale Geçilmez, (çev: Günay Salman) Milliyet Yayınları, İstanbul 1972, s. 246.) Öte yandan Türklerle ilgili olumsuz yargılar geniş ölçüde yok olmuştu. Birkaç ay sonra, bir Yeni Zelandalı asker: “Türklere hiçbir düşmanlık hissi beslemediğimin farkına vardım. Aslında hiçbirimiz beslemiyorduk. O artık bizim için ‘Johnny Türk’ veya ‘Joe Burke’ idi. Yani âdeta bir dert ortağı olmuştu.” diye yazıyordu. Türk askerlerine karşı düşünceler iyice değişmiş, artık karşılıklı hediyeleşmeye geçmişti. Gazeteci C.E.W. Bean, 10 Kasım 1915’te hatıralarında; “Son zamanlarda Türklerle iyi iletişim kuruyorduk. Siperlerine, Mısır’daki Türk soylu esirlerden gelen ve çok iyi bakıldıklarını anlatan mektuplarıyla, sağlıklı ve mutlu olduklarını gösteren fotoğrafla- MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 21 Yrd. Doç. Dr. Lokman Erdemir’in Arşivinden G Ü N D E M rını atmıştık. Karşıdan şu yanıtı aldık: ‘Sadakayla yaşayan bir adam domuzun, lanetin tekidir. Karnımız tok olduğu gibi yedek yiyeceğimiz de bol. Elimizde tüfeklerle hazırız. İngilizlerin çok yiyecek ve cephanesi olabilir. Ancak bizim de süngülerimiz ve inancımız var. Eğer iddia ettiğiniz gibi büyük bir milletseniz, neden üstün ilkeler doğrultusunda hareket etmiyorsunuz da başkalarının aklını çelerek sadakatlerini bozmaya çalışıp alçalıyorsunuz?’ Çok asilce bir cevap… Bu çabaları yoğunlaştırıp Türklerin teslim olmalarını sağlayabiliriz sanıyorduk.” diyordu. Charles Bean, bir başka günkü hatırasında; “Üç hafta kadar önce Türklerin üç günlük bir bayramları vardı. Bizim siperlere, silinmez kalemle ve aceleyle üzerinde şunlar yazılı iki paket sigara attılar: “Alın afiyetle için, mutlu düşmanlarımız” karşılığında biz de 22 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 onlara konserve ve sığır eti yolladık. Paketi, üzerinde “Sığır bifteği istemeyiz” mesajı yazılı olarak geri yolladılar.” diyordu. XII’nci piyade taburunda er K. J. Skyes Müslüman Türk askerinin yaptığı ibadeti anlatıyordu; “Çetin bir çarpışmanın yorgunluğu içinde başlayan bir gecenin başlangıcındaydık. Biraz olsun dinlenebilmek için sindiğimiz siperlerde, Türk tarafında gelen Allahü Ekber, Allahü Ekber diye yükselen bir sesle, ne olduğunu anlayamadan hemen silahlarımıza sarılıp alarma geçtik… Karanlık içinde olmasına rağmen hemen yakınımızdaki görüntüyü seçebiliyorduk. Hepimiz hayretler içinde kalmıştık. Türk siperlerinin önüne çıkmış beyaz sarıklı bir din adamı ayakta ve fütursuzca dinî görevini yapmaktaydı.” (Karatay, Vefa Baha. Mehmetçik ve Anzaklar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1987, s. 124.) Müttefik askerlerinin Başkomutanı General Ian Hamilton’da; “Dünyada Osmanlı Türkünden başka, bir din uğruna canını fedaya tartışmasız hazır bir millet ve asker yoktur.” (Hamilton, Ian. Gelibolu Hatıraları 1915, Örgün Yayınevi, İstanbul diyerek Türk askerlerini övüyordu. Hamilton, 7 Haziran 1915 günü hatıralarında ise Türk topçuların ilginç bir hareketine yer vermiştir. Gemi yanmaya başlamış, yükü boşaltamaz duruma gelmiş ve yardıma muhtaç hâle düşmüştür. Türk askeri, burada zor duruma düşen düşman gemisini batıracak son birkaç atımı kullanmayacak kadar asil ruhlu olduğunu göstermekten başka bir şey yapmamıştı. Hamilton; “Ben buna şaştım. Türkler, birkaç mermi daha atsalardı, gemi muhakkak batacaktı. Ama atmadılar. Türkler, ateşlerini durdurmuşlardı nedense! Hâlbuki gemi tutuşmuş, baca gibi tütüyordu. Nedense Türkler değeri biçilmez ödülü almaktan vazgeçmişlerdi. 2005, s. 209.) G Ü N D E M Kocamış Türkler gerçekten çok ilginç.” (Hamilton, age. s. 185.) Bu tür sahneler Yeni Zelanda gazetelerinde yer almıştır. Wellington’da çıkan “Otago Times” Gazetesi, 1 Kasım 1915 günü, “Hastaneye ateş edilmiyor, zehirli gaz kullanılmıyor. Triumph zırhlısı isabet alıp batmaya başlayınca, tekrar ateş edilmiyor. Türk, ikili oynamıyor. Bunun aksini iddia edenler Gelibolu’ya değil, en çok Mısır’a kadar gelenlerdir.” (Karatay, age. s. 118.) Türk askerleri siper savaşlarında düşman asker ve subaylarının da takdirini kazanmıştır. General Hamilton Türk askerlerinin mertçe savaştığını belirtiyor; “Mevzilenme, siper savunma işlerinde Türkler her zaman çok iyi. Oysa bilgisiz olan bu askerler kendilerine verilen görevleri aynen yerine getirmek konusunda çok mert hareket ediyorlar. Bir yere tam siper ettiler mi, araziye yapışıyor ve üzerlerine gelen her hedefi vuruyor. Bu çeşit savaşlarda Türk askeri çok usta, (Hamilton, age. s. 198.) diyerek övmüştür. Argus Gazetesi’nde 10 Ağustos 1915’te yayınlanan “Düşünceli ve Saygılı Türk” başlıklı bir asker mektubunda da yaralı düşman askerine, Türk askerinin yardım ettiğini aktarıyordu. Avustralyalı çavuş H. D. Collyer, yaralanıp tedavi için yattığı Malta’daki hastaneden arkadaşına şunları anlatıyordu: “Türklerin aslında iyi kalpli insanlar olduğunu biliyorum. İşte bunu kanıtlayan hatırladığım üç olay: Bir keresinde on iki yaralı askerimiz, cephede Türk Kızılay ekibi tarafından bulundu. Esir alınmadılar. Yaraları sarıldı ve kendilerine: ‘sizinkiler gelip sizi alırlar’ denilip bırakıldılar. Bir başka sefer bir Türk askeri, yaralı ve yürüyemeyen bir askerimizi buldu. Yaralarını temizleyip sardı. Onu kuytu bir yere yerleştirdi. Arkadaşları tarafından bulunması gecikebilir endişesiyle de yanına, bisküvi ve su bıraktı. Gene bir başka Türk yaralı bir askerimizin yarasını sardı ve hemen gitmesini söyledi.” (Tunçoku, age. s. 87.) The Age adlı Avustralya gazetesinde 13 Eylül 1915 tarihinde benzer bir haber yer aldı. Deniz Albayı O.L. Steele gazeteye yaptığı açıklamada; Türk’ün sıkı bir savaşçı olduğunu, ama dürüst çarpışan ve insancıl özelliklere sahip bir insan olduğunu söyleyip, bizzat tanık olduğu şu olayı anlatıyor: “Yaralı bir Avustralyalı, Türklere esir düşmüştür. İşaret vererek, Türklerin kendisini Avustralya siperlerine iade edeceklerini bildirir. Hemen bir sedye yollanır ve arkadaşları kısa süre sonra yaralıyı getirirler. Türk malı bir battaniyeye sarılı olan askerin, yaraları da düşman tarafından tedavi edilmiş ve kendisine çok iyi davranılmıştır.” (Tunçoku, age. s. 92.) Anzak askerleri Gelibolu Yarımadasını boşaltıp geride birçok malzeme bırakırken takdir mesajları da bıraktılar. Bu mesajlar “Jhony Turk”, “Our Friend of Enemy” (aslında dostumuz olan düşmanımız) gibi saygılı anlamlar içermekteydi… (Nigel Steel-Peter Hart. Gelibolu Yenilginin Destanı, çev. Mehmet Harmancı), Sabah Kitapları, İstanbul 1996, s. 134.) Bir başka asker de geri çekildiği gün bıraktığı eşyaları zehirlememiş ve üzerine yazmıştır. Anısını şöyle anlatıyordu; “Sabaha karşı Gelibolu’dan ayrılacaktık. Bize geride hiçbir şey bırakmamamız emredildi. Bütün yiyecek stoklarını yok etmemiz gerekiyordu. Fakat ben ve yardımcı çavuşum anlaşarak bir karar verdim. Bütün her şeyi, el sürmeden Coni Türk’e bırakacaktık. Öyle de yaptık. Stokların üzerine büyük bir uyarı yazısı yazdık: “Coni Türk, Bunlar zehirli değildir. Afiyetle ye!” (Karatay, age. s. 77.) Türk askerlerinin Çanakkale’de sergilediği mert, dürüst ve sıkı bir savaşçı olma özelliği sadece cephede değil, Batılı ülkelerde de yankıları olmuştur. Lord Kitchener, İngiliz Parlamentosu’nda yaptığı konuşmasında Türk askerinden övgü ile söz eder: “Türk, Prusya daha henüz ilkel-putperest ve barbarlık dönemini yaşarken, asker düşmanına centilmence davranmak gibi, takdir edilecek bir savaşçı olma meziyetine sahip olagelmiştir.” Sonuç olarak düşman askerleri, Türkler hakkında kendilerine ne söylenmişse ona inanmışlardı. Bu savlarının asılsız olduğunu zamanla anlamışlardı. Türk askerleri de kendileri gibi açı çekiyor, kendileri gibi can veriyorlardı. Onların da ailesi, geride sevdikleri vardı. Üstelik kendi vatanlarını savunmak için savaşıyorlardı. Zamanla Türk’ün davasını haklı bulmaya bile başladılar. Müslüman askerlerin barbar olmadıklarını esir askerlere bile kendi çorbasını ikram ettiklerini öğrendiler. Yaralılara merhametli davrandıklarını, kendi hastanelerinde tedavi ettiklerini gördüler. Türk askerleri gösterdikleri kahramanlıkla düşman askerlerini kendilerine hayran bıraktılar. MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 23 G Ü N D E M Mehmetçik Siperde Hatıralarla Çanakkale Vehbi VAKKASOĞLU ÇANAKKALE, Mehmetçiğin “Kimse yoksa ben varım” diyerek ateş kusan çeliğe karşı imanlı sinesiyle dur dediği yerdir. Arkadaşlarının Bombacı lakabıyla andığı Mehmet Çavuş, ağır yaralı getirildiği hastaneden kumandanına yazıyor: “Sağ kolumu kaybettim, amma 24 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 zararı yok… Sol kolum var, şükür. Onunla da pekâlâ iş yapabilirim. Beni müteessir eden ve kıtama katılıp düşmanla çarpışmama mani olan şey, yaramın henüz kapanmamış olmasıdır. Hastaneden kurtularak, hâlen harbe iştirak edemediğim için, beni mazur görünüz, affediniz muhterem kumandanım.” Mehmetçiği yokluk, kıtlık ve çok güçlü olan düşmana karşı diri kılan sır ne idi? Bunu da Çanakkale’de başkumandanımız olan Alman General Liman Von Sanders’in bir hatırası açıklıyor. Teftiş sırasında Mehmetçiğe, ne için savaşıyorsunuz diye sorar. Mehmetçik Allah rızası için deyince; Alman General, şu yorumu yapmaktan kendini alamaz: Bombacı Mehmet Çavuş (1. Kolordu, 1. Tümen, 7. Alay, 3. Tabur, 1. Bölük) “Evlatları Allah rızası için çarpışan bir millet ebediyen var olur!..” G Ü N D E M Arkadaşlarının Bombacı lakabıyla andığı Mehmet Çavuş, ağır yaralı getirildiği hastaneden kumandanına yazıyor: “Sağ kolumu kaybettim, amma zararı yok… Sol kolum var, şükür. Onunla da pekâlâ iş yapabilirim. Beni müteessir eden ve kıtama katılıp düşmanla çarpışmama mani olan şey, yaramın henüz kapanmamış olmasıdır.” 18 Mart Deniz Zaferi’mizden sonra Müstahkem Mevki Kumandanı Cevat Paşa cepheyi dolaşıyor, durum tespiti yapıyordu. Mecidiye Tabyası’nın yıkıntıları arasında dolaşırken, bir askerin hâli dikkatini çekti. Mehmetçik bir ağacın altına uzanmış, hareketsiz, sessiz yatıyordu. Yanına yaklaştı, baktı. Mehmetçik yaşıyordu. “Neyin var evlat?” dedi. Mehmetçik, birden ayağa fırladı ve hazır ola geçti. Ancak gözleri Paşa’dan yana değil, ters tarafa bakıyordu. Cevat Paşa, yaşaran gözleriyle ve titreyen sesiyle sordu: Gözlerine bir şey mi oldu oğlum? Mehmetçik, bu soru üzerine daha bir toparlandı ve iyice toklaşan sesiyle şöyle dedi: Üzülmeyin kumandanım! Benim gözlerim göreceğini gördü. Artık görmese de olur. Çanakkale savaşlarında doktor olarak görev yapan, Hikmet Arda rahmetli anlatıyor: “Ben Balkan savaşlarını, Arabistan’ı ve İstiklal Savaşı’nı da gördüm. Fakat Çanakkale gibi kanlı ve tehlikeli olanı yoktu. Aylarca her an ölümle karşı karşıya pençeleşen insanlar hayatlarını o kadar hakir görme- ye alışmışlardı ki, yüzleri ilahî bir manzara arz ediyordu. Bir gün gene bir ölüm kalım harbine tutuşmuştuk. Düşman topçuları evvela siperlerimizi altüst etti. Sonra da düşman askerleri sel gibi hücuma kalktılar. Karşılık vermemiz fayda etmiyordu. Düşmanı durduramıyorduk… Nihayet Senegalliler, siperlerimizin bir kısmını işgal ettiler. Erlerimiz Kerevizdere’ye sığındı. Düşman için yol açılmıştı. Çünkü buradan sonra müdafaa hattı yoktu. Artık düşman Soğanlıdere’ye inecek ve tam Çanakkale’nin karşısında Boğaz’ın en mühim bir mevkiini ele geçirmiş olacaktı… Bütün gayeleri olan İstanbul yolu da, donanmanın yardımıyla kendilerine açılmış bulunacaktı. Ben bir kısım sıhhiye askerimle, bu ani ve müthiş hücum karşısında çekilmeye imkân bulamadım. Siperde vazife yaparken esir kaldım. Başımıza dikilen Senegalli, simsiyah yüzünden akan terlerle, güneşin karşısında âdeta bir bronz heykel gibi, elinde satırıyla dikilmiş duruyordu. Karşı koymaya imkân yoktu. Çünkü düşman askerleri bizleri geride bırakmış, siperlerimizden atlamış Bombacı Mehmet Çavuş MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 25 G Ü N D E M ve Kerevizdere’ye inmeye başlamışlardı. Fakat kaç dakika geçti hatırlamıyorum; müthiş bir “Allah Allah!” nidası kulaklarımızı yırttı… Başlarında, o mütevazı ve dindar kahraman, 1. Tabur Kumandanı Binbaşı Lutfi Bey… Maneviyatı bozulmuş askerin başına geçmiş ve “Yetiş ya Muhammed kitabın gidiyor!” diye naralar atarak askeri heyecana getirmiş ve ileri atılmıştı. Peşine takılarak kükreyen arslanlarla, siperlerimizi düşmandan geri almıştı… Kan, kin ve ateş sağanağı içinde bile insan kalabilen Mehmetçiği insaflı bir düşmanı anlatıyor: Fransız General Guro, genç bir subayken Çanakkale’de Mehmetçiğe karşı savaştı. Bir kolunu ve Fransız General Guro bir bacağını burada bırakarak ülkesine döndü. Aradan 15 yıl geçti. Fransızlar, Çanakkale’de ölen askerleri anısına büyük bir abide yaptırıp açılışına geldiler. Gelenler arasında Guro da vardı. Açılış töreninden sonra Fransız General, “Beni şimdi de Türk askerinin abidesine götürün” dedi. Bizim yetkililerimiz hem şaşırdılar hem de utandılar. Çünkü o zamanlar İngiliz ve Fransız anıtı gibi henüz orada bizim bir eserimiz yoktu. Ancak General ısrar edince, onu, doğru düzgün bir yolu da olmayan altı metre yüksekliğindeki mütevazı Mehmet Çavuş abidesine götürdüler. Temsil ettiği Mehmetçik gibi mütevazı olan bu abide önünde Guro, heyecan ve vecd içinde, tek bacağı üstünde saygı duruşunda bulundu. Sonra da, hayretler içinde kendisine bakan kalabalığa şöyle konuştu: “Efendiler! Müslüman Türk askeri, ender bulunan bir insandır. Sizlere bu konuda, hâlâ içimde taptaze, capcanlı duran bir hatıramı anlatmak isterim. Bir sabah, günün ilk ışıklarıyla birlikte, Türklerle süngü harbine başlamıştık. Onlar çok, ama çok mahir dövüşüyorlardı. Kendileriyle başa çıkmak imkânsızdı. Süngülü çarpışmamız aralıklı bir şekilde akşam geç vakte kadar devam etti. Ortalık kararınca, Türklerle anlaşma yapmak mecburiyetinde kaldık. Çünkü çok sayıda ölü ve 26 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 yaralı, dar bir alana yığılıp kalmıştı. Yaptığımız anlaşmaya göre, savaş alanını gezecek ve yaralılarımızı toplayacak, ölülerimizi de gömecektik. Bizim askerler sedyelerle harp sahasına çıktıkları zaman ben de aralarına katılmıştım. O sırada, gözümün takıldığı bir manzarayla aniden irkildim. Çünkü akşamın alaca karanlığında, değme ressamın fırçasından çıkamayacak bir güzel tablo karşısında idim. Her şeyi bir kenara bırakarak uzun süre seyrettiğim bu tablodaki Türk askeri, beni büyük bir şaşkınlık ve hayranlık içinde bıraktı. Bu muhteşem tablodaki Türk askeri, kendi yaralarına yerden avuçla aldığı toprakları bastırıyor, kucağındaki yaralı asker için ise, gömleğini yırtıp onun yarasını sarmaya uğraşıyordu. Efendiler! Kendi yarasına toprak bastırdığı hâlde, kucağındaki yaralı için gömleğinden parçalar koparan bu kahraman ve asil askerin kucağındaki yaralı kimdi biliyor musunuz?” Sözlerinin burasında sakat generalin bağıran sesi kısıldı. Gözyaşları, boğazına tıkanan hıçkırıklarla birlikte sesini iyice kısmıştı. Derin bir iç çekti ve boğuklaşan sesiyle, âdeta fısıldadı: “Efendiler, Türk askerinin kucağındaki yaralı bir Fransız askeri idi, bir Fransız askeri…” Generalin sesiyle birlikte kuvveti de bitmişti. Yere çöktü. Gözyaşlarını tek eliyle sildi, sonra da o e- G Ü N D E M liyle yüzünü kapatıp ağladı, ağladı, ağladı… Saygının, sadakatin, dostluğun, asaletin timsaliydi Mehmetçik Çanakkale’de… Sol kolunu Çanakkale’de bırakmış bir kahraman Hasan Dursun Bayrak anlatıyor: “Vatan uğrunda seve seve feda ettiğim kolumdan ziyade, karşımda duran İbrahim’e acımıştım. Benden fazla o teselliye muhtaçtı. İbrahim Yozgatlı bir yiğitti. Attığını vururdu. Bir bölüğü tek başına durduracak kadar maharet ve cesaret sahibi, çevik ve sadık bir Mehmetçikti. O benim emir erimdi. Sürekli, ‘İntikamını alacağım kumandanım’ diyor, başka bir şey söylemiyordu. Üç gün sonra vapurla İstanbul’a getirilip, Zeynep Kamil Hastanesi’ne yatırıldım. Kanımla elbisesi muşambalaşmış olan İbrahim temizlenmiş, ben de ıstıraptan biraz kurtulmuştum. Hastaneye yatırıldığımın ikinci günü idi… İbrahim’i karşımda buldum. Diyordu ki: “Bana müsaade ederseniz, ben gideceğim kumandanım.” “Nereye İbrahim?” dedim. “Çanakkale’ye, sizin intikamınızı almaya gideceğim” cevabını verdi. Bu şefkat ve sadakat timsalini kaybetmek istemiyordum. “Benim ve benim gibi olanların intikamını alacak, hamdolsun binlerce er var Çanakkale’de… Benim ise, burada bir emir erin- Türk askeri, kendi yaralarına yerden avuçla aldığı toprakları bastırıyor, kucağındaki yaralı asker için ise, gömleğini yırtıp onun yarasını sarmaya uğraşıyordu. den ziyade sana çok ihtiyacım var. Gel gitme!” dedim. Bu kahraman genç bana şu cevabı verdi: “Kumandanım, sizi bu hâlde bırakarak ayrılmak çok müşkül… Ancak, siz hastaneye yerleştikten sonra, artık ben burada kalamam. Cephedeki arkadaşlarıma, “İbrahim komutanı bahane etti, harpten kaçtı” dedirtmem. Mutlaka gitmeliyim.” “Öyleyse, Allah yardımcın olsun İbrahim” dedim. Elimi hürmetle öptü ve gitti. Bir müddet sonra haber aldım ki, İbrahim aslanlar gibi dövüşerek şehit olmuş…” Çanakkale Destanı’ndan geriye çok az hatıra kaldı. Bildiklerimiz, bilmediklerimizin zekâtı bile olmaz. Sebebi, o kahramanların tevazuu idi. Onlar, yaptıklarının asıl karşılığını sadece Allah’tan beklerdi. Mesela Havranlı Koca Seyit… Çanakkale’deki harikulade kahramanlığını en yakınlarına bile anlatmamış. Bir gün eşi Ha- nımefendi, “Neden anlatmıyorsun?” deyince şu muhteşem cevabı verir: “Hiç insan yaptığını satar mı?” Çanakkale’nin kumandanları da aynı ruh frekansındaydı. Onlar da çok az anlattılar. Hele de kendilerini hiç öne çıkarmadılar. Onlardan biri olan, 26. Alay, 3. Tabur Kumandanı Mahmut Sabri Bey, yönettiği muharebenin raporunu bile, “Yaptım, ettim, yönettim” diye değil; “Yapıldı, edildi, yönetildi” diye yazmış; kendisini değil, askerlerini öne çıkarıp övmüştür. Oysaki tamamen kendi tedbir ve idaresiyle, Seddülbahir’i, en zor zamanda, ilk 48 saat o savunmuştu. Ve Çanakkale Deniz Zaferimizin adsız kahramanı Selahaddin Adil Paşa…1953’te, Çanakkale savaşları ile ilgili bir konferansa davet edilir. Tabii ki içinde değil, başında bulunduğu deniz zaferimizi çok güzel ve etkili anlatır. Paşa’nın oğlu da toplantıyı duyup, katılır. Konuşma sırası babasına gelince hayretler içinde kalır. “Meğer babam Çanakkale savaşlarını ne kadar iyi biliyormuş” der. Ancak Paşa’dan sonra kürsüye çıkan deniz tarihçisi Abidin Daver Bey şu açıklamayı yapar: “Bu tarihçi zannettiğiniz mütevazı şahıs, aslında 18 Mart Çanakkale Zaferimizin hakiki kahramanıdır… Bakmayın kendisinden bahsetmeyişine…” Tabii bu açıklamaya herkesle beraber oğlu da şaşırıp kalır… MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 27 SÖYLEŞİ MEHMET NİYAZİ: “Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti Varsa Bunda Çanakkale’de Kazanılan Zaferin Büyük Payı Vardır.” Söyleşi: Dr. Lamia LEVENT Diyanet İşleri Uzmanı Sayın hocam, bildiğiniz üzere bu yıl Çanakkale savaşlarının yüzüncü yılını idrak ediyoruz. Çanakkale savaşlarının yüzüncü yılının bizim için anlamı nedir? Çanakkale savaşları bugün sahip olduğumuz topraklar açısın- 28 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 dan önemlidir. Eğer bugün bu topraklara sahipsek ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti varsa bunda Çanakkale’de kazanılan zaferin büyük payı vardır. Bu topraklar Çanakkale’de savunulmuştur. Çanakkale’den sonra değişik bölgelerimizde de savaşlar olmuştur. Ancak hiçbiri Çanakkale’ye denk SÖYLEŞİ bizim tarafa geçmeye başlıyorlar. Bu da savaşın seyrinin değişmesinde etkili oluyor. Bunun üzerine Hindistanlıları bilhassa Pakistanlıları geriye doğru sevk ettiler. Bu bakımdan Çanakkale gerçekten İslam dünyasının uyanmasına vesile oldu. Sömürge olan Müslüman devletler kazanılan bu zaferle birlikte sömürgeci devletlere karşı çıktılar ve bağımsızlıklarını bu sayede kazandılar diyebiliriz. olmamıştır. Çünkü Çanakkale’de topyekûn bir savaş yapıldı. Karşımızda tek bir düşman yoktu, farklı devletler, milletlere karşı mücadele verdik. Kurtuluş Savaşına başladığımız vakit biz Yunanlılarla harp etmiştik. Çanakkale’de Fransız, İngiliz ve onların sömürgeleriyle savaştık. Hatta Sarozlar, Yunanlı, Cezayir, Hindistan gibi değişik bölgelerden gelen milletler de vardı. Çanakkale’de duvarı öremeseydik Türkiye işgal edilirdi. Millî mücadeleye de gerek kalmazdı. Bu topraklara sahip olmamız açısından Çanakkale bir dönüm noktasıdır. Çanakkale’de çok büyük kayıplar yaşandı. Anzaklar, Yeni Zelandalılar, Avusturalyalılar savaşta ölen askerlerini ziyaret ediyorlar ve sahip çıkıyorlar. Milletler açısından Çanakkale savaşları ne ifade ediyor? Onların millet hayatında Çanakkale’den başka savaştıkları bir cepheleri olmadı, hem Avustralyalılar hem de Yeni Zelandalılar açısından. Onlar tabii İngilizlerin sömürgesiydi. Bunları İngilizler alıp Çanakkale’ye getirince orada harbin ne olduğunu görmeye başladılar. Ayrıca İngilizlerin sömürgeleri olan Müslümanlar da vardı. Çanakkale’ye geldiklerinde İngilizler onlara dediler ki, halife Almanlar tarafından esir alındı, biz halifeyi kurtarmaya gidiyoruz. Tabii bunlar da Müslümanlara karşı savaşacaklarını bilmiyorlar. Bizim tarafta ezan okumaya başlayınca anlıyorlar ki karşılarında Müslümanlar var. Bunun üzerine Nasıl bir etkisi oldu bu ülkelerin uyanışına? Çanakkale’de Fransız, İngiliz ve onların sömürgeleriyle savaştık. Hatta Sarozlar, Yunanlı, Cezayir, Hindistan gibi değişik bölgelerden gelen milletler de vardı. Çanakkale’de duvarı öremeseydik Türkiye işgal edilirdi. Millî mücadeleye de gerek kalmazdı. Bu topraklara sahip olmamız açısından Çanakkale bir dönüm noktasıdır. Dünyadan bihaber insanlar neler olup bittiğini bilemiyorlar. Ne derlerse evet diyorlar. Çanakkale ile birlikte bir uyanış yaşadılar ve gerçekleri bizzat gördüler. Batı’yı tanıdılar, sömürgeyi tanıdılar. İkbal Avrupa’da okudu, dünyayı tanıdı ve onun gibi bir entelektüel Müslüman zümre meydana geldi. Bu birikimli insanlar İslam dünyasını yoğurmaya başladılar. Yani o bakımdan Hindistan ve Pakistan da İngiltere’ye karşı başkaldırmaya devam ettiler ta ki bağımsızlıklarını elde edinceye kadar. Sayın hocam! Çanakkale harbi Osmanlının son çöküş dönemine denk geldi. Bütün dünya “Kolaylıkla biz burayı alırız’’ dediler. Çanakkale’yi ve boğazı ele geçirdiklerinde bir anlamda Türkiye’yi ele geçirmiş olacaklardı. Millet olarak buna karşı durduk ve büyük kayıplar versek de Çanakkale’yi geçmelerine müsaade etmedik. Çanakkale’yi geçilmez yapan o ruh neydi? Birinci Dünya Harbinde üç cep- MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 29 Bizim milletimiz vatan için şehit olmanın en üstün mertebe olduğunu bilen bir millettir. Biz savaşı iman gücüyle kazandık. Çanakkale imanla yazılmış bir destandır da diyebiliriz. hemiz vardı. Ve zafer kazandık. Biri Çanakkale, ikincisi Kutumar, üçüncüsü Azerbaycan Batum’dur. Bir de ondan iki sene önce gerçekleşen Balkan Savaşı var ki, ordularımız perişan olmuştu bu savaşta. 720 bin kişilik ordumuz, 540 bin kişilik Balkan ordularının önünde 24 günde Manastırdan Muratlı tepelerine kadar çekildi. Ancak iki yıl sonra Çanakkale’de bir destan yazdık. Müttefik ordular başkomutanı Hamilton diyor ki, savaş başladığında Alman kurmayı ve Türk süngüsü ile karşı karşıya olduğumuzu anlamıştım. Ama ne çare ki bir kere savaş başlamıştı. Bizim milletimiz vatan için şehit olmanın en üstün bir derece, mertebe olduğunu bilen bir millettir. Biz savaşı iman gücüyle kazandık. Çanakkale imanla yazıl- 30 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 mış bir destandır da diyebiliriz. Nitekim Atatürk, Çanakkale Savaşlarına ait anılarını Mehmetçiğin oradaki kahramanlığını ve inancını şöyle ifade etmiştir: “… Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulamamacasına düşüyor, ikinci siperdekiler onların yerine geliyor, fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz?.. Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini de biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılmak yok… Okuma bilenler Kur’an-ı Kerim okuyor ve Cennet’e gitmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i Şehadet çekerek yürüyorlar. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayret ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur.” Çanakkale’de yaşanan olaylardan ve hatıralardan neler anlatmak istersiniz? Çanakkale’de bizim 57. alayımız vardır. Bu alayımız 13 Ağustos’ta Çanakkale’ye gitti. Bu alayın başında Kurmay Yarbay Hüseyin Avni Bey vardı. Hüseyin Avni Bey şehit oldu, yerine yardımcısı olan Yusuf Ziya Bey geçti. Yusuf Ziya Bey de şehit oldu, sonra alay kumandanı Hasan Fehmi Bey ordunun başına geçti. Bütün askerlerimiz şehit oldu ama Arıburnu’nda düşmanı durdurdular. Seddülbahir taraflarında Binbaşı Lütfi Bey var. Düşman siperlerimizi ala ala gelince orda Lütfi Bey’in haykırışı var: “Ya Muham- med kitabın gitti!” diye. Binbaşı Lütfi Bey’in bu haykırmasıyla ordu tekrar toparlandı ve düşmana karşı saldırıya geçtiler. Çanakkale şehitlerine baktığımız zaman gerçekten orada biz, bir milletin vatan uğruna, din uğruna bir araya geldiğini görüyoruz. Bizim aynı zamanda birliğimizin de bir göstergesi değil mi Çanakkale savaşları? Bizim üniversitemiz Darü’lFünundu, o zaman 2000-3000 öğrencimiz vardı. Bunların bir kısmı askere gitti gönüllü olarak. Bilmediğimiz diğer bir husus da İstanbul’da on bin küsur medrese öğrencisinin varlığı. Bunların hepsi Çanakkale’ye gitti. Yani Çanakkale entelektüelin, yedek subayın olduğu bir harptir. Bunlar daha çok medrese çıkışlı olanlardı. Din âlimi olacak medrese hocası, sosyolog olacak kimselerdi. Şimdi şunu da söylemek isterim, o dönemler ulaşım böyle kolay değildi. İstanbul ve Ege bölgesi Çanakkale’ye gitti. Bizim Doğu Anadolu bölgesi Bağdat’ın güneyindeki cephelere gitti. Doğu Anadolu bölgesi de Azerbaycan’a Batum cephesine gitti. Doğudan Çanakkale’ye gelen %3, %5 oranında asker var. Batı’dan da Doğu’ya giden bir o kadar askerimiz var. Ama Kutü’l-Amere’de olsun Çanakkale’de olsun Batum’da olsun, bunlar gerçekten kahramanca çarpışan askerlerdi. Bir de o zamanki hükûmetimiz ne kadar eli kalem tutan şair, hikâyeci, romancı varsa Çanakkale’ye götürdü. Oradaki olayları görün ve ya- SÖYLEŞİ zın diye. Ama hiçbirisi görüp yazamadı. Fakat Çanakkale olayı olduğu zaman Mehmet Akif Necit çöllerindeydi. Mehmet Âkif orda el-Muazzam İstasyonu’nda Enver Paşa ile temas kurdu. Mehmet Âkif, Çanakkale’den zafer kazandık haberini alınca o meşhur Çanakkale şiirini yazmaya başladı el-Muazzam İstasyonu’nda. Çanakkale’ye gidemedi, ama gitmediği hâlde o duyguyu bize çok güzel bir şekilde yansıttı. Zaten onun Çanakkale Şehitlerine şiiri bir anlamda Çanakkale’nin abidesi. Sizce yeterince literatür var mı bu konuda? Bir konuşmanızda Almanya’da Çanakkale ile ilgili 700 civarında eser olduğunu ifade ediyorsunuz. Bizde durum nasıl, Çanakkale’yi yeterince anlatabildik mi? Bugün, yüzyıl önce yapılan bu savaşın sağlıklı bir değerlendirmesini yapmak için öncelikle Çanakkale’de verilen mücadelenin çok iyi bilinmesi ve algılanması gerekir. Çanakkale ruhunun ve orada kazanılan büyük başarının devam ettirilebilmesi değerlerimize ve tarihimize sahip çıkmakla mümkün olacaktır. Kitapların hepsi birbirine benziyor. Romanlar hep birbirine benziyor. Birkaç tane roman aldık, Avrupa’dan aldıklarını özetliyor. 1994’lerde ben Beyazıt kütüphanesinde bir araştırma yaptım ve Çanakkale hakkında 23 kitaba ulaşabildim. İşte bunlar da elli sayfa, yirmi sayfa civarında basit yazılmış kitaplardı. Bu konunun halkımıza yeterince anlatılmadığını düşünerek “Çanakkale Mahşeri” kitabını yazdım. Ancak son yıllarda bu konuda pek çok eser yazılmaya başlandı ve iyi kötü de bir literatürümüz oluşmaya başladı. Ama tabii hâlâ yetersiz. Bakın Çanakkale’de 253 bin şehidimiz var. Her şehidi anlatan bir kitap yazılsa 253 bin kitap eder. Ama bunları yeterince tetkik etmiyoruz. Şimdiki gençliği nasıl buluyorsunuz, millî ruh var mı gençlerimizde? Zannediyorum var. Şimdi kendi gençlik dönemlerime baktığımda millî ruhun geçmişe göre daha canlandığını söyleyebilirim. Hatta 1960’da benim gençlik yıllarımda ümmet birliği bundan yüzde on daha azdı. Ama şimdi yavaş yavaş camiye giden bir üniversite gençliğini görüyoruz. Millî ve manevi değerlere sahip gençlerimiz var. Ümitvarız. Ne tavsiye edersiniz gençlere? Şanlı bir tarihe, geçmişe sahibiz. Gençlerimiz bunu bilseler, okusalar bile geleceğe daha ümitle bakarlar. Okuyor mu gençler sizce bunları? İyi kitap yazarsanız bunu okuyorlar. Ama iyi kitap yazmazsanız bir iki bakıyor sonra bırakıyorlar. Onun için iyi kitap yazmak lazım. Ancak onların ilgisini çekecek derecede iyi kitapların yazıldığını zannetmiyorum. Sayın hocam, son bir değerlendirme yapmak gerekirse Çanakkale’de yaşananları nasıl okumalıyız? Bugün, yüzyıl önce yapılan bu savaşın sağlıklı bir değerlendirmesini yapmak için öncelikle Çanakkale’de verilen mücadelenin çok iyi bilinmesi ve algılanması gerekir. Çanakkale ruhunun ve orada kazanılan büyük başarının devam ettirilebilmesi değerlerimize ve tarihimize sahip çıkmakla mümkün olacaktır. MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 31 Helal Dairede Kalmak HUDUDULLAH Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ DİB Rehberlik ve Teftiş Başkanı “Had” kelimesinin çoğulu olan “hudud” kelimesinin kökü sözlükte; sınır koymak, menetmek, vazgeçirmek, iki şeyin birbirine karışmaması için aralarına konan engel ve sınır anlamlarına gelir. Bir Kur’an kavramı olarak “hududullah”; Allah’ın insanlar için koyduğu yasalar, hüküm ve tavsiye-ler, emir ve yasaklar, farzlar, helal ve haramlar, kısaca dinî kurallardır. Dinî hükümler, 32 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 insanların inanç, söz, eylem ve davranışlarını sınırladığı için “hudud” olarak isimlendirilmiştir. Bir fıkıh terimi olarak “hudud” kelimesi; hırsızlık eden, yol kesen, zina eden ve içki içen kimselere uygula-nan ceza anlamındaki “had” kelimesinin çoğuludur. Kur’an’da oruç, evlenme, boşanma, boşanan kadınların iddet beklemesi, kefaret ve miras ile ilgili hükümler “hududullah” olarak ifade edilmiştir. 1. Bakara suresinin 187’inci ayetinde; ramazan ayının gecelerinde kişinin eşiyle beraber olabileceği, ancak mescitlerde itikâfta iken eşlere yaklaşmanın helal olmadığı, tan yeri ağarıncaya kadar yiyip içilebileceği, tan yerinin ağarmasından güneş batıncaya kadar yeme, içme ve cinsel arzulardan uzak durması gerektiği bildirildikten sonra “Bunlar, Allah’ın koyduğu sınırlardır, bu sınırlara yaklaşmayın, Allah, kendine karşı gelmekten sakınsınlar diye, ayetlerini insanlara böylece açıklar.” buyrularak oruçla ilgili hükümlerin “Allah’ın sınırları” olduğu bildirilmiştir. Dolayısıyla namaz, hac, zekât ve infak gibi DİN-DÜŞÜNCE-YORUM diğer ibadetlerle ilgili hükümler de Allah’ın sınırlarıdır. 2. Bakara suresinin 229’uncu ayetinde dönüş yapılabilecek boşamanın iki defa olduğu, sonrasında ya iyilikle geçinmek ya da güzellikle boşanmak gerektiği, Allah’ın belirlediği ölçüleri koruyamama endişesi dışında kadınlara verilenlerin geri alınmasının helal olmadığı, Allah’ın belirlediği ölçüleri gözetemeyeceğinden endişe ederse kadının boşanmak için erkeğe bedel vermesinde günah bulunmadığı bildirildikten sonra “Bunlar Allah’ın sınırlarıdır.” buyrulmuştur. 3. Aynı surenin 230’uncu ayetinde erkeğin eşini üçüncü defa boşadığı zaman, boşanan kadının başka bir erkekle evlenmedikçe boşandığı eşi ile bir daha evlenmesinin helal olmadığı, ancak bu evliliği de sona erdiği takdirde ilk eşi ile evlenebileceği bildirildikten sonra “Bunlar Allah’ın sınırlarıdır.” buyrulmuştur. 4. Talak suresinin birinci ayetinde Müslümanların eşlerini boşamak istedikleri zaman onları, iddetlerini dikkate alarak temizlik halinde boşamaları ve iddetlerini saymaları, apaçık bir hayâsızlık yapmaları dışında onları bekleme süresince evlerinden çıkarmamaları, kadınların da çıkmamaları gerektiği bildirildikten sonra, “Bunlar Allah’ın sınırlarıdır.” buyrulmuştur. 5. Nisa suresinin 11 ve 12’inci ayetlerinde, ölen bir Müslüman’ın geriye bıraktığı mirasından ya- kınlarından hangilerinin ne miktarda pay alacağını açık-seçik bildirmiştir. 11 ve 12’inci ayetlere göre bir Müslüman öldüğü zaman önce ölenin borçları ödenir, sonra varsa vasiyeti yerine getirilir, sonra kalan mirası yakınları arasında ayetlerde belirlenen ölçülere göre pay edilir. Ölenin vasiyeti, mirasın üçte biri ile sınırlıdır, ayrıca vârislere vasiyet yoluyla mal bırakılmaz. Ölenin geriye bıraktığı malın, paranın, servetin üçte ikisi vârislerin hissesidir. Müslüman, malının üçte birinden fazlasını mirasçı olmayanlara veya bir hayır kurumuna vasiyet edemez, etse bile vasiyeti, malının sadece üçte biri için geçerli olur, üçte birini aşan miktarı, -vârisleri razı olmadıkça- geçerli olmaz. İslam’ın mirasla ilgili hükümlerinin ayet ve hadislerle belirlendiğini ve bu hükümlerin adalet ve hakkaniyete uygun olduğunu, aynen uygulanması gerektiğini kabul etmek, Kur’an’a imanın gereğidir. 11’inci ayetin sonunda miras ile ilgili hükümler Allah’ın sınırları olarak ifade edilmiştir. 6. Mücadele suresinin 2, 3 ve 4’üncü ayetlerinde bir kimsenin eşine “Sen bana anamın sırtı gibisin.” diyerek onu kendisine haram kılmasının (zıhar) dine ve gerçeğe aykırı, çirkin ve yalan bir söz olduğu, zıhar yapanların, eşleri ile beraber olabilmeleri için bir köle azat etmeleri, buna gücü yetmeyenlerin peş peşe iki ay oruç tutmaları, buna da gücü yetmeyenlerin altmış fakiri do- Allah’ın sınırlarını korumak farz, her biri hududullah olan Kur’an hükümlerini kabul etmemek, beğenmemek ve küçümsemek inkâr, uygulamamak ve sınırlarını çiğnemek ise isyan, itaatsizlik, zulüm ve büyük günahtır. yurmaları gerektiği bildirildikten sonra, “Bunlar Allah’a ve Rasulüne hakkıyla iman etmeniz içindir. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır.” buyrularak zıhar’dan kurtulma ile ilgili hükümlerin Allah’ın sınırları olduğu bildirilmiştir. “Hudud” kelimelerinin geçtiği ayetlerden Kur’an’ın iman, ibadet, ahlak, helal, haram, öğüt, tavsiye, sosyal ilişkiler, evlenme, boşanma; kişinin Allah’a, kendisine, aile fertlerine, insanlara, diğer canlılara ve çevreye karşı görevleriyle ilgili emir ve yasaklarının, ilke ve hükümlerinin “Allah’ın sınırları” olduğunu anlıyoruz. Kur’an hükümlerini kabul ettiği hâlde bu hükümleri uygulamayan Müslümanlar; Allah ve pey- MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 33 DİN-DÜŞÜNCE-YORUM gamberine isyan etmiş, ilahî sınırları çiğnemiş, hak sahiplerine zulmetmiş ve büyük günah işlemiş olurlar. Eğer bir kimse Kur’an’ın hükümlerini kabul etmezse iman etmemiş olur. Bu sebeple olmalıdır ki Nisa suresinin 13’üncü ayetinde miras ile ilgili hükümlerin Allah’ın sınırları olduğunu bildirilmesinde sonra Allah ve peygamberine itaat edenlerin cennete gireceklerinin beyan edilmesine karşılık 14’üncü ayetinde Allah’a ve peygamberine isyan eden ve onun koyduğu sınırları çiğneyen kimsenin, içersinde ebedi olarak kalmak üzere cehenneme atılacağı bildirilmiştir. Yüce Allah, Kur’an’da sınırlarını koruyanları övmekte ve müjdelenmesini istemektedir: “(Kurtuluşa erenler, günahlarına) tövbe edenler, ibadet edenler, Allah’a hamd edenler, oruç tutanlar, rükû’ ve secde edenler, iyiliği emredip, kötülükten men edenler ve Allah’ın koyduğu sınırları hakkıyla koruyanlardır. Müminleri müjdele.” (Tevbe, 9/112.) Bu ayette dikkatimizi çeken husus, Allah’ın sınırlarının korunması; tövbe, ibadet, Allah’a hamd, oruç, namaz, maruf’u emir ve münkeri men ile birlikte zikredilmesidir. Allah’ın sınırlarının korunması ile maksat, Allah’ın emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmaktır. Allah’ın sınırlarını korumak farz, her biri hududullah olan Kur’an hükümlerini kabul etmemek, beğenmemek ve küçümsemek inkâr, uygulamamak ve sınırları- 34 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 Fert ve toplumların dünya ve ahiret saadetlerini elde edebilmeleri, Allah’ın bu sınırlarını korumalarına bağlıdır. Allah’ın sınırlarını koruyanlar; Allah ve peygamberine itaat etmiş, neticede Allah rızasını, cennet ve nimetlerini kazanmış olurlar. nı çiğnemek ise isyan, itaatsizlik, zulüm ve büyük günahtır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmuştur: “Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırları çiğnemeyin. Allah’ın koyduğu sınırları kim çiğnerse işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Bakara, 2/229.) “Kim Allah’ın sınırlarını çiğnerse nefsine zulmetmiş olur.” (Talak, 65/1.) “Zulüm” ilahî iradeye başkaldırmak, Allah ve peygambere isyan etmektir. Kur’an-ı Kerime göre kâfir, münafık ve müşrikler zalim (Bakara, 2/254; Lokman, 31/13; Nur, 24/57.) olduğu gibi Allah’ın emir ve yasaklarına, ilahî sınırlara uymayanlar da zalimdir. Hucurat suresinin 11’inci ayetinde “Kim (günahına) tövbe etmezse işte onlar zalimlerin ta kendi- leridir.” (Hucurat, 49/11.) buyrularak günah işleyenlerin zalim olduğu bildirilmiştir. Dolayısıyla Allah’ın sınırlarını korumayanlar zalim olmuşlardır. “Hudud” kelimesinin geçtiği ayetleri (Bakara, 2/187, 229, 230; Nisa, 4/13-14; Tevbe, 9/97, 112; Mücadele, 58/4; incelediğimiz zaman; dinî hükümlerin; iman, ibadet, ahlak, muamelat (sosyal ilişkiler), cezalar ve kefaret diye bir ayırım yapılmadan hepsinin Allah’ın hükümleri olduğunu, bunlara iman edilmesi ve gereğinin yerine getirilmesi gerektiğini, Allah’ın hükümlerinin birbirinden ayrılamayacağını öğreniyoruz. Müslüman, Allah ve peygamberin koyduğu hükümlere (Tevbe, 9/97.) bir bütün olarak iman eder, gücü ve imkânı nispetinde bu hükümleri uygulamaya ve insanlara anlatmaya (tebliğe) çalışır. Talak, 65/1.) Sonuç olarak; insanlara rehber olması için gönderilen Kur’anı Kerim, hayatın her alanı ile ilgili hükümler içermektedir. Kur’an’ın bu hükümleri, “hududullah” (Allah’ın sınırları) olarak ifade edilmiştir. Fert ve toplumların dünya ve ahiret saadetlerini elde edebilmeleri, Allah’ın bu sınırlarını korumalarına bağlıdır. Allah’ın sınırlarını koruyanlar; Allah ve peygamberine itaat etmiş, neticede Allah rızasını, cennet ve nimetlerini kazanmış olurlar. Allah’ın sınırlarını çiğneyenler, Allah ve peygamberine isyan etmiş, zalim olmuş, büyük günah işlemiş ve ilahî cezayı hak etmiş olurlar. Hattat: Yılmaz TURAN DİN-DÜŞÜNCE-YORUM Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden güvende olduğu kimsedir. (Buhari, İman, 7; Tirmizi, İman, 12.) Merhameti Kuşanmak Dr. Lamia LEVENT Diyanet İşleri Uzmanı İçimizde sönmeye yüz tutmuş insanlık kandilini yeniden tutuşturacak ve bizi insanlığımıza geri çağıracak olan duygunun merhamet olduğunu söylüyor Kemal Sayar. İnsana insan olduğunu ha- tırlatan en temel duygudur merhamet. O yüzden merhametini kaybeden insanlığını da yitiriyor. Ülke olarak büyük elem duyduğumuz son hadiselere baktığımız zaman hemen aklımıza gelen, insanlığımızı ne zaman ve nasıl kaybettik, sorusu oluyor. Başkalarının acısına bigâne kalmak bir yana, insanlara acımasızca saldırabilmeyi, sudan bahanelerle can- lara kıyabilmeyi nasıl öğrendik? Her gün yanı başımızdan geçen, belki mahallemizde, sokağımızda karşılaştığımız sıradan insanlara ne oldu da bu hâle dönüşebildi? Merhamet erozyonundan olacak artık şiddet pek çok yerde kol geziyor. Âdeta bir şiddet sarmalı içerisindeki dünyamız, her gün canları yakan nice acı hadiselere MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 35 tanıklık ediyor. Özellikle kadın ve çocuklara yönelen şiddetin sınırlarını tahayyül etmek de bile zorlanıyoruz. Tam da bu noktada yukarıda sıraladığımız sorulara cevap, Hz. Peygamber’in hadislerinden yükseliyor: “Merhamet, ancak kalbi katılaşmış, inançsız bedbahtların kalbinden kaldırılmıştır.” (Hakim, Müstedrek, Tevbe ve İnâbe Hadis no: 7632.) Kalplerden merhamet çekilip alındığında beraberinde sevgi, şefkat, ülfet ve rikkati de gidiyor insanın ve katılaşmış yürekler şiddetin öznesine dönüşüyor. İnsanların kalpleri bu hasletlerin yerine, kin öfke, nefret ve intikam hisleriyle doluyor. O zaman insan, insanlığını kaybediyor, kendi cinsine en akıl almaz kötülükleri reva görebiliyor. Hâlbuki kaynağı iman olan merhamet, kötülüklerin panzehri olabilir. Sadece kendisi için değil başkaları için de var olması gerektiğini öğrendiğinde merha- 36 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 meti kuşanır insan. Yine rahmet peygamberi, rahmeti kuşanan bir İslam toplumu inşa etmenin birbirimizi sevme, birbirimize merhamet ve şefkat göstermede bir vücudun organları gibi bütünleşmemizle mümkün olacağını öğütlüyor. (Buhari, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66.) Zira her bir Müslüman diğerinin derdiyle hemhâl olduğunda, onun acısını yüreğinde hissettiğinde dünya daha huzurlu bir yere dönüşecek. Zulüm, zorbalık, haksız yere cana kıyma, masum insanlara saldırı ve daha pek çok kötülüğü toplumumuzdan silmek, empatiyi aşan bir duyarlılıkla yani merhametle birbirimize yaklaşmakla gerçekleşir. Hz. Peygamberin, insanı helake götüren günahların bir başkasının ırzına, haysiyet ve iffetine saldırmak (Ebu Davud, Menasik, 87.) olduğunu tekrar tekrar anlatarak ve anlayarak mücadele edebiliriz kötülükle. Ve Müslümanın Müslümana kanının, ırzının ve malının haram kı- Her bir Müslüman diğerinin derdiyle hemhâl olduğunda, onun acısını yüreğinde hissettiğinde dünya daha huzurlu bir yere dönüşecek. Zulüm, zorbalık, haksız yere cana kıyma, masum insanlara saldırı ve daha pek çok kötülüğü toplumumuzdan silmek, empatiyi aşan bir duyarlılıkla yani merhametle birbirimize yaklaşmakla gerçekleşir. DİN-DÜŞÜNCE-YORUM lındığını (Müslim, Birr ve Sıla, 32.) unutmadan yaklaşırsak birbirimize; işte o zaman toplumda kardeşlik ahlakını ikame edebiliriz. Can özgedir, dokunulmazdır Ne zorluklarla büyütür anne evladını. Önce dokuz ay rahminde taşır ki, merhametin kucağıdır orası. Sonra bir zarar gelmesin diye gözünden bile sakınır onu. Hani Rabbimizin merhametini anlatırken Hz. Peygamber, işte bu annenin evladına duyduğu şefkati misal getirir. (Müslim, Tevbe, 21.) Anne için evladı canı kadar kıymetlidir, hatta canından yeğ tutar, gerektiğinde gözünü kırpmadan canını ortaya koyar evladı için. Sadece anne babalar için mi kıymetli yavruları. Yaratan daha büyük kıymet vermiş insanoğluna. En güzel biçimde yaratmış sonra kendi ruhundan üfürmüş ona. İlahî bir öz taşır her insan o yüzden canı özgedir; ırzı, şerefi, haysiyeti, onuru, namusu her türlü değerin üstündedir. İnsan kendi canına kıyma hakkına bile sahip değilken; bir başkası, hukukun ve ahlakın sınırlarını aşarak asla ona el uzatamaz. Öyle ki, Kerim Kitabımızda bir insanı öldüren sanki bütün insanları öldürmüştür. Bir insanı yaşatan da sanki bütün insanları yaşatmıştır. (Maide, 5/32.) Ama insan bu ilahî ölçüyü aştığında; Rabbin değer verdiği, annelerin babaların el üstünde tuttuğu cana kast edebiliyor. Hele karşısındaki kendinden zayıfsa ve kadınsa daha da vahim tablolar ortaya çıkıyor. Kadına el kalkmaz, helali olmayana yan gözle dahi bakılmaz anlayışının hâkim olduğu bir kültürün bu tabloları üretmesi nasıl mümkün olur! Kadınları Allah’ın emaneti olarak gören bir dinin mensupları; elini, dilini, gözünü bir başkasına dokundurmaya, kız çocuğunun ve kadının iffet ve onurunu çiğnemeye, en temel insani hakkı olan yaşamına kastetmeye nasıl pervasızca cüret edebilir? Şimdi o “anne”ye kim nasıl teselli verebilir? Sabah öpe koklaya okuluna uğurladığı can paresinin akşam hunharca katlediliş haberine hangi yürek dayanır? Anne babaların, gözü yaşlı kadınların ahları arşıâlâyı titretir, gayretullaha dokunur… Asım’ın neslinden şiddet nesline Toplumu sarsan şiddet olayları neden bu kadar yaygınlaştı diye düşünürsek pek çok sebep sayılabilir. Şimdi muhasebe yapma ve bu sebepleri ortaya çıkarma zamanıdır. Herkes kendince bu sorgulamayı yapmaya başladığında, sorunlarımızı ötelemeden konuşabilme zeminine kavuşabileceğiz. Her birimiz eteğindeki taşları dökmek ve meseleye bir ucundan dâhil olmak zorundadır. “Yeni nesil nasıl yetişiyor”dan başlarsak çözümün de ipuçlarını yakalayabiliriz zannediyorum. Çok uzaklarda değil evimizin içinde yaşananlara bakmakla bile cevap bulabiliriz sorularımıza. Her şeyden önce çocuklarımızı, gençlerimizi esir alan küresel vahşet kültürü şiddeti türlü yöntemlerle meşrulaştırmaya çalıştı. Bizim ısrarla uzak durulmasını öğütlediğimiz kötülükler allanıp pullanıp güzel gösterildi körpecik dimağlara. Sanal savaş oyunlarında acımasızca öldürmeyi öğrendi yavrularımız. Sonra türlü entrikaların döndüğü diziler, filmler değer yargılarını yaraladı. Bilinçler ve yürekler işgal edildi… Şimdi yürekleri kötülüğün ve şiddetin işgalinden kurtarmak ve yeniden merhametin membaı yapmak için gönül terbiyesine ve “edep ya hu” idrakine ihtiyacımız var. Bunu gerçekleştirmek de kalplerdeki pası silmek ve gönüllere merhamet tohumları ekmekle mümkün olur. Eğitim sistemimizi, insan yetiştirme düzenlerimizi yeniden gözden geçirmek de gerekiyor. Bunun için büyük projeleri, hamasi kampanyaları beklemek beyhude olur. Zira her birimizin bu ateşi söndürmek için yapabileceği şeyler var. Herkes önce kendinden, nefsinden, evladından, evinden başlarsa işe, bir anlamı olur yapılanların. Atılacak küçük adımlar kartopu misali büyüyüp değiştirebilir dünyayı… Kendisini Rahman ve Rahim olarak nitelendiren Rabbin kulları ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamberin ümmeti olarak birbirimize rahmet ve şefkat nazarıyla bakabilmeyi yeniden başarmalıyız. Hz. Peygamber Müslümanı, diğer Müslümanların elinden dilinden zarar görmediği; halkın canları ve mallarını kendisine karşı emniyette bildiği kişi (Tirmizi, İman, 12.) olarak vasıflandırıyor. Kardeşimize değil elimizden bir zarar hâsıl olması, onu kendimize tercih ettiğimizde merhameti kuşanmış oluruz. MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 37 ŞEHİR VE KÜLTÜR Şiirleri Kuşanan Şehirler Mahmut BIYIKLI Kaba söze karşı şiiri, taşa karşı şehri savunan adamların klas duruşları şiirlere de şehirlere de her zaman iyi gelmiştir. “İnsan yaratılışının gerekçelendiği yerlerdir, şehirler” diyor Nuri Pakdil. “İnsanın en büyük erdemi şehir kurmak” ve “şairin gayesi dünyayı güzelleştirmek” ise, şehirler şiirin otağı olur. Mimarlarla şairler arasındaki akrabalık çok derindir. Yalnız Sinan’ın ve Baki’nin şahadetleri bile yeterli olur bu bağı teslim etmek için. Mimar şuurunu kaybederse, şehir de şiirini kaybeder. Şiirinin mürekkebini şehrinin tütsüsünden ağıtan şair, göğüne şiirler sinmiş şehirler tahayyül eden bir mimar kadar değerlidir şehirlerin hatıra defterinde. Şiirin damarlarıdır şehirler ve şiir taze kan taşır şehrin şahdamarlarına. İnsan şehre bir şiire varır gibi ansızın girer. Şairlerin şiire girişleri daha bir böyledir; bir payitahta girer gibi girerler şairler şiire. Yaşadığı şehrin kendini etkilemediğini düşünmek, bir insan için mümkün değildir. “İnsan yaşadığı şehre benzer / O şehrin havasına, suyuna…” diyen şair bu etkinin şuurundadır. Şair, dilini yaşadığı mekâna yaslayan insandır. Mekânların kaderiyle şiirlerin kaderi arasında görünmez bağlar vardır. Onun için ustalar hep şiirin hayatiyetinin şehrin hayatıyla olan sarsılmaz rabıtasından bahsedegelmişlerdir. Çünkü şiirin hengâmeye ihtiyacı vardır. Tek düzelik, biteviyelik kurutur şiirin damarlarını. “Yazmanın vatanı sağlıklı sessizlik” ise de, şiir, hep şehrin tepelerine çıkmak ister, katlanamaz taşraya inmeye. Şehir öznesi insan olan mekândır Şehirlerin hafızaları daima şairlerden derindir. Şehirler kendilerine karakter olmuş esmaları asla unutmazlar. Şairlerin ise hatırlamak için şehirlere ihtiyacı vardır. 38 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 Şehir, öznesi insan olan mekândır. En azından Doğu şehirleri için bu böyledir. İnsan, şehre hükmü geçen, nazı geçen, şehrin kaderine istikamet verendir. En çok da şairler için geçerlidir bu ayrıcalık. Onlar şehrin hep içine bakarak yaşarlar. Şehrin derunundaki söylenmemişi ararlar. “Yollar bizden biridir / Ne duysak sesimizdir” Şehir, bu mektep medresede yetiştirilmeyen Huda-yı nabit varlıkların varlığıyla yeniden doğayazar. Şair medeniyet nakışlarını işledikçe, şiiri gibi şehri de yenilenir. Ve kendi şiirini yazabilmesi için şehrin, şairin gönlündeki aksi sedasını duyması gerekir. Bunun için şiirsizlik, bir şehrin en korkulu rüyasıdır. “İhmalin vefasız alçak hükmüne / Sabırla elini bağlayan şiir Haşmetli devrinde gördüğü güne / Bakıp da anarak ağlayan şehir” Şehrin tam ortasındadır şair. Şehir gibi kalabalık, şehir gibi yorgun, şehir gibi derin şiirler okumamızın bir sebebi de budur. Bütün büyük şairler şehirde yaşamış, yaşadığı şehri şiirleştirmiştir. ŞEHİR VE KÜLTÜR Şiir şehri şehir şiiri kuşanır Modern şehir olmamalıdır, şiirin moderni olmayacağı için. Şiir doğmak için hep kendi şehrini arar ve ona gönlündeki ilahî hazzı dokur. Ve şehir, özündeki manayı şahlandıran bu şair kardeşlerinin ismini ebediyen kendi tarihine kazır. “Bir zafer müjdesi burada her isim / Sanki tek bir anda gün saat mevsim Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın / Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın” Şiirin de şehrin de şuursuz yaşayamaması. Bunun içindir şiirin ve şehrin birbirini tasdik etmesi bundandır. Büyük şehir şahadet eder üzerinde yazan şairin büyüklüğüne. Bunun için soramayız şiir mi şehri şehir mi şiiri ihya etmeli diye. Şair şehri kuşanmış, şehir de şairi kuşatmıştır yekpare. “Yıkık köprülerin her bir taşından / Bir hayat köprüsü kuran Kâbusların yıktığını onaran / Bir rüya vardır” Bir seyyah değildir şair Bir seyyah değildir şair, ne de coğrafya öğretmeni. Şiirlerle kurulur şehirler şairin gönlünde. Şairleri şiirin yalın hâllerine bırakmak gerekir bunun için. “Uzasan göğe ersen, cücesin şehirde sen” Şehir, hep kendine hep eskiye hep eski çocukluklara mahsustur şairin nazarında. Yusuf’u kaybettim Ken’an ilinde / Yusuf bulunur Ken’an bulunmaz” diyen şairler de vardır. Ken’an dünyasında gönül Yusuf’unu bulunca Ken’an gözünden silinen şairler… Her şairin şehri, onun şiiridir de. Bundandır Mekke, Medine, Kudüs, İstanbul, Bağdat, Şam, Kahire, Semerkant, Buhara, Maraş, Urfa, Diyarbakır sokaklarının şiir kokması. Her şairde onun şehrinin edası vardır. Yunus’sa Mevlana’ysa Hacı Bayram’sa Eşrefoğlu’ysa Fuzuli’yse Niyazi’yse de, Akif’se Yahya Kemal, Necip Fazıl, Sezai Karakoç ise de… Yine de şairler bir şehre aittir denilse hata olur. Şair daima kendini tek-şehirlilikten koruyan adamdır. “Gizemli bir dehliz gibi şehri dolaşıyorum / Sıkıca tutuyorum kendimi şehre karışmaktan alıkoymaya” Bütün büyük şairler Medinelidir Bütün büyük şairler Mekkelidir, Medinelidir önce ve sonra Kudüslü, İstanbullu… “Getirirse iki şehir getirir insanı kendine / Biri Mekke biri Medine” “İnsanlar yağmur olmuş sokaklardan akıyor Melekler saf saf durmuş gıpta ile bakıyor” dedirten Medineli… “Ve Kudüs Şehri / Gökte yapılıp yere indirilen şehir Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri / Altında bir krater saklayan şehir” gibi Kudüslü. “Yeryüzüne ayı indir o bir şehir olsun / Yaklaştıkça büyüyen Ayrıntıları setleri bahçeleri / Yumuşak çizgileriyle ortaya çıkan” gibi İstanbullu… Ve şehirler nasıl bir iddianın burçlarıysa, şiirler de kutlu bir davanın eseridir. Bunun içindir ki şiirler de şehirler gibi ruhlarıyla hep diridir. Şehirlerin ruhunu yansıtan şiirleri, şiirlerin ruhunda yaşayan şehirleri en iyi şairler bilir. Duamız odur ki; Mekke’yi Medine’yi Kudüs’ü bir kol saati gibi kolunda taşıyan, “Bin yıllık ömrüm olsa / Ömrüm boyunca konuşmam ve yazmam nasibimde varsa / Hep Müslümanların birleşmesinden / Ve bir araya gelip şuurlu birliklerini oluşturmalarından bahsederim / Bundan bıkmam ve yılmam, bundan daha büyük bir dava bilmiyorum”dan başka söz sarf etmeyen, “Yürü kardeşim / Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin” diye yaşayan medeni şairler ulu şehirlerimizin semasından hiç eksik olmasın! MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 39 VAHYİN AYDINLIĞINDA Kur’an’ı, Tabiatı ve Tarihi Anlamak Prof. Dr. İbrahim Hilmi KARSLI Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Akıl sahibi olmak, sadece dinî açıdan sorumlu tutulmak için şart değildir. Allah’ın (c.c.) razı olacağı Müslümanca bir hayat için de aklın kullanılması gerekir. Nitekim girişte verilen ayette görüldüğü gibi, Kur’an’ın iniş sebeplerinden birisi bu şekilde ortaya konmaktadır. Kur’an, bir ilim ve hikmet hazinesi olarak muhataplarını kendisini düşünmeye davet eder ve bunu değişik vesilelerle tekrarlar. Mesela bir başka surede konu şu şekilde dile getirilir: “Anlayıp kavramanız için biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” (Yusuf, 12/2.) Dinî tefekkür, insandaki akıl-kalp birlikteliğini sağlayacak şekilde bütün anlama vasıtalarının devreye girmesidir. Kur’an bunu bir metot olarak kullanır. Çünkü düşünce ve tefekkür dünyası zinde olmayan insanların dinî hayatı zayıf kalacaktır. Dolayısıyla birtakım değer ve davranışların kazanılabilmesi için, ayetlerin düşüncenin konusu hâline gelmesi son derece önemlidir. Ne var ki günümüzde Müslümanların Kur’an’la olan ilişkisine baktığımızda, bunun genel olarak anlama merkezli olmadığını görüyoruz. Bu ilişki, esas itibarıyla fikri değil duygusaldır, akli değil ibadet amaçlıdır. Yine bu ilişki, İslami şahsiyeti inşa etmekten ziyade sevap kazanmayı, dünyayı imar etmekten daha çok ahirette mükâfata ermeyi hedeflemektedir. Bahsedilen anlayışın bir neticesi olarak Kur’an’a saygı, içerdiği ilahî buyruklara saygıdan Mushaf’ın maddi varlığına saygıya ve ondan bereket ummaya dönüşmüştür. 40 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 Kur’an bir taraftan yüceltildi ama diğer taraftan hayattan uzaklaştı. Müslümanlar, bugün bu ilahî kelamın anlaşılmasına yeterli zamanı ayırmamaktadırlar. Artık bu alışkanlıklarını değiştirmeleri ve her gün bir süre onun üzerinde imal-i fikirde bulunmaları gerekmektedir. Aksi takdirde onun itikada, ibadete, ahlaka, tarihe ve topluma dair emir ve öğretileri ihmal edilecektir. Oysa geçmiş Müslümanların ve İslam medeniyetinin ilham kaynağı vahiy kültürü değil miydi? Bugün de böyle olması gerekmiyor mu? Müslümanlar, büyük çoğunluğu itibarıyla Kur’an’ı anlamayı ihmal ettikleri için, tabiat ayetlerini anlamayı da önemsemez olmuşlardır. Çünkü kavli ayetler, sürekli olarak kevni ayetleri anlamaya davet etmektedir. (Mesela bk. Casiye, 45/3-6.) Kur’an’ın buradaki asıl amacı, uluhiyet ve tevhit tasavvurunun oluşmasıdır. Ancak bununla evren üzerinde bir tecessüs fikrini, dolayısıyla tabiat bilimlerinin gelişmesinde oldukça önemli bir arka planı oluşturduğu açıktır. Kur’an, tabiattaki normal işleyişi ayet olarak isimlendirdiği gibi, bu işleyişi aşan mucizeyi de ayet olarak isimlendirmektedir. Bu da ilginç bir durumdur. Bununla belki de şu husus bizlere hatırlatmaktadır: Mucizeye dikkat kesildiğiniz gibi, Kur’an ve tabiat ayetlerinde de sizi hayrete düşürecek sırlar ve hikmetler vardır. Öyle ise, neden onları tefekkür etmiyorsunuz? Kur’an’ın dünya görüşünde bütün varlık, insanı Rabbine çağıran sayısız ayetlerle doludur. Varlık her çeşidiyle Yaratıcının sonsuz ilmine, eşsiz kudret ve yaratma gücüne delalet etmektedir. Hayvanlardan bitkilere, mantarlardan mikroskobik canlılara tüm “Sana bu mübarek Kitab’ı, ayetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.” (Sâd, 38/29.) mahlukat, insanı hayrete düşüren bir mükemmellikte yaratılmıştır. Bu anlamda bütün varlık, anlaşılmayı bekleyen sırlarla dolu bir kitap gibi insanın önünde durmaktadır. Ne var ki günümüz Müslüman topluluklarının, tabiatı anlama, oradaki eşsiz işleyiş ve sistemleri çözme konusundaki gayretleri kifayetsizdir. Mucize ve keramet türü anlatımlar onların dikkatini daha fazla çekmekte, olağanüstülüklere ayrı bir ilgi göstermektedirler. Ama çağdaş medeniyetin sahibi batılılara baktığımızda, tabiatın işleyişinde olağanüstülük onları ilgilendirmemektedir. Onlar, mucizeyi (!) evrendeki olağan işleyişi keşfetmede ve onları teknolojiye dönüştürmede aramaktadırlar. Ancak belirtmek gerekir ki, Batı dünya görüşünde de tabiat, insanın sadece maddi yönden istifade edeceği bir fırsat ve imkânlar bütünüdür. Onun metafizik, manevi bir anlamı yoktur. Kanunları keşfedildikçe, teknolojiye uygulanıp insanın istifadesine sunuldukça bir değer ifade eder. İnsanoğlu bugün varlığın sırlarını keşfetmede olağanüstü bir konuma gelmiştir. Ama Fen Bilimlerinde elde edilen onca bilgi, Yaratıcıya şükretme konusunda insana pek bir şey söylememektedir. Kâinat kitabından insan bir fazilet dersi çıkarmamaktadır. Tabiat ve insan yaratılışındaki fevkaladelikler, bu konuda ulaşılan bilgiler, manevi bir anlayışa ve tevhidi bir duyarlılığa yol açmamaktadır. Bu tespitler, sadece gayrimüslim dünya için değil, İslam toplumları için de büyük ölçüde geçerlidir. Çünkü bugün eğitim kurumlarımızda tabiat bilimleri alanında okutulan kitaplarda, bahsedilen anlayış etkinliğini devam etmektedir. Bu da, parçalanmış bir zihin yapısından başka bir şey değildir. Kur’an’ı, tabiatı ve tarihi (toplumu) anlamak, İslam medeniyetinin üç temel sacayağını oluşturmaktadır. Müslümanlar bu üç alanı, bilginin ve anlamanın konusu yapmadıkları müddetçe, insanlığa umut vaat eden bir kültür ve medeni- yet inşa etmeleri mümkün olmayacaktır. Kur’an’ın anlamı ve yorumu tarihte söylenmiş ve tüketilmiş değildir. Aksine Müslümanlar, Kur’an’ı, usulü çerçevesinde her çağ ve dönemde yeniden anlar ve yorumlarlar. Diğer taraftan Müslümanların tabiatı ve tarihi anlamaları, diğer medeniyetlerin anlamaları üzerinden değildir. Onlardan istifade ederler. Ama bizatihi kendileri İslam’ın temel öğretileri çerçevesinde bu alanları araştırmalarının konusu hâline getirirler. Müslümanların Kur’an’ı anlamaya gerekli ihtimamı göstermemelerinin sonuçlarından biri de şudur: Kur’an’ın önemli bir kısmını kıssalar oluşturmaktadır. Bu anlatımlarda toplumların yükselmesi ve çöküşüne neden olan yasalardan bahsedilmektedir. Dolayısıyla Müslümanlar, buradan hareketle Kur’an’dan mülhem Sosyal Bilimlerle ilgili öğretiler geliştirebilirlerdi. Ne yazık ki bu sahadaki çalışmalar henüz yetersiz bir durumda bulunmaktadır. Kur’an bu açıdan büyük bir dikkatle anlaşılmayı ve araştırılmayı beklemektedir. Bu sahada yapılacak çalışmalar sadece teorik değil, aynı zamanda pratiğe yönelik olmalıdır. Nitekim Kur’an buna da işaret eder ve şöyle der: “Yeryüzünde hiç gezip dolaşmazlar mı? Kendilerinden önceki toplumların başlarına gelenlere bakmazlar mı?” (Yusuf, 12/109; ayrıca bk. En’am, 6/11.) Ayette dikkati çeken husus, geçmiş milletlerin tarihinin kitaplardan değil, bizzat gidip yerinde müşahede edilmesidir. Kazılarda elde edilen bulgulardan, müşahhas delillerden hareketle yeni bir tarih yorumunun yapılmasıdır. Ancak Müslümanların bu alanda da ihtiyaç duyulan çalışmaları yaptıklarını söylemek zordur. Çünkü hâlâ üniversitelerimizde okutulan Arkeoloji ilmi, büyük ölçüde yabancıların yaptığı çalışmalara, dolayısıyla onların ön kabul ve okumalarına dayanmaktadır. Sonuç; yeniden ihya ve inşa için, vahiy kültürü bilginin ve hayatın kaynağı hâline gelmelidir. MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 41 HADİSLERİN IŞIĞINDA Tevekkül… Kuşlar gibi… Rukiye AYDOĞDU Diyanet İşleri Uzmanı Tan yeri ağarırken yuvalarından aç çıkan, akşam kızıllığında yuvalarına tok dönen kuşlar üzerine… Her sabah olduğu gibi bu sabah da yuvalarından aç havalandı her biri… Huzurlu, umutlu, hevesli… Sonra hiçbir beklenti içine girmeden kanatlarıyla göğü kucaklayıverdi. Sadık, içten, samimi… Keyifle süzüldüler beyaz bulutların arasında, kanatlarını rüzgâra bırakıp neşeyle dans ettiler, göğü delip en derinine indiler… Görenler onları gökyüzünün efendisi zannederdi oysa onlar, gökyüzünü sahiplenmeden sadece onun içinden geçmekteydi. Onların uçmasını sağlayan, gökyüzüne umut bağlamadan ümitvar olabilmek, rızkı gökten değil göğün sahibinden beklemekti… Göğümüzden kuşlar geçiyordu, biz yürüyorduk. Kaldırdık başımızı, onlar hep yükseklerdeydi, masmavi gökyüzüydü onların evi. Heveslendik, imrendik, kıskandık belki… Başladık koşmaya, nefes nefese kaldık… Oysa koşmakla uçmak bir değildi, bilemedik… Onlar iki kanatla uçarken, iki kolla bizi uçmaktan alıkoyan neydi? Evet, kanatlarımız olmalıydı bizim de, sadece iki tane değil; üç, dört, beş hatta daha da fazla… Hesabımızı yapıp, ölçüp, tartıp garantilemeliydik her şey gibi uçma işini de! Bütün ihtimaller ince ince hesaplandı, istatistikler yapıldı, riskler sıfırlandı. Her şey tamamdı ancak olmadı, bir türlü o zevki tadamadık. - Kanadımız var değil mi? - Evet fazlasıyla! 42 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 - Peki, neden uçamıyoruz? - Çünkü ruhumuzun kanadı kırık! - Ruhu kanatlandıran nedir peki? - Tevekkül! Gökleri tanıyan, göklerden haber getiren Nebi söylüyor bunu. Tevekkül ederek kuşlarla birlikte kanat çırpabileceğimizi, onlar gibi kendimizi özgür hissedebileceğimizi… Kuşların izini sürersek ayaklarımızın yerden kesilebileceğini bildiriyor. Bizi yere doğru çeken ağırlıklarımızdan kurtularak yücelebilmemiz için kuşlardan öğrenecek çok şeyimizin olduğuna işaret ediyor, onları bize örnek gösteriyor ve diyor ki: “Eğer siz gereği gibi Allah’a tevekkül etmiş olsaydınız, tıpkı sabahleyin kursakları boş olarak çıkıp (akşam) dolu olarak dönen kuşların rızıklandırıldığı gibi sizler de rızıklandırılırdınız.” (Tirmizi, Zühd, 33.) Kuşlara benzemek tevekkül edenlerin işi… Tevekkül de derdi gök olanların, derdi uçmak olanların meşgalesi… Durmak değil uçmaktır tevekkül. Gözü yücelerde olanların eylemidir. Hayalleri, idealleri, gayeleri büyük olup da en büyük olana, Ekber olana dayananların işidir. Karıncaları, balıkları, kuşları kim rızıklandırıyorsa bizi de doyuranın O olduğunun bilincine varmaktır. Bu yüzden inanamamış, güvenememiş, adanamamış ruhlar hissedemez onun lezzetini… İnançsızlığın miskinliğini yaşayanlar, O’na dayanmayı tembellik sananlar bilemez tevekkülün bütün benliğiyle insanı nasıl harekete geçirdiğini… Ellerini semaya açanlar tadabilir ancak tevek- külü… Göklerden haber getiren elçilere uyanlar bilir onun tadını… Yedi kat göğün yegâne sahibini tanıyanlar ancak tevekkülle yücelebilir. Gök ehlinin meşgalesidir bu yüzden tevekkül, esfel-i safilinin değil… Ayakları yerden bir türlü kesilmeyenler uçmak nedir ne bilsin? Bin bir çeşit prangayla yere bağlananlar nasıl kımıldayabilsin? Yeryüzünün türlü dertleriyle dertlenenler göklerden nasıl nasiplensin? Bencillikleri, hırsları, bitmeyen savaşları onların kendilerinden başka bir varlığa güvenmelerine nasıl müsaade etsin? Etmez! Bu durumda gündüz de birdir, gece de… Şüphelerin, korkuların tutsağı olur insan. Her şeyin bir hâkimi olduğunu unutup her şeye hâkim olabilmek için kıvranır durur. Sükûnet onu sessizce terk eder, gürültüler yağmalar içini. Cevapsız soruların ardı arkası kesilmez. Rızık endişesi, geçim kaygısı, dünya meşgalesi yakasını bırakmaz bir türlü. Kendisini zehirleyen kuşkuların, evhamların, beklentilerin, ihtimallerin, acabaların, keşkelerin, belkilerin sonu gelmez. Felaket senaryolarının girdabında kaybolur gider… O’na inanmadan kalbi sükûnete ermez ki insanın. O’na tevekkül etmeden huzur nedir bilemez. O’na güvenmeden kendini güvende hissedemez. Güvenmeye ihtiyacımız var, inanmaya, sığınmaya ihtiyacımız var. Çünkü aciziz. Ömrümüz, hayatımız, mematımız ve dahi rızkımız O’nun elinde. Buna iman edip O’na dayandığımız zaman tevekkülün tadına varabiliriz. O zaman gereksiz yüklerin hamallığından kurtulup hafifleyebiliriz. Belimizi büken ağırlıklarımızdan, taşımak zorunda olmadığımız fazlalıklarımızdan ancak işimizi O’na bıraktığımız zaman kurtulabiliriz. Her şeyin sahibi olamayız, her şeyi kontrol altında tutamayız, bütün ihtimalleri hesaba katamayız, acizliğimizi, kulluğumuzu unutup da ilahlığa soyunamayız. Terazilerin sadece maddeyi tartmadığını, muhasebenin sadece rakamlara terkedilmeyeceğini, hesabın sadece aritmetikle yapılmayacağını anlamak zorundayız. Gökyüzünü dünyamızdan çıkarmaya çalışıyoruz, kendimize sadece yeryüzünde bir dünya kurmak amacımız. Uçsuz bucaksız gökler dururken kendimizi yere mahkûm ettiğimizin farkında bile değiliz; kafamızı kaldırıp huzurla uçan kuşlara şöyle bir baktığımız yok. Bir türlü doymamak, doymak bilmemek, hakkına razı olmamak bizi kuşlardan ayırıyor; bir türlü uçamıyoruz. Bunca varlıkla gönlümüzün Ömer b. el-Hattab’ın (r.a.) naklettiğine göre Rasulüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Eğer siz Allah’a gereği gibi tevekkül etmiş olsaydınız, tıpkı sabahleyin kursakları boş olarak çıkıp (akşam) dolu olarak dönen kuşların rızıklandırıldığı gibi sizler de rızıklandırılırdınız.” ( Tirmizi, Zühd, 33.) darlığını gideremiyoruz. İçimizdeki boşluğun maddeyle dolmayacağını anlayamıyoruz. Oysa “Bana Allah yeter. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Ben ancak O’na tevekkül ettim. O, yüce arşın sahibidir.” (Tevbe, 9/129.) diyenden daha huzurlu kimse var mıdır? “…Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter...” (Talak, 65/3.) ayetinin hafifliğini insana başka ne yaşatabilir? “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır.” ; “…Dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltır, her şey O’nun elindedir.” (Teğabün, 64/1; Âl-i İmran, 3/26.) diyebildikten sonra insanı yücelmekten ne alıkoyabilir? Sadece başını kaldırıp kuşları izlemesi yeterli, bir küçük serçe, bir güvercin ya da hüdhüd kendisine yol gösterecektir. Peygamber (s.a.s.) kuşları örnek gösterdi bize, peki kuşlara örnek olabilecek var mı içimizde? MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 43 MÜSLÜMAN BİLGİNLER Yakın Tarihten Silinmez Bir İz: MAHİR İZ Kâmil BÜYÜKER Dünyayı bir mektep olarak görürseniz bu yolda herkes bir talebedir ve her daim öğrenme sürecindeyizdir. Ancak yine de muallime, mürebbiye ihtiyaç vardır. Yakın tarihimizde silinmez bir iz bırakan ve pek çok isme muallimlik yapmış bir isimdir Mahir İz. Öyle bir muallim ki; Dersi bitmez bir debistân-ı hakayıktır cihân Onda en kâmil muallimler sebakhandır bütün (Muallim Naci) Mısralarını çok sık tekrar eden, yani; “bu dünya, dersi hiç sona ermeyen bir hakikatler mektebidir. Orada en yetişkin muallimler bile birer talebe gibidir” düşüncesine sahip bir isimdir. Muallimliğe adanan bir ömür Yakın tarihle biraz hemhâl olan her insan Mahir İz ismine aşinadır. Kimi zaman Mahir İz Hoca’yı Mehmet Akif’le ve müderris Ruşen Ferit Kam’la olan yakınlığı dolayısıyla tanırız. Öyle ki Akif’in Mısır günlerinden önce dostlukları vaki olduğu gibi Mısır döneminde de Mahir İz Hoca ile mektuplaşmaları vardır. Mahir 44 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 MÜSLÜMAN BİLGİNLER Hoca’ya bir zaman TBMM’de zabıt kâtipliği, zabıt mümeyyizliği vazifesini deruhte ederken rastlarız. Büyük Millet Meclisinde bulunduğu dönemlerde çok önemli tarihî hadiselere şahitlik eder ve bunları yazar. Ancak onu en iyi temsil eden vazife muallimliktir. Darülhilafe Medresesinde Türkçe, Ankara Sultanisi’nde Arapça muallimliği, Kadıköy Orta Mektebi, Saint Jean D’arc Okulu, Halıcıoğlu ve Kuleli Askeri Liseleri, Üsküdar Paşakapısı ve Davutpaşa orta mektebi hocalığı ve ardından Sultanselim’deki İmam Hatip Mektebinde tarih hocalığı ve en nihayetinde İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde İslami Edebiyat Tarihi hocalığı hizmetinde bulunmuştur. Kendisinin halefi aynı zamanda genç yaşta vefat eden Selçuk Eraydın Hoca’nın da ifadesiyle “Dünyaya tekrar gelme imkânı olsaydı yine muallim olarak gelmek isterdim.” diyen Mahir İz Hoca 1895’te başlayan ve 1974’de nihayet bulan hayatının büyük kısmını muallimliğe vakfetmiştir. Mahir İz’den bir iz: “Yılların İzi” Babasının kadı olması dolayısıyla çocukluk yıllarında Midilli, Balıkesir, Isparta ve Medine-i Münevvere’de bulunan Mahir Hoca gençlik yıllarını İstanbul ve Ankara’da geçirmiştir. Ondan geriye kalan ve ömrünün hülasası diyeceğimiz “Yılların İzi” adlı eserinde ise hatıralarını tafsilatlı bir şekilde anlatmıştır. Kendisi kitabının yayınladığını göremeden vefat etse de yazdıkları ile yakın tarihe ışık tutacak önemli bir iz bırakmıştır. Sözlü geleneğin en büyük handikaplarından olan ha- tıraları yazamama noksanlığı Mahir Hoca’da da zaman zaman tezahür etse de gerek kardeşi Fahir İz, gerek Erzurum Mebusu Gözübüyükzade Ziya Bey sonra Kemalettin Nomer, Muhiddin Akçor gibi isimlerin teşvik ve zorlamaları ile hatırat uzun bir zaman dilimine yayılmış ama neticede tamamlanabilmiştir. Nihayet onu en iyi anlatacak olan da hatıratıdır. O da hatıratı niye kaleme aldığını şu cümlelerle izah etmiştir: “Yarım asırlık bir devlet hizmetim var; muhtelif vazifelerde ve mekteplerde bulundum. Birçok kıymetli zevat ile temas ettim. Onlara ait hatıralar var. Osmanlı devletinin bir vilayeti olan Ankara’da tesadüfen bulunduğumuz için, Büyük Millet Meclisi’nde İstiklal Mücadelesi devrinin tarihini yazmaya fırsat bulduk; arkadaşlarımla Büyük Millet Meclisi zabıt kâtipliği yaptık. Benim hatıralarım dört kısımda toplanabilir: 1. Şahsi hatıralar, 2. Edebî hatıralar, 3. İçtimai hatıralar, 4. Mesleki hatıralar. Düşündüm, yazılsa abesle iştigal sayılmaz; belki tarihe küçücük bir ışık olur. Edebiyat tarihimize faydası dokunur.” (Yılların İzi, Mahir İz, Kitabevi yay. 2000, s.16.) İlmin namusuna halel getirmeyen bir âlim ve muallim Mahir İz Hoca İmam Hatip ve Yüksek İslam Enstitüsünün ilk kuşağına öncülük eden isim olması hasebiyle de önemli bir yere sahiptir. Bugün pek çoğu hatırı sayılır bir öneme sahip olan simalardan Hayreddin Karaman, Bekir Topaloğlu, Saim Yeprem, Tayyar Altıkulaç, Emin Işık, İsmail Karaçam, İsmail Erünsal, Mustafa Öz, Yaşar Fersahoğlu, Mahir İz Hoca’nın rahle-i tedrisinden geçen isimlerden sadece bir kaçıdır. Mahir İz Hoca, talebe yetiştirmeye o kadar odaklı ve aşk derecesinde bağlıdır ki bu yolda hiçbir engel, ihmal ve gevşeklik kabul etmez. Hocanın ilim ve talebe hassasiyetini göstermesi bakımından Prof. Dr. Osman Öztürk’ün şu anlattıkları dikkat çekicidir: “Hocamın Yüksek İslam’daki son yıllarındaydı. O sene şiddetli bir kış olmuştu. Kar çok yağdığı için orta dereceli okullar bile tatil olmuştu. Vasıtalar tek tük çalışıyordu. Bu havada hocam nasıl olsa derse gidememiştir diyerek bu durumdan istifade etmeyi düşündüm. Sabah çayına hocama gittim. Baktım ki içeride tatlı bir münakaşa var. Konu şuydu: “Hocam her zamanki saatinde evden çıkmak üzere hazırlanırken hanımı: “Kuzum Mahir Bey! Bu havada vasıta bulamazsın! Boşuna yola çıkıp durakta bekleme, üşütür hasta olursun! Bu yaşta (Hoca o zaman 76 yaşındaydı) hastalık zor atlatılır.” demiş. Demiş ama dinletememiş. Hocam evden çıkmış, bir saat kadar durakta beklemiş, kar soğuğunu iyice yemiş ve çaresiz geri dönmüş. Hanımı da “Bakınız ben size bu işin böyle olacağını söylemiştim.” diye serzenişte bulunurken kapıyı çalmış, içeri girmiştim. Hocam rahmetli şu sözlerle kendini müdafaa ediyordu: “Ben peşin hükümle hareket edip yola düşmeseydim, bugünkü ecri manevimi alamamış olurdum. Evet derse giremedim, epey de üşüdüm. Ama şimdi ders yapmış gibi indi ilahîde mükâfata nail ol- MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 45 MÜSLÜMAN BİLGİNLER dum inşallah.” (Muallim Abdullah Mahir İz, Haz. Mustafa Uzun, İBB yay. 2011, s.31.) Mahir İz Hoca muallimliğinin yanı sıra görev yaptığı sancılı yıllarda da dik durmasını bilmiş, doğru bildiklerini haykırmaktan geri durmamıştır. Bunlardan belki en müşahhas olanı 1960 ihtilali sonrası Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından istenen Latin harfleriyle Kur’an-ı Kerim projesidir. Bu projeye dair kanaatini beyan eder ve projeden vazgeçilmesini söyler. Bunun akabinde ise bu teşebbüsten vazgeçilir ve aynı tarihlerde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından bastırılacak olan Yusuf Ziyaeddin Ersal’ın nezaretinde Dr. Hüseyin Atay ve Dr. Yaşar Kutluay’ın hazırladığı Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı’nın yer aldığı çalışmanın redaksiyon heyeti başkanlığını yapar. “Dünyaya tekrar gelme imkânı olsaydı yine muallim olarak gelmek isterdim.” diyen Mahir İz Hoca 1895’te başlayan ve 1974’de nihayet bulan hayatının büyük kısmını muallimliğe vakfetmiştir. Ömrünün son demlerinde yaşadığı sıkıntıya rağmen bunu dillendirmeyen Mahir İz Hoca’nın, Diyanet, Sebilürreşad, İslam Medeniyeti, İslam Düşüncesi, Tohum, Oku, Hilal gibi dönemin İslami mecmualarında, Yeni İstiklal, Bugün, Yeni Asya gibi gazetelerde yazdığı seri yazıları güzel bir seda olarak kaldı. Yine talebesi Selçuk Eraydın’ın hocasından tuttuğu Mahir Hoca’ya yapılan Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı teklifi Mahir İz Hoca’nın hatıralarını naklettiği eserinde yine aynı tarihlere denk gelen bir başka hadise de şöyle cereyan eder: “1960 ihtilali kuvvetli tesiriyle hüküm sürmekteydi. Yaz tatili temmuz ayında, Kanlıca’da, sırası bende olan arkadaş toplantısı vardı. Saat üç buçuk sıralarında kapı çalındı. Uzun boylu geniş omuzlu, heybetli bir genç ve din görevlilerinden biri olduğunu tahmin ettiğim diğer bir gençle karşılaştım. Benimle hususi suretle konuşmak istediklerini söylediler. Kendilerini ayrı bir odaya aldım. İlk söz olarak kim olduklarını ve nereden geldiklerini sormamamı rica edip Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Şükrü Bey işinden alınmıştır. Bu muavinlik makamı 46 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 için sizi uygun bulmuşlar, biz bu işi teklife geldik. Hemen kabul ederseniz şimdi Ankara’ya telefon edip bildireceğiz.” dediler. Ben meslekten adam olmadığım için kabul edemeyeceğimi söyleyince “Siz tensip edildiniz, evet veya hayır diyeceksiniz.” demeleri üzerine, salahiyetli bir zatla konuşmam lazım geldiğini, uygun şartlarla tekliflerim bulunduğunu, bu ciheti kendilerine arz etmelerini söyledim. “Siz önce kabul edin, şartlarını Ankara’ya gidince söylersiniz.” dediler. “Kabulden sonra şart öne sürülmez” dedim. Veda edip ayrıldılar. Sonra bir ses çıkmadı.” (Yılların İzi, s. 479.) notların genişletilmesi ile ortaya çıkmış olan Tasavvuf isimli eseri, Din ve Cemiyet adlı kitabı ve sadeleştiren ve yayına hazırlayan olarak Ahmet Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiya’sı ondan bize miras kalan kıymetli eserlerdir. Şair, edip, mütefekkir ve muallim Mahir İz Hoca’nın üç kez vefatına tarih düşüren Kemal Edip Kürkçüoğlu yazdığı beyitlerin sonunda şöyle der: “Mâhir İz Bey de göçtü hey dünya! Edebiyyâtımız yetîm oldu.” (1394) SÖZÜN YANKISI Sesini Değil SÖZÜNÜ Yükselt! Yrd. Doç. Dr. Yasin PİŞGİN Akdeniz Üniversitesi İlahiyat Fakültesi …Ve her türlü kemalatın sahibi mutlak muktedir ilahtan iki harf, tam iki harf çıktı sözün dünyasına. Ol ilah ki, ismi Hazreti Allah “ol!” dedi. Sonsuz ilim, irade ve kudretten oluşan “kenz-i mahfi” dile geldi, söz oldu ve söz, kâinatın kendisiyle vücut bulduğu öz oldu. Süleyman Çelebi’nin dediği gibi; “Ol dedi bir kere var oldu cihan Olma derse mahvolur ol dem heman.” Sözün miladı, en ulvi mananın ilahî nefesle ortaya çıktığı bu andır. Yankısı ise secde hâlinde bir sacit, ibadet hâlinde bir âbit olarak Kur’an’da vasfedilen; cemal ve kemal üzere cereyan eden bütün kâinattır. Diri ve diriltici olan Allah, bu ilk sözle “adem”den “vücud”u “ma’dum”dan “mevcud”u çıkardı ve ilahî söz olan vahiy, varlık için ab-ı hayat oldu. Hâsılı; sözü ve onun yankısını belirleyen, özdeki cemal ve kemaldir; sözün yankısı, özün kemali ile doğru orantılıdır. İki harften oluşan “ilk söz”le vücuda gelen bu kâinat içinde insan, ahsen-i halikin olan Şah’ın ahseni takvim olan şaheseridir. Çünkü Yüce Allah onun hamuruna, kendi ruhundan üflemiş, yeryüzünü; maddi ve manevi yönden imar etmesi için onu kendisine halife edinmiştir. Böylece o; cemal ve kemalin, kendisinde en fazla tecelli ettiği varlık olarak zübde-i âlem olmuştur. İnsanın mazhar olduğu ilahî tecellilerin başında “beyan” sıfatı gelmektedir. Bizzat Allah tarafından öğretilen bu mazhariyeti sayesinde insan, eskilerin deyimiyle “hayvan-ı natık”tır. O; hisseden ve düşünen, his ve düşüncesini söze döken, Allah’ın ona bahşettiği ilim, irfan ve irade yeteneğiyle özünü, sözüne yansıtabilen yegâne canlıdır. Bu hakikati şair şu beyitle ifade eder: “Eylersen papağana talim, eder kelimat Sözü insan olur, ama özü insan olmaz.” Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve “Kuşkusuz ben Müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kimdir? (Fussılet, 41/33.) ayetinde de ifade edildiği gibi söz söyleme yeteneğinin, bütün insanlara örnek olacak yetkinlikte ortaya çıktığı şahsiyet, ilahî hakikatleri tebliğ eden Peygamberimizdir (s.a.s.). O, edebî söz söyleme konusunda zirveyi yakalamış bir topluma, insanlar ve cinler bir araya gelseler bile bir benzerini meydana getiremeyecekleri Kur’an mucizesiyle gönderilmiş ve bilinen edebî standartların tamamının üzerinde bir hakikat çağrısı olan ilahi sözü, insanların kalplerine yerleştirmiştir. Tebliğ görevini yaparken az sözle pek çok manayı ifade etmiş; anlamlı, açık, samimî, anlaşılır, israf-ı kelamdan, yapmacıklıktan, heva ü hevesten, ifrat ve tefritten uzak bir üslupla insanların akıl seviyelerini dikkate alarak özlü bir şekilde konuşmuş; nazik ve yumuşak bir dil kullan- MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 47 SÖZÜN YANKISI mış, kırıcı ve incitici ifadelerden özenle sakınmış ve sakındırmıştır. Hatta sabah namazı vaktinde öten bir horoza hakaret edilmesini bile uygun görmemiştir. (Ebu Davud, Hadis No: 5101.) Edebiyat yapmak için ağzını eğip bükenleri, edep dışı argo ifadeler kullananları, çalım satmak ve büyüklenmek için boğazdan ve üst perdeden konuşanları uyarmıştır. (Müslim, İlim, 7.) Onun sükûnetli ve vakur üslubuyla söylediği sözleri dinleyenler, ona kulak vermekten asla usanmamışlardır. “Onlara, benliklerine işleyecek etkili söz söyle!” (Nisa, 4/63.) emrinin gereğini “cevamiu’l-kelim” makamında en güzel şekilde yerine getiren Hz. Peygamberin hikmetle bezeli sözlerinin yankısı özel olarak asrı saadet neslinde, genel olarak da kıyamete kadarki müstakbel ve muhtemel bütün ümmetinde tecelli etmiştir. “Kullarıma söyle: (İnsanlara karşı) en güzel sözü söylesinler.” (İsra, 17/53.) buyuran Allah, sözlerin en güzeli olan Kur’an’da beşer sözünün nasıl olması gerektiğini de izah eder. Kur’an’a göre söz; yumuşak (leyyin), açık (beliğ), doğru (sedid), ahlaki (kerim), faydalı (meysur), iyi (ma’ruf) ve hak üzere olmalıdır ki, yankısı; bu fani gök kubbede hoş bir seda olarak baki kalsın. Hatta “Güzel söz Allah’a yükselir.” (Fatır, 35/10.) ayetinde de ifade edildiği gibi gök kubbeyi aşıp maveraya sarksın ve sahibini, hesap gününde, dilinin afetleri sebebiyle müflis bir kul olmaktan korusun. Yüce Allah güzel sözün kalıcılığını Kur’an’da şu şekilde ifade eder: 48 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 “Görmedin mi, Allah güzel bir söze nasıl misal getirdi? (Güzel bir söz), kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir. Bu ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir. Kötü bir sözün durumu da; yer(in)den koparılmış, ayakta durma imkânı olmayan kötü bir ağacın durumu gibidir.” (İbrahim, 14/24-26.) Bundan dolayı Allah dedikodu, yalan, gıybet, iftira, laf taşıma, sövme, başa kakma, kalp kırma, lanet, beddua gibi insanı ve toplumu helake götüren dilin pek çok ifrazatına karşı uyarılarda bulunmuştur. Aynı şekilde Peygamberimiz, bir hadisinde cennetin ve cehennemin insanın iki dudağının arasında olduğunu belirtmiş (Buhari, Rikâk, 23.) ve âdeta dilin selametini, dinin se- lametine eşdeğer saymıştır. Tıpkı “ilk söz”de olduğu gibi beşer sözünün de yankısını ve yansımasını belirleyen, özdür. Onun için “Sesini değil sözünü yükselt!” der Mevlana. Aslında satır arasında “Özünü yükselt!” der. “Yaprakları yeşerten yağmurlardır, gök gürültüleri değil” diye de ekler. Öz yücelmeden söz yücelmez; belki sadece ses yükselir. Salt ses, söz değil, gürültüdür. Gürültü ise matlup bir şey değildir. Çünkü seslerin en sevilmeyeni eşeklerin sesidir. (Lokman, 31/19.) Onun için yağmaksızın gürlemek değil, illaki yağmak, yağmak için yoğunlaşmak, yoğunlaşmak için de ısınmak ve belki de yanmak; yani kurbiyetin zirvesi olan makamı aşka ermek gerekir. SÖZÜN YANKISI Peygamberimiz, bir hadisinde cennetin ve cehennemin insanın iki dudağının arasında olduğunu belirtmiş ve âdeta dilin selametini, dinin selametine eşdeğer saymıştır. Aşk-ı hakikinin temeli ise iman-ı hakikidir. Gerçek iman, insanın; “ilk söz”ün yankısı olan kâinatın eşsiz düzen ve ritminin ardındaki büyük sırra ererek bulmaya çalıştığı en büyük anlam arayışının sonucudur. İnsanın en büyük özlemi bu sırra ermektir. Bir aşka dönüşen bu özlemin en esaslı çözümü olan iman, insana; varlığın maverasını marifet ettiren bu işlevi itibarıyla aşkla özdeştir. Her ne kadar imanın temelinde sevgiye dayalı bir yöneliş bulunsa da gerçek aşk, imanın sebebi değil, sonucudur. Bundan dolayı Allah, “İman edip salih amel işleyenler için Rahman, (gönüllerinde) bir sevgi yaratacaktır.” buyurur. (Meryem, 19/96.) Ayette “vüdd” olarak ifade edilen hasleti elde etmeden di- lin afetlerinden korunmak, sözü hikmet ve hoş bir seda ile bezemek imkânsızdır. Peygamberimizin ifadesiyle insan varlığının odak noktası kalptir. (Buhari, İman, 52.) O, ıslah olduğunda diğer organlar gibi dilde ıslah olur, fesada uğradığında ise bütün fiiller gibi söz de bozulur. Kalbin ıslah ve imarının kurucu ilkesi ise iman ve onun neticesi olan aşktır. “Bizim Yunus” bu gerçeği, vefatından asırlar sonra gönül dünyamızda yankılanan şu beyitlerde ne güzel ifade etmiştir: “İşitin ey yârenler, aşk bir güneşe benzer Aşkı olmayan kişi, misâl-i taşa benzer Taş gönülde ne biter, dilinde ağu tüter Nice yumuşak söylese, sözü savaşa benzer.” Bu sebeple mümin, elinden ve dilinden insanların güvende olduğu kimsedir. (Buhari, İman, 3.) O sövmez, tekfir, lanet ve beddua etmez (Ebu Davud, Hadis No: 4906.), ya hayır söyler ya susar. (Buhari, Edeb, 31.) O, hiçbir amelden kazanamayacağı büyük mükâfatları, güzel sözle elde eder. (Müslim, Birr, 77.) Doğru sözlülüğü sebebiyle Allah onu sıddıklar defterine kaydetmiştir. (Buhari, Edeb, 69.) “Baksa tabîbân-ı cihan çâreme Çâre bulunmaz bilirim yâreme!” dediği gibi şairin, mümin; tedavisi çok zor yaraların varlığını, bunlardan birinin de kılıçtan keskin dil yarası olduğunu, sözün güzelinin yılanı ininden, kötüsünün ise insanı dininden çıkaracağını, insanın; söylemediklerinin efendisi, söylediklerinin kölesi olduğunu bilir. Bundan dolayı yutmadan önce çiğnediği gibi, konuşmadan önce de düşünür. Onun nazarında güzel söz sadakadır (Buhari, Edeb, 34.) ve peşinden gönül kırmanın geldiği infaktan daha hayırlıdır. (Bakara, 2/263.) Çünkü o bilir ki, gönül; Allah katında Kâbe’den daha faziletlidir. (Tirmizi, Hadis No: 2032.) Gönül hanesi dille yapılır, dille yıkılır. Güzel söz, virane kalpleri kâşaneye, kabirleri cennet bahçesine, dünya ve ahiretin bedbahtlığını saadet-i dareyne çevirir. Tıpkı Yunus’un dediği gibi: “Kişi bile söz demini Demeye sözün kemini Bu cihan cehennemini Sekiz cennet ede bir söz.” MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 49 DİN VE SOSYAL HAYAT ÇANAKKALE MUHAREBELERİ’NDE DİN GÖREVLİLERİ Yrd. Doç. Dr. Abdullah AKIN runu söndürmek için gelmiş düşmana karşı duran askerlerin en önemli teşvik unsuru, cephede görev yapan din görevlileri olmuştur diyebiliriz. Osmanlı Devleti’nde din görevlileri sivil hayatta görev yaptıkları yere göre birtakım isimler aldıkları gibi, askeriyede de tabur imamlığı, alay imamlığı, ocak imamlı- 125. Alay Komutanı ve Müftüsü Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Biraz sonra şehit edileceğini bildiği hâlde ateşe atılan askerin gösterdiği gayret ve azim, sadece bazı askerî imkân ve kabiliyetlerle izah edilemez. Vatan sevgisi, galibiyete inanç ve her şeyden önemlisi askerin sahip olduğu manevi değerler göz ardı edilmemelidir. Çanakkale’de, bir milletin ve onun temsil ettiği medeniyetin nu- 50 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 DİN VE SOSYAL HAYAT ğı, gemi imamlığı; alay müftüsü ve ordu şeyhi gibi isimler almışlardır. Protokolde yüzbaşıdan önce kolağasından sonra gelen alay imamları terfi ederek “alay müftüsü” olurlardı. Alay müftüleri Osmanlı askerî teşkilâtında askerin maneviyatını yükseltmek için onlara dinî bilgiler ve zaman zaman vaazlar vermek, bazen de teçhiz ve tekfin işleriyle ilgilenmekle görevli askerî memurdu. Alay müftüsü protokolde binbaşıdan önce gelirdi. Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar alay müftülüğü varlığını korumuştur. 31 Mart 1914’te görevleri son kez belirlenen imam ve müftüler, (“Alay ve Tabûr İmamlarının Vezâifî Tedrîsiyyeleri Hakkında Nizâmnâme” Numara: 196, Düstur, Tertib-i sânî, C. 6. Sh. Yrd. Doç. Dr. Lokman Erdemir’in Arşivinden Bu usul Yeniçeri Ocağı’nda “ocak imamı” olarak başlamış, daha sonra kurulan tüm ordularda devam etmiştir. İmamların rolü askerlerin, cephede dinî ihtiyaçlarının yerine getirilmesinin yanında taarruz öncesi ve sırasında askerin gayretini artırıcı telkinlerde bulunmaktan ibaret olagelmiştir. Osmanlı Devleti’nde din görevlileri sivil hayatta görev yaptıkları yere göre birtakım isimler aldıkları 332-333,14 Zilhicce 1331/24 Zilhicce 1332 [1 Teşrin-i sânî 1329/13 Teşrin-i evvel 1330]. (Takvim-i vekâyı ile neşr ve ilân: 7 Cemâd-lûlâ 1332 21 Mart 1330-Numara: 1776.) 2 A- ğustos 1914’te ilan edilen seferberlik ile birlikte birliklere tayin edilmişlerdir. Osmanlı Devleti, içinde bulunduğu şartlarda halkın ve cephedeki askerin maneviyatını artırmak ve önemini belletmek için gerek İstanbul’da gerekse cephede vaizler de görevlendirmiştir. Seçilen gibi, askeriyede de Tabur İmamlığı, Alay İmamlığı, Ocak İmamlığı, Gemi İmamlığı; Alay Müftüsü ve Ordu Şeyhi gibi isimler almışlardır. kişilerin isimleri ve vaaz edecekleri camiler gazetelerde duyurulmuştur. Meşihat Dairesi, ayrıca Medresetü’l-Vaizin dördüncü sınıf talebelerinden vaaz ve nasihat etmeye liyakati olanlardan bir kısmını -seçilen bu âlimlerin vaazının yeterli gelmeyeceği düşüncesi ile olsa gerek ki- bazı İstanbul camilerinde vaaz vermek üzere görevlendirmiştir. (Mevaiz-i Diniye, Sabah 13 Mart 1331-26 Mart 1915.) Çanakkale Muharebelerinde cephede birlikler arasında bir program dâhilinde dolaştırılan İstanbul’un ileri gelen hocaefendilerinden biri de Beyazıt Dersiamlarından Hüseyin Hilmi Efendi’dir. Hüseyin Hilmi Efendi 26. ve 7. Tümenlerde askerin yaptı- MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 51 DİN VE SOSYAL HAYAT Muharebeler sırasında askere telkinde bulunan ordudaki din görevlileri, gerektiğinde ellerine silah almaktan çekinmemiş, düşmana hücuma katılmışlardır. Bir kısmı gazilik mertebesine ulaşırken bir kısmı da şehit olmuştur. Bu kahramanlardan cephede yaralanarak tedavisi için İstanbul’a getirilen bir gazi imamın sözleri bu hakikatin tespiti adına büyük önem arz etmektedir: “Biz her zaman olduğu gibi kahraman yavrularımızın arasında ifa-yı vazife ediyorduk. Onlarda teşvik ve teşci’ edilmeye hiçbir ihtiyaç yok idi… Düşman üzerine arslanlar gibi hücum ediyorlar, boğuşuyorlar hiçbir zaman hiçbir şeyden ürkmüyorlardı. Yükselen “Allah Allah…” sedasından başka bir şey işitilmiyordu. Bu öyle ruhanî ve ulvi bir an idi ki, bunun karşısında, yapacak hiçbir vazifesi olmayarak, bizden bir kelime-i teşvik ve teşci’ bile beklemeyen er oğlu erler arasında dolaşmak zait bir şey gibi geldi. Ben de hemen orada boş bulduğum bir silaha sarılarak hücuma iştirak ettim. Bir müddet dövüştüm ve nihayet sağ tarafımdan bir kurşunla mecruh oldum…” (Gaziler Arasında, Tanin, 17 Mayıs 1331-30 Mayıs 1915.) Hatta 73. Alay Müftüsü Ali 52 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 Rıza Efendi çarpışmaların en fazla kızıştığı an, askeri düşmana karşı cesaretlendirirken, makineli tüfek ateşiyle şehitlik mertebesine ulaşmıştı. Muharebeler sırasında askere telkinde 3. Kolordu Komutanı Esat Paşa da hatıratında tabur imamlarının ellerinde Kur’an olduğu hâlde askerin önünde ilerlediğini belirtmektedir. Tabur imamlarından askerin önünde muharebelere iştiraki ve sonra işgal edilen siperlerin geri alınışı ile ilgili bir başka hadise ise Tanin Gazetesi muhabiri tarafından şöyle anlatılmaktadır: (Muhabir-i Mahsusamızdan Çanakkale bulunan ordudaki Mektupları, Tanin, 29 Haziran 1331-8 Tem- Bir kısmı gazilik muz 1915; Lokman Erdemir, Çanakkale Savaşı, İstanbul 2009, s. 455.) “30 Haziran 1915: Önceki gün sonuçlanmış sanılan muharebe, dün yine bütün şiddetiyle devam etti. İngilizler öğleden sonra saat biri yirmi geçe Arıburnu’nda sağ din görevlileri, gerektiğinde ellerine silah almaktan çekinmemiş, düşmana hücuma katılmışlardır. mertebesine ulaşırken bir kısmı da şehit olmuştur. Yrd. Doç. Dr. Lokman Erdemir’in Arşivinden ğı işin önemini ve âlem-i İslam için ifade ettiği anlamı anlatmıştır. Cepheye gönderilen vaizlerden bir diğeri de, Fatih Dersiamlarından Hüseyin Mahir Efendi’dir. Bu imamlardan biri de Cephe’de şehit olan 71. Alay yüzbaşılarından Bedri Efendi’nin şehit oluşunu yazan Mustafa Memduh Efendi’dir. Bir tabur imamının mührü DİN VE SOSYAL HAYAT tarafımıza karşı şiddetle tecavüz ettiler ve bu hücumu bir taraftan himaye etmek diğer taraftan da umumi göstermek için bütün cephede şiddetli bir ateş açtılar. Fakat birliklerimiz İngiliz hücumunun ilerlemesini beklemeye lüzum görmeyerek derhal karşı koydular. Bir elinde kılıcı, diğer elinde Kur’an-ı Kerim olduğu hâlde tekbir ve tehlil (Kelime-i Tevhit) ile ileri atılan tabur imamı düşmanın birkaç adım ilerlemeye muvaffak olan askerlerini kovduktan sonra ileri siperlerden ikisine girdiler.” Bir süre 9. Tümen’in komutanlığını üstlenen, yaralanarak cephe gerisine alınan Alman komutan Albay Hans Kannengiesser de cephede imamların rolünü ve hücum öncesi yapılanları hatıratına kaydetmiştir. O, taburun hücumundan önce Alay imamının obüs toplarının sesleri arasında askere hitap ettiğini belirtmektedir. Kannengiesser Paşa bu hitabın önemli bir etkisinin olduğunu belirttikten sonra “Bu gibi kötü durumlarda bir Hıristiyan olarak, keşke bir telkin de bana verilmiş olsaydı.” diyecektir. Paşa sözlerini “Alay imamı, pratik bir insandı. Hele, tüm subaylar ve hatta tabur komutanı şehit olmuşsa, insanları oldukça fazla duygulandırıyor ve iyice etkiliyordu.” ifadeleri ile bitirecek ve Çanakkale’de alınan zaferin ardındaki bir gerçeği açıkça belirtecektir. (Hans Kannengiesser, Cephede imamların asker üzerindeki bu etkisi ve muharebelerde ifa ettiği vazife müttefik askerlerinin hatıralarında da yerini almıştır. Deniz çavuşu F.W. Johnston Türk imamlarının “Allah! Allah! Allah!” diye bağırdıklarını, bu seslerin kendisinde bir ürküntü meydana getirdiğini nakletmektedir. (Nigel Steel, Peter Hart, Gelibolu: Yenilgi- Çanakkale’de Türklerle Beraber (Bir Alman Su- nin Destanı, çev. Mehmet Harmancı, İstanbul bayının Gözü İle Çanakkale) Timaş Yayınları, 1996, s.151.) 2009, s. 144.) Cephede görevlerini yapan imamlar taburlarında şehit olan kardeşleri için Kur’an-ı Kerim ve mevlid-i şerif okumuşlardır. Okunan bir mevlid-i şerif esnasındaki sükûnet ve askerdeki zafere olan inanç ve metanet Tanin Gazetesi muhabirinin dikkatini çekmiştir. Muhabirin “Dikkat ettim, aralarında elinden, kolundan, hatta alnından yaralılar da var. Muharebeden henüz çıkmışlar. Birkaç gün istirahatten sonra belki yine geri dönecekler. Fakat bütün simalar pür vakar, ruhlar dinin cenah-ı himayesinde hakiki bir teselli bulmuş. Tehlil ve tekbir sesleri arasında kuvve-i maneviyeleri yükselmiş…” ifadeleri askerin içinde bulunduğu ruh hâlini de ortaya koymaktadır. (Çanakkale Mektupları 5, Tanin, 1 Haziran 1331 [14 Haziran 1915]; Lokman Erdemir, Çanakkale Savaşı, s. 455.) Din görevlileri, cephede gösterdikleri bu kahramanlıklara fazla ehemmiyet vermeyeceklerdir. Zira yapılan bu iş o kadar büyütülecek bir durum da değildir. Onların yerinde kim olsa aynısını yapar, gerektiğinde eline silahı alır, düşmana hücum ederdi. Burada önemli olan vatan ve milletin selametidir. Cepheye giden herkes, kaybedilen her bir siperin bir milletin geleceği ile ilgili olduğunun farkındaydı. Onlar muharebe meydanlarında elinden Kur’an’ı, dilinden ise duayı bırakmamışlardır. Neticede cephede Mehmetçik ile yeri geldiğinde omuz omuza muharebe eden din görevlileri kendilerine düşen vazifeyi en iyi şekilde yapmışlardır. MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 53 DİN VE SOSYAL HAYAT İnsanlığın En Eski Bayramı NEVRUZ Prof. Dr. Ali ERBAŞ DİB Eğitim Hizmetleri Genel Müdürü Nevruz’un, dünyadaki en eski bayramlardan biri olduğu söylenilmektedir. Rus yazar B.A. Baytamrev’in değerlendirmelerine göre 5000 yıldan fazla bir zamandan beri var olduğu iddia edilmektedir. Bu iddiayı ortaya atanlar delil olarak kelimenin etimolojik yapısını ele almaktadırlar. Çünkü “Nevruz”, “nev” ve “ruz” parçalarından meydana gelmiştir. İran ve Türkmen kökenli dillerde kullanılan ve “yeni” manasına gelen “nev” kelimesinin sonundaki “v” harfi bazen de “y” olarak 54 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 tüm Avrupa milletlerinin dillerinde de kullanılmakta ve aynı manaya gelmektedir. Bazı iddialara göre “nevruz”un daha ilkel putperest kültürlerden gelmekte olduğu varsayımlarını kanıtlamaktadır. Bu kültürün, insanlığın başlangıç tarihlerinde zaman zaman tüm milletler için ortak olduğu ve temelinde aynı kozmopolit zaman ve mevsim değişimi (ilkbahar ve sonbahar, gün-gece eşitliği, yaz ve kış mevsimlerinde güneşin açısı gibi) görüşleri yatmaktadır ve dünyadaki kıtalarda bu şekilde dağılıp bilinmektedir. (B .A. Bay- “Yeni gün” Arapça eserlerde çok defa “neyruz” (Kalkaşandi, Subhu’ha’şa, 11, 408) şeklinde geçmektedir. İran Şemsi senesinin birinci günü olup müslümanların kutladığı kameri yıl takviminde gösterilmemiştir. Ahemeniler (M.Ö.558-330) Ahemenes’ten çıktıkları söylenen Pers hükümdar soyu (İ.Parmaksızoğlu, “Nevruz”, Türk Ansiklopedisi, III, 232.) zamanında resmi sene, güneş koç burcu mıntıkasına girdiği zaman nevruz ile başlamakta idi. Fakat halk arasında daha yaygın ve daha eski adete göre güneşin yaz inkilabı “nevruz” sayılmış olmalıdır. tamrev, Tarih ve Etnoğrafya Açısından Nevruz, Haliye s. 215-216.) Bu dönem hasat zamanına rastlamakta ve halk şen- Çev. Yıldız Pekcan s.4) (El-Biruni, el-Asaru’l-Bakiye ani’l-Kurüni’l- DİN VE SOSYAL HAYAT likler yapmaktaydı. (R.Levy, “Nev- ruz”, İ.A,IX,233.) Gulat-ı Şia’dan sayılan, bâtınî meşreb olup Mazdekiyye, Babekiyye ve Muhammere (kızıl taç ve kızıl elbise giyenler) diye isimlendirilen -ki bunlar Türkçe’de “kızılbaş” terimiyle de anılmaktadır- gruplar için “Nevruz” yani 21 Mart günü büyük bayramdır. Bektaşiler gibi onlar da Nevruz’u Hz.Ali’nin doğduğu gün olarak kabul ederler. O gün Abdal Musa adına bir kurban kesilir ve o akşamki toplantıdan sonra dede köyüne döner. Bu yüzden aralarında “çiğdem bitti, dede yitti” sözü, bir atasözü halinde söylenegelmiştir (Abdülbaki Gölpınarlı, “kızılbaş”, IA, VI, 794.) Nevruz’un eski Orta Asya, Ön Asya kavimleri de yılın başı sayıyorlardı. Arapça’da “Neyruz” olarak ifade edilen bu gün, güneşin koç burcu gölgesine girdiği günün yani 22 Mart gününün adıdır. Güneşin kuzey küresine yönelmeye başladığı dönemin ilk günü demektir. İlkel bir geleneğe göre Tanrı insanı “nevruz”da yarattığı gibi, koç burcunda bulunan bütün yıldızlara, kendi feleklerine (göklerine) gitmelerini ve dönmeye başlamalarını da bugün buyurmuştur. İran mitolojisine göre Nevruz, biri âm (genel) biri de hâs (özel) olmak üzere iki güne verilen addır. Genel anlamda Nevruz, Cemşid’in (asıl adı Cem) bütün dünyayı dolaştıktan sonra Azerbaycan’da karar kılarak buraya yaptırdığı sarayın salonunda tahta oturduğu gün demektir ki, bu parlak günü bayram olarak ilan etmiştir. Bu olay “Ferverdin” ayının ilk gününe rastlar. Ondan sonra da yılbaşı olarak kabul edilmiştir. Özel anlamda ise Nevruz, ilkbaharın gelişini, tabiatın yeniden doğuşunu ve insanların ruhen tabiatın uyanışına katılmalarını ifade eder. Dahası o, farklı kültürler arasındaki bağları kuvvetlendirir. Cemşid’in İran tahtına çıktığı güne denir. Cemşid 6 Ferverdin tarihinde tahta çıktığına göre 1-6 Ferverdin günleri Nevruz bayramı olarak kutlanmıştır. Bu günlerde İran şahları tebalarının vergi borçlarını, hapis cezalarını affetmeyi adet edinmişlerdir. İslamiyetten sonra bilhassa Abbasiler devrinde bayram olarak kutlanan “Nevruz”, aynı zamanda Sa’sanilerde olduğu için, Halife el-Mütevvekkil 859’da nevruz gününü 17 Hazirana aldırmıştı. Ama bu değişiklik, devlet memurlarınca benimsenmediği için el-Mu’tadıd Nevruz gününü 11 Hazirana almak zorunda kaldı. Büyük Selçuklular veziri Nizamü’l-Mülk ise, topladığı astronomlara hazırlattığı ve Sultan Melikşah’a ithaf ettiği takvimde Nevruz gününü eski geleneklere bağlı olarak takvim-i Celali’nin yani güneş takviminin ilk günü olmak üzere tespit ettirdi. Vergi tahsilatını ise, tarım ürünlerinden alınan vergileri hasat mevsiminin sonuna öteki vergileri de yine nevruz tarihine bağlayarak iki takside ayırdı. Bu sistem, Büyük Selçuklulardan sonra aynı bölgede kurulan bütün devlet- lerce de uygulanmıştır. Nevruz’un bayram olarak kutlanması ise, gelenek halinde devam edegelmiştir. Sa’saniler, Abbasiler, Büyük Selçuklular, Moğollar, Safeviler ve Osmanlılar devirlerinde İran’dan Mısır’a kadar bütün Asya halkları bu günü ve onu izleyen haftayı bayram olarak kutlamışlardır. Yalnız Anadolu ve Rumeli’de bu bayram yerini daha sonra “Hıdırellez” gününe bırakmıştır. Bugün de Irak ve bilhassa Musul bölgesinde Nevruz, Mehrecan-ı Rebîî adı ile resmen kutlanmakta, İran devletinin ise Safevilerden beri resmi bayramı olarak devam etmektedir. (İ.Parmaksızoğlu , “Nevruz”, Türk Ansiklopedisi, XVV, 218-219.) Nusayrilerin dahi bayram olarak kutladığı Nevruz’u Biruniye göre Kisralar başlatır ve halkına ihsanlarda bulunurdu. Bu bayram İran’da 6 gün boyunca kutlanırdı. 1. gün, halka hediyelerin verildiği “Nevruz-u âmme”, 2. gün aristokrat ve zenginlerin ağırlandığı, 3. gün, savaşçılar ve din adamlarının, 4. gün Kisranın kendi ailesinin ve akrabalarının, 5. gün saray görevlilerinin ağırlandığı ve eğlendikleri kutlamalardı. 6. günü ise Kisra kendisine ve has adamlarına ayırmaktaydı. (El-Biruni, a.g.e., s. 215216; Encyclopedia of religion Ethiçs, V, 872.) Selçuklular döneminde de Nevruzla ilgilenildiğini Cevdet Paşa şöyle anlatır: “Miladi 1072-1073 senesinde Celaleddin-i Selçuki zamanında servet çoğalıp hikemî ilimler de pek çok gelişerek bazı yeniliklere girişildiği sırada rasat (astronomi) işine de itina gösterilip 1074-1075 senelerinde meşhur Nizamülmülk’ün topladığı heyetçilerin kararıyla güneşin koç burcuna nakli günü “nevruz” MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 55 DİN VE SOSYAL HAYAT sayıldı ve 1075-1076 yılı başında Nevruz yeni takvimin başlangıcı olarak kabul edildi. Bununla da yetinilmeyerek, Ömer Hayyam Ebu’l-Muzaffer Meymun-l Vasıti ve Muhammed Hazım gibi bu işe memur edilen alimler 1078-1079 senesinden itibaren meydana getirdikleri şemsi tarihe “Tarih-i Celali” adını verdiler. Bunda güneşin koç burcuna naklettiği Nevruz’u sene başı olarak kabul ettiler.(Ahmet Cevdet Paşa, Takvim-i Edvar, Matba-i Ebuzziya, 1300, s. 49.) Fuat Köprülü de Nevruz’un milli bayram ilan addedilerek kutlanışının İran ananelerinden olduğunu, İslamiyet’in İran’da yayılıp yerleşmesinden sonra bu ananenin Şiilik sayesinde geliştiğini ifade etmektedir. (Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, II, 637,) Nevruz’un Osmanlı Döneminde de sayılı günlerden biri olarak kutlamak, güneşin koç burcuna girdiği anda nevruziye denilen bir macun veya tatlı yemek adet olmuştur. Sarayda hekimbaşı misk-i anber, türlü baharat ve kokulu otlar ilavesi ile hazırladığı macunu, porselenden yapılmış kapalı kaseler içinde padişaha akşamdan takdim eder ve kendisine hil’at (süslü kaftan elbise) giydirilirdi. Nevruziye kadın efendilere, sultanlara ve mühim şahsiyetlere de verilir ve bu macundan yemenin kuvvet ve şifa verici olduğuna inanılırdı. Osmanlıların son zamanına kadar nevruz ananesinin devam ettiği ve saray eczanesinde tertip olunan nevruziyelerin mevkî sahiplerine gönderildiği, halkın da bu adete uyarak Nevruz’da hiç olmazsa tatlı yediği zikredilmektedir. Nevruz münasebetiyle sadrazam padişaha donanmış atlar, kıy- 56 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 metli taşlarla bezenmiş silahlar ve pahalı kumaşlar gibi hediyeler verir ve bunlara “nevruziye” denirdi. Nevruz gününde divan şairlerinin de hediye almak için büyüklere kaside sundukları kaydedilmektedir. (R.Levy, “Nevruz”, İA, IX, 234.) Buna örnek olarak Rami Paşa’nın oğlu Refet Bey tarafından Damat İbrahim Paşa’ya yazılan “Nevruz” redifli uzun kasidenin şu beyitlerini verebiliriz: Hayatı taze verüp dehre makdemi nevruz Hoşa erişti meşam-ı deme dem-i nevruz Dağıttı leşker-i sermayı sahn-ı gülşenden Kurunca bargehin şah-ı ekrem-i nevruz (M.Zeki Paralın , a.g.e, II, 688) Orta Asya’daki Kazakistan ve Kırgızistan gibi devletlerde Nevruz, Sovyet esareti döneminde kesintiye uğramakla birlikte eskiden beri kutlanmakta olduğu, bugün de bütün Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde Nevruz’a çok önem verilerek bayram olarak kutlanıldığı görülmektedir. Mesela, Kırgızlar arasında Nevruz’un üç kutlama şekli vardır: 1- Mart ayının 1. günü eskiden beri tüm Kırgızlar tarafından kutlanır. 2- Mart ayının 9. günü “İran Nevruzu” diye kutlarlar. Kırgız dilinde “kok-taş” (mavi taş) diye telaffuz edilen bayram. Bu bayram hakkında batıl inançları vardır. Buhara’da öyle bir taş varmış ki, Nevruz gününde anında yumuşar ve içine bıçak sokulabilirmiş. Eğer taştan bıçağı hemen çıkarmazsan taş sertleşir ve bıçak içinde kalırmış. Bu inanç büyük bir ihtimalle Buharalılardan Kırgızlara geçmiştir. 3- Kazibek Nevruzu: Suiks Sultanlığı’nda yaşayan Kırgız Astronoma göre, Baybanist soyu (Kırgız ve Türkmenlerde görülen bir soy), yeni zamanı eski Nevruz’a göre 12-13 gün farklı hesaplamaktadırlar. Nevruz’u tüm Kırgızlar bu sayım stiline göre kutlarlar. Suiks Sultanlığı diye bilinen aşiret ise eski tarihe göre kutlar (B.A. Baytamrev, a.g.e. Mak. s. 37.) Orta Asya’nın tarım ülkelerinde Nevruz gününde 7 çeşit tahıl mamülleri kaynar. Buğday, pirinç, arpa, darı, kuru üzüm, mısır ve fasülye. Bu ziyafet Sa’sanilerde de hükümdara sunuluyormuş. Taht mutlaka 7 ağacın dallarıyla süsleniyormuş. Bu ağaçların yapraklarına ise, “çoğalmak, üremek, zenginlik, mutluluk, verimlilik” kavramlarını yazıyorlarmış. Rus yazar B.A Baytamrev Nevruz’un, insanların yeni değişikliklere alışmasını sağlamaya yardımcı olduğunu, bununla birlikte eski yıldan yeni yıla geçmesinin törenlerle kolaylaştırılma amacına matuf olduğunu ve yeni yılda bereket ve verimliliğin amaç edinildiğini belirtmektedir. (B.A. Baytamrev, a.g.e. Mak. s. 13.) Bütün Türk Cumhuriyetlerinde ve İran’da Nevruz kutlamaları yapılmaktadır. Bu bayram, dinî değil, geleneksel bir bayramdır. Son yıllarda devlet tarafından hem Türkler ve hem de Kürtler arasında resmî olarak ilkbaharda kutlanmaktadır. Nevruz, ilkbaharın gelişini, tabiatın yeniden doğuşunu ve insanların ruhen tabiatın uyanışına katılmalarını ifade eder. Dahası o, farklı kültürler arasındaki bağları kuvvetlendirir. HATIRA DEFTERİNDEN Bir Şehidin Yarım Kalan Günlüğü Yrd. Doç. Dr. Lokman ERDEMİR Çanakkale Onsekiz Mart Üniv. Fen Edebiyat Fak. Savaşlar, sadece silah üstünlüğü ile kazanılamaz. Bir ordunun, silah gücü ne kadar fazla olursa olsun askerin, zafere inancı ve uğruna mücadele edeceği mukaddesleri yoksa mağlubiyet kaçınılmazdır. Çanakkale’de muharebeler, 19 Şubat 1915’te başlar. 18 Mart sabahı bütün imkânları ile Boğaz önüne gelenlerin hedefi ise kendi ifadeleri ile “Türkler gibi medeniyet sahibi olmayan bir milletin elinde bulunan Avrupa’nın bu son kalesi…” İstanbul’u ele geçirmektir. O gün vatanı müdafaa için cepheye giden binlerce askerin birçoğu geriye dönemeyecektir. Cepheye gidip de dönemeyenlerden biri de 71. Alay, 10. Bölük’ten Mülazımısani (Teğmen) İbrahim Naci’dir. Onu diğerlerinden farklı kılan ise 24 Mayıs 1915 pazartesi gününden yirmi dokuz gün sonra şehit olacağı başka bir pazartesi günü- Yrd. Doç. Dr. Lokman Erdemir’in Arşivinden 18 Mart’ta başarısız olan İngiltere ve müttefikleri hedeflerine ulaşmak için bu sefer karadan geleceklerdir. Mehmet Akif’in ifadesi ile tepe(lerden) yol bularak Marmara’ya geçmek ve İstanbul’u almak için dünyanın muhtelif coğrafyalarından binlerce askeri 25 Nisan 1915 sabahı Gelibolu sahillerine çıkaracaklardır. İbrahim Naci Efendi MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 57 HATIRA DEFTERİNDEN Naci Efendi’nin fotoğrafını bizimle paylaşan koleksiyoner Seyit Ahmet Sılay Bey’e (www.canakkalemüzesi.com) teşekkür ederiz.) İbrahim Naci Efendi günlüğüne “Fakat bilmem bu satırları ailem okuyabilecek mi? Defterim oraya kadar gidecek mi?” şeklinde yazdığı ifadeler ile cephedeki her bir askerin hissiyatına tercüman olacaktır: Cepheye gidip de geri dönememek, sevdiklerinden ayrı kalmak, onları bir daha görememek… O, bu satırları şehit olmadan aslında bir gün önce yazar. Son cümlesi ise “Allahaısmarladık.” olur. Ondan geriye kalan Türk gençliğine manifesto niteliğinde bir günlüktür. Evet, kendi dönememiş ancak duygu ve düşüncelerini, özlemlerini, hayallerini ve en sırlarını kaydettiği defterini ailesine, hayır sadece ailesine değil uğrunda feda-yı can ettiği milletine emanet eder. İbrahim Naci Efendi İbrahim Naci Ohrili olup babası Musa Efendi, annesi Emetullah Hanım’dır. Esasında o, günlüğünde ilk ismi İbrahim’den bahsetmez, yerine Arap alfabesinin ilk harfi “elif” kısaltmasını kullanır. İsmini Harp Mecmuası’nın “Yaşayan Ölüler” başlığında şehitlerin fotoğraf ve künyelerinin gösterildiği sayfadaki kayıtlardan öğreniyoruz. İbrahim Naci, günlüğünde İstanbul’da başlayıp şehadeti ile neticelenen cephe hayatını anlatır. Günlük sade bir anlatımın dışında savaşın insan üzerinde bıraktığı tesiri göstermesi bakımından önemlidir. İbrahim Naci ve birliği Sirkeci’den vapurla 58 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 cepheye gönderilecekken Marmara Denizi’ndeki denizaltı tehlikesinden dolayı demiryolu ile Uzunköprü’ye oradan da kara yolu ile cepheye sevk edilir. İbrahim Naci defterine hissiyatını, vatan ve millet kavramları üzerinde fikirlerini serdetmekten çekinmez. Bu yazımız ile İbrahim Naci Efendi’nin günlüğünden birkaç hatırasını naklederek bir şehidin hissiyatını sizlere nakletmeyi amaçladık. İbrahim Naci’nin cananı İbrahim Naci günlüğünde sevdiklerinden ayrı kalmanın kendisinde meydana getirdiği hasret ve hüznü her fırsatta zikretmiştir: Oh!... Çünkü o gün mutlu olma isteği ve arzusu içinde idim. Bugün, bugün ise ayrılık elemlerinin, harp facialarının vücuda getirdiği öyle karanlık ve derin felaket girdabının önündeyim ki, bunun nihayetsiz neticesine gözlerimi diktiğim zaman başımın bir kasırga süratiyle döndüğünü hissediyorum. Öğleden sonra biraz yatmıştım. Rüyamda iki cananı gördüm. Şimdi defterimde buna dair uzun şeyler yazmak istemiyorum. Çünkü onları düşündükçe kalbim sıkışıyor. Boğulacak gibi oluyorum. Ah, bu hayatın acılıkları, bu hicran!... Bu cananlardan ilki, İbrahim Naci’yi en çok üzen ve etkileyen ona daima hicran ve hasret duygularını hatırlatan, belki de satırlarına samimiyeti aksettiren kişi, “E. N.” harfleri ile kısalttığı sevdiği kişidir. Emine mi, Elif mi bilmiyoruz. Ama yazdıklarından, şehit olmasaydı bugünün önemli ediplerinden biri olacağı kesindi diyebiliriz: Oh, bu ne ıstırap ya Rabbi, ne azap!.. Şimdi bu satırları yazdıkça heyecandan bütün vücudumun titrediğini hissediyorum. Neden bu kadar duyguluyum. Artık yazmak istemiyorum. Çünkü yazdıkça içimde baygın bir selin her tarafı istila ettiğini görüyorum. İşte nefesim daralmaya başladı. Ah! “E. N.” Bu ıssız, meçhul dağ başlarında seni ne kadar düşündüğümü senin için neler çektiğimi İbrahim Naci Efendi’nin Günlüğü ne, 21 Haziran 1915’e kadar tuttuğu günlüktür. (Günlüğü ve İbrahim HATIRA DEFTERİNDEN bilsen. Acaba bunu anlayacak mısın? Yoksa benim sizi unuttuğum fikrine mi kapılacaksınız. Bu kadar kâfi. Boğuluyorum, boğuluyorum… Artık yazamıyorum. Sana selam “E. N.” saat gece 08.30… Cephede naat Muharebeler sırasında sosyal hayat da devam etmektedir. Asker birbiri ile sohbetten geri kalmamakta, memleketindeki sevdikleri için türküler söylemektedir: Akşamüstü binbaşı geldi. Çadırın önünde bekledik. Ve kaput sererek oturduk. Mübahasede bulunduk. Ben akşam yemeğini de yedikten sonra (kabak, nohut, eşkice çorbası) Hafız’a gazel söylemesi için haber gönderdim. Şimdi artık her taraftan gazel, naat, ilahi nameleri işitiliyordu. Vatanı için çarpışmadan ölme düşüncesi İbrahim Naci’nin muharebe sahasına giderken görmüş olduğu birkaç şehit kabrinin kendisinde tevlit ettiği hissiyat cepheye giden her fertte mevcuttu. Öğleden sonra saat 2.20’de etüve gitmek üzere bulunduğumuz mahalden çıktık. Vadiye muvazi giden yamaca çıktığımız zaman solda yeni birkaç mezar nazarı dikkatimizi celp etti. İlerledim baktım. Bunların çoğunun üzerinde hiçbir işaret yoktu. Bazılarında birer ağaç dalı, iki üç tanesinde de kırık tahtalar vardı. Okudum. Bunlarda muharebede şehit düşen fedakâr subayların isimleri yazılıydı. Ve şimdi doğrusu kalben pek sarsılmış bir hâldeyim. Kendisi kim bilir nasıl bir naz u niyaz içinde büyümüş, ne azim bir anne babanın şefkat ve merhameti ile bes- “Saat 11.00. Muharebeye girdik. Milyonlarla top ve tüfek patlamaları… Şimdi birinci onbaşım yaralandı. Allahaısmarladık. [Saat] 11.15…” lenmiş bu vücutlar şimdi nerede yatıyorlar. Şimdi düşünüyorum. Şehit olursam ben de mi böyle solgun yapraklı birkaç kel ağacın dibine gömülüp terk edileceğim. Fakat bu ne kadar merhametsiz ve ne kadar feciydi. Bu bakalım bana da aynı akıbeti mi göstereceksin? Yoksa sevdiklerime kavuşmaya müsaade edecek misin? Bu yakın olacak mı ya Rabbi?” Şehadeti İbrahim Naci, katıldığı ilk muharebenin ilk günü 8 Haziran 1331 [21 Haziran 1915] pazartesi günü şehit olmuştur. Günlüğünde bu günü kısaca “Saat 11.00. Muharebeye girdik. Milyonlarla top ve tüfek patlamaları… Şimdi birinci onbaşım yaralandı. Allahaısmarladık. [Saat] 11.15…” ifadeleri ile belirtmektedir. Günlüğü diğerlerinden ayıran en önemli husus, İbrahim Naci’nin şahadeti hakkında hamiş yazan bölük komutanı Yüzbaşı Bedri Efendi’nin de şehit olmasıdır. Yüzbaşı Bedri Efendi, “Zavallı Naci, evladım gibi sevdiğim yavrum, defterine emanet ettiğin hislerini bir peder, bir ağabey yakınlığıyla okudum.” diye başladığı hamişinde, “Naci’m, pek genç ve körpe iken kara topraklara emanet ettiğim o sevimli vücudundan uzak kalmak hem benim, hem de bölük askerlerinin -telafisi imkânsızbüyük bir kaybıydı. Yalnız benim ve bölüğün mü ya?” diyerek İbrahim Naci’nin şahadetini bize bildirmektedir. Günlüğü ilginç ve bir o kadar da önemli kılan husus ise bölük yüzbaşısının bu hamişine nokta koyamamasıdır. Son cümlesi virgül ile yarım kalmıştır. Çünkü yazısını bitiremeden şehit olmuştur. Bedri Efendi’nin kendi el yazısı ile yazdığı metnin ibarelerin hemen altına tabur imamının 2 Temmuz 1915 tarihli notu ise ayrıca önemlidir. Düşülen bu notta bölük komutanı Bedri Efendi’nin şehit oluşu şöyle tasvir edilir: Bölüğün yüzbaşısı Bedri Efendi yukarıdaki hamişi buraya kadar yazarak, 1 Temmuz 1915 tarihinde istirahat mahallinden sağ cenaha taburla azimet ettiği sırada, 2 Temmuz 1915’te onun da şahadeti maalesef vuku bulmuştur.” Sonuç İbrahim Naci’nin o kısacık hayatı Türk milletinin maddi ve manevi değerlerinin yeni nesle aktarılması açısından büyük önem arz eder. Onun yirmi dokuz gün kaydettiği hatıratı dahi milletin verdiği varlık mücadelesinin yegâne delili olmaya sezadır. Vatanı uğrunda sevdiklerinden vaz geçen bir muhterem şehidin hissiyatını havi bu yazıyı yazma imkânına nail olmak bizim için bir bahtiyarlık vesilesi olduğunu da belirtmek isteriz. MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 59 kültürsanat Şiirin Millî Mücadele İdrakinde ÇANAKKALE Yrd.Doç.Dr. Mehmet Şamil BAŞ Recep Tayyip Erdoğan Üniv. İlahiyat Fakültesi 60 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 Asırlardır sinende yaşadığım vatansın Fetih türkülerinde güneşler şafaklansın KÜLTÜR-SANAT Şairlerimiz Çanakkale’de kazanılan zaferi, millî duyguların coşması ve askerin kuvve-i manevisini artırmak için pek çok şiirle dile getirmişlerdir. Böylelikle ordunun ve mücadele ruhuyla yaşayan halkın idrakinde önemli bir moral kaynağı oluşturulmuştur. Türk şiiri çeşitli türlerle harp edebiyatına her dem hizmet etmiştir. Bu görev bilincinin son büyük sahası millî mücadele yıllarıdır. Türk sanatkârının da görev idrakinin neticelerini gösterecek muharebe alanı olan Birinci Dünya Harbi pek çok cephede savaşan Türk ordularının en zor sınavlarından biridir. Bu sınavın varlıkla yokluk arasındaki imtihanı ise Çanakkale cephesidir. Trablus ve Balkanlar’daki yenilgilerle dengesini yitiren millî-manevi direncimiz Çanakkale Zaferi ile tekrar ayağa kalkacak ve 5 Haziran 1915 tarihli Sabah gazetesinde yer alan “Temizlenen Leke” isimli makale şu cümle ile noktalanacaktır: “Çanakkale Zaferi Balkan Muharebesi’nin milletin alnına vurduğu lekeyi temizledi. Biz bundan dolayı bilhassa sevinçliyiz.” Bu memnuniyet verici durum dönemin gazete ve dergilerinde birçok eserle ortaya konulmuştur. Bilhassa şairlerimiz Çanakkale’de kazanılan zaferi, millî duyguların coşması ve askerin kuvve-i manevisini artırmak için pek çok şiirle dile getirmişlerdir. Böylelikle ordunun ve mücadele ruhuyla yaşayan halkın idrakinde önemli bir moral kaynağı oluşturulmuştur. Çanakkale Zaferi ile ilgili tespit edilebilen ilk şiir 1 Nisan 1915 tarihli Türk Yurdu dergisinde yayımlanmıştır. Bu şiir, savaş gemilerinden atılan topların gülleleriyle sarsılan Çanakkale’nin her hücuma karşı göğsünü geren bir duruş sergilediğine değinir. Şiirin adı “Çanakkale Güllelenirken”dir ancak şairin adı belirtilmemiştir. Adını Çanakkale Boğazı’ndaki bir kaleden alan “Kal’a-i Sultaniye” isimli bir diğer şiir ise Ali Rıza Seyfi’ye ait olup Donanma dergisinin 15 Nisan 1915 tarihli sayısında yayımlanmıştır. Şarkıları” başlıklı yazıda, askerî şarkılar yazılmasını, besteleri ve güfteleriyle birlikte bir ay gibi kısa bir süre içinde açılan yarışmaya gönderilmesi ilan etmiştir. Bunun temel nedeni Balkan Harbi ve Trablus Harbi sonrasında sanat erbabının suskun kalmasıdır. Savaş her ne kadar fizikî imkânların dâhilinde olsa da moralsiz bir askerin öncülüğünde başarabilme inancını yitirmiş bir milletin tarih sahnesinden silinmesi pek kolaydır. Millî Mücadele’nin devam ettiği bu yıllarda İngiliz ve Fransız filolarının önemli kayıplar vererek Çanakkale cephesinden geri çekilmesiyle neticelenen Çanakkale muharebelerine dair yazılan birkaç şiir elbette bir harp edebiyatı oluşturacak yeterliliğe sahip değildir. Üdebanın durgunluğu ya da neşredilen ürünlerin istenilen coşkunluğa sahip olmayışı uzun zamandır dile getirilen harp edebiyatı ihtiyacını alevlendirir ve devlet bu ihtiyacı karşılamak üzere meseleye el atar. Harbiye Nezareti, ordunun ve halkın moralini yükseltmek için kampanya açmış ve bu yolda eser verenlere de para ödemiştir. Bu bağlamda 11 Temmuz 1915 Pazar günü, Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emriyle İstanbul’un şair, muharrir ve ressamlarından oluşan bir heyet savaş bölgesine yollanır. “Heyet-i Edebiye” adı verilen bu kafilede Ömer Seyfettin, İbrahim Alaaddin Gövsa, Ahmet Ağaoğlu, Ali Canip Yöntem, Celal Sahir Erozan, Ressam İbrahim Çallı, Hakkı Süha Gezgin, Hıfzı Tevfik Gönensay, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mehmet Emin Yurdakul, Nazmi Ziya Güran, Orhan Seyfi Orhon, Bestekâr Yekta, Yusuf Razi gibi sanat erkânı bulunmaktaydı. Aslında devletin harp edebiyatı konusunda daha önce de gazeteler aracılığı ile bazı teşebbüsleri olmuştur. Örneğin Harbiye Nezareti, Birinci Dünya Savaşı hazırlıkları içerisinde olduğumuz yıllarda, 15 Haziran 1914 tarihli Tasvir-i Efkâr gazetesinde “Asker Heyettekilerden, Çanakkale cephesinde sürecek olan on günlük MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 61 ültür- Hakk’a teslim olmuş olan şairin imtihanı elbette ki şiirle olacak; asırlardır sinesinde yaşadığımız vatan toprağını kimi canıyla kimi de kalemiyle savunacaktır. sanat geziden sonra savaşa ve Türk askerinin cevherine ve Türk milletin kabiliyetine dair izlenimlerini sanatsal formlarla anlatmaları istenir. Böylelikle ordunun ve milletin morali yükselecek, halka ve gelecek nesillere Çanakkale’deki askerin insanüstü gayreti sanatın ifade gücüyle aktarılacak, asker savaşa teşvik edilecek, cephede savaşamayan sanatkâr vatana olan borcunu ödeyecek ve Çanakkale’deki zaferin öyküsü diğer cephelere de yayılacaktı. 1915 yılındaki bu geziden yüz yıl sonrasına kalan Çanakkale konulu şiirlerin çoğunluğu bu hususi vazifenin yükümlülüğüyle yazılmış edebî ürünlerdir. Heyet-i Edebiye’nin Çanakkale ziyareti, o sırada İstanbul’da bulunan bütün sanat erbabının davet edildiği bir geziydi. Ancak Tevfik Fikret gibi kimi isimler ise sağlık durumları nedeniyle bu geziye katılamamış kimileri de davete icabet etmemiştir. Yakup Kadri, Çanakkale’ye gönderilen “Heyet-i Edebiye”nin Türkçülerden oluşturulduğunu ve Ahmet Haşim ile Süleyman Nazif’in aslen Türk olmadıklarından bu geziye davet edilmediklerini söyler. Süleyman Nazif bu konuda Enver Paşa’ya ağır sözler sarf etmiştir. Ne var 62 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 ki Çanakkale’de zabit olarak savaşmış isimlerden olan Ahmet Haşim, kendisine yapılan bu haksızlığı affetmeyecektir. Bununla birlikte Çanakkale’nin dehşetini gören Ahmet Haşim bu konuda bir şiir bile kaleme almamıştır. Onun Yakup Kadri’ye verdiği şu cevap oldukça manidardır: “Benden bir kahramanlık neşidesi mi bekliyorsunuz? Onu da her şey olup bittikten sonra izzet ve ikram ile Çanakkale’ye davet edilen şairlerden dinlersiniz.” Heyet-i Edebiye, İstanbul’a döndükten sonra, 24 Temmuz 1915 tarihli Sabah gazetesinde “Hitabei Şükran” başlığıyla ortak bir beyanname yayınlar. Orduya teşekkür eden, Anadolu’nun selamını getiren ve onlara dua eden bu yazı dolayısı ile hem hükûmet hem de halk askerin gösterdiği kahramanlığı anlatacak edebî ürünleri o kahramanlık destanlarını okumak için bir beklenti içine sokulmuştu. Gezi neticesinde yayınlanan ilk edebî mahsul temmuz ayında Türk Yurdu’nda neşredilen Cemal Sahir’in “Ordunun Duası” adlı şiiridir. Bu şiirin ardından Tanin Gazetesi’nde İbrahim Alaaddin Gövsa’nın “Çanakkale İzleri” üst başlığını taşıyan “Siperler Arasın- da”, “Gece Yürüyüşü” ve “Yaralı” adlı şiirlerini yayınlanmıştır. Hamdullah Suphi Tanrıöver’in izlenimleri ise “Gördüklerimiz” başlığıyla İkdam Gazetesi’nde birkaç gün boyunca kaleme alınır. Eylül 1915’te Enis Behiç Koryürek’in şehitlerimize seslenen “Çanakkale Şehitliğinde” şiiri; ardından Mehmet Emin Yurdakul’un yeni tamamladığı “Ordunun Destanı” adlı kitabı ve “Orduya Selam” isimli şiiri yayınlanır. 1916 yılının başlarında ise Hakkı Süha Gezgin’in “Siperlerde” isimli şiiri Harp Mecmuası’nda neşredilir. Yusuf Razi Bey de Tanin Gazetesi’nde “Harp HikâyeleriArıburnu Cephesinde” başlıklı bir yazı kaleme alır. Çanakkale’ye gönderilen heyetin bir yıllık edebî mahsulü bunlarla sınırlı kalmıştır. Harbin dehşeti ve zaferin büyüklüğü karşısında bir yıl boyunca neşredilen eserlerin sayı ve nitelik olarak azlığından dolayı 14 Ağustos 1916 tarihli Tanin Gazetesi’nde imzasız bir yazı yayınlanır. Yazıda “...Bütün dünya matbuatında her gün sütunlar işgal eden Çanakkale vakayiinin hikâyeler, şiirler, resimler ve zafer destanlarıyla tespit edilmesi lazımdı. Maatteessüf henüz elimizde hiçbir şey yok…” diyerek Heyet-i Edebiye eleştirilmektedir. Bu eleştiriler Çanakkale konusunda yeni ürünler yayınlanmış olmasına rağmen 1917 ve 1918 yıllarında da devam etmiştir. Hatta 1941 yılına gelindiğinde Peyami Safa’nın Tasvir-i Efkâr’daki ağır eleştirileri meselenin yıllar sonra bile gündemden düşmediğini gösterir. KÜLTÜR-SANAT Harbiye Nezareti’nce basılan ve askere moral olması açısından dağıtılan şiir kitapları hakkında 3 Haziran 1915 tarihli Türk Yurdu dergisinde “…zabitler, Anadolu’nun Türk çocuklarını etraflarına topluyor, bu şiirleri okuyorlar. Kaç yaralı kardeşten kendim işittim: Neferler bu şiirler okunurken çok müteessir oluyor ve ağlıyormuş…” diyen Hamdullah Suphi askere dağıtılan şiir kitaplarının önemine vurgu yapmaktadır. 1915 ve 1916 yıllarında Matbaai Askeriye’de basılan ve askere dağıtılan şiir kitapları hakkında şu bilgileri verebiliriz. Haziran 1915’te Ahmed Nedim’in “Cenk Destanı” adlı eseri askerî matbaada basılmıştır. İki şiirden oluşmaktadır. İlki “Cenk Destanı” ismiyle Çanakkale muharebeleri hakkındadır. “Ölecek… Dönmeyecek” isimli ikinci şiir ise Birinci Dünya Savaşı’na girişimizi konu edinmektedir. Ahmed Nedim’in konuyla alakalı diğer bir kitabıysa “Hediye” başlığını taşır. Mustafa Fevzi’ye ait “Orduya Arzuhal” adlı eser de 1915 yılında basılıp askere dağıtılan kitaplardandır. 1916 yılında daha çok eserin basıldığı görülür. Bunlar arasında en farklı olan “Şehitlersırtı Destanı” isimli kitaptır. Kitabın en önemli özelliği destanı söyleyen İbrahim Oğlu Ömer’in Çanakkale muharebelerine bizzat katılmış bir Mehmetçik olmasıdır. Diğer kitap Yahya Saim Ozanoğlu’nun “Hilalin Gölgesinde Çanakkale – Kutü’l-amare Zafer Destanı” kitabıdır. Eser Çanakkale ve Irak cep- hesindeki iki destanı konu edinir. 1916 yılında basılan bir diğer kitap “Akından Akına” ise farklı bir şöhrete sahiptir. Çanakkale ziyaretine katılmayanlar arasında yer alan Yusuf Ziya Ortaç, Enver Paşa’nın talebi ve Celal Sahir’in aracılığı ile “Akından Akına”yı yazar. Yirmi şiirden oluşan bu kitap 1916 yılında Talat Paşa’nın emriyle on bin adet bastırılır. Yusuf Ziya’ya askere dağıtılan bu kitabı için 450 altın verilir. Harp edebiyatından kazandığı paralarla övünen Yusuf Ziya, yıllar sonra bu kitabı hakkında “…şimdi, masamın üstünde, yılların sararttığı bir Akından Akına var. Kâğıdına, mürekkebine, kartonuna imrenerek; şiirlerine iğrenerek bakıyorum…” diyecektir. Asıl üzerinde durulması gereken, devletin bir harp edebiyatı ihtiyacını karşılamak üzere yürüttüğü proje neticesinde ortaya çıkan ürünlerin yüzyıl sonrasının okur ezberine taşınamamış olmasıdır. Bununla birlikte gezi heyetinde yer almayan ve o esnada görevli olarak Berlin’den dönüp Necid seyahatine çıkmış olan Mehmet Âkif’in hâlen dipdiri bir coşkuyla yayılmaya devam eden Çanakkale Şehitleri’ne şiirini yazmış olması devlet desteğindeki şairin sorgulanması gerektiğini gerekli kılmaktadır. Ki Âkif bu hassasiyetini İstiklal Marşı’nı yazdığında da göstermiştir. Bir yanda savaşın ortasına götürülen heyetin yazdıkları; bir yanda imgelerini biriktiren Âkif’in zafer haberini aldığı elMuazzam istasyonunun çöl gecesine gözyaşlarıyla sesini akıtması. Çanakkale Şehitlerine şiiri ilk olarak 1924 yılında Safahat’ın yedi kitabından biri olan Asım’ın bir bölümü olarak yayınlanmıştır. Yıllar geçtikçe okuyucu bu bölüme Çanakkale Şehitlerine adını koymayı toplumsal bir şuurla kabullenivermiştir. Anlaşılan o ki heybesi doldurulmaya ikna edilenlerle heybesini kendi doldurmayı seçenler arasındaki fark yıllar geçtikçe daha net bir şekilde ortaya çıkıyor. Bununla birlikte şair ya da yazar, masaya yatıracak olduğu konunun ne kadar içinde olursa olsun toplumsal şuurun beğenisine hitap etmeyi göze aldığında yeteneğine de güvenmek zorundadır. Bu vesileyle Mehmet Âkif Ersoy’un şiir sanatındaki gücünü bir kez daha görmekteyiz. Milli Mücadele yılları sonrasında Çanakkale Zaferi’mize dair yazılan şiirler yok değildir. Sükût içinde okurunu bekleyen bu şiirlere düzenlenen bazı yarışmalarla yeni şiirler eklenmektedir. 2006 yılında Nurullah Genç tarafından yayınlanan “Çanakkale Her Şey Yanıp Gül Oldu” isimli şiir kitabı ise Harbiye Nezareti’nin yazılmasını talep ettiği şiir kitaplarının tam da kendisidir. Hakk’a teslim olmuş olan şairin imtihanı elbette ki şiirle olacak; asırlardır sinesinde yaşadığımız vatan toprağını kimi canıyla kimi de kalemiyle savunacaktır. Sözü şiirimizin duası ile bitirelim: Tohum çiçeğe dönsün, çiçek tohumu ansın Başımda dalga dalga bayrağım dalgalansın MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 63 Abdulbaki İŞCAN Yrd. Doç. Dr. Lokman Erdemir’in Arşivinden kültürsanat Rüzgârla Gelen 64 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 Divrin Ovası kadar güzel olmasa da yer yer yeşil alanların göze battığı geniş bir arazinin ortasından süzülen derenin kenarındaki bir ağacın altına oturup da ufkun içine doğru bakarken, Hasan Ethem’in annesine yazdığı son mektubu hatırlamadan edemedim. ‘Yeşil yeşil ekinlerin rüzgâra mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selamlıyor gibi’ diyen Çanakkale şehidi Hasan Ethem’i. Ve cephede en önde “Çarıkları çözülmüş, fesi düşmüş, baş açık ve yalın ayak, rüzgâr gibi koşan’ kardeşini kendi eliyle defneden Onbaşı Hüseyin’i ve babasına yazdığı mektubu… Önce denize baktım, sonra gökyüzüne, sonra toprağa, sonra aya ve rüzgâra… Hangi bağrı yanık anadır gördüğüm, ciğeri dağlı babadır ellerine kapandığım, gördüğüm tülbende sarılı hangi göz pınarları kurumuş candan arda kalandır… Kızılçam ağaçlarının ince yapraklarına aktı gece, sessizce. Yıldızlar parlak birer nokta gibi durmadan çoğaldılar ve karanlığın ardından nurlu yollar bıraktılar. Geciktim, hem de çok geciktim. Bu hüzün yüklü havada nefes almak canımı acıtıyor. Ve dünden bugüne düşen acılar alevsiz ateş gibi parça parça yakıyor. ‘Sağ yanım yok ama zararı da yok’ zira bir bedenden eksilen yürekten eksilen gibi değildir. Ah ki rüyalarımı attım karanlık denizlere de yüzüme savrulan esintilerin zindanlarındayım. Derince kederli ve olabildiğince acılı bir gecenin tam da ortasındayım. Ey mehtap yüzünü kalbime çevir. Ki üzgün ruhum ve sıkıntılı kalbim yorgun denizin dalgalarına karışsın. Rüzgâr, kabarmış topraklara ulaştırsın nefesimi ve nefeslensin her bir karış adım adım. Hırçın esen lodos, yaramı sar, üzerimi ört. Gör ki üzerinde taşıdığı Kur’an’dan başka vasiyeti olmayanı, yarasına kum basanı ve düşmanın acısına merhem olanı. Ah o altın kumlu koylarda başını taşlara vuran üzgün dalgaların divane esintisi ve o yeşil ekinlerin üzerinden yol alarak beni yorgun KÜLTÜR-SANAT Hangi bağrı yanık anadır gördüğüm, ciğeri dağlı babadır ellerine kapandığım, gördüğüm tülbende sarılı hangi göz pınarları kurumuş candan arda kalandır… düşüren şiddetli rüzgârların acıklı sesi. Ben bu kızıl akşamlarda seni, uyuman için annelerin kederli ninnilerine bıraktım. Dili tutulmuş yetimlerin avuçlarındaki cennet kokusuna, sevda nakışlı mendillerin her bir katına saldım. Gelinlik kıza, kurbanlık koça, askere giden yiğide yakılan kınaya karıştırdım. Ben seni bu pek karanlık ve pek soğuk zamanların en sıcak anlarında, bir sabah namazı vakti sığınaklardan yükselen tekbir sesleriyle sıklaşan saflara emanet ettim. Seni ben hıçkırıkların eşliğinde iri tespih tanelerinin huzurlu aralarına dualarla şifalı bir nefes diye uğurladım. Gece ve gündüzün birbirine karışmış kanlı kokusunda, ateşlerin tam da arasında kan suyuna saplanmış bedenlerde gördüm gülümseyen yüzünü. Bu üzgün gecede solgun yaprakların arasından toprakla birlikte seni çektim içime. Ah ki kan doldu yüreğime. Bilemedim estiğin hangi sancılı bahardır. Denizin kıyıya vurduğu dalgalar ve sen iniltilerinle ekinlerin üzerinden geçerken, şu suya nazarlık boğaz hep bir yumruk gibi karşımda. Hasretin ve acının toprağa düştüğü bir sabah güneşinin ışıklarıyla birlikte süngüsünü taktığında yedi başlı ejderha, deniz kuşları bir daha geri dönmedi. Şu günüm yani şu yaşadığım gün, şu ayaklarıma dolanmış üzgünlüğüm kaldı geriye. Bir de hasret kuşların gittiği yere. Ah ki ağlamam gecikmiş olduğumdandır. Sen kapalı ufuklara tünemiş vahşetlere denk sabah uyanmalarının acısına ağla. Ağla diyorsam ‘ölüm yağdıran göğe, ölü püskürten yere’ ağla, kan kırmızı gecelerde ölüm kusan seslere ve meleklerle beraber besmele çekenlere. Yedi kandilli Süreyya! Işığını sakla ve toprağın feryadına ağla! Dünya yaratıldığından beri böyle görmedin yeryüzünü, yeryüzü hiç böyle bir gün görmedi. Gündüz ve gece bu yerde bir ay ya da güneş ışımasının gölgesinde. Saçları üşüyor toprağın, bir sağanak yağmur altında yarasını kaşıyor tüm insanlar; suların, ağaçların, kana bulanmış ekinlerin derdi aynı. Ağla ki yelken açan denizciler, bir daha dönmeyecekler. Gidenlerin peşinden sürüklenirken önce boynu bükük ekinlere baktım sonra Bedir’e, sonra altın ışıklı aya ve selamla gelen rüzgâra. Sonra hasret dalgalı denize ve kanlı zarfın üzerine yazılı kelime-i şehadete… Anadan, yardan, ocaktan ayrılışı teselli eden rüzgâr, götür beni gittiğin mutlu yere. Ruhumu şad et. Bir Fatiha fısılda kulaklarıma ve beni sevindir… Ah ki ağlamam gecikmiş olduğumdandır. Sen kapalı ufuklara tünemiş vahşetlere denk sabah uyanmalarının acısına ağla. Ağla diyorsam ‘ölüm yağdıran göğe, ölü püskürten yere’ ağla, kan kırmızı gecelerde ölüm kusan seslere ve meleklerle beraber besmele çekenlere. Yedi kandilli Süreyya! Işığını sakla ve toprağın feryadına ağla! MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 65 kültürsanat BİR Dr. Şerife Nihal ZEYBEK Allah’ın bize bahşettiği en mucizevi özelliklerden biri de engin düşünce ve hissiyat yeteneğimizdir. Bu sınırlı dünyada, sınırlı bir yaşam süreriz ama hayal gücümüzle çok farklı âlemlere dalabiliriz. İşte bu değişik âlemlerin dile- kâğıda dökülmüş şekli masallarda karşımıza çıkar. Sınırlar yoktur masallarda; hayvanlar konuşabilir, halı uçabilir. Mantıksız gibi görünen bu gariplikler sadece boş lakırdı mıdır? Yoksa kurulan bu hayal dünyasında bize bir şeyler mi anlatılmak istenmiştir? Modern hayatın bizi sınırlar içine hapsetmesi nedeniyle, yetişkinler olarak hayallerimizden vazgeçtik ve masalı çocuklara bıraktık. Peki, aslında masal nedir, hayatın neresindedir? Masallar hakkında bu konuda akademik çalışma yapmış bir ilahiyatçıyla, Pınar Başar Ünlüer ile konuştuk. Halen masallar kaleme alan Pınar Hanım, ayrıca alanın içinde bir isim. 66 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 Varmış Yokmuş… Merhaba Pınar Hanım, siz masal üzerine çalışmalar yapan bir din görevlisisiniz. Masal günümüzde gereken önemi vermediğimiz belki de üstünde düşünmediğimiz bir alan. Masallar niçin vardır ve hayatın neresindedir? Öncelikle masallara ilginizden dolayı Diyanet Dergisini tebrik etmek ve size teşekkür etmek istiyorum. Çünkü “masal” dendiğinde insanlar biraz hafife alırlar. Bazı kimseler masalların çocuk işi olduğu ve gerçeğe muhalif hayal ürünü şeyler olduğunu düşünerek çok da ciddiye almazlar. Hâlbuki masallar geleneksel eğitimimizin temelinde yer alır. Bu aynı zamanda Kur’anî bir yöntemdir. Kur’an gerçek olaylar yani kıssalar anlatarak insanlara öğüt almaları için misaller verir. Yaşanmış olaylar üzerinden imanı ve hakikati öğretir. Masallar da hayatta aynı fonksiyonu icra ederler. Pek çok ahlaki değeri olaylar üzerinden örnek göstermek suretiyle verirler insanlara. Hisseyi doğrudan söylemez de olaydan süzerek bellettirir ki, bu aslında insanlar üzerinde daha çok etkilidir. Yalnız olaylar gerçekçi değildir genelde. Ama olsun, asanın yılana dönüşmesi bir mucizedir. Bugün böyle bir olay görmemiz mümkün değildir ama çok etkileniriz. Masallar yalnız hisse için değildir elbette. Masal hayal gücünü canlandırır. Dinleme kabiliyetini geliştirir. Aile içi iletişim için vazgeçilmez bir araçtır da. Tabii burada tek başına kitaptan okunan masaldan bahsetmiyorum. Gelenekte olduğu gibi anlatılan masaldan bahsediyorum. Zaten masalın şöyle bir özelliği de vardır; okuyan insan anlatmak ister. Anlatıldıkça yaşar masallar. Masalların olmazsa olmazları var mıdır? Varsa nelerdir? Masalların ortak unsurları var elbette. Ama bunlar “masalda şu olmazsa masal olmaz” denilebilen şeyler değildir. Önce “asıl masal” da denilen anonim masallarla sanat masallarını birbirinden ayırmak lazım. Anonim olan masallar KÜLTÜR-SANAT ağızdan ağza anlatılarak gelmiş, belli dönemlerde derlenerek yazıya geçirilmiş masallardır. Ortak özellikler bilhassa bunlarda yer alırlar. Tabii bunları takip eden ve sanat masalı dediğimiz belli bir yazar tarafından yazılmış masallarda da bunları görmek mümkündür. Olmazsa olmaz dendiğinde benim aklıma ilk gelen şey tekerlemelerdir. Masalların kendine has dil zenginliği ve ritmi ilk olarak tekerlemeyle çıkar karşımıza. Hem bir dil oyunu yaparak dinleyeni etkisi altına alır, hem de mantıksal çelişkileriyle masalın hayali dünyasına bizi götürürler. Şimdi hangi anne, çocuğuna gece masal uydururken şöyle söylemez ki: “Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben ninemim beşiğini tıngır mıngır sallar iken…” Bu anlatan için de bir hazırlıktır. Anneler bunu çok iyi bilir. Ayrıca masallarda üç kere tekrarlanan olaylar, olağan üstü doğumlar, yolculuklar ve mutlu son –hatta düğün- en çok rastlanılan unsurlardandır. Masallar bize ne anlatır? “Masallar bize hayatı anlatır”, Muhsine Yavuz hanımefendi “Masalların Eğitimsel İşlevleri” isimli çalışmasında tam olarak bu cümleyi kullanır. Ben de aynı kanaatteyim. Bir hocam dedi ki, “Kafda- ğı var masalda, hayatta var mıdır?” Hayatta da Kafdağı vardır, peri kızı vardır. Hepsi aslında hayatımızdaki şeyleri temsil ederler. Masalın kahramanı da her zaman salt hâliyle “insan”dır. Yani bizden başka biri değildir. Yolculuğu biz yaparız masalda, imtihanı biz yaşarız. Yani masallar bize, bizi anlatırlar. Masallar sadece çocuklar için midir? Masallar geçmişte akşam sohbetlerinin, hanım günlerinin, kıraathane toplantılarının konusu olur, oralarda anlatılırmış. Tabii bu toplantılara çocuklar da dâhil edilir, büyüklerle birlikte aynı masalı dinlerlermiş. Diyorlar ki, sosyal hayatın değişmesi, pozitif bakış açısıyla gerçekçi anlatıların önem kazanıp olağanüstülüklerin küçümsendiği zamanlarda büyükler masalları attı. Onları çocuklar kucakladı. Çünkü çocuklar henüz hayal gücünü kaybetmemişti büyükler gibi. Masallar çocuklar için değildir. Hatta öyle geleneksel masallar vardır ki, çocuklara anlatamayız. Masalların pek çoğu hem konu olarak hem mesaj olarak yetişkinlere hitap eder. Maalesef büyükler masal okumayı dinlemeyi terk ediyor. Doğrusu geleneksel hayatı devam ettiren bazı yerlerde hâlâ masal anlatanlar var ama özellikle şehirleşen toplumlar masalı yalnız geceleri çocuklarına okumak için alıyor. Peki, bu masalı terk ettiğimiz anlamına geliyor mu? Demiştim ya, masal anlatmak/dinlemek insani bir özelliktir. Yerini dolduruyoruz yeni şeylerle. Diziler bir anlamda masaldır, sinema öyledir. Gençlerin sosyal medyada “–miş” kipiyle birbirine yazıp paylaştıkları, beğendikleri, hikâyeler var. Bunlar masalın yerine girmeye çalışıyor aslında. Doldurabilir mi tüm bunlar masalın yerini? Masalda mündemiç olan iç derinlik, üslup ve hayal yalnız ona has, ona özeldir. Başka hiçbir anlatım aynı özellikleri bir araya getiremez. Bunun yanında büyüklerin masalı terk etmesine hak vermek de lazım. Allı pullu kapakların arkasına içerdiği değerlerin sıralandığı sözde “masal” kitapları, gerçekte sanat masalı olmaktan bile çok uzaktır. Sizin büyüklere tavsiye edeceğiniz bir masal kitabı var mı? Anonim masalları derleyip yazıya geçiren yazarlarımız var: Tahir Alangu’nun ve Pertev Naili Boratav’ın kitaplarını tavsiye ederim. Hasan Aycın’ın “Esrarname” isimli eseri ise anonim masalın özelliklerini koruyarak yazılmış yeni bir masal. Çok etkileyici bir çalışma. Kesinlikle okunması gerekir diye düşünüyorum. Pınar Hanım’a masal hakkındaki bilgilendirici ve ufuk açıcı bu söyleşi için teşekkür ediyoruz. Gökten üç elma düşmüş biri masalsız yapamayanlara, biri masal kahramanlarına, biri de siz kıymetli okurlarımıza… MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 67 İnsanlık Nasıl Yok Edildi? 68 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE Dr. Erdal KILIÇ Tumberio “Köle taşıyan gemilere, “Tumberio”, yani “ölü taşıyıcıları” adı verilmişti. Bu gemilerden biri ile denizi aşan bir İtalyan Fransiskeni söyle der: “Erkekler güverte altında üst üste yığılmış, ayaklanıp gemideki tüm beyazları öldürürler korkusuyla da zincirlerle bağlanmışlardı. Kadınlar için, ikinci güverte arası ayrılmıştı. Hamile olanlar arka kamarada toplanmıştı. Çocuklar birinci güverte arasında, balık istifi gibi sıkıştırılmıştı. Uyumak istediklerinde, birbirlerinin üstüne düşüyorlardı. Doğal gereksinmelerini gidermek için sintineler vardı, ama çoğu yerini kaybetmek korkusuyla bulunduğu yerde rahatlıyordu. Özellikle erkekler acımasızca üst üste yığılmış oldukları için, bulundukları yerde koku ve sıcak dayanılmazdı. Atlantik Okyanusu 35-40 gün arasında aşılmaktadır. Ölüm oranı, havasızlıktan boğulma ve salgın hastalıklar yüzünden çok yüksektir. Bu oran %50’ye ulaşabilir. Çoğu zaman salgınlarla baş edebilmek için hastalar öldürülür. Amerika’ya varışta sağ kalanlar, açık arttırmalar sırasında iyi para etmeleri için, yeniden özenli bir bakımdan geçirilirler. Doğal olarak fiyatlar boya, yaşa, güce, cinsiyete vs. göre değişir. Tehlikelere ve kayıplara karşın, kazançlı olan bu ticaret, kaçakçılığa ve korsanlığa yol açar. İngiliz gemileri, sık sık zenci taşıyan gemilere saldırıp, yüke el koyar ve köleleri Virginia “İngiliz Parlamentosu’nun raporlarına göre 1768’de Afrika’dan Amerika’ya İngilizler 60.000, Fransızlar 23.000, Hollandalılar 11.000, Portekizler 1.700 köle göndermiştir. Toplam olarak (bir yılda) 97.500 köle, 1787 yılında bu sayı (yılda) 100.000’e ulaşmıştır.” ya da Antillerde satarlar” (Türk ve Dünya Tarihi Ansiklopedisi, cilt 4, s. 1176, Gelişim Hachette, Istanbul 1985.) “İngiliz Parlamentosu’nun raporlarına göre 1768’de Afrika’dan Amerika’ya İngilizler 60.000, Fransızlar 23.000, Hollandalılar 11.000, Portekizler 1.700 köle göndermiştir. Toplam olarak (bir yılda) 97.500 köle, 1787 yılında bu sayı (yılda) 100.000’e ulaşmıştır.” (Aynı eser s. 1312.) Araştırmalara göre bu dönem içinde 12 milyon Afrikalı Amerika’ya taşındı. Bu insanlık tarihinin en büyük zoraki göçü olarak kabul edilmektedir. Diğer bir kaynağa göreyse bu rakam 25, hatta 40 milyona kadar çıkmaktadır. Avrupalı sömürgeçler 12 Ekim 1492’ye kadar Amerika kıtası, üzerinde güneşin batmadığı bir coğrafya idi. Coşkun akarsularıyla kuşatılmış olan bu verimli topraklar üzerinde, insanlığın büyük medeniyetlerini kurmuş, doğayı yok etmeden ondan istifade etmesini bilen, silahı ve savaşı tanımayan insanlar yaşıyor- du. Kentleri, tapınakları, mimarisi ve matematik bilimi ile sulh içinde yaşayan bu kıta sakinleri, Avrupa uygarlığından(!) habersiz ve onu oldukça geriden izlemesine karşın, kendine yeten Atlantik ötesi bir uygarlık merkezi idi. Seyahatleri boyunca seyir günlüğü tutan Kristof Kolomb bu insanların Avrupalılara karşı gösterdiği misafirperver ve cömert tavırları karşısında büyülendiğini itiraf ederek onları, sığ kıyıda, denize yürüyerek teknelere yaklaşan, ilk karşılaştıkları yabancılara çeşitli hediyeler sunan, silahın ne olduğunu bilmeyen barışçı ve yumuşak huylu insanlar olarak tanımlıyordu. “Onlara bir kılıç gösterdim, keskin tarafından tuttular ve ellerini yaraladılar” diyerek o insanların kötülük nedir bilmeden yaşadıklarını, dünyanın en iyi, en nazik insanları olduklarını günlüğünde yazan Kolomb böylesi bir medeni duruşa karşı hayranlığını gizleyememiştir. Ama övgülerini bu şekilde sıralayan Kolomb, günlüğün ilerleyen sayfalarında şöyle diyordu: “Bunlardan çok iyi MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 69 hizmetkâr olur. Sadece elli adamla bütün bu yerlilerin hepsine kolayca boyun eğdirebiliriz ve her istediğimizi yaptırabiliriz.” “tumberio” yani “ölü taşıyıcıları” adı verilecek olan gemilere tıka basa bindirilen zavallı insanlar için artık yeni bir hayat başlıyordu: Kölelik. Araştırmacıların tahmini hesaplarına göre, Kolomb’un Hint Adaları sandığı Antil adalarına ayak bastığı tarihte bütün Amerika kıtasının nüfusu 30-50 milyon arasında gösterilmekteydi. ABD’li tarihçi Samuel Eliot Morison 1548’lere gelindiğinde sayının yerli halk nüfusu adına binlerle ifade edilebilecek kadar düştüğünü hatta araştırılmaları neticesinde İspanyol Adası’nda yaşayan yerlilerin sayısının 500’ü dahi bulmadığını belirtmek suretiyle vahşetin boyutuna dikkat çekmiştir. İspanyollar başta olmak üzere Avrupalı sömürgeçler Zincirlenerek Kaçırılan Zenci Köleler Evet… Kolomb, Kızılderilileri böyle tanımlıyordu. Onun gözünde bu insanlar misafirperver ev sahipleri değil, her istediklerini yaptırabilecekleri hizmetkârlar idi. Bu insanlar, yeni tanıştıkları misafirlere yüreklerini açtılar, topraklarını, yiyeceklerini paylaştılar, süs eşyası olarak kullandıkları altın ve gümüşlerini hediye ettiler. Avrupalı misafirlerse(!) bu kıtaya, salgın hastalık, yağma ve ölüm getirdiler. 1492’de kıta halkı, yeryüzünün gördüğü en trajik alışverişlerinden birine sahne olmuştur. Gasp edilen sadece eşyaları değildi; daha sonradan Sudan sebeplerle, hırs ve tamahın esiri olanların toprak için, mal için, intikam için, dünya için, yeni kıtalar için ve savaş için savaşmanın İslam’da yeri yoktur. Savaşın hak ve adaleti hâkim kılmak, insanları gerçek hürriyete ve refaha kavuşturmak için yapılmasına taraftar olunmalıdır ki, böylesi de küçük savaştır. 70 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE buradaki uygarlığı altın ve mal hırsları yüzünden yok ettiler. Tarihi geniş okumak Böylesine sevimsiz bir giriş pek tabiidir ki içimizi karartabilir, moralimizi bozabilir. İnsanlık onuru ve ahlakıyla bağdaşmayan bu gerçekler belki yarım asır gerimizde duruyor olabilir ancak siz de fark etmiş olmalısınız ki bu tarihî bilgiler içimizi acıtıyor olsa da bugün ziyadesiyle bağışıklık kazandığımız bir gerçekle yüz yüzeyiz: “şiddet.” Ki o da bizim için normalleşen, sıradanlaşan bir olgu hâline gelmiş bulunmaktadır. Bu manada tarihi geniş okumak lazım gelmektedir. Goethe, “3000 yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan, günübirlik yaşayan insandır.” der. Gelecek için planlar yapan insanın geçmişinden bilgisizce ve şuursuzca yaşaması doğasına uygun olabilir mi? Bu satırların kaleme alınmasındaki amaç elbette ki Avrupa düşmanlığı değildir. Bilakis hırs, tamah ve israfıyla, Amerika, Afrika ve Asya’yı köleleştirmiş, hastalıklı ideolojileri uğruna dünya savaşları çıkarmış, toplama kamplarında, gaz odalarında en vahşi yöntemlerle insanları katletmiş, aynı ülke insanlarını birbirine düşman etmiş, coğrafyaları cetvelle çizip, hakları arasına görünmez duvarlar çekmiş olan Avrupa’nın kan, şiddet ve savaş dolu tarihine yeniden dikkat çekmektir. Barış savaştan az ötede Savaş kaçınılmazdır elbet. Sudan sebeplerle, hırs ve tamahın esiri olanların toprak için, mal için, Bir Köle Gemisi intikam için, dünya için, yeni kıtalar için ve savaş için savaşmanın İslam’da yeri yoktur. Savaşın hak ve adaleti hâkim kılmak, insanları gerçek hürriyete ve refaha kavuşturmak için yapılmasına taraftar olunmalıdır ki, böylesi de küçük savaştır. Zira en büyük savaşın insanın kendi nefsine karşı verdiği mücadele olduğu hakikati unutulmamalıdır. Evet, barış savaştan az ötededir. Ancak savaş geçidini aşamayanın, barış nimetine ulaşabilmesi ise mümkün gözükmemektedir. Günümüz bilim ve teknolojisi ile nükleer çağı yakalayan insan, artık kendi insanını toplu hâlde yok edebilecek imkânlara sahiptir. “Tumberio” denilen “ölü taşıyıcıları” yerini bugün daha modern(!), daha çağdaş(!), tah- rip gücü yüksek, bir anda kitle hâlinde ölümlere dahi yol açabilecek güce ulaştı. Amerika kıtasının işgali ile başlatılan insan sömürüsü bugün kesintiye de uğramaksızın devam ettirilmektedir. Beslendiği kaynak ise, terörizmdir: Batırılan, yakılan gemiler, çökertilen binalar, yok edilen hayatlar… Kime ve niçin saldırdıklarını açıklamakta dahi güçlük çektiklerini sonrasında günah çıkarırcasına itiraf eden insanlıktan binasipler. Adı terör, iç savaş ya da başka bir şey olan ve günlük haber bültenlerinde ya da iletişimin imkân verdiği son teknolojik verilerle yüz yüze kalınan kanlı olaylar… Kısaca insanlık ayıbı işlenmeye devam edilmekte… MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 71 EN G Ü Z E L İ Sİ M L E R Ö R N E K S İ Z M O D E L S İ Z Y A R A T A N Fatma BAYRAM Zerreden kürreye kadar yaratılmış cümle âlemin her bir ferdinin kendi yapısındaki ihtişamın hayrete düşüren mükemmelliği ve bu sayısız efradın, kurtçuklardan gezegenlere varıncaya kadar bildiğimiz bilmediğimiz tüm varlıkların, birbiriyle ahenk içinde ve sonsuz hareket hâlinde akıp gidişlerindeki nizam ve uyum... İşte aklın künhüne ermesi bir yana hayal etmekte bile zorlandığı bu sistemi bir örneğe ihtiyaç duymadan yoktan var edendir Bâri… Esma-i Hüsna’dan on beş tanesinin zikredildiği Haşr suresinin 72 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 el-BÂRİ son ayetlerinde Hâlık, Bâri ve Musavvir isimlerinin peş peşe zikredildiğini bilirsiniz. Hâlık ismi varlığı yaratmadan evvel ölçüp biçen, hesaplayıp takdir eden demekti. Bâri de bu ölçüm ve takdire göre bakılıp örnek alınacak bir modeli olmadan (özellikle canlı varlıkları) yoktan var eden demektir. Bu ismin hangi kökten türediği konusunda farklı görüşler mevcuttur. Bu ihtimallerin her birine göre de anlam kazanmış ve zengin bir içeriğe sahip olmuştur. Bu zenginliğin neticesi olarak Bâri ismi; yaratan, varlıkları bir temel maddesi ve modeli bulunmadan icat eden, kendisi yaratılmışlıktan uzak olan, aralarında birçok farklılık olmasına rağmen evrendeki tüm varlıkları tam bir ahenk ve düzen içinde yaratan, hiçbir borç ve zimmet altında bulunmayıp verdiği her şeyi bir lütuf olarak veren gibi anlamlara gelir. Buna göre bu eşsiz tasarım ve yaratma aşamalarının (ve daha sonra da devam eden ikram ve ihsanlarının) tamamı Rabbimizin lütfudur. Hiç kimse veya hiçbir güç O’nu bir şeyi yapmak ya da yapmamak konusunda icbar edemezken O kendi kendisine rahmeti, lütuf ve ihsanı gerekli kılmıştır. (En’am, 6/12.) Rabbimiz, insanın boyutlarını kavramaktan aciz kaldığı ilmi ve kudretiyle varlık âlemini tasarlamış sonra da onları bu tasarımda belirlenen ölçü ve nizama göre hiçbir örneğe bakmadan eşsiz bir yaratımla var edivermiştir. Her bir yaratılmışın varlığının bütün unsurları o varlığın devamını sağlayacak şekilde birbiriyle uyumlu olarak yaratıldığı gibi aralarındaki muazzam farklara rağmen bütün varlıkların evrende icra ettiği gö- Rabbimiz, insanın boyutlarını kavramaktan aciz kaldığı ilmi ve kudretiyle varlık âlemini tasarlamış sonra da onları bu tasarımda belirlenen ölçü ve nizama göre hiçbir örneğe bakmadan eşsiz bir yaratımla var edivermiştir. rev ve faydalar da umumi ahenge uygun yaratılmıştır. Öyle ki âdeta âlemde her şey bir şey ve bir şey de her şey içindir. Evrendeki bu müthiş ahenk ve düzeni gözlemlemek bizim kendiişlerimizde de aynı ahengin bir izdüşümünü oluşturmamız konusunda bize rehberlik eder. Nasıl ki âlemde her bir varlık hem kendinin hem de uzak yakın bütün kâinatın düzenli bir şekilde devamına katkıda bulunacak tarzda tasarlanmış ve yaratılmışsa kullar da bu âlemin bir parçası olarak Yaratıcı’yla, kendisiyle ve diğer yaratılmışlarla ilişkilerini bu düzenin dışına çıkmayacak şekilde tasarlamalıdır ki varlık bunalımlarına düşmesin... Bu düzen sadece ontolojik ilişkilerde değil, günlük hayatın en sıradan organizasyonlarında dahi gözetilmelidir. Zira hedeflerin dağınıklığı işlerin dağınıklığına, o da hayatta hiçbir yere varamamaya yol açar. İnsan bu yaratılış kanununu örnek alarak kendisine bağışlanan bütün nitelikleri yerli yerinde ve amacına uygun olarak kullanmalı, yaratılış amacının dışına çıkarak kendini ve potansiyelini ziyan etmemelidir. Bakara 2/54’de İsrai- loğullarının buzağı heykelini tanrı yerine koymakla kendilerine nasıl yazık ettikleri anlatılır ve gerçek yaratıcıya tövbe etmeleri istenirken onların vehme dayanan yaratıcı fikrine mukabil Allah’ın eşsiz, kusursuz yaratmasına vurgu yapılarak Allah Teala’nın zatından “Bâri” olarak bahsedilir. Rabbimizin isimlerini kendi gücü miktarınca bilen, onlara içerdikleri manalara göre iman eden bir kimsede iki temel netice hasıl olur: Bu bilgi ve iman bir taraftan insanı Allah hakkında yanlış zanna düşmekten, O’na şirk koşma tehlikesinden korurken diğer taraftan da isimlerin gerektirdiği ahlak ile donatarak mümin karakterini geliştirir, zenginleştirir ve Allah’ın razı olacağı hâle ulaşmasına yardım eder. İşte Bâri ismine de tüm anlamlarıyla gönülden iman ve teslimiyet insanı bir taraftan Allah’tan başkasında yoktan var etme gücü vehmetmekten ve yaratılmışlara kulluktan korur. Diğer taraftan kâinatta vuku bulan her bir olayın gerçek yaratıcısının Allah olduğu bilincini daima şuurlarımızda canlı tutar. Meydana gelen olaylardan olumsuz olarak etkilenmek- ten, aşırı üzüntüye düşmekten kurtarır. Aynı zamanda bu ismin gerektirdiği ahlakla donanan kişi kendi işlerinde de körü körüne bir taklitçi olmaz, çevresinin esiri olmaz; bakış açısıyla, yorumlarıyla ve davranış tarzıyla her zaman yeni bir yol bulmayı başarır. İbn Arabi’ye göre mümin kul bu isim sayesinde varlıkların ve olayların kendisini etkilemesinden kurtulmakla kalmaz ilaveten Rabbinin iradesi istikametinde kendisi başkalarını yönlendiren kişi olur. Rabbimizin bu isminin şahsiyetimizde tecelli etmesine engel olacak şekilde elimizi kolumuzu bağlayan, içimizdeki lutf-i ilahînin neticesi olan yetenekleri atıl bırakarak bizi zehirleyen tüm olumsuz düşünceler, aşırı üzüntüler, takılıp kalmalar işi gücü iyiliği yok etmekten ibaret olan şeytanın işidir. Ondan ve yaptıklarından Allah’a sığınıp içinde bir nehir gibi akıp duran yaradılış ihsanlarının önündeki engelleri kaldırmak da günümüzde “kendini gerçekleştirmek” denilen kemal yolculuğunun ilk adımıdır. O halde eksik etme ihsanını üstümüzden bizi her an yeniden yaratan ey Bâri! MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 73 PORTRE Abdurrahman Gürses Hocaefendi eğitimini üç senede tamamlar ve hocasından bu ilimde icazet alır. 1938’de Fatih’e yerleşir. İlk resmî vazifesine 1939 yılında Edirnekapı Mihrimah Camii’nde başlar. Bu arada Teşvikiye Camii’nin münhal olan imam-hatiplik kadrosu için de imtihana girmiş ve birinci olmuştur. Mihrimah Camii’nde göreve başlamasının üzerinden bir ay geçmeden Beyoğlu Vakıflar Müdürü’nün ısrarı üzerine Teşvikiye Camii imam-hatipliğine tayin edilir. 1944 senesine kadar orada görev yapar. 22 Mayıs 1944’te Beyazıt Camii’ne atanır. Yrd. Doç. Dr. Kâmil YAŞAROĞLU Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Henüz küçük yaşta babasının dizinin dibinde Kur’an’la buluşmuş, daha sonra o yüce kitabı eşsiz bir hazine gibi içinde taşımış, onunla hemhâl olmuş, kırk yıl boyunca binlerce mümine imamlık ve bir o kadar talebeye hocalık yapmış bir âlimdir Abdurrahman Gürses. Abdurrahman Gürses 1909 yılında Hendek’e bağlı Soğuksu köyünde dünyaya gelir. İmamlık yapan babası Said Efendi’nin yanında 13-14 yaşlarında hafızlığını tamamlar. Hafızlığını müteakip kendi köyünde, babasının görevli olduğu camide iki sene ramazan aylarında mukabele okur. Daha sonra Hendek’e gider. Oradaki camilerde kıraatini dinleyen ve aynı zamanda mahkeme-i şer’iyye azası olan Abdurrauf Efendi eniştesi olan Yeni Cami İmamı Osman 74 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 Efendi’ye “Bu çocuğun istidadı var. Buna talim okutayım” der. Babası ehliKur’an olduğundan aslında Abdurrahman Gürses’in okuyuşu iyidir. Ancak talimi başından sonuna kadar okumak usulden olduğu için Abdurrauf Hoca’nın rahle-i tedrisinden geçer. Abdurrauf Efendi kendisine “Ben senden hiçbir şey beklemiyorum. Sadece bir Fatiha ile beni hatırla yeter.” demiştir. Ömrünün sonuna kadar her namazdan sonra ismini anarak hocasına Fatiha göndermeyi ihmal etmez. Abdurrahman Gürses talim eğitiminden sonra birkaç sene Hendek’te kalır. Daha sonra İstanbul’a giderek Ayasofya yakınlarındaki Soğukkuyu medresesinde bir süre eğitim alır ve Hendek’e geri dönüp burada çeşitli hizmetlerde bulunur. 1934 senesinde tekrar İstanbul’a gider. Üsküdar’da ikamet ettiği sırada Selimiye Camii İmam-Hatibi Hafız Fehmi Efendi’den başladığı kıraat Beyazıt Camii’ne atanma sürecinde yaşadığı bir olay hayatındaki önemli kararlardan birini vermesine vesile olur. Bu cami için yaptığı müracaat neticesinde komisyon tarafından imtihan edilir. Dönemin İstanbul Müftüsü Mehmet Fehmi Efendi (Ülgener) kararı tebliğ ederken, bir noksanını da uygun bir dille şöyle ifade eder: “Evladım Hafız Abdurrahman! İmtihanı liyakatle kazandınız. Bayezid Camii imamlığını hak ettiniz. Ancak imtihan komisyonunun sizin için bir mülahazası var. Derler ki: “Abdurrahman Efendi, bu camiye her yönüyle muvafık. Ama bir de sakalı olsaydı; çünkü bu camiye bu zamana kadar sakalsız imam gelmemiştir.” Ben de, “İnşallah Abdurrahman Efendi onu da bırakır dedim.” Bunun üzerine Abdurrahman Gürses: “Efendim, bu sakal bu anda bırakılmıştır, artık kesilmeyecek.” der ve o sünneti de uygulamaya başlar. Buradaki görevine devam ederken aynı camideki Kur’an kursunda ve Nuruosmaniye Kur’an kursunda çok sayıda hafız yetiştirir. 6 Hazi- PORTRE ran 1979 tarihinde kırk yıllık hizmet süresinden sonra emekli olur. Abdurrahman Gürses emekli olduktan sonra Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı İstanbul Haseki Eğitim Merkezi’nde açılan ilm-i kıraat (aşere, takrib, tayyibe) kursunda İstanbul tariki üstadı olarak göreve başlar. Burada Mısır tariki üstadı merhum Mehmet Rüştü Aşıkkutlu hocaefendi ile beraber çalışır. Gönenli Mehmet Efendi’nin vefatından sonra Reisü’l-kurra olan ve bütün ömrü Kur’an’a ve onun tahsiline hizmet etmekle geçen Abdurrahman Gürses 1998 yılında hastalığının ağırlaşması sebebiyle yatağa düşer. 10 Ağustos 1999 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuşan hocaefendinin naaşı otuz beş yıl imamlığını yaptığı ve ders verdiği Beyazıt Camii’ne getirilir. Beyazıt Camii tarihî günlerinden birine şahit olur. Hüzünlü bir salâ ve merhumun tilavet ettiği Kur’an-ı Kerim ile karşılaşan cemaat, caminin avlusuna sığmayarak Beyazıt meydanına taşar. İkindi namazını takiben kılınan cenaze namazından sonra Beyazıt Camii’nin haziresine defnedilir. Abdurrahman Gürses kıraat ilminde Türkiye’de kendi kuşağının son halkasıdır. Aşere-yi takrib seviyesinde hıfzetmiş ve cem’ metoduyla bu ilmi yıllarca tedris etmiştir. Kendine has okuyuşu ve nağmeleriyle bir “ekol” olan Abdurrahman Hoca’nın fevkalade dik ve güzel sesiyle okuduğu mihrabiyeleri dinlemek için uzak yerlerden gelenler, cemaati içinde önemli bir yekûn teşkil ederdi. Mesleğinde çok titiz ve hassastı. Mihrabiyelerini asla terk etmez, aşkla ve şevkle okurdu. Tilavetindeki kendine has üslubuyla Türk hafızlarının ağzında genellikle incelen bazı kalıpları aslına yakın bir ölçüde korumayı başarmıştı. Kur’an-ı Kerim’i tedris ederken ve imtihan meclislerinde dinlerken onun canlı ve içten okunması konusunda hassasiyet gösteren hoca birçok uluslararası yarışmada jüri üyeliği yapmış ve çeşitli ülkelerde Türkiye’yi temsil etmiştir. Hayatının sonlarında hastalığı ağırlaştığında bilinci kaybolduğu hâlde Kur’an tilavetini fark ediyor, anlıyor, hatta düzeltebiliyordu. Abdurrahman Gürses ehli Kur’an’ın Kur’an ahlakına göre hareket etmesini, mütevazı ve temiz olmasını, kılık-kıyafetine dikkat etmesini, Kur’an tilavetinde niyetin halis tutulmasını, tecvit ve kıraat ölçülerine dikkat edilmesini, aşr-ı şeriflerin müjde ayetlerinden seçilmesini ve okunan meclisin gündemine uygun olmasını, makam ve nağme hatırına tecvit ve kıraat ölçülerinin ihlal edilmemesini, manaya göre seslendirme yapılmasını tavsiye eder, kendisi de bunları uygulardı. Nitekim Beyazıt Camii’nde görevliyken, mihraba geçmeden önce, kenarında Kadı Beydavi tefsiri bulunan mushafını açar, okuyacağı aşr-ı şerifi, manasını ve tefsirini gözden geçirir, manen onun etkisi altına girer, bu halet-i ruhiye ile oldukça etkili okurdu. Başı açık Kur’an tilavetinde bulunmaz, sarık-cübbesi yanında yoksa mutlaka takke takar, kendisine çeki düzen verirdi. Adı Beyazıt Camii ile özdeşleşmiş olan Abdurrahman Gürses başındaki sarığı, üstündeki cübbesi ve yüzüne oldukça yakışan sakalıyla kendisini dinleyenleri etkiliyordu. Minbere çıktığı andaki duruşu ve hitabetiyle “müstesna” bir kurra ve âlim olduğunu ve hiçbir hareketinin yapmacık olmadığını lisan-ı hâliyle ifade ediyordu. Abdurrahman Gürses insan ilişkileri açısından karşısındakine güven veren bir kişiliğe sahipti. Ke- limenin tam anlamıyla vakur bir âlim, vakur bir imamdı. Örnek kişiliği ve ahlakıyla imamlık mesleğinin zirvesine ulaşmıştı. Cemaatin önüne geçen biri olarak temsil ettiği makamın hamiyetini koruma adına zaman zaman sergilediği tavırlar pek çok kişiye örnek olacak cinstendir. 1950’li yılların başında Hocaefendi’nin cemaatinden maddi durumu yerinde olan bir kişi hacca gitmeye karar verir. Okuyuşuna hayran olduğu Abdurrahman Gürses’i masraflarını karşılayarak birlikte hacca gitme konusunda ikna eder. Bu kişi yol boyunca ve hac esnasında, “hafızım gel Kur’an oku, hafızım otur, hafızım kalk” vb. hoş olmayan bir üslup kullanır. Ayrıca çevresindekilere Hocaefendi’yi hacca kendisinin getirdiğini, masraflarını kendisinin karşıladığını böbürlenerek anlatır. Bu sözler Hocaefendi’nin de kulağına gider. Oldukça rahatsız olur ancak herhangi bir şey söylemez. İstanbul’a döndüklerinde ilk iş olarak evini satar ve doğruca o kişinin yanına gider ve kendisine “Hacca birlikte gittiğimiz için gidiş-geliş ve oradaki masraflar dâhil hac yolculuğu kaça mal oluyor diye bana soruyorlar. Ben de cevap veremiyorum. Sizden öğrenmeye geldim” der. Kendisine söylenen rakamı masanın üzerine bırakır ve “Ben ne sizin ne de başkasının hafızıyım. Alın paranızı” diyerek oradan ayrılır. O kişinin özür dilemesine rağmen, söylediklerine de hiç iltifat etmez. Abdurrahman Gürses ömrünü mihraplara, Kur’an hizmetlerine, talebelerine ve cemaatine tahsis etmiş bir insandı. Kişiliğini, Kur’an tilavetiyle özdeşleştirip güzelleştirdi. Bu özelliği ile çevresine örnek oldu. Edep abidesi bir âlim olarak hoş bir seda bıraktı. Bembeyaz sarığına en küçük bir leke sürmeden bu dünyadan göçüp gitti. MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 75 BUNU KONUŞALIM EMİNE EROĞLU: “Peygamber Efendimiz hem Kur’an’ın hem de kainat kitabının mütercimi ve muallimidir” Söyleşi: İbrahim ARPACI Uzun zamandır önemli bir yayınevinin yayın yönetmenliğini yürütüyorsunuz. Bir kitabın yayınevinizden çıkma ihtimali oluştuğunda nasıl bir sorumluluk duygusuyla karar veriyorsunuz. Kişisel bir kritiğiniz var mıdır? Bir kitabın yayınına karar verme süreci çok bileşenlidir. Fakat asla şahsi ya da keyfi değildir. Hata payını azaltmak için; 1. Çok iyi pazar araştırmaları yapmanız, okurun talep ve temayüllerini iyi okumanız, 2. Tek başınıza değil, 76 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 işinin ehli bir ekiple istişare ederek karar vermeniz, 3. Yayınevinin misyon ve hedeflerini gözetmeniz gerekiyor. Yani bir kitabın yayımlanması için “iyi” olması yetmiyor. O yüzden zikrettiğiniz gibi karar verme süreci ağır bir sorumluluk. Yayıncılığı sizin için özel kılan nedir? Yayıncılığı alabildiğine “soyut” bir iş olduğu için seviyorum. Hayatımın en büyük lezzeti soyut düşüncenin evreninde dolaşmak. BUNU KONUŞALIM Okumayı iş edinmek fıtratıma çok uygun. Bu yüzden entelektüel sermaye yönetimi bana cazip geliyor. Anadolu’da yayın yönetmeni olduğumu söylediğimde ne iş yaptığımı anlamak için soruyorlar: “Kitap mı yazıyorsun?” “Hayır, diyorum. Onu yazar yapıyor.” “Kitap mı basıyorsun?” “Hayır, onu matbaa yapıyor” “Kitap mı satıyorsun?” “Yine hayır, onu kitapçı yapıyor.” Sorular ve cevaplar çoğaltılabilir. Kitap dağıtmıyorum, tanıtmıyorum… Peki, ne yapıyorum? Bir metni (bazen sadece bir hayali, fikri) kitap hâline getirip okurla buluşturma işini organize ediyorum. Okumak tek başına bir şey ifade etmez. Hatta yanlış yerde kullanılan bilgi insanın cahilliğini de arttırabilir. Hitlerin ordusu çok iyi eğitim görmüş subaylarla doluydu. Ona destek veren Nobel ödüllü yazarlar bile var. Bilgi, insanı malumatfuruş da yapabilir, ukala da, zalim de… Ecdadımız mimariden sanata, bilimden sosyolojiye her alanda önemli eserler ortaya koymuş. Sizce günümüzde çıkan kitaplar bu medeniyet birikimimize ayna tutuyor mu; yoksa farklı bir noktada mıyız? Henüz yeterli değil elbette. Fakat çok iyi metinlerin yayımlandığını söyleyebilirim her alanda. Geleneğin Sadettin Ökten, Turgut Cansever, Safiyyüddin Erhan gibi güçlü taşıyıcıları ve bize kadar ulaştırdığı çok iyi mahsuller var. Kemal Karpat, Halil İnalcık, Fuat Sezgin, Gülru Necipoğlu, Cemal Kafadar gibi güçlü tarihçi ve araştırmacılar da… Bunun yanında Nazan Bekiroğlu, Şule Gürbüz, Ahmet Büke, Hilmi Yavuz gibi geleneği modern edebiyata taşıma ustalığı gösteren kalemleri de göz ardı etmemek gerekiyor. Elbette, harf inkılabından kaynaklanan birikmiş zorluklar, güçlü perdelenmeler, unutmaklar, unutturmaklar, tahribatlar var. Bunların üstesinden gelmek için ince ince çalışmak gerekiyor. Mesela genel bir kanıdır, “Türkler hatırat yazmaz” denilir. Oysa 5-6 yıldır hatırat yayıncılığı yapıyoruz ve ilk defa gün yüzüne çıkartıp yayımladığımız onlarca hatırat kitabı var. Bir cariyenin hatıratından tutun da neferin hatıratına kadar… Üstü örtülmüş, zamanını bekleyen şeyler bunlar. Yapılan yayınlar daha çok ezberi bozacak. Bir söyleşinizde şu ifadeyi kullanıyorsunuz: “Kitaplar, Kur’an’ın manasını ‘okuyan’ metinlerdir…” Hayatın içerisindeki iyilikler ve güzellikler, zorluklar ve kolaylıklar, tüm bunlar ile Kur’an nasıl bir tamlama içerisindedir? Kur’an Hay esmasının cilve-i azamıdır. Kur’an kelimeleri çekirdekler gibi zaman, mekân ve insan düzleminde sümbüllenmeye devam ederler. Yani asıl hayatın zorlukları, sınavları, sınamalarıdır Kur’an ayetlerini şerh edip bize ve asrımıza ne söylediğini tezahür ettiren. Kaybedilmemesi gereken orjin Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’in hem Kur’an hem de kâinat kitabının mütercimi ve muallimi olduğudur. Yoksa bütün ömrümüz, okumak, hatırlamak, fark etmek, anlamak, uyanmak fiilleri üzerine kuruludur. Yaptığımız her eylemden hesaba çekileceğimiz bir ahiret hayatına inanıyor ve buna iman ediyoruz. Tam bu noktada şöyle bir soru sorsam: Yazan yazdıklarından, okuyan öğrendiklerinden sorumlu tutulacakken, genel itibari ile yayıncılar, çıkan kitaplara baktığımızda bu hassasiyeti sizce ne kadar gösteriyorlar? MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 77 Emine Eroğlu 12 çocuklu bir ailenin 12. çocuğu olarak Trabzon’un Akçaabat ilçesinde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini bu ilçede tamamladı. Karadeniz Teknik Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. 3 yıl Rusya Federasyonuna bağlı Dağıstan özerk bölgesinde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Ardından Türkiye’ye geldi. Fatih Üniversitesi’nde yeni Türk edebiyatı alanında yüksek lisans çalışmaları yaparken çeşitli yayınevleriyle bağlantılı olarak redaktörlük, metin edisyonu, bilimsel kitaplara indeks hazırlama gibi yayıncılık faaliyetlerinde bulundu. Ardından “editör” sıfatıyla yayıncılığa başladı. 2002 yılında bir yayınevine geçti. Önce başeditör, ardından da yayın yönetmeni oldu. Hâlen aynı göreve devam etmektedir. 78 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 Okumak tek başına bir şey ifade etmez. Hatta yanlış yerde kullanılan bilgi insanın cahilliğini de arttırabilir. Hitlerin ordusu çok iyi eğitim görmüş subaylarla doluydu. Ona destek veren Nobel ödüllü yazarlar bile var. Bilgi, insanı malumatfuruş da yapabilir, ukala da, zalim de… O yüzden bilmeye değil olmaya talip olmak, okuyacaksak da bunun için okumak gerekiyor. Çıkan kitapların kesretine ve niteliğine bakarsak yanılırız. Çok yanlış, değersiz, lüzumsuz, zararlı vs. binlerce kitap olabilir. Bununla savaşamayız. Biz bakışımızı bulandırmadan sahih olana talip olmak, seçerek okumak zorundayız. Çocukları ve gençleri bu konuda iyi yönlendirmek ve rehberlik yapmak gibi ciddi sorumluluklarımız var. Yazım türünün her alanında kitaplar yayınlıyorsunuz. Bunları kadın ve erkeklerin okudukları şeklinde kategorize ettiğimizde nasıl bir portre ortaya çıkıyor. Kimler en çok ne tür eserler okuyor. Bu konuda bir gözleminiz oldu mu? Siyaset ve tarih kitaplarını daha çok erkekler okuyor. Kadınlar roman, deneme ve aile kitapları okuyorlar. Kitabın türü, konusu bir yana yazarın üslup ve duruşu bile okurunun kadın ya da erkek olmasını belirleyebiliyor. İskender Pala, Elif Şafak ve Ayşe Kulin gibi yazarları kahir ekseriyetle kadınlar okuyor mesela… Topluma faydası dokunacak bir eser var fakat halkın kitaba rağbeti olmayacağı kanaatine vardığınızda, kurumsal olarak nasıl bir yol izliyorsunuz? “Müşterisiz meta zayidir” kaziyesini unutmamak gerekiyor. Okunmayan bir kitap hükümsüzdür. Öngördüğünüz toplumsal faydayı sağlayabilmesi için kitabın önce okunması gerekir. Öyleyse yayıncılık bir kitabı neşretmek kadar o kitaba talep oluşturma işidir de… Eğer talebi oluşturamıyorsanız neşretmez, zamanını bekler ya da başka kurum ve kuruluşlara havale edersiniz. Malumunuz her mümin kalbinde bir ayet bir hadis veya birkaç kelam-ı kibar vardır. Emine Eroğlu’nun her okuduğunda ve duyduğunda kendisine dinginlik veren bir söz, bir cümle, bir ayet var mıdır? Çok fazla var. Dönem dönem, gün gün, saat saat o ayet, hadis ve irfani cümlelerle hemhâlim. Bu ara en çok Bediüzzaman Hazretlerinin ihlas düsturları arasında saydığı ve ameldeki rıza-yı ilahînin ölçüsü olarak kabul ettiği “Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.” cümlesi yankılanıp duruyor zihnimde. Birçok insanın aklından zaman zaman kitap çıkarmak düşüncesi geçer. Öncelikli olarak kişi, kitap çıkaracak bir olgunluğa gelip gelmediği konusunda kendisini ne şekilde krite etmelidir; bu konuda ne söylemek istersiniz? Az yazmak için çok okumanın lüzumuna inananlardanım. Amatör kalemler daha küçük metinlerle (öykü, makale, deneme) kalemlerini sınamalılar, yazdıklarını ustaların yazdıkları ile karşılaştırmalı, mümkünse de o ustaların iklimlerine olabildiğince girip çıkmalılar. Yazma serüveni emekli ve uzun soluklu. Bıkmadan, usanmadan sebatla çalışanlar kalemlerini elbette geliştirebilirir, ustalaşırlar. KİTAPLIK Çanakkale Unutulmasın Sezgin Çevik M. Kâmil YAYKAN Yeryüzünde cereyan etmiş pek çok savaş içerisinde, Âkif’in “Var mı ki dünyada eşi” diyerek kıymet biçemediği, Türk tarihindeki en önemli dönemeçteki en şiddetli savaştır Çanakkale Harbi. Milletin topyekûn vahdet ederek, düşmanın karşısına geçip “Buradan öteye geçiş yok!” dediği; İslam’ı saf dışı bırakmak, gayesiyle gelenlerin, geldikleri gibi gittikleri vatan topraklarının kurtuluşunun anlatıldığı kutlu bir destan… Çanakkale… Eskisiyle yenisiyle bütün dünyanın, akvam-ı beşerin kum gibi kaynadığı mahşer yeri… Türk milletinin ölüm kalım mücadelesi… Küfrün karşısında yekpare olan bir milletin vatanını düşman çizmeleri altında ezdirmeme gayesi… Sadece bizde değil, savaşa katılan tüm milletlerde derin izler bırakan ve asla unutulmayacak bir destan… Bu destan hakkında yazılan kitaplardan bir tanesi de Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından çıkan Sezgin Çevik’in hazırladığı “Çanakkale Unutulmasın” isimli eser. Kitap, Çanakkale Savaşı’nı bir bütün olarak ele alıp, gerek deniz gerekse de kara savaşlarını bol miktarda görselle destekleyen bir anlatımla karşımıza çıkıyor. Atalarımıza olan borcumuzu ödeyebilme amacı ile kaleme alınan bu eser, gelecek nesillerin Çanakkale ruhu ile yetiştirilmesine katkıda bulunmayı hedefliyor. “Her kemalin bir zevali vardır.” sözü ile başlayan giriş bölümü 600 yıl boyunca hüküm süren Osmanlı Devleti’nin iyiden iyiye zayıflayıp artık son demlerinde olduğunu, Batı dünyasının da bu zayıflıktan faydalanarak sömürgecilik faaliyetlerine hız verdiğinden bahsediyor. Şüphe yok ki bu faaliyetler siyasi dengeleri değiştirerek dünyayı büyük bir savaşa sürüklemiştir. Yazarımız tam bu noktada Çanakkale savunmasının bu büyük savaş içindeki ehemmiyetini dile getiriyor. Çünkü bu savunmanın Türk milletinin dünya sahnesinden yok olma tehlikesi karşısındaki asil duruşunu ve İslam’ın son kalesi hükmünde olan topraklarımıza saldıran yedi düvelin dünyada eşi görülmemiş bir kahramanlıkla geri püskürtülmesini temsil ettiğini belirtiyor. “Çanakkale’ye Giderken” isimli birinci bölüm dünyayı savaşa hazırlayan etkenleri anlatmıştır. Bu bölümde yazarımız bir tarihçi titizliği ile çalışıp, olayları yer ve zaman bildirerek bizlere sunmuştur. Birinci Cihan Harbi’nin başlangıç süreci ayrıntılı bir şekilde işlenmiş ve Batı’nın gözünde “Hasta Adam” olan Osmanlı’nın savaşa nasıl çekildiği gözler önüne serilmiştir. Bölümün sonunda ise Azhab suresinin 23. ayeti düsturunca hareket eden Türk milletinin bu zaferi kazanmasındaki en önemli unsurun iman gücü olduğu ifade ediliyor. Kitabın ikinci bölümü ise o güne MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 79 KİTAPLIK kadar girdiği tüm muharebelerden galip ayrılan İngiliz armadasının, denizlerin tek hâkimi olmak maksadıyla düzenlediği saldırıyı işliyor. 18 Mart 1915 Perşembe sabahı yapılan deniz harekâtı dakika dakika ayrıntılı bir şekilde ele alınarak düşman gemilerinin hangi sıra ile boğaza girdiği, hangi geminin hangi bataryayı hedef aldığı ve savaşın hangi planlar doğrultusunda gerçekleştirildiği âdeta savaşı yaşıyormuşçasına bizlere naklediliyor. Büyük bir plan ile boğazı kolay bir şekilde geçip İstanbul’a ulaşma gayesi güden; kendilerine yenilmez armada diyen; gemilerinin adlarını dahi “Karşı Konulamaz, Boyun Eğmez” şeklinde belirleyip güç gösterisi yapmaya çalışan İtilaf Devletleri’nin hiç hesaba katmadığı bir şey vardı. O da Allah’ın iradesinin tüm plânların üstünde olduğuydu… Kitap bu hakikati çok çarpıcı ve etkileyici bir şekilde ele alıyor. Üçüncü bölümde ise deniz harekâtında bozguna uğrayıp arkasına bakmadan kaçışan düşmanın kara harekâtı ile Çanakkale’yi geçmeyi planladığından bahsediliyor. Yazarımız yine bu bölümde de önceki bölümlerde olduğu gibi iyi bir çalışma göstererek savaşa katılan tugay, tümen ve birliklerin neredeyse tamamının hangi mevzilere konuşlandırıldığını ortaya koyuyor. Bu teknik ile Çevik, savaşın şiddetini bizlere canlı birer tanıkmışız gibi hissettiriyor. “Oyunlar Bozuluyor” isimli dördüncü bölümde ise atalarımızın sahip olduğu müthiş savunma zekâsından söz ediliyor. Çünkü bu zekâ ve Allah’ın inayeti sayesinde ecdadımız düşmanın oyunlarını bozmuş ve Çanakkale’den yüzünün akı ile çıkmıştır. Kitapta ele 80 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 alından örneklerde ise harbe başta şen şakrak bir hâlde gelen, mızıkalar çalarak resmî geçit yapan düşman askerlerinin çarptıkları sert kaya karşısında nasıl şaşkına döndüğü ve darmadağın bir vaziyette kaçıştığı oldukça akıcı bir üslupla anlatılıyor. Kitabın en kapsamlı ve Çanakkale ruhunun en güçlü olarak aksettirildiği beşinci bölümünde ise savaşta görev almış sayısız binlerce kahraman Mehmetçikten birkaçının efsaneleşen hikâyeleri ile savaşın gidişatını değiştiren pek çok olay dile getiriliyor. Bu bölümde atalarımızın insanüstü bir fedâkârlıkla sergiledikleri bireysel katkıların savaşı kazanmamızdaki en önemli unsurlardan birisi olduğunu görüyoruz. 215 okkalık gülleyi tek başına sırtlayan Seyit Onbaşı’dan savaşa “ilk gönüllü” olarak yazılan 646 Celal İbrahim’e; “Bedeli Çanakkale’de altın olarak tesviye olunacaktır.” ibareli parayı hazırlayan Mehmet Muzaffer’den “Sağ kolumu kaybettim, ziyanı yok, sol kolum var.” diyen Bombacı İbrahim’e kadar isimli isimsiz pek çok kahramanın konu edildiği bu bölüm okuyucuların ruh dünyalarına seslenerek onları kimi zaman düşünmeye, kimi zaman da hüzünlenmeye sevk ediyor. Kitabın son bölümünde ise Gelibolu yarımadasındaki şehitlikler, anıtlar, tabyalar ve kitabeler fotoğrafları ile birlikte tanıtılıyor. Bu görseller ise kitaba hem zenginlik kazandırıyor, hem de okuyuculara olayların yaşandığı yerleri göstermesi bakımından bir rehber olma niteliği sağlıyor. İşte “Çanakkale Unutulmasın” isimli eser tüm bu duygu yoğunluğu içinde yazılmış ve bizlere Çanakkale’yi tekrar tekrar hatırlatan bir kitap olarak karşımıza çıkıyor. İbn Sînâ Ömer Mahir Alter İsam Yayınları İstanbul 2014 Fıkhî Açıdan Günümüz Para Mübadelesi İşlemleri Abdullah Durmuş İsam Yayınları İstanbul 2014 Buhara Hukuk Okulu Murteza Bedir İsam Yayınları İstanbul 2014 Türkiye’de Tarikatlar: Tarih ve Kültür Editör: Semih Ceylan İsam Yayınları İstanbul 2014 Neden Müslüman Oldum? İhtida Öyküleri Aydoğan Arı Yusuf Karabulut Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları Ankara 2011 Safahat (Ciltli) Komisyon Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları Ankara 2012 Yenİ Yayınlarımız HADİSLERLE İSLAM Serlevha Hadisler Yurt içinde Diyanet Yayınları satış yerlerinden, yurt dışında Müşavirlik ve Ataşeliklerimizden temin edebilirsiniz. ww.diyanet.gov.tr Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında Allah’ın lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar. Arkalarından kendilerine ulaşamayan (henüz şehit olmamış) kimselere de hiçbir korku olmayacağına ve onların üzülmeyeceklerine sevinirler. (Al-i İmran, 3/169,170.) FİYATI: 5TL