T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK

advertisement
T.C.
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TÜRK HALK EDEBİYATI BİLİM DALI
SİRİUS KÜLTÜRÜ ve TÜRK MİTOLOJİSİ İLİŞKİSİ
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Hazırlayan
Yaprak Pelin ERTÜRK
Tez Danışmanı
Doç. Dr. İbrahim DİLEK
Ankara - 2011
ÖNSÖZ
Sirius kültürü, yeryüzündeki birçok uygarlık için kutsal olan Sirius
takımyıldızı etrafında oluşan inanmalar, anlatmalar ve pratikler bütünüdür.
Temelinin Mu ve Atlantis’e dayandığı söylenmektedir. Eski Mısır’dan Antik
Yunan’a,
Mezopotamya’dan
Anadolu’ya;
İskandinav
kültüründen
Çin
kültürüne; Hint mitolojisinden Kızılderili mitolojisine; Roma dönemindeki
anlatmalardan günümüz Afrika yerlileri arasındaki anlatmalara kadar
dünyanın dört bir yanında önemli medeniyetlerin bu çift yıldız ile ilgili
anlatmalara sahip olduğu görülmektedir. Bu anlatmalarda “gök tanrı”, “kurt /
köpek”, “yay - ok”, ve “yıldız” motiflerinin benzerlik taşıdığı dikkat
çekmektedir. Sirius tasviri için kullanılan bu motifler aynı zamanda Türk
mitolojisinde kullanılan önemli motiflerdir.
“Sirius Kültürü ve Türk Mitolojisi İlişkisi” adlı bu tezde, Sirius
takımyıldızının dünya üzerindeki kültür daireleri ile ilişkisi incelenmiştir ve
Sirius kültürünün dünya mitolojilerindeki yeri tespit edilip bu yerin, Türk
mitolojisi ile olan ilişkisi ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Aynı konu hakkında
dünya üzerindeki çeşitli mitolojiler ile Türk mitolojisi arasındaki paralelliklere
dikkat çekilmiştir; bu derece paralellik gösteren kültürlerin temelinde aynı etki
olup olmadığı sonucuna ulaşılmaya çalışılmıştır. Bütün bu kültürlerin ve tabii
ki Türk kültürünün temelinin ve dünya kültür daireleri üzerindeki ortak etkinin
Sirius kültürü olup olmadığının cevabı bulunmaya çalışılmıştır.
Sirius kültürü üzerine dünyada çok az çalışma yapılmıştır; Türkiye’de
ise bu konuda neredeyse hiç çalışma yapılmamıştır. İçeriği el değmemiş
birçok bilgiye ve araştırılıp cevaplanabilecek birçok soruya sahip olduğu için
ii
Sirius kültürünü araştırmanın, tez konusu olarak farklı bir konu olduğunu
söylemek mümkündür. Türk mitolojisi bugüne kadar bu yönde araştırılmadığı
için bu tezin, Türk mitolojisi içerisinde farklı bir sahaya ışık tutması söz
konusudur.
Sirius kültürü bazı noktalarda bir sırra dönüşmektedir ve bu sırların
sahipleri artık yoktur. Bu nedenle tezin bazı noktaları bir muamma olarak
kalacak olsa da bu tez için yapılan araştırma mümkün olduğunca
derinleştirilmiştir.
Bir medeniyetin mitlerinde, destanlarında ve efsanelerinde ortaya
konan inanç ve düşüncelerin yoğun biçimde incelenmesi, karşılaştırma
metodunun benimsenmesi ile önemli ölçüde kolaylaştırılmıştır. Dünya
mitolojilerini karşılaştırarak benzerlikleri ortaya çıkartmak amacıyla hareket
ettiğimiz bu tezde, medeniyetler ile ilgili kısa tarihsel açıklamalar yapıldıktan
sonra, ele aldığımız medeniyetlerin konu ile ilgili mitolojik metinlerine yer
verilmiştir.
Tezin “Giriş” kısmında Sirius takımyıldızı hakkında bilgi verildikten
sonra dünya mitolojilerinde ve Türk mitolojisinde bu yıldızın nasıl yer aldığı
kısaca açıklanmıştır. Devamında “Sirius ve Mitolojilerdeki Yeri” ve “Türk
Mitolojisinde Sirius İzleri” adlı iki bölüme ayrılan bu tezin ilk bölümünde Mu,
Atlantis, Eski Mısır, Antik Yunan, Roma, Mezopotamya, Çin, Hint ve Afrika
Dogonları incelenmiştir ve Sirius kültürü ile ilişkilendirilebilecek noktalar
belirlenmiştir. Tezin ikinci bölümünde ise Türk mitolojisi incelenerek Sirius ile
ilişkilendirilebilecek anlatmalara yer verilmiştir. “Sonuç” bölümünde ise
incelediğimiz tüm mitolojilerden elde ettiğimiz, birbirleri ile ilişkilendirilebilecek
“gök tanrı”, “kurt / köpek”, “yay - ok”, “yıldız” anlatmalarından yola çıkılarak
Türklerde Siriusyen kültürün etkisi üzerinde durulmuştur.
Bu tezin ilk aşamasından son aşamasına kadar desteğini benden hiç
esirgemeyen ve sürekli olarak beni yüreklendiren sayın hocam Doç. Dr.
iii
İbrahim Dilek’e teşekkür ederim. Bu konuda araştırma yapma heyecanıma
ortak olan ve motivasyonumu arttırmak adına elinden geleni yapan eşime ve
aileme sonsuz sevgilerimi belirtmek isterim.
Yaprak Pelin ERTÜRK
Ankara, 2011
iv
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ ……………………………………………………………………………….... i - iii
İÇİNDEKİLER …………………………………………………………………………….. iv
GİRİŞ ……………………………………………………………………………………1 - 6
BİRİNCİ BÖLÜM: SİRİUS ve MİTOLOJİLERDEKİ YERİ
a. Mu ve Sirius Kültürü …………………………………………………….. 7 - 12
b. Atlantis ve Sirius Kültürü ………………………………………………. 13 - 20
c. Eski Mısır ve Sirius Kültürü …………………………………………… 21 - 35
d. Antik Yunan ve Sirius Kültürü ………………………………………… 36 - 46
e. Roma ve Sirius Kültürü ………………………………………………... 47 - 49
f. Mezopotamya ve Sirius Kültürü ……………………………………….. 50 - 63
g. Çin ve Sirius Kültürü …………………………………………………… 64 - 76
h. Hint ve Sirius Kültürü ………………………………………………….. 77 - 88
i.
Dogonlar ve Sirius Kültürü ……………………………………………. 89 - 96
İKİNCİ BÖLÜM: TÜRK MİTOLOJİSİNDE SİRİUS İZLERİ …………………… 97 - 133
SONUÇ ……………………………………………………………………………134 - 137
KAYNAKLAR ……………………………………………………………………. 138 - 142
EKLER ……………………………………………………………………………. 143 - 154
TÜRKÇE ÖZET ………………………………………………………………………... 155
İNGİLİZCE ÖZET ……………………………………………………………………… 156
GİRİŞ
Sirius takımyıldızı, Büyük Köpek Takımyıldızı’na bağlı birer yıldız olan
“Sirius A” ve “Sirius B” yıldızlarının oluşturduğu bir çift yıldızdır. Bu
takımyıldızının yaşının 200.000.000 yıl - 300.000.000 yıl arası olduğu
düşünülmektedir. Sirius A, gökyüzünde Güneş’ten sonraki en parlak yıldızdır.
Sirius A’nın parlak görünmesinin sebebi; aydınlatma gücünün yüksek olması,
Güneş sistemine en yakın sekiz yıldızdan biri olması ve bu sisteme en yakın
beşinci sistemde bulunmasıdır. Kütle bakımından Sirius A yıldızı, Güneş’in iki
katı bir kütleye sahip olup aydınlatma gücü de Güneş’in yirmi üç katıdır.
Sirius B ise bir akcücedir; yaklaşık 120.000.000 yıl önce kızıl dev olma
aşamasını tamamlayan yıldız giderek sönmeye ve dış kabuğunu atmaya
başlamıştır. Bugün dış kabuğunu tamamen attığı için parlaklığı sönmüştür;
fakat kendini oluşturan atomların, yıldızın ak cüceye dönüşme (çökme)
aşamasında bünyesinde sıkışıp kalması nedeniyle ağırlığı artmıştır. Kütlesi
hemen hemen Güneş’in kütlesi ile aynı kabul edilmektedir; ama ağırlık
bakımından yeryüzünde Sirius B kadar ağır bir element yoktur. Kimi
astronomlara göre evrim geçirmiş bir elementten veya bir tür “yoğun
demir”den oluşmaktadır (Salt, Çobanlı 2001: 392). Yeryüzünün en ağır
elementi olan osminyumun 1.500.000 katı bir ağırlığa sahiptir. Bu yıldızdan
alınacak bir kibrit kutusu büyüklüğündeki maddenin yaklaşık elli ton geleceği
tahmin edilmektedir (Temple 1999: 81). Sirius B yıldızı, çevresindeki
nesnelere müthiş bir çekim kuvveti uygulamaktadır; bu nedenle kendisinden
160.000 kez büyük olan Sirius A’yı çekim kuvveti ile etkilemektedir. Bunun
sonucunda Sirius A ve Sirius B birbirleri etrafında, yaklaşık elli yılda (49.9
yılda) tamamlanan bir yörünge çizerek sürekli olarak dönmektedir. Sirius A
yıldızı, yerkürenin hemen hemen her bölgesinden gözlenebilmektedir (Bkz.
Resim 1); fakat Sirius B’nin gözlemlenebilmesi için en az üç yüz milimetre
2
açıklıkta bir teleskopa sahip olmak gerekmektedir ki bu, çok güçlü bir
teleskoptur. Ayrıca Sirius A ile Sirius B’nin uzaklaşma eğiliminde oldukları bir
dönemde, en elverişli koşullara sahip olunarak
Sirius B yıldızının
gözlemlenmesi gerekmektedir. (Bkz. Resim 2) Sirius A’nın, kuzey yarım
küreden en iyi gözlenebildiği dönem kış aylarıdır (18 Şubat, Sirius A’nın en
parlak göründüğü gündür). Koşullar elverişli olduğu zaman gündüz
saatlerinde bile Sirius A yıldızını çıplak gözle görmek mümkündür.
“Sirius” adı Latinceden gelmektedir ve en yaygın kullanımı Latince
şeklidir; fakat köken olarak bu kelime Latince değildir. Bu kelime Latinceye de
Yunancadan geçmiştir; fakat kelimenin kökeninin Yunanca olduğu da
söylenemez. “Sirius” adı, dünya üzerindeki birçok dilde farklı karşılıklara
sahiptir. Antik Yunan’da “Seirios” şeklinde kullanılmıştır ve anlamı “parlaklık,
ateş; aşırı sıcak gün”dür. Eski Mısır’da “Sopdet” adı verilen yıldızın Eski Mısır
dilinden Grekçeye uyarlanmış hali “Sothis”tir. Mezopotamya sahasında Sirius
adının “Kak-si-sa”, “Kak-si-di”, “Kak-si-si” şeklinde kullanıldığı görülmektedir.
Sanskritçede “Mrgavyadha” veya “Lubdhaka” olarak bilinen Sirius Yıldızı,
“avcı” manasına gelmektedir. İskandinavya’da Sirius Yıldızı için “Lokabrenna”
denir ve “Loki’nin meşalesi, Loki tarafından yakılmış” anlamındadır. Çinliler
bu yıldız takımına “Hu-Şi” adını verir ve bu kelime, “yay ve ok” manasındadır.
Japonlar bu yıldıza “Aoboshi” demektedir ve anlamı “mavi yıldız”dır.
Dogonların “Sigi”, Bambaraların “Sigo”, Bozoların “Sima Kayne” dedikleri bu
yıldıza Araplar “Şi’ra” demiştir ve bu kelime Arapçada “işaret, rehber, kılavuz”
manasına gelmektedir (Salt, Çobanlı 2001: 392).
Birçok kutsal kitapta sözü edilen Sirius takımyıldızı, yeryüzündeki
birçok uygarlık için de en kutsal yıldız olmuştur. Eskilerin “cennetlerin en
görkemli yıldızı” dediği bu çift yıldız ile ilgili Mu, Atlantis, Eski Mısır, Antik
Yunan, Roma, Mezopotamya, Anadolu, Çin, Hint; Afrika yerlileri, Hopi
Kızılderilileri, İskandinav halkı ve Şamanist Türkler gibi pek çok medeniyetin
ve topluluğun kendi içinde çeşitli inanmalara, anlatmalara ve pratiklere sahip
olduğu görülmüştür. Sümer’de “Evrenin Yargıcı”, Eski Mısır’da “Yüce Rızık
3
Verici”, Dogonlarda “Rahmet Yıldızı”, Bozolarda “Göz Yıldızı”, Bambaralarda
“Bilginin İki Yıldızı”, Zend Avesta’da “Muhteşem Yıldız”, Markiz Adalarında
“Yüce Yıldız”; Antik Yunan’da, Roma’da ve Perslerde “Köpek Yıldızı”;
Çinlilerde “Yay ve Ok Yıldızı” gibi manalar ile bilinen bu çift yıldız ile ilgili
araştırmalar derinleştirildikçe “Siriusyen kültür” adı altında yepyeni bir kültür
dairesi ile karşılaşılmıştır. En gelişmiş medeniyetlerin yer aldığı coğrafyalarda
Sirius’un aynı şeklide tasvir edildiği, benzer anlatmalara sahip olduğu ve
etrafında oluşturulan pratiklerin birbirini andırdığı dikkati çekmiştir.
Siriusyen kültürün temelinde, Sirius’ta (Sirius A’dan ziyade Sirius B’de)
ikamet eden Tanrı ve onun elçileri olan Sirius varlıkları mevcuttur. Bu
varlıklar, Siriusyen kültürü çeşitli zamanlarda çeşitli topluluklara yaymak ile
görevlendirilmiştir. Tanrının yardım etmek istediği milletlerin, ilerlemesini
istediği medeniyetlerin doğuşlarında veya yükselişlerinde ortaya çıkan bu
Tanrı elçileri, Tanrının yardımlarını yeryüzüne bizzat getirmiştir. Bu kültürün
temeli Mu ve Atlantis’e dayandırılmaktadır. Bu iki kıta yok olmadan önce
Sirius elçileri veya Atlantis rahipleri tarafından Eski Mısır’a Sirius sırlarının
getirildiği
ve
Eski
Mısırlı
din
adamlarının
bu
konuda
eğitildiği
düşünülmektedir. Bir sır şeklinde getirildiği ve bilgisinin herkese verilmemesi
gerektiği için de Mısır mabetlerinin derinliklerinde saklı tutulduğu ve kimseye
açıklanmadığı bilinmektedir. Eski Mısır dışında önemli uygarlıklara da bu tip
elçilerin veya Sirius’a işaret eden müdahalelerin geldiği fakat bunların da
birer sır olarak kaldığı inanmalardan, anlatmalardan ve pratiklerden
anlaşılmaktadır.
Siriusyen kültür üzerine yapılan araştırmalar birkaç ortak sembolde
birleşmiştir.
Karşılaştırmalı
bir
mitolojik
çalışma
yapıldığında
bir
takımyıldızından bahsedildiği için ilk olarak mitolojilerdeki “gök” sembolü
değerlendirilmelidir ve burada Sirius izleri aranmalıdır.
“Gök” sembolünün
dünya mitolojilerinde, çoğunlukla yaratıcı, besleyici, iyiliğin geldiği, tanrı veya
tanrıların bulunduğu, tanrısal müdahalelerin yeryüzüne ulaştırıldığı kaynak
olarak karşımıza çıktığı görülmektedir. Yağmur, şimşek, gök gürültüsü vb.
4
doğa olayları eski çağlarda açıklanamadığı için Güneş, Ay ve yıldızlar gibi
çeşitli güçlere ve en önemlisi ışığa sahip olan gök cisimleri, insanlar
tarafından anlamlandırılmaya çalışılmış ve bu nedenle “gök” kavramı her
zaman diğer kavramlara nazaren daha etkili ve sorgulayıcı olmuştur. Göğün,
görebildikleri kısmından daha fazlasına sahip olduğunu bilenler tarafından
ortaya çıkan mitolojik tasvirler ve anlatmalar zamanla bilimsel açıklamalar ile
örtüşmeye
başladığında,
aslında
bizim
“ilkel”
diye
nitelendirdiğimiz
toplulukların esrarengiz bir şekilde gerçeği bildikleri ortaya çıkmıştır. Bu da
araştırmacıların ilgisini fazlasıyla mitolojik anlatmaların bugün ile olan bağına
çekmiştir. Bugün birçok araştırmacı yaptıkları karşılaştırmalı incelemelerde
en eski medeniyetlerin, bizden daha ileri bir bilim seviyesine sahip
olduklarını; fakat sahip oldukları bilim sırlarını da kendileri ile birlikte
götürdüklerini fark etmiştir. Einstein bu sırlar için: “Bizim bilmediğimiz bazı
sırlara eskilerin vakıf olduklarını kabul etmek zorundayız.” demiştir. Eskilerin
sahip oldukları ve onlarla birlikte giden sırların, Siriusyen kültürün dünya
üzerindeki gelişmiş medeniyetlerde görülmesi ve bu medeniyetlerin Sirius’a
ait inanmalara sahip olması ile ilişkilendirilebileceğini düşündüğümüz için bu
tez çalışmasında bu konu ele alınmıştır.
İnsanoğlu yıldızları anlamlandırılmaya çalıştıkça yıldızlardan gelen
kozmik etkileri fark etmiştir ve yıldızların sahip olduğu güce saygı duymaya
başlamıştır. Dünya üzerinde bazı coğrafyalarda çeşitli dönemlerde yıldızlara
tapıldığı dahi görülmektedir. Eskiler, değişik doğumlar ve büyük değişimler
sırasında her şeyin, o anda ortaya çıkan ve tüm canlıları etkilediği düşünülen
bir ya da birkaç takımyıldızı tarafından belirlendiğine inanmıştır (Hope
1994:305). Bu takımyıldızlarından biri de Sirius’tur. Eski Mısır’da takvim,
Sirius’un ışığının güneş tarafından yetmiş gün kapatılmasından sonra tekrar
ortaya çıkıp görünmeye başlamasına göre düzenlenmiştir. Eski Mısır
inanışlarına göre Sirius’un gökyüzünde tekrar belirmesi, Nil Nehri’nin taşma
döneminin
geldiğini
ve
yaz
aylarının
başladığını
Mısırlılara
haber
vermektedir. Antik Yunan medeniyeti, kaybolduğu dönemden sonra Sirius’un
tekrar gökyüzünde belirmesinin, sıcak ve kurak bir yazın habercisi olduğu
5
inancına sahiptir. Antik Yunan’da ve Roma’da böyle günlere, “köpek günleri”
denilmiştir; çünkü böyle sıcak günlerde Sirius yıldızının, köpekler üzerinde
anormal davranışlara sebep olabilecek etkilerinin bulunduğu kanaatine
varılmıştır. Ege Denizi’ndeki Ceos (Kea) Adası’nda yaşayan Antik Yunan
halkı, soğukların azalması için Sirius’a ve Zeus’a kurban kesmiştir ve yıldızın
tekrar belirmesini beklemiştir. Onlara göre yıldızın parlaklığı, kendilerini iyi bir
talihin bekleyip beklemediğini göstermektedir. Bu tez çalışmasında Sirius
yıldızı ile ilgili bunlar ve bunlara benzer inançlar araştırılmıştır.
Mitolojilerde Sirius tanrısı ve bu tanrının elçileri genellikle yoğun bir
“ışık” ile tasvir edilmiştir ki başta Sirius B’nin daha sonra da Sirius A’nın aşırı
parlak birer yıldız oldukları bilinmektedir. Türk mitolojisinde de Ak Ana, Oğuz
Kağan’ın eşleri, Oğuz Kağan’ın gök tüylü gök yeleli kurdu yoğun bir ışık
içerisinde ortaya çıkmaktadır. Yine bu noktada da Sirius ile Türk mitolojisi
ilişkisi, bu tez çerçevesi içerisinde detaylı bir şekilde incelmiştir.
Siriusyen kültür sembollerinin en önemlilerinden biri, dünya üzerindeki
tüm mitolojik anlatmalarda sıkça karşılaşılan ve çoğunlukla kendisine Tanrı
tarafından kutsallık verilmiş olan “kurt / köpek”tir. Bu hayvan kimi mitolojilerde
doğrudan Sirius ile ilişkilendirilmiş, kimi mitolojilerde insanlara rehberlik eden
bir tanrı elçisi şekline girmiş, kimi mitolojilerde ölüm ötesine işaret etmiş, kimi
mitolojilerde ise bir ulusun atası olduğuna inanılmış olarak yer almaktadır.
İnsanlardan daha iyi işittiği, daha iyi koku alabildiği ve daha iyi görebildiği için
yani insan duyularının ötesinde bir algılama düzeyine sahip olduğu için
mitolojilerde de algı düzeyi yüksek bir topluluğu veya insanların idrak
edemediği yüksek hakikatleri simgelemek için bu hayvana yer verilmiştir.
Sirius elçileri ile dünya insanlarının birleşmelerinden melez bir ırkın ortaya
çıktığını düşündüren anlatmalar birçok mitolojide yer almaktadır. Bunlar
genellikle “kurt başlı” veya “köpek başlı” olarak karşımıza çıkmaktadır. Eski
Mısır, Antik Yunan, Hint, Mezopotamya ve Avrupa mitolojilerinde; Batılı
kaynaklarda ve Çin kaynaklarında; Kızılderili kabilelerinde ve Şamanist
6
Türklerde kurt veya köpek başlı ama insan vücutlu varlıklardan bahsedildiği
görülmektedir. Afrika Dogonları, kendi tanrılarının “kurt başlı” olduğunu bugün
hala anlatmaktadır. Dünya mitolojilerinde yer alan kurt ve köpek ile ilgili daha
birçok anlatmayı barındıran bu tez çalışmasında, Türk mitolojisinin en önemli
anlatmalarına da yer verilmiştir. Oğuz Kağan Destanı, Ergenekon Destanı,
Bozkurt Destanı ve Türk boylarının kurt ve köpek ile ilgili efsaneleri ile
Siriusyen kültür arasında bir ilişkinin olup olmadığı bu tez çalışmasında
incelenmiştir.
İnsanların en eski çağlardan beri kullandığı bir savaş aleti olan “yay ok” ikilisi de dünya mitolojilerinde en çok kullanılan sembollerdendir. Bir
bütünün iki ayrı parçası oldukları için mitolojilerde genellikle beraber alınan
“yay - ok” sembolündeki “ok”, yer ile gök arasındaki etkileşimi ve etkin gücü
simgelemek için kullanılmıştır. Ruhsal tesirler birçok mitolojide ok ya da ok
biçiminde ışınlar ile sembolize edilmiştir. “Yay” ise genellikle okun kaynağı
olan unsuru simgelemek adına kullanılmıştır. Bu sembol Siriusyen kültürde,
Sirius A ve Sirius B’nin birbirleri çevresinde yapmış oldukları yörünge
hareketinin bir ekseni (oku) esas alarak elli yılda bir yaylar çizerek dolanması
(SALT 2010: 356) nedeniyle yer almaktadır. Bu bilimsel açıklamanın,
Siriusyen kültüre işaret eden mitolojik anlatmalarda Sirius A ve Sirius B’nin
tasviri için kullanılmış olması dikkat çekicidir. Türklerde hakimiyet sembolü
olan yay ile elçilik sembolü olan ok, Siriusyen kültürde göğün hakimi olan
Sirius ve yeryüzüne gönderilen Sirius elçileri anlatmaları ile örtüşmektedir. Bu
tez çalışmasında Sirius’un “yay” ve “ok”u ile Türklerin “yay” ve “ok”u arasında
bir ilgi olup olmadığı da araştırılmıştır.
1. BÖLÜM
SİRİUS ve MİTOLOJİLERDEKİ YERİ
a) MU ve SİRİUS KÜLTÜRÜ
Mu kıtasının, Pasifik Okyanusu‟nda yer almış olan, Amerika ile Asya
arasında bulunan; doğudan batıya 6000 mil, kuzeyden güneye 3000 mil
büyüklüğünde bir kıta olduğu söylenir (Churchward 1934a: 10). Mu üzerine
yapılan araştırmalar, bu kıtanın 12.000 yıl önce sular altında kaldığını ve bu
kıtada 60.000.000 insanın yaşadığını göstermektedir. Hatta bu araştırmalar,
ilk insanın bundan 200.000 yıl önce Mu kıtası üzerinde zuhur ettiğini
belirtmektedir (Churchward 1934a: 11). 200.000 yıl öncesinden 12.000 yıl
öncesine kadar bu kıta üzerinde yaşamış olan milyonlarca insanın tahmin
edemeyeceğimiz kadar ileri bir medeniyete sahip oldukları, Mu kıtası
batmadan önce bu kıtadan göç eden Mulardan kalan yazılardan,
tabletlerden, sembollerden ve efsanelerden anlaşılmaktadır. Başlıca Mu
kaynakları şunlardır: Naacal (Mu Rahipleri) Tabletleri, Eski Maya kitapları;
Hint, Çin, Burma, Tibet ve Kamboçya da bulunan yazılar ve efsaneler;
Merkezi Amerika‟da ve Yucatan‟da bulunan kitabeler, semboller ve efsaneler;
Pasifik adalarında bulunan kitabeler, semboller ve efsaneler; Meksika‟da
bulunan taş tabletler, Kuzey Amerika‟nın güneyinde bulunan yazılar ve
kitabeler, Eski Yunan filozoflarının kitapları, Eski Mısırlıların yazıları ve
kitapları, tüm dünya üzerinde anlatılan efsaneler (Churchward 1934: 11-12a).
Bu kaynakların çoğu bize Mu medeniyetinin ileriliğinin yanı sıra Mu
insanlarının, normal bir insandan daha yüksek algılara sahip olduğunu ve bu
8
insanların, inisiye1 sahibi insanlar olduğunu göstermektedir; yani bu insanlar,
ruhsal ve kozmik irtibatlar kurabilen, birçok gizli bilgiye sahip insanlardır. Bu
özellikleri dini bir eğitim sistemi ile kazanmış değillerdir; çünkü Mu döneminde
henüz dinler oluşmamıştır. Mu medeniyetinde kozmik bilgilerin apaçık
öğretildiği inisiyatik bir sistem işlemektedir (Candan 2002: 494). 30.000 yıl
önce
Mu
rahiplerince
yazıldığı
söylenen
Naacal
Tabletlerinde,
Mu
insanlarının sahip oldukları yetilerle Mu adasını yok edecek olan Tufan‟dan
haberdar oldukları belirtilmiştir ve bu tabletleri, gelecekte Mu medeniyetinin
varlığını insanlara gösterebilmek için yazdıkları tabletlere kaydedilmiştir
(Candan 2002: 507). Mu insanları, kendilerindeki kozmik ve ruhsal güçlerle
adanın yok olacağını önceden bildiklerinden, bundan 70.000 yıl evvel Mu
adasından göçmeye başlamışlardır.
Mu adasında yaşayan 60.000.000 insan, on farklı halk ve dört ırktan
oluşmaktadır. Bu ırklar; beyaz ırk, siyah ırk, sarı ırk ve kızıla çalan
kahverengi derili ırktır. Mu adasından çevre karalara yapılan göçlerde her ırk
kendi
grubu
ile
birlikte
hareket
etmiştir.
Ezoterik
dünya
tarihi
araştırmacılarının büyük bir bölümü, halen dünya üzerinde bulunan ırkların
ortaya çıkışlarını Mu‟nun bu dört temel ırkına bağlamaktadır (Candan 2002:
567). Mu kaynaklarında da, Mu döneminde dünya üzerinde yaşayan başka
ırklardan
söz
edilmemesi,
araştırmacıların
düşüncelerinde
haklı
olabileceklerinin ispatı niteliğindedir (Candan 2002: 507). Sembolik yazı,
tablo, tablet ve eski vesikalardan Mu ırklarının, “doğu” ve “batı” olmak üzere
iki farklı göç yolu üzerinden göç ettikleri anlaşılmaktadır (Churchward 1934a:
16). Doğu‟ya gidenler siyah ırk (Negroid – Zenciler), beyaz ırk (Karyenler),
kızıla çalan kahverengi derili ırk (Mayalar); batıya gidenler zenci olmayan
siyah ırk (Tamiller), beyaz ırk (Nagalar), en açık tenli beyaz ırk (Uygurlar),
Moğollar ve Sarı Moğollardır (Candan 2002: 508-516).
1
Ġnisiye, inisiyasyon sürecini ifade eden bir terimdir. “Ġnisiyasyon” kelimesi kök olarak Latince
“initiatio”dan gelir. Ġngilizcede ve Farsçada aynı şekilde geçer. Osmanlı Türkçesi olarak karşılığı
“tedris, irşad” olup Türkiye Türkçesindeki anlamı “öğretme, doğru yolu gösterme”dir. Ezoterik yani
gizli bilgileri öğrenmek için girilen uzun ve zorlu yolun tamamına “inisiyatik öğrenim” adı verilir. Bu
inisiyatik öğrenim sırasında inisiye adayı, inisiyatörün (mürşidin) özel şartlarına bağlanmak suretiyle
sırlara vakıf olur (Candan 2002: 540).
9
Churchward‟ın tespitleri, Türklerin kökeni konusunu araştırmak isteyen
Mustafa Kemal Atatürk‟ün ilgisini çekmiştir ve Atatürk, Churchward‟ın
eserlerini altmış kişilik bir ekibe tercüme ettirmiştir. Mu, Maya ve Türk
benzerlikleri konusunda bir araştırma yapması için Atatürk, Tahsin
Mayatepek‟i
Meksika
büyükelçiliği
ile
görevlendirmiştir.
Mayatepek‟in
Meksika‟dan gönderdiği raporların özü, onun şu cümlesinde mevcuttur:
“Asya‟da
Uygur,
Fırat
deltasında
Akkad,
Mezopotamya‟da
Sümer,
Hindistan‟da Naga - Maya, Kızıldeniz‟in batısında Mayu ve Etiyopi kıyısında
Tamil adlarını alan topluluklar, Pasifik Denizi‟nde ilk insanların tezahür ettiği
Mu‟dan, „Maya‟ namıyla 70.000 sene evvel çıkıp bu büyük medeniyeti, bu
medeniyetin dilini ve dinini cihana yaymışlardır.” (Mayatepek 1936: 1-2).
Mu ırklarının sahip oldukları inisiyatik bilgilerle, dünya üzerinde tam
olarak nereye gidip yerleşmeleri gerektiğini bildikleri tahmin edilmektedir; yani
rastgele bir yerleşim değil de, özellikle enerji merkezleri seçilerek yapılan bir
yerleşim söz konusudur. (Bkz. Resim 3) Uzun süre sadece Ezoterizmin2 ele
aldığı bu enerji merkezleri konusu artık bilimsel çevreler tarafından da
incelenmektedir. İncelemeler sonucu dünya üzerinde canlı ve cansız
varlıkları etkilediği görülen “ley hatları”nın, diğer isimleri ile “dünya
enerjisi”nin,
“telürik
enerji”nin,
“küresel
biyoenerji”nin
veya
“enerji
kanalları”nın var olduğu sonucu ortaya çıkmıştır. Bu enerji kanalları
incelendiğinde bu kanalların, Mu ırklarının göçler sonucu yerleştikleri coğrafi
bölgelerde yer aldığı ve kanalların üzerinde en ileri medeniyetlerin kurulup
yaşadığı fark edilmiştir. Bu enerji bölgeleri şunlardır: Orta Asya (Özellikle
Tibet, Gobi Çölü ve Doğu Türkistan), Mısır, Orta Amerika – Yucatan
(Meksika), Arjantin‟in kuzeyi ve Anadolu (Candan 2002: 170-172).
Mu kıtası ve ırkları hakkında verilen bu bilgilerden sonra Mu
medeniyeti ve Sirius kültürü arasında bir ilişkinin olup olmadığı konusunda
2
Ezoterizm: Batınilik demektir. Batın, “iç yüz, içteki; içte kalan, saklı” anlamına gelmektedir. Burada
kastedilen “gizli öğreticilik”tir. Bu herkese açıklanmayan, herkese öğretilmeyen, gizli bir yerde ve
gizli bir şekilde gerçekleştirilen bir öğretim şeklidir (Candan 2002: 540).
10
üzerinde durabileceğimiz üç nokta mevcuttur. Bunlardan ilki, Mu adasının
çöküşünden sonra Pasifik üzerinde oluşan küçük adacıklardan Paskalya
Adası‟nda bulunan taş tabletlerin üzerindeki yazılardır. Bu yazılarda şöyle bir
ifade ile karşılaşılmıştır: “ … Atalarımızın ataları tarafından bilindiği bir
zamanda, bu ada tüm ülkeyi çaprazlamasına saran düz taşlar ile döşenmiş
yollarla kaplıydı. Bu güzel ülkede „Göklerin Tanrıları‟ hüküm sürerdi…”
(Candan 2002: 492). Mu insanlarının ruhsal ve kozmik güçleri göz önünde
bulundurulursa gök ile rahatlıkla ilişki kurabildikleri ve bu nedenle gökten
gelen tanrılar ile bir arada yaşayabildikleri sonucu elde edilebilir. Mu‟da gök
cisimlerinin en önemlisi “Ra” yani “Güneş”tir. Birliği ve bütünlüğü ifade eden,
başı sonu olmayan sonsuz varoluşun simgesi olarak kendilerine göğün en
dairesel şekli olan Güneş‟i seçmişlerdir. Dairenin içi tanrıyı, dışı ise tanrının
yansımasını sembolize eder. Her şeyin, iyinin ve kötünün Güneş‟ten
geldiğine inandıkları için tüm güçlere sahip olan Güneş‟i kendi güçlerinin
kaynağı
olarak
gören
Mu
İmparatorluğu‟na,
“Güneş
İmparatorluğu”
denilmiştir. Tanrıyı sembolize ettiğine inandıkları için de kendi tanrılarına “RaMu” ismini vermişlerdir (Candan 2002: 493-494). Yani Mu medeniyetinde
Güneş, en önemli gök cismidir; ama onlar ayrıca “Bu güzel ülkede Göklerin
Tanrıları hüküm sürerdi” şeklinde bir ifadeyi yazılarında kullanmışlardır.
Burada “Güneş‟in Tanrısı” şeklinde bir ifade kullanmadıkları ve tanrı
kelimesini çoğul olarak kullandıkları için başka tanrılardan da söz edildiği
açıktır. Mu kaynaklarından çok azı günümüze gelebildiği için ve eldeki
kaynaklar üzerinde yapılan çalışmalarda astronomik konular ve Sirius ile ilgili
bilgiler net olarak verilmediği için “Göklerin Tanrıları” şeklindeki ifadede
belirtilen tanrıların, Muların inisiyatik güçleri ile ilişkiye geçtikleri galaktik
varlıklar
olduğu
söylenebilir.
Tezimizin
ilerleyen
bölümünde
diğer
medeniyetlerle temasa geçtiğine inanılan ve Sirius‟tan gelen tanrılardan
bahsettiğimizde, Mu medeniyeti ile Sirius‟tan gelen tanrıların irtibata geçmiş,
hatta onlarla yaşamış olma ihtimali kuvvetlenecektir.
Mu medeniyeti ile Sirius kültürünün alakalı olabileceği düşünülen ikinci
konu ise, “Tau”dur. Tau, Mu‟da toprağın yeniden hayat bulması, yeniden
11
çıkış ve zuhur ediş sembolüdür; manası ise “suyu getiren yıldızlar” demektir.
Ekvatorun güneyinde görülen ve “Güney Haçı” adını taşıyan muhteşem bir
burcun3 timsalidir. Bu burcun, Mu‟nun bir köşesinden üstüne doğru
yükselmeye başlaması yağmur mevsiminin habercisidir; toprakta cansız
yatan tohumlar canlanacak, bitkilere hayat gelecek demektir (Churchward
1934b: 130-131). Mu yazılarında yer alan Tau sembolü bize, Eski Mısır‟da
Sirius‟un ışığının Güneş tarafından yetmiş gün kapatılmasından sonra yani
Güneş‟in parlak ışığının yanında Sirius‟un ışığının yetmiş gün boyunca
oldukça sönük kalmasından sonra tekrar ortaya çıkıp kuvvetle görünmeye
başlaması sonucu Nil Nehri‟nin taşma vaktinin geldiğini hatırlatmaktadır
(Holberg 2007: 4-5). Ayrıca Eski Mısır, Yunan ve Roma‟da Sirius‟un
gökyüzünde belirmesi yazın başladığını haber verir (Holberg 2007: 19-20);
Mu‟da da bitkilerin canlandığı yağmurlu bir mevsim Tau‟nun ortaya çıkması
ile başlar.
Mu medeniyeti ile Sirius kültürü arasında ilişki kurabileceğimiz üçüncü
nokta ise Osiris‟tir. Mu üzerine yaptığı araştırmalarda Churchward, Osiris‟in
Atlantis‟te doğduğunu, belirli bir yaşa geldiğinde Mu‟ya geçerek Naacal
kolejlerinden birine gittiğini ve burada Mu inanışlarını, ezoterik bilgilerini ve
kozmik ilimlerini öğrendikten sonra Atlantis‟e geri döndüğünü ve Atlantis‟te,
Mu rahiplerinden öğrendiklerini uygulamaya çalışarak halkı düzeltmek için
uğraştığını belirtmiştir (Churchward 1934b: 252). Bunun sonucunda tek tanrılı
“Osiris Dini”nin doğduğu söylenir. Halk, Osiris‟i çok sevmektedir ve bu sevgi
zamanla tapmaya dönüşmüştür. Bunun üzerine Osiris‟i kıskanmaya başlayan
kardeşi, MÖ 20.000 civarında Osiris‟i öldürülmüştür. Osiris‟in öldürülmesine
rağmen onun halka öğrettiği din, Atlantis‟te varlığını sürdürmeye devam
etmiştir ve MÖ 16.000 yıllarında Atlantisli bir bilge olan Hermes Trismegistus4
3
Burc: "görünme" mânâsıyla gökteki yıldızlara, yıldızların büyüklerine veya bazı yıldızların bir araya
gelmesinden (takımyıldızlarından) ortaya çıkan görüntülere denir. Herhangi bir şekilde gösterilen ve
kendisine özel bir ad verilen hareketsiz yıldızlar kümesidir (DEVELLĠOĞLU 2002: 114)
4
Hermes Trismegistus: Yunan metinlerinde “tanrıların habercisi, sözcüsü; kehanetin sahibi; majinin,
simyanın, astronominin, astrolojinin kurucusu”. Mısırlılarda “Thoth adlı bilici tanrı, kutsal yazıcı;
Osiris’in habercisi; gökyüzü, yeryüzü ve yer altı üzerinde hakim olduğu varsayılan ilah”. “Üç Kere
12
tarafından bu din Mısır'a getirilmiştir (Churchward 1934b: 265). Hermes‟ten,
Eski Mısır kökenli Yunanca metinlerde astronominin, tıbbın ve bilgeliğin
kurucusu olarak bahsedilmektedir ve Hermes‟in, “Hermetizm”5 adı verilen,
ezoterik bilgilerle (gizli sırlarla) dolu bir öğretinin sahibi olduğu bilinmektedir.
Churchward bu öğretinin, Osiris dini olduğunu ileri sürerken Murry Hope gibi
bazı araştırmacılar da bu öğretinin, Mu ve Atlantis‟e indirilen Sirius kültürünün
bir devamı, bu kültürün MÖ 16.000 yıllarında Mısır‟a getirilmiş biçimi olduğu
görüşündedirler. Burada dikkati çeken bir diğer nokta da hermetik bilgilerden
biridir
ki
hermetizm,
eski
insanların
kökenini
dünya
dışı
olarak
göstermektedir. Osiris hakkındaki en önemli nokta ise, “Eski Mısır ve Sirius
Kültürü” bölümünde inceleyeceğimiz Osiris ve Sirius B ilişkisidir.
Büyük Hermes” olarak bilinir. Mısır’da şahin başı ile tasvir edilen Hermes’in köpek başı ile de tasvir
edildiği görülmektedir (Salt, Çobanlı 2001: 153-154).
5
Hermetizm bir felsefi görüş değildir; sonundaki “-izm” eki ona felsefi bir anlam yüklemez (Salt,
Çobanlı 2001: 155).
13
b) ATLANTİS ve SİRİUS KÜLTÜRÜ
Atlantis‟in, Atlantik Okyanusu‟nun kuzeyinde; Amerika‟nın kuzeyi ve
merkezi ile Avrupa‟nın batısı ve Afrika‟nın kuzeybatısı arasında uzanan
büyük bir kıta olduğu (Churchward 1934a: 111) ve 11.500 yıl önce battığı
söylenmektedir. Bu tarihteki batış, deniz seviyesine kadar olmuştur; daha
sonra da bugün bulunduğu düzeye battığı sanılmaktadır (Santesson1989:
81). Atlantis‟in yeri hakkında farklı araştırma sonuçları mevcuttur; fakat en
kuvvetli sonuç, okyanus yatağından toplanan kanıtlara dayanarak
Atlas
Okyanusu‟nda yer almakta olan Azor Adaları, Madeira ve Cape Verde
Adaları ile Kanarya Adalarının, bugün Atlantis‟in su üzerinde kalan kısımları
olduğu sonucudur. Sadece deniz altında yapılan araştırmalar değil, karalarda
yapılan araştırmalar da bu sonucu doğrulamaktadır. Örneğin Azor Adaları
civarındaki kayalar, büyük patlamaların ve ani batmaların izlerini taşımaktadır
(Hope 1994: 83). Platon, Atlantis‟in yüzölçümü konusunda “yaklaşık 600.000
mil kare” demiştir; yani bugün İran‟ın sahip olduğu büyüklük kadar bir alana
sahip olduğunu belirtmiştir; fakat araştırmalar sonucu bu bilginin doğru
olmadığı, Atlantis‟in yüzölçümünün 400.000 km² olmasının muhtemel olduğu
tespit edilmiştir. Azor bölgesindeki deniz yatağının sınırlarından çıkarılan bir
hesaplama da bize dört yüz bin kilometre kareye benzer bir sayı vermektedir
(Hope 1994: 143).
Atlantis hakkında en eski yazılı bilgilerin yer aldığı eser, MÖ 9500
civarında Atina‟yı fethetmeye çalışan ancak başarılı olamayıp bir gecede yok
olan Atlantis‟in ve Eski Mısırlıların Atlantis miraslarına ilişkin inançlarının da
yer aldığı Platon‟un “Critias ve Timaeus” adlı eseridir. Platon, bu eserde
Atlantis hakkında bir tarih mi yoksa bir benzetme mi olduğuna emin
olunamayan birçok bilgi vermiştir (Santesson 1989: 77). Atlantis‟i ve Atlantis
halkını tarif eden Platon, Atlantis‟in doğal kaynaklarının sınırsız olduğunu;
14
kıymetli madenlerin, kokulu bitkilerin bol olduğunu ve Atlantis‟te sarayların,
mabetlerin, limanların, köprülerin ve kanalların her yanı çevrelediğini
belirtmiştir (Santesson 1989: 76).
Platon'un Atlantis hakkında verdiği bilgilerin efsane mi yoksa gerçek
mi olduğu tarih boyunca çeşitli görüşler uyandırdıysa da 1882'de Ignatius
Donnelly (1831-1902) isminde reformcu bir Amerikan senatörün, "Atlantis,
Tufan Öncesi Diyar” ismindeki eserinin baskısı ile Atlantis konusu yeni bir
boyut
kazanmıştır;
çünkü
bu
eser,
Platon‟un
anlattığı
Atlantis‟i
doğrulamaktadır. Atlantis konusunda titiz bir bilimsel çalışma olduğundan
“başyapıt” olarak değerlendirilen bu eser, dünyada büyük bir yankı
uyandırmıştır. Hatta bu eseri okuyan İngiltere Başbakanı Gladstone, Atlantis'i
bulmak için bir keşif seferi düzenlemeyi önermiştir; ancak bu öneri meclisten
geçememiştir. Donnelly eserinde Atlantis‟in yeri için, Akdeniz‟in girişi
karşısında, Atlas Okyanusu‟nda olduğunu söylemiştir. Atlantis‟i, insanlığın
ilkellikten uygarlığa geçtiği bir yurt olarak nitelendirmiştir. Atlantis‟in zamanla
yüksek nüfuslu ve güçlü bir ülke olduğunu; oradan göçen halkların Meksika
Körfezi, Mississippi Nehri, Amazonlar, Güney Amerika‟nın Büyük Okyanus
sahilleri, Avrupa‟nın ve Afrika'nın batı sahilleri, Baltık Denizi, Karadeniz ve
Hazar Denizi civarlarında uygar topluluklar kurduklarını belirtmiştir. Donelly
bu bilgileri ve Atlantis hakkında söylediği daha birçok bilgiyi kanıtlamak için,
Congress Kütüphanesi‟nde ve Smithsonian Enstitüsü‟nde araştırmalar
yapmış ve bu araştırmalar sonucu "Atlantis, Tufan Öncesi Diyar” adlı eserini
oluşturmuştur. Eski ve yeni dünya arasındaki etnik, mitolojik ve dini
alanlardaki benzerliklere; jeolojik, coğrafi, bitki ve hayvan türlerindeki
benzerliklere ve dil, sanat, mimari, tarım ve evcil hayvan konularındaki
benzerliklere işaret eden altı yüz elli kanıtı toplayarak bunların ortak bir
kaynaktan geldiğini bu eserde ve diğer eserlerinde vurgulamıştır (Donnelly
1976: 148).
Atlantis konusunda yararlanılan en eski kaynaklar arasında Yunan,
Maya ve Mısır kayıtları ile Brahma tabletleri de yer almaktadır (Churchward
15
1934a: 117). Bu kaynaklar dışında Atlantis‟in izlerine mitos, söylence ve eski
geleneklerde rastlanılmıştır (Hope 1994: 142).
Söylencelere ve geleneklere göre Atlantis halkı üç ırktan oluşmaktadır:
a) Uzun boylu, beyaz tenli, sarışın veya kumral sakallı; kibar; bilim,
hukuk, bilgi ve tıbbın taşıyıcısı insanlar.
b) Amerika Kızılderilileri ile akraba, kızıl veya bakır tenli insanlar.
c) Açık veya buğday tenli, ela veya kahverengi gözlü, koyu renk saçlı
ve kısa boylu insanlar (Hope 1994: 146).
Görünmeyen ve bilinmeyenle ilgili insanlığa haberler veren ve bir çeşit
medyumluk gücüne sahip olup “modern çağın kahini” olarak bilinen Amerikalı
Edgar Cayce (1877-1945), Atlantislilerin düşünce yolu ile iletişim kurabilme
yeteneğine sahip olduklarını ve hiç konuşmadan, her seviyede, mükemmel
bir şekilde anlaşmalarının mümkün olduğunu söylemiştir. Çok uzak
mesafelere mesaj gönderebildiklerini, ayrı oldukları zamanlarda bile birbirleri
ile iletişim kurabildiklerini belirtmiştir. Atlantislilerin akıllarını kontrol edebilme
yetenekleri ile “gökten gelen çok güçlü beyin sahibi ziyaretçiler”le bile eşit
düzeyde bağlantı kurabilme özelliğine sahip olduklarını söyleyen Cayce,
Atlantislilerin bilinmeyenleri çözme, matematik, felsefe ve daha birçok alanda
zaten başarılı olan özelliklerini, gökyüzünden gelen ziyaretçilerden aldıkları
öğüt ve tavsiyelerle birleştirdiklerinde ileri düzeydeki bilimsel yeteneklerinin
iyice geliştiğini ifade etmiştir (Andrews 2002: 62-63).
Atlantislilerin geleceği görme ve yerin altında görünmeyen su veya
madenleri hissedebilme (radyestezi) gibi doğuştan gelme yetenekleri olduğu
söylenmektedir. Yeraltında su vb. aramaya yarayan çatal çubuklar gibi
araçlarla çalışırken dünyanın yüzeyini kaplayan manyetik enerjinin doğal
akışını fark etmişlerdir. Topraktan gelen bu manyetik enerjinin kaynağı,
yeryüzünün içerisindeki dış kabukta bulunan erimiş demirdir. Sıvı demirin
içerisindeki serbest elektronlar, manyetik alanları oluşturan bir akım meydana
getirir. Bu manyetik alanın dünya yüzeyindeki yoğunluğu bölgeden bölgeye
16
ve günden güne değişmektedir. Günümüzde manyetik alanın yoğunluğu her
yüzyılda %6 oranında azalmaktadır. Bu şekilde devam ederse manyetik alan,
bin beş yüz yıl sonra tamamen yok olacaktır (Andrews 2002: 175-176).
Gökten gelen ziyaretçilerin Atlantislilere, yeryüzünü çevreleyen manyetik
enerji dalgalanmalarını kanalize edip onların kullanımına uygun bir şekle
getirmeyi öğrettikleri düşünülmektedir. Yüksek doğal enerjinin bulunduğu
yerlerdeki insanların zihinleri, kuvvetle inandıklarında bedenlerinden daha
fazla güce sahip olur. Buna bir de manyetik enerji ve ses eklenince
Atlantislilerin, kendilerini ve kocaman cisimleri havaya kaldırıp hareket
ettirdikleri sonucuna varılabilir (Andrews 2002: 176-177). Bu da bize
piramitlerin yapımı ile ilgili bir ipucu vermektedir. Atlantisliler, gökyüzünü
gözlemlemek için büyük yapılar inşa etmiş, elverişli yüksek yerlere gözetleme
kuleleri yerleştirmişlerdir. Böylelikle yukarıdaki aleme daha yakın olup gökten
gelen ziyaretçilerle iletişim kurmuş ve piramit şeklindeki yapıların esrarengiz
bir güç çektiklerini öğrenmişlerdir. Atlantisliler yukarıda gökten, aşağıda
yeryüzünden kanalize olan enerjiyi arttırmak için yüksek yerlere piramitler
inşa edip yakınına veya tepe noktasına bol miktarda kuartz kristali
yerleştirmişlerdir. Piramitlerden aldıkları enerji ile Atlantisliler zihinlerini
güçlendirip öğrenme yeteneklerini arttırmışlardır. Gökten gelenlerin ziyaret
ettikleri bölgeler olduğuna inanılan Meksika‟da, Mısır‟da ve Sümer ülkesinde
de benzer yapı özellikleri taşıyan piramitlerin mevcut olması, bu yapıların
gökten gelen ziyaretçilerin öğrettiği bir mimari ile yapıldığı görüşünü
doğrulamaktadır
(Andrews
2002:
135).
Atlantislilerin,
gökten
gelen
ziyaretçilerin yardımı ile çeşitli hava taşıtları yaptıkları da söylenilenler
arasındadır (Andrews 2002: 159). İşte bu işaretler bize, koca taş blokların ve
yapıldığı söylenen hava taşıtlarının gökten gelenlerin yardımı ile yoğunlaşan
enerji sayesinde yerden yükselebildiklerini ispat etmeye çalışmaktadır.
Edgar Cayce, Atlantis‟in son zamanlarında dünyaya gelen hava
taşıtlarından bahsetmiştir ve bu taşıtlarla gelenlerin Atlantislileri, yok olma
tehlikesine karşı uyardıklarını söylemiştir (Andrews 2002: 161).
17
Atlantislilerin bazıları enerji konusu üzerinde çalışırken bazıları da
astroloji ve astronomi ile ilgilenmişlerdir. Poseidon Tapınağı‟nın en üst
bölümünde, mükemmel donanımlı bir gözlem yerlerinin olduğu ve burada
Güneş, Ay ve yıldızlar ile ilgili çalışmalar yaptıkları söylenmektedir.
Astronomlar zamanlarını, yıldızlardaki halkları yöneten tanrıların istediğini
anlayabilmek için araştırmalar yapmaya adamışlardır (Andrews 2002: 179).
Atlantisliler için astronominin önemli olmasının bir sebebi de, yeryüzündeki
manyetik alanlara ait enerjinin Güneş‟in, Ay‟ın ve yıldızların durumuna göre
değişiklik gösteriyor olduğunu bilmeleridir. Örneğin Dolunay zamanı gün
batımında, Güneş ve Ay tutulmalarında manyetik aktivite zayıflamaktadır.
Manyetik enerjinin kesildiği anlarda ise Atlantis‟te havada duran cisimlerin ve
insanların yere düştüğü ifade edilmiştir (Andrews 2002: 180-181).
Atlantis‟in sahip olduğu din ile ilgili yazılı ve sözlü kaynaklardan
öğrenilen, Güneş‟e tapmanın Atlantislilerin zahiri dinini oluşturduğudur.
Bununla beraber yüksek mertebeli ruhban tarikatı üyelerinin gözettiği, deniz
ve yıldız tapımı üzerinde temellenen batınî geleneğin de bulunduğu ve bu
güçlerin, güneş dinininkinden daha şiddetli olduğu bilinmektedir (Hope 1994:
172). Kendileri ile daha yüksek varlıklar arasındaki bağdan haberdar olan
Atlantis halkı hayatlarını, çevrelerindeki muhteşem doğaya ve göğe tapmaya;
doğayı ve göğü korumaya adamıştır (Andrews 2002:61). En kaba hatlarıyla
Atlantis dini, sevecen ve kurbansız bir dindir; ayrıca Güneş, gezegenler ve
sabit yıldızlar gibi yeryüzü dışı olgular aracılığı ile tezahür eden evrensel bir
yaratıcı güçle de ilintilidir (Hope 1994: 175).
Mitoloji, folklor ve dil konusunda uzman olan ve Atlantis de dahil olmak
üzere birçok medeniyet ile ilgili çalışmaları bulunan İskoç Lewis Spence,
Atlantis panteonunun (Atlantis halkının bütün tanrılarının) Atlas, onun dokuz
erkek kardeşi, annesi Cleito (Poseidon‟un yani Neptün‟ün eşi) ve kardeşi
Cronus (Satürn)‟dan oluştuğu görüşündedir. Bu bize, Atlantis dininin gökle
ilişkisinin en açık göstergesidir. Atlantislilerin göksel kürelerle uyum içinde
çalışma gereksinimi, böyle bir dine sahip olmaları nedeniyle bir zorunluluk
18
olarak görülmüştür; bu uyumu da göksel iletişim becerilerine sahip olan rahipastrologlar sağlamıştır (Hope 1994: 174-175).
Platon‟un Critias ve Timaeus‟unda uzun bir süre Atlantis‟in Poseidon
(Roma mitolojisinde deniz tanrısı Neptün) tarafından yönetildiğinden
bahsedilir. Poseidon ülke yasalarını koyan, ülkeyi kuran ve yöneten,
buyrukları dinlenilen, “çok güçlü” bir yöneticidir. Poseidon‟un, evini yaparken
kullandığı insanüstü güçleri ile Altın Kapılar Şehri için büyük kanallar kazdığı
söylenmektedir. Poseidon, kendisine birçok çocuk doğuran ölümlü bir kadınla
evlenmiştir. İncil‟de bu konu ile ilgili şöyle bir tarif vardır: “İnsanların kızları ile
evlenen tanrıların oğulları.” (Andrews 2002: 161). Poseidon‟‟un “çok güçlü”
olarak tarif edilmesi ve ondan “tanrının oğlu” olarak bahsedilmesi, “ilahi gen”e
sahip olmasından dolayıdır. Platon, Atlantis‟in yok oluşuna Poseidon‟un sahip
olduğu ilahi genin, adaletsiz ihtiraslar ve iktidar hırsı ile sulandırılmasını
sebep göstermiştir (Hope1994:170). Poseidon‟un ilahi geninin bu gezegen
dışında bir yerden kaynaklı olduğu söylenir; yani Poseidon ya gökten gelmiş
bir tanrıdır ya da gökten gelen bir tanrının oğludur. İşte Sirius da, dünya
mitolojilerinde “gökten gelen tanrılar” için gökyüzündeki en gözde nokta
olarak bilinmektedir.
Atlantis konusunda Murry Hope, “Atlantislilerin bu gezegenin dışındaki
evren konusunda düşleyebileceğimizden çok fazla bilgi sahibi olduklarına
inancım ve gelecekteki bilimsel buluşların bu görüşü destekleyeceği
konusundaki görüşüm tamdır.” şeklinde görüşlerini belirtmiş ve Sirius ile ilgili
olarak da “Benim görüşüm, gezegenimizin uzak tarihinde bir Sirius
bağlantısının gerçekleşmiş olduğu yönünde. Ancak bu bağlantının Atlantis
uygarlığının oluşum dönemine rastladığı fikrindeyim.” demiştir (Hope 1994:
175).
Avrupa, Amerika ve Afrika gibi Atlantik Okyanusu‟nun iki yanında
bulunan kıtalardan derlenen ayin ve halk anılarından çıkartılan bilgiler, bu
kıta halkları arasında güçlü bir etnik ve genetik akrabalığın olduğunu işaret
etmektedir. “Denizlerin ötesinden” gelen, sevgi ve mutluluk mesajları getiren,
19
yerlilere uygarlığın inceliklerini öğreten ziyaretçiler ile ilgili tasvirler, Atlantik
Okyanusu‟nu çevreleyen tüm topraklarda mevcuttur. Bu ziyaretçilerin
Atlantisliler olduğu görüşü ağırlıktadır (Hope1994: 216). Atlantislilerin izlerini
Atlantik Okyanusu çevresindeki medeniyetlerde bulabilmemiz açısından
Sirius, bu konudaki en önemli ipuçlarındandır; çünkü Atlantisliler için özellikle
sabit yıldızlar, gök ile ilgili kutsal bir anlama işaret etmektedir (Hope 1994:
175) ve bu, birçok medeniyette karşılaşacağımız bir unsurdur. Bu unsuru en
belirgin olarak Eski Mısır‟da görmek mümkündür. Bilim adamları, mitoslar ve
âdetler
arasındaki
benzerliğe
dayanarak
birkaç
yeri,
olası
Atlantis
sömürgeleri arasında saymaktadır ve bunların ilki, Mısır‟dır (Hope1994: 185).
Mısır, tarih sahnesine girişinden itibaren “olgun”, “mitolojik çağdan ve
kahramanlık çağlarından yoksun” bir medeniyettir; sanki ülke, çocukluk ve
gençlik dönemini hiç yaşamadan olgunluk dönemine ermiş gibidir. Eski Mısır
sanatı incelendiğinde, yine aynı gelişmişlikle karşılaşılmıştır ve sanatlarının
arkaik bir döneminin olmadığı görülmüştür (Hope 1994: 186-187). Bu da bize,
bu çağların daha önce başka bir medeniyet bünyesinde yaşandığını
göstermektedir ve büyük ihtimalle bu medeniyet, Atlantis‟tir.
Mısır tarihinin ilk dönemlerinde Sothic (Sirius) yıldızının güçlü bir motif
olduğu görülür. Sirius, Mısır halkı tarafından “Büyük Rızıkverici” olarak
bilinmektedir (Hope 1994: 188). Mısırlıların bir de Köpek Yıldızı (Sirius A ve
Sirius B‟den oluşan ikili takımyıldızı) takvimleri mevcuttur. Bu bilimsel çalışma
ürünü
takvimin
ve
Sirius
motifinin
Mısırlılara,
Atlantis
rahiplerince
kazandırıldığı görüşü yaygındır (Hope 1994: 187).
Sothic (Sirius) yıldızı, Güneş ile aynı anda doğabilen bir yıldızdır; hatta
sabit yıldızlar arasında bunu yapabilen tek yıldız Sirius‟tur. Sirius‟un Güneş
ile aynı anda doğmasına “helyak doğuşu” denir. Mısırlılar takvimlerini
Güneş‟e göre değil de, Sirius‟un helyak doğuşuna göre hazırlamışlardır ve Nil
Nehri‟nin taşma dönemini Sirius‟un helyak doğuşuna göre hesaplamışlardır.
Tüm sivil sözleşmeler, üç yüz altmış gün ve Neterlere (Osiris, İsis, Seth,
Neftis ve Horus) ayrılan beş artık günden oluşan “belirsiz yıl”a göre
20
tarihlenmektedir (Hope 1994: 187). Neterler, Mısır yazılı belgelerinde
Tufan‟dan sonra ülkeyi yönettiği söylenen “yarı tanrı” varlıklardır. Horus‟tan
sonra Neterlerin ülke yönetimini insanlara bıraktığı söylenmektedir.
Sirius‟un
helyak
doğuş
hareketi
sayesinde
Güneş‟in,
Sirius
karşısındaki konumunun da aynı yönde ve hemen hemen aynı ölçüde
sapmaya uğraması ilginç bir noktadır. Bu ilgi çekici nokta nedeniyle Sirius‟un,
Güneş sisteminin devre merkezi olduğu öne sürülmüştür (Hope1994: 188).
Bu da bize, Atlantislilerin sabit yıldızlara verdiği önemi ve bu konuda inanç
sahibi olduklarını hatırlatmakta ve bu özelliklerin, Mısırlılarda da devam
ettiğini göstermektedir.
Atlantis‟in yok oluşunda Sirius‟un rolü olduğunu söyleyen bilim
adamları mevcuttur. Sirius, dünya iklimi üzerinde belli bir etkiye sahip olan bir
yıldızdır ve birkaç derecelik dahi olsa iklimde yaratabileceği bir değişiklik,
yeryüzündeki tüm yaşamı etkileyebilecek güçte olacaktır. Atlantis‟in birden
yok olması ile Sirius‟un hareketlerinin bir bağlantısı olabileceği bilim
adamlarınca belirtilmektedir (Hope 1994: 189).
21
c) ESKİ MISIR ve SİRİUS KÜLTÜRÜ
Mısır uygarlığı, antik dönemin en önemli uygarlıklarından biridir. Bu
uygarlık, Kuzeydoğu Afrika'daki Nil Nehri çevresine yayılmıştır. Uygarlığın
yayıldığı bölge, bugünkü Mısır topraklarını da içine almaktadır. Tarihçiler,
Aşağı Mısır ile Yukarı Mısır‟ın MÖ 3000 dolaylarında birleştiğini ve bu
birleşmenin de Mısır uygarlığının başlangıç tarihi olarak düşünüldüğünü
belirtmektedir. Bazı kaynaklar bize bu tarihin MÖ 3100‟e kadar gidebildiğini,
bazı
kaynaklar
ise
bu
tarihin
MÖ
2850‟ye
kadar
gerileyebildiğini
göstermektedir (Şenel 2009: 463).
Mısır uygarlığı, firavun hanedanlarına göre Hanedanlar Öncesi, Erken
Hanedan, Eski Firavunluk, Orta Firavunluk ve Yeni Firavunluk olmak üzere
dönemlere ayrılmıştır. Hanedanlar Öncesi dönem, Aşağı Mısır ile Yukarı
Mısır‟ın birleşme dönemidir. İki ayrı bölge tek bir uygar kültür oluşturmaya
başlamıştır. Bu dönem anıtsal çapta yapılar ve yazı gibi uygarlık kurumları
biçimlendirilmeye
başlanmıştır.
Erken
Hanedanlık
döneminde
ise
firavunluğun ilk başkenti olan Memfis kurulmuştur. Yukarı Mısır‟da “mastaba”
denilen yer altı mezar odaları şeklindeki Sakkara Firavun Mezarları inşa
edilmiştir. Bu dönemde yazının, anıtlar üzerinde tarihsel olayların kaydında,
kamu yönetiminde ve dinde yaygınlaştığı görülmüştür (Şenel 2009: 468 469). Üçüncü dönem olan Eski Firavunluk dönemi, Gize‟deki ünlü piramitlerin
yapıldığı dönemdir (MÖ 2575-2134). Dördüncü dönem olan Orta Firavunluk
dönemi (MÖ 2040–1640) ise, Eski Firavunluk ile Orta Firavunluk dönemleri
arasındaki boşlukta (ilk ara dönemde) yaşanan ülkenin bölünmesi sorunu, iç
savaşlar, tabakalar arası savaş, toplumsal kargaşa ve bunların sonuçlarından
doğan ekonomik ve kültürel gerilemenin engellenmeye çalışıldığı dönemdir.
Mısır‟ın ikinci ara dönemi, Orta Firavunluk döneminden çıkış ile Yeni
22
Firavunluk dönemine giriş arasında yaşanmıştır. Bu dönem Mısır, Hiksoslar6
tarafından fethedilmiştir. MÖ 1550 civarlarında Mısır, Hiksosların elinden
kurtarılmıştır ve böylece Yeni Firavunluk dönemi başlamıştır (MÖ 15501070). Bu dönemde, Eski Firavunluk döneminde yapılmaya başlanan tapınak
inşalarının sayıları bir hayli artış göstermiştir ve bu tapınaklar, Mısır‟ın en
büyük ekonomik gücü haline gelmiştir; çünkü tapınaklarda binlerce köle
çalıştırılmıştır, tarım arazilerinin birçoğu bu tapınakların sınırları içerisinde
kalmıştır ve hayvancılık da bu sınırlar içerisinde yaygınlaşmıştır (Şenel 2009:
472-481).
Araştırmalar sonucu, Mısır uygarlığının Hanedanlar öncesi dönemi
hakkında çok fazla bilgiye erişilememiştir. Fakat bazı araştırmacılar ve bilim
adamları, Mısırlıların tahmin edildiğinden çok daha önce yüksek uygarlık
düzeyine eriştiklerini ve Mısır‟ın ilkel bir dönem geçirmeden direkt olarak
uygar bir toplum şeklinde tarih sahnesinde yer aldığını iddia etmişlerdir.
Lubicz, Mısır bilim, tıp, matematik ve astronomisinin modern yazarların asla
kabule hazır olmadıkları ölçüde gelişmiş olduğunu ve Mısır kültüründeki
ögelerin daha en başından itibaren eksiksiz göründüğünü saptamıştır.
Bilimsel, sanatsal ya da tarımsal teknikler ve hiyeroglif sistemi hiçbir gelişme
döneminden geçmemiş gibidir. Hanedanlar boyunca geriye gidildikçe başarı
düzeyinin arttığı görülür (Hope 1998: 43). Bu konuda Fransız filozof Ernest
Renan şöyle demiştir: “Mısır, ta başından beri olgun, yaşlı gözüküyor. Sanki
mitolojik kahramanlık dönemlerini hiç yaşamamış. Sanki hiç genç olmamış.
Uygarlığının emekleme dönemi, sanatının kadim bir süreci yok gibi. Eski
krallık dönemi uygarlığı, yeni yeşeren bir uygarlık değil, olgun bir görünüm
sergiler.” (Hope 1998: 21-22). Charles Berlitz de “Atlantis‟in Esrarı” isimli
kitabında Ernest Renan‟ın söylediklerinin devamı sayılabilecek nitelikte bir
açıklamada bulunmuştur: “Mısırlılar, çok eski zamanlarda anavatanlarından
uygarlık, yazı sanatı ve gelişmiş bir dil getirerek Nil kıyılarına yerleşmiş
6
Hiksoslar: Hiksos, Mısır dilinde “yabancı krallar” demektir. Asya kökenli bir kavimdir
(http://blog.milliyet.com.tr).
23
yabancılardı.
Güneşin
battığı
yönden
gelmişlerdi
ve
insanların
en
eskileriydiler.” (Berlitz 1976: 135).
Mısır‟da uygarlığın başlangıcı ile ilgili çok sayıda tarih önerilmektedir.
Bu tarihler MÖ 30.000‟lerden MÖ 15.000‟lere kadar uzanır. Bu veriler de
bize, başlangıcı olmayan bir uygarlık olan Mısırlıların, Atlantislilerin bir
devamı olduğu sonucunu gösterebilir. Ayrıca Atlantislilerin sahip oldukları
Sirius inanışlarının devamı daha da belirgin şekilde Mısırlılarda görülmeye
başlandığı için Atlantisli rahiplerden ezoterik bilgilerin devralındığını söylemek
de mümkündür. Tezimizin “Atlantis ve Sirius Kültürü” başlığı altındaki
bölümünde Sirius motifinin ve Sothis (Sirius) takviminin Mısırlılara, Atlantis
rahiplerince kazandırıldığı görüşünün de yaygın olduğunu belirtmiş olmamız
dikkati bu noktaya çekmektedir.
Eski Mısır‟da Sirius, “Śpd” ya da “Śpdt” olarak bilinmektedir. Bazen
“Sepţ” olarak hecelenmiş ve bu şekilde telaffuz edilmiştir (Temple 1999: 123).
Murry Hope, Eski Mısır ve Sirius üzerine araştırmalar yaparken eski
inançlarını sürdüren bazı bilge Mısırlılarla tanışmış ve onlardan çeşitli bilgiler
almayı başarmıştır. Bu bilgilere göre, Mısırlıların yıldız sisteminin adı “İsis
Yıldızı”dır. Onlar bu yıldıza “Yeni Gün” veya “Yeni Yıl” yıldızı da derler. Beş
büyük Neter‟in (İsis, Osiris, Set, Neftis ve Horus adlı yarı tanrıların)
doğumunu kutlayan yıldız da odur. Neterler o yıldızdan Mısır halkına
gelmiştir. Yüzleri ışıltılıdır. Ağızlarından çıkarttıkları seslerle taş dağlara ayak
izlerini bırakan, sesleri tanrıya saygıyı emreden; kuzeydeki kusursuz dağları
yapan, kanatları olmadan gökte yol alan, düşünceleri ile nehirlerin yollarını
değiştiren hep onlardır. Yüzleri ışıltılı olanlarla Mısırlılar evlenmiş ve onlarla
yaşamışlardır.
Yüzleri
ışıltılı
olanlar,
vahşilerin
geleceğini
önceden
bildirmişlerdir. Günü gelince o vahşilerin, yüzleri ışıltılı olanlara boyun
eğeceklerini ve yüzleri ışıltılıların da şimdilik yüzleri saklı olmakla birlikte bir
kez daha bu halkla (Mısır halkı ile) buluşacaklarını ve yeni çağı
başlatacaklarını
söylemişlerdir
(Hope
1998:
87-88).
Bu
bilgileri
değerlendirecek olursak Sirius ile ilgili önemli bir ipucuna ulaşırız; İsis‟in
24
yıldızı, Sirius A yıldızıdır. Bu yıldıza İsis döneminde “Büyük Rızık Verici” de
denir. O halde Büyük Rızık Verici Sirius A, Mısırlılara gelen yüzleri
ışıltılılardan İsis‟in asıl yaşadığı yerdir. (Bkz. Resim 6) O halde İsis, Osiris,
Set, Neftis ve Horus‟un Sirius A ve Sirius B‟den gelen tanrılar ya da
ziyaretçiler olduğunu söylemek mümkündür.
Eski bir metinde İsis şöyle demektedir: “Ben bu bölgelerin kraliçesiyim;
ölümlülere buğdayın ve hububatın sırrını ilk açıklayacak olan benim. Ben
Köpek Takım Yıldızı‟nda doğanım. Sen, benim süt annem olan ey Mısır,
yeniden sevin.” (Emmanuel 1995: 13). Sirius, Büyük Köpek Takımyıldızı‟nda
olan bir çift yıldız olduğuna göre İsis‟in söyledikleri onun Sirius A‟dan geldiğini
doğrular niteliktedir.
Murry Hope bu araştırmalarına bir de Hermes Trismegistus‟un “The
Virgin of the World” (Alemin Bakiresi) adlı metnini eklemiştir. Bu metin,
Hermes‟in Hermetizminin ilkelerini içeren bir metindir. Metin, bir yüksek rahip
ile bir acemi arasındaki diyalogdan oluşur. “Alemin Bakiresi” ve yüksek rahip,
İsis‟tir. Acemi ise İsis‟in oğlu Horus‟tur. İsis metin boyunca oğlu Horus‟u
Hermetizm konusunda eğitir (Temple 1999: 142). Metinde şu cümleler yer
almaktadır:
………… ve Tanrı kutlu sesinin tınısıyla bütün eşyayı
tamamlayarak şu şekilde konuştu:
“Gidiniz, ey kutlular, sizler kudretli bir efendinin çocuklarısınız.
Şimdilik ne icatlar için bir girişimde bulununuz ne de benim alemimi
etkin hizmetinizden mahrum bırakınız.”
…………..
Böylece
Unsurlar
yakınmalarını
bırakıp
Üstat‟ın
emriyle
yerlerine çekildiler. Her biri kendi yetki ve yönetimini uygulamaya
başladı.
Sonra Horus (İsis‟in oğlu) şöyle dedi:
“Anne, o halde Dünya (yeryüzü), Tanrı‟nın akışını nasıl aldı?”
25
İsis dedi ki:
“Sana bu doğumun öyküsünü anlatamayabilirim; çünkü onun
inişinin kökenini tasvire izin verilmez. Ey kudretli gücün oğlu Horus,
sonradan ölümsüz tanrıların nasıl doğduğu insanlara açıklanmasın
diye hakim Tanrı, evrensel koruyucu ve mimar, bir zaman için kudretli
Osiris‟i ve güçlüler güçlüsü İsis‟i gönderdi, insanlara yardımcı olsunlar
diye. İnsana yasağı, yemeği ve sığınacak yeri onlar verdiler.
Onlar, der Hermes (tıbbın ve bilgeliğin kurucusu), benim bütün
kayıtlarımın sırlarını bilmeyi öğrenecek olanlardır ve onları birbirinden
ayırabilecek; bir kısmını kendilerine saklayıp ölümlü insanların
yararına en uygun olanları tablet ve obelisklere işleyecek olanlardır.
………….
İnsana yaşamlarını bitirmiş olanların nasıl sarmalanacağını
onlar öğrettiler.
………….
Hermes‟ten çevredeki boşluğun demonlarla7 dolu olduğunu
onlar öğrendiler ve bunu saklı taşlara kazıdılar (saklı öğreti).
Sanatların, bilimlerin ve insanın, kanun koyucuların uyguladığı
bütün yolların yazarları oldular.
... Göklerdeki gizemlere nezaret eden kutsal törenleri dünyada
kurdular.
………….
Tüm bunları yaptıktan sonra, oğlum, Osiris ve ben (artık)
dünyanın tamam olduğunu gördük ve bunun üzerine, “göklerdekiler”
bizi geri istedi ama hükümran olana başvurana (dek); etrafı saran
boşluk, ruhun bu bilgisiyle dolana dek yukarı gidemedik ve yukarı
çıkışımızı (O‟na) kabul ettirmekte başarılı olduk … (Hope 1998: 91-92)
İsis‟in bu sözleri, onların gökte bir yerlerden gönderildiklerinin kanıtıdır
ve parçalar birleştirildiğinde bu yerin Sirius yıldızı olma olasılığı çok yüksektir.
7
“Demon” kelimesi bu parçada, “ruh grupları” yani “elementler ile bütün atomik ve moleküler
yapıların ardındaki yönetici zihinler” manasında verilmiştir (Hope 1998: 92-93).
26
Bu durumda onlar için, Sirius‟tan insanlığı eğitmek için gönderilmiş birer
“tanrısal yönetici”dir demek mümkündür. İsis, Mısırlılara giysiler dikmeyi ve
mısır yetiştirmeyi öğretmiştir; evlilik kurumunu yerleştirmiş ve halkı,
hastalıkları iyileştirme konusunda eğitmiştir (Hope 1998: 93).
Bir çeşit Mısır şükran ilahisinde İsis için şunlar söylenmektedir:
İsis kendini Güneş diskiyle eş koşmaz. Ancak Güneş‟in
güzergahını bizzat tespit ettiğini ve bu yolda ona refakat ettiğini söyler.
……….
Sen, insan ırkının kutsal ve ebedi kurtarıcısısın. Yukarıdaki
kuvvetlerin tapındığı ve aşağıdaki kuvvetlerin saydığı sen, yeri
yörüngesine yerleştirmiş olansın; Güneş ışığının kaynağı ve evrenin
yöneticisisin. Yıldızlar sana boyun eğer; mevsimler seninle geri döner
… (Hope 1998: 202)
Bu ilahi bize Sirius‟un helyak doğuşunu hatırlatır. Helyak doğuş,
“Atlantis ve Sirius Kültürü” başlığı altında da değindiğimiz gibi, Güneş ile aynı
sırada doğup batabilen yıldızların Güneş‟in doğduğu sıralardaki doğuşuna
verilen addır. Sirius A, Güneş‟in ışığından yeterince uzaklaştıktan sonra yani
Güneş‟in doğuşu ile Sirius A‟nın doğuşu arasındaki zaman farkı açılmaya
başladıktan yetmiş gün sonra Güneş‟in doğuşuyla aynı zamanda tekrar
görünür hale gelir. Mısırlılar Sirius‟un yetmiş günlük sırra kadem basma
dönemini, alt dünya deneyiminin prototipi olarak düşünmüştür ve cesetlerin
tam yetmiş günlük bir mumyalama sürecinden geçtikten sonra tıpkı Sirius
yıldızının gökyüzünde yeniden canlanması gibi canlanacağına inanmıştır
(Temple 1999: 172). Mısır‟da Sirius‟un helyak doğuş tarihi, Nil Nehri‟nin
taşmasından hemen öncesine ve yaz gündönümüne denk gelir (Salt 2001:
153). Mısır uygarlığı için en önemli unsurlardan biri, Nil‟dir. Nil onlar için,
Mısır‟ı yaratan güçtür. Çöle yaşam verdiği için ve doğanın yüreğinin atışlarına
(mevsimlere) uygun taştığı için Nil, “doğa tanrı” ile özdeşleştirilmiştir. Nil‟in
27
taşması doğanın yeniden doğuşu, çekilmesi ise doğanın ölüşü olarak
algılanmıştır (Şenel 2009: 485). Nil‟in taşmasını ve yazın geldiğini haber
veren Sirius A, tıpkı yukarıdaki şükran ilahisinde belirtildiği gibi, Güneş‟in
güzergahını tespit eder ve bu yolda ona refakat ederek onunla aynı anda
doğar. Sirius A‟nın ortaya çıkmasıyla da “mevsimler geri döner” yani yaz
mevsimi geri gelir. Bu ilahi açıkça İsis‟in Sirius A yıldızı ile aynı olduğunu
gösterir.
İsis ile Sirius A benzerliği için birkaç çarpıcı nokta daha belirtmek
gerekirse Sirius A‟nın sahip olduğu renk, araştırmalar sonucu tespit edilmiştir.
Bu renk, gök mavisidir. Mısır‟da gök mavisi, İsis için kutsal renktir. Sirius A
görünendir; Mısır‟da da İsis, aydınlığın sembolüdür. Mısır hiyerogliflerine göre
beş köşeli Sirius A yıldızı dişildir; İsis de dişi bir ilahtır (Hope 1998: 231).
Murry Hope, İsis ile ilgili mitolojik bir anlatmadan daha bahseder. Bu
anlatmaya göre Ra‟yı, İsis‟in teşvik ettiği zehirli bir yılan sokar. Ra, İsis‟ten
yardım ister ve duyduğu acının sebebini sorar. İsis de gücünü ona
geçirinceye dek Ra‟ya yardım etmez. Bu anlatma Sirius açısından ele
alınacak olursa İsis, Sirius A‟nın temsilcisidir ve enerjisini, çökmeden önce
bizim güneşimize benzer sarı bir yıldız olan refakatçisi Sirius B‟den almıştır
(Hope 1998: 99-100) ve bu bize Sirius B‟nin, tanrı Ra ile bir ilişkisi
olabileceğini gösterir; fakat Mısır ile ilgili kaynakları birleştirdiğimiz zaman
Sirius B aslında Ra ile değil, Osiris ile ilişkilidir. Osiris çok güçlü bir ilahtır, Nil
ile özdeşleştirilmiştir; İsis‟in eşi ve refakatçisidir. Osiris, Mısır halkına uygarlık
sanatlarını, merhameti, inceliği; sağlığın ve refahın nasıl sağlanacağını
öğretmiştir. Osiris, kardeşi Set tarafından öldürüldükten sonra ortadan
kaybolmuştur. Bu bize, Sirius B yıldızının zaman içerisinde sönerek ortadan
kaybolduğunu ve şu an çıplak gözle görülemediğini hatırlatmaktadır. Sirius B
yıldızı vaktiyle kaynaklarını tüketerek dış katmanlarını kaybetmiştir; önce kızıl
dev haline gelmiştir ve yaklaşık 120.000.000 yıl önce de bugünkü halini
alarak ak cüceye dönüşmüştür yani çökmüştür. Osiris‟in ortadan kaybolması
ile Sirius B‟nin çökmesi olayları birbiri ile bağdaştırılabilir.
28
Osiris – Sirius B ilişkisine başka bir açıdan bakarsak araştırmacılar
Sirius B‟nin eril olduğu sonucuna varmıştır ve Osiris de erkek bir yarı tanrıdır.
Ayrıca Mısır‟da beyaz ve yeşil renkleri Sirius B‟nin karşılığı olarak görülür ve
Mısır sanatında da Osiris sık sık yeşil tenli ve beyaz elbiseli olarak resmedilir
(Hope 1998: 231). Osiris, “İsis‟in refakatçisi” ise Sirius A ve Sirius B‟nin
astronomik incelemelerde aynı yörüngede bir hareket etmeleri ve İsis‟in de
Sirius A olarak düşülmesi Osiris‟in aynı zamanda “Sirius A‟nın refakatçisi”
Sirius B olduğunu işaret eder (Temple 1999: 149). Bir Mısır papirüsünde
İsis‟in yoldaşı, “kusursuz siyahtaki Rab” olarak anlatılmaktadır. Bu tasvir,
çökmüş, çökmeden önceki ışığına nazaran ışığını kaybetmiş ve ağırlık
bakımından inanılmaz yoğun olan Sirius B‟yi hatırlatmaktadır. İsis‟in yoldaşı
Osiris de, aynı zamanda Mısır‟ın “karanlık tanrısı”dır ve “kara/siyah” ile de
ilişkilidir (Temple 1999: 152). Hermes Trismegistus‟un “The Virgin of the
World” (Alemin Bakiresi) adlı metninde “Kara Tören” adıyla Mısır dinindeki en
üst gizli inisiyasyon basamağından bahsedilmektedir. Bu tören, İsis ve Osiris
ile ilgilidir. Bu törende “Gece” denilen, düzenli hareket ve zaman periyotlarıyla
göklerde dolaşan, Güneş‟ten daha az ışıklı ve “hızlı ışığıyla ağını ören” bir
gök cisminden bahsedilir. Sirius B de bu tasvire tam olarak uyan bir yıldızdır;
gökyüzünde düzenli olarak hareket eder ve belirli bir periyodu mevcuttur;
Güneş‟e göre ışıkça zayıftır ve diğer gök cisimlerinin Güneş çevresindeki
hareket hızlarına kıyasla hızlı hareket ederek (elli yıl) hareket şekli
bakımından bir ağ ören tek yıldızdır (Temple 1999: 178-179). Bütün bu
örnekler Osiris‟in Sirius B olduğunu kanıtlamak için yeterli deliller olarak
görülebilir.
Mitolojik anlatmalara göre Osiris öldükten sonra İsis onu bulur ve
güçleri ile onu bir süre canlandırır. Bu süre içerisinde ondan hamile kalır
(Şenel 2009: 486). Mitolojik anlatmalarda mucizevi bir şekilde hamile kalan
anneler genellikle dünyayı kurtaracak birer çocuk doğurur. İsis de Horus‟u
doğurmuştur. İsis‟i Sirius A, Osiris‟i de Sirius B olarak kabul edersek Horus
da tohumu Osiris‟ten gelen ve İsis‟in bu tohumları attığı düzenin ve iyiliğin
mekanı “Dünya” olarak kabul edilebilir. Çünkü Horus, Güneş sistemi ile Sirius
29
arasındaki doğrudan bağlantıdır (Hope 1998: 231). Horus, babasının
intikamını almak için Set ile mücadele eder ki Set, kötünün ve kaosun
temsilcisidir. Horus ile Set arasındaki düzen-kaos, iyi-kötü ikilemleri bize
yeryüzündeki düalizmin küçük birer örneği olarak yani Horus‟un (Dünya‟nın) /
(mikrokozmos – makrokozmos) imtihanı olarak verilmiş olabilir (Hope 1998:
232).
Osiris‟in bir de Neftis‟ten olma Anubis isimli bir oğlu vardır. (Bkz.
Resim 7) Anubis, kralların ve tanrıların kutsal asasını taşır ve Mısır‟da
ruhların yöneticisidir. Hem beden içinde hem de beden dışında olmak üzere
yolcuların baş tanrısıdır. Öte dünyaya güvenli bir şekilde girip çıkar. Bu onu,
ölmüşler için öte dünyanın ruhsal yolculuklarında ideal yol arkadaşı yapar. Bu
dünya ile öte dünya arasında bir elçi olduğu düşünülen Anubis‟in çakal ya da
koyu renkli, yoğun kuyruklu bir av köpeği şeklinde tasvir edildiği bilinmektedir
(Hope 1998: 73). Murry Hope Anubis‟in, Osiris‟in alemi (Sirius B) ile Dünya
arasında bir aracı görevinde olduğunu düşünmektedir (Hope 1998: 120).
Plutark ise bu konuyu bir başka açıdan ele almıştır: “Anubis‟ten, ufuk
çemberini anlıyorlar. Neftis adını verdikleri dünyanın görünmez (karanlık)
kısmını, İsis adını verdikleri dünyanın görünen (aydınlık) kısmından ayırıyor.
Çizgi her ikisine de dokunuyor; hem ışığa hem karanlığa. İkisinin ortak alanı
olarak da düşünülebilir. Yine Anubis ile köpek arasında bir benzerlik
kurulmuş; çünkü köpek hem gece hem gündüz aynı derecede dikkatli.”
(Temple 1999: 64). Robert Temple Anubis‟in, Plutark gibi “ufuk çizgisi”ni değil
de, Sirius B‟nin, Sirius A etrafındaki yörüngesini temsil ettiğini belirtmiştir
(Temple 1999: 133-134). Bazı araştırmacılar Anubis figürünün aslında köpek
değil kurt olduğunu iddia ederler ve “köpek”in kullanılma sebebinin sadece
Anubis‟in anlamını halk terimine çevirme ihtiyacı olduğunu düşünmektedirler
(Hope 1998: 235). Bazı araştırmacılar da köpek ile çakalı eş tutarak Anubis‟in
kutsal hayvanının çakal olabileceği görüşünü savunurlar ve Mısır‟ın tüm
dönemlerine ait mitolojik ya da dini metinlerde Osiris‟e eşlik eden bir çakaltanrının varlığından söz ederler (Hope 1998: 235).
30
Plutark “ … ve çocuk bulunduğu zaman bir hayli meşakkat ve
velveleden sonra, İsis‟i ona götüren köpeklerin yardımıyla büyütülüyor ve
tanrıçanın muhafız ve hizmetlisi oluyor. Ona Anubis adını veriyorlar. Köpekler
nasıl insanların muhafızlarıysa Anubis de tanrıları müdafaa ediyor … ”
şeklinde Anubis ile ilgili dikkat çekici bir bilgi vermiştir (Temple 1999: 137).
Mısır
metinlerinden
birkaçında
İsis‟e
bir
köpeğin
eşlik
ettiğinden
bahsedilmiştir. İskenderiye‟de basılan Grek madeni paralarında da, yıldızı
Sirius olan İsis, bir köpeğe binmiş durumda tasvir edilmiştir (Salt 2006: 222).
Anubis‟in en çok adının geçtiği metinler, Eski Mısır miraslarının en
ünlülerinden biri olan “Ölüler Kitabı”dır. Orijinal harfleri ile “REU NU PERT
EM” şeklinde yazılan bu eserin adı kelimesi kelimesine çevrilecek olursa
“Gün ile Gelecek Olana Ait Olan Bölümler” demektir. Eserin adının “Ölüler
Kitabı” şeklinde çevrilmiş olmasının nedeni ise, ölümden sonraki yaşam ve
bununla ilgili hazırlıklar konusunda yazılmış bir eser olmasıdır. “Ölüler
Kitabı”nın
üç ayrı
kaynaktan
yararlanılarak oluşturulmuş derlemeleri
mevcuttur. Bunlar: Heliopolis Derlemesi, Teb Derlemesi ve Sait/Saite
Derlemesi. Bu derlemeler çeşitli hanedanlık dönemlerini kapsamaktadır ve bu
derlemeleri genellikle piramit duvarlarına yazılan, mezar odalarında bulunan
ve papirüslere kaydedilen hiyeroglifler oluşturmaktadır. Sirius ile “Ölüler
Kitabı”nın ilişkili olabileceğini düşündüğümüz yer ise, “Ölüler Kitabı”nın
Heliopolis derlemesinde karşımıza çıkar. Bu derlemenin, yazılış tarihi ile ilgili
olarak en az MÖ 3500 tarihi verilir; fakat o dönem katiplerinin yaptıkları
derlemelerde mevcut hiyerogliflerin bazılarının silinmiş olmasından dolayı
kopyalama yanlışlıkları veya eksiklikleri mevcuttur. Bu bizim için bir ipucudur.
Bu, “Ölüler Kitabı”nın Aşağı Mısır ile Yukarı Mısır birleşmeden önce ve
katipler tarafından kopyalanmadan en az birkaç bin yıl önce yazıldığını
gösterir. O halde “Ölüler Kitabı” başka bir yerden gelen ziyaretçiler tarafından
getirilmiş olabilir ki bu ziyaretçiler ya Atlantislilerdir ya da Sirius‟tan gelen
tanrılar veya elçilerdir (Hope 1998: 126 - 127). Burada Hermes‟in “Alemin
Bakiresi”nde yazdıklarından bir cümleyi tekrar hatırlamamız ve bu cümlenin
“Ölüler Kitabı” ile ilişkili olduğunu fark etmemiz gerekir:
31
İnsana yaşamlarını bitirmiş olanların nasıl sarmalanacağını
onlar öğrettiler.
Mısırlılar Güneş, Ay ve Sothis (Sirius) takvimleri kullanmıştır. Sothis
(Sirius) takvimi, 365 günlük ortalama yıl (360 gün + yarı tanrı Neterlere (İsis,
Osiris, Set, Neftis ve Horus‟a) ait beş artık gün ile 365 ¼ günlük (dörder aylık
üç ayrı mevsim - Nil‟in Taşması, Ekim ve Hasat - ) esasına dayanmaktadır.
Bütün devlet işleri bu ortalama takvime göre düzenlenmektedir. Sothis
(Sirius) yılı ya da sabit yıl, Sirius‟un helyak doğuşuna göre düzenlenmiştir.
Sirius‟un hareketi sonucu Güneş‟in Sirius‟a göre konumu hep aynı yönde ve
aynı ölçüde değişmektedir (Lubicz 1988: 26-27). Astronomların yaptığı
hesaplamalar, MÖ 4231 ile MÖ 2231 yılları arasında Sirius yılının, 365 ¼
günlük Jülyen takvim yılıyla8 neredeyse denk olduğunu ve bu dönemin de
Eski Mısır İmparatorluğu dönemini kapsadığını ortaya çıkarmıştır. Bunu
saptayabilmek büyük bir başarı olarak kabul edilmiştir ama bu noktada en
önemli rol Sirius yıldızınındır; çünkü Sirius yıldızı, “sabit yıldızlar” içerisinde
bu hesaplamayı mümkün kılan tek yıldızdır. Bu bize, Sirius‟un bütün Güneş
sistemimizin işleyişinde bir merkez rolü üstlendiğini de düşündürmektedir
(Hope 1998: 28) ve İsis ile ilgili olan şükran ilahisini yeniden hatırlatmaktadır:
İsis kendini Güneş diskiyle eş koşmaz. Ancak Güneş‟in
güzergahını bizzat tespit ettiğini ve bu yolda ona refakat ettiğini söyler.
… yeri yörüngesine yerleştirmiş olansın; Güneş ışığının kaynağı
ve evrenin yöneticisisin. Yıldızlar sana boyun eğer; mevsimler seninle
geri döner … (Hope 1998: 202)
Sirius A ve Sirius B ile ilgili önemli bir açıklama da ezoterizm
araştırmacısı Lubicz‟den gelmiştir. Lubicz, Sirius‟un Güneş sisteminin işleyişi
için merkezi bir role sahip olduğunu ve özellikle iklim değişikliklerinde
Sirius‟un ana etken olduğunu belirten araştırmacılardandır. O, Sirius ile atom
8
Jülyen takvimi: Jül Sezar tarafından MÖ 46 yılında kabul edilen ve Batı dünyasında 16. yüzyıla
kadar kullanılan takvim (www.wikipedia.org).
32
çekirdeğinin
yapısını
karşılaştırarak
benzerlikler
bulmuştur
ve
yakın
gelecekte kozmoloji anlayışının, bu araştırmayla birlikte yeniden gözden
geçirilmesi gerekeceğini belirtmiştir. Lubicz, “ … atom çekirdeğinde bir
pozitron bulunuyor (çok düşük yoğunlukta dev bir yıldız gibi), ona eşlik eden
nötron ise, atomla karşılaştırıldığı zaman hacim olarak çok küçük ancak
ağırlığı son derece yoğun (tıpkı inanılamayacak kadar yoğun bir cüce yıldız
gibi) … ” (Lubicz 1988: 28) şeklindeki açıklaması ile Sirius A ve Sirius B‟nin
atomik yapıda kozmik bir sistem görüntüsü verdiğini açıklamaya çalışmıştır ki
bu muazzam bir benzerliktir.
Eski Mısır‟dan kalan en önemli eser, günümüze kadar gelmeyi
başaran Mısır piramitleridir. Piramitler, bir taban üzerine oturan dört
üçgenden meydana gelir ve tabanları da karedir. Üçgen, hareketi sembolize
eder ve gücün piramidin içinde hareket etmesini sağlar. Güç, piramidin
tepesinden çıkar, sağ taraftan aşağı iner, tabanda yayılır ve sol taraftan
tekrar tepeye yükselir; sonra tekrar sağ taraftan iner. Bu sonsuza kadar bu
şekilde devam eder (Emmanuel 1995: 41). Araştırmacılar Keops piramidinde
bulunan kral odasının güney şaftının Orion takımyıldızını işaret ettiğini fark
etmiştir ve Keops piramidinin enerji odağında bulunan bu kral odasının,
Sirius‟u rahatlıkla gözlemleyebilecek bir açıyla dizayn edildiğini ortaya
çıkartmıştır.
Piramidin
iç
kısımlarında
bulunan
bu
odaya,
Sirius‟u
gözlemlemeye olanak sağlayan bir tünel açılmaktadır. Bu tünel vasıtasıyla
piramidin derinliklerinde bile Sirius‟un ışığı aydınlığı sağlamaktadır. Keops
piramidindeki kraliçe odasının güney şaftının da Sirius yıldızını işaret ettiği
araştırmalar sonucu ortaya çıkmıştır (Temple 1999: 42). Birçok tapınağın da
Sirius yıldızının ışığını alacak şekilde inşa edildiği sonucuyla karşılaşılmıştır.
Dendera‟daki İsis Mabedi, bu tapınakların en kusursuz örneğidir. (Bkz. Resim
4) Bu tapınaktan alınmış eski bir hiyeroglifte şöyle yazmaktadır: “O (tanrıça)
Yeni Yıl gününde kendi tapınağında böylece ışıldar ve ışığını ufukta babası
Ra‟nın ışığına katar.” (Temple 1999: 118). Daha önce bir yıldız sistemine
Mısır‟da “Yeni Yıl” denildiğini söylemiştik. Burada bahsedilen Yeni Yıl‟ın İsis
yıldızı yani Sirius A yıldızı olduğu ve “Yeni Yıl günü” denilen günün de Sirius
33
A‟nın helyak doğuş günü olduğu açıktır. Bu tarz tapınaklarda ışığın geçişi için
hassas yön ayarlamaları yapılmıştır. Bu sayede Sirius‟un helyak doğuşu
sırasında Sirius‟un ışığı koridorlardan geçer ve incecik bir spot ışığı
yakılmışçasına içerideki kutsal odanın sunağını aydınlatır. Dev ve karanlık bir
tapınağın incecik bir yıldız ışığıyla tamamen aydınlanabilmesi muazzam bir
yön ayarının söz konusu olduğunu göstermektedir (Temple 1999: 118).
Dandera Tapınağı‟nın tavanında bulunan dairesel burçlar kuşağında
Sirius A ve Sirius B, “yay” ve “ok” ile temsil edilmiştir (Salt, Çobanlı 2001:
394). Bir tanrıça elinde gerilmiş bir yay ve ok şeklindeki Sirius yıldız çiftini
tutmaktadır (Temple 1999: 128). (Bkz. Resim 5) Mısır‟da Sirius aynı
zamanda “Yay Yıldızı”dır. Mısır dilinde “yaycı, okçu” kelimesi tchāmti
şeklindedir ve bu kelime aynı zamanda Anubis ile alakalı ağır bir yıldız metali
için de kullanılmaktadır. Tcham ise “asa” demektir ve Anubis‟in sihirli bir
asası
olduğu
Mısır
metinlerinde
ve
hiyerogliflerinde
görülmektedir.
Muhtemelen Anubis‟in asasının ağırlığı nedeniyle “ağır bir yıldız metali”
tanımlaması ile “asa” kelimesi, aynı kelime ile ifade edilmiştir (Temple 1999:
319); fakat “ağır bir yıldız metali” denildiğinde bizim aklımıza ağırlığı
inanılmaz derecede fazla olan Sirius B yıldızı gelmektedir (Temple 1999:
339) ve bu bize belki de Anubis‟in asasının Sirius B‟nin maddesinden
yapıldığı ipucunu vermektedir.
Mısır piramitleri konusuna tekrar dönecek olursak Gize‟deki büyük
Keops piramidi, araştırmacıların da ortak görüşü olarak, Dünya gezegenini
işaret eden bir mimari simgedir. Bu piramit dünyadaki kara kitlesinin
merkezinde yer alır. Temelinin her bir köşesi ve düzlem arasındaki açı 51
derece, 51 dakika ve 14 saniyedir. Temel çevresinin yüksekliğe oranı
3.14149‟un yani pi sayısının iki katına eşittir. Piramidin yüksekliği, bir
çemberin yarıçapının çember çevresine olan oranına eşittir. Ayrıca piramidin
hesaplanan yüksekliği 147.8 metredir ki bu da, Dünya‟nın Güneş‟e olan
uzaklığının (149.5 milyon kilometrenin) sadece yüzde birlik bir hatayla
milyarda birine karşılıktır yani Keops piramidinin yüksekliğinin bir milyar ile
34
çarpımı bize güneş ile dünya arasındaki mesafeyi verir. Bu piramidin
yapımında kullanılan temel ölçüm birimi “piramit kübiti”dir ve 635.66 mm‟ye
karşılıktır. Dünyanın merkezinden kutba uzatılacak bir yarıçap 6357 km
uzunluğunda olur. Bu da piramit kübitinin on milyon katına karşılıktır.
Temelde piramit kenarının uzunluğu 365.242 piramit kübitidir ki bu ifade de
güneş yılındaki gün sayısına denktir (Hope 1998: 45-46). Eski Yunan tarihçisi
Herodotos, Gize‟deki Keops piramidinin her biri iki buçuk ton ağırlığında iki
buçuk milyon taşın, sürekli olarak çalıştırılan yüz bin kişilik bir köle ordusunun
otuz yıl çalışması ile tamamlanabildiğini yazmıştır. MÖ 60-57 yılları arasında
Mısır‟da kalan Grek tarihçi Sikulus ise yirmi yıl boyunca üç yüz altmış bin
insan kullanılarak piramidin yapıldığını kaydetmiştir. Ancak piramitlerin inşası
sırasında, “Atlantis ve Sirius Kültürü” başlığı altında da gördüğümüz gibi,
Sirius‟tan gelen ziyaretçilerin Atlantislilere, Atlantislilerin de Mısırlılara
yeryüzünü çevreleyen manyetik enerji dalgalanmalarını kanalize edip
kullanıma uygun hale getirmeyi, buna bir de sesi ekleyerek kocaman cisimleri
havaya
kaldırıp
hareket
ettirmeyi
öğretmiş
olabileceği
teorisini
de
unutmamamız gerekir. Atlantisliler, gökyüzünü gözlemlemek için büyük
yapılar ve gözetleme kuleleri inşa etmişlerdir (Andrews 2002: 159). Bu
yapıların yapımının Mısırlılara da örnek olduğu sonucuna kolaylıkla
ulaşılabilir. Kısaca piramitlerin ve tapınakların inşasında bugün bile
anlaşılamayan yüksek bir bilim ve teknoloji söz konusudur ve araştırmacılara
göre bu bilim ve teknoloji Mısırlılara ya Sirius-Atlantis bağlantısı ile dolaylı
olarak ya da Sirius-Mısır şeklinde direkt olarak kazandırılmıştır.
Robert Temple‟ın Mısır sfenksi ile ilgili ilginç bir teorisi vardır. Temple,
Mısır sfenksinin aslan gövdeli ve insan başlı büyük bir heykel şeklinde
bilinmesinin yanlış olduğunu çünkü sfenksin gövde kısmının kesinlikle aslana
benzemediğini belirtmiştir. Hiç yelesi olmadığına; ön ayaklarının üst
kısmındaki göğüste, belirgin kaslarının olmadığına; kuyruk kısmının ucunda
herhangi bir kabarıklığın olmadığına ve en önemlisi sırt düzeyinin üstünde
yükselen kabarık ve belirgin arka sağrılarının olmadığına dikkat çeken
Temple, aslanların Mısır hiyerogliflerinde hiç de böyle resmedilmediklerini
35
belirtmiştir. Sfenkse “aslan” dememizin tek sebebinin bize aslan olarak
söylenilmiş olması olduğunu söyleyen Temple‟a göre bu sfenksin gövdesi
daha çok bir “köpek”in gövdesine benzemektedir. Sfenksin sırt çizgisi düzdür
ve kuyruğu tıpkı bir köpeğin kuyruğu gibi kıvrılmaktadır. Bu çömelmiş köpek
Temple‟a göre kutsal piramitlere muhafızlık eden Anubis‟tir (Temple 1999:
26-27). Anubis‟in Mısır‟daki ruhların koruyucusu olduğunu bildiğimize göre
firavunların ve firavun ailesinin ruhlarını korumak için piramitlere muhafızlık
ettiği sonucuna ulaşılabilir ve bu da Temple‟ın sfenksin aslında köpek başlı
Anubis olduğu teorisini doğru çıkartabilir.
36
d) ANTİK YUNAN ve SİRİUS KÜLTÜRÜ
Antik Yunan toplumu pek çok etnik kökenden beslenmiştir. MÖ 3100
ile MÖ 2400 arasında Anadolu‟dan gelen ve Yunanlıların “”Pelasglar”
dedikleri istilacılar, İonyalılar, Hellas köylüleri, MÖ 1500 dolaylarında Akhalar,
MÖ 1100 dolaylarında Dorlar, Yunan anakarasında ve Batı Anadolu‟da
Yunan uygarlığını yaratıp uygarlığın sınırlarını belirlemişlerdir. Ege adalarına
ve Anadolu‟nun batı kısımlarına yerleşerek bu bölgeleri kolonileştirmiş ve
Akdeniz ticaretini Ege‟ye, Marmara‟ya ve Karadeniz‟e yaymışlardır (Şenel
2009: 678-679).
MÖ 1100 ile MÖ 900 arası barbarların istilaları ile sarsılan Yunan
dünyası, “Yunan Karanlık Çağı” denilen bir döneme girmiştir. Bu dönemden
MÖ 750 dolaylarında çıkmayı başaran Yunan uygarlığı daha sonra sırasıyla
“Arkaik Dönem”i, “Klasik Dönem”i ve “Helenistik Dönem”i yaşamıştır. Bu
dönemlerde bilim, felsefe, sanat, spor gibi konularda oldukça ilerleyen Antik
Yunan medeniyeti, MÖ 323‟te İskender‟in ölümü üzerine duraklama
dönemine girmiştir ve MÖ 146‟da Roma egemenliğini tanımak zorunda
kalmıştır (Şenel 2009: 686).
Yunan Karanlık Çağı‟nda Antik Yunan halkının yaşanan istilalardan ve
felaketlerden yazıyı dahi unuttuğu dönemde bilinçlenmelerini sağlayan en
önemli faktör, MÖ 700‟lerde yazıya geçirilen Homeros‟un “İlyada” ve
“Odysseia”
destanları
olmuştur.
İlyada,
Troya
Savaşı‟nın
öykülerini
bünyesinde barındırırken Odysseia ise Troya Savaşı‟ndan sonra on yıl
süreyle denizlerde dolanan “Odysseia” isimli kahramanı anlatır. Bu iki destan,
Antik Yunan‟a ait bilgilerin ve Yunan uygarlığının değerlerinin o dönem kendi
aralarında, daha sonraki dönemlerde ise kuşaktan kuşağa aktarılmasını
37
sağlamıştır. İlyada ve Odysseia sayesinde bir “Yunanlı” kimliği oluşmuştur
(Şenel 2009: 686).
Yunan mitolojisinin kalıcılığını sağlayan bir diğer eser de tanrıların
doğumu ve soy ağacı hakkında bir anlatı olan Theogonia‟dır. MÖ 8. yy‟da
Hesiodos tarafından yazılmıştır. Hesiodos, Yakındoğu‟da öteden beri var
olan mitoloji ile ilgili çeşitli ögeleri de ele almıştır (Estin 2007: 82).
Hesiodos‟un
mitlerine
ve
diğer mitolojik metinlere bakılarak Yunan
mitolojisinin, Mezopotamya mitolojisi etkisinde kaldığı görüşünü söylemek
mümkündür (Şenel 2009: 683). Doğa güçlerinden tanrılığa geçişte ve
tanrılara özel işlevlerin tanınmasında; “yer” ve “gök” gibi birbirine zıt veya
birbirini tümleyici güçlerin birleşmesinden başlayarak evrenin yaratılmasında;
yerini
başka
bir
kuşağın
aldığı
daha
eski
bir
tanrısal
kuşakta
Mezopotamya‟dan yapılan alıntılar açıkça görülmektedir. En belirgin alıntılar,
tufan ve Ölüler Ülkesi‟dir (Estin 2007: 70-71).
Yunan mitolojisi, tanrılarının ve tanrıçalarının çokluğu ve güçlülüğü ile
bilinmektedir. Bu tanrılar her an her yerde hazırdırlar, her şeyi bilirler ve
kendilerini simgelerle belli ederler. Doğa olaylarından sorumludurlar ve
insanların hareketlerine yön verirler (Estin 2007: 2). Öteki mitolojilerden farklı
olarak Yunan mitolojisinde tanrılar veya tanrıçalar insanlarla beraber olmuş
ve bu beraberliklerinden yarı tanrı yarı insan kahramanlar ortaya çıkmıştır.
Yani “ölümsüz tanrılar” ile “ölümlü insanlar” arasında “kahramanlar” sınıfı
oluşmuştur. Aristokratların soyunun bu yarı tanrı yarı insan kahramanlara
dayandığına inanılır. Bu nedenle de Antik Yunan uygarlığında yönetme yetisi,
aristokrat sınıfa ait tanrısal kaynaklı ve doğuştan kazanılan bir yetidir (Şenel
2009: 684-685).
Yunan mitolojisinde Seirios (Sirius), “köpek-yıldız” ve “Orion‟un köpeği”
şeklinde adlandırılmıştır. (Bkz. Resim 9) Sirius yıldızının yer aldığı
takımyıldıza da “Büyük Köpek takımyıldızı” denilmiştir (Salt 2010: 222). Eski
Yunanlı gözlemciler yaz başlangıcında hava koşulları bozulduğu zaman
38
Sirius yıldızının, kaybolduğu dönemi geride bırakarak tekrar gökyüzünde
belirdiğini ve daha fazla parladığını kaydetmiştir. Sirius‟un bu dönemi
Yunanlılar için olumsuz etkiler yaratan bir dönemdir; sıcak ve kurak bir yaz
başlar ve aynı zamanda bitkileri solduran, erkekleri güçsüzleştiren olumsuz
bir döneme girilir. İnsanların, hayvanların ve bitkilerin Sirius‟tan kaynaklanan
bu negatif etkilere maruz kalmasını “yıldız çarpmış olmak” şeklinde
deyimleştiren Yunanlılar, Sirius‟u da “alev saçan, yakan; parlaklık, ateş; aşırı
sıcak gün” şeklinde ifade etmiştir. Sirius‟un gökyüzünde belirdiği dönemde
aşırı sıcakların bastırması ve bu sıcaklara sadece köpeklerin dayanabiliyor
olması, bu döneme “köpek günleri” denilmesine neden olmuştur ve bu
tanımlama Roma‟da da sürdürülmüştür. Yunanlılar, bu günlerde köpeklerin
de davranışlarının değiştiğini gözlemlemiştir (Holberg 2007: 16-17).
Yıldızın parlaklığına bakarak kendilerini iyi bir talihin bekleyip
beklemediğine karar veren Yunanlılar, Sirius‟u sisler içerisinde ve ışığı zayıf
bir biçimde görürlerse Sirius‟un vebayı haber verdiğine inanmışlardır
(Holberg 2007: 16-17). Homeros, İlyada destanının yirmi ikinci bölümünde
Troya Kralı Priamos‟un, Akhilleus‟un Troya‟ya doğru gelişini betimlerken
şöyle demiştir:
………..
ovada bir yıldız gibi parlıyordu;
Orion‟un Köpeği denen bir yıldız vardır hani,
görünür yaz sonunda, karanlık gecede,
binlerce yıldız arasında alev alev ışınları,
yıldızların en parlağıdır, ama uğursuzdur belirtisi,
çok sıtmalar getirir zavallı insanlara;
işte öyle parlıyordu Akhilleus‟un göğsünde tunç.
39
…………. (Homeros 2008: 473)
Alabildiğine sıcak, alev alev yanan günlerin vahşet ve kuruluğunu
Sirius‟un yakıcılığından aldığını düşünen Yunan halkı, Sirius‟un helyak
doğuşuna edebiyatlarında pek çok gönderme yapmıştır. Yunanlı şair
Aratus‟un helyak doğuş ile ilgili çarpıcı bir tasviri bulunmaktadır:
(Köpeğin) korkunç çenesi ucunda tüm yalımlardan daha keskin
bir yıldız vardır. İnsanlar ona Sirius adını vermişler. Güneşle birlikte
doğduğundan ağaçlar yapraklarının zayıf tazeliğiyle onu aldatamaz
çünkü keskin bakışıyla hatlarını parçalaması işten bile değildir.
Kimilerine kudret katar, kimilerininse kabuğunu kurutur (Temple 1999:
118-119).
Ege
Denizi‟ndeki
Ceos
(Kea)
Adası‟nda
yaşayan
Yunanlılar,
soğukların azalması için Sirius ve Zeus‟a kurban kesmiş ve yaz
mevsimindeki temel rolünü oynamak üzere Sirius‟un tekrar belirmesini
beklemişlerdir. Bu adada bulunan MÖ 3. yy‟a ait paralarda ışınlar yayan
köpek ve yıldız tasvirlerinin bulunması Sirius‟un bu adadaki önemini
vurgulamaktadır (Holberg 2007: 16-17). (Bkz. Resim 8)
Yunan mitolojisinde geçmiş zamanlarda Mısır‟da olduğu gibi bazı
hayvanlara tanrıymış gibi tapıldığı ve onlara büyük bir dinsel saygı
gösterildiği görülmektedir. Bazı hayvanlar tanrılara amblem oluşturur ya da
birçok yerde onlar için adanır. Bu kültün izlerine MÖ 8. yy‟da Mora
Yarımadası‟nda bir bölge olan ve adını mitolojik kahraman olan Arcas‟tan
alan Arkadia‟da rastlanmaktadır (Estin 2007: 14-15). Ücra bir bölge olan
Arkadia‟da, kurda dönüşen insanların anısına “Zeus Lykaios” kurtla bağlantılı
sayılmıştır ve Kurt Zeus‟a tapılmıştır (Estin 2007: 102). Sirius ile bağlantılı bir
sembol olarak daha çok köpeği tercih eden Yunanlıların neden Zeus
konusunda kurdu seçtikleri bilinmemekle birlikte bu durum sıcaklardan dolayı
40
köpeğe negatif yaklaşıldığını hatırlatmaktadır ve gece gündüz aynı derecede
dikkatli ve aktif olan kurdun, gök ve hava olaylarını yöneten büyük tanrı Zeus
ile ilişkilendirmiş olmasını mantıklı kılmaktadır. Öte yandan kimilerine göre
köpek, öyle özelliklere sahiptir ki; o koruma, sadakat ve vazife kavramlarının
simgesi olabilecek bir hayvandır. Kimilerine göre de köpek, insanların
işitemediği sesleri duyabilen, insandan daha iyi koku alabilen ve geceleri
insandan daha iyi görebilen bir canlı olarak, insan duyularının ötesindeki bir
algılama düzeyini ve insanların tanıyamadığı yüksek bir hakikati temsil eder
(Salt, Çobanlı 2001: 208).
Yunan mitolojisindeki Sirius ve kurt - köpek ilişkisinin örneklerini
vermeden önce şu bilgiyi vermemiz gerekir: Sirius‟a çeşitli uygarlıklarda “Yay
Yıldızı” ve “Köpek Yıldızı” şeklinde isimler verilmiştir ama bu yıldız genellikle
sadece yay ile değil “yay-ok” ikilisiyle ya da sadece köpek ile değil “kurtköpek” ikilisi ile sembolize edilmiştir. Araştırmacılar Sirius‟un hep ikişer öge
ile sembolleştirilmesinin sebebini Sirius A ve Sirius B şeklinde iki yıldızdan
oluşmasına bağlamaktadır (Salt 2010: 113). Ayrıca Sirius‟un başta Yunan
uygarlığı olmak üzere birçok uygarlıkta rastlanan “50” sembolü vardır. Elli
sayısı, birbirleri etrafında dönen Sirius A ve Sirius B yıldızlarının ortak sayısal
sembolüdür. (Sirius A‟nın sayı sembolü “23”, Sirius B‟nin sayı sembolü
“22”dir.) Birbirlerini uydu kabul eden bu iki yıldızın birbirleri çevresindeki
dönüşlerini 49,9 yılda tamamlaması uygarlıkların bu yıldızlar için “50” sayısını
kullanmasını sağlamıştır. Ayrıca bir de yıldızların karşılıklı devinim süreleri
toplamı olan “100” sayısı da Sirius‟u temsil için kullanılmıştır (Salt 2010: 112).
Yunan mitolojisindeki Sirius ve kurt-köpek ilişkisinin bundan sonraki
örneklerinde karşımıza sık sık “50” ve “100” sayıları çıkacaktır.
Yunan mitolojisinde Sirius ve kurt - köpek ilişkisinin ilk örneği
Homeros‟un Odysseia‟sının baş kahramanı Odysseus‟un köpeği Argos‟tur.
Odysseus yirmi yıllık maceradan sonra İthaca‟daki yuvasına döndüğünde
41
onu bir tek köpeği Argos tanımıştır. Bu sahne Odysseia‟nın on yedinci
bölümünde şöyle betimlenmektedir:
.............
yerde yatan köpek başını kaldırdı, kulaklarını dikti,
Argos‟tu bu, sabırlı Odysseus büyütmüştü onu,
ama hayrını görmeden gitmişti kutsal İlyon‟a,
………..
işte orada yatıyordu Argos, her yanı bit dolu.
Yaklaşan Odysseus‟u hemen o anda tanıdı,
kuyruk salladı ve indirdi iki kulağını,
ama çok bitkindi, kalkıp gelemedi efendisinin yanına.
Odysseus da başını çevirdi ve sildi gözünden akan yaşı.
…………
Ama kara ölümün kaderi yakalamıştı Argos‟u,
Görür görmez, Odysseus‟u, yirmi yıl sonra.
(Homeros 2007: 290-291)
Sahibi yanındayken çok güzel ve canlı, hızlı ve çevik bir köpek olan
Argos‟un Mısır dilindeki “arq”dan türetilen bir ismi vardır. Arq, “bir devrin
tamamlanması, döngünün bitirilmesi” manalarını taşımaktadır. Odysseus‟un
gelişi ile Argos‟un ölmesi, bir devrin tamamlanması manası açısından
düşünüldüğünde Sirius B yıldızının yörüngedeki dönüşünün elli yıllık süresini
tamamlamış olabileceği ve yeni bir döneme başlama zamanının gelmiş
olabileceği sonucuna ulaşılabilir. Homeros‟un bu betimlemesine başka bir
noktadan daha yaklaşacak olursak daha önceki uygarlıklarda da gördüğümüz
42
gibi Sirius, normal duyuların ötesindeki daha yüksek bir algılama düzeyine ve
bizim tanımadığımız daha yüksek bir hakikate sahip tanrılar veya tanrı
elçilerinin mekanıdır. O zaman Homeros‟un insanların göremedikleri
hakikatleri köpeklerin algıladığını belirtmek amacıyla Argos‟un Odysseus‟u
tanıması betimlemesini yapmış olması mümkündür (Temple 1999: 309-310).
Ayrıca Yunanca‟da argos, “beyaz”, “ışık saçıcı” ve “hızlı” anlamlarına gelir ki
bu da Odysseus‟un köpeği Argos‟un Sirius ile bağlantılı olabileceğini
gösteren bir diğer noktadır.
Sirius ve kurt - köpek ilişkisinin bir diğer örneği Hades‟in köpeği
Kerberos‟tur. Ölüler ülkesine bekçilik eden, canlıların oraya girmesini
yasaklayan ve özellikle de oradan çıkmaya kalkışanları engelleyen
canavarlardan biridir (Grimal 1997: 374). Üç, elli ya da yüz köpek başına
sahip olduğu söylenmektedir (Salt 2010: 116). Biri köpek, biri kurt ve biri
aslan başı olmak üzere üç başı olan zaman tanrısı Aion‟un simgesidir
(Bonnefoy 2000: 487). Cehennem bekçisi Kerberos bize Mısır‟ın Ölüler
Ülkesi‟ndeki köpek başlı Anubis‟i hatırlatmaktadır ve Anubis‟in Sirius ile olan
ilişkisi tartışılmazdır. Eurytion‟un canavar köpeği Orthrus, Kerberos‟un
kardeşidir ve o da elli başlı olarak tasvir edilmiştir. Orthrus, Yunanlılar
tarafından özellikle Sirius ile bir düşünülür. İsminin Mısırca “urt”tan yani “bir
yıldızın batması”ndan türetilmiş olması muhtemeldir ve bu, Orthrus‟un
aslında Sirius B‟nin temsilcisi olduğunu gösterir.
Kerberos ve Orthrus‟un
babası Tifon‟dur. Tifon, “bir çeşit kuyruklu yıldız” ya da “hareketli yıldız”
demektir. Başka bir anlamı da “kör” ya da “karaltılmış” demektir ki bu da
Sirius B‟nin gözle görülemediği çünkü artık sönmüş bir yıldız olarak karanlıkta
kaldığı gerçeğini bize hatırlatır (Temple 1999: 304).
Bir diğer örnek, başlarından biri kurt ya da köpek olan, kimi zaman kurt
kimi zaman köpek kılığına giren; adı “ok gibi hedefi vuran” anlamındaki
„hekatos – hekatobolos‟ sözcüğünden gelen ve aynı zamanda adının anlamı
“100” de demek olan Hekate‟dir (Salt 2010: 356). Kaynaklar genellikle
43
Hekate‟nin üç başı olduğunu ve bunlardan sol tarafta olanının dişi bir köpek
başı olduğunu yazar. Hekate‟nin bütün varlığı, yıldızlardan gelen ateşin
pırıltısıyla parlar. Ağzından ateş çıkaran Hekate‟nin en önemli özelliği keskin
zekası ve olağanüstü kavrama yeteneğidir (Bonnefoy 2000: 388). Hekate,
elinde bir meşale ve arkasında bir köpekle şeytanların ve hayaletlerin
habercisidir (Colette 2007: 111). Bu özelliklerinin yanı sıra Hekate, iyiliğini
bütün insanlar üzerine yayar ve kendisinden istenilen lütufları sunmaktan
kaçınmaz. Özellikle maddi refah, siyasi toplantılarda belagat yeteneği ve
gerek savaşta gerek spor oyunlarında başarı ihsan eder. Takdirine göre
davar ve sığırları çoğaltır ya da telef eder. İmtiyazları bütün alanları kapsar.
Bir süre sonra sihre ve büyüye de hükmetmeye başlar (Grimal1997: 232233). Hekate‟nin hem köpek ve kurt ile hem ok ile hem de “100” sayısı ile
ilişkili olması bizi direkt olarak Sirius‟a götürmektedir.
Hekate, Ay tanrıçası Selene / Mene ile çok benzer. Selene‟nin de üç
başı vardır ve Hekate‟nin özelliklerine sahiptir. Hekate ve Selene‟nin çoban
köpeği gibi sesleri ve kurt bileği gibi bilekleri vardır; yürekleri acımasız dişi
köpekleri severler (Bonnefoy 2000: 388). Ayrıca Selene‟nin elli kızı vardır
(Grimal 1997: 727). Bu durumda Selene‟yi sadece Ay ile ilişkilendirmek
yanlış olur; Selene‟nin dolaylı ya da dolaysız Sirius ile ilişkisi vardır.
Robert Temple, babası Kerberos ve annesi Hekate olan Scylla‟dan
bahseder. Scylla korkutucu, balık kuyruklu ve kemerinden üç hatta bazen
daha fazla köpek kafası çıkan bir canavardır. Kerberos ve Hekate‟den sonra
belden çıkan köpek kafaları ile Scylla‟nın da Sirius ile bir ilişkisi olduğunu
düşünmek yanlış olmaz (Temple 1999: 356-357).
Yunan mitolojisinde Argos kralı Danaos, kurt ile ilişkilendirilir ve
Danaos‟un çeşitli kadınlardan elli tane kızı olmuştur. Danaos‟un krallık
mücadelesi sırasında ormandan bir kurt çıkar ve şehrin önünden geçmekte
olan bir sürüye saldırır. Bir boğanın üstüne atlar ve onu alt edip öldürür.
44
Argoslular, insanlardan uzakta ıssız bir yerden çıkıp gelen bu kurt ile Danaos
arasındaki benzerlikten etkilenir ve bu mucize, tanrısal iradenin tecellisi
olarak yorumlanır. Bunun üzerine Danaos kral seçilir ve o günden sonra hep
kurt ile ilişkilendirilir. Danaos‟un ikiz kardeşi olan Aegyptos‟un da elli oğlu
vardır. (Mısır adını Aegyptos‟tan alır: “Egypt”) Danaos elli kızını bu elli
yeğeninden kaçırmak için Mısır‟ı terk eder ve Argos‟a yerleşir. Elli yeğen
arkalarından Argos‟a gelerek Danaos‟un kızları ile evlenmek için Danaos‟u
ikna eder. Düğün günü Danaos kızlarına düğün hediyesi olarak birer hançer
armağan eder ve hepsinden kocalarını öldüreceklerine dair söz alır. Biri
dışında bütün kızlar o gece kocalarını öldürür. Kocasını öldürmeyen
Hypermnestra‟yı tutuklatan Danaos, Aegyptos‟un oğullarının cenazelerinden
sonra Hypermnestra‟yı affeder. Diğer kızlarını da ülkenin gençleri ile yeniden
evlendirerek soyunun sürmesini sağlar (Grimal 1997: 137-139). Danaos‟un
Sirius ile olan bağlantısı çok önemlidir; çünkü Danaos ve elli kızı Argos‟a
Mısır‟dan gelmiştir. Mısır‟dan Argos‟a gelirken Mısır‟da öğrendikleri bütün
ezoterik bilgiler de onlarla beraber Argos halkına gelmiş ve onlara
kazandırılmıştır. Kısa sürede yayılan bu gizemli bilgiler Dor istilaları ile
unutulmuştur. Sadece Arkadia bölgesi bu bilgileri yaşatmaya devam etmiştir.
Muhtemelen Danaos ve kızlarının getirdikleri bu bilgiler içerisinde Sirius‟a ait
bilgiler de bulunmaktadır (Temple 1999: 295). Danaos‟un “Argos” ülkesine
gelmesi de bir işarettir; çünkü Odysseus‟un köpeği Argos konusunda da
bahsettiğimiz gibi Yunanca‟da argos “beyaz”, “ışık saçıcı” ve “hızlı”
anlamlarına gelerek Sirius ile ilişkilendirilmiştir. Danaos ve Aegyptos‟un ikiz
kardeş olmaları, ellişer çocuklarının olması ve bu çocukların birbirleri ile
evlenmeleri; Sirius A ve Sirius B çift yıldızının kendi yörüngelerindeki ellişer
yıllık dönüşlerinin ve bu yıldızların karşılıklı devinim sürelerinin 50 + 50 = 100
şeklinde olmasının birer işaretidir. Robert Temple, Danaos‟un krallık
mücadelesi sırasında ortaya çıkan kurdun aslında “çakal” olabileceğine
değinmiştir. Danaos ve elli kızı Mısır‟dan çakal / köpek başlı Anubis‟i
getirmiştir; fakat bu bilgi Yunan sınırları içerisinde - Avrupa‟da hiç çakal
olmadığı için - kurt ile yer değiştirerek Avrupa iklimine uyum sağlamıştır. Bu
45
da halkın, Danaos‟a benzerlik açısından bir çakal ya da köpeği değil de kurdu
seçmesini sağlamıştır (Temple 1999: 295).
Yunan tanrılarından Zeus‟un oğlu Apollon da kurt ile ilişkilidir.
Apollon‟un nitelemelerinden biri olarak ona “Likyalı Apollon” denilir ve “lyk”,
“kurt” demektir (Salt 2010: 224). Apollon‟a kurban edilen hayvan da paraların
üzerinde çoğu zaman Apollon ile resmedilen hayvan da kurttur. Apollon
maddeye hükmeden ruhun ve düşünüşün tanrısıdır. Kahinlik ve falcılık onun
yeteneklerindendir. Hem arındırılmıştır hem arındırandır. Apollon parlaktır;
öyle ki ışıltısı, koruması altında olanları bile korkutur ve şaşırtır. Apollon‟a ait
“Kutsal evlerinde oturan tanrılar onun yaklaştığını duyunca tir tir titrerlerdi,
ışıldayan yayını gerdiğinde hepsi oturdukları yerlerden fırlar ve kaçışırlardı.”
şeklinde bir tasvir bulunmaktadır. Apollon ışıldayan yayını doğar doğmaz
kundağından çıkarak istemiştir (Bonnefoy 2000: 48). Apollon, savaşçı bir
tanrıdır; kız kardeşi Artemis ve o, uzaktan attıkları oklar ile kurbanlarına ani
ve acısız bir ölüm gönderirler (Grimal 1997: 82-83). Artemis de Yunan
mitolojisi - Sirius ilişkisi için önemli bir örnektir. Apollon gibi Artemis‟in de yayı
ve oku, en önemli sembolleridir (Salt 2010: 115).
Artemis, Mısır
mitolojisindeki İsis‟in karşılığıdır (Bonnefoy 2000: 480). Artemis yırtıcı
hayvanlarla birlikte dolaşan, dağların ve ormanların vahşi tanrıçasıdır (Grimal
1997: 98). Yunan mitolojisinde bir anlatmaya göre koruyucusu Artemis olan
ve avcılık konusunda tanrıçayla boy ölçüşmeye kalkan Yunan kahramanı
Aktaion, gümüş yaylı tanrıça Artemis‟i çıplak bir şekilde bir kaynakta
yıkanırken görür (Bonnefoy 2000: 32). Buna çok sinirlenen Artemis
cehennem bekçisi elli av köpeği ile Aktaion‟un peşine düşer ve okuyla onu
öldürür (Temple 1999: 202). Artemis, Aktaion‟u geyiğe dönüştürür ve elli av
köpeği onu parçalar (Grimal 1997: 50). Bu anlatmada gördüğümüz üzere
Artemis, birebir Sirius yıldızıdır. Köpeklerin av köpeği olması, Sirius‟a “avcı
Orion‟un köpeği”nden dolayı “Köpek yıldızı” denilmesini hatırlatmaktadır.
Elindeki yay, “Yay yıldızı” Sirius‟u işaret etmektedir. Elli av köpeği, elli yıllık
yörüngedir.
Araştırmacılara
göre
Sirius‟u
belirtmek için
yay ve
ok
46
sembollerinin seçilmesindeki neden, Sirius A ve Sirius B‟nin birbirleri
etrafında bir ekseni esas alıp yaylar çizerek dönmeleridir. Bu durumda eksen
ok, dönüş şekilleri yay olarak sembolize edilmiştir (Salt, Çobanlı 2001: 478).
47
e) ROMA ve SİRİUS KÜLTÜRÜ
Roma uygarlığının harcı, yerleşik kültürü benimsemiş halk ile Yunan
uygarlığıyla olan ilişkilerinden dolayı Yunanlılardan etkilenmiş göçebe İtalik
halkları ve Etrüsk kabilelerinin MÖ 12. yy‟da birleşmesiyle karılmıştır ve bu
farklı toplulukların kültürleri bir araya toplanmıştır (Şenel 2009: 729). İtalikler
ile yerleşik köylülerin karışımından “Latin” dediğimiz topluluk oluşmuştur.
Romalılar
uygarlıklarını
kurarken
denizde
Fenikelilerden,
karada
Yunanlılardan etkilenip örnek almışlardır (Şenel 2009: 731-732).
Roma‟nın temelleri hakkında bilgi edinmek için en önemli kaynak,
Romalı ozan Vergilius‟un (MÖ 70-19) derleyip yazıya geçirdiği “Aeneas
Destanı”dır. Destanda aşk tanrısı Venüs ile Troyalı bir ölümlünün oğlu olan
Aeneas isimli bir kahraman vardır. Destan Aeneis‟in, Troya Savaşı‟nın
hemen sonrasında Troya‟nın yıkılması üzerine yeni bir ülke kurmak üzere
önce Kartaca‟ya (Fenikelilerin bulunduğu bölgeye) sonra adı
başta
bilinmeyen ancak ileride İtalya olduğu ortaya çıkan bölgeye yaptığı cüretkar,
zor ve uzun yolculuğu anlatmaktadır. Destanda Vergilius, Sirius ile ilgili
şunları söylemiştir: “Köpek yıldızı, o yakıcı köpek yıldızı ki kuraklık ve hastalık
getirir; marazlı insanlara doğar, yükselir ve üzer insanı tekinsiz ışığı ile.”9
Roma, Vergilius‟un anlattığı Aeneas isimli kahramanın soyundan gelen
Etrüsklerden Alba Longa kralı Numitor‟un kızı Rhea Sylvia ile savaş tanrısı
Mars‟tan olduğu söylenen Romus ve Romulus isimli ikizler tarafından MÖ
753‟te kurulmuştur (Şenel 2009: 730). MÖ 509‟a kadar “Roma Krallığı”, MÖ
27‟ye kadar “Roma Cumhuriyeti” olarak tarihi seyrini sürdüren Roma
uygarlığı
9
için
Ceaser‟ın
www.astrologyanalyst.com
“emperator”
unvanını
alması
ile
“Roma
48
İmparatorluğu” dönemi başlamıştır ve bu imparatorluk, MS 476‟da Batı Roma
İmparatorluğu‟nun Germen kabileleri tarafından yıkılmasına kadar “Roma”
ismiyle varlığını sürmüştür (Şenel 2009: 732).
Romalılar gerçek anlamda mitoloji yaratmamışlardır. Efsaneleri başka
uluslardan, özellikle de Yunanlılardan alınmadır (Estin 2007: 204). Bu
nedenle Roma mitolojisi için “Yunan mitolojisinin bir devamıdır.” denilebilir.
Roma‟nın geleneksel tanrı heykelleri zaman içerisinde Yunan tanrılarının
heykellerini örnek alan bir görünüm kazanmıştır. Roma mitolojisindeki çok
eski tanrılar, Yunan mitolojisinin etkisiyle silinmiştir ve bazı tanrı ve tanrıçalar
da Yunan mitolojisi ile birleşmiştir. Örneğin Zeus, Roma tanrısı Jüpiter‟in
karşılığıdır. Zeus dışında örnek vermek gerekirse “Hera-Juno”, “PoseidonNeptunus”, “Hades-Pluton”, “Afrodit-Venüs”, “Demeter-Ceres”, “AthenaMinerva”, “Ares-Mars”, “Kronos-Saturnus” şeklinde iki mitolojinin tanrı ve
tanrıçalarının birleştiği görülmektedir (Estin 2007: 215).
Romalıların Sirius ile olan ilişkisinin en önemli noktası, Romus ve
Romulus ikizlerinin doğumlarından sonra yaşadıkları olayda gizlidir. Alba
Longa kralı Numitor‟u devirip krallığı ele geçiren Numitor‟un kardeşi Amulis,
Romus ve Romulus‟u sorgun dallarından bir sepet içinde Tiber Irmağı‟na
bırakır. Daha bebek olan Romus ve Romulus kardeşler sular alçalınca
ırmağın kıyısına takılır ve onları bir “dişi kurt” bulup kurtarır. Bu kurt
tarafından emzirilip (Bkz. Resim 10) Faustulus adında bir çoban tarafından
büyütülen ikizler, Amulis‟i öldürerek Numitor‟u tekrar tahta geçirip Roma
Krallığı‟nı kurar (Şenel 2009: 730). Sirius yıldızının kurt ile olan ilişkisinin en
açık örneği olan bu anlatma, tezimizin “Türk mitolojisi ile Sirius İlişkisi”
bölümünde çok benzer bir örnek ile tekrar karşımıza çıkacak ve orada detaylı
bir şekilde incelenecektir.
Romalılar Sirius‟un helyak doğuşunu her yıl 25 Nisan civarında bir
günde kutlamıştır. Bu kutlamada Sirius için bir köpek kurban etme söz
49
konusudur (Holberg 2007: 32). Bu köpek kurban etme ritüeli muhtemelen
Yunan halkının Sirius‟un zararlı etkilerini yok etmek için yaz başında Sirius‟a
ve Zeus‟a köpek / kurt kurban etme ritüellerinin bir devamı şeklindedir.
Romalı tarihçi Livy, Constantine‟in ordularına bir defasında bütün
askerler tarafından görülen ve kendilerine yol gösteren parlak, sanki alev alev
yanan gümüş renkli bir cisimden söz etmektedir (Gerçeksever 2000: 31).
50
f) MEZOPOTAMYA ve SİRİUS KÜLTÜRÜ
Mezopotamya adı, geçmişle ilgilenen ve insanlığın yaşadığı zorlu
serüvenin aşamaları konusunda soruları olan herkes için parlak uygarlıkları
ve bu uygarlıkların ürettikleri görkemli eserleri çağrıştırır. Mezopotamya, Antik
yazarların Fırat ve Dicle nehirlerinin arasında kalan günümüzdeki Irak
topraklarının bir bölümünü tanımlamak için, mesos (orta) ve potamos (ırmak)
sözcüklerini birleştirerek ürettikleri bir addır. Başlangıçta bu bölgenin tek bir
adı yoktur; Güney bölümü Sümer ve sonrasında ünlü Babil kentinden dolayı
Babilonya, kuzey bölümü ise Asur ülkesi olarak anılmıştır. Günümüzde ise
Mezopotamya adı kuzeyde Toros Dağları, güneyde Basra Körfezi, doğuda
Zargos Dağları ve batıda da Suriye Çölü tarafından çevrelenen bir alan için
kullanılmaktadır. Gerçekte Mezopotamya‟nın kesin hatlarla belirlenmesi
mümkün olmayan kültürel sınırları, batıda Suriye Çölü‟nü Fırat Vadisi
boyunca aşarak Filistin ve Lübnan Dağlarına, güneyde de İran üzerinden
doğuya doğru genişlemektedir. Mezopotamya bir coğrafi terim olmakla
birlikte verimli toprakları ve uygun iklim şartları sayesinde çok eski
zamanlardan beri yoğun göçe sahne olduğu için burada gelişen Sümer,
Akad, Babil, Asur ve Pers gibi uygarlıklardan günümüze ulaşan birleşik
kültürel bir kimliği de ifade etmektedir (Köroğlu 2009: 11-12). Sümerlerin MÖ
3200 yıllarında geliştirdikleri çivi yazısı, Ön Asya‟da üç bin yıla yakın bir süre
boyunca Akad, Asur, Babil, Pers, Hitit ve Urartu gibi birçok toplum tarafından
kullanılmıştır. “Yaratılış” ve “Tufan” gibi tek tanrılı dinlerle günümüze taşınan
anlatılar, yazılı kanunlar; matematik, tıp, fal, büyü; en erken heykeller,
kabartmalar, mücevherler ve küçük el sanatları; teknolojiyi işaret eden
çömlekçi çarkı, araba tekerleği, saban, yelkenli tekne, yapı kemeri, tonoz;
planlı kentleşme ve anıtsal yapıların inşası; sulu tarım, uzak bölgelere ticaret
ve “imparatorluk” düşüncesinin gelişmesi, Mezopotamya bölgesinin ne
51
derece güçlü medeniyetlere ev sahipliği yaptığının birer kanıtıdır (Köroğlu
2009: 13-14).
Fırat ve Dicle nehirlerinin hayat verdiği Mezopotamya‟da yaşananlar,
Ön Asya‟daki tüm eski uygarlıkların gelişme sürecini etkilemiş ve zaman
zaman da bu süreci doğrudan yönlendirmiştir. Mezopotamya‟nın verimli
topraklarında yaşayan insanların yaşam biçimi ve refah düzeyi birçok
topluluğun bu bölgeye ilgi duymasına neden olmuştur (Köroğlu 2009: 33).
Kentleşme, mimarlık, sanat anlayışı, din ve yazı sistemleri gibi alanlarda
ortaya çıkan öncü düşünce ve uygulamalar, ticaret ve siyasal ilişkilerin
sonucunda Suriye, Anadolu ve İran gibi bölgelere ulaşmış ve buradaki
uygarlıkların oluşumuna katkıda bulunmuştur (Köroğlu 2009: 7).
İnsanlığın ilk uygar toplumu, MÖ 5000 dolaylarında “Sümer” denilen
Aşağı Mezopotamya‟ya ait bir medeniyettir. Sümerlerin Sümer‟e inişlerinden
önceki yaşamları tarihin karanlıklarından çıkarılamamıştır; ama Zargos
Dağları‟nın bulunduğu Elam (İran‟ın güneybatı dolayları) yönünden göçerek
Basra Körfezi‟ne doğru inip göçebe çoban toplulukları halinde Eridu‟ya
geldikleri, burada yerleşik çiftçi topluluklarla ilişkiler kurdukları, burayı kente
dönüştürdükleri ve uygar topluma bu şekilde geçtikleri araştırmacıların görüş
birliğine vardığı noktalardır. Sümerlerin yerleşik hayata geçmeden önceki
göçebe çoban geçmişlerinin ipuçları dillerinden, yazılarından, mitoslarından
ve
ikonografilerinden
sağlanmıştır
(Şenel
2009:
357-361).
Sümerler
oluşturdukları kentlerde, her biri güçlü ve kendi yöneticilerine sahip kent
devletlerinde yaşamıştır. Aşağı Mezopotamya‟da on sekizi büyük, otuz beş
kadar kent ve kasabanın bulunduğu bilinmektedir. En önemlileri arasında
Sippar, Kiş, İsin, Nippur, Lagaş, Ur, Uruk ve Eridu sayılabilir. Sümer kentleri
zenginleşip geliştikçe çekim merkezi haline dönüşmüş ve çoğunluğunu Sami
kökenli toplulukların oluşturdukları Mezopotamya çevresinden birçok göç
almaya başlamıştır. Kentlerin her biri surlarla çevrilidir ve merkezlerinde
yüksekçe bir tepe üzerine yerleştirilmiş bir tapınak (ziggurat) yer almaktadır.
52
Tapınaklar, Mezopotamya‟da sosyal yaşamın merkezleridir (Köroğlu 2009:
65-66).
Mezopotamya‟da Sümerlerden sonraki dönem, Akadların dönemimidir.
(MÖ 2350-2150) Akadların anavatanları ve Mezopotamya‟ya geliş tarihleri
konusunda kesin veriler yoktur. Yüzlerce yıl boyunca gruplar halinde
Suriye‟nin Mezopotamya‟ya yakın kesimlerinden gelip güneyin bereketli ve
zengin kentlerine yerleştikleri anlaşılmaktadır. Akadlar egemen bir güç haline
gelinceye kadar Sümer kent kültürünü özümsemiş ve kendi katkılarıyla
birlikte bu kültürün sonraki toplumlara aktarılmasında önemli rol oynamış
Sami kökenli bir topluluktur. Sümerlerin düşüşe geçtiği dönemde yükselme
göstererek Mezopotamya‟daki medeni gelişimin öncüsü olmuş ve iki yüz yıl
kadar tarih sahnesinde kalmayı başarmıştır (Köroğlu 2009: 75-76). Aldığı
yoğun göçler, ekonomik denge bozukluğu ve başkentleri Agade‟nin yıkılışı
üzerine Akadlar yavaş yavaş tarih sahnesinden silinmiştir.
Akadlardan sonra Ur kentini yönetimi altına alan Ur sülalesi, MÖ 21122000
tarihleri
devralmıştır.
arasında
“Sümer
ve
Mezopotamya‟da
Akad
ülkelerinin
Sümer
kralı”
ve
Akad
unvanlı
mirasını
Ur-Nammu
döneminden itibaren yaklaşık yüz yıllık dönem boyunca Ur sülalesi,
Mezopotamya‟nın en büyük siyasal gücü haline gelmiştir. Ancak Suriye‟den
alınan göçler ve Elam akınları ile devlet zayıflamış ve Ur sülalesinin elinden
yönetim alınmıştır. Elam akınları sırasında Ur kenti yıkılmış, tapınaklar tahrip
edilmiş ve tanrı heykelleri İran‟a götürülmüştür. Bu olay siyasal anlamda bir
dönüm noktası oluşturmuş ve Mezopotamya‟daki Sümer egemenliği sona
erdirilmiştir (Köroğlu 87-89).
Ur sülalesinden sonraki süreçte Mezopotamya‟nın Asur kenti,
yönetimde üç ayrı dönem şeklinde varlık göstermiştir: Eski Asur (MÖ 18131741), Orta Asur (MÖ 1365-1050) ve Yeni Asur (MÖ 1012-609). Asur, Dicle
Nehri‟nin batı kıyısında, adını baş tanrıları olan Asur‟dan alan bir kenttir. Eski
Asur, döneminin önemli ticaret ve kültür merkezlerinden biri olmuş; 7. yy‟a
53
kadar da bu özelliğini sürdürmüştür (Köroğlu 2009: 101). Orta Asur
döneminde hem Suriye‟nin kuzeyi hem de Mezopotamya‟nın güneyi iç
kesimlere kadar genişletilmiş ve Asurlar bölgenin en güçlü devleti olmuştur
(Köroğlu 2009: 132). Bu dönemin sonuna doğru Asur‟un dış dünya ile bağları
büyük
oranda
kopmuş;
devlet,
insanların
temel
ihtiyaçlarını
karşılayamayacak kadar zayıflamıştır. Yeni Asur dönemi, devletin zayıflığının
giderilmesi ve kaybedilen toprakların yeniden ele geçirilmesi ile başlamıştır.
Bu dönem, Asur‟un en başarılı dönemlerindendir. MÖ 612 - 609 tarihlerinde
güçlerini yitiren Asurlular, Medlerin saldırıları sonucu yıkılmıştır (Köroğlu
2009: 153-154).
Mezopotamya‟daki Babil dönemi ise Sami toplumlarının yoğunlaştığı
kentlerden olan Babil‟in yönetimde söz sahibi olması ile başlar. Yönetimdeki
güçleri bakımından Eski Babil (MÖ 1894-1595) ve Yeni Babil (MÖ 625-539)
şeklinde iki döneme ayrılabilecek olan Babil esas ününü, sülalenin altıncı
kralı olan Eski Babil kralı Hammurabi‟ye borçludur. Hammurabi döneminde
Babil, Sümer ve Akad mirasına sahip olmuş ve bütün bölgeye adını vermiştir
(Köroğlu 2009: 107). Yeni Babil döneminde Sami kökenli olan Kalde
topluluğu Babil kültürünü benimsemiş ve şeyhleri siyasi iktidarsızlık
döneminde Babil yönetimini ele geçirmiştir (Köroğlu 2009: 198). Bu dönem
Babil kenti yeni baştan düzenlenmiştir ve bu kent, gıpta ile bakılan bir kent
olmuştur. Babil Kulesi ve Babil‟in Asma Bahçeleri gibi ünleri dilden dile
dolaşan yapılar bu dönemde inşa edilmiştir. Babil bu dönemde edebiyat,
sanat, astronomi, matematik ve tıp gibi alanlarda yetişmiş bilge insanlarla
dolmuştur. Fakat Hint-Avrupa kökenli bir toplum olan Persler güçlenerek
İran‟da iktidarı ele geçirmiş ve Mezopotamya üzerine akınlara başlamıştır.
MÖ 539‟da Babil‟i ele geçiren Persler, bu coğrafyada Mezopotamya kökenli
devletlerin egemenliğine de son vermiştir (Köroğlu 2009: 202-203).
Persler tüm Mezopotamya‟da ve çevresinde denetimi ele geçirmiştir
ama yerel krallıklara ve kültürlere de saygı göstermiştir. Babil‟deki inançlara
ve geleneklere büyük önem vererek kısa sürede halkın üzerinde bir denetim
54
kurmayı başarmış, bu arada yeni eyaletler kurarak kendi sistemlerini de
bölgede uygulamaya başlamıştır. Mezopotamya mirasını yadsımamış olan
Persler, tersine bölgedeki tapınakları ve diğer önemli yapıları onararak
buradaki birikimin sürmesine katkıda bulunmuştur. Mezopotamya‟daki Pers
yönetimi MÖ 331 yılına kadar sürmüştür (Köroğlu 2009: 208-209).
Mezopotamya mitolojisi, Sümer temelli olmakla birlikte bu zamana
kadar anlattığımız Akad, Asur, Babil ve Pers medeniyetlerinin izlerini taşıyan
ve bölgenin aldığı sürekli göçlerle, yaşadığı akınlarla beslenen çok kültürlü bir
mitolojidir. Mezopotamya mitolojisine ait kayıtların geniş bir tarih dilimine
yayılması; malzemenin çeşitlilik göstermesi, bir öykünün farklı bölgelerde ve
farklı dönemlerde ele alınarak çeşitli versiyonlarının ortaya çıkması gibi
sonuçlar doğurmuştur (Black, Green 2003: 13). Mezopotamya coğrafyasında
anlatılan öyküler hem yazılı hem de sözlü bir biçimde Sümerlerden sonra
Akad, Asur, Babil ve Perslerde de tekrarlanmaktadır (Köroğlu 2009: 70).
Tanrı ve tanrıça isimlerinin bazıları ile kahramanların isimleri değişse de
“Yaratılış”, “Tufan” gibi anlatmalar birbirinin aynıdır. Örneğin Asur‟da baş tanrı
Asur, Enlil ve Ninurta tarafından seçilmiştir (Köroğlu 2009: 182) ve Asurlular
Sümer, Akad ve Babil‟in önemli tanrılarına saygı gösterip bu tanrıları
kutsamıştır (Köroğlu 2009: 189). Bu noktadan hareketle, Mezopotamya
coğrafyasında görülen Sirius ile ilgili inanışların ve anlatmaların ilk olarak
Sümerlerde başladığını ve diğer Mezopotamya medeniyetlerinin de Sirius
konusunda Sümer‟i tekrar ettiğini düşünmek mümkündür.
Sümer mitolojisi hakkında bilinenler genellikle, MÖ üçüncü bin yılın
sonuna doğru Sümerleri ele geçiren ve Sümer öykülerini ve efsanelerini
kendi mitlerinin gelişimi için kaynak ve çekirdek olarak kullanmış olan
Babillerin geniş oranda değiştirdiği, düzelttiği ve bir anlamda tahrip ettiği
varyantlardan elde edilmiştir (Kramer 2001: 64). Sümer çiviyazısı öncesi
resimyazısında,
tanrıların
tanrı
oldukları
bir
yıldız
simgesi
ile
resmedilmektedir. Yıldıza tanrı sembolü olacak kadar önem vermelerinde
göçebelik dönemleri sırasında göçleri için yön saptamada yaşamsal önem
55
taşıyan sağlam bir yıldız bilgisi edinmiş olmaları söz konusu olmalıdır.
Yerleşik düzene geçince de bu bilgileri ile bir tarım takvimi oluşturmuş; ekim,
biçim, taşkın zamanlarını gökyüzündeki yıldızların değişen dizilimlerine göre
az çok doğrulukla saptayabilmişlerdir. Bu sayede üretimde başarı sağlayıp
üretici güçleri geliştirebilmişlerdir. Yıldızlar ile ilgili bilgileri veren “astronom
rahipler”, gökteki yıldızların uzaktan göründükleri gibi birer kor olmadıklarını,
aslında çok büyük, çok güçlü ve çok bilgili canlı varlıklar olduklarını;
kendilerinin de onlarla iletişim kurduklarını söylemişlerdir (Şenel 2009: 408409).
Sümer - Akad kültürü aşağı yukarı Mısır çağdaşıdır. Sümer
metinlerinde “Magan” şeklinde geçen ülkenin Mısır olduğu bilinmektedir
(Temple 1999: 131). Mısır ile Sümer arasında pek çok ortak tanrı isminin ve
ortak noktanın olması bu iki medeniyetin birbirleri ile temas halinde
olduklarını göstermektedir. Örneğin Sümer‟in baş tanrısı olan gök tanrısı Anu,
çakal ile simgelenmektedir ve Mısır‟da da köpek başlı Anubis bulunmaktadır.
İsimlerinin benzerliği gözden kaçmayan bu iki tanrı dışında Sümer‟de Anu‟ya
“An” da denilmektedir ki Mısır‟daki Osiris‟e de “An” denilir (Temple 1999:
151). Hem Anubis hem de Osiris, Mısır‟ın Sirius ile ilişkilendirdiği tanrılar iken
başta Sümer olmak üzere bütün Mezopotamya‟nın gök tanrısı An da
Mezopotamya bünyesinde Sirius ile ilişki kurulabilecek ilk ipucudur. An‟ın kızı
Bau da köpek başlı bir Sümer tanrıçasıdır ve Enlil‟in oğlu olan eşi Ninurta da
yay çekmedeki ustalığı ile tanınır (Bonnefoy 2000: 1059). Temple Bau‟nun,
İsis‟in
Sothis
(Sirius)
kimliğine
denk
bir
köpek
yıldız
kavramının
Mezopotamya‟daki devamı olduğunu düşünmektedir (Temple 1999: 183).
Hava tanrısı Enlil, Mezopotamya‟nın en önemli tanrısıdır. O eylemdir,
soluktur, yaratıcı sözdür. Kaderleri uzak günlere kadar belirleyendir; kendi
kaderini de kendi belirler. Emirleri en yüce, en yüksektir; sözü kutsaldır,
ağzından çıkan söze karşı durulmaz. O olmadan mevsimlerin ahengi olmaz;
ölüm döngülerinde düzen olmaz. Gökte bir tek o hakimdir; Anunna
tanrılarının (An‟ın çocuklarının) en büyüğüdür (Bonnefoy 2000: 583).
56
Sümer‟de Sirius yıldızından “Evrenin yargıcı” olarak bahsedilmektedir (Salt,
Çobanlı 2001: 391) ki göğün tek hakimi, sözünün üstüne söz söylenmez
Enlil ile Sirius ilişkisinde ilk aşama olarak bu bilgi esas alınabilir niteliktedir.
Tanrıların babası ve evrenin kralı olduğu kabul edilen Enlil‟in yerden göğü
ayırdıktan sonra, tavanını ve duvarlarını ışıksız göğün, yerini kara toprağın
oluşturduğu evinde kendini zifiri karanlıkta yaşar bulduğu söylenir (Kramer
2001: 13). Bu bize Sirius B‟nin bir ak cüce olduğunu ve artık sönerek Sirius
A‟nın yörüngesine çekilip karanlığa gömüldüğünü hatırlatmaktadır. Enlil için
yazılmış yüz yetmiş kıtalık ilginç bir ilahi mevcuttur. Bu ilahide Enlil‟in evinin
bir yıldız - ikametgah olduğu söylenmektedir ki bu bizim Sirius bağlantımızı
doğrular niteliktedir:
…………..
Enlil, senin sözün uzaklara erişir ve senin sözün kutludur,
Sen takdiri değişmez bir tanrısın, kaderleri hep sen yazarsın,
Senin yükseltilmiş gözün ülkeleri tarar
Senin yükseltilmiş ışığın tüm ülkelerin kalplerini gözler
Enlil, sen o beyaz makamında,
O yüce makamında sere serpe oturmaktasın
………….. (Temple 1999: 183-184)
An,
kızı
Bau
ve
oğlu
Enlil
dışında
Sirius
ile
yakından
ilişkilendirilebilecek bir grup Sümer ve Akad tanrısı olan ve “kraliyet kanından
olanlar” manasına gelen Anunnakiler‟in de babasıdır. “Anuna / Anunnaki”
sözcüğü erken dönem metinlerinde, özellikle Sümer‟e ait metinlerde, ilk
doğan ve özel adlarla farklılaştırılmayan eski tanrıları adlandırmak için
kullanılmıştır (Black, Green 2003: 31). Anunnaki, Akadçada “gökten yere inen
elli” demektir (Salt 2010: 114). Anunnakiler kadere hakim oldukları söylenen
elli refakatçi ilahtır. Anunnakilerin sayısının elli olması bizi, Antik Yunan‟da
açıkladığımız “elli” sayısı ve Sirius ilişkisine götürür. Sirius A ve Sirius B‟nin
birbirleri etrafındaki dönüşlerini elli yılda tamamlamaları ile Anunnakilerin
sayısının elli olması bizim için bir diğer önemli ipucudur. Ayrıca onlara
“refakatçi ilahlar” denilmesi de Sirius B‟nin Sirius A‟ya refakat ettiği şeklindeki
57
tanımlamaları hatırlatmaktadır. Anunnakiler, Sümer‟de bir “yay yıldızı” ile
ilişkilendirilir ve bu ilahlar, “Tanrılar Meclisi” denilen bir mecliste oturmaktadır.
Sümer yaratılış mitosunun temelini teşkil ettiği Enuma Eliş Babil Yaratılış
Destanı‟nda Anunnakilerin, Yay Yıldızı denilen bir kardeşlerinin olduğu ve
Tanrılar Meclisi‟nde Anunnakilerin tam ortasında oturduğu bilgisi yer
almaktadır. Bu durumda bu Yay Yıldızı, An‟ın kızıdır. Enuma Eliş‟te şöyle bir
bölüm yer almaktadır:
………….
Elli büyük tanrı yerlerini aldılar.
Yedi kader tanrısı (gökteki) üç yüzü yerleştirdi.
Enlil yay(ını, silah)ını kaldırdı ve (onu) önlerine koydu.
Tanrılar, babaları, yaptığı işe baktılar. Ne kadar özenli biçildiğini
gördüler.
Yaptığı işi çok takdir ettiler.
(Onu) kaldırıp Anu, Tanrılar Meclisi‟nde şöyle konuştu, yayı
öptü ve “O benim kızım!” dedi.
Yayın isimlerini şu şekilde sıraladı:
“Uzun odun ilkidir, ikincisi ...dır
Üçüncü adı Yay Yıldızı, göklerde ışıldasın istedim.”
Bir yer tayin edip tanrılar, onun kardeşleri, …
Anu Yay‟ın kaderini buyurduktan
Ve tanrıların önüne yüksek kraliyet tahtını yerleştirdikten sonra,
Anu Tanrılar Meclisi‟ndeki yerine oturdu.
…………. (Temple 1999: 170-171)
Mısır‟daki İsis de tıpkı buradaki Yay Yıldızı gibi göklerdeki beyaz bir
kraliyet tahtında resmedilmektedir. İsis de Mısır‟da gök tanrının kızıdır. Bunun
yanı sıra An‟ın Yay Yıldızı‟na verdiği ilk isim olan odun, Mısır‟da “sept”
demektir ki bu isim, Mısır‟da Sirius yıldızı için kullanılan isimlerdendir. Kısaca
Yay Yıldızı, tıpkı Mısır‟daki İsis gibi, Sirius A ile aynıdır. Bu iki medeniyet
58
arasındaki benzerlik ise tesadüfi olamayacak kadar yakındır (Temple 1999:
171).
Mezopotamya‟da muhtemelen Babil zamanında özellikle gökyüzü
tanrıları için “İgigu” adının kullanılmasından sonra Anunnaki terimi daha
ziyade yer altı dünyası için kullanılmaya başlanmıştır (Black, Green 2003: 3132). Mezopotamya mitolojisinin ortak tanrılarından yedi tanesi de Anunnakiler
olarak bilinir ama bu yedi Anunnaki, alt dünyaya aittir. Bütün metinlerde
“kaderi belirleyen yedi alt dünya tanrısı” olarak geçerler. Alt dünyanın yedi
odasının yedi kapısı bulunmaktadır ve bu yedi Anunnaki her bir kapının
ardındadır; yedi odanın da kapısı birbirine açılmaktadır. Hem Sümer‟de hem
de Mısır‟da astronomik anlamda önem teşkil eden bir bilgiye göre her tanrının
kendi “on günlük” dönemi ya da haftası vardır. Mısırlılar Sirius‟un yetmiş
günlük kayboluşunu onar günlük yedi haftaya bölmüştür ve her bir haftanın
bir tanrısı vardır (Temple 1999: 171-173). Bu durumda bu yedi Anunnaki
tanrının “alt dünya”da olmasından kasıt büyük ihtimalle, Sirius‟un ortadan
kaybolduğu yetmiş günlük dönemdir ve tıpkı Mısır‟daki gibi bu yedi
Anunnaki‟nin de kendine ait, onar günden oluşan birer haftası mevcuttur.
Burada yine karşımıza Mezopotamya - Mısır ilişkisi çıkmaktadır.
Sümer medeniyetinin doğduğu sırada İran Körfezi yakınlarında son
derece garip bir varlığın ortaya çıktığından söz edilir. Bu varlığın ayakları ve
yüzü insan gibidir. Bu varlık, Mezopotamya‟nın ilkel toplumlarına onların
dilleriyle hitap etmiştir. Onlara buğday ekmeyi, akıllarından geçenleri
yazmayı, sayı saymayı, kentler kurarak bunları yönetmek için kurallar
meydana
getirmeyi
ve
gökteki
yıldızları
gözlemlemeyi
öğretmiştir
(Gerçeksever 2000: 29). Mezopotamya‟ya ait çok eski yazıtlarda şöyle yazar:
O günlerde ve hem de ondan sonra
Yeryüzünde Nefilimler vardı
İlahların oğulları insan kızlarına
Vardıkları ve bu kızlar onlara
59
Çocuk doğurdukları zamandı…
Onlar Olam‟dan olan Kudretlilerdi
Ve Şem halkıydı.
Şem, Sümer‟de “gök cismi” demektir. Nefilimler ise “dünya dışı”
kökenli olup Sümer piktografik10 metinlerinde “Marduk” olarak geçen bir
gezegenin adıdır. Kadim dünyanın hemen hemen bütün halkları, Marduk‟un
Dünya‟ya periyodik olarak belirli dönemlerde yaklaşmasını alt üst oluşların,
büyük değişimlerin ve yeni çağların göksel bir işareti olarak görmektedir.
Marduk‟un yaklaşmasının, güçlü kütle çekim etkileri ile yağmurlara ve sellere
yol açacağı düşünülmüştür. Sümerler, Marduk‟u gözlemleyerek onun
yaklaşma rotasını çıkartmışlardır: Tek başına gökleri geren odur ve en
yüksek Orion‟a ve Sirius‟a ve Güneş‟in burç evlerine varan odur
(Gerçeksever 2000: 45-47).
Tarihteki ilk yazılı destan olma özelliğini taşıyan ve Mezopotamya
kültürünün anlatıldığı en önemli eserlerden olan Gılgamış Destanı‟nda da
Sirius‟un izlerine rastlanmaktadır. MÖ 5000‟lerde Sümer kent devletleri
üzerinde egemenlik kuran Uruk kentinin yöneticisi olan Gılgamış, üçte ikisi
tanrı üçte biri insan olan yapısı ile tanrısal kökenli bir kahramandır. Destanda,
Aruru isimli bir tanrıça, Gılgamış‟a karşı Endiku isimli çok güçlü birini yaratır.
Sümer şiirlerinde Endiku genellikle Gılgamış‟ın uşağı ve yol arkadaşıdır.
Akad destanlarında da Endiku, Gılgamış‟ın arkadaşı ve yoldaşı olarak geçer
(Black, Green 2003: 73). Endiku, Gılgamış‟ı yenmek için Aruru tarafından
yaratıldıktan sonra (Gılgamış ile tanışmadan önce), bir avcı Endiku‟yu görür
ve çok korkar. Babasına giderek Endiku‟nun güçlülüğünü anlatır ve şöyle der:
“Gökten inen yoğun „cevher‟e benzer. Gücü büyüktür.‟ Gılgamış da rüyasında
ağır bir yıldız ile karşılaşır ve tüm çabasına rağmen onu kaldıramaz. Bu
rüyayı her konuda ilim sahibi olan annesi Ninsun‟a anlatırken yıldızın ona
10
Piktografi: Düşünceleri resim veya semboller aracılığı ile anlatan ilkel yazı sistemine verilen ad
(www.wikipedia.org).
60
gökten indiğini söyler. Destanın bu bölümü eski bir Sümer tabletinde şu
şekilde verilmiştir:
………..
Gılgamış yatağından kalkar ve
Düşlerini anlatmaya başlar, annesine şöyle der:
“Anam, dün gece bir düş düşledim.
Gökte yıldızlar vardı;
Yıldızlardan biri üstüme indi, sanki
Göklerin ev sahibinin özü
İtelemeye çalıştım fakat olmadı
………… (Ramazanoğlu 1998: 53)
Bu parçanın yukarıdaki Sümer – Asur versiyonundan çok daha eski bir
Babil versiyonu vardır ve bu versiyonda Gılgamış, yıldızın gök tanrısı Anu ile
ilişkili olduğunu belirtir:
…………
Gılgamış rüyasını anlatmaya yeltenip annesine şöyle dedi:
“Anam, dün gece pek mutluydum
Asillerin arasında yürüdüm,
Gökte yıldızlar belirdi
Anu‟nun yıldız özü bana doğru alçaldı
Kaldıracak olduysam da çok ağırdı; kımıldatmak istediysem de
olmadı.
……….. (Ramazanoğlu 1998: 54)
Gılgamış, bu iki farklı versiyona ait Sirius ile ilgili olarak aldığımız
destan bölümlerinde, yıldızın “kudretli öz” olduğunu ve çok ağır olduğunu
belirtmiştir. “Anu‟nun yıldız özü”, “ev sahibinin özü” şeklinde tasvir edilen
yıldızda özellikle “öz” kelimesinin kullanması bizi, “öz”ün tıbbi metinlerde
“yoğunlaşma, cevher” demek olduğunu sonucuna götürebilir (Temple 1999:
61
181). Sirius B küçük olmasına karşın çok ağır bir yıldızdır; bir santimetreküpü
otuz üç ton gelmektedir ve yeryüzündeki en ağır elementtir. Astronomlar
Sirius B‟nin evrim geçirmiş bir element ya da “yoğun demir”den oluştuğunu
söylemektedir. Bu durumda bu kudretli, yoğun özden kasıt Sirius B olmalıdır
ki “Anu‟nun yıldız özü” şeklindeki ifade de bizi daha önce bahsettiğimiz Osiris
- An ilişkisine götürerek de Sirius B‟nin An ile olabilecek olan ilişkisini
doğrulamaktadır.
Gılgamış Destanı‟nda ayrıca Gılgamış‟ın elli isimsiz yoldaşından
bahsedilmektedir (Bu elli yoldaş, Babil versiyonlarında çıkartılmıştır). Elli
mina ağırlığında11 zırhı olan Gılgamış, Magan gemisinde “rahimden çıkanlar”
olarak ifade edilen elli kürekçi yoldaş ile birlikte anlatılmaktadır (Salt 2010:
114). Bu elli kürekçi de muhtemelen Sirius A ile Sirius B‟nin yörünge
sürelerine ait ve Mezopotamya ile ilişkili yeni bir ipucudur.
Mezopotamya tarafından sanata yapılmış en önemli katkılardan biri
silindir mührüdür (Kramer 2001: 69). Mezopotamya‟da, Uruk döneminde (MÖ
4000-3100) Neolitik çağdan beri kullanılan baskı mühür yerini, büyük oranda
silindir mühürlere bırakmıştır. Değerli ve yarı değerli taşlar silindir biçimine
getirilip ortası delindikten sonra üzerlerine hayvan, bitki, günlük yaşama
ilişkin sahne veya mitolojik sahne motifleri kazınmıştır (Köroğlu 2009: 52). Bu
silindir mühürlerindeki yıldız, köpek, yay ve ok motifleri Mezopotamya ve
Sirius arasındaki bağlantıyı resmetmeleri bakımından çok önemlidir. Örneğin
bir Sümer silindir mühründe elinde yay ile Gılgamış tasvir edilmektedir. Asur,
Pers ve Hitit gibi medeniyetlerin silindir mühürlerinde, üzerinde güneş
şeklindeki bir yıldızı temsil eden bir dairenin her iki yanına kartal kanatlarının
eklenmesi ile oluşturulan “kanatlı yıldız” motifine rastlanmaktadır. Işınlı bir
yıldıza sahip olan bu kanatlı daire (kanatlı disk)12 bazı arkeologlara göre
11
Mina: Asur, Babil ve Hitit gibi uygarlıkların aynı adla kullandıkları bir ağırlık ölçüsüdür. 1
mina=500 gr. 50 mina = 500 × 50 = 25000 gr = 25 kg (Salt 2010: 114).
12
Kanatlı daire (Kanatlı disk) : Büyük olasılıkla köken itibariyle Mısır’dan gelme bir semboldür.
Mezopotamya’da önceleri güneşe benzerliğinden dolayı “güneş diski” şeklinde kullanılmıştır; fakat
güneş diskinin içindeki yıldız dört köşelidir (Black, Green 2003: 150). Kanatlı disk resmedilirken
62
Sirius‟u simgelemektedir. Hititlerde bu kanatlı yıldız motifine “çift yay” gibi
başka motifler de eklenmiştir ki yay da Sirius sembollerinden biridir (Salt
2010: 190-191). Bir Mezopotamya silindir mühründe üç uçlu oku (yabayı),
yayı ile fırlatan ilahın yanında üç dilli, kanatlı bir köpek bulunmaktadır (Salt
2010: 224). Sirius‟un helyak doğuşunu gösteren bir Babil silindir mühründe
Sirius, Yay Yıldızı olarak gösterilmiştir (Temple 1999: 130). Asur – Babil
medeniyetlerinde sadece Yay Yıldızı değil, aynı zamanda Kak-si-sa / Kak-sidi (okun hedefe varması; Ok Yıldızı) adı ile de anılan Sirius (Bkz. Resim 14),
“denizin sularını ölçen” ve “yolları açan” yıldız olup tanrılar şampiyonu
Ninurta‟ya özdeş kılınmıştır. Tanrı Ninurta, kötü tesir gücüne sahip tüm kötü
varlıklara boyun eğdirecek kudrettedir (Salt 1984: 71).
Silindir mühürlerin dışında steller13 de Mezopotamya ve Sirius ilişkisi
için önemli birer kanıttır. Örneğin Akad krallarından “Evrenin Kralı”, “Dört Bir
Yanın Hükümdarı” ve “Agade‟nin Kralı” gibi büyük unvanlara sahip olan ve
adının önüne çiviyazısı ile “tanrı” işaretini koyduran Naram-Sin, stelinde
kendisini yalnızca ilahi varlıklara özgü bir simge olan çift boynuzlu bir
başlıkla, elinde bir yay ve okla betimletmiştir (Köroğlu 2009: 82). Bu stelin en
dikkat çekici yanlarından biri Naram-Sin‟in başının üzerinde duran ve birer
daire içerisinde ışınlarını saçar şekilde resmedilen iki yıldızdır. (Bkz. Resim
11) Diğer kültürlerde ve Mezopotamya medeniyeti içerisinde daha önce de
tasvir edilen bu iki yıldızın, Sirius A ve Sirius B olması kuvvetle muhtemeldir.
(Bkz. Resim 12)
Mezopotamya‟ya gelerek Mezopotamya kültürünü kendi kültürleri ile
birleştiren Perslerin geleneklerinde de Sirius‟tan, “Ok Yıldızı” ve “Yay Yıldızı”
dışında bir de “Köpek Yıldızı” olarak söz edilmektedir (Temple 1999: 522).
Plutark, Köpek Yıldız Sirius‟un bir Pers tasvirinden bahsetmiştir. Bu tasvirde
dörtten fazla köşeli ve çift olarak resmedilmektedir ki bu da Sirius A ve Sirius B çift yıldızını
simgelemek için kullanılmış olabileceğini doğrular niteliktedir.
13
Stel / stela: Dikilmiş, yüksekliği eninden uzun yekpare bir taştan oluşan bir yapıttır. Sözcük
Yunanca stele yani "(dikili) duran blok"tan gelir. Ahşap olan stellere de rastlanmaktadır
(www.wikipedia.org).
63
bir yumurtayı oluşturan dizili elli tanrıyla çevrili olan “ışık tanrısı”, “karanlık
tanrı” ile yumurtada buluşur. Işık tanrısı Oromazes, saf ışıktan doğar.
Karanlık tanrısı Areimanius ise karanlıktan doğar. Bu iki tanrı sürekli olarak
münakaşa içerisindedir. İkisi de yirmi beşer tane tanrı yaratır ve bu tanrılar bir
yumurtaya konur. Sonra Oromazes kendini üç kat büyütür ve Güneş‟ten,
yeryüzü kadar uzak bir mesafeye giderek gökleri yıldızlara donatır. Tüm
diğerlerinden önce yumurtaya bir yıldızı bekçi ve muhafız olarak yerleştirir ki
bu yıldız, Köpek Yıldızı‟dır (Salt, Çobanlı 2001: 391). Yani elli tanrılı yumurta,
Sirius A ve Sirius B‟nin elli yıllık yörüngesidir ve Köpek Yıldızı da Sirius‟tur.
Mezopotamya‟da köpek, ilahi bir simge olarak ilk önce Babil döneminin
başlarında ortaya çıkmıştır ve Babil son bulana kadar da sürmüştür.
Kudurruların14 üzerindeki yazılar köpeğin, iyileştirme tanrıçası ve doktorların
koruyucusu Gula‟nın (Sümer‟deki Bau‟nun karşılığı) simgesi olduğunu anlatır.
Girsu‟da bulunan Babillere ait küçük bir köpek figürü Gula‟ya adanmıştır ve
İsin‟deki Gula tapınağında pek çok köpek figürü bu ilişkinin tarihinin Babillerin
ilk dönemine kadar uzandığını kanıtlamaktadır. MÖ 600 dolaylarında Gula
tapınağının kapılarına altından, gümüşten ve bronzdan köpek heykelcikleri
bırakıldığı belirtilir. Babil döneminin mühür tasarımlarında köpek çoğunlukla
bazen tahta çıkmış bir tanrıçanın yanında otururken bazen de yanında
tanrıça olmadan tek başına otururken görülmektedir. Asur‟un ve Babil‟in son
dönemlerinde oturan veya ayakta duran köpek, özellikle herhangi bir tanrıyla
ilişkilendirilmeksizin büyülü bir koruyucu figür olarak da kullanılmıştır.
Mezopotamyalılar için köpek ailesi sadece köpeği, kurdu, çakalı ve sırtlanı
değil aynı zamanda aslanları da kapsamaktadır ve aslan, Mezopotamya
mitolojisinde en çok adı geçen hayvandır (Black, Green 2003: 130-131).
14
Kudurru: Üzerlerinde genellikle hükümdarlığı ilgilendiren toprak satışlarının ve bağışlarının yazılı
olduğu geniş, parlatılmış taşlardır. Bu taşlar Mezopotamya’nın sadece güney kesiminde bulunmuştur.
Daha çok tapınaklarda yer almaktadır (Black, Green 2003: 131). Kassit kudurruları üzerine Sirius
yıldızının simgesi olarak dikey durumda bir ok resmedilmiştir (Black, Green 2003: 166).
64
g) ÇİN ve SİRİUS KÜLTÜRÜ
Çin üzerine yapılan çok sayıda araştırmaya rağmen Çinlilerin kökeni
tam olarak saptanamamıştır. Kim oldukları ve nereden geldikleri hala
bilinmemektedir. Var olan kanıtlar Çin halkının başka bir yerden göç ettiğini
göstermektedir. Sahip oldukları Batı gelenekleri onların Batı‟dan Çin‟e
göçmüş olabileceği sonucunu ortaya koymaktadır (Werner 2008: 9). Çin‟e
yapılan göç aşamalı olmuştur ve muhtemelen bu göç Batı‟dan (Akadya,
Elam) ya da Orta Asya‟dan (Doğu Türkistan) Sarı Nehir‟in kıyılarına giden yol
izlenerek gelişmiştir (Werner 2008: 10). Yerleşik düzene geçtikleri ilk yerleri
bulana dek Sarı Nehir‟in kıyısında ilerledikleri varsayılmaktadır (Werner 2008:
11). Çinliler bu göç yolunu takip ederek kuzey ya da kuzeybatıdan Çin
sahasına girmiştir ve ilk gelenler, Çin sahasında bulunan yerlileri; sonradan
gelen grup da kendisinden bir önceki grubu göç boyunca güneye itmiştir
(Werner 2008: 10). Göçler sırasında Çin sahasında bulunan ve güneye itilen
yerliler,
göçmenler
üzerinde
belirgin
fiziksel,
zihinsel
ve
duygusal
değişikliklere neden olarak Çin ırkı üzerinde derin etkiler bırakmışlardır
(Werner 2008: 13).
Çin tarih geleneğinde Çin uygarlığı, MÖ 3000 dolaylarına dek
indirilebilen bir tarihten başlatılır (Şenel 2009: 541). Çin uygarlığı, Çin‟in
kendine özgü üretimi değil; pek çok topluluğun çok geniş bir yığının kültürel
çalışmalarının bir sonucu, zamanda ve mekanda geniş bir şekilde çeşitlenmiş
ve türlü çevrelerden bir araya toplanmış fikirlerin bir birleşimidir. Dünyanın
hiçbir ülkesinde, kültür süreçlerinin Çin‟dekinden daha fazla etki altında
kaldığı görülmemiştir (Mackenzie 1996: 7-8). Çin mitolojisine ve arkeolojisine
ait
bulgular,
Yakındoğu‟da
çoktan
yaşanmış
kültürel
değişimlerin
Uzakdoğu‟ya geç ulaştığının reddedilemez kanıtlarıdır (Campbell 1998:455).
Bir tarım uygarlığı olup geneli sarı ırktan (mongoloid) oluşan Çin halkı,
65
göçebe toplulukların akını ile değişik kültürlerden insanlarla tanışmış ve
çeşitlenmiştir (Şenel 2009: 537). Bu uygarlık, Kuzey Çin ve Güney Çin olmak
üzere iki farklı yapıda gelişmiştir. Nüfusun büyük çoğunluğu Güney Çin‟dedir.
Buna karşın siyasal erk, uygarlığın başından beri Kuzey Çin topluluklarının
tekelinde olmuştur. Başkentler hep Kuzey Çin‟de kurulmuştur (Şenel 2009:
538).
MÖ 3000‟lerden itibaren Çin‟in tanrı krallarca yönetildiği söylenir. Tanrı
sayılmayan ilk egemenlerin soyu Hsia Hanedanı dönemi ile başlar (MÖ 2000MÖ 1500) Daha sonra Şang, Çu, Tsin ve daha birçok hanedanlık sırasıyla
Çin‟i yönetmiştir (Şenel 2009: 542). Çin‟de yerleşik yaşama ve uygarlığa
geçiş döneminde (yaklaşık 1400‟ler), Şang hanedanı zamanında “göğün
yeryüzü vekili” ideolojisi imparatorlukta benimsenip gelişmiştir. Bu öğretiye
göre gök, yeryüzü ve insan arasında karşılıklı bir etkileşim vardır (Campbell
1998: 470) ve Çin atalarının ruhlarının da üstünde bir Gök Tanrı
bulunmaktadır. Gökyüzünün yönetimi bu Gök Tanrı‟nındır. Şang hanedanlığı
döneminden kalma bir Çin ilahisinde şöyle denilmektedir: “Egemenliği onun
büyüklüğünden aldık, refahımız göklerden gönderiliyor; bereket dolu verimli
yıllar …” (Campbell 1998: 464) Gök Tanrı, yeryüzünün yönetimini oğlu edinip
vekili olarak atadığı bir hükümdara bırakmaktadır. Düzensizliğin giderilmesi
için Gök Tanrı tarafından erdemli ve yetenekli bir hükümdar seçilir ve bu
hükümdar “Gök‟ün oğlu” olur (Campbell 1998: 482). Hükümdarın görevi
yeryüzünün vekili olabilmek için gereken erdemlere sahip olmak ve
yeryüzünde kurallara uymayanları, iyilikleri ve kötülükleri Gök Tanrı‟ya
bildirmektir. Şang hanedanının son hükümdarı “Gök‟ün oğlu” olmanın
gereklerini yerine getirememiştir. Bu yüzden Gök Tanrı, vekilliğini Şang
hanedanından alıp bir sonraki hanedanlık olan Çu hanedanlığına vermiştir
(Şenel
2009:
547).
Çin‟de
hanedanlıkların
değişimi
bu
şekilde
gerçekleşmektedir. Astrolojiye önem veren Çin‟de yıldızların birbirlerine göre
konumlanışından, imparatorun Gök Tanrı‟nın vekilliğini hak edip etmediği
anlaşılmaktadır. Çin inancına göre yıldızların konumlanışı iyi ise, yeryüzünde
işler iyi gider; eğer yıldızlar kötüyü işaret eder biçimde konumlanırsa
66
yeryüzünde işler kötü gider ve bu, Gök Tanrı‟nın bu imparatoru vekilliğe layık
görmediğindendir. İmparatorun isteği dışında gelişen gök olaylarından da
(tufan, sel, deprem, fırtına, taşkın, kuraklık vb.) bu durumdan imparator
sorumlu tutulur (Şenel 2009: 562).
Çin‟de üç din ya da Konfiçyusçuluk, Budizm ve Taoculuk adlarıyla
yerli bilim adamlarının belirttiği gibi “üç öğreti” bulunmaktadır (Mackenzie
1996: 248). Bu üç öğretinin amaçlarının aynı olduğu ve aslında bir bütünü
oluşturdukları
düşünülmektedir.
Bu
nedenle
üç
öğretinin
kurucuları
birleştirilmiş ve onlara aynı sunakta ibadet edilmiştir. Çinliler, kendisine en
fazla yararı olan öğreti sahibinin yolundan gitmiş; fakat diğer öğreti
sahiplerine de sonsuz saygı duymuştur (Werner 2008: 85).
Çin halkı hayal gücünden yoksun bir halk değildir; ama onların zihinleri
tüm dünyaya yayılan ve ölümsüz olan mitler üretememiştir. Dünyanın en
büyük edebi başyapıtları arasında gösterilen ve o ülkedeki yerlilerin
yaşamlarının önemli bir kısmını oluşturan destanlar Çin‟de yoktur (Werner
2008: 56). Bunun sebeplerinden biri, Çin‟in her zaman kendi içine kapanık ve
dış etkilere karşı barışçıl bir toplum olmuş olmasıdır. Çin halkı yerleşik
düzende, huzurlu, refah içerisinde yaşayarak çok acı çekmemiş ve çok
sayıda kanlı savaş yaşamamış olduğu için kendisine savaşan kahramanlar
yaratma ihtiyacı hissetmemiştir. Bu sebeplerin yanı sıra Çin‟de mitolojik
açıdan yoksunluğun en gerçekçi sebebi, Çinlilerin tarihi üzerinde muazzam
bir
etkiye
sahip
olan
Konfiçyusçuluğun
doğaüstü
olaylar
hakkında
konuşulmasını tasvip etmiyor olmasıdır (Werner 2008: 50). Konfiçyus‟un bu
tavrı ile Çin‟de zengin bir mitolojinin oluşması daha en baştan engellenmiştir.
Buna rağmen insan doğasının kendisini ifade etmek istediği ve zincirlerini
kırıp atmak istediği dönemler olmuştur. Konfiçyusçuluğun Çin üzerindeki
etkisini kıran şey, doğaüstü yönleri ağır basan ve kimi zaman ülke üzerinde
resmi devlet dini olarak kabul edilecek derecede etkili olan Budizm ve
Taoculuk gibi öğretilere karşı ortaya çıkan eğilimdir (Werner 2008: 51).
Budizm Çin‟e Han döneminde girmiştir (yaklaşık MS 67); fakat mitsel
67
düşünce ve dolayısıyla imparatorluk uygarlığı üstünde etkisi ancak Han
hanedanının devrilmesinden sonraki büyük karışıklık döneminde artmıştır
(Campbell 1998: 498). Toplumun hayal gücüne hitap eden Budizm,
mucizelere olan sevgiyi ve merakı körüklemiştir. Budizm insanlara, yüce
olana ve birbirlerine nasıl ulaşılacaklarını göstermiştir. Kurucusu Buda
erdemli biridir ve onun emirleri, saf ve yaşam boyu yol gösterecek emirlerdir
(Werner 2008: 52). Taoculuğun kurucusu Lao Tzu (MÖ 604) döneminde ise
astrolojik özelliklere sahip mitler dikkati çekmektedir. Bu dönemde yeni
efsaneler ortaya çıkmıştır; ama Lao Tzu yeryüzünün ve gökyüzünün
yaratıcısı, tüm varlıkların kaynağı, tüm eylemlerin ölçüsü, gizemlerin gizemi
olan “tao” yani “yol” kavramı ile ilgilendiği için bu efsanelerin hiçbirini kayda
geçirilmemiştir (Werner 2008: 59).
Astrolojiye önem veren Çin‟in geleneklerinde Sirius yıldızı, “göksel
saray”ın bekçisi “göksel kurt” olarak nitelendirilmektedir (Salt, Çobanlı 2001:
208). Ayrıca Sirius yıldızı, yay ile ifade edilmiştir ve Sirius‟un Çince adı olan
“Hu-Şi”, “yay ve ok” anlamında gelmektedir (Salt, Çobanlı 2001: 394). Çin
mitolojisi anlatmalarına bakıldığında en çok kullanılan motiflerin “yıldız tanrı”,
“kurt - köpek” ve “ok – yay” olduğu açıktır. Sirius ile birebir ilişkilendirilen bu
üç motifi taşıyan anlatmalar dışında Çin mitolojisinde en çok adı geçen mitler,
ejderha mitleridir ki bu mitlerin de Sirius ile bağlantısı bulunmaktadır.
Çin mitolojisinin temel mitlerinden biri olan “yıldız tanrılar”, ülkelerin
temizlenmiş yaratıklarıdır; beyazlıkları, parlaklıkları ve bilgilerinin güzelliği ile
Ay‟ın ve Güneş‟in ışığını geride bırakan bu tanrılardan biri Tou Mu‟dur.
Göksel hükümdarlardan ve bu dünyanın hükümdarlarından önce gelen antik
çağın insan hükümdarlarının annesi olduğu söylenmektedir. Tou Mu, göksel
gizemlerin çoğunu çözmüştür. Yaşam ve ölüm kitaplarının kontrolü ondadır
ve ömürlerini uzatmak isteyenler onun tapınağında ibadet eder. Kuzeyde
yaşayan Chou Yü kralı, onun erdemlerini işitir ve onunla evlenmek ister. Bu
evlilikten dokuz tane erkek çocukları olur. Hep beraber Tou Mu‟nun sarayına
yerleşirler. Tüm yıldızlar bu sarayın etrafında dönmektedir. Dokuz oğlu da
68
yakın yıldızlara yerleşir. Etrafına kutsal bir “ışık” yayan Tou Mu‟nun üç gözü
olduğu ve elinde bir “yay” tuttuğu bilinmektedir. (Werner 2008: 120-121). Bir
diğer yıldız tanrısı da Shou Hsing‟dir ve “Uzun Yaşam Tanrısı” olarak
bilinmektedir. O ortaya çıktığında halk barış içerisinde yaşar; kaybolduğunda
ise savaşlar olur. Onun bulunduğu takımyıldızı, yirmi sekiz takımyıldızının en
başında gelmektedir (Werner 2008: 145).
Çin mitolojisinde yıldız tanrıların oğullarından da bahsedilmektedir. Bu
oğullar, “imparatorluk” ünvanının sahipleridir. İmparator Che, bir yıldız
tanrısının oğludur. Bir gece annesi küçük bir adaya doğru nehirde sürüklenen
ve gökkuşağına benzeyen bir yıldız görür. Gece rüyasına giren bu yıldıza
sahip olduğunu gören kadın, hamile kalır ve Che‟yi doğurur. Che‟den sonra
gelen Chuen-Heugh da bir yıldız tanrının oğludur. Annesi bir yıldızın
gökkuşağı gibi ayın içerisinden geçtiğini tesadüfen görür; hamile kalır ve
oğlunu doğurur. Chuen-Heugh büyük bir bilgedir. İlk kez takvim hesaplarını o
yapmıştır ve gök cisimlerinin yerlerini o kaydetmiştir (Werner 2008: 233).
Çin mitolojisinde Sirius ile ilişkilendirilebilecek motiflerden biri olan
“kurt” motifinin en önemli örneği, MÖ 119‟da Hunlar tarafından büyük bir
yenilgiye uğratılan Tanrı Dağları‟nın sakinleri Wu-Sunlara aittir. Bu anlatıda
Hunlar, bir taarruz neticesinde Wu-Sun kralını öldürmüştür. Onun oğlu Kunmo küçük olduğu için Hun hükümdarı ona kıyamamış ve onun çöle
atılmasını, ölümü ile yaşamının kendi kaderine bırakılmasını emretmiştir.
Küçük Kun-mo, çölde dişi bir kurt tarafından bulunup emzirilmiştir. Bu olayı
uzaktan seyreden Hun hükümdarı, çocuğun kutsal bir çocuk olduğuna
inanarak onu çölden aldırmış ve ona en iyi şekilde bakılmasını emretmiştir.
Çocuk büyüyüp bir yiğit olmuştur. Hun hükümdarı onu ordularından birine
komutan yapmıştır. Gittikçe gelişen ve başarılı olan bu çocuğa gönül
bağlayan Hun hükümdarı, babasının eski devletini ona vererek Kun-mo‟yu
Wu-Sunların kralı yapmıştır (Ögel 2003: 14). Kurdun emzirmesi ile ilahi
genlere sahip olma durumu Sirius ile ilgili daha önce incelediğimiz birçok
mitolojide mevcuttur. Bu durumda Kun-mo, Çin mitolojisinde Sirius
69
tanrılarının veya Sirius‟tan gelen elçilerin soyundan gelmektedir, denilebilir.
Bu efsane bize Romus ve Romulus‟u hatırlatmaktadır. Onları da bir su
kenarında dişi bir kurt bulup emzirmiştir. Dişi kurt tarafından emzirilmiş olma
durumu, Gök tanrının gönderdiği ilahi elçilerin, kahramanların yaşamasını
sağlamasının bir göstergesidir. Bu sayede hayatta kalan çocuklar, ileride
kendi devletlerinin başına geçecektir. Bu bir çeşit Gök Tanrıdan kut alma
şekli olabilir. Bu benzer anlatmalardaki dişi kurt motifinin doğudan batıya mı
yoksa batıdan doğuya mı geçtiği bilinmemektedir; eğer Siriusyen kültür
açısından değerlendirilirse aslında böyle bir geçiş sürecinin olmamış olması
gerekmektedir. Tanrının elçileri olan Sirius varlıkları, Gök Tanrının yardım
etmek istediği milletlerin, ilerlemesini istediği medeniyetlerin doğuşlarında
veya yükselişlerinde ortaya çıkmış ve tanrı yardımlarını kahramanlara bizzat
getirmiş olmalıdır. Siriusyen kültür açısından Orta Asya‟da ve Roma‟da
görülen kurtların bir anlatıdan doğan motifler olduğu düşünülmemelidir.
Çin mitolojisinde yer alan ve Sirius ile bağlantısı olduğuna inandığımız
“köpek” motifinde ise ilginç anlatmalar söz konusudur. Çin mitolojisi, köpek
başlı insanlardan bahsetmektedir. Anlatılardan biri şöyledir: Çin‟in ilk
döneminde kuzeyden güneye doğru göçler yapılırken Çinli bir kabilenin şefi,
kendilerine batıdan saldıran bir kabile ile savaş halindedir. Batıdaki kabile,
Çin kabilesini ağır bir yenilgiye uğratır. Buna çok üzülen kabile şefi, son çare
olarak, düşman kabilenin şefinin başını getirene kızını vereceğini ilan eder.
Sarayda şefin verdiği sözden bahsedilirken komutanlardan bir tanesine ait
olan iyi cins, büyük ve beyaz bir köpek onları duyar. Gece yarısı düşman
kabilenin şefinin çadırına girer ve şefin boğazını ısırır. Kafasını kopararak
ağzında saraya getirir. Şafak sökünce kafayı Çinli şefin ayaklarının dibine
bırakır ve ödülünü bekler. Bu arada başsız gövde, düşman ordusunda öyle
büyük bir dehşet duygusu uyandırmıştır ki ordu çoktan Çin topraklarından
çekilmeye başlamıştır. Çinli kabile şefi, kızını bir köpeğe vermek istemez.
Köpek de “eğer insana dönüşürsem kızınla evlenmeme izin verecek misin?”
diye sorar. Şef kabul eder ve söz verir. Bunun üzerine köpek de büyük bir
çanın altına konulmak ister; iki yüz seksen gün boyunca kimsenin o çanı
70
kıpırdatmamasını ve çanın altına bakmamasını şart koşar. Köpeğin isteği
yerine getirilir; fakat iki yüz yetmiş dokuzuncu gün şef merakına daha fazla
dayanamaz ve çanı hafifçe yan yatırarak altına bakar. Köpek insana
dönüşmüştür; sadece kafası köpek şeklindedir. Son gün şefin çanın altına
bakması ile köpeğin kafası insana dönüşemeden kalır. Şef yaptığına çok
üzülür; ama bir söz vermiştir. Kızı ile köpek başlı adamın evlenmesine izin
verir. Bu evlilikten doğan çocuklar da babaları gibi köpek başlı olur. Bu anlatı
şimdilerde Lei, Chung, Lang ve Pan olmak üzere ayrı soyadları taşıyan dört
ailenin oluşturduğu Jung kabilesinin köpeklere tapmasını açıklayan bir
anlatıdır. Bu kabile köpeğin, batıdan gelen istilacılara karşı zafer kazanan
ataları olduğunu söyler (Werner 2008: 363-365) ve eski Çin takviminin yeni
yılında (şubat ayının ortalarında), büyük bir köpek resmi çizip ona tapar.
Sirius yıldızının gökyüzündeki en parlak gününün 18 Şubat olduğu
hatırlanırsa bu köpek çizme töreni ile Sirius arasında bir bağlantı olduğu
düşünülebilir. Çin tarihi kaynaklarında köpek başlı insanlar ile ilgili bir bilgiye
daha
rastlanmaktadır.
MS
506‟da,
Han
sülalesi
hükümdarlarından
Thangen‟in imparatorluğunun beşinci yılında, Phuan ülkesinde bir adam
deniz seferindeyken rüzgarın sürüklemesi ile bir adaya düşer. Sahile
çıkarken Orta Çin halkına benzeyen adamlar görür; fakat dillerini anlayamaz.
Bu adamların vücutları insan şeklindedir; ama kafaları, köpek kafası
şeklindedir (Candan 2002: 88).
Çin efsanelerinin bazılarında kutsal adalardan söz edilmektedir. Bu
kutsal adaların Doğu Denizi‟nde olduğu söylenir ama bu adalara kolaylıkla
ulaşılamaz; en sığ yerlerinde bile dev dalgalar mevcuttur. Suların yüksek
olduğu zamanlarda adalar tamamen sularla kaplıdır ve görünmez (Mackenzie
1996: 88). Bu adalar, ölümsüzlüğü elde etmiş olanların ya da tekrar
yeryüzünde hayata dönebilmek veya daha üst bir varlık mertebesine çıkmak
isteyenlerin oturdukları yerler olarak tanıtılmıştır (Mackenzie 1996: 98). En
üst varlık mertebesine ulaşanlar kutsal adalardan yıldızlara yükselmektedir.
Bu adalarda ölümsüzlük için hayat bitkisi, hayat iksiri, hayat ağacı, hayat
suyu ve ölümsüzlük meyvesi bulunmaktadır. Bu adalar, ebedi gençlik ve
71
sınırsız mutluluk ile acıdan uzak yerlerdir (Mackenzie 1996: 115). Çin
efsaneleri bu adaları bulmak ve ölümsüzlüğü elde etmek için bu adalara
seferler düzenleyen imparatorlar ile doludur. Bu kutsal adalardan birinde
vücudu kıllarla kaplı beyaz kadınların bulunduğu bir ülke vardır. Bu kadınlar
ilkbahar mevsiminde yıkanmak için nehre girerler ve hamile kalırlar.
Sonbaharda da çocuklarını doğururlar. Başlarındaki saçlar öylesine uzundur
ki yerlere kadar uzanır. Göğüs yerine boyunlarının arkasında beyaz tüylü
organları vardır. Buradan çocuklarını besledikleri bir sıvı gelir. Bazı anlatılara
göre bu kadınların kocaları yoktur; ama bu kadınların kocalarının olduğunu
savunan bir tarihçinin kayıtlarına göre, bir zamanlar bir Çin teknesi fırtına ile
bu kutsal adaya sürüklenmiştir. Mürettebat kıyıya çıkmıştır ve adadaki
kadınları görmüştür. Bu kadınlar Çin‟deki kadınlara benzemektedir; ama
kocalarının başları köpek başı şeklindedir ve onlar, köpek havlaması gibi
sesler çıkartmaktadır (Mackenzie 1996: 103).
Çin mitolojisindeki kutsal adalarda oturan aziz kadınların “K‟ilin” adı
verilen ve köpeğe benzeyen bir ejderhanın sırtında bulutların arasında
dolaştığına dair bir anlatma mevcuttur
(Mackenzie 1996: 131). Çin
mitolojisinin en önemli motifi olan ejderha, Çin düşüncesinde suyun, gök
gürültüsünün, bulutların ve yağmurun tanrısı, nimetlerin habercisi, kutsal
insanların sembolü ve büyük imparatorların atalarıdır. İmparatorların
yeryüzünde kutsal sayılmaları gibi ejderhalar da yeryüzünde imparatorluğun
gücünün kutsal sembolleridir. Çin ejderha-tanrıları; genç ya da yaşlı bir
adam, sevimli bir genç kız ya da çirkin bir yaşlı kadın, bir fare, bir yılan, bir
balık, bir köpek, bir ağaç ya da bir alet gibi değişik şekillerde ortaya
çıkabilmektedir (Mackenzie 1996: 50). Ejderhalar insan, hayvan ya da insan
sesiyle konuşan bir balık şekline girdiklerinde, bu durum insanlar için bir
şansa dönüşmektedir; çünkü ejderhalar, kızgın olduklarında ya da yanlış
yapılan bir şeyin intikamını almak istediklerinde şekil değiştirmemektedir.
Bundan dolayı, biçim değiştirmiş bir ejderha oldukça zararsız sayılmaktadır
(Mackenzie
1996:
96).
Ejderhalar,
kendilerini
görünmez
yapabilme
yeteneğine sahiptir (Werner 2008: 180). Mavi, beyaz, kırmızı, siyah ve sarı
72
olmak üzere beş ayrı renkte olabilen ejderhalar ile Sirius‟un bağlantısı, mavi
ejderha üzerindendir. Çin geleneklerinde senenin ilk ayının on beşinde
bambu, keten bezi ve kağıttan yapılmış bir ejderha, resmi geçit ile baharın
gelişini kutlamak için sokaklarda dolaştırılır. Bu ejderhanın, kafası baharın
başlarında bir yıldız gibi yükseklere çıkan gök mavisi ejderha olduğu söylenir
ve baharın başlarında göklere yükselen bu mavi yıldızın da Sirius olduğu
bilinmektedir (Mackenzie 1996: 63).
Çin mitolojisindeki deniz ejderlerinin tanrıları, denizin derinliklerindeki
saraylarda ve yer altı dünyasında yaşamaktadır. Bu tanrıların sayısı beştir.
En yücesi ortada yer almaktadır; diğerleri kuzey, güney, doğu ve batıda
bulunmaktadır. Her biri muazzam ölçülere sahiptir. Gökyüzüne ve denizin her
yanına ulaşabilecek güçlerin de sahibi olan bu beş tanrının tüylü kuyrukları
ve tüylü ayakları vardır. Alınları, alev alev yanan gözlerinin üzerinde bir çıkıntı
oluşturmaktadır. Suyun yüzeyine çıktıklarında tüm okyanus kabarır; tufanlar,
hortumlar ve seller oluşur. Havada kanatsız uçtuklarında rüzgarlar inler,
yağmurlar yağar ve gök kubbe uğuldar. Bu beş tanrı ölümsüzdür. Birbirleri ile
konuşmadan birbirlerinin düşüncelerini, planlarını ve dileklerini bilebilen bu
tanrılar yılda bir kere diğer tanrıların çıkmaya cesaret edemedikleri
gökyüzüne çıkıp yüce yöneticiye hesap vermektedir (Werner 2008:181). Sui
hanedanının kurucusu Kao Tsu‟nun egemenliğinin on birinci yılının altıncı
ayında gökyüzünde beş tane güçlü kuvvetli insan belirmiştir. Üzerlerinde beş
değişik renkte cüppe vardır ve her biri elinde beş değişik nesne tutmaktadır.
Kao Tsu, tarihçisi Chang Chü-yen‟e bu adamların kim olduğunu sormuştur.
Tarihçi de bunların beş yönün beş gücü olduğunu söylemiştir. Bu beş kişi
yıldızlardan gelen tanrılardır. Onlar, keskin zekaları ve aldıkları eğitim ile
ünlüdür (Werner 2008: 208-210). Bu beş tanrı bize Mısır beşlemesi olan ve
Sirius ile birlikte isimleri anılan İsis, Osiris, Set, Neftis ve Horus‟u
hatırlatmaktadır.
Çin mitolojisinde kurt ve köpek motifine geri dönüldüğünde “göksel
kurt” Sirius‟un bir başka şeklinin, “göksel köpek” olarak da karşımıza çıktığı
73
görülmektedir. Çinli ailelerin evlerinde Chang Hsien adlı birinin resmi asılıdır.
Bu beyaz yüzlü, uzun sakallı adam yanında küçük oğlu, elinde ise “Göksel
köpek”i vurduğu “ok ve yay”ı ile resmedilir. (Bkz. Resim 13) Bu köpek, Sirius
yıldızı (Köpek yıldızı)‟dır. Eğer ailenin kaderi bu yıldızın altında ise ailenin
erkek çocuğu olmayacak ya da olsa bile çok uzun süre yaşayamayacaktır.
Chang Hsien, çocuk bekleyen kadınların koruyucusudur. Sung hanedanı
zamanında çocuk isteyen kadınlar ona adaklar adamıştır. Sung hanedanının
imparatoru bir gece rüyasında beyaz tenli, siyah saçlı ve elinde bir yay
taşıyan çok yakışıklı bir delikanlı görmüştür. Bu delikanlı ona: “Göksel Köpek
yıldızı gökyüzünde Güneş‟in ve Ay‟ın önüne geçiyor. Yeryüzünde ise
çocukları yiyor. Ona engel olan tek şey benim varlığım.” demiştir. Uyanınca
imparator rüyasındaki delikanlının bir portresini yaptırmıştır. Portrenin
duvarlara asılmasını emrettiği için o günden sonra aileler evlerine bu resmi
asmıştır ya da levhalara “Chang Hsien” yazıp asmıştır (Werner 2008: 151).
Bu mitte göksel köpeğin olumsuz bir yanı verilmiş olmasına rağmen aslında
Çin mitolojisinin tamamında göksel köpek olumsuz olarak yer almaz. Örneğin
maymun peri Sun Hou-tzu, Çin mitolojisinde tüm kötülüklere yatkın olan
insan doğasını temsil eder. Elinde demir bir asa tutmaktadır ve bu asa, her
amaç için kullanılabilir. Sun Hou-tzu‟nun yaptığı saygısızlıklar tüm tanrı ve
tanrıçaları
kızdırmıştır.
Hakkında
yakalanıp
saraya
getirilme
emri
çıkartılmıştır. Onu yakalayabilmek için verilen bütün uğraşların sonunda onu
zapt edebilen göksel köpek olmuştur (Werner 2008: 288).
Çince karşılığının “yay ve ok” manasına geldiğini söylediğimiz Hu-Şi
yani Sirius ile Çin mitolojisindeki yay ve ok anlatmaları arasında bağlantıların
kurabilmesi mümkündür. Çok sayıda yay ve ok mitine sahip olan Çin
mitolojisinin Sirius ile ilişki kurulabilecek yay ve ok anlatmalarının başlıcaları
şunlardır:
İmparator Yao‟nun hükümdarlığının on ikinci yılında (MÖ 2346‟da),
Yao ve Huai-yang bir gün sokakta yürürken elinde yay ve ok taşıyan bir
adam ile karşılaşırlar. Bu adam Ch‟ih-chiang Tzu-yü‟dür. İmparatora yetenekli
74
bir “okçu” olduğunu ve rüzgarın kanatlarında uçabildiğini söyler. Onun doğru
söyleyip söylemediğini anlamak isteyen imparator ona, yakınlardaki bir dağın
tepesinde bulunan bir çam ağacına (Çin‟de çam ağacı kutsaldır) okunu
atmasını ve sonra da havada süzülerek gidip oku geri getirmesini söyler.
Ch‟ih-chiang Tzu-yü imparatorun dediklerini yapar. Bu mucizeleri gören
imparator da ona “Shen I” yani “Kutsal Okçu” adını verir (Werner 2008: 153).
Bir gün Shen I, Kao-liang‟a doğru giderken nehrin yükseldiğini görür. Her yeri
su basmıştır. Shen I, suya bir ok atarak suyun kaynağına doğru geri
çekilmesini sağlar. Selin içerisinde beyaz bir ata binen, yanında bir düzine
kadar yardımcısı olan, beyaz kıyafetler içerisinde bir adam görür. Hemen ona
doğru okunu savurur. Ok adamın sol gözüne gelir ve adam hemen kaçmaya
başlar. Adamın yanında “Heng O” adında genç bir kız bulunmaktadır. Shen I,
su perisinin kız kardeşi olan bu kızın saçına da bir ok atar. Kız, hayatını
bağışladığı için Shen I‟ya teşekkür eder ve eşi olmak istediğini söyler. Bu
olaylar imparatora iletildikten sonra evlilik gerçekleşir. Üç ay sonra imparator
Shen I‟dan Tung-t‟ing yılanını öldürmesini ister. Shen I, yılanın sol gözüne
attığı bir ok ile onu öldürür (Werner 2008: 153). Daha birçok olayda
kahramanlıklar gösteren Shen I, Okçu Yi ile de aynı kişidir. Gılgamış‟ın
ölümsüzlüğün ilacına ulaşmak istemesi gibi Shen I‟da ölümsüzlük ilacının
peşinden gitmiştir. Shen I, ölümsüzlüğün hapına sahip olmayı başarmıştır
ama hapı yanlışlıkla karısı Heng O içmiştir.
No-cha da Çin mitolojisinde en çok adı geçen kahramanlardan bir
tanesidir. Çok uzun boylu, üç başlı, dokuz gözlü, her birinde sihirli birer silah
tutan sekiz ele sahip, ağzından mavi bulutlar çıkartan bir adam olarak tarif
edilmiştir. Onun sesi ile gökyüzünün titrediği ve dünyanın temellerinin
sarsıldığı söylenir. Dünyayı rahatsız eden iblislere boyun eğdirmek onun
görevidir. No-cha bir gün bir kuleye tırmanır ve tırmandığı yerde çok güzel bir
yay ve üç gümüş ok bulur. Oklar sihirlidir ve üzerlerinde şöyle yazmaktadır:
“Gökleri titreten ok.” (Werner 2008: 269-270).
75
MÖ 1122 yılında Chou hanedanı başa geçmeden önce savaşlar olur
ve pek çok yarı tanrı bu savaşlarda taraf tutar. Kimi eski hanedan için kimi ise
yeni hanedan için savaşır. Bunlar muhteşem güçlere sahip harika
yaratıklardır. Diledikleri zaman biçimlerini değiştirebilen, kafalarının ve
uzuvlarının sayısını arttırabilen, görünmez olabilen, burun deliklerinden gaz
veya alev çıkartabilen ve sadece tek bir söz ile başka canavarlar yaratabilen
yarı tanrılardır. Bu savaşlar o kadar çetin geçer ki, ok kusan karanlık bulutlar
alışıldık görüntüler haline gelir. Savaşan tarafların kafalarına gökyüzünden
silahlar yağar, toprak sarsılır ve gökyüzünün direkleri sallanır. Bu savaşçı
tanrılardan bir tanesi de Chun T‟i‟dir. Üç tane yüze sahip olduğu söylenen
Chun T‟i‟nin savaştaki görevi, K‟ung Hsüan‟ı dua edilen yere götürmektir.
K‟ung Hsüan bu fikre karşı çıkar ve ikisi arasında bir dövüş olur. Chun T‟i bir
anda ışık saçan bir yay tarafından kavranır ve havaya kaldırılır. Bir ateş
bulutu içerisine girer ve yeniden ortaya çıktığında kol ve baş sayısı artmış ve
ellerinin her birine güçlü tılsımlar verilmiştir (Werner 2008: 277-278).
Çin mitolojisinin tıp, astroloji, askerlik bilgesi; birçok tekniğin mucidi
“Sarı İmparator”u Houang-Ti bir “yay”a sahiptir. Bir gün Houang-Ti bir
ejderhanın sırtında uçarken yayını düşürür. Aşağıdaki halk çığlıklar atarak bu
yayı toplar. Bu olaydan sonra bu yaya “karganın sesi” denilir. Burada
karganın sesi ile anlatılmak istenen, Güneş‟i temsil eden bir dut ağacında
gerçekleşen bir olaydır. Bu ağacın dalına karga konduğu zaman ağacın dalı
yere kadar eğilir; karga da uçmaya cesaret edemeyip bağırmaya başlar.
Karganın konduğu dal kesilip yay yapılır. Bu nedenle Houang-Ti‟nin yayına
“karganın sesi” denilmiştir. Çin mitolojisinde bu anlatı ile ilişki kurulabilecek
bir anlatı daha mevcuttur. Bir Çin mitine göre on tane güneş, on tane de ay
vardır. Bu on güneş, kargalar tarafından temsil edilmektedir. Bu kargalar
güneşsi dut ağacının dallarına tüner ve her biri sırası gelince ortaya çıkar.
Günün birinde on karga birden aynı anda ortaya çıkınca insanlar on güneşin
ısısı ile adeta yanmak üzereyken Okçu Yi (Shen I), kargalardan dokuzunu
okları ile düşürerek dünyayı kurtarır - Okçu Yi‟nin babasının da mükemmel bir
okçu olan güneşsi bir varlık olduğu söylenmektedir - (Bonnefoy 2000: 349).
76
Çin mitolojisinde Güneş ve Ay tutulması korkulan bir durum olarak
geçmektedir. Çin halkı bu durumdan kurtulmak için şeytan çıkarma törenleri
düzenler. Bu törenlerde davullar çalınır ve tehlikede olan Güneş‟i ve Ay‟ı
kurtarmak için gökyüzüne ok fırlatılır. İşte bu ritüelin temeli, Okçu Yi‟nin
güneşi temsil eden dut ağacındaki kargaların üzerine ok atması şeklinde Çin
mitolojisinde yer almaktadır (Bonnefoy 2000: 641).
Çin mitolojisinde Güneş tutulması ile ilgili bir mit daha vardır ki o mite
göre de Güneş‟i göksel bir kurt ya da köpek yutmuştur (Bonnefoy 2000: 349).
77
h) HİNT ve SİRİUS KÜLTÜRÜ
İlk uygarlıklar içerisinde Mısır uygarlığından hemen sonra Hindistan‟ın
İndus ve Ganj (Hint) uygarlıkları gelmektedir. İndus kıyılarında MÖ 7000‟den
beri yaşadıkları bilinen neolitik köy toplulukları bulunmaktadır. MÖ 3000
dolaylarında Mezopotamya coğrafyasından geldikleri düşünülen göçebe
topluluklar İndus kıyılarına yerleşerek burada İndus uygarlığının temellerini
atmıştır (Şenel 2009: 492). Mezopotamya Vadisi ile İndus Vadisi arasında
hem güneyden deniz yolu ile hem de kuzeyden kara yolu ile mal değişimi
yapıldığının da kanıtları mevcuttur. Yazı, ikonografi, ölçü ve tartı gibi değerler
(özellikle Sümer) Mezopotamya‟dan gelen göçebe topluluklar sayesinde
İndus uygarlığına kazandırılmıştır; ama İndus uygarlığı, Mezopotamya
coğrafyasında kullanılan yazı dilini kullanmamıştır. Bu uygarlığın kendisine ait
bir yazı dili vardır ve bu yazı dili bugün hala çözülememiştir. Bu nedenle
İndus uygarlığının nasıl ortaya çıktığı ve nasıl yok olduğu tam olarak
bilinememektedir. İndus uygarlığı ile ilgili yazılı belgeler kullanılamadığı için
eski yorumlardan hareketle bu uygarlık tanınmaya çalışılmıştır (Şenel 2009:
493-496). Bugün İndus uygarlığının kültürü ile ilgili bilgilenebileceğimiz en iyi
görsel kaynak bu uygarlığa ait mühürlerdir. Bu mühürlerde inanılmaz
doğallıkta ve güzellikte hayvan figürleri mevcuttur (Şenel 2009: 505). İndus
uygarlığı ortadan kalktıktan sonra bu mühürler de uygarlığa ait yazı dili de
Ganj uygarlığına geçememiştir; ama sözlü kültür İndus uygarlığından Ganj
uygarlığına, oradan da bugünkü Hint ve Pakistan‟a kadar gelebilmiştir. Tabii
ki bu kültürel ögelerin kimlerle ve hangi yollarla getirildiğini kesin olarak
bilmek mümkün olamamıştır (Şenel 2009: 507).
İndus uygarlığı, Aryan (Ari) adı verilen ve Hint-Avrupa dili konuşan bir
Doğu Akdeniz kavmi tarafından son bulmuştur ve bu kavim üç yüzyıl
boyunca Kuzey Hindistan‟da sürekli olarak yer değiştirmiştir. Aryan kavmi, üç
78
yüzyıl sonra Ganj Vadisi‟ne yerleşip Ganj uygarlığının temellerini atmıştır.
Hintlilerin ünlü Mahabharata Destanı‟nda “kentler yıkan” bu soylu kabilenin,
çiftçi topluluklar üzerinde egemenlik kurarak Hint-Avrupa dillerini ve kültürünü
Hindistan‟a getirdiği belirtilmiştir (Şenel 2009: 510). Aryan kavmi fethettikleri
topraklara kendi dinsel düşüncelerini yaymaya başlamıştır. Bu düşünceler
doğa güçlerini (yağmur, rüzgar, ateş vb.) kişileştiren bir grup tanrıyı da
içermektedir (Rosenberg 2003: 514) Ganj uygarlığı bu kavimden sonra
imparatorluğa
doğru
ilerlemeye
başlamıştır.
MÖ
268‟de
Maurya
İmparatorluğu‟nun başına geçen Asoka ile Budizmi tanımıştır. Budizm,
uygarlık içerisinde barışı sağlamış ve şiddetin dozunu azaltarak hoş görüyü
arttırmıştır (Şenel 2009: 510). Daha sonra Budizm, Brahmacılığın etkisi ile
Hindistan‟dan kovulmuştur. Brahmacılık da zamanla yerel inanışlarla
birleşerek çok tanrılı ve sihirsel bir gücü olan Hinduizm biçimini almıştır.
Hint uygarlığının kültürü, inanç sistemi ve Hint mitolojisi ile ilgili bugüne
kadar gelmeyi başaran belirli kaynaklar mevcuttur. Bunların başında Vedalar
gelmektedir. Veda, “bilgi” demektir. Veda metinleri, kutsal yapıtlardır; bu
metinlerin bir tanrı yapıtı olduğuna, yaratılmadan var olduklarına, ölümsüz ve
bozulmaz olduklarına inanılmaktadır (Bonnefoy 2000: 443). Vedaların,
tanrıların ve evrenin gelişim sürecini başlatan gizil, yaratıcı ve ezeli heceleri
içerdikleri ileri sürülmektedir (Campbell 1998: 226). Ezber yolu ile kuşaktan
kuşağa aktarılan Vedalara ait en eski şiirlerin, Aryan kavminin Hindistan‟a
girişi ile eş zamanlı olduğu düşünülmektedir. Bu durumda Vedaların temel
biçimlerini MÖ 1500‟lerde almış olmaları mümkündür (Bonnefoy 2000: 443).
Dört büyük Veda bulunmaktadır: Rig Veda, Yajur / Yacur Veda, Sama Veda
ve Atarva Veda. Rig Veda destanlar ve lirik şiirler şeklinde, özel eğitimden
geçen bilge kahinler tarafından yazılmıştır ve bu kahinler bu eserde ve diğer
Vedalarda, evrenin birtakım kuvvetlerle dolu olduğunu anlatmaya çalışmıştır
(Candan 2009: 164). Rig Veda‟da bulunan tanrılar, tanrıçalar ve yaratıklar,
Hint mitolojisinin temellerini oluşturmaktadır. Yajur / Yacur Veda ve Sama
Veda, kurban ritüelleri ile ilgilidir. Kurban dualarını ve bu duaların nasıl
seslendirileceğini anlatan kitaplardır. Atarva Veda ise büyü sırlarını ve
79
ritüellerini kapsamaktadır. Atarva Veda‟nın mitolojik açıdan önem sırası Rig
Veda‟dan hemen sonra gelmektedir. (Kaya 1997: 17).
Hint uygarlığına ait diğer bir kaynak Brahmanalardır. MÖ 1000 - MÖ
800 tarihleri arasında ortaya çıktığı düşünülen bu metinler, Yajur / Yacur
Veda ve Sama Veda gibi kurban törenleriyle ilgilidir. Bir diğer kaynak, Hint
felsefesi ile ilgili temel kaynak olan Upanişadlardır. MÖ 900‟lerde yazıldığı
düşünülen on sekiz Upanişad mevcuttur. Upanişad metinleri de tıpkı Vedalar
gibi kutsal metinlerdir. Bu metinlerin mitolojik açıdan çok zengin oldukları
söylenemez. Hint kaynaklarından bir diğeri olan Puranalar ise tarihi ve felsefi
konuların, belli konulardaki ritüellerin ve pratik hayata ait bilgilerin verildiği bir
eserlerdir. MS 9. - 10. yy‟larda derlenip yazıya geçirildiği düşünülen on sekiz
Purana mevcuttur ama bu Puranaların sözlü olarak ortaya çıkış tarihleri
bilinmemektedir. Puranalar, Rig Veda‟da ve Brahmanalarda anlatılan bazı
efsaneler ve sonradan ortaya çıkan yeni öyküler ile çok zengin bir mitolojik
malzemeye sahiptir. Bu eserlerde Veda tanrıları, epik tanrılar, ermişler ve
soyları; cennet, cehennem, yaratılış; kehanetler ve daha birçok konu
hakkında mitolojik anlatmalar yer almaktadır (Kaya 1997: 18-20). Hint
mitolojisi konusunda en önemli kaynaklardan biri de Ramayana Destanı‟dır.
MÖ 200 - MS 400 yılları arasında yavaş yavaş yazıya geçirildiği tahmin
edilen bu destan 24.000 beyit ve yedi kitaptan oluşmaktadır. Bu destanı
toplam 100.000 beyit ve on sekiz kitap ile yine mitolojik yönden çok zengin
olan Mahabharata Destanı takip etmektedir (Kaya 1997: 18-20).
Hint mitolojisi çok geniş ve karışık bir mitolojidir. Vedalardaki tanrılar
ve kahramanlar, inanç sistemleri değiştikçe şekil ve isim değiştirmeye
başlamıştır. Bu da büyük bir karışıklığa sebep olmuştur. Bir tanrının birden
çok ismi ve lakabı mevcuttur. Bunun yanı sıra yeniden dünyaya geliş
(reenkarnasyon)
görüşüne
sahip
olduktan
sonra
tanrıların
veya
kahramanların bir başka tanrı veya kahraman şeklinde tekrar tekrar doğmaya
başladığı gözlemlenmektedir. Bu durumda hangi tanrının önceki hayatında
80
hangi tanrıya karşılık geldiği, hangi kahramanın hangi tanrının avatarı 15
olarak yeryüzüne inmiş olduğu detayları incelenmeden Hint mitolojisini
anlamak mümkün değildir.
Hint mitolojisinin temelinde İndra ve üç büyük tanrı olan Vişnu,
Brahma ve Şiva mevcuttur. İndra, Hint mitolojisinin en eski ve en büyük
tanrısıdır. Bir hava tanrısı olan İndra aynı zamanda Aryan kavminin de savaş
tanrısıdır. Her zaman kuraklıkla ve karanlıkla mücadele etmiştir. Kuraklığı
yenerek yağmuru, karanlığı yenerek aydınlığı getirmiştir. Elinde yere doğru
çarptığı “vacra” adında bir şimşeği bulunmaktadır. Bazen ok ve yay da
kullandığı
görülmektedir.
Bu
nedenle
onun
isimlerinden
biri
de
“Urgadhanvan” (Sağlam Yayı Olan)‟dır (Kaya 1997: 75). Vişnu, Şiva ve
Brahma ise “trimurti” (üç yüzlü ilah)‟dir; yani onlar, aslında üç ayrı ilah
değildir, aynı ilahın üç ayrı fonksiyonunu gösteren üç tezahürdür (Salt,
Çobanlı 2001: 342). Hindu yaratılış miti Vişnu‟nun dünyadaki yaşamın
koruyucusu olduğunu, Brahma‟nın dünyadaki yaşamın yaratıcısı olduğunu ve
Şiva‟nın dünyadaki yaşamın yok edicisi olduğunu anlatmaktadır (Rosenberg
2003: 507). Temeldeki tanrı Vişnu‟dur ve Vişnu, trimurti ile sonsuza kadar var
olacaktır. Vişnu‟nun “dharma”16 ile insanları koruduğu, insanlara yardım için
sık sık dünyaya indiği, tanrıları ve ölümlüleri kötü varlıklara karşı korumak için
insan kahraman olarak yeniden doğabildiği mitlerde mevcuttur (Rosenberg
2003: 514). Brahma ise canlı cansız tüm varlıkların onun bir parçası
olduğuna inanılan tanrıdır. Hint mitolojisinde Brahma, bir insan gibi
düşünülmüştür. Kast sistemi ile insanların onun vücudunun bir parçası olma
durumu birleştirilmiştir. Onun kollarından savaşçı-yöneticilerin (kastın ikinci
tabakası) doğduğu ve bu nedenle savaşçı-yöneticilerin eylemlerine tanrısallık
verildiği inancı söz konusudur. Üçüncü tabakada toprak sahipleri ve tacirler
bulunmaktadır
ki
bunlar,
Brahma‟nın
gövdesinden
oluşmuşlardır.
Ayaklarından ise kastın en aşağı tabakası olan dördüncü tabakadaki çiftçiler
15
Avatar: Bir tanrının yeryüzüne insan veya başka bir canlı biçiminde inmesi (KAYA 1997: 43).
Dharma: Toplumsal düzen, dünyanın ülküsel düzeni, toplumsal yasa, olması gereken, erdem ve
dürüstlük bilgisi (O’Flaherty 1996: 294).
16
81
ve işçiler oluşmuştur; bu nedenle onlar hep ayak işi yapmaktadır. Bir insan
biçimine
benzetilen
toplum
düzeni,
nasıl
insanların
organları
yer
değiştirilemez ve işlevleri farklılaştırılamaz ise, aynı o şekilde değiştirilemez.
Yani kast sistemi kesindir; bir kastta doğan kimse, başka bir kasta geçemez.
Geçmeye kalkması, tanrısal düzeni bozmaya çalışması ile aynı anlama
gelmektedir (Şenel 2009: 521). Bu noktada “karma” ilkesi de önemlidir. Bu
ilkeye göre insanın bir önceki bedeni, bir sonraki bedeninin yazgısını
oluşturur. Bir önceki bedenin verdiği sınav başarısız ise o kişi bir sonraki
hayatında kastın en alt basamağında var olacaktır. Bu da kişinin var olduğu
kasta
boyun
eğmesini,
bunun
kendi
yazgısı
olduğunu
bilmesini
sağlamaktadır. Karma ilkesi mitolojik tanrılar için de geçerlidir.
Sirius kültürü ile yakından ilişkisi olduğunu düşündüğümüz, trimurti
üçlemesinin son tanrısı olan Şiva ise fırtına, şimşek, yangın gibi yıkıcı
felaketlerin kişileştirilmiş tanrısıdır. Şiva, ebedi zamandır. O, her şeyin
yaratıcısı, sabitleyicisi ve yok edicisidir. Evrendeki devreleri ve ritimleri
düzenler. (Emmanuel 1995: 80-82) Şiva‟nın adı aslında Vedalarda Rudra
olarak geçmektedir. Bu nedenle ona “Şiva-Rudra” da denir (Kaya 1997: 149).
Şiva‟nın elinde “Trisula” denilen üç uçlu bir mızrak mevcuttur. Bu mızrağın üç
ucunun olmasının sebebi “yaratıcı”, “koruyucu” ve “yok edici” trimurtiyi temsil
etmektir (Kaya 1997: 151). Şiva‟nın “ilahi okçu” olduğu bilinmektedir. O tek bir
ok ile insanları esaret altında tutan üç sembolik kaleyi birden yıkmıştır; ego,
mantal ve astral kalelerini. Bunu hiçbir tanrı başaramamıştır; çünkü sadece
tek bir ok kullanma hakları vardır. Bu ok, ruhu esir almış olan karanlıkları
yarıp aydınlanma ve bilgi sağlayan oktur ki bu okun sahibi de Şiva‟dır
(Emmanuel 1995: 87). Şiva‟nın adlarından biri de “Īśvara / İşwara” (Yüce
Efendi)‟dır. Īśvara / İşwara, Sanskritçede “ok” ve “ışık ışını” manasına gelen
“işu”dan türemiştir. “İşvasa” ise “yay” ya da “okçu” demektir. Īśvara / İşwara,
“ok”tan türemiş ve “yüce efendi” manasını kazanmış bir kelime ise ve bu
kelime, bütün evrende tek olan ilahi okun sahibi Şiva-Rudra‟yı işaret etmekte
ise bu, Şiva-Rudra‟nın Sirius ile ilişkili olabileceğine bir ipucu niteliğindedir.
Çünkü ok - yay ikilisinin mitolojilerde gökyüzündeki Sirius‟u işaret ettiği bir
82
gerçektir. Bunun yanı sıra Hinduizmdeki beş uçlu yıldız da Şiva-Rudra ile
ilişkilendirilmiştir ki beş uçlu yıldız ile de genellikle mitolojilerde Sirius işaret
edilmektedir (Salt, Çobanlı 2001: 68). Bir de Rudra‟nın “rud” yani “bağırmak,
ulumak” kökünden geldiği bilinmektedir ki buradaki “ulumak”, Sirius ile
bağlantılı kurt ya da köpek motifini çağrıştırmaktadır (Campbell 1998: 248).
Şiva-Rudra, av hayvanları avcısı ve evcil hayvanların efendisidir. Av
hayvanları avcısı Sanskritçede “mrgavyadha” (vahşi hayvanları delip geçen)
şeklinde karşılık bulmuştur ki bu sözcük aynı zamanda Sirius yıldızının
Sanskritçedeki karşılığıdır (Bonnefoy 2000: 666). Bu durumda Şiva-Rudra ile
Sirius ilişkisi kesinlik kazanmıştır.
Şiva-Rudra ve Sirius ile ilişkili olan ok-yay motifi, Hint mitolojisinde
birçok mitte yer almaktadır. Örneğin “yaratıkların efendisi”, yaşam soluğu
veren, bütün canlıları saran en yüce tanrı Paracapati (Kaya 1997: 118), kendi
kızına
yaklaşmaya
çalıştığı
sırada
tanrılar
bunu
görür;
fakat
onu
cezalandıracak güç hiçbirinde yoktur. Bunun üzerine tanrılar, Paracapati‟yi
cezalandırmak için bir yerde en korkunç biçimleri bir araya toplar ve bu
toplanan biçimlerden kötüleri cezalandıran, “yüz başlı”, bin gözlü ve bin
ayaklı Şiva-Rudra çıkar. Şiva-Rudra, oku ile Paracapati‟yi parçalar
(O‟Flaherty 1996: 27). Mahabharata‟da anlatılan bir başka mitte yine ifritlere
karşı savaşıp onları yenebilecek tek kişi olan Şiva-Rudra‟nın ok ve yayından
bahsedilmektedir. İfritleri yenebilmesi için Şiva-Rudra‟ya gövdesi Agni‟den,
başı Soma17‟dan ve ucu Vişnu‟dan bir ok yapılır. Çünkü bütün evren, Agni ve
Soma‟dır ve evrenin düzenleyicisi de Vişnu‟dur. Tanrılar okun tüylerini de
hoş ve yumuşak rüzgarlardan yapar. Bu okun yayını da altı mevsimi ile yıl
sarmıştır; dolayısı ile yay, gevşemez bir ip ile sarılıdır. Şiva-Rudra bu yayın
ipine dokunduğunda kimse yayın gücüne dayanamaz. Şiva-Rudra bu oka
keskin öfkesini yükler. Böylece Şiva-Rudra‟nın ünlü oku “Pināka” ortaya
çıkar. Şiva-Rudra, tanrılara bile korku salarak ifritlere karşı son hazırlıklarını
17
Soma: Dinsel törenlerin odak noktasını oluşturan içkidir. Bu içkinin tanrısının adı da Soma’dır.
Ġndra’nın yakın arkadaşıdır. Hint kaynaklarındaki birçok ilahide adı geçen Soma’nın keskin ve
korkunç silahları vardır. Bu silahlar bir yay ve bin oktan oluşmaktadır (KAYA 1997:143).
83
yapar. Şiva-Rudra, ifritlerin kentine doğru bakar, okunu yayına yerleştirir ve
gerer. Yayın gücü ve Şiva-Rudra‟nın düşüncelerinin etkisi ile ifritlerin üç katlı
kenti bir anda yerle bir olur. Bütün tanrılar bu olay karşısında sevinç ile
kucaklaşır. O sırada üç katlı kent tekrar ifritlerin en hırçın ve enerjisi en fazla
olan tanrısında görünür. Bunun üzerine Şiva-Rudra tekrar yayını gerer ve
dünyanın özü olan Pināka okunu ifritlerin tanrısına doğru fırlatır. Ok ifritlerin
tanrısını da üç katlı kentini de yakar. (O‟Flaherty 1996: 112-116).
Şiva-Rudra‟nın ünlü oku “Pinaka”, ateş tanrısı Agni‟nin mucizevi bir
şekilde doğan ve gelişen oğlu savaş tanrısı Skanda tarafından da
kullanılmıştır. Altı başlı Skanda doğduğunda gezegenler ve gökler ışıkla
parlar ve yeryüzünden ortalığı inleten bir ses gelir. Skanda yıldırımla parlayan
koca, kırmızı bir bulut ile sarılıdır ve Güneş gibi ışık saçar. Bir gün ŞivaRudra‟nın Pinaka‟sını alır. Bu güçlü ok ve yay Skanda tarafından yerinden
oynatıldığında hareket eden ve etmeyen üç dünyayı da sersemleten güçlü bir
ses çıkartır. Skanda, Pinaka ile beyaz dağa ok atar. Oklar bu dağı parçalar
ve bu dağda yaşayanlar dağı terk edip Meru Dağı‟na taşınmak zorunda kalır.
Parçalanan dağ acılı çığlıklar atarak devrilir. Bunu gören diğer dağlar büyük
bir korkuyla bağırmaya başlar. Beyaz dağ ve diğer dağlar dünyayı terk eder.
O zaman yeryüzü yaralanır ve acı çeker. Bunun üzerine Skanda sahip
olduğu güç ile dağları dünyaya geri getirir. O zaman bütün dünya Skanda‟ya
hayran olur (O‟Flaherty 1996: 95).
Vedalarda Şiva-Rudra‟nın “Marutlar” adı verilen oğulları olduğu
yazmaktadır. Soyut bir tanrı olan Diti, İndra‟nin şimşeği ile “49” parçaya
bölünmüş ve İndra her bir parçayı bir Marut haline getirmiştir. Marutlar aynı
yaşta, aynı akıl seviyesinde, aynı yerde yaşayan bir tanrı grubunu
oluşturmuşlardır. Onların yaşadıkları yere “Māruta” denilmektedir. Marutlar
altın gibi ışıltılı, ateş gibi parlaktır. Lakapları “ristividyut” (parlayan şimşek)‟tir
(Kaya 1997: 99-100). Sayılarının “49” olması ile Sirius A ve Sirius B‟nin
yörünge hareketinin “49” yılda tamamlanması arasında; onların ne kadar
84
parlak olduğundan özellikle bahsedilmesi ile Sirius A‟nın en parlak yıldız
olması arasında ilişki kurmak mümkündür.
Hint mitolojisinde Şiva-Rudra‟nın ateş tanrısı Agni ile bir olduğu görüşü
mevcuttur; çünkü Şiva-Rudra, ateşin yakıcı, yatışmamış, şiddetli, korku salan
görüntüsünü temsil etmektedir. Ölüm zamanı gelince Şiva-Rudra dünyayı
ateşle eritip yok edecektir ki bu mit, Hint mitolojisinde dünyanın yok oluşu
mitidir (Bonnefoy 2000: 666-667). Şiva-Rudra‟nın ateşe bu denli hakim
olması Agni ile bir olma ihtimallerini kuvvetlendirmektedir. Agni göğün
oğludur ve Şiva-Rudra‟nın kardeşidir. İndra‟nın da onun ikizi olduğu
düşünülmektedir. Agni‟nin cennette güneş, havada parlaklık ve yerde ateş
olduğuna inanılmaktadır. O, insanlar ile tanrılar arasında arabulucudur,
insanların evlerinin koruyucusudur ve insan davranışlarının gözleyicisidir. Rig
Veda‟nın ilk ilahisi kurban ve tapınmanın temel ögesi alan Agni‟ye
sunulmuştur ki bu, Vedaların değeri düşünüldüğünde önemli bir ayrıntıdır:
Ey Agni, ey karanlıkların aydınlatıcısı, günden güne,
Sana saygı dolu düşüncelerimiz ile yaklaşıyoruz;
Kendi barınağında çoğalan, kurbanlar yöneticisi,
Ölümsüz kanunun koruyucusu, parlak olan;
Bize yakın ol ey Agni, tıpkı bir babanın
Oğluna olduğu gibi; varlığımız için bizimle ol!
(Kaya 1997: 28-30)
Rig Veda‟da Agni ile bir olduğu düşünülen bir başka tanrı daha
mevcuttur. Bu “Duanın Efendisi” anlamına gelen ismi ile Brihaspati‟dir. Onun
“yüz” kanadı vardır. Rengi parlak, sesi berrak ve güzeldir. Dinsel törenler
yapılırken kötü ruhları kovar ve törene ışığı getirir. Tanrılar ve insanlar
arasında bir arabulucudur; insanların dualarını tanrılara o götürür. İnsanların
ömrünü uzatır. Hastalıkları kovar. Bilgelik ve güzel söz söyleme tanrısıdır.
85
Tanrı olarak taşıdığı silahlar oku ve yayıdır (Kaya 1997: 50-51) . Agni‟nin bir
başka tanrıda kendini gösterdiği şekli olan Brihaspati‟nin ok ve yay taşıması
dikkat çekicidir ve bizim için Sirius ile ilgili yeni bir ipucu niteliğindedir.
Agni‟nin sembolü, tıpkı Eski Mısır‟da İsis‟in sembolü gibi, üçgendir.
Üçgen Hint inanışında semavi etkinliğin inişini, tesirin semavi alemden
yeryüzüne ve insanlara inişini temsil etmektedir (Salt, Çobanlı 2001: 347).
Vedalarda “Gāndīva” adında ünlü bir yaya sahip olduğu anlatılan Agni‟nin
“49” ateş çıkarttığından ve bu “49” kozmik ateşin yansımalarının insan
varlığında geliştiğinden bahsedilmektedir. Bu ateşler tam olmadan insan
varlığının mükemmelleşemeyeceği belirtilmektedir. Bu “49” kozmik ateş, sayı
ve göklerden gelmesi itibariyle Sirius A ve Sirius B‟nin birbirleri etrafındaki
yörünge dönüş sürelerine eşit görünmektedir. “49” yıllık yörünge tamamlama
sürecinin, Hint inanışında insanı mükemmelleşmeye doğru götüren süreç
olarak “49 kozmik ateş” şeklinde Agni üzerinden anlatılmış olması
mümkündür.
Mitlerde sık sık tanrıların ve bilgelerin Agni‟yi bulmak için üç katlı
dünyayı kat ettikleri görülmektedir; ama Agni bir türlü bulunamaz. Kendini
görünmez yapma özelliğine sahip olan Agni (O‟Flaherty 1996: 88) aynı
zamanda birkaç mitte “uyumaya gitti ve ortadan kayboldu” şeklinde
geçmektedir (Bonnefoy 2000: 1007). Bu ipucu da bize Sirius A‟nın yetmiş
günlük kayboluşundan sonra Güneş‟in doğuşuyla aynı zamanda tekrar
görünür hale geldiği helyak doğuş ile Agni‟nin kaybolup veya uykuya gidip bir
süre gözükmedikten sonra tekrar ortaya çıkması arasında bir ilişki
olabileceğini göstermektedir; ki eğer Agni ile Şiva-Ruda aynı tanrı ise bu
ipucu gerçekten Sirius‟u işaret etmektedir.
Agni aynı zamanda ölen kişilerin cesedini, ataların ve tanrıların
dünyası olan öbür dünyaya götürmekle görevlidir (Kaya 1997:113). Bu bize
Eski Mısır‟da Sirius ile yakından ilişkili olan, öbür dünya ile bu dünya
86
arasında elçi olduğu düşünülen, ölenlerin ideal yol arkadaşı çakal / köpek
başlı Anubis‟i hatırlatmaktadır.
Hint mitolojisinin en önemli ve en zengin kaynaklarından biri olan
Ramayana Destanı da Sirius ile ilişki kurabileceğimiz ipuçlarına sahiptir. Hala
bir gelenek olarak ve birçok insan için dinsel inancın bir parçası olarak
yaşamaya devam eden Ramayana Destanı, MÖ 1200 – MÖ 1000 yılları
arasında yaşamış Rama ile Sita‟nın ilişkisinin konu edildiği bir destandır.
Destanın geçtiği dönem, Hindistan‟ın altın çağıdır ve bu dönemde destan
kahramanı Rama‟nın babası Dasa-Ratha, ideal kentin ideal yöneticisidir.
Zekası, doğruluğu, sadakati, nezaketi, nefsine hakimliği, dindarlığı ve ideal
kenti ile çok uzaklardaki ülkelerde dahi ün salmış bir kraldır; fakat
kendisinden sonra ülkesini yönetecek bir oğlu yoktur. Bir gün tanrılara çok
güzel bir at adar. Rahipler atı serbest bırakır ve at geri döndüğünde bilge
insanlar Dasa-Ratha‟ya dört erkek çocuk sahibi olacağı müjdesini verir. Bu
arada tanrılar, Rakşasa kralı Ravana‟nın zulmünden şikayetçi olarak
Brahma‟nın huzuruna çıkar ve Brahma‟dan Ravana‟yı yok edecek bir yol
bulmasını ister. Bunun üzerine Vişnu tanrıların yanına gelir ve DasaRatha‟nın dört çocuğu şeklinde yeryüzüne inip Ravana‟yı yok etmekle
görevlendirilir. Vişnu bir kaplan şeklinde Dasa-Ratha‟ya görünür ve ona
eşlerine vermesi için kutsal pirinç ve süt verir. Böylece hamile kalan DasaRatha‟nın üç eşinden dört erkek çocuk doğar: Rama, Bharata, Lakşmana ve
Satrughna. Dört kardeş on altı yaşına gelince Rama, Lakşmana‟yı da yanına
alarak Ravana‟yı yenmek üzere harekete geçer. Rama, Rakşasaları
kolaylıkla yok eder. Bu güç karşısında hayranlık duyan bilge bir adam ona
kendisi ile birlikte kral Canaka tarafından yapılan adak törenine gelmesini
söyler. Bilge adam Rama‟ya, Kral Canaka‟nın Toprak Ana ile evli olduğunu
ve onun kimsenin ama kimsenin germeyi başaramadığı Şiva-Rudra‟ya ait
muhteşem bir yayı (Pinaka) olduğunu anlatır ve yayı germesini istediğini
söyler. Bunun üzerine Rama törene gider. Kral Canaka da eğer yayı germeyi
başarırsa kadınların en güzeli ve en erdemlisi olan kızı Sita‟yı ona vereceğini
söyler. Kuşkusuz bu yay çok büyüktür ama Rama onu sanki çok hafifmiş gibi
87
kaldırır ve yayı kolaylıkla gerer. Rama okçu konumu alıp yayın ipini çekerken
bir gök gürültüsü ile yay ikiye ayrılır. Dünya çatırdar ve dağlar yankılanır.
Rama, Lakşmana, kral Canaka ve bilge adam dışındaki bütün krallar ve
savaşçılar yere kapanır. Kral Canaka bu kudret sahibine hayranlıkla bakar ve
kızını ona vermekten zevk duyacağını söyler. Bu arada Dasa-Ratha, tahtını
oğlu Rama‟ya bırakmayı planlar ama Bharata‟nın annesi olan eşi, DasaRatha‟yı kendi oğlunu kral yapması için oyuna getirir ve Rama‟yı da on dört
yıl boyunca ormana sürdürtür. Rama, eşi Sita ve kardeşi Lakşmana ile
ormana gider ve orada münzevi bir hayat sürmeye başlar. Ormanda bilge
birisine rastlar. Bu bilge ona Vişnu‟nu göklerde yapılmış muhteşem yayını,
Brahma‟nın parlayan okunu ve İndra‟nın sivri uçlu oklarla dolu okluğunu verir.
Tanrıların düşmanlarının bu etkili silahları bilip bu silahlardan korktuğunu
söyleyen bilge adam, bu silahları sürekli taşımasını tembih eder. Ormanda
Ravana‟nın kız kardeşi Şurpanakha, Rama‟yı görür ve aşık olur. Aşkından
Sita‟ya saldırınca Rama araya girer ve Ravana‟nın kız kardeşinin burnunu ve
kulaklarını keser. Bunun üzerine Rakşasalar intikam için Rama‟ya on dört
Rakşasalık bir grup gönderir ama Rama muhteşem yayı ve güçlü okları ile
tümünü öldürür. Bu olaydan sonra on dört bin kişilik bir ordu ile savaşmaya
gelen Rakşasalar yağmur damlaları gibi Rama‟nın okları karşılaşır. Rama,
sadece Ravana‟nın erkek kardeşlerinden biri olan ordunun önderini sağ
bırakarak tüm orduyu öldürür. Bunun üzerine Ravana, Sita‟yı kaçırır. Bunu
öğrenen Rama ile Rama kadar güçlü olan Ravana arasında korkunç bir
mücadele yaşanır. Rama, oku ile Ravana‟yı ağır yaralar. Bu olay sonucu
Ravan ölür ve Rama da ülkesine dönerek tahta çıkar (Rosenberg 2003: 525554). Destan burada bitmez ama bizim için önemli olan ve Sirius ile
ilişkilendirebileceğimiz ok ve yay motifi, destanda bu bölümüne kadar yer
almaktadır. Şiva-Rudra‟nın, Vişnu‟nun, Brahma‟nın ok ve yayına sahip olmak,
evrene hükmetmek demektir ve Rama bu güce sahiptir. Trimurti üçlüsünün
bir araya geldiği bu destanda Rama, Vişnu‟nun avatarıdır. Sirius‟u temsil
eden ok ve yay da destan içerisinde sürekli Rama ile birlikte yer almaktadır.
Ok ve yay ile anlatılmak istenen Rama‟ya Sirius‟tan göksel yardım gelmesi
ise trimurti üçlüsü tamamen Sirius ile ilgili demektir.
88
Hint geleneklerinde Sirius, Samanyolu‟nun bekçisi köpek Sarama‟dır.
Sarama hakkında çok fazla bilgi bulunmamaktadır. O, Rig Veda‟da adı geçen
“göksel köpek”tir. İndra‟yı koruduğu ve onun habercisi olduğu bilinmektedir.
İblisler tarafından çalınan, insanlık için süt sağlayan ilahi inekleri kurtarması
ile ünlüdür. Bu köpeğin iki oğlu vardır. Onlara “Sarameyalar” (Sarama‟nın
yavruları) denir. Bu köpekler de ölüm tanrısı ve kanunların lordu Yama‟nın
koruyucularıdır (Kaya 1997: 139). Sarama‟nın aslında “dharma” olduğu
düşünülmektedir (Bonnefoy 2000: 730); çünkü Puaranalarda tüm yırtıcı
hayvanların annesi olduğu belirtilen Samara‟nın, Mahabharata‟da İndra
tarafından
cennete
söylenmektedir.
kabul
edildiği
ve
burada
dharmaya
dönüştüğü
89
i) DOGONLAR ve SİRİUS KÜLTÜRÜ
Dogon kabilesi, Afrika‟nın ücra bir köşesi olan Bandiagara yarlarında
yaşayan, sayıları ancak 250.000‟i bulan, tarım ve hayvancılık ile uğraşan bir
kabiledir. Büyük Sahra Çölü‟nün güneybatısında yer alan Mali Cumhuriyeti‟ne
bağlı bu kabile, diğer ilkel kabileler gibi yaşamlarını sürdürmektedir. (Bkz.
Resim 15) Dört küçük kabileye ayrılan Dogon yerlilerinde sosyal birim,
ekzogami18 ye dayalı “soy”lardır. Aynı totem yasaklarını kabul eden soylar
tek bir klan (boy) altında toplanmıştır. Tüm kabileler tek bir ruhani lidere
bağlıdır (Salt 1984: 8). Herhangi bir yazı çeşidi kullanmayan Dogon
kabilesinin
çeşitli
geleneklerinin
sembolik
kuşaktan
şekiller
kuşağa
yardımıyla
tamamen
sözlü
muhafaza
olarak
ettikleri
aktarıldığı
görülmektedir (Salt 1984: 9).
Dogon kabilesi 1930‟lardan bu yana bilim dünyasında adları en çok
geçen kabilelerden biri olmuştur; çünkü uygarlığımız ile karşılaştırıldığında
çok geri yaşam standartlarına sahip olan bu yerlilerin evren hakkında
binlerce, on binlerce yıldır bildikleri bilgiler, bizim bugünkü astronomik
bilgilerimizle hemen hemen aynıdır. Dogon kabilesi Dünya‟nın hareketlerini,
Güneş‟in hareketlerini, Jüpiter‟in uydularını, Satürn‟ün halkasını, Ay‟daki
kraterleri yüzyıllardır bildiklerini söylemektedir. Venüs‟ün evrelerini tespit
eden Dogonlar, ekime elverişli olmayan topraklarında büyük bir sebatla tahıl
yetiştirmektedir; çünkü ekim zamanını ve tahılların büyüme süresini Venüs‟ün
evreleri ile hesaplamışlardır. Ürünlerin toplanma zamanını da Ülker yıldızına
göre hesaplayan (Salt 1984: 65) bu kabile üyeleri, sahip oldukları bu çok
şaşırtıcı bilgileri kazanmak için bilimsel bir eğitim almadıkları gibi, ne
18
Ekzogami: Günümüz modern toplumlarının genelinde görülmekte olan evlilik türüdür. Ancak ilkel
toplumlarda ve sosyal tarih içerisinde, kısıtlı bir bölge içerisindeki toplumlarda bu evlilik, kabile
mensuplarının farklı kabile mensubu kadınlarla evlenmeleri şeklinde gelişmiştir ve akraba ile evlilik
bu sosyal gruplarda kesinlikle yasaklanmıştır (www.wikipedia.org).
90
teleskopa ne de ileri teknoloji ürünü başka bir araç gerece sahiptir (Salt 1984:
6).
Bildikleri sadece Güneş sistemini kapsamaz; bu kabile Sirius‟un bir
çiftyıldız sistemi olduğunu, bir akcüce olan bileşeni Sirius B yıldızının çok ağır
olduğunu, Sirius‟un yörüngesinin eliptik olduğunu ve bu yörüngenin hareketini
elli yılda tamamladığını da bilmektedir. (Bkz. Resim 16) Oldukça karmaşık bir
mitolojiye sahip olan Dogonların mitolojik anlatmalarının temelinde Sirius B
mevcuttur. “Sirius‟un (Sirius A‟nın) etrafında amansız biçimde döner ve ona
asla ulaşamaz.” şeklinde anlattıkları Sirius B‟nin etrafına mitolojik öyküler ve
kişiler yerleştirmişlerdir (Temple 1999: 98). Dogon kabilesinin Sirius ile olan
ilişkisi bizim tezimiz için çok önemlidir; çünkü Sirius yıldızı, Dogon
mitolojisinin en önemli ögesidir ve 21. yy‟da hala Dogonlar Sirius‟tan gelen
tanrılara inanmaya devam etmektedir.
Dogon gelenekleri ile uygarlığımızın tanışması ilk kez 1930 yılında,
bölgeye giden Fransız bilim adamı Prof. Marcel Griaule vasıtası ile
gerçekleşmiştir. 1931‟de Griaule‟ün ilk incelemeleri sonucunda keşfedilen
Dogon kabilesinin şaşırtıcı bilgileri karşısında birçok önemli uzmandan
oluşan bir ekibin etnografik incelemelerde bulunmasına karar verilmiştir.
1931‟den beri sürdürülen, Fransız Milli Eğitim Bakanlığı ve Bilimsel Araştırma
Milli Merkezi gibi önemli kuruluşların düzenlediği ve desteklediği bu
incelemelerin denetiminde Griaule‟e, Bilimsel Araştırma Milli Merkezi‟nde
araştırma başkanı olan öğrencisi Prof. Germaine Dieterlen eşlik etmiştir.
Marcel
Griaule‟ün
1956‟da
ölümünden
sonra
incelemeler
Dieterlen
denetiminde devam etmiştir (Salt 1984: 7). 1931‟den 1947‟ye kadar Griaule,
Dogonlara sorular sormuş ve cevaplarını büyük bir titizlikle kayda geçirmiştir.
Daha sonra elde edilen bilgiler çeşitli makalelerle bilim dünyasına
duyurulmuştur. Ayrıca Marcel Griaule ile Germaine Dieterlen‟in bu çalışmaları
Fransız Etnoloji Enstitüsü tarafından 1965‟te Le Renard Pâle (Soluk Tilki) adı
ile yayınlanmıştır.
91
Griaule, uzun yıllar boyunca Dogonlar üzerinde sadece bilimsel bir
çalışma yapmamıştır; aynı zamanda Dogon rahipleri tarafından inisiye de
edilmiştir. Etnoloji tarihinde zencilerin inisiye ettiği, beyaz ırka mensup ilk
bilim adamı olan Griaule, tabii ki Dogon sırlarının tamamını öğrenecek kadar
inisiye edilmemiştir. Aynı şekilde Dieterlen‟i de inisiye eden Dogon rahipleri,
mevcut bilgilerinin sadece bir kısmını bu iki bilim adamına açıklamış; geri
kalanının sır olduğunu söylemişlerdir. 1956‟da Griaule ölünce Dogon
kabilesinin neredeyse tümü yani iki yüz elli bin kadar kişi, inisiye sahibi
Griaule‟ün anısına törenler düzenlemiştir (Salt 1984: 9).
Marcel Griaule ve Germaine Dieterlen‟in Dogonlar ve Sirius hakkında
edindikleri bilgiler, bizim bu kabile ve Sirius yıldızı ilişkisi ile ilgili yazacağımız
bilgilerin çıkış noktası olarak kabul edilirse onların şu cümleleri çok önemlidir:
“Dinsel geleneklerinin en gizli temelinde Sirius Yıldız Sistemi vardı. İlkel bir
kabilenin bilebileceğinin ötesinde şeylerden bahsediyorlardı. Görünmeyen bir
yıldız olan Sirius B hakkında anlattıkları inanılacak gibi değildi. Aletsiz
edevatsız fiilen görünmeyen yıldızların hareketleri ve karakterleri ile ilgili bu
bilgileri nasıl edinmiş oldukları konusu sonuca bağlanamadı. Hatta sorulmaya
cesaret edilemedi.” (Candan 2002: 548). Dogon kabilesi rahipleri, mevcut
astronomik bilgilerini onlara atalarının öğrettiğini, bu ataların da Sirius
yıldızından geldiğini sembollerle ifade etmiştir ve bu sembollerin bizim tezimiz
için en dikkat çekici olanı “kurt başı” ile sembolleştirilmiş olan Sirius B
yıldızıdır (Candan 2002: 81). Yani Dogon inancına göre evreni düzenlemek
için gelen tanrılar, Sirius B‟lidir ve kurt başlıdır.
Dogonların kozmolojik teorileri, Sirius B yıldızı üzerine kurulmuştur.
Dogonlar bu yıldıza aynı zamanda “Põ Tolo” da demektedir. Tolo, “yıldız”
anlamına gelmektedir; põ ise botanikteki adı “digitaria exilis” olan ve
Dogonların aynı zamanda “fonio” dedikleri bir tahıl tanesidir (Temple 1999:
92). Dogon kabilesinin verdiği bilgilerde Sirius B yıldızı, yaradılışın başlangıç
noktası olan Sirius‟un (Sirius A‟nın) etrafında dönmektedir. Dogonlar bu
yıldızın en küçük ve en yoğun yıldız olduğunu söylemektedir. Kendi ekseni
92
etrafında ve Sirius A‟nın etrafında dönüşü, uzaydaki tüm yaradılışı bir arada
tutar. Bu yıldız, her şeyin tohumunu içerir (Temple 1999: 67). Yaratıcı tanrı
Amma‟nın sözüyle hayat bulan, patlayıp “dünya yumurtası”nı oluşturan
“dünya tohumu”dur (Bonnefoy 2000: 80). Sirius B yıldızı için sadece Batı
Afrika‟da yetişen bir tahılın Dogonlar tarafından sembol olarak seçilmesi
bizim açımızdan önemli bir benzerliği işaret etmektedir; çünkü Afrika‟da
yaklaşık üç milyon insana yiyecek sağlayan bu tahılın tohumları, dünyanın en
küçük bitki tohumu sayılmaktadır ve aynı zamanda da bu tohum, dünyanın
en yoğun bitki tohumudur. Dogonlar, Digitaria tohumunun dünyadaki her
şeyin kaynağı olduğunu söyler; çünkü Dogonlar, bu tohumun Sirius B‟nin
dünyadaki karşılığı olduğuna ve tüm madde formlarının Sirius B‟den çıktığına
inanmaktadır (Temple 1999: 69-70). Dogon kabilesinde bu inanma şöyle
ifade edilir: “Tanrı, Digitaria‟yı diğer yıldızlardan önce yarattı. O, dünyanın
yumurtasıdır. Sonsuz derecede küçüktür ve geliştikçe, görünen ya da
görünmeyen her şeyi o doğurmuştur. Hava, ateş ve sudan oluşmuştur.
Toprak elementinin yerine metal geçmiştir; çünkü Digitaria, var olan en küçük
şeydir; en ağır yıldızdır. “Sagala” adı verilen bir metalden oluşur. Bu metal,
demirden biraz parlaktır ve o kadar ağırdır ki, bütün yeryüzü varlıkları bir
araya gelse onu kaldıramaz.” (Temple 1999: 409)
Sirius B için kullanılan “Põ Tolo” ifadesi aynı zamanda “derin
başlangıç” manasına da gelmektedir (põ, “başlangıç”; tolo, “derin”). “Alemin
göbeği, merkezi” ve “yıldızların direği” olan Põ Tolo, tüm diğer yıldızları
karşılıklı yerlerinde tutandır; Dogonlar bu hareket olmadığı takdirde yıldızların
yerlerinde kalamayacağını söyler. Yıldızları, yörüngelerini muhafaza etmeye
zorlayan Põ Tolo‟dur (Bonnefoy 2000: 654). Dogonların evren bilgisine göre
Põ Tolo aynı zamanda, dünya yaşamını tayin ve tespit eden birçok görünmez
yıldızdan oluşan bir sistemin başıdır. Põ Tolo‟nun önemli ve temel işleve
sahip olduğu yıldızlar grubu; Orion takımyıldızını, Çoban yıldızını, Ülker yıldız
kümesini
ve
kendisinden
uzakta
olmayan
belli
sayıdaki
yıldızları
kapsamaktadır. Bu yıldızların oluşturduğu bütün, “alemin dayanak desteği”ni
teşkil eder (Salt 1984: 72).
93
Dogon kozmogonisine göre evren, Amma adında bir tanrının tek bir
sözü ile yaratılmış bir zerreden doğmuştur (Bonnefoy 2000: 654). Dogonlar,
Amma‟nın Sirius B‟yi yaratmasını inisiyelerinde şu şekilde anlatmaktadır:
“Amma, tüm yıldızların birincisi olarak Sirius B‟yi yaratmıştır. Onun
cevherinde, tüm alemin her şeyinin tanıklığı mevcuttur. Sirius B, alemin her
şeyinin ambarıdır. O, tüm alemin eksenidir. Eğer Sirius B‟ye bakılırsa alem
görünüyormuş gibidir. Ve Sirius B sanki alemden, alemin Sirius B çevresinde
yaptığı dönüşten dolayı dönüyor gibidir. Oysa aslında alem, Sirius B
sayesinde dönmektedir (Salt 1984: 72-73).
Sirius B, Sirius A‟dan parlaklık olarak on bin kez daha parlak ama
hacim olarak yüz altmış bin kez daha küçük olmasına rağmen işlevi tam
tersine çok büyüktür. Dogon kabilesinin verdiği bilgilere göre alemin yol
göstericisi olarak kabul edilen Sirius A‟yı o gözetir ve “emirler”, Sirius B‟den
Sirius A‟ya nakledilir (Salt 1984: 70).
Dogon kabilesi, Sirius A ve Sirius B‟nin yörünge olarak eliptik bir
yörüngeye sahip olduklarını toprağa çizmiştir ve çizimlerinde bu iki yıldızın
yörüngesini yay ve ok şeklinde resmetmiştir. Sirius A, ok; Sirius B‟de yaydır
(Salt, Çobanlı 2001: 393). Dogonların söyledikleri ve çizimlerinde açıkça
gösterdikleri şey, Kepler‟in gezegensel hareket yasalarına uygundur. Göksel
cisimlerin kusursuz çemberler izlemediklerini ilk kez Johannes Kepler (15711630) ileri sürmüştür. Kepler‟in ifade ettiği, gezegenlerin Güneş çevresindeki
hareketlerinin elips biçimli yörüngelerde ilerlediği şeklindedir. Dogon
kabilesini 1931‟den öne hiçbir Batılı misyoner ziyaret etmediğine göre,
Batı‟nın sahip olduğu bu bilgi Dogonlara geçmiş olamaz. Bu durumda Dogon
kabilesinin eliptik yörünge bilgisine sahip olmaları da astronomik açıdan
dikkat çekici bir durumdur (Temple 92-93).
Sirius A ve Sirius B‟nin yörünge hareketlerinin elli yıllık periyotlar
şeklinde olduğunu da bilen Dogonlar, Sirius B‟nin kendi etrafında da
döndüğünü söylemektedir. İlkel bir kabilenin yıldız hareketleri hakkında doğru
94
bilgilere sahip olması hayret vericidir. Sirius B‟nin kendi ekseni etrafındaki
dönüşünü bir yılda tamamladığını söyleyen Dogonlar, bu eksen hareketini
“Bado günü”nde törenlerle kutlamaktadır. Dogonlar bado gününün, Sirius
B‟den gelen ve önemli sinyaller taşıyan bir ışının dünyaya çarptığı gün
olduğuna inanmaktadır. Modern astronomi, Sirius B‟nin kendi ekseni
etrafında dönüp dönmediğini tespit edememiştir; çünkü yıldız o kadar
küçüktür ki onu görmek bile teknolojik açıdan yeterince zordur. Yalnız bilim
adamlarınca Sirius B‟nin kendi ekseni etrafında dönüşünü “bir yıl”da
tamamlama durumu mümkün görünmektedir (Temple 1999: 96).
Dogonlara göre Sirius B yıldızı bir zaman gelecek, Dünya insanlığına
yeniden “görünür” olacaktır; insanların onu görmeleri, büyük bir yeniliğin
işareti olacaktır (Salt, Çobanlı 2001: 396). Tezimizin “Eski Mısır ve Sirius
Kültürü” bölümünde de Neterlerden bahsederken onların, bir yıldızdan Mısır
halkına gelen yüzleri ışıltılılar olduğu ve günü geldiğinde Neterlerin tekrar
Mısır halkı ile buluşacağı; bu buluşma ile de yeni çağın başlayacağı özellikle
belirtilmiştir.
Eski Mısır‟daki Neterlerin benzerleri Dogon inanışlarında da mevcuttur.
Dogonlara göre yeryüzündeki toplumu “Nommo”lar kurmuştur. “Nommo”
kelimesi, Dogon dilinde “nõmo” köküne bağlı bir sözcükten gelmektedir ve
“içecek yapmak” demektir. Dogon mitolojisinde “O Nommo” adı verilen ve
yeryüzüne gönderilen insanlığın atası, insanları beslemek üzere bedenini
insanlar arasında paylaştırır; bu nedenle evren, onun bedeninden “içmiş”
olur. “Nommo” kelimesinin seçilme nedeni budur (Temple 1999: 378).
Nommolar insanlığın ataları ve evrenin gözcüleridir. Ruhsal ilkelerin bekçileri,
yağmuru dağıtan suyun efendileridir (Griaule, Dieterlen 1965: 309-310).
Onlar ayrıca “öğretmenler” şeklinde de anılmaktadır. Bütün Nommolar yere
inmiş değildir; “Nommo Die” (Büyük Nommo) adı verilen biri, yaratıcı Amma
ile birlikte gökte kalmıştır, onun vekilidir. Yeryüzünde yaşayan varlıkların
yaratıcı tanrı ile olan içsel birlikteliklerinin ilkeleri,
Nommo Die‟nin
bekçiliğindedir. Bunun dışında Nommo Die‟nin habercisi olup onun işlerini
95
yürüten “Nommo Titiyayne” vardır. Bir de evrenin saflaşması ve yeniden
düzenlenmesi için kurban edilecek olan “O Nommo” vardır. Yaratıcı Amma, O
Nommo‟yu yeryüzüne göndermiştir. Dogonlara göre O Nommo yeryüzüne
inip insan biçimine girerek insanların atası olacaktır. Sonra esas biçimine
bürünecek ve birçok soy ondan türeyecektir (Griaule, Dieterlen 1965: 156160). Dogonlar şöyle der: “O Nommo‟nun tahtı yeryüzü sularındadır.” Bu bize
Mezopotamya mitolojisindeki An/ Anu‟nun oğlu olduğu söylenen su tanrısı
Enki (Sümer) / Ea (Babil)‟yı hatırlatmaktadır; çünkü onun da tahtı sular
içerisindedir (Temple 1999: 373). Mezopotamya mitolojisinde Sirius B‟nin,
An/Anu olabileceği ilişkisini kurduğumuza göre An‟ın oğlu Enki/Ea‟nın da
Dogon mitolojisindeki O Nommo ile ilişkili olabileceği sonucuna ulaşmamız
mümkündür.
O Nommo konusunda Mezopotamya mitolojisinden sonra bir ilişki de
Mısır mitolojisi ile kurulabilir; çünkü Mısır mitolojisinde Osiris, vücudu
parçalanarak öldürülmüştür. O Nommo da insanları beslemek, evrenin
saflaşmasını sağlamak ve evrenin yeniden düzenlenmesinde rol oynamak
üzere yirmi iki parçaya bölünmüştür ve Dogonlarda her bir klan, bu bedenin
belli bir parçasına karşılık gelmektedir (Temple 1999: 390).
Sirius B‟nin madde olarak demire benzemesinden dolayı Dogonlar,
demire ve demirciye çok önem vermektedir. Dogon anlatmalarına göre tanrı
Amma, demirciyi yaratmış ve onu bilginin sahibi yapmıştır. Demirci, evliliğe
uygun hale getirmek için insanlığın atalarını sünnet etmiştir. İnsanlar için
gerekli aletleri ve silahları yapma yeteneğine sahip olan demirci, aynı
zamanda insanların konuşma yeteneğini kazanmalarına da yardımcı
olmuştur. Dogonların altmış yılda bir yaptıkları “Sigui törenleri”nde demircinin
seçkin bir rolü vardır; çünkü o, dünyanın yenilenmesinde önemli rol
oynamıştır. Sigui törenlerinde insanların ve dünyanın yenilenmesinin simgesi
ise yine Sirius sistemidir (Temple 1999: 409). Sigui törenlerinin en önemli
amacı Dogonların inançların nedenlerini, dinsel ve toplumsal yaşamlarının
96
eksenini oluşturan kozmoloji ile ilgili bilgilerinin bazı önemli kısımlarını anmak
ve yeniden güncelleştirmektir (Bonnefoy 2000: 107).
97
2. BÖLÜM
TÜRK MİTOLOJİSİNDE SİRİUS İZLERİ
Sirius yıldızının Türk mitolojisi ile bağlantısının olup olmadığını bulmak
için, tezin birinci bölümünde incelediğimiz mitolojilerden elde ettiğimiz verilere
dayanarak “gök tanrı”, “ışık”, “yıldız”, “ok ve yay”, “kurt” ve “köpek”
inanışlarının Türk mitolojisindeki karşılıklarını araştırmamız gerekmektedir.
Siriusyen kültüre göre tanrılar göktedir; medeniyetlere Sirius‟tan gelen
elçiler de bu gökten gelmektedir. Türkler için de gök, sonsuzluğun işareti olan
ve kutsal yaratıcı tanrının makamının bulunduğuna inanılan bir mekandır. Bu
mekanda bulunduğunu düşündükleri ezeli ve ebedi kutsal yaratıcı tanrılarına
olan
inançları
Türklerde
zamanla
“Gök Tanrı dini”ni
oluşturmuştur.
Araştırmacılar Gök Tanrı dinin menşeinin Orta Asya bozkırları olduğunu ve
Gök Tanrının, Türklerin ana kültü olduğunu söylemektedir (Günay, Güngör
2007: 59). Gökte bulunan tanrının, Türkler için çok eski çağlardan beri “tek”
bir ulu varlığı temsil ettiğine dair birçok kanıt mevcuttur. Türklerin Gök
Tanrısı, Türklere yardım eden, onları ödüllendiren ve cezalandıran adaletli bir
tanrıdır. Türklere çeşitli işaretler göndererek doğru yolu göstermiştir. Bu da,
bu Gök Tanrının Yunan, Roma ve Mezopotamya tanrıları gibi diğer tanrılar
veya insanoğlu ile direkt ilişkide bulunmasının söz konusu olmadığını
gösterir.
Geleneksel Türk hakimiyet anlayışına göre Türk hükümdarı, Gök
Tanrının temsilcisi ve elçisidir; Gök tanrı Türk hükümdarlarına bir işaret
olarak “kut” vermiştir; büyük Türk hükümdarları, Gök tanrı tarafından kut
98
bulmuş “tanrı oğulları”dır ve onlar, ülkeleri için en doğru kararları verip
ülkelerini başarıyla yönettikleri takdirde yeryüzünün sahibi olma hakkını
kazanmış hükümdarlardır. Çin kaynaklarından elde edilen bilgilere göre Hun
imparatoru Mete‟nin ünvanı “tanrının oğlu”dur ve Mete, MÖ 176 yılında Çin
imparatoruna göndermiş olduğu bir mektupta kendisini tahta Gök Tanrının
çıkarttığını ve zaferlerini Gök Tanrı yardımı ile kazandığını belirtmiştir. Hun
imparatoru
Mete‟nin
Oğuz
Kağan
Destanı‟nın
kahramanı
olduğu
düşünülmektedir. Oğuz Kağan Destanı‟na bakıldığında Oğuz Kağan‟ın da
Tanrı tarafından olağanüstü şekillerde gönderilen iki eşinin elçiliğiyle
Tanrıdan “kut” alma hakkına sahip olduğu ve bu kutu kaybetmemek adına
yeni yerler fethederek halkına nizamı ve töreyi öğrettiği fark edilmektedir.
Diğer bir Hun hükümdarı olan Künçin de Çin imparatorunun MÖ 133‟de
kendisine kurduğu tuzaktan kurtulduğunda Gök Tanrı takdir buyurduğu için
kendini koruyabildiğini, başarısının Gök Tanrının işi olduğunu söylemiştir
(Kafesoğlu 2007: 308).
Göktürkler, kendi devletlerinin kurulmasının Gök Tanrının isteği ile
olduğunu, kendilerinden sonraki nesillerin de bilmeleri için Orhun Yazıtlarına
kazımıştır.
Bu
yazıtlarda
Göktürklere
zafer
kazandıranın
ve
onları
felaketlerden koruyanın Gök Tanrı olduğu belirtilmiştir (Çoruhlu 2006: 19).
Yazıtların bazı yerlerinde Gök Tanrı için “Türk Tengrisi” ifadesi kullanılarak
Gök tanrı millileştirilmiştir. Bilge Kağan yazıtında “Kut‟um olduğu için kağan
oldum.” ifadesi mevcuttur. Yazıtlarda Bilge Kağan‟ın babası İlteriş Kağan‟ın
ve annesi İl-Bilge Hatun‟un da Türk budunu yok olmasın, hür ve müstakil
olsun diye Tanrı tarafından yükseltildikleri ifade edilmiştir. (Günay, Güngör
2007: 61 - 62). İşbara Kağan‟ın Çin‟e yazdığı bir mektupta ünvanı “Gökte
doğmuş, büyük Göktürklerin ve bütün dünyanın bilge ve mukaddes
imparatoru” şeklindedir (Ögel 1982: 58).
Sirius ile ilgili olarak mitolojilerde Sirius‟a işaret eden tanrıların veya
tanrı elçilerinin “gök”te olmaları ile birlikte bir de “ışık” ile beraber tasvir
edimeleri dikkat çekicidir. Türk mitolojisinde de ışık önemli bir unsurdur.
99
Yaratılış destanında, Tanrı‟ya yaratma ilhamı veren Ak Ana, ışıklı hatta
ışıktan bir kadın hayalidir (Banarlı 2001: 30). Türk kahramanlarından Alp Er
Tunga‟nın, İranlıların düşmanı olan Zini Gav‟ı öldürmesi üzerine “Altun Yaruk”
denilen ışık, kahramanın üzerine inmiştir (Uraz 1967: 67). Türklerin dünya ve
gökyüzü görüşlerinin, hakimiyet anlayışlarının en güzel ve en kapsamlı
örneklerinden biri olan Oğuz Kağan Destanı‟nda doğduğunda yüzü “gök” olan
destan kahramanı Oğuz Kağan‟ın eşlerinden ilki, gökten inen ışıkla gelen ve
alnında parlak bir beni olan tanrı elçisidir. Oğuz Kağan‟ın bu eşi ve bu
eşinden olan çocuklarının gökyüzüne işaret eden isimlere sahip olması (Gün
Han, Ay Han ve “Yıldız” Han), Türklerin göğe verdiği önemi belirtirken gök ile
ilişkili farklı bir şeyler anlatmak istedikleri düşüncesini de uyandırmaktadır.
Gün Han, Ay Han ve Yıldız Han, tıpkı Mu ve Atlantis‟ten beri anlattığımız
gökten gelen tanrıların veya tanrı elçilerinin “ilahi gen”ine sahip çocuklardır.
Oğuz Kağan Destanı‟nın devamından anlaşıldığı kadarıyla bu üç çocuğun
devlet içerisindeki rolleri de adları kadar önemli olmuştur. Onlar, Türklerde
gökyüzünün hakimi olma sembolü olan “yay”a sahip olan ve bu bakımdan da
yeryüzünün hakimi olan devletin yönetiminde ilk olarak söz hakkı sahibi
olacak olan çocuklardır. Oğuz Kağan‟ın ağaç kovuğunda oturan ve “gözü
gökten daha gök” olan ikinci eşi de yine Gök tanrının yeryüzündeki elçisidir.
Türklerin ilk önce göğün sonra da yerin yaratıldığına olan inancının bir
göstergesi olan bu eşten doğan çocuklar da ilahi gene sahip olmakla birlikte
onların isimleri de, Türklerin kutsallık atfettikleri üç simgeye işaret etmektedir
(Gök Han, Dağ Han, Deniz Han). Oğuz Kağan‟ın, seferleri sırasında çadırına
giren bir “ışık” ile gelen gök tüylü gök yeleli kurdu da hem ışık motifinin hem
de kurt motifinin Türk mitolojisindeki en önemli örneğidir. Uygurların Türeyiş
Destanı‟nda Toğla ve Selenge nehrinin arasında bulunan iki ağacın üzerine
bir gün gökten bir “ışık” iner ve halk, ilk inişinden sonra bu ışığın her gece
tekrar indiğini fark eder. Bir gün ışıkların bulunduğu yerde beş çocuk bulan
halk hemen bu çocuklara “hükümdar oğulları” gibi saygı gösterir ve onları
besleyip büyütür. Tanrı tarafından hükümdarlık için gönderildiğine inanılan bu
beş çocuktan Bökü Tekin, han olarak seçilir ve ülkeyi başarıyla yönetir
(Sakaoğlu, Duymaz 2002: 211-212).
100
Gök, ışık ve Sirius söz konusu olunca Türk mitolojisinde yıldızlar ile
ilgili inançlar ve anlatmalar da önem kazanmaktadır. Diğer medeniyetlerde
olduğu gibi Türklerde de astrolojiye önem verilmiştir. Özellikle de yaşadıkları
göçebe
hayat
onları
göğün
hareketlerini
ve
yıldızların
konumlarını
inceleyerek hareket etmeye sevk etmiştir. Hunların bir işe başlamadan önce
ayın ve yıldızların durumuna baktıkları bilinmektedir (Günay, Güngör 2007:
71). Daha çok yedi gezegen yıldız (Ay, Utarit / Merkür, Zühre / Venüs /
Çoban yıldızı, Güneş, Mirrih / Merih, Müşteri / Jüpiter ve Zühal / Satürn)
hakkında inanışlara sahip olan Türklerde birebir Sirius yıldızı ile ilgili bir
anlatmaya rastlanmamaktadır. Yalnız Bonnefoy‟un editörlüğünü yaptığı
Mitoloji Sözlüğü‟nde Türkler ve Sirius yıldızı ile ilgili şu bilgi verilmiştir: “ …
Sirius, „Beyaz Aygır‟dır … Bazı yıldızlara „tapılır‟ ya da „derin saygı duyulur‟.
Özellikle Sirius‟a (Kaynaklar Türklerin ona „tanrıların tanrısı‟ adını verdiklerini
söylemektedirler), İkizler‟e, Satürn‟e ve doğal olarak Ay‟a ve Güneş‟e.”
(Bonnefoy 2000: 343). Bu bilgi bizim için önemli bir bilgidir; çünkü bu bilgiye
göre Türkler ile ilgili şu anda ulaşamadığımız, tedarik edemediğimiz
kaynaklarda Sirius adı önemli ölçüde geçmektedir.
Türk mitolojisinin en önemli yıldızı kabul edilebilecek olan Kutup
yıldızına verilen “Demir Kazık” ismi ile Sirius yıldızı arasında bir ilişki kurmak
mümkündür. Kutup yıldızı, Türk düşüncesine göre göğün direğidir ve kainatın
dengesi bu yıldız ile sağlanmaktadır. Bu yıldızın gökte hiç kıpırdamadan
durduğuna ve bütün gezegenler ile yıldızların da bu yıldızın çevresinde
döndüğüne inanılmıştır; bu nedenle de ona “Demir Kazık yıldızı” ya da “Altın
Kazık yıldızı” adları da verilmiştir. Bahaeddin Ögel, bu yıldızla ilgili olarak:
“Kutup yıldızı, Tanrının ışıklı ülkeleri olan yüksek gökle yeryüzünü birleştiren
kutlu bir kapıdır. Bu kapı gökle yeri, ruh alemi ile madde dünyasını ve aynı
zamanda insan ve Tanrıyı birbirinden ayıran bir sınırdır.”
demiştir (Ögel
2002: 170). Ögel‟in bu tanımını en iyi Şaman inançları göstermektedir. Kutup
yıldızı, Şaman inancına göre “tanrının gönderdiği elçi” ile şamanın iletişim
kurabildikleri kapıyı temsil eder. Şaman bu kapıdan yukarı çıkamaz; elçi de
bu kapıdan aşağı inemez. Onlar tam bu noktada konuşur ve geri dönerler.
101
Kimi araştırmacılara göre Türklerin ataları Kutup yıldızına değil,
“tümüyle yoğun demirden oluşan” Sirius B yıldızına “Demir Kazık” yıldızı
adını vermiştir. Bu araştırmacılar, Şamanist Türklerde Sirius‟un adının
“Akyıldız” olmadan önce Demir Kazık yıldızı olduğunu, Akyıldız‟ın da aslında
Venüs‟ün adı olduğunu; sonradan Sirius‟a verilen Demir Kazık isminin Kutup
yıldızı için söylenmeye başlandığını, Venüs‟e verilen Akyıldız isminin de
Sirius için söylenmeye başlandığını iddia etmiştir (Salt, Çobanlı 2001: 395).
Türk mitolojisinde yıldız ile kurt ve köpeğin bir arada kullanıldığı
anlatmalar mevcuttur; fakat bu anlatmalarda Sirius‟un adı geçmez. Daha çok
Kutup yıldızının dahil olduğu Küçükayı takımyıldızından ve Büyükayı
takımyıldızından bahsedilir. Türkler Küçükayı takımyıldızının sonundaki
Kutup yıldızı ile bir önceki yıldızın birlikteliğini iki aygır şeklinde düşünmüştür.
Bu aygırlar, “Ak-bozat” ve “Gök-bozat”tır. Büyükayı takımyıldızının yedi yıldızı
da birer aç kurt olarak tahayyül edilmiştir; bu kurtlar, Küçükayı takımyıldızının
yedi bekçisi (kutbun bekçileri)dir. Anlatmalara göre bu yedi aç kurt sürekli
olarak Küçükayı‟nın iki aygırı olan Ak-bozat ve Gök-bozat‟ı kovalamaktadır.
Yedi kurdun, iki aygıra ulaşmayı başardığı gün kıyamet kopacaktır. Kuzeye
gidildikçe anlatmalardaki yedi kurdun, yedi köpeğe dönüştüğü görülmektedir.
Bu yedi köpek, zincirler ile Kutup yıldızına bağlıdır. Sürekli Kutup yıldızının
etrafında dönüp duran bu yedi köpeğin zincirlerinin koptuğu gün, kıyamet de
kopacaktır (Ögel 2002: 171).
Sirius ile alakalı bir diğer sembol olan “ok ve yay” sembolünün, çok iyi
ok ve yay kullanabilen avcı ve akıncı Türklerin mitolojisinde her zaman için
saygı duyulan kutsal bir sembol olduğu bilinmektedir. Oğuz Kağan
Destanı‟nda geçen şu bölümler Türklerin ok ve yaya verdikleri kutsiyetin
eşsiz ifadeleridir:
… Günlerden bir gün uykuda bir altın yay ve üç gümüş ok
gördü. Bu altın yay gündoğusundan ta gün batısına kadar ulaşmıştı ve
üç gümüş ok da şimale doğru gidiyordu. (Bang 1936: 29)
…
102
Benim gönlüm avlanmak istiyor. İhtiyar olduğum için benim artık
cesaretim yoktur; Kün, Ay ve Yultuz, doğu tarafına sizler gidin; Kök,
Tağ ve Tengiz, sizler de batı tarafına gidin.” Ondan sonra üçü doğu
tarafına, üçü de batı tarafına gittiler. Kün, Ay ve Yultuz çok av ve çok
kuş avladıktan sonra yolda bir altın yay buldular; onu aldılar ve
babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, yayı üçe böldü ve “Ey
büyük (oğullarım), yay sizlerin olsun; yay gibi okları göğe kadar atın.”
dedi. Kök, Tağ ve Tengiz çok av ve çok kuş avladıktan sonra yolda üç
gümüş ok buldular; aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi,
güldü, okları üçe üleştirdi ve “Ey küçük (oğullarım), oklar sizlerin olsun.
Yay oku attı; sizler de ok gibi olun.” dedi … (Bang 1936:31)
Oğuz Kağan‟ın vezirinin rüyasında gördüğü bu ok ve yay, devletin
geleceği için önemli gelişmelerin olacağına, Oğuz Kağan‟ın devletinin
dünyanın sahibi olacak olan devlet olacağına ve Oğuz Kağan‟ın yerini artık
çocuklarına bırakabileceğine işarettir. Türk devletlerinin kuruluş ve yükselme
aşamalarında bu tip bir rüya görme ve bu rüyanın üzerine hareket etme
inanışı anlatılarda karşılaşılan bir durumdur; fakat Oğuz Kağan‟da bu
durumun önemi “ok ve yay” sembolünün Sirius ile bağlantılı olmasıdır. Sirius
A ve Sirius B‟nin birbirleri etrafında yaptıkları yörünge hareketinin ok ve yay
ile temsil ediliyor olması, diğer mitolojilerdeki anlatmaların da Sirius‟u
kastederek “ok ve yay”dan bahsetmesi bize Oğuz Kağan‟da geçen ok ve
yayın Sirius ile ilgili olduğunu gösterebilir. Ok ve yay Türkler için bir “dünya
hakimiyeti” ve bir “dünya devleti” sembolüdür (Ögel 1982: 39). Yay tek
başına, Türklerde gök kubbenin yani göğün ve hakimiyetin sembolüdür.
Yayın sahipleri gün doğusundan gün batısına kadar göğün kapsadığı bütün
alanların da sahipleri olacaktır. Oğuz Kağan Destanı‟nda Gün Han, Ay Han
ve Yıldız Han (Boz-Oklar) bu yayı bulmakla birlikte gökyüzünde bulunan Gök
Tanrının yeryüzündeki yeni temsilcileri olmuşlardır yani onlar yeryüzünün
yeni hükümdarları, dünya devletinin yeni sahipleridir. Kut onlara, tıpkı
babaları Oğuz Kağan‟a gelişi gibi, Gök Tanrıdan gelmiştir. Babalarına iki
kadın elçi ile gelen kut Gün Han, Ay Han ve Yıldız Han‟a, Sirius‟un en belirgin
103
sembollerinden biri olan yay ile gelirken yayın ayrılmaz parçası olan ok ile de
Gök Han, Dağ Han ve Deniz Han‟a (Üç-Oklara) Gök tanrının elçileri oldukları
iletilmiştir; çünkü ok, Türklerde elçiliğin sembolüdür. Artık Oğuz Kağan‟ın bu
üç küçük oğlu, Gök tanrının hem kendisi için hem de Gün Han, Ay Han ve
Yıldız Han (Boz-Oklar) için (hükümdarlık için) görevlendirdiği elçilerdir. Onlar,
Türk mitolojisinde
“karanlıkların
diyarı,
gidilmeyen
yer” diye
bilinen
“kuzey”den sorumludur. Belki de “kuzey” ile anlatılmak istenen yerden göğe
doğru uzanan bir yüksekliktir ve bu yükseklikten kasıt da devletlerinin
gökyüzündeki görülmeyen ve bilinmeyen yerler ile olan ilişkilerinin, tıpkı Gök
tanrı ile olan ilişkilerinin yeryüzünde doğudan batıya mükemmel bir noktaya
ulaştığı gibi, gökyüzünde de mükemmel bir noktaya ulaşmış olduğudur.
Kuzeyin üç okuna sahip olan Gök Han, Dağ Han ve Deniz Han‟ın birer elçi
olduğunu kabul edersek Sirius‟tan geldiğine inanılan tanrıların da birer “elçi”
olduğunu veya Sirius‟tan gelenlerin “tanrının elçileri” olduğunu; bu durumda
ok ile Oğuz Kağan‟ın üç küçük oğlunun ilişkilerinin Sirius noktasında
birleştirilebileceğini fark etmek mümkündür.
Bir Kırgız efsanesinde yay ve hükümdarlık ilişkisi şu şekilde verilmiştir:
Altın Bel Han‟ın kızı, kocasız hamile kaldığı için bir sandığa
konup ırmağa atılır. Sandığı Toktagul Mergen bulur ve sudan çıkarır.
Kız, Toktagul‟a olanları anlatır. Kızın dört oğlu olur. Bu oğlanlardan
Şıngız, atalarını bulmak için ırmağın yukarısına doğru gider.
…
Üç kardeşi Şıngız‟a karşı gelir. Anneleri de der ki: “Dördünüz de
benim oğlumsunuz. Size adil bir yol göstereyim. Yaylarınızı Güneş‟in
ışıklarına asın. Işık hanginizin yayını tutup yukarı çekerse o padişah
olsun.
…
104
Güneşin ışığı, Şıngız‟ın yayını altında bir direk, üstünde
asılacak bir yer varmış gibi havada tutar ve Şıngız han olur. (Ögel
2002: 114-115)
Öncesinde ve devamında Kazakların kökenini konu alan bu efsaneden
de anlaşılacağı üzere Tanrı tarafından uygun görülmüş kutsal bir hamilelik
söz konusudur ve doğacak çocuk veya çocuklardan biri mutlaka bir
kahraman olacaktır. Burada kahraman ve hükümdar rolü Şıngız‟a aittir ama
önemli olan o bu rolü bir yay aracılığı ile almış olmasıdır. Tanrının
hükümdarlık işareti için yine yayın seçilmiş olması dikkat çekicidir.
Altay, Kazak, Karakalpak, Özbek ve Başkurt Türkleri arasında yaygın
bir destan olan Alıp Manaş Destanı‟nda destan kahramanı Alıp Manaş‟ın çok
iyi bir okçu olduğundan ve demirden dağ gibi bir yaya sahip olduğundan
bahsedilmektedir. Alıp Manaş‟ın yayını kaldırmaya kimsenin gücü yetmez
(Çobanoğlu 2007: 228-229). Sirius B‟nin maddesinin yoğun demirden olduğu
düşünülürse bu destanda kahramanın demir bir yaya sahip olması Siriusyen
kültür açısından önemli bir ipucudur.
Altay Türklerinin Er Samır Destanı‟nda, karısı Ak Tana‟yı Erlik‟in
elinden kurtarmak isteyen Er Samır, Ak Dağ‟a gelir. Dağdan geçit bulamayan
Er Samır “demir yay”ını çıkarıp “demir ok”una vurur; nişan alıp heybetli dağa
gönderir. O an gökyüzü kapanır, yeryüzü görünmez olur. Ak Dağ yıkılıp yerle
bir olur ve Er Samır‟a böylece yol açılır. Destanın ileriki bölümlerinde bu sefer
de kardeşi Kata Mergen‟i arayan Er Samır, yolda bir kadından kardeşinin
Erlik Bey‟in yanında, yeraltında olduğunu öğrenir. Er Samır bir delikten
yeraltına iner. Orası kapkaranlıktır. Cebinden iki küpe çıkartır ve atının
kulaklarına takar. O anda Ay‟ın ve Güneş‟in ışığı gibi altın bir ışık ile Er
Samır‟ın yolu aydınlanır. Erlik‟in kapısına varan Er Samır kapıda biri altı,
diğeri sekiz gözlü iki köpek görür… Bu destanda demir ok ve demir yay
dışında, Ay ve Güneş gibi ışıklı iki küpe için, Sirius B‟nin ak cüceye
dönüşmeden önce sahip olduğu tahmin edilen yoğun ışığının Güneş‟in
105
ışığına benzetilmesi ile benzer bir benzetme yapılmış olması dikkat çekicidir.
Ayrıca köpek motifi de görülmektedir; fakat burada köpek Erlik‟ten dolayı
olumsuz bir roldedir. Yine de “bekçi” olarak Erlik‟in kapısında durması, Türk
mitolojisinde köpeklerin daha çok Tanrı tarafından insanoğluna bekçi olarak
bırakılmalarını hatırlatmaktadır.
Karaçay – Malkarlara ait Nart destanlarında yer alan kahramanlardan
Debet hakkında da ok ile ilgili dikkat çekici bir anlatma mevcuttur. Debet,
göğün ve yerin oğludur. O sadece bir kahraman değil aynı zamanda nartların
da ilk demircisidir. Demirin dilini bilir ve ona şekil verir. Kızgın demiri çıplak
elleri ile döverek kolayca işler. Oku ilk defa Debet yapmıştır. Onun yaptığı ok
ve diğer savaş aletleri meteor (gök taşı) alaşımlıdır. Debet‟in ölmediği, gökte
yaşadığı ve demircilik yaptığı anlatılır. Geceleyin gökyüzünde bir yıldızın
kaydığı görülürse bu kayan yıldız, Debet‟in gökyüzündeki atölyesinde demir
döverken çıkardığı kıvılcımlardır, denir (Adiloğlu 2007: 202-203). Debet‟in bir
demirci olması ilk olarak Sirius B‟nin yoğun demir yapısını hatırlatmaktadır.
Okun mucidi olarak gösterilen Debet‟in “yerin ve göğün oğlu” olması da
birebir tanrı ile ilişkili bir kahraman olduğunun göstergesidir. Ölmemesi,
gökyüzüne çıkıp orada yıldızların arasında yaşaması fakat yaşadığı yerin
neresi olduğunun verilmemesi, tam olarak Sirius‟un anlatıldığını göstermese
de okun ve demirin Sirius için birer ipucu olabileceğini kanıtlayabilir
niteliktedir.
Türk mitolojisi derinlemesine incelediğinde Şamanizmde de ok ve
yayın farklı bir yere sahip olduğu görülmektedir. İnsan sınırlarını aşıp farklı
kozmolojik seviyeler arasında özgürce gidip gelebilen, saklı bir gerçekle
bağlantıya geçerek bu gerçeğin bilgisini kullanabilen (Harner 1999: 28)
şamanın en kutlu silahı ok ve yaydır (Ögel 2002: 164). Şaman, kötü ruhları
kovarken hep ok ve yay kullanmaktadır. Batı Sibirya Şamanizminde
gökkuşağının bir bahadırın yayı, yıldırımların da bu bahadırın okları olduğuna
inanılmaktadır (Ögel 2003: 143) Altay Şamanlarının “yebe” (dokuz ok) ve “ya”
(yay) dedikleri savaş aletleri omuzlarından hiç eksik olmaz; çünkü onlar, bu
106
dokuz okun ve yayın “Kudaydan tartkan” (Tanrıdan uzatılan) olduğuna
inanmaktadır.
yağdırdıkları
Altay Şamanlarının
da
bilinmektedir.
yay ile fal baktıkları ve
Bunların
yanı
sıra
Altay
ve
yağmur
Sibirya
efsanelerinde göğe atılıp tanrıya giden oklardan bahsedilmektedir. Bunlardan
birini Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi Cilt:1‟de şöyle özetlemiştir:
Bilinmeyen bir yönden atılan ok, Kan Kaygalak adlı bir genci
deler ve kayalıklara saplanır. Çocuk düşünür ki „Bu dünyada beni ne
bir tanıyan ve ne de yakın bir akrabam vardır. Böyle olduğu halde bu
oku bana kim atabilir?‟ Böyle düşünürken bakar ki okun ucunda
yazılmış bir mektup duruyor. Hemen mektubu açar ve okur. Mektupta
şöyle yazıyormuş: „Ben Kaday ülkesinde yaşayan, kula atlı ÇesMökö‟yüm… Benim attığım oku, sakın tutayım, alayım demeyin. Ok
yoluna devam etsin ve ta gök atlı, Akırang-Taş‟a kadar gitsin… Çocuk
mektubu okuduktan sonra bakar ki ok yine yoluna devam edip gidiyor
…” (Ögel 2003: 322-323)
Minusinsk Tatarlarının efsanelerinde demirden yapılmış fevkalade bir
yaydan; o yayın sahibi olan, Akdeniz‟de yani dünyanın öbür ucundaki kutsal
okyanusta oturan “Demir Yaylı Ak Han”dan sıkça söz edilmektedir (Ögel
2003: 322-323).
Yakut Türklerine ait Olonho Destanı‟nda çok güçlü, yiğit görünüşlü,
sesi gök gürültüsüne benzeyen, bakışları yıldırımı andıran Er-Sogotoh isimli
bir kahramandan bahsedilir. Bu kahramanın Sirius ile ilişkilendirilebilecek
mavi kurt kürkü bir abası vardır. “Mavi”, Sirius‟un rengine; “kurt” da Sirius‟un
sembolüne bir gönderme olabilir. Ayrıca bu kahramanın “altı kişinin
açamayacağı boynuz yaylı, balıkçının ağaç evi kadar büyük oklu” silahları
vardır. Attığı oklar ile taş dağı deler. Demir ağaçlı ormanda da yoluna okunun
yardımı ile devam eder (Çobanoğlu 2007: 183-184). Sirius A ve Sirius B
ikilisi, mitolojilerde ok ve yay ile temsil edildiğinden kahramanın silahları
Sirius ilişkisine bir gönderme daha olabilir. Bunun dışında Sirius B‟nin yoğun
107
demirden yapısı ile “demir ağaçlı orman” arasında da bir ilişki söz konusu
olabilir.
Şamanların mitolojik açıdan önem arz eden eşyalarından biri olan
davullarında göğe ait unsurlar resmedilmiştir. Genellikle yatay ve dikey iki
çizgi ile dörde bölünen davulun üst iki kısmı gök şekillerinin tasvir edildiği
yerdir. Güneş ve Ay dışında yıldız tasvirleri bulunan davul yüzeyinin alt iki
kısmında ise iç içe geçmiş altı yay görülmektedir. Araştırmacıların ortak
görüşüne göre bu altı yay, gökkuşağını tasvir için kullanılmıştır; ama üst iki
kısımdaki yıldız tasvirleri ile birlikte dikkate alındıklarında bir Sirius bağlantısı
da kurulabilir. Yıldızlardan ikisi veya biri gerçekten Sirius‟u işaret ediyor
olabilir ve Sirius‟un yeryüzüne etkileri de bu çizilen altı yay ile gökten
yeryüzüne iner şekilde tasvir edilmiş olabilir. Ayrıca davulun çeşitli yerlerinde
kullanılan ve niteliklerine göre anlam kazanan demir nesneler de (Çoruhlu
2006: 78), kullanılan maddenin demir olmasından dolayı ve Şamanlar için
demirin kutsal olmasından dolayı Sirius B ile ilişkilendirilebilir görünmektedir.
Altay Şamanlarının davullarında “çıngırak” denilen ve kirişe asılan demir
parçalar bulunmaktadır ve bu parçalar ok şeklindedir. Kötü ruhları kovmaya
yarayan bu okların sayısı, Şamanın koruyucu ruhlarının sayısına göre
değişmektedir. Bu davulun iç kısmında bazen yay gibi silahlar da temsili
olarak bulunmaktadır (Çoruhlu 2006: 81). (Bkz. Resim 21)
Türk mitolojisinde Gök Tanrı etrafında teşekkül eden, farklı kuvvet ve
fonksiyonlara sahip kutlu varlıklar mevcuttur (ÇİFÇİ 2004: 266). Bu varlıklar,
Gök Tanrının emir ve iradesini insanlara ulaştırabilmekle görevlidir (Günay,
Güngör 2007: 66). Türkler için bu varlıklar içerisinde en kutsal yere sahip
olan ve en saygı duyulması gereken varlık, kurttur. “Kurt, Gök Tanrının
yeryüzüne inme ihtiyacı duyduğunda suretini tercih ettiği varlıktır.” (Aslan
2010: 75) Gök Tanrının yeryüzünde şekillenmiş sembolü olarak, gökten
gelen bir kılavuz olarak, Gök Tanrının elçisi olarak, astronomik bir sembol
olarak ve kökenlerinin dayandığı nokta olarak kurt, Türk sosyal, siyasi, dini,
ideolojik ve kültürel hayatında önemli bir yere sahiptir.
108
Sirius kültürü ile Türk mitolojisinin ilişkide olup olmadığını araştırırken
bu ilişkiyi ispatlayabilecek kurt motifine fazlasıyla rastlandığı görülmektedir;
çünkü Türk mitolojisi, içerisinde kurdun adının geçtiği birçok anlatmaya
sahiptir. Örneğin Orhun Nehri‟nden başlayıp Güney Rusya‟da Volga Nehri‟ne
kadar uzanan büyük kavimler topluluğu olan Kao-çılara (bu topluluktan MS
522‟de Göktürk Devleti doğmuştur) ait, Çin kaynaklarında yer alan bir kurttan
türeme efsanesi mevcuttur:
Kao-çı kağanının çok akıllı iki kızı vardır. Bu kızlar o kadar
iyilerdir ki babaları onlar için şöyle bir karar alır. Kağan der ki: “Ben bu
kızları nasıl insanlarla evlendirebilirim! Bunlar o kadar iyi ki, bu kızlar
ancak „Tanrılar‟ ile evlenebilirler.” Bunu diyen kağan, kızlarını alır ve
bir tepenin başına götürüp buraya koyar. Burada kızları Tanrı ile
evlensinler diye bekler. Kızlar da bu tepede Tanrıyı bekleyedurur.
Aradan epeyce zaman geçer ama ne Tanrı gelir ne de onlarla evlenir.
Kızlar böyle bekleşedururken tepenin etrafında, ihtiyar ve erkek bir kurt
görünür. Kurt, tepenin etrafında dolaşmaya başlar ve bir türlü orayı
bırakıp gidemez. Küçük kız kurdun bu durumunu görünce şüphelenir
ve kardeşine: “İşte bu kurt Tanrının ta kendisidir. Ben gidip onunla
evleneceğim.” der. Kardeşi “gitme” diye ısrar eder; ama kız dinlemez.
Tepeden inerek kurt ile evlenir ve bu suratle Kao-çı halkı, bu
hükümdarın kızı ile kurttan türer (Ögel 2003: 17-18).
Bu ilk efsane, tanrılar ile birleşen kadınların kahraman çocuklarının
taşıdıkları “ilahi gen”in anlatıldığı bir efsanedir ve Sirius kültüründe ilahi gen
ve kurttan türeme efsanelerine rastlandığı için bu efsanenin Sirius ile alakalı
olduğu düşünülmektedir.
Barındırdığı
motifler
açısından
Sirius
ile
ilgili
inanmaları
kanıtlayabileceğini gözlemlediğimiz Oğuz Kağan Destanı‟nda, Oğuz Kağan‟ın
yol göstericisi olan “gök tüylü gök yeleli” bir kurt ile karşılaşılmaktadır. (Bkz.
Resim 17) Kurdun geçtiği bölümler destanda şu şekilde verilmiştir:
109
… Tan ağarınca Oğuz Kağan‟ın çadırına güneş gibi bir ışık
girdi. O ışıktan gök tüylü gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı. Bu kurt
Oğuz Kağan‟a hitap etti: „Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek
istiyorsun. Ey Oğuz, ben senin önünde yürümek istiyorum.‟ dedi.
Ondan sonra Oğuz Kağan çadırını dürdürdü ve gitti. Gördü ki, askerin
önünde gök tüylü ve gök yeleli büyük bir erkek kurt yürümektedir ve
kurdun ardı sıra ordu gelmektedir. Gök tüylü ve gök yeleli bu erkek
kurt birkaç gün sonra durdu. Oğuz Kağan da askeri ile durdu. Burada
İtil Müren adında bir deniz vardı … (Bang 1936: 19)
…Yine ilerlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan yine gök tüylü ve
gök yeleli erkek kurdu gördü. O kurt Oğuz Kağan‟a: „Şimdi Oğuz, sen
asker ile buradan yürüyerek halkı ve beyleri götür; ben önden sana yol
gösteririm.‟ dedi. Tan ağarınca Oğuz Kağan gördü ki erkek kurt
askerin önünde yürümektedir; sevindi ve ilerledi … (Bang 1936: 21-23)
… Yine bir gün gök tüylü ve gök yeleli erkek kurt durdu. Oğuz
Kağan da durdu ve çadırını kurdurdu. Bu tarlasız ve çorak bir yerdi.
Buraya Çürçet diyorlardı … (Bang 1936: 25)
… Ondan sonra yine gök tüylü ve gök yeleli erkek kurtla Hint,
Tangut ve Suriye taraflarına yürüdü. Pek çok vuruşmadan ve pek çok
çarpışmadan sonra onları aldı ve kendi yurduna kattı; onları yendi ve
kendisine tabi kıldı … (Bang 1936: 29)
Göklerden gelen bu yol gösterici kurdun, tanrısallığın simgesi olan renge
sahip olması ve gökten inen bir ışık içerisinde bir anda çadırda gözüküp dile
gelerek Oğuz Kağan‟a yol göstermek istemesi, kurdun gök ile birebir ilişki
içerisinde olduğunu ve tamamen tanrısal vasıflarla donanmış olduğunu
göstermektedir. Oğuz Kağan gibi bir kahramanın ordularına yol göstermesine
izin verdiği ve kurt durduğu zaman Oğuz Kağan ve güçlü ordusunun da
durduğu düşünüldüğünde bu kurdun kesinlikle ilahi bir mesaj taşıdığı sonucu
110
ortaya çıkmaktadır; aksi takdirde tanrıdan kut bulmuş Oğuz Kağan, bir
kurdun kılavuzluğuna ihtiyaç duymayacak bir kahramandır. Muhtemelen bu
kurdun taşıdığı ilahi mesaj Sirius ile alakalıdır; çünkü Siriusyen kültür bize
Sirius‟un kurt ile temsil edildiğini, Sirius‟a yoğun bir ışık ile anlatılmalarda yer
verildiğini, Sirius‟un genel itibariyle mavi renk (gök rengi) ile tasvir edildiğini,
tanrı elçilerinin Sirius‟dan gönderildiğini ve bu elçilerin halka yol gösterici ve
yardımcı bir rol üstlendiği anlatmaktadır. Bu durumda Oğuz Kağan‟ın ok ve
yayından sonra bu kurdu ile de Sirius kültürü ile ilişkili olabileceğini söylemek
mümkündür.
Altay Dağları‟ndaki kurt-tanrı heykelleri bugüne kadar ulaşmış olan
Hunların dönemine ait olduğu bilinen Oğuz Kağan Destan‟ından sonra
Göktürkler dönemine ait olan Bozkurt Destanı gelmektedir. Göktürkler,
kurttan türediklerine inanan, devletlerinin sembolü olarak bozkurdu seçen ve
bayraklarında onurla bozkurt başı taşıyan (Bkz. Resim 18) ve böylece
atalarına olan saygılarını yaşatan bir devlet olmuştur. Türklerde atalar
kültünün en büyük delili, Bozkurt‟a duyulan saygıdır. Bu nedenle Türk
hükümdarları kendilerini A-şi-na (Asena) soyuna bağlamak istemiştir (Günay,
Güngör 2007: 83). Özellikle “boz” renkli olduğu belirtilen Göktürklerin türediği
kurdun, Oğuz Kağan‟ın “gök” tüylü “gök” yeleli kurdundan hiçbir farkı yoktur.
İkisinde de verilen renk özellikleri ile anlatılmak istenen gök, tanrı ve
kutsiyettir. Namık Aslan bir makalesinde bozkurt ile ilgili şu bilgiyi vermiştir:
“Kurt motifi evrensel bir motiftir; fakat „Bozkurt‟ motifi Türk efsanelerine ve
destanlarına ait bir motiftir. Bozkurt, Türk boyları arasında bütün Türklüğü
temsil eden bir motiftir.” (Aslan 2010: 73-74) Göktürklerin Bozkurt Destanı iki
birbirine benzer anlatmaya sahiptir. İlk anlatma şöyledir:
… Bir rivayete göre (Göktürklerin) ilk ataları, Hsi-Hai yani Batı
Denizi‟nin kıyılarında oturuyorlardı. Lin adlı bir memleket tarafından,
onların kadınları, erkekleri (çocukları ile birlikte), büyüklü küçüklü hepsi
birden yok edilmişlerdi. (Türklerin hepsini öldürdükleri halde), yalnızca
bir çocuğa acımışlar ve onu öldürmekten vazgeçmişlerdi. Bununla
111
beraber onun da kol ve bacaklarını keserek kendisini “Büyük
Bataklık”ın içindeki otlar arasına atmışlardı. Bu sırada dişi bir kurt
peyda olmuş ve ona her gün et ve yiyecek getirmişti. Çocuk da bunları
yemek suretiyle kendine gelmiş ve ölmemişti. (Az zaman sonra)
çocukla kurt, karı koca hayatı yaşamaya başlamışlar ve kurt da
çocuktan gebe kalmıştı.
Türklerin eski düşmanı Lin Devleti, çocuğun hala yaşadığını
duyunca hemen adamlarını göndererek hem çocuğu hem de kurdu
öldürmelerini emretmişti. Askerler kurdu öldürmek için geldikleri
zaman, kurt onların gelişlerinden daha önce haberdar olmuş ve
kaçmıştı; çünkü kurdun kutsal ruhlarla ilgisi vardı ve (daha önce onlar
vasıtası ile haber almıştı).
Buradan kaçan kurt, (Batı) Denizi‟nin doğusundaki dağa gitmişti
… Bu dağın altında da, çok derin bir mağara vardı. (Kurt buraya
gelince) hemen bu mağaranın içine girmişti. Bu mağaranın ortasında
büyük bir ova vardı …
Kurt burada on tane erkek çocuk doğurdu. (Göktürk Devleti‟ni
kuran A-şi-na ailesi, bu çocuklardan birinin soyundan gelir. (Ögel
2003: 22-23)
İkinci anlatmanın ilk anlatmadan farkı sadece son kısmında on erkek
çocuğun başka yerlerden getirdiği eşleri ile çoğalmalarının ve bunların
çocuklarının her birinin kendisi için bir aile ismi seçtiklerinin, bu aile
isimlerinden birinin de Asena olduğunun anlatıldığı kısımdır. Bozkurt
Destanı‟nın temsili bir resmi, 1956‟da Moğolistan‟ın Selenga Irmağı
kıyılarında bulunan, MS 6. yy‟a ait olduğu tespit edilen Bugut Yazıtı‟nın
tepesinde yer almaktadır. Bu resimde kurt ve bu kurdun karnının altında bir
çocuk resmedilmiştir (Roux 2008: 94). (Bkz. Resim 19)
112
Bozkurt Destanı‟nın kahramanı bu sefer Gök Tanrının elçisi olarak
gelen kurttan süt emmemiştir; ama ona çocuklar vermiştir. Bu “ilahi gen”
olarak adlandırdığımız gene sahip olan kutsanmış çocuklardan Göktürk soyu
devam etmiştir. Destanda ilgi çekici olan kurdun kutsal ruhlarla ilişkisinin
açıkça belirtilmiş olmasıdır. Onlar sayesinde kaçıp soyun devamını
sağlayacak on erkek çocuğu doğurabilmiştir. İlişkide olduğu bu ruhların
nerede olduğundan bahsedilmemiştir; fakat Siriusyen kültür çerçevesinde bu
konuya yaklaşıldığında kurda gelen uyarının, Sirius A veya Sirius B kaynaklı
olabilmesi mümkün görünmektedir.
Göktürklere ait Asena Destanı‟nda da kurttan türeyen bir çocuktan
bahsedilmiştir:
Göktürklerin
ataları,
Hunların
kuzeyinde
bulunan
Sou
ülkesinden çıkmışlardır. Onların kabilelerinin reisine A Pang-pu
denirdi. Onun on yedi tane büyük ve küçük kardeşi vardı. Büyük
kardeşlerinden birinin adı da İ-ci Ni-su-tu idi. Bu çocuk kurttan
doğmuştur …
Tabiatüstü bir kudrete ve özelliklere sahip olan İ-ci Ni-su-tu,
yağmurun
yağması
ve
rüzgarın
esmesi
hususunda
emirler
verebiliyordu. Onun iki karısı vardı. Bunlara yaz ve kış tanrılarının
kızları denirdi. Bu iki kadından birisi dört tane çocuk doğurdu … Büyük
kardeş başkan olunca da (ona) Türk ünvanı verilmişti.
(Göktürk Devleti‟ni kuran) Aşina ailesi ise Türk‟ün küçük
karısının soyundan geliyordu ...
Burada çocuğun kurttan türemesinin anlatıldığı ayrı bir bölüm yoktur;
bu çocuğun ne şekilde doğduğu bilinmemektedir. Fakat çok önemli bir
noktadan bahsedilmiştir ki bu çocuk “tabiatüstü güçler”e sahiptir. Tanrı
elçilerinden olan ilahi gene sahip çocuk, yağmura ve rüzgara emretmektedir
113
ve tanrıların kızları ile evlidir. Tanrı kızları ile evlenmek, kutsiyetin bir
göstergesidir ve incelediğimiz diğer mitolojilerde tanrı kızları ile evlenen tanrı
oğullarından veya tanrı kızları ile evlenen insanoğullarından Sirius ile ilgili
olarak bahsettiğimiz noktalar mevcuttur.
Göktürklere ait Ergenekon Destanı da yine “bozkurt”tan bahseden bir
destandır. Burada bozkurttan türeme söz konusu değildir; Oğuz Kağan
Destanı‟ndaki gibi yol gösterici bir bozkurttan bahsedilir. (Bkz. Resim 20)
Bulundukları Ergenekon bölgesine sığmayan halk “demir” dağı eriterek
düzlüğe kavuşunca bu kurt sayesinde yeni yerleşecekleri yere doğru
ilerleyebilmiştir. Burada Sirius açısından bizi ilgilendiren sadece kurt değildir;
ayrıca eritilen dağın “demir” olması da yine Sirius B‟nin yapısındaki maddenin
demir
olmasını
bize
çağrıştırmaktadır.
Göktürkler,
demircilikte
usta
sanatçılara sahiptir ve onlar demire “kök-temür” demektedir. Bu Türklerin
demiri gök ile bağlantılı gördüklerinin ve ona bir kutsallık atfettiklerinin
işaretidir.
Türklerin kurttan türeme efsaneleri, aynı coğrafya üzerinde yaşayan
Moğollarda da mevcuttur. “Moğolların Gizli Tarihi”nde, Cengiz Han‟ın ilk
atasının Gök Kurt (Börte-Çino) olduğu belirtilmiştir (Ögel 1982: 57). Cengiz
Han, Gök Tanrı‟nın emri ile yukarıdaki gökten doğarak gelen bu Gök Kurt‟un
oğludur (Ögel 2002: 112). Yine “Moğolların Gizli Tarihi”nde Cengiz Han‟ın
atası olan Alan-Ko‟a Hatun‟un çadırına her gece giren bir “ışık”tan hamile
kaldığı ve “tanrının oğulları”nı doğurduğu efsanesi anlatılmaktadır. Efsanede
her gece gelen bu ışığın Alan-Ko‟a‟nın karnını okşadıktan sonra nurunun
Alan-Ko‟a‟nın vücuduna geçtiğinden ve daha sonra ışığın, Güneş veya Ay‟ın
nurları
üzerinden
geri
dönerken
sarı
bir
köpeğe
dönüştüğünden
bahsedilmektedir. “Altan Tobçi” adlı eserde ise sarı köpek, kırmızı olarak
geçmektedir (Ögel 2002: 113-114). Abdülkadir İnan‟ın bir makalesinde ise
söz konusu köpeğin bir kurt olduğu belirtilmiştir. Bu makalede yer verilen
efsane şöyledir:
114
Alankua, kocasız hamile olmuş, il içinde dedikodular zuhur
etmiş. Alankua kendisine bir ziya nüzul ettiğini ve kurt olarak çıktığını
beyan etmiş. Tetkik için “Kıpçak Karabi”, “Türkmen Kel Mehmed bî”,
“Oraduç bî” namlı büyükler Alankua‟nın çadırı civarına pusu kurmuşlar.
Gece yarısından sonra:
Havadan parlak bir ışık indi. “Bayağı Güneş gibi inen bu ne?”
dediler. “Gelin, bağıralım. Kurt ise çıkar.” dediler. Bağırdılar. Baktılar ki
at yeleli bir gök kurt çıkageldi. Arkasına baktı, “Çingiz” diye bağırdı.
Ondan sonra kayboldu. (Sakaoğlu, Duymaz 2002: 79)
Türk hanlarına ait soy kütüklerinin, İran mitolojisi ile karıştırılarak
verildiği bir eser olan Han-nâme‟de de bu efsaneye yer verilmiş ve AlanKo‟a‟nın ismi burada Çağatay lehçesi ile “Alankowa” şeklinde yazılmıştır.
Eserin yazarı İmamî, Alankowa‟ya ait iki rivayeti kaleme almıştır. Bunlardan
ilkinde Alankowa‟yı hamile bırakan ışık, Ay‟dır ve Ay çadırdan içeri girerken
arslan ve kurt gibi şeyler de Alankowa‟ya görünür. Diğer rivayette ise ay ışığı
gibi bir ışık içeri girer ve çıkışta arslan veya kurt şeklinde çıkıp gider (Ögel
2003: 414).
Kurdun yol göstericiliğini anlatan Türk efsaneleri Başkurt Türklerinin
anlatmaları ile devam eder. İlk anlatma, Gerbele denilen Türk şehrinde
yaşayan dört kardeşten bahseder. Bu kardeşlerden büyük olanı bir gün
rüyasında doğuya doğru gitmelerini söyleyen bir adam görür. Rüyasını
kardeşlerine anlatır. O ve kardeşleri doğu ile kastedilenin ne olduğuna anlam
veremez. Ertesi gün bu ağabey bir rüya daha görür; yine aynı adam onlara
yolda bir kurt ile karşılaşacaklarını ve o kurt ile yollarına devam etmeleri
gerektiğini
söyler.
Kurt
durduğunda
durup
kurdun
durduğu
yere
yerleşmelerini tembih eder. Ertesi sabah bu dört kardeş toplanarak yola çıkar
ve kurt ile karşılaşır. Kurt onları Başkurdistan‟ın Kügersin ilçesine getirir ve
burada durur. Kardeşler buraya yerleşir. Onların üç oğlu da burada
kendilerine yer tutar. Böylece yedi yerde baş tutmuş olurlar. Kurt getirdiği ve
115
baş tutulduğu için onlara “Başkurtlar” denilmeye başlanır (Süleymanov 2001:
415). Bu rivayetin çok benzerine Başkurt Halık İcadı adlı eserin ikinci cildinde
de rastlanmaktadır. Orada ihtilaf sonrası Nogaylar göç etmeye karar verir ve
yolda bir kurt sürüsüne rastlar. Nogayların il yöneticisi bu sürüyü takip
etmelerini ve sürünün durduğu yere yerleşmelerini söyler. Kurt sürüsü
bölünerek Ural ormanlarında, Akidil başında durur. Nogay ili de yediye ayrılıp
yedi kabile olarak bu bölgeye yerleşir (Süleymanov 2001: 463). Bir diğer
Başkurt efsanesinde de hayvanları için elverişli topraklar aramak adına
göçen Başkurtların ataları, yolda bir kurt sürüsüne rastlar. Bu sürünün başı
olan kurt, diğer kurtların yanından ayrılarak Başkurtların atalarına yol
göstermeye başlar. Onları çok güzel çayırları, ormanları, nehirleri ve
meyveleri olan bir yere getirir. Başkurtların ataları da bu yere yerleşir ve onlar
bu yeri başlarında bir kurt ile buldukları için o kavme bundan sonra
“Başkurtlar” denilir (Süleymanov 2001: 417). Burcan ve Kıpçak Başkurtları
arasından toplanarak 1895‟te Rus Coğrafya Cemiyeti‟nin Orenburg Şubesi
Haberleri Mecmuası‟nda neşrolunan bir Başkurt rivayeti de şöyledir:
Eski zamanlarda uzak şarkta yüksek, karlı dağlarda Başkurt,
Nogay, Kazak, Kırgız kavimleri bir tek babanın evladı olarak
yaşıyorlardı. O vakit Başkurt, Nogay ve başka isimler yoktu. Bir
zamanlar bunlar arasında ihtilaf ve mücadele zuhur etti. Günlerin
birinde bu kabile reisi ava giderken önünde bir kurt peyda oldu. Reis
bu kurdu takip ede ede cennet gibi ormanları ve nehirleri olan azametli
dağlara geldi. O vakit kurt birdenbire kayboldu. Reis anladı ki bu
rehberlik eden kurt, Tanrıdan bu kavme tayin edilmiş “kut: talih”dir.
Reis geriye, şark diyarına vardı. Kavim ve kabilesini beraber alıp Ural
Dağları‟na getirdi. İşte diğer kardeşlerden ayrılan bu kabileye “Başkurt”
denildi ki, “kurdun baş olup getirdiği kavim” demektir. (Sakaoğlu,
Duymaz 2002: 81)
Ahund Kurbanali, “Tevarih-i Hamse-i Şarkî” adlı eserinde Başkurtlar ile
ilgili olarak şu efsaneyi nakletmiştir:
116
… zaman-ı mazi ecdatlarımızdan üç adam kış seferinde yol
yanılıp adaşmışlar iken ittifak kurdun izine düşüp il bulduklarından,
“bizler kurdun iziyle keldik, bizlere kurt başçı oldu” dediklerinden bu üç
zatın füruna (bir kişiden gelen sonraki nesline), “başçısı kurt olan
adamların nesli” demek siyakında Başkırt deyip bu nam, evlatlarına
lakap olup kalmış. Ahali-i Başkırt‟ın büyük ecdatları işbu üç zevatlar
imiş … (Sakaoğlu, Duymaz 2002: 81)
Gök Tanrının gönderdiği kurdun önderliğinde Tanrı tarafından
yerleşmeleri istenilmiş topraklara varan Başkurtların ayrıca, yol göstericilik
dışında kökenlerinin kurda dayandırılması ile de adlarının “Başkurt” olmasını
anlatan bir rivayetleri mevcuttur. Bu rivayete göre eskiden Üsärgänlardan
olan Başkurtların ataları göçerken bir dişi kurda rastlar. İçlerinden biri onu
vurmak isterken kurt birden dile gelir ve “Vurma beni, kuyruğumdan yere
çarp.” der. Kuyruğundan yere çarpılan kurt, güzel bir kıza dönüşür. Kurdu
vurmak isteyen avcı onu alıp evine götürür ve birlikte yaşamaya başlarlar.
Üsärgänlar buna karşı çıkar ve onları kovar. Avcı ve kız da uzaklaşarak kendi
ailelerini kurar ve çocukları olur. Bu aile büyük bir yurt oluşturur. Anneleri
kurttan olduğu için onların ailesine “Bürelär (Börüler)” denir. Soyu bu avcı
başlattığı için avcıya da “baş büre” denir. İşte Başkurtlar da bu soydan
gelmektedir (Süleymanov 2001: 419).
Başkurtlara ait tüm bu köken ve yurt kurma efsanelerinin dayandığı
ortak nokta olan kurt, Sirius ile ilgili ele aldığımız en önemli ipucu olduğundan
araştırmalarımız için Başkurtların efsaneleri mükemmel örneklerdir.
Kırgız Türklerinde “börü” kelimesi kurdu karşılamasının yanı sıra
“üstünlük, yiğitlik ve büyüklük” anlamlarında da kullanılmıştır. Kırgız Türkleri
yiğit ve seçkin kişilere “Kök Börü” demiştir. Büyük bahadırlara verilen bu yüce
unvan, Kırgız destanlarında da geçmektedir (Ögel 2002: 118).
117
Kırgız Türklerine ait, bozkurt etrafında şekillenen değişik bir efsane
mevcuttur. Bu efsaneye göre eskiden Kırgızların, Karakan adındaki baş
atalarından Oğuzkan adlı bir oğlan doğar, ondan da yirmi dört çocuk
meydana gelir. Bu yirmi dört oğlan bir gün oynarken bir bozkurda rastlar.
Bozkurt çocukların kendisini öldürmek istediğini hisseder, Tanrıya yalvarır ve
gökten şiddetli bir yağmur yağdırır. Yağmur suları birikip sele, sel de tufana
dönüşür. O yirmi dört çocuktan sadece birisi kurtulur. O kurtulan çocuğa
“Kıroguz” adı konmuştur. Bu isim daha sonra “Kırgız”a dönüşmüştür
(Akmataliyev, Kırbaşev 2001: 167). Bozkurt adının geçtiği bir diğer Kırgız
efsanesi, kökbörü oyununun ortaya çıkışı ile ilgilidir. “Bu efsaneye göre
Cengizhan‟ın Kökbörü‟nün resmi çekilmiş bayrağını taşıyan askerlerinden
yenilen Kırgız askerleri evlerine geri dönerken sanki o bayraktaki kökbörü
canlanmışçasına karşılarına bir bozkurt çıkar. Öfkeli askerler bu bozkurdu
çembere alıp saatlerce parçalamak için uğraşır; ama bozkurt parçalanmaz.
Bu arada askerler kendilerini yenilgi hisleri düzelmiş, moralleri yükselmiş
hissetmeye başlar. O günden sonra Kırgız erkekleri, bunu bir oyun haline
getirip sıkıldıklarında kökbörü çekişerek morallerini düzeltmektedir. Kurt
bulmak zor olduğu için de yerine başka hayvanlar kullanılsa da bugün bu
oyun hala “kökbörü tartuu” ismi ile yaşamaktadır (Akmataliyev, Kırbaşev
2001: 191). Kırgızlara ait bir başka kurt efsanesi de şöylerdir: “Eski
zamanlarda bir insan, bir inde insan çocuğunu emzirmekte olan bir kurt görür.
İnsan oraya yaklaşınca kurt kaçar. Kurdun emzirdiği çocuğu yanına alıp
götüren insan, onu büyütür ve ona “Kaba” adını verir. Kaba‟nın saçları kurt
yelesi gibi dimdik durur (Başka bir varyantta, Kaba‟nın boynundan kuyruk
kemiğine kadar yelesi vardır). Bu nedenle ona “Yeleli Kaba” denmeye başlar.
Kırgızların Kaba boyu, bu Yeleli Kaba‟dan türemiştir.” (Akmataliyev, Kırbaşev
2001: 155). Bir Kazak - Kırgız efsanesi olan ve Radloff tarafından tespit
edilen “Dudar Kız” efsanesinde doğar doğmaz konuşan kutlu bir kıza bir türlü
isim konulamaz. En sonunda kızın adını bir kurt koyar. Bu nedenle de kız, bu
kurt ile evlenir (Ögel 2002: 117). Dört Kırgız efsanesinde de nereden ortaya
çıktıkları ya da nereye kayboldukları belirtilmeyen bu kurtlar, diğer kurt
anlatmalarında olduğu gibi yine kutsiyet ifade etmektedir. Biri tanrı yardımı ile
118
tufan yaratan, biri saatlerce askerler tarafından parçalanmaya çalışılan ama
parçalanamayan, biri tıpkı Romalıların Romus ve Romulus‟unda, Wu-sunların
K‟un-mo‟sunda olduğu gibi bir insanoğlunu emzirerek hayatta kalmasını
sağlayan ve sonuncusu ise kutlu bir kızla evlenip bu kıza ad koyması ile
kendisinin de kutlu olduğu belirtilen bu dört kurdun, Gök ile olan direkt
ilişkileri sonucu Sirius‟un simgesi kurt ile alakalı olması mümkündür.
Sirius, ok ve yay üçlüsünün Türk mitolojisi ile olan ilişkisinden
bahsederken okun mucidi demirci Debet‟ten söz ettiğimiz Karaçay - Malkar
nart destanları üzerine yapılan araştırmalarda, “Kurdalagon” ve “Ala ugan”
isimleri ile karşılaşılmış ve bu isimlerin etimolojik çalışmaları yapılmıştır. Bu
çalışmalara göre “kurd”, “demirci”; “alag” ise “bir nart sülalesi”dir ve bu
çalışmalar, Debet‟in başlangıçtaki adının “Alogan” veya “Al-Ogan” olduğu;
daha sonra Musevi kültürün etkisi ile Davut peygamberden dolayı bu ismin
Debet‟e dönüştüğü fikirlerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Aynı zamanda
Alogan isminin, “Alavgan” şeklinde Debet‟in on dokuz oğlunun en büyüğünün
ismi olarak da nart destanlarında yer aldığı fark edilmiştir (Adiloğlu 2007:
205). Destana göre Debet‟in oğlu Alavgan, dev gibi iri yapılı ve çok kuvvetli
kahramandır. Adilhan Adiloğlu‟nun Karaçay - Malkar nart destanları üzerine
yaptığı etimolojik çalışmalarda ise “Alagan”, “Alagların kurt soyundan
demircisi” veya “Kurt soylu Alagan” şeklinde izah edilmiştir ve “Kurt Alagan”
ile “bozkurt”un işaret edilmek istendiği belirtilmiştir (Adiloğlu 2001: 29-32).
Demirci Debet, Adiloğlu‟nun çalışmasında göre hem kurt soyundandır hem
de okun mucididir; oğlunun adı da kurt soyundan olduğu için Alagan‟dır. Bu
etimolojik çalışma ile Adiloğlu bize, Sirius ile ilişkilendirilebilecek ipuçlarını bir
arada görme imkanı vermektedir.
Karaçay- Malkar nart destanları içerisinde Örüzmek isimli akıllı oluşu
ve ağırbaşlılığı ile tanınan bir kahramandan daha söz edilmektedir. Nart
kahramanlarının lideri olan Örüzmek‟in doğuşu şöyle ifade edilmiştir:
119
Demirci Debet, günlerden bir gün dağlarda demir madeni
ararken gökten bir meteorun düştüğünü görür. Meteorun
düştüğü yerde derin bir çukur, çukurun içinde de küçük bir
çocuk görür. Çocuk çukurun içinde dişi bir kurdu yakalamış ve
onun sütünü emmektedir. Debet bu çocuğu alıp Nart ülkesine
görürür (Adiloğlu 2007: 208).
Gökyüzü ile ilişkisi olduğunu bildiğimiz demirci Debet‟in çukurda
gördüğü çocuk ve kurt, gök ile ilişkili olduklarının belirtilmesi açısından bir
meteor düşmesi olayı sonucu ortaya çıkmışlardır. Bu da hem kurdun hem de
çocuğun kutsal özellikler taşıdığının bir işaretidir. Debet, Alagan ve Örüzmek
başta olmak üzere Karaçay - Malkar nart destanlarının geneline, Siriusyen
kültür gibi farklı bir kültür açısından bakıldığında, bu kahramanlık destanları
motif hazinesini daha belirgin olarak göstermektedir.
Kurt postu veya kurt derisi bulunan evlere şeytanın girmeyeceği
inancının yaygın olduğu Türk boylarından yine Karaçay - Malkarların bir
mitinde kurt ile ilgili olarak, şeytanların doğumlarını kurtların görebildiği ve
doğum yapan şeytanın bebeklerini kaçırıp yiyen kurdun bu sayede dünyada
kötülüklerin hüküm sürmesini engellediği söylenmektedir. Kurdun kutsiyetinin
belirtildiği bu mit, kurttaki bu yeteneğin nereden geldiğini açıklamasa da
Sirius bağlantısı için bir ipucu olabilir (Kubayev, 2001: 133).
Şamanizmde kurt, Tanrının haber getiricisidir. Tanrıdan insanoğluna
kutsallıklar taşıyan kurt ile şaman, trans yolculuğu sırasında karşılaşır. Bu
yolculuk sırasında köpekle de karşılaşabilen şaman için Altay inanışlarında
öteki alemdeki aşılması gereken köprünün başında yine bir köpek
bulunmaktadır (Salt 2010: 223). Radloff‟un Proben 3‟ünde yer alan bir Kırgız
baksı duasında demir ruhuna seslenildikten sonra on kurttan bahsedilir ve bu
kurtların içinde yer alan “altı ağızlı Gök-Börü”ye seslenilir (Ögel2002: 116).
Tuba Türklerinin bir baksı duasında da, aynı duanın içerisinde kurda hem
“gök böri” hem de “boz kurt” şeklinde seslenildiği görülmektedir. Aynı
120
zamanda bu duada seslenilen kurdun, Altay yaratılış destanlarında dünyanın
yaratıcısı olduğu belirtilen ve göğün on yedinci katında oturan, Sibirya
toplulukları arasında ise göğün yedinci katında oturduğuna inanılan Kayra
Han olması da dikkati çekicidir. Duada kurdun “tanrının habercisi” olduğu da
vurgulanmaktadır:
…
Yücelerdeki (üstü) Tanrıdan emir getirenim!
Yedi gün yemek yemedim!
Tanrımın yakını!
Gök börü erenim Kayra-Han!
Ağzını, burnunu yalayan!
Boz kurdum!
…
(Ögel 2002: 126)
Altay Türklerinin destanlarında “ok ve yay”ı ile ünlü kahramanın kurt ile
karşılaşması figürüne sıkça rastlanmaktadır. Maaday Kara Destanı‟nda
çocuğu olmayan Maaday Kara, aniden ortadan kaybolan Altay halkını bulmak
için gittiği yoldan geri döndüğünde mucizevi bir şekilde bir oğlu olduğunu
görür. Maaday Kara, olağanüstülükler göstermeye başlayan bu erkek
çocuğunu doğaya teslim etme kararı alır. Oğlunu kara dağa bırakır; Altay
Dağı‟nın sahibesi yaşlı kadın bu çocuğu bulur (Bu kadın daha sonra bu
çocuğa Kögüdey-Mergen adını verecektir). Çocuk kadından ilk olarak “demir”
kavaktaki küçük kuşları vurabilmesi için “ok ve yay” ister. Ardından ok ile
kuşları vurur. Dağın tepesinde duran yetmiş tavşanı da bir ok atışı ile vurur.
Derken korkunç bir ses duyulur ve yerin sahibi yedi kurt ulumaya başlar.
Çocuk bu kurtları yok etmek için pusuya yatar ve gizlendiği yerden yedi kurdu
da öldürür (Çobanoğlu 2007: 155-156). Bu destanın son bölümünde de ilgi
çekici bir açıklama görülmektedir: “Gökteki „Yedi Kağan‟ adı ile bilinen yedi
yıldız, birbirine eş yedi Kögüdey-Mergen‟dir. Kutup Yıldızı ise „Altın
Küskü‟dür. „Üç Maral‟ dedikleri takımyıldızının üzerinde duran kırmızı bir
yıldız vardır; bu da Kögüdey-Mergen‟in ortadaki maralın karnını yardığı
121
oktur.” (Çobanoğlu 2007: 160). Siriusa ait bütün ipuçlarının aynı anda
verilmiş olması, Maaday Kara Destanı‟nın Siriusyen kültür açısından bir
mesaj taşıdığını göstermektedir. Babasız, mucizevi bir doğumun ardından
olağanüstülükler gösteren Kögüdey-Mergen, ilk olarak ok ve yay isteyerek
(Sirius A ve Sirius B‟nin sembolü) Gök Tanrı-Sirius bağlantısının ilk
aşamasını tamamlamıştır. Daha sonra bu ok ve yay ile “demir”den kavaktaki
kuşları vurup (Sirius B‟nin ağır metali), dağın tepesindeki yetmiş tavşanı
(Sirius‟un helyak doğuşundan önce gökyüzünden kaybolduğu yetmiş günlük
süreç) da bir ok ile öldürmüştür. Bunun hemen akabininde yerin sahibi yedi
“kurt”u (Sirius‟u temsil eden hayvan) öldürmüştür. Destan sonunda
gökyüzüne yükselen Kögüdey-Mergen‟in mekanı yıldızlar olmuş ve o, kırmızı
ok şeklindeki yıldıza sahip olmuştur. Yıldızlar ile ilgilenen bilim adamlarının
çok eski dönemlerden itibaren, Sirius B‟nin bir ak cüceye dönüşmeden önceki
halinin (120 milyon yıl önceki halinin) “kızıl bir dev” olduğunu söylediklerini
burada belirtmemiz gerekmektedir. Hatta Romalı filozof Seneca, Sirius‟u
Mars‟tan daha koyu kırmızılıktaki bir varlık olarak betimlemiştir. Bununla
birlikte Sirius‟un ak cüceye dönüştükten sonraki hali için genellikle mavi
renkten ve sahip olduğu yoğun, beyaz ışıktan söz edilmektedir. O halde
destanda geçen ve bir takımyıldızı ile beraber anılan kırmızı ok, Sirius B‟yi
işaret etmektedir, denilebilir.
Sirius ipuçlarının büyük bir bölümünü taşıdığına inandığımız bir Altay
destanı daha mevcuttur: Ak Tayçı Destanı. Bu destan kısaca şöyledir: Uzun
süre çocuğu olmayan ve olan iki çocuğunu da Erlik‟in kaçırdığı Altın Topçı ve
Ak Bökö‟nün ihtiyar yaşlarında mucizevi bir şekilde bir oğulları olur. Ak Bökö
sevincinden naralar atar ve bu naralar yeraltındaki Erlik Bey ile yeryüzündeki
yetmiş kağan tarafından duyulur. Oğluna kundak yapmak için samur avlamak
isteyen Ak Bökö ava çıkar ve bu av sırasında kuyruğunun uzunluğu altmış
kulaç olan koskocaman bir Ak Kurt ile karşılaşır. Ak Kurt, Ak Bökö‟yü yakalar
ve onun hayatını bağışlaması için ondan, yeni doğmuş bebeğini kendisine
vermesini ister. Ak Bökö çaresiz kabul eder. Çocuk, bu kurdun yanında kara
dağdaki sarayda büyür. Kurt çocuğa Ak Tayçı adını verir. Bir gün atına
122
atlayıp yollara düşen Ak Tayçı‟nın yolda yüz gelin ile yüz yiğit sırayla
karşısına çıkar. Yoldan geri dönerken de bu yüz gelin ile yüz yiğidin
donduğunu görür. Bu arada yetmiş dallı kavak ağacının dibinde sarı saçlı,
kara kaşlı bir kız görür. Kızı da yanına alıp saraya gider. Ak kurt, Ak Tayçı‟ya
bu kız ile evlenmesini söyler. Ayrıca gerçek anne ve babasının da kim
olduğunu açıklar. Bunun üzerine Ak Tayçı kızı da alarak ailesini bulmak için
yola çıkar. Yol boyunca Temir Kağan ve Erlik Bey, Ak Tayçı‟nın peşindedir.
Ak kurdun yardımı ile yeraltına inmesi gerektiğini öğrenen Ak Tayçı, zifiri
karanlık yeraltını atının kulaklarındaki iki inci küpe ile aydınlatır (Altay
Türklerine ait Er Samır Destanı‟nda olduğu gibi.) Destanın sonunda Ak Tayçı,
Ak Kurt‟un gerçek karısını bulup ona getirir ve Ak Kurt, karısının elini tutup
silkelenince yakışıklı bir bahadır haline gelir. Bununla birlikte Ak Kurt‟un
aslında, Altın Topçı ve Ak Bökö‟nün Erlik tarafından kaçırılan iki çocuğundan
biri olduğu ortaya çıkar (Dilek 2002: 112-171). Mucizevi bir şekilde doğan
çocuk ile gökten gelen yardımın belirtildiği destanın bu girişinden sonra
Sirius‟un ortadan kaybolduğu süreci belirten yetmiş sayısının, çocuğun
doğduğunu duyan yeryüzünün yetmiş kağanı ile ve eşini altında bulluğu
yetmiş dallı kavak ağacı ile verildiği gözlemlenmektedir. Destanda,
konuşması ve destanın daha sonraki bir bölümünde çocuğa ismini vermesi
açısından kutsiyet atfeden bir kurdun ortaya çıkması söz konsudur ki kurt,
Sirius ile ilgili olan hayvandır. Karşılaşılan yüz gelin ve yüz damat, Sirius A ve
Sirius B‟nin birbirleri etrafında yaptıkları yörünge hareketinin toplamı olan yüz
sayısını belirtmek için kullanılmış olabilir; ki bu bize, Antik Yunan‟da birbirleri
ile evlendirilecek olan Danaos‟un kızları ile Aegyptos‟un oğullarını ve bu
çocukların sayılarının da Sirius A ve Sirius B‟nin birbirleri etrafında yaptıkları
yörünge hareketinin toplamı olan yüz sayısını verdiğini hatırlatmaktadır. Zifiri
karanlık yeraltı dünyasını aydınlatan iki inci küpenin de Sirius A ve Sirius B
yıldızları olması muhtemeldir.
Kökleri Altay Türklerine dayanan Karaim Türklerinde köklü bir kurt
kültünün olduğundan bahsetmektedir. Karaim Türklerinde kurttan türemiş
olma inancının yaygın olduğunu söyleyen Yaşar Kalafat bir yazısında,
123
Karaimlerin kendi aralarında sık sık tekrarladıkları “Temelimiz kurttan
olmuştur.” sözüne de dikkat çekmiştir (Kalafat 1999: 76-83).
Radloff‟un Güney Sibirya‟daki Baraba-Om Türklerinden derlediği bir
masalda Kara Kököl adlı bir yiğit silkinir ve altın yünlü bir kurda dönüşür
(Ögel 2002: 115-116). Yine Radloff‟un Kuzey Sibirya‟daki Hoca Aul
Türklerinden derlemiş olduğu bir masalda kurt, hanın kızını alabilmesi için
yiğide yardım eder. Yiğit, bu kurdun yardımı ile “dumbar” denilen kutlu
kopuza sahip olmayı başarır. Kurdun yiğide verdiği güç ile “ok” yarışlarında
bu yiğit birinci olur ve hanın kızını alır (Ögel 2002: 116).
Yakut Türklerinin inanışları arasında büyük yararlılıklar göstermiş olan
bir kahramanı emzirerek ödüllendiren bir kurt ilaheden bahsedilmektedir (Salt
2010: 223). Ayrıca Yakutlar, kurtların dolunayı yemesi üzerine Ay‟ın
evrelerinin oluştuğuna inanmaktadır.
Güney Sibirya sakinlerinden Dolgan Türkleri arasında da kurt ile ilgili
şöyle bir efsane anlatılmaktadır: Güçlü bir bakşı, bir gün insanların bütün
maralları tuzağa düşürerek öldürdüğünü görür. Başka bir gün onların yanına
karşı taraftan bir yerden kürk giyen bir adam gelir. Adam, insanlara
bakmadan bir maralı öldürür; sonra da oradan uzaklaşıp gider. İnsanlar bu
adamın kuyruğu olduğunu görür. İnsanlar akşam evlerine gidip yemeklerini
yerken bu adam tekrar gelir ve insanların ahırlarına girer. Sonra da insanların
kaldığı çadıra girer. İnsanlar onun kuyruğunun kar olduğu fark eder. Adam
kuyruğundaki karı silkmeye çalışırken insanlar, onun bir insan değil kurt
olduğunu anlar. Onların bakşısı bu kurdu insana dönüştürür. Yalnız olduğu
bir sırada kurt, kuyruğunu da baltayla keser ve ondan sonra insanlarla
yaşamaya başlar (Ergun 1997: 841-842). “Karşı taraftan bir yerden gelen
kuyruklu, meçhul adam”, kurt olduğu için ve diğer mitolojilerde Sirius‟tan gelip
bir süre halkla beraber yaşayan kurt başlı atalardan bahsedildiği için bu kurt
adamın, Sirius ile ilişkili olduğu düşünülebilir.
124
Kazan Türkleri, Bulgar atalarının “Ak Kurt” soyundan geldiği rivayetini
anlatmaktadır; ama bu gerçek bir köken rivayeti değildir, sadece o boyun “Ak
Kurt” lakabını nasıl aldığının anlatıldığı bir rivayettir. Kara ormanda,
düşmanlarından korunmak için ideal bir yer olan ve devamlı çalkalanan bir
bataklığın ortasında yaşayan bir boy vardır. Bu boyun komşu kabilesine
saldırı olur. Boyun lideri Aktimir ava gitmesi gereken adamlarının köyde
kalmalarını ister. Kadınların yeteneklilerine de ok ve yay verir. Geri kalan
adamlar ava gider. Bundan iki gün sonra İnci adındaki genç bir kadın yeni
konuşmaya başlayan çocuğu ile birlikte çamaşır yıkamaya gider ve çocuğunu
yanındaki ağacın gölgesine bırakır. Çamaşırlarını yıkarken çocuğunun
ağlaması ile irkilir ve birden çocuğun yanında bir ak kurdun durduğunu fark
eder. Kurt kadını göründe çocuğu kapar ve ormana kaçar. Kadın kahrolur.
Kocası avdan dönünce olanları ona anlatır. Senelerce çocuklarını arayan çift,
onu hiçbir yerde bulamaz. Bir gün kocası arkadaşları ile birlikte ava gider.
Hayvanların izlerini takip eden avcılar, bir yerde kurda, ayıya ya da yaban
domuzuna ait olmayan birtakım izler bulur. Bu arada çocuğun babasının
karşısına ak kurtlar çıkar. Baba tam yayını gerip kurtları vurmak için
davrandığı sırada karşısına bu sefer de insana benzeyen biri çıkar ama baba
çoktan yayından okunu fırlatmıştır. Ok bu insana benzeyen yaratığı vurur ve
o an bütün orman “ana” diye inler. Bu yaratığın, kaybolan çocuğu olduğunu
anlayan baba, onu alarak köyüne götürür. Karısı İnci ile çocuğunu defneder.
Bütün boy bu olaya çok üzülür. Bu olaydan sonra bu boy, “Ak Kurt” lakabı ile
anılmaya başlar (Minnegulov, 2001: 395). Yine kurt motifini gördüğümüz bu
rivayette kurtlar tarafından büyütülen çocuk ile Sirius‟a bir gönderme yapıldığı
düşünülebilir.
Kurt ile ilgili verdiğimiz kapsamlı örneklerin dışında diğer Türk
boylarında, Sirius ile ilişkili olabileceğini düşündüğümüz mevcut kurt
anlatmaları şöyledir: Çuvaş Türklerine ait anlatmalarda “Bihambar” denilen
kurtların hükümdarından bahsedilmektedir (Uraz 1967: 106). Gagavuz
Türkleri ise “Büyük Araba Yıldızı” denilen sekiz yıldızlı bir takımyıldızdan
bahsetmektedir ve bu yıldızın en önünde arabaya yol gösteren bir yıldızın
125
daha mevcut olduğunu, onun da bir kurt olduğunu anlatmaktadır (Ergun1997:
785).
Eski Mısır‟da çakal / köpek başlı Anubis; Antik Yunan‟da Odysseus‟un
köpeği Argos, Hades‟in yüz başlı köpeği Kerberos, Eurytion‟un köpeği
Orthus, Artemis‟in elli av köpeği, köpek veya kurt kılığına girebilen Hekate ve
onun benzeri olan, çoban köpeği sesli Ay tanrıçası Selene; Sümer‟de çakal
ile simgelenen Gök Tanrısı Anu ve onun köpek başlı kızı Bau; Babil‟in
iyileştirme tanrıçası köpek simgeli Gula; Çin‟de köpek başlı insanlar ve
köpeğe benzeyen ejderha K‟ilin; Hint‟te köpek Sarama ve onun iki oğlu
Sarameyalar,
incelediğimiz
mitolojilerde
Sirius
-
köpek
bağlantısını
kurabildiğimiz mitolojik kahramanlardır. Benzer mitolojik kahramanların Türk
mitolojisinde yer alıp almadığını ve almış ise bunun Sirius ile bir bağlantısının
kurulup kurulamayacağını bulabilmek için Türk mitolojisi üzerine yaptığımız
incelemeler bizi şaşırtıcı sonuçlara götürmüştür. Yaratılış destanında
Ülgen‟in, yarattığı insanlara Erlik‟in kötülüğü dokunmasın diye bekçi olarak
bıraktığı köpek ile Türklerde mitolojik sahneye çıkan “köpek” motifi, kendini
somut olarak Proto Türklere ait “Tamgalı Say”daki bir “çift yıldız”ı temsil ettiği
düşünülen iki güneş tasviri ile birlikte göstermiştir. Kuzey Avrupa Germen
(İsveç, Norveç, Danimarka) halklarının kullandığı Futhark alfabesi ile Göktürk
alfabesi arasındaki benzerlikleri araştıran Prof. Sven Jansson‟ın " The Oldest
Runic Inscriptions" adlı çalışmasında yer verdiği bir Proto Türk yazıtında
şöyle yazmaktadır:
Bilge ışığı indi, bizzat kendisi okunun ucuyla, ağzından çıkan
sözleri oydu bu dik taşa. Köpek iyi hücuma kalksın … (Salt 2010: 223)
Görüldüğü üzere yine ışık, ok ve köpek bir arada verilmiştir; bu yazıtta
anlatılanın Sirius ile alakalı bir konu olabilmesi muhtemeldir; fakat çalışmanın
tamamına ulaşılamamıştır.
126
Yaşar Çoruhlu, “Türk Mitolojisi‟nin Ana Hatları” isimli kitabında yol
gösterici kurt gibi Türklere yol gösteren bir köpekten bahsetmektedir.
Çoruhlu, Süryani Mihael‟e ait bir eserden alıntı yaparak Türklerin doğudan
batıya ilerlemeye başladıkları sırada önlerine köpeğe benzer bir hayvan
çıktığını ve bu hayvan yürüdüğü zaman Türklerin de yürüdüğünü, durduğu
zaman Türklerin de durduğunu; durdukları yere ordugahlarını kurduklarını
belirmiştir (Çoruhlu 2006: 114). Bu alıntıda anlatılanlar, tıpkı Oğuz Kağan
Destanı‟nda gök tüylü gök yeleli kurdun anlatıldığı bölüme benzemektedir.
Siriusyen kültür ile ilgili olarak daha önce Çin efsanelerinde yer alan
köpek başlı kavimden ve bu kavmin bulunduğu kutsal adalardan (yeri tam
olarak bilinmese de) söz etmiştik. Ebulgazi Bahadır Han‟ın da Oğuz Kağan
Destanı‟nda, Hint Okyanusu kıyılarında yaşayan ve “İt Barak” adı verilen
kabilelerden söz ettiği bilinmektedir. Oğuz Kağan ile bu kabile arasında
büyük bir vuruşma olmuştur. Bu vuruşma sonucu Oğuz Kağan ile askerleri
bozguna uğramıştır ve Oğuz Kağan da askerlerini alarak iki ırmak arası bir
yere çekilmek zorunda kalmıştır. Türk mitolojisinde iki ırmak arasında kalan
yerler
genellikle
kutsal
adalar
olarak
bilinmektedir.
O
zaman
Çin
mitolojisindeki kutsal adalar ile Oğuz Kağan‟ın bulunduğu iki ırmak arası yerin
muhtemelen aynı bölgede olduğu ve köpek başlı ya da köpeğe benzeyen
insanların bu bölgede var olduğu sonucuna ulaşılabilir. Ebulgazi‟nin verdiği
bilgiye göre, Oğuz Kağan bu kavmi yedi yıl sonra tekrar bir akın
düzenleyerek yenmiştir (Ögel 2003: 187).
Reşidüddin‟in Câmi‟ut-tevarih eserinin Hafız Abrû (Hafız-i Ebru)
Mecmuası içerisinde yer alan Oğuzname nüshasında19 ise Oğuz Han‟ın
kuzeyde, İdil Nehri‟nin ötesinde ve karanlık ülkesinde oturan “Kıl-Barak” (İtBarak) kavmine karşı harp etmeye karar verdiği yazmaktadır. Verilen bilgiye
göre Kıl-Barak erkeklerinin yüzleri köpek yüzüne benzemektedir; kadınları ise
19
Târih-i Türkân û Oğuz û hikâyet-i cihangırî-i û / Türkler'in ve Oğuz'un Tarihi ve Onun {yani Oğuz
Han'ın) Cihangirliğinin Hikâyesi. Câmi’ut-tevârih’in Topkapı Sarayı Hazine Kütüphanesi bölümünde
nr. 1653’te bulunan bölüm (Sümer 1959: 359).
127
güzeldir.
Oğuz Kağan başta bu kavme yenilmiştir; aradan on yedi yıl
geçtikten sonra tekrar dönüp bu kavmi yenmiştir. Bu Kıl-Barak kavmi ile
Kıpçaklar arasında bir akrabalık olduğu da belirtilmektedir. Bu da
muhtemelen Oğuz Kağan‟ın Kıl-Barakların üzerine yaptığı ilk sefer sırasında
askerlerinden birinin güzel Kıl-Barak kadınlarından biri ile birlikte olması ve
Oğuz Kağan‟ın askerlerinin bozguna uğrayarak geri çekildikleri sırada bu
kadının bir ağaç kovuğunda doğum yapması, babası harpte öldüğü için Oğuz
Kağan‟ın ağaç kovuğunda doğan bu çocuğu evlat edinerek ona “Kıpçak”
adını vermesi sonucunda ortaya çıkan bir akrabalık ilişkisidir. Kıpçak
büyüdükten sonra Oğuz Kağan onu, Kıl-Barakları idare etmesi için kuzeye
göndermiştir (Ögel 2003: 188-190). “Barak” kelimesi Türkçede “varan, çok
çabuk yürüyen ve koşan” manasına gelmektedir. Kaşgarlı Mahmud “barak”
kelimesini şöyle açıklamıştır: “Çok tüylü bir köpektir. Türklerin inancına göre
Kerkes kuşu kocayınca iki yumurta yumurtlar ve bunların üzerine oturur imiş.
Bu yumurtaların birinden „barak‟ adlı bir köpek çıkarmış. Barak, köpekler
içerisinde en iyi koşan ve en iyi av avlayan bir cins imiş. Öbür yumurtadan da
bir başka yavru çıkarmış. Bu yumurta da artık o kuşun son yavrusu olurmuş.”
(Ögel 2003: 191) Kaşgarlı Mahmud‟un bahsettiği bu kuş Kazak inanışında
karşımıza “Kurmay kuşu” adı ile çıkar ve Kazaklar da bu kuşun
yumurtasından bir köpeğin çıktığı rivayetini anlatmaktadır (Salt 2010: 223).
Kerkes veya Kurmay kuşu Türk mitolojisinde, sürekli olarak küllerinden
yeniden doğan Zümrüd-ü Anka kuşu adıyla da geçer. İnanışa göre bu kuş bin
yıl yaşar, sonra bir tür ateş olup kendi kendini yakar ve kendisinden yeniden
doğar. Sonra tekrar bin yıl yaşar ve aynı şeyi yapar. Bu kırk dokuz kez böyle
devam eder (Salt 2010: 113). Kaf Dağı‟nın ardında yeri asla bulunamayan
Zümrüd-ü Anka‟nın anlatılanlara göre doğaüstü bir canlı olduğu muhakkaktır.
Bu doğaüstü canlıdan olağanüstü bir şekilde bir köpeğin doğması ve aynı
zamanda bu canlının kendini kırk dokuz kez öldürüp diriltebilmesi bizde Sirius
bağlantısı açısından ilginç ipuçları vermektedir. Sirius A ve Sirius B‟nin
birbirleri etrafında yaptıkları yörünge hareketini 49.9 yılda tamamladığı
bilindiğine göre sayılar arasında bir bağlantı kurulabilir ve tabii ki Sirius‟un bir
128
simgesi de köpek olduğu için bu olağanüstülükler dizisi içerisindeki “barak”,
Sirius ile ilişkilendirilebilir.
Hakas Türklerine ait “Köketey” efsanesi birebir Sirius adının geçtiği
nadir anlatmalardandır; zaten “Köketey” Hakas Türkçesinde “Sirius”un
karşılığıdır. Ayrıca bu efsane, kuş yumurtasından çıkan köpek motifinin yer
aldığı anlatmalardan biridir. Efsanede Köketey, öksüz bir çocuktur. Bir gün bir
güvercin yumurtası bulur. Bu yumurta çatladığında içerisinden kara kulaklı ak
bir yavru köpek olan “Humay Hus” çıkar. Humay Hus büyüyünce kuşları
uçurtmadan tutan, hayvanları kaçırtmadan yakalayan bir avcı köpeği olur.
Günün birinde bir Moğol Beyi, Humay Hus‟u almak ister. Karşılığında da inek
ve gök aygırlı yılkı sürüsü vermeyi teklif eder. Öksüz oğlan bu teklifi kabul
eder ve Moğol Beyi‟nin verdiği mallarla çok zengin olur. Ona artık “Gök Atlı
Köketey” denir. Bu arada Humay Hus da Moğol Beyi‟nin ölmek üzere olan
oğlu için kimsenin yenemediği canavarı yenip bu canavarın kalbini ve ciğerini
çıkartarak Moğol Beyi‟nin oğluna getirir ve çocuk iyileşir. Bundan sonra üç yıl
Humay Hus, sahibi hiç ava çıkmadığı için, zincire bağlı olarak bekler.
Sonunda bir gün dayanamaz, zincirini kırar ve eski sahibine doğru yola çıkar.
Köketey de bu olayı rüyasında görür ve ok ile yayını alarak gök atına biner ve
Humay Hus‟a doğru yola çıkar. Karşılaştıktan sonra yola birlikte devam
ederlerken Humay Hus iki oğlaklı bir sığını kovalamaya başlar. İyeli üç gölün
olduğu bir yere kadar sığını kovalar. Sığın göl iyesine kurtarılmaları için
yalvarır. Üçüncü göl iyesi onlara acır, yanına alır ve Humay Hus‟a da bir oyun
oynayarak onu demir bir tasma ile göle doğru sürükler. Humay Hus‟un
sürüklendiği yerde bir nehir oluşur ve bu nehre Humay Hus Nehri denir.
Köketey gelip bu manzarayı görünce sığına beddua eder; sığın iki yavrusu ile
birlikte taş olur kalır ve ruhları da göğe çıkıp Orion‟un üç yıldızı olur. Bu
olanları gören gökteki Toğıs Çayaçı çok kızar ve Humay Hus‟un ruhunu
yıldıza dönüştürüp üç Orion yıldızının arkasına asar. Köketey‟i de gök atı ile
birlikte taş ettikten sonra ruhunu da parlak yıldız Köketey‟e yani Sirius‟a
döndürüp Humay Hus yıldızının altında bir yere koyar (Ergun 1997: 745-747).
129
Bir Kırgız efsanesinde “Balta Cutar” adlı yırtıcı bir kuşun yüksek
dağlarda “Kumayık” adında bir köpek yavrusu doğurduğu anlatılmaktadır.
Efsaneye göre bu yavru üç gün içerisinde insanlar tarafından bulunursa
köpeklerin ulu beyi, efendisi ve insanların doğaüstü kötü varlıklardan
koruyucusu olarak insanlar için kutsal bir varlık şekline girer yoksa annesi gibi
yırtıcı bir kuşa dönüşür. Efsanenin devamında Kumayık‟ın tüm halklarda ünlü
kişilerin yanında olduğu anlatılmaktadır. Köykap Dağı‟ndan yeryüzüne çıkan
canavarı hisseden Kumayık‟ın yedi günlük bir mesafeden havladığı ve bu
canavarın Kumayık‟ın olduğu yere giremediği de anlatılanlar arasındadır
(Akmataliyev, Kırbaşev 2001: 164-165). Kuştan doğan köpek motifini bir kez
daha gördüğümüz bu efsanede kutsal varlık Kumayık‟ın da Sirius kültürü
içerisinde bir yeri olması muhtemeldir.
Kırgız Türklerine ait başka bir efsanede Kırgızların, kendilerinin refah
ve bolluk içerisinde bıraktıkları kamplarını daha sonra yerle bir olmuş halde
bulan kırk bakirenin, karşılarına çıkan başıboş ve vahşi köpeklerle
birleşmelerinden doğdukları anlatılmaktadır (Roux 2008: 87). Kırgızların
isimleri bu “kırk kız”dan gelmektedir. Kurt ile birleşme bu efsanede yerini
köpek ile birleşmeye bırakmıştır. Siriusyen kültür bunu coğrafi değişiklik
sonucu olmuş olan bir hayvan değişmesi olarak görmez; bu kültüre göre
Sirius‟tan gelen tanrılar veya elçileri bazen bir kurt bazen de bir köpek
olabilmektedir. Her iki hayvan da Sirius‟un bir sembolüdür.
Murat Uraz “Türk Mitolojisi” adlı eserinde Tatarların kırmızı bir köpek
ile bir Tatar prensinin soyundan geldiklerine inandıklarını belirtmiştir; fakat bir
kaynak göstermemiştir (Uraz 1967: 112).
Başkurt Türkleri arasında anlatılan köpek efsaneleri incelendiğinde iki
efsane Sirius ile ilişkilendirilebileceği için dikkat çekmektedir. İlk efsanede
doğurduğu çocukların hiçbiri yaşamayan bir kadına çocuğu olursa bir köpeğe
emzirmesi söylenir. Bir zaman sonra bu kadın tekrar çocuk sahibi olur ve bu
çocuğu dişi bir köpek bulup emzirir ve çocuk yaşar. Zamanında bu çocuğun
130
yaşadığı köye “İt Emmiş Köyü” denilir (Süleymanov 2001: 421). Dişi kurt
tarafından emzirilen olağanüstü kahramanlardan sonra karşımıza bu efsane
ile dişi bir köpek emzirdiğinde hayatta kalmayı başaran bir çocuk çıkmıştır.
İkinci efsanede ise Köktüş (Gökgöğüs) adlı bir avcı köpeğinden bahseder.
Köpeğin sahibi olan avcı bir gün ormanda bir yiğit ile karşılaşır. Bu yiğit
avcının köpeğine sahip olmak ister ve köpek karşılığından gölden avcı için at
çıkaracağını söyler. Avcı bu teklifi kabul eder. Yiğit, köpek ile birlikte gölün
dibine dalar ve bir kısrak ile geri gelir. Avcıya, bu kısrakla beraber dönüp
arkasına bakmadan yoluna devam ederse gölden yılkı çıkacağını söyler ve
köpeği de yanına alarak kayıplara karışır. Bu efsanede başta köpeğin adı
dikkati çekmektedir. “Gökgöğüs” ile köpeğin tanrısal bir özellik taşıdığı
belirtilmiştir. Bu herhangi bir av köpeği olmadığı için ve çok değerli bir varlık
olduğu için ormanda aniden ortaya çıkan yiğit ona sahip olmak istemiştir ve
karşılığında avcıya mucizevi atlar takdim etmiştir. Büyük ihtimal bu köpeğin
gökselliğinin yanı sıra ormanda avcının karşısına aniden çıkan yiğidin de
Sirius ile bir ilişkisi vardır; çünkü o da, köpek karşılığında gölden yılkı
çıkartma mucizesini göstererek avcıya bu yılkıyı sunmuştur.
Karaçay Malkar Türklerinde köpek motifi araştırıldığında onların, Ay
tutulmasına sebep olan “Celmavuz” adlı ejderhadan ve Ay‟ı koruyan “Jolbars”
ve “Albars” adındaki iki çoban köpeğinden bahsettikleri görülmektedir. Bu
çoban köpekleri ne zaman uyumaya kalksa Celmavuz‟un gelip Ay‟ı yemeye
çalıştığına inanılır. Halk da uyuyan bu iki köpeği uyandırmak için silah atıp
davul çalar (Doğan 2001: 623). Astronomide köpek ile temsil edilen Büyük
Köpek takımyıldızına mensup iki yıldızın Sirius A ve Sirius B olması, halk
inancında Ay‟ın koruyucusu olan bu iki çoban köpeği ile kastedilenlerin Sirius
yıldızları olabileceğini düşündürmektedir.
Altayların Yaratılış Destanı‟nda insanoğluna göz kulak olması için
bırakılan köpek, Altay Türklerine ait bir efsanede daha karşımıza çıkmaktadır.
Bu efsanede Bırkan, çamurdan insan yaratıp can vermek için bir şeyler
aramaya gider ve insana köpeği bekçi bırakır. Bu arada yeraltından Erlik
131
çıkar ve insanı canlandırır. Bırkan tekrar geldiğinde insanın canlanmış
olduğunu görür ve köpeği kovar. Bu efsanenin sonunda kadınların köpeklere
ayakları ile vurmadığı ve onları dövmediği; çünkü köpeklerin Bırkan‟ın kardeşi
olduğu için kutsal sayıldığı belirtmiştir (Dilek 2001: 573). Çuvaş Türklerinde
de insanoğlu için tanrı tarafından bekçi bırakılan köpek ile ilgili benzer bir
efsane anlatılmaktadır (Yılmaz 2001: 507). (Ayrıca Altay inanışlarında öteki
alemin açılması gereken köprüsünün başında bir köpeğin beklediği
söylemiştik.) Bunun dışında Altay ve Güney Sibirya halklarının destanlarında
Cedey Han‟ın yedi köpeğinin Altın Dağ‟ın kapısında nöbet beklediği
söylenmektedir (ÖGEL 2002: 208). Burada muhtemelen Cedey Han ile
Büyükayı takımyıldızı, Altın Dağ ile Kutup yıldızı ve yedi köpek ile de Sirius
yıldızı işaret edilmektedir.
“Sarı Köpek” adlı bir Altay masalında oduna giden bir ihtiyara, sarı bir
köpek musallat olur. İhtiyar bu köpeğe kızlarından birini vereceğine söz
verince köpek onu bırakır. İhityarın küçük kızı sarı köpek ile evlenmeye razı
olur. Köpek kıza, aslında bir insan olduğunu söyler. Kızın ablaları köpeğin
derisini ateşe verir. Buna kızan köpek her şeyi yumurtaya dönüştürüp göğe
çıkar. Eşi de peşinden göğe çıkar. Onlar gökyüzünde huzurlu yaşarlar (Dilek
2007: 207) Bu masaldaki sarı köpek, Moğolların Alan-Ko‟a‟sında anlatılan,
gökyüzüne
dönüşünü
sarı
bir
köpeğe
dönerek
gerçekleştiren
ışığı
hatırlatmasının yanı sıra “sarı” oluşundan dolayı bir yıldız olabileceği
ihtimalini çağrıştırmaktadır. Kendinin arkasından eşinin de gökyüzüne
çıkması ve orada ikisinin huzurlu bir hayat sürmesi, Sirius A ve Sirius B
ikilisinin mitolojilerde bazen biri erkek biri dişi olarak tasvir edilmesi ile de
alakalı görünmektedir.
Tuva Türkleri, Tanrının bütün canlıları yaratırken içlerinde sadece
insanların ve köpeklerin birbirlerini anlayacak şekilde yaratıldığına ama
köpeklerin bütün insanların sırlarını birbirlerine ve başkalarına anlatarak çok
konuştuğu için Tanrı tarafından susturulduğuna; o günden sonra da
görevlerinin sadece insanları korumak ve gelecek tehlikeleri önceden
132
bildirmek için havlamak olarak Tanrı tarafından belirlendiğine inandıkları bir
efsane anlatır (Arıkoğlu 2001: 641). Tuva Türklerine ait bir başka efsanede
köpek, bir kızın
şaman özelliği kazanmasına yardım etmiş olarak
anlatılmaktadır ve bu köpeğin şekil değiştirebilen kötü ruh Şulbus olduğu
söylenmektedir; ama bu efsanede kıza bir kötülüğü dokunmamıştır. Efsanede
anlatıldığına göre Oyun adında bir kız her gün sevgilisinin yolunu gözler ama
bir zaman sonra oğlan gelmemeye başlar. Bir gün oğlanın kuzey ovada bir
malcıya iç güveyi gittiği duyulur. Oyun olan biteni gözleri ile görmek ister ama
oğlanın olduğu yer çok uzaktır. Bir akşam yaya olarak gitmeye karar verir.
Yolda kızıl bir köpeğe rastlar. Köpek Oyun‟dan kaçmaz; daha çok ona yardım
edecek gibi görünür. Köpekten korkusu biraz geçince Oyun, ne yaptığını
anlamadan, birden köpeğin üzerine biner. Köpek adeta uçar gibi oğlanın iç
güveyi yaşadığı eve doğru koşmaya başlar. Oyun, köpek sayesinde oğlanı iç
güveyi gittiği evde gözleri ile görür. Sonra tekrar bu köpek sayesinde evine
döner. Oyun daha birçok kez bu köpeğe binerek bu eve gelip gider ve daha
sonra bu köpeğin yardımı ile şaman özelliği kazanır (Arıkoğlu 2001: 621).
Şimdiye kadar incelediğimiz destan, efsane ve rivayetlerin dışında
Türk dünyasında anlatıldığını gördüğümüz ve Sirius yıldızı ile ilgili olduğunu
düşündüğümüz benzer üç efsane daha mevcuttur. Bu efsanelerden ilki Şor
Türklerine aittir. Efsanenin kahramanı Kan Ergek eskiden kır atlı bir yiğittir.
Bu yiğidin dokuz tane de köpeği vardır. Bir gün Kan Ergek ve köpekleri bir
geyik kovalarken geyik birden sıçrayıp göğe çıkar. Kan Ergek de üç köpeği
ile birlikte sıçrayıp göğe çıkar. Gökyüzünde kovalamaca devam ederken Kan
Ergek‟in atı yorulur ve olduğu yerde bir yıldıza dönüşür. Buna çok kızan Kan
Ergek de “ok”unu çıkartıp geyiğe doğru atar. O an geyik de bir yıldıza
dönüşür. Onların ardından da Kan Ergek, onun üç köpeği ve attığı ok birer
yıldıza dönüşür (Ergun 1997: 864). Teleüt Türkleri tarafından anlatılan benzer
efsane şöyledir: Bir zamanlar usta bir avcı olan yetim bir oğlan avlanırken
insanlar ona Tanrı istediği için mi hayvanları öldürdüğünü yoksa kendi iradesi
ile mi davrandığını sorar. Bir av köpeğine sahip olan bu oğlan cevap olarak
“Tanrı kim oluyor da benim yanımda! Neyi öldürmek istersem onu öldürürüm;
133
neyi vurmak, avlamak istersem onu avlarım.” der. Bu olay üzerine oğlan bir
gün ava çıktığında yolda üç geyik görür ve onları kovalamaya başlar.
Geyikler de sıçrayıp göğe çıkar. Avcı da köpeği ile birlikte geyiklerin peşinden
göğe çıkar. Burada hepsi yıldıza dönüşür; hatta avcının kana bulanmış oku
bile gökyüzüne bakıldığında görülür (Ergun 1997: 869). Efsanenin sonuna
kadar oktan hiç bahsedilmese de Şorların efsanesi ile olan benzerliğinden
avcının geyikleri vurmak için ok attığı tahmin edilmektedir. Telengit
Türklerinden “Yıldıza Dönen Avcı ve Geyikler” adı ile derlenen efsanede ise
Kobon adında bir avcı üç geyik kovalar. Geyiklerin üzerine köpeklerini salar;
fakat köpekler, geyikleri tutamaz. Bunun üzerine Kobon geyiklere bir ok atar.
Ok, geyiklerden birinin kalbini delip geçer. Bugün bu geyikler, avcının
köpekleri ve avcının attığı ok gökyüzünde yıldız halinde görülmektedir (Ergun
1997: 873). Bu efsanelerde yer alan köpek ve ok sembolleri ile yıldıza
dönüşme motifi Sirius‟u işaret etmeleri bakımından önemli ipuçları olarak
değerlendirilebilir.
SONUÇ
Günümüzden milyonlarca yıl önce, “ilk insanlar” olarak bildiğimiz insan
toplulukları evreni anlamlandırmak ve varoluşlarını anlamak için gökten
hareket ederek çeşitli benzetmeler ve başarılı hesaplamalar yapmışlardır.
Medeniyetlerin ilerleyebilmesinin ilk tohumları, onların yapmış oldukları bu
gözlemlerin sonucudur. İnsanoğlu hayatının devamlılığını bu gözlemler ile
sağlamıştır ve avcı - göçebe yaşam tarzından yerleşik düzene, yaptıkları
neredeyse
gökyüzünde
hatasız göksel
hesaplamalar sonucu
anlamlandırılabilecek
ve
geçmiştir.
hesaplanabilecek
en
Tabii
ki
önemli
cisimlerden biri de yıldızlardır. Bir tesadüf olmadığı bilimsel olarak
ispatlanmış olan, en gelişmiş medeniyetlerin Dünya’nın enerji merkezleri
üzerinde kurulmuş olmaları gerçeği, yıldızlardan yola çıkılarak saptanabilen
bir gerçekliktir. Bu da en eski medeniyetlerin, yıldızlar ile aslında sadece
evreni değil, aynı zamanda dünyayı da tanıyabilecekleri ve ondan
yararlanabilecekleri bilgisine, sahip olduklarını göstermektedir.
Başka yıldız kümelerinin veya tek yıldızların değil de Sirius A ve Sirius
B çiftinden oluşan Sirius takımyıldızının bu tezde özellikle ele alınmasının
sebebi, en gelişmiş medeniyetlerin Sirius’a verdikleri önemin dikkat çekici ve
gizemli olmasıdır. Her ne kadar Siriusyen kültürü oluşturup daha sonra bu
kültürün sırlarını saklayarak dünyadan gitmiş olsalar da, bu medeniyetlerin
geride bıraktıkları yapılarda ve yazılarda bulunan Sirius izleri, Sirius
kültürünün eski zamanlarda ne derece önemli bir kültür olduğunun işaretidir.
Dünya mitolojilerinde Sirius ile ilk karşılaşmanın veya haberleşmenin,
“gökten gelen tanrılar / tanrı elçileri” vasıtasıyla gerçekleştiği ifade edilmiştir.
Genellemek gerekirse bu tanrılar ya da tanrı elçileri, Sirius A veya Sirius
135
B’den gelen, görüntüleri bir yıldız kadar parlak olan, başları köpek veya
kendileri kurt şeklinde olan, ellerinde bir ok ve yay tutan, elli oğulları veya elli
kızları olan, “yoğun demir” maddesi ile ilgili işaretler taşıyan ziyaretçilerdir. Bu
göksel ziyaretçiler, insanoğlu ile birebir ilişki kurmuştur; hatta bu ilişkilerde
“insanoğlu ile evlenen tanrılar / tanrıçalar” söz konusu olmuştur ki bu,
mitolojilerde yer alan “ilahi gen” motifinin önemli örneklerindendir. Türk
mitolojisinde ise “insanoğlu ile evlenen tanrılar” ile değil de “Gök Tanrının
gönderdiği elçiler” ile kazanılan “ilahi gen” anlatmaları mevcuttur. Bu fark
haricinde, “gökten gelen tanrı elçileri” konusunda Siriusyen kültür ile Türk
mitolojisi önemli paralellikler göstermektedir. Çünkü Gök Tanrı, Türklere
göndereceği yardımı tıpkı Siriusyen kültürdeki gibi elçiler aracılığı ile iletmiştir
ve en ünlü Türk destanlarında bu elçiler karşımıza tıpkı Siriusyen kültürdeki
gibi “kurt” şeklinde çıkmaktadır. Oğuz Kağan, Bozkurt, Asena, Ergenekon, Ak
Tayçı ve daha birçok Türk destanında; Altay, Kırgız, Kazak, Karakalpak,
Hakas, Tuva, Başkurt, Karaçay Malkar, Tatar, Dolgan, Yakut, Baraba-om,
Kazan
ve
Çuvaş
Türklerinin
efsanelerinde
“kurt”
motifine
sıklıkla
rastlanmaktadır. Dünya mitolojilerinin çoğunda yer alan Sirius tasvirlerinde ve
Türk mitolojisinde, genellikle “kurt - köpek” motiflerinin kullanılmış olmasının
sebebi,
kurdun
ve
köpeğin
gece
gündüz
dikkatli
olan,
insanların
algılayamadıkları şeyleri algılayan, insanlar için “yol gösteren, kılavuz” vasfı
taşıyan hayvanlar olmalarıdır. Mitolojilerin oluştuğu coğrafyaya göre bu
hayvanlar bazı yerlerde kurt, bazı yerlerde köpek, bazı yerlerde ise çakal
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Dünya mitolojilerinde “yıldız” ve “ışık” motifleri, özellikle öncesinde
göçebe hayat tarzı sürmüş olan ve sonrasında yerleşik hayata geçmiş olan
insan toplulukları için önemli motiflerdir. Çünkü bu medeniyetler, göğün
hareketlerini ve yıldızların konumlarını takip ederek hayatlarına yön vermiştir.
Hangi yıldızın, hangi dönem daha parlak olduğunu veya hangi dönem
görünmediğini; görünmesinin veya görünmemesinin onlara ne getireceğini
anlamlandırmaya çalışan medeniyetler için Sirius takımyıldızı, Güneş’ten
sonraki en parlak yıldız olduğundan çok dikkat çekici bir yıldızdır. Mitolojik
136
anlatmalarda Sirius ile ilişkilendirilen tanrılar veya tanrı elçileri de Sirius kadar
parlak olarak tasvir edilmiştir. Türk mitolojisindeki tanrı elçileri genellikle bir
ışık içerisinde Türklere gönderilmiştir veya bu elçiler, ışıktan bir hayalden
ibaret olmuştur. Özellikle Oğuz Kağan’ın gökten ışıkla inen ve alnında parlak
bir beni olan ilk eşinin Sirius ile bir ilişkisinin olmadığını düşünmek
imkansızdır. Ayrıca bu ilişkiden olan çocukların ve Oğuz Kağan’ın yine
mucizevi bir şekilde ortaya çıkan diğer eşinden olan çocuklarının “ilahi gen”e
sahip oldukları da tartışılmazdır; çünkü onların anneleri Gök Tanrının
elçileridir. Bu çocukların “yay - ok” ile olan ilişkisi de Sirius bağlantısı için
fevkalade önemli bir ipucudur.
Kimi araştırmacılar, Türkler için çok önemli olan ve “göğün direği”
olarak kabul edilen Demir Kazık yıldızının -adındaki “demir”den ve Sirius’un
diğer medeniyetlerdeki öneminden yola çıkarak- aslında çok eski dönemlerde
Türkler için Sirius’un karşılığı olduğunu iddia etmektedir. Bilimsel gerçeklik
incelenirse belli bir açıda eğikliğe sahip olan bir eksen çevresinde dönen
Dünyamızın binlerce yıllık hareketi sırasında, yıldızların mevcut yerlerinde
değişiklik olabilir. Yani binlerce yıl önce Türkler, Sirius B’nin yoğun demir
yapısından haberdar ise, Sirius’u kastederek “Demir Kazık yıldızı”ndan söz
etmiş olabilir ve Sirius için “göğün direği” demiş olma ihtimali söz konusu
olabilir. Şamanların trans yolu için çok önemli olan bu yıldız, Sirius olarak
kabul edilirse Türk, Mısır ve Mezopotamya mitolojileri arasında sadece tanrı
elçilerinin isim değiştirdiği çok benzer anlatmalar olduğu sonucu ortaya
çıkacaktır.
Sirius takımyıldızı ile ilgili dünya mitolojilerinin ortak motiflerinden biri
olan yay - ok ikilisinin motif olarak kullanılma nedeni ise, Sirius A ve Sirius
B’nin birbirleri etrafında yapmış oldukları yörünge hareketinde eksenin oka,
dönüş şeklinin de yaya benzemesidir. Türk mitolojisinde Oğuz Kağan, Alıp
Manaş, Er Samır gibi destanlarda ve daha birçok Türk efsanesinde de yay ok ikilisi önemli bir motif olarak yer almaktadır. Bu destan ve efsanelerde yer
137
alan yaylar ve oklar, belirtilen çeşitli özellikleri ile bir şekilde Sirius ile
ilişkilendirilebilir niteliktedir.
Dünya mitolojilerinde, Sirius A ve Sirius B’nin yörünge dönüş
sürelerinin elli yılda tamamlanması ile “elli” sayısı da Siriusyen kültüre
girmiştir. Ayrıca Sirius B’nin bir akcüceye dönüşmesi sonucunda ağırlığının
inanılmaz ölçüde artmış olması ve kendisini oluşturan bu ağır, yoğun ama
tanımlanamayan madde için “yoğun demir” denilmesi sonucunda “demir”
motifi de Sirius kültürünün bir parçası olmuştur. Yapılan çalışmalarda Türk
mitolojisinde elli sayısına rastlanmamıştır; fakat Sirius kültürü - yoğun demir
ilişkisi için verilebilecek örnekler, Türk destan ve efsanelerinde mevcuttur.
Dünyanın en gelişmiş medeniyetleri arasında Sirius kültürü açısından
çok sayıda paralellik olmasının temelinde aynı etkinin olabileceğini bize
düşündüren bu tezin sonucunda, Türk mitolojisinde “Sirius” adı verilerek
birebir
anlatmalar
bulunmadığı;
fakat
kültürler
arasındaki benzerliğe
dayanarak belki de bugün elimize ulaşmayan çok eski Türk kaynaklarında
Sirius ile ilgili bilgilerin olabileceği düşünülebilir.
Tezin
geliştirilebilmesi
açısından
incelemiş
olduğumuz
dünya
mitolojilerine ek olarak Kızılderili mitolojisi, İskandinav mitolojisi gibi dünya
üzerinde daha önce Sirius açısından ele alınmamış mitolojiler ile inanç
sistemleri ve bu inanç sistemlerinin kitapları, dinler ve bu dinlere ait kitaplar
incelenebilir.
138
KAYNAKÇA
I.
AÇA, Mehmet, “Türk Destancılık Geleneğine Bütüncül YaklaĢabilme ve
Alp Kavramı Üzerine Bazı Yeni YaklaĢımlar”, Milli Folklor, Sayı: 48,
Ankara 2000.
II.
ADĠLOĞLU, Adilhan, “Kafkas Nart Destanlarında Sümer ve Saka Ġzleri”,
Bilge, Sayı: 31, AKM Yayınları, Ankara 2001.
III.
ADĠLOĞLU, Adilhan, “Karaçay - Malkar Nart Destanları”, Turkish Studies
- Türkoloji AraĢtırmaları, Volume 2/1, Erzincan 2007.
IV.
ANDREWS, S., Atlantis - Kayıp Bir Uygarlığın Ġç Yüzü, Ege Meta
Yayınları, Ġzmir 2002.
V.
ASLAN, Namık, “Kurt Motifinin Türk MenĢe Efsanelerindeki Anlamı
Üzerine”, Milli Folklor, Yıl: 22, Sayı: 87, Ankara 2010.
VI.
BANARLI, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, 1. Cilt, Milli Eğitim
Basımevi, Ġstanbul 2001.
VII.
BANG, W., ARAT, ReĢid Rahmeti, Oğuz Kağan Destanı, Ġstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili Semineri NeĢriyatından,
Burhaneddin Basımevi, Ġstanbul 1936.
VIII.
BERLITZ, Charles Frambach, Atlantis’in Esrarı, Milliyet Yayınları, Ġstanbul
1976.
IX.
BLACK, Jeremy, GREEN, Anthony, Mezopotamya Mitolojisi Sözlüğü Tanrılar, Ġfritler, Semboller, Aram Yayıncılık, Ġstanbul 2003.
X.
BONNEFOY, Yves, Antik Dünya ve Geleneksel Toplumlarda Dinler ve
Mitolojiler Sözlüğü, Türkçeye Baskıyı Yayına Hazırlayan: Levent Yılmaz,
Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 2000.
XI.
CAMPBELL, Joseph, Doğu Mitolojisi, Ġmge Kitabevi, Ankara 1998.
139
XII.
CANDAN, Ergun, Gizli Sırlar Öğretisi, Sınır Ötesi Yayınları, Ekim 2009.
XIII.
CANDAN, Ergun, Türklerin Kültür Kökenleri, Sınır Ötesi Yayınları,
Ġstanbul 2002.
XIV.
CHURCHWARD, James, Kayıp Kıta Mu, Ives Washborn, New York,
1934. (c)
XV.
CHURCHWARD, James, Mu Çocukları, Ives Washborn, New York, 1934.
(a)
XVI.
CHURCHWARD, James, Mu’nun Kutsal Sembolleri, Ives Washborn, New
York, 1934. (b)
XVII.
COLETTE, Estin, Yunan ve Roma Mitolojisi, Tübitak, Ankara 2007.
XVIII.
ÇĠFÇĠ, Musa, “Türklerde Gök Kültürü”, Prof. Dr. Abdurrahman Güzel’e
Armağan, Ankara 2004.
XIX.
ÇOBANOĞLU, Özkul, Türk Dünyası Epik Destan Geleneği, Akçağ
Yayınları, Ankara 2007.
XX.
ÇORUHLU, YaĢar, Türk Mitolojisinin Ana Hatları, Kabalcı Yayınları,
Ġstanbul 2006.
XXI.
DEVELLĠOĞLU, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Aydın
Kitabevi, Ankara 2002.
XXII.
DĠLEK, Ġbrahim, Altay Destanları 1, TDK Yayınları, Ankara 2002.
XXIII.
DĠLEK, Ġbrahim, “Sibirya Türk Masallarında Hayvanla Evlenme”, Türkiyat
AraĢtırmaları Dergisi, S. 22, Konya, 2007.
XXIV.
DOĞAN, Levent, “Türk Kültüründe Hayvanlar ve Hayvan Ġsimleri”, Türk
Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, TDK Yayınları, Sayı: 12/2, Güz/2,
Ankara 2001.
XXV.
DONNELLY,
Publications
Ignatius,
Inc.,
Atlantis,
New
The
York,
Antediluvian
1976,
World,
(EriĢim)
Dover
http//www.
thewhitetree.org/atlantoloji, 26.12.2009.
XXVI.
EMMANUEL, R. Hint, Yunan ve Mısır Mitolojilerinde Gizemli Bilgilerin
Kaynakları, Ruh ve Madde Yayınları, Ġstanbul 1995.
XXVII.
ERGUN, Metin, Türk Dünyası Efsanelerinde DeğiĢme Motifi, 2. Cilt,
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Dil Kurumu Yayınları:
691, Ankara 1997.
140
XXVIII.
FREKE, Timothy, GANDY, Peter, Hermetika - Hermes’in Kayıp Sözleri,
Ege Meta Yayınları, Ġstanbul 2000.
XXIX.
GERÇEKSEVER, Selman, Yıldızlardan Gelen Tanrılar, Sınır Ötesi
Yayınları, Ġstanbul 2000.
XXX.
GRIAULE, Marcel, DIETERLEN, Germaine, Le Renard Pâle (Soluk Tilki),
Institut d’Ethnologie, Musée de l’Homme, Paris 1965.
XXXI.
GRIAULE, Marcel, DIETERLEN, Germaine, “Un Systéme Soudanais de
Sirius”, Journal de la S ociété des Africanistes, Paris 1950.
XXXII.
GRIMAL, Pierre, Mitoloji Sözlüğü, Yunan ve Roma, Sosyal Yayınlar,
Ġstanbul 1997.
XXXIII.
GÜNAY, Ünver, GÜNGÖR, Harun, BaĢlangıçtan Günümüze Türklerin
Dini Tarihi, Rağbet Yayınları, Ġstanbul 2007.
XXXIV.
GÜVEN, Merdan, “Oğuz Kağan Destanı’nda Hayvanlar”, Milli Folkor, Yıl:
15, Sayı: 57, Ankara 2003.
XXXV.
HARNER, Michael, ġamanın Yolu, Dharma Yayınları, Dünya Dinleri ve
Kültürleri Dizisi, Ġstanbul 1999.
XXXVI.
HOLBERG, JB, Sirius: Brightest Diamond in the Night Sky, UK: Praxis
Publishing, Chichester 2007.
XXXVII.
HOMEROS, Ġlyada, Can Yayınları, Ġstanbul 2008.
XXXVIII.
HOMEROS, Odysseia, Can Yayınları, Ġstanbul 2008.
XXXIX.
HOPE, Murry, Atlantis - Efsane mi Yoksa Gerçek mi?, Milliyet Yayınları,
Ġstanbul 1994.
XL.
HOPE, Murry, Eski Mısır ve Sirius Bağlantısı, Ruh ve Madde Yayınları,
Ġstanbul 1998.
XLI.
ĠNAN, Abdülkadir, “Türk Rivayetlerinde Bozkurt”, Ġslamiyet Öncesi Türk
Destanları, Ötüken Yayıncılık, Ġstanbul 2002.
XLII.
KAFESOĞLU, Ġbrahim, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınları, Ankara 2007.
XLIII.
KALAFAT, YaĢar, Kırım Kuzey Kafkasya, Asam Yayınları, Ankara 1999.
XLIV.
KAYA, Korhan, Hint Mitolojisi Sözlüğü, Ġmge Kitabevi, Ankara 1997.
XLV.
KÖROĞLU, Kemalettin, Eski Mezopotamya Tarihi – BaĢlangıcından
Perslere Kadar, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul 2009.
141
XLVI.
KRAMER, Samuel Noah, Sümer Mitolojisi, Kabalcı Yayınları, Ġstanbul
2001.
XLVII.
LUBICZ, R. A. Schwaller de, Sacred Science, Rochester: Inner Traditions
International, 1988.
XLVIII.
MACKENZIE, Donald A., Çin ve Japon Mitolojisi, Ġmge Kitabevi, Ankara
1996.
XLIX.
MAYATEPEK, Tahsin, “Uygur, Akkad ve Sümer Türklerinin Pasifik
Denizi’nde Ġlk Ġnsanların Zuhur Ettiği Mu Kıtasından 70.000 Sene Evvel
Çıkıp Mu’daki Büyük Medeniyet, Dil ve Dinlerini Cihana Yaydıklarına Dair
Yepyeni ve Mühim Malumatı Ġhtiva Eden Rapor”, 7. Rapor, TDK, ġubat
1936.
L.
O’FLAHERTY, Wendy Doniger, Hindu Mitolojisi, Ġmge Kitabevi, Ankara
1996.
LI.
ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültürünün GeliĢme Çağları, Türk Dünyası
AraĢtırmaları Vakfı, Ġstanbul 2001.
LII.
ÖGEL, Bahaeddin, Türk Mitolojisi, 1. Cilt, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara 2003.
LIII.
ÖGEL, Bahaeddin, Türk Mitolojisi, 2. Cilt, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara 2002.
LIV.
ÖGEL, Bahaeddin, Türklerde Devlet AnlayıĢı (13. Yüzyılın Sonuna
Kadar), Bakanlık Basımevi, Ankara 1982.
LV.
RAMAZANOĞLU, Muzaffer, GılgamıĢ Destanı, ÇağdaĢ Matbaacılık
Yayıncılık Ltd. ġti., Ġstanbul 1998.
LVI.
ROSENBERG, Donna, Dünya Mitolojisi, Ġmge Kitabevi, Ankara 2003.
LVII.
ROUX, Jean-Paul, Türklerin Tarihi / Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl,
Kabalcı Yayınevi, Ġstanbul 2008.
LVIII.
SALT, Alparslan, Dogonlarda Sirius Gizemi, Ruh ve Madde Yayınları,
Ġstanbul 1984.
LIX.
SALT, Alparslan, Semboller Ansiklopedisi, Ruh ve Madde Yayınları,
Ġstanbul 2010.
LX.
SALT, Alparslan, ÇOBANLI, Cem, Dharma Ansiklopedisi, Dharma
Yayınları, Ġstanbul 2001.
142
LXI.
SAKAOĞLU, Saim, DUYMAZ, Ali, Ġslamiyet Öncesi Türk Destanları,
Ötüken Yayıncılık, Ġstanbul 2002.
LXII.
SANTESSON, Hans Stephen, Batık Ülke Mu Uygarlığı, Ruh ve Madde
Yayınları, Ġstanbul 1989.
LXIII.
SÜMER, Faruk, “Oğuzlara Ait Destani Mahiyette Eserler”, Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt: 17, Sayı: 3.4,
Ankara 1959.
LXIV.
ġENEL, Alâeddin, Kemirgenlerden Sömürgenlere Ġnsanlık Tarihi, Ġmge
Kitabevi, Ankara 2009.
LXV.
TEMPLE, Robert K., Sirius Gizemi, Ruh ve Madde Yayınları, Ġstanbul
1999.
LXVI.
Türk Dünyası Ortak Edebiyatı, Türk Dünyası Edebiyat Metinleri Antolojisi,
Cilt: 1, AKM Yayınları, Ankara 2001.
LXVII.
URAZ, Murat, Türk Mitolojisi, Hüsnütabiat Matbaası, Ġstanbul 1967.
LXVIII.
WERNER, Edward Theodore Chalmers, Çin Mitleri ve Efsaneleri, Ġlya
Ġzmir Yayınevi, Ġzmir 2008.
LXIX.
www.wikipedia.org
LXX.
www.astrologyanalyst.com
LXXI.
http://blog.milliyet.com.tr
143
EK: RESİMLER
Resim 1 Sirius A ve Sirius B yıldızlarının uzaydaki yeri
Resim 2 Sirius A ve Sirius B yıldızının görüntüsü
144
Resim 3 Mu ve Atlantis’in yeri ile buralardan göç eden halkların göç yolları haritası
Resim 4 Mısır’daki Dandera Tapınağı’nın tavanında bulunan Sirius tasviri
145
Resim 5 Mısır’daki Dandera Tapınağı’nın tavanı (Sirius tasviri güneydoğu yönünde)
Resim 6 İsis ve Sirius tasviri
146
Resim 7 Osiris ve Köpek Başlı Anubis
Resim 8 Antik Yunan’a ait Zeus’un köpeğinin tasviri edildiği para
147
Resim 9 Antik Yunan’a ait Sirius tasviri
Resim 10 Romus - Romulus kardeşlerin dişi kurt tarafından emzirilmesinin tasvirleri
148
Resim 11 Elinde yay ve ok ile çift yıldıza ilerleyen Naram-sin (Mezopotamya)
149
Resim 12 Kral Nabodin’e ait bir kitabede görülen çift yıldız figürü (Babil)
Resim 13 Sirius yayı ve göksel çakal / Eski Çin miti
150
Resim 14 Mezopotamya Kak-si-di (Sirius) takımyıldızı (çivi yazısı kanıtı)
Çin Sirius takımyıldızı / Göksel çakal Tien-lang (ok kısmı daha kısa)
151
Resim 15 Dogonlara ait bir köy
Resim 16 Dogonların Sirius A ve Sirius B yörünge çizimleri (Bilimsel çalışmalarda
ortaya çıkan çizimlerle tıpatıp aynı)
152
Resim 17 Oğuz Kağan tasviri
153
Resim 18 Göktürklerin bayrağı
Resim 19 Bugu anıtı (Göktürkler)
154
Resim 20 Ergenekon Destanı tasviri
Resim 21 Şaman davulu
155
ÖZET
ERTÜRK, Yaprak Pelin. Sirius Kültürü ve Türk Mitolojisi İlişkisi, Yüksek
Lisans Tezi, Ankara, 2011.
Sirius kültürü, yeryüzündeki birçok uygarlık için kutsal olan Sirius
takımyıldızı etrafında oluşan inanmalar, anlatmalar ve pratikler bütünüdür.
Mu, Atlantis, Eski Mısır, Antik Yunan, Roma, Mezopotamya, Çin, Hint ve
Afrika Dogonları arasında belirgin bir şekilde rastlanan Sirius izlerine çok
benzer izler Türk mitolojisinde de mevcuttur. Siriusyen kültürün en önemli
motifleri olan “gök tanrı”, “kurt / köpek”, “yay - ok” ve “yıldız” motifleri, Türk
mitolojisinin de en önemli motiflerindendir. Bu derece paralellik gösteren
kültürlerin temelinde aynı etkininin olup olmadığı hakkında yaptığımız
araştırma sonuçlarının yer aldığı bu tez çalışmasının gerçek amacı, Sirius A
ve Sirius B yıldız çiftinin bazı noktalarda bir sırra dönüşen bilgilerinin, Türk
destan ve efsanelerinde yer alıp almadığı sonucuna ulaşmaktır.
Anahtar Sözcükler:
1. Sirius
2. Gök tanrı
3. Kurt - Köpek
4. Ok - Yay
5. Yıldız
156
ABSTRACT
ERTÜRK, Yaprak Pelin. The Sirius Culture and Turkish Mythology
Relationship, M.A. thesis, Ankara, 2011.
The Sirius culture is comprised of the entirety of beliefs, narrations and
practices emerging around the the star Sirius, which is accepted as holy in
many civilizations on earth. It is possible to come across traces and
indications of Sirius in Turkish mythology, very similar to those prevalent in
Mu, Atlantis, Ancient Egypt, Ancient Greece, Rome, Mesopotamia, China,
India and the African Dogon. The themes of "the sky god", "wolf/dog", "bow arrow" and "star", which constitute the most important themes of the Sirius
culture, are also among the most important themes of Turkish mythology.
The actual aim of the present thesis, which covers the results of our research
on whether identical effects take place in the foundations of cultures that
display such a high degree of similarity, is to reach a concluding regarding
the question whether or not the information about the star pair Sirtius A and
Sirius B that turns into a secret at certain points take place in Turkish myths
and sagas.
Key Words:
1. Sirius
2. Sky God
3. Wolf - Dog
4. Bow - Arrow
5. Star
Download