DÜŞÜN

advertisement
DÜŞÜN
Elmadağ Lisesi Felsefe Kulübü Dergisi
Ocak 2003
Yıl: 4 Sayı: 7
Sorgulanmayan bir hayat yaşanmaya değmez
İÇİNDEKİLER
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
11.
12.
13.
Felsefe Kulübümüz ve DÜŞÜN ........................... DÜŞÜN Yazı Kurulu
Bir Ağıt Olarak İnsan ....................................................... Ahmet İNAM
“Cennetin Doğusu” ......................... Felsefe ve Edebiyat Öğretmenleri
“Martı”.......................................................... I. Edebi Metin Sunu Grubu
“Küçük Prens”............................................ II. Edebi Metin Sunu Grubu
“Keşanlı Ali Destanı” ............................. Tiyatro Değerlendirme Grubu
“Sokrates’in Savunması” .......................................... Sokrates Grubu
“Ekim Düşü” ............................................ I. Film Değerlendirme Grubu
Ankara Felsefe Kulüpleri Platformu ..................... . Neslihan ATEŞÇİ
İnsanlığın Felsefi Serüveni ( Felsefe Tarihi – VII ) ......... Demokritos
Ödüllü Bulmaca ............................................................ Özlem ALTUN
Mutluluk Üzerine ( Felsefecilerimizden) ......................Füsun AKATLI
Çağımızın Gerçekleri .................................................... J. P. SARTRE
FELSEFE KULÜBÜ ve DÜŞÜN’DEN
DÜŞÜN YAYIN KURULU
Bu öğretim yılında Felsefe Kulübü
olarak
çalışmalarımızı
yeniliklerle
zenginleştirme kararı aldık.
Kulüp çalışmalarını “Çarşamba
Etkinlikleri” adı altında her hafta Halk
Eğitim Merkezinde tüm öğrenci ve
öğretmenlere açık olarak yürütüyoruz.
Halk Eğitim Merkezindeki tamirat işleri bu
aralar çalışmalarımızı biraz aksattı.
“Sokrates’in Savunması” adlı etkinliğimizi
kütüphanemizde
sıkışık
koşullarda
yapmak zorunda kaldık. Ocak ayı sonuna
doğru yeniden Halk Eğitim Merkezini
kullanmaya başlayabileceğiz. Bu imkanı
bize sağladığı için Kaymakamlık, İlçe Milli
Eğitim Müdürlüğü ve İlçe Halk Eğitim
Merkezine teşekkür ediyoruz.
Öncelikle
Kulüp
üyelerimizin
bütününü 9. ve 10. Sınıflar oluşturdu.
Bunun iki nedeni vardı: Felsefeyle daha
erken tanışmak ve gelecek senelerde
Felsefe Kulübü çalışmalarını daha
kurumsal ve gelişkin hale getirmek.
Geçen senelerde Kulüp çalışmaları daha
çok son sınıf öğrencilerine dayanıyordu.
Bu ise her sene çalışmalara yeni baştan
başlanmasına yol açıyordu. Felsefeyle
ilk kez karşılaşan kişiler olarak kuşkusuz
zorlanıyoruz ama her etkinlikle felsefeyi
daha iyi kavrıyor ve seviyoruz. Gelecek
sene
daha
gelişkin
faaliyetleri
gerçekleştirebileceğiz.
Bu sene etkinlilerimizin çeşitli
sunumlar, gösteriler, söyleşiler ve
ardından
herkesin
katılabileceği
tartışmalar
şeklinde
yürütülmesini
düşündük. Verimli olduğunu gözlüyoruz.
Sene başında bu öğretim yılında
yapacağımız tüm çalışmaların genel
planını yaptık. Konularımızı çok çeşitli
alanlardan seçtik: Etik, bilim, sanat,
insan, tarih, toplum, eğitim vb. Amacımız,
felsefenin ne türden bir etkinlik olduğu, ne
tür soruları konu edindiği ile ilgili genel bir
kavrayışa ulaşmak oldu.
Felsefe Kulübü, yeni üyelere her
zaman açıktır. İsteyen öğrenci bundan
sonraki etkinliklerde yer alabileceklerdir.
Bizler Felsefe Kulübü çalışmalarının
okulumuz öğrencileri için önemli bir fırsat
olduğunu görüyoruz. Öncelikle kendimizi
ifade etme fırsatı buluyoruz. Gönüllü bir
bilgisel
etkinliğe
yaratıcılığımızı
geliştirerek katılıyoruz. Doğru diye
bildiklerimizi sorguluyor, yeni fikirlerle
tanışıyor ve yeni dünyalara yelken
açıyoruz.
Çeşitli gruplar oluşturduk aramızda.
Her bir grubun bir
hafta etkinlik
düzenlemesini planladık. Yaptığımız
etkinlikler bu tarz çalışmanın bizim
koşullarımıza uygun olduğunu gösterdi.
Sizler de bizlere katılmaz mısınız?
2
Felsefe Kulübümüzün II. Dönemdeki programı aşağıdadır:
19 Şubat
“Gülün Adı” filminin gösterimi –
Ortaçağ ve Tarih üzerine sohbet
“Toplum – Birey / kişi
konulu tartışma
ve özgürlük”
26 Şubat
Bir şairle söyleşi –
14 Mayıs
Bir psikologla “Gençlik
çatışması” konulu söyleşi
5 Mart
Bir Jeologla söyleşi –
“Deprem ve Bilim” konulu tartışma
21 Mayıs
Bir psikologla “Duygusal / Çoklu Zeka”
konulu söyleşi
12 Mart
Bir Uzay Bilimci ile söyleşi –
“Uzay ve Bilim” konulu tartışma
28 Mayıs
“Eğitim felsefesi
tartışma
19 Mart
“Tarih nedir? - Tarihe nasıl bakmalı?”
konulu söyleşi –
“Tarih felsefesi” üzerine tartışma
4 Haziran
Felsefe Kulübü Şenliği
ve kuşak
sorunları”
konulu
Felsefe Kulübümüz, yıllık programını
planlamış olmakla birlikte bazı ufak
değişikliklere de açık bir esneklikte
olacaktır.
24 Mart
Bir sosyologla söyleşi –
“Yabancılaşma” konulu tartışma
Düşün dergimiz, bundan sonra da bir
yandan Felsefe Kulübü etkinliklerini
yansıtacak diğer yandan da isteyen
herkesin görüşlerini dile getirebileceği,
birikimlerini hepimizle paylaşabileceği bir
platform olacaktır.
2 Nisan
Bir Antropologla söyleşi –
“Küreselleşme ve kültür” konulu tartışma
9 Nisan
“İletişim ve Medya” konulu tartışma
Her türlü konuda görüşlerinizi,
önerilerinizi bize ulaştırırsanız seviniriz.
16 Nisan
“İnsan ve İnsan Doğası” konulu tartışma
Benim de diyeceklerim var diyen
öğrenci ve öğretmenler!
Kalemleriniz çalışsın
30 Nisan
“İnsan Haklarının felsefi temelleri” konulu
tartışma
Yazılarınızı bekliyoruz.
7 Mayıs
3
Felsefe Kulübümüz geçen dönem okulumuzda
Ahmet İnam’la bir söyleşi düzenledi. Söyleşi,
hafta boyunca “Felsefenin neliği – gereği”
konusunda okul içinde tartışmalara yol açtı.
Ahmet İnam ayrıca dergimizde yayınlanmak
üzere aşağıdaki yazıyı gönderdi. Kendisine
teşekkür ediyoruz.
BİR AĞIT OLARAK İNSAN
Ahmet İNAM
ODTÜ Felsefe Bölümü Başkanı
Kim yitirmiyorum derse, çoktan
yitirmiştir.
Yaşamak
yitirmektir.
Yitiriyorsak, “elimizde” yitirdiğimiz var
demektir. Bizde bir şey var ki yitiriyoruz.
Yitirirken var olduğumuzu, var olmuş
olduğumuzu
duyuyoruz.
Ölürken
yaşadığımızı anlıyoruz. Oysa, yaşarken
ölmekte olduğumuzu anlayanımız pek az.
Ağıtlama gücüm bir ağıt oluşumdan
geliyor. Gelsin ne gelecekse, gelen her
acı, hoş geldi sefa geldi, ağırlarım.
Acılarımı ağırlarım. İnsanım ben. Gerçeği
ağırladığım için, ağıtım!
İnsan çevresindeki sorunlarla başedebilmek için, bir homofaber olarak üretir.
Alet yapar. Teknolojiyi oluşturur. Bilim
gözüyle anlamaya, seyretmeye (theoria)
koyulur. Üreten, meydana getiren, ortaya
ürün koyan varlık olarak homopoesis dir.
Yitirdiğimizi anlayınca, ağıyor yitirme
duygusu, bir ağu gibi içimize ya için için
ağlıyor ya ağıt yakıyoruz. Ağlamak
edilgin, üstümüze üstümüze gelene karşı,
olağan sayılabilecek tepkilerden biri.
Ağıtsa, yitirilene karşı duruş: Bir etkinlik.
Ağıt yakıyorum, başıma gelenler,
karşılaştıklarım,
yitirdiğimi
düşündüklerim, şiirlenmeye değer demek
ki. İnsan kaybını şiirleştirebilirse,
ağıtlayabilir. Gerçeklilik üstüme gelirse
kaçmam: Dururum karşısında. Ben
insanım. Şiirleyen insanım. Ağıtlayan.
İnsan yalnızca fiziksel anlamıyla alet
üretmez, düşler, kavramlar, düşünceler
de üretir. Diliyle ortaya koyar ürünlerini.
Diliyle üretir. Uğradıklarının altında
kalmamaya çalışır. Çırpınır. Bir çırpınma
biçimi olarak üretim, var olma
çabalarından biridir insanın. İşte şiirleme
eylemi de dünyaya karşı dünya koyarak,
çırpınma biçiminde bir üreterek varolma
4
biçimidir. Dünya içine gömülerek, onda
eriyerek değil, dünyanın sunduğuna bir
karşı sunu olarak yaşar insan. Dünya
içinde erise bile, örneğin bir bilge tutumu
olarak dünyayla, doğayla bütünleşme
çabası içindeyken, kendi rengiyle katılır
dünyaya. Rengi, evrendeki renkler içinde
çok güçsüz görünse bile, o, rengini
anlamaya
uğraşan,
sorgulayan,
dönüştürmeye çabalayan bir varlıktır.
Dünyayı anlatır, eleştirir, sorgular,
dünyayı duyar. Duyurur, şiirler.
karşılayabilme gücünü gerektirir. Evreni
karşılayabilme gücü: Şiirlemenin ilk
adımı. Karşıda duranı, karşılayabilme
duyarlılığı bizi ahlak alanında, karşımızda
durana
direnebilme
gücünü
taşımamızdan dolayı teşekkürü gerekli
kılar. Varız. Karşımızda olanlar var.
Karşıda duran bir evren. Bu evreni
karşılayabiliyoruz:
Şükür
ki
karşılayabiliyoruz. Yok olmak yerine var
olduğumuz için borçluyuz. Yaşamak
borçlu olmaktır. Yaşadığı dünyanın
kendisine haksızlık yaptığını, sürekli
olarak yaşamdan alacağı olduğunu
sananlar yanılıyorlar. Karşılaştıklarımızı
karşılayabilmeliyiz. Budur borcumuz.
Yaşama, var oluşa şükran borcumuz
bundandır. İç dünyamızda keşfettiğimiz
sonsuzluğa duyduğumuz şükran, bizi
şiirlemeye
götürür:
Varlıkla
karşılaşabilirim,
evrenle.
Karşılaşabiliyorsam, içimde karşılama
gücü vardır. Bu güçle içimdeki
sonsuzluğu duyarım. Bu gücü borç
aldığımı anlarım, karşılaştıklarımdan. Bu
gücün emanet olduğunu. Öyleyse
şiirleyen bir insan olarak, emanete karşı,
borç aldıklarıma, bana verilenlere karşı,
duyarlılığımı, “şiirde” ortaya koyarım.
Şiirlemenin altında insanın onto-etik
yapısının bulunmasının anlamı budur:
Şiirlemek borç ödemektir. Var oluş bizi
şiirleyenlerden bunu bekler. “Beni şiirle”
der. Şiirleyerek borcumuzu ödemeye
çalışırız. Varlığın, “şiirleyerek borcunu
öde” uyarısına şiirle karşılık veririz.
Güveniriz çünkü, varlığın çağrısına.
Yaşarken varlığın çağrısını duyarız; bu
çağrı bir buyruk gibi gelir bize: “Borcunu
öde”. “Şiirleyerek öde.”
Şiirleme,
Husserl
çizgisindeki
fenomenoloji anlamında bir anlam verme
(noesis) değildir. Şiirleme salt bilinç
sınırları içinde gerçekleşmez. Yalnızca
noetik bir edim değildir. İnsan varlığının
onto-etik yapısından kaynaklanır. İnsan
aklının bir özelliğidir. İnsan şiirleyen bir
akla da sahiptir. Şiirleme “ben varım”
çığlığıdır. Varlığını duyurmadır. Bunu
“sözle” yapar. Müzikle. Resimle. Sanatla.
Bilimle. İnanç düzenleriyle. Kültürüyle.
Elbette her insan yaratısı, her kültür
ürünü şiirleme ile oluşmaz. Şiirleme, bir
tavrın, bir tutumun, bir yönelişin adıdır.
İnsan, şiirlemeden üretebilir. Çağımız
bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Dünyayla, evrenle, insanla karşı karşıya
olduğu duygusunu taşımadan, körü
körüne çabalarla gerçekleştirilen kültür
ürünlerinde şiirleme çabası yoktur. Şiir
yoktur. Bilimde, düşüncede, sanatta,
giderek şiirde bile şiirin görünmemesi,
şiirleme çabasını unutmuş insandandır.
İnsan, yaşamındaki şiiri, aklındaki
şiirleyen bileşeni, ürünlerini ortaya
koyarken unutmuşa benziyor.
Şiirleme dünyayla, evrenle karşı
karşıya olma duygusu ve tavrıyla başlar.
Bu karşı karşıya oluş, karşıda olanı
5
Borcumuz olduğuna inanır, varlığa
güveniriz. Varlığın şiirden anladığına,
bizim şiirlememize yardımcı olacağına.
Varolmayı karşılayabilenin, varlıkla karşı
karşıya kalanın hanesine borç yazılır.
Yaşadıkça borcumuz artar. Kime?
Yaşamaya,
insana.
İçimizdeki
sonsuzluğa. Borcumuz artar. Borcumuz,
yaşam bize verdikçe artar. Ödemenin
yollarından biridir, şiirleme. İnsan çok
yüksek şiirleme gücüyle, tüm borçlarını
öder de, alacaklı duruma erişebilir mi?
İçimizdeki küçük sonsuzluk, dışımızdaki
büyük sonsuzluğu yenebilir mi? Hiçbir
zaman! Şiir, insanın tüm borcunu
ödeyemez. İnsanın eksikliği oradadır.
İnsanın bir olanaklar varlığı olduğu açık.
Olanaklarının sundukları, arkada kalır
hep. Önde ise, olanakları tüketen bir
yaşam
vardır.
İnsanın
eksikliği,
borçluluğu buradan kaynaklanır. Borcunu
şiirle
ödeyenler
şiirleyenlerdir
yaşamlarını. Başka türlü nasıl ödenir
borç, bilmiyorum. Borç hanesini şiirle
silemeyenlerin borcu yazılmaya devam
edecek diye düşünüyorum. (Şiirin en
genel anlamıyla)
alacaklılık duygusu, dünyaya karşı bir
hınç duymasına yol açıyor. Başına
gelenleri haksızlık olarak görüyor.
“Yitirdim, demek ki borcum arttı”
diyemiyor. “Yitirdim, geri verin bana”
diyor.
Yitirmeleri
sonucu
ağıtın
oluşamasının ardında olan da odur.
Ağıtan değil, dağıtan bir insan olmasının.
Ağıtan insan yitirdikçe borcunun arttığını
düşünendir. Borcum arttıkça defterimdeki
borç, şiirlememi ister benden.
Borcum
artıyor
duygusunun,
Hıristiyanlıktaki
“günah”,
“suçluluk”
kavramlarıyla
ilgisinin
olmadığını
düşünüyorum.
İktidardaki
güçlerin,
insanlara
haksızlık
edip,
onları
sömürerek,
onların
“borçluluk
psikolojisinden”
yararlanabileceklerini
düşünebiliriz. Evet, isyan; isyan da bir
borç ödemedir: Borcumuz şu ya da bu
kuruma, şu ya da bu insana değil,
varlığın kendisinedir. Var oluşumuzu
duyurmak, evrenin bize verdiğinin altında
kalmamak, varlıklar arasında dinelip,
ayağa kalkarak, “ben varım” çığlığı
atmak; var olduğunu göstermek için
şiirlenmiş ürünler ortaya koymak,
şiirlemek.
Şiirleyen
insanı
sömüremezsiniz. Belki öldürüp yok
edebilirsiniz. Şiirini yakabilirsiniz. Şiiri,
varlığın şiire açık kulağında, belleğinde
duracaktır. Evrende, şiirleyen varlıklar
olacaktır. Şiirleyerek varolan evrenin
sesini, yine evrendeki şiirleyen varlıklar
duyacaktır. Şiirleme, sürekli yaratım
sürecidir.
Evrendeki
devinmedir.
Devinmenin bilinçli, duygulu biçimidir.
Zaten borçlu olan bir varlığın, ontoetik yapısıyla eksik kalmaya mahkum, bu
eksikliği varlığa güvenerek şiirleme
çabasıyla gidermeye çalışırken, yitirdiğini
görüyoruz.
Eşyasını,
sevdiklerini,
duygularını,
toplumsal
konumunu,
ilişkilerini, bilgisini, sezgisini, umudunu,
sevincini yitiriyor. Yitiğine yitik katıyor.
Eksiğine eksik.
Yitiriyor. Daha da borçlu olacağını
düşüneceğine, alacaklı olduğunu ileri
sürüyor. Dünyanın kendisine, istediğini
vermediği için nankör davrandığını,
vefasızlık ettiğini ortaya atıyor. Bu
Bir ağıt olarak insan, bu devinimi
yaşayan, bu devinim olan insandır.
Yitirmenin doğallığını yaşar. Yitmiş olana
karşı, yitecek olanı koyar. Ama koyar.
6
Başına gelenden korkmaz. Acı çeker
elbette. Devinim, duygudan yoksun
yaşanamaz. Acısının altında kalmaz.
Acısının altında kalmak yakışmaz insana.
Bir ağıt olan insana. Ağıttır çünkü, ağıt
yakar, ağıtlar dünyayı, başına gelenleri
ağırlayarak. Buyur eder acıları. Onları
konuk ederek. İsyan bir dirence,
şiirlemeye dönüşmüştür. Yitirdim, demek
ki yapacak çok işim var, üretecek çok şey
var. Yitirdim, borcum arttı; dövünmem,
yerinmem, kendimi kahretmem, kendimi
oymam,
doğru
değil.
Sesimi
duyurmalıyım.
Yitirdim.
Yitirdikçe,
ağıtlama gücüm artmalı. Yitirdikçe
ağmalıyım evrene doğru.
Başımıza geldiği anda dağıtıyoruz,
ağıtma yerine. Şiir sonradan geliyor.
Diğer insanlara yakabiliyoruz ağıtı,
çoğunlukla. Kendimize yakamıyoruz.
Sonradan ve diğerleri için. Ağıt yakan,
yitiğe şiir sunan insan, tüm insanlar, tüm
duyan, anlayan, bilinçli varlıklar adına
ağıt yakıyordur. Ağıt, yazgıya bir kafa
tutma, bir kuru isyan, karşı çıkış değil, bir
teşekkürdür.
Elbette böyle yapamıyoruz. Geri
dönülemez bir yitim gibi görülen ölüme
karşı, ölürken nasıl şiirleyebiliriz? Ağır
hastalıklarda, doğal afetlerde, yıkımlarda,
bunları yaşamakta olan biri olarak ağıtı
nasıl gerçekleştirebilirim?
Her insanın ağıtı ayrıdır. Doğrusu,
borç hanesi farklıdır. Borç hanesi ondan,
borcuna yakışan şiirlemeler bekler.
Şiirlemesini
gerçekleştiren
ağıtını
oluşturur. Ağıtlar. İnsan ne zaman ağıt
olmayı öğrenecek? Yitirmeyi, yitirebilmeyi
öğrenebildiğinde.
Ağıt
olmayı
başarabildiğinde!
Sisifos’un kayası bir teşekkür
sonucunda çıkıyor oraya. Orada durması
ya da durmaması ağıt olan insan için çok
da farklı değil. Dursa da borç bitmiyor ki!
Sisifos deviniminin özelliği o. Ağıtı o.
Yanağımdan düşen her gözyaşı
Yüreğimde açılan her yara
Beni biraz daha yaklaştırıyor
Sonu gelmeyen yolculuğa
Hilal BAŞAR
( 10 STM )
7
Çarşamba etkinlikleri
“CENNETİN DOĞUSU”
Sunanlar:
Zehra BOLATBAŞ ( Edebiyat Öğretmeni )
Huriye ALTINTAŞ ( Felsefe Öğretmeni )
Yaşar KÜPELİ
( Felsefe Öğretmeni )
Edebi metinlerde felsefe problemlerini
tartışma toplantılarının bu ilk örneğinde
öğretmenlerimiz
John
Steinbeck’in
“Cennetin Doğusu” adlı eserini sundular.
Önce yazarın ve romanın kısaca tanıtımı
yapıldı. Ardından sunumcular roman
hakkında değerlendirmelerini yaptılar.
Değerlendirmeler iki konuda yoğunlaştı:
Kişilerin karakter özellikleri ve kişi
eylemlerinin etik yapısı. Etkinlik diğer
katılımcıların da görüşlerini dile getirdiği
canlı bir tartışma ile devam etti.
İşte sizlere bu sayımızda keyif alarak
okuduğum tadı damağımda kalan bir
kitaptan bahsetmek istiyorum. Amerikalı
yazar J. Steinbeck’in ünlü romanlarından
biri olan Cennetin Doğusu. Kitap
hakkında yazmak istediğim çok şey var
ancak bunların hepsini yazmaya kalksam
herhalde bütün dergiyi bana ayırmaları
gerekecek! (İçinizden iyi ki de mümkün
değilmiş dediğinizi duyar gibi oluyorum.)
Kitabın tanıtımına geçmeden önce yeri
gelmişken benim için önemli bir hususa
değinmek istiyorum. Hatırlarsınız bu
kitabı ben ve iki öğretmen arkadaşım
Felsefe Kulübü çalışmaları içinde,
öğrencilerle
birlikte
tanıtmıştık.
Başkalarını bilmem ama ben bu
etkinlikten büyük keyif almıştım. Umarım
bu çeşit faaliyetler devam eder,
öğrencilerimiz de varlıklarıyla bu tür
etkinlikleri onurlandırırlar.
Sunumculara etkinlikle ilgili olarak
dergimizde dile getirmek istediklerini
sorduk:
Huriye ALTINTAŞ
Hani Türkçemizde ‘tadı damağımda kaldı’
diye bir deyim vardır. Bu deyim lezzetli
yenilen bir yemeğin arkasından söylenir
ve yenilen yemeğin bizim o yemeği ne
kadar beğendiğimize ilişkindir. Ben bu
deyimi
okuduğum
kitaplar
için
kullanıyorum. Eğer okuduğum kitap bana
gerçekten keyif verdiyse ve benim
üzerimde derin izler bıraktıysa, bu deyimi
kullanıyorum: ‘kitabın tadı zihnimde
kaldı’.
Daha fazla uzatmadan gelelim asıl
konumuza yani kitabın tanıtımına. Bir
kitabın tanıtımı yapılırken herhalde en zor
olanı tanıtımı yapan kişi için bu kitabın
nasıl tanıtılacağıdır. Çünkü bence asıl
önemli olan hikayede anlatılan olaylar
8
değil, olayların gerisinde yatan anlamdır.
Cennetin Doğusu bu açıdan bakıldığında
oldukça
fazla
anlamlandırmalar
yapabileceğimiz,
hayatımızı
sorgulayabileceğimiz, birçok dersler
alabileceğimiz bir kitaptır.
sizler tarafında
ediyorum.
okunmasını
tavsiye
Zehra BOLATBAŞ
İnsanlar diğer insanları kendisi gibi
düşünür; oysa her insan birbirinden
farklıdır.
Cennetin
Doğu’sunu
okuduğumda bu gerçeği tekrar hatırladım
ve
her
insanı
tek
başına
değerlendirmenin gerekli olduğuna daha
çok inandım.
Romandaki olaylar Amerika’nın Kuzey
Kaliforniya eyaletindeki Salinas vadisinde
geçmektedir. Tarihi oldukça eskilere
dayanan bu vadi, kahramanlarımızın
ortak hayatlarının kesiştiği noktadır. Bu
kahramanların özellikle ikisi (S. Hamilton,
Çinli uşak) bilge kişilikleriyle ve
iyilikseverlikleriyle bize çok önemli
mesajlar vermektedir. Zaten romanın asıl
konusu iyi ve kötünün mücadelesi. Bu
mücadelede insanların diğer insanlara
kolayca nasıl kötülük yapabildiklerini ve
buna rağmen iyinin galip gelişini
yazarımız ortaya koymaya çalışmıştır. İyi
olan karakterlerin yanı sıra kötü
karakterimiz olan Liza da oldukça kötü bir
insan. Öyle ki istediklerini elde etmek için
aklınıza gelebilecek bütün kötülükleri
gözünü kırpmadan yapan biri. (Evden
kaçabilmek için evi yakıp anne ve
babasını öldürebilecek kadar.) Romanda,
Liza’nın diğer insanlara yaptığı kötülükler,
Salinas vadisinde insanların doğayla ve
diğer insanlarla mücadeleleri oldukça
çarpıcı ve akıcı bir üslupla yazarımız
tarafından ele alınmıştır.
Roman, sevmeyi bilmeyen insanların ne
kadar kötü olabileceklerini çok iyi
anlatıyor. Eser, insanın doğuştan mı
yoksa sonradan mı kötü olduğunu
sorgulamamızı sağlıyor.
Yaşar KÜPELİ
Romanda çok sayıda kahraman vardır ve
her biri bir başka dünyaya sahiptir. İnsan
karakterlerinin ve eylemlerinin zenginliği
ile karşılaşıyoruz. Romanın tüm
kahramanlarının hatta aynı ailenin –
örneğin 11 üyeli Hamilton ailesinin –
fertlerinin benzersizliğinin özel olarak
vurgulanması yazarın bunun altını çizme
gayreti olsa gerek. Her bir insanın,
doğumundan itibaren tüm çevre
koşullarıyla birlikte farklı yaşam serüveni
dile getiriliyor.
Ancak roman tüm bu farklılıkları bir
noktada yoğunlaşarak tartışmaya açıyor:
İyilik-Kötülük problemi
Sonuç
olarak
iyiyle
kötünün
mücadelesinde ibaret olan hayatımızda,
bazı şeylerin gizeminin çok küçük
ayrıntılarda gizli olduğu hissini uyandıran
ve yanı başımızda duran bu şeylerin
farkına
çok
sonraları birdenbire
varabildiğimiz, işte o zaman da hayatın
gerçekliğini kavrayabildiğimiz bu kitabın
İnsan yaşamının en önemli problemini,
“kişinin, içinde sürekli savaş halinde olan
iyi ve kötünün kavgasında alacağı tavır”
olarak görüyor roman:
“Her bir insan farklı oranlarda iyi ve kötü
eğilime sahip olarak dünyaya gelir ve
9
yaşam, bu eğilimlerin mücadelesi olarak
devam eder.
Karşılaştığı olaylar, diğer insanlar, kişinin
bu iç mücadelesini önemli ölçüde etkiler.
İyi ve bilge insanlar, karşısındakini
olduğu gibi gören – onların dünyasından
bakabilen ve eylemlerinde
karşısındakini gözetenlerdir” diyor roman.
Çarşamba etkinlikleri
“MARTI”
Sunanlar:
Gülşah ZİYADE
( 9 Süper )
Neslihan ERDOĞAN ( 9 Süper )
Elçin ASLAN
( 10 TMC )
Müzeyyen ERDOĞAN ( 10 STM )
Berna UĞURLU
( 10 STM )
Semiha KARAKÜLAH ( 10 STM )
Martı Johanthan’ın öyküsünü konuştuk.
Herkes gibi olmanın getirdiği rahatlığı
tartıştık. Bu tür rahatlığın insandan
götürebileceklerini de konu edindik.
“O, sürüsünün diğer martılarına hiç
benzemiyordu.
Onun
amacı,
diğerlerinden farklı olarak yemek değil,
uçmaktı; neler yapıp yapamayacağını
öğrenmekti.
“O gene de yılmaz. Zorluklarının
nedenlerini araştırır ve yeni denemelere
girişir. Yeni olanaklar keşfeder.”
Sürüsünün tepkisiyle karşılaştı:
Bir martının yapacakları belli idi, yeni
adetler çıkarmak tehlikeli olabilirdi.”
İnsanların soru sormaları ile yeni
ufukları görmesi ve yaratıcı olması
arasındaki ilişkiyi tartıştık.
Bu
noktada,
insanın
kendi
potansiyellerini keşfetme çabasının
değerini tartıştık.
“Onun bu çabaları, yaşama bakışını iyice
değiştirmişti. Daha da önemlisi, yaşamın
anlamını kendisi seçmişti: Yaşam ne çok
olanak barındırıyordu! Bunları arayabilir,
özgür olabilir, uçmayı öğrenebilirdi.”
“Uçma denemeleri zorluklarla doluydu.
Bir ara Jonathan, sıradan bir martı
olmanın ne kadar rahat olduğunu
düşündü.”
Yaşamın amacı üzerine tartıştık. Biz mi
tayin ediyorduk ? Tayin ettiğimiz
ölçüde mi özgür oluyorduk?
10
“Öğrendiklerini sürünün diğer martılarıyla
paylaşmayı ister. Bunları öğrendiklerinde
sevinçten çılgına döneceklerini düşünür.
Ama sürü daha da sert bir tepkiyle
karşılar: Sürüden kovulur.”
“Jonathan buna üzülür ama yolundan
dönmez: Ona göre yaşamda en önemli
şey, kendini aşmaktır. Bir şey
öğrenemezsek, gelecekteki dünyamız da
şimdikinin bir eşi olur, hep aynı.”
karar verirler. Eski sürüsüne kendisini
kovdukları için kızan Martı Fletcher’e,
Jonathan şöyle cevap verir: <<Seni
kovmakla yalnızca kendilerine zarar
verdiler. Bir gün gelecek, onlar da
görecekler senin gördüklerini. Onları
bağışla ve gerçeği anlamalarına yardımcı
ol.>>”
“Martı sürülerine gerçeği göstermek için
çok çabaladılar. Sadece lafla değil, bir
martının neler yapabileceğini uçarak
gösterdiler. Sürünün bazı martıları
gözlerinin
önündeki
perdelerini
aralamaya başladı zamanla. Gene de
kendilerine güvenemiyorlar ya da bu
uçmanın tüm hünerlerini gösteren
martıları olağanüstü güç sahipleri olarak
görüyorlardı.
Çoğunluktan
farklı
düşünmenin
zorluklarını tartıştık.
“O
gün
geçtikçe
yaptıklarının
doğruluğundan daha da emin oluyordu:
Yetkin hız uğruna tüm varlığını ortaya
koyanlar her yere gidebilirlerdi, hem de
istedikleri anda. En uzağı gören martı da,
en yüksekten uçabilendi.”
Kişinin farkında olma bilincinin, ne
büyük bir güç olduğunu konuştuk.
Bu durumda Jonathan şunları söyler:
<<Beni tanrılaştırmayın. Sizler gibi bir
martıyım ben. Tek farkımız şu: Ne
olduğumun ve olacağımın farkına varmış
olmam ve bunu yaşamaya başlamam.
Belki ... uçmayı seviyorum.>>”
“Jonathan, kendisi gibi olan ama
kendinden daha yetenekli martılarla
karşılaşır sürgün yaşamında. Onların
karşılıksız yardımlarıyla daha da geliştirir
uçmasını. Kendisinden daha az yetenekli
martılara da yeni şeyler öğretmekten
mutluluk duyar. Dostluğu yaşarlar birlikte.
Onlardan ayrılmak zorunda kaldığında
dostlukla ilgili şunları söyler: <<Eğer
dostluğumuz zaman ve uzaklıkla
sınırlıysa o yok demektir. Zaman ve
uzaklıkla sınırlı olmayanı yaşıyoruz biz.
Uzaklığı yenince hep aynı yerdeyiz,
zamanı yenince hep aynı anın
içindeyiz.>>”
Başkaları ve biz, insan doğası –
bencillik,
fedakarlık
konularında
konuştuk.
Martı ile ilgili sunumu gerçekleştiren
arkadaşlarımıza, dergimiz DÜŞÜN için
yazmak istediklerini sorduk. Gülşah ve
Neslihan arkadaşlar, aşağıdaki yazılarını
dergimizde yayınlanmak üzere bize
ulaştırdılar:
Gülşah ZİYADE:
Dostluk üzerine konuştuk.
İçinde bulunduğumuz toplumda kişiler
aslında gerçek benliklerinin dışındadırlar.
“Bir grup martı ile eski sürülerine
ulaşmaya ve onlara gerçekleri anlatmaya
11
Yani yapmak istediği şeyleri çevrenin
tepki göstereceğini düşünerek yapamaz.
Buna yaşadığımız çevreyi örnek verecek
olursak, birilerinden farklı olmak, çevre
tarafından çok dikkat çeker. O da farklı
olmak isteyen kişiyi bir şekilde rahatsız
ve mutsuz hissettirir.
Neslihan ERDOĞAN:
İnsanlar hayat boyu birçok şeye ihtiyaç
duyar. Bunların başında hava, su ve
yiyecek
gelir.
Ama
şöyle
bir
düşünüldüğünde dostluğun ve sevginin
de insanın temel ihtiyaçlarından olduğu
görülür.
Kendi açımdan düşünürsem, herkes gibi
olmak bana rahatlık getirir. Çünkü
herkesin yaptığı şeyleri yapmak çevre
tarafından tuhaf karşılanmayacaktır. Bu
da bana rahatlık getirecektir.
Dostluk sadece insanın mutluluklarını
paylaşması değil acı gününde de beraber
olmasıdır. Bu durumda gerçek dostluk
gelişmiş olur. Bir gün bakarsınız ki hayat
şartları yollarınızı ayırmış. Üzülürsünüz.
Onu bir daha göremeyeceğinizi
düşünürsünüz. Fakat bir de bakarsınız ki;
sevindiğiniz zaman kucak kucağa sevinç
çığlığı atıyorsunuz, üzüldüğünüz zaman
birlikte ağlıyorsunuz. Yani farkında
olmasanız bile aranızda hep güçlü bir
dostluk bağı oluşmuş.
Bu durumu diğer bir yönden düşünecek
olursak kişi kendi gerçek benliğini ortaya
çıkaramaz. Yapmak istediği şeyi
yapamaz. Ve belki toplum için yararlı
olabilecek bir kişi bu şekilde kendini artık
çıkaramaz. Böylece toplum tarafından
yok edilmiş olur.
İşte dostluklarda ayrılık, aranızda hafif bir
rüzgarın bir ateşi söndürmesi, daha
şiddetli bir rüzgarın ise ateşi
kuvvetlendirmesi gibidir.
Gerçek anlamıyla herkes gibi olmak
rahatlığın yanında kişi ve toplumun
gelişmesini engeller.
MARTI’dan
12
“ Yetkin hızı küçümseyen martıların hiçbiri hiçbir yere ulaşamıyorlar. Yetkin
hız uğruna tüm varlığını ortaya koyanlar ise her yere gidebiliyorlar, hem de
istedikleri anda”
“Bu işin ilkesi, öz varlığının her yerde, evrenin ve zamanın da ötesinde, henüz
adlandırılmamış bir yetkinlikle yaşadığının bilincine varmaktır.”
“Uçmak bir martının en doğal hakkıdır. Özgürlük ise, var oluşun bir parçasıdır.
Boş inançlar olsun, gelenek olsun özgürlüğü kısıtlayan ne varsa, kaldırıp
atmak gerek”
“Tek gerçek yasa özgürlüğü sağlayan yasadır.”
Çarşamba etkinlikleri
“KÜÇÜK PRENS”
Sunanlar:
Kezban GÖKTAŞ ( 10 STM )
Ceyda KARACA ( Hazırlık )
Özge ÇAVDAR ( 10 STM )
Ayşe ŞIK
( Hazırlık )
Eda DEMİR
( Hazırlık )
13
Eda DEMİR:
1. Kaçımız
hayatın
anlamının
farkındayız?
2. Hangimiz başkalarının bize yüklediği
sorumlulukları değil de, kendi
seçtiğimiz sorumlulukları yerine
getiriyoruz?
3. Hangimiz gözleri görmeyen ve
karanlıkta hiç durmadan uçan bir kuş
gibi durmadan kanat çırpıyoruz?
4. Kaçımız – ölecek bile olsak –
durmadan dost arıyoruz?
5. Kaçımız istediğimiz kadar özgürüz
ve mutluyuz?
Yazarın yetişkinlerle ilgili görüşleri de
çok olumlu değildir: <<Yetişkin insanlar
rakamları çok severler. Onlara yeni bir
dosttan söz etseniz asla öze değin bir
şey demezler. Hiçbir zaman şöyle
demezler: “Ses tonu nasıl?”, “Hangi
oyunları sever?”, “Kelebek koleksiyonu
yapar mı?” Hep şöyle sorarlar: “Kaç
yaşında?”, “Kaç kardeşi var?”, “Kaç
kilo?”. Onu ancak bu sorularla
tanıyacaklarını sanırlar. Yetişkinlere
“Pembe tuğladan bir ev gördüm,
pencerelerinde
sardunya
çiçekleri,
çatısında güvercinleri vardı” deseniz, o
evi bir türlü hayal edemezler. Fakat “Yüz
bin franklık bir ev gördüm” derseniz, “Ay
ne güzel ev!” diye çığlık atarlar.
İşte “Küçük Prens” bu sorulara yanıt
aramamı sağlayan ve aynı zamanda bu
soruları sormamı sağlayan bir kitap.
Yazar bu yetişkinler dünyasından
uzaklaşır. Çölde Küçük Prens’le
karşılaştığında gönül gözüyle bakmasını
bilen bir arkadaş bulmuştur artık.
Bizler hayatımızı çoğu zaman
başkalarına yaranmak üzere kuruyoruz
ve
hayatımızın
bir
bölümünde
dostlarımızı unutuyoruz.
Özge ÇAVDAR:
Küçük Prens dünyaya geldiğinde bir
tilkiyle karşılaşır. Tilkinin “dostlukla”,
tilkinin deyimiyle “kendine alıştırma” ileilgili söyledikleri onu çok etkilemiştir:
Daha sonra karşılaştığı gül bahçesindeki
güllere şunları söyler:
Küçük Prens’in bize anlattığı en
önemli kavramlardan biri de “dostluk”
kavramı. Bu kitapta dostluk mekanla,
zamanla ve maddi şeylerle kısıtlanmıyor.
Mutluluğu dostlukta, dostluğu da küçük
bir çiçekte ya da bir yudum suda
bulabiliyor insan. İnsan hayatının amacı
da bu olmalı. “Susuzluktan ölecek bile
olsam, insanın yanında dostu olması,
insanın içine serinlik verir” diyor yazar.
“Benim gülüme –kendi gezegeninde
bıraktığı
gülünden
bahsediyorbenzemiyorsunuz. Üstelik hiçbir şey
değilsiniz daha. Kimse sizi alıştırmamış
kendine, siz de kimseyi alıştırmamışsınız.
Benim tilki eskiden nasıldıysa öylesiniz.
Ama şimdi o, dünyada bir tane.
Güzelsiniz ama boşsunuz. Hiç kimse
ölmez sizin uğrunuzda. Benim gülümü
gören herhangi bir onun size benzediğini
sanabilir. Ama tek başına hepinizden
Ceyda KARACA:
Yazar altı yaşında kendinde bir resim
yeteneği keşfetmiştir. Ama resimle
uğraşmasına yetişkinler hep tepkiyle
yaklaşırlar. “Bu çocuk daha hayatın
anlamını bilmiyor” derler sürekli.
14
daha önemli o. Çünkü onu ben büyüttüm.
Yalnızca onu koydum cam fanusun içine.
Yalnızca onu korudum. Yalnızca onun
tırtıllarını öldürdüm.
Yakınmalarını,
böbürlenmelerini dinledim. Çünkü o
benim gülüm.”
getiriliyor. Öyküye göre gene de bir imkan
var yetişkinler için: Her yetişkinin içinde
saf ve masum bir çocuk var; yeter ki kişi
bununla buluşmasını bilebilsin. Böylelikle
yaşam daha değerli ve anlamlı olacaktır.
Kezban ÖZTAŞ:
Küçük Prens öyküsü kişiyi, yaşamın
anlamı ve yaşamın anlamını bilmenin
önemi üzerine düşündürüyor.
Küçük Prens sevdiği gülünün, diğer
güllerden farklı olduğunu düşünüyor.
Gülünü farklı kılan; Küçük Prensin onun
için emek harcaması, çabalamasıdır.
Onun zarar görmesini istemiyor ve ona
gözü gibi bakıyor. Uğrunda zaman
harcıyor. O, gülünü - tilkinin deyimiyle “evcilleştirdiğini” ve öyle ise her zaman
ondan sorumlu olduğunu düşünüyor.
Ben
yaşamı
bir
labirente
benzetiyorum.
Bu
labirentte
kaybolmamak için yaşamın anlamını
bilmek gerekir. Yaşam, silgi kullanmadan
resim çizme sanatıdır. Yaşamda mutlu ve
güçlü olun ki silgi kullanmaya
gereksiniminiz olmasın.
Eğer Küçük Prens gibi düşünürsek;
“benim”
dediğimiz
şeylere
–
arkadaşımıza, dostumuza, kedimize,
annemize, çocuğumuza, okulumuza vb.sahipliğimizin anlamı, “onlar için” bir
şeyler yapmak oluyor. Bu türden bir
sahiplenme ilişkisinin kendisi değerli
oluyor.
Dışarı çıktığımızda
yüzünde
mutluluğun
görüyoruz?
kaç kişinin
tebessümünü
Yaşamı her zaman yendiğimizi
düşünürüz. Fakat yaşam, biz farkına bile
varmadan, tıpkı bir girdap gibi bizi içine
çekmeye başlar. Ve bu girdabın içinde
önce kaybolmaya başlar, daha sonra da
yok olup gideriz. Oysa bu girdaba
kapılmamak bizim elimizdedir. Yani
yaşamak, ruhumuzun derinliklerinde
hapsettiğimiz o duygularda gizlidir.
Bunların açığa çıkması için sadece ve
sadece “kendimiz olmak” yetecektir.
Ayşe ŞIK:
“Küçük Prens” öyküsünde beni en
çok dostluk, sorumluluk ve insan
yaşamını değerli kılan şeyler üzerine
söylenenler
etkiledi.
Şu
kısacık
hayatımızda dost kazanmanın ne denli
önemli olduğu, dostluğun sorumluluğu
beraberinde
getirdiği
vurgulanıyor
öyküde.
Çocuklarla
yetişkinleri
karşılaştıran bölümleri de çarpıcı.
Çocukların gönül gözüyle baktıkları ve
kalpleriyle düşündükleri; büyüdükçe bunu
unuttukları, gözlerine perde geldiği dile
Duygularınızı özgür bırakın! Yaşamı,
yaşamak için yaşayın ve unutmayın ki
yaşam duygularımızı bastırmamıza izin
vermeyecek kadar kısa!!!
15
KÜÇÜK PRENS’ten
“Önemli olan gözle görülmez. Bir yıldızda bulunan bir çiçeği seviyorsan,
geceleyin gökyüzüne bakmak güzeldir. Bütün yıldızlar çiçek açar.
Geceleri yıldızlara bak. Benimki sana gösteremeyeceğim kadar küçük. Böylesi
daha iyi. Benim yıldızım tüm yıldızlardan biri olacak senin için. Bütün yıldızları
seyretmeyi seveceksin o zaman. Senin dostun olacak hepsi.
..... Kimseninkilere benzemeyen yıldızların olacak senin. Geceleyin gökyüzüne
baktığında, ben onların birinde yaşıyor olacağım. Onlardan birinde güleceğim.
Yıldızların hepsi gülüyormuş gibi gelecek sana. Gülebilen yıldızların olacak.
Ve artık üzüntünü unuttuğunda beni tanımış olmak kıvançlandıracak seni. Hep
dostum olarak kalacaksın. Benimle birlikte gülmek isteyeceksin. Kimi kez,
öylesine, zevk için pencereni açacaksın. Dostların yıldızlara bakarak
güldüğünü görünce şaşıracaklar.
Sanki sana yıldız yerine gülmesini bilen bir sürü küçük çıngırak vermişim gibi
olacak.”
Çarşamba etkinlikleri
“KEŞANLI ALİ DESTANI”
Sunanlar:
Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğü
Öğretmenler Tiyatro Topluluğu
Röportaj ve Değerlendirme:
Görkem SAĞLIK
( 10 SF )
Çağla GÖÇEN
( 10 SF )
16
Esra ALTIPARMAK ( 10 SF )
Felsefe Kulübümüzün davet ettiği Ankara
İl Milli Eğitim Müdürlüğü Öğretmenler
Tiyatro Topluluğu, İlçemiz Halk Eğitim
Merkezinde okulumuz öğrenci ve
öğretmenlerine
Haldun
Dormen’in
“Keşanlı
Ali
Destanı”
oyununu
sahnelediler.
- topluluğun gösterisi bizleri büyüledi.
Kendilerine teşekkür ediyoruz.
Oyunun ardından topluluk üyeleri,
seyircilerin sorularını cevaplandırdılar.
Gönüllülüğe dayalı özverili çalışma içinde
olduklarını, amatör bir ruhu hep diri
tuttuklarını öğrendik; yaptıkları işi ne
kadar çok sevdiklerini gözlemledik.
Oyunu ve Topluluğu tanıtan küçük bir
broşürde,
Topluluğun
yönetmeni
Ercüment Çamlı, şunları söylüyor:
DÜŞÜN olarak topluluğu daha iyi
tanımak, ve tanıtmak istedik. Merak
ettiğimiz konuları bazı topluluk üyelerine
sorduk:
“ Keşanlı Ali Destanı, Haldun
Taner Hoca’nın Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde
ders vermek için Ankara’ya gelip
gittiği dönemlerde Altındağ’daki
yaşamdan etkilenerek yazdığı,
halkın nasıl kahramanlar yaratıp
ona taptığını, 60’lı yıllarda
gecekondu insanının yaşamını,
umutlarını, sevinç ve kaygılarını
anlatan bir oyundur.
Ercüment ÇAMLI (Yönetmen)
-
-
Ülkemiz tiyatrosu açısından
önemli bir köşe taşı olan “Keşanlı
Ali Destanı”, epik tiyatronun önemli
ve en çok sahnelenen oyunlarından
biridir.
Öğretmenler Tiyatro Topluluğu
olarak Haldun Hoca’ya saygı ve
Ankara’da yaşıyor olmamız nedeni
ile Keşanlı Ali’yi birde biz
sahneleyelim istedik. ”
Kendinizi ve Grubunuzu tanıtır
mısınız? Grubunuz ne amaçla,
nasıl oluştu?
Adım Ercüment Çamlı. İlköğretmen
okullarının son mezunlarındanım.
1976
tarihinde
öğretmenliğe
başladım. 1978 yılında Orta Doğu
Teknik Üniversitesi’ne girdim. 1980
yılında bu okuldan atıldım. 1981
yılında A.Ü. Dil ve Tarih Coğrafya
Fakültesi Tiyatro Bölümü’ne girdim.
1985-1986 öğretim yılında mezun
oldum. Evli ve bir çocukluyum.
“Öğretmenler Tiyatro Topluluğu”
Ankara Okullararası Tiyatro Şenliği
çalışmaları içinde şekillendi ve
doğdu. Soran, sorgulayan, çağdaş,
halkını seven nesiller yetiştirmeyi
hedefleyen ve sanatı seven
öğretmenlerce oluşturulan topluluk;
öğrenme, öğretme ve eğitmede hep
Yönetmen ve ışıkçısından oyunculara
kadar herkesin öğretmen olduğu aralarında iki ilköğretim öğrencisi de vardı
17
yenilenmeyi amaç edinmiş ve bu
nedenle de tiyatroyu seçmiş
öğretmenlerin ürünüdür.
Öz
 Oyunun
öyküsünün
çözümlenmesi
 Oyun kişilerinin çözümlenmesi
 Oyunun teması
Topluluğumuzu
oluştururken
okullarda çalışan öğretmenlerimize
topluluğumuza katılmaları için yazı
çıkardık. Başvuran tüm arkadaşlarla
beraberce
çalışıyoruz.
Tiyatro
çalışmasında herkese yapılacak bir
iş mutlaka bulunur.
-
Biçim
 Olaylar dizisi
 Oyunun dili
- Teatral dili
- Yazım dili
Oyun hazırlanırken yönetmen
neler yapar?
Öncelikle oynanacak oyunu seçer.
Oyun seçerken şunlara dikkat
etmelidir:
 Oyunu çok sevmeli.
 Oyun, oyuncu kadrosuna uygun
olmalı.
 Oyun, çevre olanaklarımıza
(sahne, sahne yapısı, ışık vs.)
uygun olmalı.
 Oyun, olası seyirci kitlesinin
sosyo-ekonomik ve kültürel
yapısına uygun olmalı.
 Oyun güncel (evrensel) olmalı.
Oyunun çözümlenmesi ile “Ne
diyeceğiz?”, “Ne zaman diyeceğiz?”,
“Nerede
diyeceğiz?”,
“Nasıl
diyeceğiz?” soruları netleşmiş olur ki,
bu da oyunun sahnelenmesinde
belirleyicidir.
Masabaşı çalışmalarında,
- Çalışma ve oyun planı yapılır.
- Oyun çözümlenir.
- Rol dağılımı tasarlanır.
Yönetmen
hangi
oyunun
oynanacağına karar verdikten sonra,
oyuncu kadrosunu toplar. Onların
oyunu yeniden seçmelerini, oyunu
sevmelerini sağlar.
Daha sonra dekorlu kostümlü prova,
ışıklı prova, genel prova, seyircili
genel prova alınır ve oyun
sahnelenmeye hazır hale gelir.
Sahne çalışmaları başladığında,
- Rol dağılım netleştirilir.
- Sahnede ezber yapılır.
- Hareket planı çıkarılır.
Tiyatro topluluğunun grup olabilmesi
çok önemlidir; tek tek topluluk
üyeleri birbirini çok iyi tanımalı,
anlamalı ve bir koordinasyon
sağlayabilmelidir. Topluluk grup
olabildiği, birbirini anlayabildiği
ölçüde iyi üretebilir.
Masabaşı çalışmalarında oyuncular,
dekor tasarımcısı, ışıkçı, müzik
gerekiyorsa müzik yaratıcısı ile
oyunu yeniden çözümler.
Oyunu çözümlerken, oyunun özü ve
biçimi üzerinde durulur:
18
-
-
-
-
Ne
tür
zorluklarla
karşılaşıyorsunuz? Bu zorlukları
nasıl aşıyorsunuz?
Grubumuz çalışan öğretmenlerden
oluştuğu için, ancak hafta sonları
çalışabiliyoruz. Uygun ve sürekli
kullanabildiğimiz
mekanımız
(sahnemiz) yok. Ve en önemlisi
kendi başımıza, bağımsız hareket
edemiyor olmamız. Bunun dışındaki
zorlukları hoşgörü, anlayış ve doğru
iletişimle çözebiliyoruz.
Milli Eğitim Kültür Bölümü Tiyatro
Komisyonunda görev yapıyorum.
Öğretmenlik yıllarımda görev aldığım
okullarda
öğrencilerle
tiyatro
sahneledim. Öğretmenler Tiyatro
Topluluğunda üç yıldır çalışıyorum.
Keşanlı Ali Destanı’nı bir yıldır
sahneliyoruz. Geçen yıl “Midas’ın
Kördüğümü”
adlı
oyunu
sahnelemiştik.
-
Sizce sanatın, özel olarak
tiyatronun
insan
etkinlikleri
içindeki önemi nedir?
Her oyun bir yaşantıdır. Oyun izleyen
insan dünyada kendi sorunlarından
başka insanların da sorunları
olduğunu
fark
eder.
Kendi
sorunlarının ne kadar küçük
olduğunun farkına varırı ve
yaşamına daha sıkı sarılır, yaşamla
mücadele etmenin yollarını bulur.
-
Sanat yaşamımızı kolaylaştırır.
Sanat
disiplinlerinin
doğuş
temellerinde toplumların yararcılık
ilkesini gözeterek yaptıkları ritüelleri
görüyoruz.
Tiyatro
insanı
toplumsallaştırır. Diğer sanatlardan
farklı olarak insana insanı insanla
anlatır. Teknolojiden çok az etkilenir.
-
Kenan OLPAK (Keşanlı Ali)
-
Kendinizi tanıtır mısınız?
Evliyim, iki çocuğum var. Boş
zamanlarımda ney üflüyorum. Milli
Eğitimde önce sınıf öğretmeni sonra
da kimya öğretmeni olarak görev
yaptım. 2002-2003 Öğretim yılında İl
-
19
Tiyatro oyunculuğu nasıl bir şey?
Neler hissediyorsunuz?
Tiyatro insanı insana insanla anlatan
bir araçtır. Oyunculuk sadece bir
araçtır.
İnsanlara
duyguları,
düşünceleri, hayata bakış açılarını
ve hayata ait her şeyi sahnede
yansıtır. Oynan tip ve karakteri,
oyuncu adeta bir gömlek gibi giyer.
Sahnede o tip ya da karakterdedir.
Bunlardan dolayı tiyatro kişiye
insanları
tanımayı,
insanların
duygularını anlamayı, iletişimde
daha duyarlı olmayı kazandırır.
Oyuncu
olmak
öğretmenlik
mesleğinizi nasıl etkiliyor?
Özellikle öğrencilerle empati kurma
becerisini kazandırıyor. Öğrenciyi
tanımak, öğrencilerle duyarlı ve
sıcak ilişkiler kurmak, öğrenciye
eğitimle ilgili bilgilerin kolay
aktarılmasını sağlar. Öğretmen bunu
yaparken vücut dilini kullanmak, etkili
konuşma yöntemlerini kullanmak gibi
tiyatrodan kazandığı becerilerden
yararlanır.
Öğrencilere tiyatro ile ilgili
söylemek istediğiniz neler var?
-
Öğrencilerin tiyatroya izleyici veya
oyuncu olarak katılmaları, onlara
insanların duygu ve düşüncelerini
daha kolay anlamalarını ve
dünyalarında yeni ufuklar açılmasını
sağlar. Kendilerini daha rahat ifade
etmelerini,
özgüvenlerini
geliştirmelerini sağlar. Arkadaşları ve
çevresi ile kolay iletişim kurmalarına
yardımcı olur. Etkili konuşma
becerileri gelişir. Onlara okuma
alışkanlığı kazandırır.
da çocukların karşısında daha rahat
hissediyor. Hele öğrencilerin senin
bu yönünü biliyor, sahnede
izliyorlarsa onlar da etkileniyor,
hevesleniyor, istek duyuyorlar bu
uğraşa.
Ancak sıkıntılar da yaşıyoruz. Hem
öğretmenlik hem de tiyatroculuk
yapmak insanın zamanını alıyor,
yorucu oluyor. Çok fazla ayrıntılı plan
yaparak bu sorunun üstesinden
gelmeye çalışıyoruz.
Gülsen ( BEKTAŞ) KIZILTAN ( Şerif
Abla)
-
-
-
-
Kendinizi tanıtır mısınız?
1961
İzmir
doğumluyum.
Öğretmenliğe 1883 yılında Sivas’ın
bir dağ köyünde sınıf öğretmeni
olarak başladım. Halen Ankara’da
görev yapıyorum.
Tiyatro oyunculuğu nasıl bir
şeydir?
Tiyatro oyunculuğu, kişinin kendini
ifade etme sanatıdır; kendini
sahnede ifade etme sanatı.
Tiyatro
oyuncusu
olmak,
öğretmenliğinizi nasıl etkiliyor?
Oyuncu olmak bence mesleki açıdan
insanı rahatlatıyor. Çünkü bir yerde
kendini ifade edebilen insan, sınıfta
Oyuncu olarak, öğrencilere neler
söylemek istersiniz?
Okullarında mutlaka topluluklar
kurarak sanatın bir alanıyla
uğraşmalarını öneririm. Bu bir müzik
topluluğu olabilir, bir tiyatro topluluğu
olabilir. Ama mutlaka bir yerden
başlamalılar. Olanakları ölçüsünde
bir şeyler yapabilirler.
Keşke Milli Eğitim bu olanakları
bütün okullara sunabilse...
Ama her zaman bir yerden başlamak
mümkündür.
Beklemesinler
olanakları;
yaratsınlar,
yaratabileceklerini düşünsünler.
Güzel şeyleri isteyenlerin ve kendine
güvenenlerin
başaramayacakları
şeyler olmadığına inananlardanım
ben.
Çarşamba etkinlikleri
“SOKRATES’İN SAVUNMASI”
Sunanlar:
Serap AĞAÇAYAK ( 9 Süper )
20
Buket ALTUNER
Cansu SEYMEN
Mehmet PEKMEZ
Soner CANLI
Sokrates Grubumuz, önce Sokrates’in
savunma
yaptığı
mahkemeyi
canlandırdılar. Ardından da Sokrates’in
bilgi ve etik alanındaki görüşlerini
değerlendiren grubumuz, sunumlarının
sonunda aşağıdaki görüşleri tartışmaya
açtılar:







( 9 Süper )
( 9 Süper )
( 10 SF )
( 10 STM )
Sokrates
mahkemede
kendini
savunurken; hem kendisini hem de
Atina’daki toplumsal koşulları ve egemen
düşünce dünyasını tanıştırdı bize. Annesi
ebe, babası heykeltıraşmış. Felsefesinin
merkezine insanı koymuş: İnsanlara
ruhlarına önem göstermelerini salık
veriyor ve mutlu bir yaşama ancak
bilgiyle ulaşabileceklerini göstermeye
çalışmış. Düşüncelerine uygun yaşamış;
yaz kış çıplak ayakla ve ince bir entariyle
dolaşarak insanlarla bu konuları
tartışmış. ‘Bilgiçleri’ kızdırmış; gençleri
etkilemiş. Sonunda gençleri baştan
çıkardığı ve yani tanrılar icat ettiği
gerekçesiyle suçlanmış ve mahkeme
edilmiş. O, ne cinayet işlemiş ne de
hırsızlık yapmış; yalnızca düşünmüş ve
düşüncelerini açıklamış. Onun ilk filozof
şehit olduğu söyleniyor.
Serap AĞAÇAYAK
Sokrates Atinalı diğer insanlara hiç
benzemiyor. Onun amacı; gençlerin
doğru bilgiye ulaşmasına yardımcı olmak,
insanlara iyi ve kötünün bilgisine
isterlerse ulaşabileceklerini göstermek.
O, hayatını buna adamış. Çok da
alçakgönüllü. Üstün bir zekaya sahip
olduğunu kabul etmiyor, herkesin
ulaşabileceği bilginin ötesinde bilgiye
sahip olamayacağını savunuyor. “Bildiğim
tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” diyor.
Bu bilgiye önem veriyor. Çok şey bildiğini
sanan kişilere, aslında hiçbir şey
bilmediğini göstermek istiyor. Bu amaçla
“Bilgeliğe açılan ilk adım, bilmediğini
bilmektir.”
“Kendini bil, kendini tanı”
“Kişi bilgiye, başkalarının aktardıkları
ile değil, kendi çabasıyla ulaşılabilir.”
“Her
insan
bilgiye
ulaşma
potansiyeline sahiptir.”
“Doğru bilgiye ulaşmakla kişi,
erdemli ve dolayısıyla mutlu
yaşamanın anahtarını ele geçirmiş
olur.”
“Bilgi erdemdir”
“Kötülüğün kaynağı bilgisizliktir.”
Tartışmalar, bilgi alanında Sokrates’in
“Çürütme Yöntemi”, “Doğurtma Yöntemi”,
“Eğitim” görüşlerinde; etik alanında ise
daha çok “İnsan doğasının iyiliğikötülüğü”,
“Mutluluk”
konularında
yoğunlaştı. “İnsan Doğası” konusunun
ilerideki bir toplantıda tartışılması önerisi
kabul gördü.
Sokrates grubundan bazı arkadaşlara,
dergimiz için yazmalarını istedik. Bize
aşağıdaki görüşlerini ulaştırdılar:
Buket ALTUNER
21
onlara sürekli sorular sorarak, kişinin
verdiği yanıtları arasındaki çelişkileri
açığa çıkarıyor, kişinin bilgi diye ileri
sürdüklerinin temellerini sorgulamasını
amaçlıyor. Bu tür bir çürütme yöntemi ile
kişinin bilgisizliğini kavramasını istiyor.
Zira Sokrates, insanların bilgi isteği ve
araştırma arzusu duyabilmeleri için
bilgisizliklerini
görmeleri gerektiğini
düşünüyor.
Cansu SEYMEN
Sokrates’in cesur bir insan olduğu çok
açık. Ölümü pahasına görüşlerini dile
getirmekten çekinmemiş. Beni en çok
etkileyen yanlarından birisi de, okuma
yazma bilmeyen bir köleye, yalnızca
sorular sorarak geometri problemini
çözmesine yardımcı olması oldu. Burada
sanıyorum, isteyen herkesin doğru bir
tarzda sorular sorarak ve kendi
araştırmasına
dayanarak
bilgiye
ulaşmasının
mümkün
olduğunu
göstermek istiyordu. “Bilgi bir başkasının
aktarmasına değil, kendi çabanıza
dayanmalıdır ” diyor. Bir başkasıyla
tartışmayı, diyalog kurmayı dışlamıyor,
hatta önemli görüyor ama asıl kişinin
kendi etkin çabasını zorunlu görüyor. Bu
yaklaşım bize, eğitim alanında, öğretmen
ve öğrenci rolleri açısından pek çok
dersler veriyor. Yalnızca aktarmaya ve
ezbere dayalı bir eğitim anlayışının
yanlışlığını sergiliyor.
Çarşamba etkinlikleri
SOKRATESİN SAVUNMASI’ndan
“ Değeri olan bir kimse, yaşayacak mıyım yoksa ölecek miyim diye
düşünmemelidir. Bir iş görürken yalnızca doğru mu eğri mi; yürekli bir adam
gibi mi yoksa tabansızca mı davrandığını düşünmelidir.”
“Ben Tanrının, devletin başına sardığı bir at sineğiyim. Her gün her yerde sizi
dürtüyor, uyarıyor, azarlıyorum; peşinizi bırakmıyorum”
“...Seni serbest bırakacağız ama filozofluk etmeyeceğine söz vermek
koşuluyla derseniz; derim ki, ömrüm ve gücüm yettikçe felsefe ile
uğraşmaktan, herkesi buna yöneltmekten geri durmayacağım.”
“Artık ayrılık zamanı geldi, yolumuza gidelim. Ben ölmeye sizler yaşamaya.
Hangisi daha iyi? Bunu Tanrı bilir.
“EKİM DÜŞÜ”
22
Sunanlar:
Gizem ÇERİ
Duygu ASLAN
( 10 SF )
( 10 SF )
Rabia HASKILIÇ ( 10 SF )
Felsefe Kulübü üyelerimiz “Ekim Düşü”
adlı filmi birlikte seyrettiler ve ardından
film üzerine tartıştılar.
Tutkuyla çalışmaya başlar.
karıştırır, denemeler yapar.
“Ekim Düşü” Amerika’da küçük bir maden
kasabasını anlatır. Yıl 1957. Kasabanın
geçim kaynağı madendir ve maden ocağı
her kasaba erkeğinin kaderidir sanki.
Yaşamlarını değiştirecek başka bir
alternatif yoktur, eğer lisede spor
alanında başarılı olup, üniversitelerin
dikkatini çekip burs kazanma gibi oldukça
zor bir işi başarmazsanız – ki bunu
başaran da henüz yoktur - yapacağınız
tek bir şey kalıyor: Madende çalışmak.
Kasabalılar için zaten yaşam da budur.
Ta ki lise öğrencisi genç Hommer’ın
düşüne kadar.
Kitaplar
Önceleri eğlence olarak ona yardım eden
arkadaşlarını kendi düşüne ortak olmaya
ikna eder. Hep birlikte çalışırlar artık.
Başka insanların da desteğini almaya
başlar: Öğretmeni Bayan Rayli, Maden
ocağının kaynakçısı Mike gibi.
Ama kasabalıların çoğu boş iş olarak
görürler: Başta da maden ocağında şef
olan babası John ile okul müdürü.
Yüzlerce başarısız deneme onları
yıldırmaz. Ancak orman yangınına yol
açtığı iddiası ile karakolluk olurlar ve
çalışmaları bırakırlar. Aynı günler John’un
maden göçüğünde yaralanmasına denk
gelir ve Hommer babasının yerine
madende çalışmaya başlar.
Hommer derslerle arası iyi olmayan
sıradan bir lise öğrencisidir. Serseri bir
arkadaş grubu ile zaman geçirmektedir.
Hommer’ın kasabayı aşan bir düşe sahip
olması, Sovyetler Birliğinin Sputnik adlı
bir roketi uzaya gönderdiği günde olur.
Bütün gazete ve radyolar bu olaydan
bahsetmektedir. Kasabalılar o gün
Sputnik’i gökyüzünde uzaya doğru yol
alırken çıplak gözle görürler. Hommer
diğerlerinden farklı etkilenir bu olaydan.
Roket yol alırken kararını vermişti bile:
“Ben de bir roket yapacağım”.
O kasabalılardan farklı bir gözle bakmıştı
Sputnik’e. “Sputnik çok güzeldi” onun
için. “Dünyanın her yerinden herkesin
gördüğü bir şey”di o. Bu olayla Hommer,
kasabanın o dar dünyasından kopmaya
yeni ve daha büyük dünyalar oluşturmaya
başlamıştı sanki.
Ama aklı düşlerindedir hep. Orman
yangına roketin yol açmadığını düşünür
hep ve sonunda bunun mümkün
olmayacağını gizlice çalıştığı matematik
ve fizik bilgilerinden kavrar. Bunu hem
okuluna hem de kasabalılara
da
kavratma fırsatı bulur.
Madeni tek edip çalışmalarına devam
eder. Destekçileri de artmıştır. Sonunda
başarır. Gönlünü kazandığı okul
idaresinin de yardımlarıyla bilim fuarına
katılırlar ve arkadaşlarıyla birlikte burs
kazanırlar.
23
Yarışma süresinde tüm kasaba onların
düşüne ortak olmuştur: düş kasabanın
düşü haline gelmiştir artık.
maden dünyasının lideridir aynı
zamanda. İşini sever, onu iyi bilir ve
herkes onu dinler. Hommer için babası
bir kahramandır, kendisi için bir model.
Ancak Hommer’un amaçları farklıdır.
John dünyaya yalnızca kendi gözleriyle
bakmaktadır. Yalnızca kendi doğruları
vardır. Kendisi gibi olmasını istediği
Hommer’un düşlerine en son ortak olan
odur. Ta ki Hommer’un düşlerinin
güzelliğini ve olabilirliğini inanılmaz
inatçılığıyla herkese gösterdiği anda.
Oysa öğretmeni Rayli daha başta onları
desteklemişti ve şöyle söylemişti: “Sen
kendi içini dinle. Çünkü sen başka planlar
yaptın. Seninle gurur duyuyorum; neyi
seçersen seç” Bu noktada “ben ve
karşımdaki”, “iletişim ve empati”, “kuşak
çatışmaları” konularını tartıştık.
Sonunda Hommer NASA’da, arkadaşları
da önemli başka işlerde çalışabilme
imkanına kavuşurlar.
Gerçek bir yaşam öyküsünü anlatan Ekim
Düşleri, “Amerikan Rüyası”, Sınderalla
türü bireysel çabalarla kurtuluş öykülerini
anlatan klasik Amerikan filmlerinin kimi
ögelerini taşısa da kişiler arası ilişkileri,
toplumsal koşulların cendereye aldığı
insanları, kuşak çatışmalarını gerçekçi bir
temelde yansıtan ve sorgulamamızı
sağlayan bir film.
Filmi değerlendirirken öne çıkan konular,
yaşamın anlamı, amaçlarımızın değeri,
eğitimin amaçları gibi genel konular ile
filmdeki kişiler arası ilişkilerdeki etik
sorunlar oldu.
Öğretmeni Rayli , Hommer’a “Bilim
matematik ister, sense matematiği
sevmezsin” demişti. Ama aynı Hommer
roket aşkıyla matematiği ve fiziği okul
müdürünü hayran bırakacak ölçüde iyi
bilen birisi haline geldi. Matematiği ve
fiziği öğrenmeye çalışmak onun için bir
zevkti. Eğitimi tartıştık uzun uzun.
Biz yaşarken çeşitli amaçlara sahip
oluyoruz. Ama ciddi olarak hiç sorduk
mu? Aklımıza hiç geldi mi?: Amaçlarımızı
biz mi tayin ettik? Başka hedeflerimiz
olamaz mı? Hangi olanaklara sahibiz?
Film öncelikle bu soruları sormamızı
sağlıyor. Bu soruları biz de tartıştık.
Hommer’ın gönül maceralarını da
tartıştık. Gönlünü kaptırdığı kızın ona
yalnızca ünlü olduğunda yaklaştığını
gören Hom-mer’ın, seçimini kendisini zor
günlerinde destekleyen kızdan yana
koymasını değerlendirdik.
Monteigne “Dünyadaki en muhteşem
eser, bir amaç doğrultusunda yaşamaktır”
diyor. Biz buradaki amacı, kendimizin
bulduğu ve uğruna pek çok şeyi göze
alabileceğimiz kadar istediğimiz hedefler
olarak anlıyoruz.
Daha pek çok konu tartıştık.
Bu filmi izlemenizi öneriyoruz. Belki
yaşama bakışınızı sorgulayacak, belki de
yaşamda amaçlarınızı değiştirecek
olanaklar bulacaksınız Ekim Düşü’nde.
Bir başka tartışma konumuz, Hommer ile
babası John arasındaki ilişkiler oldu.
John için tek bir dünya vardır: maden. Bu
24
Yağmur gibi düştün yüreğime
Ve rüzgar gibi bir anda çekip gittin
Nedenini sordum söylemedin
Sebep dedim gülüp geçtin
Bir gün bir yağmur damlası konduğunda yanağına
Beni hatırlayacaksın
Üzüleceksin, ağlayacaksın
Ama sen dememiş miydin bana
“Hayatta hiçbir şey ağlamaya değmez” diye
Karanlığın ortasında seni bekliyorum
Birden aklıma geliyorsun,
Yaptıkların aklıma geliyor.
Acıyorum sana, sadece acıyorum.
Sen anlamazsın benim halimden,
Zaten hiç anlamadın ki
Hayat sensiz nasıl olur bilmiyorum
Bilmek de istemiyorum doğrusu
Korkuyorum seni kaybetmekten
Beni hayata bağlayan o küçücük umut ışığını
Kaybetmekten korkuyorum
Hilal BAŞAR
10 STM
ANKARA FELSEFE KULÜPLERİ PLATFORMU
Neslihan ATEŞÇİ ( 10 Sosyal )
Ankara’da Felsefe Kulübü kurmuş olan
okullar eylül ayında bir araya gelerek
“Ankara Felsefe Kulüpleri Platformu”nu
oluşturdular. Platformda şu anda
25
Elmadağ Lisesi, Batıkent Lisesi, Gölbaşı
Lisesi, Dr Binnaz Ege – Rıdvan Ege
Anadolu Lisesi, Cumhuriyet Lisesi, İncirli
Lisesi, Ankara Güzel Sanatlar Lisesi,
Fethiye Kemal Mumcu Anadolu Lisesi,
yer almaktadır. Okulların felsefe
öğretmenleri temsilcileri ile Felsefe
Kulübü üyesi öğrenci temsilcilerinin
oluşturduğu bu platformda Felsefe
Kulübü kurmak üzere hazırlık çalışması
yapan okullar da yer almaktadır.
çerçevelerini, konuya hazırlanmalarını
sağlayacak
kaynakları,
hazırlık
çalışmalarının biçimlerini tartıştılar.
Okulumuz Felsefe Kulübü üyeleri bütün
gruplarda yer alıyorlar.
Bu okullar arası ortak faaliyet bizleri
geliştiren ve keyifli bir faaliyet.
Çalışmalara katılan arkadaşlarımızın
hepsinin felsefe dersi görmemiş Lise 1 ve
Lise 2 öğrencileri olması önemli bir
handikap. Zorlanıyoruz. Ancak zaten biz
bu faaliyetleri göstermelik olarak değil,
gelişmemizin aracı olarak görüyoruz. Bu
zorlanmalar kendimizi geliştirmemizin
sancıları. Önümüzde yeni ufuklar açılıyor.
Ben “Batılılaşma Grubu”nda yer alıyorum
ve hazırlık çalışmalarında doğru diye
bildiğimiz pek çok kalıp düşüncelerimizin
enine boyuna tartışılması, incelenmesi
gerektiğini fark ettim. İnsan soru
sordukça, bu soruların cevabını ciddi
olarak bulmaya çalıştıkça gelişiyor.
Yapılan
ilk
toplantıda
Platform
toplantılarının yöneticiliğinin öğrenciler
tarafından yapılması kararlaştırıldı ve
uygulamaya geçildi. Platform, 2002-2003
Öğretim Yılının temel etkinliği olarak
mayıs ayında merkezi bir okulda hafta
sonu iki gün sürecek tartışma toplantıları
planladı. Tartışma konularının okullardan
gelecek önerilere göre tespit edilmesi
kararlaştırıldı.
Bir sonraki toplantıda okullardan gelen
öneriler değerlendirildi ve; “Batılılaşma”,
“Savaş ve Etik”, “Tek tipleşme” ve “Aşk”
konuları seçildi.
Bu platform çalışmasının bir diğer güzel
yanı da gönüllü ve diğer okullardaki
arkadaşlarla ortak bir ekip çalışması
olması.
Ankara
Felsefe
Kulübü
Platformunun İnternet iletişimin de
oturmasıyla daha da zengin bir olanağa
kavuşmamız söz konusu olacak.
Bakalım bu çalışma bizi nerelere
götürecek?
Bu konulara ilgi duyan Felsefe Kulübü
üyeleri Dr Binnaz Ege – Rıdvan Ege
Anadolu Lisesinde buluştular. Konulara
göre gruplara ayrıldılar ve ayrı sınıflarda
hazırlık çalışmasına başladılar. İlk
toplantılarında
gruplar,
tartışma
İnsanlığın Felsefi Serüveni
- VII Bu sayımızda DEMOKRİTOS
ile tanışacağız:
26
Söylentiye göre Demokritos, Trakya’daki
Abder şehrinde doğmuştu. Babası
Damasip’in büyük itibarı vardı. Bir gün
İran Şahı Keyhurev, Damasip’in zengin
ve konuksever evinde kalmıştı. Oradan
ayrılırken de hep yanında bulundurduğu
ve o zamanın bilim adamları olan
büyücülerden bazılarını Damasip’in
çocuklarını okutmak için bırakmıştı.
Demokrit onlardan dersler aldı. Zerdüşt
dinini yayan bu İranlı büyücüler, tanrılara
inananları ahmak sayarlardı. Onlara göre
iki dünya vardı: Büyük dünya ( evren) ve
küçük dünya (insan).
vardı ama o, servetini yabancı ülkelerde
bir
mirasyedi
gibi
savurmuştu.
Mahkemeye verildi.
Yargıçların huzurunda bağışlanmasını
isteyeceğine, büyük bir ruloyu açıp
yazdığı eseri okumaya başladı. Eserin
adı “Büyük Evren Düzeni” idi.
Yargıçlar önce şaşırdılar; ne alakası vardı
şimdi bunun? Fakat eserde tasvir ettiği
evren, o kadar güzel ve görkemli idi ki,
davacılar
suçlamalarını
unuttular.
Yargıçlar, bin talant harcayan Demokritos’un başka bir servetle döndüğüne
karar verdiler: bilgi.
Demokritos öğretmenlerinden, Hint
filozoflarının öğretisini de işitmiş olabilirdi:
Tüm eşyalar zerreciklerden, yani
noktalardan meydana gelmiştir. Nokta
hareket ederek çizgi, çizgi hareket ederek
yüzey, yüzey hareket ederek cisim
olmuştur.
Karar şöyle idi: Demokritos’a beş yüz
talant verilsin, sağlığında bronz heykeli
dikildin, öldükten sonra şehir hesabına
gömülsün. O yine durmadı; bilgi peşine
düştü. Bu defa Atina’ya ve diğer Yuna
şehirlerini dolaştı. Bir çok filozof tanıdı.
Anaksagoras’un
görüşlerini
beğenmemişti. Bir ‘Yüksek Akıl’ var
olamazdı ona göre. Evrenin harekete
geçmesi için bir yüksek güce ihtiyacı
yoktu. Evren sonsuzdu. Hareketin bir
başlangıcı olmadığına göre, başlangıçsız
bir şeyin başlangıcından söz etmekte bir
anlam var mıydı?
Demokritos’un bir öğretmeni daha vardı:
dostu Levkipos. Ondan, Milaslı filozofların
teorilerini, yani evrenin aslını maddenin
sağladığını öğrenmişti.
Babası öldüğünde Demokritos itibar ve
nüfus sahibi olarak rahatça yaşayabilirdi.
Arhont, yani devlet başkanı seçilmiş,
şerefine üzerinde kendi adıyla ve bir saz
resmiyle para kesilmişti. Ama o,
yurdunda kalmadı. Bilgi peşinde dünyayı
dolaşmaya çıktı. <<Bilge kişiye tüm
yeryüzü açıktır>> diyordu. Mısırlı
kahinlerle, Babilli büyücülerle ve Hintli
felsefe hocalarıyla konuştu.
İhtiyar filozoflar, meclislerine kabul
etmemişlerdi onu. Ama her sözünü can
kulağıyla dinleyen gençler az değildi:
- Bir kaba su doldurup sımsıkı
kapayın. Sonra ateşe koyup
kaynatın. Su kabı patlar.
Sebebi neydi bunun? Çünkü dünyadaki
her şey gibi su da atomlardan meydana
gelmiştir. Pek küçük oldukları için
atomları göremeyiz. Peki göremediğimizi
nereden biliyoruz?
Ama başöğretmeni doğaydı.
Yurduna döndüğünde tüm servetini
harcamış haldeydi. Abder halkı öfkeden
küplere biniyordu. Ona büyük saygıları
27
Akıl ne güne duruyor? Akıl bize “su
kaynarsa atomlar genişler ve çevresini
parçalar” diyor.
Uçsuz bucaksız uzayda atomlar
uçuşuyordu. Düzensiz karmakarışık bir
uçuştu bu. Aynı cinsten atomlar da
birbirini çekiyordu. Ağır atomlar, evren
kasırgasının merkezinde toplanmış,
hafifler de kenara itilmişlerdi. Ağırlar
dünyayı meydana getirdiler. Etraflarına
daha hafif olan su atomları yerleşti. Daha
hafif olan havaysa merkezden çok
uzaklaştı.
ilk hayvanlardan çoğu yok olmuştu.
Yaşayanlar içinden insanlar da meydana
geldi. Başlangıçta insanlar hayvan gibi
yaşarlardı. Çıplaktılar, evleri barkları
yoktu, ateşi bilmezlerdi. Ömürleri hep
yiyecek peşinde geçerdi. Hakkında
efsaneler söylenen bir altın çağ, mutluluk
çağı olmamıştır geçmiş zamanda. İnsan
çok çekmişti o zaman. Zayıflar kırılmış,
ancak kuvvetli olanlar kurtulabilmişti.
İnsanlar vahşi hayvanlardan korunmak
için
birleşmeye,
yardımlaşmaya
başladılar. Acı tecrübeler sonrasında
mağaralara sığınmayı, meyveleri stok
yapmayı öğrendiler. Ateşi elde ettiler
zamanla. Çeşitli zanaatlar bellediler.
Örümcekten dokumayı, kırlangıçtan ev
yapmayı, bülbülden türkü söylemeyi
öğrendiler.
Zamanla insanlar arasında kıskançlık ve
kavgalar çıkmaya başladı. Birbirlerinin
mal ve mülküne göz dikenler çıkmaya
başladı. Bunun önünü almak için yasalar
çıkarmak gerekti.
Demokritos, devlet işlerini çok önemli
görüyordu. Herkes düzenli bir devlet için
çaba harcamalıydı. Refahı ancak düzenli
bir devlet getirebilirdi. Demokritos
eşitlikten yanaydı ama, egemenliğin
<<toplumun en alt tabakalarına>>,
<<tayfalara>> geçmesine karşıydı. Ona
göre, yalnız atomlar aleminde değil,
devlette de baş yer güçlülerin olmalıydı.
Bütün zengin köleciler gibi Demokritos da
böyle
düşünüyordu.
Daha ötelerde başka dünyalar vardı.
Evrende birbirine benzeyen iki dünya
bulunamazdı, birbirine benzeyen iki kişi
bulunamadığı gibi. Bazı dünyalar aysız
ve güneşsizdi, karanlıktı. Öyleleri vardı ki,
gökyüzünde iki güneş doğuyor, geceleyin
de bir çok ay parlıyordu. Dünyalar da
çarpışıyor; daha büyük olan dünya galip
geliyordu. Küçük olanlar dağılıyor
paramparça oluyordu. Bu parçalardan
yeni dünyalar, yeni güneşler oluşuyordu.
Öğrenciler <<yeryüzünde canlılar nasıl
doğdu?>> diye sorduklarında derdi ki;
<<Dünya
daha
sıcaktı,
iyice
katılaşmamıştı. Şişip tümsek tümsek
oluyordu.
Tümsekler,
ağaçlardaki
tomurcuklar gibi patlayıp açılıyor, içinden
hayvanlar çıkıyordu. Ağır olan toprak
atomları fazla gelen varlıklar karaya
yerleştiler. Su atomları daha fazla olan
hayvanlar da kanatlanıp havalandılar. Bu
Ödüllü Bulmaca
Hazırlayan:
Özlem ÖZEL
11 TMA
28
SARMAL BULMACA - KELİME AVI
Bu sayımızda, ünlü Fransız filozofu Jean Paul Sartre’ın bir sözünü bulmanızı istiyoruz.
Yapacağınız şey, aşağıdaki kelimeleri tablomuzda bulmak, üzerini çizmek ve üzeri
çizilmemiş olarak kalan harfleri yukardan başlayarak, soldan sağa birleştirip cümleyi
oluşturmaktır.
Sarmal bulmacanın bir özelliğini hatırlayalım: Kelimeler, harflerin sol veya sağ ya da üst
veya alt komşu kareleri izlenerek aranmalıdır. Doğru cevabı kapalı bir zarfla Özlem ALTUN
arkadaşımıza ulaştıranlar, ödül çekilişimize katılabileceklerdir.
S
E
Ü
A
V
E
Y
M
S
O
L
N
E
K
Ö
L
N
P
T
L
E
L
L
E
K
Z
İ
M
İ
Z
T
İ
ETİK
KONSEPTÜALİZM
ÖZGÜRLÜK
VARLIK
ÖDEV
İNNEİZM
EGO
DOĞRU
REALİZM
O
M
Z
İ
V
E
S
L
Ü
L
P
Z
E
M
Ü
Y
K
R
D
I
R
E
N
Ö
Ü
R
S
İ
N
N
T
İ
İ
E
E
R
A
A
E
Z
G
L
E
İ
N
C
E
İ
L
A
İ
Z
S
M
D
B
İ
R
N
L
O
G
O
R
İ
Z
M
M
L
A
D
E
L
M
İ
D
S
O
D
Ö
A
N
Z
M
A
N
O
U
G
E
R
İ
Y
Z
E
İ
HAZ
MADDE
BELİRLENİM
ÇOKLUK
İYİ
AHLAK
DİYALEKTİK
DÖNGÜSELLİK
DEİZM
T
E
İ
R
M
T
K
İ
İ
L
Ç
L
A
Ö
V
A
İ
T
E
İ
Z
I
L
L
K
K
E
E
K
T
G
H
A
N
N
H
A
R
E
S
Ö
R
U
U
L
İ
A
L
D
S
U
E
N
D
G
Ü
S
O
M
L
L
K
K
K
O
Ğ
R
Z
L
Ö
N
Ş
N
Ü
E
R
K
Ç
E
İ
LOGOS
SORUMLULUK
ERDEM
KÖTÜ
TEORİ
ÖZ
NOMİNALİZM
PANTEİZM
Felsefecilerimizden
MUTLULUK ÜZERİNE
29
R
L
D
Ü
İ
V
A
R
O
Z
M
D
N
O
E
T
İ
İ
K
N
L
İ
I
L
M
İ
N
E
M
K
L
R
B
A
O
G
E
K
K
U
İ
L
A
D
Ö
E
U
K
GERÇEKLİK
EYLEM
BİRLİK
EVRENSEL
RASLANTI
DÜZENLİLİK
SOLİPSİZM
ATEİZM
Füsun AKATLI
Felsefeci – Eleştirmen
Mutluluk sorunu insan kadar eski olsa
gerektir. Bir o kadar da yaygın ve ilgi
toplayan bir sorun. Ne sözler söylenmiştir
mutluluk üzerine, ne yazılar yazılmıştır!
Ona kavuşma tutkusu nasıl coşkuyla dile
getirilmiştir. Kimiler, “Yakalayıp yakalayıp
elimizden kaçırdığımız ey esatiri kuş!
Seni ne zaman göğüs kafesimize
hapsedebileceğiz? İçimizde çırpınan
kanatlarının sesini duyacağımız günle
gelecek mi?” gibilerden adeta gizemci bir
özlemi haykırırken, kimileri de; “İnsan için
mutluluk yoktur. İçimizi dolduran sadece
acıdır ve bu acıdan kurtulma çabaları
boşunadır. Çünkü çabaladıkça daha çok
acı duyarız” diyerek çevrelerine
kötümserlikten bir ağ örmüşlerdir.
Mutluluk türlü felsefelerin olduğu kadar,
gündelik yaşamın da sorunu olagelmiştir
hep. Mutluluk üzerine söylenenler,
yazılanlar, verilen formüller, reçeteler
öyle çok ve çeşitlidir ki, bunları şöyle bir
toparlayıp üzerlerinde düşünmek insana
neredeyse olanaksız gelir. Oysa bir
çırpıda sıralanabilecek birkaç söze
değgin sorunun cevabını ararken bu
karmaşık ve karanlık durumdan sıyrılabilir
kişi. Örneğin; mutluluk bir yaşama biçimi
midir, bir tavır alış mıdır? Anlık mıdır,
sürekli midir? Durgun mudur, atılımlı
mıdır? Kavramsal mıdır, olgusal mıdır?
ve giderek amaç mıdır, yoksa araç mıdır?
Bunlara bir cevap ararken düşüncemizi
daldan dala konmaya bırakmaz da, bir
yönteme
sokarsak
ilkin
şunu
söyleyebiliriz: İki türlü mutluluk vardır.
Daha doğrusu birbirine hiç benzemeyen
iki durum vardır ki, her ikisine de mutluluk
adı verilmektedir. İşte sözünü ettiğim bu
iki mutluluğun sahte olanı; gerek kişilerin,
gerekse kitlelerin önüne amaç olarak
yerleştirilen bir aldatıcı ve uyuşturucu
balondur. Bu balon; tuzu kuru olmayı,
gününü gün etmeyi, sorumsuzca
gevşemeyi, bana dokunmayan yılan bin
yaşasın düsturunu şiar edinmeyi ve bu
türden erdemsizlikleri kapsar. İnsana
insanlığını yadsıtacak böylesine yoz bir
mutluluğun üstünü çizelim bir kez. İçi
hepten boşalmamış, kafası ve yüreği
yozlaşmamış bir insan için değildir bütün
bunlar. İnsanın özüne aykırı bir hazıra
konuculuk ve orada duruculuktur.
Mutluluk üzerine en kolay bir yana
atılacak, bununla birlikte çok da yaygın
olan bu anlayışı, ya da anlayışsızlığı
geçelim hele.
Öbürüne gelelim. Bu da ana çizgileriyle,
insanın içinde bulunduğu bütün çelişkileri,
çatışmaları aşıp, bir uyuma varması,
kendisini tedirgin edip duran sorunlara
birer çözüm, ya da en azından birer
çözüm yolu bulması durumudur. Şimdi
biraz daha içine girelim bu tanımın.
İnsanın çelişkileri, çatışmaları nelerdir?
Bunları saptayalım önce. İnsanın doğayla
çatışması vardır, olagelmiştir bir kez.
Sonra toplumsal çelişkileri vardır, sınıfsal
çelişkileri vardır. Nihayet kendi kendisiyle
çelişir kişi, iç çatışması vardır. Öyleyse
insanın yaşamı birkaç yönlü bir
mücadele, bir savaştır. Hem de öyle bir
savaş ki, alanların sınırları kesin çizgilerle
çizilmemiş, karşılaşılan bu çelişkiler
30
birbirinden bağımsızca birer çerçeveye
alınmamıştır. Yani kişi, “Dur hele, önce
doğayla çatışmamı bir halledeyim, sonra
sınıf mücadelemi vereyim, onu da bir
iyice sonuca bağlayayım, sonra
toplu8msalm
kurumlarla
ilişkilerimi
düzenleyeyim, ondan sonra da kendi iç
çatışmamı çözümler, sonunda da derin
bir oh çekerim” diyemez. Bu alanlar
birbirleri içine girmiş, aralarında zorunlu
bağıntılar ve etkileşmeler olan bir
bütündür ve kısacası hepsi kül olarak
yaşamdır.
İnsan tekinin kendi önündeki sınırlı
zaman süresi, bu mücadelelerin
adımlarından oluştuğu gibi, insanlık tarihi
de aynı mücadelelerin aşamalarından
oluşur. Nasıl toz pembe bir tarih yoksa,
toz pembe bir yaşam da olmayacaktır.
Olmamalıdır da. Çelişkilerin, çatışmaların
olmadığı bir durum, bir adımın
atılamayacağı bir durumdur, durağan bir
durumdur, yapay bir durumdur. Akla da,
olgulara da aykırıdır. Yine tanımımıza
dönelim; mutluluk kişinin her türlü
çelişkisini aşması, çatıştığı şeylerle (bu
ister doğa, ister toplum, ister kendi benliği
olsun) bir uyuma varması ise, demek ki
sonsal (nihai) ve sürekli bir durum
değildir. Bir aşama, deyim yerindeyse, bir
uğrak noktasıdır. Sonra bu nokta bir
başlangıç olacak, yeni bir atılım, yeni bir
mücadele doğacak ve bu böyle
sürecektir. İşte insanın vazgeçilmez
değeri olan yaratıcılık, bu sürecin
ürünüdür. Bilimde olsun, sanatta olsun,
eylemde olsun ne yapılmışsa, bu sürecin
itici gücü ve yaratıcı atılımıyla yapılmıştır.
Bilimsel kuramların, sanat yapıtlarının,
her türlü devrimin oluş yasası budur. Bu,
akılla kurulmuş, gerçeğe izdüşümü
olmayan, kavramsal bir kurgu da değildir.
Yaşanan olayların, tarihsel akışın
izlenmesinden
çıkarılan ve
hep
tekrarlandığı saptanan düzenli bir
yasalılığın iskeletidir. Başlangıç, onun
yadsınması, sonra bir atılımla bunların bir
biçimde birleştirilmesi, sonra varılan
sonucun yeniden başlangıç olması!
İşte bu süreç, yaratıcı ve devrimci bir
süreçtir. Mutluluk dar anlamda; atılımların
sonunda
bir
yere
varıldığında
duyuluyorsa, geniş anlamda; insan,
özüne uyan işlevini yürüttüğü sürece,
yani bütün mücadelesi boyunca mutludur.
Çünkü
her
adımda
kendini
gerçekleştirmekte, aşmakta, yeniden
yaratmakta, yabancılaşmalarından biraz
daha, biraz daha sıyrılmaktadır.
Bütün bunlardan sonra başlangıçtaki
sorularımıza cevaplar getirmenin sırası
gelmiştir sanırım. Mutluluk, dinamizmini
kendi içinde taşıyan, atılımcı, yaratıcı bir
süreci yaşayan kişinin, somut gerçeklerle
ve yaşamla bağını koparmaksızın özünü
gerçekleştiren, kendini yeniden ve tekrar
tekrar yaratan kişinin etkinliğidir. Böyle bir
yöntemle bakıldığında, artık bir “zümrüdü
anka” olmaktan çıkmış, somut bir yaşama
biçimi, yaşama karşı elle tutulur bir tavır
ve sağlıklı, erdemli bir amaç olarak
tanımlanmıştır.
PUSULAMIZ FELSEFE – Füsun AKATLI ( VARLIK / DENEME - 1995 )
31
Yüzyılımızın
Düşünürlerinden
ÇAĞIMIZIN GERÇEKLERİ
Jean Paul SARTRE
( 1905 – 1980 )
BAŞ SORUN: İNSAN
büyüksemekle suçlandırılmam daha
mantıklı olur. Edebiyatın güzelliği, her
şey olmak isteğinden gelir, kısaca
güzellik aramaktan değil. Yalnız her şey
olan bir şey güzel olabilir. Beni
anlamayanlar ne derse desinler, sanat
adına çatmadılar bana, kendi bağlı
oldukları inanç adına çattılar. İnsan her
şeyi istemeli ki, bir şey yapabilsin.
Ben bugün felsefeyi bir dram gibi
düşünüyorum. Bugün artık mesele, ne ise
o olan özlerin durgun halini seyre dalmak
değil, bir olaylar zincirinin kurallarını
bulmak da değil artık. Bugün mesele
insandır, hem etken, hem bir aktör olan
insan. Çünkü o dramını hem yazıyor hem
oynuyor,
durumunun
çelişmelerini
yaşıyor, kişiliğini harcıyasıya ya da
düğümlerini çözesiye. Bir tiyatro oyunu
(Brecht’inki gibi destansı ya da dramsı)
bugünün insanını sahnede göstermenin
(yani düpedüz insanı göstermenin) en
uygun yoludur. Felsefe de, bir başka
bakımdan,
bu
insanla
uğraşma
kaygısındadır. İşte bunun için tiyatro
felsefemsi ve felsefe de dramsıdır bugün.
EDEBİYAT VE ALDATMACA
Susan yazarlar (günün sorunları üstünde
düşüncelerini açıkça ortaya koymayanlar)
öteki yazarları tedirgin eden bir çelişmeyi
sürdürüyorlar. Bir yazarın elinde, cebinde
saklısı olamaz. Kumarda açık kağıtla
oynamak gibi bir şeydir onun işi,
oynanmak değil. Yazarlığın büyülü bir
dünyası olduğu sanısını veren bütün o
kandırmacalardan nefret ediyorum. Bu
yolu tutan yazarlar edebiyata girenleri
aldatıyorlar. Yazarların ilk işi göz
boyacılıktan, kandırmacadan vazgeçmek
olmalıdır. Edebiyatta kendini bir büyücü,
bir canlı gibi göstermek, bir bakıma
kendini çok büyük görme, bir bakıma da
çok küçük görmedir. Ne istediklerini, ne
yaptıklarını söylesinler.
Eleştirmenler yazarlara, isteklerini ve
araçlarını, başkalarına – ve hele
kendilerine – hiçbir zaman açmamayı
öğütlüyorlar. Eski romantik anlayışa
BAĞIMLILIK
Edebiyat her şey değilse, üstünde bir
saat bile durmaya değmez. Ben
bağımlılıktan bunu anlıyorum. Edebiyatı
yalnızca
sorumsuzluğa,
türkülere
indirirseniz, durduğu yerde kurur. Yazılı
her söz, insanın ve toplumun bütün
ortamlarında yankılar uyandırmazsa,
hiçbir anlamı yoktur. Bir çağın edebiyatı,
edebiyatın içine sindirdiği çağın
kendisidir.
Beni, edebiyatı küçümsemekle, onu
politikanın
buyruğuna
vermekle
suçlandırıyorlar. Oysa ki, edebiyatı
32
saplanıp kalmışlar: En iyi yazar, kuş öter
gibi yazardır. Yazar bir kuş değildir.
altına alamazlar; hiçbir konu önceden
edebiyat sanatının dışında sayılamaz. ...
Giraudoux demiş ki: <<Bütün mesele
üslubu bulmakta, düşünce sonradan
gelir.>> Ama, aldanıyordu Giraudoux.
Düşünce gelmedi. Tersine, konuları, her
zaman kapıları açık meseleler, çağrılar
bekleyişler diye görürsek, sanatın, bir
düşünceye bağlanmaktan hiçbir şey
kaybetmeyeceği, kazanacağı anlaşılır.
Nasıl ki fizik, matematikçilere yeni
sorunlar getirir ve onları yeni bir sembol
bulmaya götürürse, toplumsal ya da fizik
dışı gerçeklerin durmadan yenileşen
isterleri, sanatçıyı yeni bir dil ve yeni
teknikler bulmaya zorlar. Biz bugün XVIII.
Yüzyıldaki gibi yazmıyorsak, Racine’in ve
Saint-Evremont’un dili lokomotiflerden ve
işçi sınıfından söz etmeye elverişli değil
de ondan. Ama, biçimciler tutup bize
lokomotiflerden söz etmeyi yasak
edeceklermiş, etsinler. Sanat hiçbir
zaman biçimcilerden yana olmadı.
Mademki bizim için yazmak bir işe
girişmektir, mademki yazarlar birer ölü
olmazdan önce yaşayan kimselerdir,
mademki kitaplarımızda haklı olmayı
denemek gerekir diyoruz, mademki,
çağlar bizi sonradan haksız da görse,
önceden kendimizi haksız görmek
zorunda değiliz, mademki, yazarın
eserlerinde bütün varlığı ile bağımlı
olmasını,
kötülüklerini,
dertlerini,
güçsüzlüklerini öne sürerek iğrenç bir
nemelazımcılık içinde kalmasını değil,
her birimizin yaşarken vardığımız bir
kararı isteme, bir seçmeye, bir toptan
yaşamaya bağlanmasını istiyoruz, sorunu
en başından ele almamız ve kendi
kendimize şunu sormamız gerekir: İnsan
niçin yazar?
BAĞLILIK SANATI ÖLDÜRÜR MÜ?
İnsan bir şey söyleyeceğim diye yazar
olmaz, o bir şeyleri belli bir biçimde
söylemek için olur. Üslup elbette yazının
değerini yapan şeydir. Ama, göze
batmamalıdır.
Kelimeler
saydam
olduklarına göre, bakışı geçirdiklerine
göre, aralarına buzlu camlar koymak
saçma olur. Yazıda güzellik, okşayan,
kendini belli etmeyen bir güçtür. Güzellik
bir resimde yekten göze çarpar, bir
kitapta gizlenir, bir sesin, bir yüzün
büyüsü gibi inandıra inandıra kazanır
insanı, zorla değil, farkına vardırmadan
kendine çeker sizi. Görmediğiniz bir
büyünün etkisine kapılarak ileri sürülen
düşüncelere kapılırsınız. Dinin törenleri,
dinin kendisi değildir, ona destek olurlar;
kelimelerin düzeni, güzelliği, kelimelerin
dengesi, okurun duygularını farkına
vardırmadan hazırlar, dinin törenleri gibi,
müzik gibi, dans gibi onları düzene sokar;
okuyucu yalnız onlara dalarsa, anlamı
kaybeder, sıkıntılı uyumlar içinde kalır.
Yazıda güzelliğin tadı hesapta olmadan
gelirse, katıksızdır, temizdir. Bu kadar
basit gerçekleri hatırlatmaya utanıyor
insan, ama bugün bunlar unutulmuşa
benziyor. Yoksa, gelir bize, niyetiniz
edebiyatı öldürmektir, ya da bir
düşünceye bağlılık, yazma sanatına zarar
verir derler miydi? Şiirle karışık bir çeşit
yazı
eleştirmenlerin
düşüncelerin
düşüncelerini bulandırmamış olsaydı, biz
yalnız özden bahsederken kalkıp da bir
biçim adına çatarlar mıydı? Biçim üzerine
önceden hiçbir şey söylenemez, biz de
bir şey demedik: herkes biçimini kendi
bulur ve sonradan yargılar. Gerçi, konular
bir üsluba götürür; ama onu buyrukları
33
Çağımızın Gerçekleri – J. P. SARTRE (Çan Yay–1961) Çeviren: S. Eyüboğlu- V. Günyol
34
Download