Bu süreç tam da kur`an`a davetin yaygınlaştırılması gereken bir süreçtir

advertisement
Bu süreç Tam da Kur’an’a Davetin Yaygınlaştırılması Gereken Bir Süreçtir
İlk Kur’an Nesli Örnekliğinde Neden Galip Gelindi
ve Neden İzzete Kavuşuldu?
Kur’an’a topluca sarılan ve Resulün şahidliğini/örnekliğini, mücadele sünnetini esas alan ilk
Kur’an neslinin öncülüğünde İslam ümmeti inşa edildi. Mekke’nin zorlu şartlarında Kur’anın
rehberliğinde, resulün şahidliğinde, akıdevi ilkelerinden ve İslami kimliğinden taviz vermeden
yetişen bu örnek nesil İslami toplumu, Medine’yi, İslami medeniyeti inşa etti ve İslami adalet
modelini oluşturdu.
Böylece Kur’an’ı hakkıyla okuyarak özünde var olan cahiliye değer ve ölçülerini söküp atıp
yerine tevhidi ve vahye uygun olanı yerleştirerek özündekini değiştiren insanlar İslam toplumu
hüviyeti kazandılar. İşte Kur’an’a topluca sarılarak kardeşleşen bu ilk Kur’an toplumu nüvesi
hem Mekke’de, hem Medine’de izzete kavuştu. Çünkü izzetin tamamı Allah’ın yanındaydı.
İhlas ve samimiyetle Allah’a teslimiyet gerçekleşince ve Hablullah’a topluca sarılarak Allah’ın
taraftarları ve yardımcıları olmak tercih edilince, galibiyet, üstünlük ve izzet Müslümanların, hak
ve adaletin egemenliğinde insanca yaşama imkanı ise tüm insanların oldu.
Daha Sonraki Süreçte, Neden Mağlup Olundu
ve Zillete Sürüklenildi?
Çünkü uzun tarihsel süreçte Kur’an (mehcur) terk edilmiş bırakıldı. Allah’ın inzal edilmiş ipine
(hablullah’a) topluca sarılmaktan uzaklaşıldı. Resulullah’ın (s) şahidliği, örnekliği ve mücadele
sünneti terk edildi ve cahiliye yeniden üretildi. Tarihsel süreçte uydurulan ya da başka felsefe ve
dinlerden alınan bid’at, hurafe ve İsrailiyatlar karıştırılarak farklı ipler üretildi. Bundan sonra,
insanlar, Allah’ın ipi yerine, haktan unsurlar da taşıyan, hak-batıl karışımı “ılımlı” İslam
algılarına (statüko dinleri) dayalı üretilmiş iplere çağırıldılar.
Bu uzun bozulma ve yozlaşma sürecinde, tevhidi nitelik kaybedildi, Kur’ani akıdeden
uzaklaşıldı, ümmet olma vasıfları yitirildi, vahdet bozuldu, sonuçta da parçalanma, bölünme ve
dağılma kaçınılmaz oldu.
Bu bozulma ve dağılma süreci sonunda, zayıf düşen, Allah’ın yardımına, rahmetine
müstahak halini yitirerek, gücünü ve izzetini kaybeden ve böylece sömürüye müsait hale
gelen ümmetin üzerine işgalci emperyalist devletler çullandılar ve sömürgeleştirdiler,
zillete düşürdüler. Böylece, 19. yy sonu ve 20. yy başında işgal ve sömürgeleştirme süreci
başladı.
Sonra görece uyanış çabaları ve direnişler gündeme geldi. Sömürgeciler bu yeni şartlarda
çıkarlarını koruyup sürdürecek yeni bir proje üreterek onu uygulamaya koydular. Ümmet
bilincini yıkmak üzere ulusçuluklar ürettiler, bölgeyi suni sınırlarla bölüp, ulus devletler
kurdular, yetiştirdikleri işbirlikçilerine despot rejimler kurdurup onları destekleyerek
doğrudan sömürgecilik yerine dolaylı sömürgeciliği ikame ettiler. Türkiye’de ise başından
itibaren dolaylı sömürgecilik yöntemi uygulandı. Filistin İşgali ise sürekli kılındı. Batılı
emperyalist devletler işgal topraklarında BM kararıyla kurdurdukları Siyonist terör devletini
sürekli desteklediler.
1
Bu Süreçte Dünya’nın ve Müslümanların Hali
Dünyaya, İslam coğrafyasına ve Türkiye’ye baktığımızda; genelde tüm insanlığın, özelde
Müslüman halkların, “insanı insanın kurdu” haline dönüştürmüş seküler, paganist modern
paradigmanın kuşatması altında nasıl köleleştirildiğini görüyoruz.
Bu seküler kapitalist kuşatma sonunda fesadın, zulmün, adaletsizliğin, sömürünün nasıl
küreselleştirildiğini, insani erdemlerin, insanlık onurunun nasıl ayaklar altına alındığını,
aşağılandığını, fıtratların nasıl bozulduğunu, zihinlerin nasıl işgal edildiğini, ruhların nasıl
kirletildiğini ve sonuçta insanın nasıl tüketildiğini, insanlık onurunun, insani erdemlerin ve
ahlaki değerlerin nasıl çürütüldüğünü, kitlelerin nasıl edilgen sürüler haline getirilip
yozlaştırıldığını acıyla gözlemliyoruz. İslam coğrafyasının nerdeyse her yanındaki, ya kapitalist
korsan devletlerin, silah ve petrol kartellerinin çıkarları istikametinde gerçekleştirdikleri
doğrudan askeri işgallerle, ya da işbirlikçi despot oligarşilerin, monarşilerin yönetiminde
ideolojik, kültürel, ekonomik işgaller ve sömürgeci politikalarla, katliamlarla, Müslüman
halkların nasıl kan, gözyaşı ve sefalete mahkûm edildiklerini yüreğimiz kanayarak izliyoruz.
Milyonlarca masum insanın nasıl canice, vahşice soykırımlarla katledildiğini, sefalete
mahkûm edilen fakir halkların zengin kaynaklarının nasıl talan edildiğini, on yıllardır
mülteci kamplarında geçen, orada doğup orada son bulan, ıstırap, acı ve sefalet dolu Müslüman
hayatların acısını yüreğimizde hissediyoruz.
Bir kısım ülkeler modern seküler sapkın paradigmanın ürünü kapitalist emperyalizminin
doğrudan askeri işgali altında iken, Türkiye vb bir çok ülke de ideolojik, kültürel ve
ekonomik işgali ve emperyalizmi altında bulunmaktadır. Zihinlere yönelik işgaller ise, askeri
işgallere göre daha kalıcı ve daha etkili olmakta, çoğu insan zamanla yaşadığı gibi inanmaya
başlamakta, ezilen kitleler mağlubiyet psikolojisi içinde ezenlerine benzemekte, onları taklit
etmeye başlamaktadırlar.
Komünist Blokun Çöküşü ve İslam’ın NATO’nun Düşmanı İlan Edilmesi
Üzerine Yeniden İşgaller Dönemi Geldi
Emperyalistlerin bölgeye hakim kılıp destekledikleri despot yönetimlere ve zulümlerine rağmen,
İslami uyanış süreci devam etti. Artık despot yönetimleri ayakta tutmak batının çıkarlarını da
tehlikeye sokuyor. Patlamaya hazır hale gelmiş mazlum halkların öfke birikimi kendiliğinden
patladığında kontrolü ve yönlendirilmesi mümkün olmayabilir endişelerine yol açıyordu.
Bu sebeple, 20. yy sonu ve 21. yy başında yeniden işgal için bölgemize geldiler. Ve önce sopa
politikasıyla bölge halklarını sindirip ezerek, arkasından da BOP projesiyle, kontrol altında laik
demokratik batı yanlısı bir değişime zorlamak, yönlendirmek istediler. TC’yi de model olarak
sundular. Olmadı ve bu model de tutmadı. Çünkü o zaman İslam düşmanlığı yapan radikal
Kemalist laikliği esas alan Türk ulus devletinin, İslami kimlik ve Kürt kimliğiyle savaşı aktif
durumdaydı. Bütün komşular düşman konumunaydı. Yüzünü Batıya, arkasını bölgeye dönmüş,
kendi halkı ve bölge ile ilişkilerini düşmanlık statüsüne oturtmuş bir model, bölgeyi
dönüştürecek bir model olamazdı. Buna benzer sebeplerle BOP ve o günkü TC modeli başarılı
olamadı.
Ancak BOP’un çökmesi gibi bölgedeki ABD-NATO ve Batı işgalleri de başarılı olamadı,
sonuçta direnişler karşısında bölgede tutunamayan emperyalist güçler, Irak’tan çekilmek,
bilahare Afganistan’dan çekilmeyi gündemlerine almak zorunda kaldılar. Bölgede oluşan bu
2
boşluk, NATO’nun içinde önemli işlevler gören Türkiye ile doldurmak istendi. Böylece,
NATO’nun da bölgede daha işlevsel hale gelmesi ve meşruiyet kazanması temin edilmek
isteniyor.
İşte bu süreçte, bir yandan, İslam coğrafyasında doğulu ve batılı emperyalist devletlerin uşağı
despot zalim yönetimlere karşı halk ayaklanmaları yaşanmakta, biriken haklı öfkenin patlaması
sonucu bölgenin mazlum Müslüman halkları kaderleri üzerinde söz sahibi olmaya
çalışmaktadırlar. Diğer yandan da, bugüne kadar işbirlikçileri olan despot yönetimleri
destekleyerek kan ve gözyaşına mahkum ettikleri mazlum halkların kaynaklarını sömüren,
onlara büyük acılar yaşatan Batılı liberal demokrat emperyalist devletler, şimdide miadı
dolmuş işbirlikçilerini terk ederek yerlerine yine çıkarlarını koruyacak liberal demokratik
seküler yandaş yönetimler ikame etmeye çalışmakta ve bunu amaçlayan projelerle bölge
halklarını yönlendirme çabaları içinde bulunmaktadırlar. Bir diğer gelişme olarak da, Müslüman
toplumların İslami yönetimle yönetilme hak ve taleplerini engellemek, kaynaklarını çalmak ve
emperyalist hegemonyalarını sürdürmek için bölgeye yönelik yeni yeni işgaller
gerçekleştirmektedirler. Rabbimiz despotlara karşı haklı olarak ayaklanan ve emperyalist
işgallere karşı direnen mazlum Müslüman halkların yardımcısı olsun, bizleri de onlara
yardımcılar kılsın. İnşallah Müslüman halklar, bu emperyalist oyunları da fark edip bozacak
bir dirayet ve feraseti kuşanarak, despot kahyanın zulmünden demokratik emperyalist ağaya
sığınma zilletine düşmeden, yalnız Allah’ı razı etme niyetini ve İslami adaleti ikame etme
istikametini koruyarak hareket ederler.
Şimdi İslam coğrafyasında Gönüllü Sekülerleşme ve Dönüşüm Süreci
Teşvik Edilip Yönlendiriliyor
Türkiye’de de, 28 Şubat darbesiyle sonuç alamayınca, aynı patlamaya hazır sosyal yapının
Türkiye’de de meydana geldiğini ve ilk değişimin burada meydana gelmesi ve bölgeye model
olarak sunulması için değişik alternatifleri denediler, tutmayınca kontrollü biçimde, halkın büyük
desteğini alan muhafazakar siyaset kadrosunun önünü açmak zorunda kaldılar. Ve
yönlendirmeye çalışıyorlar. Zora dayalı sekülerleştirme ve sopa politikaları tutmayınca, gönüllü
sekülerleşmenin önü açılıp, teşvik edilmeye ve siyasi ve ekonomik destekle ödüllendirerek
yönlendirilmeye çalışılıyor.
Tunus, Mısır ve Libya’da nasıl bir sonuca ulaşılacağı belli olmamakla beraber, Mısır’da ve
Tunus’ta batı yanlısı ordular tarafından ve batının ekonomik imkanlarıyla süreç yönlendirilmeye
çalışılıyor. Türkiye’de bir ölçüde başarılı olmuş görünüyorlar. Ilımlı laiklik ve ılımlı İslam’ın
kesiştiği noktada, bireysel özgürlükler alanında görece iyileşmeler karşılığında, kamu alanına,
ekonomik, siyasi, ve hukuki toplumsal alanlara Allah’ın müdahil olmasına fırsat verilmemesi
gerektiğinde uzlaşıldı. Türkiye’de eşleri örtülü, kendileri bireysel ibadetlerini yerine getiren ve
İsrail’e karşı söylemde de kalsa sık sık meydan okuyan ve bu sebeple Ortadoğu’da
kahramanlaşan bir kadronun öncülüğünde laik liberal demokratik model bütün bölgeye hem
Türkiye hükümeti tarafından, hem de Batı tarafından sürekli empoze ediliyor. Halk
ayaklanmalarının hemen arkasından Mısır ve Tunus’a giden TC Başbakanı bizzat bölgenin
Müslüman halklarına laik demokrasiler kurmalarını, laiklikten korkmamalarını, laiklik ve
İslam’ın bağdaştığını ısrarla öneriyor ve tepkilere de karşı çıkarak yönlendiriyordu.
Baskıcı süreçlerde geniş halk kesimlerine sirayet edemeyen sekürleşme/ dünyevileşme,
kendilerine daha yakın hissettikleri bugünkü muhafazakâr iktidarlar döneminde çok daha fazla
yaygınlaşmaya ve ahlaki yozlaşma yaygın biçimde daha geniş kitleleri etkilemeye başladı. Tam
bir kapitalistleşme ve liberal azgınlık süreci Müslüman toplumları kuşatıyor. Adaletsiz ve
3
merhametsiz kapitalist piyasa şartlarında ölçü ve hudut tanımaz bir biçimde daha çok üretmek ve
daha çok kazanmak hırsı ile lüks ve israfı zirveye çıkaran azgın kapitalist tüketim kültürü
Müslümanları önüne katarak, zaten uzak düştükleri Kur’an’dan daha da uzaklara doğru
savuruyor.
Üstelik kendini İslam’a nispet eden yeni statükoların siyasi kadroları ve tevhidi uyanış
sürecinden gelip de bugün onlarla bütünleşenler, liberal, demokratik modellerin ve laikliğin
İslam ile bağdaştığını da iddia ederek Kur’an’ın mesajını kirletmeye, Hak ile batılı karıştırarak
kitlelerin İslam algısını tahrif etmeye yönelik çabalar da gösteriyorlar.
Yeterince Özgürleşememiş
Karşıtlarına Sığınırlar
ve
Bağımsız
Düşünemeyen
Zihinler,
Ancak zihinlerin batıl kavram ve modellerle işgali sebebiyle, vahyi kavramları, ölçüleri, ilkeleri
ve Resulün (s) vahiyle inşa sürecinde örnekliğini oluşturduğu özgün modelimizi
güncelleştirmede zaaf göstermekteyiz. Sonuçta bu büyük zaafımız yüzünden özgün düşünce ve
modeller üretmekte zorlanıyoruz. Küresel ve yerel seküler sistemin, fiziki kuşatmasından,
bedenimizi çevreleyen zindanından daha önemli ve daha etkili olan kuşatması ve zindanı,
zihinlerimizde gerçekleştirdiği kuşatması ve zihinlerimizin onun ideolojik paradigmasının
zindanına hapsolması halidir. Zihnen özgürleşmemiş olan ezilenler, ezenlerine öykünüp,
onların kavram ve modellerinden başka çıkış olmadığı zannına kapılıp, daha fazlasına,
özgün modeller oluşturmaya güçlerinin yetmeyeceğine inanırlar. İlkeli ve tavizsiz bir tevhidi
duruşla Allah’ın yardımını hak ettiklerinde, normal şartlar altında olamayacak gelişmelerin
Allah’ın yardımıyla gerçekleşebileceğine dair ilahi taahhüdü bile unutup, zihinlerini kuşatan
seküler mantıkla verili sistem içi düşünmeye, sistem içi alternatifler aramaya daha yatkın hale
gelirler. Zihinlerini kuşatan seküler paradigmanın düşünce kodlarını, kalıplarını taklitten
kurtulup, özgün düşünce ve modeller üretme performansı gösteremezler. İşte bu
yenilgi/mağlubiyet psikolojisidir.
Bu manevi, psikolojik cahili kuşatma ve zindan o kadar önemlidir ki, bu tür zindanlara
hapsolmuş zihinlerde, Allah’a teslimiyet dışındaki tüm bağlar koparılarak, cahili kuşatmalar
aşılarak özgürleşme sağlanmadan, özgün İslami düşünce ve siyaset üretilemez, özgün bir İslami
proje ve modeli tasavvur imkanı bile elde edilemez.
Peygamberlerin insanlara ulaştırdıkları ilahi vahiy de, öncelikle fıtratla bütünleşip, ruhları,
zihinleri cahiliye zindanlarından ve kuşatmasından kurtarıp, vahyin aydınlığına, fıtri özgürlüğüne
ve bağımsızlığına kavuşturmuştur. Ondan sonra da hür zihinli Müslümanlar bedenlerini kuşatan
cahiliyeye karşı bağımsız ve özgün bir mücadeleyi sürdürmüşlerdir. İşte bu hür zihinli
mü’minler, tam anlamıyla kuşatılmışlık şartlarında, çok boyutlu baskı, işkence ve ölüm tehdidi
altında ürettikleri alternatif özgün yapı, model ve faaliyetlerle İslami tevhidi davet ve şahitlik
sorumluluklarını yerine getirerek, cahiliye toplumunu tevhidi istikamette dönüştürecek bir
örneklik oluşturmuşlardır. Asla cahiliye inancına, kavram ve modellerine sığınarak var olmaya
çalışmamışlar, hak-batıl karışımı yöntemlere başvurmamışlardır. En zor şartlar altında bulunsalar
da, geçici olarak da olsa asla pragmatizme yönelmemişler, onların kavram ve modellerini ödünç
almaya kalkışmamışlar, cahiliyenin daha az zararlısını da tercih etmemişlerdir.
Ancak bugün, maalesef Müslüman zihinler, Allah’a tam anlamıyla teslimiyeti gerçekleştirerek
zihni özgürlüğe ve bağımsızlığa yeteri kadar ulaşamadıkları için olsa gerek, yenilmişlik,
mağlubiyet, güçsüzlük ve çaresizlik psikolojisiyle, karşıtına sığınarak, onların kavram ve
modellerini ödünç alarak ya da kötünün daha az zararlısını tercih ederek var olmaya çalışıyorlar.
4
İnsanlığı Kurtaracak, Karanlıklardan Aydınlığa, Zulümden Adalete
Ulaştıracak Tek Mesaj, Kur’an’ın Mesajıdır
İşte tam da böyle bir konjonktürde, dünyada yaşananlarla ve emperyalist kapitalist
demokrasilerde ortaya çıkan gelişmelerle, ilginç bir tevafukla, tarih, adeta uyarı alarmları
çalıyor ve çoğu “Müslüman aydınların”, Müslüman halkların liberal demokratik seküler
modellere yönelişle büyük bir sapmanın eşiğinde olduğunu ikaz eden sinyaller veriyor. Bugün
batılı emperyalist liberal demokrasilerin mağduru mustaz’af halkların yüz binlercesi yüzlerce
meydanı doldurarak, ülkemiz ve bölgemiz Müslümanlarında meydana gelen liberal
demokratikleşmeye meyletme eğilimine karşı âdeta hal diliyle şu uyarıları haykırıyorlar: “Durun
Müslümanlar, bu sokak çıkmaz sokak! Bizim zulüm ve sömürü üreten seküler, liberal,
demokratik sistemimizi model alacağınıza, kavramlarımızı ödünç alacağınıza, elinizdeki
tek kurtarıcı Kur’an’a sarılın, özgün kavramlarınıza sahip çıkın ve özgün modelinizi
güncelleştirip, kendinizi de, bizi de kurtaracak çağımızın İslami adalet sistemini oluşturun
ve sizler bizlere model olun.”
Ancak Müslümanlar, bu büyük sorumluluğu omuzlayacak doğru bir temsilden, Hakka adil
şahidlik yapacak bir nitelik ve vizyondan çok uzak görünüyorlar. Modern paradigmanın ürettiği
model ve düşüncelerin kodlarıyla kuşatılmış, batıl ideolojilerin kavramları ve mantığı ile işgal
edilmiş zihinler, özgün düşünceler, modeller üretemiyor. Bu yüzden, bir çok tevhidi öbek ve
İslami şahsiyet bile, çaresizlik psikolojisi içinde batıl modellerin “ehven-i şer” olanına
meylediyor, batıl kavramları ödünç almanın gereğine vurgu yapıyor. Ödünç kavram ve
modellerle, özgün düşünce ve projeler üretilemeyeceği akledilemiyor.
Fıtri arayış içindeki mustazaf dünya insanlığı Vahiyden uzak olduğu için aradığı adalet
sistemini üretemezken, biz Müslümanların elinde ise, işte bütün bu dünya insanlığını da bizi
de kurtaracak, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, zulümden ve sömürüden kurtarıp
adalete ulaştıracak mesajı taşıyan, Allah’ın koruması altındaki muhteşem kitabımız
Kur’an var. Bu sebeple sorumluluğumuz büyük. İşte Hicret’in 1434. yılında, ilk neslin bu
büyük sorumluluğun gereğini nasıl yerine getirdiğini, insanlığı zulümatın/karanlıkların
kuşatmasından kurtarıp Kur’an’ın aydınlığına nasıl çıkardığını, cahiliyenin zulüm ve
sömürüsünden kurtarıp İslam’ın adaletine nasıl ulaştırdığını düşünmeye, o kutlu neslin
muhteşem örnekliğiyle ortaya konan “yoldaki işaretleri” bir daha hatırlayıp, kendimizi ve
halimizi sorgulayıp, aynı izzetli yolu takip etmeye azmederek, sorumluluklarımızı kuşanmaya
çalışmalıyız. Tıpkı o günün cahiliyesine karşı ilk neslin yaptığını yaparak, günümüz cahiliyesinin
küresel ve yerel kuşatmasında yaşanan adaletsizlik, sömürü ve zulümlere karşı vahyi
sosyalleştirip, imani, ameli ve yapısal hicretleri gerçekleştirmeliyiz. Böylece “mehcur” bırakarak
kendisinden uzaklaşılmış olan Kur’an’a doğru yeniden hicret edip Hablullah’a topluca sarılarak,
fıtri arayış içindeki dünya insanlığına şahidlik, örneklik, modellik yaparak yol göstermeliyiz.
İşte bu dönüşüm ve değişim sürecinde Kur’an’a davet
çok daha büyük önem ve anlam kazanıyor
Ülkedeki ve bölgedeki Müslüman aydınlar, yazarlar, siyasetçiler ve kanaat önderlerinin önemli
bir kısmı, Kemalist, Baasçı, Arap ulusalcısı vb laik despotların hakimiyetindeki dönemde,
Kur’an’ın kurtarıcı mesajını zulüm var diye açıkça gündemleştirememişlerdi. Sistem içi
değişimle zulmün sistem içi çabalarla belli ölçüde geriletildiği bu görece özgürleşme sürecinde,
eğer vahyin rehberliğiyle Peygamber (s) ve ilk neslin örnekliğini esas alan ilkeli bir duruşla
5
tevhidi istikamet korunabilse ve Kur’an’i davet çok daha açık, tavizsiz bir biçimde
gündemleştirilebilseydi, bu değişim İslami mücadelenin büyük bir hamle yaptığı, tevhidi davetin
çok daha geniş kitlelere ulaştırıldığı bir dönem haline gelebilirdi.
Böyle bir rahatlama sürecinde Kur’an’ın mesajını çok daha ilkeli ve yürekli, çok daha açık ve
tavizsiz bir içerik ve üslupla insanlara ulaştırma sorumluluklarını yerine getirmek için seferber
olması gerekenler, maalesef yine uzak durdular. Böyle olunca da, maalesef görece özgürleşme
dönemi, bunu sağlayan sistem içi siyasi gelişmelere eklemlenmeye, çeşitli maslahatlar üretilerek
onlara destekçi konumuna gelmeye ve istikametin sapmasına, taguti sistem içi gri tonlara doğru
kaymalara yol açtı. Yani yeni görece daha özgürlükçü süreç, çok vurgu yapılan Hudeybiye
sonrasında olduğu gibi Müslümanların Kur’an’a daveti çok daha rahat ve çok daha güçlü
biçimde yaydıkları ve sonuçta da bu davete daha geniş katılımların yaşandığı bir süreç olmadı.
Hatta tam tersi oldu, önceki daha zalim süreçte onca baskıya rağmen tevhidi duruşunu çok daha
ilkeli biçimde gündemleştirebilen bu kesimler, bu görece daha rahat olan gri süreçte daha çok
savruldular. Çünkü bu görece daha rahat ortamı kullanarak daha fazla hayra vesile olması
gereken tevhidi uyanış süreci bakiyesi kesimler, çoğunlukla bu süreçte konumlarını ve
istikametlerini koruyamadılar ve Kur’an’a davetlerine başka davetleri de karıştırdılar. Şirk
anayasasının yapımına iştirake, destek vermeye çağırdılar ve bunun “ibadet, takva ve Allah’a
teslimiyet” olduğunu bile söylediler, sonuçta da sistem içi demokratikleşmeye eklemlendiler.
Üstelik bu süreçte çok daha kötü bir şey de yapıyorlar, eski daha zalim statükoyu tasfiye ederek
oluşturulan yeni statükolara, bu görece özgürleşmeye vesile oldukları için, maddi ve manevi
duygusallıklarla meyledip meşruiyet kazandırmaya da çalışıyorlar. Bu yüzden, tevhidi
uyanış süreci kesimleri açısından yeni süreç, hak ile batılı karıştıran söylemlerin daha fazla
yaygınlaştığı, İslam ile batıl modellerin uzlaştığı konusuna daha fazla vurgu ve batıl kavramlara
daha fazla atıf yapılan bir süreç oldu. Hatta kimileri “tagut” kavramını da vahyin müsaade
etmeyeceği bir anlamla yeniden tanımlamaya çalışarak, “bütün gayrı İslami rejimler tagut
değildir” diyerek, Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen, görece özgürlükçü yeni laik liberal
demokrat sistemlere görece bir meşruiyet kazandırmak istemektedirler. Kimileri de yeni görece
özgürlükçü laik demokrat liberal statükolara meşruiyet kazandırma çabasını, bir başka zaviyeden
yaklaşarak gerçekleştirmektedirler. Bunlar da, Kur’an baştan sona iman-amel bütünlüğünde
hayatın tamamını ibadet kılmaya çağırdığı halde, bir Müslüman’ın gönül kıblesi sağlam ise,
amellerinin ve sözlerinin kıblesinin o kadar önemli olmadığını, siyasetle akıdenin
karıştırılmaması gerektiğini ifade edebiliyorlar. Ayrıca önemli olanın adaletin sağlanması
olduğunu, adil devletin mü’min devlet olduğunu, bu adaleti sağlayan ister gayrı İslami
rejim, isterse gayrimüslim yönetici olsun fark etmeyeceğini, Kur’an’ın hükümleri esas
alınmadan gayrimüslimlerce de adaletin sağlanabileceğini iddia edebiliyorlar.
Bu süreçte ülkede ve bölgedeki tevhidi uyanış süreci bakiyesi kesimlerin önderleri, yazarları,
aydınları, siyasetçileri büyük ekseriyetle ya küresel projeler gereği bölgeye dayatılmak
istenen liberal demokratik, laik modellere doğrudan eklemlenmekte ya da belirledikleri
maslahlatlar/çıkarlar gereği ehven-i şer olarak nitelendirip rıza göstermenin İslamiliği
konusunda yeni fıkıh arayışlarına yönelmektedirler. Bir kısmı da, İslam’ın siyasal model ve
kavramlarının olmadığını, bu sebeple mecburen batıl kavram ve modelleri ödünç alarak bu
merhaleyi geçirmek zorunda olunduğunu, başka çare olmadığını iddia ederek demokrasiye razı
olmak gerektiğini ifade edebiliyorlar.
Tevhidi uyanış süreci bakiyesi kesimlerin önemli bir kısmı demokrasiyi batılı içeriğiyle
içselleştirmiş durumda, bir kısmı da ilahi vahyin belirleyiciliği yerine heva ve zannın hakimiyeti
anlamına gelen bu batıl kavram ve modelin içeriğini halkın yöneticilerini seçme ve denetleme
6
mekanizmasına indirgeyen yeni bir tanımla benimsemiş bulunmaktalar. Bazıları da, hak olan
hedefe bu günkü imkanlarla ulaşamıyoruz, o halde bu süreçte küresel hegemonyayı elinde
bulunduran modern paradigmanın razı olacağı bir modeli merhale olarak tercih edebiliriz deme
noktasında bulunuyorlar.
Kısaca kendini İslam’a nispet eden kitlelerin kafaları karışık, büyük çoğunluk Kur’ani olandan
da habersizdirler. Bu bilgisizlikle, büyük ölçüde kitabı ve ubudiyeti/kulluğu parçalayarak
bütünlüğünü ve tevhidi istikametini korumaktan uzak düşmüş bulunmaktadırlar. Bunlardan bir
kısmı, İslam’ın, ibadet, ahlak, sosyal, siyasal, hukuki ve ekonomik tüm bireysel ve toplumsal
alanları kuşatan hükümler vazettiğini unutarak, onu forma dönüştürülmüş namaz ve oruç misali
kimi bireysel parça ibadetlere indirgemektedirler. Böylece kitabın bir kısmını şeklen uygulayıp,
büyük bir kısmını da uygulama dışı bırakarak inkâr etme konumuna sürüklenmektedirler. Buna
rağmen de Müslüman olduklarını iddia etmektedirler. Bir kısmı da, gerek “İslamcılık”, gerekse
başka adlar altında yine İslam’ın, kitabın ve ubudiyetin bütünlüğünü parçalamakta ve onu siyasal
bir ideoloji konumuna indirgeyerek, siyasal iktidar eksenli eklektik bir mücadeleye
endeksleyerek, sosyal, ibadi, ahlaki ve deruni arınma ve inşa boyutunu ihmal etmektedirler.
Kimileri modern paradigmanın küresel hegemonyası karşısında acze kapılıp komplekse düşerek,
mutlaka kendilerini bu modern cahiliyenin kavram ve modellerine nispet ederek tanımlamak
gereği duyuyorlar. Bu sebeple, kimisi kendisine din olarak “liberal İslam”, kimisi “demokratik
İslam”, kimisi de “sosyalist İslam” adı altında hak-batıl karışımı eklektik/karışık, sentezci
anlayışlar oluşturmakta bir beis görmemektedirler. Üstelik böyle bir anlayışa sahip olununca
ardına kadar açılan medya kapılarından ilkesiz dalışlar yaparak, bu çarpık anlayışlarını çok daha
geniş kitlelere ulaştırmak imkanı bulmaktadırlar. İşte İslam adına hem de medyatik
propagandayla ortaya konan bu tür yanlış temsiller, davetin muhataplarını hak-batıl karışımı din
algılarına muhatap kılmakta ve kendisini Müslüman olarak tanımlayan insanların kafalarını
karıştırmaktadırlar.
Mekke’nin bugünle mukayese dahi edilemeyecek çok zor şartları altında bile, ilk Kur’an
neslinin, İslami kimlik ve temel ilklerinden tavize ve batılla uzlaşmaya yanaşmadan, Kur’an’a ve
Resule sarılarak oluşturduğu muhteşem örneklik ve bıraktıkları yoldaki işaretler, cahiliye
karanlığının gri tonlarının her tarafı kuşattığı bu dönemde yolumuzu aydınlatmaktadır. O gün de
statükonun şirk dini olarak “atalar dini” vardı ve üstelik bugünkü statüko dini “Ilımlı İslam” adı
altında İslam’a nispet edildiği gibi, o gün de İbrahim (as)’a nispet edilmekteydi.
İnsanoğlu fıtratındaki takva ve fücur eğilimleri, yüklendiği imtihan ve irade serbestliği emaneti
sebebiyle, takvaya, iyiye yönelebildiği gibi, çok zalimlikler ve cahillikler de yapabilmektedir.
Tevhidi temsil eden Kabe’yi hem de “atamız İbrahim’in dinindeyiz” diyerek putlarla
dolduracak kadar sapıklar içine düşebilmektedir. Bugün de Müslüman olduklarını söyleyip,
Resulullah (s)’i çok sevdiklerini söyleyenlerin çoğunluğu, bir yandan formel olarak namaz ve
oruç ibadetlerini de yerine getirmeye çalıştıkları halde, Kur’an’ı terk edilmiş/mehcur bırakmanın
ve resulün, ilk Kur’an neslinin örnekliğini dikkate almaıdkları için, aynı zamanda çağımızın
tagutlarını, taguti sistemleri, partilerini, devletlerini, kavimlerini, hevalarını, ruhbanlarını,
şeyhlerini, önderlerini ilah edinebilmektedirler. Bu önderlerinin ürettikleri ya da tarihten taşıyıp
getirdikleri pek çok bid’at ve hurafeyi İslam adı altında sürdürebilmektedirler.
Resulullah (s) onların dininin İbrahim as ile ilgisi olmayan şirk dini olduğunu, Yahudi ve
Hristiyanlığın da tahrif edilmiş şirke bulaşmış olduğunu ifade edip, onları Kur’an’ın getirdiği
onların da köklerinde var olan tevhid inancına ve İslam’a, Müslüman olmaya çağırıyordu:
Rabbimiz Resulüne “İbrahim ne Hristiyan, ne Yahudi ne de müşriklerdendi, o hanif bir
7
Müslümandı” cevabını verdirerek İbrahim’in (as) yolunda olmaya ve onun yolu olan
Müslümanlığa sahip çıkıp vahiyle bu yolun ne olduğunu ortaya koymaya yönlendirerek, bugün
bizim de nasıl davranmamız gerektiğine örnek oluşturuyordu.
Bu sebeple bizler de bugün kendini Müslüman olarak niteleyenleri, “köklerinizdeki tevhide
dönün ve Müslümanlığın kitabı Kur’an’a gelin” diyerek Kur’anın belirlediği Müslüman
anlayışına çağırmalıyız.
Ayrıca onlar Yunus 15. Ayette bildirildiği üzere “ya bu Kur’an’ı değiştir ya da yeni bir Kur’an
getir” dediler. Daha sonra da Peygamberi uzlaşma zeminine ve bütün dinlere eşit uzaklıkta
devlet anlayışına ve çoğulcu bir modele çekmek için bir çok uzlaşma teklifleri getirdiler. Hem
de sadece kendi ilahlarını eleştirmemesi karşılığında, bu çoğulcu modelin devlet başkanlığını
bile teklif ettiler. Hepsi reddedildi ve Kur’an’a davet tavizsiz bir biçimde ısrarla sürdürüldü.
Buna rağmen uzlaşma tekliflerinin ardı ardına yapıldığı süreçte Rabbimiz Hud Suresi 112-113.
ayetlerini inzal ederek, zalimlere meyletmemeye uzlaşmaları redde, şirk inancı ve amellerinden,
cahiliye yapısı ve sisteminden, ayrışmaya, onlara itaat etmemeye ve tevhidi istikameti korumaya
çağırdı.
Hak ile batılın bizzat tevhidi uyanış süreci bakiyesi kesimlerin öncüleri tarafından bile
karıştırıldığı ve davetin muhataplarının bu eklektik tutum ve söylemlerle kafalarının karıştırıldığı
işte böyle riskli bir değişim ve dönüşüm sürecinden geçmekteyiz. Böyle bir süreçte, Kur’an’a
davet platformu oluşturarak, Resulullah (s) ve ilk Kur’an neslinin yaptığı gibi davetin muhatabı
insanların önüne doğrudan Kur’an’ın mesajını götürme çabalarının başlatılması, insanları
kendine değil de Kur’an’a davetle öne çıkması inşallah Allah’ın razı olacağı ve sünnete uygun
olan çok değerli bir çabadır. Allah kabul etsin ve bereketlendirsin inşallah.
Ayrıca bu süreçte, kendisini İslam’a nispet eden bölgemizdeki ve
ülkemizdeki insanlara yönelik iyi niyetlerle başlatılmış başka davetler
de söz konusudur.
Kimileri tesettürü yaygınlaştırmak için, davetin muhatabı insanları doğrudan başını örtmeye
çağırmakta, bunun sonucunda Kur’an’ın arındırıcı ve kurtarıcı mesajından, vahyin belirlediği
imanın esaslarından habersiz olarak başını örten ama takva örtüsünden uzak, Allah’tan
başkalarını da ilah ve rab edinen ama bunun farkında bile olmayan insanların sayısı artmaktadır.
Kimileri yine dindarlık adına ve tabii ki iyi niyetle, davetin muhataplarını namaza çağırmakta,
sonuçta Kur’an’dan habersiz, tevhidden uzak, forma indirgenmiş şekli ibadetler yapan insanların
sayısı artmaktadır.
Mesela ben kendimi Müslüman zannedip Cuma namazı kılan bir kişiydim. 1976 yılında beş
vakit namaz kılmaya çağıran iyi niyetli ama isabetsiz bir davetin muhatabı oldum ve bu davete
icabet edip beş vakit namaz kılmaya başladım. Ama yaklaşık on yıl beş vakit namaz kılmama,
hatta her güne bir gün kaza ederek geçmiş namazsız yıllarımı da kurtarmaya çalıştığım halde
Kur’an’dan ve onun belirlediği tevhid akıdesinden habersiz yaşadım. Kur’an’dan uzak, Allah’ın
hükmüyle hükmetmek sorumluluğundan habersiz olarak geçen bu cahiliye dönemimde, taguti
sistemin meclisinde üye oldum ve 1982 şirk anayasasının hazırlanmasına ve şirk yasalarının
yapılmasına iştirak ettim. Sonra aynı taguti sistemin laik ve kavmiyetçi partilerinden birisinin
kurucu genel başkanı oldum.
8
İşte namaz kıla kıla cahiliye içinde böyle sürüklenirken, elime rahmetli şehidimiz Seyyit
Kutub’un yoldaki işaretler kitabı geçti. İçeriğinde Kur’an’a ve ilk Kur’an neslinin örnekliğine
davet ettiği için idam edilen bu kitabıyla aziz şehidimiz şehadetinden 20 yıl sonra beni Kur’an’a
çağırdı. Bu açık, ilkeli ve uğrunda canın feda ettiği bu onurlu davetiyle beni etkiledi ve Kur’an’la
buluşmama, sonuçta da gerçek anlamıyla Müslüman olmamam vesile oldu. Ondan ve tarih boyu
gelip geçmiş ve bundan sonra da aynı yolu izleyecek tüm Kur’an davetçilerinden Allah razı
olsun. Rabbimiz, Kur’an’la bütünleşip onu hakkıyla okuyarak ve gereğince yaşayıp Kur’an
ahlakıyla ahlaklanarak, halimiz (hayatımız) ve kalimizle (sözlerimizle), onlar gibi onurlu ve
ilkeli Kur’an davetçilerinden olmayı hepimize nasip etsin inşallah.
Kimileri ise, teganni ile okunan Kur’an’ı anlamadan dinleyip haz duymaya çağırmaktadırlar.
Bazıları da, üstadlarının, önderlerinin kitaplarına çağırmaktadırlar.
Kimileri de, davetin muhatabı olan aynı kitleleri, siyasal ideolojiye indirgenmiş bid’at bir İslam
algısı olan “İslamcılık” tartışmalarına muhatap kılarak, kulluk bütününü ihmal eden siyasal
iktidar eksenli bir anlayışa çağırmaktadırlar.
Bazıları da, yine İslam adına ve yine aynı iyi niyetlerle, davetin muhataplarını geçmişi ihya
etmeye, yeni bir medeniyet hamlesi yapmaya çağırmaktadırlar.
Bizler ise, yukarıda zikrettiğim bütün sapma ve kafa karışıklıklarının yaşandığı bu ortamda,
Allah’ın verdiği Müslim ismini onurla taşıyıp, kendimizi başka adlarla tanımlamadan Rabbimize
teslim olmuş Müslümanlar olarak, yine Rabbimizin bizim için seçtiği tek din olan İslam’a ve
onun inzal edilmiş hidayet rehberi olan Kur’an’a çağırıyoruz.
Kur’an’a çağırıyoruz, çünkü Kur’an ; Hak ile batılı ayrıştırmak ve Hakkı üstün kılmak suretiyle
insanları batılın karanlıklarından Hakkın aydınlığına çıkarmak, câhiliyenin sömürü ve
zulmünden İslam’ın adaletine kavuşturmak üzere inzal edilmiş Allah’ın kurtarıcı ipi
“Hablullah”tır. Kur’an; İnsanlara, dünya ve ahiret saadetine giden kurtuluş yolunu gösteren tek
hidayet rehberi olarak, hakkıyla okunup anlaşılmak ve öğüt alınıp yaşanmak üzere indirilmiş
muhteşem bir hayat kitabıdır.
Tüm insanları ve halkımızı, Kur’an’ı anlamak, öğüt almak ve yaşamak için okumaya
çağırıyoruz, çünkü Kur’an’ı hakkıyla okumak, ona iman etmenin en temel gereğidir. Çünkü
kitaba iman edenler onu hakkıyla okumak mükellefiyetini üstlenmişlerdir.
Mealci, tarihselci, bâtınî, rölativist/göreceli (herkese farklı söyleyen işlevsizleştirilmiş bir kitap
algısı) ve parçacı Kur’an okumalarının sapmalarından korunmak ve doğru bir Kur’an okuması
gerçekleştirebilmek için, Kur’an’ı anlamak ve yaşamak konusunda güzel örneğimiz, modelimiz
ve vahyin ilk şahidi olan Resulullah (s)’in sünnetini esas alarak Kur’an’ı ilk indiği ve ilk inşa
ettiği hayatın içinde okumak gerekmektedir. İşte bu sebeple, ilk inşa ettiği bu güzel örnekle, ilk
muhatapların hayatıyla iç içe ve bugünkü hayatla, vakıa ile de isabetli ilişkiler kurmak suretiyle
ve bütünlüğünü koruyarak ve metnin lafzına sadık kalarak Kur’an’ı okumak gerektiğini idrake
çağırıyoruz. Sonuçta Allah ve Resulünün (s) kesin hükme bağladıkları konularda teslimiyete
(Ahzab 36), Allah’a ve Resulüne itaate çağırıyoruz. Vahyin ilk muhatapları olan ilk Kur’an
neslinin, Resulullah (s) önderliğinde ortaya koydukları mücadele sünnetini ve bu mücadele
sürecinde takip ettikleri yolda bıraktıkları işaretleri takibe çağırıyoruz
Kur’an hakkıyla okunmadan ne bu kitapta isim, sıfat, fiil ve hükümleriyle tanıtılan Allah
hakkıyla takdir edilip, O’na hakkıyla iman edilebilir, ne Peygamber doğru bir şekilde tanınıp ona
hakkıyla iman edilebilir, ne ahiret ve melekler doğru olarak bilinip gereğince iman edilebilir, ne
9
de diğer iman esasları ile helal, haram ve sorumluluklar gereği gibi bilinip iman edilebilir. Bütün
bu konularda bizi aydınlatan, yolumuzu gösteren, ne yapıp ne yapmamamız gerektiğini sahih
bilgiyle bildiren vahiy ve bu vahyin toplandığı kitap Kur’an’dır.
Bütün Peygamberler de, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak üzere Allah’ın kendilerine
indirdiği vahye davet ettiler. Peygamberi davetin esası vahye, Kur’an’a, onun muhtevasındaki
iman esaslarına ve amellere çağırmaktır. İşet Kur’an’a çağırılan ve bu davete icabet edip
Kur’an’ı hakkıyla, anlamak, öğüt almak ve yaşamak için okuyan muhatap, Kur’an’ın belirlediği
akıdeye iman etmesinin hemen akabinde bu imanının ispatı ve imtihanı olarak, iman ettiği
değerleri yaşamaya, tesettür de, namaz da, siyasi hedefler de dahil vahyin emrettiği istikamette
cehd ve gayret göstermeye başlayacaktır. Bu tür yaşayan Kur’an olma çabasındaki mü’minlerin
oluşturduğu Kur’an nesli öncülüğünde toplum özündekini vahye uygun hale getirirse İslami
iktidar da oluşabilecek, aynı zeminde İslami medeniyet de üretilebilecektir.
Kur’an’a değil de bireysel ibadetlere ya da siyasal iktidara çağrı öne çıkarılırsa, tevhidden,
takvadan ve Kur’ani içerikten yoksun tesettürlüler, aynı yoksunluklarla malül forma indirgenmiş
(musalliler) namazlılar, hak-batıl karışımı iktidar ve medeniyetler ortaya çıkacaktır.
Bu sebeple önce, yüzyıllardır terk edilmiş Kur’an’a geri dönülmeli, aklın, imanın, şahsiyetin,
ahlakın, hayatın ve ümmetin vahiyle arınması ve inşası gerçekleşmeli. Böylece Kur’an’da
yeniden diriliş sağlanarak, ibadet, ahlak, iktidar ve medeniyetin vahye, Kur’an’a uygun sahih bir
biçimde yaşanıp üretilebileceği İslami toplumsal zemin oluşturulmalıdır.
İslami iktidar ve medeniyetin üretildiği yer Medine’dir. Mekke yaşanmadan, Mekke inşa
edilmeden, Medineyi ve Medeniyeti inşa edecek Müslim kadro ve onun oluşturduğu ilk Kur’an
toplumu nüvesi Mekke’nin zorlu şartlarında vahiyle inşa edilmeden, Medine’ye de, İslami iktidar
ve medeniyete de ulaşılamaz.
Ümmeti ilk inşa eden ilk Kur’an toplumu nüvesi gibi müçtehid bir Kur’an toplumu nüvesi bugün
de oluşturulmadan ümmeti vahiyle yeniden inşa etmek mümkün olmaz.
Ülkemiz ve bölgemiz, son derece önemli bir dönüşüm ve değişim sürecinden geçmektedir.
Önemli kırılmaların, yön ve istikamet sapmalarının, kafa karışıklıklarının yaşandığı, hak ile
batılın yaygın biçimde karıştırıldığı, imana zulüm bulaştırmanın yaygınlaştığı, hakkın gizlendiği
ve batılın hak elbisesi giydirilerek ortamı kuşattığı ve tüm dünya insanlığının da fıtri bir arayışla
meydanları doldurup adalet talep ettiği böyle bir süreçte, Müslümanların sorumluluğu çok
büyüktür.
Bu büyük sorumluluğu kuşanmak için, “Ey Müslüman’ım diyenler gelin Müslüman olalım”,
“Ey iman edenler iman edin…” (Nisa 136) çağrısını ve Kur’ani daveti en gür sesle öncelikle
ülke ve bölge halkları için gündem yapmanın tam zamanıdır. Çünkü insanlığa vahyin şahidliğini
yapması gereken tüm Müslüman’ım diyenler, İslam’ın kitabı Kur’an’da buluşarak ve Kur’an’ın
belirlediği akıdede bütünleşip gerçekten Müslümanlar olarak örnek olma sorumluklarını yerine
getirmelidirler.
Bu sebeple, ülke ve bölge halklarını, yüzyıllar süresince yaşanan yozlaşma sürecinde,
“mehcur”/terk edilmiş bıraktığımız Kur’an’a dönmeye, yeniden Kur’an’a hicret etmeye
çağırıyoruz. Kendimizi, sadece ve ısrarla Rabbimizin verdiği adımız olan Müslim/Müslüman
olarak tanımlamaya, Kur’an’da belirlenen Müslüman olmanın akıdevi ve ameli temel gereklerini
yerine getirerek gerçekten Müslümanlar olmaya çağırıryoruz. Tarihsel bozulma süreçlerinde
10
muharref geleneğin ve modern cahiliyenin etkisiyle tahrif edilmiş İslam anlayışlarını ve küresel
emperyal projelerle oluşturulmak istenen hak-batıl karışımı Protestanlaştırılmış, sekülarize
edilmiş din algılarını bırakmaya, geleneksel ve modern bid’at ve hurafelere dayalı olarak
üretilmiş ipleri terk etmeye davet ediyoruz. Bu üretilmiş ipleri bırakıp Allah’ın inzal edilmiş
kurtarıcı ipi olan “Hablullah”a yeniden ve topluca sarılarak, tevhid akıdesinde vahdeti
sağlayacak ümmeti vahiyle yeniden inşa etmeye çağırıyoruz.
Üstelik bu süreçte dünya insanlığı da bir özgürlük ve adalet arayışıyla kitleler halinde
meydanlarda liberal demokratik iktidarların, modern paradigmanın kapitalist versiyonunun
zulmüne ve sömürüsüne karşı çıkıp adalet talep etmektedir. Bu fıtri arayışla meydanlara
dökülenler, vahiyden kopuk oldukları için aradıkları adaleti bir türlü bulamıyorlar ve böyle
kaldıkları sürece de bulamayacaklar. Çünkü bu fıtri arayışa öncülük eden, cahiliye ölçüleriyle
şartlanmış, vahiyle arınıp inşa olmamış ve adaletin ölçüsünün sahih bilgisinden de yoksun olan
seküler akıl, fıtrat vahiyle buluşup bütünleşmeden sahici ve bütüncül bir adaleti üretemez,
üretememektedir.
İşte biz Allah’a teslim olmuş Müslümanlar, hem bu arayışı sürdüren dünya insanlığına, hem
bölgemizdeki ve ülkemizdeki Müslüman olduklarını söyledikleri halde Kur’an’ın içeriğinden
habersiz, zulumatın gri tonları arasında yolunu şaşırmış iyi niyetli ama bilmeyen kitlelere önüne,
çağımızın Kur’an davetçisi ve “yoldaki işaretçileri” rolünü üstlenerek çıkmalıyız. Peygamber (s)
önderliğindeki ilk neslin bıraktığı yoldaki işaretlerin üzerindeki tarihi tortuları silip parlatmalı ve
yeniden görünür kılmalıyız.
Gerek anketler ve gerekse gözlemlerimiz ortaya koyuyor ki, ülkemizde kendini İslam’a nispet
edenlerin ancak %23 civarında bir kısmının Kur’an okuduğunu, bunların da çok büyük bir
kısmının sadece teganniyle okunmasından haz duymak için veya manasını anlamadan hatim
indirmek ve böylece sevap kazanmak için ya da ölülere Kur’an okuduğunu bilerek, büyük bir
sorumlulukla Kur’an’ı hakkıyla okumaya, anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla okumaya
çağırmalıyız.
Kuranın İlk Müslümanları İnşa Sürecinde
yoldaki işaretler
Mekke’deki ilk Kur’an neslinin yetişme ortamı ve pratikte bu neslin nasıl yetiştiğiyle ilgili
Kur’an ve siyer bilgileri beraberce ve doğru bir yaklaşımla okunduğunda, bu konunun tartışmaya
yol açmayacak kadar net olduğu anlaşılacaktır. Çünkü Kur’an nesli inşa çabası, hayattan kopuk,
ulaşılması ve anlaşılması güç teorik bir proje olarak doğmamış, tam tersine Kur’an’ın inzal
sürecinde vahyin ilk muhatapları arasından iman edenlerin Resulullah’ın (s) çevresinde
kenetlenerek ortaya koydukları, son derece mütevazi şartlarda, oldukça büyük zorluk ve
imkânsızlıklar içinde gelişen son derece doğal ve Kur’an’la bütünleşen bir pratiktir.
Kur’an, ilk indiği hayatı inşa etmek ve Kur’an’la inşa edilen bu ilk hayatı insanlığa örnek
kılmak, toplumu kuşatan zulümâtın zindan duvarlarını yıkarak onları aydınlığa çıkarmak için
indirilmiş bir kitaptır. Bu sebeple Kur’an, Mekke’deki ilk muhatapların hayatı içine inmiş ve o
hayatın içine okunmuş, hayatın içinden okunmuş ve o ilk hayatı (Resulün ve ashabının hayatını)
inşa ederek tamamlanmış bir kitaptır. Bu sebeple de Kur’an, o ilk hayattan
koparılmadan/soyutlanmadan okunursa, o ilk inşa ettiği hayatın içinde, o ilk neslin hayatıyla
birlikte dosdoğru okunursa, hakkıyla okunursa, bugün de hayatla bağı kurulacak pratik ilkeleri
11
yakalamak ve ilk örneği bugünkü hayata taşımak mümkündür. Üstelik bu tür bir okuma, dinde
isabet kaydetmek için zorunludur.
İşte bu ilk neslin hayatı ve Kur’an hakkıyla okunduğunda merhum Seyyid Kutub’un da ulaştığı
sonuçları biz de çıkarabiliriz. “Kur’an ve emrettiği ubudiyetin onlarda meydana getirdiği büyük
değişim ve inkılabın en temel sebebi, onların Kur’an ve ibadet algılarındaki isabettir” tespiti
üzerinde derinliğine düşünmeliyiz.
İlk neslin Kur’an’a yaklaşımı konusunda Kutub’un tespitleri
İlk olarak onlar, araya başka hiçbir kaynak girmeden Resulullah’ın (s) eğitmenliğinde doğrudan
İslam’ın arı duru kaynağından, Kur’an’dan beslenmişler, Kur’an’la eğitilmişlerdi.
İkinci olarak, Kur’an’ı, hakkıyla, anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla okumuşlardı.
Kur’an’ı, sırf haz duymak için, salt bilgi edinmek, manasını anlamadan okuyup hatim indirerek
sevap kazanmak ya da ölülere okumak için değil, hayat kitabını hayata okumak, hayatı onunla
inşa etmek ve onun hükümleriyle amel edip Allah’ın rengiyle boyanarak, Allah’ın rızasını
kazanmak için okumuşlardı.
Üçüncü olarak da, imana yönelenler, İslam kapısından içeri girerken zihin, kalp ve amellerinde
cahiliyeye dair ne varsa, onların tamamını kapı dışında bırakarak, tüm cahili pisliklerden
arınarak, temizlenerek içeriye giriyor, cahiliyeden, imani, ameli ve cemaat planında tam bir
ayrışma yaşıyorlardı.
İlk Kur’an Neslinin ve İlk Kur’an Toplumu Nüvesinin
İnşasında Yaşanan Aşamalar
I – İslami şahsiyetin inşası
A – Zihni dönüşüm ve imani inşa
Ömür boyu sürekli gündemde tutulması gereken hicret şuurunun, ilk Kur’an neslinin hayatında
örneklenen süreci bugün bizim de izlememiz gereken dört boyuta sahiptir. Hicrette ilk boyutu,
zihni planda yaşanan hicret, kalbi arınma ve iman teşkil etmektedir. Bu hicret, yüreklerde
yaşanan inkılâp sonucunda, cahiliye inanç ve ilahlarından vahyin belirlediği inanca ve Allah’a,
yani şirkten tevhide doğru gerçekleşen hicrettir. Bu anlamdaki hicret, tevhidi imana ulaşmak
demektir. Davete muhatap olup icabet eden her insan mü’min olabilmek için bu hicreti öncelikle
yaşamak durumundadır.
B – Ameli ve ahlaki planda dönüşüm, cahiliyeden ayrışıp, cahiliye
amellerinden İslami salih amellere hicret etmek, ameli inşa:
Hicrette ikinci boyut, cahiliye davranış ve amellerinden, tevhidi salih amellere hicret etmektir.
Bu anlamda hicret, iman amel bütünlüğü içinde hayatı vahiyle inşa etmektir. Bireysel ve
toplumsal hayatın pratiğinde vahyi sosyalleştirmek, cahiliye hayatından İslami/tevhidi hayata
hicret etmektir. Yani iman edip söylediklerini önce kendi hayatında yaşayarak tutarlı olmak,
12
Kur’an ile ahlâklanmak, hayatı ibadet kılmak demektir.1 Sadece bilgi edinmekle yetinmeyip,
iman ettiği değerlere ait bilgileri hayatın bütün alanlarına hâkim kılmak, vahyi yaşamlaştırmak
anlamına gelmektedir.2 Hicrette ilk iki boyutu teşkil eden imani ve ameli hicretin hedefi, ikisi de
Allah’tan gelen vahiy ile fıtratı imtihan dünyasında bütünleştirip İslami şahsiyetin inşasını
sağlamaktır.
II – Yapısal planda cahiliyeden ayrışma ve İslami yapının, ilk Kur’an
nesli nüvensin inşası
Hicrette üçüncü boyut, cahiliye toplumuna alternatif İslam toplumunu oluşturmak üzere harekete
geçmek ve bu anlamda cahiliye toplumundan İslam toplumuna hicret etmektir. Davete icabet
edip iman eden, iman ettiği değerleri yaşayarak salih amel haline dönüştürerek Kur’an’ın
ahlakını kuşanan, vahyin şahidliğini yapan İslami şahsiyetler, bireyselliği değil, mü’minlerin
birlikteliğini tercih etmek, Resulullah’ın (s) çevresinde kenetlenerek cahiliye yapısına alternatif
İslami yapıyı oluşturmak sorumluluğu ile de mükellef kılınmışlardır. İşte bu akıdevi sorumluluk
gereğince, büyük, güçlü ve egemen cahiliye toplumunu, tağuti sistemi ve cahiliye otoritesi
tağutları terk ederek Allah Resulünün oluşturduğu İslami otoriteye ve küçücük, güçsüz İslami
topluma doğru hicret gerçekleştirmişlerdir. Bu, aynı zamanda, Dar-ul Nedve’den Dar-ul Erkam’a
doğru hicret etmektir. Cahiliyenin nadiyesi (kurumları-meclisi) dışında, Allah’ın övgüsüne
mazhar olan özgün nadiyeler (meclisler) oluşturmaktır.3 Kur’an pek çok ayetinde, iman
edenlerden, egemen cahili yapıyla herhangi bir yakınlık içine girmemelerini, onlara itaat
etmemelerini, ayrışma içine girmelerini de talep etmektedir. İşte bu sebeple, mü’minlerin
birlikteliğiyle cahiliye toplumuna alternatif İslami toplumsal yapı oluşuyor, “Daru’n Nedve”
karşısındaki “Darül Erkam” böyle bir pratiğin doğal sonucu olarak doğuyor ve cahili sistemle her
yönden bir ayrışma yaşanıyordu. Cahili yapı ve kurumlarından ayrışılıyor, onlara itaat
reddediliyor, sapkın inanç ve uygulamaları eleştiriliyor, bu sürecin doğal sonucu olarak da
alternatif bir çekim merkezi oluşturuluyordu. Kur’an da bu ayrışmayı bir yandan teşvik edip,
yönlendirirken, bir yandan da yaşanan bu ayrışmayı ayetlerinde zikrederek 4, kıyamete kadar
gelecek tüm insanlığa örnek olarak sunuyordu. Bir başka ayette de, ayrışan “iki topluluktan
hangisinin makamı daha hayırlı, meclisi (nadiyyen) daha güzeldir.”5 denilerek bu ayrışma
vakıasının önemi ve boyutları vurgulanıyordu.
İşte ilk Kur’an neslinin örnekliğinde cahiliyeden kopan mü’minlerin ortaya çıkardığı bu, küçük
ama alternatif olmak bakımından anlamlı ve önemli yapıda, artık cahiliye toplumundaki kan ve
soy bağının yerini güçlü akıde ve iman bağı alıyordu. Resulullah (s) davetine icabet ederek iman
edenleri evlerde bir araya topluyor, tertil üzere Kur’an okuma eğitiminden geçirip 6, onlara kitabı
ve hikmeti öğretiyordu.7 Ve nihayet bu kadroyu İslam kardeşlik hukuku çerçevesinde
bütünleştirip örgütleyerek, vahyin şahitliği ve davetin topluma taşınmasında örnek/şahid olacak
bir İslami yapıyı, cahiliye toplumuna alternatif ilk ümmet nüvesini inşa ediyordu. Bu yapıyla
aynı zamanda, iman kardeşliği ekseninde, mü’minlerin bir yere müntesip olma ihtiyaçlarını,
yardımlaşma ve dayanışmalarını, arınıp korunmalarını sağlayacak zemin hazırlanıyordu.
Cahiliye yapısına alternatif bu cemaat ile aynı zamanda cahiliyedeki kabile asabiyetinin sağladığı
güvenlik alanından çıkan mü’minler için son derece etkili alternatif bir güvenlik kuşağı
1
Bakara Suresi 2/44, Saf Suresi 61/2-3
Cuma Suresi 62/5
3
Meryem Suresi 19/173
4
Kâfirun Suresi, Yunus Suresi / 104, Kalem Suresi / 8-9
5
Meryem 19/173.
6
Müzemmil Suresi / 2-4, 20
7
Ahzab Suresi / 44
2
13
oluşturuluyordu. İşte böylece, bu ilk Kur’an neslinin öncülüğünde ilk ümmet nüvesi oluşuyor,
şirke, küfre, ifsada karşı “Kur’an’la büyük cihad”ı8 gerçekleştiriyordu.
Bütün bu mücadele sürecinde ilk Kur’an nesli, ilk ümmet nüvesi sevgi, merhamet, adalet ve
akıde bağlarıyla bütünleşerek, bir vücudun uzuvları gibi kaynaşıp yardımlaşarak, bir duvarın
tuğlaları misali kenetlenip, Allah yolunda kurşundan kaynatılmış binalar gibi saf tutarak 9 Fatiha
suresinde ifade edilen “biz” şuuruna ulaştılar. Bu birliktelikleri ve Allah yolundaki
fedakârlıklarıyla, Allah’ın hoşnut olacağı ekin meselindeki10 örnekliği ve Allah’ın övgüsüne
mazhar olan11 adanmışlığı, kardeşliği oluşturdular. Şura ile karar alıp12, emanet ve ahitlerine
sadakat göstererek, vahyin şahidliğini yaparak13 İslami mücadeleyi sürdürdüler. Bir yandan
Allah’ın “Kalk ve uyar! Rabbinin büyüklüğünü ve yüceliğini an” emri gereğince,
bireysellikten, inzivaya çekilmekten uzaklaşarak, tevhidi daveti yaygınlaştırmak ve vahyin
şahidliğini yapmak üzere cahiliye toplumu içine dağıldılar, diğer yandan “Ruczden/bütün
pisliklerden kaçın/uzaklaş”14 emriyle de toplumsal alana çıkıştan kaynaklanacak
kirlenmelerden arınma çabasını sürekli kıldılar.
Anlaşılıyor ki, ümmet nüvelerinin oluşturulması ve bu amaçla Kur’an neslinin inşa edilmesi
sürecindeki ilk adım, bu büyük davayı taşıyacak ve insanlara vahyin şahidliğini yapacak
kadroları yetiştirecek vasatı oluşturmaktır. Bu vasat ise, ilk neslin tertil üzere Kur’an okuma
eğitimi15 aldıkları, Resulullah’ın (s) kendilerine kitabı ve hikmeti öğrettiği merkezler (Darul
Erkam’lar) gibi işlev gören evler, okullar, vakıflar, dernekler vb İslami eğitim alanlarıdır. Bu ilk
adımın en belirleyici ilkesi ise, bu zeminlerde verilecek eğitimde Kur’an’ı merkeze koymak ve
temel belirleyici kılmaktır.
İkinci adım, tüm bu eğitim ve mücadele sürecinde, Reslulullah’ın (s) örnekliğini, siyerini ve
mücadele sünnetini yoldaki işaretler mahiyetinde esas almak ve ilk neslin izlediği bu yolu
izleyerek doğru bir Kur’an ve ibadet algısına ulaşmak, üç temel hicretle geleneksel ve modern
cahiliyeden ayrışarak, arınarak, İslami şahsiyetleri yetiştirmek ve bunları örgütleyerek ilk Kur’an
nesli nüvesini oluşturmaktır.
Üçüncü adım ise, iman kardeşliği ortak paydasındaki dayanışma ile oluşturulan ve Kur’an’da
kurtuluş vesilesi olarak nitelenen16 bu birlikteliğin sağladığı enerji ve güçle daha nitelikli ve daha
kuşatıcı bir biçimde tevhidi daveti yaygınlaştırmak, “basiret üzere insanları Allah’a
çağırmak”tır.17
Nasıl ki, Mekke’de vahyin mesajı insanlara ulaştırıldığında, davete icabet edenler, cahiliyeden
imani, ameli ve yapısal planda ayrışma, arınma ve hicreti gerçekleştirerek tevhidi bir inkılâp
yaşamışlar ve Peygamber (s)’in şahitlik ve eğitmenliğinde Kur’an eğitiminden geçirilerek ilk
Kur’an neslini ve bu neslin öncülüğünde ilk ümmet nüvesini oluşturmuşlarsa, bugün de aynı
yolun izlenmesi önemli sorumluluğumuzdur. Evet bugün, Kur’an’ı “mehcur” (terk edilmiş)
bırakmakla kitabi ve tevhidi niteliğini kaybedip dağılmış ve cahiliyeyi yeniden üretmiş olan
ümmeti, geleneksel ve modern cahiliyeden arındırıp, tarihsel birikimin kuşatmasından kurtarıp
8
Furkan Suresi / 52
Saf Suresi / 4
10
Fetih Suresi / 29
11
A’raf Suresi / 181
12
Şura Suresi / 38
13
Mearic Suresi / 32-34
14
Müddessir Suresi / 1-6
15
Ahzab Suresi /44
16
A’raf Suresi 7/157
17
Yusuf Suresi /108
9
14
vahiyle yeniden inşa etmede de, ilk neslin yaptığı gibi Kur’an’a doğru hicretin gerçekleştirilmesi,
Resulullah’ın (s) sünneti çerçevesinde ve ilk neslin örnekliğinde aynı yöntemin takip edilmesi
gerekmektedir.
Özellikle ifade etmek gerekir ki, ilk Kur’an toplumunu oluşturan mü’minlerin hepsi Kur’an’ı
anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla okuyorlar, bu amaçla tertil üzere Kur’an eğitimi
alıyorlardı. Bütün mü’minler okuyup eğitimini aldıkları Kur’an’dan anladıklarını, fıkhettiklerini
hayatlarına taşımaya çalışıyorlar, birbirleriyle de fikir teatisinde bulunuyorlardı. İşte bu sebeple
örneğimiz ilk Kur’an toplumu “müçtehid toplum” hüviyetini kazanıyordu. Kur’an okumaları ve
eğitimi sonucunda fıkhettiklerini hayatlarında uygulamaya koyuyorlar, cemaat planındaki pratiğe
ise şuranın içtihatları yön veriyordu. Kur’an’ı anlama ve uygulamalarında ihtilaf ettikleri
konuları Resulullah’a (s) soruyorlar, açık bir hüküm yoksa yeni vahyin gelmesini bekliyorlar ve
hayatı işte böyle dönüştürüp vahiyle inşa ediyorlardı. Bugün ise, kendisinin Müslüman olduğunu
söyleyenlerin büyük çoğunluğu Kur’an okumamakta, okuyanların büyük çoğunluğu da hakkıyla
okumamaktadırlar. Halbuki bugün de Kur’an toplumunun oluşabilmesi için her Müslüman’ın
Kur’an’ı hakkıyla okuma çabası içine girmesi gerekmektedir.
Vahyin ölçüleri ve ilk neslin örnekliğinden hareketle, İslami mücadelenin biri içe dönük, üçü
dışa dönük olmak üzere dört boyutu söz konusudur. Bunların hepsi, süreklilik arz edecek
şekilde ve birlikte gündemde tutulmaktadır.
Birincisi ve öncelikli olanı iç inşayı, nefislerde yaşanması gereken inkılâbı sağlayan iç arınmayı,
“rucz”den uzaklaşmayı, şirk başta olmak üzere her türlü kir ve pisliklerden temizlenmeyi esas
alan kalbi arınmadır. Bu sonuç, ancak, imani ve ameli hicrete süreklilik kazandırılarak
sağlanabilir. Bu çabanın hedefi, nefislerdeki arınmayı, vahiyle teçhiz olmayı ve iman-amel
bütünlüğünü sağlamak suretiyle İslami şahsiyetlerin inşasıdır.
Bu İslami şahsiyetlerin bireysel iradelerinin birleşmesiyle kolektif aklın ve iradenin ortaya
çıkarılmasını müteakip yapılacak dışa dönük mücadelenin hatları ise;
Birincisi, tevhidi davet, tebliğ ve eğitimle Kur’an neslini inşa etme, davete icabet edenleri
örgütleyip mücadeleye sevk etme çabasıdır.
İkincisi, egemen şirk sistemine ve tevhidi davetin önünü kesmeye çalışan, insanların vahiyle
buluşmasını engellemek için iradelerine ipotek koyan zorba yönetimlere ve yaygınlaştırmaya
çalıştığı, şirke, küfre, ifsada ve zulme karşı tevhid, adalet ve özgürlük eksenli ıslah
mücadelesidir.
Üçüncüsü ise, toplumda yaygın olan, hem de İslam adı altında meşrulaştırılan yanlış din
anlayışlarının vahyin ölçüleriyle düzeltilmesi, ıslah edilmesi çabasıdır. Bu dört boyutlu
mücadelenin tamamı “Allah yolunda cihat” hükmü içine girer. Bu, küfre ve ifsada karşı
Kur’an’la verilecek büyük cihattır.18 Bugün bizi de bağlayan Mekke pratiği işte bu dört
boyutlu mücadeleden ibarettir. İslami davet ve eğitimin önü kesilip, İslam’ın yaşanması
tamamen imkânsız hale geldiğinde ve mü’minlerin hayatları da tehlikeye girdiğinde ise mekânsal
hicretin şartları oluşmaya başlayacaktır.
Müslümanların, silahlı saldırı ve fiili işgale muhatap oldukları ülkelerde ise, eğer şartlar
oluşmuşsa ve mü’minlerin de gücü varsa tabii ki kendilerini savunmak, işgalcileri ve zalimleri
18
Furkan Suresi 25/52
15
defetmek, davetin önünü açmak ve zorbaların iradeler üzerindeki ipoteklerini kaldırıp insanların
vahyin tebliği karşısında özgür iradeleriyle karar vermelerinin özgür ortamını hazırlamak
amacını güden “kıtal” anlamındaki cihad da şartların dayattığı ve amacın gerektirdiği ölçüler
içinde ve hiçbir şartta adaletten sapmadan gündeme gelebilecektir.
Allah’ın dinini ana kaynağından dosdoğru öğrenme, yaşama, yayma ve hayata hâkim
kılma mücadelesini kapsayan Kur’an’la büyük cihadın sonucunda ortaya çıkan hayat,
vahye şahidlik yapan bir hayattır. Cihad kavramının çok büyük bir bölümünü işte bu Kur’an’ı
hayata hâkim kılma mücadelesi teşkil ettiği gibi, şehadet kavramının da büyük bölümünü işte bu
mücadele sürecinde ortaya çıkan Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmış örneklik, yani vahye şahidlik
(şehidlik) teşkil eder.19 Cihad kavramının çok azını, ama fedakârlık bakımından zirvesini kıtal,
şehadet kavramının da çok az kısmını, ama zirvesini ise Allah yolunda can feda etmek
anlamındaki şehadet teşkil eder.
İlk nesil de, bir yandan tevhidi daveti, Kur’ani eğitimi gerçekleştirirken, diğer yandan
daha Mekki surelerden itibaren ekonomik, sosyal, siyasal konulardaki yönlendirmelerle,
egemen cahili sisteme, zorba yönetimlere yönelik açık tavırlar koyuyor, insanları şirk
sistem ve otoritelerine itaatsizliğe çağırıyor, statükoyu sarsan tevhidi mesajı
yaygınlaştırıyorlardı. Ayrıca toplumda hem de Allah’ın dini adına yaygınlaşmış yanlış din
anlayışlarını düzeltmeye, ıslah etmeye çaba gösteriyorlardı.
Mekke; İslami şahsiyetin, ümmeti ve Medine’yi inşa edecek kadronun
ve model İslami cemaatin, Kur’an toplumu nüvesinin inşa edilme
sürecidir:
Mekke’de Reslün önderliğinde ilk Kur’an nesli;
-çok zor şartlarda sınanarak,
-buna rağmen tavize ve uzlaşmaya yanaşmadan,
-sistem içi değişim taleplerine eklemlenmeden,
-Çıtayı hep en üst seviyede, hakkın batılı yok etmesi ve üstünlük kurması, uzlaşmasız, sentezsiz
bir biçimde hakkın hakim kılınması seviyesinde tutarak,
-Ehven-i şer’i gündemine almadan, hep Hakkı hakim kılma iddiasını gündemde tutarak. Ebu
Talip’in emanından istifade etse de onun taraftarı olmadan, onun sistem içi çabalarına aktif
destekçi olmadan,
-Batıl model ve inanç bağlantılı kavramlarını ödünç almadan, asla daha az kötü diye ayrım
yapıp batılın bazı versiyonlarını tercihe yanaşmadan,
-Taguti sistemin nadiyesine alternatif nadiye oluşturmayı ve Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyi
ertelemeden hareket ettiler ve kıyamete kadar gelecek müminlere güzel bir model ve örneklik
oluşturdular.
-Bütün kuşatılmışlığa, çaresizliklere, imkansızlıklara, zulümlere, işkencelere, katledilmelere,
zayıflığa ve bir avuç insan olmalarına rağmen, önlerine gelen; devletin başı olma, devleti
birlikte yönetme, zenginleşme vb tekliflere onurlu bir red cevabı vererek cahiliye sistemiyle
uzlaşmadılar, bütünleşmediler.
-Allah'ın hükümlerini esas almayan cahiliye meclisi/nadiyesi Darün Nedvelere girmek için değil,
Allah'ın hükümlerini esas alan İslami alternatif nadiye/meclis oluşturup mü'minlerin şurasını
kurmakta ve her şeye rağmen tavizsizlikte ısrar ettiler.
19
Hac Suresi /78
16
-Cahiliye sisteminden ve şirki esas alan kurumlarından beraatlarını ilan ederek uzaklaştılar, Nuh
(as) gibi tevhid gemisini inşa etmeye, alternatif İslami yapıyı inşaya yoğunlaştılar.
-Sistem içi araçlardan, sadece İslami kimlik ve şeriata ters düşmeden, hududullahı aşmadan
kullanabileceklerini, karşılığında hiçbir taviz ve taahhütte bulunmadan kullandılar. Sistemi
revize ve reforme etmeye değil, sistemi kökten değiştirmeye ve bu amaçla öncelikle toplumun
özündekini tevhidi istikamette değiştirmesine vesile olma sorumluluklarını yerine getirmeye
çaba gösterdiler.
Mekke-Medine eksenindeki bu çabalar sonucunda toplumsal
değişimin yasası işledi ve İslami toplum ve İslami devlete ulaşıldı.
Hicrette dördüncü boyut ise, mekânsal hicrettir. Bu hicret, bir dava önderinin, bulunduğu bölgede
artık daveti yayma imkânı kalmayınca, İslamı yaşama ve yayma mücadelesi tamamen tıkanınca,
davasına yeni hamleler yaptırmak, yeni açılımlar ve imkânlar kazandırmak için attığı stratejik bir
adımdır. İmkânların tükendiği, üstesinden gelinemez sıkıntıların baş gösterdiği alandan, yeni
imkânların, enerjilerin, projelerin üretildiği, mücadeleye yeni soluk kazandırılan, yeni güç katılan
birikimlerin ve açılımların gerçekleştirildiği alana hicret etmektir.
Mekke’de oluşan kadronun Medine’ye hicreti ve oradaki ensarla bütünleşip, Resulün çevresinde
takvaca yüksek seviyedeki bu kadronun, Allah’ın yardımını hak edip celbedecek bir fedakarlıkla
tebliğ, eğitim ve şahidlik sorumluluklarını yerine getirmeleri sonucunda toplumun özündekini
değiştirmesi üzerine Allah da toplumun durumunu değiştiriyor ve Medine İslam toplumunu ve
İslami devleti kurmaları mümkün oluyor.
Mekke, daha ziyade İslami şahsiyet, İslami cemaat, ilk Kur’an toplumu nüvesinin ve bu zeminde
oluşan örneklikle toplumsal dönüşüme vesile olacak akıde merkezli, iman amel bütünlüğü içinde
sosyalleşme eksenli bir inşanın gerçekleştiği yerdir. Siyasal, ekonomik ve hukuki toplumsal
sorunlar ve alanlar için Rabbimiz tertil üzere naslar indirmekte, hayatın bu alanlarıyla ilgili uyarı ve
emirleriyle, bu alanların temel ilke ve sınırlarını belirlemektedir. Bu alanlardaki sapma ve yanlışlara
yönelik kınama, eleştiri ve emirlerle, bir yanda davetin muhataplarına dinini tanıtmakta, davetin
muhataplarına hakların, hukukun temel esaslarını bildirmekte, iman edenlerin ise, bu konularda
sahih bilgiyle buluşmalarını ve bilinç kazanmalarını hedeflemektedir.
MEDİNE ise, bu sosyal inşa ve toplumsal dönüşüm sonucunda Allah’ın takdiri ile siyasal inşanın,
ekonomik, hukuki sistem, proje ve yapılanmanın gerçekleştiği yerdir. İlk mescidin inşa edildiği
yerdir siyasi, ekonomik, hukuki boyutlarıyla İslami modelin oluştuğu yerdir.
Resulün ve Yetiştirdiği İlk Neslin Örnekliğinde Öncelikle Mekke’yi İnşa
Ederek Medine’yi ve Mekke’nin Fethini Hak etmeliyiz
İlk Kur’an neslinin, Kur’an’ın ilk inşa ettiği mü’minlerin Resulün örnekliğinde ve öncülüğünde
Mekke’den Medine’ye yürüyüşü, İslami mücadelenin her çağda takip etmesi gereken yolu ve
yoldaki işaretlere dair temel ilkeleri apaçık bir şekilde önümüze koymaktadır. Böyle bir süreçte
yolumuzu bulmamız ve istikametimizi koruyarak insanlığa örnek olmamız bakımından ufkumuzu
açmakta, savrulmalara karşı önemli uyarılar ve imkanlar sunmaktadır.
17
Mekke; imani, ameli, yapısal hicretle cahiliye inancı, amelleri ve toplumsal yapısından ayrışarak,
şirk sisteminden beraatını ilan edip, şirk sistemine itaatsizliği ve uzlaşmazlığı esas alan İslami
şahsiyetin, İslami cemaatin oluştuğu ve olgunlaştığı yerdir. Medine’yi ve medeniyeti inşa edecek
İslami kadronun, mücadelenin zorlu şartları içinde, cahiliyenin baskı, işkence ve amansız zulümleri
ortamında tavizsiz ilkeli bir duruşla yetiştirildiği yerdir. Bu sebeple böylesine kuşatıcı bir hicret
bilinciyle, iman, ibadet, cihat, şehadet bütüncüllüğü içinde Mekke’sini inşa edemeyenin Medine’si
olamaz. Medine ve medeniyet bir sonuçtur. Öncelikli ve esas olan, Medine’yi inşa edecek kadroyu
Mekke’nin zorlu şartlarında imanının imtihanını vererek yetiştirmek, yine Medine’nin bir sonucu
olan medeniyeti oluşturacak olan Kur’an toplumunu, ümmet nüvesini de öncelikle Mekke’nin çetin
şartlarında inşa etmektir. Mekke’de gerçekleştirilmesi gereken sorumlulukları atlayarak, aceleci bir
usulsüzlükle Medine’de ortaya çıkacak iktidar ve medeniyet eksenli çabalar peşine düşmek İslami
sonuçlara götürmez, savrulmalara, eklektik sonuçlara yol açar.
Öncelikle Kur’an’ın kurtarıcı ve aydınlatıcı mesajını daha fazla insana ulaştırmak, tüm insanlığa
vahyin şahidliğini yapacak “vasat ümmet”i oluşturmak, zorba sistemlere karşı adalet ve özgürlük
mücadelesi vererek, İslam’a ve Müslümanlara yönelik saldırıları önleyecek, baskıcı, yasakçı
zalimleri geriletecek gücü üretmek, eğitim ve emri bil maruf ile arınma, korunma, gelişme ihtiyacını
karşılayacak zemini oluşturmak, yardımlaşma, dayanışma, bir yere müntesip olma ve güvenlik
ihtiyaçlarını gidermek, insanlığa şahid “vasat ümmet”i üretmek ve Allah’ın dinini tek ümmet olarak
temsil etmek için Kur’an neslini inşa etmek ve bu neslin öncülüğünde tevhid ümmetini oluşturmak,
akıdevi bir zaruret ve sorumluluktur.
Zihinler cahiliyeden arınıp, özgürleşip Allah’a teslim olmadan, sahih bilgiyle inşa edilmeden,
özgün düşünce, proje ve pratikler gerçekleştirilemez. Mekke de, Medine de inşa edilemez. Bilgi;
heva ve zanna dayalı olmaktan çıkarılıp, seküler kirlenmeden arındırılarak, vahye dayalı sahih ve
sağlam bir zemine oturtulmadan, yani bilginin İslamileşmesi, din anlayışının Kur’anileşmesi
sağlanmadan İslami bir toplum inşa edilemez ve sonuçta da İslami bir medeniyet üretilemez.
Vahye dayalı ıslah projesiyle cahiliyeden arındırılıp, vahyin ölçüleriyle inşa edilmiş Kur’an nesli
kadrolarının, adanmış İslami şahsiyetlerin yetiştiği, en çetin şartlar altında yaşanan imtihanlarla
imanın çelikleştiği, mü’minlerin ekin meselindeki gibi gövdesinin üzerine dikilip onurlu bir duruş
sergilediği, bu öncü kadronun vahye şahidlik, davet ve direniş çabalarıyla ilk ümmet nüvesinin inşa
edildiği Mekke dönemi doğru anlaşılmadan ve bu ilk örnekten çıkarılacak ilkeler çerçevesinde
gereken sorumluluklar yerine getirilmeden Medineye de, medeniyete de, Mekke’nin fethine de
ulaşılamaz.
Böyle kapsamlı bir projeyi, bütün boyutlarıyla gerçekleştiremesek bile, hiç değilse bu hedefe
yönelik ilk adımları atmak suretiyle, tevhidi ümmete giden yolda gücümüzün yettiği çabaları ortaya
koyarak, Rabbimize bir mazeret hazırlayabiliriz ve aynı zamanda bizden sonraki Kur’an nesline
hazır bir zemin ve sahih bir gelenek bırakabiliriz. Ve inşallah bunları yaparak imtihan hayatımızı
Allah’ın rızasını kazanarak tamamlayabilme ve böylece de gerçek/kalıcı yurt olan ahirette
güzelliklerle karşılaşma bahtiyarlığına erebiliriz.
İşte bu sorumlulukların bilincini kuşanan Kur’an’a Davet Platformu
Olarak Tüm dünya İnsanlığını ve ülke ve bölge halklarını Kur’an’a
çağırıyoruz
Ülkemiz ve bölgemiz, son derece önemli bir dönüşüm ve değişim sürecinden geçmektedir. Önemli
kırılmaların, yön ve istikamet sapmalarının, kafa karışıklıklarının yaşandığı, hak ile batılın yaygın
biçimde karıştırıldığı, imana zulüm bulaştırmanın yaygınlaştığı, hakkın gizlendiği ve batılın hak
18
elbisesi giydirilerek ortamı kuşattığı ve tüm dünya insanlığının da fıtri bir arayışla meydanları
doldurup adalet talep ettiği böyle bir süreçte, Müslümanların sorumluluğu çok büyüktür.
Bu büyük sorumluluğu kuşanmak için, “Ey Müslüman’ım diyenler gelin Müslüman olalım”,
“Ey iman edenler iman edin…” çağrısını ve Kur’ani daveti en gür sesle öncelikle ülke ve bölge
halkları için gündem yapmanın tam zamanıdır. Çünkü insanlığa vahyin şahidliğini yapması gereken
tüm Müslüman’ım diyenler, İslam’ın kitabı Kur’an’da buluşarak ve Kur’an’ın belirlediği akıdede
bütünleşip gerçekten Müslümanlar olarak örnek olma sorumluklarını yerine getirmelidirler.
Bu sebeple, ülke ve bölge halklarını, yüzyıllar süresince yaşanan yozlaşma sürecinde,
“mehcur”/terk edilmiş bıraktığımız Kur’an’a dönmeye, yeniden Kur’an’a hicret etmeye çağırıyoruz.
Tarihsel bozulma süreçlerinde muharref geleneğin ve modern cahiliyenin etkisiyle tahrif edilmiş
İslam anlayışlarını ve küresel emperyal projelerle oluşturulmak istenen hak-batıl karışımı
Protestanlaştırılmış, sekülarize edilmiş din algılarını bırakmaya, geleneksel ve modern bid’at ve
hurafelere dayalı olarak üretilmiş ipleri terk etmeye davet ediyoruz. Bu üretilmiş ipleri bırakıp
Allah’ın inzal edilmiş kurtarıcı ipi olan “Hablullah”a yeniden ve topluca sarılarak, tevhid
akıdesinde vahdeti sağlayacak ümmeti vahiyle yeniden inşa etmeye çağırıyoruz.
Tüm insanları ve halkımızı, Kur’an’ı anlamak, öğüt almak ve yaşamak için okumaya çağırıyoruz,
çünkü Kur’an’ı hakkıyla okumak, ona iman etmenin en temel gereğidir. Kur’an’ı anlamak ve
yaşamak konusunda güzel örneğimiz, modelimiz ve vahyin ilk şahidi olan Resulullah (s)’in
sünnetini esas alarak Kur’an’ı ilk indiği ve ilk inşa ettiği hayatın içinde okumaya, Allah’a ve
Resulüne itaate çağırıyoruz. Vahyin ilk muhatapları olan ilk Kur’an neslinin, Resulullah (s)
önderliğinde ortaya koydukları mücadele sünnetini ve bu mücadele sürecinde takip ettikleri yolda
bıraktıkları işaretleri takibe çağırıyoruz
Bilmeliyiz ki, dünya hayatı çok kısa bir imtihan alanı, ölüm çok yakınımızda olan kaçınılmaz
hakikat, ahiret ise sonsuz olarak kalacağımız gerçek yurdumuzdur. O halde, bu kısacık imtihan
dünyasında ölüm gelene kadar sürdürmekle emrolunduğumuz Rabbimize ibadet ve itaati hakkıyla
yerine getirmek için Kur’an’ı hakkıyla okumak üzere harekete geçelim. Okumak, anlamak,
yaşamak ve mesajını yaymakla mükellef kılındığımız hayat ve imtihan kitabımızı, daha fazla geç
kalmadan okumak ve yaşamak için hemen harekete geçelim.
Rabbimiz hepimize, kendisini hakkıyla takdir etmeyi, Kur’an’ı hakkıyla okuyup öğüt almayı,
takvayı hakkıyla kuşanıp Kur’an ahlakıyla ahlaklanmayı ve Müslümanlar olarak ölmeyi nasip etsin.
Rabbimiz sırat-ı müstekıminde ayaklarımızı sabit kılsın ve bizleri mü’min olarak yaşatıp, mü’min
olarak öldürsün
19
Download