geophysıcal prospectıng geophysıcal prospectıng ıs the art of

advertisement
GÜNEŞ SİSTEMİNİN VE DÜNYA’NIN
OLUŞUMU
Boyutları kesin olarak bilinmeyen, uzaklıkların ışık yılları ile ölçüldüğü (1 ışık
yılı (IY) = 1013km), maddenin ve enerjinin tümünü içeren, fiziksel sisteme
EVREN adı verilmektedir.
Yeryuvarlağının oluşumu doğrudan
Güneş sisteminin oluşumu ile
ilgilidir. Güneş sistemi ve
Dünyamızın oluşumu ile ilgili olarak
yapılan çalışmalar henüz yenidir ve
yaklaşık olarak 300 yıllık bir dönemi
kapsamaktadır.
Bilimsel görüşler Güneş sisteminin
tek parça olduğu ve daha sonra
radyoaktif patlamalarla parçalanarak
günümüzdeki şeklini aldığını
göstermektedir. Ancak
parçalanmanın nasıl olduğu
konusunda farklı görüşler ortaya
atılmaktadır.
Güneş sisteminin ve evrenin oluşumu ile
ilgili olarak ortaya atılan en son görüş
Edwin HUBBLE tarafından 1965 yılında
ortaya atılmıştır.
“Büyük Patlama ( Big Bang )” adı verilen
bu teoriye göre evren 13.7 milyar yıl
önce büyük bir patlama sonucunda
meydana gelmiştir. Patlama ile
başlangıçta galaksiler ,yıldızlar ve
gezegenler birbirlerinden uzaklaşmaya
başlamışlardır.
Hubble’ın yaptığı çalışmalar ile evrenin
sürekli olarak genişlediği keşfedilmiş ve
filmi geriye saran bilim insanları evrenin
milyarlarca yıl önce tek bir noktadan
açıldığını anlamıştır. Bu teori Stephan
HAWKİNG tarafından daha da
geliştirilmiştir.
İkinci bir kuram ise bu patlama hipotezini kabul etmez. Bu
ikinci kuramcılara göre evrenin bir başlangıcı ve sonu
yoktur. Evren “durgun durum” halindedir ve yer yer
küçük ölçeklerde ileri ve geri gitmeler (evrim) olabilir.
Evren tüm halinde ileri ve geri gitmez. Bu hipotez
gözlemsel veri ile tam uyumlu değildir ve bundan dolayı
da yorumunda güçlük çekilmektedir. Bu güçlüklerin
başında ise bugünkü evrenin genişleme hızının bir bilyon
( 1000 x milyon ) yıl öncesine göre daha az olmasıdır.
Daha fazla gözlem ile ileriki tarihlerde bu ikinci hipotez
(durgun durum) ortadan kalkabilir.
Güneş sistemimizin içinde bulunduğu “Samanyolu –
MilkyWay”galaksisi. Boyu 10000 IY, kalınlığı16000 IY’dır. En yakın
gaz-toz bulutu: Küçük ve Büyük Magellan–200.000 IY. En yakın
galaksi: Andromeda2.10^6 IY
Samanyolu, Yerküre ile aynı yönde
dönmekte olup peryodu 250.000
yıldır.
EVRENİN İNCELENMESİ
13,7 milyar yıl önce büyük patlama ile oluşan
günümüz evreninin mikroskobik boyutlarda kalan
dalgaların izlenmesi ile aranılan kanıt bulunabileceği
düşünülmektedir.
Bir grup bilimadamı genişleyen evren modelinin
kanıtını bulmak için Güney Kutbu Teleskopu
yardımıyla kanıt aramaktadır. Einstein’ın görelilik
kuramına göre genişleyen evren çok zayıf çekim
dalgalarına sahip olması gerekiyor.
“Bu çekim dalgalarını algılarsak, bu bize evrenin
genişlemesi hakkında bilgiler de verecektir.
Böylece evrenin kökeni ile ilgili farklı yorumlarda
ortadan kalkacaktır. Çünkü bu farklı modellerin hiç
birisi büyük patlama sırasındaki sıcak evrenin,
parçacık ölçeğinde dalgalanmayla başladığını
öngörmemektedir.” diyor çalışan bilim adamları. Ve
“Evrenin genişlemesi atomik ölçekte olmaktadır. Bunu
bizim görmemize imkan yok. Ama evrenin genişleme
süreci bu kozmik parçacıkların uzanımına
(gerilmesine) neden olabilir. Bu fikir şu haliyle onay
alıyor. Öyle ki söz konusu dalgalanmaları şu anda
hesaplayabiliyoruz ve galaksilerin bu dalgalanmalar
sonucunda oluştuğunu biliyoruz.” diyorlar.
İkinci tür düzensizlik tipi ise Einstein’ın tanımladığı
uzay ve zamanın bükülmesine neden olan çekim
dalgalarıdır. Kozmik düzeye ulaşmak için bu çekim
dalgalarını ölçebilecek düzeyde hassas elektromanyetik
ışınımı ölçebilecek teleskoplar günümüzde mevcuttur.
Araştırma ekibi bu teleskoptan alınan verileri
incelemenin yanında çekim dalgalarını ölçebilecek bir
polarimetre üzerinde de çalışmaktadır. Güney Kutbu
Teleskobu elektromanyetik spektrumda kızılötesi ve
mikrodalga dalgaboyları aralıklarını ölçebiliyor.
Güney Kutbu Teleskopu aynı zamanda karanlık enerjinin gizemini ortaya
çıkarabilir. Karanlık enerji, çekimsel alanı yenerek evrenin genişlemesine
neden oluyor. Karanlık enerji görünmemekte birlikte dolaylı yönden varlığı
bilinmektedir. Son birkaç milyar yıl içerisinde oluşan galaksi kümelerinde etkisi
görünmektedir. Genişlemeye neden olan etkinin karanlık enerji ve karanlık
madde olduğu düşünülmektedir.
Dünya ile diğer gezegenler arasındaki benzerlik, bu gök
cisimlerinin aynı bir olayla meydana geldiklerini kanıtlar.
Örneğin, hidrojen ve helyum miktarları dışında, güneş ve
gezegenlerin bileşim yönünden aynı olduklarına
inanılmaktadır. Tüm bu güzegenler (hariç olarak plüton
17° ve merkür 7° eğimli) güneş ile aynı düzlemdedir. Tüm
gezegenler (üranüs hariç; dönme ekseni düzlem ile 90°
açı yapar) güneş ile aynı yöne dönerler. Bilinen 31
uydudan 25’i kendi gezegenleri ile aynı yönde
dönmektedir. Güneş sisteminin kütlesinin %99’una
sahiptir. Plüton kütlenin %0.1’ine sahip olmasına rağmen
momentin %59’una sahiptir.
YERİN EVRİMİ
20. yüzyılın başında Alman bilimci Alfred Wegener,
Afrika’nın batı kıyısıyla Güney Amerika’nın doğu
kıyısı arasındaki benzerlik karşısında şaşkına döndü.
1915’te kıta kayması adlı teorisini yayınladı. Bu teori
şu anki bütün kıtaların geçmişte bir zamanlar tek bir
büyük kara parçasının (Pangaea) parçaları olduğu,
sonra bunun ayrı kara parçalarına bölünerek bu
parçaların birbirlerinden uzaklaştıkları ve en
sonunda bugünkü kıtaları oluşturdukları kabulüne
dayanıyordu.
Yerin Katmanlı Yapısının Oluşumu :
Başlangıçta tekdüze olan yer kütlesinin değişik dönemlerde ayrılıma
uğrayarak bugünkü katmanlı içyapısına kavuştuğu kabul edilir. Yerküre
4.6 milyon yıl önce muhtemelen ayrılmamış konglomera biçimindeydi.
O zamanlar soğuk olan kütle zamanla ısınarak bu katmanlaşmanın
günümüze kadar devam etmesine neden olmuştur. Günümüzde
ısınmayı açıklayan üç kuram vardır :
1)Kütle artması kuramı; Yere düşen kozmik göktaşı parçacıklarının
enerjisi ısı enerjisine dönüşür. Isının bir kısmı uzaya kaçar, geri kalan
kütlenin ısınmasına yol açar.
2)Gravitasyon ile sıkışma; Çekim ile ana kütlede bir sıkışma olur ve
hacmi küçülür. Zamanla bu enerji birikimi ısıya dönüşür. Eriyen
elementler ayrılmaya başlar.
3) Radyoaktif parçalanma; U, Th ve radyoaktif K atomların
parçalanması sonucunda ısı açığa çıkar (1000 kg kayaçta 1 gr
radyoaktif madde vardır). Biriken ısı ergimeye ve katmanlaşmaya yol
açar. Ancak bu işlem oldukça uzun sürer.
Bu kuramlardan biri yada hepsi sonucunda ortamda ısının yükselmesi ile
demir ergimeye başlar. İlk ergimelerin 400-800 km derinde başladığı
düşünülmektedir.
Soğuk ve katı iç kısma karşı yüzeyde yaklaşık 1000 km kalınlığında sıvı
bir magmanın, özellikle radyoaktif ısınma ile ortaya çıktığına ilişkin
teoriler de vardır. Merkeze doğru bu sıvı demir çökmesi çok büyük
gravitasyon enerjisinin açığa çıkmasına ve onun da bir kısmının ısıya
dönüşmesine ve belki de büyük sarsıntılara yol açmıştır. 2000 °C’a kadar
yükselen sıcaklık diğer kayaçların da erimesine neden olmuştur. Yer
içinin ısınması ve katmanların ayrılmasından sonra ısı, dolaşım ve iletim
yolu ile içeriden dışarıya doğru kaçmaya başlamıştır. Eğer bir kıyas
gerekirse, diğer gezegenlerden Mars, Yer’den kütlece küçük olup demir
ayrılımı henüz başlamamıştır, çünkü henüz ısı yeterli değildir. Venüs ise
Yer’in kütlesine yakın kütlede olup demir ergimiş ve farklılaşma, büyük
olasılıkla, devam etmektedir.
Manyetosfer;
Bir elektronun yerin manyetik alanı dışına çıkması imkansız olup elektron
ancak spinler çizerek manyetik alan içinde hareket eder. Manyetosferyer
manyetik alanı dışına kaçmak isteyen bütün yüklü parçacıklar için güzel bir
koruyucudur. Güneşten gelen yüklü parçacıklar ise yerin manyetik alanına
etkir ve manyetik alan çizgileri sıkışır veya gevşer. Böylece hareketli bir
ortam içindeki yüklü parçacıkların hareketi; iyonosferde, atmosfer içinde ve
yeryüzündeki çeşitli elektrik akımlar oluşturur.
İyonosfer;
Yerkürenin etrafını çeviren çeşitli yoğunluktaki gaz iyonlarından oluşan bir
katmandır. Güneşten veya yıldızlar arası uzaydan gelen ışımalar, burada
atmosfer gazlarının atom ve moleküllerini iyonlar veya elektrikle harekete
getirir. İyonosferin yüksekliği zamana ve mevsime göre değişir fakat sınırının
25 ila 50 mil arasında olduğu kabul edilir. Işıma ve yansıtma özelliklerine
göre çeşitli tabakalara ayrılır. Karakteristik bir olay, bazı radyo dalgalarını
yansıtmasıdır. Bu katmanda gazlar iyon halinde bulunur. Bu yüzden radyo
dalgaları çok iyi iletilir. Sıcaklık yüksektir, ancak gazlar çok seyrek olduğu için
sıradan bir termometreyle ölçülen sıcaklık düşüktür.
Ekzosfer, atmosferin tabakalarından biridir. Termosferin sona erdiği
düzeyin üstünde kalan atmosfer bölümüdür. Çok seyrek hidrojen ve helyum
atomlarından oluşur, giderek seyrelip gezegenler arası ortamla birleşir.
800 kilometreden oluşur. Burada artık belirgin bir sınır olmadığından
boşluğa geçiş vardır. Pratik nedenlerle, yer yüzeyinden 100 km yükseğe
yerleştirilen hayali Karman Hattı, dünya ile uzayın sınırı olarak kabul edilir.
Yapay uydular bu katmanda bulunur. Atmosferin son katıdır. Sınırı kesin
değildir. Bu katta gazlar çok seyrektir. Yer çekimi çok düşüktür.
Termosfer;
Mezosferin üst sınırında, sıcaklık eğrisinin yine yön değiştirdiği 90 km.
yükseklikte başlar. Bu düzeyden bağlayarak, atmosferin daha alçaktaki üç
katmanda alışılmış bileşimi değişmeye başlar. Güneş ışınımlarının yoğun
etkisinin hissedildiği bu yükseltilerde iyonize atomlar ve serbest elektronlar
bir plazma ortamı içinde bulunurlar. Çeşitli dalga boylarında ışınımların
gözlendiği termosfer, adını yükselti ve Güneş etkinliğine göre 200-1600 C
arasında değişen sıcaklığından alır.
Mezosfer;
Atmosferin deniz düzeyinden 50-85
km yükselti arasında kalan
tabakasıdır. Atmosferin "stratosfer"
adı verilen alt tabakası ile
"termosfer" adı verilen en üst
tabakası arasında yer alan
mezosferde, sıcaklıklar alt sınırı
olan stratopozda 0 °C'tan, üst sınırı
oluşturan mezopozda-90 °C'a kadar
değişir. Mezosferin altında, Güneş
ışınlarının enerjisi Yer yüzeyi ve
ozon tabakası tarafından soğurulur.
Mezosferde atmosfer yoğunluğu
deniz düzeyindekine göre 1/10001/1.000.000 kadardır. Ancak bu
seyrek gaz kütlesi de yeryüzündeki
yaşam açısından önemlidir. Küçük
boyuttaki göktaşları hızla girdikleri
bu katmanda sürtünme etkisi ile
buharlaşarak yok olurlar.
Stratosfer;
Troposferden başlayarak
50 km. yüksekliğe kadar
uzanır. İçerdiği ozon
(O3) molekülleri
Güneş'ten gelen
morötesi ışınları
soğurarak bu katmanın
ısınmasına yol açar.
Ayrıca gökyüzüne mavi
rengini verir.
Troposfer;
Atmosferin yere temas
eden, gazların en yoğun
olduğu en alt katıdır.
Gazların en yoğun olduğu
kattır. Kalınlığı kutuplarda
6, ekvatorda 16 km.
civarındadır ve mevsimlere
göre değişiklik gösterir.
Hava akımları, bulutluluk,
nem, yağışlar, basınç
değişiklikleri gibi
meteorolojik olaylar bu
katmanda gözlenir.
Yerkabuğu ;
Yer katmanlarının en iyi bilinen kısmı olup kalınlığı 7 ile 70 km
arasında değişir. Ortalama kalınlığının 33 km olduğu kabul edilir.
İlk 10 km’lik kısma ait bilgiler sondajlar ile elde edilirken, daha
derinlere ait bilgiler yerbilimlerinin değişik disiplinleri ile elde
edilebilmektedir. Litosferin üst kısmını oluşturan yerkabuğu daha
çok silisli kayaçlardan oluşur.
Ortalama kayaç yoğunluğu 2,6 –3 kg/m3tür. Kabuk tabanında
basıncın 900 MPa’a ulaştığı hesaplanmıştır. Yerkabuğu kendi içinde
üst ve alt (granitik–bazaltik) olarak iki kata ayrılmaktadır. Bu katlar
tam yatay olmayıp coğrafik bölgelere göre değişimler
göstermektedir. Örneğin, okyanuslarda granitik kabuk yoktur ve
kabuk incedir. Kabuk tabanı birçok kimyasal ve fiziksel özelliğin
değiştiği bir katman olup jeofizikte MOHO süreksizliği olarak
bilinmektedir. Kabuğun sıcaklığı500 –700 °C arasında
değişmektedir.
Manto ;
Kendi içinde önce 2 katmana ayrılır. Üst manto hemen kabuk
tabanında 33 km’den başlar ve 700 km’ye derine kadar
devam eder. Kabuk tabanında 3,3 kg/m3 olan kayaç
yoğunluğu 700 km derinde 4,3 kg/m3 olmaktadır. Basınç ise
900 Mpa’dan 26000 Mpa kadar çıkar.
Üst manto’nun üstü ile yerkabuğu, ortamın sıcaklığına bağlı
bazı etkileşimler nedeni ile kalınlığı 150 km kadar olan bir
katı Litosfer ve onun altında yumuşak akıcı Astenosfer
katmanlarını oluşturur.
Alt manto ise 700 –2900 km arasındaki bölüm olup MgO ve
FeO asıllı yoğun kristallerden oluştuğu düşünülmektedir.
Yoğunluğunun 4,3 –5,5 kg/m3 arasında ve basıncın da
135000 MPa civarında olduğu hesaplanmıştır.
Çekirdek ;
Yerin çekirdeğinin çapı 3486 km olup yeryüzünden 2900 km
derinde başlamaktadır. 5150 km derinlere kadar dış çekirdek adı
verilen jeofizik ölçümlere göre sıvılaşmış özellik gösteren bir
katman vardır.
Bileşimi “Fe+ Ni+ az Silikat”tan oluşmaktadır. Basıncın dış çekirdek
tabanında 334000 Mpa ve ortalama yoğunluğunda 11 kg/m3
olduğu düşünülmektedir.
5150 ile 6371 km arasındaki iç çekirdeğin ise 370000 MPa’a kadar
çıkan basınç ve 13,2 kg/m3 yoğunlukta katı halde “Fe+ Ni”
karışımı
olduğu düşünülmektedir.
Yerkürenin İç Yapısını Nasıl Biliyoruz?
Günümüzde en derin sondaj yaklaşık 12 km derinliğindedir ve bu
sondaj kabuk kalınlığının ötesine bile geçememiştir. Belirli volkanik
patlamalar ise, yerin derinliklerinden malzeme getirebilmektedir
ancak, bunlar 1000 km’den daha derin değillerdir.
• Sismoloji: Bir deprem esnasında odak çıkan sismik dalgalar, yer
içerisinde bütün yönlere doğru yayılırlar. Eğer deprem yeterince
büyükse, sismik dalgalar dünyanın diğer tarafından saptanabilir.
Sismik dalgaların hızı, geçtiği ortamın malzeme özelliklerine
bağlıdır. Böylece sismik dalga hızlarının hesabından yer içine ait
bilgiler elde edebilmekteyiz.
• Gravite: Yapay uyduların yörünge hesapları, yerkürenin
çekirdeğinin geri kalan kısmından daha yoğun olduğunu
göstermiştir. Ayrıca, gravite Yer yüzeyini araştırmak için de
kullanılmaktadır. Bildiğimiz gibi, gravite (yer çekimi) az ya da çok
düşey yönlüdür fakat dağlar, vadiler ve kayaç içerisindeki
değişimler gibi etkenlere bağlı çok küçük gravite değişimleri de
vardır. Bu gravite değişimlerinin haritalanması ile bu değişimlere
neden olan yapıların anlaşılması sağlanmaktadır.
Levha Tektoniği Nedir?
Erimiş yerküre yüzeyi, en sonunda, altında gaz ve erimiş kayaları
hapsedecek bir kabuk oluşturacak kadar soğudu. Gezegenin yüzeyi,
lav birikintilerini püskürten volkan patlamalarıyla sürekli bir biçimde
kırılmaktaydı. Yavaş yavaş tümüyle volkanik kayalardan oluşmuş daha
kalın bir kabuk şekillendi. O sıralarda, erimiş kaya denizinden
(magmadan) ilk küçük kıtalar oluştu ve okyanus tabakası oluşmaya
başladı. Volkanik patlamalardan çıkan gazlar ve buhar, atmosferi
inceltmeye başladı ve bu da sert elektrik fırtınalarına yol açtı. Daha
yüksek ısıl rejim nedeniyle, bu dönem korkunç afetler, patlamalar,
kıtasal kabuğun oluşumu ve ardından parçalanışı, sonra yeniden
oluşumu, kısmen eriyişi, kristal oluşumu ve çarpışmalar dönemiydi;
her şey o günden bu yana görülenlerden çok daha muazzam
boyutlarda gerçekleşiyordu. Bu ilk mikro kıtalar, bugüne kıyasla çok
daha hızlı hareket ediyor ve daha sık çarpışıyorlardı. Kıtasal kabuğun
hızlı bir oluşum ve yeniden işlenmesi süreci söz konusuydu. Kıtasal
kabuğun oluşması, gezegen tarihinin en önemli olayıydı. Deniz
yatağının tersine, kıtasal kabuk manto içine dalmakla yok olmaz,
bilakis zamanla toplam hacmini artırır. Bu yüzden kıtaların oluşumu
tersinmez bir olaydır.
Yerin merkezine kadar uzanan bir kuyu açmak imkansız olduğu
için yerin derinlikleri hakkındaki bilgilerimiz çeşitli ipuçlarına ve
varsayımlara dayanmaktadır.
Yerkürenin derinlikleri hakkında bilgiler;

Deprem dalgalarına bakılmasıyla,

Volkanizma sonucu çıkan maddelerin ve kayaçların farklı
sıcaklık ve basınçta gösterdikleri reaksiyonların laboratuar
ortamında incelenmesiyle tespit edilmektedir.

Yeryuvarlağı içindeki katmanların yoğunlukları ve bileşimleri
birbirinden farklıdır. Yeryüzünden yerin merkezine doğru
inildikçe her 33 m’de sıcaklık 1 derece artar.
Dünya birçok materyal katmanından oluşur. Ana
katmanlar, çekirdek (bu da iç ve dış çekirdek olarak
ayrılır), kalın manto ve yüzeydeki ince kabuktur. Her
katmanın kendine has bir kimyasal bileşimi ve
fiziksel özelliği vardır. Erimiş yeryüzü yaklaşık 4
milyar yıl önce soğudukça, ağır materyaller dünyanın
merkezine doğru çökerken, hafif elementler tersine
yüzeye yakın yerlerde kalmıştırlar. Dünyanın iç
çekirdeği, devasa bir basınçla sıkıştırılan katı bir
kütledir. Kabuk, yarı-sıvı mantonun etrafında ince bir
katman oluşturur, tıpkı elmanın etrafındaki kabuk
gibi. Soğumuş ince kabuktan 50 kilometre aşağıda
sıcaklık 800°C’dir. Daha aşağılarda, yaklaşık 2000
kilometrede, sıcaklık 2200°C’nin üzerindedir. Bu
sıcaklıkta kayalar, daha çok sıvı gibi davranırlar.
Bu kabuk, okyanuslar ve kara parçalarını olduğu kadar
her türlü yaşam formunu da ayakta tutar. Kabuğun
onda yedisi suyla kaplanmıştır ki, bu durum
gezegenin temel bir özelliğidir. Yüzey kabuğu, hem
kara parçaları üzerindeki hem de okyanus
derinliklerindeki kocaman dağ silsilelerini de içeren
son derece engebeli bir yapıdadır. Bunun
örneklerinden biri, dört yeryüzü levhası arasındaki
sınırı oluşturan Orta Atlas Sırtıdır. Kabuk, bir yap-boz
gibi birbirine tutturulmuş on büyük levhadan oluşur.
Bununla birlikte, bu levhaların kenarları boyunca
volkanik faaliyetin ve depremlerin yoğunlaştığı
“faylar” yer alır. Kıtalar bu levhalar üzerindedir ve
levhalar hareket ettikçe onlar da hareket ederler.
okyanus zemini oluşturur. Deniz yatağı, bu sırttan başlayarak,
kendisiyle birlikte muazzam miktarda kıtasal kabuğu taşıyan bir
taşıma bandı gibi yayılır. Volkanlar, yerkürenin muazzam enerjisini
ısıya dönüştürme kaynaklarıdır. Günümüzde yaklaşık 430 aktif
volkan olduğu tahmin edilmektedir. Paradoksal olarak, volkanik
patlamalar, kabuktaki kayaların erimesine neden olan bir enerji
açığa çıkarırlar. Dünyanın kabuğu (litosfer) sürekli olarak değişir
ve yenilenir.
Mantonun (astenosfer) kısmen erimesi sayesinde, Orta Atlas Sırtında
magmanın giriş ve çıkışlarıyla sürekli olarak yeni litosfer yaratılır.
Bu faylarda yeni kabuğun oluşumu, eski zemini ve onunla birlikte
de kıtasal levhaları iterek uzaklaştırır. Bu yeni litosfer, kendine
daha çok malzeme eklendikçe Orta Atlas Sırtından itibaren
yayılmaya başlar, ve en sonunda okyanus zeminin haddinden fazla
genleşmesi onun başka bir yerde yerkürenin içlerine doğru
dalmasına yol açar.
Bu süreç kıtaların hareketini açıklar. Bu daimi yeraltı kargaşası büyük
miktarda ısı yaratır ve bu ısı, yeni bir volkanik faaliyet üretir. Bu
bölgeler, takımadalarla ve dağ silsileleriyle, volkanlarla ve
depremlerle ve derin okyanus kanallarıyla göze çarparlar. Bu da,
karşıtların diyalektik birliği içerisinde eski ve yeni arasındaki
dengeyi sağlar. Levhalar birbirleriyle çarpıştıkça depremler oluşur.
Atlas Okyanusun altında, sürekli olarak yeni magmanın oluştuğu bir
denizaltı volkan silsilesi vardır. Bunun sonucu olarak, okyanus
kabuğu sürekli büyür, Güney Amerika’yı ve Afrika’yı ve hatta
Kuzey Amerika’yı ve Avrupa’yı birbirinden uzaklaştırır. Ama bazı
bölgeler gittikçe büyüyorsa diğerleri de küçülmelidir. Amerika
kıtası muazzam kuvvetlerin etkisiyle Pasifik Okyanusu kabuğuna
doğru itildikçe, okyanus levhası Amerika kıtasının altına doğru
girmeye zorlanır, bu levha orada çözülür, akar ve en sonunda –
milyonlarca yıl sonra– bir başka orta okyanus sırtından tekrar
ortaya çıkar.
Bunlar düzgün ve lineer süreçler değildirler, tersine karşıtlıklar aracılığıyla
gerçekleşen ve hakikaten kataklizmik* boyutlarda sıçramalar yapan
süreçlerdir. Yeryüzünün dış kabuğunun altındaki kuvvetlerin, bu
kuvvetleri gerisin geriye döndürecek ve yeni bir yön bulmaya zorlayacak
tipte dirençlerle karşılaştığı anlar vardır. Böylece Pasifik gibi bir
okyanus, çok uzun bir dönem boyunca genişleyebilir. Ne var ki güç
dengesi değiştiğinde tüm süreç tersine döner. Muazzam büyüklükteki bir
okyanus iki kıta arasında sıkışabilir ve sonunda yok olabilir. Bu tür
süreçler, gezegenin 4,6 milyar yıldan uzun olan tarihinde birçok kez
yaşanmıştır. 200 milyon yıl önce, Avrasya ve Afrika arasında –Iethys
adında– bir okyanus vardı. Günümüze, bu okyanustan geriye kalan
yalnızca Akdeniz’in bir kısmıdır. O büyük okyanusun geri kalan kısmı
tükenip gitti ve Hindistan ve Arap Yarımadasının Asya ile çarpışması
sonucu, Himalayaların ve Karpat Dağlarının altında yok oldu.
Diğer taraftan, bir orta okyanus sırtı kapandığında (yani bir kıtanın altında
tüketildiğinde), yeni litosfer başka bir yerde ortaya çıkacaktır. Kural
olarak, litosfer en zayıf noktasında kırılıp yarılır. Tasavvur edilemez
kuvvetler milyonlarca yıl birikir, ta ki en sonunda nicel değişim bir
kataklizm üretinceye dek. Dış kabuk yırtılır ve yeni okyanusların
doğumunun yolunu açan yeni litosfer yarılır. Günümüzde Doğu
Afrika’daki volkanik Afar Vadisinde bu tür bir sürecin izleri görülmektedir.
Burada kıta parçalanmaktadır ve gelecek elli milyon yıl içinde yeni bir
okyanus oluşacaktır. Aslında Kızıl Deniz, Afrika’yı Güney Arabistan’dan
ayıracak bir okyanusun gelişiminin çok erken aşaması olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Dünyanın statik değil dinamik bir varlık olduğunun kavranılması, jeolojiyi gerçekten bilimsel
bir temele oturtarak ona güçlü bir atılım kazandırdı. Levha tektoniği teorisinin büyük başarısı,
biçimsel mantığa dayalı bilimsel ortodoksluğun muhafazakâr kavrayışını altüst ederek, tüm
doğal olguları diyalektik bir biçimde birleştirmesidir. Bu teorinin temel düşüncesi, dünya
üzerindeki her şeyin sürekli hareket halinde olduğu ve bu hareketin de patlayıcı çelişkiler
sayesinde gerçekleştiğidir. Okyanuslar ve kıtalar, dağlar ve ovalar, nehirler, göller ve kıyılar,
“huzur” ve “istikrar” dönemlerinin kıtasal boyutta devrimlerle şiddetli bir biçimde kesintiye
uğradığı sürekli bir değişim süreci içerisindedirler. Atmosfer, iklimsel koşullar, manyetizma
ve hatta gezegenin manyetik kutuplarının yerleri bile aynı şekilde sürekli bir akış
durumundadır. Her tekil sürecin gelişimi, diğer tüm süreçlerle iç bağlantılılığı tarafından şu
ya da bu ölçüde etkilenir ve belirlenir. Bir jeolojik süreci diğerlerinden yalıtarak incelemek
imkânsızdır. Tüm bu süreçler, tek bir toplam olguyu, dünyamızı oluşturmak üzere birleşirler.
Modern jeologlar Marx ve Engels’ten tek bir satır dahi okumamalarına rağmen diyalektik
yöntemle düşünmek zorunda kalıyorlar. Çünkü inceledikleri konular başka hiçbir yöntemle
yeterince ve doğru bir şekilde yorumlanamaz.
Dağların Oluşumu ve Depremler
Gençliğinde Darwin, denizden oldukça uzak bir
bölgede bir deniz canlısının fosilini bulmuştu. Bu
deniz hayvanlarının bir zamanlar oralarda
yaşamış olduğu doğruysa dünya tarihine ilişkin
mevcut teoriler yanlış demekti. Darwin heyecanla
bulduğu fosili ünlü bir jeoloğa gösterdiğinde
jeoloğun tepkisi şu oldu: “Ümit ederim bu gerçek
değildir.” Jeolog, birilerinin deniz kıyısında yaptığı
bir gezintiden sonra bu fosili orada düşürdüğüne
inanmayı tercih etmişti! Sağduyu açısından
kıtaların hareket etmek zorunda oluşu inanılmaz
gözükür. Gözlerimiz bize bunun böyle olmadığını
söyler. Bu tür bir hareketin hızı yılda 1-2
santimetredir. Bu nedenle gündelik amaçlarımız
bakımından bu hareket hesaba katılmayabilir.
Fakat milyonlarca yıllık daha uzun bir dönemde,
bu çok küçük değişimler hayal edilebilecek en
dramatik değişimleri yaratırlar.
Himalayaların zirvesinde (deniz seviyesinden yaklaşık 8000
metre yükseklikte) denizde yaşayan organizmaların
fosillerini içeren kayalar vardır. Bu, tarih öncesi bir denizin
(Iethys) dibini teşkil eden kayaların 200 milyon yıllık bir
dönemde yukarı doğru itilerek dünyanın en yüksek dağlarını
oluşturdukları anlamına gelir. Hatta bu süreç birörnek ve
düzgün bir süreç değildi, tersine, binlerce depremden,
kitlesel tükenişten, sürekliliğin kırılışından,
deformasyonlardan ve kıvrımlardan geçen muazzam ölçekli
ani değişimler, ilerlemeler ve gerilemelerle yüklü çelişkilerle
doluydu. Levhaların hareketine yerküre içindeki devasa
kuvvetlerin neden olduğu aşikârdır. Gezegenin tüm
şekillenişi, görünüşü ve kimliği bununla belirlenir. İnsanlık,
volkanik patlamalar ve depremler sayesinde bu kuvvetlerin
yalnızca çok küçük bir kısmını doğrudan tecrübe etmiştir.
Yerküre yüzeyinin temel özelliklerinden biri de sıradağlardır.
Peki nasıl oluşur bunlar?
Bir top kâğıt alın, duvara dayayıp üstüne yüklenin. Kâğıt
yaprakları basınç altında kıvrılıp deforme olur ve yukarı
doğru “hareket ederler”, bu da kâğıt demetine eğrilmiş bir
özellik kazandırır. Şimdi iki kıtanın bir okyanusu sıkıştırması
durumunu düşünelim. Okyanus kıtaların birinin altına doğru
itilir ve o noktadaki kayalar deforme olarak ve kıvrılarak
dağları yaratırlar. Okyanusun tamamen yok oluşundan
sonra iki kıta çarpışacak ve böylece kıtasal kütleler
sıkıştırdıkça o noktadaki kabuk dikey olarak kalınlaşacaktır.
Bükülmeye karşı direniş, büyük keskin eğilmelere ve faylara
neden olur ve yukarı itiş ise sıradağların ortaya çıkmasına
sebep olur. Avrasya ile Afrika levhalarının (veya Afrika’nın
bir kısmının) çarpışması, Batıda Pirenelerden başlayıp
Alplerden (İtalya ile Avrupa’nın çarpışması), Balkanlardan,
Helenilerden, Toroslardan, Kafkaslardan (Güney Arabistan
ile Asya’nın çarpışması) geçerek sonunda Himalayalara
(Hindistan ile Asya’nın çarpışması) kadar uzanan bir dağ
silsilesi yaratmıştır. Aynı şekilde Amerika’daki And ve Rocky
dağları, Büyük Okyanus levhasının Amerika Kıtasının altına
girdiği bölgede yer alırlar.
Bu bölgelerin aynı zamanda yoğun sismik aktiviteyle karakterize
olması şaşırtıcı değildir. Dünyanın sismik olarak aktif bölgeleri,
tam olarak farklı tektonik levhalar arasındaki sınırlardır. Bilhassa
dağların oluştuğu bölgeler, devasa kuvvetlerin çok uzun bir zaman
boyunca biriktiği alanlara işaret ederler. Kıtalar çarpıştığında farklı
kayalar üzerinde, farklı yerlerde ve farklı biçimlerde etki eden
kuvvetlerin biriktiğini görürüz. En sert maddelerden oluşan bu
kayalar deformasyona karşı direnirler. Fakat belli bir kritik
noktada, nicelik niteliğe dönüşür ve en sert kayalar bile kırılır ya
da plastik deformasyona uğrarlar. Bu nitel sıçrama, tüm görkemli
görünüşüne rağmen aslında yerkabuğunun yalnızca ufacık bir
hareketini temsil eden depremlerle dışa vurulur. Sıradağların
oluşması büyük kıvrılmalara, deformasyonlara ve kayaların yukarı
hareketine sebebiyet veren binlerce depremi gerektirir.
Bu noktada karşımıza, sıçramalar ve çelişkilerle dolu diyalektik bir
evrim süreci çıkar. Sıkıştırılan kayalar, yeraltı kuvvetlerinin
basıncına direnen ilk engeller olarak görünür. Fakat kırıldıklarında
durum tam zıddına dönüşür, bu kuvvetlerin açığa çıkmasının
kanalları haline gelirler. Yüzeyin altından işleyen kuvvetler,
sıradağların ve okyanus kanallarının oluşumundan sorumludur.
Fakat yüzeyde tam zıt yönde işleyen başka kuvvetler de
mevcuttur.
Dağlar sürekli olarak yükselmezler; çünkü ters etki yapan
kuvvetlere de tabidirler. Yüzeyde dağlardan ve kıtalardan
kopardıkları maddeleri gerisin geri okyanuslara taşıyan
aşınma, erozyon ve taşınım söz konusudur. Sert kayalar
yüzeylerini zayıflatan kar ve buz, yoğun yağış ve güçlü
rüzgârların etkisiyle gün be gün parçalanırlar. Bir süre sonra
bir nitel sıçrama daha olur. Kayalar yavaş yavaş
sağlamlıklarını kaybederler, küçük parçalar kopmaya başlar.
Rüzgârın ve suyun, bilhassa da nehirlerin etkisiyle
milyonlarca tanecik yüksek irtifalardan havzalara, göllere ve
esasen bu kaya parçacıklarının denizin dibinde tekrar bir
araya getirildiği okyanuslara taşınırlar. Orada, üstlerinde
gitgide daha fazla madde biriktikçe tekrar toprağa
gömülürler ve yeni bir işlem başlar, karşıt uç; kayalar
tekrar güç kazanmaktadır. Sonuç olarak, bir kıtanın altına
tekrar gömülünceye dek okyanus yatağını izleyecek, orada
eriyecek ve muhtemelen yeryüzünün başka bir yerinde yeni
bir dağın zirvesinde bir kez daha ortaya çıkacak olan yeni
kayalar oluşmaktadır.
Download