yıldızların evr i m i

advertisement
YILDIZLARIN
YILDIZLARIN
VE
EVRİMİ
YAŞAMLARI
ÖLÜMLERİ
Prof. Dr. Can AKAN
Aşağıdaki bilgiler “National Maritime Museum”
(http://www.nmm.ac.uk/server/show/nav.3052) derlenmiştir.
WEB
sitesinden
GİRİŞ
Yeryüzünde bulunan tüm elementler, hidrojen ve helyum hariç, yıldız
içlerinde üretilmiştir. Evrendeki hidrojen ve helyumun büyük çoğunluğu ise evren
henüz birkaç dakika yaşında iken oluşmuştur. Gerçekte bizler ve üzerinde
yaşadığımız Yerküre yıldız tozlarından, bir başka deyişle, yaklaşık olarak 10
milyar yıllık yıldız evriminin sonucunda ortaya çıkan nükleer atıklardan oluşmuş
durumdadır.
Aşağıda yer alan bilgiler yıldızların yaşamları ve ölümleri, kimyasal
elementlerin kökeni ve maddenin, çekim kuvvetine karşı savaşı üzerinedir. Ve bu
savaşı kazanan daima çekim kuvveti olmuştur. Bu bilgiler Güneş tayfında bazı
siyah çizgilerin ilk kez 1814 yılında Fraunhofer tarafından farkedilmesiyle
başlayan ve günümüze değin varan uzun yılların çalışmaları sonucu elde
edilmiştir. Ondokuzuncu yüzyılın ortalarına gelindiğinde bu siyah çizgilerin
Güneş’te varolan birçok element tarafından üretildiği anlaşılmıştır ki bu
elementler aynı zamanda üzerinde yaşadığımız Yerküre’de de bulunmaktadır.
Yirminci yüzyılın hemen başlarında kuantum kuramında yaşanan
gelişmeler, güneş tayfında görülen bu siyah çizgilerin ölçümlerinin güneşin
bileşimini ve sıcaklığını bulmak için kullanılabilmesini sağlamıştır. Evrendeki
elementlerin nasıl ve nerede üretildikleri üzerine ilk bilgiler ise 1957 yılında G.R.
Burbidge, E.M. Burbidge, W.A. Fowler ve Fred Hoyle tarafından ortaya
konmuştur.
1
ÇEKİM
Çekim kuvveti, evrende bilinen kuvvetler arasında en zayıf olanıdır. İki
proton arasındaki çekim kuvveti, bunlar arasındaki elektrostatik itme kuvvetinden
1036 kat daha zayıftır. Bilindiği gibi küçük bir mıknatıs yerde duran, örneğin kendi
ağırlığında bir demir parçasını, Yer’in çekim kuvvetini yenerek kolayca yukarıya
doğru çekebilmektedir. Manyetik ve elektrostatik kuvvetlerin aksine, iki kütle
arasındaki çekim kuvveti daima iki kütleyi birbirine doğru çekecek yöndedir.
Elektrikçe yüksüz olmak koşuluyla çekim kuvveti tüm diğer kuvvetleri
yenebilmekte ve hatta yeterince büyük kütleleri “kara delik” durumuna
getirebilmektedir.
Bir “kara delik” çekim kuvvetinin madde üzerindeki en uç zaferlerinden
biridir. Kara delikler uzayda çekim kuvvetinin o denli güçlü olduğu yerlerdir ki, ışık
bile kara delikten dışarıya kaçamamaktadır. Güneş’in birkaç katı kütleye sahip
kara delikler büyük kütleli yıldızların yaşamlarının sonlarında süpernova olarak
patlamaları sonucu oluşurlar. Öte yandan tüm gökadaların merkezlerinde
Güneş’in kütlesinin milyar katı yöresinde kütlelere sahip kara delikler olduğu
bilinmektedir. Kara delikler hiç bir zaman doğrudan gözlenemezler. Ancak
üzerlerine düşen maddeden dolayı salınan enerji nedeniyle ve diğer bazı dolaylı
yollardan varlıkları anlaşılabilir.
Çekim kuvveti yıldızlarda maddenin davranışını kontrol ederek onların
yaşam biçimleri ve gelecekleri üzerinde belirli bir biçimde rol oynar. Yıldızın
merkezinde çekim kuvveti nedeniyle oluşan basınç protonlar (hidrojen
çekirdekleri) arasındaki elektrostatik itme kuvvetlerini yenerek helyum oluşturmak
üzere onları birleştirir.
Geniş ölçekte bakıldığı zaman çekim kuvveti evrenin biçimi üzerinde en
baskın olan kuvvettir. Yıldızların ve gezegenlerin küresel biçimde olmalarını
sağlamakla kalmaz, aynı zamanda yıldızların yıldız kümeleri içerisinde ve
gökada kümelerinin de bir arada çekimsel olarak bağlı kalmasını sağlar. Çekim
kuvveti evrenin genişlemesini de kontrol eder.
Eğer çekim kuvveti bu denli baskın ve önemli ise gezegenleri Güneş
üzerine ve gökadamızdaki tüm yıldızları merkezi bir kara delik içerisine
düşmekten alıkoyan nedir? Bu sorunun yanıtı enerji ve momentumun korunumu
ilkesinde yatmakta ve bu durumda özellikle açısal momentumun korunumu ilkesi
sözkonusu olmaktadır. Gezegenlerin Güneş üzerine düşmesini engelleyen ve
onların hemen hemen aynı bir düzlem içerisinde Güneş’in etrafında
dolanmalarını sağlayan neden açısal momentumdur. Aynı şekilde gökadaların
disk yapıda olmalarını ve bu yapılarını korumalarını sağlayan ve yıldızların ve
yıldız kümelerinin merkezi bir nokta üzerine düşmelerini engelleyen de açısal
momentumdur.
2
Korunum yasaları fiziğin en temel yasaları arasındadır. Açısal
momentumun korunumu ilkesine en iyi örneklerden birisi de buz dansçıları
tarafından sergilenmektedir. Bilindiği gibi dansçı kollarını açmış durumda kendi
düşey ekseni etrafında dönme hareketi yaparken kollarını içeri çekerse dönme
hızı artmaktadır. Benzer olarak Güneş etrafında dolanan bir gezegen ya da bir
gökada kümesi içerisinde kümenin ortak kütle merkezi etrafında dolanan bir
gökada belirli bir açısal momentuma ve “çekim potansiyel enerjisi” ile “kinetik
enerjisinin” toplamı olan belirli bir enerjiye sahiptir. Enerji ve momentumun her
ikisi de mutlaka korunuyor olmalıdır. Bir gezegenin yörüngesi Güneş’e ne denli
yakın ise o gezegenin toplam enerjisi o denli az demektir. Bir gezegenin Güneş
ya da bir gökadalar kümesi içerisindeki bir gökadanın küme merkezine
düşebilmesinin tek yolu onun enerji kaybetmesidir. Bunun gerçekleşebilmesinin
tek yolu ise bir çarpışma sonucu bir kısım kinetik erkenin ısıya dönüşmesi ve
sistemden dışarıya salınmasıdır. Evrende varolan tüm enerji halen korunmakta
fakat biçim değiştirmektedir. Gezegen ve yıldızlar için bu durumun gerçekleşmesi
genel olarak sözkonusu değildir çünkü çarpışma olasıkları çok küçüktür. Ancak
ileride göreceğimiz gibi gezegen ve yıldızlar gaz ve toz bulutlarından belirli bir
evrim sonucu oluşmaktadırlar. Bulut içerisindeki her bir atom ve toz parçacığının
kendi enerji ve momentumuyla bulutun çekim merkezi etrafında kendi
yörüngesinde dolandığını varsayacağız. Bu durumda gezegen ve atomlar
arasındaki en önemli fark, bulut içerisindeki atomların birbirleriyle sürekli
çarpışmaları sonucunda enerji ve momentum paylaşımına gitmeleri ve bu süreç
sonunda buluttan dışarıya enerji yaymaları ve bulutun toplam enerjisini azaltarak
büzülmesine neden olmalarıdır. Bu süreç bulutun tek bir noktaya kadar
büzülmesine yol açmalıdır; ancak burada bir noktada nükleer kuvvetler devreye
girmektedir. Bulut içerisindeki atomlar giderek parçacıklar oluşturmaya ve
sonunda gezegeni oluşturmaya başladıklarında çarpışmalar azalmakta ve her bir
parçacık kendisini oluşturan atomların ortalama enerji ve momentumlarına sahip
olmaktadır.
Evrendeki birçok cisim üzerinde etkin rol oynayan açısal momentumun
kökeni yukarıda sözü edilen bulutların yıldızları oluşturmak üzere milyon kat
mertebesinde büzülmeye uğramalarıdır. Yani başlangıçta bulutta dönmeye olan
en küçük bir eğilim sonuçta açısal momentumun korunumu yasası nedeniyle hızlı
dönen bir yıldızın oluşmasına yol açmaktadır. Bir başka deyişle, oluşan yıldızın
dönmeye sahip olmaması için bulutun içerisindeki her bir bölgenin rastgele
hareketlerinin toplamının çok büyük bir duyarlıkla sıfıra eşit olması gerekmektedir
ki bu da olanaksızdır.
3
YILDIZLARIN
DOĞUMU
Eğer, örneğin 120 bin ışık yılı çapında, uzak bir gökadanın fotoğrafına
bakacak olursak (Şekil 1) içerdiği yıldızları tek tek göremeyiz. Gördüğümüz şey
birkaç yüz milyar yıldızdan gelen toplam ışıktır. Bu yıldızların tümü aynı
parlaklığa sahip olmayıp daha sıcak, mavi ve genç olanları sarmal kollar üzerinde
yer alırlar. Sarmal kollar yer yer siyah gaz ve toz madde ile kesilmiş olup bazı
yerlerinde de parlak ve pembemsi renkte bölgeler içerirler. İşte bu bölgeler yıldız
oluşum bölgeleridir.
Bizim gökadamızda Güneş ve Güneş Sistemi gökadanın kenarlarına yakın
bir yerde bir sarmal kol yakınında yer alır. Şu anda yıldızların oluşmakta olduğu
Şekil 1. Sarmal bir gökada.
bize en yakın bölge, yalnızca 1500 ışık yılı kadar uzağımızda ve Orion takım
yıldızındadır. Bulutsuz bir kış gecesinde “Orion’un kılıcı” olarak anılan bölgeye
küçük bir dürbünle dahi bakacak olursanız “Büyük Orion Bulutsusu” olarak
adlandırılan yapıyı görmeniz olasıdır (Şekil 2).
4
Şekil 2. Orion Bulutsusu.
Yukarıdaki fotoğrafta ancak bir kısmı görülen Orion bulutsusunun tümünün
kütlesi Güneş kütlesinin 100 bin ila 1 milyon katı, çapı ise 60 ila 150 ışık yılı
arasındadır. Gökadamızda buna benzer çok sayıda yıldız oluşum bölgesi vardır.
Böylesi bulutlar çoğunlukla hidrojen ve helyumdan oluşmuş ve bir miktar da
kendilerinden önceki nesil yıldızlar tarafından üretilmiş daha ağır elementleri
içerirler. Yöredeki yıldızların yaydığı radyasyondan kısmen de olsa gizlenen bu
bulutlar yeterince soğuk oldukları için hidrojen ve diğer bazı karmaşık molekülleri
de içerirler ve molekül bulutları olarak da adlandırılırlar. Bu moleküller arasında
etil alkolü ve yaşamın temel yapı taşları arasında olan diğerlerini sayabiliriz.
Molekül bulutları (Şekil 3, Şekil 4) gökada etrafındaki yörüngelerinde
dolanırlarken yöredeki diğer bulutların çekim etkisiyle sürekli olarak karıştırılırlar.
Bu olaya türbülans da denmektedir. Kütlelerinin yeterince büyük olması kendi
çekim güçlerinin etkisi altında büzülerek sonunda yıldız(lar) oluşturmalarına izin
verir. Bir bulutun kendi çekim etkisi altında büzülerek yıldız(lar) oluşturması
yaklaşık olarak aşağıdaki gibidir. Başlangıçta bulutun yoğunluğu o denli azdır ki
bulutu büzülmeye zorlayan çekim kuvveti, yöredeki diğer bulutların çekim
etkilerinin neden olduğu türbülans ve bulutun kendi içerisindeki manyetik alanın
dirençleri nedeniyle, yetersiz kalır. Ancak sonunda tüm bulut, ya da daha sıklıkla
bulutun çeşitli bölgeleri, büyük bir olasılıkla yakınlardaki bir süpernova
patlamasından kaynaklanan şok dalgalarının sıkıştırması ile çökmeye başlar. Bu
aşamada bulutun sözkonusu bölgelerinde yoğunluk artar ve buna bağlı olarak
çekimin etkisi de fazlalaşmış olur. Kısa sürede bulut yaklaşık olarak 1000 Güneş
kütlesi mertebesinde kütlelere sahip parçalara bölünür. Daha sonra bu parçalar
da birkaç yüz Güneş kütleli ve/veya Güneş’in kütlesinden daha az kütlelere sahip
5
çok sayıda parçalara bölünür. Böylesi çok sayıdaki parçalar da giderek büzülerek
sonunda etrafında gezegenleri de olan yıldız sistemlerini oluştururlar.
Büzülmekte olan bulut parçalarının birçoğu çift ya da daha çoklu yıldız sistemleri
de oluşturabilirler.
Şekil 3. Bir molekül bulutu.
Şekil 4. Bir molekül bulutu.
6
Büzülmekte olan her bir bulut parçasının hacmı giderek küçülür ve
yoğunluğu artmaya başlar. Başlangıçta sahip oldukları açısal momentumun
korunması gereği olarak kendi eksenleri etrafındaki dönme hızları giderek artar.
Bunun sonucu olarak da dış kısımlardaki bir kısım madde merkez bölgeleri
etrafında disk oluşturmaya başlar.
Büzülmekte olan bulut parçasının yoğunluğunun artmasının ve enerjinin
korunumu ilkesinin bir diğer sonucu da sıcaklığın giderek artmasıdır. Gerçekte bu
olay bir pompa ile bisiklet lastiği şişirirken pompanın ucunun giderek ısınmasına
benzer. Görüldüğü gibi bisiklet pompası için geçerli olan fizik yasası aynı
zamanda çok daha geniş ölçekte olmakla birlikte yıldızlar için de geçerlidir!
Büzülmekte olan bulut parçası içerisindeki maddenin sıcaklığının giderek artması
büzülmeyi yavaşlatmaya başlar. Bunun nedeni sıcaklık yükselmesinin, bulutu
içeriye doğru çökertme eğiliminde olan çekim kuvvetine karşı bir basınç
uygulamaya ve ona direnmeye başlamasıdır. Giderek yükselen sıcaklık bulut
içerisindeki toz parçacıklarını buharlaştırmaya başlar ve bu durumda ortam
radyasyona karşı daha saydam hale gelmeye başlar ve bulut içerisindeki
radyasyon dış uzaya doğru kaçmaya başlar. Bir miktar soğumaya neden olan bu
süreç sonunda bulut yeniden büzülmesine devam eder.
Yıldızların doğumları ve evrimleri ile ilgili tüm süreçlerde olayların oluş
süresi yıldızın kütlesi ile ilişkilidir. Kütle ne denli büyük ise yıldızın hem oluşum
süresi ve hem de yaşam süresi o denli kısa olacaktır. Güneş kütlesine sahip bir
yıldızın oluşum süresi yaklaşık olarak 10 milyon yıl iken Güneş kütlesinin 11
katına sahip bir yıldızın oluşum süresi yalnızca 100 bin yıl dolayındadır.
Tüm bu sürecin sonunda yeni doğmakta olan yıldızın merkezindeki
sıcaklık ve basınç yeterli bir düzeye yükselince merkezde hidrojen yanması
başlar ve yıldız doğmuş olur. Yıldızın yaşamının büyük bir bölümünü oluşturacak
olan hidrojen yanması ardında helyum bırakacaktır.
Sonuç olarak, başlangıçtaki buluttan oluşan bu yeni yıldızlar etraflarındaki
gaz ve tozu ısıtarak uzaya dağıtır ki sözkonusu bu madde bulutun başlangıçtaki
kütlesinin yaklaşık olarak %75 gibi bir bölümüne denktir.
Yıldızlararası bir gaz ve toz bulutundan oluşmuş böylesi yeni yıldızlar
kümesi (Şekil 5), çoğunlukla çekim etkisiyle birbirlerini bir arada tutacak kadar
kütleye sahip değildirler. Böylesi bir kümenin üyeleri olan yıldızlar rastgele
doğrultulardaki hareketleri ile birkaç milyon yıl içerisinde kümenin dağılmasına
neden olurlar. Örneğin Güneş, doğumundan bu yana Gökadamızın merkezi
etrafında en az 20 kez dolanmış ve bu süre içerisinde kardeşlerini kaybetmiş
durumdadır. Yapılan araştırmalara göre içerisinde 700 kadar yeni doğmuş ve
7
Şekil 5. Oluşum aşamasının sonlarında bir yıldızlar kümesi.
doğmakta olan yıldız içeren Orion bulutsusu 150 milyon yıl içerisinde Pleiades
(Ülker) kümesi gibi az sayıda yıldız içeren ve fakat gaz ve toz dahi içermeyen bir
duruma gelebilecektir.
Yeni oluşan bu genç yıldızların etraflarındaki gaz ve tozdan oluşmuş
diskler de (Şekil 6), yıldız yaşamıyla karşılaştırıldığında kısa süreler içerisinde,
uzaya dağıtılarak yok edileceklerdir. Bu iki yolla olmaktadır: birincisi, diskin alt ve
üst kısımlarından ışık yılı mertebesinde uzunluklara sahip jetler yoluyla ve ikincisi
ise yıldızın etrafında oluşacak gezegenler yoluyla. Gaz ve tozdan oluşmuş
disklerin hangi yolla gezegen oluşturduklarını henüz tam olarak anlayabilmiş
değiliz. Güneş sistemimizdeki tüm gezegenlerin Güneş etrafında aynı yönde
dolanıyor olmaları onların bir diskten oluşmuş olacakları olasılığını
güçlendirmektedir. Günümüzde bu konuda en çok kabul gören görüşe göre,
henüz yukarıda sözedilen jetlerin görüldüğü dönemlerde yıldızı ve diskin iç
bölümlerini birbirine bağlayan bir manyetik alanın bölgedeki bir kısım tozu
eriterek onları küçük parçacıklar halinde Güneş’ten uzaklara fırlatmasıdır. Daha
sonra bu parçacıklar birleşerek ileride oluşacak olan gezegenlerin yapı taşlarını
oluşturmaktadır.
8
Şekil 6. Yeni oluşmuş bir yıldız etrafındaki disk.
YILDIZLARIN
ÖZELLİKLERİ
Gökyüzünde gördüğümüz hemen hemen tüm diğer yıldızlarda olduğu gibi
Güneş de merkezinde hidrojeni helyuma dönüştürmektedir. Bu süreç sırasında
her saniyede yaklaşık olarak 4 milyon ton maddeye eşdeğer bir enerji
üretilmektedir. Enerji ile kütle arasındaki ilişki Einstein’ın ünlü bağıntısına göre
E=mc2 biçimindedir. Burada m kütle, c ise boşluktaki ışık hızı (3x1010 cm/s) olup
E, m kütlesi karşılığı ortaya çıkan enerjidir. Tepkimelerin oluştuğu merkez
bölgesindeki sıcaklık 15 milyon Kelvin ve yoğunluk da 160 g/cm3 değerindedir.
Merkezde üretilen fotonların (enerjinin), 5800 Kelvin sıcaklığa sahip Güneş
yüzeyine ulaşması yaklaşık 10 milyon yıl almaktadır.
Güneş sahip olduğu maddeyi bir arada tutan çekim kuvveti ile merkezde
üretilen enerjiden kaynaklanan ve dışa doğru olan basınç kuvvetleri arasında bir
denge durumundadır. Bu kararlı bir denge durumudur. Örneğin eğer Güneş’e
dışarıdan madde ekleyecek olursak çekim kuvveti nedeniyle merkeze doğru olan
kuvvet artacak ve bu da nükleer tepkime miktarını arttırarak çekime karşı olan
basınç kuvvetlerini arttıracaktır. Benzer olarak eğer Güneş’in kütlesi azaltılacak
olursa bu defa merkeze doğru olan çekim kuvveti azalacak ve bu da nükleer
tepkime miktarını azaltarak dışa doğru olan basınç kuvvetlerinin eksilmesine
neden olacaktır. Bu durumda enerji çıkışı ve sıcaklık da azalmış olacaktır.
Güneş, kütle ve parlaklık olarak ortalama bir yıldızdır. Güneş’ten daha
parlak ve daha sönük birçok yıldız vardır. 1920’li yıllarda Sir Arthur Eddington
verilen bir kütledeki bir yıldız için belirli bir üst ışıtma sınırı vermiştir. Bu sınır,
yıldızın yüzeyinde içeriden gelen ışınım basıncının yıldızın çekim kuvveti ile
9
dengelenmesi gerektiği gerçeğinden yola çıkılarak hesaplanmıştır. Eğer yıldız
gereğinden daha fazla ışınıma sahip ise uzaya madde kaybedecek ve kütlesi ve
ışıtmasını azaltacaktır. Bu gerçekten yola çıkılarak yapılan hesaplamalara göre
hiç bir yıldız Güneş’in kütlesinin 100 katından daha büyük kütleye sahip olamaz.
Böylesi bir yıldızın ışıtması Güneş’in ışıtmasının 1 milyon katı kadar olup ömür
süresi ise yalnızca 4 milyon yıl kadardır. En küçük kütleli yıldızlar ise Güneş
kütlesinin %10 undan biraz daha az olan “kahverengi cüce” (=brown dwarf)
olarak adlandırılan yıldızlardır. Bu yıldızların kütleleri merkezlerinde hidrojen
yakmak için ancak yeterli olabilmektedir.
Daha önce de belirtildiği gibi bir yıldızın yaşam süresini belirleyen en
önemli parametre onun kütlesidir. Güneş kadar kütleye sahip yıldızlar hemen
hemen hiç değişmeden 10 milyar yıl kadar yaşayabilmektedir. Bu süre
yakınındaki bir gezegende yaşamın ortaya çıkıp gelişebilmesi için yeterlidir. Öte
yandan Eta Carina gibi Güneş’in kütlesinin 100 katı kadar bir kütleye sahip bir
yıldızın yaşam süresi yalnızca 4 milyon yıl yöresindedir.
Yıldızlar birçok bakımlardan oldukça basit cisimlerdir. Hidrostatik dengede,
küresel yapıda, merkezde oldukça sıcak ve yoğun, yüzeyde ise göreli olarak
oldukça soğukturlar. Astronom Sir Martin Rees’in söylediği gibi “yıldızlar gerçekte
bir karıncadan daha basit cisimlerdir”! Gerçekte bir yıldızı basit olarak yalnızca iki
sayı ile tanımlamak olasıdır; yüzey sıcaklığı ve ışıtması. Çok sayıda yıldız için
yüzey sıcaklığının fonksiyonu olarak ışıtmayı gösteren bir diagram çizildiğinde
her bir yıldız bir tek nokta ile gösterilmiş olur. Bazı istisnalar dışında böylesi bir
diagram üzerinde aynı noktada yer alan yıldızlar yalnızca sıcaklık ve ışıtma
olarak aynı değerlere sahip değil, aynı zamanda aynı kütle, merkezi yoğunluk ve
yaş değerlerine de sahiptirler. 20 nci yüzyılın başlarında ilk kez Ejnar
Hertzsprung ve Henry Norris Russell tarafından ortaya konulan bu diagram
“Hertzsprung-Russell diagramı”, ya da kısaca “HR diagramı” olarak adlandırılır
(Şekil 7). Bu diagramda yıldızların büyük çoğunluğunun sol üstten sağ alta doğru
uzanan ve “anakol” (=main sequence) olarak adlandırılan bir diagonal kuşak
üzerinde yer aldığı görülür. Bunun nedeni, yıldızların yaşamlarının büyük
bölümünü bu kuşak üzerinde geçiriyor olmalarıdır. Bu evrim aşamasına “anakol
evrim aşaması” (=main sequence evolutionary phase) adı verilir ve yıldızlar bu
sırada merkezlerinde hidrojeni helyuma dönüştürmektedirler. Anakol yıldızları için
kütle ile ışıtma arasında LM3.5 ilişkisi vardır. Güneş birimlerinde olmak üzere
burada L ışıtma, M ise kütledir. Bu bağıntının anlamı şudur: eğer biri diğerinin 2
katı kütleye sahip iki yıldızı ele alacak olursak bunlardan büyük kütleli olanın
ışıtması küçük kütleli olanın ışıtmasının yaklaşık 11.3 katıdır (L=23.5=11.3137).
Bir başka deyişle büyük kütleli yıldızın birim zamanda uzaya saldığı (ve
merkezinde ürettiği) toplam enerji küçük kütleli olanın yaydığının 11.3 katıdır.
10
Şekil 7. Hertzsprung-Russell diagramı. Yüzey sıcaklığının fonksiyonu olarak
ışıtmanın noktalandığı bu diagramda bazı iyi bilinen yıldızların yerleri ve Güneş’in
evrim yolu görülmektedir.
Bir yıldız evrimleştikçe HR diagramı üzerinde iyi belirlenmiş yollar üzerinde
hareket eder. Bu yollara “evrim çizgileri” (=evolutionary tracks) adı verilir.
Gerçekte Güneş’in ya da diğer yıldızların evrimleştiklerini, bir başka deyişle
özelliklerinin değiştiğini, gözleyebilecek kadar uzun yaşam sürelerine sahip
değiliz. Buna karşın fizik yasalarını ve gazların yüksek sıcaklıklar altındaki
davranışlarına ilişkin gözlem verilerini kullanarak ürettiğimiz kuramsal modelleri
gözönüne alarak onların geleceklerini kestirebilmekteyiz.
Yıldızların yapılarına ve evrimlerine ilişkin ürettiğimiz bu modellerin
öngörülerinin doğruluğunu, hepsi aynı anda doğmuş fakat farklı kütlelere sahip
oldukları için farklı evrim aşamasındaki (yaştaki) küme yıldızlarının gözlemleri ile
denetleyebiliyoruz. Böylesi yıldız kümeleri bu bakımdan da oldukça verimli
nesnelerdir.
11
GÜNEŞ
BENZERİ YILDIZLARIN
EVRİMLERİ
Kütleleri Güneş kütlesinin 0.8 ila 10 katı arasında olan yıldızlar, kütle farkı
nedeniyle farklı evrim hızlarına sahip olmakla birlikte, birbirlerine oldukça benzer
evrim biçimlerine sahiptirler. Bu kütle aralığı için örnek olarak Güneş’in evrimini
ele alalım.
Güneş kendisine eşlik eden gezegenleriyle birlikte yaklaşık olarak 4.5
milyar yıl önce oluşmuştur. Bu süreyi, çeşitli elementlere ilişkin isotop oranlarının
duyarlı ölçümlerinden biliyoruz. Örneğin “uranyum-238”, uranyum elementinin
“yarı ömrü” 4.6 milyar yıl olan olan radyoaktif bir isotopudur. Bunun anlamı, bir
mineral örneği içerisindeki “uranyum-238” isotopunun yarısının 4.6 milyar yıl
sonunda “kurşun-206” isotopuna bozunacak (=decay) olmasıdır. O nedenle bir
mineral örneği içerisindeki “uranyum-238” isotopunun “kurşun-206” isotopuna
oranının ölçülmesi (mineral ilk oluştuğunda içerisinde “kurşun-206” olmadığının
varsayılması ile) ilgili mineralin yaşının belirlenebilmesi olanağını sağlar. Burada
“kurşun-206” ifadesinde 206 sayısı, kurşun atomu çekirdeği içerisindeki toplam
proton ve nötron sayısını göstermektedir. Normal olarak “206Pb” olarak gösterilir.
Geçtiğimiz 4.5 milyar yıl boyunca Güneş merkezinde hidrojeni helyuma
dönüştürmektedir. Şu anda merkezindeki hidrojenin yaklaşık olarak yarısını
helyuma dönüştürmüş durumdadır ve ilk oluştuğu durumdakine göre %30 kadar
daha parlaktır. 3 milyar yıl kadar sonra yarıçapını giderek büyüttükçe parlaklığı
daha da artacak ve üzerinde yaşadığımız Yerküre üzerindeki okyanusları
buharlaştırmış olacaktır. Günümüzden 5 milyar yıl kadar sonra merkezde
hidrojen tükenecek fakat merkez bölgesi etrafında ince bir bölge içerisinde
hidrojen yanmaya devam edecektir. Merkez bölgelerinden enerji çıkışı sona
erdiği için çekim kuvvetine karşı bir zayıflık sözkonusu olacak ve çekim kuvveti
merkez bölgelerini büzülmeye zorlayacaktır. Bir süre sonra büzülme sonucu
sıcaklığı yeterince yükselecek olan merkez bölgesinde helyum, karbon ve oksijen
üretmek üzere tepkimeye girmeye başlayacaktır. Böylece Güneş çekim kuvvetine
karşı tekrar bir denge durumuna gelecektir.
Yukarıda sözedilen merkez bölgesi büzülmesi sırasında açığa çıkan çekim
potansiyel enerjisi nedeniyle Güneş’in dış bölgeleri şişecek, bir miktar soğuyacak
ve Güneş artık bir “kırmızı dev” (=red giant) yıldız durumuna gelecektir. Uzayda
bilinen birçok kırmızı dev yıldız vardır.
Bir süre sonra merkezde helyum da tükenecek ve merkezde nükleer
yanma sona erecektir. Merkezi çevreleyen ince bir bölgede helyum yanması ve
bu bölgenin de üzerinde, çok genişlemiş hidrojen zarfın tabanında, ince bir
bölgede de hidrojen yanması devam ediyor olacaktır. Bu da Güneş’i daha da
12
büyük ışıtmalı ve kararsız bir duruma getirecek ve parlaklığında değişimler
göstermesine neden olacaktır. Ayrıca konveksiyon nedeniyle iç bölgelerdeki bir
kısım karbon ve oksijen yüzeye taşınmış olacaktır. Bu evrim aşamasındaki
yıldızlara “asimptotik dev kolu yıldızları” (=asymptotic giant branch stars) adı
verilir. Bunlardan en ünlülerinin başında Orion takımyıldızındaki Betelgeuse
(Şekil 8) gösterilebilir. Bu yıldız o denli büyüktür ki eğer onu Güneş’in bulunduğu
yere koyacak olsaydık yüzeyi Jupiter yörüngesinden daha ötelere kadar
uzanacaktı. Bir başka deyişle Merkür, Venüs, Dünya, Mars ve Jupiter bu yıldızın
içerisinde kalacaklardı. Öte yandan yıldızın yüzey sıcaklığı 3400 Kelvin
yöresindedir. Bu Güneş’in yüzey sıcaklığından çok daha az olmakla birlikte sahip
olduğu oldukça büyük yüzey alanı nedeniyle ışıtması Güneş’in ışıtmasının
yaklaşık 9400 katıdır.
Şekil 8. Betelgeuse olarak da adlandırılan  Ori yıldızı.
Tüm bu olaylardan kısa bir süre sonra da Güneş’teki tüm nükleer
tepkimeler sona erecektir. Çapı yaklaşık ışık saati büyüklükten, 2-3 ışık yılı
büyüklüğe kadar artacak ve artık “gezegenimsi bulutsu” (=planetary nebula)
olarak adlandırılacaktır (Şekil 9, Şekil 10, Şekil 11). Bu adlandırma, ilk olarak
keşfedildiklerinde Uranüs ve Neptün gibi gezegenlere benzer soluk-yeşil renkte
göründüklerinden dolayı uygun görülmüştür. Gerçekte günümüzde böylesi
cisimlerin gezegenlerle hiç bir ilişkisinin olmadığını biliyoruz.
Gezegenimsi bulutsularda gaz yeterince az yoğunluklu olduğu için
Güneş’in merkez bölgesi ilk kez dışarıdan bakan bir gözlemci için görünür
13
duruma gelecektir. Yerküre mertebesinde büyüklüğe sahip durumuyla “beyaz
cüce” (=white dwarf) olarak adlandırılan bu merkez bölgesi Güneş’in
başlangıçtaki kütlesinin yarısına sahiptir ve yüzey sıcaklığı ise 100 bin Kelvin
dereceden fazladır. Birkaç on bin yıl süre sonunda etrafını saran bulutsu tümüyle
uzaya dağılmış olacak ve Güneş dış gezegenlerin eşliğinde bir beyaz cüce
olarak kalacaktır. Bundan sonraki evrimi ise 9-10 milyar yıl boyunca başlıca
soğuma biçiminde gerçekleşecek ve sonunda uzaya salacak ışığı
kalmayacağından görünmez duruma gelecektir. Günümüzde gözlediğimiz en
yaşlı beyaz cüceler Yerküre’nin yaşının iki katı yöresinde ve hemen hemen
evrenin yaşına yakın yaşlara sahiptirler. Yüzey sıcaklıkları da 4000 Kelvin
yöresindedir.
Şekil 9. Hourglass gezegenimsi bulutsusu (MyCn 18).
Şekil 10. M2-9 gezegenimsi bulutsusu.
14
Şekil 11. Spirograph gezegenimsi bulutsusu (IC 418).
Gezegenimsi bulutsular hemen her tür biçimde ve büyüklükte karşımıza
çıkabilmektedirler. Merkezdeki beyaz cüce başlangıçta yüksek sıcaklığı
nedeniyle bol miktarda moröte ışınım salarak etrafındaki bulutsuyu aydınlatır.
Beyaz cüceler birçok bakımlardan önemli cisimlerdir. Hidrojen ve helyumun
yanında yıldız tarafından üretilen karbon, azot ve oksijen de içerirler ki bu
elementler yaşamın yapı taşlarıdır. Yerküre’deki karbon, azot ve oksijenin büyük
bölümü böylesi yıldızlarda üretilmişlerdir. Eğer bir romantik iseniz yıldız
tozlarından yapılmış olduğunuzu, eğer değilseniz yıldız evrimi sonucu ortaya
çıkan nükleer atıklardan oluşmuş olduğunuzu düşünebilirsiniz!
15
10 - 50 G Ü N E Ş K Ü T L E L İ
YILDIZLARIN EVRİMİ
Böylesi büyük kütleli yıldızlar yukarıda anlatılan yıldızlara göre daha hızlı
ve dramatik bir yaşam sürerler. Tüm yıldızlar gibi bunlar da yaşamlarına hidrojeni
helyuma dönüştürmekle başlamakla birlikte Güneş’ten en az 100 bin kez daha
parlaktırlar ve yüzey sıcaklıkları da 30 bin Kelvin ya da daha fazladır. Güneş’ten
25 kat daha fazla kütleye sahip bir yıldız Güneş’ten 1000 kat daha hızlı bir
biçimde yaşantısını tamamlar. Kütleleri yeterince fazla olduğu için merkezde her
bir nükleer yakıt tükendikçe çekim kuvveti merkez sıcaklık ve basıncını, giderek
artan atom ağırlığındaki elementlerin tepkimeye girebilmelerine olanak
sağlayacak kadar arttırabilir.
Eğer yaşamının sonuna ulaşmış böylesi bir yıldızın yüzeyinden merkezine
doğru tüm katmanlarını görebilecek olsaydık karşımıza soğan benzeri bir yapı
çıkacaktı. En genişlemiş dış hidrojen katmanın tabanında helyum üreten hidrojen
yanması, onun altındaki helyum katmanın tabanında karbon ve oksijen üreten
helyum yanması, onun altındaki katmanda neon ve magnezyum üreten karbon
yanması vs. Ve en sonunda sıcaklığın birkaç milyar Kelvin olduğu merkez
bölgesinde demirin üretildiği silisyum yanması karşımıza çıkacaktı. Güneş
kütlesinin 20 katı kütleye sahip bir yıldızda merkezdeki silisyumun demire
dönüşme süresi yalnızca bir hafta yöresindedir. Merkezde daha ağır elementlere
gidildikçe yanma süresinin kısalmasının bir nedeni de giderek artan merkez
sıcaklığı ortamında, giderek daha fazla miktarda nötrinoların üretilmesi ve ortaya
çıkan enerjinin bu yolla kolaylıkla yıldızdan dışarıya salınmasıdır. Merkezde
üretilen fotonların yıldız yüzeyine ulaşması milyon yıl mertebesinde iken madde
ile etkileşmesi hemen hemen yok denecek kadar az olan nötrino durumunda bu
süre dakika/saat mertebesine düşmektedir.
Atom çekirdeklerinin özellikleri arasında en önemlilerinden birisi de
“bağlanma enerjisi” (=binding energy) dir. Bağlanma enerjisi (Şekil 12) kavramını
anlayabilmek için aşağıda anlatılanlara bakmamız gerekecektir: atom ağırlığı
demirden daha az olan elementler daha ağır elementleri oluşturmak üzere enerji
salarak “birleşebilirler” (=nuclear fusion), ve atom ağırlığı demirden daha fazla
olan elementler ise hafif elementleri oluşturmak üzere enerji salarak
“parçalanabilirler” (=nuclear fission).
16
Şekil 12. Çeşitli elementlerin bağlanma enerjileri.
Bunun anlamı şudur: bir yıldızın merkez bölgesi demire dönüştükten sonra
ondan daha fazla enerji elde etmek üzere yeni nükleer tepkimeler başlatabilmek
için sıkıştırmak işe yaramayacaktır. Her ne kadar çekim kuvveti demirden
oluşmuş merkez bölgesini daha fazla sıkıştırarak sıcaklığının ve basıncının
artmasına neden olsa da yeni bir nükleer tepkime başlayamayacaktır. Merkez
bölgesi sıcaklığı yaklaşık olarak 10 milyar Kelvin değerlerine yaklaşınca
ortamdaki fotonlar demiri helyum gibi hafif elementlere parçalarlar. Bu yolla
milyonlarca yıl süren “nükleosentez” (=nucleosynthesis) süreci bir saniyeden
daha kısa bir sürede tersine çevrilmiş olur. Daha sonra giderek artan sıkışma
sonucunda ortamdaki protonlar ve elektronlar birleşerek nötronları oluştururlar ve
bu süreç ile büyük miktarlarda nötrino üretilir. Bu aşamada saniyenin onda biri
gibi kısa bir sürede 12 bin km çaplı merkez bölgesi çökerek 20 km çaplı bir
nötron yıldızına dönüşür. Bunun sonucu olarak yıldızın çekim kuvvetine karşı
tümüyle desteksiz kalmış olan dış bölgeleri hızla çökerek ortamın koşulları gereği
artık daha fazla sıkıştırılamaz durumdaki nötron yıldızına çarpıp geri yansırlar.
Bunun sonucu olarak da çok büyük miktarlarda “çekim potansiyel enerjisi”
(=gravitational potential energy) açığa çıkar ve yıldızın dış bölgelerini uzaya
saçar. Bu olay “Tip II Süpernova” (=Type II Supernova) olarak adlandırılır (Şekil
13, Şekil 14, Şekil 15). Tip II Süpernova adlandırması bu cisimleri “Tip Ia
Süpernova” larından tamamen ayırmaktadır ki Tip Ia Süpernovaları tamamen
farklı kökene sahiptirler. Tip Ia durumunda sözkonusu süpernova bir çift yıldız
sisteminin evrimi ile ortaya çıkmaktadır. Evrimini “Chandrasekhar limiti”ne
(=Chandrasekhar limit=Güneş kütlesinin 1.4 katı) yakın kütlede bir beyaz cüce
olarak tamamlayan yıldızın üzerine yoldaşından gelen maddenin beyaz cüceyi bu
kütle üst sınırını aşırmasıyla oluşan patlama Tip Ia Süpernovası olarak
adlandırılır. Öte yandan bir de Tip Ib Süpernovaları vardır ki bunlar da aşağıda
göreceğimiz gibi daha da büyük kütleli yıldızların evrimleri sonucu
oluşmaktadırlar.
17
Şekil 13. Bir süpernova artığı olan Crab bulutsusu.
Şekil 14. Crab bulutsusunun bir başka görüntüsü.
Böylesi büyük bir patlama sonrasında demirden daha ağır elementler de
üretilir. Zaten evrende demirden daha ağır elementler böylesi süpernova
patlamaları sırasında oluşmaktadır. Normal yıldız evrimi ile üretilen en ağır
element demirdir.
18
Şekil 15. Vela süpernova kalıntısı.
Patlamada açığa çıkan toplam enerjinin yaklaşık onbinde biri (1049 erg)
görünür ışık olarak ortaya çıkmasına karşın patlamayı izleyen birkaç hafta
içerisinde süpernova içinde yer aldığı gökadanın toplam parlaklığına eşit bir
parlaklığa ulaşabilmektedir (Şekil 16). Açığa çıkan toplam enerji 1053 erg
yöresinde olup bunun büyük bir bölümü madde ile etkileşmesi çok zayıf olan
nötrinolar tarafından ışık hızıyla uzaya salınır. Salınan nötrinoları tümüyle
soğurabilmek için yaklaşık olarak bir ışık yılı kalınlığında bir kurşun blok gerekir.
Uzaya saçılan maddenin kinetik enerji olarak taşıdığı miktar ise 1051 erg
yöresindedir. Tipik olarak saniyede 30 kez dönen bir nötron yıldızının enerjisi ise
2x1049 erg yöresindedir. Eğer bu nötron yıldızına manyetik ekseni doğrultusunda
bakıyorsak bu durumda cismi bir pulsar olarak adlandırırız.
Şekil 16. Süpernova 1987A patlamasının öncesi ve sonrası.
19
Eğer süpernova olarak patlayan yıldız yeterince büyük kütleli ise,
patlamadan hemen sonra merkez bölgesi nötron yıldızı yerine bir kara delik
oluşturabilir.
Patlama ile uzaya saçılan maddenin hızı tipik olarak saniyede 5000-15000
km arasındadır. Yayıldığı uzay bölgesinde önüne gelen yıldızlararası maddeyi de
karıştıran bu madde yaklaşık 20 bin yıl sonra yavaşlayarak 100 ışık yılı çaplı bir
bulut durumuna gelir ve ileride yeni yıldız(lar) oluşturmak üzere büzülebilir.
50 - 100 G Ü N E Ş
YILDIZLARIN
KÜTLELİ
EVRİMİ
Böylesi büyük kütleli yıldızlarla yukarıda anlatılan göreli olarak daha küçük
kütleli yıldızlar arasındaki başlıca fark bu yıldızların çok kısa yaşamları boyunca
çok büyük miktarlarda kütle kaybetmeleridir.
Aslında tüm yıldızlar yüzeylerinden uzaya madde kaybederler. Örneğin
Güneş yüzeyinden uzaya saniyede 2 milyon ton madde kaybetmektedir. Ancak
bu miktar madde kaybıyla tüm kütlesini uzaya atması için gereken süre Evrenin
bugünkü yaşının 2000 katı yöresindedir. O nedenle kütle kaybının Güneş’in
evrimi üzerindeki etkisi önemsiz olup boşlanabilir. Güneş rüzgarı olarak da
bilinen bu madde Yerküre’ye kadar ulaşarak “aurora” denilen olayı gözlememize
neden olur.
Yıldızın kütlesi ne denli büyük ise yıldız rüzgarı biçiminde kaybedeceği
madde miktarı da o kadar fazla olur. Güneş’in 50 katından daha fazla kütleye
sahip olan yıldızlar evrimleri boyunca kütlelerinin yarısını kaybedebilirler. Bunun
sonucu olarak da yıldızın kendisi tarafından üretilmiş maddeye sahip merkez
bölgesi ortaya çıkabilir. Böylesi yıldızlar Wolf-Rayet yıldızları olarak adlandırılırlar
(Şekil 17) ve sayıları da oldukça azdır. Tayfları azot, oksijen ve karbon çizgileri
gösterirken hidrojen çizgilerine hemen hemen hiç rastlanmaz. Bunun nedeni
yıldızın hidrojen bakımından zengin olan dış bölgelerinin kuvvetli yıldız rüzgarı
biçiminde uzaya atılmış olmasıdır.
20
Şekil 17. Büyük kütleli bir Wolf-Rayet yıldızı (WR 124).
Merkezi yıldızın etrafında görülen gaz yıldızdan büyük
hızlarla uzaya atılan maddedir.
Böylesi büyük kütleli yıldızlar da evrimlerini büyük bir süpernova patlaması
ile sona erdirirler. Ancak büyük kütleli bu yıldızların merkez bölgeleri de fazla
kütlelere sahip olduğu için geride bir nötron yıldızı yerine kara delik bırakırlar.
Tip Ib olarak adlandırılan bu tür süpernovaların tayfları Tip II
süpernovalarının tayflarından farklılıklar gösterir. Patlamadan çok daha önce
yıldız rüzgarı biçiminde tüm dış katmanlar uzaya atıldığından hidrojen çizgilerine
rastlanmaz. Bu nedenle Tip Ib süpernovalarını, yukarıda anlatılan ve tayflarında
yine hidrojen çizgileri göstermeyen ve tümüyle farklı bir mekanizma sonucu
oluşan Tip Ia süpernovaları ile karıştırmamak gerekir.
21
Download