Uygarlık Tarihi Organik dünya, 500 milyon yıl öncesine dek yumuşak

advertisement
Uygarlık Tarihi
Organik dünya, 500 milyon yıl öncesine dek yumuşak dokunun (pelte ve buğu, kas ve
sinir) hakimiyetindeydi. O noktada hayatı oluşturan etli madde-enerji birikiminin bir bölümü ani
bir mineralleşme süreci getirdi ve canlı yaratıkların oluşumu için yeni bir malzeme ortaya çıktı:
Kemik. Kemik, omurgalılar olarak bizlerin de ait olduğu hayvanlar kolunun karmaşıklaşmasını
mümkün kıldıysa da, mineral kökenlerini hiç unutmadı. Kemik en kolay taşlaşan, kayalar
dünyasına geri giden eşiği en çabuk aşan canlı maddedir. İnsanın iç iskeleti de bu kadim
mineralleşmenin birçok ürününden biridir. Yaklaşık 8 bin yıl önce insan nüfusu kentsel bir dış
iskelet geliştirerek yeniden mineralleşmeye başladı: Güneşte kurutulmuş kilden yapılmış tuğlalar
evlerin yapı malzemesi oldu, evler de taş anıtları ve koruyucu surları çevreledi, onlar tarafından
çevrildi. Bu dış iskelet, iç iskeletinkine benzer bir amaca hizmet ediyordu: İnsan etinin kent
surları içine ve dışına hareketini kontrol etmek. Kentsel dış iskelet başka birçok şeyin de hareketini
düzenliyordu: Örneğin lüks nesneler, haberler ve gıda. Özellikle de birçok kentin ve kasabanın
merkezinde kurulan pazarlar motor işlevi görüyorlardı: Yakın ve uzak bölgelerden insanları ve
malları düzenli aralıklarla yoğunlaştırıyorlar, sonra da çeşitli ticaret çevrimleri doğrultusunda
yeniden harekete geçiriyorlardı. Bitkiler fotosentez yoluyla güneş enerjisini şekere
çevirdiğinden, tarım insan toplumlarına geçen güneş enerjisi miktarını arttırmıştır. Antropologlara
göre kentlerin ortaya çıkması, alternatif yoğunlaşma rotaları izlemiştir, mesela Peru’da kent hayatının
gelişiminin balık rezervlerinden beslenmesi gibi. Önemli olan tek başına tarım değildir, önemli olan
toplumun içindeki madde-enerji akışında gözlenen büyük artış, bunun yanı sıra bu yoğun akışın
mümkün kıldığı kent hayatındaki dönüşümlerdir. Kentler, madde-enerji akışından doğmuşlardır
ama bir kasabanın mineral alt yapısı ortaya çıktığında, bu alt yapı söz konusu akışlara tepki
vermiş, onları yoğunlaştıran ya da engelleyen yeni bir dizi kısıtlama yaratmıştır. Bir kasabada
surlar, anıtsal yapılar, caddeler ve evler sırf kendi başlarına kalsalardı daha zayıf bir kısıtlamalar dizisi
oluştururlardı. Bu yüzden de kent dinamiklerine ilişkin tarihsel çalışmalarda, kentleri yöneten
bürokrasiler olsun, onlara canlılık kazandıran pazarlar olsun kentlerde yaşayan kurumlara dair
analizleri içermesi gerekir. Bu kurumlar, insanların kolektif karar alma süreçlerinin ürünü olsalar
da, bir kere yerleştiklerinde onları oluşturan insani bileşenlere de tepki gösterir, onları kısıtlar ve
kontrol eder ya da tam tersine harekete geçirir veya dönüşümlerini hızlandırır. Bürokrasiler her
zaman enerji fazlalarının (vergiler, haraç, kira, zorunlu emek) planlı bir biçimde toplanmasını
sağlamak üzere doğmuşlar, bu enerji akışlarını kontrol edip işleme becerileri nispetinde de
genişlemişlerdir. Pazarlarsa tersine, bağımsız karar alıcıların düzenli olarak toplandıkları kilise
olsun, iki bölge arasındaki sınır olsun her yerde doğmuşlar, bireylere alma, satma ve takas etme
imkanı sunmuşlardır. Bu sistemlerin biri, insanları bir bürokrasinin içindeki homojen mevkilere
taşır. Diğeri ise heterojen bir insanlar grubunun, birbirlerini tamamlayan ekonomik ihtiyaçların içi
içe geçtiği pazarda bir araya getirir.
İslam dünyasında ve Çin’de kentleşme patlaması, Avrupa’dan 200 yıl önce yaşanmıştı. Bu iki
bölgede kentler ve kasabalar, Batı’da çok daha sonraları ortaya çıkacak bir sosyopolitik oluşum olan
merkezi devletle rekabet etmesi gerekiyordu. Bazı tarihçiler Batı’nın bin yıla egemen olmasının
nedenini, şehirlerde merkezi ve merkezi olmayan karar alma süreçlerinin farklı ölçülerde bir arada
bulunmasından kaynaklandığını ifade etmişlerdir. Sanılanın tersine parasal sistemlerin kökeni ticari
değil siyasidir. Parasal sistemler, tarımsal fazlalara el koymayı ve vergileri arttırmayı
kolaylaştırmak üzere merkezi hiyerarşiler tarafından geliştirilmişlerdir. Ortaçağ pazarları
büyüdükçe, karmaşıklaştıkça işlem maliyetleri de buna bağlı olarak artmıştır. Bu maliyetleri
aşağıya çekecek bir kurumsal normlar ve örgütlendirmeler dizisi olmasaydı Batı’da ticaretin hızlı
yoğunlaşması durma noktasına gelebilirdi. Ticaretteki ölçek ekonomileri ve sözleşmelerin düşük
maliyetle uygulanabilmesi, karşılıklı olarak birbirini teşvik eden unsurlardı. İlk pamuk devimini yapanlar
kapitalistler değildi, bütün yeni fikirler girişimci küçük işletmelerden çıkmıştı. 13. Yy. dan itibaren
kapitalistler, her zaman ticaret piramidinin en üst seviyelerinin ayırt edici niteliği olan büyük para
birikimini yaratmak için rekabetçi olmayan çeşitli pratikler içinde olmuşlardır. Dünya ekonomilerini
kapitalist sistemle karıştırmak hata olur. Çünkü Hindistan, Çin ve İslam dünyasında kapitalizme yol
açmaksızın tutarlı ekonomik bölgeler oluşturmuşlardır. 18. Yy. da o dönemki ağa sisteminin merkezi
olan Amsterdam’ı merkez alan bir bankacılık sistemi doğmuştur. Metropol merkezlerin nüfusları
ülkeler arasındaki sınırları aşar ama başkentler bu sınırların çevrelediği toprakların ve bu
sınırların bekçileri, koruyucularıdır. Dolayısıyla metropoller deniz kenarında ortaya çıkarken,
başkentler genellikle denize uzak iç bölgelerdedir, arka bölgelerine bağlıdır. Doğu dünyasında
merkezi karar alma süreçlerinin fazla gelişmiş olması çalkantılı dinamikleri denetim altında tutuyordu,
oysa Batı dünyasında bu dinamikler engellenmeden hızla geliştiler. Fakat aşırı merkezileşmenin başarılı
olduğu medeniyetler olduğu gibi, kaçırmış olduğu fırsatlar da bulunmaktadır. 1400’lerde Çinli elitlerin
deniz seferlerini durdurmaları yeni kıtanın keşfini Avrupalılara bırakmıştır.
İngiltere’nin kömür üretimi yapılan bölgeleri, 1829’da icat edilen roket lokomotifi
benimsenerek ilk demiryolu sistemini doğurmuştur. Böylelikle Liverpool- Manchester demiryolu,
1830’da açıldı. Birkaç yıl sonra da Avrupa kıtasının başka yerlerinde de demiryolları açıldı. Fakat 60 yıl
öncesine kadar İngiltere’nin tedarik bölgesi olan ABD, kısa süre sonra İngiltere’nin buhar gücüne dayalı
ulaşımdaki liderliğini elinden aldı. ABD, ekonomik atılımlarını 18. Yy ın ikinci yarısında ithal ikamecilikle
uğraşan geri kalmış kentler arasındaki esnek ticaret sayesinde yaptı. Bu sürece giren ilk iki ABD kenti
Boston ve Philadelphia’ydı. Biri Britanya’nın kereste ve balık deposuydu. Diğeri ise İngiltere’ye tahıl
sağlıyordu. Bağımsızlık Savaşı’nın ardından daha büyük bir imalat çeşitliliğinin geliştirilmesinde New
York’ta Boston ve Philadelphia’ nın saflarına katılırken, San Francisco ‘Altına Hücum’ döneminin
ardından doğmakta olan küresel ağ sisteminin geçit kapısı haline gelecekti. Amerikan sistemi, imalatı
esnek vasıflara dayanan açık bir süreç olmaktan çıkarıp değişmez rutinlere dayanan, kapalı bir süreç
haline getirdi. Amerikan kentlerindeki ticari kurumlar topluluğu, pazarların hiyerarşilerce içselleştirildiği
yoğun bir süreçten geçti. Bu bütünleşme süreci üç farklı şekilde gerçekleşti: Geriye doğru dikey
bütünleşme, yani bir imalatçının hammadde tedarikçilerini yutması; bir şirketin dağıtım sisteminin
birleşmesi anlamına gelen ileriye doğru dikey bütünleşme; ve son olarak da aynı sınai uzmanlık
dalındaki başka şirketlerin alınması anlamına gelen yatay bütünleşme. Amerikan sınai kurumları
rekabetten kaçınmak ve merkezi sistemi güçlendirmek için kendi aralarında birleşmişlerdi. ABD
yenilikçi inşaat tekniklerine başvurmanın yolunu açan 1871’deki büyük yangının etkisiyle
Chicago, çelik ve elektriğin inşaat sanayine girmesine öncülük etti. 1890’lara gelindiğinde
Chicago, dünyanın gökdelenler başkentiydi, New York’da hemen peşinden ikinci sırada yer
alıyordu.
1860’ların başında Amerikalılar dünyanın ilk modern savaşında birbirlerini top ve
tüfeklerle öldürürken, Çinlilerde dünyanın son geleneksel savaşında kılıçlar ve kargılarla aynını
yapıyordu. Geleneksel iç savaş yarattığı yıkım açısından modern benzerini çok geride bırakmıştı. Çoğu
açlık ve hastalıktan olmak üzere 20 milyon kişi öldü, batılı diplomat ve generaller Doğu Asya da bu
kaostan yararlanarak daha da güçlenerek çıktılar. California ile Çin arasında bir kömür ikmal istasyonu
arayan Amerikalı Tuğgeneral Perry, 1854’te Japonya’yı limanlarını açmaya zorladı. İngiltere, Fransa ve
ABD, 1858’de Çin’den yeni imtiyazlar elde ettiler. 1900’e gelindiğinde Çinli entelektüeller Japonların
açtığı yolu izleyerek batılı kitapları tercüme etmeye giriştiler. 1750 sonrası nüfus artışının Avrasya’nın
her iki ucunda farklı etkileri oldu. Çin’de refahı kutuplaştırır, siyasi krizleri besler ve yenilikçiliği
caydırırken, İngiltere’de yeni fabrikalara ucuz emek sağladı. Doğu dağılıp çökünce Batı Çin’in yapması
gereken sanayi devrimini yaptı, devrim Çin’de değil de İngiltere’de olduğu için Dünya mirasını Batı
devraldı.
Tarih, her şeye rağmen güçlü bir gelişim seyri düzenine sahip olan ve doğru gereçleri kullanan
kişilerin bunların ne olduğunu görebileceğini, hatta onları açıklayabileceğini öngörmekteyiz. Bu
gereçlerden üç tanesini ifade edecek olursak; ilki biyoloji, ikincisi sosyoloji ve üçüncüsü ise coğrafyadır.
Yaklaşık 1.8 milyon yıl önce Doğu Afrika’nın iklimi kurumaya ve Homo Habilis in yaşadığı
ormanlar yerini açık savanlara bırakmaya başladı, işte tam bu noktada maymun adamın yeni
türleri hünerli insanın yerini aldı. İklim değişimi nadiren basit bir süreçtir ve Homo Sapiens in
Afrika’nın Doğu ve Batısındaki ana yurdu 70 bin yıl önce daha yağışlı hale gelirken, Kuzey Afrika
kuruyup çölleşiyordu. İnsanoğlu küçük gruplar halinde bugünün Somali’sinden bir kara
köprüsüyle Arabistan’ın güneyine ilerlediler. M.Ö: 60 Bin e gelindiğinde Endonezya’ya ulaşmışlar
ve Avusturalya’nın güneyine kadar varmışlardı. Yaklaşık 45 bin yıl önce muhtemelen Mısır
üzerinden Güneybatı ve Orta Asya’ya, oradan da Avrupa’ya ikinci bir göç dalgası yayıldı. M.Ö. 15
Bin civarında insanlar Sibirya ile Alaska’yı birleştiren kara köprüsünü geçtiler ve M.Ö. 12 bine
gelindiğinde Şili’ye varmışlardı. Modern insan, Avrupa’ya M.Ö. 35 bin civarında girmişti. 1990
ların sonunda teknik ilerlemeler genetikçilere Y kromozomundaki çekirdek DNA yı inceleme
imkanı verdiğinde, insanlığın kökenine dair kanıtlanabilir verilere ulaştılar. Buzul çağının büyük
bölümünde Kuzey İspanya, Güney Fransa ve Doğu Avrupa, mükemmel av alanıydı ve Ren Geyiği
sürüleri yazlık otlaklardan kışlık otlaklara bu hat üzerinden geçiyordu. Yaklaşık 15 bin yıl önce
sıcaklıklar yükselmeye başladığında Ren Geyikleri kışın bu kadar güneye inmeyi bıraktı ve
avcılar onların peşinden kuzeye doğru yöneldiler.
Buzul çağında insanlar kamp kurmaya meyilliydi. Bulabildikleri bitkileri ve
öldürebildikleri hayvanları yiyerek oradan oraya yer değiştirip duruyorlardı. Büyük enerji zinciri
yerleşmeyi ciddi bir olanak haline getirince ocak ve ev bize daha çok hitap etmeye başladı. Keza Peru
dağlarındaki avcı-toplayıcılar da M.Ö. 11 bin civarında duvarlar inşa ediyor ve bunları sürekli temiz
tutuyordu. Bir bölgede kümelenme ve yerleşmenin en bariz kalıntıları arkeologların Hilly Flanks
(dağlık yamaçlar) adını verdikleri Güneybatı Asya’da Dicle, Fırat, Ürdün vadileri etrafında kıvrılan
bir kemerden gelir. Kalıcı köyler kemirgenler açısından kuralları değiştirdi. Lezzetli çöp yığınları
artık 7/24 bulunur hale gelmişti ve insanların burnunun dibinde yaşayabilen sinsi kemirgenler bu
yeni ortamda diğer saldırgan türlerden gizlenerek daha rahat yaşayabiliyordu. Ev kemirgenleri
sonu gelmez çöp armağanına, depolanmış gıdaya ve suya bağırsaklarını boşaltmak yoluyla
hastalıkların yayılmasını hızlandıracak biçimde karşılık verdiler. Kurt-çöp-insan etkileşimi bizim
köpek dediğimiz hayvanları yaratmıştı. Bunlar hastalık taşıyıcı kemirgenleri öldürmekle birlikte
kurtlarla bile savaşarak insanoğlunun en iyi dostu olmaya hak kazanmışlardı.
Tarıma geçişin ilk günlerinde, toprak bol ama iş gücünün nadir olduğu zamanlar, insanlar
genelde büyük alanları hafif şekilde işler, kadınlar ve erkekler birlikte çapa yapıp, otları ayıklarlardı.
M.Ö. 8 binden sonra Hilly Flanks’ te olduğu gibi toprağı daha yoğun bir şekilde işlemek, gübrelemek,
sabanla sürerek ve sulayarak her bir dönümden daha çok ürün elde etmek gelişmeleri yaşanmıştır.
Dünyanın bilinen en eski tahıl ambarları M.Ö. 9 bin civarında Ürdün’de yapılmıştır.
Yörüngesel değişim Dünya’nın Güneşten eskisinden daha çok elektro manyetik enerji
alması demek oluyordu. Fotosentez bu enerjinin büyük bir kısmını kimyasal enerjiye dönüştürdü.
(daha çok bitkiye) Metabolizma kimyasal enerjinin büyük bölümünü kinetik enerjiye (daha çok
hayvana) dönüştürdü ve çiftçilik insanlara bitkilerden ve diğer hayvanlardan kendi yararlarına
daha çok enerji elde etme imkanı sağladı. Bitkiler ve diğer hayvanlar gibi insanlar da bu fazladan
enerjilerini kullanacak önemli bir menfez olarak üremeye yöneldiler. Yüksek doğum oranları, yeni
köylerin mevcut toprağının her yerinde tarım yapılmasına varana dek büyüyebileceği anlamına geldi, bu
olurken açlık ve hastalık yükselmekteydi, ta ki doğurganlığı iptal edene kadar. Daha sonra enerji elde
etme ile tüketme arasında kabaca bir denge sağlandı. M.Ö. 7 bine gelindiğinde çiftçilik Hilly Flanks’e
tam anlamıyla hakim olmuştu. Hilly Flanks dışındaki en erken tarım topluluğuna geçen bölge Çin’dir.
Pirinç ekimi M.Ö. 8 bin- 7 bin 500 arasında Yangfze Nehrinde, Akdarı ekimi M.Ö. 6 bin 500 de kuzey
Çin’de başladı. Akdarı 5 bin 500 civarında, pirinç ise 4 bin 500 e kadar tamamen evcilleştirilmişti.
Domuzlar 6 bin- 5 bin 500 arasında evcilleştirildi. Kültür kabağı M.Ö. 8 bin 200 de Kuzey Peru’da
evcilleştirildi. Çin ve Yeni Dünya evcilleşme süreçlerinin Hilly Flanks’teki olaylardan bağımsız olduğu
kesindir ama Pakistan’ın İndus vadisindeki durum biraz daha az açıktır. Evcil arpa, buğday, koyun ve
keçilerin tamamı M.Ö. 7 binde bir anda ortaya çıkar ve bir çok arkeolog bunları Hilly Flanks’ten gelen
göçmenlerin getirdiğini düşünür.
Yeryüzünde 45 kiloyu aşan 148 büyük memeli türü yaşar. M.Ö: 1900 e gelindiğinde bunlardan
14 ü evcilleştirilmişti. Bu 14 memeliden yedisi Güneybatı Asya’nın yerli türüydü. Dünyanın en önemli 5
evcil hayvanından (koyun, keçi, sığır ,domuz ve at), at dışında hepsinin ataları Hilly Flanks’teydi. Doğu
Asya da evcilleştirilme potansiyeli olan 14 türden beşi, Güney Amerika’da ise sadece biri vardı. Kuzey
Amerika, Avusturalya ve Sahra altı Afrika’da hiçbiri yaşamıyordu.
M.Ö. 3500 e gelindiğinde dini önder olan şamanlar toplum içinde liderlik rolü üstlenmeye
başlamışlardı. Bazı kentlerde görülen 370 metrekareye varan büyük evlerde yaşıyorlardı. Arkeologlar
genelde bunları saray olarak adlandırırlar. Bu sarayların içinden çeşitli heykelcikler ve kaideler
bulunmuştur. Bu heykelciklerle ilgili iki şey arkeologları heyecanlandırmıştır. İlki bunların binlerce yıl
dayanacak şekilde yapma geleneğidir ve M.Ö. 1000 civarına tarihlenen Çin’deki bir sarayda bulunan
sivri uçlu şapkalı heykelciğin şapkasına Çince Wu karakteri resmedilmiştir. Wu ‘dinsel aracı’ anlamına
geliyordu. Arkeologlar bu heykelciklerin şamanları temsil ettiği sonucuna varmıştır. İkincisi bu
heykelciklerin bir çoğunun belirgin şekilde Çinlilere değil beyaz ırka (Caucasian) benzemesidir. Bu
heykelciklerin benzerleri, daha sonra İpek Yolu haline gelecek olan, Çin’i Roma’ya bağlayan yol
boyunca Anban ‘dan Orta Asya’daki bir çok yerde bulunmuştur. Şamanizm Sibirya’da bugün bile gücünü
korumaktadır. Anban heykelcikleri M.Ö. 4 bin civarında Orta Asya’nın şamanlar üzerinden Çin’i
otoriteleri altına aldığını göstermektedir. Beyaz ırk özellikleri taşıyan tarım havzasındaki mumyalar,
insanların M.Ö. 2 bin de Orta ve Batı Asya’dan Çin’in kuzeybatısına geldiğini kanıtlamıştır. Mançurya’ da
yapılan bir keşif kazısında, M.Ö. 3500- 3000 arasında yapılmış olan 5 kilometrelik bir alanı kaplayan
dinsel sit alanları kümesi bulunmuştu. Çeşitli hayvan ve insan heykellerinin bulunduğu, odalarına
ilaveten 18 metre uzunluğunda bir koridora sahipti. İnsan heykelciklerinin gözleri mavi idi. Mavi gözlerin
Çin’de nadir olduğunu düşününce bu insan heykellerinin beyaz ırktan olduğu tespit edilmiş ve Anban
heykelcikleri ile tarım havzası mumyalarıyla ilişkilendirilmiştir.
Görelilik kuramı kütle çekiminin ışığı büktüğünü söyler. Yani kuram doğruysa Güneş’in
Dünya ile bir başka yıldız arasından her geçişinde Güneş’in kütle çekimi, o yıldızdan gelen ışığı
bükerek, yıldızın hafifçe yer değiştirmiş gibi görünmesine yol açar. Görelilik kuramı kainattaki
enerji hareketlerini ve bu enerji hareketlerinin Dünya üzerinde yaşayan canlılara etkilerini
anlamamıza yardım eder. İnsan bir enerjidir ve enerji temini toplumsal gelişmenin temelidir.
Dolayısıyla toplumsal gelişmenin en önemli adımı enerji elde etmedir. Bitki ve hayvanlardan asker ve
denizcileri besleyecek enerjiyi, rüzgar ve kömürden gemileri yürütecek enerjiyi ve patlayıcılardan topları
düşman kalesine fırlatacak enerjiyi elde edemeseydi insanoğlu, hiçbir fetih gerçekleşemez, hiçbir
toplumsal gelişim düzeyi sağlanamazdı. Bu enerjiyi toplumsal gelişmenin katalizatörü yapacak olgu ise,
enerjiye sahip olan insan kitlesinin örgütlenme kapasitesidir. Toplumsal gelişmenin başladığı kentleri
idame etmek ve gelişmeyi sürdürülebilir kılmak akla durgunluk veren bir örgütlenmeyi gerektirir.
Roma’nın M.Ö. 1 yy’da 1 milyon sakini vardı. Aynı zamanda bazen yönetimi durma noktasına getiren
sokak çeteleri vardı ve ölüm oranları çok yüksekti. Bu nüfus sayısı her ay kırdan binden fazla insanın
Roma’ya göç etmesiyle korunabiliyordu. Yine de Roma’nın bütün kokuşmuşluğuna rağmen kentin
idamesini sağlayan örgütlenme, daha öne hiçbir toplumun başaramadığı kadar muazzamdı. İşte bu
nedenle sosyal bilimciler düzenli olarak kentleşmeyi, örgütlenme yeteneğinin bir ölçütü olarak kullanır.
İngilizler fiziksel enerji üretim onu örgütlemenin yanı sıra akıl almaz miktarlarda bilgiyi işlemek ve iletmek
zorluluğunu örgütlenme yetenekleri ile aşmışlardır.
Mezopotamyalılar örgütlenme gücünün farkına vararak daha fazla kişinin birlikte çalışmasıyla
daha büyük sulama sistemlerini işletebileceğini ve ürünler hazır olana dek taşkın sularını
depolayabileceklerini hesap etmişlerdir. Toprağı kazıp bakır çıkartmak için daha fazla madenci,
süslemeler, silahlar ve aletler yapmak için daha fazla demirci, bu malları götürüp satmak için de daha
fazla tüccar besleyebilmişlerdi. M.Ö. 3000 e gelindiğinde az miktarda kalay ve bakırın alaşımı olan tunç
silahlar da ve çoğu alet de taşın yerini alarak savaşçıların ve işçilerin etkinliğini son derece arttırdı. İşte
bu noktaya gelmek örgütlenmeyi gerektiriyordu. Bunun yanıtı olarak ta çözüm merkeziyetçi yönetim
oldu. Örgütlenme Hilly Flanks’teki ve Sarı Nehir kıyı boylarındaki köyleri kentlere, devletlere ve
imparatorluklara dönüştürdü, örgütlenemeyenlerin ise çöküşüne yol açtı. M.Ö. 3100 civarında Nil Vadisi
belki birkaç milyon uyruğuyla dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük krallıkta birleşmiştir. Firavunlar
bütün Nil Vadisinden yerel seçkinlerle işbirliği yaparak onları yöneticileri haline getirmekteydi. Firavunlar
stratejik konumdaki Memphis’te yeni bir başkent inşa edince bölgenin soyluları onlara geldi. Firavunlar
da onlara himayeler dağıttı. Firavunlar iktidarlarını güçlendirmek için sembolik bir dil de yarattılar. M.Ö.
2700 de kral Coser in sanatçıları 500 yıl boyunca varlığını koruyan hiyaroglifleri oymak ve tanrı kralları
temsil etmek için üsluplar geliştirdiler. Coser ölümsüz bir varlığın ölümündeki teolojik hassasiyetin
farkındaydı. Kutsal naaşı muhafaza etmek üzere Mısır Krallığının nihai simgesini tasarladı:
Piramit. Kral Kufu’nun (Keops) M.Ö. 2550 civarında inşa edilen 137 metre yüksekliğindeki büyük
piramidi, M.S. 1880 de Almanya’daki Köln Katedralinin inşa edilmesine kadara dünyanın en
büyük binası olarak kaldı. Ekolojik sorunlara yanıt olarak insanlar kentleri yaratmışlardı. Kentler
arasındaki rekabete yanıt olarak tanrıların veya tanrısal kralların hükümdarlığında ve bürokrasilerin
idaresinde milyonluk güçlü devletleri yaratmışlardı. Bazı rahipler dinsel hiyerarşiyi ve tanrıların
çıkarlarını krallardan bağımsız kılan (Tapınak Kenti) kuramını ortaya attılar. M.Ö. 2440 civarında bir kral
kendisini koruyucu tanrısının oğlu ilan etti ve Uruk şehri kralı Gılgamış’ın ölümsüzlük arayışıyla nasıl
dünyanın ötesine yolculuk etmiş olduğuna dair şiirler söylenmeye başladı ve bu şiirler dünyanın
günümüze ulaşan en eski edebi başyapıtı olan Gılgamış Destanında birleşti. M.Ö. 2350 civarında
devrimler, darbeler ve fetihler baş gösterdi. 2334’te Sargon adında bir adam Akad adında bir kent kurdu.
Bu şehir Bağdat’ın altında yatıyor olabilir. Sargon 5 bin askerlik bir ordu ile Suriye ve Lübnan’ı
yağmaladı. Girit’te insanların saraylar inşa etmeye koyulması, Malta’da heybetli taş tapınakların
yükselmesi ve İspanya’nın güneydoğu kıyısında müstahkem kentlerin kuruluşu gerçekleşti. M.Ö: 2330 a
gelindiğinde Sümer ve Mısır’daki iki batı çekirdeği Hilly Flanks’teki özgün çekirdeği gölgede bırakmış
durumdaydı. Suriye ve Doğu Akdeniz’in yanı sıra İran üzerinden günümüzün Türkmenistan’ına kadar
basit çiftçi köyleri yerine bir kentler ağı kuruldu. M.Ö. 2160 civarında Aşağı Mısır’da yeni bir hanedan
için darbe hazırlandığı sırada, kırsal bölgeleri terörize eden düzinelerce bağımsız bölgesel hakim ve
Asyalı çete vardı. Mısır, Anadolu ve Hilly Flanks’te öylesine çatışmalar ve iktidar darbeleri meydana
geldi ki kent devletlerine bölünmeler gerçekleşti. Mezopotamyalı hükümdarların hiçbiri M.Ö. 2 bin
sonrasında bir daha tanrısallık iddiasında bulunmadılar.
Günümüzde Ukrayna olan yerdeki çobanlar (Kıpçak Türkleri) M.Ö. 4 bin civarında atları
evcilleştirmişlerdi, 2 bin yıl sonra günümüzde Kazakistan olan yerdeki at terbiyecileri de bu
güçlü hayvanlara koşun vurarak hafif, iki tekerlekli savaş arabalarına koşmaya başladılar. Savaş
arabalarının avantajları, dönemin düzenli orduları karşısında çok açık bir avantaj sağlamıştır. İyi
eğitimli savaş arabası askerlerinden bir birlik kurmak, tamamen piyadeden oluşan orduların hiyerarşi
düzeninde kaos yaratarak tümüyle yeni bir seçkinler grubunu güçlendirecekti ve kudretini arttırmıştır.
Kafkaslardan göç etmiş Kuzeyli Hurriler, bozkır bağlantıları ile yeni silahlara kolayca erişmiş, gevşek
toplumsal yapıları ile de yeni sistemleri diğer kavimlere göre daha hızlı benimsemişlerdir. Bu sayede
Mezopotamya ve Suriye’de etkili olmuşlardır. Ne Hurriler, ne Batı İranli Kassiler, Anadolulu Hititler,
günümüz İsrail ve Ürdününden Hiksoslar ve Yunan Mikenler Mısır veya Mezopotamya kenti Babil kadar
örgütlüydü. M.Ö. 1720’de Hiksoslar Mısır’a geldiler ve kendi kentlerini kurdular ve M.Ö. 1674’te tahtı ele
geçirdiler. M.Ö. 1500 e gelindiğinde Hurriler Mitanni adlı bir krallık kurmuşlar, Mikenler ise Girit’i
fethetmişlerdi. M.Ö 1350-1320 arasında Hititler ve Asurlular Mitanni’yi yuttular. M.Ö. 1274’te uzun
süredir soğuk savaş olarak devam eden ve döneminin dünya egemenliği savaşı veren Mısır ile Hitit
devletleri Kadeş’te savaşa giriştiler. Mısır Firavunu II. Ramses tuzağa düşmüştür. Kayıtlar Ramses’in
Hitit pususundan kıl payı kurtulduğunu anlatır. Bu savaştan sonra altın arayışıyla güneye yönelen Mısır
orduları yerli devletleri ezip geçerken, tapınaklar inşa ettiği bugünkü Sudan’da izler bırakmıştır. M.Ö.
1500’lerden sonra Batı çekirdeği yeni bir genişleme çağına girmiştir. MÖ 1100’e gelindiğinde Mısır
dağılmaya başlamıştı. MÖ 1000’e gelindiğinde insanlar, 250 yıl öncesine göre daha az enerji elde
ediyorlardı. Daha küçük kentlerde yaşıyor, daha zayıf ordular kuruyorlar ve daha az yazı yazıyorlardı.
Sibirya ve Hazar Medeniyetleri
Türklerin ilk anayurdu Altay - Sayan dağlarının kuzeybatısı, Tanrı dağlarının kuzeyi, Hazar
Denizi’nin doğusu, Sibirya steplerinin güneyi olarak belirlenmiştir.Orta Asya, günümüz itibarıyla
denizlerden uzak olduğu için karasal bir iklime sahip olsa önceden bir iç deniz konumunda bulunup,
oldukça verimli topraklara ev sahipliği yapmıştır. Nitekim ileriki bölümlerde Türk milletinin Haplogrup’u
olan R Haplogrubunun nasıl Ortaasya’ya gelip, R1 ve R2 diye ayrıldığını ve Türklerin hangi göç ve iskan
yollarını takip ettiklerini belirteceğiz.1 Türklerin etgonenez etkisi altında kaldıkları bu coğrafya, onların
göçebe hayat tarzını benimsemelerine ve mücadeleci bir karaktere sahip olmalarına neden olmuştur.
Kültürün doğuşunda, coğrafi durum ve insan unsuru başlıca rol oynadığından insanlar ancak yaşadıkları
bölge koşullarının etkisi altında kendi kültürlerini kurmaktadırlar.Orta Asya’da yapılan kazılar sonucunda
M.Ö. 5000 yıllarına kadar uzanan kültürlere rastlanmış ve bölgede kurulan Türk devletleri bu
kültürlerden etkilenmekle birlikte kültürü oluşturmuşlardır.
Anav kültürü (M.Ö.4500–M.Ö.1000), Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat yakınlarındaki Anav
bölgesinde ortaya çıkarılmıştır. Orta Asya’nın en eski kültürü olan Anav bölgesinde yapılan kazılar
sonucunda insanların, Yerleşik hayata geçtikleri, Tuğladan yapılmış evlerde oturdukları, Dokumacılığı,
topraktan ve bakırdan eşya yapmayı bildikleri, Koyun, keçi, sığır ve deve besledikleri, Tarımla
1
Etnogenez Konulu Bölüme Baknz.
uğraştıkları tespit edilmiştir. Afanasyevo Kültürü (M.Ö. 3000 – M.Ö. 1700)Altay ve Sayan dağlarının
kuzeybatısındaki bozkırlarda gelişmiş en eski Türk kültürüdür. Bölgede yaşayan insanların, avcılık,
hayvancılık faaliyetleriyle uğraştıkları, taştan ve bakırdan eşyalar yaptıkları tespit edilmiştir. Bu kültür
çevresi geniş bir alanı etkileyerek Orta Asya uygarlığının temelini oluşturmuştur. Andronova Kültürü
(M.Ö. 1700 – 1200)Altay – Tanrı dağları, Güney Sibirya ve Hazar’ın doğusuna kadar uzanan bölgede
gelişmiş bir kültür çevresidir. Afanasyevo kültürüne benzeyen ve daha ileri bir seviyeye ulaşan
Andronova kültüründe bakır araçların yanında tunçtan ve altından yapılmış araçlara da rastlanmıştır.
Eşyalarını hayvan figürleriyle süsleyen bu kültür çevresinde yaşayanlar atı evcilleştirmişlerdir. Karasuk
Kültürü (M.Ö. 1200 – 700)Bu kültür adını Yenisey ırmağının kollarından biri olan Karasuk nehrinden
almıştır. Orta Asya uygarlığında demir ilk defa bu bölgede işlenmiştir. Keçeden dokunan çadırlarla örtülü
dört tekerlekli arabaların kullanıldığı tesbit edilmiştir. Tagar Kültürü (M.Ö.700–100)Abakan bölgesinde
ortaya çıkarılan bu kültür çevresi, bölgedeki kültürlerin en gelişmiş olanıdır. Bu kültür bölgesinde, iki
yüzlü keskin hançerler, ok uçları, iğne, bilezik, küpe ve tarak gibi eşyalara rastlanmıştır. Türklerin atı
evcilleştirmeleri ve tekerleği kullanmaları çok uzak bölgelere göç etmelerine yardımcı olmuştur.
Tarihi değiştiren tek bir dâhinin eylemlerinden çok, çaresiz insanların en iyi çözüme ulaşana
kadar karşılarına çıkan her fikri denemeleri olarak görülmektedir. Ya merkezileşeceklerdi yada yok
olacaklardı; yerel reisleri denetim altına almayı başaramayan hükümdarlar, başarabilenler tarafından
ezildi.
Doğu’da Çin’de Qin İmparatorluğu ile Batı’da Roma İmparatorluğu, pek çok ortak yöne sahiptir.
Aynı dönemde her ikisi de eski bir çekirdekte öncü niteliğindeki örgütlenme yöntemleri birleştirmesiyle,
geri kalmışlığın avantajlı olmasının olağanüstü örneğiydi; her ikisi de milyonlarca kişiyi öldürdü,
köleleştirdi ve mülksüzleştirdi. Ayrıca her ikisi de toplumsal gelişimi daha önce görülmemiş seviyede
hızlandırdı. Bu iki imparatorluk, kan ırmakları kuruduğu zaman emperyalizmlerinin hem doğu hem
batı’da çoğu insanı daha müreffeh kıldığı, şiddet paradoksu denilmekte olan olguyu örnekliyorlardı. Her
ikisi de ordularını toplama, silahlandırma, besleme ve yerini doldurmada rakiplerinden üstünlerdi. Roma
İmparatorluğu için devamlı suretle yapılan ‘Kurt’ benzetmesi, tarihsel açıdan çok önemlidir. Özellikle
kuruluş aşamasında ve ilk örgütlenme ve devlet yapısının oluşturulmasında hangi yönetim geleneğinden
gelmekte olduklarını anlatmaktadır. Her iki imparatorlukta, kurduğu su ve kara yolları ağıyla, toplumsal
gelişimin ‘yollar’ üzerinden gidebileceğini uygarlık tarihine kanıtlamışlardır. Roma’nın Kartaca ile giriştiği
Akdeniz’e ve dolayısıyla Akdeniz Ticaretine egemen olma savaşı, bugün dahi devletlerin bölgedeki
çatışmacı tutumlarını açıklar niteliktedir. Roma’nın en büyük sıkıntısı gevşek bir devlet yapılanmasına
sahip ve bir Ticaret İmparatorluğu olarak deniz ve kara yollarını hakimiyeti altına alarak birleştirip
ticaretle birlikte toplumsal gelişimi sağlamanın dezavantajı olarak senatoya girmiş zengin ihtiyarlar, köle
orduları, zafer sarhoşu güçlü generallerin patırtıları ile baş edememesiydi. Elbette Çin ve Roma’nın
benzer sorunlara farklı çözümler geliştirdiler. Çinli hükümdarlar orduyu pasifize ederken, Roma’lılar
denetimleri altına alarak, akrabalarını komuta kademelerine getirdiler. Roma’, artan asker ve savaş
gereci ihtiyacını, sikkedeki değerli maden miktarını düşürmekte buldu. (Osmanlı’da aynı yola
başvurmuştur) Çin’in tersine Roma, 2.yy’da sınır savaşlarını kazandılar. Kuzey Çin ve Batı Roma’nın
eski zengin aristokrat ailelerinin birçoğu hazinelerini ve mahiyetlerini de yanlarına alarak Jiankang veya
Konstantinopolis’e kaçtılar. Bizans’ın en önemli savaş gücünü, zaman zaman büyük savaşlar için
kiralanan Türk Süvarileri oluşturuyordu.
MS 900’lerle birlikte dünyanın yörüngesinin kaymayı sürdürmesiyle atmosfer basıncı
kara kütlesi üzerindeki basıncını arttırıp, Atlantik okyanusundan Avrupa’ya esen batı rüzgarlarını
ve Hint okyanusundan Güney Asya’ya esen musonları zayıflattı. Avrasya çapında hava
sıcaklıkları yaklaşık 17 derece yükseldi. Yağışlarda azaldı. Kuzey Avrupa’da bu ısınma
neticesinde 1000-1300 yılları arasında nüfus iki katına çıktı. Müslüman İmparatorluğu’nda nüfus
azaldı. Mısır, 1000’li yıllarda batı’daki toplumsal gelişmeyi en fazla göstermiş bölgeydi. 960’da
bugünkü Özbekistan’da 200.000 aileden oluşan Karluk Türkleri toplu halde Müslüman oldular.2
Karluklar kendi Karahanlı İmparatorluğunu kurarlarken, bir diğer Türk boyu olan ve göç sonrası
Müslümanlığa geçen Selçuklular, İran’ı, Bağdat’ı ele geçirip Bizanslıları Anadolu’nun tamamından Batı
Anadolu’ya sürüp, Fatımileri de Suriye’den çıkardılar. Bu göçebe beyler yeni geldikleri ve savaşlarla
geçen zamanlarında ticareti ve toplumsal gelişme konusunda bir ilerleme kaydedemediler. Kentler
küçüldü, sulama kanalları alüvyonlarla doldu, sınır köyleri terkedildi. Ortaçağ ısınma dönemi sebebiyle
de tarım yapmak hayli zahmet gerektiriyordu. Ortaçağ ısınma döneminin kapanmaya yüz tutmaya
başladığı zaman, çiftçilerin bir zamanlar orman olan çok geniş toprakları sürmeye başlamış
olması Batı Avrupa ormanlarının belki yarısının kesilmesine yol açmıştır. Vikinglerin soyundan
gelen Normanlar Fransa’da şefleri Rollo’nun 912’de Hristiyanlığı benimseyerek kendisini bugün
Normandiya olarak bilinen bölgenin kralı ilan etti. Ceneviz tüccarların desteğinde 1099’da
Kudüs’te birleşen Fransız ve Norman şövalyelerinin ittifakı kutsal kent Kudüs’ün surlarını
yardı.312 saat boyunca yapılan katliamlar sonucunda Yahudiler diri diri yakılırken, Müslümanların
bedenleri diri diri parçalandı. Kudüs’ün Hristiyan krallığı 1187’de Türk süvari ve komutanlarının
egemenliğindeki Müslüman ordusunca geri alınıncaya dek sürekli kan kaybetmiştir.
Konstantinopolis’te nüfus 1453’teki Osmanlı yağmasından sonra 50 bine düşmüştü.
Fakat imparatorluğun başkenti haline geldiğinde, özellikle 1600’lerde kentte 400 bin kişi yaşıyordu. 15
2
3
İlk Müslüman Türk Kralı, Bulgar Kralı Akmeniş’tir. (Bir Kıpçak Prensidir)
Güncel bir çalışma için National Geographic Türkiye Aralık 2008 sayısına bakılabilir.
asır öncesinin Roma’sı gibi Konstantinapol de beslenmek için Akdeniz’in dört bucağının ürünlerine
ihtiyaç duyuyordu. Osmanlı padişahları bir ayakları Batı çekirdeğinde, bir ayakları bozkırlarda tutarak
imparatorluğu güçlendirebilmişlerdi. 1527’de Sultan Süleyman, ordusunda bulunan çoğu geleneksel
göçebe tarzı aristokrat okçular olan 75 bin sipahi ve silahşor olarak eğitilen ve topçu kuvvetleriyle
desteklenen 28 bin yeniçeri ile iftihar ediyordu. 15. yy da Yeniçeriler genellikle merkeziyetçi hükümeti ve
kozmopolit kültürü himayeden yana oldular. 16. Yy da aristokrasiye, iktidarı devralmaya ve İslamı teşvik
etmeye meylettiler. Orduyu beslendiren ve güçlendiren şey yağmaydı. Avrupa’yı kısmen birleştiren
Habsburg Hanedanı veya Batı Türkleri olan Osmanlılar Avrupa’ya tam anlamıyla
hükmedebilseydiler sanayi devrimi asla olmayacaktı. Elbette ki 1600’de Peru’daki bir yanardağ
patlamasının atmosferde oluşturduğu kül tabakası nedeniyle küresel soğumaya veya
serinlemeye meyleden dünya iklimsel bir baskının altında savaşların artması, tarımsal üretimin
düşmesiyle yoğun bir gıda ve üretim maddelerine ihtiyaç duymuş fakat bu ihtiyaçlar tedarik
edilemeyince devletler nezdinde krizler meydana gelmiştir. 1640’lar neredeyse her yerde
hükümdarlar açısından kabustu. Mutlakiyetçilik karşıtı isyanlar Fransa’yı felç etti ve İngiltere’de
parlamento saldırgan kralıyla savaşa gidip onun kafasını kesti. Osmanlı’da Yeniçeriler din
adamlarıyla ittifak kurarak 1648’de padişah Deli İbrahim’i idam ettiler. Yeniçeriler 1622’de de
padişah II. Osman’ı gene din adamlarıyla ittifak kurarak öldürdüler. 1644’te Pekin düştü, son
Ming İmparatoru sarayının arka tarafındaki bir ağaca kendisini astı.
Bir çok bilim adamı Batı dünyasının küresel hakimiyeti üzerine görüş bildirse de nihai
olarak hakimiyette öncü rolü oynayan unsurun iklim koşulları olduğu tespit olunmuştur. Canlandırıcı
hava şartlarının Avrupalılara verdiği beden ve zihin dinçliği onları sabırlı ve azimli kılarak meşakatli
işlerde vasıflı hale getirirken, sıcak iklimlerin insanlarının efemineliği daima onları köleliğe mahkum
eder. İşte bu yüzden Ortadoğu ve GüneyAsya’da da hiçbir zaman üstlerinden silkip atamadıkları bir kul
ruhu hüküm sürer.(s. 548) Arada sırada tek ir yıl, ayağımızın altındaki toprağı adamakıllı değiştiriyor gibi
görünür. Batıda 1776 işte böyle bir zamandı. Amerika’da bir vergi devrimi ihtilale dönüştü, Glasgow’da
Adam Smith ekonomi politiğin ilk ve en büyük eseri ‘’Milletlerin Zenginliği’’ni tamamladı, Londra’da
Edward Gibbon’ un ‘’Roma İmparatorluğunun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi’’ kitapçılarda satılmaya başlandı
ve bir gece içinde büyük sansasyon yarattı. Batı Avrupalılar planlı olmaktan çok, tesadüf eseri yeni
okyanus imparatorlukları kurdular ve yeni Atlantik ekonomileri toplumsal gelişmeyi tırmandırdıkça
tümüyle yeni zorluklar yarattı. 18. Yy da batılılar bu zorlukları yerle bir ettiler, enerji satarak daha önce
baş gösteren bütün gelişmeyi gülünç bir taklide dönüştürdüler. Batı Avrupa içinde Kuzeybatı,
Güneybatıdan daha iyi konumdaydı. Kuzeybatı içinde de İngiltere hepsinden iyi konumdaydı. 1770’e
gelindiğinde İngiltere diğer her ülkeye kıyasla yalnız daha yüksek ücretlere değil, daha çok kömüre,
daha güçlü maliyeye ve tartışmalı olsa da daha açık kurumlara sahipti. Ancak Hollandalılar ve
Fransızlarla yaptığı savaşlardan galip çıktığı için bunların yanı sıra en çok sömürgeye, ticarete ve savaş
gemisine sahip olan da oydu. İngiltere yerine Fransa, Hollanda, Belçika veya Lüksemburg dünyanın
atölyesi haline gelmiş olsaydı, sanayi devrimi daha ağır ilerleyerek belki 1770’ler yerine 1870’lerde
patlak verirdi. Bugün yaşadığımız dünya farklı olurdu ama Batı Avrupa gene de ilk sanayi devrimini
yapmış ve Batı hala hükmediyor olurdu fakat belki İngilizce değil, Fransızca daha yaygın bir dil olurdu.
Elbette ki daha başta söylediğimiz üzere Çin de M.S. ilk bin yıl içinde coğrafi keşifler yönetim tarafından
kesilmemiş olsaydı bugün Doğu egemenliğinden bahsediyor olurduk. Romalıların ve Çinlilerin başarısız
olduğu yerde Batı Avrupalıların başarılı olmasının nedeni üç şeyin değişmiş olmasıydı: İlki teknoloji
birikmeye devam etmişti. İkincisi teknolojinin birikmiş olması sonucu tarımsal imparatorlukların artık etkili
silahlarının bulunuyor olmasıydı. Üçüncüsü gemilerin ticarette etkin rol oynayabilmesiydi. Daha önce
ifade ettiğimiz üzere dünyadaki belirli gelişmeler çok kısa bir sürede, bir anda gelişebilmekteydi. Örneğin
1869’da açılan Süveyş Kanalı, 1869’da tamamlanan San Francisco-New York demiryolu hattı ve
1870’de bitirilen Bombay-Kalküta demiryolu hattı gibi. 1860’larda Çinli ‘’Kendini Güçlendirme’’ ve Japon
‘’Uygarlaşma ve Aydınlanma’’ hareketleri, Batının en iyi yönleri olarak gördükleri ne varsa almaya; bilim,
devlet, hukuk ve tıp üzerine Batılı kitapları Çince ve Japoncaya çevirmeye ve araştırma yapmaları için
Batıya heyetler göndermeye başlamışlardı. Tıpkı Osmanlı’nın 1856 Tanzimat Fermanı ve yenileşme
hareketinde olduğu gibi. M.Ö. 1. Bin yılda Doğulular ve Batılıların tamamı savaşları yönetmekte en etkili
örgütlenmelerin hanedan imparatorlukları olduğunu öğrenmişti. İlk giden Çin’in Qing hanedanıydı.
Akabinde Rusya’nın Romanov hanedanı sona ermiştir. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1917’de iktidardan
inmiş ve 1918’de Bolşevikler hepsini vurmuştu. Almanya’nın Hohenzollern’leri ve Avusturya’nın
Habsburg’ları ellerini çabuk tutarak, Romanov’ların kaderinden ancak kendi yurtlarına kaçarak
kurtulabildiler. Türkiye’de Osmanlılar ancak 1922’ye kadar direnebildiler. 1.Dünya Savaşı
Avrupa’nın arkaik hanedan imparatorluklarını temizleyerek ve Çin’i her zamankinden de zayıf
bırakarak Batı hakimiyetini pekiştirdi. Galipler Fransa ve İngiltere gözüküyordu. İngiltere, Alman
sömürgelerini bünyesine katarak bir yandan okyanus imparatorluğunu Afrika, Pasifik ve eski
Osmanlı İmparatorluğunun petrol yataklarına doğru daha da uzaklara genişletirken bir yandan da
Doğulu müttefiki Japonya’ya kabadayılık ederek Japonların ele geçirdiği Alman sömürgelerinin
çoğunu devralmıştı. 1919’a gelindiğinde dünyanın kara kütlesinin üçte birinden çoğu ve
nüfusunun neredeyse üçte biri ya Londra ya da Paris’ten yönetilir olmuştu. 1929’a gelindiğinde
ABD 15 milyar doları aşan yabancı yatırıma sahipti. Bu miktar 1913’te Britanyalıların sahip
olduğu kadar bir miktardı ve küresel ticaretleri neredeyse yüzde 50 daha fazlaydı. Kapitalist
sanayi 1928-1937 arasında çökerken Stalinli Sovyetlerin çıktısı dört katına kadar yükseldi.
Japonya’nın ekonomisi 1930’larda yüzde 72 büyüdü, çelik çıktısı 18 katına çıktı fakat maliyetleri
yüksek oldu. 1940’a gelindiğinde fethin Japonya’nın sorunlarına yanıt olmadığı anlaşılmış, zira savaş
kaynakları ele geçirilenden daha hızlı bir şekilde tüketiyordu. Hitler bütçe açığı devlet mülkiyeti ve
silahların modernleştirilmesi, 1930’larda işsizliğe köklü çözüm olarak sanayi çıktısını ikiye katladı. Hitler
okyanus imparatorluklarını mağlup ederek Almanya’nın Batı kanadını sağlama aldıktan sonra Doğu
Avrupa’nın Slavlarını ve Yahudilerini güçlü kuvvetli Ari çiftçilerle ikame etme planını açıkça duyurdu.
Hitler, Napolyon’un bir yankısıyla Manş denizinden Moskova’nın karlarına ve Mısır’ın çöllerine
yöneldi. Nitekim enerjisi bitti ve petrol kaynakları tükenince tarihteki yerini aldı. Washington’ın
İsrail’i vekil devleti haline getirmesi Arap devletlerini Sovyetlere yanaşmaya itti. İsrail 1973’te
Arap saldırısını püskürttüğü zaman Arap petrol ambargoları ve fiyat yükseltmeleri büsbütün yeni
bir durum olan eş zamanlı durgunluk ve enflasyon anlamına gelen stagflasyon canavarını ortaya
saldı ve uygarlık tarihi milenyumla birlikte Amerika’nın yazmaya başladığı bir kitap haline geldi.
Toplumsal gelişimin kişi iradesinden ve inanç sistemlerinden bağımsız olması, düşünce
üzerindeki baskıyı, bu baskıyı uygulayan kişilerin etkisini, inanç sistemlerini ya da hukuk
düzenini elbette önemsiz kılmayacaktır. Gerçek belirleyici, toplumsal gelişimin bağımlı olduğu
ekonomiye dayalı nesnel kurallardır. Batı toplumlarına yön veren belirleyici unsur, din ya da ona
bağlı inanç sistemleri değil, ekonomik ilişkilerin biçim verdiği sosyal zorunluluklardı. İnanç
sistemleri toplumsal düzeni değil, toplumsal düzen inanç sistemlerini belirledi. Avrupa’da 2 bin
yıl içinde, mezhep ve tarikatlarıyla üç tür Hristiyanlık ortaya çıktı. Köleci dönemde barışçılığa ve
eşitliğe, feodal dönemde mutlak kilise despotizmine, kapitalist aşamada ise sermaye ve ticaretin
kutsallığına dönüşen bir Hristiyanlık yaşandı. Batı Avrupa kapitalizmi doğudan aldığı bilim ekonomiksosyal gelişime hizmet eden somut uygulamalara dönüştürdü ve bu tutumu siyasal sisteme yön veren
politikanın temeline yerleştirdi. Batı, gelişirken geliştirtmeyen bir baskı politikasını çoğu kez askeri güç
kullanarak uluslararası ilişkilere egemen kılmayı başardı. Doğudan Batıya giden bilim doğuya
teknolojik tehdit olarak dönerken, doğunun zenginlikleri serbest ticaret karı olarak Batıya
akmaya başladı. Doğu için yoksulluk bilimsizliği, bilimsizlik geriliği üretti.
Reform hareketi, bir inanç sorunu değil, inanç üzerinden yürütülen bir sınıf
mücadelesidir. Burjuvaların feodalizmi temsil eden Katolik düşüncesine karşı, kendi çıkarlarını
temsil eden yeni bir Hristiyan inancına gereksinimi vardı. Protestanlık (Alman), Calvinizm
(Fransa), Anglikanizm(İngiltere) ile birlikte böyle ortaya çıktı ve bu sürece ‘ Dinde yenilenmeReform-‘ adı verildi. Reform hareketinin özü, kilise var olmalı ancak burjuvazinin sınıfsal
çıkarlarına uygun davranmalıydı. Katolik kilisesine karşı savaş açan Alman papaz Martin Luther’e
göre insanın kurtuluşu törensel ayinlerle değil, inancın dünyevi işler için kullanılmasıyla sağlanırdı.
Katolik kilisesi ‘’köle emeği sömürüsünü’’, Protestanlık ve Calvinizm ‘’üretimde el emeği kullanımını’’
nasıl Tanrıya onaylatmışsa, Anglikan kilisesi de ‘’sömürge ticaretini’’ öyle Tanrıya onaylatıyor ve dini
İngiliz İmparatorluğunun çıkarlarını savunan bir doktrin haline getiriyordu.
Batı Avrupa’da Merkantilist devletçilikle başlayan fizyokrat liberalizmiyle gelişen ve sanayi
devriminden geçerek 20. Yüzyıl tekelci kapitalizmine ulaşan uzun ve kapsamlı bir gelişim süreci
yaşandı. Bu 500 yıllık dönemde kültürel ve sosyal ilerlemeler sağlanmıştır. Batı Aydınlanmasının en
belirgin özelliği gelişmelerin Avrupa’nın çıkarlarında kullanılmasıdır. Batı aydınlanmasının kapsam ve
içerik olarak zenginliği ne kadar gerçekse, çıkarın belirlediği bu sınır da o kadar gerçektir. Batı’nın elde
ettiği ekonomik ve kültürel gelişme bu sınırın kalın bir çizgiyle çizilip politik olarak uygulanmasına
dayanır. Batı dünyasının belirli gelişim virajları vardır. Rönesans ve reform gibi 1689 Haklar Bildirisi’de
bunlardan birisidir. Haklar Bildirisi bilimin olduğu kadar ekonomik örgütlerin de önünü açan entelektüel
bir ortam oluşturduğu, bilim ve ekonomik örgütlenme birlikte gelişti. 1689 yılında İngiliz kralı III. William
dinsel hoşgörü yasası ile kiliseye, Haklar Bildirisi ile burjuvaziye ayrıcalıklar vererek batı
aydınlanması sürecine yeni bir ivme kazandırmıştır. İngiltere ve Almanya’da anti feodal
mücadele, çatışmalı dönemler içermesine karşın ağırlıklı olarak evrimci bir yol izlerken,
Fransa’da aristokrasiye ve feodalizme karşı işçilerin ve diğer halk kesimlerinin toplumsal ve
siyasal mücadeleye katılmış olmaları nedeniyle devrimci bir nitelik kazanmıştır. Fransız siyasi
sistemi ve partileri, 1789 devrimi ile başlayan 1830-1848, 1870 ayaklanmalı ile süren ve bu
ayaklanmaların ezilmesinin yarattığı birikim üzerine kurulmuştur. Devrim- Karşıdevrim, TutuculukDevrimcilik, Burjuvazi- Prolaterya gerilimlerinin biçim verdiği ve burjuva egemenliğine temel oluşturan bu
birikim, oluşumunun doğal sonucu olarak uzlaşmaz nitelikli düşünce ve eylemleri içerisinde
barındırmıştır. Karl Marx ve Frederick Engels Kendilerinden önceki düşünürlerden farklı bir
özelliğe sahiptiler. Sistemin korunup geliştirilmesi değil, değiştirilmesi yönünde düşünceler ileri
sürüyorlardı. 17. Yy da, 350 devletçiğe bölünmüş olan Alman toplumu tam bir tarikatlar toplumu
durumundaydı. 1618-1648 yılları arasında 30 yıl süren din çatışmaları neticesinde toplumun
yüzde 40’ı savaş ve salgın hastalıklar yüzünden ölmüştür. 1648 yılında yapılan Westfallen
Antlaşması ile dünya sistemi yeni bir evrime doğru yol almıştır.
1807 yılında demokratik yenileşme atılımının sınırlarını belirleyen Nassau Bildirisi kabul
edildi ve aynı yıl bildirinin maddelerini uygulamaya sokan Ekim Buyruğu açıklandı. (Bu
gelişmelere sebep 1806 yılında Almanya’nın (Prusya)Fransa’ya yenilerek savaş sonucunda
imzalanan Tilsit Antlaşmasıyla topraklarının yarısını yitirerek Kutsal Roma Germen
İmparatorluğunun çöküşü gerçekleşirken, Prusya Kalkınmasının da başlangıcı meydana
gelmiştir.) Prusya, Kendi çevresinde bir gümrük birliği (Zollvereim) oluşturdu. 1818-1833 yılları
arasında 20 eyalet devleti bir araya geldi ve Alman ulusal birliğinin Ekonomik- siyasi dayanağı
oluşturuldu. Ekonomik alanda liberal, siyasi alanda ulusal olan Mart 1848 devrimi ile Alman
sanayi sermayesinin gücünü arttırırken, Alman burjuva da demokratik devrimini daha ileri bir
noktaya taşıdı. Sermaye birikimini arttırarak güçlenen sanayi burjuvazisi, aristokrasiyi, lonca ustalarını
ve bunları temsil eden monarşiyi yok ederek iktidarın tek gücü haline geldi. Üretim yoğunlaşmasının
zorunlu sonucu olarak, denizaşırı ülkelere mal satmak özel önem kazandı, sömürgeler, tarım ve
madencilik başta olmak üzere yatırım haline geldi. Dünyanın her yerinden metropollere taşınan gelirler,
büyük boyutlu bir sermaye birikimi yarattı ve yeniden üretime dönen bu birikim, ona sahip olanları
sonsuz bir pazar gereksinimi içine sokarak bugüne dek süren küresel bir sorun haline geldi.
Buharlı makinenim bulunuşuyla başlayan 1. Sanayi Devrimi, 95 yıl sonra doğru akımla
çalışan ve elektromanyetik makineleri geliştiren kolektörün bulunması, iki yıl sonra ilk
dinamonun geliştirilmesi ve bu makinelerin sanayi üretiminde kullanılması ile 2. Sanayi Devrimi
adı verilen döneme geçmiştir. Sanayi sermayesinin olağanüstü güçlenmesine yol açan bu
dönemlerden sonra bilgisayarlarla robotların üretimde kullanıldığı ve 3. Sanayi Devrimi adı
verilen son dönemi de içine alarak hala devam etmektedir. 1. Sanayi Devrimi ekonomik liberalizme
dayanarak burjuva demokratik açılımları gerçekleştirirken, 2. Sanayi Devrimi demokrasiyle çelişen
tekelleşme sürecine hız kazandırdı. 19. Yy. da geçerli olan liberal ilişkilerin yarattığı serbest ticaret
ortamında aynı dalda üretim yapan şirketler rakipleriyle eşit koşullarda yarışıyordu. Ayakta kalmak için
yarışmak, yarışı kazanmak için güçlü olmak, güçlü olmak için de teknolojiye sahip olmak gerekiyordu.
Dünya 20. Yy. ile birlikte her üretim dalında az sayıdaki büyük şirketin egemen olduğu bir arenaya
döndü, liberalizmin yerini emperyalizm aldı. Burada artık söz konusu olan bilim değil kara bağımlı
teknolojiye hizmet eden bilimdir.
Avrupa uygarlığı olarak tanımlanan batı anlayışı, tarihsel açıdan, antik çağ Grek ve Roma
uygarlığının sahiplenilmesine ve bu uygarlıkların kültürel ayrımcılık aracı olarak kullanılmasına dayanır.
Avrupalılık anlayışında özel olarak da Avrupa aydınlanmasında Türk karşıtlığının şiddetli, kapsamlı ve
kalıcı bir yeri vardır. Hitler Almanyasından kaçarak Türkiye’ye sığınan, savaştan sonra ülkesine dönerek
Avrupa Birliği’nin vergi ve mali işleyişinin temellerini atan Profesör Fritz Neumark, hücrelere sinen Türk
karşıtlığının Avrupa’da toplumsal bir gelenek olduğunu ifade etmekle birlikte Türklerin farkında
olamasalar da Avrupalıların şu gerçeğin farkında olduğunu ifade etmiştir: Tarihten Türkler çıkarılırsa
ortada Tarih diye bir şey kalmaz.
Dünya’da uygarlığın ölçütü yalnızca sosyal ya da sanatsal gelişkinlik değil, bunlarla birlikte silah
teknolojisi ve askeri örgütlenmede sağlanan gelişkinliktir. Kendini koruyacak askeri gücü yaratamayan
toplumlar yeterince uygarlaşamamış demektir.
Tarihi, güncel siyasi yarar peşinde koşmadan tam bir nesnellik içinde ve bir bütün olarak ele
almak, varılan her sonucu özellikle eski çağlar için kanıtlamak zor bir iştir; bilgi sabır ve emek ister.
Tarihi irdeleyenlerin en önemli görevi yaşadığı toplumdaki önyargılardan kurtulmaktır. Batı merkezci
tarih anlayışı için uygarlık; şimdi, geçmişte ve her zaman Avrupa’ya ait bir olgudur. Batı merkezci
anlayışa göre uygarlık Yunanistan’da doğmuş, Roma’da gelişmiş ve Avrupa’ya yerleşerek burada kök
salmıştır. Doğu uygarlıklarını ele almak, Türklerin bu uygarlıklar üzerinde yaptığı etkiyi incelemek ve bu
incelemeden günümüze yönelik sonuç çıkartmak yalnızca bir görev değil, zorunluluktur.
İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli tarih kavşağı yaşamak için gereken yiyeceğin
doğadan toplanması yerine, bilinçli olarak üretilmesi yani tarımın bulunmasıdır. Üretim bilinci akabinde
dil ortaya çıkmıştır. İnsanların tarım faaliyetlerine başlamasıyla yerleşik hayata geçilmiş, yerleşik hayata
geçilmesiyle de tarım yapılan bölgedeki insan sayısı artarak ortak yaşamın, paylaşımın ve yerleşikliğin
ortaya çıkmasıyla uygarlık doğmaya başlamıştır. Çiftçilik ve çobanlığın avcılık ve toplayıcılığın yerini
alarak uygarlığın ortaya çıkışı Asya’da olmuştur. Dolayısıyla yontma taş devri Asya’da M.Ö. 12
Bin yılında tamamlanırken Avrupa’da M.Ö. 7 Bin yılında tamamlanmıştır. Tarihi başlatan yazı,
demir devri başlarında Orta Asya’da bulundu. Avrupa’nın yazıyı öğrenebilmesi için 4 ana devrin
geçmesi gerekti. Yazı, tahıl tarımı ve üretim teknikleri ile birlikte büyük göçler yoluyla Asya’dan
dünyaya yayıldı. Göçlerin neden ve sonuçları, kapsamı, dünyaya yaptığı etki henüz tüm ayrıntılarıyla
ortaya konamamıştır ve aynı dönemde başka yerlerde de yerleşikliğin varlığı üzerine değişik savlar ileri
sürülmektedir. Orta Asya’nın uygarlığın başlangıç yeri olduğu kanıtlanmış ve geniş bir çevrede kabul
görmüş tarihi bir gerçektir. Göçlerin insanlık tarihine yaptığı en önemli etki göç edenlerin gittikleri
yerlerde, daha gelişkin olduklarında egemen olmaları, geri kaldıklarında yabancı topluluklar içinde
erimeleri, ancak her iki biçimde de yerel unsurlarla kaynaşmalarıydı. Ticaretin gelişmesi, ulaşım ve
iletişimi önemli ve gelir sağlayan bir iş haline getirdi. Göç yolları zamanla ticaret yolları haline
geldi. Tüketilenden fazla mal üretimi bilindiği üzere ticaretin doğmasına neden olmuştur. Yelkenin
bulunması, denizlerin de göç ve ticaret yolu olarak kullanılmasını sağladı. Anakaraları değişik
yörelerindeki tarım havzalarında, kıyı şeritlerinde, ticari kavşaklarda büyük yerleşim birimleri oluştu, kent
yaşamı gelişti. Orta Asya’da bulunup geliştirilen demir ve tekerleğin ulaşım ve savaş arabaları ile silah
yapımında kullanılması, At’ın askeri teknolojinin etkili bir aracı haline getirilmesi yine göçler aracılığıyla
yayıldı ve uygarlık gelişimi sıradışı bir ivme kazandı. Doğuda uygarlık merkezlerinin oluşumu M.Ö. 9
Binlerde başlayan M.Ö. 3 Binden sonra yoğunlaşan çok uzun bir süreci kapsar. Orta Asya başta olmak
üzere Çin, Hindistan, Ortadoğu ve Mısır bu oluşumların en parlak bölgeleridir. İnsanlığın ilk
dönemlerinde tek uygarlık merkezi olan Orta Asya değişen doğa ve iklim koşulları nedeniyle göç
vermeye başladı. M.S. 14. Yy. a kadar süren büyük göçler M.Ö. 2 Binlerden sonra yeni bir
döneme girdi. Savaş arabaları, silahlar ve savaş tekniklerinde yüksek bir düzeye ulaşan bozkırın
çoban ve savaşçıları olağanüstü bir etkinlikle dünyanın büyük bir bölümüne yayıldılar. Demiri
yumuşak çeliğe dönüştürme yöntemlerini geliştirmişler, maden alaşımlarını bulmuşlar, bu
buluşları tarım ve iş araçları ile silah teknolojisinde ustaca kullanmışlardı. Üretim teknolojisinde
–biz bu olguya ortak üretim araçlarının kullanılarak üretime geçilmesiyle meydana gelen kültür
olgusu diye ifade diyoruz- eriştikleri düzey nedeniyle gittikleri her yerde son derece etkili oldular
ve kalıcı dönüşümler gerçekleştirdiler. Çin, Hindistan, Ortadoğu ve Anadolu ile Avrupa’da tarihe iz
bırakan eylemler gerçekleştirdiler. Karşılaştıkları uygarlıklar içinde eridiler ya da onları kendi içlerinde
erittiler, varlıklarını korudular ya da yok oldular. Sonuçta dünyanın çok geniş bir coğrafyasında gelişimi
ileriye doğru sıçratan bir işlev yerine getiriler. Tarihin akışına yön verdiler. M.Ö. 500’e gelindiğinde Çin’in
Sarıırmak boylarında, Hindistan’ın Ganj ve İndus Vadilerinde, İran Yaylasında ve Ege’nin iki yakasında
özgün ve çok gelişkin uygarlıklar ortaya çıktı.
Toplumsal düzeni evrensel düzenle bir tutan Çin düşüncesi, dünyada sürmekte ve belli ki
sürecek olan çatışma ve çekişmelere; barışçılığı, iyilikçiliği ve saygınlığı öneriyor; inançtan çok ahlaka,
mistik yaklaşımlardan çok siyasete yönelerek, evrensel bir niteliğe ulaşıyordu. Asıl Çin günümüzdeki
Çin topraklarının yarısından azını oluşturan ve Kuzeyde büyük set, Güneyde Vietnam, Batıda
Tibet, Doğuda Çin Denizi ile çevrilen bölgeydi. Çinliler buraya Orta İmparatorluk adını
veriyorlardı. Bugünkü Mançurya, Mongolya, Çin Türkeli ve Tibet gibi asıl Çin içerisinde yer
almayan ancak bugünkü Çin içerisinde kalan yerel topluluklar tarihin hemen her döneminde,
gerilim ve çatışmaların kaynağı olmuştur. Tarih içinde yok olanlar dışında bugün resmen tanınan
5 özerk bölge, 29 özerk il ve 69 özerk yönetim birimi vardır. Çin’in siyasi tarihi M.Ö. 3 binlerde
başlar ve 800 yıllık ilk dönemi M.Ö. 2200 de sona erer. Bu döneme Beş İmparatorluk Dönemi adı
verilir. İlk Çin devletini kuran İmparator Fuhi ile kız kardeşi Niyü-Kua, Türklerin M.Ö. 5 binlerde
gelip yerleştiği ve varlıklarını günümüzde de sürdürdükleri Batıdaki Kansu ilinden gelmişlerdi.
M.Ö. 2200’lerden sonra üç imparatorluk dönemi denilen yeni bir dönem başlar. Bu dönemin
önemli özelliği, yönetici liderin ‘’Millet Uluları’’ adı verilen bir kurul tarafından seçilmesi ve iyi
işleyen bir yönetim yapısının kurulmasıydı. 3 İmparator dönemini başlatan Hiya, Yin ve Çeu ile
T’sin sülaleleri, eski Çin kaynaklarına göre Batıdan, yani Türkistan’dan gelen Türklerdi. İki bin yıl
süren üç sülale dönemi M.Ö. 249’da sona erdi ve 20. Yy.’a kadar süren imparatorluk dönemi
başladı. İmparatorluk dönemini başlatan İmparator Çeng, İçinden çıktığı T’sin sülalesi Çin
tarihçilerinin mutabık olduğu üzere halkın çoğunun Türk olduğu Kansu bölgesinde yaşıyordu ve
bu bölgede yaşayan Türkler Yueşi Türkleriydi. Çeng’in yaptığı ilk iş 2 bin yıl süren Konfiçyusçuluk,
ortak bir yazı, yeni yollar, posta konakları ve Türk akınlarını kesmek üzere yapımına kendisinden önce
başlanılan Çin Seddi’ni bitirmek olmuştur. Çin uygarlığının bize bıraktığı ilk belgeler M.Ö. 16. yy.’a ait
kemikler üzerine yazılı yazıtlar, matbaanın bulunduğu Song’lar döneminde (960-1279), ilk vatanı Çin
olan kağıt Batıya Semerkand’dan geçmiştir ve heykeltıraşlık eserlerinin en eskileri 5. Yy’da Topa
Türklerinin kurduğu Vey sülalesi döneminde yapılmış olanlardır. M.Ö. 5. yy’a giden Çin- Türk ilişkileri
Atatürk dönemi Türkiye’si ile bilimsel bir nitelik kazanmıştır. Çin, Çok eski dönemlerden beri Kavim eritici
bir makine gibi çalışmıştır ve bu nedenle Hun Hakanı Mete, Çin’e bu nedenle girmemiştir. Mete’den 5
yüz yıl sonra M.S. 3. Yy. başında; 19 Hun boyunu birleştiren ve Mete soyundan gelmesine karşın
kendisine bir Çin adı alan Şan Si’li bir Türk olan Liu-Yuan Çin İmparatoru oldu. Liu- Yuan Mete’den beri
Türklerin, Çin Hükümdar soyu ile akraba olduğunu söylemiş ve Çin tahtını kendisi için doğal bir hak
olarak görmüştür. Türk boylarında kimliğini koruma, değerlerine sahip çıkma ya da yabancılaşmadan
sakınma, etkisi günümüze dek gelen tarihsel bir gelenek ve ulusal bir tavırdır. Karşılarında başka hiçbir
askeri güç kalmamışken Mete’nin Çin’e, Timur’un Hindistan’a yerleşmemiş olması bu ulusal tavrın
sonucudur. Topaların (Tabgaçlar) Çin’e yaptığı en büyük katkı yüzyıllardır çözümsüz bir hale gelen
toprak sorununun Orta Asya’dan getirdikleri mülkiyet ve uygulama anlayışlarıyla çözmeleriydi. Topaların
uyguladığı toprak düzeni, Orta Asya’dan Selçuklulara, Oradan da Osmanlılara geçecek olan Miri toprak
düzeninin hemen hemen aynısıydı.
Uygarlıklar, tarihin her döneminde ve her yerde nehir vadilerinde gelişmiş, Fırat ve Dicle
Mezopotamya’nın, Nil Mısır’ın, Ganj ve İndus Hindistan’ın uygarlığının can damarı olmuştur.
Hindistan’da bol Muson yağmurlarının beslediği, gür bitki örtüsüne sahip toprakların ağaçlardan
arındırılarak verimli tarım toprağına dönüşümü Kast düzeninin doğuşuna sebep olmuştur. Tarımla
zenginleşen, varlıklarını ve ayrıcalıklarını koruyabilmek için içine kapalı kast toplulukları oluşturdular. Bu
düzen, kalabalık nüfusa sahip bir ülkede dışardan gelerek iç egemenler haline gelen istilacıların bile
uymak zorunda oldukları bir sosyal işleyişti. Hint uygarlığının diğer uygarlıklarda olmayan en
belirgin özelliği, toplumun hemen hemen tüm kesimlerine yayılmış olan kast toplumu ve Hint
inancının çileci anlayışa verdiği sıra dışı önemdir. Kast düzeni; doğal olarak Hindistan’ın tümünü
kapsayan, bütünlüklü ve merkezi bir siyasal sistemin oluşmasına izin vermiyordu. Bu nedenle
kastların resmen kaldırıldığı 1947 Türklerin egemenlik dönemleri dışında Hindistan’da gerçek bir
siyasi birlik oluşturulamadı. Toplumu korumaya yönelik askeri bir örgütün ve bu örgütün
gereksinimlerini karşılayacak silah teknolojisinin yeterince geliştirilmemesi, Hint uygarlığının kendisine
zarar veren önemli bir özelliğidir. Kent yönetiminde en yüksek yetki Raca’ ya aittir. Raca tanımı
küçük bir kent yöneticisinden, bölge ve ülke yöneticisine dek her büyüklükteki yönetim birimini
içine alır. Bu tanım Hindistan’daki Türk egemenliği döneminde Tımar sahibi Müslüman Türkler
için de kullanılmıştır. Raca’ lar bir tür Hint Feodalleridir. 1971 yılında yapılan nüfus sayımına göre
1652 ana dil ve 67 öğrenim dili saptanmıştır. Hint edebiyatı günümüzden 3 bin 500 yıl geriye
gitmektedir. Dünyanın en ileri uygarlıklarından biri olan Hindistan, İngiliz sömürgeciliği olarak yaşanılan
200 yıl içerisinde tarihinin en yoksul dönemini yaşamıştır. 1875’ten 1900’e dek yaşanan 18 kıtlık 26
milyon insanın ölümüne yol açmıştır. 1943’teki Bengal kıtlığında 4 milyon kişi açlıktan ölmüştür.
Hindistan I. Dünya Savaşı’nda 1 buçuk milyon evladını, 185 bin baş hayvanını, 146 milyon sterlin maddi
varlığını İngiliz ordusuna teslim etmiştir. Hindistan, Büyük İskender’den İngiliz egemenliğine dek
2374 yıl boyunca sayısız işgal yaşamıştır. M.S. Hindistan’a gelen ilk Türk boyu Yueşilerdir.
Türkler Hindistan’a İngilizler gibi ele geçirdikleri zenginlikleri ülkelerine götürmek için değil,
Hindistan’ı yurt edinmek için gelmişlerdir. Yueşi’lerin kurduğu imparatorluğun adı Kuşhan
İmparatorluğu’dur. Büyük Hun İmparatorluğu dağıldıktan sonra bu birliğin bir kısmı olan Akhunlar,
Hindistan’a M.S. 408’ de geldiler. Bunlar Hindistan’da Hint Gupta İmparatorluğunu yıkarak yerel
prensliklerin ortaya çıkmasını sağlamışlardır. Gazneli Mahmud 1001 yılında Hint seferine çıkmış ve
1857 yılında dek sürecek Türk egemenliğinin Hindistan’daki temellerini atmıştır. Gaznelilerin yaptığı en
önemli etki Hindistan’ı uluslararası ticarete açmışlardır. Hindistan’daki Gazneli egemenliği, Oğuzlar
ve daha önce birlikte oldukları Kara Hitay Türklerinden gelen Gurlular tarafından 1187’de sona
erdirildi. Gurluların Hindistan egemenliği, Gur ordusunda komutan olan Kıpçak Türkü Kutbettin
Aybek adlı bir Türk tarafından yıkıldı. Aybek’in 1206’da kurduğu Delhi sultanlığı 1290’a dek hakim
oldu, 1526 yılında kadar hepsi Türk olan 5 hanedan Delhi’de hüküm sürdü. 1388’de Timur
Hindistan’a girdi ve 1527 yılına kadar farklı Türk sülaleleri egemen olurken Timur’un soyundan
gelen Babür4 1527’de Hindistan’daki Türk varlığını İmparatorluk aşamasına getirmiştir ve Babür
İmparatorluğu 1857 yılına kadar hakimiyetini sürdürmüştür. Tıpkı Roma ve Çin’de olduğu gibi
Hindistan’da da Orta Asya Türklerindeki tımar sistemi uygulanmıştır. Bugün Bangladeş ve
Pakistan’ı da katarsak Hindistan Büyük Yarımadasında yaşayan yaklaşık bir milyar insanın 350 milyonu
Müslümandır. Bu durum erirken eritmeye gösterilebilecek iyi bir örnektir.
Dicle ve Fırat’tan, İndus Vadisi’ne, Basra’dan Hazar Denizi’ne uzanan İran Yaylası, binlerce yıl
eskiye giden tarihi, zengin kültürü ve son derece çeşitli etnik yapısıyla benzersiz bir uygarlığa beşiklik
etmiştir. İlk İraniler Güneybatı Orta Asya’nın dağlık bölgelerinden gelen Tuğrani Anzanit Türkleri
idi. Anzanitler, Türkçe’nin Oğuz lehçesini konuşuyordu. Türkçe adlar kullanıyorlardı. İlk İran
hükümdarları Okus (Oğuz), bir diğer hükümdarlarının adı da Kodaman’dı. İran’ın 7 bin yıl
öncesine giden bilinen tarihi göçlerin tarihi gibidir. Orta Asya kökenli Med’ler, İndus kökenli
Persler, birbiri içine giderek, yarattığı uygarlığı sürekli geliştirerek İran’ı günümüze kadar
getirdiler. Gerçek Persler Türk akınları sonucunda göç ederek bugünkü Hindistan bölgesine
4
Güncel bir çalışma için NTV Tarih Sayı 12 Ocak 2010 sayısına bakılabilir.
yerleşmişlerdir.İran tarihini; Emleş, Hasanlu(Azerbaycan), Lüristan gibi Yerel Kültürler Dönemi (M.Ö.
3000-M.Ö. 7. Yy.) ; Med İmparatorluğu (İskit Dahil) Dönemi (M.Ö. 764- M.Ö. 550) ; Pers İmparatorluğu (
Akamanışlar) Dönemi (M.Ö. 550- M.Ö. 330) ; Büyük İskender ve ardılları Dönemi (M.Ö. 330- M.Ö. 255)
; Part İmparatorluğu dönemi (M.Ö. 255-M.S. 224) ; Sasani Dönemi (M.S. 224-651) ve 651 den
günümüze dek süren Son Dönem olarak yedi döneme ayırabiliriz. Sasaniler döneminde yönetici sınıfın
dili Oğuz dilidir. İran’da tıpkı Hindistan’daki gibi çok ve çeşitli inanç biçimi, iç içe geçmiş ve o kadar
birbirini etkilemiştir ki din tarihinin sorunlarının büyük bölümü bu ülkede yaşanmıştır. İran tarihinin ilk
döneminde geçerli tanrı kavramı, Türklerdeki Gök Tanrı kavramının aynısıdır. Orta Asya’dan Kalde’ye,
Sümer ‘den Hindistan’a, Etiler’den Asurlulara kadar birçok kültürden beslenerek gelişen İran uygarlığı,
binlerce yıllık birikimle büyük bir zenginliğe sahiptir.
Eski İran’daki ilk devlet örgütlerinin küçük beylikler halinde Altay Dağları eteklerinden gelen
insanlar tarafından kurulduğu, yapılan kazılar neticesinde ele geçen yazılı tablet ve dikilitaşlardan
anlaşılmıştır. İran’da ilk büyük devlet M.Ö. 2000 lerde Elam bölgesinde Sil Haha’lar tarafından
kuruldu. Hanedan temeline dayanan bu devletin en büyük ve güçlü kişisi büyük hükümdar olarak
tanınıyor, diğer beylikler ona bağlı olarak varlıklarını sürdürüyordu. Türk yönetim anlayışının
Orta Asya’ya özgü bu biçimi, On-Ok’larda, Büyük Hun Devleti’nde bunlarla aynı kökten inen
Tukyu ve İran Part’larında ve tabi ki Selçuklu ve Osmanlılarda fazla bir değişikliğe uğramadan
aynen kullanıldı. Pers Devleti gerçek bir Doğu Konfederasyonu yaratmayı başardı. Akamaniş Devleti
bir merkeze bağlı 23 eyaletten oluşuyordu. Her eyalette Üçler Kurulu adı verilen yerel yönetim birimi
vardı.
Tarihsel olarak Türk-İran ilişkilerinin Türkler için anlamı, bu ilişkilerin genel Türk tarihinin bir
parçası, İranlılar için ise tarihlerinin tümünü kapsayan bir konu olmasıdır. Büyük göçlerin geçiş noktası
üzerinde olması, İran’a ister istemez sürekli bir Türk etkisiyle karşı karşıya bırakmıştır. İran’daki Türk
nüfusu, İran’ın nüfusunun yarısına yakındır.
9. yy. dan başlayarak 14. Yy. a dek süren 500 yıl içerisinde, Güneybatı Orta Asya, İran,
Mezopotamya, Anadolu ve Müslüman egemenliğindeki İspanya’da sıra dışı bir aydınlanma ve uygarlık
gelişimi yaşandı. Avrupa, Ortaçağ karanlığını yaşarken Bağdat ye da Semerkant sokakları birkaç
dil bilen insanlarla doluydu. Büyük uyanışın öncülüğünü yapan düşünürlerin büyük çoğunluğu
Müslümandı. Kuzey Afrika ve İspanya’ya bilim Doğu’dan gelmişti. Endülüs Emevi devletini
kuranlar, önemli oranda Kuzey Afrika’ya yerleşen Berber Hazar boylarıydı, Endülüs’ü fetheden
komutan Tarık Bin Ziyad, Türk’tü. İslam Uygarlığı bir merkezden doğmamıştır. Merkezi devlette
tüm yetkileri toplayan halifelerin başkenti bile İslam uygarlığının doğum yeri olmamıştır. Bu uygarlık
Doğu ve Batı İran, Mezopotamya, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika, Tunus ve İspanya’da yaratıcılığın
doruğa ulaştığı ve sürekli olarak birbirini etkileyen pek çok ocaktan doğmuştur. Bu uygarlığın
içinde Orta Asya’nın önceliğini görmemek bilime haksızlık olacaktır. Doğru olan bu topraklara
borçlu olduğumuz her şeyin bir bütün halinde ele alınmasıdır. Kitaba karşı düşmanlık Ortaçağ boyunca
geleneksel bir tutum haline gelmişken, Semerkant, Bağdat ya da Kurtuba’lı bilginler, Antik Çağ’da
yaratılmış olan bilimsel birikimi geliştirmekle kalmamış, bu birikimi yok olmaktan kurtararak Batı’ya
öğretmişlerdir. Başta İngilizler olmak üzere Batı dünyasının çok övündükleri ve içinde okuma-tartışma
salonları bulunan günümüz kulüpleri bin yıl önce Semerkant, Horasan, Bağdat ve Kurtuba’da kurulmuş
ve aydınları ağırlamışlardı. Şam, Kahire, Semerkant, Kurtuba, Merv’deki kütüphanelerin her birinde
1 milyona yakın kitap vardı. Irak’ın küçük kasabası Necef kütüphanesinde 40 bin kitap vardı.
Kahire kütüphanesinde felsefe üzerine 18 bin, matematik üzerine 6 bin 500 kitap bulunuyordu.
Bugün Berlin ulusal Kütüphanesi’nde 1 milyon 230 bin, Roma ulusal Kütüphanesi’nde 677 bin
kitap olduğu düşünülürse bin yıl öncesinin İslam medeniyetindeki kitap sayılarının ne anlam
ifade ettiği daha iyi anlaşılacaktır. Türk İslam medeniyetindeki ilerleme 16. Yy. dan sonra gerileme
sürecine girmiş, cahil bırakılan halk Kur’an’ı yetersiz hocalardan öğrenmeye başlarken, Batı büyük bir
eğitim atılım ile herkesin her şeyi öğrenme olanağına erişmiştir. 9. Yy. başında Batı Avrupa’daki
Hristiyan topraklarını birleştirerek Kutsal Rome Germen İmparatorluğunu kuran Şarlman, İmparator
olduktan sonra ilerlemiş yaşında okuma yazma öğrenmiştir. 9.-14. Yy. lar arasında Doğu’da medeniyet
çağının ötesine erişmişken, Orta ve Batı Avrupa’da okuma yazma bilmeyenlerin oranı yüzde 95 oranını
bulmuştur.
Bilgisizliğin ve bilinçsizliğin yaratacağı özgüven yoksunluğu, ‘Biz adam olmayız, bilim ve
uygarlık Batı’dadır, uygar olmak için Batı gibi olmalıyız, ona benzemeliyiz’ türünde dile getirilen
propagandalar Doğu insanı üzerinde düşünsel bir baskı oluşturmaktadır. Geri kalmışlığın yarattığı
edilgenlik, bugünü mutlaklaştıran eğilimlerin gelişmesine yol açarken, geçmişi bilmemek bu olumsuz
süreci hızlandırmaktadır. Asıl olan, doğaya ve yaşama uygunluk, tarihi bütünüyle kavramak ve bilinçle
davranıp gereğini yapmaktır. Bilimde öncülüğün Doğudan Batıya geçmesi ve üstünlüğün teknolojik
saldırganlığa dönüşerek sürmesi, her şeyden önce bir insanlık sorunudur. Çözülmeyi önleyen şiddet,
teknolojiye, teknoloji de bilime dayandırılmıştır. Bu bilim artık bilimden çok, baskı ve şiddetin aracıdır,
onun hizmetindedir. Geçmişi bilmeyenin geleceği olamaz. Doğu hiçbir dönemde bilimi şiddetin ve
sistemli sömürünün aracı olarak kullanmadı. İnsana hizmeti, gelişkinliği ve ilerlemeyi tek amaç olarak
bildi. Binlerce yılda oluşan köklü kültürüyle, insana ve doğaya yabancılaşmadığı için yeniden uygarlığın
merkezi olması kaçınılmazdır. Doğu aydınlanmasına 500 yıl yön veren ve inancı akılla birleştirerek
kaderciliği reddeden Mutezile Felsefesi ‘’Türk illerinden’’ getirilen aydınlar tarafından
yaratılmıştır.
TÜRK UYGARLIĞI
Tarihte hiçbir toplum, Türkler kadar dünyaya açılıp geniş alanlara yayılmadı, hiçbir toplum
kendisini ve ilişki kurduğu toplulukları Türkler kadar değiştirmedi, hiçbir toplum tarihin akışı üzerinde
Türkler kadar etkili olmadı, dönemine ve geleceğine yön vermedi. Eriştiği ekonomik güçle, son iki
yüzyılda dünya egemenliğine yönelen Batı için Türk karşıtlığı, politik gereksinimlerin yol açtığı, bilinçli ve
çıkar amaçlı bir eylemdir. Batı tarihinin büyük bölümü, Türklerle çatışmanın ve mücadele etmenin
tarihidir. Batı için Dünya tarihi Avrupa tarihidir. Uygarlığın merkezi Avrupa’dır. Bu uygarlık, beyaz
Avrupalı ırkın üstünlüğüne, Grek ve Roma’nın mirasçılığına ve Hristiyanlığın yüksek erdemlerine
dayanır. Aşkaabat yakınındaki Anav’da arkeologların yaptığı çalışmalar sonucunda neolitik uygarlığın
(Orta Taş ve madencilik arasındaki Cilalı Taş Dönemi) M.Ö. 9 binde, hayvancılığın M.Ö. 8 binde,
madenciliğin ise M.Ö. 6 binde yani madencilikte bilinen en eski merkez olan İran’daki Sus’ tan bin yıl
önce burada başladığını açıklamışlardır. Kuzey Orta Asya’daki Uluken Vadisi Sülyek Köyü’nde
bulunan M.Ö. 7 bin e ait yazıt, bugüne dek bulunan en eski yazıttır. Ön Türk dilinin ilk kez burada
oluştuğunu ortaya çıkartan bir belge niteliğindedir.
Yavuz Sultan Selim’in Hilafeti İstanbul’a getirmesiyle, Türklüğe olan yabancılaşma
hızlanmış, bu tarihten sonra Türk kimliğini devlet değil, devlete rağmen halk yaşatmıştı. 18. Yy.
dan sonra gelişen milliyetçilik akımları imparatorluk içindeki tüm etnik toplulukları önlenemez biçimde
uluslaşmaya götürürken, yalnızca Türkler, üstelik kendi devleti tarafından bu gelişmenin dışında
tutulmuştu. Türkçülüğe verilen önem Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğindeki Türk İstiklal Savaşı’nın
zafer ile tamamlanmasından sonra, bilimsel çerçevede bir bilinçle yayılmıştır. Atatürk’ün önderliğinde
eğitim çalışmaları, müze çalışmaları, arkeolojik kazılar yapılmakla birlikte, Dil, Tarih ve Coğrafya
Fakültesi kuruldu. Türk Tarih Tezi kabul edildi. Türkçü ideolojide bir eğitim sistemi oluştu. 1939’da
Mustafa Kemal’in ölümünden sonra Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, liselerde okutulan ve Atatürk’ün
hazırlanmasıyla bizzat ilgilendiği tarih kitabı eğitim programlarında çıkartıldı. İsmet İnönü ile başlayan
Türk karşıtlığı ve İslam ağırlıklı ideoloji 1960’lı yıllarda Aydınlar Ocağı çatısı altında Türk İslam Sentezi
adıyla somut bir yapıya bürünmüştür. 1968’de Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ‘’Biz devletin kilit
mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri İmam Hatip okullarında yetiştiriyoruz’’ diyecek kadar kurucu
ideolojiden sapmıştır. Tanzimat Batıcılığından Arap Ümmetçiliğine dek, ulus karşıtı her çeşit siyasi
eğilim varlıklarıyla çelişen uluslaşma gelişimine karşı çıkarak bu gelişimin simgesi olan Atatürk’le
çatışmaktadır. Atatürk, ulusal varlığı koruyan ve onu ayakta tutan bir eylemi gerçekleştirmekle
kalmamış, Batı’nın her zaman rahatsızlık duyduğu Türk tarihini, gerçek boyut ve bilimsel kanıtlarıyla
ortaya çıkartmaya çalışmıştı.
Dünya tarihi bir anlamda kurulan, genişleyen ve yok olan devletlerin tarihi gibidir. Tarım ve iş
araçlarını bularak yerleşik yaşama geçen insanlar, oluşmakta olan toplumsal yaşamı düzene sokmak,
geliştirmek ve korumak için; kural koyan, koyduğu kuralı uygulatan bir güce gereksinim duydu. Devlet,
bu gereksinim sonucu ortaya çıktı. Başlangıçta toplumu oluşturanların tümünü temsil ediyor ve insanlar
onda biraz kendilerini buluyordu.5 Fakat gelişen toplumsal ayrışma sonucu devlet, zamanla güçlü
olanların yön verdiği bir örgüte dönüştü; siyasi, hukuksal ve askeri alanda geliştirilen yapılarla birlikte
günümüze dek geldi. Devleti kurmak, onu güçlendirmek ve bu güce toplumsal değer yaratacak biçimde
kalıcı kılmak gelişmenin ve uygarlaşmanın ölçütüydü.
Batı’da devlet, köleciliğe dayalı üretim ilişkileri ile birlikte ortaya çıktı. Devletin amacı köle
sahiplerini korumak, bunun için de köleleri baskı altına almaktı. Batılı devlet önce içinden çıktığı topluma
şiddet uyguladı. Türk toplumlarında devlet gücünü şiddet aracı olarak içe değil, Boy, Budun ya da
Kavmin haklarını korumak için dışa karşı kullandı. Toplumun tümünü, genel çıkarlarını savundu.
Türk tarihi bir anlamda devlet kurmanın tarihi haline gelmiştir. 6 Yarkent, Hotan, Kuca, Karaşar,
Turfan ve Kaşgar gibi Türk kentleri dönemin ileri uygarlık merkezleriydi. Alma-Ata yakınlarındaki Eşik ve
Altay dapları eteklerindeki Pazırık ile Baykal gölü kenarındaki Noyun Ula kazılarında Türk medeniyetinin
en nadide eserleri ortaya çıkarılmıştır. İskit(Saka) İmparatorluğu, devlet yönetim geleneği itibarıyla hala
devam etmekle birlikte Güney Sibirya, Altay ve Tanrı Dağı kültürüne dayanıyor, döneminin en gelişkin
sanat-sanayi ürünlerini içeriyordu. Madencilik konusunda çığır açmışlardı. İskitler Güney Sibirya’dan
Hindistan’a, Orta Asya’dan Britanya’ya kadar yayılan büyük medeniyetlerinin sonuna doğru önce
Doğu’dan gelen Sarmat’larla karıştılar, daha sonra aynı kökenli Traklar ve Roksolanlar için de eriyerek
M.S. 2 yy. da tarih içinde evrim geçirerek, farklı kavimlerin içerisinde varlıklarını devam ettirdiler. Saka
Türklerinin bir devamı niteliğinde olan Göktürk Devleti, bıraktıkları Orhun Yazıtlarıyla Türk tarihinde özel
bir öneme sahiptir. Göktürkler yönetim sistemi, askeri yapılanma, bilim ve eğitimin örgütlenmesi
konularında Türk devlet kültüründe süregelen bir öneme sahiptirler. Kudirge, Kuray, Gökbulak ve IşıkKul kazılarıyla birlikte Tuva bölgesinde bulunan sekizgen planlı tapınaklar ve Balballar Göktürk
medeniyetinden kalan değerli eserlerdir. Göktürklerin en önemli devlet yönetme geleneği yönetime
katılımcılık ile etnik ve dinsel hoşgörüdür. Türkler, kurmuş oldukları birçok devletlerden ayrı olarak,
tarihe başka milletler adına kaydedilmiş olan bir çok devletin kuruluşunda yer almışlar ve bunların gelişip
güçlenmesinde belirleyici biçimde yön vermişlerdir.
5
6
Tunguz Türkleri ‘Önce Devlet’, Kıpçak Türkleri ‘Önce Millet’ der.
Güncel bir çalışma için 21.Yüzyıl DergisiOcak 2014 sayısına bakılabilir.
Göç eylemi, özgürlüklerine düşkün Türkleri, bunu korumanın zorunlu koşulu olarak, devlet
kurmanın ve onu güçlü kılmanın uzmanları haline getirmiştir. İklimsel değişiklikler ve doğa olayları, bir
zamanlar yaşama son derece elverişli Orta Asya’yı çölleştirmiş ve Türkleri ana yurtları olan bu
topraklardan ayrılmaya zorlamıştır. Batı’da kölecilikle başlayan devlet toplumu şiddetle ezen bir gücü
temsil ederken, Türkler de millet (Budun) varlığını koruyan, toplumun tümünü temsil eden, kamusal bir
örgüt olarak ortaya çıkmıştır.
Uygarlığın en önemli göstergesi güçlü bir ordudur. Ordu ve ordunun yarattığı güç, içi boş
duygular ve sanlarla değil; yüksek bir eğitim, inanç sağlamlığı, teknolojik olanaklar ve bu olanakların
arkasındaki bilimsel-teknik gelişmeyle sağlanır. Gelişkin toplumlar gelişkin ordular kurarlar. Çadırda
yaşayan, tarımı bilmeyen ya da bir şey üretemeyen bir toplumun tarihin hemen her döneminde ve geniş
alanlarda uzun süren egemenlikler kurması, buradaki toplumları içinde eritebilmesi olanaksızdır.
Günümüzde, teknolojik üstünlüğe sahip ordularıyla övünen ve bu orduları uygarlıklarının doğal ürünü
olarak kabul eden batılıların, konu Türk tarihi ve ordusu olduğunda içine düştüğü çelişki herhalde bilimin
değil, siyasi propagandanın ilgi alanına giren bir konudur. Türklerde her yaşta insan, savaşmayı, ülkeyi
ve kavmi korumanın kendilerine yüklediği bir görev olarak görürdü. Bu uğurda ölmek Türkler için
görevini yerine getirmenin en ihtişamlı biçimiydi. Günümüze dek gelen bu gelenek, toplumsal ahlak ve
bu ahlaka dayanan bir ulusal bilinçti. Bütün Türk devletlerinin birbirinden aldıkları bu yönetim
geleneklerine en güzel örnek M.Ö. 3 binlerde Sümerlerdeki savaş ve sanayi alanındaki onluk sistemin
M.S. 2 binlerde, günümüz Türklerinde de kullanıyor olmasıdır. Savaş teknolojisi alanında bir çok ilk
Türkler tarafından gerçekleştirilmiştir. Savaş arabaları, demirden çift üzengi, üzengi aracılığıyla atın
savaş aracı haline getirilmesi, maden-deri karışımı zırh, ses çıkaran döner oklar, kundaklı yay, eğik uçlu
hançer, süvari düşürücü mızraklı kement ve top Türkler tarafından bulunuş ve etkili bir biçimde
kullanılmıştır. Çinliler, kullandıkları arabaların yüksekliği nedeniyle Türklere ‘’Yüksek Arabalılar’’ adını
vermişti. Demirden çift üzengi, döneminin savaş teknolojisi için gerçek bir devrim niteliğindeydi. Üzengi,
süvarinin sadece ayaklarını kullanarak atın üzerinde sağlam durmasını sağlamakla kalmıyor, süvarinin
vuruş gücünü atın hızına bağlı olarak arttırıyor ve süvariye olağanüstü bir dinamizm kazandırıyordu.
Madeni başlık ve zırh ilk kez Türk süvariler tarafından kullanılmıştır. Batı’nın kökleri, köleciliğe giden
çıkarcılığı, bireyselliği ve şiddete yatkınlığı ile Doğu’nun paylaşımcılığı, toplumculuğu ve barışçılığı
yalnızca bugünün gerçekçiliği değil, binlerce yılda oluşmuş özelliklerdir. Batı’da yönetilenler, yöneten
için Türklerde ise yöneten, yönetilenler için vardı. Örneğin Fransa Kralı IV. Loise ‘’Devlet Benim.
Uyruklarımın canı ve malı benimdir’’ derken, Orhun yazıtlarında Bilge Kağan ‘’Türk milleti için gece
uyumadım, gündüz oturmadım’’ diyordu. Türklerde ‘’İl mi yaman bey mi yaman’’ özdeyişi egemenliğin
Hakanda olmayıp, İl’de yani halkta olduğunu gösteren bir tümcedir. Göktürk Kağanı Kapgan, halka kötü
davrandığı için 716 yılında öldürülmüştür. Bu gelenek Osmanlı’ya karşı Türkmen isyanlarında ve
özellikle Batı Anadolu’da yaygın olan Zeybek geleneğiyle günümüze kadar gelmiştir.7
Büyük göçler, nüfus, iklim, ve doğa koşullarının değişmesi nedeniyle, yeni yaşam alanları
bulmak için yerleşik ve göçebe, toplumun tümümün katıldığı zorunlu olarak girişilen olağanüstü bir
eylemdir. Büyük göçlerle göçebeliği birbirine karıştırmamak gerekir. Türkler göçebe değil göçmendirler.
Çünkü göç ettikleri yerlere uygarlık getirirler. M.S. 11 yüzyıldaki son büyük Türk göçünde o dönem 8
milyon insanın yaşadığı düşünülen Anadolu’ya gelen göçmen sayısı 600.000 civarindadır. Türklerin
Türkleştirme hareketi zor’a değil özgür seçime dayanmaktadır. Doğan Avcıoglu’na göre Kıpçak
Türklerinin bir kolu olan Bulgar Türkleri M.S. 530’da Fırat-Trabzon bölgesine, Avar Türkleri M.S. 557’de
doğu Anadolu’ya ve sınır bölgelerine, Bizans İmparatorlarının isteği ve onayıyla yerleşmişlerdir.
Hazarlar, Fergana Türkleri Peçenekler 1071’den önce Anadolu’ya yerleşen diğer Türk boylarıydı.
Durağanlığı (Atalet-İşşizlik) , tutuculuğu ve uyuşukluğu (tembellik) sevmeyen, her zaman hareketli ve
atak, öğrenmeye ve bilime önem veren, doğayı ve insanı esas alan Türkler, bu niteliklerini büyük oranda
binlerce yıl süren göç eylemi nedeniyle kazanmıştır. İklim değişiklikleri, eski dönemlerde bir iç denize ve
verimli topraklara sahip Orta Asya’da, tarım arazilerinin ve yerleşim yerlerinin kumla örtülmesine,
hayvanları besleyen otlakların yok olmasına neden oldu. Türk ulusal bilincinde göç olgusu bir yaşam
tarzıdır. Bu ulusal bilince göre; yeni yurda sağlamca yerleşilmeli ve bir daha göç etmek zorunda
kalınmaması için bu yurt ne pahasına olursa olsun korunmalı, bunun içinde örgütlü ve güçlü
olunmalıydı. Bu yaklaşım Türklerin neredeyse genlerine işleyen kutsal bir milli ülkü halini almıştı. Bu milli
ülkü Türk toplumunun kendine özgü niteliğini yani onu başka toplumlardan ayıran özyapı (seciyekarakter)‘yı ortaya çıkarır. Özyapı oluşumu, binlerce yıllık geçmişe dayanan ve sürekli değişimle
yenilenen sonsuz bir süreçtir. Rus tarihçi Bosfort’a göre Türkler arslan gibi gururlu, doğal kusurlarından
arınmış, ev işlerini sevmeyen, savaşlarda yüksek yeteneğe sahip kişilerdir. Ön Moğol tarihinde,
Cengizhan’ın içinden çıktığı kabul edilen Borcigin Boyunun atası Bodoncar, Türkleri ‘’büyüğü küçüğü
yok, iyisi kötüsü de yok, baş olanda ayak olanda yok, hepsi eşit‘’ biçiminde tanımlamıştır. İngiliz gazeteci
D.HotHam 1958-1966 yılları arasında Türkiye’de görev yaptıktan sonra ‘’Türkler hakkında nazik,
yardımsever, devlet otoritesine saygılı, bireysel özgürlüğe aşırı düşkünlerdir. Kendilerini yönetecek bir
diktatörün peşinden koşarlar, ama ille de demokrasi diye diretirler.’’ Demektir. Güney Kore’nin
Türkiye’de görev yapmış diplomatı H.Lee 2002’de Türkler ile ilgili yazdığı kitapta Türklerin karakterini
şöyle anlatmıştır: ‘’Türkler Batı giysileri içinde Doğulu yürekleri olan insanlardır. Sempatik ve
duyguludurlar. Birbirlerine ‘canım, şekerim, balım’ gibi, Korece’de karşılığı olmayan ve bizim alışkın
olmadığımız sevgi sözcükleri ile seslenirler. Yardımseverdirler. Yolda bir kaza olsa herkes yardıma
7
Güncel bir çalışma için NTV Tarih Sayı 51Nisan 2013 sayısına bakılabilir.
koşar. Dünya’da hiç kimse Türkler kadar konuksever olamaz. Eve gelen konuğu tanrının gönderdiğine
inanırlar.’’8 Türkler, Dünyaya yayılıp tarih boyunca küresel davranmışlar, ama baskı ve sömürüye
dayanan günümüzdeki kapitalist küreselleşmeye ve onun tarihsel kökleri olan köleci ve feodal
despotluğa her zaman karşı durmuşlardır. Emperyalist merkezlere karşı, az gelişmiş ülkelerin
yürütebileceği tek mücadele biçimi olan Milliyetçilik, içine her türlü siyasi eğilimi alan bir demokrasi
mücadelesidir. Türk devrimi ve Atatürkçülük, bu mücadelenin en son örneğidir.
Türk kültüründe hayvanların özel bir önemi vardır. Kuş, yol gösterdiğinden Hunlar için uğurlu bir
hayvandır. Kurt, bağımsızlık ve özgürlüğün simgesi, kutsal bir hayvandır. Kıpçaklar, Göktürkler, Avarlar
Kurt’a kutsal bir önem atfetmişlerdir. Eski Türk inancına göre ulu bir ağaç, toprağın derinliklerine giden
kökleri ve göğe uzanan dallarıyla gücün ve sonsuzluğun simgesidir. Kayın ağacının böyle bir önemi
vardır.
Türkler’de kadının siyasal yaşamda önemli bir yeri ve kabul edilmiş hatları vardı.
Dönemin inanç düzenini, erkeğin kutsal kuvvetini öne çıkaran Toyonizm ile kadına önem veren
Şamanizm’in oluşturduğu ve bunların tasavvufi birer yorum olduğu az bilinen gerçeklerdir.
Türkler’de Hakan’ın iktidar ortağı olan Hatun’un ünvanı Türkan’dı. Kadınlar Türk ordularında
savaşçı bir rol edinmişlerdir. Amazonlar Türk kadın savaşçılara önemli bir örnektir.9 Saka
Türklerini kadın hükümdarı Tomris ile Selçuklularda Terken Hatun Türk devlet yönetimindeki
kadın yöneticilerdir. Dülkadir Beyliği’nin 30.000 erkek ve 30.000 kadından oluşan bir ordusu
vardı. İspanya’da Müslüman fethini başlatan Türk komutan Tarık Bin Ziyad’ın ordusunda savaşçı
kadınlardan oluşan birlikler vardı. Türk Kurtuluş Savaşı’nda Kara Fatma, Nene Hatun, Fatma
Seher, Ayşe Hanım, Fatma Kadın gibi Kuvayi Milliye’ci Türk kadınları bulunmuştur. Fatih Sultan
Mehmet’in İstanbul’u10 aldıktan sonra ve Mustafa Kemal’in Büyük Taaruzdan sonra intikamını
aldıkdedikleri bir Türk devleti olan Truva Devleti’nin, Meşhur Truva Savaşı’nda Amazon Türk
kadınları da savaşmıştır.
Türkler’de iş ve ticaret ilişkileri, sosyal yaşamın temelini teşkil eden değer yargılarının dışında
tutulmayıp, dürüstlüğe dayanan dayanışmacı toplumsal kültür ticaret ilişkilerinde de geçerliydi. Mesleğe
yol adı verilir ve ‘’yol’daki büyüğü (ustayı), soydaki büyükten ileri’’ sayarlardı. Bektaşilerin ‘’Belden gelen
seyyid (önder) değil, il’den (işten) gelen seyyiddir.’’ Sözü, meleğe verilen önemi gösterir özdeyişlerdir.
Günümüzden 5.000 yıl önce yaşayan Sümer’de hemen her mesleğin kural belirleyen bir örgütü vardı.
8
Özkul Çobanoğlu, Türk Dünyası Epik Destan Geleneği, Ank. 2003, s.101Türk -Dünyası Edebiyat Tarihi, C.1,
s.134
9
Güncel bir çalışma için NTV Tarih 48. sayısına bakılabilir.
10
Güncel bir çalışma için NTV Tarih 52. sayısına bakılabilir.
M.Ö. 2400’lerde balıkçılarının bir loncası var ve lonca önderine baba deniliyordu. Anadolu Selçukluları
döneminde gerçekleşen ve tüm meslek dallarını kapsayan Ahi örgütleri meslek ahlakına verilen önemin
nişaneleridir.
Tarihsel evrim yasaları çerçevesinde, Selçuklu ve Osmanlı toplum düzeninin biçimlenişi ve
evrimini anlayabilmek için hem İran-Arap-Bizans karışımı İslam Toplumsal yapısını, hem de Orta Asya
Türk-Moğol yapısını, evrimi içinde birlikte incelemek gerekir. Bu nedenle tarihimizi Anadolu’daki
köklerinden de, Orta Asya’daki köklerinden de koparma olanağı yoktur. Hun ve Göktürklerde olduğu gibi
özellikle sınır bölgelerinde vergi toplamaya yetkili merkeze bağlı yönetim birimleri oluşturulmuştur.
Selçuklu’da başlayan, Osmanlı’larda devam eden İkta ve Tımar sisteminin ön uygulamaları Hun ve
Göktürk dönemlerinde yapılmıştı. Feth edilen toprakların kullanımının, mülki hakkı saklı tutulmak
koşuluyla yurtluk olarak göçebe boylara verilmesi eski bir Orta Asya geleneğiydi. Selçuklularda ki İkta ya
da Osmanlılardaki dirlik ile Batı Fief’i ya da Arap-Abbasi İktası arasında amaç ve işleyiş bakımından
önemli farklılıklar vardır. Türk sisteminde, İkta örgütlenmesini belirleyen Orta Asya gelenekleri korunmuş
ve İkta sahibine (Mukta) toprak ya da üzerinde yaşayan insanlar üzerinde kullanım ayrıcalığı
tanınmamıştı: ayrıcalık sadece vergiyle sınırlı tutulmuştu.
Abbasilerde İkta miktarları eylemsel olarak denetlenmesi mümkün olmayacak kadar büyüktü.
Batı Fief’inde toprak, üzerinde yaşayan insanlarla birlikte ve onlar da kullanılacak mal gibi kabul edilerek
veriliyor Fief’in özel mülkiyete dönüşmesini engelleyecek bir önlem alınmıyordu. Yalnızca Avrupa
Feodalizmin’deki Fief’lerden ya da Bizans’ın asker-toprak ilişkisini düzenleyen Pronoia’lardan değil,
Arapların Kat’ia’sindan Sırpların Bastinası’ndan ve diğer Orta Çağ uygulamalarından farklı olarak
Türkler’deki toprak sistemi toprağı kullanan halkı kollayan bir sistemdi.
Türkler, Fethedilen yerlerde, yerel halkın inancına ve yaşam biçimine karışmama, onlara bu
yönde baskı uygulamama davranışı sergilemişlerdir. Bu yönetim anlayışı ile Osmanlı İmparatorluğu 22
millet, 36 boy ve kavim ve binden çok etnik ya da dinsel yapılanma ile yönetimi altındaki insanlara
tarihlerinin en çatışmasız ve gönençli dönemlerini yaşatmışlardır. Osmanlıların İmparatorluğa adını
veren 1.Osman Selçuklu Hakanı 3.Alaattin’in Halefi olarak kabul edilmiştir. Nitekim Selçukluların
geliştirdiği Türk Tımar sistemi sürdürülmüş, ırsi askeri tımar işleyişi devam etmiş, denizcilik ve
donanma hizmeti tımarları ile askeri yapılanma ve ordu işleyişi korunmuş; yönetim sistemi,
hukuk, eğitim ve vergi düzenleri geliştirilerek sürdürülmüştür. Doğan Avcıoğlu Türklerin tarih adlı
kitabında Anadolu’yu hızla kalkındırmayı amaçlayan Selçuklu tutumuyla Atatürk’ün politikaları arasında
anlayış olarak örtüşme olduğunu söylemiştir. Şu iyi bilinmelidir ki Anadolu’yu Selçuklular ve Osmanlılar
Türkleştirip İslamlaştırdılar.
Resim 35 : Büyük Selçuklu Devleti
Oğuz Türkleri, Uygurlarla birlikte Tunguz etnik boyundan biridir. 6.yy’da Göktürk
İmparatorluğu içinde yer almışlardır. Göktürk İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra, Göktürk
içindeki Kıpçak Aristokrat ve kurmaylarının Hazar Hanlığı bünyesine katılmasıyla, Hazarların
içerisinde yer almışlardır. Bir kısmı da Uygur Devleti içerisinde bulunmuştur. 10.yy’da Hazarlar
ile Uygurların zayıflamasıyla Hazar Denizi’nin batısında ayrı bir devlet olarak mücadelelerini
sürdürdüler.
Resim 36: 900 Yılında Avrasya
Hâkaniye ve İlig-Hanlar adlarıyla da anılan Karahanlı Devleti, başta Karluklar olmak üzere Çiğil,
Yağma ve Tuhsı gibi Türk Boylarına dayanıyordu. Karluklar, Balasagun merkez olmak üzere Yedi-su
bölgesinde bir devlet kurmuşlardı. Karluk yabgusu, bağlı bulunduğu Uygur Hakanlığı'nın 840 yılında
Kırgızlar tarafından yıkılması üzerine istiklâlini ilân etti. Kendisini Türk hakanlarının yasal halefi sayan
yabgu ‘Karahan’ unvanını aldı. Karahanlıların ilk hükümdarı olarak bilinen Bilge Kül Kadir Han,
Maverâünnehir'deki Sâmanî devleti ile mücadelelerde bulundu. Oğullarından Arslan Han ulu hakan
olarak Balasagun'da, Oğulcak Kadir Han ise Talas'ta oturdular. Kadir Han 893'te başkenti Kaşgar'a
nakletti. Bu dönemde yeğeni Satuk Buğra Han Müslümanlarla temas kurdu ve Karahanlı Devleti'nin
başına geçince de İslâmiyet'i resmî din olarak kabul etti (920). Bu tarihten sonra Abdülkerim Satuk
Buğra han adıyla anıldı. Ancak Karahanlı sınırları içerisindeki halkın tamamıyla İslâmiyet'i seçmesi
Satuk Buğra Han'ın oğlu Baytaş zamanında gerçekleşmiştir. Karahanlılar, Samaniler devletine son verdi
(999). Ebu Nasr Ahmed Abbasi halifesi tarafından bir İslâm hükümdarı olarak tanınan ilk Karahanlı hanı
olmuştur. Karahanlı Devleti'nin sınırları Balasagun, Özkent ve Tarım Havzası'nın batı kısmı ile
Karakurum dağları dolaylarına kadar genişlemişti. Güneyde Gazneliler ile komşu oldular ve mücadele
ettiler. Ancak hanedan arasında çıkan anlaşmazlık neticesinde devlet Doğu ve Batı olmak üzere ikiye
ayrıldı (1042). Doğu Karahanlıların başında Tamgaç Buğra Han; Batı Karahanlıların başında ise Ahmet
Arslan Han bulunuyordu.
Doğu Karahanlı Devleti'nin (1042-1211) sınırları Kaşgar, Fergana, Balkaş gölü civarına kadar
uzanmaktaydı. Devletin merkezi zaman zaman Balasagun, Talas ve Kaşgar şehirleri olmuştur. Doğu
Karahanlı Devleti'nin ilk hükümdarı sayılan Tamgaç Buğra Han âdil ve dindar bir kişi olarak
tanınmaktaydı. Yusuf Has Hacib'in yazdığı Kutadgu Bilig bu hükümdara sunulmuştur. Doğu
Karahanlı Devleti 1090 yılında Selçuklulara bağlandı. Devlet 1133 yılında Moğol asıllı
Karahıtayların hâkimiyetine girdi. Bu durum 1211'e kadar devam etti. Bölgenin tamamı Cengiz
Han tarafından istilâ edildi. Batı Karahanlı Devleti ise (1042-1212) sınırları batıda Aral gölünden
doğuda Çimkent ve Özkent'e kadar uzanmaktaydı. Devletin başkenti önceleri Özkent idi. Daha
sonra Semerkant ve Buhara devletin merkezleri olmuştur. İlk hükümdarları Ahmet Arslan Han idi.
Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah bir Karahanlı prensesi ile evlenerek iki devlet arasında
akrabalık kurdu ve böylece Karahanlıları kendisine bağladı (1089). Selçukluların Katavan
Savaşı'nda yenilmesiyle beraber Batı Karahanlılar da Karahitay hâkimiyetine girmişti (1141).
Harezmşahlar bölgedeki Moğol hâkimiyetine son vermiş, son Karahanlı hükümdarı Osman Han'ı
da ortadan kaldırarak, bu devleti yıkmışlardır (1212). Batı Karahanlılar, Kıpçak kurmaylığında
sanatsal ve bilimsel alanda gelişim göstermiştir. Kutadgu Bilig ve Divan-ı Lügati’t Türk bu
dönemde yazılmıştır. Fetihçi Selçuklu Devlet Kültürü’nün altyapısı Batı Karahanlılarda atılmıştır.
İlk eyalet ve Hassa Ordu Sistemi Batı Karahanlılarda denenmiş, Selçuklu ve Osmanlı bünyesinde
profesyonel anlamda uygulanmıştır. Kıpçak Türkleri, burada oğuzları seçmişlerdir. 1000 yılında
Selçuk bey, Kıpçak Türklerince seçilerek güneye gönderiliyor ve 1041 sonrası bayrak Selçuklu
Devleti’ne geçmiştir. Ve Selçuklular Fetih hareketlerine başlamışlar. Karahanlı-Selçuklu
çizgisinde gelişen islam temelli devlet kültürü, devlet merkezinin Anadolu’ya taşınması ile
burada gelişerek yeni bir etnos oluşuyor. Özetle Kıpçak Türkleri, Oğuz devleti içerisinde bir devlet
kültürü’nün temellerini atmaya başlıyorlar, Batı Karahanlı bünyesinde bilimsel ve sanatsal altyapısını
tamamladıkları devlet kültürünün Selçuklular bünyesinde fetih hareketleri gerçekleştirerek Anadolu’ya
taşımışlardır. Kıpçak kurmaylığı ile yürüyen Moğollar, 1215’de dünyanın üç payitaht’ından Pekin’i
alırken, 1243’te de Selçuklu üzerine yürüyerek diğer payitahta İstanbul’a yürümeyi denemiştir. Bu
Kıpçak merkezli Tunguz destekli Türk Devlet Kültürü, Osmanlı ile birlikte Balkanlara yürüyerek,
İstanbul’dan sonra dünyanın bir diğer Payitaht’ı olan Roma’nın Fethi için (Payitaht fethi Kıpçak
hedefidir) Balkanları ileri harekat üssü olarak yurt edinmiştir. Fatih Sultan Mehmet’in oğlu
Şehzade Mustafa ile Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Şehzade Mustafa, Roma’nın fethi için
yetiştirilmiştir.
Download