Aylık Dergi Nisan 2015 Sayı 292 HZ. PEYGAMBER VE ANADOLU’DA BİRLİKTE YAŞAMA KÜLTÜRÜ BİRLİKTE YAŞAMA AHLAKI PROF. DR. MAHMUT AYDIN İLE BİRLİKTE YAŞAMA ÜZERİNE SÖYLEŞİ HZ. PEYGAMBER’İN ÖRNEKLİĞİNDE BİRLİKTE YAŞAMA VE HOŞGÖRÜ İnsanlık tarihinde başka din ve kültür mensuplarıyla bir arada yaşayıp ortak medeniyet oluşturmanın en güzel örneğini Müslümanlar vermiştir. Modern zamanlarda sıkça dillendirilen meselelerden birisi de “Birlikte yaşama ahlakı” konusudur. Birlikte yaşamanın aslında bir zihniyet meselesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yeryüzü bütünüyle Allah’ın mülkü, insanlar da Allah’ın kuludur. Hz. Peygamber belli bir zaman ve mekâna ya da topluma değil, tüm insanlığa rehber olarak gönderilmiştir. EDİTÖRDEN GÜNÜMÜZ dünyası bilim, teknoloji ve iletişim alanında ulaştığı yeniliklerle akla hayale gelmeyecek derecede bir gelişme elde etmiştir. Teknolojide son asırda elde edilen kazanımlar, âdeta yüzyıllara meydan okur hâle gelmiştir. Bu durum, bilginin, olayların bir anda dünyanın dört bir tarafına ulaştığı, mesafelerin ortadan kalkıp, zaman ve mekân mefhumunun göreceli hâle geldiği ve kültürlerarası etkileşimin hız kazandığı bir tabloyu karşımıza çıkarmaktadır. Çağın insanlıkla imtihanı olan zorunlu göçler ve daha müreffeh hayat arayışları da insanları farklı ülkelerde ve farklı şehirlerde yaşamaya sevk etmektedir. Doğal olarak ülkeler, kültürler ve dinler arası iletişim artmakta, farklı kimliklerin bir arada yaşama zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Hiç kimsenin bu sürece bigâne kalması da mümkün değildir. Burada önemli olan kimliği, kişiliği, değerleri kaybetmeden, “biz olabilmek” ve “biz kalabilmek”tir. Küresel ölçekte de yaşanan meydan okumalara karşı onurlu bir duruş sergileyebilmektir. Bugün modern dünya birlikte yaşamayı çağdaşlık ve gelişmişliğin önemli göstergelerinden biri olarak kabul etmekle birlikte, dünyanın birçok bölgesinde insanlar hak ihlallerine maruz kalmaya, en temel hak olarak kabul edilen yaşama hakkı başta olmak üzere, düşünce ve inançla ilgili ihlaller yaşamaya hâlâ devam etmektedir. Her insanın doğuştan sahip olduğu temel hak ve özgürlüklerin önündeki en büyük engelin ötekileştirme, farklılıklara tahammül edememe ve farklılıkları tehdit olarak görme anlayışının olduğunu söyleyebiliriz. İslam Medeniyetinde birlikte yaşamanın ilk tecrübesi, Medine şehir devletinde yaşanmıştır. Medine’de Müslüman, Yahudi ve müşrik topluluklarının birbirleriyle ve başkalarıyla ilişkilerini, temel hak ve görevlerini belirleyen Medine sözleşmesi bu konuda önemli bir vesikadır. Bu sözleşme, farklı din mensuplarının bir arada yaşamasına imkân vermiş olması ve bunu yasal bir zemine oturtması bakımından tarihi ve hukuki değeri haiz önemli bir belgedir. Veda Hutbesi’nde de her insanın canının, malının ve inancının dokunulmaz olduğunu ve her türlü saldırıya karşı korunması gerektiğini ilan eden Hz. Peygamberin Medine’de oluşturduğu çok inançlı ve kültürlü yapı, bizim medeniyet anlayışımızı, insana yaklaşımımızı göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Hz. Peygamberin Medine’de ortaya koyduğu bu tecrübe, bir arada yaşama hukukunun ve ahlakının da temellerini teşkil etmektedir. Hz. Peygamberin hoşgörü, şefkat, merhamet ve affedicilik üzerine inşa ettiği toplumun yansıması Anadolu’da “Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım, sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz” dizelerinde dile getirilmiştir. Anadolu coğrafyası, binlerce yıllık tarihinde farklılıkları içinde barındırmış; barış ve hoşgörüyle yaşamayı başarmış, farklılıkları birer zenginlik olarak görmüş önemli bir örnektir bizim için. Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli ve daha niceleri düşünceleri, sevgi ve hoşgörü anlayışları ile kültür ve medeniyetimizin bu alandaki sembol temsilcileridir. Birlikte yaşama adına bugün yaşanan sıkıntılar, karşılıklı saygı, anlayış ve hoşgörü zeminini birlikte oluşturmakla sağlanabilir. Unutulmamalıdır ki tek taraflı bir hoşgörüden bahsedilemez. Yine bir tarafın menfaat ve çıkarına zemin hazırlayan bir ilişki tarzı da kabul edilemez. Birlikte huzur ve güven içinde yaşamak için sadece yasal düzenlemeler, felsefi ve sosyolojik bakış açıları da yeterli değildir. Her şeyden önce toplumda birlikte yaşama inancı, ahlakı ve kültürünün de oluşturulması gerekir. İnsan tasavvuru hakkında kültürümüzün yaklaşımını özetleyen Yunus Emre, birlikte yaşamanın formülünü asırlar öncesinden en güzel şekilde dile getirmektedir: “Yaratılanı hoş gör, yaratandan ötürü.” Bu sayıda, modern zamanlarda insanın nasıl ötekileştirildiğini, birlikte yaşama ahlakının nasıl zedelendiğini, bunun giderilebilmesi için çarelerin neler olduğunu çok değerli yazarlarımızın katkılarıyla sizler için hazırladık. Her sayısında, sosyal ya da bireysel sorunları dinî referanslarla ele alan dergimiz, bu sayıda da birlikte yaşamanın ahlakını; “Kuşlar gibi uçmayı öğrendik, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik, ama kardeşçe yaşamayı unuttuk.” dediğimiz modern zamanlarda birbirimizi ötekileştirmeden bir arada huzur ve barış içinde yaşayabilmenin yollarını aradı. Barışın, huzurun ve hoşgörünün önce kendi çevremizden başlayıp, sonra küresel ölçekte egemen olduğu bir dünya temennisiyle dergimizi siz değerli okuyucularımızın beğenisine sunuyoruz. Mayıs sayımızda buluşmak üzere… Sa lman D r. Y ü ksel 292 6 Yetmiş İki Millete Bir Gözle Bakmak Anadolu’da Birlikte Yaşama Kültürü Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ 10 Hepiniz Âdem’densiniz, Âdem ise Topraktan 14 Birlikte Yaşama Ahlakı 18 Farklılıklar Kaçınılmaz, Birlikte Yaşayabilmek Erdemdir 22 Birlikte Yaşamak, Dirlikte Yaşamak 26 Birlikte Yaşama Üzerine Prof. Dr. Mahmut AYDIN ile Söyleşi 32 Birlikte Yaşamanın Evrensel İlkeleri 34 Hz. Peygamber’in Örnekliğinde Birlikte Yaşama ve Hoşgörü 37 Hz. Peygamber ve Birlikte Yaşama Bilinci Dr. Ekrem KELEŞ 05 10 Doç. Dr. Yaşar YİĞİT Prof. Dr. Ahmet YAMAN Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ Dr. Lamia LEVENT Dr. Mustafa EREN Dr. Faruk GÖRGÜLÜ Selva ÖZELBAŞ Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu Dr. Yüksel SALMAN Yayın Koordinatörleri Mustafa BAYRAKTAR Mustafa BEKTAŞOĞLU Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Dr. Faruk GÖRGÜLÜ 2 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 Dr. Lamia LEVENT [email protected] 22 Tashih Mesut ÖZÜNLÜ Görsel Sorumlu Burhan ÇİMEN Arşiv Ali Duran DEMİRCİOĞLU İletişim Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü Üniversiteler Mah. Dumlupınar Blv. No: 147/A 06800 Çankaya/Ankara Tel : 0312 295 86 61 Faks: 0312 295 61 92 [email protected] facebook.com/diyanetaylikdergi twitter.com/Diyanet Dergisi 58 62 26 40 44 46 Şehrin Huzur Mekânı Na’t-ı şerif: Şiirle Peygamber Sevgisi ve Şefaat Arzusu Prof. Dr. Emine YENİTERZİ Üç Aylar: Hasat Vakti Ömrün Bereketi Sedide AKBULUT 64 O’nun (s.a.s.) İçin Ne Dediler? 68 Dünden Bugüne: Hâdimlikten Hâkimliğe 72 Bizi Şekle Kavuşturan: el-Musavvir 74 76 79 M. Kamil Yaykan / Sümeyye Özçelik Dr. Erdal KILIÇ Fatma BAYRAM Erzurum Ulemasından Yunus Kaya Dr. Zeki KOÇAK Bunu Konuşalım: Aysun Özkan ile Söyleşi Dr. Lamia LEVENT Fahr-i Kâinat Efendimiz Dr. Mehmet Nur AKDOĞAN Mahmut BIYIKLI Çarpıtılan Cihat Anlayışımız Prof. Dr. İbrahim Hilmi KARSLI Riya: Kimi Kandırıyoruz? Hale ŞAHİN 48 52 Gençliğe İstikamet Çizen Bir Mücadele İnsanı:Ali Fuat Başgil 54 Avusturya İslam Kanunu Üzerine Bir Değerlendirme 56 Kutlu Doğum’u Moskova’da Yaşamak Kâmil BÜYÜKER Hoş Gör Hâlimizi Ya Rasulallah Sümeyye ERTÜRK Fatih KARADAŞ Dr. Mustafa KÜTÜKÇÜ Abone İşleri Tel : 0312 295 71 96-97 Faks : 0312 285 18 54 e-mail: [email protected] Abone Şartları Yurtiçi yıllık: 60.00 TL Yurtdışı yıllık: ABD: 30 ABD Doları AB Ülkeleri: 30 Euro Avustralya: 50 Avustralya Doları İsveç ve Danimarka: 250 Kron İsviçre: 45 Frank 34 48 Abone kaydı için, ücretin Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün T.C. Ziraat Bankası, Ankara Kamu Girişimci Şubesi IBAN: TR08 000 1 00 25 330 599 4308 5019 nolu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi sayıdan başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya e-mailin Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye İşletmesi Müdürlüğü Üniversiteler Mah. Dumlupınar Blv. No: 147/A 06800 Çankaya/Ankara adresine gönderilmesi gerekir. Temsilcilikler; Yurtiçi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri - Yurtdışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri, Din Hizmetleri Ataşelikleri / Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir. Tasarım: Aral Grup www.aral.org Fidanlı›k Mahallesi Ataç 1 Sokak No:25 / 11 Yenişflehir / Ankara Tel: +90.312 433 2725 Baskı: A4 Grafik Matbaa Yay. Rekl. Bilg. Hiz. Ltd.Şfi ti. Tel: 0212 452 40 99 Fax: 0212 639 50 49 mail: [email protected] www.a4grafik.com.tr Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın, Diyanet Aylık Dergi (Türkçe) Basım Tarihi: 27/03/2015 ISSN-1300-8471 B A Ş M A K A L E Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı Hz. Peygamber (s.a.s.), Birlikte Yaşama Ahlakı ve Hukuku MODERN zamanlarda âdeta küresel bir köye dönüşen dünyamızda bilim ve teknoloji alanında baş döndürücü gelişmeler yaşandı. Ulaşım hizmetlerinde büyük kolaylıklar sağlandı. Kitle iletişim araçları olabildiğince yaygınlaştı. İş, ticaret, eğitim ve benzeri amaçlarla gerçekleştirilen seyahatler gittikçe çoğaldı. Dünya nüfusu 8 milyarı aştı. Köyden kente göçün durmaksızın devam etmesi neticesinde yerküremizde milyonların yaşadığı metropoller, megapoller oluştu. Bu arada modern dünya, tarihî tecrübeleri fazla dikkate almadan kendi değerler dünyasını inşa etti. Bu değerler dünyası içinde kendi hayat tarzını, kurumlarını, insan ilişkilerini, dilini üretti. Geçmişe dair ne varsa, bugüne dair ne elde ettiyse hepsini bu yeni zihniyete arz etti. Ancak hayata bakışı hikmet ve merhamet değil, güç ve menfaat eksenliydi. Bu yüzden pozitivizm ve hümanizmin görece dünyası içinde sürekli bir çatışma kültürü meydana geldi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, soğuk savaş dönemleri, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar’da yaşanan trajediler, insanlığın son asırlarda yaşadığı büyük acılardır. Bilhassa son yıllarda Arakan’da, Filistin’de, Irak’ta, Suriye’de ve Yemen’de yaşanmakta olan şiddet ve çatışma ortamı insanlığın vicdanını sızlatmaya devam etmektedir. Tüm bu savaş, çatışma, işgal ve soykırımlar nedeniyle zorunlu yer değiştirmeler ve göçler yaşandı ve hâlen de yaşanmaya devam ediyor. Dünyanın sınır kavramını unuttuğu ve alabildiğince çalkalanıp alt üst olduğu günümüzde, farklı din, dil, ırk, renk, ülke, kültür, inanç, mezhep ve meşrebe sahip insanlar, tarihte hiç görülmemiş bir yoğunlukta bir arada yaşamaya başladı. Küresel ölçekte bilimsel, teknolojik, ekonomik, siyasi, dinî ve kültürel etkileşimler yaşandı. Bu durum pek çok problemin yanında “öteki” problemini, yani ötekini tanıma, kabullenme ve onunla bir arada yaşama problemini beraberinde getirdi. Artık aynı toprağı, suyu, havayı paylaşan insanlar arasında saygıya dayalı sağlıklı bir iletişim örüntüsü kurmak; kendi yaşamı adına diğerinin yaşama hakkını elinden almayan, hukuka ve ahlaka riayet ederek birlikte yaşamayı başarabilen toplumlar inşa etmek gerekiyordu. Her ne kadar insanlık birlikte yaşama konusunda ciddi bir birikime sahip olsa da, sürekli demokrasiden, insan hak ve özgürlüklerinden, çoğulculuktan ve çok kültürlülükten söz edilse de, dünyamızda medeniyetler, dinler ve kültürler arasında çatışma senaryoları, yabancı düşmanlığı, ırkçılık, ayrımcılık, ötekileştirme, asimilasyon ve izolasyon politikaları bir türlü sona erdirilemedi. Savaşlar, işgaller, şiddet ve terör eylemleri, çatışmalar, istibdatlar, soykırımlar, sömürgecilik ve zulüm durmaksızın devam etti. Her ne kadar farklılıklardan kaynaklanması muhtemel çatışmaların önlenmesi adına uluslararası sözleşmeler imzalanmış, uluslararası kurum ve kuruluşlar ihdas edilmişse de bütün bu girişimler, dünyamızdaki farklılıkların tamamını kuşatmadığı ve de dinî, ahlaki ve kültürel alt yapı ile desteklenmediği için barış, huzur ve kardeşlik yolunda istenen neticeler bir türlü alınamadı. Dolayısıyla bugün birlikte yaşama konusunda genelde insanlığın özelde ise Müslüman toplum- ların karşılaştıkları sorunların çözümü için seferber olunmasına; dinlerin, özellikle de son hak din olan İslam’ın bakış açısının ortaya konmasına; tarih boyunca Müslümanların bu konuda geliştirdikleri hukukun bilinmesine, tarihî tecrübenin günümüze yansıtılmasına ve birlikte yaşama ahlakı konusunda bir bilinç oluşturulmasına ihtiyaç vardır. Hiç şüphesiz İslam, farklılıkların bir arada barış ve huzur içinde yaşamalarına dair ahlak ve hukuk ilkelerini belirlemiş yegâne dindir. İslam’ın “öteki” anlayışı, farklılıkların bir kimlik olarak muhafaza edilip yaşatılmasını öngörür. Kur’an-ı Kerim, farklılıkları Allah’ın ayetleri olarak değerlendirir (Rûm, 30/20.) ve insanların kavimlere, kabilelere, ırklara ayrılmasının hikmetini “teâruf” kavramıyla izah eder. (Hucurat, 49/13.) Buna göre yeryüzünde dillerin, renklerin, etnik yapıların farklı farklı oluşu, ötekini tanıma, bilme ve kabullenme anlamına gelen teârufu gerektirir. İnsan, farklılıkların ilahi kudretin, hikmetin ve sınavın birer parçası olduğunu (Maide, 5/48.) idrak etmeli, erdemli ve faziletli bir duruşla bir arada yaşama hedefine ulaşabilmelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanından günümüze İslam toplumları, Müslüman olmayan toplumlarla ilişkilerinde her zaman belli ölçüleri gözetmiştir. Bu ölçüleri belirleyen bizzat Kur’an ve Hz. Peygamberin (s.a.s.) sünnetidir. Kerim kitabımızda dini kabul noktasında insanlara baskı yapılmasını yasaklayan ayetler bulunması (Bakara, 2/256; Yunus, 10/99; Kehf, 18/29.), başka din ve inanç mensuplarına anlayış gösterilmesini gerekli kılmaktadır. Allah Rasulü (s.a.s.) döneminde Hristiyanlarla ilk ilişkiler, Müslümanların Habeşistan’a hicretiyle; Yahudilerle ilk ilişkiler ise bizzat Hz. Peygamberin (s.a.s.) Medine’ye hicretiyle başlamıştır. Medine İslam toplumunda üç ilahî dinin mensupları arasında örnek ilişkiler kurulmuş, antlaşmalar imzalanmış, birlikte yaşama hukuku geliştirilmiş ve bu hukuk Medine Vesikası ile yazılı hâle getirilmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Hulefa-yı Raşidin döneminde Müslüman olmayanlar, azınlık statüsünde değerlendirilmeyip asli unsur olarak kabul edilmiş, yapılan antlaşmalarda her ferde din ve vicdan hürriyeti tanındığı açık bir şekilde belirtilmiştir. Buna göre dinî eğitim, öğretim, ayin ve ibadetler ile mabetler, inanç hürriyetinin gereği olarak hukukun güvencesi altına alınmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ashabının temellerini attıkları birlikte yaşama hukuku tek taraflı bir süreçte gelişmemiş, diğer din mensuplarının da bu anlayışa katkıları olmuş, bu sayede başta Anadolu olmak üzere Endülüs’ten Hindistan’a, Afrika’dan Asya’ya İslam coğrafyasının dört bir köşesinde örnek toplum modelleri ortaya konulmuştur. Farklı millet, kültür ve dinlerin kavşak noktaları olarak nitelendirebileceğimiz Kudüs, Şam, Bağdat, Kahire, İskenderiye, Kurtuba, Üsküp, Saray Bosna, Antakya, Edirne, Bursa, Mardin, İstanbul gibi İslam şehirleri, hoşgörünün, anlayışın, saygının hüküm sürdüğü huzur ve barış merkezleri olmuşlardır. Üzülerek belirtelim ki, birlikte yaşama kültürüne dair teorik ve pratik birikimimize rağmen bugün hâlâ farklılıkları kabullenme meselesi, en büyük toplumsal problemlerimizden birisidir. Hâkim gücün farklılıkları aza indirme, hatta tamamen kaldırmaya yönelik gizli ya da açık baskısı küresel bir mesele olarak karşımızdadır. Batı toplumlarında var olan “farklılıklarla birlikte yaşama zafiyeti” Müslümanlara karşı islamofobi kaynaklı nefret söylemleri, ayrımcılık politikaları ve camilere yönelik saldırı girişimleri ile gün yüzüne çıkarken, İslam toplumlarında da mezhepçilik, meşrepçilik, ırkçılık, ideolojik ayrımcılık sebebiyle iç çatışmalar yaşanmakta, masum canlar katledilmekte, şehirlerin tarihî ve kültürel dokusu yok edilmektedir. Her türlü olumsuzluğa, saldırıya, oyuna, strateji ve plana rağmen Müslümanlar olarak, Kur’an-ı Kerim’in ve son peygamberin (s.a.s.) çağlar üstü örnekliğini esas almakla mükellef olduğumuzu burada bir defa daha hatırlamakta fayda mülahaza ediyorum. İslam ümmeti, bir taraftan çağı doğru okuyan, diğer taraftan da dinin sahih bilgisini günümüze taşıyarak vazgeçilmez değerlerine sahip çıkan bir bilinç düzeyine eriştiğinde şiddet sarmalından kurtulacaktır. İslam’ın medeniyetler inşa eden eşsiz ilkelerine, tarihte bu ilkelerin üzerinde yükselen model toplumlara, onların farklılıkları çatışma ve yıkım sebebi değil, gelişme ve zenginleme fırsatı olarak nasıl değerlendirdiğine odaklandığımız zaman, coğrafyamız yeniden selam ve eman yurdu hâline gelecektir. Ülkemize, gönül coğrafyamıza ve insanlığa barış, huzur, esenlik, merhamet, şefkat, adalet ve fazilet aşılamanın yolu, birlikte yaşama hukukunu ve ahlâkını yeniden yaşanır kılmaktan geçmektedir. NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 5 G Ü N D E M YETMİŞ İKİ MİLLETE BİR GÖZLE BAKMAK ANADOLU’DA BİRLİKTE YAŞAMA KÜLTÜRÜ Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı İrfani geleneğin birlikte yaşama sürecinde; durağan, statik ve uyuşuk bir yapı değil, toplumun tekâmülünü öngören, başkalarıyla birlikte yaşamayı, onları kabullenmeyi esas alan, her insanı potansiyel Müslüman gören ve Müslüman kardeşini kendisine tercih eden ve karşılıksız sevmeyi ve vermeği yeğleyen bir anlayış egemendir. 6 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 Kilise ve camilerin bir arada olduğu Mardin’den bir görünüm İNSANLIK tarihinde başka din ve kültür mensuplarıyla bir arada yaşayıp ortak medeniyet oluşturmanın en güzel örneğini Müslümanlar vermiştir. Asr-ı saadet döneminden itibaren Emevi ve Abbasi hilafetinden günümüze kadar Şam, Kudüs, Kahire, Bağdat ve İstanbul gibi farklı din mensuplarının birlikte yaşadığı şehirlerde başka dinlerin ve kültürlerin tarihinde eşine rastlanmayacak bir hoşgörü ortamı oluşmuştur. Anadolu, tarihî süreç içerisinde birlikte yaşama tecrübesinden nasibini almış ve Müslümanların bu tecrübeyi en yüksek seviyede yaşadığı bölgelerden birisi olmuştur. Bütün bu dönem boyunca bu ülkelerde oluşan birlikte yaşama ortamının hazırlayıcı unsuru İslam’ın kendisidir. İslam gerek temel kaynaklarında, gerekse asrı saadetteki uygulamalarında bu anlayışın neşet ettiği ana kaynak olmuştur. İslam’ın özünde var olan birlikte yaşama tecrübesine irfan geleneğinin temsilcisi olan arifler, yaşantı ve düşünceleriyle önemli katkılar sağlamışlardır. İslam’ın ruhani derinliğini yorumlayan NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 7 G Ü N D E M gönül sultanı arifler, İslami hoşgörüyü arifane bir tarzda ifade etmişlerdir. Nitekim irfani klasik eserlerde nakledilen birtakım anekdotlar irfan ehlinin bu anlayışlarını ortaya koyan örnekleridir. İrfani geleneğin birlikte yaşama sürecinde; durağan, statik ve uyuşuk bir yapı değil, toplumun tekâmülünü öngören, başkalarıyla birlikte yaşamayı, onları kabullenmeyi esas alan, her insanı potansiyel Müslüman gören ve Müslüman kardeşini kendisine tercih eden ve karşılıksız sevmeyi ve vermeği yeğleyen bir anlayış egemendir. Aslında insanların başka din mensupları ile bir arada yaşaması fıtri bir olgudur. İnsanlar her zaman birlikte yaşayacakları kimseler konusunda seçim yapma şansına sahip olmayabilirler. Çünkü doğmadan önce kimin nerede doğup kimlerle yaşayacağı kimseye malum değildir; bu yüzden birlikte yaşama, karşılıklı hoşgörüyü zorunlu kılmaktadır. İslam’ın süratle yayılmasında 8 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 Anadolu Selçukluları döneminde en büyük fikrî temsilcilerini yetiştiren irfani düşünce İbn Arabi, Mevlana ve Yunus Emre ile İslam’ın cihanşümul mesajını evrensel imparatorluk mefkûresi sayesinde bütün cihana ulaştırmıştır. yapmışlardır. Arifler diğer din mensuplarına ve farklı kültürlere hoşgörü ile yaklaşmışlardır. Özellikle Anadolu Selçukluları döneminde en büyük fikrî temsilcilerini yetiştiren irfani düşünce İbn Arabi, Mevlana ve Yunus Emre ile İslam’ın cihanşümul mesajını evrensel imparatorluk mefkûresi sayesinde bütün cihana ulaştırmıştır. Nitekim Yunus Emre yetmiş iki millete bir gözle bakmayanı, şeriat ölçülerine göre evliya olsa bile isyankâr sayar: Yetmiş iki millete birlig ile bakmayan Şer‘ile evliyâsa hakîkatte âsîdür diğer din ve inanç mensuplarına gösterilen müsamahanın da önemli bir etkisi vardır. Çünkü İslam’da, Hristiyanlık’ta olduğu gibi emperyalist emeller taşıyan ve arkasında devlet desteği bulunan misyonerler yoktur. Onun yerine insanlara İslam’ın mesajını taşıyan sivil nitelikli davetçiler vardır. Bu davet hizmetini sadece bir gruba hasretmek mümkün değilse de özellikle “leşker-i duâ” olarak anılan arifler, fiilen bu işi (Mustafa Tatcı, Yûnus Emre Dîvânı Tenkitli Metin, s. 43 (29/4.) Gönül yıkan kimsenin ibadetinin anlamsızlaşacağını ne güzel ifade eder: Bir kez gönül yıktınsa bu kıldığın namaz değil Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil (age. s. 163 (166/1.) İslam, insanlara aşkla yaklaşan bir ruhun temsilcisidir. Aşk sayesinde merhamet çekirdeğinden G Ü N D E M fışkıran mesuliyet, insanı sınırlı ve dar yapılı bir varlık olmaktan kurtarır, sonsuz ve ebedî bir hayata hazırlar. Yunus dört kitabın anlamının ancak aşkla anlaşılacağına kaildir: Dört kitâbın mânâsın okudum tahsîl kıldım Aşka gelicek gördüm bir ulu hece imiş (age. s. 125 (124/9.) Birlikte yaşamak tanış olmayı, tanış olmak sevip sevilmeyi sağlar. Bunun neticesi ise huzurla yaşamaktır. Gelin tanış olalım / İşi kolay kılalım Sevelim sevilelim / Dünya kimseye kalmaz (age. s. 125 (124/9.) Metinleri nasıl okuyup nasıl yorumladığımız çok önemli. Aynı metinlerden birileri medeniyet ihya ederken birileri vahşet üretebilir. Niyeti gönüller yapmak olan, elbette inşa ve imara memurdur: Ben gelmedim dâvî için / Benim işim sevi için Dostun evi gönüllerdir / Gönüller yapmaya geldim (age. s. 176 (17 age. s. 125 (124/9).9/2.) Yunus Emre kendi yolunun ve dininin güzelliğini de şu ifadelerle anlatır: Gayrıdır bu milletten bu bizim milletimiz Hiç dinde diyânetimiz bulunmadı dîn ü Bu dîn ü diyânette dünya ve âhirette Yetmiş iki millette ayrıdır âyâtımız (age. s. 118 (116/1-2.) İrfan ehlinin diğer din mensuplarıyla; özellikle ehlikitap ile ilişkilerinde ortak hedefleri her insanı potansiyel Müslüman olarak görmek ve Hakk’ın mahluku olarak sevmek ve hoş görmektir. Kur’an’daki ehlikitabı ortak bir kelimede buluşmaya çağıran hitab-ı ilahî (Âl-i İmran, 3/64.) Müslümanların ve irfan ehlinin müşterek çıkış noktası olmuştur. Başka din mensuplarına inanç, ibadet ve içtimai münasebetlerde hoşgörü göstermek kişilerin dinleri, inançları ve kişilikleriyle ilgili özgüvenle yakından alakalıdır. Bu konuda özgüven problemi taşımayanlar başkalarının varlığından rahatsız olmaz; hatta onlara yaratıcının saygın bir varlığı olarak bakar. İrfan geleneği İslami değerleri birebir yansıtan ve asr-ı saadetteki diğer din mensuplarıyla birlikte yaşama geleneğini en iyi biçimde sürdüren, halkı Hak için sevmeyi öğütleyen bir disiplindir. Bu disiplinde Hakk’ın değişik tezahürleri söz konusudur. Her vasıftaki insanı çağıran; onlara “gel” diyen gönül sultanları ancak onları oldurmak, erdirmek ve Hakk’a vardırmak üzere davet ederler. Beraber bulundukları insanları yanlışlıklarını mazur görüp hatalarını tevil ederek hoş gören, buna mukabil nefislerini suçlu görüp kınayan irfan ehli günümüzde bencilliğin, egoizmin hâkim olduğu noktalarda diğerkâmlık ve hasbilik vasıflarıyla insanları kuşatmaktadır. Kendisini toprak gibi gören, üzerine atılan pisliklere rağmen kendisinden daima güzellikler biten bir gönül insanı, çağımızın çıkarcı insanını kuvvetle etkileyecek çarpıcı bir güce sahiptir. İrfani hayatı “güzel ahlak ve edep” diye tarif eden arifler insanlara başkalarıyla geçimli olma, kahır çekme, yük kaldırma gibi konularda kendilerine önemli görevler düştüğünü ifade etmiş olmaktadırlar. Yunus’un: Dövene elsiz gerek / Sövene dilsiz gerek Derviş gönülsüz gerek / Sen derviş olamazsın (Krş. Mustafa Tatcı, Yunus Emre Dîvânı, s. 115 (111/2.) Diye özetlediği güzel ahlak ve geçim ehli olma konusu arifleri merkez insanlar hâline getirmektedir. Bu yüzden tarihî süreçte İslam ve irfanla yoğrulan Anadolu coğrafyası barışın, huzurun, esenliğin ve birlikte yaşamanın merkezi hâline gelmiştir. Bugün tarihimizdekinin aksine aleyhte propagandalarla insanların İslam’la ilgili birtakım ön kabulleri oluşmuş bulunmaktadır. Bu ön kabuller, İslam’ın güler yüzü ile hiç bağdaşmamaktadır. Bu yüzden tarihî süreçte gönül erenleri ve Alperenlerin üstlendiği yöntem tekrar incelenmelidir. Küreselleşmenin ve birlikte yaşama tecrübelerinin tartışıldığı günümüzde farklılıkları zenginlik kabul eden, her cins, dil ve ırktan zümreleri içinde barındıran irfani telakki, insanlığın işine bugün her zamankinden daha çok yarayacak bir olgudur. Küresel dünya vatandaşlığının tartışıldığı günümüzde, düşünce ve inanç gruplarının birbirleri üzerinde baskı oluşturmadan birlikte yaşamaları irfani gelenekle daha kolay ve daha kalıcı olacaktır. NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 9 G Ü N D E M ‘EY İNSANLAR! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan; ikisinden birçok erkek ve kadın (meydana getirip) yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının…’ (Nisa, 4/1.) Kimilerinin tanımladığı gibi dünya artık bir köy hâline geldi. Çeşitli ırklara, dinlere ve kültürlere mensup insanların birbirleri ile iletişim hâlinde bulunduğu ve hatta dünyanın pek çok yerinde beraber yaşamak zorunda olduğu bir zamandayız. Zira iletişim ve ulaşım araçları devletler, kültürler ve insanlar arasında örülmüş bulunan birtakım duvarları ortadan kaldırdı. Kültürler arası iletişim hızlandı. İnsanları birbirinden ayıran birçok engel yok oldu. Halklar, ülkeler ve hatta kıtalar arsındaki engeller birer birer yıkıldı, yıkılmaya devam ediyor. Bu sebeple farklı kültürler birbirleri ile daha çok ve daha sık karşılaşmaktadır. Sömürgecilik, Batı’da sanayileşmenin ortaya çıkardığı iş gücü ihtiyacı, eğitim, ticaret ve başka amaçlarla yapılan seyahatler, sa- HEPİNİZ ÂDEM’DENSİNİZ Âdem ise Topraktan Dr. Ekrem KELEŞ Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı... 10 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 G Ü N D E M vaşlar ve çatışmalar nedeniyle ortaya çıkan zorunlu yer değiştirme ve göç gibi etkenlerle dünyadaki pek çok şehir artık dilleri, renkleri, ırkları, kültürleri farklı birçok insanı bir arada barındırmaktadır. Bütün bunlar çeşitli ırklara, coğrafyalara, kültürlere, inançlara ve dillere mensup insanların bir arada yaşamasını zorunlu hâle getirmiştir. Bu tablo göz önüne alındığında dinleri, dilleri, inançları ve kültürleri farklı insanların bir arada huzur, barış ve güven içinde birlikte yaşayabilmesine ilişkin birtakım hukuki ve ahlaki düzenlemelerin yapılmasını kaçınılmaz kılıyor. Birlikte yaşama hususunda ilk İslami tecrübe Birlikte yaşamanın hukuki ve ahlaki temellerinin bizzat Hz. Peygamber tarafından Medine-i Münevvere’de atıldığını görmekteyiz. Bilindiği gibi Medine’ye hicretinden bir müddet sonra, Hz. Peygamber’in önderliğinde Medine’de yaşayan bütün gruplar arasında bir antlaşma metni imzalanmıştır. Medine şehir devletindeki Müslüman, Müşrik ve Yahudi toplulukların birbiriyle ve başkalarıyla ilişkilerini, bu toplulukların temel hak ve görevlerini birtakım esaslara bağlayan Medine Sözleşmesi, farklı din mensuplarının bir arada yaşamasına imkân vermesi ve bunu hukuki bir zemine oturtması bakımından çok önemli ve tarihî bir vesikadır. Bu belgede Yahudilerin canları, malları ve dinî özgürlükleri gü- vence altına alınmış ve onların hak ve sorumlulukları gösterilmiştir. Bu bakımdan bu vesika, hem farklı dinlere mensup insanların bir arada yaşaması, hem de din ve vicdan hürriyeti açısından son derece önemli siyasi ve hukuki bir belgedir. Birlikte yaşamak için sadece hukuki düzenlemeler yetmez Çeşitli ırklara, coğrafyalara, kültürlere, inançlara ve dillere mensup insanların bir arada huzur ve güven içinde yaşayabilmesi için yalnızca hukuki ve kanuni birtakım düzenlemeler yeterli değildir. Buna paralel olarak toplumda birlikte yaşama inancı, ahlakı ve kültürünün de oluşturulmasına ihtiyaç vardır. Çünkü birlikte huzur, barış ve güven içinde yaşama, ancak sağlam bir inanç ve ahlak zemininde gerçekleşebilir. Bu sebeple asıl önemli olan, birlikte yaşamanın toplumun bütün bireyleri tarafından özümsenmesi ve âdeta bir yaşam biçimi hâline getirilmesidir. Zira hukuk devletinin bulunmadığı, kanunların adil olmadığı ve adaletin bir hayat tarzı olarak hayata geçirilemediği toplumlarda birlikte yaşamaya ilişkin kanuni düzenlemeler kâğıt üzerinde kalır. Bunun en çarpıcı örneklerini, günümüz batı toplumlarında kendini gösteren ve hızlı bir şekilde yükselen İslam korkusu/ islamofobinin ortaya çıkardığı tablolarda görmek mümkündür. İslam’ın daha baştan ortaya koyduğu esaslar çerçevesinde Müslümanlar, Müslüman olmayan NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 11 G Ü N D E M insanlarla beraber yaşamanın ahlakını ve hukukunu oluşturmuşlardır. Bu husustaki birtakım kavram, terim, ıstılah ve mefhumların ve bunlara bağlı olarak hukuki kuralların oluşum tarihi İslam tarihi ile yaşıttır. Müslüman topluma Müslüman olmayan vatandaşlarını emanet eden bir temel yaklaşım Medine vesikasından başlamak üzere Hz. Peygamberin Müslüman toplumda yaşayan gayrimüslimlere ve ehlizimmete yönelik tebliğat ve talimatı doğrultusunda oluşan hukuki ve ahlaki kurallar ve ilkeler, asırlar boyu gayrimüslimlerin İslam ülkesinde huzur, barış ve güven içerisinde yaşamasına imkân vermiştir. Böylece İslam toplumları en baştan beri bünyesinde gayrimüslimleri barındırmış ve onlara özgürlüklerini ve haklarını vererek onlarla yan yana yaşamıştır. Onlara İslam inancını dayatmamış, İslam’a girmeleri için baskı yapmamıştır. Haklarına saygı göstermiştir. Böylece Müslüman toplumda gayrimüslimlerin hakları ve vazifeleri belirlenmiş ve bu alanla ilgili zimmet hükümlerine ilişkin hukuki ve ahlaki kurallar oluşmuştur. Müslüman olmayanların vatandaş olarak İslam ülkesinde yaşamasının kuralları “Ehlizimmet, ahd, eman ve müste’men” gibi her biri onlara karşı Müslümanlara ağır sorumluluklar yükleyen kavramların oluşturduğu ana başlıklar altında şekillendirilmiştir. Bu kavramlar, Müslümanlara 12 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 İslam’ın daha baştan ortaya koyduğu esaslar çerçevesinde Müslümanlar, Müslüman olmayan insanlarla beraber yaşamanın ahlakını ve hukukunu oluşturmuşlardır. Müslüman olmayanları emanet eden anlam ve içeriklere sahiptir. Esasen bu, birlikte yaşamanın sadece hukuki değil ahlaki temellerini de oluşturmaya yöneliktir. İnsanlığın İslam medeniyetinin ortaya koyduğu birlikte yaşama tecrübesine ihtiyacı var. Müslümanların Müslüman olmayanlar ile birlikte yaşamaları hususunda İslam Medeniyetinin ortaya koyduğu büyük tecrübe ve birikime tüm insanlığın ihtiyacı vardır. İslam’ın ortaya koyduğu ilkelerde İslam’ı kabul etmeyenlerin yok edilmesi, ortadan kaldırılması gibi bir yaklaşım asla yer almamıştır. Bu hususta ilk akla gelen ayet-i kerimelerin mealleri şöyledir: ‘Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi iman ederdi; böyle iken sen hepsi mümin olsunlar diye insanları zorlayıp duracak mısın?’ (Yunus, 10/99.) ‘Dinde zorlama yoktur.’ 2/256.) (Bakara, Bu ayet-i kerimeler ile Kur’an ve sünnetin genel ilkeleri, topluma, toplumsal düzene zarar vermediği sürece farklı dinden insanların İslam yurdunda kendi dinlerini özgürce yaşamalarının güvence altında olduğunu göstermektedir. Müslümanların Müslüman olmayanlarla insani ilişkilerindeki temel yaklaşım ise mealini sunacağımız şu ayetlerde yer almaktadır: ‘Allah sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara adil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah adil davrananları sever. Allah, sizi ancak, sizinle din konusunda savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten men eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.’ (Mümtehine, 60/8-9.) İslam tarihinde bu çerçevede oluşan hukuki ve ahlaki birikim büyük bir literatür oluşturmaktadır. Bu husustaki tarihî, fıkhi ve ahlaki mirasa günümüz insanlığının çok ihtiyacı bulunmaktadır. Bu mirası güncelleyerek insanlığın gözleri önüne sermek günümüz Müslüman ilim adamlarının en önemli vazifelerindendir. Batılılar gelip müdahale edinceye kadar islam medeniyetinin Şam, Kudüs, Bağdat, Mısır, İstanbul, Endülüs, Saraybosna, Güney Asya gibi önemli merkezlerinde hatta küçük yerleşim birimlerinde bile Müslümanlar ile Müs- G Ü N D E M lüman olmayanlar asırlar boyu, bunların bazısında on dört asrı aşan bir süre yan yana barış, huzur ve güven içinde yaşamışlar, birbirlerinin sevinçlerini, hüzünlerini, sıkıntılarını, zorluklarını ve bolluklarını paylaşmışlardır. Batılılar gelip müdahale edinceye kadar bu hep böyleydi. Onlar gelip İslam dünyasında Müslümanlarla birlikte asırlarca beraber yaşamış bulunan Hristiyanları, Ermenileri tahrik ederek kendi çıkarları için kullanmaya başlayıncaya kadar yahut da Siyonist anlayış gelip İslam dünyasında Filistin’de insanları tedhiş ile terör ile yurtlarından edinceye kadar bu hep böyle devam etmiştir. Ne zaman ki gelip müdahalede bulundular, insanları zorla köleleştirmeye başladılar, ne zamanki Müslümanlarla beraber yaşayan gayrimüslimleri çeşitli vaatlerle tuzağa düşürerek kendi çıkarları için kullanmaya başladılar ve ne zaman ki gelip İslam dünyasını işgal ettiler, işte bundan sonra huzur ve sükûn bozulmaya başladı. Şu bir gerçek ki tarih boyunca aynı geleceği paylaşan, aynı vatanda ortak olarak yaşayan insanlar arasına ayrılık tohumlarını sömürgeci ve işgalci ülkeler ekmişlerdir. Böylece tarihin şahit olduğu en mükemmel beraber yaşama örnekleri kirlenmeye ve bulanmaya başlamıştır. Azınlıkları himaye bahanesiyle başlattıkları müdahaleler azınlıkları da huzursuz etmiştir. Bu sömürgeci ve işgalcilerden herhangi biri, ne zaman çıkıp sömürdükleri ve sömürmek istedikleri ülkenin güya yararına gibi görünen bir şey söylemişse hep altından hain birtakım planlar çıkmıştır. başkaları üzerinde soy sop üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük, ancak takvâ iledir.’ Hepiniz Âdem’densiniz, Âdem de topraktan Birlikte yaşama hukukunun temel esasını ortaya koyan yukarıda mealini verdiğimiz ayet-i kerimeyi teyit eden ve açıklayan bu kutlu sözler, kıyamete kadar bu hususta insanlığın yolunu aydınlatacak temel ölçüyü ifade etmektedir. ‘Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.’ (Hucurat, 49/13.) İslam’a göre bütün insanlar ayet-i kerimede ifade edilen bu büyük ailenin çocuklarıdır. İstisnasız olarak ve hiçbir ayrım yapmadan her insan, yaratılışı itibarıyla saygındır, Kur’an-ı Kerim nazarında dinine, inancına, rengine, ırkına bakmaksızın insanın şerefli bir varlık olarak yaratıldığı açıklanmıştır. İnsan, Yüce Allah’ın değerli kıldığı varlıktır, mükerremdir. Bu hususu ifade eden ayet-i kerimenin meali şöyledir: ‘Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.’ (İsra, 17/70.) Allah Rasulünün Veda Hutbesi’nde yer alan şu cümleler ise, birlikte yaşama hukukuna ve birlikte yaşama ahlakına en çok zarar veren ırkçılık ve türevleri mahiyetindeki her türlü hastalıktan toplumları koruyacak biricik kıymet ölçüsüdür: ‘Rabbiniz birdir, babanız birdir. Hepiniz Âdem’densiniz, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Hiç kimsenin İslam’da, ötekini yok etme başlığını taşıyan bir anlayışın hiçbir zaman yeri olmamıştır. Çünkü bu öteki -her ne kadar din hususunda ve itikatta Müslümanlara karşı da olsa- bir insandır ve insan haklarına sahiptir. Kendi inancını koruyarak Müslümanlarla yan yana yaşamak istediği takdirde bu hususta kendisine imkân verilir ve baskı yapılmaz. Farklılıklar Allah’ın ayetleridir İnsanların renklerinin, dillerinin, ırklarının farklılığı Yüce Allah’ın sınırsız güç ve kudretini gösteren ayetlerdendir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.’ (Rum, 30/22.) Bu farklılıkları var eden, hiç bunların düşmanlık veya nefret nedeni yapılmasına rıza gösterir mi? Tam tersine ilahî irade bunların tanışmaya, hayırlı işlerde buluşmaya, yardımlaşmaya, işbirliğine ve insanlık namına ortak yararların ve maslahatların gerçekleştirilmesine vesile olmasını istemektedir. NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 13 G Ü N D E M Birlikte Yaşama Ahlakı Doç. Dr. Yaşar YİĞİT Din Hizmetleri Genel Müdürü MODERN zamanlarda sıkça dillendirilen meselelerden birisi de “Birlikte yaşama ahlakı” konusudur. İnsanlık doğusuyla batısıyla belki de tarihin hiçbir kesitinde tanık olmadığı ölçekte siyasi, dinî ve etnik eksenli ayrımcılık, dışlama gibi olgularla karşı karşıyadır. Bu nedenle olsa gerek ki, zengin bir birlikte yaşama tecrübesine ve kültürüne sahip insanlık, bu yaşanan olumsuz sürecin ve vakıanın ilgi ve ilintileri üzerinde kafa yorma gereksinimi duymuştur. Zira söz konusu tehdit, gün geçtikçe istemli ya da istem dışı hemen herkesi bir şekilde kapsam alanına çekmektedir. Neticede terör, şiddet ve savaşlar belirli 14 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 coğrafyalara özgülense de insanlık topyekûn yaşanamaz bir dünyaya doğru hızla yol almaktadır. Etnik kökenleri, coğrafyası, dili ve dini farklı olanların yanı sıra; aynı dine mensup olup farklı mezhep ve meşrepleri benimsemiş kimselerin hatta aynı aile bireylerinin bir arada yaşamalarının terimsel ifadesidir “birlikte yaşama”. Bu itibarla birlikte yaşamanın kapsamı oldukça geniştir. Günümüzde ifade ettiği kavramsal anlam bir tarafa, insanlığın/insanoğlunun atası Hz. Âdem ve eşinin yaşam serüvenine birlikte başlamaları da, birlikte yaşamanın tarihsel kökeni konusunda bizlere bir fikir vermektedir. Bu noktada iki insan aynı ortamı paylaştığında birlikte yaşamanın hem hukuku hem de ahlakı gündeme gelir. Ahlak, daha iradi ve içsel/içkin bir reflekstir. Dolayısıyla arzulanan, bir arada yaşamanın kurallarının ahlak zeminine oturmasıdır. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamberin ahlakının yüceliğine vurgu yapılması da bu ifadelerin desteklenmesi bağlamında zikredilebilir. Zira hukuk normatiftir, kurallar içselleştirilsin içselleştirilmesin zahirde iradi ya da gayriiradi uyulması, tabi olunması gerekir. Bunun tabii sonucu hukukun tanzim ettiği ilişkiler çoğunlukla mekanik bir hüviyet arz eder. Ahlak ise, insanın âdeta eti-kemiği mesabesinde olup ondan ayrılmaz bir vasıf, tutum, davranış olarak sudur eder. Söz gelimi kamera kaydı olmadığında ya da polisin tespit ihtimali bulunmadığında da kırmı- G Ü N D E M zı ışıkta durmak ahlaki bir davranıştır. İnsan, ontolojik açıdan bakıldığında aynı özden neşet etmiş bir varlıktır. Nitekim “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan; ikisinden birçok erkek ve kadın (meydana getirip) yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının…” (Nisa, 4/1.) ayeti insanların aynı özden yaratıldığını dile getirmektedir. Peygamber efendimiz de “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır.” (Buhari, Edebü’l-Müfred, 309-334.) buyurarak bu birlikteliğe vurgu yapmıştır. “İnsanlar senin, ya dinde kardeşin, ya hilkatte eşindir” sözüyle de Hz. Ali insanlığın aynı özden geldiğini ifade etmiştir. Ancak tarihsel süreç içinde insanlar dil, din, etnik köken ve kültür gibi unsurlar dikkate alındığında farklı sınıflara ayrılmışlardır. Bütün ilahî dinler, söz konusu farklılıkları bir zenginlik vesilesi addederek evvela yeryüzünün yaşanabilir kılınması ve mamur hâle getirilmesi üzerinde ısrarla durmuştur. Nitekim Kur’anı Kerim’de, “Semud kavmine de kardeşleri Salih’i peygamber gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin ondan başka hiçbir ilahınız yok. O sizi yeryüzünden (topraktan) yarattı ve sizi oranın imarında görev- Etnik kökenleri, coğrafyası, dili ve dini farklı olanların yanı sıra; aynı dine mensup olup farklı mezhep ve meşrepleri benimsemiş kimselerin hatta aynı aile bireylerinin bir arada yaşamalarının terimsel ifadesidir “birlikte yaşama”. li (ve buna donanımlı) kıldı. Öyle ise ondan bağışlanma dileyin; sonra da ona tövbe edin. Şüphesiz Rabbim yakındır ve dualara cevap verendir.” (Hud, 11/61.) buyrularak Hz. Âdem ve neslinin dünya sahnesine böylesine ulvi bir görev için ve ağır bir sorumlulukla gönderildiği ifade edilmiştir. İmar ve ömür kelimelerinin aynı kökten türediği, ömrün imar ile ne derece yakından ilintili olduğunu ima etmektedir. İnsan kendini, çevresini hasılı ilahî rızaya vesile olacak her şeyi ömür sürecinde imar etme sorumluluğu ve gayreti içinde olduğunda ömür bir anlam ifade edecektir. İnsanlığın yaratılış amaç ve hikmetinden uzaklaşarak yolunu kaybettiği zamanlarda, Yüce Allah, en seçkin kulları peygamberleri vasıtasıyla insanlığa doğru yolu dahası onun gereklerini hatırlatmıştır. Ancak, insanlık tarihsel süreçte zaman zaman bu istikametten sapmış, kendisine, çevresine ve Rabbine karşı duyarsızlaşmıştır. Tarih, yaratılış itibarıyla bir özden gelen ve kar- deş olan insanlar arasındaki nice üstünlük yarışlarına, bu yolda değerlerin tüketilişine, insan onur ve haysiyeti ile bağdaşmayan nice uygulamalara, zulümlere, katliamlara şahit olmuştur, maalesef bugün de olmaktadır. Üzülerek belirtelim ki yaşadığımız zaman diliminde akan kan ve gözyaşının değeri, etnik köken, dinî aidiyet gibi unsurlar bağlamında takdir edilmektedir. Bu ne hazin ve acınası bir durum ve tutumdur. Birlikte yaşama ahlakından gerçek anlamda söz edebilmek için; akan her damla kanın, gözyaşının coğrafyası, dini dikkate alınmaksızın, aynı hüzün hissedilebilmelidir. Vahiy geleneğinin son temsilcisi olan Rasul-i Ekrem (s.a.s.) de getirmiş olduğu hayat yüklü mesajlarla gerek kendi dönemi gerekse sonraki asırlarda yaşayan bütün insanlara bir rahmet vesilesi olmuştur. Kutlu Nebi, ötekileştirme, dışlama, hor görüp ayıplama, toplumun değerlerinden başka değer benimseyene hayat hakkı tanımama gibi insanca yaşamın önündeki engelleri kaldırmak için müstesna bir çaba göstermiştir. “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık...” (Hucurat, 49/13.) ilahî ilkesi doğrultusunda rahmet elçisi, farklılıkların bir üstünlük ve çekişme sebebi değil, aslında bir zenginlik ve kaynaşma vesilesi olduğunu vurgulamıştır. O, mümini cana yakın kişi olarak tanımlamış, insanlarla yakınlık kurmayan ve kendisiyle yakınlık kurulamayan kimse- NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 15 G Ü N D E M de hayır olamayacağını bildirmiştir. (İbn Hanbel, II, 400.) Hz. Peygamber, “...Kişi, insanların kendisine nasıl davranmalarını istiyorsa o da insanlara öyle davransın.” (Müslim, İmare, 46.) sözüyle de beşerî münasebetlerdeki temel prensibe işaret etmiştir. Onun oluşturduğu ensar-muhacir kardeşliği, din kardeşliğinin zirvesi olmuştur. Onun Medine sözleşmesi ve Veda Hutbesi’ndeki eşsiz mesajları, insana, inanca, kutsala, düşünceye, kültüre, medeniyete saygının, farklı unsurlarla güven içerisinde bir arada yaşamanın nasıl başarılabileceğinin kodlarını ve ahlakını on dört asır öncesinden insanlığa takdim etmiştir. Allah Rasulü’nün temellerini attığı kadim geleneğimiz, birlikte yaşamanın en güzel örnekleriyle doludur. Asırlar boyu, başta Anadolu olmak üzere, İslam coğraf- 16 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 yasında farklı din, dil, ırk, kültür, mezhep ve meşrep mensupları güven içerisinde bir arada yaşamışlardır. Engin hoşgörü, sevgi, saygı, diğerkâmlık, paylaşma, yardımlaşma, güvenme ve güven verme gibi insani meziyetlerin en nadide örnekleri bu medeniyette sergilenmiştir. Bu medeniyet, “Yaratılanı hoş gör yaratandan ötürü” anlayışındaki Yunusları yetiştirmiştir. Bu medeniyet, “Değil mi ki sen bensin; ben de senim. Kendi kendimizle bunca savaşmamız da ne?” diyen Mevlanaları insanlık mirasına hediye etmiştir. Bu medeniyet, temel hak ve hürriyetlere saygı temelinde, dinî, siyasi ve etnik bütün farklılıkları bünyesinde barındırarak barış içerisinde yaşamayı başarmış bir medeniyettir. Ancak, son zamanlarda dünyanın değişik bölgelerinde insanla- rın huzur ve güven içinde bir arada yaşama ortamını tehdit eden hodkâmlık, tahammülsüzlük, hedonizm, başkalarını yok sayma, ayrımcılık, haksızlık gibi uygulamalara; zulüm, işkence, terör, katliam gibi olaylara şahit olunmaktadır. Ayrıca islamofobinin bir tür endüstriye dönüşerek yaygınlaşması, kutsala ve kutsal değerlere yönelik olumsuz söylem ve eylemlerin artması, dünya barışının geleceği adına endişelere neden olmaktadır. Modern zamanlarda aslında Müslümanların her ne kadar lokal düzeyde mezhep, meşrep, vb. bazı problemleri olsa da genelde gerek birbirleriyle gerekse farklı din mensuplarıyla bir arada yaşama sorunları olmamıştır. Barış, saygı, hoşgörü içerisinde sair unsurlar ile sorunsuz yaşamışladır. Fakat aynı şeyi kendini modern G Ü N D E M Hangi inanç ve düşünceye mensup olursa olsun insanlık, tarihsel tecrübe ve birikimlerden de istifade ederek “öteki” olarak nitelendirilen birey ve toplumlarla barış, saygı ve hoşgörü içinde yaşamanın uğraşını vermelidir. Çünkü daha iyi bir dünya mümkün; tabii ki bu adaletle, hak ve hukuka riayetle, sevgi ve saygıyla, şefkat ve merhametle dahası insanın insanca yaşamasına zemin hazırlayan ve katkı sağlayan her unsurun dikkate alınması ile mümkündür. olarak tanımlayan ve bugün islamofobik bir travma yaşayan Batı dünyası için söylemek oldukça zordur. Müslümanlar azınlık olarak bulundukları dünyalarda aynı rahatlıkta yaşamlarını sürdürememektedir. Diğer taraftan geçtiğimiz birkaç yıl içinde bölgemizde meydana gelen iç savaşlar nedeniyle ülkemize göç etmek zorunda kalan muhacir kardeşlerimizin durumu da birlikte yaşama konusunda bizler için bir imtihandır. Bu mağdur kardeşlerimize tarihimizde olduğu gibi bugün ve yarın da gönül kapılarımızı açmak, onlara gurbet soğukluğu değil, sıla sıcaklığı hissettirmek millet olarak her daim hepimizden beklenen ve hepimize yakışan bir tutumdur. Ülkemizde çeşitli nedenlerle son yarım asırlık süreçte köyden kente yoğun bir göç yaşandığı da bir gerçektir. Söz konusu göç neticesinde özellikle büyük şehirlerde farklı din, mezhep, meşrep, etnik köken mensubu insanlardan müteşekkil yeni bir yapı ortaya çıkmıştır. Böyle bir yapıda zaman zaman insanların birlikte yaşama konusunda duyarsızlaştığı gözlemlenmektedir. Oysa toplumsal huzurun yolu, başkalarının inancına, düşüncesine saygı gösterebilmek, hak ve hukukuna riayet edebilmek ve bütün bunları yaşatabilmekle mümkündür. Bugün insanlık; topyekûn kendi kısır döngülerine, yalnız kendi değerlerini önemseme bencilliğine mahkûm olmanın sonuçlarını hep birlikte el ele vererek onarmak zorundadır. Dolayısıyla Peygamberimiz (s.a.s.)’in çağları aşan rahmet yüklü mesajlarını iyice özümsemeye, gönüllere gergef gergef işlemeye, İslam’ı onun önderliğinde temsil etmeye her zamankinden daha çok muhtaçtır. İslam başta olmak üzere bütün ilahî dinlerin mesajlarında insanlığın huzur ve barış içinde inanç ve kültürel zenginlikleriyle birlikte yaşamalarına katkı sağlayacak yönde önemli öğretiler/unsurlar bulunmaktadır. Gerek tarihte ve gerekse günümüzde din farklılıklarından beslenen birtakım olumsuzlukların aslında dinlerin özünden değil, bağlılarının yanlış yorumlamalarından kaynaklandığını söylemek mümkündür. Dolayısıyla dünya barışı ve insanlığın mutluluğunu sağlamak için hepimizin sağlıklı iletişim, diyalog, hoşgörü ve birbirimizi anlamaya yönelik faaliyetlere önem vermemiz gerekmektedir. İnsanın hayal ufkunun romantik simgesi Ay’ın topraklarına ayak basan bir kozmonot, dönüşünde şunları ifade ediyordu: “Buradan bakıldığında yeryüzü güzel ve aydınlıktı; birlik ve barış içinde görünüyordu.” İlk defa bir insan gözü, yeryüzünü bütünlüğü içinde fark ediyordu. Dünya; çeşitli mülaha- zalar, mücadeleler bağlamında çizilen sınırları olmadan, dar ufka hapsedilmemiş bir mekân olarak gözlemleniyordu. Bu itibarla ideal olan dünyanın gözlemlenen bu bütünselliğinin, inanç, düşünce veya bazı etnik mülahazaların öncelenmesi suretiyle zedelenmemesi, ihlal edilmemesi gerekir. Aksi takdirde dünyamız yaşanılamaz bir gezegen hâline dönüşecektir. Hangi inanç ve düşünceye mensup olursa olsun insanlık, tarihsel tecrübe ve birikimlerden de istifade ederek “öteki” olarak nitelendirilen birey ve toplumlarla barış, saygı ve hoşgörü içinde yaşamanın uğraşını vermelidir. Çünkü daha iyi bir dünya mümkün; tabii ki bu adaletle, hak ve hukuka riayetle, sevgi ve saygıyla, şefkat ve merhametle dahası insanın insanca yaşamasına zemin hazırlayan ve katkı sağlayan her unsurun dikkate alınması ile mümkündür. Yüce Allah’ın en güzel surette yarattığı insanın orijin olarak aynı özden geldiği dikkate alınarak ona rahmet elçisinin nazarıyla bakılabilmelidir. O’nun (s.a.s.) Yahudi’siyle, Hristiyan’ıyla, Müslümanıyla ve başka unsurlarıyla inşa etiği adalet, hakkaniyet, merhamet, müsamaha toplumunu barış/sulh toplumunu bugün insanlık olarak benzer değerlerle inşa etmek zorundayız. Barış ve huzur dolu bir yaşamın yolunun, böylesi bir anlayıştan geçtiği asla unutulmamalıdır. NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 17 G Ü N D E M Farklılıklar Kaçınılmaz Birlikte Yaşayabilmek Erdemdir Prof. Dr. Ahmet YAMAN Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi MÜSLÜMANLARIN küresel bir güç olarak tarih sahnesine çıktığı ilk anlardan itibaren başta Haçlılar olmak üzere diğer din mensuplarının onları “öcü” gösterdiği bilinmektedir. Onlara göre din olarak İslamiyet, ümmet olarak Müslümanlar; kendisinden başkasına hayat hakkı tanımayan, gözünü kan bürümüş, eli kılıçlı barbar insanlardır. Kur’an’ın ne- redeyse bütün dillere çevrildiği, İslam araştırmalarının ciddi akademik kuruluşların sadece müfredatına değil teşkilat yapısına da dâhil olduğu, Müslümanların yaşamadığı bir yeryüzü parçasının âdeta kalmadığı günümüzde bile durum pek farklı değildir. İslamofobiya gibi etkili bir propaganda aracı ile dünya kamuoyu, “dinci teröre” kaynaklık eden, birlikte yaşama kültürünün olmadığı, farklılıklara tahammül edemeyen bir din ve Müslüman toplum imajı ile korkutulmak- Hukuk tarihinin bilinen ilk yazılı anayasası olan Medine Sahîfesi 18 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 tadır. Oysa hem teorik olarak İslam ve onun iki ana kaynağı olan Kur’an ve sünnet-siret hem de Müslümanların on beş asırlık tarihi, öteki ile birlikte yaşama bakımından son derece tabii ve insani ilke, değer ve uygulamalara sahiptir. Bilindiği üzere farklılıklar bir yaratılış gerçeğidir. İlk insan Âdem’i yaratan Yüce Allah onun neslinin değişik ırk, renk ve dillerde çoğalmasını murat etmiş; etnisitelerin farklılığını kudretini gösteren bir işaret olarak sunmuştur. “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rum, 30/22.) ayeti bunu beyan ederken şu ayet de söz konusu farklılığın hikmet ve maksadını açıklamıştır: “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara/milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.” (Hucurat, 49/13.) Bu etnik farklılığın yanında, dinsel ve dolayısıyla kültürel farklılığın bir başka ifadeyle çoğulcu- G Ü N D E M luğun da Yüce Yaratıcı’nın bizzat kendisinin muradı olduğu açıkça vurgulanmıştır: “Sizden her biriniz için bir sistem ve bir hayat tarzı belirledik. Eğer Allah dileseydi, elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyle ise hayırlı işlerde yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman anlaşmazlığa düşmüş olduğunuz şeyleri size bildirecektir.” (Maide, 5/48.) ile “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündeki insanların hepsi toplu hâlde mutlaka iman ederlerdi. Böyle iken, sen mi mümin olsunlar diye, insanları zorlayacaksın?” (Yunus, 10/99.) ayetleri de yaratılışın bu boyutunu sergilemektedir. Dinî ve kültürel farklılıkların bir yaratılış gerçeği olduğu böylece belirtilip ardından İslam’ın dışındaki diğer dinlere ve mensuplarına hayat hakkı tanınmaması, açık bir tutarsızlık olurdu. Bu sebepledir ki, gerek Kur’an-ı Kerim gerek onu duyuran İslam Peygamberi (s.a.s.), başta yaşama, mülkiyet hakkı ile din ve düşünce hürriyeti olmak üzere temel hakları teminat altına alacak hükümler getirmiştir. (Bakara, 2/26; Nisa, 4/32; Maide, 5/32; İsra, 17/33; Kehf, 18/29; Ğaşiye, 88/21–22; Buhari, “Cizye”, 5; Ebu Davud, Cihad, 153; Tirmizi, Diyât, 11.) Gerek etnik-fizyonomik gerek teolojik-kültürel farklılıkların varlığı, Habil ile Kabil’den itibaren insanlığın farkında olduğu bir gerçekliktir. Esasen dünya hayatının anlamı da bu farklılıkta gizlidir Gerek etnik-fizyonomik gerek teolojik-kültürel farklılıkların varlığı, Habil ile Kabil’den itibaren insanlığın farkında olduğu bir gerçekliktir. Esasen dünya hayatının anlamı da bu farklılıkta gizlidir ki, bu anlam yukarıdaki ayetle de bildirildiği üzere “imtihan”dır. ki, bu anlam yukarıdaki ayetle de bildirildiği üzere “imtihan”dır. Mademki insan böyle verili bir ortama doğdu; mademki bu fıtri gerçeklikten kaçamaz, öyleyse farklılıklar içinde yaşayıp imtihanı başarıyla vermek durumundadır. Her konuda olduğu gibi dinî ve etnik farklılıklarla birlikte yaşamanın da en güzel örneklerini sergilemiş olan Rasul-i Ekrem (s.a.s.), İslam toplumunda yaşayan bir gayrimüslime (zimmi) haksızlık yapan, gücünün üstünde mali sorumluluk yükleyen ve gönlü razı olmadığı hâlde ondan bir şeyler alan kimsenin karşısına hesap gününde bizzat kendisinin çıkacağını beyan buyurmuş, bir zimmiyi öldüren kimsenin kırk yıllık mesafeden duyulan cennet kokusunu alamayacağını belirtmiştir. (Buhari, Cizye, 5; Ebu Davud, Cihad, 153; Tirmizi, Diyat, 11.) Hz. Ali başta olmak üzere birçok sahabiye nispet edilen, “Onlar cizyeyi malları bizim mallarımız, kanları bizim kanlarımız gibi olsun diye kabullenmişlerdir.” tespiti de (Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi, Beyrut 1982, VII, bu noktadaki örnek tutumu göstermektedir. Bütün bu yönlendirmeleri esas alan Müslüman hukukçular “Onlar da tıpkı Müslümanlar gibi hak ve yükümlülüklere sahiptirler” genel kuralı çerçevesinde gayrimüslimlerin “inançlarıyla baş başa bırakılmaları gerektiğini” vurgulamışlardır. (Serahsi, el-Mebsut, İstanbul 1983, XIII, 137.) Öyle ki, bu yaklaşım gayrimüslimlerin İslam’ın kesinlikle cevaz vermediği işlem veya tasarruflarına bile onay kapısı açmıştır. Bunun bir göstergesi olarak Hasan Basri, zimmilerin İslam hukuku bakımından geçersiz sayılması gereken nikâhlarına devletin karışıp karışamayacağını soran Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz’e, “Onlar kendi inançlarına göre yaşayabilmek için bize cizye ödüyorlar.” diyerek karışılmaması gerektiği cevabını vermiştir. Kaynaklarda pek çok benzeri bulunan bu tür bilgiler ve uygulama örnekleri, zimmilerin İslam toplumlarında temel haklardan yoksun yaşadıklarını, medeni haklara sahip bulunmadıklarını, ikinci sınıf vatandaş sayıldıklarını ve eksik ehliyetli kişiler gibi görüldüklerini söyleyen Batılı araştırmacıları yalanlamaktadır. 111.) Bir gayrimüslimin İslam toplumundaki hukuki konumuyla ilgili genel kural şudur: Kamu yönetimi ve inançla ilgili bazı istisnalar NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 19 G Ü N D E M İslam toplumunun bir üyesi olarak yaşayan zimmiler ile aldıkları emana dayanarak Müslümanlar arasında geçici olarak bulunan müste’menler, tarih boyunca Müslümanlarla karşılıklı güven esasına dayanan sosyal ilişkiler kurmuşlardır. Dahası fakihlerin geliştirdiği “zimmet” teorisi ile İslam toplumunda yaşayan gayrimüslimlerin can, mal, inanç ve değerleri Müslümanların sorumluluğunda kabul edilmiştir. 20 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 dışında, zimmiler Müslümanlarla aynı hak ve sorumluluklara sahiptirler. Bu kural Hz. Peygamber’in, “Eğer İslam egemenliğini tanıyıp vatandaşlığı kabul ederlerse onlara bildir ki, Müslümanların lehine olan haklar onların da lehine, Müslümanların omuzlarında olan yükümlülükler onların da omuzlarında olacaktır.” (Şafii, Müsned, Beyrut ts., II, 114-115.) gibi buyrukları başta olmak üzere Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerle bizzat yaptığı pek çok zimmet antlaşmasındaki yazılı hükümlere dayanmaktadır. Hicretin hemen ardından Medineli Yahudiler ile yapılan sözleşme de bu açıdan önemli bir kaynaktır. Hukuk tarihinin bilinen ilk yazılı anayasası olan Medine sahifesindeki, “Yahudilerden bize tabi olanlara, haksızlık yapılmaksızın ve aleyhlerindekilere de destek olmaksızın yardım edilecek ve iyi muamelede bulunulacaktır.” ile “Avf Yahudileri müminlerle beraber bir ümmet oluştururlar. Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri kendilerinedir. Bu hükme, haksızlık yapmadıkça ve suç işlemedikçe gerek efendileri gerek bizzat kendileri dâhildirler. Haksızlık yapıp suç işleyen, ancak kendisine ve ailesine zarar verir.” gibi taahhütler bir yana, Hz. Muhammed (s.a.s.), kendi otoritesinin uzağında kalan yerlerdeki gayrimüslimlerin G Ü N D E M haklarını da koruyacak adımlar atmıştır. Mesela Güney Arabistan’daki Himyer kralına gönderdiği bir mesajda, Yahudi ve Hristiyan olarak eski dinlerinde kalmak isteyenlere herhangi bir müdahalede bulunulmamasını şart koşmuş; Necran Hristiyanlarına verdiği emannamede, onların mallarına, canlarına, dinî hayat ve uygulamalarına, ailelerine ve mabetlerine bizzat kendisinin kefil olduğunu bildirmiştir. (Ebu Yusuf, Kitabu’l-Harac, Kahire 1382, s. 72.) Haklar elbette sorumluluklarla anlamlı hâle gelir. Müslümanlarla birlikte yaşayan gayrimüslimlerin de elbette birtakım görev ve sorumlulukları vardır. İslam ülkesinin bir ferdi olduğu için zimminin başta gelen görevi, İslam’ın hâkimiyetini kabul edip Müslümanların inançlarına, hukuk kurallarına ve örflerine saygı göstermesi, Müslüman toplumun güvenilir bir üyesi olup kamu düzeni ve genel ahlaka aykırı davranışlardan uzak durmasıdır. Sonuç olarak, İslam toplumunun bir üyesi olarak yaşayan zimmiler ile aldıkları emana dayanarak Müslümanlar arasında geçici olarak bulunan müste’menler, tarih boyunca Müslümanlarla karşılıklı güven esasına dayanan sosyal ilişkiler kurmuşlardır. Dahası fakihlerin geliştirdiği “zimmet” teorisi ile İslam toplumunda yaşayan gayrimüslimlerin can, mal, inanç ve değerleri Müslümanların sorumluluğunda kabul edilmiştir. İslam hukukçularının yorumuna göre gayrimüslimlerle yapılan zimmet akdinin gayesi, savaşı sonlandırmak, gayrimüslim vatandaşların kendi inançlarının gereğini İslam egemenliği altında özgürce yerine getirebilmelerini sağlamak ve İslam’ın değerlerini Müslüman toplum içinde yaşayarak görmelerini temin etmektir. Yer yer bilgisizlikten ve tahrikten kaynaklanan kimi olumsuzluklar görülse de İslam tarihi boyunca farklı din ve kültürlerin barış içinde birlikte yaşamalarının (convivencia) somut örnekleri işte bu yolla kayıt altına alınmıştır. NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 21 G Ü N D E M Birlikte Yaşamak Dirlikte Yaşamak Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi TOPLUMSAL ve bireysel alanda farklı kişilik ve kültürlerin çatışmadan uzak, karşılıklı saygı ve destek ruhu içinde aynı mekânı, 22 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 aynı coğrafyayı paylaşarak varlıklarını sürdürmelerini “birlikte yaşamak” diye ifade ediyoruz. Türkçemizdeki “dirlik etmek” ile örtüşen bir anlatım bu. Toplumsal hayatı paylaşan bireyler olarak birbirimize sayısız ihtiyaç kanalları ile bağlıyız. “Yal- nız taş duvar olmaz” atasözümüz bunu ifade ediyor. Ne var ki birey olarak herkesin kendine has bir dünyası da vardır ve herkes kendi dünyasında dilediğini bağımsız ve tek yetkili olarak yapabilmek ister. İşte bireyler arası ilişkilerde ortaya çıkan karşı oluş ve zıtlık G Ü N D E M hâli buraya dayanır. Sağlıklı bir birlikte hayat herkesin kendini ifade etme imkânını bulmasına bağlıdır. Bu, aileden başlayıp, iş ve toplum hayatına, kültürel katmanlara kadar her alanda işletilmesi gereken bir ilkedir. Kendini ifade edemeyen kişi bir şekilde bizleri varlığından haberdar eder; ama bu çok kere sağlıklı bir yolla olmaz. Farklılıkların bir arada Kişisel farklılıklar, bireyin içinde yetiştiği dinî inanç ve kültürün etkisi ile daha da girift bir hâl alıyor. Bu noktada aidiyet duyguları özel bir yere sahiptir ve insanlar kendilerini bu yönleri ile de hissettirmek isterler. Varlığımızı gerçek anlamda hissetmemiz aidiyet duygusunu yaşayıp ifade edebilmemizle ilgilidir. Ne var ki bu durum başka aidiyetlerle aramızda olması gereken iletişim yollarını tıkayıcı bir engele, görüşmelere engelleyici tabulara dönüşmemelidir. Aynı şey toplum içinde yar alan farklı inanış, kültür ve dünya görüşlerine mensup kesimler için de söz konusudur. sistemine ihtiyaç Farklılıkların bir arada yaşanabilmesi ve toplumun sağlıklı ilişkiler üretebilmesi için bireysel istekleri sınırlayıcı bir kurallar sistemine ihtiyaç duyulur. İlk bakışta olumsuz gibi görülebilen bu sınırlayıcı yaklaşım gerçekte, herkesin kendi gibi olabileceği, değerlerini yaşayabileceği, ortak düşünceler, hedefler ve idealler etrafında bütünleşeceği bir alanı açabilmenin şartıdır. Farklılıklar ayrışma ve çatışmanın değil, toplumsal bir bütün oluşturmanın yaşanabilmesi ve toplumun sağlıklı ilişkiler üretebilmesi için bireysel istekleri sınırlayıcı bir kurallar duyulur. unsuru olarak görülebilirse birlikte yaşamak soluk almak gibi tabii hâle gelebilir. Örselenen birlikte yaşama pratiklerini normal çizgisine çekebilme başarısı bir bilinç tazelenmesi ile elde edilecektir. Bütün kayıtlayıcı ve kısıtlayıcı mülahazalardan uzak, en büyük ortak payda olan “insanlık” olgusunda buluşma iradesi bu bilinç hareketinin çıkış noktasını oluşturabilir. İnanç ve kültür farklılıklarının toplumsal yapıda iç kümelenmelere sebep olması kaçınılmaz bir olgudur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’in Peygamber (s.a.s.)’e yönelik “Sen ne kadar çok arzu etsen de insanların çoğu iman edecek değillerdir.” (Yusuf, 12/103.) hatırlatması bu gerçeğe dikkat çekmektedir. Buna göre, “İslam” adında sembolleşen barış çağrısı ilk hamlede inanç birliği etrafında şekillenirken küresel ölçekte üst insani değerlerler üzerinden gerçekleştirilebilir. Yine, “Ey insanlar!” şeklindeki birçok ilahî hitap insanlığın en büyük ortak paydası olan soy birliğine işaret etmekte ve şu açılımı getirmektedir: “Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık.” (Hucurat, 49/13.) Demek ki bütün âdemoğulları insan oluşları yönü ile büyük bir ailedir. Bu ailenin mensupları ayrışma yerine bir araya gelip tanışacak, yeryüzünü imar görevinde yardımlaşacaktır. İnsanların mutlak hakikati duyabilmeleri için buna ihtiyaç vardır. Aslında, ilahî dinlerin dayandığı ortak bir ahlak temeli var. İnsanların bir diğerini sevmesine, yardım etmesine, fakire, yetime, yoksula, ihtiyarlara ve çocuklara destek vermeye dayanan ahlaki müştereklerimiz var. İslami dünya görüşüne göre birlikte yaşamanın temel ahlaki ilkesi “tearuf” yani görüşüp tanışmak ve bunun gereğine göre yaşamaktır. Bu toplumda “ben”in alternatifi “öteki(ler)” değil, “diğer(leri)”dir. Zira “öteki” ötelemek, uzak tutmak anlamlarını çağrıştırır. “Diğer” ise “ben” dışındaki bireyleri bir bütünün eş değer unsurları olarak görür; toplumsal öbekleşmelere “hep birlikte” anlayışını telkin eder. Burada “ben” kadar “diğeri” de aktiftir, öyle de olmalıdır. Zira “ben” diyen kişi bunu diğerleri var olduğu için diyebilmektedir. Bu mantıki bağın kurulabildiği yerde benliğin bencilliğe dönüşmesi söz konusu olamaz. Böylece bencillik “içeride” bir yerlerde NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 23 G Ü N D E M Semavi dinlere mabetlik yapmış olan Diyarbakır Ulu Camii Bugün hangi gerekçe ile olursa olsun sosyal bünyemizde varlığından söz edilebilecek her türlü yakınma ve sızlanmalar üstesinden gelinemeyecek şeyler olmamalı. Bu konuda sergilenen ve gelecekte sergilenecek olan her türlü girişim başarı yolunda desteklenmeyi hak ediyor. “karantina”ya alınır. Bu karantina olgusunda ortaya çıkacak gevşeme “diğerleri”nin dikkate alınmayıp yok sayıldığı her türlü zulmüm ve haksızlığın yaşandığı sıkıntılı bir zemine evrilir. Bu sebeple birlikte yaşamanın pratikteki en temel ilkesi haksızlıktan sakınmak yani adalettir. Adalet yoksa zulüm ve haksızlık, nefret ve ayrışma vardır. Mazlumun inancına, sosyal ve kültürel mensubiyetine bakılmaz, hakkı korunur. “Birliktelik rahmet, ayrılık ve çatışma azaptır.” (Ahmet b. Hanbel, Müsned, IV, 278.) uyarısı, böyle bir ortamda hayata geçirilebilir. Coğrafi, ırki ya da toplumsal farklılıkların insanlar arasında statü belirleyici, itibar ve otorite kaynağı olarak görülmesi adalet ilkesinin içini boşaltır. Bu da her ölçekte birlik, dirlik ve düzeni bozar, ayrılıklara sebep olur. Ayrılık ve sürtüşme ise inanç ve toplum ayrımı yapmaksızın her zaman ve her yerde acı ve ıstı- 24 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 rapların kaynağıdır. Statülerin, Allah’ın insanlara atfettiği değer üzerinden belirlenmesi hâlinde ise (Hucurat, 49/13.) bu risk bertaraf edilebilecektir. Böyle bir ortamın sağlaması yolunda Kur’an öncelikle müminler olmak üzere muhataplarına “Ne zulmedin, ne de zulüm görün” (Bakara, 2/279.) emrini yönelterek birlikte yaşamanın en hayati ilkesini insanlığın önüne koymuştur. Bu ilkenin gereği olarak Hz. Peygamber (s.a.s.) İslam yurduna barışçıl amaçlarla giren herkese gereken iyi muameleyi göstermiştir. Mesela Necran Hristiyanlarını, kendileriyle yaptığı antlaşmalar gereği onların can ve mal güvenliklerini sağlamış, onları mescidinde ağırlamış, orada kendi inançlarına göre ibadet etmelerine hatta kendisi ile tartışmalarına izin vermiştir. Hukuki nizamı kabullenenleri hukukta Müslümanlarla bir tutmuştur. Farklı inanç sahiplerinin cenazelerine saygı göstermiş, davetleri- ne katılmış, onlarla borç ilişkisine girmiştir. (Buhari, Rehin, 2.) Böylece “diğerleri”ne, toplumsal hayatın bir hukukta eşit birer parçası oldukları mesajını vermiştir. Bu yaklaşım Müslümanların süreç içinde kurdukları Bağdat, Şam, Basra, Kûfe, Fustat gibi yeni şehirlerde pratik hayatın her alanına yansımıştır. İspanya, İstanbul ve Balkanlar da aynı insani havayı asırlarca soludu. Coğrafyaları devlet yapan siyasal erkin el değiştirdiği geçiş dönemlerinde sosyal bir tedirginlik, rahatsızlık ve gerginlik yaşanır. Nitekim Müslüman “Türklerin Anadolu’ya gelişleriyle birlikte başlangıçta Hristiyan-Müslüman çatışması hızlanırken daha sonra çatışmanın yerini karşılıklı işbirliği ve ortaklık almıştır. Bu durum her iki medeniyetin mensuplarına da eşsiz bir barış, hoşgörü ve bir arada yaşama tecrübesi kazandırmıştır. Özellikle Osmanlı İmparatorluğunun topraklarında G Ü N D E M sında Çoğulculuk ve Birlikte Yaşama Tecrübesi” [Birlik İçinde Çokluk Sergisi Broşürü, Birinci Dünya Savaşı’na kadar dertleri ile dertlendiğimiz ve aynı ile karşılık gördüğümüz gayrimüslim vatandaşlarımız, komşularımız, esnafımız, sanatkârlarımız, ustalarımız vardı. “Mübadele” sarmalı karşılıklı olarak asırlardır sürüp giden nice komşulukları bitirdi; geride hüzün verici manzarasıyla boş evler, boş köyler kaldı. Kültür Bakanlığı, İst. 2009 içinde]) Bugün hangi gerekçe ile olursa olsun sosyal bünyemizde varlığından söz edilebilecek her türlü yakınma ve sızlanmalar üstesinden gelinemeyecek şeyler olmamalı. Bu konuda sergilenen ve gelecekte sergilenecek olan her türlü girişim başarı yolunda desteklenmeyi hak ediyor. “Birlikte yaşamak için sadece siyasi, felsefi ve sosyolojik bakış açıları yeterli değildir. İnsanlığımız sanat, edebiyat, şiir gibi estetik unsurlarla zenginleştirilmeli ve bunlar bir arada yaşama diline eklenmelidir.” Bu özellikle çağdaş hayat için çok önemlidir. Çünkü teknoloji hayatı ilmek ilmek dokuyan birçok imkânımızı elimizden aldı. Oturduğumuz yerde dünya- nın öbür ucuyla iletişim kurma kolaylığını sağlamasına karşılık bizi sanal dünyaya hapsetmiş görünüyor. Mektubun sahip olduğu bağ kurucu özellik, klavyeden dökülen mekanik satırlarda yok. Dokunduğunuz kâğıt size, onu yazıp göndereni düşündürür, hayal ettirir, zaman aralığı ile de olsa aynı şeye dokunmuş olmanın duygusallığını yaşatırdı. Artık bu imkân, insanın elinden uçup gitmiştir. Birlikte yaşamak, dış dünya şartlarında olduğu kadar beslendiği ruh dünyası ortamında da önemli hasarlara uğramıştır. Telafi çalışmalarına buradan başlamak gerekiyor. Habib-i Neccar Camii ve Aziz Piyer Kilisesi / Hatay Ermeniler, Süryaniler, Rumlar, Sırplar, Habeşliler, Kıptiler, Yakubiler, Begonviller, Bulgarlar, Romanlar, Macarlar, Gürcüler uzun asırlar boyunca birlikte yaşamanın güzel örneklerini vermişlerdi.” (Bekir Karlığa, “İslam Dünya- NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 25 SÖYLEŞİ PROF. DR. MAHMUT AYDIN: Kendi dışındakinin dışlanması üzerine kurulu olan ben tasavvuru, ötekiyle ilişkinin birlikte yaşama üzerine değil, onunla çatışma üzerinden yürütülmesi sonucunu doğurmaktadır. Söyleşi: Dr. Lamia LEVENT Diyanet İşleri Uzmanı Sayın Hocam, Fransa’da karikatür krizi sonrası yaşanan olaylardan sonra tekrar gündeme gelen “birlikte yaşama” çabası/tecrübesi esasında insanlığın kadim meselelerinden birisi. Aradan geçen onca zamana ve beraber yaşamanın imkânları üzerine gösterilen pek çok çabaya rağmen neden birbirimizin farklılıklarına saygı göstererek barış içerisinde yaşamayı öğrenemedik? 26 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 Burada öncelikle sahip olduğumuz farklılıklarımıza saygı göstererek huzur ve barış içinde yaşayabileceğimiz bir dünya oluşturamama nedenlerine değinmeden önce birlikte yaşama sorununun günümüzde nasıl giderek kronik bir hâl aldığı üzerinde durmak istiyorum. Bilindiği üzere insanlık tarihinin başlangıcından itibaren Kur’an’da muhtemelen de Eski Ahit’te kıssası anlatılan Habil-Kabil olayından itibaren “birlikte yaşama” konusu bir “insanlık problemi” hâline gelmiştir. Bu sorun, en mukaddes emanet olan insan canının hiçe sayıldığı, dinlerin kutsallarına sözde fikir özgürlüğü adı altında pervasızca hakaret edildiği, dinî ve insani değerlerin ayaklar altına alındığı günümüz dünyasında giderek daha karmaşık bir hâl alma yolunda hızla ilerlemektedir. Tarih boyunca bu soruna kafa yoranların ürettikleri hukuk devleti, hukukun üstünlüğü, demokrasi, insan hakları gibi söylemler, herkesin kendi ayırt edici farklılıklarını muhafaza ederek ortak bir değer etrafında birlikte barış içinde yaşayabilecekleri bir model veya modeller geliştirmede başarısız olmuştur. Çünkü bu tür söylemleri dillendiren ve bayraktarlığını yapanlar, dünya ölçeğinde yaşanan SÖYLEŞİ insan hakkı ihlalleri ve vahşetler karşısında ikircikli bir tutum ve tavır takınma yoluna gitmektedirler. Samimi olmadığımız ve ötekine yönelik şiddet, baskı ve zulüm uygulamalarına kayıtsız kaldığımız müddetçe birlikte yaşama sorunun üstesinden gelebilmemiz için üretilen söylem ve modellerin sorunun çözümüne katkı sağlaması mümkün değildir. Hatta böyle bir durumda söz konusu söylemler sorunu meşrulaştırma işlevi göreceğinden daha da pekişmesine ve içinden çıkılmaz bir hâl almasına da neden olabilir. Birlikte yaşamanın aslında bir zihniyet meselesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu bağlamda kendi iç barışını gerçekleştiremeyenlerin; adalet, barış ve sevgi ilkelerini kendi yaşamlarında içselleştiremeyenlerin öteki ile huzur ve güvenin hâkim olduğu bir yaşam alanı oluşturması mümkün görünmemektedir. İç barış ise inanılan şeylerde ve yapılan eylemlerde samimi olmayı gerektirir. Burada Hz. Peygamber’in “din samimiyettir” hadisini hatırlamakta fayda var. Bu hadis en geniş manasıyla, inanç ve eylemlerimizdeki tutarlılık açısından bize bir perspektif sunmaktadır. Batı dünyası yüzyıllardır Müslümanlarla bir arada yaşıyor ancak bugün yaşanan olaylara baktığımızda ötekiyle birlikte yaşama konusunda çok da başarılı olduklarını söylemek mümkün görünmüyor. Avrupa’da Müslümanlara yönelik olarak yükselişe geçen ırkçı söylem ve saldırıları da göz önünde bulundurduğumuzda Batı’nın bugün birlikte yaşama konusundaki duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Öncelikle Batı ve İslam dünyası diye bir ayrımda bulunmanın Kendi iç barışını gerçekleştiremeyenlerin; adalet, barış ve sevgi ilkelerini kendi yaşamlarında içselleştiremeyenlerin öteki ile huzur ve güvenin hâkim olduğu bir yaşam alanı oluşturması mümkün görünmemektedir. İç barış ise inanılan şeylerde ve yapılan eylemlerde samimi olmayı gerektirir. doğru bir tespit olmadığını burada ifade etmem gerekiyor. Çünkü 700’lü yılların başında günümüz İspanya topraklarına ulaşan İslam dini ve onun müntesipleri yani Müslümanlar, günümüzde Batı diye adlandırılan medeniyetin olmazsa olmaz bir parçasıydılar. Dolayısıyla İslam’ı ve Müslümanları çekip aldığımızda Batı medeniyetinden de bahsetmek artık mümkün olmayacaktır. Evet, sorunuzda da işaret ettiğiniz gibi Batı dünyası özellikle 18. yüzyıldan itibaren Müslümanlarla barış içinde birlikte yaşama konusunda hiç de iyi bir sınav vermemiştir. Bunun nedenini anlamak için Batı Hristiyan medeniyetinin köklerine gitmek zorundayız. Bu bağlamda geçmiş dönemlere baktığımızda tarihsel süreçte Batı dünyasının, sadece diğer din mensuplarıyla ilişkilerinde değil; aynı zamanda Hristiyan olmakla birlikte ana gövde Hristiyanlıktan farklı fikir ve görüşlere sahip olan kendi dindaşlarıyla ve Hristiyanlığın içinden çıkarak zamanla ayrı bir din hâline geldiği Yahudiliğin mensuplarına yönelik tutumunun sorunlu olduğunu görürüz. Özellikle Hristiyanlığın IV. yüzyılda Roma İmparatorluğunun resmî dini olmasından sonraki süreç bunu göstermektedir. Bu yüzyıldan sonra İmparatorluğun gücünü arkasına alan Hristiyanlar, sadece Hristiyan olmayanlara değil, aynı zamanda Hristiyan olup da Kilisenin resmî doktrinlerine uygun bir inanca sahip olmadığından heretik/ sapkın olarak ilan edilenlere yönelik oldukça dışlayıcı ve şiddet içeren bir tutum içinde oldular. Daha önce kendilerine baskı ve zulüm yapanlara karşı misliyle karşılık verdiler. Bazı çağdaş araştırmacılara göre Hristiyanlığın, Roma İmparatorluğu’nda resmî din statüsüne ulaşmasından sonraki İmparatorluk sınırları içindeki ve Avrupa’da yayılması barışçıl bir yayılma değildi. Çünkü bu dönemde Hristiyan otoriteler, İmparatorluğun gücünü arkalarına alarak mevcut yerel Roma kültlerine ve pagan inançlarına bağlı olanları baskı altına almış, onlara ya Hristiyan olmak ya da ölmek dışında başka bir seçenek bırakmamışlardı. Batı Hristiyan dünyasının başta kendi ötekisi olmak üzere tüm dini ötekine özellikle de İslam ve Müslümanlara yönelik dinî gerekçeli ötekileştirme politikası, modern dönemde din dışı ve seküler argümanlarla bir şekilde devam etmiştir. Bu dönemde kendini tekâmül aşamasının son noktası olarak tanımlayan, bilimden ahlaka, hukuka ve insan haklarına kadar her şeyin en doğrusunu ve en iyisini sadece kendisinin bildiğini ve yaptığını iddia eden Batı medeniyetinin başta İslam medeniyeti olmak üzere diğer medeniyetleri “sömürülmesi” ve “medenileştirilmesi gereken” geri kalmış toplumlar gördüğü bir ortamda Batılıların kendileri gibi inanmayanlarla birlikte barış içinde yaşaması söylemden öteye geçmeyen bir retorik olmaya devam edecektir. Konunun tarihsel arka planını NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 27 SÖYLEŞİ dikkate alarak son yıllarda yaşanan hadiseleri göz önüne getirelim. Tarihe 11 Eylül trajedisi olarak geçen olaydan sonra Batı’nın İslam dünyasını dizayn etme çabaları, Danimarka’daki karikatür krizi ile son günlerde Fransa’da yaşanan Charlie Hebdo gibi yaşanan hadiseler, Batı dünyasının öteki ile birlikte yaşama konusundaki samimiyetsizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Aslında daha önce de altını çizdiğimiz gibi kendi dışındakinin dışlanması üzerine kurulu olan ben tasavvuru, ötekiyle ilişkinin birlikte yaşama üzerine değil, onunla çatışma üzerinden yürütülmesi sonucunu doğurmaktadır. Haddizatında geçmişte olduğu gibi günümüzde de kendi dünya görüşünü, tarih ve medeniyetini yegâne aktör olarak görmeye devam eden Batı dünyasının, ötekine yönelik samimiyet ve adalet olgusu üzerine bina edilen bir tasavvur geliştirmesini beklemek fazlasıyla iyi niyetlilik olacaktır. Sizin de bir makalenizde dile getirdiğiniz üzere; yaşadığımız çok kültürlü, çok inançlı ve çok etnik kimlikli dünyada, çoğulculuk ve çeşitlilik meselesine Müslümanlar olarak nasıl bakmalıyız? Bilindiği üzere çok kültürlü, çok inançlı ve çok etnik kimlikli dünyamıza sık sık “çoğulculuğun ve çeşitliliğin” kutlanması gereken bir olgu olduğu bir slogan olarak dillendirilmektedir. Müslümanların gerçekten böyle olup olmadıklarını kendimize sormamız gerekir. Bu sorunun yanıtı bağlamında yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda çoğulculuğun ve çeşitliliğin Allah’ın bir takdiri olduğunu görmekteyiz. Şöyle ki Kur’an’a göre dünyada birden çok etnik kimliğin bulunması- 28 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 İslam’ın öngördüğü birliğin, farklılıklar ve çeşitlilikler içindeki birlik olduğunu görmekteyiz. Bu farklılık ve çeşitlilik de ne insan toplumunun idealden ütopyaya dayanan bir tedrici değişiklikten dolayı ne de ilahî rehberliğin veya beşer anlayışının olmamasından dolayı değil; kültürlerin, dillerin, ırkların ve yaşanılan çevrenin farklılığının doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan bir beşerî durumdur. na izin veren bizzat Yüce Allah’ın kendisidir. Eğer Allah bunun tersini dilemiş olsaydı insanlığı tek bir ümmet olarak yaratırdı. Bu fikir Kur’an’da çeşitli ayetlerde altı çizilerek vurgulanmaktadır: “...Eğer Allah dileseydi hepinizi bir tek topluluk yapardı...” (Maide, 5/48; Hud, 11/118; Şuara, 26/8; Nahl, 16/93.) Naklettiğimiz bu ayetlerde baktığımızda İslam’ın öngördüğü birliğin, farklılıklar ve çeşitlilikler içindeki birlik olduğunu görmekteyiz. Bu farklılık ve çeşitlilik de ne insan toplumunun idealden ütopyaya dayanan bir tedrici değişiklikten dolayı ne de ilahî rehberliğin veya beşer anlayışının olmamasından dolayı değil; kültürlerin, dillerin, ırkların ve yaşanılan çevrenin farklılığının doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan bir beşerî durumdur. Yani en azından bu bir realite olarak kabul edilmektedir. Bu bakımdan Hristiyan teolojilerde temel bir zemin olarak kabul gören dışlayıcı tutumun, İslam’da en azından teolojik açıdan bir kar- şılığının olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Kur’an, nazil olmaya başladığı andan itibaren dışlayıcılığı reddetmiştir. Konuyla ilgili birçok ayet bir yana sadece “Ehlikitap” tabiri bile meramınızı anlatmaya yeter. Bu noktada şöyle bir soru sormak istiyorum. Günümüz dünyasındaki mevcut dinî ve kültürel çeşitlilik normal karşılanması, ya da katlanılması veya üstesinden gelinmesi gereken bir olgu mudur? Bu soruyu yanıtlamaya şu tespitle başlamak istiyorum. İnsanlık tarihine baktığımızda bazı istisnalar hariç tarihin hemen her döneminde hâkim dinin, kültürün veya dünya görüşünün taraftarlarının diğer dinleri, kültürleri veya dünya görüşlerini üstesinden gelinmesi gereken unsurlar olarak görerek tarih sahnesinden silip kendi dinlerini, kültürlerini ve dünya görüşlerini biricik kılma eğiliminde oldukları bilinen bir gerçektir. Bu noktada kendi kendimize tüm insanların bizimle aynı dini, kültürü veya dünya görüşünü paylaşması; “Bizim gerçekten istediğimiz ideal bir durum mu yoksa gelişmemizi daha iyiye ve daha güzele ulaşmamızı engelleyen büyük bir kayıp mıdır?” sorusu üzerinden düşünmemizi teklif ediyorum. Kanaatimce eğer tüm insanların dinsel inancımızı, kültürümüzü veya dünya görüşümüzü benimsemesini büyük bir zafer ve ideal bir durum olarak görürsek, o zaman bu durum dinsel ve kültürel çeşitliliği, takdir edilmesi ve kutlanması gereken değil, tolere yani katlanılması gereken ve ilk fırsatta da üstesinden gelinip yok edilmesi gereken bir olgu olarak gördüğümüz anlamına gelir. Yok, eğer kendi dinî ge- SÖYLEŞİ leneğimiz, kültürümüz veya dünya görüşümüz dışındaki dinlerin, kültürlerin veya dünya görüşlerinin ortadan kaldırılmasını yani çeşitliliğin yok edilmesini bizim için büyük bir kayıp olarak görüyorsak, o zaman bu durum dinsel ve kültürel çeşitliği gerçekten takdir ettiğimiz ve değerli gördüğümüz anlamına gelir. Dikkat edilirse söyleşimizin başında değindiğimiz noktaya tekrar döndük. Yani, hadisenin içselleştirilmesi ve samimiyet meselesi... Dinî ve sosyokültürel referanslarımız ve müktesebatımız, bu hususta hem teorik açıdan hem de pratikler bakımından oldukça zengindir. Dinî inanışların, kültürlerin, dünya görüşlerinin, yaşam tarzlarının ve etnik kimliklerin çoğulluğu ve çeşitliliği toplumlarımızda yol açtığı sorunlardan dolayı çoğu kez istenmeyen bir olgu olarak görülmesine rağmen söz konusu çoğulluk ve çeşitliliğin günümüz dünyasında yaşadığımız pek çok sorunun çözümü konusunda bizim için zengin bir kaynak olacağı aşikârdır. Çünkü monolitik ve tekdüze bir yaşam tarzı ve dünya görüşünün aksine dinamik ve sürekli gelişime açık bir dünya görüşü geliştirilmesini öngören çeşitlilik, toplumların sosyal ve siyasal gelişmesinin itici gücüdür. Dahası çoğulculuk ve çeşitlilik, bizlerin yaşadığımız sorunları farklı şekillerde algılama ve yorumlama yeteneğimizi geliştirerek onlara farklı çözümler üretilmesi noktasında bize katkı sağlayıcı bir özelliğe sahiptir. Buna göre toplumların ilerlemesi, sahip oldukları farklılıkların ve çeşitliğin ortadan kaldırılmasıyla değil, oldukları gibi muhafaza edilip avantaja dönüştürülmesine bağlıdır. Örneğin İslam tarihine baktığımızda ilk dönemlerde fethedilen bölgelerde yaşayan gayrimüslim halk, ötekileştirilerek farklılık ve çeşitlilik yok edilmeye çalışılmamış aksine gayrimüslimlerden üst düzey bürokrat, hekim ve bilim insanı olarak yararlanılma yoluna gidilmiş ve bu şekilde çoğulcu bir İslam düşüncesi ve kültürü inşa edilmiştir. Örneğin 711 yılında Müslümanların Kuzey Afrikalı komutan Tarık b. Ziyat komutasında İber Yarımadası’na adım atmasıy- la birlikte Endülüs coğrafyasında kurulan İslam devletleri bünyesinde farklı dinî ve kültürel kimlikler eritilerek yok edilme yerine bu kimliklerden de yararlanılma yoluna gidilmiştir. Öyle ki bu dönemde Endülüs’te Müslüman, Yahudi ve Hristiyanların katkılarıyla adına “convencia/bir arada yaşama” denen farklılıkların kin, nefret ve çatışma değil, daha iyiye ve güzele ulaşma yönünde bir yarış aracı olarak görüldüğü bir din ve medeniyet tecrübesi oluşturulmuştur. Sizin de ifade ettiğiniz gibi Müslümanlar olarak birlikte yaşama konusunda güçlü referanslara ve köklü bir medeniyet tecrübesine sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. İslam medeniyetinin bu tecrübesi insanlık için tekrar nasıl umut kaynağı olabilir? İfade ettiğiniz gibi İslam tarihine dönüp baktığımızda öteki ile birlikte yaşama konusunda kaynağını Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in sünnetinden alan ve yukarıda ifade ettiğimiz Endülüs tecrübesi örneğinde olduğu gibi diğer medeniyetlere de örneklik teşkil eden ve “farklılıklar içinde birlikte yaşama” düsturuyla sloganlaşan bir birlikte yaşama kültürüne öncülük ettiğimiz inkârı mümkün olmayan bir gerçekliktir. Nitekim Kur’an ve sünnet açısından bakıldığında bu kültürde de tıpkı diğer medeniyetlerde olduğu gibi bir “öteki” kategorisi bulunmaktadır. Fakat bu kategoriye dâhil edilenler “büsbütün öteki” olarak yönetilmesi, sömürülmesi, gerektiğinde cezalandırılması hatta yok edilmesi gerekenler değil, birlikte yaşanılması ve dost olunması hatta “biz” kategorisine dâhil edilmesi gerekenler olarak kabul edilmektedir. Maale- NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 29 SÖYLEŞİ sef günümüzde İslam dünyasına özellikle de Orta Doğu ve Afrika coğrafyasına baktığımızda bu birlikte yaşama kültürünün ve tecrübesinin, yerini kardeşin kardeşi katlettiği bir duruma bıraktığı günleri yaşadığımız da aşikârdır. Sahip olduğumuz birlikte yaşama kültürümüzün, birlikte barış içinde yaşama konusunda insanlık için bir ümit ışığı olabilmesi için öncelikle söz konusu tecrübenin ve kültürün İslam coğrafyasında tekrar hâkim kılınması gerekmektedir. Eğer birlikte yaşama konusunda sahip olduğumuz tarihsel tecrübeyi insanlığa bir model olarak sunmak istiyorsak önce söz konusu tecrübenin referanslarını iyi anlayarak onu yeniden içselleştirmek suretiyle kendi coğrafyamızdaki birlikte yaşama sorunun üstesinden gelmeliyiz. Daha sonra da -tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi- diğer medeniyetler tarafından onun örnek alınması için çaba sarf etmeliyiz. Bizim inancımızda farklılıklar varoluşumuzun bir gereği. Hucurat suresinde de ifade edildiği üzere Yüce Allah’ın insanları farklı hususiyetlerde yaratması, çatışma ayrışma için değil tam aksine tanışma ve kaynaşma vesilesi olmalıdır. Bizlere İslam’ın öngördüğü birlikte yaşamanın temel felsefi ve ahlaki ilkelerinden söz eder misiniz? Bu noktada öncelikle şunu ifade etmeliyim ki önceki sorularda da değindiğim gibi Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim, dinî ve kültürel farklılığı tek Tanrı’ya imanın birliği içinde kabul ve takdir etmektedir. Kur’an’ın öngördüğü bu çeşitlilik, insanların birbirleriyle iletişim kurmalarının veya birbirlerini anlamalarının mümkün olmadığı şekilde farklı dilleri konuştuk- 30 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 Bir toplumda bireyler arasında teâruf ikliminin oluşması, o toplumu oluşturan bireylerin birbirini dinleyip anlamalarını sağlar. ları bir olgu değil, birbirleriyle diyalojik ilişki içinde olmaları gerektiğine vurgu yapan bir amaçlar birliğidir. Buna göre Kur’an’ın öngördüğü birliğin bir iman birliği olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu birlik, Hz. Âdem ile başlayıp Hz. Muhammed ile son bulan ilahî vahyin tarihî devamlılığı içinde varlığını sürdürmektedir. Sorunuzda ifade ettiğiniz üzere Kur’an, insan ırkının farklı milletler ve toplumlar hâlinde yaratılmasının sebebini Hucurat suresi 13. ayette onların birbirleriyle tanışıp bilişmesi yani Kur’an’ın ifadesiyle insanların birbirleriyle tanış olması, irfanlaşması, yaşadıkları toplumları beraber inşa ve imar etmelerini ifade eden “teâruf” kelimesiyle açıklar. Bir toplumda bireyler arasında teâruf ikliminin oluşması, o toplumu oluşturan bireylerin birbirini dinleyip anlamalarını sağlar. Bu da birbirlerinden bir şeyler öğrenmelerini ve birbirlerinden öğrenme de karşılıklı olarak birbirlerine değer vermelerini sağlayarak birlikte dönüşmelerine ve gelişmelerine yardım edecektir. Böyle bir sürecin, oluşacak birlikte yaşama kültürünün hem bireysel ve toplumsal, hem de küresel ve evrensel ölçekte yaygınlaşmasına da katkı sağlayacağı muhakkak. Günümüzde, başta medeniyetler olmak üzere farklı dinî düşüncelere ve kanaatlere mensup insanlar arasında yaşanan çatışma ve düşmanlıkların arkasında yatan en önemli sebep; farklılıkların ön plana çekilip benzerliklerin göz ardı edilmesidir. Hâlbuki yüce kitabımız Kur’an, farklı dinsel inanç ve kanaatlere mensup Müslüman, Hristiyan ve Yahudileri aralarındaki ortak kelimede yani “Allah’tan başkasına ibadet etmeme ve birbirlerini ilah edinmeme” noktasında birleşmeye çağırmak suretiyle biz Müslümanları, diğer inanç mensuplarıyla diyalojik ilişki çerçevesinde barış içinde birlikte yaşamaya çağırmaktadır. Birlikte yaşamanın temel ahlaki ilkelerinin başında ortak beşerîlik, yaratılanın Yaratan’dan ötürü sevilmesi ve kişinin kendisine davranılmasını istediği gibi diğer insanlara davranması gelmektedir. Aslında hakşinaslık, dürüstlük, dengelilik ve tarafsızlık demek olan adalet olgusu tüm bu ahlaki ilkeleri kendinde toplayarak birlikte yaşama kültürünün ahlaki ayağını teşkil eder. Nitekim Yüce Allah Mümtehine Suresi’nin 8. ayet-i kerimesinde biz Müslümanlara inançlarımız konusunda bizimle savaşmayan ve bizleri yurtlarımızdan çıkarmaya kalkışmayanlarla iyi ilişkiler kurmayı ve onlara adaletli davranmayı yasaklamamakta, hatta salık vermektedir. Günümüzde medeniyetler uzlaşması tezinin karşısına medeniyetler çatışması tezi konmaya çalışılıyor. İnsanlık için felaket senaryoları yazılıyor. Dünyanın pek çok bölgesinde farklılıklar üzerinden ayrışmalar ve çatışmalar sürüyor. İnsanoğlu tüm bu olumsuz algıları yıkıp bir arada yaşamayı nasıl mümkün kılabilir? SÖYLEŞİ Öncelikle sorunuzla ilgili bir düzeltme yapmamız gerekiyor. O da önce “Medeniyetler Çatışması” tezi ilk defa Bernard Lewis tarafından 1990’da yayımlanan “Müslüman Öfkenin Kökleri” adlı makalesiyle tedavüle sokulmuş, daha sonra da Amerikalı siyaset bilimci Samuel Huntigton tarafından 1993 yılında Foreign Affairs dergisinde yayımlanan “Bir Medeniyetler Çatışması” başlıklı çalışmasıyla yaygınlık kazanmıştır. Bu teze karşı hem İslam dünyasından hem de Hristiyan dünyasının sağduyulu düşünür ve yöneticileri ciddi tepki göstererek farklılıkları bir çatışma unsuru olarak değil, “ben”i zenginleştiren ve güçlendiren bir unsur olarak görerek medeniyetlerin çatışması değil uzlaşması gerektiğini üzerinde durmaya başlamışlardır. Bu çerçevede 2005 yılında ülkemiz ve İspanya başbakanlarının öncülüğünde başlatılan ve bilahare de Birleşmiş Milletler girişimine dönüşen medeniyetler özellikle de İslam ve Batı medeniyeti arasındaki kutuplaşma ve gerilimin ancak medeniyetler ve kültürler arasında karşılıklı saygı ve anlayış temeli üzerinde oluşturulacak bir “Medeniyetler İttifakı”yla mümkün olacağı fikri dünya ölçeğinde dillendirilmeye başlanmıştır. Sorunuzda da ifade ettiğiniz gibi “Medeniyetler Çatışması” tezine karşı iyi niyetle başlatılan ve bir BM projesine dönüştürülen “Medeniyetler İttifakı” girişimine rağmen son yıllarda farklılıklar bir zenginlik ve rahmet olarak değil, çatışma ve kavga nedeni yapılarak dünyamız özelikle de Müslüman coğrafyası yangın yerine çevrilmeye çalışılmaktadır. Yaşanan ve körüklenen bu çatışma ve kavgalar karşısında küremizin herkesin kendi ayırt edici farklılığını muhafaza ederek birlikte barış içinde yaşayabileceği bir yer yapılma- sının yolu Hz. Âdem (a.s.)’den Hz. Muhammed (s.a.s.)’e kadar kutlu elçilerin getirdikleri -hiçbir ayrım gözetmeksizin- herkesin aklını, dinini, canını, malını ve nesebini mukaddes ve aziz kabul eden; sahip olduğu dünya görüşünden dolayı hiçbir hak mağduriyeti yaşamasını asla kabul etmeyen çağlar üstü mesajlarına kulak verip onları içselleştirmemiz yeterli olacaktır. Bugün farklı din ve kültürlerin birlikte yaşamasının imkân ve temelleri üzerinde tartışırken, aynı inanca mensup olmalarına rağmen İslam coğrafyasında bir arada yaşama konusunda ciddi problemlerin olduğunu görüyoruz. Müslümanlar ne zaman Allah ve Rasulü’nün istediği kıvamda bir arada dayanışma ve kardeşlik içinde yaşayacaklar? Veya bunu başarabilecekler mi? Bu soruyu doğru bir şekilde yanıtlayabilmek için -asıl konumuz olmamasına rağmen- önce günümüz dünyasında Müslüman coğrafyada yaşanan sorunun iyi teşhis edilmesi için asıl sorunun ne olduğu üzerinde birkaç şey söylemek istiyorum. Müslüman coğrafyada, Batı sömürgeciliği ve emperyalizmine kadar öteki ile birlikte barış ve huzur içinde yaşama kültürünün hâkim olduğunu görmekteyiz. Ne zaman ki Batı Hristiyanlığı Müslüman coğrafyayı işgale, sömürmeye ve bunlarla birlikte “medenileştirme” adı altında Hristiyanlaştırmaya başladı, o zaman Müslümanlar da sadece dini ötekiyle değil aynı zamanda yıllarca birlikte yaşadığı etnik ötekiyle olan birlikte yaşama kültüründen de uzaklaşmaya başlamışlardır. Bu uzaklaşma özellikle son dönemlerde pozitivist ve ilerlemeci tarih tasavvurunun etkisiyle kendi kültürünü ve medeniyetini tarihsel düzlemin nihai noktası ve gelişme ve ilerlemenin “zirvesi” olarak gören Batı medeniyetinin bu algısını, geçmişteki “medenileştirme ve Hristiyanlaştırmanın” yerini alan sözde “özgürleştirme ve demokratikleştirme” adı altında bazen “yumuşak güç” ama çoğu zaman da “sert güç” kullanılarak Müslüman coğrafyaya dayatmasının acı sonuçlarının bugün bu coğrafyadaki “farklılık zenginliktir” düsturunun yerini farklı olanın yok edilmesi algısına bıraktığına tanık olmaktayız. Bu evrilmenin sonucu olarak da bugün Müslüman coğrafyada Müslümanların kendilerinden farklı düşündüğü veya farklı bir dinî gruba ya da etnik kimliğe ait olduğu için birbirlerini gözlerini kırpmadan katlettiği, birbirlerine kumpas kurduğu bir çatışma kültürü yaygınlık kazanmaktadır. Müslümanlar olarak her gün biraz daha battığımız birbirimizi ötekileştirip yok etme bataklığından çıkmamız için pek çok imkâna sahibiz. Dediğim gibi müktesebatımız bu hususta her açıdan zengindir. Özetle söylersek, günümüz dünyasında sadece sorunuzda isimlerini zikrettiğiniz Irak, Suriye, Mısır ve Pakistan gibi ülkelerde değil tüm Müslüman coğrafyada yaşanan kadim birlikte yaşama kültürümüzü yok eden çatışma ve kardeş katliamlarından kurtulmanın yolu İslami öğretiyle de uygunluk gösteren çoğulcu din algısının ve dünya görüşünün coğrafyamızda yayınlaştırılmasından geçmektedir. Hz. Peygamberin Medine’sinde, Abbasilerin Bağdat’ında, Endülüs Emevileri’nin Endülüs’ünde, Selahattin Eyyubi’nin Kudüs’ünde, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’unda ve Osmanlı’nın Anadolu ve Balkanlar’ında inşa edilen kadim birlikte yaşama kültürünü tekrar tesis etme ve böylece dünya toplumlarına bir model olarak sunma şansını yakalarız. NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 31 DİN DÜŞÜNCE YORUM Birlikte Yaşamanın Evrensel İlkeleri Dr. Mustafa EREN Yalova/Altınova Vaizi Son yıllarda hoşgörü, entegrasyon, tanınma, diyalog ve medeniyetler ittifakı gibi kavramlar, ulusal ve uluslararası siyasette daha önceki dönemlerle mukayese edilmeyecek bir derecede gündeme gelmektedir. Bu kavramların geniş bir yelpazede başat bir söyleme dönüşmesinin çeşitli sosyopolitik sebepleri vardır. Bize göre bu saiklerin en derinlerinde yatan ana unsurlardan bir tanesi ‘birlikte yaşama’ olgusudur. Birlikte yaşama olgusu insanın varoluş şartlarından biridir. İnsanoğlu geçmişten günümüze kadar farklı tecrübelerle birlikte yaşamanın mücadelesini vermiştir. Bu açıdan bakıldığında birlikte yaşama, sosyal, siyasal ve düşünce dünyamızda yeni bir kavrammış gibi algılansa da, insanlığın sahip olduğu tarihsel tecrübe böyle bir algının doğru olmadığını gösterir. Yaşam şartları şu veya bu şekilde insanları birlikte yaşamaya zorlamıştır. Tartışılması gereken asıl konu insanların bir arada bulunmaları, aynı ortam ve mekânları paylaşmaları değil, hangi şartlarda, hangi nitelikte ve hangi değerlerle birlikte yaşamalarıdır. Tarih farklı kültür ve medeniyet- 32 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 lerde, birlikte yaşamayı başarabilmiş toplumlara tanıklık etmiştir. Bizim tarihimiz bu anlamda zenginliklerle doludur. Hangi medeniyet ve dönem açısından bakarsak, onun üzerinde yaşadığımız topraklarda kök salmış kadim izlerini görürüz. Bu coğrafyadan gelip geçen medeniyet ve dinlerin her biri bir sonraki medeniyetin, sonraki inanç ve değer tablosunun zeminini oluşturmaktadır. Bütün inançlar, dinler, kültürler ve medeniyetler bu tabloda gergef gergef işlenmiştir. Bu tablonun her karesinde, ayrı bir medeniyet, ayrı bir güzellik ve zenginlikle karşılaşıyoruz. (Ali Bardakoğlu, 21. Yüzyıl Türkiye’sinde Din ve Diyanet, I. Cilt. Der: Ömer Menekşe, DİB. Yay. 2010, 389.) Birlikte yaşama kültürünü başarmış toplumlara baktığımızda, bu toplumların öne çıkan özellikleri evrensel ahlaki değerler zemininde bilişmeleri, buluşmaları ve birleşmeleri olmuştur. Aydınlanmanın çocukları olan modern ve seküler dünya tasavvuru, hayatın bütün kompartımanlarına öylesine nüfuz etmiştir ki, artık insanoğlu kendi kendini yok edebilecek, içinde yaşadığı dünyayı yaşanmaz hâle getirebilecek bir konuma gelmiştir. Bu süreçte, insanları kuşatan toplumsal kaos, sosyal adaletsizlik, açlık, şiddet, terör, yolsuzluk, eğitim- sizlik, mezhepçilik ve meşrepçilik küresel bir olgu olarak, insanın varoluşuna ve özgürlüğüne yönelik ciddi bir tehdit unsuru olmuştur. Bugün öyle bir toplumda yaşıyoruz ki, üniversiteler, gazeteler, dergiler, kitapçılar, kütüphaneler, kurumlar ve hayatımızın diğer alanları Leibniz’in monadları gibi birbirine kapalı olan iki ayrı dünyayı işgal ediyor. Birisi dinî dünya diğeri seküler dünya. Hayatın rutin akışı içerisinde bu iki dünya sanki hiç buluşmuyor gibi gözükmektedir. (Ian Almond, İbni Arabi ve Derrida, Tasavvuf ve Yapısöküm, Çev: Kadir Filiz, Küresel sıkışmışlığın ve açmazın patolojik bir ifadesi olan bu durum, başta uluslararası organizasyonlar olmak üzere, ulusal alana da taşınmıştır. Bu inisiyatiflerin arkasında insanoğlunun bugünkü umutları kadar, endişeleri ve korkuları da yatmaktadır. İnsanoğlu, tanışmanın, bilişmenin yollarını hem açacak, hem kapatacak, insanları birbirine hem sevdirecek hem kızdıracak, Kur’an’ın ifadesiyle “karada ve denizde kendi elleriyle yaptıklarıyla fesat çıkaracak” duruma gelmiştir. Bugün ortaya çıkabilecek bir vahşet, tarihte eşi ve benzeri görülmemiş kırılmalara, tahribatlara ve zulümlere sebep olabilir. İşte endişenin ve korkunun arkasında bu düşünceler bu ihtimaller yatmaktadır. (Mehmet S. Ayrıntı Yay. İstanbul 2012, 10.) DİN DÜŞÜNCE YORUM Aydın ile İçe Kritik Bakış, Din, Felsefe, Laiklik, Der: Mehmet Gündem, İyi Adam Yay. İstanbul Dünyanın mevcut durumdan daha kötüye gitmemesi için her toplum üstüne düşen sorumluluğu yerine getirmeli, kendi tarihini, kültürünü, dinini, siyasetini, insan düzeneklerini, ona göre yeniden şekillendirmelidir. Her toplum, kendi kültürüne eleştirel bir gözle bakarak, birlikte yaşamayı tehdit edecek yorum ve söylemleri bir kenara bırakmalı. İnsanlık, geçmişte ve günümüzde yaşadığı dramatik durumlardan ders çıkararak birlikte yaşamanın minimal kodlarını oluşturan evrensel ahlak ilkeleri üzerinde yeniden buluşmanın yollarını aramalıdır. Bu evrensel ahlak ilkeleri her geleneğin ve kültürün derin etosunda yerleşmiş, birlikte yaşama kültürünün zeminini oluşturmuştur. Zaten ahlak dediğimiz zaman aklımıza gelen ilk husus, insanların bir arada barış ve huzur içerisinde yaşamak için üzerinde uzlaştıkları ortak değerler anlaşılmalıdır. İnsanlığın en büyük ve en eski dinî ve ahlaki geleneklerden süzülerek günümüze kadar tevarüs eden ahlak prensiplerini dört temel talimatla özetleyebiliriz: 1999, 170.) • Zorbalıktan uzak, bütün hayatlara saygılı bir kültürü taahhüt etmek. Kadim gelenekte “Hiç kimse öldürülmemelidir.” Hiç kimse bir başkasına maddi veya manevi olarak eziyet verme, yaralama, öldürme, hakkına sahip değildir. Hiçbir halk, devlet, ırk veya din, başka ırktan ve inançtan bir azınlığı temizleme, sürme ve eritme hakkına sahip değildir. • Bir dayanışma kültürünü ve adil bir ekonomik düzeni taahhüt etmek. “Hırsızlık yapmamalısın.” Adil ve dürüst davranmalısın. Doyumsuz bir para, mevki ve tüketim hırsı yerine, yeniden ölçülülüğün ve alçak gönüllülüğün anlamını keşfetmeliyiz. Çünkü hırsına kapılan insan, ruhunu, özgürlüğünü, sükûnetini iç huzurunu ve böylece onu insan yapan değerleri kaybetmektedir. • Hoşgörüye dayalı bir kültürü ve dürüstlük içinde bir hayatı taahhüt etmek. “Yalan söylememelisin.” Doğruyu söylemeli dürüst hareket etmelisin. Hiçbir kimse- birey ve toplumların ahlaki gelişimiyle doğrudan ilgilidir. İnsanlar birtakım hukuksal norm ve kurallarla bir yere kadar birlikte yaşamaya çalışır. Bu hukuksal zemin ahlakla beslenmemişse birtakım sıkıntılara yol açar. Bugün hukuk ve demokrasi standartlarının yüksek olduğu ülkelerde, ırkçılık, ayrımcılık, ötekileştirme, son zamanlarda tırmanışa geçen islamofobi gibi olayların sıkça görülmesi bu anlamda tek başına hukukun yetersizliğinin bir tezahürüdür. Bu nedenle birlikte yaşamanın ö- Dünyanın mevcut durumdan daha kötüye gitmemesi için her toplum üstüne düşen sorumluluğu yerine getirmeli, kendi tarihini, kültürünü, dinini, siyasetini, insan düzeneklerini, ona göre yeniden şekillendirmelidir. nin ve hiçbir kuruluşun, hiçbir devletin ve hiçbir dinî müessesenin veya dinî cemaatin, insanlara yalan söyleme hakkı yoktur. • Hakların eşitliği kültürünü ve erkekle kadının ortaklığını taahhüt etmek. “Zinaya yaklaşmayınız.” Birbirinizi saymalı ve sevmelisiniz. Hiç kimse bir başkasını, kendi cinsi arzusunun aracı yapma, onu cinselliğe bağımlı kılma veya tutma hakkına sahip değildir. (Hans Küng, Denkwege, Ein Lesebuch, Karl-Josef Kuschel (Hg), München 2008, 356.) Bu dört temel prensip insanların bir arada yaşamasının ahlaki çekirdeğini oluşturmaktadır. Mesele, oldukça basit bir şekilde formüle edilen bu prensiplerin hayata nasıl ve ne şekilde geçirilmesidir. Birlikte yaşama kültürü, nündeki engelleri kaldırmak için, bu alana katkı yapabilecek bütün enstrümanlar kullanılmalıdır. Hukuk, birlikte yaşamanın normatif zeminine; ahlak, vicdani ve gönül boyutuna; eğitim, ahlaki değerlerin uygulanmasına, meleke hâline gelmesine katkı yapacaktır. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; birlikte yaşama günümüz insanının varoluşsal sorunlarından biridir. Her toplum önce kendi iç dünyasında nitelikli, yüksek standartlı, insanın onur ve şerefine yakışır bir tarzda birlikte yaşamayı başarabilmelidir. Kendi sorunlarını çözememiş, iç huzuru ve barışı sağlayamamış toplumlar; küresel barışa, Kant’ın ifadesiyle “ebedî barışa” katkı yapamazlar. NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 33 DİN DÜŞÜNCE YORUM HZ. PEYGAMBER’İN ÖRNEKLİĞİNDE Birlikte Yaşama ve Hoşgörü Dr. Faruk GÖRGÜLÜ Süreli Yayınlar ve Kütüphaneler Daire Başkanı Yeryüzü bütünüyle Allah’ın mülkü, insanlar da Allah’ın kuludur. Hz. Peygamber belli bir zaman ve mekâna ya da topluma değil, tüm insanlığa rehber olarak gönderilmiştir. O’nun vasıtasıyla tüm zamana ve insanlığa duyurulan evrensel mesaj, dillerin ve renklerin farklılığının Allah’ın ayetlerinden olduğunu özellikle belirtmektedir. “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rum, 30/22.) O hâlde bizler farklılıkları toplumsal bir zenginlik olarak görebilmeli, “insan” üst kimliğinde birleşerek, insana insan olduğu için saygı duyabilmeliyiz. Veda Hutbesi’nde Hz. Peygamber’in: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Arap’ın Arap olmayana üstünlüğü yoktur.” hitabı, çağlar üstü bir mesajı; söylendiği anki hikmet ve değeriyle bugüne aynen taşımaktadır. Bu hitap aynı zamanda, Rasulüllah’ın yaklaşık yirmi üç se- 34 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 neyi bulan risalet sürecinde farklı din mensuplarıyla olan ilişkilerinin, topyekûn insanlığa bakışının ve bu anlayışla ortaya koyduğu uygulamalarının son aşamada kelama/evrensel bir mesaja bürünmüş hâlidir. Hz. Peygamber hicretin hemen akabinde farklı dinî gruplarla anlaşma imzalamış, bu insanlarla komşuluk ilişkilerinde bulunmuş, Farklı görüşlere tahammülün giderek kaybolmaya başladığı ve insanların her geçen gün birbirlerini daha az anladığı hatta anlayamaz hâle geldiği günümüz dünyasında, karşımızdakini ötekileştirmeden, Allah’ın bir ayeti olarak görüp anlamaya çalışmak ve hoş görebilmek erdemine ve Rasulüllah’ın bu konudaki örnekliğine ne kadar da ihtiyacımız var. “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rum, 30/22.) alışveriş yapmış, hatta Yahudi asıllı olan Hz. Safiyye ile evlenerek, onu risalet hanesinin hanımları ve müminlerin anneleri arasına katmıştır. Bir gece vakti hüzün ve gözyaşıyla ayrıldığı Mekke’ye bir gün fatih olarak döndüğünde kimseye ceza vermemiş, hiç kimseyi inancını değiştirmek için zorlamamış ve müşriklerin öncülerinden olup da İslam’a girenleri değişik biçimlerde onurlandırmıştır. Hoşgörülü olabilmek için olaylara ve insanlara bakışımızı değiştirmek, farklılıkları zenginlik olarak görebilmek gerekir. Hoş görmek, beraberinde engin bir sabır ve affedebilme erdemini gerektirir. Nitekim Yüce Rabbimiz öfkeyi yenme ve insanları affedebilmeyi başaranları övmekte, onları cennetle müjdelemekte ve bu kullarını sevdiğini açıkça ifade etmektedir. (Âl-i İmran, 3/134.) DİN DÜŞÜNCE YORUM NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 35 DİN DÜŞÜNCE YORUM Kutlu doğumunu andığımız Hz. Peygamber’in hayatında sabretmenin, affetmenin ve hoş görmenin en can alıcı örneklerini görmekteyiz. O, Taif’te taşlandığında; “Allah’ım! Zayıfım, güçsüzüm, herkes beni hor görüp aşağılıyor. Ey herkesin zayıf görüp dalına bindiği zavallıların Rabbi olan Allah’ım! Her taraftan kuşatıldım. Çaresiz ve kimsesiz kaldım. Beni kime emanet ediyorsun Rabbim.” diye yakarıyor, ardından da, “Eğer bana kızmadıysan, ben çektiklerime razıyım Allah’ım.” diyordu. Cebrail (a.s.) gelip, “İstersen şu dağı birleştirip, sana bunu yapanları canlı olarak toprağa gömeyim.” dediğinde, Rasulüllah’ın: “Hayır, ben Rabbimden bunu değil, onların soyundan sadece Allah’a kulluk eden ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan bir nesil getirmesini dilerim.” (Buhari, Tevhid, 9.) cevabında, O’nun engin rahmetinin tecellisini seyretmekteyiz. Bir başka zamanda o Kutlu Nebi’yi, kendisinden ganimet isteyen bir göçebenin, yakasından çekiştirip, canını yakması üzerine, olaya müdahale etmek isteyenleri durdurarak; “Bırakın o öğrenecek.” derken görüyoruz. Bir keresinde de tuvalet kültüründen yoksun bir bedevinin mescidin bir köşesinde ihtiyacını gidermesi üzerine, tepki gösteren sahabeyi Rasulüllah yatıştırıyor ve bir kova su ile halledilebilecek olan bu meseleyi probleme dönüştürmek isteyenlere: “Siz kolaylık gösterici olarak gönderildiniz, zorlaştırıcı değil.” diyordu. Böyleydi Hz. Peygamber, başka türlü olması da düşünülemezdi. Zira Rabbi ona: “Allah’ın rahmeti 36 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile!” (Âl-i İmran, 3/159.) hitabında bulunmuştu. Hz. Peygamber (s.a.s.), insan haklarına saygı, insan onuruna hürmet ve insana hizmet adına, ona gülümsemeye de, yoldan eziyet veren bir şeyi kaldırmaya da sadaka ölçüsünde değer atfetmiştir. En temel insan haklarının ayaklar altına alındığı günümüzde, bu ifadelerin ve davranış modelinin taşıdığı anlamı yeniden keşfetmeye ne kadar muhtacız. Hoşgörü eksikliğinin önemli bir sebebi; kendimizi sorgulayamamak, bilakis hep haklı ve kusursuz görmektir. Oysa İslam anlayışında nefis muhasebesi son derece önemli kabul edilmiştir. Rabbimiz de: “Kendinizi temize çıkarmayın. Kimin takva üzere olduğunu O çok iyi bilir.” (Necm, 53/32.) buyurmaktadır. Hucurat suresi 12. ayette de; “Birbirinizin ayıp ve kusurunu araştırmayın.” denilerek, kusur görme ve ayıp bulma hastalığından mutlaka kurtulmamız gerektiğine dikkat çekilmektedir. Bu hakikat, rahmet peygamberinin lisanından: “Kim bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun ayıbını örter.” müjdesiyle bizlere duyurulmuştur. Hoşgörünün temel ilkelerinden biri, insanların şahsiyetini rencide etmemektir. Günahkâr da olsa kimseye hakaret etmemek, onurunu kırmamak İslami bir prensiptir. Nitekim Hz. Peygamber, zina için kendisinden izin isteyen genci, onu rencide etmeden bu yanlış düşüncesinden vazgeçirmiş ve onu iffetli yaşamanın gereğine inandırmıştır. Her ne sebeple olursa olsun insanları küçümsemek, onlarla alay etmek İslam ahlakıyla asla bağdaşmaz. Yüce Rabbimiz; “Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir namdır! Kim de tövbe etmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Hucurat, 49/11.) buyurarak insanlarla alay etmenin kötü bir davranış olduğunu açıkça belirtmektedir. İslam’ın özü incitmemek ve incinmemektir. Yunus ne kadar güzel ifade etmiş: Elif okuduk ötürü Pazar eyledik götürü Yaratılanı hoş gördük Yaratan’dan ötürü Kutlu Doğum etkinliklerinin, magazin malzemesi yapılmasına fırsat verilmeden, gerçekten ihlas ve samimiyetle Hz. Peygamber’i anlamaya, bir haftaya serpiştirilen bilgi ve duygu şöleninden bir ömür boyu istifade edilecek gönül azığı derlemeye vesile olması temennisi ile Hz. Peygamber’i tanıma, anlama ve sevmeyle başlayan bu kutlu yolculuğun son durağında ‘fenafirrasul’ mertebesine erişerek, onun gibi olma imkânını bize sunmasını Yüce Mevla’dan niyaz ediyorum. DİN DÜŞÜNCE YORUM Hz. Peygamber ve Birlikte Yaşama Bilinci Selva ÖZELBAŞ Üsküdar Vaizi ‘İnsan, sosyal bir varlıktır’ diye tanımlanır. Onu diğer canlılardan ayırt etmek için de ‘insan, konuşan varlıktır’ denir. İnsan, hem kelam eden hem de ilahî kelamın muhatabı sorumluluk sahibi, medeni bir varlıktır. Canlılar âleminde şuurlu bir birlikteliğe sahip olan tek varlıktır. İnsanın bu şuurlu birlikteliği ve buna göre davranış sergilemesi, dünyayı ve kendisini imar etme sorumluluğunun temelini teşkil etmektedir. İnsanın sosyal bir varlık oluşunu, ilk insandan itibaren takip edecek olursak ondaki bu fıtratı açıkça görmek mümkündür. Allah, insanı tek bir nefisten ve ondan da eşini yaratandır. Kadın ve erkek her ikisi de insanoğlunun birlikte yaşama düzenini oluştururlar. İlgili ayette “…Rabbinize karşı, sorumluluğunuzun bilincinde olun” (Nisa, 4/1.) buyruğu, insanoğlunun birlikte yaşayacağı bu yeryüzü hayatında her türlü sorumluluğun bilincinde olmaları gerektiğine işaret etmektedir. İşte böylece bir arada yaşamak zorunda olan insan için öncelikle etrafında birleşecekleri ‘Ev’ inşa edilmiştir. (Âl-i İmran, 3/96.) Mekke’deki bu ev; içinde barınılan mesken anlamında değil, bütün evler için bir simgedir. İnsanları bir gayeyle birleştiren ve o gaye uğruna hayat yolunda yürüten, sa’y ve gayrete sevk eden örnek ev. Müslümanların, dünyanın her yerinden namaz için yöneldikle- ri ev… Hac ve umre nedeniyle, inananların tanışıp toplandıkları ev… Kur’an ayetlerinden ve peygamber dualarından da anladığımız husus insanın dünya hayatının diğer insanlarla bir arada olma, birlikte yaşama biçiminde olacağıdır. Öyle ki, zaman içinde bu kuş uçmaz, ekin bitmez vadide duaların bereketi hâsıl olur ve ümmü’lkura yani şehirlerin anası Mekke, NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 37 DİN DÜŞÜNCE YORUM Hz. Âdem’den sonra bu ilk evin etrafında yeniden dirilir. (Enam, 6/ 92.) Hz. Hacer de koşuşturmasında arayış içinde olmuştur. Bu dualar ve arayışlar zemzem gibi bereketli bir suyun çölün ortasından fışkırmasına, nihayetinde de Kevser gibi bir Müslüman neslinin doğmasına neden olmuştur. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim’in duası, Allah’a teslim olan birlikte yaşama bilincine sahip bir ümmet içindir. Nihayet Hz. Peygamber dünyaya gelir. Bu öyle bir dünyadır ki; insanları ayrıştıran, horlayan, işkence eden zihniyete sahip bir dünya... Hz. Peygamber, inanmasalar da aynı toplumda yaşadığı müşriklere tahammül etmiş; hatta onlara, “Sizin dininiz size, benim dinim de banadır” (Kafirun, 109/6.) buyruğunu diyebilmiştir. Ancak müşrikler Müslümanlara yaşama hakkı tanımadıklarından, birer ikişer Medine’ye hicret etmek zorunda kalmışlardır. Hz. Peygamber (s.a.s.), Medine’ye gelir gelmez diğer inançtan insanlarla “Medine Vesikası” dediğimiz tarihin örnek anlaşmasını yapmış ve barış içinde birlikte yaşayabilen bir toplum oluşturmak istemiştir. Bu anlaşma ile Müslümanlar ve diğerleri birbirlerinin haklarına riayet ederek ve sorumluluklarını yerine getirerek yaşamak durumunda olduklarını kabul etmişlerdir. Hz. Peygamber öyle bir sistemle gelmiştir ki; insanlar asgari müşterek oluşturabilecek; insan olma ortak vasfıyla, bu dünyada birbirinin hukukuna 38 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 Kur’an ayetlerinden ve peygamber dualarından da anladığımız husus insanın dünya hayatının diğer insanlarla bir arada olma, birlikte yaşama biçiminde olacağıdır. Öyle ki, zaman içinde bu kuş uçmaz, ekin bitmez vadide duaların bereketi hâsıl olur ve ümmü’l-kura yani şehirlerin anası Mekke, Hz. Âdem’den sonra bu ilk evin etrafında yeniden dirilir. DİN DÜŞÜNCE YORUM saygı duyarak sulh içinde yaşayabileceklerdir. Hz. Peygamberin hicreti ile Taybe olan Yesrib, yıllardır birbiriyle savaşmaktan bitap düşen insanların savaşa dur dediğine tanık olmuştur. Evs ve Hazreç gitmiş yerini muhacir ve ensarın iman kardeşliği almış, gönüllerde sevgi ve merhamet çiçekleri açmaya başlamıştır. İman birliği fikirleri, fikir ve kalplerin birliği de her türlü ihtiyacın paylaşımına neden olmuştur. Rasulüllah Medine’ye gelir gelmez mescidinin temellerini atmıştır. Mescit, Müslümanların secdede birleştikleri ibadet mahallidir. Hz. Peygamber mescidin ne anlam ifade ettiğini yaşayışı ile ashabına göstermiştir. Öyle ki mescit, ashabın her türlü toplumsal hasleti pekiştirdikleri, eğitildikleri yer hâlini almıştır. Bu mescit merkezli yaşayış, yanlış geleneklerin yerini nihai doğruların almasında etkili olmuştur. Birlikte yaşamın getirdiği medeniyet, mescidin içinden hale hale etrafa yayılmış ve Rasulüllah, ağzından dökülen güzel sözlerle yeni oluşan İslam toplumunun birlikte yaşama bilincini nakış nakış işlemiştir. Medeni bir toplum olabilmenin şartları vardır. Toplumun diğer fertleri ile anlaşabilmek, fikirlerine saygı duymak, hoşgörülü ve iyi niyetli olmak bu şartlardandır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) her fırsatta ashabına, medeni insanlar olarak yaşamanın kurallarını öğretme çabası içinde olmuş; “Müslüman, elinden ve dilin- den Müslümanların emin olduğu kimsedir.” (Buhari, İman 4; Ebu Davud, Cihad 2.) “Mümin ülfet eden ve kendisi ile ülfet edilendir…” (Müsned, 2, 4, 5, 335.) buyurmuş; bencillik ve kaba davranışlardan uzak durabilmeleri için ashabına ve bize, “Sizden biriniz kendisi için istediğini Müslüman kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olamaz” (Buhari, İman 7; Müslim, İman 71, 72.) diyerek, imanın kemalini böyle bir duygu temelli davranışa hamletmiştir. Bütün bu güzel sözler, birliktelik oluşturmada harç vazifesi görmüştür. Allah (c.c.) tüm inananların bu şuurda olmalarını isteyerek “Müminler ancak kardeştir.” (Hucurat, 49/10.) buyururken, Hz. Peygamber de müminleri vücuda benzetmiştir. (Buhari, Edep 27; Müslim, Birr 66.) Aksi takdirde Kur’an’da “...birbirinizle çekişmeyin. Sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider…” (Enfal, 8/46.) diyerek istenmeyen durumlar işaret edilmiştir. Peygamberimiz Veda Hutbesi’nde de; “…canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir…” diyerek temel insan hakları bağlamında en dikkat edilmesi gereken konulara vurgu yapmıştır. Kur’an’da millet ve kabileler hâlinde yaratılmış olmanın tanışmak için olduğu, ayrım ve üstünlük nedeni olmadığı beyan edilir. (Hucurat, 49/13.) Hz. Peygamber (s.a.s.) de insanların soy sop, ırk, renk farklılıklarının üstünlük ve ayrılık sebebi olmadığını dile getirmiştir. Rasulüllah Medine’ye gelir gelmez mescidinin temellerini atmıştır. Mescit, Müslümanların secdede birleştikleri ibadet mahallidir. Hz. Peygamber mescidin ne anlam ifade ettiğini yaşayışı ile ashabına göstermiştir. Öyle ki mescit, ashabın her türlü toplumsal hasleti pekiştirdikleri, eğitildikleri yer hâlini almıştır. İnsan, Allah’a kulluk etmek için yaratılmıştır. İnsanın yaratılacağını duyduklarında meleklerin de ifade ettikleri gibi; yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökecek olmalarına rağmen Allah (c.c.), insanın fıtratına diğer insanlarla nasıl bir ve beraber olabileceğinin kodlarını da koymuştur. Öyle ki, Kur’an ve Hz. Peygamber bu amaca matuf olarak gönderilen son kitap ve son peygamberdir. Hz. Peygamber (s.a.s.), insanların Kur’an ve sünnete uydukları takdirde kavga dövüş yerine fıtrattaki kodlarla bir ve beraber davranarak hakkı ayakta tutabileceklerini ümmetine nasihat olarak bırakmıştır. Ne mutlu onun nasihatlerini tutanlara!.. NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 39 ŞEHİR VE KÜLTÜR Şehrin Huzur Mekânı Mahmut BIYIKLI Yahya Efendi’yi vezirler, devlet erkânı, divan erbabı, esnaf ve halk özellikle de gemiciler ziyaret eder, hediye ve adaklar gönderirler hacetleri için dua niyaz ederlerdi. 40 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 Asırlık medeniyetimize vücut veren kültür, edebiyat, sanat hayatımızda tekkelerin vazgeçilmez bir yeri olmuştur. Onlar birer halk okulu gibi, insanlığa uzanan birer el, birer irfan ocağıydı. Şehirlerin bu huzur mekânları, manevi bir eğitim potası olmasının yanı sıra, sosyal yardım ve tedavi amaçlı hizmetler görür, ticari hayata çeki düzen getirir, güzel sanatlar akademilerinin işlevlerini üstlenerek şiir ve musikinin doyurucu, yoğurucu ikliminde insanı oldurur ve doldururdu. “Beşikten mezara kadar” sürecek bir eğitim anlayışıyla mükellef tutulmuş bir ümmet, ihtiyaç duyduğu dinî ve medeni aydınlığı tekke ve zaviyelerin cihanşümul, evrensel terbiye esaslarında aramıştır. İstanbul’un dört direğinden biri Onlardan biridir Yahya Efendi Tekkesi. Mahir İz Hoca bu huzur mekânını İstanbul’u ayakta tutan dört direkten biri olarak kabul eder. ŞEHİR VE KÜLTÜR sütkardeşi olmuştur. Okul çağı gelen Yahya Efendi ilk derslerini babası Ömer Efendi’den aldıktan sonra, Trabzon’da bulunan meşhur âlimlerden ve zamanın velilerinden kabul edilen Müfti Ali Çelebi’nin rahle-i tedrisinde bulunarak maddi ve manevi sahada bir hayli mesafe kat etmiş, ‘mülazemet’ yani asistanlık payesini almıştır. Zahir ve batın ilimlerini tahsil ettikten sonra ilmini ikmal etmek için İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’da ilk önce Anadolu Kavağı’nda ‘Haydarpaşa Çiftliği’ denilen mevkide bir çilehane yaptırmış ve orada çilesini ikmal ederken civar halkın hayhuyundan kurtulmak için kendisinden sonra ‘Yuşa Tepesi’ adını alan ve bugün de aynı isimle anılan Süt- lüce üzerinde ve Beykoz ile Anadolu Kavağı arasındaki mevkie yerleşmiştir. Hz. Yuşa’nın makamını Yahya Efendi’nin keşfettiği rivayet edilmektedir. Yahya Efendi’nin İstanbul’a 30 yaşında geldiği tahmin edilmektedir. İstanbul’da Yavuz ve Kanuni devirlerinin büyük ve meşhur âlimi olan Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi’ye intisap etmiştir. Bu sohbetler Yahya Efendi’nin her bakımdan olgunlaşıp yüksek mertebelere ulaşmasında vesile olmuştur. Yahya Efendi, Zembilli Ali Efendi’den iki yıl feyiz aldıktan sonra Zembilli Ali Efendi’nin vefatı üzerine 1526 yılında hocasının yerine günlük 15 akçe ücretle Canbaziyye Medresesine müderris tayin olmuştur. Bu tayinle Yahya Efendi Dergâhı / İstanbul Yahya Efendi, “Beşiktaşlı” diye şöhret bulmasına rağmen aslen Amasyalı olup Trabzon’da doğmuştur. 1495 yılında babası Amasyalı Ömer Efendi, Trabzon kadısı olarak görev yapmakta iken bu tarihte Yavuz Sultan Selim de Trabzon’da vali olarak bulunmakta idi. Oğlu Şehzade Süleyman h. 900/1495 yılının 1 Şaban’ında Yahya Efendi’nin doğduğu hafta Trabzon’da doğmuştur. Şehzade Süleyman’ın annesi Hafsa Sultan’ın sütü az olduğundan, Kadı Ömer Efendi’nin refikaları ve Yahya Efendi’nin validesi olan Trabzonlu Afife Hatun küçük şehzade Süleyman’a süt vermiş ve onun sütannesi olmuştur. Böylece Yahya Efendi de meşhur Kanuni Sultan Süleyman’ın NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 41 ŞEHİR VE KÜLTÜR birlikte Yahya Efendi ‘Müderris’ mahlasıyla tanınmaya başlanmış, halk arasında da ‘Molla Şeyhzade’ denilmekle şöhret bulmuş ve böyle anılmıştır. Canbaziyye Medresesi’nden sonra nice medresede ilim yaydıktan sonra 1553 tarihinde Kadızade Efendi’nin yerine Fatih Camii’ndeki ‘Medaris-i Semaniye’den birinin müderrisliğine tayin olmuştur. Burası Yahya Efendi’nin son görev yeridir. Şehzade Mustafa’yı Konya Ereğli’si civarında boğdurup annesi Gülbahar Hatun’u saraydan çıkartmasının hata olduğunu bildiren bir mektubu sütkardeşi Kanuni Sultan Süleyman’a göndermesi üzerine vazifesinden azil ve emekli 42 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 edilmiştir. Şeyh Efendi emekli olunca Beşiktaş’taki evi ve mescidinde inzivaya çekilmiş ve böylece bütün ömrünü bu dergâhta ilim öğretmeye, tefekkür ve zikirle geçirmeye başlamıştır. 1556’da Sultan II. Selim’in tahta çıkmasıyla şartları biraz daha rahatlamıştır. Kayık ücretleri beş akçeye çıkıyor Vefatına ‘’irtihal eyledi kutbu’l ulema’’ terkibiyle tarih düşürülen Yahya Efendi, 1570 senesi Zilhiccesinde Kurban Bayramı gecesinde 78 yaşında iken Beşiktaş’taki dergâhında ebedî âleme göçmüştür. Cenaze namazını, bayram namazını müteakip Süleymaniye Camii’nde devrin Şeyhülislamı olan Ebussuud Efendi kıldırmıştır. Cenaze Süleymaniye’den Beşiktaş’a getirilerek hayatta iken kendileri tarafından yaptırılmış olan bugünkü makamına tevdi edilmiştir. Cenaze merasimi o kadar kalabalık olmuştur ki, o gün İstanbul’dan Beşiktaş’a kayık ücretinin beş akçeye yükseldiği rivayet edilmektedir. Yahya Efendi’yi vezirler, devlet erkânı, divan erbabı, esnaf ve halk özellikle de gemiciler ziyaret eder, hediye ve adaklar gönderirler hacetleri için dua niyaz ederlerdi. Bilhassa Karadeniz’e çıkan ve dönen Müslüman ve Hristi- ŞEHİR VE KÜLTÜR yan gemiciler sahile yanaşarak Yahya Efendi’nin hayır dualarını alırlardı. Hatta halk arasında, Üsküdar’da Özbekler Tekkesi şeyhi Abdullahi’l-Ekber, Beşiktaş’ta Yahya Efendi, Beykoz’da Yuşa Hazretleri ve Sarıyer’de Telli Baba’nın İstanbul’un manevi bekçileri oldukları yolunda yaygın bir inanış da mevcuttur. Yahya Efendi türbesine doğru… Beşiktaş ile Ortaköy arasında bulunan Çırağan Sarayı’nın karşısındaki bu edep dergâhını hangi mevsimde hangi vakitte ziyaret ederseniz edin, dünya ile ahiretin kucaklaştığı cennetten inme bir huzur mekânı karşılar sizi. Sinan Usta’nın işlediği bu şiir-mekân insan eliyle tasarlanmış değil de coşkun ve ebedî bir baharın içinden fışkıran bir tabiat parçası izlenimi uyandırır içinizde. Bir tepeciğin yamacında yer alan bu asitaneye zorlu bir yokuştan, âdeta nefsin mertebelerini tırmanırcasına meşakkatle çıkılır. Dergâha yüz tuttuğunuzda sizi “Edep ya hû” yazılı bir kitabenin serin alnı karşılar. Bu zarif tembih, türbenin derinliklerinde nasıl bir gönül tertibiyle gezinmeniz gerektiğini de fısıldar kulağınıza. Eşikten geçildikten sonraki “Huzur” hâli ise, ne kelimelere sığar, ne de başka bir kalbe aktarılabilir artık. “Yahya-yı Beşiktaş’ı ziyaret edelim gel Oldur sebeb-i zinet-i kühsar-ı Beşiktaş” Mısraları gezinir dilinizde ve bir dağ başının böyle bir ziynetle nasıl cennete dönüştüğünü bir kez daha fehmedersiniz. Tanpınar, Yahya Efendi için “Kanuni gibi celadet sahibi bir hükümdarın hususi hayatına bile karışacak kadar cesur ve kendini saydırmış bir irfan adamı”ydı der. Evet; bunun için bu huzur-mekâna vardığınızda bir irfan mektebine girdiğinizi de anlarsınız. Burada hayat ve ölüm arasındaki birkaç basamakla geçilen ince hattın müşahhaslaşmış hâlini görürsünüz. Ölüme “Asude bir bahar ülkesi”ne girer gibi giden soy- lu ruhların nefesi kuşatır ve ebedî varlığın sırlarını serin servilerin selamları eşliğinde kulağınıza fısıldar. Bu bahçenin her köşesinde “Bostan-ı huş der-dem içredir nalişleri / Bülbül-i bağ-ı rızadır sâlikan-ı Nakşibend” diyen ruh ve gönül ikliminin erenleriyle halvet der-encümen olabilirsiniz. Her nefes eli kârda gönlü Yâr’da olan Beşiktaş ile Ortaköy arasında bulunan Çırağan Sarayı’nın karşısındaki bu edep dergâhını hangi mevsimde hangi vakitte ziyaret ederseniz edin, dünya ile ahiretin kucaklaştığı cennetten inme bir huzur mekânı karşılar sizi. bu rıza bahçesinin bülbülleri, bilinmez ufuklara yol arayan hoş sedalarından birini de sizin için saklamıştır. Bu bahar ülkesini ziyaret etmek, bir kalbi olduğunu hissetmek isteyenler için mutlaka geçilmesi gereken bir ilk eşiktir. Tadanlara ne mutlu! NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 43 VAHYİN AYDINLIĞINDA Çarpıtılan Cihat Anlayışımız Prof. Dr. İbrahim Hilmi KARSLI Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi “Allah uğrunda hakkını vererek cihad edin.” (Hac, 22-78.) Kur’an ve sünnetin önemli terimlerinden biri olan cihat, son yılların tartışmalı ve netameli kelimelerinden biri hâline gelmiştir. Bu durum, konunun anlaşılmaz, çetrefil, usul ilminin ifadeleriyle, mücmel ve müphem olmasından kaynaklanmıyor. Aksine terim, Kur’an’ın en açık konularından birini ele almaktadır. Bugün bu terimi kullanmaktan Müslümanlar dahi çekinir olmuşlardır. Çünkü terimin etrafında olumsuz bir anlam dünyası oluşmuştur. Artık cihat kelimesi, bombaları, cesetleri, masum insanların vahşice öldürülmesini çağrıştırıyor. Ne yazık ki, böyle bir durumla karşı karşıyayız. Evet, Allah yolunda fedakârlığı ifade eden cihat kelimesinin parlak yüzü bugün kirletilmiştir. Cehaletin, bencilliğin, taassubun ve şiddetin çirkin dünyası bu kelimeye bulaştırılmıştır. Müslümanların birbirine karşı silahlı mücadeleleri bununla ifade edilir olmuştur. Bu, terimin İslami literatürdeki kullanımından tam bir sapmayı göstermektedir. Müslümanlar arasındaki şiddetten, ne yazık ki, bu terimin anlamı da nasibini almıştır. Batılılar İslam’ı hep ‘kılıç dini’ olarak tanıtmışlardır. Asırlardır bu temayı işlemektedirler. Bugün de bunun bir devamı olarak islamofobi kavramını kullanmaktadırlar. Birtakım örgüt ve gruplar da, akıl almaz tutumlarıyla bunları destekler bir tavır içerisine girmişlerdir. Oysa bu dini gönderen Allah Teala, kendisini 44 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olarak bizlere tanıtmaktadır. O’nun kelamı Kur’an’ın da en bariz özelliği, rahmet ve şifa kaynağı oluşudur. Doğal olarak onun elçisi de bu vasıftan yoksun olamazdı. Nitekim Allah Rasulü’nün de âlemlere rahmet olarak gönderildiği bizlere bildirilir. Dolayısıyla İslam’ın ‘korku’, ‘şiddet’ ve ‘terör’le anılması, bu dine yapılabilecek en büyük iftiradır. Masum insanlara bomba yağdırmanın, onları hunharca öldürmenin cihatla ne alakası olabilir? Aslında cihat, İslam’ın rahmet ve güzelliği ile insanların tanışması değil mi? Ama yaşanan bu müessif hadiseler, insanların İslam’la tanışmaları şöyle dursun, ondan uzaklaşmalarına sebep olmaktadır. Cihat, İslam’la insanlar arasında köprüler kurmanın metodudur. Ancak meydana gelen yürek yaralayıcı olaylar, bu köprüleri yakmakta ve yıkmaktadır. Cihat, hakikate susamış gönülleri rahmet dinine açma yöntemidir. Yine cihat, i’lay-ı kelimetullah yani Allah isminin yücelmesi, O’nun dininin yükselmesidir. Ama bu gelişmeler, insanlık nazarında İslam’ın itibar kaybetmesine sebep olmaktadır. Cihat İslam’ın lokomotifi mesabesindedir. Bu din, çağlar sonrasına, kıtalar ötesine cihat sayesine ulaşmıştır. Bu sebeple onun geleceğe yürüyüşü dün olduğu gibi bugün de cihatla mümkün olacaktır. Bizim gelecekte insanlığa söyleyecek bir sözümüz olacaksa, bu cihatla mümkün olacak- tır. Dolayısıyla cihadı bir tarafa koymak İslam’ın kolunu, kanadını budamak demektir. Yine bu, Müslümanların bastıkları dalı kesmeleri, kendilerini var eden ruhu, dinamizmi yok etmeleri demektir. Ashab-ı kiram, cihat ruhunu kavradığı için yollara revan oldu, ülke ülke, kıta kıta dolaştı. Sonraki Müslümanlar da onların yolundan gittiler. Böylece İslam Asya’ya, Afrika’ya, Uzak Doğu’ya ve diğer coğrafyalara ulaştı. Milyarlarca insan hidayete erdi, İslam’ın fazilet yolunu benimsedi. Asırlarca İslam coğrafyasının dini tevhit oldu. Putlara tapılmadı, kula kulluk edilmedi. İnsanlar tiranların, zalimlerin boyunduruğundan kurtuldu. Hakkı, adaleti ve fazileti hayatın gayesi gördüler. İşte bütün bunlar cihat sayesinde olmuştur. Cihadın gayesi, hakkı üstün tutmak ve hâkim kılmak için gayret göstermektir. Bunun çeşitli yolları vardır. Öncelikle cihadın sadece savaştan ibaret olmadığını belirtmek gerekir. İlgili ayet ve hadisler birlikte değerlendirildiğinde, bu terimin, nefisle mücadele etmek, Allah’a kulluk yapmak, İslam’ı tebliğ etmek, onun uygulanması için çalışmak gibi geniş bir muhtevası vardır. Diğer bir anlatımla terim kalp, dil, el gibi beşeri aksiyonun ortaya konulduğu her vasıtayla Allah yolunda gayret göstermeyi ifade etmektedir. (Ahmet Özel, “Cihad”, DİA, VII, 528.) İslam, hak ve hakikat davasını barış yoluyla gerçekleştirmek ister. (Buhari, Cihat, 112.) Sırf din farklılığı sebebiyle diğer milletlere savaş ilan etmez. Ancak yeryüzünden savaş da hiçbir zaman eksik olmamıştır. Hele hak ve hakikat mücadelesinin düşmanları daima var olmuştur. Dolayısıyla İslam, savaşı arızi, geçici bir durum olarak görmüştür. Müslümanlar fiilî bir savaşa, saldırıya maruz kalırlarsa bu söz konusu olur. Hatta bu durumda kendi dinlerini vatanlarını korumak onlar üzerine farz olur. Cihadın gayesi, gayrimüslimlere İslam’ı ulaştırmak ve ondan haberdar olmalarını sağlamaktır. Ancak burada baskı söz konusu değildir. Tarihte de Müslümanlar dini böyle anlayıp uygulamamışlardır. Çünkü din, ancak insanın kendi irade ve tercihiyle kabul edilir. Baskıyla insanlar ancak dini kabul eder görünürler. Ancak Müslüman ve dindar olamazlar. İslam savaşla ilgili oldukça önemli bir düzenleme getirmiştir. O da, savaş ahlakıdır. Dolaysıyla savaş demek, düşmanla ilgili her şeyi mubah görmek, önüne geleni öldürmek, yakıp yıkmak asla değildir. Mesela savaşta aşırı gidilmez. (Bakara, 2/190.) Karşı taraf savaşı bıraktığında savaş sürdürülmez. (Enfal, 8/61.) Yine düşmanla yapılan anlaşmalara sadakatsizlik edilmez. (Tevbe, 9/7.) Geçen asırlarda uluslararası ilişkilerde maddi kuvvet ve savaşta galibiyet, üstünlük sebebiydi. Ancak günümüzde ekonomi ve kültür alanlarında güçlü olmak da son derece önemli bir hâle gelmiştir. Bilim, kültür, sanat, eğitim ve medya alanlarında önde giden topluluklar diğerlerine üstünlük sağlamaktadır. Toplumlar medya üzerinden birbirini vurmakta, kültürel yapılar ve manevi dinamikler bu yolla çökertilmektedir. Şu hâlde günümüz cihadında, ilmî ve kültürel faaliyetler öncelikli bir hâle gelmiş bulunmaktadır. Nitekim henüz savaşa izin verilmeyen Mekke döneminde cihatla ilgili ayetlerin gelmiş olması yine Müslümanların Kur’an’a dayanarak inanmayanlara karşı büyük mücadeleye çağrılmaları bu tespiti doğrulamaktadır. (Furkan, 25/52.) Geçen asırda Müslüman topluluklar topraklarını düşmanlardan temizleyebilmek için seferber olmuşlardır. Tarihlerinin en acı ve ıstıraplı dönemlerinden birini yaşamışlardır. Neticede, düşman istilasından topraklarını kurtarmayı başaran Müslümanların kültür istilası karşısında aynı başarıyı gösterdiklerini söylemek mümkün değildir. Müslümanlar açısından kültürel istila, onların topraklarını istila etmek kadar tehlikelidir. Çünkü bağımsızlık, manevi kimliği devam ettirmekle esas anlamını kazanır. Dolayısıyla bugün Müslümanların kendi nesillerini günah batağına saplanmaktan korumaları, en önemli görevleri hâline gelmiştir. Bu açıdan günümüzde cihadı bu açıdan ele almak ve değerlendirmek gerekmektedir. NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 45 HADİSLERİN IŞIĞINDA Riya: Kimi Kandırıyoruz? Hale ŞAHİN Cündüb b. Abdullah’tan nakledildiğine göre Rasulüllah (s.a.s.) şöyle demiştir: Diyanet İşleri Uzmanı “Kim duyulsun diye iyilik yaparsa, Allah (onun bu niyetini herkese) duyurur. Kim gösteriş için iyilik yaparsa, Allah da (onun bu riyakârlığını herkese) gösterir.” (Müslim, Zühd, 48.) Beğenilmek, takdir edilmek, övülmek, parmakla gösterilen, görünen, bilinen olmak… İnsan olarak hepimizin kalbinin bir köşesinde bu duygular az ya da çok vardır. Kimi gerçekten takdir edilesi davranışlar sergiler, bu yönüyle ön plana çıkmak istemese de bir şekilde yaptıkları kendisini görünür kılar. Buna rağmen tevazu göstermeyi elden bırakmaz. Kimi de aslında âdeti olmadığı hâlde sırf beğenilme duygusunu tatmin etmek için başkalarının gözü önünde takdirle karşılanacak davranışlarda bulunur. İnsanlar nezdinde görünür, bilinir ve konuşulur olduğunu fark ettikçe bundan haz duyar. İnandırıcılığıyla herkesi kendine hayran bıraktığını düşünerek bir kez daha kendisine hayran olur. Gün gelip de gerçek ortaya çıktığında duyacağı pişmanlığı aklının ucuna bile getirmeden etrafını kandırmaya devam eder. O, her ne kadar başkalarını aldattığını zannederek cesaretle rolünü oynamayı sürdürse de aslında en başından beri kendi kendini kandırdığının farkına varamayacak zavallı bir kimsedir. Allah Rasulü “Kim duyulsun diye iyilik yaparsa, Allah (onun bu niyetini herkese) 46 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015 duyurur. Kim gösteriş için iyilik yaparsa, Allah da (onun bu riyakârlığını herkese) gösterir.” (Müslim, Zühd, 48.) buyurur. İnsanın içini sinsice kemiren riya hastalığına karşı ikaz eder hepimizi. Başkalarının gözünü boyadığını zannederek kimse kendini kandırmasın ister. Zira er ya da geç, bu dünyada ya da ahirette riyakârın gerçek niyeti, kalplerde olanı hakkıyla bilen Yüce Allah (Teğabün, 64/4.) tarafından ortaya çıkarılacaktır. Rızasının gözetilmediği, samimiyetten uzak ve ihlassızca yapılan hiçbir amel O’nun katında kıymet ifade etmeyecektir. Amellerin karşılığının verileceği hesap gününde Allah (c.c.) riyakârlara şöyle seslenecektir: “Dünyada kendilerine gösteriş yaptıklarınızın yanına gidin! Bakalım onlardan bir hayır görebilecek misiniz?” (İbn Hanbel, V, 429.) Kıyamet günü hesaba çekilecek üç kulun tasvirine dair başka bir hadiste Hz. Peygamber, amellerindeki gerçek niyetlerinin ortaya çıkmasıyla riyakârların nasıl hüsrana uğradıklarını daha da somut bir şekilde anlatır: Öncelikle Allah uğrunda şehit olduğunu düşünen bir adam huzura getirilir. Kendisine verilen nimetler sayılır, o da hepsini hatırlar. Allah Teala bu nimetlere karşılık ne yaptığını sorar ona. “Şehit düşünceye kadar senin uğrunda savaştım” der. Ancak onun asıl niyetini bilen Yüce Allah, “Yalan söylüyorsun, sen sana ‘cesur’ desinler diye savaştın. Nitekim bu da söylendi.” buyurur. Bunun üzerine adam yüzükoyun sürüklenerek cehenneme atılır. İkinci olarak ilim öğrenip öğretmiş ve güzel Kur’an okuyan bir adam huzura getirilir. Kendisine verilen nimetlere karşılık ne yaptığı sorulur. O da öğrendiği ilmi başkalarına öğrettiğini ve Allah için Kur’an okuduğunu söyler. Fakat Allah (c.c.) kendisine ‘âlim’ desinler, ‘güzel Kur’an okuyor’ desinler diye bunları yaptığını yüzüne vurur ve o da aynı şekilde cehenneme atılır. Son olarak kendisine Allah’ın her türlü maldan bolca verdiği zengin bir adam huzura getirilir. Bütün bu nimetlere karşılık ne yaptığı sorulunca o, “Malımı sırf senin uğrunda, senin istediğin yollarda harcadım.” der. Onun maksadını da çok iyi bilen Yüce Allah, yalan söylediğini, kendisine “cömert” desinler diye böyle yaptığını ve emeline ulaştığını buyurur. O da sürüklenerek cehenneme atılır. (Müslim, İmare, 152.) İnsanı yaratılmışların en değerlisi kılan, yerde ve gökte ne varsa her şeyi onun hizmetine amade eden, onu yeryüzündeki halifesi ilan eden Yaratan’ın, bahşettiği bunca nimete karşılık ondan istediği tek bir şey vardır: “Dini Allah’a has kılarak kulluk etmek.” Bu konuda en ufak bir ortaklık imasına dahi tahammülü yoktur. Riya olgusuna bu açıdan yaklaşıldığında insanın ne denli bir tehlike içinde olduğunu anlamak zor değildir. Nitekim yaptığı herhangi bir ibadet ya da iyilikte Allah’ın rızası yerine kulların beğenisini kazanma düşüncesinde olan riyakâr kişi, gizliden gizliye şirke bulaşmaktadır. Bu nedenle Hz. Peygamber, namazını başkası görüyor diye güzelleştirerek kılan kimsenin misalinden hareketle riya ve gösterişi “gizli şirk” olarak niteler. (İbn Mace, Zühd, 21.) Yüce Allah’ın şirk karşısında kuluna muamelesi ise gayet nettir: “Ben şirk konusunda kendisine ortak koşulanların en uzak (ve yüce) olanıyım. Her kim bir amel işler de benimle birlikte başkasını ona ortak ederse onu şirkiyle baş başa bırakırım.” (Müslim, Zühd, 46.) Riya, imanla asla bağdaşmayan kötü bir tutumdur. İnanan bir insanın gerek Allah ile gerekse diğer insanlarla ilişkilerinde samimi ve dürüst olması gerekir. Aksi takdirde münafıklara benzeme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Kur’an-ı Kerim’de münafıklar namaz, zekât ve sadaka gibi ibadetleri sırf gösteriş olsun diye yaptıkları için ciddi anlamda eleştirilirler. (Nisa, 4/36-38, 142; Maun, 107/4-6.) Mallarını samimiyet ve ihlastan uzak gösteriş maksatlı harcamaları nedeniyle onlar, üzerinde biraz toprak bulunan ve şiddetli yağmura maruz kaldığında çıplak kalan bir kayaya benzetilirler. (Bakara, 2/264.) Neredeyse hayatlarının tümü ikiyüzlülük ve riya üzerine kurulu olan münafıklara benzememek ve şirk tuzağına düşmemek için yaptığımız her işte Allah’ın rızasını gözetmeliyiz. Zira amelleri sırf Allah rızası için yapmak, kalbi hile ve aldatma duygularından salim kılar. (İbn Mace, Sünnet, 18.) Her durumda ihsan bilinciyle hareket etmeli, Yüce Allah’ın her an bizi gördüğünü ve bizimle beraber olduğunu unutmamalıyız. Riya yaparak kimi kandırıyoruz aslında? Bu soru üzerinde defalarca düşünmeliyiz. Ve kalbi sinsice ele geçiren bu illetten korunmak için Sevgili Peygamberimizin şu duasıyla Rabbimize sığınmalıyız: “Allah’ım fakirlikten, küfürden, şirkten, nifaktan ve görsün duysunlar diye yapılan amelden sana sığınırım.” (İbn Hibban, Sahih, III, 300.) MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 47 MÜSLÜMAN BİLGİNLER Gençliğe İstikamet Çizen Bir Mücadele İnsanı: Ali Fuat Başgil Kâmil BÜYÜKER 48 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 Kitabın yazıldığı tarih 1949. Eserin ismi “Gençlerle Başbaşa.” Gençliğe rota çizen ve onlarla sahici bir konuşma yapan isim ise Ali Fuat Başgil’dir. Neredeyse ismi ile özdeşlemiş “Gençlerle Başbaşa” isimli eserin yazılmasının üzerinden tam 66 yıl geçmiş ancak tavsiye kitaplar listesinde bu hacmi küçük ama ifade ettiği mana büyük olan eseri hep ilk sırada. Türkiye’nin yetiştirdiği önemli kıymetlerden hukukçu, siyasetçi ve fikir adamı Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, eğer geride hiçbir şey bırakmamış olsaydı sadece yetmiş sayfalık bu küçücük risale bile onun ruhunu şâd etmeye yeterdi. Nitekim bugün bu eserinin kitap listelerinde hep ilk sıralarda ve hâlâ basılıyor olması, sesinin makes bulduğunun en büyük işaretidir. Eserinde “Kişinin kıymeti dilinin altında ve kaleminin ucunda gizlidir. Onu söz ve yazı açığa çıkarır.” der. (Gençlerle Başbaşa, Yağmur yayınevi, 1983, 18. Baskı, s. 67.) O zaman Ali Fuat Başgil’i önemli bir isim yapan hikâyesini bilmeli ve tanımalıyız. hocalarından birisi olur. 1939 yılında ordinaryüs profesör olmuştur. (Ordinaryüs Profesör payesi en az beş yıl Çarşamba’dan Paris’e… bir kürsünün yönetimiyle görevlendirilen kimse- Milletine âşık ve milletinin hukukunu savunma konusunda hiçbir dayatma ve engel tanımayan Ali Fuat Başgil, 1893 yılında Samsun’un Çarşamba ilçesinde doğar. Bölükbaşıoğulları’ndan Hafız İbrahim Efendi’nin torunu, Mehmet Şükrü Efendi’nin oğludur. İlk tahsilini Çarşamba’da, orta tahsilinin ilk yıllarını İstanbul’da yapmış ve 1914’ten itibaren tahsilini yarıda bırakarak yedek subay sıfatıyla dört yıl Kafkas cephesinde savaşmıştır. Orta tahsilinin geri kalan kısmını ise hangi yolla gittiğini bilmediğimiz Paris Buffone Lisesi’nde tamamlamıştır (1921). (A. Selçuk Özçelik, Ali Fuat Başgil, DİA, 1992, cilt: 5, sayfa: 128-130.) Başgil, “Gençlerle Başbaşa” kitabında birer serlevha gibi duran “Çalış genç arkadaşım çalış! Namerde muhtaç olmak, ölmekten beterdir. Gençliğini eğlenmekle geçiren, ihtiyarlığını ağlamakla geçirir.” (age. giriş yazısı.) sözleriyle kendi tecrübesini ve hayat felsefesini de ortaya koymuştur. Paris’teki öğrenimi, bundan sonra hayatını şekillendirecek olan mesleğinin ilk adımı olan Grenoble Hukuk Fakültesi’nde devam etmiştir. Yine Paris Hukuk Fakültesi’nde “Boğazlar Meselesi” konulu teziyle doktor olur; ayrıca Paris Siyasi İlimler Okulu ile Edebiyat Fakültesi’nden diploma alır. 1929’da yurda dönen Başgil, Cumhuriyet yıllarının ilk hukuk lere verilirdi. Bu unvan 1981’de kaldırılmıştır.) profesörlük yapmış, bilimsel çalışmalarıyla kendini tanıtmış öğretim üyeleri arasından seçilerek Diyanet muhtar olmalı, Vakıflar Diyanet’e bağlanmalı Ali Fuat Başgil, fikrini, düşüncesini aksiyon hâline getiren bir cemiyet adamıdır aynı zamanda. 1947 yılında Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti’ni kurmuştur. 1960 ihtilali yıllarında, hak ve hukuktan ayrılmayan ve doğruları eğip bükmeden haykıran bu isim, Millî Birlik Komitesi tarafından 147 öğretim üyesiyle beraber üniversiteden uzaklaştırılır. 10 Nisan 1961’de de emekliye ayrılır. Zor zamanlarda ve zor konuşmalara talip olan Ali Fuat Başgil’in hayatında önemli bir kesit ise ileride Neredeyse ismi ile özdeşlemiş “Gençlerle Başbaşa” isimli eserin yazılmasının üzerinden tam 66 yıl geçmiş ancak tavsiye kitaplar listesinde bu hacmi küçük ama ifade ettiği mana büyük olan eseri hep ilk sırada. Din ve Laiklik (Fakülteler Matbaası, İstanbul 1954.) ismiyle kitaplaşacak olan konuşmasıdır. Mareşal Fevzi Çakmak’ın 1950 Nisanında vefatından sonra başlayan irtica söylentileri ve beraberinde din hürriyeti ve laiklik tartışmaları dolayısıyla Üniversite Talebe Birliği Heyeti, Başgil’e bu konularda kendilerini aydınlatması için talepte bulunurlar. Ali Fuat Başgil NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 49 MÜSLÜMAN BİLGİNLER O dönemde yazdığı eserlerle halkı ile arasındaki uçurumu kapatan, milleti ile yakınlaşan pek az simaya rastlarız. Ali Fuat Başgil, dönemin aydınları gibi fildişi kulelerde değil, gerektiğinde zindanlarda yatabilmeyi, bedel ödeyebilmeyi bilen bir isimdir. 50 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 1950 yılının 28 Nisan ve 5 Mayıs günlerinde, Beyazıt’ta talebe lokalinde iki uzun konuşma yapar. Yeni Sabah Gazetesi’nde ise 17 Mayıs’tan itibaren 12 makale olarak tefrika edilir. En nihayetinde üç bölüm hâlinde yayınlanacak eserin ilk kısmını 1954 yılında yayınlanmaya muvaffak olur. Eserde Diyanet İşleri’ni muhtar bir müessese hâline getirmek, Vakıflar’ı bu teşkilata bağlamak suretiyle Diyanet’i mali serbestliğe kavuşturmak ve böylece “şart-ı vâkıf”ı da yerine getirmek Başgil’in savunduğu fikirlerdendir. Aynı zamanda Diyanet bahsini yazarken şu cümleleri sarf etmekten de geri durmaz: “Diyanet bahsinde, amel bakımından, çok günahkârım. Fakat günahkâr olmak, dini sevmeye ve dindarın tükenmez saadetine imrenmeye mani midir? Din hakkında yazılar yazışım ve dindarlığı müdafaa edişim, şahsen dindar olduğumdan ve dinin emirlerini yerine getirdiğimden değildir; bilakis, olamadığımdan ve getiremediğim için üzüldüğümden ve dindarlığın insana verdiği iç huzuruna imrendiğimdendir. Nazarımda din yalnızca fert için bir fazilet ve feragat kaynağı değil; aynı zamanda ve böyle olduğu için içtimai hayat temizliğinin de en kuvvetli bir teminatıdır. Yine nazarımda dini sevmek ve Müslümanlığı müdafaa etmek, hakikatte insanlığı sevmek ve insanlık hakkını müdafaa etmektir. Çünkü Müslümanlık, insanlık dediğimiz bütünün bir parçasıdır. Cüzü sevmek, netice itibarıyla bütünü sevmektir.” (age. s. VI.) Tevarüs ettiği geleneği ve mirası MÜSLÜMAN BİLGİNLER asla hiçe saymayan ve müdafaa eden Başgil, Müslümanlığı da yine onu küçük düşürmeye çalışanlara karşı savunmuştur. Eserinin giriş yazısının sonunda da Latin Mütefekkiri Publius Syrus’un sözünü naklederek memleket hesabına üzüldüğünü ifade eder. Söz şudur: “En sefil hayat, başkalarının arzusuna tabi olarak yaşamaktır.” Türkçe meselesi ve dilimize yapılan ihanetler O dönemde yazdığı eserlerle halkı ile arasındaki uçurumu kapatan, milleti ile yakınlaşan pek az simaya rastlarız. Ali Fuat Başgil, dönemin aydınları gibi fildişi kulelerde değil, gerektiğinde zindanlarda yatabilmeyi, bedel ödeyebilmeyi bilen bir isimdir. Ergun Göze, Ali Fuat Başgil’in 1962’de İsviçre’de kaleme aldığı hatıralarına da (Hatıralar, Kubbealtı yay. 2007.) yazdığı giriş yazısında şunları söyler: “19451960 seneleri arasında, yazmış olduğu ilmî makaleler, vermiş olduğu hukuki yorumlar ile o kadar büyük bir prestije erişmişti ki bunu ancak “o günden bugüne hiçbir ilim adamına halkıyla bu kadar samimileşmek, yakınlaşmak ve milletinin itimadına mazhar olmak nasip olmamıştır.” diyerek anlatabiliriz.” Daha çok siyasi hatıraları ihtiva eden bu eserinde öz Türkçe adına yapılacak katliama karşı çıkmış ve dili müdafaa etmiştir. Türkçenin başı- na gelenin hiçbir büyük milletin başına gelmediğini ve uğradığı suikastın tarihte misli görülmediğini ifade eden ve hamaset değil, hakikat sözcülüğü yapan Başgil’in şu satırları da dikkat çekicidir: “Açık olalım ve iyi anlaşalım. Diller milletlere, mukaddes kitaplar gibi, gökten iner ve oturmuş kayalar gibi, kasırgalara göğüs gerer demiyorum. İnsan aklının kudretini ve insan himmetinin yüksek kıymetini inkâr ederek; diller, engin ovalarda kıvrım kıvrım akan çaylar gibi yolunu ve yatağını kendi kendine açar da demiyorum. Sadece hükümet zoru, kanun yasağı ve sansür satırı ile dil budayıp değiştirmek, gebeyi tekme ile doğurtmaktır, diyorum.” (age. s.176.) Eserleri ve mücadelesi ile yaşıyor Ali Fuat Başgil’in hayatında, emekliliğe dair dönemlerinde bile pasif bir sahne göremeyiz. Emekli olduktan kısa bir süre sonra politikaya atılır ve 15 Ekim 1961’de Adalet Partisi’nin Samsun listesinden bağımsız aday olarak senatör seçilir. Bu devrede cumhurbaşkanlığına adaylığını koyduysa da 27 Mayıs’ı savunan çevrelerin tepki ve baskıları sonucu cumhurbaşkanlığı adaylığından ve senatörlükten istifa eder. Ali Fuat Başgil’in Samsun Çarşamba’da başlayan hayat yolculuğu 74 yaşında 17 Nisan 1967’de tamamlanır. Kabri Karacaahmet Mezarlığı’ndadır ancak eserleri milyonların elinde ve kütüphanelerindedir. İsmi de yine doğduğu topraklarda ve Çarşamba’da açılan Hukuk Fakültesi ile birlikte yaşamaktadır. NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 51 SÖZÜN YANKISI Hoş Gör Hâlimizi YA RASULALLAH Sümeyye ERTÜRK Kur’an Kursu Öğreticisi Merhum şairimiz Mehmet Akif bir şiirinde şöyle der: Dünya neye sahipse, onun vergisidir hep; Medyun ona cemiyyeti, medyun ona ferdi Medyundur o masuma bütün bir beşeriyyet… Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret M.Akif Ersoy Medyunuz… Medyun ona bütün bir insanlık. Dünya onun (s.a.s.) dirilten nefesiyle, insanlığı sükût ettiren vahşiliklerden kurtuldu. Onun (s.a.s.) ışığı asırlar ötesinden gelmesine rağmen bugün de gücünden hiçbir şey kaybetmemiştir. Aksine zaman yaşlandıkça onun mesajı sürekli gençleşti. Nice pas tutmuş sineler onun 52 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 Hz. Âdem (a.s.) ile başlayan nurlu nübüvvet halkası da Efendiler Efendisi (s.a.s.) ile en zirveye ulaşmıştır. Nasıl ki; bir ağacın en mükemmel kısmı ve bütün faaliyetlerinin neticesi, onun meyvesidir; nübüvvet ağacının en güzel ve mükemmel meyvesi de Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). İşte böyle bir peygamberi bütünüyle anlamak ve anlatmak bizim boyumuzu aşan bir iştir. On dört asırdan beri en müdekkik ilim adamları tarafından bu mevzuda sayısız eserler telif edilerek, Hz. Muhammed (s.a.s.) hakikati anlaşılmaya çalışılmıştır. rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 21/107.) buyurur. Dikkat edilirse Allah (c.c.) peygamberimizi hoşgörü ve müsamahayı kapsayan “rahmet” ile zikreder. Bunun gibi Kur’an-ı Kerim’de daha birçok ayet o (s.a.s.)nun şefkat ve merhametine vurgu yapar. Bu ayetlerden birinde Allah (c.c.); “Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, müminlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir. (Tevbe, 9/128.) buyurur. Efendimiz (s.a.s.) hoşgörü ve müsamahasını pratik hayatında yaşamıştır. Yoksa bugün sözde hümanistlerde olduğu gibi bu söylenenler teoride kalmamış, bizatihi ne söyledi ise evvela yaşamıştır. Kendisi ağır ve zor olanı yaşıyor, fakat insanlara hafif olanı tavsiye ederek samimiyet ve ihlasın ulaşılmaz zirvelerinde dolaşıyordu. Pek çok hususta olduğu gibi Efendiler Efendisi (s.a.s.) merhamet mevzuda da zirvededir. Zira o (s.a.s.) rahmet peygamberidir. Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de “Ey Muhammed! Seni ancak âlemlere Uhut muharebesi sırasında Allah Rasulü’nün (s.a.s.) canı kadar sevdiği amcası ve süt kardeşi Hz. Hamza (r.a.) şehit edilmiş; şehit edilmenin de ötesinde vücudu parça parça edilmişti. Yine orada, (s.a.s.) aydınlık mesajı ile parladı ve parlamaya devam ediyor. İnsanlık bugün her zamankinden daha fazla onun hayat veren soluklarına muhtaç. Ümit ediyoruz ki insanlık son bir kere daha Hz. Muhammed (s.a.s.) çizgisine gelecektir. SÖZÜN YANKISI Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) hoşgörü ve müsamahası sadece Müslüman olanlara münhasır değildir. Gayrimüslimler de onun hoşgörüsünden nasibini almışlardır. Bir gün bir Yahudi cenazesi, önünden geçerken ayağa kalkmıştı. Bunun üzerine sahabi sormuştu: “Ya Rasulallah o geçen cenaze bir Yahudiye aitti.” rahmet peygamberi (s.a.s.) bunun üzerine “Ama o bir insandı.” diye cevap vermişti. halasının oğlu Abdullah b. Cahş (r.a.) da eziyetle şehit edilmişti. Hatta onun mübarek başı yarılmış, dişleri kırılmış, vücudu kan revan içinde kalmıştı. Düşmanlarının, gayz ve öfke ile üzerine çullandığı ve bütün gayretleriyle O’nu öldürmek istedikleri bu hengâmede, o (s.a.s.) Yüceler Yücesi insan, kanı yere akarsa Allah (c.c.) onları mahveder endişesiyle: “Allah’ım kavmimi bağışla; çünkü onlar (beni) bilmiyorlar!” demektedir. Bu ne büyük şefkat anlayışıdır ki, onu öldürmek isteyenlere o, dua dua yalvarmakta, kem söz ve bedduaya yüreğini kapatmaktadır. Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) hoşgörü ve müsamahası sadece Müslüman olanlara münhasır değildir. Gayrimüslimler de onun hoşgörüsünden nasibini almışlardır. Bir gün bir Yahudi cenazesi, önünden geçerken ayağa kalkmıştı. Bunun üzerine sahabi sormuştu: “Ya Rasulallah o geçen cenaze bir Yahudiye aitti.” rahmet peygamberi (s.a.s.) bunun üzerine “Ama o bir insandı.” diye cevap vermişti. Hayvanlara dahi hoşgörü ve merhamet gösteren bir zat insanlara göstermez miydi? Elbette gösterirdi… Bu minval üzere misalleri çoğaltmak mümkündür. Her şeyden önce şunu ifade etmeliyim ki, insanların sayısı adedince farklı düşünceler olabilir. Esasen “farklı düşünce ve anlayışlar, farklı yaradılışın neticesidir.” Bu nedenle hoşgörü, insani bir vasıftır ve insanlık bugün Muhammedi hoşgörüye her zamankinden daha çok ihtiyaç duymaktadır. Hoşgörü ve müsamahanın olmadığı bir toplumda kardeşlik, sevgi ve barıştan söz etmek mümkün değildir. Kâinatın sultanı olan Allah (c.c.) zatını Kur’an-ı Kerim’inde en çok, Rahim (Acıyıp merhamet eden), Gafur (Bağışlayan), Afuv (Affeden), Settar (Ayıpları örten) isimleri ile tanıtıyorsa, yaratılanlara da düşen aynı vasıfları taşıma ve ona göre davranma gayreti olmalıdır. Affetmesini bilmeyenler elbette affedilmeye layık olamazlar. Allah Rasulü (s.a.s.) her daim “Allah’ım Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affeyle.” şeklinde dua ederlerdi. Evet, insan için en büyük teselli ve ümit kaynağı af, müsamaha, merhamet ve hoşgörüdür. Varlığın başlangıcı merhamet, devamı da merhamet ile olmaktadır. Biz İslamiyeti, İslam peygamberinin anladığı şekilde anlayabilirsek ancak o zaman dinimizi doğru bir şekilde anlamış olacağız. Doğru anlaşılan bir din ancak, doğru temsil edilir. Dinimizi doğru temsil ettiğimiz takdirde, insanlık İslam’ın evrensel mesajını hakkıyla anlayacak ve kim bilir bu mesaja gönül vererek aynı halkanın zincirlerini teşkil etme şansını yakalayacaklardır Biz, “En güzel örnek” olan hidayet rehberine (s.a.s.) uyma gayreti içerisinde bulunmalı ve ondan faklı düşünmeyi ve yaşamayı aklımıza dahi getirmemeliyiz. Zira onun bakışı ile eşya ve hadiselere bakanlar en çirkin gibi görünen şeylerde bile nice güzelliklerin bulunduğunu fark edeceklerdir. İnsan sevdiğine benzermiş ya hani; hâlimizin, ahvalimizin, ahlakımızın en sevgiliye benzemesi duasıyla… NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 53 DİN VE SOSYAL HAYAT Avusturya İslam Kanunu Üzerine Bir Değerlendirme Fatih KARADAŞ Avusturya Din Hizmetleri Müşaviri Müslümanların Avusturya’daki mazisi 900 yıla kadar uzansa da asıl etkileşim ve ilişki 20. yy’ın başlarında Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun Bosna Hersek’i ilhakı ile başladı. 1964 yılında Türk iş gücünün gelmeye başlaması ile ivme kazandı. Bosna Hersek’in ilhakı ile 1912 yılında kabul edilen İslam Kanunu ve bu kanun üzerine tesis edilen Avusturya İslam Cemaati (İGGiÖ) 1979 yılında kuruldu. İslam’ın ne 54 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 resmî bir din ne de Müslümanların dinî bir grup olarak tanındığı diğer Batı Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıldığında, İslam dininin legal olarak tanınması Avusturya devleti ve onun Müslüman vatandaşları arasında eşsiz bir ilişkinin oluşmasına zemin hazırladı. Devletle Müslümanlar arasındaki bu ilişki, yasal olarak tanınan din ve mezheplerden biri olan Avusturya İslam Cemaati’ne kamu kuruluşu statüsünü kazandırdığı gibi devlet okullarında Müslüman öğrencilere İslam dersi verme, müfredatı oluşturma, İslam dersi öğretmen ve müfettişlerini atama yetkisi verdi. Kurumsallaşmış bu iletişim ve son yıllarda İslam’ın kamusal alanda tartışılan bir mesele olması İslam Cemaati’nin önemi ve rolünün ciddi bir şekilde artmasına vesile oldu. 2012 yılında oluşturulan İslam Diyalog Forumu ile başlayan yeni kanun süreci aslında ilk değildir. Geçmiş yıllarda iki defa gündeme gelmiş ancak müzakere faslına geçilemeden süreçler tıkanmıştır. Burada dikkate alınması gereken “İslam Diyalog Forumu”nun oluşturulmasıdır. Bu forumun hedefi bir İslam diyalog platformu tesis edilerek ‘‘birlikte yaşa- DİN VE SOSYAL HAYAT mı ilgilendiren meseleleri konu edinip önlemler sunan’’ bir diyalog sürecinin başlatılmasıdır. Esasen Avusturya’da bir diyalog forumunun kurulmasına ihtiyaç bulunmuyordu. Çünkü Avusturya, yüz yıldır bünyesinde barındırdığı Müslüman nüfus gerçeğini idrak edip bu gerçeği kanun ile somutlaştıran ilk Batı Avrupa ülkesi olduğu gibi on yıllardan beri hem devlet hem de kamuoyunun muhatabı olarak hizmette bulunan İGGİÖ adında bir temsil kurumu mevcuttu. Ayrıca hem vatandaşlar hem de siyasi sorumluluk sahibi herkes, Müslümanların Avusturya’daki resmî temsil kurumuyla doğrudan diyalog kurma imkânına sahipti. Dolayısıyla kurumsal tabanda diyalog kurmak için Avusturya’da bir diyalog forumunun kurulmasına ihtiyaç yoktu. Ancak bu şekilde mevcut sorunların hazır bulunan muhataplarca çözülmeye çalışılması yerine, soru(n)lar devlet karşısında bağlayıcılığı olmayan başka bir ortama taşındı. Bugün elimizde vücut bulmuş olan İslam Kanununun hangi ayaklar üzerine oturacağı kararlaştırılmış oldu. Bu kanun bizlere neleri getirmektedir; Müslüman cemaat ve dernekler olarak itiraz maddelerimizin başında gelen İGGİÖ’ye ait bir kanun olmaması ve bu durum ile hedef kitlenin değişmesidir. 1912 yasası ile muhatap Hanefi mezhebine mensup Müslümanlar iken, bu kanun ile İGGİÖ, Avusturya Alevi İslam Cemaati ve bundan sonra kurulması kuvvetle muhtemel tüm cemaat ve gruplar muhatap kitle olarak kabul edilmiştir. Bu durum diğer dinlerle karşılaştırıldığında Müslümanlara yönelik bir ayrımcılık uygulandığı anlamına gelmektedir. Özellikle Avusturya’da bütün Hıristiyanlara yönelik tek bir kanundan ziyade Katoliklere, Protestanlara ve diğerlerine işaret eden farklı kanunlar vardır. Avusturya Anayasasında bulunan eşitlik ve denklik ilkesine aykırı olarak İslam Kanununun, Müslüman organizasyonların, cemaatlerin faaliyetlerini finanse etmek için yurt dışından para almalarını yasaklamasıdır. (6. Paragraf 2. Madde.) Yurt dışı finans yasağı maddesinin, gerekçelerdeki “Bir başka ülkenin memuru Avusturya’da imam olarak görev yapamaz.” maddesi ile tahsis edilmesi, bu yasağın diğer dinlerin kanunlarında ve günlük yaşamda mevcut olmaması eşitlik ilkesini ihlal etmektedir. Bu ve bu minvaldeki maddelerin anayasaya aykırı olmasının yanı sıra Müslüman vatandaşları eşit olmayan bir muameleye tabi tutmaktadır. İslam Kanunu’nun satır aralarında okunan ve 2. Paragraf 2. Madde ile vurgulanan genel şüphe endişesi dikkate değer bir başka eleştiri noktasıdır. Bu durumu niyet okuma olarak addetme aslında yanlıştır. Çünkü ilgili siyasilerin kanunu savunma, kamuoyuna tanıtma ameliyelerinde radikalizm ve “İslamizm” ile mücadele vurguları ve açık beyanları bunu göstermektedir. Kamuoyuna güvenlik endişesi ile çıkarıldığı söylenen İslam Kanunu savunmalarının, Müslümanları ve özellikle bu kanuna karşı çıkanları potansiyel tehlike ve radikalleşme eğilimli kimseler olarak nitelendirmesi son derece endişe vericidir. Diğer Avrupa ülkelerinde konuşulmaya başlanan o ülkenin dilini bilen din görevlisi talebi aslında yıllar önce başkanlığımız tarafından gerekli görülmüş ve bunun için ciddi adımlar atılmış, Uluslararası İlahiyat Projesi çerçevesinde aynı zamanda mezunlar verilmeye başlanmıştır. Ancak dil bilen din görevlisi talep edilirken “Almanca vaaz eden imam” formunda istenilmesi maksadını aşmakla kalmayıp ihtiyacı görmezden gelen bir bakış açısını sergilemektedir. Aynı zamanda bu durum, her milletin kendi dilinden din hizmetleri alma özgürlüğünü kayıt altına alan İnsan Hakları Beyannamesine göre de uygun değildir. Netice olarak bir kanun ihdas edilirken kanunun muhataplarının taleplerini ve ihtiyaçlarını ne kadar karşıladığına, var olan İslam Cemaati, Müslüman dernek ve organizasyonların statülerini geliştirip geliştirmediğine ya da ne kadar katkıda bulunduğuna bakılmalıdır. Ayrıca Müslümanlar ve onların dinî kuruluşları olan İslam Cemaati’nin, legal olarak tanınan kiliseler ve diğer dinî gruplar gibi eşit bir muameleye tabi olup olmayacakları anayasal haklar çerçevesinde ele alınmalıdır. Güvenlik endişesi ile çıkartıldığı izlenimi vererek Müslümanları huzursuz eden, on yıllardır Müslümanlara karşı uygulanan liberal politikanın yerini artık kurumsallaşmış islamofobiyaya bırakan İslam Kanunu hakkında Müslümanların itirazlarına kulak verilmeli, gidişatın varacağı duraklar için önceden önlemler alınmalıdır. NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 55 HATIRA DEFTERİNDEN Kutlu Doğum’u Moskova’da Yaşamak Dr. Mustafa KÜTÜKÇÜ DİB Başkanlık Müşaviri Yaşanan güzelliklere daha önce de bizzat şahit olduğum için bu yılın rebiyülevvelinin de öncekiler gibi Moskovalılar için dolu dolu geçeceğinden şüphem yoktu. Bu yüzden olsa gerek, program için davet alınca beni ayrı bir heyecan sardı. Rebiyülevvel her ne kadar son zamanlarda Moskova’da soğuk ve karlı mevsimlere rastlasa da kelime manasında olduğu gibi âdeta bahar soluklar buralara... Müslüman halka ayrı bir heyecan, başka bir enerji getirir. Gayrimüslimler dahi Müslüman komşuları sayesinde ve yapılan faaliyetlerle bu baharı hissederler. büyük konser salonlarından birinde farklı bir heyecanla bir araya gelinir. Moskova’nın en seçkin salonu kabul edilen altı bin kişilik Crocus City Hall’de yapılacak programa gitmek için çıkıyoruz evimizden. Şu ana kadar milyonları ağırlayan salonu sanki ayrı bir hâl almış… Dile gelse bugün tarihî bir güne şahitlik etmenin gururunu yaşadığını söyleyeceğinden şüphem yok. Öyle ya; sedef, içindeki inciyle, zarf da mazruf ile kıymetlenir. Bugün de burada Kâinatın Efendisi (s.a.s.) anılacak, anlatılacak ve anlaşılmaya çalışılacak... Eşim ve çocuklarımla beraber salonun geniş fuayesinde hazırlanan zengin kültürel etkinliklerden istifade ederken, programın sadece salon içinde olmadığını anlıyoruz. Uygun yerlere yerleştirilen ekranlardan günün önemine dair Moskova Crocus City Hall Bu ay, Rusya Müslümanları ara- sında daha çok ‘mevlit ayı’ olarak bilinir. ‘Mevlit ayının’ bu diyar için ayrı bir yeri ve manası vardır. Her ne kadar ramazanla kıyaslanmasa da bu zaman diliminde görülen hareketlilik onu diğer aylardan ayırmaktadır. Müftülüğün ay boyunca yapacağı faaliyetler, basın yayın yoluyla halka duyurulur. Şehrin bilbordlarında ‘mevlit’ programının reklamı yerini alarak megapolisin siluetine ayrı bir renk katar. Konu komşu, akraba ve arkadaş çevresinin katılımıyla evlerde yapılan ‘meclisler’, buralara ayrı bir ruhaniyet kazandırır, müftülüklerin şehirdeki kreş, okul, huzurevi, yetimhane, hapishane ve eğitim merkezlerinde yaptığı sosyokültürel faaliyetler de şehir hayatına bereketli bir hareketlilik getirir. Ve ayın nihayetine doğru veya sonunda bir ay boyunca ülkede yapılan etkinlikleri taçlandırmak için Moskova’nın en 56 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 HATIRA DEFTERİNDEN Sevgili Peygamberimizin maneviyatının soğuk Moskova’ya ılık baharı müjdelediğine bir kez daha şahitlik etmenin hazzı ile Moskova’dan ayrılıyoruz. hazırlanmış kısa film ve slaytları seyretme imkânı, yeni çıkan dinî kitap, hat sanatı ve çeşitli dinî simgeler/atributlar ile bayanlara yönelik tesettür giysi çeşitlerinin bulunduğu sergi alanlarını görme imkânımız oluyor. Ayrıca yetişkinlerle yapılan söyleşi ve anketler, çocuklara yönelik yarışma ve kültürel etkinliklerle konukların vakitlerini dolu dolu değerlendirmeleri düşünülmüş. Bu da Müslüman nüfusun yoğunluğuna göre denizde bir damla mesabesinde olan, İslam kültür merkezinin ve camilerin bulunduğu Moskova’da çok önemli olsa gerek. Fuaye alanındaki programın sonuna doğru Rusya Müftüler Konseyi Başkanı Ravil Gaynutdin’in programa dair duygu ve düşüncelerini bildirmek için hazır bekleyen kameraların çokluğunu görünce, medyanın da konuyla yakından ilgilendiğini anlamış oldum. Nitekim ertesi günkü tele- vizyon ve diğer haber organlarında programla ilgili değerlendirme ve Peygamberimizle alakalı bilgilere şahit olunca da; Rusya gibi çok dinli ve milletli bir ülkede barışa katkı, farklı kesimler arasındaki dinî ve kültürel zenginliklerin paylaşımı noktasında bu tip programların sayısının artırılması gerektiği kanısına vardım. Bu yıl “mucize” konusu seçilmiş. Profesyonelce hazırlanan kısa film ve slaytlar ustaca dizayn edilmiş ekranlardan yansıtıldı. Moskova’nın tanınmış din âlimlerinin sahne aldığı canlı skeçlerle dinleyicileri sıkmadan cazip bir anlatımla konu takdim edildi. Konunun sadece salonda kalmayarak program sonrası da dinleyicilerle beraber olması, onların zihninde kalacak şekilde kurgulanışı da ince bir ayrıntı. Hem ulusal hem de uluslararası düzeyde tanınmış sanatçıların farklı dillerdeki ezgi ve ilahilerle Moskovalı Müslümanları manevi coşkuya sevk etmeleri ve dinleyiciler arasında hediye umre çekilişi, programı daha da cazibedar hâle getirdi. Ama programın asıl ilgi çeken tarafı, yüzlerce kişinin günler önce biletlerin bitmesine rağmen dondurucu soğuk karşısında “bir ümit belki bulunur” deyip salon dışında bekleşmelerine sebep; başkentte ilk defa Peygamberimizden bir parçanın gösterilecek olmasıydı. Dağıstan’dan bugün için özel getirtilen Efendimiz’in (s.a.s.) saç telini görme ve el sürme şerefi Türklerden birisi olarak bize de Moskova’da nasip olacakmış meğer. Sevgili Peygamberimizin maneviyatının soğuk Moskova’ya ılık baharı müjdelediğine bir kez daha şahitlik etmenin hazzı ile Moskova’dan ayrılıyoruz. Bir başka baharda bir başka Kutlu Doğum coşkusunu tatmanın özlemiyle... NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 57 kültürsanatedebiyat NA’T-I ŞERİF: Şiirle Peygamber Sevgisi ve Şefaat Arzusu Prof. Dr. Emine YENİTERZİ İstanbul Medeniyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi 58 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT En son, en mükemmel ve ebedî din olan İslamiyet’i tebliğ edip önceki dinleri iptal eden, Cenab-ı Hakk’ın Habib’i, nebi ve rasullerin sonuncusu ve en yücesi; âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.s.) marifetin aslı, esasıdır; o bilinmeden Rabbü’lâlemin bilinmez. O, Allah’ın sevgilisidir; onu sevmeden Allah’ı sevmek, aşk-ı ilahîye ulaşmak mümkün değildir. Nitekim bir hadis-i şerifte; “Sizden birinize ben; kendi nefsinden, annesinden, babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadığı müddetçe tam iman etmiş sayılmaz.” buyrulmaktadır. Bu hadis, kâmil mümin olmanın samimi bir Peygamber aşığı olmakla mümkün olduğunu bildirir. Asırlar boyunca sevgi ve sevgiliye hasredilen klasik Türk edebiyatında şairler; Yüce Peygamber’e hürmet, muhabbet ve bağlılıklarını na’t-ı şeriflerle dile getirmeye çalışmışlardır. Na’t; Hz. Peygamber’i övmek, üstün özelliklerini dile getirmek, ona duyulan sevgi ve bağlılığı dile getirmek üzere yazılan şiirlere verilen isimdir. Sezai Karakoç bu sevgi geleneğini; “Peygamber nasıl insanın ufkuysa, na’t da şiirin ufkudur. Na’t, Peygamber’in şiirle yapılmak istenen portresidir. Na’t, en ileri ve en mükemmel bir sevgi abidesidir.” sözleriyle tarif eder. On beşinci yüzyıl şairi Mehmed, şairlerin asırlar boyunca neden binlerce na’t-ı şerif yazdığını Işknâme adlı mesnevisinde izah eder. Şair; sahralar kâğıt, ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa; melekler, insanlar ve cinler kıya- mete kadar gece gündüz çalışsalar Yüce Peygamber’in na’tının binde birini bile yazamayacaklarını ancak ona duyulan büyük sevgiden dolayı böyle bir âdet olduğunu hatırlatır ve bir hikâye anlatır. Şairler de na’t-ı şerifler vasıtasıyla peygamber âşıkları arasına isimlerini yazdırmak, bu yolla Yüce Peygamber’e candan bağlılıklarını, samimi sevgilerini arz etmek arzusundadırlar. Şeref Hanım, Hikâye şöyledir: Hz. Yusuf kardeşleri tarafından kuyuya atıldıktan sonra bir kervan tarafından bulunur, Mısır’a getirilir, pazarda köle olarak satışa çıkarılır. Hz. Yusuf’un güzelliğini gören halk onu satın almak için ağırlığınca altın teklif eder, herkes varını yoğunu ortaya koyarak o dünya güzelini almaya talip olur. Yaşlı bir kadıncağız da bir elinde bastonu “Na’tten gerçi ümîd-i şu’arâ/ İntisâb etmedir ey şâh sana” mısralarıyla şairlerin na’t yoluyla peygamber sevgisini oluşturan halkaya dâhil olma, bağlılığını ispat etme, himayesine mazhar olma dileğini belirtir. “Şüphesiz Allah ve melekleri peygambere çok salavat getirirler (överler). Ey inananlar, siz de O’na salâvat getirin ve tam bir tes- Asırlar boyunca sevgi ve sevgiliye hasredilen klasik Türk edebiyatında şairler; Yüce Peygamber’e hürmet, muhabbet ve bağlılıklarını na’t-ı şeriflerle dile getirmeye çalışmışlardır. Na’t; Hz. Peygamber’i övmek, üstün özelliklerini dile getirmek, ona duyulan sevgi ve bağlılığı dile getirmek üzere yazılan şiirlere verilen isimdir. diğer elinde de bir iki parça iplikle pazardaki mezada yetişmeye çalışmaktadır. O güzel için herkes evini barkını ortaya koyarken, kadıncağızın elindeki iplikle telaşını görenler ona gülünce kadın seslenir: Metâ’ım ger kamunun kemteridir Desinler Yûsuf’a bu müşterîdir Yani; “Malım herkesin malından daha azdır, o güzeller güzelini satın almam mümkün değildir ama istiyorum ki benim için, ‘Bu da Yusuf’a taliptir’ desinler!” Yaşlı kadın bu sözlerle asıl amacının; Yusuf’a müşteri olarak defter-i uşşâka/âşıklar listesine adını yazdırmak olduğunu belirtmiştir. limiyetle selam verin.” (Ahzab, 33/56.) ayeti müminleri Hz. Peygamber’e sevgi ve saygılarını dile getirmeye teşvik etmektedir. Bu yüzden şairler Hz. Peygamber’in övgüsünü şiir diliyle ifade etmeyi kendileri için zevkli bir görev addetmişler hatta Cenab-ı Hakk’ın yalnızca Habibi’nin övgüsünü şair diliyle duymak için insanlara edebî zevk ve belâgat gibi meziyetler verdiğini belirtmişlerdir: Kim vermez idi kimseye Hak hüsn-i tabî’at Halk etmez idi kimseyi kısm-ı bülegâdan Gûş etmek eğer olmasa maksûd-ı İlâhî NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 59 kültürsanatedebiyat Evsâf-ı dil-ârânı zebân-ı şu’arâdan (Nâbî) Dinî ve edebî kültürümüzde her mümin bir âşık, Hz. Peygamber ise tek maşuk-ı hakiki telakki edilir. Hem Allah’ın hem de insanların sevgilisi, Habibullah ve Habibi İbad olan Yüce Peygamber’e duyulan bu muhabbetin, bu bağlılığın kıymeti mahşerde ortaya çıkacak, Tacizade Cafer Çelebi’nin; bir ayak bin ayak üstünde ifadesiyle tarif ettiği çetin mahşer gününde herkes kurtuluş ümidiyle Hz. Peygamber’in eteğine yapışacaktır: Ey ser-firâz-ı halk etek senin el benim Şol gün ki ola bir ayak üstünde bin ayak Hat: Hüseyin Kutlu, Tezhip: Şerife Aktaş O can pazarında kurtuluşu bulanlar, sermayesi peygamber sevgisi olanlardır: Âhiret bâzârına vardıkta eyler fâ’ide Nakd-i aşkındır onun kim serverâ ser-mâyesi (Zâtî) Mahşer gününde, o müthiş hengâmede insanlar kendilerine bir şefaatçi arayacak ancak başvurdukları diğer peygamberler “nefsî nefsî” yani nefsim, kendim diyerek insanlara başka şefaatçi aramasını söyleyecek; bunun üzerine herkes Hz. Peygamber’e gidip Allah’ın en son ve en sevgili peygamberinden affolunmaları için şefaatini isteyeceklerdir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Yüce Peygamber; “Ya Rab ümmetî, ya Rab ümmetî” diyerek yalnızca ümmetinin kurtuluşunu dileyecek, “Makam-ı Mahmud”un sahibi olan, sözü Allah katında makbul olan şahlar şahının duası kabul edilecek ve şefaat hazinesi 60 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 Beleğa’l-ulâ bi kemâlih Keşefe’d-dücâ bi cemâlih açılacaktır. Na’tlerde şairlerin büyük bir samimiyetle ifade ettikleri bu hadisenin en güzel tasvirini Şeyh Galib’in müseddes na’tında görürüz: Ol dem ki velîlerle nebîler kala hayran “Nefsî” deyü dehşetle kopa cümleden efgan Hasünet cemîu hisâlih Sallû aleyhi ve âlih (Şeyh Sadî Şirazi) Yüce Peygamber’in ümmetinin en büyük arzusu olan ve ahirette açıkça müşahede edilecek şefaati, na’t şairlerinin hayal dünyasında zengin tasavvurlar oluşturmuştur. KÜLTÜR-SANAT KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT Ye’s ile usâtın ola ahvâli perîşan Destûr-ı şefâatle senindir yine meydan Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim Hak’tan bize sultân-ı mü’eyyedsin efendim Şair; velilerin ve peygamberlerin hayretle donup kaldığı, herkesin korkuyla kendini kurtarma çabasına düştüğü, “nefsî” diye feryat ettiği, günahkârların ümitsizlikle perişan olduğu mahşer meydanında insanların tek isteği olan ilahî affın Hz. Peygamber’in şefaatiyle mümkün olacağını anlatır. İşte bu sebeple na’tlerde Habibullah sevgisi yanında şefaat ümidi ve talebi en önemli muhteva özelliği olarak karşımıza çıkar. Bu yüzden Şair İsmetî; günahların dermanı, cehennem korkusuna karşı Müslümanların sığınağı telakki ettiği na’t-ı şerifi ateşten koruyan bir muskaya benzetir: Ser-levh-i na’t-ı nakş-ı cemâl-i Peyamberî Kim hırz-ı cân-ı ümmet imiş havf-ı nârdan “Her Peygamber’in kendine has ve kabule mazhar olan bir duası vardır. Onunla Allah’a dua etmiştir. Ancak ben duamı ahirette ümmetime şefaat etmek için saklıyorum” hadis-i şerifi günahkârlar için büyük bir müjdedir. Bu hadis; “Ümit edebilirsin, Rabbin seni bir Makam-ı Mahmud’a gönderecektir.” (İsra, 17/79.) ayetiyle desteklenmiştir. Ayette bildirilen Makam-ı Mahmud, mahşerde Hz. Peygamber’e verilecek olan şefaat yetkisidir. Bu makamın yüceliğini de; “Cenab-ı Hak sana verecek, öyle verecek ki tamamen razı ve hoş- nut olacaksın ve bütün dileklerin yerine gelecek.” (Duha, 93/5.) ayeti izah eder. Yüce Peygamber’in ümmetinin en büyük arzusu olan ve ahirette açıkça müşahede edilecek şefaati, na’t şairlerinin hayal dünyasında zengin tasavvurlar oluşturmuştur. Örneğin Nâdirî, Cenab-ı Hakk’ın Habib’inin mahşerde günahkârları bir şemsiye gibi koruması, himaye etmesi için gölgesini dünyada vermediğini, ahirete sakladığını söyler: Âcizân-ı mahşer üzre zıllıni teksîr için Sakladı dâr-ı fenâda sâyeni Perverdigâr Şol seni sevenlere Kıl şefaat onlara Özetlemek gerekirse; klasik Türk şiirinde şairler asırlar boyunca na’t-ı şerifler ile kâinatın özü ve gayesi olan hakikat-i Muhammediye’yi anlatmaya, Hz. Peygamber’in zatının kâinatın yaratılış sebebi; nurunun ilk yaratılan cevher; varlığının âlemlere rahmet; şefaatinin de mahşerdeki herkesin ortak ihtiyacı olduğunu dile getirerek Habibullah’a muhabbetlerini ve şefaatine nail olma taleplerini arz etmişlerdir. Muhabbetden hâsıl, Muhammed oldu Muhammed’siz muhabbetden ne hâsıl! Mümin olan tenlere Cansın Yâ Rasulallah NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 61 kültürsanat Üç Aylar: Hasat Vakti Ömrün Bereketi Sedide AKBULUT Aile ve Dini Rehberlik Daire Başkanı Mescid-i Aksa’dan Beytü’lHaram’a Tur-i Sina’dan Medine-i Münevvere’ye… Mekânlar içinde mukaddes beldeler… Recep’ten Mirac’a, Şaban’dan Berat’a, Ramazan’dan Kadir’e günlerden cumaya, an’lardan sehere zamanlar içinde seçkin vakitler. Andolsun geceye, andolsun gündüze, andolsun kuşluğa ve andolsun zamana… Zaman ki bazen su olup akar, bazen nakit olup tükenir, an olup secdeye gelir bazen. Gün olmuş vakit; dün, bugün, yarın. Dün demişiz geçip gidene, yarın emelin, meçhulün adı olmuş. Bugünü ganimet bilip amel saymışız. Yıl olmuş, mevsim olmuş, ekin olmuş, hasat olmuş. Edilen duaların, dökülen gözyaşların, yapılan hayırların dalga dalga Allah’a ulaştığı üç aylar olmuş. Miracı içinde barındıran recep, ramazanın habercisi şaban, Kur’an ile kıymetlenen ramazan. Allah Rasulünün dilinde dua olur dökülür: “Allah’ım recep ve şabanı bize mübarek kıl ve bizi ramazana kavuştur.” (Müsned, 1/259.) Elbette tüm mekânlar Allah’ın, tüm zamanlar Allah’a aittir. Ancak yaşanılan telaşlar, peşinden koşulan hazlar yaratıcı ile müna- 62 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 sebetleri gözden geçirmeye fırsat bırakmayabilir. Üç aylar mevsimi kazançların ve kayıpların gözden geçirildiği zaman ve zemin olur. “Rabbinizin mağfiretine ve cennetine koşun.” (Âl-i İmran, 3/134.) çağrısına kulak verip genişliği gökler ve yeryüzü kadar olan cennete talip olunur. Yol belli, yolcu bilinen; yol ve yolcunun sahibi gözleyen. Aslında tüm seferlere hazırlık yol gözükünce başlar. Yolun ve yolculuğun farkına varmaktır üç aylar. Ertelenmiş hazırlıklara hız vermek, fırsatları bohça yapıp yükün sahibine sunmaktır. Herkes yarın için önceden ne göndermiş olduğuna bakmalıdır. (Haşr, 59/18.) Recep; regaip ve miraç ile şereflenen tövbe ve hürmet ayı. İlk cuma gecesinde başlar bu mevsime rağbet ve bu gece regaip adını alır. Yönelişin yönünün çizildiğine işarettir. Bir işi bitirdiğinde diğerine koyulmak demektir. Bu gece yenilenme ve yönelmedir. Bolluğun ve ihsanın dünya semalarında sahiplerini aradığı gecedir. Müslümanlar asırlardır bu kutlu rahmete ellerini ve gönüllerini açarak icabet beklerler. Miraç olur yirmi yedinci gece dua ve yakarışlar zirve yapar, arşın sahibine yürüyüşün adı olur. Ve müminler namazla buluşup namazla dirilmenin şerefine kavuşurlar. Her miraç yeniden buluşmadır. Ve her namaz miracı olur Muham- met ümmetinin. Şaban; ramazana hazırlık, muhabbet ve hizmet zamanı… Yoğun ve yorucu bir ibadet mevsiminin habercisi... Hz. Aişe: “Şaban ayındaki kadar çok oruçlu olduğu bir ay görmedim.” (Tecrid, VI. 215.) diyerek Allah Rasulünün bu aya iltifatını öğretir. Amellerin Allah Teala’ya bu ayda arz edildiğini ve bu arzın kendisi oruçlu iken vuku bulmasından hoşlandığını söyleyen de Kutlu Nebiden başkası değildir. (Nesai, Sıyam, 70.) Beratla gelen af ve mağfiretin müjdesidir. Rahmetin sağanak sağanak yağdığı gecedir berat. Bir ömrün ahirete şahit olmasının adıdır. Allah temizdir temizlenenleri sever (Bakara, 2/222.) fermanıyla temizlenmektir. Berat; her hikmetli işe hükmün verildiği (Duhan, 44/4.) şabanın on beşinci gecesi, rahmet-i Rahman’ın, af dileyen, rızık isteyen, afiyet bekleyen için çağrısıdır. (Tirmizi, Savm 38.) Ramazan; Kur’an’ın indirildiği (Bakara, 2/185.) cennet kapılarının açıldığı (Buhari, Savm 5.) bin aydan daha hayırlı, (Kadir, 97/3.) selamın, selametin, rahmetin, nimetin adı ramazan. İftarıyla, sahuruyla, mukabelesi, teravihiyle, fitresi zekâtıyla, Kadir Gecesi ve nihayet bayramıyla dört bir yanımızı mağfiret kuşatır. Nebi’nin dilinde müjde olur ramazan. “Kim ramazan ayının KÜLTÜR-SANAT KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT “Kim ramazan ayının gecelerini, Allah’a inanarak ve karşılığını da Allah’tan bekleyerek ibadetle değerlendirirse geçmiş günahları bağışlanır.” (Nesai, Sıyâm, 39.) gecelerini, Allah’a inanarak ve karşılığını da Allah’tan bekleyerek ibadetle değerlendirirse geçmiş günahları bağışlanır.” (Nesai, Sıyam, 39.) İrfan kültürümüzde erbain geleneği vardır. Kötülüklerden arınmak, razı olunacak hâl ve hasletleri kazanmak için 40 gün tayin edilir. Kırklara karışmak tabiri de buradandır. Üç aylarda doksan günlük hasenat eğitimi erbain yağmurlarının, baharın habercisi tohumlara can verdiği gibi mümine hayat verir. Ruhunu nimet yağmuruna açar, bedenini şükür suyuyla yıkamaya fırsat verir. Biliriz ki zaman andır, ölüm ansızın. Bu nedenle ömrümüzün son rahmet mevsimini yaşıyormuş gibi nelere dikkat edebiliriz? “Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekin” emri, “tefekkür edin” ve “akletmez misiniz?” mesajlarıyla buluştuğunda başımızı ellerimizin arasına alıp yaptıklarımız ve yapamadıklarımızı bir bir düşünmek… “Kaç kişinin kalbini kırdım, kaç gönüle girdim, hangi emri çiğnedim, hangisine itaat ettim” sorgulamasını yapmak... İsyanlardan pişmanlık duyup, itaat için sebat dileyerek fırsat gemisine binebilmek… Okuma, öğrenme, öğretme, anlama, yaşamla ilişkilendirme bağlamında Kur’an ile daha fazla meşgul olmak… Öncelikle farz olan ibadetleri vak- tinde edaya özen gösterip varsa kazalar tespit edilerek yavaş yavaş tamamlamak. Gece namazlarına bu mevsimde daha dikkat edilerek namaz ve oruç gibi nafile ibadetlere de özen gösterebilmek ve Allah’a yakınlaşmaya vesile olacak iyilikler, hayır ve hasenatlar ile ömrü bereketlendirmek. Bir gerçeği de unutmamalıyız ki üç aylar içerisinde idrak edilen kandil gecelerine ait özel bir namaz sahih kaynaklarımızda mevcut değildir. Nebevi öğreti de asıl olan az ve devamlı bir ibadet düzenidir. Yedirme, içirme, giydirme, borç verme, yetime kol kanat germe, akrabayı gözetme şeklinde ikram ve ihsanı ihtiyaç sahibiyle buluşturarak mali ibadetleri çoğaltmaya dikkat etmek gerekir. Kerim kitabımızın ve Allah Rasulünün bildirdiği mümin vasıflarına sahip olabilmeli, rıfk, hilm, nezaket, güler yüz ile dil, göz ve kalp emniyetini sağlamaya özen göstermelidir. En güzeli, müminler arasında sevgiye zemin hazırlayacak selamı yaymak, büyükleri onurlandırıp küçükleri sevindirmekle ömür heybesini bu üç aylarda ve hasat mevsiminde “rıza ve dua” ile doldurabilmektir. NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 63 kültürsanat O’nun (s.a.s.) İçin Ne Dediler? Kâinatın özü sevgi… Sevginin merkezinde Allah ve rasulü var. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Âl-i İmran, 3/31.) Peygamber sevgisi aynı zamanda yüce milletimizin huzur toplumuna, adalet toplumuna, birlikberaberlik-kardeşlik toplumuna özlemi olarak da yorumlanabilir. Peygamber sevgisi, İslam âlemini “Ümmet-i Muhammed” bilincine ulaştıracak ve aynı gayeler etrafında toparlayacak yegâne reçetedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) insanların iyiliklerini, kurtuluşlarını gözetirdi; hoşgörüsüyle insanların kalplerini kazanır, çektiği sıkıntılardan dolayı hüzün duyardı. Çünkü o âlemlere rahmet olarak gönderilen şefkat ve merhamet peygamberi idi. Hepimiz çok iyi biliriz ki seven hep sevdiğini düşünür ve onu anlatır. Bülbülün yüz hikâyesi varmış, hepsi de gül üstüne. Diyanet İşleri Başkanlığımızın öncülüğünde her yıl kutlanan Kutlu Doğum Haftası’nın temel amacı da Hz. Muhammed’i (s.a.s.) hatırlatmak, onu anlamaya ve anlatmaya çalışmaktır. Bizler de Hz. Peygamberi sizin dilinizle anlatmak istedik ve farklı isimlere “Hz. Peygamber sizin için ne ifade diyor, hayatınızdaki önemi nedir? Efendimizin sizi en çok etkileyen özellikleri nelerdir?” sorularını sorduk. Şimdi naif duygularını, özenle seçtikleri cümlelerini sizlerle paylaşıyoruz. 64 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT KÜLTÜR-SANAT Hazırlayanlar: M. Kamil Yaykan / Sümeyye Özçelik Prof. Dr. Raşit KÜÇÜK İSAM Başkanı Peygamber (s.a.s.) Efendimizin bir Müslümanın hayatındaki önemi elbette tartışılmayacak kadar yüce bir yerdedir, yüksek bir yerdedir. Özellikle benim gibi hayatının 40 senesini sünneti ve hadisi öğretmekle, öğrenmekle geçiren biri için bu önem çok daha bir değer ifade eder. Onun için Rasul-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz âleme gönderilmiş en son rehber, en son peygamber ve en son kitabın tebliğcisi olarak benim için çok büyük değer ifade ediyor. Benim için ifade ettiği değer aslında bir insan teki olarak beni aşan bir şey. Bütün insanlık için çok büyük değer ifade ediyor. Bir seçim yapma imkânı keşke olsa ama yine de şöyle bir şey söyleyeyim: Kendisine karşı duruşlara, karşı oluşlara rağmen insanlara karşı olan insani değer münasebeti yani mesela inanmayan birini ısrarla dine davet etmesi… Bütün eziyetleri Müslümanlara yapmış ve sonra Müslüman olmuş birine, o anda geçmişteki hislerinin yok olup Müslüman olmuş kardeşi olarak ve ümmetinin bir ferdi olarak bakması; merhameti, şefkati, meveddeti bunlar benim için çok önemli. Dr. Hüseyin KAYAPINAR Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Evet, Merhum Akif’in dediği gibi; “Medyun ona cemiyyeti, medyun ona ferdi / Medyundur o masuma bütün bir beşeriyyet.” sadece ben değil ki bütün dünya Peygamber Efendimize (s.a.s.) medyun. Bizler imanı, inancı Kur’an’ı ve ahlaki güzellikleri onun sayesinde öğrendik. Bizler iyilik, güzellik ve fazilet namına ne varsa Rasulüllah Efendimiz sayesinde elde ettik. Dolayısıyla peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) her yönü bizim için fevkalade önemli ve biz ona borçluyuz. Peygamber Efendimiz bir devlet adamıydı, bir ordu komutanıydı, cemaate namaz kıldıran imamdı, husumetleri çözen bir hâkim idi. Bir aile reisi idi. Bir ticaret erbabı idi. Bir peygamberdi hepsinden önemlisi. Ve bu özelliklerinin her biriyle ilgili bize örnek teşkil eden birçok yönü var. Ama benim açımdan en etkilendiğim yönü hoşgörülü olmasıydı. İnsanlara değer vermesi, tevazu sahibi olması ve bağışlayıcı olması, maddi şeylere değer vermemesi. İnsanlar bu özellikleri sebebiyle ondan çekinmez, bir köle bir cariye bile rahatlıkla gelip ona sıkıntısını, derdini açabilirdi. NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 65 kültürsanat Prof. Dr. Ümit MERİÇ / Akademisyen Bismillahirrahmanirrahim. Besmeleyi aldığımız her nefes ve verdiğimiz her nefesle bir kere daha tekrar etmek gerekir. Varlığımızı Rabbi’lâlemin’in bize lütfettiği yaşama şerefine borçluyuz; içinde yaşadığımız kâinatı ise Allah’ın sevgilisine. Dolayısıyla Hz. Peygamber sadece benim için değil Rabbi’l-âlemin’in var kıldığı andan itibaren kâinatın içinde olan her şeyin varlık sebebidir. Zaman ve mekân onun aşkına halk olunmuştur. Dolayısıyla Hz. Peygamber benim için zamanların ve mekânların kendisi için var kılındığı ilk sebep ve son sonuçtur. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in Allah tarafından övülerek yaratılmış olan özelliklerini birbirinden ayırmak mümkün değildir. O bir küll’dür ve bütün küll’ler gibi cüz’ü yoktur. Prof. Dr. Nurullah GENÇ / Akademisyen Efendimiz Hazreti Muhammed’in (s.a.s.) hayatımdaki önemi, kâinatın en güzeli ve kâmili olması ve Rabbimiz tarafından seçilmiş son rehberi olmasıdır. O, tüm güzelliklerin sonsuz rehberidir. İyiliği çoğaltan bir anlayışınız varsa, bunu ancak onunla yapabilirsiniz. Ona karşı duranlar ise kötülüğün payandalarıdır. Bugün yeryüzü insanlığı ondan uzak olduğu için büyük acılar çekmektedir. Ah bilseler tek ve hakikatli, hikmetli rehberin o olduğunu. Ah bir layıkıyla bilebilsek! Sevilmeyecek özelliği mi var ki onun… Her yönüyle saf ve temiz, her hâliyle naif ve zarif, her davranışıyla mükemmel bir insan numunesi ve her sözüyle bir peygamber. Bu nedenledir ki, özelliklerimizi ona göre düzenlemek istediğimizde, bilelim ki, güzellik adına onda bulamayacağımız tek özellik yoktur. Demba BA / Sporcu Hayatımızda, düşüncelerimizde onun üzerine yaptıklarımız Allah ve Hz. Muhammed (s.a.s.) rızasını kazanmak içindir. Nimetlere ve başarıya şükretmeyi ve şükrettikçe başarmayı Hz. Muhammed’den öğrendim. Hz. Peygamberin en etkilendiğim yönleri şunlardır: - Herkese hoşgörülü davranıp kimseyi incitmemesi - Herkesi doğruya çağırması - Kadınlara ve çocuklara şefkatle yaklaşması - Kendisine gelen herkese yardım etmesi 66 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT KÜLTÜR-SANAT Kenan İMİRZALIOĞLU / Oyuncu Hz. Peygamber (s.a.s.) insanlık tarihinin gelmiş geçmiş örnek alınacak bir numaralı önderidir. Zamanlar üstü bir lider, akıllar üstü bir deha, içiyle dışıyla en güzel örnektir. O, (s.a.s.) seçilmişlerin en şereflisi; her şeyden önce her yönüyle mükemmel bir insandır. Onun ümmetinin bir ferdi olabildiğim için, kendimi şanslı biri olarak görüyorum ve beni bu dünyaya onun takipçisi, bir Müslüman olarak getiren Allah’a şükretmek için başka neden aramaya gerek duymuyorum. Onun her özelliği sevilir. Onun her özelliği tüm insanlık tarafından sevilmelidir. Ancak, beni en çok etkileyen özelliği dürüstlüğüdür. O emrolunduğu gibi dosdoğru olabilmiş örnek bir insandır. Keşke hepimiz, “ben Müslümanım” diyen herkes, bunu unutmasak ve dürüst olmayı insan olmanın ilk prensibi olarak uygulayabilsek. Fadime ÖZKAN / Gazeteci-Yazar Yakıcı ama umutlu bir özleyiş benim için... Büyük bir hayranlık. Ya hakkıyla bilemedim, dediğine uyamadım ve sevmem gerektiği gibi sevemediysem korkusu. Ama sonra yakınlık, rahatlık hissi. Şükür ve yine özleyiş... Bana yolumu şaşırmayacak pusulam. Kalbimi istikametimi doğrultan biricik rehberim ve çok değerli yol arkadaşım. Efendimizin beni etkileyen özelliği merhametidir. Prof. Dr. Caner TASLAMAN / Akademisyen Allah eğer din göndermeseydi uçsuz bucaksız karanlıklarda kalmış zavallılardan da çölün ortasında susuzluktan kıvranan muhtaçlardan da çok daha kötü durumda olurduk. Hz. Muhammed Allah’ın gönderdiği nuru bizlere iletip karanlıkların yırtılmasına, ab-ı hayatı bize içirip susuzluğumuzun kaybolmasına sebep olan Allah’ın bizlere rahmetidir. Onun aracılığıyla Allah bizlere Hablullah’ı (Âl-i İmran, 3/103.) uzatmış ve bizi delalet kuyusundan çıkartmıştır. Hz. Muhammed ahlakı Kur’an ahlakıyla ahlaklanmış, kınayanın kınamasından da çocukların taşlamasından da yılmamış, insanlardan tecrit olmadan Allah’la gönül bağını devam ettirmiş, merhametiyle de canını ortaya koymasıyla da örnek olmuş, “Sağ elime güneşi sol elime ayı verseler de davamdan vazgeçmem” demiş insanlığın iftihar tablosudur. Ona şeref olarak “Allah’ın Rasulü” unvanı yeter; bizim onu sevmemiz için ise Allah’ın onu sevmiş ve seçmiş olması yeter. Moussa SOW / Sporcu Hz. Muhammed (s.a.s.) inanç ve yaşam biçimimizde devrim yapan şahsiyettir. Hayattan keyif almanın yolunu öğretendir. Güzel ahlakı öğretendir. Onu çok seviyorum. Çocuklarıma ve aileme onun hayatını öğretiyorum. Hz. Peygamberin beni en çok etkileyen yönleri şunlardır: - Sabırlı olması - Kendisine eziyet edenlere beddua etmemesi, lanet okumaması. - Merhametli olması - Güler yüzlü olmasını - Her insana eşit davranması NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 67 GE ÇM İ Ş Z AM A N I N İZİNDE DÜNDEN BUGÜNE: Hâdimlikten Hâkimliğe Dr. Erdal KILIÇ “Ben Hicaz’ın Hizmetkârıyım” Osmanlı ordusu 1517 yılında Mısır’ı hâkimiyeti altına alır. Yavuz Sultan Selim bir cuma günü Kahire’de bir camide verilen vaazı dinlemeye başlar. Vaazda kendisinden “Hâkimü’l-Haremeyn (Mekke ve Medine’nin hâkimi/ sahibi) olan hükümdar” diye övgü dolu sözlerle bahsedildiğini görür. Bu duruma itiraz etmek üzere ayağa kalkarak “Ben Hâkimü’lHaremeyn (Hicaz’ın sahibi) olamam. Oranın sahibi Allah’tır. Ben olsam olsam “Hâdimü’lHaremeyn” (Hicaz’ın hademesi/ hizmetkârı) olurum” diye cevap verir. Bundan dolayı Mısır seferinden sonra padişahlar kendi kararlarının ve devlet mührü onaylı olan fermanların ilk satırına “Ben ki Hâdimü’l-Haremeyn-i şerifeyn” sözlerini yazdırırlardı. İslam’la şereflenen, ümmet bilinç ve şuurunu kavmiyetçiliğin çok üstünde tutan Türk milleti, Büyük Selçuklu Devleti zamanından itibaren İslam âleminde dikkate alınan, sözü geçen bir 68 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 Sultan II. Selim tarafından 30 Eylül 1574’te Harem Şeyhi Kadı Hüseyin’e gönderilen ferman GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE İslam’la şereflenen, ümmet bilinç ve şuurunu kavmiyetçiliğin çok üstünde tutan Türk milleti, Büyük Selçuklu Devleti zamanından itibaren İslam âleminde dikkate alınan, sözü geçen bir millet olmuştur. Yavuz Sultan Selim’in Tuğrası millet olmuştur. Tabi oldukları Abbasiler devrinde idari, askerî ve bürokraside önemli sorumluluklar üstlenmelerinin yanında Haremeyn’e de büyük bir ilgi ve saygı göstermişlerdi. Haremeyn’e yönelik gösterilen bir itibarı âdeta bir bayrak yarışı olarak gören Osmanlı İmparatorluğu da mukaddes topraklara henüz hâkim değilken dahi Haremeyn’e hizmet etme arzusunu ve samimiyetini ortaya koymuştur. Nitekim asırlar boyunca Osmanlı’nın bölge siyaseti, ‘hizmet götürme’ mülâhazası üzerine bina edilmiş ve padişahlar kendilerini Hâdimü’l-Haremeyn olarak görmüşlerdir. Osmanlı sultanlarının ve halkın gönderdiği yardımlar, Yıldırım Beyazıt, Çelebi Mehmet ve Sultan 2. Murat devirlerinde hediyeler gönderilmesi ve geliri yüksek arazilerin Haremeyn adına vakfedilmesi, Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul’un fethinden elde edilen ganimetten bölgeye para aktarması, hac yollarının güvenliği ve Hicaz’da yaşanan su sıkıntısının giderilmesi konusunda gösterdiği azami gayreti, ecdadın Haremeyn hizmetine verdikleri ehemmiyet ve muhabbetin göstergesidir. Artık bir hacının dahi başına gelebileceklerden biz mesulüz Suriye, Filistin, Mısır’ı fetheden, ardından da Hicaz bölgesini Osmanlı topraklarına dâhil eden ve hilafet makamının yeni sahibi olan Yavuz Sultan Selim, Mısır’dan oğlu Şehzade Süleyman’a gönderdiği mektupta: “Artık bir hacının dahi başına gelebileceklerden biz mesulüz” diyerek bu makamın kendisine gurur ve övünç kaynağından ziyade nasıl bir mesuliyet ve sorumluluk yüklediğini tüm dünyaya haykırmak suretiyle örnek bir tavır sergilemişti: Hac organizasyonlarının Devlet-i Âliye idaresinde yapılmaya başlanması, hacı adaylarının Mekke’ye güven içinde ulaşabilmeleri, bedevi saldırılarından zarar görmemeleri ve hac ibadetini huzurlu bir şekilde yapabilmeleri için kapsamlı tedbirler alınması, farklı istikametlerden gelen kafilelerin İstanbul, Şam, Kahire ve Yemen’de toplanması, hacıların yol, su, ulaşım ve konaklama ihtiyaçlarının yaklaşık dört asırdır İstanbul’dan sistemli bir şekilde koordine edilmiş olması büyük sultanın ağzından çıkan söze ne denli sadâkatle bağlanıldığının icraatlarıdır. Hindistan’a dahi gideriz Haremeyn ve civarında huzur ve asayiş ortamının devamı için Mekke’nin dış tehditlerden korunması maksadıyla Yemen’e ve Mısır’ın güneyine doğru hâkimiyet sahasının genişletilmesi suretiyle Kızıldeniz ve çevresinin kontrol altına alınması, Uzak Doğu’da yaşayan Müslümanların Hicaz’a güvenli bir şekilde ulaşabilmelerini sağlamak maksadıyla Hint Okyanusu’na donanma gönderilmesi, tamamlanamasa dahi Akdeniz’i Kızıldeniz’e bağlayan bir kanal açılması için çalışmalar yapılması dünyalık menfaat ve çıkarlarla beyni kemirilen bugünün insanının algılayabileceği, tartabileceği bir durum değildir. Mekke’yi korumak için daha önce yaptırılan surlara ilaveten Ecyad, Fülfül, Hint kalelerinin inşa edil- NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 69 GE ÇM İ Ş Z AM A N I N İZİNDE mesi ve bu kalelere, Sultan Abdülaziz devrine kadar Osmanlı hâkimiyetinin alameti sayılan bir bayrağın dahi çekilmemesi Osmanlıların mukaddes beldelerin barındırdığı hatıralara ve ehlibeyte karşı nasıl bir muhabbet ve saygı ile bağlı olduklarının işaretleridir. Tarihin her döneminde susuzluk konusu da hac mevsiminde gündemde olan problemlerin başında geldiği için, Osmanlılar soruna yeni su kaynakları bulmak, açmak suretiyle çözüm getirmişlerdir. Vaktiyle Abbasi Halifesi Harun Reşit’in eşi Zübeyde Hanım tarafından yaptırılan su kanallarının tahrip olması üzerine, Kanuni Sultan Süleyman’ın hayırsever kızı Mihrişah Sultan’ın himmetiyle, Mekke’nin en önemli su kay- 70 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 nağı olan Ayn-i Zübeyde’ye 1524– 1530 yılları arasında Ayn-i Hanin kanalları eklenmiş ve Cebel-i Rahme’nin etrafına havuzlar yapılmış, böylece Arafat ve Müzdelife bölgesi rahatlatılmıştır. Hâlâ Arafat’ta Allah Rasulü’nün vakfeye durduğu Cebel-i Rahme’nin eteklerinde de Osmanlı çeşmelerinin izlerini görmek mümkündür. Haremeyn hizmeti devralındıktan sonra Mekke’de geniş çaplı imar faaliyetlerine de başlayan Osmanlı şehrin fiziki planına özel bir önem vererek; Mescid-i Haram’ın ve Kâbe’nin görünümünü bozacak bir mimari üsluptan özenle sakınmış, bu konuda öncelikle Mescidi Haram’ın minareleri, sütunları, revakları, kapıları, ahşap çatısı, tavaf alanının zemini yenilenmiş ve yüksekliği on iki metreyi bulan çok sanatlı bir minber yapılmıştır. Harem-i Şerif’in ahşap çatısı İstanbul ve Mısır’dan getirilen malzeme ile 1576’da çok kubbeli hâle getirilmiş; hüsn-ü hat örnekleriyle süslenen kapılara Mescid-i Haram’la ilgili ayetler işlenmiştir. Kanuni devrinde başlayan çalışmalar, Mimar Sinan’ın desteğiyle 2. Selim ve 3. Murat zamanında da devam etmiştir. Altı minareli olarak planlanan Sultanahmet Camii’nin inşasından evvel, bu büyük eserin banisi Sultan 1. Ahmet tarafından Mescid-i Haram’a yedinci minare yaptırılmıştır. Böylece Mekke ve Harem-i Şerif mimari açıdan yeni bir kimlik kazanmış ve göze hoş gelen bir estetiğe kavuşturulmuştur. GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE Osmanlı hâdimliği/hâkimiyeti biterse/bitirilirse… Yazıya sığdırılamayacak kadar çok olan bu hizmetler Osmanlı Devleti’nin, siyasi ve askerî açıdan gerilemeye başladığı dönemlerde de aksatılmadan takip edilmiştir. Ki 1. Dünya Savaşı’nda tarihinin en sıkıntılı zamanlarını yaşamasına rağmen devrin padişahı Mehmet Reşat, 1916’da Mescid-i Haram’ın genel bakımının yapılmasını ve selden zarar gören sütunların değiştirilmesini söylemiştir. Fakat ne yazık ki, savaşın doğurduğu ağır maddi sıkıntılar ve Hicaz’daki Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesi üzerine bu imar faaliyeti yerine getirilememiştir. İlk defa doksanlı yıllarda Kâbe-i Muazzama’ya tepeden bakacak şekilde bir bina yapıldı. Sonra hâdim kralın, Mekke-i Mükerreme’deki sarayı… Karşısında oteller ve dev binalar... Onun yanında dev binalar… Ve çember altında kuşatılan Kâbe… Çoğu sahabe-i kiram hatırası eski ve tarihî binaların yıkımı, yerine dev otellerin yapımı… İhtiyaca binaen, şartlar ve imkânlar gereği diyerek yapılan ancak, zorluk ve imkânsızlıklar sunan yapılar/yapımlar. Kısaca İslam adabının bir kenara bırakılması ile dünyanın kitle turizmi kurallarının hâkim olmaya başlaması… Bedelini öde Harem’e ulaş kampanyaları… Kalpler taş kesilmesin diye kalpleşen Kâbe karşısında enaniyet ve kibri beslemeler… Bugün dünden daha çok ziyaretine gidiyoruz: Hâdimi olmak ya da hâkimi olmak!.. Osmanlı Fermanı Sultan II. Selim tarafından dönemin Harem şeyhi Kadı Hüseyin’e 30 Eylül 1574’te gönderilen fermanın Türkçesi şöyle: “Mekke-i Mükerreme kadısına ve Harem şeyhi Kadı Hüseyin’e hüküm ki; hâlâ İstanbul’a tafsilatlı arzuhal sunulup Harem-i Şerif duvarlarına bitişik evlerin ve medreselerin tuvaletlerinin sıcak günlerde kokmakta olduğu ve bu kokudan hacıların ziyade sıkıntı çekmekte olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca bazı Rafızi itikatlı Acemler hakikaten Harem-i Şerif haricinde yüksek evler yapıp, Beytullahi’lHaram’a ve Harem-i Şerif’e yüksekten bakıp uygun olmayan çeşitli hareketlerde bulunup Haremi Şerif’te ibadet eden salih zatları rahatsız etmektedir. Bunların geceleri aileleriyle beraber döşekle- ri ve beşikleri ile Harem-i Şerif’in üzerine çıkıp yattıkları ve buna benzer çeşitli uygunsuz hareketlerinin bitmek bilmediği bildirildi.” “Şimdi, daha önce tarafımdan Harem-i Şerif duvarına bitişik bir ev satın alınıp, yılda 120 altın sikkeye kiraya verilip, devletimin ve saltanatımın devam ve bekası için Sure-i Fetih okunup testilerle su dağıtılırdı. Harem-i Şerif duvarına bitişik olması uygun görülmeyip, evvela bu evin yıkılması ve zikrolunan paranın Cidde mahsulünden tayin olunması babında Cidde Emini’ne hükm-i hümayunum gönderilmiştir. Buyurdum ki, hükm-i şerifim sana ulaştığında asla geciktirmeyip emrim gereğince ilk başta o evi ve daha sonra Harem-i Şerif duvarlarına bitişik olan diğer evleri, kimin olursa olsun tamamen yıkarak ortadan kaldırasın ve Harem-i Şerif dâhilinde binadan eser bırakmayasın. Medrese tuvaletlerini dahi kaldırıp, Harem-i Şerif’in dışında münasip bir yerde yaptırasın.” Osmanlı revakları dahi hürmeten Kâbe’den alçak inşa edilmişti. Kâbe-i Muazzama oldukça yüksek yapıların gölgesi altında. Ancak bedelini ödeyebilenler yürüme mesafesinde bir yerde kalma imkânına sahipler. Osmanlı nezaketi Kâbe-i Muazzama’nın etrafında yüksek hiçbir yapıya müsaade etmezdi. Artık bugün durum oldukça farklı. “Bedelini öde Harem’e ulaş.” Ya imkânı olmayanlar; eskiye nazaran daha uzak mesafelerde, imkânlar dünyasında, tüm imkânsızlık ve zorluklarla baş başa… NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 71 EN G Ü Z E L İ Sİ M L E R BİZİ ŞEKLE KAVUŞTURAN el-Musavvir Fatma BAYRAM Bir rüya gördüğünüzü düşünün. Tanıdığınız bir yerde tanıdığınız insanlarla birliktesiniz ama bir tuhaflık var. Kime dönseniz sesi, yüzü, mimikleri birbirinin aynı… Hangisi anneniz, hangisi kardeşiniz, hangisi eşiniz ayırt etmek imkânsız. Tam birine yöneliyorsunuz bir bakıyorsunuz sandığınız kişi değilmiş. Susamışsınız ama bütün nesneler hem su hem su değil. Daha doğrusu her şey su gibi görünüyor ama hangisi su, ayırt etmek imkânsız. Suyun da ateşin de görüntüsü aynı. Sizi yakana kadar ateşin ateş olduğunu anlamak imkânsız. Her şey birbirine karışıyor. Uyandığınızda ne hissederdiniz? İşte dünyamızın bu ürkütücü rüyaya dönüşmesini engelleyen, taşlardan kuşlara, çiçeklerden insanlara kadar her bir varlığa, evrende yalnızca ona mahsus olan, benzersiz şeklini verendir Musavvir. Her bir türü değil, her türün her bireyini dahi diğerlerin- 72 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 den ayıracak özellikleri verendir. Bizler ancak bu sayede varlıkları birbirinden ayırabilir, birbirimizi tanıyabilir, tanışabiliriz. Yüce Yaratıcımız bizi önce “halk” ederek yokluğun dipsiz kuyusundan yeryüzüne çıkarmış, sonra “var” etmekle yetinmeyip her bir varlığı bütün evren içinde sadece kendine mahsus olan şekline kavuşturmuş, ona fiziki ve ruhi bir şahsiyet ihsan etmiştir. (Araf, 7/11.) Artık ne bir çakıl taşı diğerinin aynıdır ne bir yaprak ne bir su damlası. Varlığın tasarımını yapan Musavvir’in her eseri o kadar özgündür ki sadece dış görünüşü ile değil, duygularının ve düşüncelerinin en derin detaylarına kadar hiçbir varlık diğerinin aynı değildir. Ragıp el-İsfahani’nin dediği gibi her birimizin iki sureti vardır. Biri duyularla algılanan dış suretimiz, diğeri de akılla algılanan kişiliğimizin, kimliğimizin sureti. O’nun belirlediği (Âl-i İmran, 3/6.) suretlerimiz O’nun eseri olarak yaşadığımız sürece bize emanettir. Yani bazılarının iddia ettiği gibi bedenimizin sahibi biz değiliz. Öyle olduğu için de ona keyfimize göre müdahale edemeyiz. Az önce gördüğümüz üzere Musavvir olan Allah dışımızı şekle kavuşturduğu gibi içimizi, yani kişiliğimizin temel yapı taşlarını da tasvir etmiştir. (Ahlakımızı değil, temel karakteristik özelliklerimizi.) Bu nedenle bazı ana babaların yapmaya çalıştığı kişiliğin özünü değiştirmeye yönelik eğitim ıslah değil, ifsattır. Peki, şekil verenlerin en güzeli olan Allah’ın bir tasarımı çirkin olabilir mi? O çirkin bir şey yaratır mı? Her zaman dile getiremesek de içimizi kemiren bu soruyu âlemlerin Musavviri’ne imanımızda bir tereddüt olmadan nasıl cevaplayabiliriz? “Güzellik konusundaki kıstaslarımızı nasıl oluşturduğumuza bakarak” diye cevaplayabilirim bu soruyu... Bozulmamış yaratılış güzeldir… Oraya her müdahale eline bir fırça alıp Louvre Müzesi’ne dalan ve aklınca oradaki eserleri düzeltmeye kalkan birinin yaptığından daha korkunç bir şeydir. Bir şeyin bize çirkin gelmesi ya yaratılışı veya bakışımızı bozduğu- İşte dünyamızın bu ürkütücü rüyaya dönüşmesini engelleyen, taşlardan kuşlara, çiçeklerden insanlara kadar her bir varlığa, evrende yalnızca ona mahsus olan, benzersiz şeklini verendir Musavvir. muzdandır. Birincisinde dengeyi bozup zincirleme olarak her şeyi altüst etmişizdir; ikincisinde ise bakışımızı eşyanın özündeki güzelliği göremeyecek şekilde bozmuşuzdur. Yaratılıştaki muazzam güzelliği görebilmek, doğallıktan uzaklaştıkça imkânsızlaşıyor. Aynen hafızasını kaybetmiş birinin en yakınlarını bile tanıyamaması gibi. Zaman içinde bu bilinç kaybına uğrayacağımızı bilen Allah ise gözümüzün önüne sonsuza dek kalacak bir hatırlatma notu (Kur’an’ın bir adı da “Zikr”dir) vererek her şeyin en doğrusunu bize hatırlatıyor: “Yeri sizin için yerleşim alanı, göğü de bir bina kılan, size şekil verip de şeklinizi güzel yapan ve sizi temiz besinlerle rızıklandıran Allah’tır. İşte Allah, sizin Rabbinizdir. Âlemlerin Rabbi Allah, yücelerden yücedir.” (Mümin, 40/64.) “Gökleri ve yeri yerli yerince yarattı. Sizi şekillendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı. Dönüş ancak O’nadır.” (Tegabün, 64/3.) Esma-i Hüsna şarihi Ali Osman Tatlısu’nun aktardığına göre ise “Galatat-ı tabiat denilen ve evrendeki mükemmel düzenin kusurları gibi gösterilmek istenen durumlar, aslında birer eksiklik değil, doğanın ve ana babanın “gerçek müessir” olmadığını ve yaratanın iradesini gösteren ve O’nun eşsiz sanatının eseri olan birer tanıktırlar.” Musavvir olan Yaratıcımız bizi yokluktan varlığa çıkarırken üflediği solukla bizlere de tasavvur ve tasvir yeteneği bahşetmiştir. İbn Arabi’ye göre nasıl ki dış görünümlerimizin ayırt edilmesi bu ismin tecellisi ile olmuşsa ve nasıl ki Musavvir’in tecellisi olmadığında evrende tüm varlıklar birbirine karışıp tam bir kaos olacak idiyse aynı şekilde O’nun tecellisi olmasaydı düşünce ve duygu dünyamızda da hiçbir hissi diğerinden ayırt edemeyecek, duygularımızı ve düşüncelerimizi tek tip olarak algılayacaktık. Olaylar karşısında ne hissettiğimizi ve ne düşündüğümüzü bir türlü tanımlayamayacaktık. Bu yetenek sayesindedir ki zihinlerimizde kavramlar için imajlar geliştirir, onları şekle sokar, tasarlarız. Bir şeyi önce tahayyül eder, sonra yaparız. Bu hayal ve tasavvur yeteneğimizi Allah’ın vahyine tabi kıldığımızda; yani yanlışın, kötülüğün hayaline bile izin vermediğimizde hayallerimiz Musavvir’in rehberliğinde bizi sadece hakka erdirir. Böylece her türlü aldanıştan korunmuş oluruz. Son üç ayetinde Allah’ın on yedi ismini ihtiva eden Haşir suresinin son ayetindeki Hâlık, Bâri’ ve Musavvir isimleri yaratmanın aşamalarını dile getirir. Bu isimlerin ilki olan “Hâlık” mahlûkun var olma zamanını ve alabileceği sayısız şekilden birini planlayıp belirlemeyi ifade eder. Bâri’ “yarattığı şeye maddi açıdan bir hacim verip varlık kazandıran” manasına gelir. Yaratmanın nihai kademesini teşkil eden Musavvir ise mahlûkun fiziki ve ruhi portresini belirleyip halk eylemini sona erdiren anlamını ifade eder. Bu isimler sadece cisimleri ve eşyayı var etmeyi ifade etmez. İlkeler, kanunlar, prensipler koyma, fiilleri, düşünceleri yaratma, bunları cisimlere, varlıklara uygulama gibi vakıalar; soyut kavramlar, süreçler, stratejiler, değerler sistemi de bu isimlerin tecelli alanındadır. Fikir, sanat, eşya vb. herhangi bir şeyin üretim aşamalarında varlık gösterenler Musavvir isminin tecellisine en çok muhtaç olanlardır. Tasvir yaratmanın son aşaması olduğu gibi insan da yaratılış zincirinin son halkasıdır ve Sadrettin Konevi’ye göre cismanilik mertebelerinin sonuncusudur. Yani maddi bir cismi olanların en üst noktasındadır. Bu nedenle de tasvir ve tasavvur yeteneğini haizdir. İşte insan bu yeteneğini pek beğenip sınırlarını unuttuğunda bütün hakikati tasavvur ve tasvir edebileceğini zanneder ve bu vehim onun ayağını kaydırır. Bu hataya düşmemek için de insana edepli bir şekilde haddini bilmek düşer. Haddimiz vahyin başladığı yerdir. Bu nedenle de O’nun sözünün üstüne söz söylenmez. NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 73 PORTRE Erzurum Ulemasından Yunus Kaya Dr. Zeki KOÇAK Erzurum Ömer Nasuhi Bilmen Dini Yüksek İhtisas Merkezi Eğitim Görevlisi Erzurum’un Tortum ilçesinin Yukarı Katıklı Köyü’nde (Yukarı Ödük-Serdarlı Belediyesi) 1927 yılında dünyaya geldi Yunus Kaya Hocamız. Aslen Türkistan’ın Karaca denen mahallinden gelen bir aileye mensup olan hocamızın babası Karacaoğulları’ndan Molla Zülküf’tür. Annesi Bağbaşı (Hahu) köyünden Çalıkoğulları’ndan Ahmet Ağanın kızı Saliha Hatun’dur. Altı yaşlarında köyün meşhur hafızı Gazap Hafız’dan altı ay Kur’an dersi aldı. İlkokulu köyünde okuduktan sonra Aşur Hafız Efendi’den iki yıl Kur’an ve tecvit dersleri yanında Tortum Müftüsü Ali Efendi’nin oğlu İsmail Efendi’den rika yazısı ile Osmanlıca dersi aldı. Bu dönemde şiddetli şekilde tifo hastalığına yakalandı. Kırk gün sonra iyileşince halet-i ruhiyesinde ve duygularında büyük bir değişikliğin olduğunu hissetti. Ardından dönemin Nakşibendi tarikatı büyüklerinden Alvarlı Muhammed Lütfi Efendi’ye intisap etti. Ayrıca askere gidene kadar köyün imam-hatibi müderris, âlim ve fazıl kişi olan Hacı Yunus Efendi’den Kur’an, tecvit ve fıkıh dersleri aldı. 1946–1949 yılları arasında Gümüşhane ve Erzurum’da vatani görevini yaptı. Askerden sonra tekrar köyüne dönerek bir yıl sü- 74 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 reyle Yunus Efendi’den akait ve fıkıh derslerine devam etti. 1951 yılının ilk ayında dönemin Erzurum Müftüsü Müderris Muhammet Sadık Solakzade Efendi’den medrese usulündeki tedrisata başladı. Yedi yıl süreyle medrese sistemindeki bütün dersleri okudu. Ramazan tatilinde hocasından Farsça ve ta’lik hattıyla ilgili dersler aldı. Talebelik süresince Kurşunlu Medreselerinde kaldı. Özellikle mantık, münazara, ilmü’l-vad’, belagat, kelam, tasavvuf, usul-ü fıkıh ve feraiz ilminde derinleşti ve icazet aldı. Ayrıca bu esnada bu dersleri alt kademedeki öğrencilere de okuttu. 1957 yılının on birinci ayında Mısır’a gitmek için hazırlık yapmaya başladı. Dönemin şartlarında Mısır’a doğrudan gitme imkânı olmadığından gayet meşakkatli olan bir buçuk aylık bir yolculuk yaparak vize almak için sırasıyla İ- ran, Irak, Suriye ve Lübnan’a ulaştı. Diğer ülkelerde Mısır vizesi alamayınca en son çare olarak Beyrut konsolosluğuna başvurdu. Uzun uğraşlar sonucu vizesi onaylandı. Akabinde Mısır’a giderek Ezher idaresine müracaat etti; giderken Bağdat’a uğradığı için özel görevli olacağı ihtimaliyle Ezher’e kaydetmede tereddüt ettiler. O dönem Ezher Üniversitesinde hoca olan Konyalı Ali Zeki Efendi’nin kefaletiyle Ezher’e kabul edildi. Ali Zeki Efendi’ye “bu şahsa kefil misin?” diye sorulunca o hiç tanımadığı hâlde hiç tereddüt etmeden “tahte mes’uliyyeti ma dame hünak” (burada bulunduğu sürece benim mesuliyetimdedir) diyerek hocamızın fakülteye kaydolmasını sağlamıştır. Lise diploması olmadığı için, yönetmelik gereği Ezher Lisesi Müdürü ve dönemin âlimlerinden Şeyh Derviş’in başkanlığındaki komisyonca bir PORTRE hafta süreyle ilmî sınava tabi tutuldu. Komisyonda bütün derslerden göstermiş olduğu üstün başarı takdirle karşılanarak lise diplomasını alması için yönetmelik gereği lisenin son sınıfına kaydoldu ve üstün başarı ile lise diplomasını aldı. 1958-1959 ders yılında Ezher Üniversitesi Usuli’d-din Fakültesine başladı. Dördüncü sınıfta iken fakülte yönetimince yeni yapılan programa göre fakültede bir yıl daha okuyarak beş yılda mezun oldu. Mezuniyetten sonra iki yıl da kelam, tasavvuf ve felsefeden ihtisas yaptı. Ayrıca Türkiye’den gelen imam- hatip lisesi mezunlarının Ezher Üniversitesine kabul edilebilmesi için ilgili makamlar nezdinde girişimde bulunup muadeletlerini gerçekleştirerek Ezher’in dinî fakültelerine kaydolmalarını sağladı. Bu konuda hocası ve dönemin Ezher genel sekreteri Mahmud Hubballah’ın büyük katkıları olmuştur. O dönemde Ezher diploması ve doktorası geçersiz olduğundan doktorayı yarıda bırakarak 1965 yılında Türkiye’ye döndü. Dönemin Milli Eğitim Bakanlığı’na müracaat ederek Fransa veya Pakistan’da doktora yapmayı istediğini ve bunun hukuki durumunu yazılı olarak sordu. Milli Eğitim Bakanlığı, “Ezher Üniversitesi diploması geçersiz olduğundan yapacağınız doktoranın da herhangi bir geçerliliği olmayacaktır” cevabını verdi. Sonra aynı yıl denkliği kabul edilen Bağdat Üniversitesi Külliyetü’şşeria ve’l-Adab Fakültesi’ne kaydoldu. Ezher’den mezun olması nedeniyle bir yıl yeterli görülerek 1966 yılında bu fakülteden de mezun olarak Türkiye’ye döndü. Türkiye’ye döndükten sonra sırasıyla Uşak, Çanakkale ve Erzurum illerinde 9 yıl il müftülüğü yaptı. Erzurum müftülüğü yaptığı esnada il müftülüğü binasını inşa etti. Ayrıca önderliğinde Yukarı Katıklı Köyü’ne büyük bir cami ve medrese inşa edildi. Akabinde 1975 yılının mayıs ayında Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne intisap etti. Burada 18 yıl kelam ve tasavvuf derslerinin yanı sıra İslam felsefesi, Arapça ve mantık dersleri de okuttu. Bu derslerin haricinde emekli olduktan sonra Solakzade Camii Medresesinde ve evinde özel olarak kelam, mantık, münazara ve usul-i fıkıh dersleri de okuttu. Diğer taraftan 2000 yılında, İhtisas eğitimine başlayan Ömer Nasuhi Bilmen Dinî Yüksek İhtisas Merkezinde bir süre Kur’an-ı Kerim meali dersini okuturken zaman zaman çeşitli ilmî konularda kon- PEYGAMBER (S.A.S)’E METHİYE Hz. Hak yanında yüce kıymetin, Ne kadar methetseler kimse eremez. Fazilet babında ulvi makamın, Kitledin kapusun kimse giremez. Saçtın yeryüzüne nur-i fazilet, feranslar verdi. Bu konferansları kaset ve CD’lere kaydedilmiştir. Ayrıca hocamız bu dönemde yaz tatillerinde genelde Azerbaycan ve Nahcivan’a giderek Diyanet’in açmış olduğu Kur’an kurslarındaki talebelere ve ilahiyat lisesi öğrencilerine kitap, elbise ve para yardımlarının yanında yapılmakta olan dört camiye de maddi yardımda bulundu. Hocamız çokça talebe yetiştirmesinin yanı sıra şehrin merkez camilerinde özel gün ve gecelerde çeşitli konferanslar ve vaazlar verdi. Ayrıca üniversitede bulunduğu dönemlerde çeşitli ilmî çalışmalar da yaptı. Bu çalışmalarına ilaveten fert beyitleri bulunan hocamızın Peygamber (s.a.s.) Efendimize yazdığı methiyesi de önemlidir. Bu nedenle onu eserlerini müteakip vermeyi uygun buluyoruz. Genç yaşta ilim yolculuğuna çıkıp ömrünü Hakk’a hizmete adayan Yunus Kaya hocamız, 27 Şubat 2015 Cuma günü Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi Tortum’un Serdarlı Beldesi’ne defnedilmiştir. Merhuma Allah’tan rahmet, bütün yakınlarına ve talebelerine başsağlığı dileriz. Yunus Kaya hocamızın başlıca eserleri ise şöyledir: 1- el-İcaretü Beyne Mezahibi’s Sitte (Bağdat Üniversitesi) Aliller, zeliller, körler göremez. 2- el-Lafz ve’l-Ma’na inde Ebi Hilal el-Askeri (Bağdat Üniversitesi) Yarasa tabiatlı bazı insanlar, 3- Kelama Giriş (basıldı) Şeriat nurundan razı olamaz. 4- İlm-i Kelam (Mebde ve Meâd) (basıldı) Olmazsa şefaat Yunus kuluna Varıp cennette seni bulamaz. 5- Tasavvuf (Nefsi Arıtma ve Donatma) (basıldı) NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 75 Sonpeydamgerinfo ekibi BUNU KONUŞALIM AYSUN ÖZKAN: “Hz. Peygamberin Evrensel Nübüvvet Mesajını Bugünün Diliyle ve Çağın Araçlarıyla Kitlelere Aktaracak Yeni Çalışmalar Ortaya Koymak Gerekiyor.” Söyleşi: Dr. Lamia LEVENT Diyanet İşleri Uzmanı Aysun Hanım, son birkaç yıldır özellikle Batı medyasında Peygamber Efendimize yönelik birtakım olumsuz yayınların yer aldığını görüyoruz. Biz Müslümanlar için çok önemli bir değer olan Efendimize yönelik bu olumsuz yayınların arka planında yatan nedenler nelerdir? Yakın zamanda ve günümüzde yaşanan hadiselerin, gerek karikatür krizi gerek South Park olayı gerek Charlie Hebdo olayı ve gerekse diğer lokal gibi gözüken ancak aslında pek de münferit sayılmayacak hadiselerin arka 76 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 planını kavramak ve meseleyi vuzuha kavuşturmak için geriye dönük güçlü bir tarihsel okuma yapmak gerekmektedir. Olan biten şeyler sadece içinde bulunduğumuz dönemin bilinç kodlarıyla açıklanamaz. Geriye dönüp baktığımızda Batı kültür ve medeniyeti içerisinde uzun yüzyıllardan bu yana süregelen bir ötekileştirme politikasının bilinçli olarak sürdürüldüğünü müşahede ederiz. Gerek Dante’nin İlahi Komedyasında gerekse onu resimlendiren sanatçıların eserlerinde yer alan tasvirlerinde bu algıyı güçlendiren unsurlar yer almaktadır. İslam’dan başka hiçbir dinin ve temsilcilerinin Batı medeniyetini tehdit ettiği iddia edilmemiştir. Son dönemlerde Batı’da hızla artan İslam nüfusu da, bu tehdidin psikolojik temelini oluşturmaktadır. Batı’da Müslümanların yaşadıkları coğrafyalardaki toplumlarla oluşturduğu kültürel bütünlük arttıkça, Batı Müslümanlara yönelik yürüttüğü ötekileştirme faaliyetlerini de arttırmaktadır Peygamber Efendimiz merhamet ve rahmetin timsali bir şahsiyet olmasına rağmen, dünyada onun hakkında oluşturulan algıların bu yönde olmadığını görüyoruz. Sizce Peygamber Efendimizle ilgili oluşturulan bu yanlış algıların sebebi nedir? Kasti olarak üretilmiş olan tamamen gerçek dışı bir imaj söz konusudur tarihsel sürece ve çağdaş BUNU KONUŞALIM hadiselere baktığımızda. Bugün çeşitli sanat ve iletişim araçları kullanılarak yaratılan atmosfer de az önce betimlemeye çalıştığımız sürecin çağımızdaki uzantısından başka bir şey değildir. Müslümanları ötekileştirme faaliyetleri dün de bugün de Hz. Peygamber üzerinden yürütülmektedir. Nitekim siyasi iktidar ve hegemonya kurma amacıyla üzerine gidilecek olan toplumlara karşı böylesine bir öteki algısı her zaman temel motivasyon aracı olarak kullanılacak ve meşruiyet zemini oluşturacaktır kimi çevreler nezdinde. Mesele dinî olmaktan çok siyasi saiklerle bulandırılmıştır diyebiliriz. Oluşturulan algının ve imajın elbette Efendimiz’in tarihsel kişiliğiyle veya ilahî mesajıyla uzaktan yakından alakası yoktur. Bir Batılı için onu anlamak zaten güçtür. Yaratıcının hâkimiyetini reddedenlerin ortak bilinçaltında öncelikle “beşer peygamber”e karşı bir direnç mevcuttur. Kur’an’daki kıssalarda kendilerine beşer peygamber gönderilen inkârcı kavimlerin “Bize bir melek gönderilmeli değil miydi?” dediği anlatılır. Bu böyleyken Hz. Peygamber’in hayatın her anına örneklik teşkil eden mesajı ve tarihsel kişiliği bütünüyle deforme edilmelidir Batılı zihniyetince. O’nun varlığını mistik/ metafizik algıdan tamamıyla kurtarıp; yaşam tarzı, dünyaya bakışı ve davranışları ile model gösteren, beşerî yönünü ön plana çıkaran çalışmalara hız kazandırılmalıdır. Aksi takdirde bahsettiğimiz saiklerle kasıtlı olarak oluşturulan algıyla, Hz. Peygamber’in temsil ettiği ilahî mesaj da akamete uğrayacaktır. Sonuçta Batı’nın kodlarında bir düşman “öteki” ilan etmeden kimlik oluşturama- Sonpeygamberinfo web portallarımızda oldukça seçici ve günümüz dünyasının ihtiyaçlarını dikkate alan bir yayın politikası gözetmeye çalışıyoruz. Sadece yazılı değil, aynı zamanda audio-visual yapımlar da takipçilerimize sunuluyor. Sosyal medya üzerinden de etkin bir yayın sürdürmeye özen gösteriyoruz. ma geleneği hep vardı. Yani çarpıtma ve tahkir hep vardı, bugün ortaya çıkmadı. Tüm insanlık için kurtuluş vesilesi olacak öğretileri yaşayan ve tebliğ eden Peygamber Efendimizi biz yeterince tanıyor muyuz? Türkiye’de ve dünyada Peygamber Efendimizi tanıtmaya yönelik yapılan çalışmalar nelerdir ve bunlar yeterli midir? Yeteri kadar tanıyıp anlayabilseydik İslam âlemi olarak bugün çok farklı hususları tartışıyor olurduk. Maalesef ki yeterince tanımıyor ve anlamak için gerektiği kadar çaba sarf etmiyoruz. Bir defa her çağın belli algı düzeyi ve bilinç kodları bulunmaktadır. Tüm zamanlara hitap eden evrensel nübüvvet mesajını bugünün diliyle ve çağın araçlarıyla kitlelere aktaracak yeni çalışmalar ortaya koymak gerekiyor. Türkiye özelinde konuya bakacak olursak öncelikle dikkat çekilmesi ve titiz bir şekilde analiz edilmesi gereken konu şudur ki maalesef son yıllarda Hz. Peygamber’i “Kutlu Doğum Haftası”na sıkıştırmış durumdayız. Yılın çok kısa bir zaman diliminde neredeyse sürekli Hz. Peygamber’i anıyoruz ama geri kalan asıl büyük zaman diliminde âdeta gündem dışına itiyoruz onun siretini. Hâlbuki her anımızı ona göre tanzim etmek birer Müslüman olarak temel vazifemiz. O yüzden sadece belirli günler değil yılın her saati Hz. Peygamber’i anlamak için çaba sarf etmeliyiz. Ayrıca yürütülen faaliyetler “anma” değil “anlama” odaklı olmalıdır. Dünya genelinde ise çok samimi ve özveri ürünü çalışmalar var olmasına ve son yıllarda nicel bir artış görülmesine rağmen yeterli düzeyde ve nitelikte hamle yapıldığını söyleyemeyiz. Sizler Sonpeygamberinfo ailesi olarak Peygamber Efendimizi tanıtmaya yönelik son derece önemli işler yapıyorsunuz. Bu çalışmanın doğuş hikâyesini bizimle paylaşır mısınız? Sizi böylesi bir çalışma yapmaya sevk eden saikler nelerdi? 2000’li yıllara yukarıda da zikrettiğimiz kimi hadiselerin bütün şiddetiyle yaşandığı günlere tanıklık ederek başladık. Bilhassa karikatür krizinin ardından Hz. Peygamber’in yeni bir dille ve çağın etkin iletişim araçlarıyla tüm NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 77 BUNU KONUŞALIM dünyaya en doğru bilgiler ışığında anlatılması ihtiyacı kendini daha da belli eder hâle geldi. Bir grup sivil toplum gönüllüsü olarak Meridyen Derneği çatısı altında bir araya geldik ve söz konusu doğrultuda Hz. Peygamber’i en sağlıklı biçimde ve günümüz insanının zihin dünyasını göz önüne alarak anlatma adına girişimlerde bulunmak istedik. Meridyen Derneği gönüllülerinin destek ve teşebbüslerinin ardından ilim dünyamızın önemli isimlerinin rehberliğinde Sonpeygamberinfo Projesi ortaya çıktı. Sonpeygamberinfo olarak yaptığınız çalışmalar nelerdir? Peygamber Efendimizi çağımız insanına nasıl anlatıyorsunuz? Web portallarımızda oldukça seçici ve günümüz dünyasının ihtiyaçlarını dikkate alan bir yayın politikası gözetmeye çalışıyoruz. Sadece yazılı değil, aynı zamanda audio-visual yapımlar da takipçilerimize sunuluyor. Sosyal medya üzerinden de etkin bir yayın sürdürmeye özen gösteriyoruz. Sonpeygamberinfo çalışması öncelikle Türkçe’nin yanında İngilizce, Almanca ve Rusça başta olmak üzere farklı dillerde yayın yapan bir internet platformu olarak ortaya çıktı ancak kısa zamanda internet yayıncılığının sınırlarını aşan faaliyetlerle çok yönlü bir projeye dönüştü. Özellikle akademik sahada çalışmalarımız oldu. Ülkemiz üniversitelerinde bu alanlarda yapılan araştırmaları desteklemek, nitelikli eserleri taltif etmek ve yenilerini teşvik etmek amaçlarıyla ihdas ettiğimiz Hadis ve Siret Araştırma Ödülleri’nden bahsetmek isterim öncelikle. Periyodik olarak düzenlediğimiz 78 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 yarışmanın bu yıl altıncısı gerçekleştiriliyor. Makale, yüksek lisans ve doktora olmak üzere üç ayrı kategoride araştırmalar seçkin bir jüri heyeti tarafından değerlendiriliyor. Doktora ödülümüz bu dönem 8.000 TL, yüksek lisans ve makale ödüllerimiz ise 5.000’er TL olarak belirlendi. Ayrıca ömrünü bu alanlardaki çalışmalara vakfetmiş kimselere şükran duygularını dile getirmek üzere Hadis ve Sirete Hizmet Onur Ödülü veriliyor aynı kapsamda. Onur ödülünün sahibi Sonpeygamberinfo okurlarının oylarıyla belirlenmektedir. Sonpeygamberinfo’nun 2009 yılından itibaren düzenli olarak gerçekleştirdiği, bu yıl “Türkiye’de Tüm Yönleri İle Siyer Çalışmaları Sempozyumu” ile nihayete erecek siret projelerinden biri de “Siyer Atölyesi” idi. Siyer Atölyesi’nin öncelikli amacı gerek Türkiye’de gerekse dünyada tür ve nicelik olarak hızla artan siyer literatürünü değerlendirmek ve bu sahanın günümüzdeki ihtiyaçlarına dikkat çekmek suretiyle, Türkiye ve dünyadaki siyer çalışmalarına katkıda bulunmak ve yeni siyer çalışmalarına yön vermek olarak belirlenmişti. Ayrıca yakın zamanda ortaokul ve liselerde seçmeli olarak okutulmaya başlanan Hz. Muhammed’in Hayatı dersleri için matbu ve online destek materyalleri hazırladık. Tüm Türkiye’de eğitim gören öğrencilere yönelik ücretsiz olarak sunuluyor çalışmalar. Yirmi binden fazla basılı kitap dağıtımımız oldu ilgili destek projesi kapsamında. Gözbebeğimiz sayılan bir diğer çalışmamız ise çocuk sayfamızdır. Büyük bir özenle ve pedagojik dikkatle hazırlanmış olan Sonpeygamberinfo Çocuk Sayfası tamamıyla özgün ve sürekli güncellenen içeriğiyle her geçen gün minik ziyaretçilerinin sayısını artırıyor. Yürüttüğümüz önemli projelerden biri de Online Hadis Platformu. Platform internet üzerinden katılımcılara yetkin bir ilahiyatçı rehberliğinde hadis alanında ilmî alt yapı sağlayan bir bilgi paylaşım programıdır. Ücretsiz hizmet veren platformun amacı katılımcıların ilahiyat fakültesi mezunları düzeyinde hadis bilgisine sahip olmalarını sağlamak. Platform oturumları internet üzerinden gerçekleştirildiği için dünyanın her yerinden iştirak edebilmek mümkün. Bundan sonraki süreçte yapmayı planladığınız çalışmalar var mı? Müslümanlar olarak bizim Efendimize karşı ödevlerimiz nelerdir? Şu an Meridyen Derneği ve Sonpeygamberinfo ekibi olarak 9-12 Nisan 2015 tarihlerinde gerçekleştireceğimiz uluslararası “Türkiye’de Tüm Yönleriyle Siyer Çalışmaları Sempozyumu”na odaklanmış durumdayız. 2017 yılında bu sempozyumu tematik olarak tüm dünyada yapılan siyer çalışmalarını kapsayacak şekilde genişletme gibi bir düşüncemiz var. Ayrıca hadis ve siret konularına mahsus bir akademik dergi yayınlamak üzere çalışmalara başlamış bulunmaktayız. Bunların dışında Sonpeygamberinfo’nun Fransızca ve İspanyolca gibi dünyada çokça konuşulan başka dillerde de yayın yapmasına yönelik girişimlerimiz var. Son olayların ardından Fransızca site hazırlığına hız vermiş durumdayız. KİTAPLIK Fahr-i Kâinat Efendimiz A. Ragıp Akyavaş Dr. Mehmet Nur AKDOĞAN Din İşleri Yüksek Kurulu Uzman Yrd. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayatının, İslam toplumu için ifade ettiği anlam ve değerin yüceliği tartışılmaz bir gerçektir. Tarih boyunca pek çok müellif, onun (s.a.s.) hem insanlığa tanıtılması hem de yaşantısının doğru anlaşılmasını sağlamak amacıyla, eserler telif etmiştir. Bu gayeye matuf olmak üzere A. Ragıp Akyavaş da “Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Hayatı” adlı eserini bu amaçla kaleme almıştır. Akyavaş, ilk tahsilini Şam’da tamamladıktan sonra İstanbul ve Şam’daki çeşitli askerî okullarda eğitim görmüş, 1912 yılında mülazım (teğmen) rütbesiyle orduya katılmıştır. Osmanlı Devleti’nin son beş Sadrazam’ına yaverlik görevlerinde bulunmuş, aynı zamanda dönemin önemli hocalarından dinî ilimlere dair dersler almıştır. NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 79 KİTAPLIK Sünnet ve Hadislerin Anlaşılması ve Yorumlanması Hususunda Metodoloji Sorunu Akyavaş; Türk ve İslam tarihi üzerine uzun yıllar araştırmalar yapmış, bu vesileyle de Orta Doğu’nun pek çok yerini gezmiş, Mekke, Medine ve Kudüs gibi İslam tarihi için önemli merkezlerde bulunmuştur. A. Ragıp Akyavaş; Arapça, Türkçe ve Fransızca gibi farklı dillerde yazılmış kaynakları esas alarak hazırladığı eserini neşredemeden 1969 yılında vefat edince kitap, refikası tarafından bir yıl sonra “Hz. Muhammed’in Hayatı” adıyla tek cilt olarak neşredilmiştir. Ardından, Akyavaş’ın gazete yazıları ve Ankara Radyosu’nda “Dinî-Ahlaki Musahabeler” adlı programından derlenen sohbetlerinin ilave edilmesiyle eser iki cilt hâline getirilmiştir. Eserin birinci cildinde, Hz. Peygamber’in çektiği zorluklar, mücadelesi, Mekke ve Medine dönemleri ele alınmıştır. Ayrıca aynı ciltte Kur’an-ı Kerim’in tarihi hakkında kıymetli bilgiler bulmak mümkündür. Kur’an’ın tanımı ile başlayan bu bölümde, vahiy, Kur’an’ın ezberlenmesi, Kur’an’ın yazımında kullanılan malzemeler, Kur’an’ın cemi, tertibi ve çoğaltılması konularına muhtasar bir biçimde yer verilmiştir. Birinci cildin son bölümü olan “İslamiyet İnsaniyettir” ana başlığı altında A. Ragıp Akyavaş’ın gazete yazılarına ve Ankara Radyosu’nda yaptığı dinî-ahlaki sohbetlerine yer verilmiştir. Bu sohbetlerde ferdî ve içtimai hayatta Müslümanın sahip olması ge- 80 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015 reken hususiyetler kısa ve özlü bir şekilde ifade edilmiştir. Eserin birinci cildinin devamı niteliğinde olan ikinci ciltte inanç, ibadet ve ahlaka dair pek çok konu ele alınmıştır. Bu konular, okuyucuyu sıkmayacak ve okuyucunun kitapla bağını sıkı tutacak bir üslup ile muhtasar tarzda işlenmiştir. Ayrıca bu ciltte Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali gibi sahabenin önde gelen isimlerinin hayatlarından kesitler, menkıbeler, şahsiyetlerine dair bilgiler sunulmuştur. İkinci cildin son bölümü “Okuyucu Mektupları”na ayrılmıştır. Bu mektuplar çoğunlukla dinî konularda bilgi edinmek isteyen okuyucular tarafından 1964-1969 yılları arasında Akyavaş’a yöneltilen sorular ve onun bu sorulara verdiği yanıtlardan ibarettir. Eserin, Arapça ve Osmanlıca pek çok kelimeyi ihtiva etmesi yönüyle, yazıldığı dönemin dilsel özelliklerini yansıttığı söylenebilir. Eserde, çoğu zaman anlatılan konuyla ilgili şiirlerin nakledilmiş olması ve betimlemelere yer verilmesinin yanı sıra akıcı bir üslubun da hâkim olduğu gözlemlenmektedir. Eser, 2014 yılında Türkiye Diyanet Vakfı tarafından “Fahr-i Kâinat Efendimiz” adıyla iki cilt hâlinde neşredilmiştir. (A. Ragıp Akyavaş, Fahr-i Kâinat Efendimiz, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2014.) Prof. Dr. Mehmet Görmez OTTO Yayınları Ankara, 2014 Hadis İlminin Temel Meseleleri Prof. Dr. Mehmet Görmez OTTO Yayınları Ankara, 2014 Kalbin Erbaini Prof. Dr. Mehmet Görmez OTTO Yayınları Ankara, 2014 Gazâlî’de Sünnet, Hadis ve Yorum Prof. Dr. Mehmet Görmez OTTO Yayınları Ankara, 2014 Kur’an-ı Kerim Ayet-i Kerimelerinin Nurları Huzurunda HATUN Musa Carullah Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Mehmet Görmez OTTO Yayınları Ankara, 2014 Yenİ Yayınlarımız Sûretu’l-Halâs fî Tefsîri Sûreti’l-İhlâs Taşköprîzade Ahmed Efendi Yurt içinde Diyanet Yayınları satış yerlerinden, yurt dışında Müşavirlik ve Ataşeliklerimizden temin edebilirsiniz. ww.diyanet.gov.tr Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır. (Hucurat, 49/13.) FİYATI: 5TL