Maria Todorova’nın Çözümlemesinde Balkanlara, Türklere ve Batılılara Kavramsal, Siyasal ve Kültürel Yaklaşım Maria Todorova’nın çözümlemesinde Balkanlar’a yönelik olarak objektivist gerçekçi bir imgelemeyle yaklaşıldığını belirtmek mümkündür. Balkan uluslarının dahi Balkan süjesine karşı önyargılı yaklaşımlarının söz konusu olabildiği çerçevede, yazarın bu perspektiften karşılaştırmalı betimsel bir analizden kaçınmış olması önemlidir. Zira Türkçe ve Bulgarca dışındaki diğer Balkan dillerinde Balkan sözcüğünün gerçek anlamının dışında “aşağılayıcı” anlamlarda da kullanıldığını belirtmek gerekir. Balkanlar’da mevcut olan etnik bağlamdaki iç içe geçmişliğin bölge istikrarını önemli ölçüde bozduğuna atıfta bulunulmakla birlikte, Osmanlı Devleti’nin hâkimiyet kurduğu dönemden 19. yüzyıla kadar hâlihazırdaki hoşgörü sisteminin mevcut olduğu vurgulanmaktadır. Bu istikrar sürecinin Balkan uluslarının ayrılıkçı hareketleriyle çıkmaza sürüklendiğini belirten Todorova, bunun da arkasında Batı’nın bulunduğuna göndermede bulunmaktadır. Balkanlar’da en uzun süreli siyasal birlikteliği kuran Osmanlı’nın bölge genelinden tasfiye edilmesiyle yaşanan ayrışma dönemi, Balkan Savaşları’yla ve 1993’te Yugoslavya’nın parçalanma süreciyle tanık olunan hadiseler uluslararası ilişkiler literatürüne “balkanlaşma” deyiminin girmesine neden olmuştur. Bütün bunların gerçekleştiği dönemlerde karşılaşılan insanlık dışı durumlar ise, Balkanlar’a yönelik başta Avrupa olmak üzere uluslararası mahiyette olumsuz bir yaklaşıma ön ayak olmuştur. Ne var ki, Todorova özellikle Batılıların balkanlaşma deyimini “barbarlık, ilkellik ve gericilik” anlamlarında kullanmasını sorgulamaya açmaktadır. Avrupalıların perspektifinden Balkanlar’a bakış açısı ise genel bir deyim olarak kullanılan “öteki” kavramıyla ifade edilmektedir. Batılılar için bir ötekinin yaratılmaması kendi içindeki ayrışmalara neden olmakla birlikte, Şark coğrafik anlamından kullanılmaktan çıkmıştır. Farklı bir deyişle, söz konusu kavram doğu ile batıyı ayırt etmek yerine, uygar ile barbarı ayırt eder hale getirildiği çözümlemede vurgulanmaktadır. Bu bağlamda, bazı aydınlarca ortaya atılan Oryantalizm kavramının içeriğine Balkanizm söyleminin de yerleştirilmesi eleştiriye neden olmaktadır. Todorova’ya göre; Balkanizm, oryantalizmin bir uzantısı olarak değil, ayrı bir olgu olarak ele alınmalıdır Avrupalıların Balkanlar’ı Batı medeniyetinin hüküm sürdüğü sahanın dışında bırakmasının farklı nedenleri bulunmaktadır. Başlangıç itibariyle dinsel boyutla şekillenen bu durum, bir sonraki aşamada “barbarlık” kavramıyla yeni haline kavuşmaktadır. Ancak, asıl neden Rönesans’la başlayan Avrupa Aydınlanması’nın Batı üzerinde yarattığı üstünlük kompleksidir. Balkan uluslarının genel anlamda Ortodoksluğa mensubiyeti, arka planda yaşanan Katolik-Ortodoks çekişmesinin bir sonucu olarak, Batı medeniyetinden dışlanmalarının nedeni olmaktadır. Batılılar için Balkanlar, Doğu’nun Batı’sıdır. Buradan hareketle, Avrupa’nın içsel dinamiklerine dâhil olmaktan soyutlanmış bir Balkan imgelemesiyle karşılaşmak mümkündür. Batılılar için Doğu’nun Doğu, Batı’nın da Batı olduğu, bunların birbirleriyle karışmasının imkânsızlığına çözümlemede üstü kapalı olarak yer verilmektedir. Yazara göre, Balkanlar coğrafik anlamda Avrupa’dadır ve birkaç yüzyıl onun periferisi ve taşrası olmuştur. Bu durumun bazı aydınlarca kabul edildiğine değinen Todorova, dolaylı olarak Balkanlar ile Avrupa’nın bir su kabı içindeki suyla zeytinyağı arasındaki ilişki korelâsyonuna tabi 1 olduklarına göndermede bulunmaktadır. Balkanlar’ın Avrupa’ya aidiyetini dışlayan yaklaşımlarda bu mahrumiyetin temeli geniş bir tarihsel arka plana dayandırılmak istendiği dikkati çekmektedir. Her ne kadar Balkanlar, Batı’nın içindeki Doğu olarak nitelense de “Doğu” kavramının sosyal psikoloji üzerindeki farklı algılama tarzlarına rastlamak kuvvetle muhtemeldir. Todorova söz konusu kavrama ilişkin tasavvur farklılıklarına yer verirken kavramın ilişkisel bir terim olduğunu belirtmek amacıyla değişik bir rota izlemektedir. Doğu’nun gözlem noktasına göre değişkenlik arz edebildiğini belirten Todorova, Batı Almanya’daki şahıs için Doğu Almanya’daki şahsın doğulu olduğunu, Doğu Almanyalılar için Polonyalıların doğulu olduğunu, Polonyalılar içinse Rusların doğulu olduğuna değinmektedir. Söz konusu durum Balkanlar boyutuna indirgendiğinde ise farklı bir tabloyla karşılaşmak mümkündür. Sırbistan coğrafik bağlamda Bosna-Hersek’ten doğuda olmasına rağmen, bir Sırp için Boşnak şahıs doğuludur. Ancak, genel olarak Balkan ulusları açısından doğulu olan asıl unsur, Türklerdir. Ne var ki, Türkler içinse doğulu olan grup Araplardır, çünkü Batı’yla olan çok boyutlu ilişkilerinden dolayı kendilerini farklı bir tabloda değerlendirmektedirler. Ancak, yeri gelmişken değinilmesi gereken noktalardan biri de, Avrupalıların Türklerin Batı medeniyetine ait olmadığını vurgulamak istercesine “altında şalvar, üstünde kravat” bulunan bir millet olduğunun trajikomik bir şekilde ima edilmek istenmesidir. Todorova’ya göre; modern dünyada insan haklarının hararetli savunucusu olan Batı’nın barbarlık kavramsallaştırmasında Balkan halklarından daha ileri bir düzeyde bulunmaktadır. Balkanlar’da insanlar 500 sene önce yaşanmış olaylardan ötürü yaşamlarını yitirirken, Avrupa’da ise 2000 yıl önce yaşanmış olayların neticesinde aynı gerçeğe tanık olunmaktadır. Ayrıca, Avrupa devletlerinin sonu gelmez genişleme arzularının sonucu olarak yaşanan iki dünya savaşını unutan Batı’nın bugün Balkanlar’a insan hakları hususunda öğütlerde bulunulması yazar tarafından ironik bir durum olarak nitelendirilmekte ve Bosna’da 200.000 insanın öldürülmesini vahşet olarak değerlendiren Batı’nın Vietnam’da ölen 3 milyon sivilin nasıl değerlendirmesini gerektiğini sorgulamaya açmaktadır. Ayrıca, ırkçılık kavramını Balkanlar’a mal etmeye çalışan Avrupa’nın bu girişimini eleştiren Todorova, modern anlamdaki ırkçılığın ilk kez 16. yüzyıl İspanya’sında ortaysa çıktığını belirtmekte, Aydınlanma Dönemi’nin sonunda temellendiğini ve 19. yüzyılda ise Avrupa’nın ayrılmaz bir parçası haline geldiğini ifade etmektedir. Kısacası Todorova, Batı’nın Balkanlar imgesine yönelik yaklaşımında genel bir üstünlük havasının ve yukarıdan bir bakışın hâkim olduğuna dikkati çekmektedir. Batılıların salt Balkanlar konusunda değil, dünyayı algılama tarzlarının “ben ve diğerleri” şeklinde biçimlendirildiğinin altı çizilmektedir. Günümüz Avrupa medeniyetinin oluşturulurken 1500’lü yılların esas alındığı ve Katolikliğin temel parametrelerden biri olduğu realitesine işaret edilmektedir. Bu savı güçlendiren temel noktalardan biri ise, Soğuk Savaş döneminin ötekisi olan Doğu bloğunun içerisinde yer alan Avrupalı Katolik ülkelerin Avrupa’daki yeni yapıya entegre edilme girişimleridir. Dışlanmak istenenin ise Slav-Ortodoks grupların olduğunu belirten Todorova, bu gruba Slav sözcüğünün eklenmesini ise Ortodoks Yunanistan’ın bu grubun dışında tutulmak istenmesine bağlamaktadır. Zira, Slav-Ortodoks ülkelerin entegrasyon sürecinin çok ağır işlemesi, bu yaklaşıma işlerlik sağlamaktadır. Todorova’nın analizinde Türk imgelemesine ilişkin kültürel bağlamda göze çarpan en önemli husus günümüz Balkanlar’ının Osmanlı mirası olduğunun belirtilmesidir. Batı’da daha önce yapılmış çözümlemelerin aksine Todorova, Türklere ilişkin önyargısız, objektif bir 2 yaklaşımla değerlendirmede bulunmaktadır. Todorova, Osmanlı algılanışında Avrupa bazında 17. yüzyıldan itibaren Fransa’nın öncülük ettiği bir farklılıktan bahsetmektedir. Osmanlı’nın toplum yapısında aristokrat bir yapının bulunmamasının, bu ülkeyi belirli bir yönde etkilediği ve daha sonraki yıllarda yaşanacak olan ihtilal sürecine dolaylı etkide bulunduğu sonucuna ulaşılabilmektedir. 1700’lü yıllarda Balkanlar’ı keşfetmek isteyen bir gezginin Avrupa Hıristiyanlarının Müslümanlardan daha hırsız olduğunu belirtmesi hayli dikkat çekicidir. Ancak, bu yüzyılda Balkanlar’ın keşfine çıkan gezginlerin, Osmanlı hâkimiyetindeki bu bölgeye Hıristiyanlık önyargısı içinde yaklaştıklarının altı çizilmektedir. Ne var ki, Osmanlı Devleti’nin farklı din gruplarını bir arada bulundurması, devlet yapısındaki düzen ve asayiş, hoşgörü temelinde şekillenmiş bir sistemin varlığı 17. yüzyıl gezginlerini pozitif yönde etkilemiştir. Bununla birlikte, söz konusu yaklaşımlarda Aydınlanma Dönemi sonrasında belirgin bir sapmanın olduğuna atıfta bulunulmaktadır. Bu dönemde Avrupalılar, Osmanlı Devleti’nde despot bir yönetimin yanı sıra, İslam dinindeki hoşgörü motifinin bir yana bırakılarak, taassuba dayalı bir din anlayışının hâkim olduğu noktasında hemfikirdirler. Ancak, Todorova her ne olursa olsun, Osmanlı devlet yönetim sisteminin gayrimüslim unsurları bir tarafa ittiğini, dinsel bir hiyerarşik durumun mevcut bulunduğunu savunmaktadır. Batı’nın siyasi ve ekonomik anlamda büyük bir güç haline gelmesi, Balkanlar’a ilişkin ilgiyi artırmışken, bölge halklarının ayrılıkçı hareketlerinin teşvik edilerek Osmanlı’nın zayıflatılmaya çalışıldığı belirtilmektedir Ayrıca, Osmanlı topraklarında misyonerlik faaliyetlerinin artışa geçtiğinin de altı çizilmektedir. Türklerin Balkan Birliği’ni sağlamaya yönelik somut adımlar attığını belirten Todorova, Osmanlı Devleti’nin aynı zamanda bölgede en uzun süreli siyasal birlikteliğin oluşturulmasının mimarı olduğunu vurgulamaktadır. Sonuç olarak, Todorova’nın çözümlemesinde Balkanlar’ın Osmanlı’nın kültürel izlerini taşımakta olduğu belirtilmektedir. Balkanlar’ın Batılılar tarafından dışlandığına ve Batı’nın içindeki doğulu olduğuna gönderme yapmaktadır. Balkanlar’da yaşanan olumsuz gelişmeleri milliyetçilik temeline dayandıran Todorova, milliyetçiliğin ayrışmayı artıran bir vektör olduğunu savunmaktadır. Balkan uluslarının milliyetçilik hususunda Avrupa’yı örnek alarak ulus devletlerinin oluşum basamaklarını gerçekleştirme çabalarını, bu medeniyete ait olduklarını savunmalarının gerekçesi olarak görmelerini ise ironi olarak nitelendiriyor. Todorova, milliyetçiliği Batılı olmanın temeli olarak niteleyenlere şu çelişkiye atıfta bulunmakta: Selanik’te posta vapurunun içinde dinamitler saklayan Bulgar komitacı, Avrupa medeniyetinin temsilcisiyken, Makedonya’da reformları uygulamaya koymaya çalışan Hilmi Paşa böyle bir nitelikten yoksundur. Avrupa’nın yalnız ırkçılığı değil, ırkçılık karşıtlığını da, salt kadın düşmanlığını değil, feminizmi de, yalnız anti-Semitizmi değil o akımın eleştirisini de ürettiğine dikkat çeken Todorova, Balkanizm akımının karşısına, tamamlayıcı ve soylulaştırıcı bir “anti”nin çıkarılmamasının eksiklik olduğunu vurgulamaktadır. 3