Document

advertisement
İRAN: ESKİ DOST YENİ DÜŞMAN
Prof. Dr. Tayyar ARI
11 Eylül sonrası değişen Amerikan politikasının temel hedeflerinden biri haline gelen
İran’a karşı Washington’un sertleşen tutumu yeniden askeri operasyon tartışmasını gündeme
getirmiştir. ABD, Irak için öne sürdüğü argümanların neredeyse aynısını şimdi İran’a karşı
ileri sürerek bu ülkeyi izole etmeyi, dış dünya ile bağlantısını kesmeyi ve uygun yöntemleri
devreye sokarak rejimi devirmeyi ve yerine kendi öngördüğü hükümet biçimini getirmeyi
planlamaktadır. Washington’un İran için de öne sürdüğü temel argümanlar, kitle imha
silahlarına sahip olmaya çalıştığı, teröre destek verdiği ve demokratik olmadığı iddialarına
dayanmaktadır. 2003’te başlayan 2004’te biraz daha netleşen fakat özellikle Bush’un yeniden
seçilmesi üzerine hızlanan İran üzerindeki Amerikan baskılarına özellikle Rusya ve Çin’in
yanı sıra belli başlı Avrupa ülkelerinin de muhalefeti söz konusudur.
I
İran ile ABD arasındaki ilişkiler kesintili bir şekilde 1950’lerin başından beri devam
etmekle beraber*, ilişkilerin gelişmesi esas itibariyle 1971’de başlamış ve iki ayaklı politikada
İran’a ayrı bir önem verilmişti. Çünkü Sovyetler Birliği’nin olası saldırısına karşı güçlü bir
İran, bu devleti, bir süre için de olsa, engelleyerek tampon işlevi görebilirdi. Ayrıca Şah iç
veya dış tehditler karşısında bölge devletlerine yardım edebilirdi. Dolayısıyla, Batı için
yaşamsal öneme sahip olan Körfez bölgesinin güvenliğini sağlamada İran’ın ayrıcalıklı bir
yeri vardı ve bu nedenle ABD, İngiltere’nin çekilmesiyle birlikte bölgede ortaya çıkan
güvenlik sorununu İran’a yapılacak askerî ve ekonomik yardımlarla çözümlemeyi
amaçlıyordu.
1972’de Moskova zirvesinden dönerken Tahran’a uğrayan Başkan Nixon, Şah’a istediği
silâhları alabilmesi konusunda sınırsız bir imkân sağlanacağını ve her türlü konvansiyonel
silâhın verileceğini açıklıyordu. Bu açıklamadan bir yıl sonra ortaya çıkan enerji krizinin
ABD-İran ilişkilerinde çok yönlü etkileri olmuştur. İran, petrol gelirlerinin büyük ölçüde
artmasıyla birlikte, ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerden silâh alımını hızlandırmıştı.
ABD’nin İran’a yönelik silâh satışı 1950’den 1971’e kadarki yirmi yıllık dönemde 1.2 milyar
dolar dolaylarında gerçekleşirken, 1971-76 dönemi için bu rakamın 12 milyar dolara ulaştığı
görülmektedir. Böylece İran, ABD’nin dünya genelindeki silâh satışı göz önünde
bulundurulduğunda ilk sıraya yerleşmişti. Bu doğrultuda çok sayıda Amerikalı askerî ve sivil
uzman ve danışman İran’a gelmeye başlamıştı. 1975’te İran’da bulunan Amerikalı askerî
danışmanların 5,000’i geçtiği belirtilirken, 1977’ye gelindiğinde İran ve Suudi Arabistan’da
bulunan toplam Amerikalı askerî ve sivil uzmanların sayısı 80,000’e ulaşmıştı. İran
Devrimi’nin hemen öncesinde bu iki devletteki Amerikalı uzman ve danışmanların toplam
sayısı 150,000’i bulmuştur.
Diğer taraftan, İran, Körfez bölgesinde güvenliği sağlama yönünde üstlendiği rolü gayet iyi
yerine getirmekteydi. Nitekim İran, bir taraftan Dofar ayaklanmasının bastırılmasında
Umman’a yardım ederken, diğer taraftan Irak’taki Sovyet yanlısı Baas rejimini yıkmak için
Kürtlerin ayaklanmasını destekliyordu.
*
Rusya ve İngiltere’nin 1908 yılında Meclis ile Şah arasındaki sorunlarda Şah’ın yanında yer alması üzerine Meclisin Morgon
Shuster adında bir Amerikalı bankeri İran’ın genel hazine sorumlusu olarak ataması, İran’ın o tarihler itibariyle ABD’ye
bakışını göstermektedir. Shuster, Rusya ve İngiltere’nin İran’ı vergi, imtiyaz ve kapitülasyonlarla yağmalama politikasını
açığa çıkarmaya çalışmıştır. 1911 yılında İran'ı işgal eden İngilizler ve Ruslar, Amerikalı mali danışmanı ülkeden
çıkarmamaları halinde Tahran'ı işgal edeceği yolunda İran hükümetine birer ültimatom vermişlerdir.
Şah, 1973-76 döneminde, Dofar ayaklanmasının bastırılması için Sultan Kabus’la
anlaşarak bu ülkeye 3,000 dolayında asker göndermişti. 1975’te İran ile Umman, Körfez’de
ortak tatbikatlar yapmak üzere askerî işbirliğini geliştirdiler. Öte yandan, Dofar ayaklanması
sırasında Umman’a ABD, Pakistan, İngiltere ve Ürdün’ün yardımları söz konusu olurken,
ayaklanma Sovyetler Birliği, Irak ve Güney Yemen tarafından desteklenmekteydi.
İran Devrimi sonrası Şah rejiminin devrilmesi ile birlikte Amerika’nın İran’daki varlığı da
sona ermişti. Bu, ABD için hem stratejik, hem politik, hem de ekonomik bir kayıptı.
Amerikan öncülüğündeki Batı çıkarlarının İran’daki etkisinin Devrim ile birlikte tersine
dönmesiyle ortaya çıkan son durumda, gerek bölgede gerekse uluslararası sistemde güç
dengesi Sovyetler lehine bozulmuş oluyordu. Zira İran’ın kaybı ABD için jeopolitik anlamda
Sovyetler Birliği’ndeki gelişmeleri yakından takip etme olanağının yitirilmesi anlamına da
gelmekteydi.
Nitekim, 1979’da İran Devrimi ve Afganistan’ın işgali bölgedeki güvenlik sorunlarını bir
anda arttırmıştır. ABD, Şah’ın düşmesiyle beraber istihbarat amaçlı çok sayıda üs ve tesisten
mahrum kalmıştı. Yeni üslere gereksinim duyan ABD bunu Umman, Bahreyn ve BAE’nden
sağladığı yeni üs ve liman kolaylıkları ile telafi etmeye çalışmıştı. Ayrıca Şah’ın düşmesi
üzerine, Mısır da, ABD’ye Ras Banas’da iki yeni hava üssü ile Kızıl denizin kıyısında bir
deniz üssü daha tahsis etti. İran, Sovyet tehdidini önlemeye yönelik bir müttefik olmasının
sona erdiği yetmemiş gibi, Amerikan karşıtı politikaları dolayısıyla, bu defa bizzat kendisi
ABD açısından yeni bir tehdit haline gelmişti. İran aslında yalnız ABD için değil, aynı
zamanda tüm bölge ülkeleri için de bir tehdit oluşturmaktaydı. Bu durum, bölge ülkelerinin
ABD ile askerî-siyasi dayanışmayı artırmalarını zorunlu hale getirmiştir.
Tüm bu gelişmeler olurken, 1990’ların başında meydana gelen iki gelişme pek çok şeyi
değiştirmiştir: Sovyetlerin dağılması ve Irak’ın Kuveyt’i işgali. Bu gelişmeler ABD’nin
bölgedeki askerî varlığının daha da artmasına yol açmıştır. ABD, Kuveyt’in işgaliyle başlayan
süreç sonunda Suudi Arabistan, BAE, Umman, Kuveyt, Bahreyn ve Katar ile yeni üs ve liman
kolaylıklarını içeren anlaşmalar imzalayarak bölgenin olanaklarından daha geniş biçimde
yararlanma noktasına gelmiştir.
ABD’nin 1979’da İran’ın fonlarını dondurması ve 1980’de* diplomatik ilişkilerin
kesilmesiyle iki ülke arasında gerginleşen ilişkiler, Körfez Krizi sonrasında başlatılan ve
Clinton yönetimi tarafından formüle edilen “çifte çevreleme” (dual containment) politikası ve
bunun bir uzantısı olan, Clinton yönetiminin 1995’te önerdiği İran ve Libya’ya ticaret yasağı
koyan (ILSA) yasa ve İran’a ekonomik yaptırımlar uygulanmasını öngören 1996’daki
De’Amato yasası ile devam etmiştir.
ABD ile İran arasındaki ilişkilerin gergin bir şekilde devam etmesi, İran’ın nükleer
silâhlara sahip olmaya çalıştığı, Körfez’e yönelik tehdit oluşturduğu, bölgeye yönelik rejim
ihracı politikası güttüğü, Orta Doğu barış sürecini engellemeye çalıştığı, Lübnan’daki İslâmi
Cihad ve Hizbullah gibi örgütleri desteklediği, uluslararası terörizme ve terörist örgütlere
destek sağladığı, ülke içinde otoriter bir yönetim biçimini sürdürdüğü ve ülke dışındaki rejim
muhaliflerinin hayatları için tehdit oluşturduğu şeklindeki ABD iddialarına dayanmaktaydı.
Nitekim, ABD 1984’te İran’ı uluslararası terörizmi destekleyen devletler listesine almıştı.
Sonuçta, yukarıda ortaya konanların Amerikan politikasının arkasındaki gerçekleri yansıtıp
yansıtmadığı tartışma konusu olmuştur. İran yönetimine göre ise ABD, İran’ı Körfez’deki
*
4 Kasım 1979’da başlayan ve 444 gün süren Rehineler Krizi dolayısıyla ABD 7 Nisan 1980’de İran’la diplomatik ilişkilerini
kestiğini açıklamıştı.
hegemonyası önünde bir engel olarak görmekte; ayrıca İran, Amerikan yönetimlerinin Yahudi
lobisinin telkinleriyle hareket ettiğini düşünmektedir.
Ambargonun İran ekonomisi üzerindeki etkilerine gelince, aslında bu durumun ABD
açısından da olumsuz bir gelişme olduğunu söylemek mümkün. Amerikan sermayesinin
İran’a girememesi ve bu ülkenin ABD dışındaki Batı sermayesiyle içice olması Washington
yönetimini rahatsız etmektedir. Dolayısıyla ambargonun aynı zamanda Amerika’nın ticari
çıkarlarına, ABD şirketlerine ve dolayısıyla ABD’nin kredibilitesine de zarar verdiğini iddia
etmek mümkündür. Ayrıca İran’da altyapı yatırımlarının, elektrik santrallerinin bakım ve
onarım işlemlerinin, yeni liman ve havaalanları ile demiryolu ve otoyol inşaatlarının
sürdüğüne, telekomünikasyon hatlarının köylere kadar uzatıldığına, silâh sanayisinde kendine
yeterlilik anlamında gelişmeler olduğuna, eğitim, bilim ve sağlık alanında uluslararası
standartları yakalama yolunda ilerlemelerin yaşandığına dikkat çekmekte yarar var. IMF,
Dünya Bankası ve BM Kalkınma Programı (UNDP) verileri de bunu desteklemektedir.
Bununla beraber şüphesiz, ambargonun İran ekonomisine olumsuz etkileri de olmuştur ve
olmaya da devam etmektedir. Petrol alıcısı ülkelerle örneğin Çin, Fransa, Japonya, İtalya,
Portekiz ve İspanya ile yapılan kontratların ancak belli iskontolar sağlanarak gerçekleşmesi,
petrol çıkarma işlemlerinde kullanılan ve daha önce ABD’den alınan makine ve teçhizatların
üçüncü ülkelerden daha pahalıya temin edilmesinin getirdiği maliyet yükü, dışarıdan silâh
alımlarının düşmesi, IMF başta olmak üzere uluslararası finans kurumlarının İran’a borç
verme konusunda artık çekingen davranmaları ve bu bağlamda İran’ın daha kötü koşullarla
borçlanmasına yol açması gibi örnekleri çoğaltmak mümkün. Örneğin 1996’da Conoca ile
yapılan kontratın (Basra Körfezi’nde petrol çıkarılması için) Amerikan yönetimince
engellenmesi üzerine devreye Fransız Total şirketi girmişse de, Fransızlarla yapılan kontratın
İran’ı tatmin edecek ölçülerde gerçekleşmediğine, ayrıca, Azerbaycan’ın konsorsiyumdaki
kendi payının yüzde 5’ini İran’a verme girişiminin ABD baskısıyla engellendiğine dikkat
çekmekte yarar var.
Dolayısıyla 1995’te ILSA ile başlatılan ve 1996’da De’Amato yasasıyla boyutları
genişletilen ambargonun İran ekonomisi üzerinde olumsuz etkileri olmadığını ifade etmek
elbette mümkün olmamakla beraber, ambargonun yaklaşık on yıllık etkilerine bakıldığında
kamuoyu desteğinin azalmasına ve muhalefetin genişlemesine yol açmasına rağmen rejimi
çökertecek boyutlarda bir etki doğurmadığı da bir gerçektir. Şüphesiz bu konuda rejimin
uyguladığı baskı yöntemleriyle olası muhalefet hareketlerini önlemeye çalışması da etkili
olmuştur. Örneğin 2003 Mayısında söz konusu olan ayaklanmaları bastırarak bir anlamda
kontrol altına almayı başarmıştır.* Ancak, ABD’nin amacı da aslında kısa vadede bir askeri
operasyon mümkün olmasa da rejimin giderek kendi muhalefetini doğurmasını ve
muhalefetin radikalleşmesini sağlayacak süreci hızlandırmaktır. Şayet İran yönetimi
ekonomik kalkınma, reformların uygulanması, liberalleşme gibi konularda radikal adımlar
atmazsa tabanda başlayan bu muhalefeti önleyemeyebilir.
İran’a yönelik Amerikan eleştirilerinin temel noktasını oluşturan kitle imha silahları
konusunda ise uluslararası toplumun Tahran yönetiminden beklentileri vardır. Diğer bir
deyişle İran’ın yapması gereken bir başka şey de kitle imha silâhları konusunda uluslararası
toplumla işbirliği yapma konusunda ortaya güçlü bir siyasi irade koymasıdır. İran’ın bu
konuda ortaya koyacağı olumsuz bir tavır ABD’nin uluslararası ortamda ve BM’de elini
güçlendirebilir ve İran’a karşı güç kullanmasına ilişkin bölgesel ve uluslararası alandaki
*
Fakat İran da asıl kontrol altına alınamayan, alttan alta rejime karşı giderek yaygınlaşan öfke ve kızgınlıktır
kamuoyu desteğini arttırabilir. Gerçi İran’a karşı güç kullanılmasına veya ağır yaptırımlar
uygulanmasına ilişkin bir BM kararının Rusya ve Çin engeline takılma olasılığı hâlâ yüksek
düzeydedir.
İran üzerindeki Amerikan politikaları ile Irak’ın yeniden yapılandırılması arasında
doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Washington ve Tahran arasındaki krizin tırmanmasında
etkili olacak bir diğer faktör de ABD’nin Irak’ta başarıya ulaşması ve Bağdat’ta istikrarın
sağlanmasıdır. Her ne kadar bu konuda önemli adımlar atılmış ve 30 Ocak 2005’te seçimler
yapılmış olsa da hâlâ Sünnilerin sürecin dışında kalması ve içerde devam eden kaotik ortam
ve hızını kesmeyen direniş, Amerikan politikaları önünde ciddi engeller olarak durmaktadır.
Kaldı ki Irak’ta iktidar paylaşımı konusunda henüz taraflarca üzerinde uzlaşma sağlanmış bir
siyasi ve idari yapı oluşturulmuş değildir. Dolayısıyla iç savaş potansiyeli az da olsa bir
olasılık olarak gündemi işgal etmeye devam etmektedir.
Irak’ın işgali ile birlikte Arap kamuoyunda yükselen Amerikan karşıtlığının Washington
yanlısı rejimleri tehdit edecek boyutlarda olmamasına karşın, Kuveyt ve Suudi Arabistan’daki
terör olayları enerji güvenliği sorusunu tekrar gündeme taşımaktadır. Ancak, ABD’nin ucu
nereye kadar varacağı konusunda henüz bir netlik olmayan Filistin sorununun çözümü
konusunda attığı adımlar bölgeden destek almasını sağlayacak girişimler olarak
değerlendirilebilir.
Diğer taraftan, 1997’de yapılan seçimlerle halkın yüzde 70 desteğini alarak
Cumhurbaşkanı koltuğuna oturan Hatemi’nin açık ve demokratik toplum vaadi halkta geniş
bir desteğe dönüşmüşse de zaman içinde Hatemi’nin muhafazakarlar karşısında zayıf kalması
ve demokratikleşme konusunda halkın beklentileri doğrultusundaki adımları atmaktan
kaçınması popülaritesini oldukça azaltmıştır. Artık İran kamuoyunun Hatemi’den pek fazla
beklentisi kalmamıştır. İran’da Ayetullah Humeyni ve Ayetullah Ali Hamaney yanlıları olarak
bilinen muhafazakârların, sistemi denetim altında bulundurduklarını ifade etmek gerekir. 2005
Mayısında cumhurbaşkanlığı için yapılacak seçimleri de muhafazakarlara yakın bir adayın
kazanma olasılığı yüksek.
Her şeye rağmen Hatemi gerek iç politika gerekse dış politikaya ilişkin daha liberal
yaklaşımlarıyla İran’ın bölge ülkeleri tarafından tehdit olarak algılanmaması için önemli
adımlar atmıştır. Bu bağlamda Hatemi’nin başkanlığında 1997 Aralığında Tahran’da yapılan
55 ülkenin katıldığı sekizinci İslam Konferansı Örgütü zirve toplantısında İran’ın, İslam
ülkeleriyle ilişkilerinde yeni bir dönemi başlattığını ifade etmesi önemli bulunmuştur. İsrail ve
Netanyahu yönetiminin barışa karşı politikalarıyla, ona bir türlü söz geçiremeyen ve bölgeye
yönelik politikalarda çifte standart uyguladığı kanısı yaygın olan Clinton’ın politikasının
gölgesinde gerçekleşen zirvede, İran’ın ve Hatemi’nin etkisi, zirve sonunda kabul edilen
sonuç bildirgesinin üslubuna da yansımıştır.
Aslında 1997 Mayısındaki seçimleri Hatemi’nin kazanmış olması, İran dış politikası
açısından, hemen herkes tarafından bir dönüm noktası olarak değerlendirilmişti. Çünkü
Hatemi, uygarlıklar çatışması yerine uygarlıklar arası diyalogdan bahsetmekteydi. ABD’ye
karşı kullandığı dile çok dikkat eden Hatemi’nin benimsediği farklı üslup, diğer ülkelerin
İran’la ilişkilerini yeniden gözden geçirme fırsatı tanımaktaydı. Gerek 1997 Aralığındaki
konuşmasında, gerekse 1998 Ocağında CNN’deki söyleşisinde, ABD’ye karşı son derece
itinalı bir dil kullanmaya özen gösteren Hatemi, dostça ilişkiler kurulmasından söz
etmekteydi. Bununla beraber muhafazakârlara göre, ABD ile mücadele İran devrim
kültürünün ayrılmaz bir parçasıdır. Ayrıca ABD’ye karşı olanlar 1953’te CIA’nin Musaddık
karşıtı grubu destekleyerek onun devrilmesine yol açmasını, İran’ın kuşatılması politikasını,
Bill Clinton tarafından İran’a ticaret yasağı getirilmesini, 1996’da De’Amato yasasıyla
getirilen ekonomik yaptırımları ve son olarak da Başkan Bush’un İran ile ilgili açıklamalarını
kullanmaktadır. Dolayısıyla bunlara göre ABD’nin amacı, İran’ı izole ederek ve böylece
ekonomik anlamda çöküntüye uğratarak, İran’ın ABD açısından bir tehlike olmaktan
çıkmasını sağlamak ve en nihayetinde de rejimi yıkmak olduğundan; bu ülkeyle ilişkileri
geliştirmeye çalışmak gereksiz ve yararsız bulunmaktadır.
Amerikan ambargosuna rağmen İran doğal gazının geliştirilmesine yönelik, Total ile
1997’de yapılan 2 milyar dolarlık sözleşme ve 1999 Martında biri İtalyan ENI, diğeri Fransız
ELF şirketinin İran hükümeti ile Basra Körfezi kıyılarında petrol arama konusunda imzaladığı
1 milyar dolarlık sözleşme, İran ile Batı Avrupa ülkeleri arasındaki ilişkilerin ABD ile
ilişkilerden faklı bir düzlemde sürdüğünü göstermektedir. Özellikle ELF ve ENI şirketleriyle
imzalanan kontratlar Amerika’nın İran’ı tecrit politikasına indirilmiş bir darbeydi. Nitekim
Hatemi’nin 1997 Mayısındaki seçim zaferinden sonra, 2000 Şubat yapılan parlamento
seçimlerinden de liberallerin galip çıkması, Clinton yönetimini İran’a karşı yürüttüğü
politikayı gözden geçirmek durumunda bırakmış ve 1999 Nisanında aldığı bir kararla ilaç,
gıda ve tıbbi malzemeleri ambargo kapsamından çıkararak, İran’a uygulanan yaptırımları
gevşetmişti. Bununla beraber, Clinton yönetimi İran’ın terörizmi desteklediğini, Batı
Asya’nın güvenliği için tehdit oluşturduğunu, kitle imha silâhlarına sahip olmaya çalıştığını
ileri sürerek, bu ülkenin Amerika’nın güvenlik ve ekonomik çıkarları için hâlâ bir tehdit
olduğunu düşünmekteydi. Hatemi yönetimi ise ilişkileri normalleştirmenin yollarını aramakta
ve aradaki duvarları kaldırmaktan ve karşılıklı saygı temeline dayanan ilişkilerin
kurulmasından söz etmekteydi. Ancak Amerikan dış politikasına daha müdahaleci ve agresif
bir üslubun hâkim olmasına neden olan Bush yönetimindeki yeni muhafazakârların ve 11
Eylül’ün etkisi, iki ülke arasındaki ilişkileri ileriye götürmek bir yana, daha da geriye
götürmüştür. İran’da 2004 seçimlerinde muhafazakarların güç kazanarak çıkması da ilişkilerin
bu eksende gelişmesini hızlandıran bir başka etken olmuştur.
İran ile ABD arasındaki gerginlikte özellikle 11 Eylül sonrasında gündeme gelen Bush
Doktrini çerçevesinde İran’ın kitle imha silâhlarına sahip ve uluslararası terörizmi
destekleyen ülkeler arasında, dolayısıyla şer ekseni içinde değerlendirilmesiyle yeni bir
aşamaya gelinmiştir.
İran, 1968 yılında Nükleer Silahların Yasaklanmasına İlişkin Konvansiyonu imzalayan,
1970 yılında bu paktı onaylayan ve ona bağlı kalacağını vurgulayan ülkelerden biri olmuştur.
İran ayrıca Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın üyesi olup, nükleer silahların
geliştirilmesini yasaklayan konvansiyon oluşturulmadan önce UAEA’nın tüzüğünü kabul
etmiştir. İran, bunların dışında 1973 yılında UAEA’yla ikili anlaşmalar imzalayarak, nükleer
faaliyetlerini bu ajansın gözetim ve denetimine bırakan ilk ülkelerden biri olmuş ve 1996’da
da CTBT’yi imzalamıştır. İran, barışçıl amaçlarla olduğunu ileri sürerek, nükleer teknolojiye
sahip olmak ve geliştirmek istediğini sıklıkla gündeme getirmektedir.1 Özellikle bu konuda,
Buşehr ve Natanz reaktörleri dikkati çekmektedir. Bunlardan ilki, Rusya’nın yardımıyla inşa
edilmekte olan ve daha ziyade nükleer enerji üretimine yönelik bir tesistir. Amerikalı
1
1968 tarihli Uluslararası Nükleer Silahları Yasaklama Konvansiyonu’nun 4. Maddesi uyarınca bu paktın hiç bir maddesi, üye
ülkelerin barışçıl nükleer enerjiyi geliştirme, üretme ve kullanma konusundaki inkar edilemez haklarını sınırlandırma,
ayrımcılık uygulama ve ihlal etme doğrultusunda yorumlanamaz. Bu konvansiyonun 1. ve 2. maddesi uyarınca, nükleer
enerjiyi barışçıl amaçlarla geliştirme ve kullanma hakkı garanti edilmiş bulunuyor. NPT üyelerinin hepsi, barışçıl amaçlarla
nükleer teçhizat, madde, bilimsel verileri ve teknolojisini mübadele etme ve işbirliği şartlarını kolaylaştırma taahhüdünde
bulunurlar ve bu mübadele sürecine aktif olarak katılma hakkını kazanırlar
yetkililer, İran’ın zenginleştirilmiş uranyum elde etmeye çalıştığını ileri sürmektedir. Zira
zenginleştirilmiş uranyum, nükleer yakıt elde etmek için kullanıldığı gibi nükleer silah
yapımında da kullanılabilmektedir.
İran, 1980-1988 İran-Irak savaşı esnasında Irak tarafından biyolojik ve kimyasal saldırıya
maruz kalması üzerine, bu tür silâhlara da sahip olmaya çalıştığı doğrultusunda suçlamalara
maruz kalmaktadır. İran 1973’te, Biyolojik ve Toksik Silâhlar Sözleşmesi’ni, 1997’de de
Kimyasal Silâhlar Sözleşmesi’ni onaylamıştır. İran’ın ayrıca, 1,300 km menzilli Şahab-3 tipi
balistik füzelere sahip2 olduğu ve 2,000 km menzilli Şahab-4 üzerinde de çalıştığı iddia
edilmektedir. Bunun dışında, İran’ın, menzili 500 km’yi geçmeyen çok sayıda Scud tipi
füzelere de sahip olduğu belirtilmektedir.
Diğer taraftan, İran’ın Buşehr, Natanz ve Arak’taki nükleer santralleri henüz inşa
aşamasında bulunmaktadır. Bunlardan Rusya’nın yardımıyla inşa edilmekte olan Buşehr
santrali 1000 MW’lık bir nükleer enerji santralidir. İranlılara göre bunun nükleer bomba
yapımıyla bir ilgisi bulunmamaktadır. Nükleer enerjinin barışçıl amaçlar için kullanımı
çerçevesinde faaliyet göstermesi öngörülmektedir. Rusya da zaten İran’a yönelik nükleer
teknoloji yardımını, nükleer enerjinin barışçıl amaçlar için kullanımıyla ilgili olduğunu ileri
sürerek, bu işbirliğinin arkasında olduğunu göstermiştir. Natanz’da inşa edilen santral da,
İranlılara göre, nükleer silah elde etme ile ilgili değildir.
İlki 2003 Şubatında olmak üzere, ikinci defa Haziran ayında İran’ı ziyaret eden ve nihayet
en son Eylül ayından itibaren de daha sıkı bir çalışma yürüten UAEA yetkilileri, İran’ın
nükleer teknolojiyi salt barışçıl amaçlar doğrultusunda kullanmayı ve üretmeyi amaçladığı
konusundaki kuşkularını dile getirmişler ve bu konuda İran’ı açık olmayan yöntemlerle
nükleer silâha sahip olmaya çalışmakla suçlamışlardır. Bu gelişmelerin ardından İran, söz
konusu uluslararası baskı karşısında, 10-11 Kasım tarihlerinde yaptığı açıklamayla, hem
nükleer faaliyetlerini uluslararası denetime açmasıyla ilgili (UAEA’nın tüm tesislerde
önceden haber vermeden denetim yapmasına olanak sağlayan) “Ek Protokolü” imzalamayı,
hem de zenginleştirilmiş uranyum elde etme programına yönelik olduğu ileri sürülen söz
konusu reaktördeki faaliyetleri durdurmayı kabul etmiştir. Ancak İran, 2005 Martına gelindiği
halde NPT Antlaşmasının Ek Protokolünün onay işlemini henüz parlamentosundan geçirerek
onaylamadığı için UAEA haber vermeden İran’daki tesisleri denetleyemiyor.
İran ile İngiltere, Fransa ve Almanya arasında 2004 Kasımında gerçekleşen müzakereler
İran’ın barışçıl nükleer enerji elde etmesi amacını gerçekleştirirken zenginleştirilmiş uranyum
elde etmemesi için alternatif çözümler geliştirmeyi amaçlamaktaydı. Avrupa üçlüsünün bu
girişimi ABD tarafından dikkatle izlenmektedir. Avrupalılar, önerdikleri çözümleri İran kabul
etmediği takdirde, ABD’nin İran'a yaptırımlar uygulanması için konuyu BM Güvenlik
Konseyi'ne taşıma önerisini destekleyebilecekleri uyarısında bulunmaktadırlar. 2004
Kasımında taraflar arasında imzalanan Paris anlaşması İran'a ihtiyaç duyduğu nükleer yakıtın
sağlanmasını ve yazılı olmasa da sözü verilen bir ticaret anlaşmasını kapsıyordu. Karşılığında
ise İran'ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerini askıya alması isteniyordu. Sorun da bu
noktada başlıyor. Çünkü İran, barışçıl amaçlarla nükleer enerji üretme hakkı olduğunu ve
2
Şahab 3 füzesinin menzili yaklaşık 1,300 kilometre. Savunma Bakanı Ali Şamhani 2004 Ağustosunda yaptığı açıklamada,
İsrail'in füze teknolojisini geliştirmeye çalışmasına karşılık olarak kendilerinin de, Şahab 3 füzesi üzerinde çalışmalar
yaptıklarını belirtmiştir. Füze, İsrail'in yanı sıra diğer bölge ülkelerini de vurabilecek kapasitede. İsrail ise bu tehdide
karşılık olarak, ABD ile birlikte, Arrow füzesi üretiyor. İran, Şahab 3'ün tamamen ülke içinde üretildiğini söylüyor. ABD ise
Kuzey Kore'nin, üretim sürecine katkıda bulunduğunu öne sürüyor. İran Şahab 3 füzesiyle ilgili ilk başarılı denemesini
2002 yılında gerçekleştirmişti. Daha önce 14 yıl boyunca yapılan denemelerden ise sonuç alınamamıştı.
bundan asla vazgeçmeyeceğini ileri sürmektedir. Başta ABD olmak üzere bazı ülkeler ise
İran'ın Suudi Arabistan’dan sonra yaklaşık 130 milyar varil petrol rezervleri ile zengin enerji
kaynakları olduğunu vurgulayarak bu açıklamayı fazla ikna edici bulmadıklarını ifade
etmektedirler.
II
Harry S. Truman’ın 12 Mart 1947’de Kongrenin ortak oturumunda yaptığı konuşmasıyla
gündeme gelen ve kendi adıyla bilinen Truman Doktrini’yle, ABD, Savaş sonrası dönemde
yalnızcılık politikasını tamamen terk ederek, global angajmanlık olarak nitelenebilecek olan
politikanın da temellerini atmıştı. En az gelecek 40 yıla damgasını vuracak olan bu politika
“özgür ulusların komünizme karşı desteklenmesi” biçiminde formüle edilmişti. Aslında
Amerikan ekonomik ve politik çıkarları da Sovyet yayılmacılığına dur demeyi
gerektirmekteydi. Zira, Savaştan yıkılarak çıkmış olan Avrupa’da onu durduracak bir güç
kalmadığına göre ABD rahatlıkla Batı’nın global liderliğine soyunabilirdi. 11 Eylül
olaylarından sonra gündeme gelen Bush Doktrini ise Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle tek
başına kalan ABD’ye dünyanın liderliğine soyunma rolü vermekteydi. Bu seferki gerekçesi
“özgür ulusları terör belasından” kurtarmaktı.
Nitekim George W. Bush, 27 Eylül 2001’de Kongre’nin ortak oturumunda şu mesajları
vererek Bush Doktrini olarak anılacak olan Amerikan politikasının esaslarını
belirlemekteydi: “Emrimizdeki tüm kaynakları, her türlü istihbarat aracını, her türlü
hukuki yaptırımı, her türlü mali etkiyi ve gerekli her türlü silâhı kullanarak global terör
şebekesini mahvedeceğiz. Teröristlerin mali kaynaklarını kurutacağız, birini diğerine
düşüreceğiz, onları bir yerden bir başka yere kaçacakları ve sığınacakları bir yer
kalmayıncaya kadar süreceğiz, teröristlere yardım eden veya onları barındıran devletleri
takip edeceğiz. Dünyanın neresinde olursa olsun devletlerin bir karar vermesi gerekir:
bizimle misiniz yoksa teröristlerle mi? Bugünden itibaren teröristleri barındırmaya ve
desteklemeye devam eden bir devlet, ABD tarafından düşman bir rejim olarak dikkate
alınacaktır...”
11 Eylül’de New York ve Washington’da yaşananlarla beraber hem dünya hem de
Amerikan halkı ilk defa terörün bu denli büyük saldırılar yapabileceği gerçeği ile tanışmıştı.
Devletlerin başlattığı ve hedefleri açık seçik belli olan savaşların ötesinde bir olguydu bu
seferki. Sovyet tehlikesi sona erdikten sonra kendisine ortak tehdit tanımı yapamayan Avrupa
ülkeleri ve ABD bu olaydan sonra, saldırının ortak değerlere yapılmış bir saldırı olduğundan
ve tehdidin ortak olduğundan dem vurmaya başlamışlardı. Ne de olsa, terörist saldırıyı
yapanlar Orta Doğu kökenliydi ve saldırının Batı’nın “demokratik değerlerine” yapılmış bir
saldırı olarak nitelenmesi söz konusu olmuştu. Bu durumda, Doğu Bloğu’nun dağılmasından
sonra, Batı toplumu tekrar ortak hareket edecek bir neden bulmuş oluyordu ya da en azından
ABD’nin kendi amaçları doğrultusunda yalnız Batı toplumunu değil, gerekirse tüm
uluslararası toplumu harekete geçirecek bir gerekçe doğmuştu. 1990’da Kuveyt’in işgalinden
sonra bir araya gelemeyen uluslararası toplum tekrar terör karşıtı kampta buluşmuş
oluyordu. O zaman 28 ülke bir araya gelmiş ve bir uluslararası koalisyon oluşturmuştu. ElKaide’yi ve lideri Usame bin Ladin’i sakladığı için Afganistan’daki Taliban rejimine karşı
düzenlenen saldırıda bu defa tam 40 ülke yer almıştı. Körfez Krizi’nde Irak’a karşı harekete
geçmek için 165 gün beklenmişti; oysa 11 Eylül olayından 26 gün sonra, Afganistan’a karşı
Amerikan öncülüğündeki uluslararası koalisyon güçlerinin saldırısı başlamıştı. Ayrıca
Amerikan Kongresi’nde 1990’daki krizden farklı olarak Afganistan’a karşı güç
kullanılmasına ilişkin hiçbir tartışma yaşanmamıştı.
11 Eylül ile birlikte Washington, artık tek başına hareket edeceğinin sinyalini veriyor ve
kendi güvenliği söz konusu olduğunda global işbirliğinden kaçınarak çok taraflı girişimler
yerine, tek taraflı olarak harekete geçmeyi tercih edeceğini açıklıyordu. ABD, terörizme karşı
birlikte harekete geçme konusunda diğer devletlere bir çağrıda bulunmakta ve “ya bizimle
berabersiniz ya da bizim karşımızda” diyerek, onları mutlak bir tercihe zorlamaktaydı. Her
ne kadar Bush bir ara ağzından kaçırmış olsa da, Bush Doktrini’nin bir “uygarlık savaşı” veya
“haçlı savaşı” olmadığı konusu üzerinde ısrarla durulmuştu. Bush’a göre, uluslararası
terörizm izole edilmeli ve Taliban ve el-Kaide işbirliğindeki terör şebekesi çökertilmeliydi.
Aslında söz konusu doktrin ne belli bir süreyi, ne belli bir bölgeye askerî müdahaleyi, ne belli
sayıda askerî güç kullanılmasını, ne de belli büyüklükte gücün bir yerde konuşlanmasını
öngörmekteydi.
Sovyetlerin dağılması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Reagan, Clinton ve Bush
döneminde ABD’nin politikası iki taraflı ve seçici angajmanlık olarak nitelenmekteydi. Ne
tamamen tek taraflıydı, ne de tamamen çok taraflı işbirliğine dayalıydı. Demokratik değerleri,
insan haklarını ve serbest girişimciliği savunuyor görünse de, ABD kendi ulusal çıkarına
doğrudan bir saldırı olmadığı sürece herhangi bir çatışmaya karışmamaya (angaje olmamaya)
özen göstermekteydi. George W. Bush ise, koltuğuna oturur oturmaz, ABD’nin yegâne güç
olarak ortada kaldığını görünce, karşı konulamaz askerî ve ekonomik gücünü kullanarak,
dünyanın tek merkezli olduğunu, sanki buna inanmak istemeyenlere de göstermek üzere
harekete geçmişti. Beyaz Saray’ın yeni ekibi, yakın gelecekte değişmeyeceğini düşündükleri
ABD’nin dünya liderliğine uygun olarak, dünya sorunlarına tek taraflı müdahale
edebileceklerini düşünmekteydiler. ABD, 11 Eylül’den sonra artık tek taraflı hareket geçmeyi
çok taraflı işbirliğine tercih ettiğini uygulamalarıyla da belli etmişti. 2001 Aralığında ABM
(Anti Ballistic Missile: Füze Savar Füze) Anlaşmasından tek taraflı olarak ayrıldığını, Kyoto
Antlaşmasını ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Sözleşmesi’ni ise onaylamayacağını
açıklamıştı. Dışişleri Bakanı Powell, 2001 Aralığında yaptığı açıklamada ABD’nin kendi
çıkarlarına hizmet ettiğini düşünmediği angajmanlardan çekileceğini duyurmuştu. ABD
bundan sonra duruma ve çıkarına göre müttefiklerini yeniden kendi belirleyecekti. Gerekirse
ve onlara ihtiyacı olmadığını düşünürse tek başına hareket edebilecekti. ABD bu bağlamda
1990’da Kuveyt’in işgali esnasında uluslararası meşruiyet peşinde koşarken Afganistan’ın
işgali sürecinde böyle bir arayış içinde olmamıştı. ABD için bir tek yaklaşım söz konusu
olmuştu: “Ya bizimlesiniz ya da teröristlerle.” ABD’nin söz konusu tutumu 2003’te Irak’ın
işgali sırasında da böyle olmuştur. Nitekim, Güvenlik Konseyi’nde güç kullanılmasına izin
veren bir kararın kabul edilmemesi ABD’yi engelleyememişti. ABD’nin uluslararası
meşruiyet konusuyla artık ilgilenmediği ortaya çıkmıştı.
Bush Doktrini, 2002 Eylülünde kamuoyuna açıklanan Ulusal Güvenlik Stratejisi ile
somutlaştırılmaktaydı. Diğer bir ifadeyle önleyici savaş ve önceden vuruş stratejisi adı
verilen bu yeni politika aslında 2002 Ocağında Nükleer Durum Değerlendirmesi adı verilen
raporda yapılan tespitlerle ortaya çıkmaya başlamıştı. Arkasından Bush’un 2002 Haziranında
West Point’teki konuşmasıyla geliştirilen politikaya son şekli verilmiş ve nihayet 2003
Eylülünde kamuoyuna açıklanmıştır. Dünyanın değiştiğinden yola çıkılarak, tehdit ve
güvenlik kavramlarını yeniden tanımlamak gerektiğini ifade eden Amerikan yönetimi, klasik
caydırma stratejisinin artık yeni koşullarda, özellikle terör tehdidi karşısında anlamını ve
geçerliliğini yitirdiğini ileri sürmekteydi.
ABD’nin yeni askerî stratejisinin temel unsurunu oluşturan önleyici savaş ve önceden
vuruş stratejisine göre artık saldırıyı beklemeden, Amerika için tehdit oluşturan ülkelere karşı
doğrudan harekete geçileceğine işaret edilmektedir. Bu politika bir anlamda özellikle kitle
imha silâhlarına sahip olmaya çalıştığını ve terörü desteklediğini iddia ettiği Irak’tan sonra
İran ve Suriye gibi Amerikan ulusal çıkarları için tehdit olarak nitelenen ülkelere karşı
ABD’nin yasal olmayan güç kullanımına zemin hazırlamaktır. ABD, söz konusu ülkelere
karşı başlatacağı bir savaş için BM’den herhangi bir karar çıkmasa bile doğrudan hareket
geçmeye hakkı olduğunu düşünmektedir. Önleyici savaş ve önceden vurma stratejisinin temel
mantığı, rakibi bir saldırı düzenlemeden harekete geçerek, saldırı kapasitesini ortadan
kaldırmayı amaçlamaktadır. Amaç rakibe bir ilk saldırı fırsatı vermemek. Özellikle kitle imha
silâhlarına sahip olan ve terörü desteklediği iddia edilen ülkelerin sahip oldukları bu
kapasitelerle ABD’ye bir saldırı düzenleyebilecekleri ya da buna aracılık edebilecekleri ileri
sürülmektedir. Bu strateji temelinde, “rejim değişikliği” hedef ülkeyi terörist devlet olma
niteliğinden ve kitle imha silâhlarından arındırmaya dönük bir sürecin de başlangıcı olarak
düşünülmektedir. Aslında buradaki temel felsefe, küresel güç olmayı ve emperyal çıkarları
gerçekleştirmeyi öngören Amerikan politikasının çok iyi formüle edilerek pazarlanmasından
başka bir şey değil. Diğer bir ifadeyle, ABD, iki kampa böldüğü dünyada Amerika ile birlikte
hareket etmeyen, kapılarını Amerikan sermayesine kapatmış, Amerikan menşeli küresel
kapitalizmle işbirliğini reddeden rejimleri ortadan kaldırmayı, değiştirmeyi ve dünyayı tek
tipleştirmeyi amaçlamaktadır. Ancak ne rastlantı ki bu ülkelerin hepsi de Orta Doğu kökenli.
Afganistan’dan sonra Irak işgal edilmiş, ondan sonra ise sıranın İran’a mı yoksa Suriye’ye mi
geldiği tartışılmaktadır.
ABD’nin Irak’a ilişkin gerek kitle imha silahları konusunda gerekse terör bağlantısı
konusundaki iddialarının boş çıkmasıyla geriye sadece Saddam yönetiminin insan hakları
uygulamaları ve dolayısıyla Irak’ın özgürleştirilmesi gerektiği savı kalmıştır. Oysa insan
hakları ihlalleri ve demokratikleşme kriteri esas alınmış olsaydı, bu müdahalenin Irak’tan
önce başka ülkelere yapılması gerekirdi. Kaldı ki operasyon esnasındaki sivil can kaybı,
operasyon sonrasında aylarca devam eden sorunlar, Ebu Gureyb’den dünya kamuoyuna
yansıyanlar ve ABD’nin Irak’ta girişmiş olduğu sistematik yok etme kampanyası bu devletin
asıl amacı konusundaki kuşkuları arttırmıştır.
III
New Yorker dergisinde 17 Ocak 2005’te yayınlanan, Pulitzer ödüllü Seymour Hersh imzalı
bir makalede İran'ın ABD'nin terörle mücadelesindeki bir sonraki hedef olacağının ileri
sürülmesi, ABD ile İran arasındaki zaten var olan gerginliğin bir anda artmasına yol açmıştır.
Bu makalede, ABD’li komandoların, geçen yazdan bu yana İran topraklarında potansiyel
kimyasal ve nükleer hedeflerin yerini saptamak amacıyla gizli keşif operasyonları yürüttüğü
ve amaçlarının 30 kadar tesis hakkında bilgi toplamak olduğu belirtiliyordu.
ABD Savunma Bakanlığı ise bu makalenin, yanlışlarla dolu olduğunu belirtmesine karşın
olayı yalanlamak yerine, makaleyi sert bir dille eleştirmekle yetinmişti.
Bu arada Amerikan NBC Televizyonu’na konuşan Bush, sorunun diplomatik yollardan
çözülmesini umduğunu, ancak askeri seçeneğin rafa kaldırılmadığını kaydederek bir taraftan
İran’ın gizli şekilde atom bombası geliştirmeye çalıştığını iddia ediyor; diğer taraftan da
İran’a karşı saldırı opsiyonunun dışlanmadığını ifade ediyordu. ABD Başkan Yardımcısı Dick
Cheney de 2005 Ocağında yaptığı açıklamada, İran'ın ABD'nin başlıca kaygılarından biri
olduğunu ve ABD'nin İran'ın nükleer tesislerini yok etmek için inisiyatif kullanabileceğinden
endişe ettiğini söylemişti.
Tahran hükümeti ise faaliyette bulunan Bandar Abbas uranyum tesislerinin nükleer silah
geliştirmek için değil, enerji üretiminde kullanıldığını savunuyor ve Amerika Birleşik
Devletleri’nin İran’a yönelik tehditlerini psikolojik savaş olarak nitelendiriyordu.
Diğer taraftan, ABD'nin İran'a yönelik askeri bir operasyona girişmesini zor bir olasılık
olarak değerlendiren pek çok uzman gibi Heritage Foundation'ın askeri uzmanı James
Carafano da “ABD'nin deniz ya da havadan İran'a yönelik nokta saldırılarında
bulunabileceğini, böyle bir saldırının potansiyel kazançlarının, İran'ın Irak ve Afganistan'da
konuşlanmış ABD birliklerinde yaratabileceği sorunların yanında solda sıfır kalacağını” ifade
etmekteydi. Carafano’ya göre ''hemen hemen bütün ulusal kuvvetlerin kullanımı anlamına
gelecek kitlesel bir seferberlik olmaksızın büyük çaplı bir başka kara operasyonu
düzenlemenin olanaksız olduğuna dikkat çekmekteydi. Kaldı ki buna karar verilse bile
Amerikan kuvvetlerinin hazır hale gelmesi aylar hatta yıllar alabilirdi. Zira ABD'nin Irak'taki
150 bin konuşlanmış askeriyle Irak'taki Sünni ayaklanmayı durdurmakta zorlanması ABD’nin
yeni bir savaşı bu aşamada kaldırmasının zorluğuna işaret etmekteydi. Uluslararası Stratejik
Araştırmalar Merkezi'nden Anthony Cordesman da, ''İran büyük olasılıkla olabilecek her türlü
şeye çok hararetli tepki verecektir ve bu da istikrarlı sonuçlardan ziyade istikrarsız sonuçlar
doğuracaktır'' yorumunda bulunmaktaydı.
Öte yandan Rusya, ABD’nin İran’a karşı doğrudan askeri güç kullanma opsiyonundan söz
etmesi üzerine nükleer ortağı olan İran'a destek çıkarak, İran'ın nükleer programının tamamen
barışçıl amaçlarla olduğunu açıklamıştır. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, İran'ın gizli
nükleer silahlanma programı olduğuna dair kaygıların gereksiz olduğunu belirterek,
''Durumun kontrol dışına çıkması ve İran'ın nükleer programının barışçıl doğasının
değişeceğine inanmak için gerekli zemin yok'' ifadesini kullanmıştır. Lavrov, Tahran'ın
nükleer programının tamamen barışçıl çerçevede kalması ve bu konuda soru işaretlerinin
ortaya çıkmaması için Rusya ve İran arasında özel bir diyalog olduğuna da dikkat çekmiştir.
Rusya, yukarıda da ifade edildiği gibi İran'ın Buşehr kentinde 1 milyar dolara mal olacak
nükleer santralin ilk güç ünitesinin inşasını sürdürmektedir.
İsrail cephesinden yapılan açıklamada ise askeri müdahaleye kendilerinin değil, ABD'nin
karar vermek zorunda olduğu ifade edilmiştir. Bu arada ABD'de yayımlanan New York
Times gazetesi, ABD yönetiminin İran'ın balistik füze geliştirmesine yardımcı olan sekiz
büyük Çin firmasına yaptırım uygulama kararı aldığını yazmıştır. Gazete, ABD yönetiminin
yaptırım kararını “İran'ın silah programlarını yavaşlatma çabasının bir parçası olarak”
nitelemekteydi.
Washington Institute for Near East Policy’nin başkan yardımcısı olan Patrick Clawson 12
Ocak 2005’te Washington Post’taki yazısında Bush yönetiminin ipleri Avrupa’nın ellerine
bırakmakla akıllıca bir politika izlediğini iddia ediyordu. Clawson’a göre “şu an için Birleşik
Devletler’in yapacağı en akıllıca iş, Avrupa’yı cesaretlendirerek Rusya ve Çin’in desteğini
sağlamaktır”. Zira geçmişte İran, Avrupa’nın kararlılığı karşısında ikna edilmiş ve bazı
konularda tavizler vermişti. Ekim 2003’te uranyum zenginleştirme projesini ertelemiş ve
Kasım 2004’te Paris Antlaşması’nı imzalayarak Avrupa-İran görüşmelerinin başlamasına
olanak sağlamıştı.
IV
Gerek Ocak başında gerçekleşen Dışişleri Bakanı Condolezza Rice’ın Türkiye’yi de içine
alan Avrupa turu esnasında, gerekse Bush’un Şubat ayının son haftasında gerçekleştirdiği
olağanüstü NATO zirvesi dolayısıyla Avrupa gezisi ve Putin ile yaptığı görüşmeler sırasında
“İran’a askeri bir operasyon gündemimizde yok deseler de özellikle Bush, bir Amerikan
başkanına asla, ‘asla böyle bir şey yapmayacağız’ dedirtemezsiniz” diyerek; askeri güç
kullanımının opsiyonlar arasında olduğunu belirtmekten kaçınmamıştır. Bu durum hâlâ
ABD’nin İran’a yönelik bir askeri opsiyonu devreye sokabileceğini düşünmemize neden
olmaktadır. Ancak İran’ın Irak’tan ve Suriye’den farklı kılan özellikler arz ettiğini
unutmamak gerekir. Zira, Irak’ın heterojen yapısı, özellikle Irak geleneğinde nüfusunun
çoğunluğunu (% 60) oluşturmasına rağmen Şiilerin her dönemde iktidardan uzak tutulması ve
Kürtlerin özellikle 1960’lardan itibaren Irak rejimiyle sorunlar yaşaması ve baskıya
uğramaları bunların ABD işgaline sıcak bakmalarına yol açmıştır. Söz konusu kesimler işgal
sonrasında yeni iktidar unsurları olacaklarını hesap etmişler ve ABD tarafından da bu yönde
yaklaşık on yıldır hazırlanmışlar ve Washington’dan bu yönde hem parasal hem de örgütsel
anlamda her türlü desteği almışlardır. Ayrıca Irak’ın 1980-88 savaşının arkasından giriştiği
Kuveyt’i işgal macerası ve sonrasında karşılaştığı askeri operasyon ve yaklaşık 13 yıl süren
ambargo, sistemi kırılgan hale getirmiştir. Bütün bunlara Saddam yönetiminin içerde
uyguladığı baskıcı yöntemler ve komşu ülkelerle barışçıl ilişkiler geliştirememesi söz konusu
Amerikan işgali karşısında kısa sürede çökmesine yol açmıştır. Bütün bunlara Irak’ın I.
Dünya Savaşı sonrası oluşturulmuş bir devlet olduğunu ve bu açıdan köklü bir devlet
geleneğine sahip olan İran’dan ayrıldığını da dikkate almak gerekir. Ayrıca İran, Irak’a göre
çok daha homojen bir toplum görünümü sergilemektedir. Ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 8590’ı Şiilerden oluşmaktadır. Etnik anlamda çok sayıda ulus bulunmakla beraber nüfusun
yüzde 50’sini oluşturan Farslar ve yüzde 30’unu oluşturan Türkler Şii olmaları dolayısıyla
bütüncül bir görünüm sergilenmesinde önemli rol oynamaktadırlar. Ülkede yaşayan diğer
etnik gruplardan Sünni olan Kürtler kendi bölgelerinde kısmi yerel özerkliğe sahip
bulunuyorlar ve II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında 1945’te Sovyet desteğiyle kurulan
Mahabat Kürt devleti girişimi dışında rejimle önemli bir sorunları olmamıştır. Diğer etnik
gruplardan Kuzistan bölgesinde yaşayan ve nüfusun yüzde % 4’ünü oluşturan Araplar ise
İran-Irak Savaşı’nda bile Irak’a beklediği desteği vermek yerine İran’a bağlı kalmışlardır.
Bunların dışındaki etnik gruplar, İran’ın bütünlüğü açısından tehdit oluşturacak bir
potansiyele sahip bulunmuyorlar. Kaldı ki din ve mezhep unsuru Orta Doğu coğrafyasında
halkların birbirleri ile olan ilişkilerinde önemli bir öğe olduğuna da ayrıca dikkat almak
gerekir. Askeri açıdan da İran’ın coğrafya olarak genişliği ve genel itibariyle dağlık oluşu bir
işgali zorlaştıran temel unsurlar arasında değerlendirilmelidir. Bunların dışında İran’ın
stratejik konumu, Rusya ile stratejik ilişkisi ve Batı Avrupa ülkeleriyle derin ekonomik
angajmanları, bu ülkeye karşı tek taraflı bir Amerikan müdahalesi karşısında önemli engeller
olarak düşünülmelidir. Bütün bunlara karşılık ABD baskısının başarıya ulaşma şansının
bulunmadığını söylemek de yanıltıcı olabilir. Zira Washington, kısa vadede doğrudan bir
askeri müdahalede bulunmasa bile uygulanan baskı ve izolasyonun orta ve uzun vadede sonuç
verme olasılığı oldukça yüksek. Zaman içinde izolasyon dolayısıyla ekonomik anlamda
gerekli atılımların yapılamaması nedeniyle halkın refah düzeyinin bir türlü istenen noktaya
gelememesi, demokratikleşme konusundaki beklentilerinin de karşılanmamasıyla birleşirse bu
durum muhalefet hareketinin artmasına yol açabilir. Tam bu noktada mevcut siyasal iktidar
demokratikleşme doğrultusunda bazı adımlar atarken, dışarıda da uluslararası toplumla
birlikte hareket ederse yukarıda öngörülen tuzaktan kurtulabilir. Aksi takdirde gerek bölgeden
gerekse uluslararası ortamdan giderek soyutlanan İran’ın bu durumu halk desteğini
kaybetmesine yol açabilir. Ancak, İran kartlarını doğru oynarsa bu oyunu kaybetmeyebilir.
Download