Soğuk Savaş`ın Barışçıl Olarak Sona Ermesi ve Uluslararası İlişkiler

advertisement
Ankara Üniversitesi
SBF Dergisi,
Cilt 68, No. 2, 2013, s. 149 - 179
SOĞUK SAVAŞ’IN BARIŞÇIL OLARAK SONA ERMESİ VE
ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİLERİ
Klevis Kolasi
Ankara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler ABD Doktora Öğrencisi
● ● ●
Özet
Bu makale, Soğuk Savaş’ın sonunun Uluslararası İlişkiler teorileri tarafından neden
öngörülmediğini incelemektedir. Soğuk Savaş’ın sonu Uluslararası İlişkiler teorileri açısından iki açıdan
beklenmeyendi. Birincisi çift kutuplu yapının sürdürülmesi beklenirken bu yapının dönüşmesi ve ikincisi de
bu dönüşümün barışçıl olmasıydı. Uluslararası İlişkiler teorilerinin Soğuk Savaş’ın sonunu öngörememesinin
bu alanda Realizm ve özellikle Neo-realizmin hakimiyetiyle ilgili olduğu ileri sürülmektedir. Bu nedenle
özellikle Neo-realizmin temel varsayımları ve Soğuk Savaş’a bakışı değerlendirilmiştir. Dönüşümün barışçıl
olmasının ise Neo-realizmin savaş ile ilgili varsayımlarıyla ve genel mantığıyla bağdaşmadığı fikri
savunulacaktır. Bunun yanında Neo-realizmin hakimiyetinin benimsediği pozitivist bilim felsefesiyle ve
özellikle ABD’nin dünya politikasındaki konumuyla yakından ilişkili olduğu ve bu nedenle düzenin
devamlılığını, yani “uzun barış”ı açıklamaya odaklanırken değişim olanaklarının görmezlikten gelinmesine
neden olduğu da ayrıca gösterilmeye çalışılacaktır. Son olarak Soğuk Savaş’ı sona erdiren süreçle ilgili
ortaya atılan farklı görüşler tartışılarak, bu sonun Neo-realizmin bakmayı reddettiği etkenlerden
kaynaklandığı gösterilecektir.
Anahtar Sözcükler: Soğuk Savaş’ın sonu, uluslararası ilişkiler teorileri, ABD, realizm/neo-realizm,
savaş
The Peaceful Ending of the Cold War and International Relations
Theories
Abstract
This article focuses on the failure of International Relations theories to anticipate the end of the Cold
War. The end of the Cold War regarding International Relations theories was unexpected in two ways. The
bipolar structure was resolved and transformed while it was thought to endure and secondly this
trasformation come out to be peaceful. It is argued that the failure to anticipate the end of the Cold War by
theories of International Relations is primarily related to the dominance of Realism and especially neorealism on this subject. Thus, this paper is focused especially on the central assumptions of neo-realism and
its view of the Cold War. The peaceful end is argued to be inconsistent with assumptions of neo-realism
about war as well as its general logic. Besides, it will be shown that the dominance of neo-realism is closely
related to its commitment to positivism and especially the US position in world politics, thus the focus given
to explain the endurance of the order or the “long peace” caused to overlook the possibilities for change.
Finally after discussing different views about the process of ending the Cold War, it will be shown that this
end was caused by factors necglected by Neo-realism.
Keywords: The End of the Cold War, international relations theories, USA, realism/neo-realism,
war
150
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi
68-2
Soğuk Savaş’ın Barışçıl Olarak Sona Ermesi ve
Uluslararası İlişkiler Teorileri
“Teoriler, sadece açıklama yapmaz ya da öngörüde bulunmaz.
Bize, insan eylemi ve müdahalesi için hangi olanakların
bulunduğunu anlatır; yalnızca açıklayıcı olanaklarımızı değil,
etik ve politik ufkumuzu da tanımlar”
Steve Smith
Giriş
Soğuk Savaş yaklaşık kırk beş sene (1945-1990) boyunca uluslararası
ilişkilere damgasını vurdu. Yirminci yüzyılın başında, devletlerarası
ilişkilerdeki kriz nedeniyle ve devletlerarası savaşın bir daha tekrarlanmamasını
sağlayacak bilgiyi üretme gibi normatif bir misyonla akademik bir disiplin
olarak ortaya çıkan Uluslararası İlişkiler (Carr, 1981: 8-9; Hollis ve Smith
1990: 16-19; Halliday, 1996: 318) açısından Soğuk Savaş dönemi ve olgusu,
bu disiplinin hem kurumsallaşma anlamında olgunlaştığı hem de test edildiği
bir dönemdir. Bu dönemde disiplinin odağını “yüksek/birincil politika” (high
politics) olarak da adlandırılan savaş, güvenlik ve çatışma konuları oluşturdu.
İşbirliği, bütünleşme, barış, yapısal şiddet, eşitsizlik ve azgelişmişlik gibi
konular sırasıyla Liberal, Barış Araştırmacıları ve Neo-Marxist (Bağımlılık
Ekolü) yazarlar tarafından dile getirilmişse de her zaman güvenlik konularına
göre ikincil konumda kaldılar ve hiçbir zaman anarşi, güç dengesi, savaş
durumu, hayatta kalma, güvenlik ikilemi vb. gibi disiplinin temel kavramları
olamadılar.
Araştırma konuları arasında böyle bir hiyerarşinin veya konfigürasyonun
olması, 1950’lerde “altın çağı”nı yaşayan Realizmin ve kendisine yöneltilen
eleştirilerinden sonra 1970’lerin sonunda daha da güçlü yükselen (bazı
Klevis Kolasi
Soğuk Savaş’ın Barışçıl Olarak Sona Ermesi ve Uluslararası İlişkiler Teorileri
151
yazarlara göre kibir seviyesine kadar) Neo-realizmin disiplindeki hakimiyetiyle
ilgilidir. Steve Smith’in (2007: 4) belirttiği gibi, bir teorinin hakimiyeti, dünya
politikasında açıklanması gereken temel konuların neler olduğuyla ilgili bir ön
varsayımdan kaynaklanır. Bu hakimiyet (domination), bu çalışmanın
göstermeye çalışacağı gibi, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) dünya
politikasındaki konumuyla yakından ilişkilidir. Öbür taraftan, disiplinde sahip
olduğu bu ayrıcalıklı yer, Neo-realizmi Soğuk Savaş’ın sonunu öngörememesi
konusunda tek değil ama en “sorumlu” teori yapmaktadır. Diğer bir deyişle,
Soğuk Savaş’ın sonunu beklemek veya sonun olasılığını ciddiye almaktaki
başarısızlık karmaşık bir konudur ve tek bir nedene veya boyuta indirgenemez,
ancak bu başarısızlıkla ilgili Uluslararası İlişkiler teorileri söz konusu
olduğunda Neo-realizmin disiplindeki hakimiyetinin bu başarısızlığa ışık
tuttuğu düşünülmektedir.
Bu çalışmanın temel argümanı Uluslararası İlişkiler teorilerinin Soğuk
Savaş’ın sonunu öngörememesi ve bu durumun Neo-realizmin hakimiyetiyle
ilgili olduğudur. Soğuk Savaş’ın barışçıl bir şekilde bitirilmesinin Neorealizmin temel varsayımlarıyla ve genel mantığıyla çeliştiği de ayrıca
gösterilmeye çalışılacaktır. Böyle bir argüman ileri sürmek, Neo-realizmin bir
teori olarak açıklayıcı gücü olmadığı şeklinde kesinlikle anlaşılmamalıdır.1
Tersine, bu çalışma teorinin pratik ile yakın ilişkisi olduğu ve dolayısıyla Neorealizmi sadece büyük devletlerin davranışlarını açıklayan bir araç olarak
görülmemesi gerektiğini vurgulamakta. Neo-realizm bir teorik araç olmaktan
ötedir. Neo-realizm aynı zamanda ABD’nin Soğuk Savaş politikasına meşru bir
zemin hazırlayan ve var olan düzeni doğallaştırarak sürdürülmesine yarayan,
Soğuk Savaş’ın ürünü olduğu kadar Soğuk Savaş’ı meşrulaştıran ve
şekillendiren bir teoridir.2 Diğer bir deyişle, Neo-realizm Soğuk Savaş
hakkında “etik ve politik ufkumuzu” (Smith, 1996: 13) da tanımlamıştır. Öbür
taraftan, zamandan ve mekandan bağımsız genel doğrular bulmak adına
tarihten uzaklaşarak yapının belirleyiciliğine odaklanması Soğuk Savaş’ın
sonuna giden sürecin ve bu süreçte etkili olan faktörlerin görmezlikten
gelinmesine neden oldu.
1Tüm
teoriler belirli konuları açıklarken veya incelerken, diğer bazı konuların ihmal
edilmesine veya arka planda kalmasına da neden olmaktadır. Başka bir deyişle, tüm
teoriler belirli bir bakış açısından dünyaya baktıkları için dünya politikasının belirli
yönlerine odaklanmaktadır. Öbür taraftan dünyayı okumak bu veya şu teorinin dilinde
gerçekleştiği için teoriler vazgeçilmezdir. Bkz. (Smith, 2007: 4).
2Teoriyi bir araç olarak kabul etmek yerine, teoriyi açıklamaya çalıştığı gerçekliğin
kurucusu (constitutive) olarak gören görüş için bkz. (Smith, 1995: 1-37).
152
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi
68-2
I. Soğuk Savaş ve Uluslararası İlişkiler Teorileri
Soğuk Savaş’ın sona ermesi yirminci yüzyılın en önemli
dönüşümlerinden birini teşkil etmektedir. Barışçıl ve beklenmeyen bir şekilde
bitmesi en azından Uluslararası İlişkiler teorileri açısından, Soğuk Savaş’ın ne
kadar sorunlu bir şekilde anlaşıldığının da bir göstergesidir. Diğer bir deyişle,
Soğuk Savaş’ın sonu Uluslararası İlişkiler teorilerine meydan okumaktadır
(Herrmann ve Lebow, 2004: 1). Bununla beraber, birçok yazarın aksine, Neorealizmin önde gelen teorisyenlerinden Kenneth Waltz’a göre (2000: 5-41)
Soğuk Savaş’ın sonu yeni bir politik evren yaratmak anlamında bir “büyük
patlama” (big bang) etkisi (Herrmann ve Lebow, 2004: 1) yaratmamıştır.
Sonuçta Waltz’a göre değişen sadece sistemdeki kapasite (güç) dağılımıdır;
sistemin düzenleyici ilkesi değil. Sistemin içindeki değişim sistemin kendisinin
değişimiyle karıştırılmamalıdır. Diğer bir deyişle, sistemin yapısı hala
anarşiktir ve devletlerin belirli yönde davranmaları beklenir. Waltz’ın
düşünceleri sonraki bölümlerde daha ayrıntılı inceleneceği için bu bölümde
Soğuk Savaş’ın uluslararası ilişkilerdeki yeri üzerine odaklanılacaktır.
Soğuk Savaş’ın ne zaman başladığı sorusu, başlaması için kimin sorumlu
olduğu sorusuyla yakından ilgilidir (Scott, 2001: 79). Soğuk Savaş’ı bir
ideolojik mücadele olarak görenlere göre savaşın kökleri 1917 Bolşevik (Ekim)
Devrimi’nde yatmakta (Engerman, 2010: 20-43) ve savaş Sovyet Birliği’nin
dağılmasıyla, yani komünizmin çöküşüyle son bulmaktadır. Bu bakış
açısından, İkinci Dünya Savaş’nın hemen ertesinde Fransa ve İtalya gibi Batı
Avrupa ülkelerinde meşruiyet zemini güçlü olan komünist partilerin yönetime
gelebilme tehlikesi ve ABD’nin kapitalizmine meydan okuması,bölgede
Sovyetler’in nüfuzunu kolaylaştırması açısından acilen müdahale edilmesi
gereken bir gelişme olarak değerlendirildi (Hogan, 1985: 44-72; Creswell ve
Trachtenberg, 2003: 5-28). Marshall Planı (1947) öncelikle bu çerçevede
anlaşılmalıydı: Batı Avrupa’nın refahını yükselterek komünist partilerin
iktidara gelerek dış politikada bir eksen kaymasına neden olmalarını
engellemek.
Soğuk Savaş’ın jeopolitik boyutunu vurgulayanlara göre ise, ki bunlar
genelde Realist yazarlardan oluşmakta, Soğuk Savaş İkinci Dünya Savaşı
sonrasında ortaya çıkan iki süper gücün etki/nüfuz mücadelesi nedeniyle ortaya
çıktı ve Sovyetler’in etki alanının (sphere of influence) daralmasıyla (1989) ve
nihayetinde bu süper gücün çöküşüyle (1991) son buldu (Herrmann ve Lebow,
2004: 2). Jeopolitik/stratejik veya Realist görüş Soğuk Savaş’ı, İkinci Dünya
Savaşı ertesinde güç dağılımında oluşan yeni konfigürasyon nedeniyle,
kaçınılmaz olarak görme eğiliminde oldu.
Farklı yorumlar olsa da -, Soğuk Savaş’ın 1945-1950 yılları arasındaki
gelişmelerle ortaya çıktığı ve 1989-1990 zaman diliminde sona erdiği kabul
Klevis Kolasi
Soğuk Savaş’ın Barışçıl Olarak Sona Ermesi ve Uluslararası İlişkiler Teorileri
153
edilmektedir (Garthoff, 1998: 56). Başlangıcı ve sonu için iki sembolik
olay/tarih belirleyecek olursak da, 5 Mart 1946’da Winston Churchill’in Fulton
Koleji’nde Avrupa’yı ayıran bir Demir Perde’nin indiğini ilan etmesiyle
başladı diyebiliriz. Aynı nedenle, Avrupa’da bu ayrımının kalktığını sembolize
eden 9 Kasım 1989’da Berlin Duvar’ın yıkılmasının da Soğuk Savaş’ın sona
erdiğini gösterdiğini söyleyebiliriz (Garthoff, 1998: 56-57).
Soğuk Savaş’ın kökenleri üzerindeki tartışma, ABD’nin önderliğindeki
anti-faşist ittifakın bozulmasında ve Washington ve Moskova arasında
diplomatik ve jeopolitik yüzleşmenin başlamasında oynadığı rol çerçevesinde
gelişmiştir (Saull, 2008: 68). Bu tartışma Soğuk Savaş’ın kökenleri üzerine
ortodokslar-revizyonistler tartışması olarak bilinmektedir.3 Ortodoks veya
geleneksel yorum Soğuk Savaş’ın başlamasında Amerikan diplomasini pasif
olarak değerlendirir ve Soğuk Savaş’ı özellikle 1945-1948 yılları esnasında
Doğu ve Orta Avrupa’da Sovyet saldırganlığa karşı gelişen bir tepki olarak
değerlendirir. Revizyonist yazarlar ise tam tersine, Sovyet politikasının
devrimci olmaktan çok ABD’nin yayılmacı ve kışkırtıcı politikasına karşı
savunmacı ve muhafazakâr niteliğini vurgulamaktadırlar (Saull, 2008: 68-69).
İkinci görüşe göre, İkinci Dünya Savaşı ertesinde ABD ekonomik ve politik
gücünü sadece Sovyetler’in Orta ve Doğu Avrupa’daki etkisini baltalamak için
değil, aynı zamanda İngiltere gibi diğer kapitalist ülkelerin savaş sonrası
uluslararası ekonominin nasıl düzenlenmesi gerektiği konusunda Amerikan
vizyonuna katılmaları ve onu benimsemeleri doğrultusunda da kullanmıştır
(Saull, 2008: 68).
Görüldüğü gibi, Soğuk Savaş’ın başlangıç nedenleri ve sonunu getiren
faktörler üzerine araştırmacılar arasında bir fikir birliği yoktur, bunun anlamı
ise Soğuk Savaş’ın başlangıcını ve sonunu tek bir nedene veya boyuta
indirgemeyeceğimizdir.
“Soğuk Savaş” terimi ilk defa 1945’te ünlü İngiliz yazarı Georg Orwell
tarafından kullanılmıştır. Orwell, Sovyet Birliği’nin ve ABD’nin dünya
görüşleri, sosyal yapıları ve aralarında henüz ilan edilmemiş savaş halini
göstermek için bu terimi kullandı (Westad, 2010: 3). Oysa John Lewis
Gaddis’in belirttiği gibi (1997: 21) Orwell, 1948 yılında yayınladığı 1984
eserinde Büyük Ağabey (Big Brother) kurgu karakterinin ağzından “Savaş
Barıştır” (War Is Peace) diyerek, aslında olacakların en iyi habercisi olmuştur.
İşte büyük güçler açısından Soğuk Savaş, Gaddis’in (1997: 21) deyimiyle bir
Uzun Barışa evrildi. Soğuk Savaş’ın büyük güçler açısından böyle bir
3Ortodoksların
ve revizyonistlerin öne sürdükleri argümanların bir özeti için bkz.
(Saull, 2008: 68-69).
154
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi
68-2
“istikrar”a4 yer vermesi, özellikle Uluslararası İlişkiler teorisyenleri tarafından
dile getirildi, hatta çift-kutupluluğun çok-kutupluluktan daha barışçıl olduğu
savı (Waltz, 1964: 881-909) ileri sürülerek Soğuk Savaş kutsandı.
Bunları söylemişken Soğuk Savaş’ın anlamı hakkında şunu belirtmekte
yarar vardır. Soğuk Savaş farklı kimseler için farklı anlamlar taşımaktadır.
Gaddis bu anlamların bazılarına şu şekilde değinmektedir: Soğuk Savaş,
dünyanın iki düşman kampa ayrılması; Avrupa’nın ve özellikle Almanya’nın
etki alanlarında kutuplaşması; kapitalizm ve komünizm veya demokrasi ve
otoriteryanizm arasında ideolojik bir çekişme; Üçüncü Dünya’nın
bağlılığı/sadakati için bir rekabet; sahnenin arkasında büyük gizli servislerin
oynadığı bir zeka oyunu; iki hasımların içerisinde karşıt gruplar arasında
yürütülen bir mücadele; kültürü, sosyal ve doğa bilimleri ve tarihin yazılımını
şekillendiren bir çekişme; medeniyete son verme kapasitesine ulaşan bir silah
yarışması; ve hatta gezegenin sınırlarını aşacak kadar genişleyen bir
yarışmaydı, çünkü insan tarihinde ilk defa gezegeninden ayrıldı (Gaddis, 1997:
21-22).
Öbür taraftan, teoride Soğuk Savaş’ın ideolojik veya jeopolitik bir
rekabet olarak başladığı iddia edilse de, pratikte bu 1960’lara kadar örtük bir
biçimde Washington ve Moskova’nın emperyal heveslerine hizmet eden
dünyanın bölünmesine doğru evrildi. Bu görüş özellikle Üçüncü Dünya’da
yaygındı (Herrmann ve Lebow, 2004: 2-3). Doğu-Batı düşmanlığına odaklanan
dikkat, Kuzey-Güney gerçekliğinin/boyutunun ihmal edilmesine neden oldu.
Aynı ihmal Uluslararası İlişkiler disiplinine de yansıdı.
Bu noktada şu soruyu sorabiliriz. Nasıl oldu da savaşın nedenlerini
açıklamak için yola çıkan ve devletlerin davranışlarını odak noktası yapan bir
akademik disiplin Soğuk Savaş’ın sonuyla ilgili bu kadar yanılabildi? Bu
sorunun kısmi bir yanıtı Uluslararası İlişkiler teorisyenlerinin, özellikle Neorealistlerin, güç ve teori fetişizminde yatmaktadır, ancak bunun ne anlama
geldiği daha iyi anlayabilmek için önce Uluslararası İlişkiler disiplinin gelişimi
ve bu disiplinde Soğuk Savaş esnasında hakim olan yaklaşım(lar)a ve bilim
anlayışına bakmak gerekir.
Uluslararası İlişkiler disiplini 1919 yılında ilk defa kurulduğu
İngiltere’de (Wales Üniversitesi, Aberystwyth) değil, İkinci Dünya Savaşı
sonrasında ABD’de gelişti (Hoffmann, 1977: 43). Stanley Hoffman’a göre
(1977: 45-47) bu gelişme belirli bir durumun ve üç temel faktörün kesişmesine
bağlı olarak ortaya çıktı: ABD’nin bir dünya gücü olarak yükselmesinin
4Soğuk
Savaş’ın istikrarı göreceli olup daha çok büyük güçler arasında devletlerarası
savaşın olmadığı anlamında kullanılmaktadır. Oysa Üçüncü Dünya ülkeleri açısından
böyle bir istikrardan bahsetmek zordur.
Klevis Kolasi
Soğuk Savaş’ın Barışçıl Olarak Sona Ermesi ve Uluslararası İlişkiler Teorileri
155
yanında, ABD’deki “entelektüel eğilim, politik koşullar ve kurumsal fırsatlar”
(Hoffmann, 1977: 43-45) gerekli nedenleri sağladı. Diğer bir deyişle, bu
ortamda yaygın olan problemleri bilimsel yöntemle çözme inancı, önemli bir
dönüşüm geçirmekte olan ABD’nin dünyadaki konumuyla ilişkin karar
vericilerin ilgilendiği uzmanlık ve danışmanlık talepleriyle ve gerekli kurumsal
fırsatlarla kesişince disiplinin gelişmesi için gerekli şartlar sağlandı. Bu yeni
disiplinde teoriler ve bakış açıları geliştirmek konusunda ABD’li
akademisyenler diğerleri arasında ön plana çıktılar; kısaca Uluslararası İlişkiler
teorilerinin esas üreticileri oldular. Hoffman’ın (1977: 47) belirttiği gibi,
“disiplinin gelişimi ABD’nin 1945 sonrası dünya politikasındaki rolünden
ayrılamaz”. Bu durumda Realizm, devlet adamların ve dış politika yapıcıların
ABD’nin küresel bir süper güç olarak yeni rolünü desteklemek için ihtiyaç
duydukları gerekçeleri sağlıyordu (Schmidt, 1998: 34). Aşağıdaki bölümlerde
Realizmin ve Neo-realizmin varsayımlarıyla disiplinin ilgilendiği temel
soruları nasıl şekillendirdiği üzerinde durulacaktır.
II. Realizm ve Neo-realizm
William Wohlforth’un (2008: 131) ifade ettiği gibi akademik bir
inceleme konusu olarak Uluslararası İlişkilerin Realizm hakkında bir tartışma
olduğunu söylersek çok abartmış olmayız. Aslında varsayımlarıyla ve çalışma
programlarıyla Uluslararası İlişkiler disiplininin teorik tartışmalarını ve karar
vericilerin uygulamalarını bu denli etkilemiş olan ikinci bir yaklaşım bulmak
oldukça zordur. Liberalizm, “İdealizm” adı altında iki dünya savaşı arasında
(1919-1939) disiplinin oluşumunda Realizmi bile önceleyen bir düşünce
geleneği olarak Realizmin en büyük rakibi olarak gözükse de,5 İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra Realizme boyun eğmiş ve her ne kadar 1970’lerin başında
karşılıklı bağımlılığı ve ulusaşırı ilişkileri öne sürerek Realizme bir meydan
okuma sunmuşsa da, 1980’lerin başında Ole Waever’in (1996: 163-164) “neoneo sentez” dediği durumuna ulaşarak Neo-realizmin birçok varsayımını kabul
etmiş ve anarşik bir ortamda işbirliğin nasıl sağlanacağına odaklanmıştı.
Güç politikası ile eş anlamda kullanılan politik Realizm, veya
Realpolitik, uluslararası ilişkilerde en eski ve en çok benimsenen yaklaşım
olma rolüne sahiptir (Donnelly, 2005: 29). Bu anlamda Realizm büyük veya
5Geleneksel
yoruma göre, nedenlerini anlayarak savaşa bir son vermeyi amaçlayan
“İdealist” veya “ütopyacı” düşünürlerin başarısızlığı üzerine Realist akım kesin bir
zafer kazanarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra temel yaklaşım haline geldi. Bu olay
literatürde “birinci büyük tartışma” olarak geçmektedir. Bkz. (Dunne ve Schmidt,
2001: 141-142).
156
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi
68-2
güçlü devletler yaklaşımı olarak da adlandırılabilmektedir. Disiplinde
Realizmin sahip olduğu bu ünü, yukarıda değindiğimiz ABD’nin dünyadaki
güç konumuyla yakından ilişkilidir. Disiplinin gelişimiyle paralel olarak
Realizm evrilmiş ve çeşitli versiyonlara ayrılmıştır. Bu yüzden tek bir
Realizmden bahsetmek yerine klasik Realizm,6 Neo-realizm gibi
“Realizmler”den bahsetmek daha doğru olur. Bununla beraber Realizm(ler)in
paylaştığı birkaç temel özellikler/unsurlardan bahsetmek mümkündür. Bunların
başında güç ve anarşi kavramları gelmektedir ki, Soğuk Savaş’ın kendisi de bu
temel kavramlar çerçevesinde cereyan etti. Bu kavramlar savaş, güç dengesi,
güvenlik, göreli kazanç vb. kavramlarla beraber Uluslararası İlişkiler
disiplininin temel kavramları haline gelirken eşitsizlik, az gelişmişlik gibi
kavramlar disiplinin dışında bırakıldı veya marjinal konuma itildi (Smith, 2000:
378). Realizmin etkisinde disiplinin tanıdığı tek eşitsizlik devletlerin maddi güç
dağılımındaki eşitsizlik oldu.
Entelektüel tarihçesinin kökenleri Thucydides, Machiavelli, Hobbes ve
Rousseau gibi siyasal teorinin klasik düşünürlere kadar uzanan Realizm, E. H.
Carr’ın çalışmasıyla iki savaş arası dönemde yeniden canlandırıldı7 ve Hans
Morgenthau’nun çalışmalarıyla İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme damgasını
vurarak 1950-1960 yıllarında altın çağını yaşadı. Bu haliyle İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra hakim yaklaşım haline gelen Realizm hem Soğuk Savaş
dönemi uluslararası ilişkilerini şekillendirdi hem de devlet adamlarının
uluslararası olaylara bakışına damgasını vurdu (Eralp, 2010: 156). Realizmin
esas özelliklerini en özet şeklinde Morgenthau’nun Politics Among Nations
eserinde bulabiliriz. Bu kitapta “realist bir teori” kurmak amacını açıkça ifade
eden Morgenthau (1954: 4-10; aktaran Donnelly, 2004: 7-16), Realizmin altı
temel ilkesini ileri sürmüştür:
1. Siyaset ve toplum, kökleri insan doğasında bulunan objektif yasalarla
yönetilir.
2. Uluslararası politikanın hareket noktası, güç terimi ile tanımlanan
çıkar kavramıdır.
6Waltz’ın
yapısal realizmi ortaya atılmadan önceki tüm realist geleneği kapsar. Bu
çalışmada klasik realizm ve Realizm ifadesi eş anlamda kullanılmıştır.
7Birinci Dünya Savaşı’nın devlet yöneticilerin yanlış algılamalarından doğduğunu ve
böylece gerekli işbirliği aracılığıyla kaldırılabileceğini düşünenleri “ütopyacı” olarak
adlandıran Carr, “Realist” bir analizin uluslararası ilişkilerin daha doğru bir
incelemesini mümkün kıldığını ortaya koydu (Carr, 1981: 1-12).
Klevis Kolasi
Soğuk Savaş’ın Barışçıl Olarak Sona Ermesi ve Uluslararası İlişkiler Teorileri
157
3. Güç, uygulandığı zaman ve mekana bağlı olarak farklılık gösterebilir,
ancak politikanın özü olan çıkar kavramı zamandan ve mekandan
etkilenmez.
4. Evrensel moral ilkeler, evrensel soyut formüller biçiminde, devletlerin
eylemlerine uygulanamaz.
5. Politik Realizm belli bir ulusun moral arzularını evreni yöneten moral
yasalarla tanımlamaktan kaçınır.
6. Siyasal alan, kendi başına ve bağımsız bir alandır.
Morgenthau insan doğasını özcü (essentialist) bir anlayışla, yani
değişmeyen ve bencil olarak tanımlamaktadır. Morgenthau bu durumu animus
dominandi (hükmetme arzusu) ifadesi ile tarif eder. Böylece uluslararası
politika ilk olarak egoist ve sabit bir insan doğası ve ikinci olarak uluslararası
bir hükümetin yokluğu tarafından kısıtlanmakta/belirlenmektedir. Bu iki faktör
de uluslararası politikayı temelde bir güç ve çıkar alanına dönüştürür
(Donnelly, 2004: 9). Bu açıdan uluslararası güç mücadelesinin/çatışmanın/savaşın ana nedeni insan doğasına indirgenmiş olur (Yalvaç, 2011: 77).
Ancak çıkış noktası insan doğasının benciliği olmasına rağmen, Realizmi
Realizm yapan devlete ilişkin varsayımlarıdır.
Birincisi, devletler merkezi ve meşru bir hükümetin yokluğu tarafından
tanımlanan anarşik bir dünyada temel aktörlerdir. Devletler anahtar analiz
düzeyi temsil eder. Diğer devlet dışı aktörlerin varlığı yadsınamazsa da onlar
devletlere göre ikincildir. İkincisi, devlet bütüncül (unitary) bir aktör olarak
kabul edilmektedir. Bütüncül devlet anlayışı devleti sabit ve önceden
belirlenmiş bir kimliği olan ulusal ve ideolojik açısından homojen, ahenkli bir
topluluk olarak varsaydığı için aslında ideal bir devlete işaret eder (Reus-Smit,
1992: 14). Bu görüş devleti sınıfsal içeriğinden soyutlamakta ve devlet ile
toplum arasında doğal bir uyumun varlığını varsaymaktadır. Böylece devletin
toplumu/halkı temsil ettiği düşüncesi, devletin otomatik olarak ulusal çıkarı
temsil ettiği varsayılır (Yalvaç, 2010: 22). Bu görüş, Westphalian teritoryal
(toprağa dayalı) egemen ve Weberci, yani meşru güç kullanımı tek elinde
bulunduran (ulus) devlet anlayışına dayanmaktadır. Üstelik, devlet katı bir
kabukla (zarla) kaplanmış olarak hayal edilir ve içine bakamadığımız bir “kara
kutu” (black box) olarak tasvir edilir. Aslında bu “kara kutu”nun içine
bakmamıza gerek de yok, çünkü devletin siyasal rejiminden ve o anki
yöneticiden bağımsız olarak her zaman uluslararası alanda aynı şekilde
davranacağı beklenmektedir. Üçüncüsü, devlet rasyonel bir aktördür. Buna
göre devletlerin dış politika oluşturma süreci maliyet ve fayda hesaplamaları
sonucunda faydayı maksimize edecek alternatifin seçilmesini öngörmektedir.
Dördüncüsü, devletin ilgilendiği konuların başında ulusal güvenlik ile ilgili
olanlar gelmektedir. Askeri-stratejik konular uluslararası politikada hakimdir.
158
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi
68-2
Burada güvenlik konuları “yüksek/birincil politika” (high politics) olarak
tanımlanırken, ekonomi ve sosyal konular “alçak/ikincil politika” (low politics)
olarak değerlendirilmektedir. Böylece savaş/güvenlik ile ilgili konulara
ekonomi ve sosyal konulara göre öncelik verilir.8
Tüm bu varsayımlar Realizmi devlet-merkezli (statist) bir teori
yapmaktadır. Ancak Realizmin belki de en önemli diyebileceğimiz iddiası
varsayımlarının evrensel olmasıdır (Aydın, 2004: 39). Diğer bir deyişle,
Thucydides zamanında (Atina için) geçerli olan kurallar değerini bugün (ABD
için) de korumaktadır. Zamandan ve mekandan bağımsız bu evrensellik iddiası
objektiflik iddiasıyla birleştiğinde karşımıza bir genel/büyük teori (grand
theory) çıkmaktadır. Bu iddianın belki de en ileri gittiği aşamaya, 1970’lerin
sonuna doğru ortaya çıkan şimdi ele alacağımız Kenneth Waltz’un Yapısal
Realizmiyle, veya eleştirmenlerin (Ashley, 1984: 225-286) taktıkları adıyla
Neo-realizm ile ulaşıldı.
Devletlerin davranışlarının belirlenmesinde yapıya yaptığı vurgu
nedeniyle “yapısal realizm” (Structural Realism) olarak da adlandırılan Neorealizm, ilk defa Kenneth Waltz’un Theory of International Politics adlı
eseriyle gündeme geldi. Neo-realizmin ortaya çıktığı tarihsel arka plan,
1970’ler, ABD hegemonyasının (Gramscici anlamında hegemonya, yani güçten
çok rızaya dayanan) sarsılmaya başladığı dönemdir. Bu dönemin özelliklerine
bakacak olursak şunları söyleyebiliriz. Hem Batı bloku hem de Doğu bloku
sarsıntılar geçirmekteydi ve ittifaklarda gerginlikler artmıştı. Başta ABD’nin
katkılarıyla kurulan Avrupa Topluluğu (güvenliği ABD tarafından sağlanan
Batı Avrupa devletleri enerjilerini ekonomiye verdiler) ABD için ekonomik
açıdan bir rakip haline geldi ve doların hakimiyetini sorgulamaya başladı.
Üstelik petrol piyasasındaki dalgalanmalar, fiyat artışları vs. ekonomik
sorunların ön plana çıkmasına neden oldu. Bu durumda uluslararası alanda
ekonomi ve siyasi sorunlar iç içe geçmeye başladı (Eralp, 2010: 157). Böylece,
iç ve dış siyasi gelişmeleri birbirlerinden ayıran Realizm yoğun eleştirilere
maruz kaldı. Üstelik Vietnam Savaşı’nın gidişatı askeri gücün her zaman
sonucu belirleyen olmadığını göstererek Realizmin varsayımlarına olan inancı
sarstı (Aydın, 2004: 47). Öbür taraftan, Üçüncü Dünya ülkelerinin
dekolonizasyon sürecinde bağımsızlıklarını kazanmaları uluslararası ilişkilerin
Batı merkezli yapısının sorgulanmasına da yol açtı (Eralp, 2010: 158-159). Bu
durum Batı bloku’nda ABD’nin liderlik rolünün sorgulanmasına, Realizmin
varsayımlarının eleştirilmesine de yol açtı. Bu eleştiriler, hem Üçüncü
Dünya’nın ihmal edilmiş az gelişmişlik sorunsalını gündeme getiren neo8Devlet
ile ilişkin bu dört varsayım özetlenerek Viotti ve Kauppi’den aktarılmıştır.
Bkz. (Viotti ve Kauppi, 2010: 42-43).
Klevis Kolasi
Soğuk Savaş’ın Barışçıl Olarak Sona Ermesi ve Uluslararası İlişkiler Teorileri
159
Marxist yazarlar tarafından, hem de devletlerarası karşılıklı bağımlılığı,
ulusaşırı ilişkileri ve devlet dışı aktörleri (özellikle çok uluslu şirketleri)
vurgulayan Robert Keohane ve Joseph Nye gibi neo-liberal yazarlardan
geliyordu. Bunun yanında Batı Avrupa devletlerinin “bütünleşme” konusunu
vurgulayan yeni-işlevselci (neo-functionalist) yazarlar da Realizmin
varsayımlarına baş kaldırdılar. Liberal akım içerisine yerleştirebilen bu
yazarların ortak özelliği “Davranışsalcı devrim”den etkilenerek “Davranışsalcı”
metodolojiyi benimsemeleriydi. Bu duruş onların çalışmalarına “bilimsel” bir
nitelik kazandırdı. Waltz’ın çalışması bu gelişmelere bir tepki olarak da
yorumlanabilir (Reus-Smit, 2005: 189-190).
Waltz, Realizmin zengin düşünce geleneğinden bilimsel ve zarif bir teori
kurma (Smith, 1999: 89) çabasıyla Realist geleneği canlandırmakla kalmadı,
tüm disiplini etkileyecek güçte bir girişimde bulundu (Buzan vd., 1993: 1).
Waltz uluslararası politika teorisini kurarken (katı) pozitivist bir bilim
anlayışına dayandığı için, kısaca pozitivizmden ve en azından ABD’deki sosyal
bilimlerde pozitivizme saygın bir yer sağlayan “Davranışsalcılık devrimi”nden
bahsetmekte yarar var.
Uluslararası İlişkilercilerin ilk nesili siyasi tarih, uluslararası hukuk,
siyaset felsefesi ve diğer beşeri disiplinlerden veya doğrudan diplomasi
alanından geliyorlardı. Bu yüzden onlar analizlerinde beraberinde normatif ve
tarihsel bir bakış getirdiler (Jackson ve Sorensen, 2007: 40). Burada İngiliz
tarihçi E. H. Carr’ın (1981: 1-8) çalışmasını hatırlamak yeterli olacaktır. İkinci
Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’de hızla yayılan Uluslararası İlişkiler disiplini
yukarıda bahsedilen özellikler nedeniyle yeni nesil araştırmacılar tarafından
yeterince bilimsel olarak görülmemeye başlandı. Siyaset bilimi, ekonomi,
matematik ve diğer doğa bilimleri alanlarında eğitim görmüş bu yeni
araştırmacılar Uluslararası İlişkiler disiplinini gerçek bir bilim dalına
dönüştürme hevesiyle yola çıktılar. Bu yeni neslin bilim anlayışı
“Davranışsalcılık devrimi”nden etkilenmişti. Kısaca Davranışsalcılık sosyal
bilimlerin doğa bilimleri gibi incelenebileceği bir metodoloji fikrine
dayanmaktaydı. Bunlara göre, bilgiye giden yol gözlemlenebilir verilerin
toplanmasından geçmektedir (Hollis ve Smith, 1990: 28), böylece nasıl doğa
bilimciler maddi dünyayı açıklamak için gözleme dayanan, objektif ve test
edilebilir/doğrulanabilir “yasa”lar geliştirebiliyorlarsa, onlar da aynısını
Uluslararası İlişkiler alanında yapabilirlerdi. Burada temel görev ölçümlerde,
sınıflandırmalarda, genellemelerde ve nihayet hipotezlerin doğrulanmasında
kullanabilecekleri geniş ampirik verilerin toplanmasıydı (Jackson ve Sorensen,
2007: 41). 1960’larda Davranışsalcılar (Morton Kaplan) ve Gelenekselciler
(Traditionalists) (Hedley Bull, Morgenthau gibi yazarlar kastedilmekte)
arasında Uluslararası İlişkilerin en iyi nasıl incelenmesi gerektiği konusunda
geçen bu metodolojik tartışma litaratürde “ikinci tartışma” olarak da
160
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi
68-2
geçmektedir. Burada belirtilmesi gereken husus Davranışsalcılığın yeni bir
teori değil Uluslararası İlişkileri incelemede yeni bir yöntem olduğudur. Diğer
bir deyişle Davranışsalcılık ve Gelenekselcilik arasındaki tartışma farklı
teoriler arasında bir tartışma değil, Realizm içerisinde araştırmanın nasıl daha
bilimsel bir şekilde yürütülmesi gerektiği ile ilgilidir. Bu açıdan
Davranışsalcılık Realizmi normatif muhakemeye yer verdiği için eleştirirse de
gerçekte Realizmin temel varsayımlarına meydan okumamıştır (Hollis ve
Smith, 1990: 31; Vasquez, 2004: 39-41).
Davranışsalcılık metodolojisi pozitivizme dayanmaktadır. Steve Smith
Uluslararası İlişkiler disiplinine yansıdığı şekliyle pozitivizmi bilgiyi nasıl
oluşturabiliriz ile ilgili dört temel varsayıma dayanan bir görüş olarak ele
almaktadır (Smith ve Owens, 2008: 178; Smith, 1996: 31-32): Birincisi,
bilimde birlik ilkesine dayanır, yani doğa bilimlerinde geçerli olan metodoloji
sosyal bilimlerde de geçerlidir. İkincisi, bilgi ve değerler arasında kesin bir
ayrım olduğu ve böylece teorilerin tarafsız olduğunu kabul etmektedir.
Üçüncüsü, sosyal dünyanın, maddi dünya gibi kuralları olduğu ve bu kuralların
teoriler tarafından keşfedilebilir anlayışına dayanmaktadır. Son olarak da,
gerçeği belirlemek tarafsız bilginin sayesinde mümkün olabileceği fikrine
dayanır. Bu görüş teoriyi, dışımızda bulunan gerçekliği dışarıdan keşfeden
objektif bir araca indirgemektedir.
Amerikan sosyal bilimlerinde son derece etkili olan pozitivizm en
başarılı şekilde ekonomi bilim dalında uygulandığı (Hollis ve Smith, 1990: 24)
için Waltz için taklit edilmesi gereken bir örnek oluşturdu. Böylece Waltz
uluslararası politika teorisini mikro-ekonomi teorisi analojisinden yola çıkarak
kurdu. Bunun amacı zarif ve cimri (parsimonious) bir teori elde etmekti, yani
az değişkenler yardımıyla kuvvetli genellemeler/tahminler yapabilmekti.
Waltz, ilk olarak uluslararası politikayı, devletlerin davranışlarına ve
yönetim biçimine, yani birim düzeyine odaklanarak açıklamaya çalışan
Liberalizm (mesela Demokratik Barış teorisi, yönetim biçimi ve uluslararası
sonuç arasında bir korelasyona dayanmakta) (Waltz, 2000:6), veya ekonomik
altyapıya (üretim biçimine/tarzına) odaklanan klasik Marxizm (emperyalist
devletler savaşa yol açıyor) gibi yaklaşımları “ikinci imge” (second image)
teorileri olarak adlandırarak indirgemeci (reductionist) olarak tanımladı.
İndirgemeci teoriler bütünü parçaların özelliklerine ve aralarındaki etkileşime
bakarak açıklarlar (Waltz, 1979: 19-27). Bunların yerine “sistemik” bir
yaklaşım olarak gördüğü yapısal analize (üçüncü imge) dayanan bir teoriyi
önerdi. Bu teori de klasik Realizmde hakim olan iç politikanın uluslararası
politikadan farklılığı üzerine inşa edilmiştir. Diğer varsayımlar da bu ayrımdan
kaynaklanmaktadır. Ancak Neo-realizmi klasik Realizmden ayıran temel yönü
Klevis Kolasi
Soğuk Savaş’ın Barışçıl Olarak Sona Ermesi ve Uluslararası İlişkiler Teorileri
161
ise normatif ve etik kaygıları dışarıda bırakarak9 devletleri (maddi) kapasiteleri
dışında tüm özelliklerinden soyutlaması (Waltz, 1979: 99) ve sistemin
birimlerin özelliklerine indirgenmeyen bir yapı artı birimlerin etkileşiminden
oluştuğunu kabul etmesidir (Waltz, 1979: 80).
A. Neo-realizm ve İç/Uluslararası Politika Ayrımı
Geleneksel uluslararası ilişkiler/politika teorisi, veya kısaca uluslararası
teori, sosyal ve politik/siyaset teorisinden farklılık düşüncesi üzerine
kurulmuştur. Bu farklılığın incelediği ayrı konusundan, yani egemen
devletlerarası ilişkilerden kaynaklandığı ileri sürülür (Brown, 2000: 1655). Bu
görüşün savunucularından Martin Wight’a göre (1966: 26), uluslararası politika
bir tekrar alanıdır ve iç politikada anlamlı olan ilerleme/değişim kavramlarına
yer yoktur. Bu açıdan siyaset teorisi devletin içinde iyi yaşamın nasıl
olabileceği ile ilgiliyken, uluslararası ilişkiler hayatta kalma konusu ile
ilgilenmektedir (Wight, 1966: 23).
Bu görüşün bir benzerini Hobbes’ta da bulmak mümkündür.
Leviathan’ın (devletin) kurulmasıyla toplum içi hakim olan çatışma ve anarşi
devletin dışına, yani devletlerarası alana itilmiştir (Sorensen, 2005: 81).
Böylece uluslararası politika (toplumsal) sözleşme öncesi doğa durumuyla
tanımlanmaktadır (Wight, 1966: 30-31). İşte birey-devlet analojisine başvurularak, toplum içi doğa durumunda bireylerin hissettikleri güvensizlik ve korku
uluslararası doğa durumunda da devletler tarafından hissedilir olmaktadır.
Ancak toplum içi doğa durumunun yarattığı güvensizlik toplumsal sözleşmeye
yol açarken, uluslararası doğa durumundaki güvensizlik sadece savunma
tedbirlerine ve caydırıcılığa yol açar (Jackson, 2005: 43).
Realist düşüncenin en önemli unsurlarından olan devletin toplumsal
ilişkilerden bağımsız bir aktör olduğu fikri yukarıda tasvir edilen bu iç
politika/toplum ve dış toplum/uluslararası politika ayrımına dayanmaktadır
(Yalvaç, 2010: 22). Bu görüş hem klasik realistlerde hem de neo-realistlerde
hakimdir, ancak klasik realistler için uluslararası güç mücadelesinin nedeni
insan doğasında yatarken, Waltz ampirik olarak doğrulanamayacağı için bu
görüşten kaçınır ve güç mücadelesini uluslararası yapının özelliğine bağlar. Bu
farklılığa Neo-realizmin belkemiğini oluşturduğu için yakından değinilmesi
gerekir.
9Morgenthau
için devlet adamların devlet yönetimi sanatının etiği önemliydi. Ona göre
devlet adamların uluslararası ilişkileri değerlendirmesi esas bir öneme sahiptir
(Jackson ve Sorensen, 2007: 75).
162
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi
68-2
Waltz’a göre (1979: 82) politik yapılar üç özellik açısından
tanımlanmaktadır: düzenleyici ilke, işlevlerin farklılığı ve kapasitelerin
dağılımı. Waltz için iç/ulusal politikayı uluslararası politikadan ayıran en
önemli husus savaşın ve çatışmanın sürekli olması değil (iç politikada da
çatışma süreklidir ve kimi iç savaşlar çok daha kanlı olabilmektedir), sahip
oldukları farklı yapılarıdır (Waltz, 1979: 103). Birimlerin emir itaat ilişkisine
tabii olduğu iç politikada yapının düzenleyici ilkesi hiyerarşiyken, merkezi bir
gücün olmadığı uluslararası politikada yapının özelliği adem-i merkeziyetçi ve
anarşiktir. Anarşi kavramı Realist düşünce için ve dolayısıyla yerleşik
Uluslararası İlişkiler disiplini için de temel bir kavram olduğu için ve özellikle
Realizmin savaş ile ilgili varsayımlarını şekillendirdiği için bu kavramın biraz
detayına inmemiz gerekmektedir.
Realistler için uluslararası politika belirli türden bir politikadır. İç
politikadan farklı olarak, uluslararası politika merkezi bir devletin/hükümetin
olmadığı bir ortamda cereyan etmektedir. Böylece anarşi kavramı, iç
politikadaki kaos veya kargaşadan farklı olarak, merkezi bir devletin
yokluğuna, veya hiyerarşik bir yönetimin yokluğuna işaret etmektedir. Anarşiyi
kaos kavramı ile eşitlediğimizde her barış döneminde anarşinin
yumuşatıldığına yanlışlıkla inanabiliriz, der Waltz. Aslında uluslararası
politikada anarşi belirli türden bir düzene işaret etmektedir. Hatta Waltz (1979:
111-113) güç dengesine ve savaşa işaret ederek anarşinin erdemlerinden de
bahsedebileceğini vurgulamıştır. Bunun ne anlama geldiğine ise Neo-realizm
ve savaş hakkındaki varsayımları açıklanırken değinilecektir.
Waltz’a göre (1979: 96) anarşik bir sistemin birimleri sahip oldukları
farklı ideolojik, kültürel, anayasal vb. özelliklere rağmen işlevleri açısından
farklı değildirler. O zaman böyle bir düzenin birimleri benzer görevleri yerine
getirme kapasitelerine göre birbirlerinden ayrılmaktadır. Devletler günlük
faaliyetlerinde benzer işlevleri yerine getirmeye çalışmaları anlamında
birbirinin aynıdır. Mesela tüm devletler egemenliklerini korumak, veri
toplamak vs. görevlerden sorumludur. Bu durumda onları ayırt eden yaptıkları
işler ya da özellikleri değil bu işleri yerine getirme becerileridir. Bunun yanında
devletler hukuki açıdan (egemen) birbirinin eşitiyken, sahip oldukları göreli
maddi güç dolayısıyla birbirlerinden ayrılmaktadırlar.
Burada Waltz uluslararası politik sistemlerin barındıkları büyük güçlerin
sayısına göre ayırım yapmaktadır. Bir sistemin yapısı, içinde barındırdığı
büyük devletlerin kapasitelerinin dağılımındaki değişimlerle beraber
değişmektedir. Yapının üçüncü özelliği olan kapasiteler dağılımı Waltz için
esastır; çünkü, güç devletin sahip olduğu bir özellikken devletlerin güç dağılımı
sistemin bir özelliğidir (Waltz, 1979: 80). Diğer bir deyişle, uluslararası alanda
değişim büyük güçlerin yükseliş ve çöküşüne bağlı olarak ve bu süreci takip
eden güç dengesindeki değişimler sonucu meydana gelir. Bu çapta bir
Klevis Kolasi
Soğuk Savaş’ın Barışçıl Olarak Sona Ermesi ve Uluslararası İlişkiler Teorileri
163
değişimin tipik aracı ise büyük-güçler savaşıdır (Jackson ve Sorensen, 2007:
76). Yapıdaki değişim ise, devletlerden beklenen davranışlarla ilgili
beklentilerin değişmesine neden olmaktadır (Waltz, 1979: 97).
Görüldüğü gibi uluslararası yapının oluşmasında büyük devletler/veya
güçlü devletler (great power/major power) en etkili olanlardır, ancak bu yapı
oluşur oluşmaz onu meydana getiren devletlerden bağımsızlaşır ve devletlerin
davranışları üzerine kısıtlamalar getirir. Yapı bu kısıtlamalara uygun hareket
eden devletleri ödüllendirirken etmeyenleri cezalandırır. Teorinin bu belirleyici
özelliği uluslararası politikanın sistemin yapısı tarafından belirlendiğini ortaya
koymaktadır. Bu belirleyicilikte devlet adamlarının takdirine çok yer
verilmemektedir. Diğer bir deyişle Waltz’ın teorisinde sistemin yapısından
bağımsız bir dış politika gelişimine yer yoktur (Jackson ve Sorensen, 2007:
77).
Neo-realizme göre devletlerin büyük, orta, küçük olarak sınıflandırılması
sahip oldukları göreli güçlerinden kaynaklanır. Waltz’un teorisindeki tek
eşitsizlik, devletlerin güç dağılımındaki eşitsizliktir; çünkü devletler sistemde
güç dağılımına göre konumlandırılır. Devletlerin gücü maddi güç olarak
tanımlanmaktadır; yani askeri ve ekonomik güç. Ekonomik güç her zaman
askeri güce dönüşebileceği için önemlidir. Bu açıdan askeri açıdan yetersiz,
ancak ekonomisi açısından güçlü bir devlet, her zaman potansiyel bir rakiptir
(Mearsheimer, 2001: 143-144).
Son olarak uluslararası anarşi, devletleri güçlü olana katılmak/eklemlenmek (bandwagoning) yerine birbirlerini dengelemeye (balancing) teşvik
etmektedir (Waltz, 1979: 126). Büyük devletlerin gücü self-help bir sistemde
her zaman bir tehlike olduğu için göreli olarak daha zayıf devletler riski
azaltmak için güçlü olanı dengelemeye çalışırlar. Bu mekanizma güçlü
devletler için de aynı yönde işlemektedir. Bu bağlamda güçlü devletlerin
beraber birlik olup güçlerini diğerleri üzerine artırmaları beklenmemektedir.
Bunun yerine güçlü devletler ittifaklara yönelirler. Anarşide güvenlik en
yüksek amaç olduğu için ve güç buna ulaşmada bir araç olduğu için, devletler
iki koalisyonlardan en zayıf olana katılmayı tercih ederler (Waltz, 1979: 126).
Dengeleme iki türlü olmaktadır: ya iç kapasiteleri artırarak ya da ittifaklara
katılarak. Örneğin Nazi Almanya’sına karşı ABD-Sovyet ittifakı bu açıdan
değerlendirilmelidir.
B. Neo-realizm ve Savaş
Waltz, Man, the State and War adlı eserinde savaşın nedenlerini üç
seviyede açıklar. Savaşlar insan doğası, devletlerin yapısı ve uluslararası
sistemin anarşik yapısından kaynaklanmaktadır. Ancak Waltz’a göre savaşların
(devletlerarası savaşlar kastedilmekte) temel nedeni uluslararası anarşidir. Oysa
164
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi
68-2
indirgemeci teoriler birim düzeyinde savaşın nedenlerini ortadan kaldırarak
savaşın da kalkacağını yanlışlıkla varsaymaktadırlar. Waltz’a göre (2001: 232)
savaş onu engelleyecek herhangi birşey olmadığı için var olur. İşte bu temel
varsayımdan devletlerin davranışları için önemli sonuçlar doğmaktadır. Bu
açıdan anarşi sürekli devam eden bir savaş durumuna (state of war) işaret
etmektedir, yani diğer (barışçıl, ki genelde diplomasi kastedilmektedir) araçlar
başarısız olduğu zaman güce başvurmak sorunların çözümü için devletler
tarafından her zaman bir alternatif olarak değerlendirilmektedir.
Ancak uluslararası anarşi sadece savaşların nedenini değil, aynı zamanda
devletlerarası işbirliğinin neden zor olduğunu da açıklamaktadır. Mesela
antlaşmalara uymayanları cezalandırabilecek merkezi bir gücün yokluğunda
işbirliği hiçbir zaman garantili değildir ve çatışma her zaman ciddi bir
ihtimaldir. Böylece anarşik bir ortamda bir arada varolmak devletler için kendi
gücüne dayanmasını (self-help) gerekli kılmaktadır. Self help bir ortamda
devletlerin en baştaki amacı hayatta kalmalarıdır, bu yüzden rasyonel birer
aktör olarak güvenliği maksimize etmeye çalışırlar. Güvenliğe ulaşmanın yolu
ise göreli gücü artırmaktan geçmektedir. Bu yüzden devletler mutlak avantajlar
yerine göreli kazançlar/güç (relative gains) elde etmek peşindedirler. Ancak bu
davranış diğer devletler açısından “güvenlik ikilemi”nin doğmasına neden olur.
Bir devlet, güvenliğini artırmak için gücü maksimize etmeye çalışırken diğer
devletler ondan korkmaya başlar ve benzer bir şekilde davranmak zorunda
kalırlar. Ancak Waltz için bu güç rekabeti göründüğü kadar tehlikeli değildir.
Politikada kuvvet kullanımın bir ultima ratio (son çare) olduğu söylenir,
uluslararası politikada ise kuvvet kullanma sadece bir ultima ratio olarak işlev
görmez, güç/kuvvet devletlerin ilk ve sürekli başvurduğu bir araçtır (Waltz,
1979: 113). Aslında anarşi değişmeyeceği için savaş da vazgeçilmezdir. Öbür
taraftan, kuvvetin her daim kullanılabileceği endişesi manipülasyonları
sınırlandırır, talepleri yumuşatır ve çatışmaların çözümü için bir teşvik olarak
işlev görür. Böylece devletlerarası olası çatışmaların uzun ve maliyetli
savaşlara neden olabileceği düşüncesi ölçülü davranışların ortaya çıkmasında
da etkilidir (Waltz, 1979: 114). Anarşinin düzen boyutu veya erdemi burada
yatmaktadır.
Yapısal teori, devletlerin sistem içindeki konumlarını korumaya
çalıştıklarını söyler. Devletlerin konumları da genelde savaşlar yoluyla
değişmektedir. Hatta savaş statükoyu belirli bir devletin lehine dönüştürme
konusunda en etkili stratejidir (Mearsheimer, 2001: 147). Böylece güç
dağılımındaki değişim ve dolayısıyla sistemin özelliği (çok/çift/tek kutuplu
olması) bir savaş sonucu meydana gelir. Zaten Neo-realizm güç dağılımındaki
değişim dışında herhangi bir değişim öngörmemektedir. Waltz’ın en önemli
iddialarından bir tanesi de uluslararası politikanın hiç bir zaman
değişmediğidir. Üstelik Waltz’ın tüm varsayımları sistemin değişmeyen
Klevis Kolasi
Soğuk Savaş’ın Barışçıl Olarak Sona Ermesi ve Uluslararası İlişkiler Teorileri
165
yapısını ortaya çıkarmaya yöneliktir (Yalvaç, 2011: 77). Bu varsayımlar Neorealizmi tarih dışı yapmaktadır. Böylece, ampirik hipotezler kurmakta
başarılıyken, devletlerin davranışlarını açıklamak için sadece sistemin
belirleyiciliğine odaklanması, devletlerin eylemlerinin gerçekleştiği tarihsel ve
sosyal boyutunun ihmal edilmesine neden olmaktadır.
III. Neo-realizmin Soğuk Savaşa Bakışı
Her neo-realist analiz sistemin özelliklerini başlangıç noktası olarak ele
almaktadır. Waltz’ın amacı “uzun barış”ın nasıl yapısal bir analiz aracılığıyla
açıklanabileceğini ortaya koymaktı. Waltz’a göre bu konuda sorulması gereken
esas soru Soğuk Savaş’ı kimin başlattığı değil, neyin başlattığıdır (Waltz, 1988:
628). İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası sistemin güç dağılımında
önemli değişiklikler meydana geldi. Almanya’nın yenilmesiyle Orta Avrupa’da
büyük bir güç boşluğu oluştu. Güç dağılımı bakımından iki ülke, ABD ve
Sovyetler Birliği öne çıktılar. Uluslararası yapının anarşik özelliği nedeniyle,
ortaya çıkan bu iki süper güç kaçınılmaz olarak karşı karşıya geldi. Bu
kaçınılmazlık, anlaşılacağı gibi, yapının devletlerin davranışları üzerine yaptığı
kısıtlayıcı etkiden kaynaklanmaktaydı. Diğer bir deyişle, anarşiden
kaynaklanan güvensizlik ve kendi kendine dayanma durumu, devletleri hayatta
kalabilmeleri için göreli güçlerini artırmaya teşvik eder (Mearsheimer, 1990:
12). Böylece Soğuk Savaş’ın başlaması için ne ABD ne de Sovyet Rusya
suçlanabilir. Diğer bir deyişle Soğuk Savaş’ı kimse başlatmamıştır; Soğuk
Savaş çift kutupluluğun doğal bir sonucudur (Donnelly, 2005: 36). Bu bakış
açısına göre ideolojik ve sosyo-ekonomik faktörler süper güçlerin maddi
(askeri ve ekonomik) çıkarlarına göre ikincildir veya bu çıkarlara boyun
eğmektedir (Saull, 2007: 2). Böylece süper güçlerin ikisi de yapının
zorunluluklarına uyarak birbirini dengelemeye başlamışlardır. Benzer
nedenlerle, Sovyet Rusya’nın Doğu ve Orta Avrupa’ya yayılması Kremlin’deki
zalim liderlerin arzularından kaynaklanmaktadır. Sovyetler’in bu davranışı,
yirmi beş yılda (Napolyonun işgalini saymazsak) batıdan iki kez işgal edilen
bir ülkenin doğal davranışı olarak görülmelidir (Donnelly, 2005: 36).
Waltz’a göre (1988: 628) “Soğuk Savaş’ın kökenleri [İkinci Dünya]
savaş sonrası uluslararası politikada yatmaktadır ve bu yapı sürdüğü sürece
devam edecek”tir. Waltz, Soğuk Savaş dönemini en istikrarlı dönem olarak
değerlendirir. Ona göre, “uzun barış” iki nedene dayanmaktadır: sistemin çift
kutuplu olması ve nükleer silahların varlığı (Waltz, 1993: 44). Anlaşılacağı
üzere Waltz bu “uzun barışı” iki süper gücün arasında (sıcak) savaşın olmaması
fikrine dayandırır. Bu noktada Waltz’ı takip eden Mearsheimer’a göre (1990:
14) çift kutuplu sistemin daha istikrarlı olması üç temel nedene dayanır.
Birincisi, büyük güçler arasındaki çatışmaların sayısı azdır ve bu durum büyük
166
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi
68-2
güçler arasında savaş olasılığını azaltmaktadır. İkincisi, sistemde büyük
güçlerin sayısının az olması nedeniyle etkili bir caydırma politikası yürütmek
mümkün olmaktadır. Üçüncüsü ise, sistem sadece iki büyük gücün
hakimiyetinde olduğu için, yanlış hesaplama ve bu nedenle yanlış maceralara
kayma şansları daha düşüktür. Neo-realistlere göre askeri gücün dağılımı ve
doğası savaş ve barışın en önemli kaynakları olduğu için, o zaman 1945-1990
arası süren “uzun barış” şu üç temel nedenden kaynaklanır: Avrupa’daki askeri
gücün çift kutuplu sistemi veya güç dağılımının çift kutupluluğu; ABD ve
Sovyetler Birliği arasındaki yakın askeri eşitlik; ve rekabet eden iki süper
gücün de geniş nükleer silahlar cephaneliğine- sahip olmalarıdır (Mearsheimer,
1990: 11). Sonuçta Mearsheimer’e göre tarihsel olarak şiddetin egemen olduğu
bir bölge olan Avrupa’nın barışçıl bir yere dönüşmesi temelde ABD ve
Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş sayesinde mümkün olmuştur.
Waltz’a göre (1993: 46) süper güçlerin ikisi de Soğuk Savaş boyunca
Neo-realizmin beklentilerine uygun bir şekilde hareket etmişlerdir. Bunu en
açık şekilde gördüğümüz iki durum vardır: silah yarışı veya silahlanma
politikası ve süper güçlerin giriştikleri dış müdahaleler. Soğuk Savaş boyunca
birinin askeri alanda yaptığı bir ilerleme hemen diğeri tarafından takip edildi.
Askeri kuvvetler açısından ulaşılan denge süper güçlerin askeri doktrinlerinin
benzeşmesine neden oldu. (Waltz, 1993: 46-47).
İdeolojik farklarına rağmen, süper güçlerin ikisi de, nüfuz alanlarını
korumaya/genişletmeye çalışarak birbirini dengelemeye gelince benzer
eylemlerde bulundular. ABD’nin Çin, Kore ve Vietnam’da yaptığı
müdahalelerin benzerini Sovyetler Birliği Afganistan’da, Angola, Mozambik
ve Etiyopya’da yaptı (Waltz, 1993: 47). Bu eylemlere ideolojik bir kılıf ve
retorik uydurulursa da özü aynıdır. Üstelik ideolojilerini ihraç etmek açısından
ikisi de benzer şekilde davranmışlardır.
Görüldüğü gibi Waltz çok istikrarlı ve net bir tablo çizmektedir. Bu
görüşler aynı zamanda bu görüşlerin geliştiği 1969-1979 yılları arasındaki
ortamı, yani yumuşama (détente)10 dönemini de yansıtmaktadır. Bir örnek
vermek gerekirse, 1975 yılında Helsinki Nihai Senedi’nin onaylanmasıyla
Batılı güçler status quo’yu resmi olarak kabullenmiş ve doğu Avrupa
rejimlerinin meşruiyetinin ABD tarafından tanınması var olan düzeni daha da
pekiştirmiştir. Bu ortamda, savaş sonrası dönemde süren politik ve ekonomik
düzenin açıklanması akademisyenlerin temel odağını oluşturur (Lebow ve
10Yumuşama
politikası Barry Buzan tarafından çevreleme (containment) ve caydırma
(deterrence) politikasına bir alternatif olarak tanımlanmaktadır. Yumuşama, savaş
riskinin daha düşük olduğu bir rekabet ve rekabetin kendisinin amaç olmadığı bir
politika olarak görüldü. Bkz. (Buzan ve Hansen, 2009: 101).
Klevis Kolasi
Soğuk Savaş’ın Barışçıl Olarak Sona Ermesi ve Uluslararası İlişkiler Teorileri
167
Risse-Kappen, 1996: 3). Böylece değişime olan teorik ilgi yokluğunda savaş
sonrası düzenin nasıl ve neden dönüşeceği hakkında herhangi bir tartışma
gündeme gelmemiştir.
Çift kutupluluğun istikrarı ile ilgili ileri sürülen argümanlara sadık
kalacak olursak, bu çapta bir sistemik değişimin ancak (büyük) bir savaş
aracılığıyla mümkün olabileceği ortaya çıkmaktadır. Ancak “dehşet dengesi”
ve yukarıda sayılan diğer faktörler böyle bir savaşın ortaya çıkmasını
engellediği için, o zaman çift-kutupluluğun sürmesini beklemememiz için bir
neden yoktur. Böylece Neo-realizm sadece çift-kutupluğun değişimini değil
aynı zamanda bu değişimin olasılığını da görmezlikten gelmektedir. Aslında
Uluslararası İlişkiler teorilerinin hiçbiri değişimi öngörmedi. Neo-realizmin
hakimiyetinde Uluslararası İlişkiler teorileri barışçıl dönüşümlerin yerine
büyük bir savaş sonucunda meydana gelecek radikal dönüşümlere
odaklandıkları için, Sovyet blokundaki gelişmeleri ve verileri görmezlikten
geldiler (Lebow ve Risse-Kappen, 1996: 3).
Bunun böyle olmadığı ortaya çıktığında ise bazı Realist yazarlar Soğuk
Savaş’ın sonuna ex post bir açıklama (Wolhforth, 1994: 93) getirmeye
çalıştılar: Soğuk Savaş sona erdi çünkü Sovyetler Birliği, ABD’nin maddi güç
üstünlüğü karşısında ayakta duramadı ve stratejik ödünler/tavizler vermek
zorunda kaldı (doğu ve orta Avrupa’dan çekilmesi; silahlar kontrolünde ödün
vermesi; müttefiklerinden politik ve askeri desteğini çekmesi) (Saull, 2007: 2).
Bununla beraber, Sovyetler’in tüm bu ödünleri barışçıl bir şekilde yapmasının
en azından Neo-realist mantıkla bağdaşmadığını söyleyebiliriz. Üstelik Realist
mantık çerçevesinde, komünist ülkelerin iç sosyo-ekonomik, ideolojik ve
politik niteliğini değiştiren Sovyet Bloğu içerisindeki sosyal ve politik
gelişmeler ikincil öneme sahiptir (Saull, 2007: 2). Oysa güç dağılımındaki
değişime neden olacak dönüşümlerin önemli bir kısmı Neo-realizm/Realizmin
bakmaya reddetiği “kara kutu”nun içerisinde gelişti.
Kısaca, Soğuk Savaş’ın sonu Uluslararası İlişkiler teorisyenleri açısından
iki açıdan beklenmeyen bir gelişmeydi. Birincisi çift-kutuplu yapının sürmesi
beklenirken, bu yapının radikal bir biçimde dönüşmesi, ve ikinci olarak bu
dönüşümün barışçıl olmasıdır (Lebow ve Risse-Kappen, 1996: 1). Gaddis’e
göre (1992: 18) Uluslararası İlişkiler teorileri Soğuk Savaş’ın sonunu
öngörememişlerse bile en azından bu sonun doğurduğu bir sonucu tahmin
etmeleri gerekirdi: (1) Soğuk Savaş’ın asimetrik sonucunu (yani süper güç
statüsünü kaybeden sadece bir süper gücün olması); (2) sona erdiği biçim
(Sovyet sınırları içinde ve dışında Moskova otoritesinin barışçıl çöküşü
anlamında); (3) bu gelişmeleri üreten uzun-vadeli eğilimler (mesela planlı
ekonominin zayıflanması ve Batı ile rekabet edebilme yetersizliği); (4) bu
gelişmelerin yakın zamanlaması; ve (5) Soğuk Savaşsız olan bir dünyanın
kabaca taslağını çizmek (mesela Almanya’nın birleştiği ve NATO’nun hala
168
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi
68-2
hayatta kaldığı bir dünya). Böylece Gaddis (1992: 53), dünya politikasının
önemli olayları ve süreçlerini anlamamız için yüzümüzü siyasal bilimden tarihe
dönmemiz gerektiği sonucuna varır.
A. ABD ve Neo-Realizmin Uluslararası İlişkiler
Teorilerinde Hakimiyeti
Mearsheimer’in (2001: 12) belirttiği gibi, tüm Realistler için güç
hakkındaki hesaplamalar, devletlerin kendilerini çevreleyen dünyaya nasıl
baktıklarının kalbinde yer almaktadır. Güç, büyük güçler politikasının para
birimi/dövizidir (currency) ve devletler onu elde etmek için aralarında rekabet
içindedirler. Ekonomi için para ne ise uluslararası ilişkiler için de güç odur.
ABD’nin liberal değerler hakkında dünyaya seslendiğinde bile büyük
güç konumundan dünyaya baktığını söylersek çok yanlış olmaz. Sonuçta Neorealizmin ABD’li teorisyenler tarafından ortaya atılmış olması ve en çok
Amerikan akademisince benimsenmiş olması bir rastlantı değildir. Steve Smith,
(2002: 67-68) “ABD’nin dünyaya hakim olduğu gibi, ABD akademisinin de
uluslararası ilişkilerin incelenmesine hakim” olduğunu belirtmiştir. Uluslararası
İlişkiler disiplininde 1980’lerde “eleştirel dönüşü”11 başlatan yazarların ısrarla
vurguladığı bilgi-iktidar ilişkisini dikkate aldığımızda ise Smith’in saptaması
daha anlaşılır olmaktadır. Başka bir deyişle hegemonik bir ülke hegemonik bir
disiplin yaratır. Bu, böyle bir disiplinin başta hegemonun dünya üzerindeki
konumundan dünyaya bakmaya ve onu anlamlandırmaya çalıştığı gibi,
hegemonun çıkarlarına hizmet edecek bilgiyi ürettiği anlamına da gelir. Bu
çerçevede Neo-realizm ve ABD ilişkisinin Soğuk Savaş’ın şekillendirilmesinde
önemli bir rol oynadığını söyleyebiliriz.
Çalışmanın başında Uluslararası İlişkilerin doğuştan bir Amerikan sosyal
bilimi olduğuna değinmiştik. Waltz uluslararası politikanın büyük güçlerin bir
ürünü olduğu ve dolayısıyla onların davranışlarına odaklanması gerektiğini
söyleyerek, aslında disiplinin neleri incelemesi gerektiği ve neleri dışarıda
bırakması gerektiğiyle ilgili bir saptama da yapmış oluyordu. Ken Booth’un
(2005: 45) vurguladığı gibi, geleneksel Uluslararası İlişkiler disiplininde
askerlerin ölümü (yani birincil politika), Küresel Güney’de önlenebilen
hastalıklardan bir günde hayatını kaybeden 14 bin çocuğun ölümünden (ikincil
politika) her zaman daha ilgi çekici ve önemli görülmüştür. Az gelişmişlik,
eşitsizlik, sefalet gibi konular ABD’ye doğrudan hitap etmedikleri için
11Eleştirel
dönüş veya Üçüncü Tartışma’nın ilk örnekleri sunan ve bilgi-iktidar
ilişkisini açığa çıkaran iki önemli çalışma için bkz. (Cox, 1981: 126–155); (Ashley,
1984: 225-286).
Klevis Kolasi
Soğuk Savaş’ın Barışçıl Olarak Sona Ermesi ve Uluslararası İlişkiler Teorileri
169
geleneksel Uluslararası İlişkiler disiplininin bir parçası olamamışlardır. Benzer
bir şekilde, dekolonizasyon sürecinden yeni çıkan devletlerin çoğu modern,
yani toplumsal sözleşmeye dayanan ve toplum içi şiddeti uluslararası alana
taşıyan anlamda Hobbesian ve meşru güç tekeline sahip Weberci devlet
modeline uymadıklarından dolayı, modern devletlerden farklı güvenlik
ikilemlerine sahip oldukları halde (Sorensen, 2011: 117-118) bu zayıf
devletlerin güvensizlikleri askeri tehditlere odaklanan geleneksel Güvenlik
Çalışmaları tarafından ihmal edilmiştir.ABD ancak devletlerarası bir büyük
savaştan tehdit algıladığı için, Uluslararası İlişkiler disiplininin ve Güvenlik
Çalışmalarının odağı da devletlerarası savaş ve bu tipteki savaşları mümkün
kılan sistemin anarşik yapısı olmuştur.
Neo-realizmin kazandığı hakimiyetinin bir diğer etkeni ise ABD’deki
sosyal bilimlerde hakim olan bilim (felsefesi) anlayışı ve metodolojisinden
kaynaklanmaktadır. Neo-realizm, ABD’de sosyal bilim ideali olarak kabul
edilen ekonomi bilimine en çok yaklaşan teoridir. Ekonomi bilimini bu şekilde
yorumlamak başta kullandığı metodolojiden kaynaklanmaktadır. Ekonomi
bilimi belirli hipotezleri test etmek, genel yasalar geliştirmek ve insan
davranışını tahmin etmek konusunda doğa bilimlerinde kullanılan metodolojiyi
benimsemektedir Neo-realizm bu standartlarda bir teori kurma amacıyla
geliştirildiği için, ve Amerikan sosyal bilim standartlarına göre bu görevi en iyi
şekilde yerine getirdiği için yaygın bir meşruiyet kazanmıştır. Uluslararası
İlişkiler disiplininde Neo-realizm sayesinde en yüksek noktasına ulaşan
pozitivizm o kadar meşru bir yer edinir ki, tüm diğer teorilerin ona göre
değerlendirildiği bir “altın standart” (Smith, 1996: 13) haline gelir. Şöyle ki,
Keohane’e göre, 1980’lerdeki “üçüncü tartışma”da12 pozitivizmin temel
varsayımlarını sorgulayan eleştirel/post-pozitivist veya yine Keohane’nin
ifadesiyle “reflektivist” (reflective) yaklaşımlar (Keohane, 1988: 382), eğer
(pozitivist metodolojiye uygun) test edilebilir hipotezler ve araştırma
programları ortaya koyamazlarsa disiplinin kenarında kalmaya mahkum
olacaklardır (1988: 392). Benzer bir şekilde pozitivist metodolojiye uygun
nitelikte eserler verenler ise, Alexander Wendt gibi Amerikan Uluslararası
İlişkiler akademik topluluğunda meşru bir yer edindiler. Böylece günümüzde,
Wendt’in çalışmalarından esinlenen “orta yol” (via media) konstrüktivizmi, en
önemli teoriler arasında Neo-realizm ve Neo-liberalizm yanında yerini almıştır
(Reus-Smit, 2005: 212). Hatta günümüzün Amerikan Uluslararası İlişkiler
12Realizm,
Liberalizm (Pluralism) ve Marxizm (Structuralism) gibi üç temel
paradigma arasındaki tartışmayı “üçüncü tartışma” olarak kabul edenler için,
1980’lerde gelişen pozitivizm/rasyonalizm ve post-pozitivizm/reflektivizm
arasındaki tartışma “dördüncü tartışma”dır. Bkz. (Kurki ve Wight, 2007).
170
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi
68-2
teorilerinde konstrüktivizm ve Rasyonalizm (Neo-realizm/Neo-liberalizm)
arasındaki tartışma en önemli tartışma olarak kabul edilmektedir (Katzenstein
vd., 1998: 646).
Uluslararası İlişkiler disiplininde ABD hakimiyeti 1985 yılında Kalevi
Holsti’nin bu alanda gerçekleştiği bir araştırmayla doğrulandı. Sekiz ülkede
disiplinin durumunu inceleyen Holsti şu sonuçlara vardı: alanda kabul gören
literatürün çoğu ABD ve İngiltere’de üretilmiştir. Ancak metinlerde yaptığı
incelemede İngiliz yazarlara yapılan atıfların %11.1 iken ABD’li yazarlara
yapılan atıfların %74.1 oranında olduğunu saptamıştır. Bu gözleme dayanarak
Holsti yeni teoriler geliştirme konusunda sadece Amerikalı yazarlara
güvenildiği ve bu eğilimin gelişerek bu yönde arttığını belirtir (aktaran Smith,
2000: 393). Smith’in (2000: 393) belirttiği gibi, ABD Uluslararası İlişkiler
topluluğuna bağımlılığın belirgin bir sonucu, belirli teorilerin, görüşlerin ve
verilerin Uluslararası İlişkiler literatüründe hakim olmasına neden olmuştur.
ABD’nin üniversitelerinde 1984 yılında yürütülen bir diğer çalışma ise
ABD’de Uluslararası İlişkiler literatürünü şu şekilde sınıflandırmıştır: %70’i
Davranışsalcı (behavioural), %20’i Gelenekselci ve %10’dan daha azı
Diyalektik (yani Marxizmden etkilenen). Davranışsalcı literatürün %72’si Neorealist iken, Gelenekselci literatürün %82’si Realisttir (aktaran Smith: 2000:
393). Bu çalışmalar sadece ABD teorisinin Uluslararası İlişkilere damgasını
vurduğunu değil, aynı zamanda ABD’nin dünyayı Realist/Neo-realist bir
bakışla ve Davranışsalcı bir anlayışla inceleme bağlılığını da ortaya koymuştur
(Smith, 2000: 394). Bu saptama son zamanlarda Ole Waever’in (1998: 687727) Uluslararası İlişkilerin en saygın dergilerinde yaptığı bir diğer çalışma
tarafından doğrulandı. Kısaca, bu çalışmalarda Uluslararası İlişkiler
“uluslararası” bir disiplin olmaktan çok ABD’nin dünya görüşünü yansıtan bir
disiplin olarak karşımıza çıkmaktadır.
Soğuk Savaş esnasında Realizmin/Neo-realizmin hakimiyetinde
Uluslararası İlişkiler teorileri, uluslararası değişim sorunsalını göz ardı edip
anarşi/düzen sorunsalına odaklanmıştı (Yalvaç, 2010: 15-29). Wohlfarth’a göre
(1994: 91) Soğuk Savaş boyunca Realizmi bulunduğu hakim konumundan
indirme girişimleri, süren ABD-Sovyet düşmanlığı tarafından engellendi.
Robert Cox’un (1986: 211-212) belirttiği gibi, analizlerinde tarih dışı bir
yaklaşım benimseyen Waltz’ın teorisinin Soğuk Savaş döneminde ortaya
çıkması bir rastlantı değildir. Düzenin devamı için ABD’nin gücünün
korunması isteği böyle teorilerin gelişmesine olanak tanır. Cox’a göre (1986:
211-12) Neo-realizm devletleri ve uluslararası sistemi tarihsel şartlara dayanan
ve böylece değişime duyarlı olarak görmek yerine onları değişmez ve özcü bir
anlayışla ele almakta. Böylece, Neo-realistler için tarih, sürekli tekrarlanan
temalar üzerine açıklamalar yapmaya yarayan materyalleri sağlayan bir maden
haline gelir. Özcü anlayışı yüzünden de geleceğin hep geçmiş gibi olacağı
Klevis Kolasi
Soğuk Savaş’ın Barışçıl Olarak Sona Ermesi ve Uluslararası İlişkiler Teorileri
171
fikrini zorla kabul ettirir (Cox, 1986: 212). Tarihsel analizler yerine Neorealistler değişmeyen tümdengelimci (deductive) bir teori sunmaktalar (Smith,
1999: 89). Güçlü bir teori kurmak için teoriyi tarihin detaylarından kurtarmaya
çalışan Waltz, teorinin tarihin tüm dönemlerinde aynı açıklayıcı gücü sahip
olması gerektiğini savunur. Bu standartlarda bir teorinin daha fazla soyutlama
ve daha az tarihe ihtiyacı vardır (Smith, 1999: 90-91). Bu durumda nasıl arşiv
belgesi dışında bir kaynak kabul etmeyen Rankeci okul Carr tarafından “belge
fetişisti” (aktaran Erhan, 2006: 104) olarak suçlanabiliyorsa, Neo-realizm de
“teori fetişisti” olarak suçlanabilir.
Sonuç olarak Soğuk Savaş boyunca Realizm ve Neo-realizm ABD’nin
konumundan dünyayı açıklamaya çalışmış ve analizlerinde bilimsellik ve
objektiflik iddia ederek ABD’nin davranışlarını meşrulaştırmıştır.
B. Soğuk Savaş’ın Sona Ermesine Götüren Süreç
Raymond Garthoff’a göre (1998: 65), Soğuk Savaş’ın sona ermesi şu iki
gelişmenin meydana gelmesine bağlıydı: Mikhail Gorbachev gibi bir Sovyet
liderin Marxist-Leninist dünya görüşünden vazgeçmesi ve bunu 1986’dan
1991’e kadar somut eylemlerle göstermesi; ve ikinci olarak bu gerçeğin Batı
tarafından tanınıp artık geçerli olmayan değişmez ideolojik düşman kanısından
vazgeçmesi. Garthoff (1998: 66), Gorbachev’in Soğuk Savaş’ı bitirmek
konusunda en önemli rolü oynadığını ileri sürmektedir. Bu açıdan, Soğuk
Savaş’ın sonu, Neo-realizmin teorisinde yer vermediği ve özne (agency)
niteliği (yapıdan bağımsız karar verme kapasitesi olan) tanımadığı bir iç
politika faktörü tarafından başlatılmıştır.
Soğuk Savaş’ın sona ermesinde Ronald Reagan dönemindeki (19811989) ABD’nin dış politikasının rolünü vurgulayanlara göre ise, ki genelde
bunlar Cumhuriyetçi Parti’den veya Reagan hükümetinde çalışanlardan
oluşmakta, Reagan hükümetinin izlediği yeniden silahlanma ve Yıldız
Savaşları gibi sert politikalar, Sovyetler’i Soğuk Savaş’a son verecek stratejik
ödünler vermeye zorlamıştır. Böylece Soğuk Savaş’ı kazanan Reagan veya
ABD olur (Saull, 2008: 83). Reagan hükümetinin benimsediği retorik (Reagan,
1982) ve politika iki süper güç arasında “ikinci soğuk savaş” (1979-1986)
(Halliday, 1986: 92) olarak bilinen gerilimin yükseldiği döneme damgasını
vurmuştur. Şöyle ki, ABD’nin nükleer silahlar üzerine ilanları ve 1983 yılında
Grenada’da ve 1986 yılında Libya’da giriştiği askeri müdahaleler yeni bir savaş
durumunun kanıtı olarak görüldü (Scott, 2001: 83). Mesela Reagan’ın Orta
Amerika’ya karşı izlediği politika ve Nicaragua olayında Sandinista yönetimini
devirmek için isyancı Contra’lara verdiği destek uluslararası alanda büyük
tartışmalar yarattı. Reagan hükümetinin retoriğini ve eylemlerini ciddiye alan
Sovyetler ABD’nin nükleer bir ilk saldırı planladığına inanmaya başladılar
172
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi
68-2
(Scott, 2001: 83). Sonuç olarak Truman Doktrini’nin mirası üzerine, yani
çevreleme politikası üzerine kurulan Reagan’ın politikasının Gorbachev’i ve
dolayısıyla Sovyetler Birliği’ni dize çöktürdüğü ileri sürüldü. Bu argümanlar
Sovyetler Birliği’nin çöküşünü etkileyen dış faktörler olarak da bilinir
(Crockatt, 2001: 102).
Ancak Reagan politikasının etkisini değerlendiren yazarların çoğu
Reagan hükümetinin birinci ve ikinci dönemi arasında bir ayrım olduğunu
vurgularlar. Böylece birinci dönem Sovyetler’e karşı sert ve saldırgan (nükleer
silahlarda ve konvansiyonel silahlarda büyüme; Üçüncü Dünya’da Sovyet
gücüne veya sosyalist uydu hükümetlerine karşı olan grupları destekleme,
Nicaragua’da Contralar ve Afganistan’da Mujaheddin örnekleri) (Crockatt,
2001: 102) olarak nitelendirilirken, ikinci dönemde, özellikle Gorbachev’in
yönetime gelmesinden sonra, çevreleme politikasından aşamalı bir çekilme ve
Moskova ile görüşmelerin başlandığı görülür (Saull, 2008: 84). Reagan
tarafından sert bir politika izlendiği birinci dönemde ise Sovyetler tarafından
tavizler verilmediği tespit edilmiştir (Saull, 2007: 165-179). Reagan
hükümetinin ikinci dönemde tutum değişimini tetikleyen önemli bir unsur
Gorbachev’in ABD-Sovyet ilişkilerine getirdiği yeni dış politika yaklaşımı
olduğu belirtilir (Crockatt, 2001: 103-104). Gorbachev’in dış politikada
geliştirdiği “yeni düşünce” (New thinking) öncelikle, karşılarında güvenilir bir
savunmanın mümkün olmadığı kitle imha silahlarının hakim olduğu bir çağda,
güvenliğin daha fazla silahlar yığarak/biriktirerek sağlanamayacağı
düşüncesine dayanmaktaydı. Güvenliği sağlamak, askeri bir görevden çok
politik bir görevdir ve sadece çekişen/yarışan taraflar arasında işbirliği içinde
gerçekleşebilir (Crockatt, 2001: 104). Ortak güvenlik (common security)
çıkarının, karşılıklı bağımlılığın ve ortak küresel sorunların tanınması/kabul
edilmesi, kapitalizm ve komünizm arasında kaçınılmaz bir çatışma öngören
geleneksel Sovyet varsayımlarının yerini aldı. Geleneksel Sovyet doktrininde
bu değişim, Gorbachev’in askeri kuvvetlerde ve silah harcamalarda asimetrik
kısıtlamalara gidilmesine olanak tanıdığı gibi Afganistan’dan çekilmesini de
kolaylaştırdı. Bu nedenle, dış politikada “yeni düşünce” olmadan 1987’de
INF13 Antlaşmasının imzalanması düşünülemezdi (Crockatt, 2001: 104).
ABD’nin Reagan hükümetinin izlediği sert politika sonucunda Soğuk
Savaş’ı kazandığı argümanına karşı çeşitli argümanlar ortaya atılmıştır:
Raymond Garthoff’a göre (1994: 753) Batı, Soğuk Savaşı jeopolitik
çevreleme ve askeri caydırma sayesinde kazanmadı. Hatta bu savaş Reagan’ın
başlattığı askeri büyüme/yeniden silahlanma (build up) tarafından hiç
13Orta
Menzili Nükleer Silahları Sınırlandırma Antlaşması, İngilizcesi: IntermediateRange Nuclear Forces Treaty.
Klevis Kolasi
Soğuk Savaş’ın Barışçıl Olarak Sona Ermesi ve Uluslararası İlişkiler Teorileri
173
kazanılmadı. Bunun yerine “zafer”, yeni nesil Sovyet liderlerinin kendi iç
sistemlerinin ne kadar başarısız olduğunun ve dışarıdaki Sovyet politikasının
nasıl başarısızlığa uğradığının farkına varmalarıyla beraber meydana geldi.
Çevreleme politikasının yaptığı Sovyetlerin hegemonyasını askeri araçlarla
ilerletme arzusunu engellemesiydi.
Batı’nın zaferi argümanına yöneltilen bir diğer eleştiri ise Richard Ned
Lebow ve Janet Gross Stein tarafından ileri sürüldü. Onlara göre (1994: 369376), Carter-Reagan’in askeri büyümesi Soğuk Savaş’ı sonlandırmak şöyle
dursun, tersine Soğuk Savaş’ın sona ermesini geciktirdi. Gorbachev’in
ekonomiyi yeniden düzenleme (reform) kararlılığı, zorunlu savunma
harcamaları tarafından zarara uğrasa da, Batı ile uzlaşmadaki sürekli arayışını
teşvik eden esas unsurdu.
Görüldüğü gibi Reagan’ın politikasının etkisiyle ilgili bu iki farklı
(Garthoff etkisiz olarak görürken, Nebow ve Stain bir engel olarak görmekte)
görüş Soğuk Savaş’ın sona ermesinde ağırlık noktasını iç faktörlere
vermektedir. Diğer bir deyişle, baştaki amacı Sovyetler Birliği’ni dağıtmak
olmayan Gorbachev’in ülkeyi gerçek bir sosyalizme doğru götürmek için, iç
politikada başlattığı glasnost (açıklık) ve perestroika (yeniden düzenleme)
reformları ve dış politikada ortaya attığı “yeni düşünce” politikası, Sovyetler
Birliği’nin çöküşünü hazırladı ve dolayısıyla Soğuk Savaş’ın sonunu getirdi.
Öbür taraftan, 1985-1991 dönemine ait Sovyet-Amerikan diplomatik
kayıtlarını inceleyen Richard Crockatt (2001: 103-105), Sovyet-Amerikan
ilişkilerinin Gorbachev’in yönetime gelmesiyle bir gecede değişmediğini
vurgularken, hikayenin sadece Sovyet tavizlerinden oluşmadığını,
Amerikalılar’ın da önemli tavizlerde bulunduklarını belirterek Sovyetler’in
çöküşünde iç ve dış faktörlerin karşılıklı bir şekilde birbirini etkilediğini
göstermiştir.
Üstelik, Richard Saull (2008: 84), Soğuk Savaş’ın sona ermesinde
Reagan politikasının paradoksal rolünü kabul ettikten sonra, Soğuk Savaş’ın
sona ermesinde Sovyetler karşısında ABD’nin jeopolitik düşmanlığının uzun
vadeli sonuçları üzerine durmamız gerektiği ve özellikle bu düşmanlığın
Sovyetler Birliği’ne getirdiği ekonomik yükü de dikkate almamız gerektiğini
ileri sürmektedir. Böylece, Reagan Doktrini Sovyetler’i Soğuk Savaş’a son
vermek zorunda bırakmamışsa bile, ABD’nin Sovyet Birliği’ne karşı izlediği
uzun vadeli politikanın etkisi onu ağır bir yük altına sokmuştur. Bu yük,
Sovyetler Birliği’nin ve müttefiklerinin iç politik ve ekonomik meşruiyetini
baltaladı. Bunu dikkate aldığımızda ABD’nin sahip olduğu daha geniş sosyoekonomik boyutlar ve özellikle ABD’nin ekonomik sahası dışında bulunan
ekonomik kaynaklarından yararlanma biçimi, uzun vadede iki süper güç
arasındaki mücadelede hangi faktörlerin belirleyici olacağını göstermiş oldu.
174
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi
68-2
Bu tartışmalardan görüldüğü gibi Soğuk Savaş’ın sonu basit bir
açıklamayı reddetmektedir. Ancak burada ele alınan tüm yazarların
argümanlarını, Neo-realizmin bakmayı reddettiği iç politikaya, devlet içi
gelişmelere, sosyo-ekonomik boyutlara, lider düzeyi ve tarihsel sürece
dayandırarak bir açıklama getirmeye çalıştıklarını görebiliriz.
Sonuç
Bu çalışma Soğuk Savaş’ın sonunun Uluslararası İlişkiler teorileri
tarafından neden öngörülmediğini ortaya koymaya çalıştı. Soğuk Savaş’ın
nedenleri ve sonu üzerine daha araştırmacılar arasında bir fikir birliği yokken,
böyle bir girişimde bulunmak doğal olarak beraberinde sınırlıklar ve eksiklikler
taşımaktadır. Öbür taraftan sosyal bilimlerin genelinde ve disiplinlerarası
(hukuk, felsefe, tarih) ve normatif bir girişim olarak doğan ancak İkinci Dünya
Savaşı sonrasında pozitivizmin standartlarında ayrı bir “bilim” dalı olmaya
çalışan Uluslararası İlişkiler’in örneğinde olduğu gibi, zamandan ve mekandan
bağımsız kesin ve değişmez doğrulara ulaşmanın hem zor olduğu, hem de ciddi
sınırlıklara ve önemli konuların ihmal edilmesine neden olabileceği, özellikle
“üçüncü tartışma”dan beri farklı perspektiflere sahip olan çeşitli yazarlar
tarafından vurgulanmıştır. Bu nedenle bu çalışma, Soğuk Savaş’ın sonuyla
ilgili Uluslararası İlişkiler teorileri söz konusu olduğunda Neo-realizmin ortaya
çıkış nedenleri, varsayımları ve disiplindeki hakimiyeti ve özellikle ABD’nin
dünya politikasında olan konumuyla ilişkisi içinde incelendiğinde, neden
Uluslararası İlişkiler teorilerinin Soğuk Savaş’ın sonunu öngörmede başarısız
oldukları sorusunun hepsini değil ancak önemli bir kısmını aydınlattığı
iddiasındadır.
Soğuk Savaş’ın sonunun ve sona erdiği biçimin Uluslararası İlişkiler
teorilerine meydan okuduğunu hem alanın içinden hem de alanın dışından
gelen birçok yazar dile getirildi. Bununla beraber Neo-realizmin önde gelen
teorisyenlerinden Waltz’a göre Soğuk Savaş’ın ortaya çıkışı, gidişatı ve sonu
Neo-realizmin beklentilerine uygun bir şekilde cereyan etmiştir. Bu çalışma
ise, Uluslararası İlişkiler teorilerinin Soğuk Savaş’ın sonunu öngörememesini
Neo-realizmin disiplindeki hakimiyetine bağlarken Soğuk Savaş’ın barışçıl bir
şekilde sona ermesinin de Neo-realizmin uluslararası alanda savaş ile ilgili
temel varsayımlarıyla çeliştiğini ileri sürmektedir.
Soğuk Savaş’ın sonu Uluslararası İlişkiler teorisyenleri açısından iki
açıdan beklenmeyendi. Birincisi çift-kutuplu yapının sürmesi beklenirken,
yapının dönüşmesi ve ikinci olarak bu dönüşümün barışçıl olmasıdır. Bu
çalışma Uluslararası İlişkiler teorilerinin Soğuk Savaş’ın sonunu
öngörememesini Neo-realizmin disiplindeki hakimiyetine bağlamaktadır.
Soğuk Savaş döneminde Realizmin ve Neo-realizmin Uluslararası İlişkiler
Klevis Kolasi
Soğuk Savaş’ın Barışçıl Olarak Sona Ermesi ve Uluslararası İlişkiler Teorileri
175
disiplinine damgasını vurmasının ABD’nin dünya politikasındaki konumuyla
yakından ilgili olduğu da özellikle vurgulandı. Bu nedenle Neo-realizmin temel
varsayımları ve savaş ile ilgili fikirleri incelendikten sonra Neo-realizmin
Soğuk Savaş’a olan bakışı üzerine duruldu.
Mevcut düzenin devamlılığını açıklamak için yola çıkan Neo-realizm
“uzun barış”ın sürmesini temelde çift-kutuplu yapının varlığına ve “dehşet
dengesi”ne, yani nükleer silahların varlığına bağladı. Çift-kutuplu yapının en
istikrarlı tarihsel dönemi doğurduğu fikri ise büyük devletlerarası savaşın
yokluğuna dayanmaktadır. Böyle bir savaşın çıkmasını engelleyen en önemli
faktörlerin de nükleer silahların varlığı ve iki süper gücün yakın askeri eşitliğin
olduğu ileri sürüldü. Yapının (çok veya çift kutuplu olması) değişimini büyük
güçlerin yükseliş ve çöküşüne bağlı olarak gören Neo-realizm, bu değişimlerin
de genelde büyük devletlerarası savaşlar yolluyla gerçekleştiğini kabul
etmektedir. Bu nedenle, Soğuk Savaş’ın barışçıl bir biçimde bitmesi, yani güç
dağılımındaki bu çapta bir değişimin savaşsız olmasının Neo-realizmin temel
varsayımlarıyla ve genel mantığıyla bağdaşmadığı ileri sürüldü. Çiftkutuplulukla istikrarın devamını varsayan Neo-realizm aslında ABD’nin dünya
politikasındaki konumuna ve davranışlarına meşruluk kazandırdı.
Neo-realizm “uzun barış”ı açıklarken Smith’in (1996:13) ifadesini
kullanacak olursak, aynı zamanda Uluslararası İlişkilercilerin “etik ve politik
ufkunu” da tanımlamış oldu. Şöyle ki, düzen, anarşi ve savaş açıklanması
gereken temel konular olurken, alternatif bir düzenin olasılığı ve değişim gibi
konular uluslararası politikanın dışında ve dolayısıyla uluslararası ilişkilerle
uğraşan teorisyenlerin odağı dışında bırakıldı. Değişim, ilerleme, gelişme, az
gelişmişlik gibi konular olsa olsa iç politikada anlamlıydı veya diğer sosyal
bilimlerin konusu olabilirdi. Bu varsayım içi dıştan, politik olanı ekonomik
olandan ayıran ve uluslararası politikayı özerk bir alan olarak gören anlayışın
bir sonucudur.
Bunun yanında Neo-realizmin dayandığı pozitivist bilim felsefesi
varsayımlarına “bilimsel” bir nitelik kazandırırken ABD akademik
topluluğunda yaygın bir meşruiyet kazandı. Bu yönüyle Neo-realizm
Uluslararası İlişkiler’de “entelektüel bir hegemonya” (Burchill, 1995: 83)
kurarak diğer tüm teorilerin ona göre ölçüldüğü bir “altın standart” haline geldi.
Böylece mevcut düzeni verili alan ve düzenin açıklanmasını odak noktası
yapan Neo-realizmin hakimiyeti alternatif düzenlerin düşünülmesinin gereksiz
bir girişim olarak görülmesine neden oldu. Nasıl olsa Neo-realizm’e göre
uluslararası politika yüzyıllardır değişmeden kalmıştı.
Bu çalışmadan çıkan son bir sonuç ise teorilerin rolüyle ilgilidir. Tüm
teoriler dünyaya belirli bir sosyo-politik konumdan türeyen belirli açılardan
baktıkları için ister istemez sınırlıklar barındırmaktadır. Ancak bu sınırlıklar,
176
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi
68-2
Neo-realizmin örneğinde olduğu gibi, tarih dışı mekandan ve zamandan
bağımsız yasalar bulma arayışında artabileceği gibi, teorilerin tarihsel olduğu
(Cox, 1986: 207-210) yani belli bir zaman ve mekana bağlı olduğu bilincinde
olmayla da azaltılabilir. Soğuk Savaş’ın sonu Uluslararası İlişkiler teorilerinin
sınırlıklarını gösterdiği kadar etik ve politik ufkumuzu şekillendiren özellikleri
de ortaya koymaktadır.
Kaynakça
Ashley, Richard (1984), “The Poverty of Neorealism”, International Organization, 38 (2): 225-286.
Aydın, Mustafa (2004), “Uluslararası İlişkilerin “Gerçekçi” Teorisi: Kökeni, Kapsamı, Kritiği”,
Uluslararası İlişkiler, 1 (1): 33-60.
Brooks, Stephen G. ve William C. Wohlforth (2000/01), “Power, Globalization, and the End of the
Cold War”, International Security, 25 (3): 5-53.
Brown, Chris (2000), “Turtles All The Way Down”: Anti-foundationalism, Critical Theory and
International Relations”, Andrew Linklater (der.), Critical Concepts in International
Relations Vol. IV (New York: Routledge): 1655-1678.
Booth, Ken (2005), “Two Terrors One Problem”, Ersel Aydinli ve James N. Rosenau (der.),
Globalisation, Security, and the Nation-State: Paradigms in Transition (Albany: State
University of New York Press): 27-48.
Burchill, S. (1995) “Realism and Neo-realism,” S.Burchill ve A.Linklater (der.) Theories of
International Relations (New York: St. Martin’s Press).
Buzan, Barry, Charles Jones ve Richard Little (1993), The Logic of Anarchy: Neorealism to
Structural Realism, (New York: Columbia University Press).
Buzan, Barry ve Lene Hansen (2009), The Evolution of International Security (New York:
Cambridge University Press).
Carr, E. H. (1981), The Twenty Years’ Crisis 1919-1939: An Introduction to the Study of
International Relations (London: Macmillan Press).
Cox, Robert (1981), “Social Forces, States and World Order: Beyond International Relations
Theory”, Millennium, 10 (2): 126-155.
Cox, Robert W. (1986), “Social Forces, States and World Orders: Beyond International Relations
Theory”, Robert O. Keohane (der.), Neorealism and its Critics (New York: Columbia
University Press): 204-254.
Creswell, Michael ve Marc Trachtenberg (2003), “France and the German Question, 1945–1955”,
Journal of Cold War Studies, 5 (3): 5-28.
Crockatt, Richard (2001), “The End of the Cold War”, John Baylis ve Steve Smith (der.), The
Globalization Of World Politics, An Introduction to International Relations (New York:
Oxford University Press): 92-110.
Donnelly, Jack (2004), Realism and International Relations (Cambridge: Cambridge University
Press).
Klevis Kolasi
Soğuk Savaş’ın Barışçıl Olarak Sona Ermesi ve Uluslararası İlişkiler Teorileri
177
Donnelly, Jack (2005), “Realism”, Scott Burchill, Andrew Linklater, Richard Devetak, Jack Donnelly,
Matthew Paterson, Christian Reus-Smit ve Jacqui True, Theories of International
Relations (New York: Palgrave): 29-54.
Dunne, Tim ve Brian C. Schmidt (2001), “Realism”, John Baylis ve Steve Smith (der.), The
Globalization of World Politics: An Introduction to International Relations (New York:
Oxford University Press): 141-161.
Engerman, David C. (2010), “Ideology and the Origins of the Cold War, 1917–1962”, Melvyn P.
Leffler ve Odd Arne Westad (der.), The Cambridge History of the Cold War vol. 1:
Origins, (Cambridge: Cambridge University Press): 20-43.
Eralp, Atila (2010), “Hegemonya”, Atila Eralp, Fuat Keyman, Oktay Tanrıseven, Fatih Tayfur, Faruk
Yalvaç, Devlet ve Ötesi: Uluslararası İlişkilerde Temel Kavramlar (İstanbul: İletişim): 155182.
Erhan, Çağrı, “Siyasi Tarih’in Kaynakları”, Gökhan Erdem (der.), Türkiye’de Siyasi Tarih’in Gelişimi
ve Sorunları Sempozyumu (Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 2006): 103-112.
Gaddis, John Lewis (1986), "The Long Peace: Elements of Stability in the Postwar International
System," International Security, 10 (4): 99-142.
Gaddis, John Lewis (1997), “The Cold War, the Long Peace, and the Future”, Michael J. Hogan,
The End of the Cold War: Its Meaning and Implications (Cambridge: Cambridge
University Press): 21-38.
Gaddis, John Lewis (1992-1993), “International Relations Theory and the End of the Cold War”,
International Security, 17 (3): 5-58.
Garthoff, Raymond L. (1998), “Who is to Blame for the Cold War?”, Ken Booth (der.), Statecraft
and Security: The Cold War and Beyond (Cambridge: Cambridge University Press): 5670.
Halliday, Fred (1986), The Making of the Second Cold War (London: Verso).
Halliday, Fred (1996), “The Future of International Relations: Fears and Hopes”, Steve Smith, Ken
Booth ve Marysia Zalewski (der.), International Theory: Positivism and Beyonds
(Cambridge: Cambridge University Press): 318-327.
Herrmann, Richard K. ve Richard Ned Lebow (2004), “What Was the Cold War? When and Why
Did it End?”, Richard K. Herrmann ve Richard Ned Lebow (der.), Ending the Cold War:
Interpretations, Causation, and the Study of International Relations (New York: Palgrave
Macmillan): 1-30.
Hogan, Michael J. (1985), “Marshall Planners and the Search for a European Neocapitalism”, The
American Historical Review, 90 (1): 44-72.
Hoffmann, Stanley (1977), “An American Social Science: International Relations”, Daedalus, 106
(3): 41-60.
Hollis, Martin ve Steve Smith (1990), Explaining and Understanding International Relations
(Oxford: Oxford University Press).
Jackson, Robert (2005), Classical and Modern Thought on International Relations: From Anarchy
to Cosmopolis (New York: Palgrave Macmillan).
Jackson, Robert ve Georg Sorensen (2007), International Relations: Theories and Approaches
(New York: Oxford University Press).
Keohane, Robert (1988), “International Institutions: Two Approaches,” International Studies
Quarterly, 32 (4): 379-396.
178
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi
68-2
Lebow, Richard Ned ve Janice Gross Stein (1994), We All Lost the Cold War (New Jersey:
Princeton University Press).
Lebow, Richard Ned ve Thomas Risse-Kappen (1996), “Introduction: International Relations
Theory and the End of the Cold War”, Richard Ned Lebow ve Thomas Risse-Kappen
(der.), International Relations Theory and the End of the Cold War (New York: Columbia
University Press): 1-22.
Mearsheimer, John J. (1990), “Back to the Future: Instability in Europe after the Cold War”,
International Security, 15 (1): 5-56.
Mearsheimer, John (2001), The Tragedy of Great Power Politics (New York: Norton).
Morgenthau, Hans (1954), Politics Among Nations: The Struggle for Power and Peace (New York:
Alfred A. Knopf).
Reagan,
Ronald (1982), “Address to Members of the British Parliament” June
http://www.reagan.utexas.edu/archives/speeches/1982/60882a.htm (29.05.2012).
8,
Reus-Smit, Christian (1992), “Realist and Resistance Utopias: Community, Security and Political
Action in the New Europe”, Millennium 21 (1): 1-28.
Saull, Richard (2007), The Cold War and After: Capitalism, Revolution and Superpower Politics
(London: Pluto Press).
Saull, Richard (2008), “American Foreign Policy During the Cold War”, Michael Cox ve Doug
Stokes (der.) içinde, US Foreign Policy (Oxford: Oxford University Press): 63-87.
Schmidt, Brian C. (1998), The Political Discourse of Anarchy: A Disciplinary History of International
Relations (Albany: State University of New York Press).
Scott, Len (2001), “International History 1945-1990”, John Baylis ve Steve Smith (der.), The
Globalization Of World Politics: An Introduction to International Relations (New York:
Oxford University Press): 74-91.
Smith, Steve (1995), “The Self-Images of a Discipline: A Genealogy of International Relations
Theory”, Ken Booth ve Steve Smith (der.), International Relations Theories Today
(University Park: Pennsylvania State University): 1-37.
Smith, Steve (2000), “The Discipline of International Relations: Still an American Social Science?”,
British Journal of Political Science and International Relations, 2 (3): 374-402.
Smith, Steve (2002), “The United States and the Discipline of International Relations: ‘Hegemonic
Country, Hegemonic Discipline’”, International Studies Association, 4 (2): 67-85.
Smith, Steve (2007), “Introduction: Diversity and Disciplinarity in International Relations Theory”,
Tim Dunne, Milja Kurki ve Steve Smith (der.), International Relations Theories: Discipline
and Diversity (New York: Oxford University Press): 1-12.
Smith Steve ve Patricia Owens (2008), “Alternative Approaches to International Theory”, John
Baylis, Steve Smith ve Patricia Owens (der.), The Globalization of World Politics: An
Introduction to International Relations (New York: Oxford University Press): 174-191.
Smith, Thomas W. (1999), History and International Relations (New York: Routledge).
Sorensen, Georg (2005), “State Transformation and New Security Dilemmas”, Ersel Aydınlı and
James N. Rosenau (der.), Globalization, Security, and the Nation-State: Paradigms in
Transition (Albany: State University of New York Press): 81-98.
Sorensen, Georg (2011), “‘Big and Important Things’ in IR: Structural Realism and the Neglect of
Changes in Statehood”, Ken Booth (der.), Realism and World Politics (New York:
Routledge): 107-123.
Klevis Kolasi
Soğuk Savaş’ın Barışçıl Olarak Sona Ermesi ve Uluslararası İlişkiler Teorileri
179
Vasquez, John A. (2004), The Power of Power Politics: From Classical Realism to
Neotraditionalism (Cambridge: Cambridge University Press).
Viotti, Paul R. ve Mark V. Kauppi (2010), International Relations Theory (New York: Longman).
Yalvaç, Faruk (2010), “Devlet”, Atilla Eralp, Fuat Keyman, Oktay Tanrıseven, Fatih Tayfur, Faruk
Yalvaç, Devlet ve Ötesi: Uluslararası İlişkilerde Temel Kavramlar (İstanbul: İletişim): 1552.
Yalvaç, Faruk (2011), “Uluslararası İlişkiler Kuramında Anarşi Söylemi”, Uluslararsı İlişkiler, 8 (29):
71-99.
Waever, Ole (1996), “The Rise and Fall of the Inter-paradigm Debate”, Steve Smith, Ken Booth ve
Marysia Zalewski (der.), International Theory: Positivism and Beyond, (Cambridge:
Cambridge University Press): 149-185.
Waever, Ole (1998), “The Sociology of a Not So International Discipline: American and European
Developments in International Relations,” International Organization 52 : 687–727.
Waltz, Kenneth (2001[1954]), Man, the State and War (New York: Columbia University Press).
Waltz, Kenneth (1964), “The Stability of a Bipolar World”, Daedalus, 93 (3): 881-909.
Waltz, Kenneth (1979), Theory of International Politics (Reading: Addison Wesley).
Waltz, Kenneth N. (1988), “The Origins of War in Neorealist Theory,” Journal of Interdisciplinary
History,18 (4): 615-628.
Waltz, Kenneth N. (1993), “The Emerging Structure of International Politics”, International Security,
18 (2): 44-79.
Waltz, Kenneth (2000), “Structural Realism after the Cold War”, International Security, 25 (1): 5-51.
Westad, Odd Arne (2010), “The Cold War and the International History of the Twentieth Century”,
Melvyn P. Leffler ve Odd Arne Westad (der.), The Cambridge History of the Cold War
vol. 1: Origins, (Cambridge: Cambridge University Press): 1-19.
Wight, Martin (1966), “Why is There no International Theory?” Herbert Butterfield and Martin Wight
(der.), Diplomatic Investigations (Cambridge: Harvard University Press): 17-34.
Wohlforth, William C. (1994-1995), “Realism and the End of the Cold War”, International Security,
19 (3): 91-129.
Wohlforth, William C. (2008), “Realism”, Christian Reus-Smit ve Duncan Snidal (der.), The Oxford
Handbook of International Relations, (New York: Oxford University Press): 131-149.
Download