ı. çevre sorunsalı - Anadolu Üniversitesi

advertisement
MÜHENDİSLİK MİMARLIK FAKÜLTESİ
ÇEVRE MÜHENDİSLİĞİ BÖLÜMÜ
ÇEVRE POLİTİKALARI
(ÇEV 472)
Dr. Ethem TORUNOĞLU
İÇİNDEKİLER
I. ÇEVRE SORUNSALI
II. KÜRSELLEŞMENİN KIYISINDA TÜRKİYE , ÇEVRE VE GELECEK
III.ÇEVRE BİLİM VE ÇEVRE POLİTİKASI KAVRAMI
IV.ÇEVRE POLİTİKASI VE TÜRKİYE
V. TÜRKİYE’DE ÇEVRE POLİTİKASI’NIN GELİŞİMİ
VI. TÜRKİYE’DE ÇEVRE YÖNETİMİ’NİN GELİŞİMİ ve TARİHSEL EVRİMİ
VII. ÇEVRE HUKUKU VE MEVZUATI
VIII. ÇEVRE ve EKONOMİ / ÇEVRE İLE UYUMLU KALKINMA
IX. ULUSLARARASI POLİTİKALARI BELİRLEYEN VE YÖNLENDİREN ULUSLARARASI KURULUŞLAR
X. ULUSLARARASI ÇEVRE POLİTİKALARI ve DÖNÜM NOKTASI OLAN KONFERANSLAR
XI. ULUSLAR ARASI KONFERANS BELGELERİ
XII. KAYNAKÇA
I. ÇEVRE SORUNSALI
Gündüz Vassaf, “Tarihi Yargılıyorum” adlı kitabında
şöyle bir değerlendirme yapmaktadır:
 Büyük Patlama ve Evrenin Doğuşu… 13.7 milyar yıl önce
 Samanyolu … 13.6 milyar önce
 Güneş Sistemi…4.5 milyar önce
 Homo Erectus iki ayak üstünde ilk insan …1 milyon yıl önce
 Homo Sapiens Sapiens “BİZ”… 89000 yıl önce
 Afrika’dan Dünyaya Yayılışımız… 66000 yıl önce
 İlk Duvar Resimleri…30000 yıl önce
 İlk tarım … 10000 yıl önce
 İlk kentler …Çatalhöyük,Eriha…9000 yıl önce
 İlk yazı…5000 yıl önce
 İlk Kitap Gılgamış …4500 yıl önce
 İlk Barış Anlaşması Kadeş …3266 yıl önce
 Birleşmiş Milletler’in Kuruluşu …63 yıl önce
 Savaşın Yasaklanması, Japonya…61 yıl önce
 Evrensel İnsan Hakları Sözleşmesi…60 yıl önce
 Kyoto Protokolü…12 yıl önce
İnsanın Doğaya Bakışı ve
Algılayışı
İnsan doğada varoluşundan bu
yana, doğadan yararlanmış, doğa
ile iç içe bir yaşam sürmüştür.
İnsan doğayı işlemiş, bilgi
birikimine ve teknik ilerlemeye
koşut olarak doğaya egemen
olmaya çalışmıştır.
Galileo ve Newton gibi doğa bilimcilerden bu yana,
bilimin temel hedefi doğaya egemen olmak üzerine
şekillenmiştir.
Öte yandan, bilim, bilgi üretme ve tekniği
geliştirme olgusudur.
Bu noktada, doğada üstünlük kurmaya yönelen bir
arayış, insan ve insanın yaşadığı doğal ortam
arasında var olagelen uyumu bozmuştur.
Çevre Sorunlarının Ortaya Çıkışı
Çevrenin kirlenmesi ya da
bozulması, çevreyi oluşturan
öğelerin bu süreç içinde giderek
niteliğinin değişmesi, değerini
yitirmesi olayıdır.
Çevre sorunları birden bire ortaya
çıkmamış, zaman içinde birikerek
varlığını duyurmuştur.Doğal varlıkların
sınırlı olduğunun anlaşılması, bu
noktada doğal varlıkların ve doğal
kaynakların yalnızca zengin ülkelerin
tekelinde olmadığı düşüncesinin
gelişmesi bir dizi tartışmaya da yol
açmıştır.
Ayrıca, son 25 yıldır dünya
genelinde kaynak sorunu,
doğal varlıkların ve enerji
kaynaklarının yönetimi
sorunu politik bir mesele
olarak öne çıkmıştır.
Paskalya Adası’ndan Alınacak Dersler
Paskalya Adası, dünyanın en ücra
bölgelerinden birisidir. Sadece 390 km2
bir alanı kaplayan bu Pasifik adası, Güney
Amerika’nın batı sahiline 3700 km, en
yakın yaşanabilir adaya 2300 km
uzaklıktadır.
Paskalya Adası
Hollandalılar, adayı 1722 yılında ilk batılılar olarak ziyaret
ettiklerinde, kulübelerde ve mağaralarda yaşayan, sürekli
savaş halinde olan ve Ada’daki besin kaynaklarının
yetersizliği yüzünden umutsuzca yamyamlığa yönelen
3000 kişilik ilkel bir toplum buldular. Avrupalı
ziyaretçileri en fazla şaşırtan ve ilgilendiren olay ise,
bütün bu sefalet ve barbarlığın arasında, bir dönemin
gösterişli ve gelişmiş bir toplumuna ait, Ada’nın çeşitli
yerlerinde yükseklikleri altı metreyi aşan 600′ den fazla
yekpare taş anıt olmasıydı. Toplumsal açıdan gelişmiş ve
teknolojik açıdan karmaşık bir iş olan heykellerin
yontulması, taşocaklarından başka yerlere taşınması ve
dikilmesinin bu ilkel toplum tarafından gerçekleştirilmiş
olması olanaksız görünüyordu.
 Adayı ilk kez Hollandalı kâşif Jacob
Roggeven (1659-1729) 6 Nisan 1722’de bulur.
Anılarında adayı: "Adada çırılçıplak yerliler
ve sarkık kulaklı sivri burunlu
heykellerinden başka bir şey yoktu." diye
tanımlar.
 Günümüzde adanın ihtişamlı günlerinden
geriye, sadece 600 kadar, bazıları yıkık
volkanik heykeller ve 15 adet odun üzerine
yazılmış ve hâlâ çözülememiş tablet yazılar
kalmıştır.
 Doğu Pasifik’te bulunan Paskalya Adası, birçok pasifik
adasının karakteristik geniş sahiline sahip değildir. Sahili dik
olarak denizin 3000 metre derinliğine kadar iner. Kumsal çok
ender köşelerde (mesela kuzey sahilindeki palmiye
ormanının yakınında), kayda değmez nitelikte bulunur.
 Ada, yüksekliği 13 km olan bir dik üçgen görünümünde olup
alanı 162,5 km² dir. Üç adet sönmüş volkandan oluştuğundan,
tabiatında volkanik geçmişinin etkileri vardır. Bunlar
güneydoğudaki Rano Kao, doğudaki aynı isimli yarımada
üzerinde olan Poike ve kuzeydeki Maunga Terevaka'dır. Bu
sonuncusu 508 m yüksekliği ile merkezdeki adanın en yüksek
noktasıdır. Adanın güneybatısında, üzerinde yaşam olmayan
Motu Iti, Motu Kao Kao ve Moto Nui batısında Motu Tautara
ve Poike Yarımadası'nın karşısında ise Motu Maroturi isimli
adacıklar bulunur.
 Paskalya Adası'nın iklimi yarı tropiktir, dolayısıyla sıcaktır.
Mevsimsel farklılıklar düşük seviyede hissedilir. Bölgesel bir
rüzgar sistemi olan Passat Rüzgarları hüküm sürer. Yağışlar
ortalama yıllık 1.150 mm dir. Yıllık ısı ortlaması 21 °C olup en
soğuk ve yağışlı aylar Temmuz ve Ağustos'dur.
Şu an hüküm süren bitki örtüsü, adanın geçmişindeki
bitki örtüsüne uymaz. Bu eko sisteme insani
müdahalelerin sonucudur. Botanikçi arkeologlar
adanın zamanında Jubaea cinsi palmiye ormanları ile
kaplı olduğu sonucuna varmışlardır. 9. ila 17 yüzyıllar
arası bu ağaçlar sürekli olarak yok edilmişlerdir. Bu
zaman içinde yok edilen ağaç sayısının 10 milyondan
fazla olduğu tahmin edilmektedir. Palmiye ormanları,
sürekli esen rüzgara ve dolayısla kurumaya karşı,
adadaki tarımı koruyordu. Bu kayıp, ayrıca erozyon
olayı sonucunda ada nüfusunda gerileme görüldü.
 Paskalya Adası’nın geçmişi, kayıp uygarlıklarla ya da
gizemli bilgilerle dolu bir tarih değildir. Bu tarih
insanın çevreye olan bağımlığını ve bu çevreyi
düzeltilemeyecek biçimde bozmasının sonuçlarını
gösteren çarpıcı bir örnektir.
 MS 5. yy’da adaya batıdan 20 - 30 Polinezyalı göçmen
geldi. Adanın çok zengin olmayan bir bitki örtüsü vardı
ve hiç memeli hayvan yoktu. Evcil hayvanları tavuk ve
Polinezya faresinden ibaretti; temel ekinleri tatlı
patatesti. Yeterli derecede besleyici olmasına karşın
tekdüze seyreden bir beslenme biçiminin tek yararı,
tatlı patates ekiminin zor olmaması nedeniyle başka
etkinliklere ayıracak zamanlarının kalmasıydı. Temel
toplumsal birimler geniş ailelerden oluşan, aralarında
her konuda rekabet olan klanlardı ve her klanın kendine
ait tören alanları vardı.
Detail of poster for
"Rapa-Nui", 1994, a
dramatization of
the end days of
Easter Island,
produced by Kevin
Costner. ..
(http://www.impa
wards.com/1994/ra
pa_nui.html)
Rapa Nui (1994)… “ For the love of a woman, for the honor of their gods,
they would destroy paradise."
 Buralarda ahu denilen dev heykellerin dikildiği atalara
tapınma platformları vardı. Bu heykeller bir taş
ocağında yapılıyordu ve daha sonra adanın değişik
yerlerindeki tören alanlarına, yük hayvanları olmadığı
için ağaç gövdeleri kızak olarak kullanılıp insan gücüyle
götürülmek zorundaydı. 1550 yılında ada nüfusu 7000
kişiyle doruk noktasına ulaşmıştı. Zamanla klan sayıları
artmış yüzlerce ahu ve 600’den fazla dev taş heykel
vardı. Sonra bu uygarlık birdenbire yıkıldı.
Anıt heykellerin bir kısmı deniz
kenarında, sahilde konuklara
adeta “Hoş Geldiniz” diyor…
 Taş ocağında yarım bırakılmış heykeller kaldı. Bu
yıkımın nedeni, Paskalya Adası’ndaki ”gizemi”
çözmenin anahtarı, bütün adanın ormansızlaşmasının
getirdiği çevresel bozulmaydı…
 Göçmenler adaya ilk geldiğinde adada büyük ormanlar
vardı. Nüfus arttıkça, tarım alanı açmak, ısınma ve
yemek pişirme, ev aletleri, direkler ve sazdan ev yapımı
için malzeme elde etmek ve balık avlayabilmek için
tekne yapmak amacıyla ağaçlar kesilmeye başlandı: En
çok da kızak yapımı için kesiliyordu. 1600 yılında ada
tamamen çıplak kalmıştı. Heykel yapımı durdu. Ev
yapılamadığı için mağaralarda yaşamaya başladılar. Artık
tekne yapamadıkları için balık avlayamıyorlardı ve uzun
yolculuklara çıkamıyorlardı. Erozyon topraklarını
zayıflattığından yiyecek üretiminde ciddi sıkıntı
yaşıyorlardı. 7000 kişiyi beslemek olanaksız hale geldi ve
nüfus hızla azalmaya başladı.
 Dünyanın bu ücra köşesinde kapana kısılan
ada halkı azalan kaynaklar üzerindeki
tartışmalar sonucu neredeyse sürekli savaş
halindeydi. Kölelik arttı ve alınabilecek
protein miktarı düştükçe yamyamlık
yaygınlaştı. Savaşların temel amacı rakip
klanın ahularını yıkmaktı. 1830′lar da
neredeyse bu dev heykellerin tamamı
yıkıldı.
 Adaya gelen ziyaretçiler bu heykellerin
nasıl taşındığını sorduklarında adanın
ilkel sakinleri, atalarının neler yaptığını
artık hatırlamıyordu; yalnızca, bu dev
figürlerin adanın öteki tarafından
‘yürüyerek’  geldiğini söyleyebildiler.
 Dünyanın öteki bölgelerinden neredeyse tamamen
kopmuş olduklarını bilen Paskalya halkı,
varlıklarının bu küçük adadaki sınırlı kaynaklara
bağlı olduğunu anlamış olmalıydı. Taşocağının
yakınında tamamlanmamış birçok heykel
bulunması adada ne kadar ağaç kaldığının hiç
düşünülmediğini, artan nüfusun ve ada halkının
kültürel hırslarının, ellerindeki kaynaklardan çok
güçlü olduğunu akla getirmektedir.
 Dünyamızda var olan kaynaklar, gelişen
toplum düzeyimizi koruyacak ve
ihtiyaçlarımızı karşılayacak sonsuzlukta
değildir. Paskalya Adası halkı, kısıtlı
kaynaklarını tükettiğinde adeta adaya
mahkum olmuş ve kaderinden
kaçamamıştır.
 Bizim de yaşadığımız dünya dışında
kaçacak yerimiz yok...
İnsan türü olarak varlığımızı sürdürdüğümüz bu
dünyada, elimizdeki kaynakları tüketmeyecek yaşam
tarzını bulmak zorundayız.
Aksi takdirde Paskalya Adası halkının tarihi dünya
toplumlarının tarihi olacaktır…
1970’lerden 2000’li yıllara,
“ Çevresel Bir Macera “
Küreselleşme ve Çevre Alanına
Yansıyanlar
Dünyayı kendilerine sınırsız bir
pazar haline getirmek isteyen
emperyalist güçler; başta Ortadoğu
olmak üzere dünyanın değişik
coğrafyalarında, insanı ve
geleceğimizi yok etme çabalarına
işgallerle, kitlesel katliamlarla
devam etmektedirler.
Bu küresel paylaşım savaşlarının ortasında
yer alan ve açlığın, yoksulluğun, işsizliğin ve
toplumsal yozlaşmanın can yakıcı bir
biçimde yaşandığı ülkemiz ise; IMF ve Dünya
Bankası politikalarından, (GATS) Hizmet
Ticareti-Genel Anlaşması gibi uluslararası
anlaşmalardan, Avrupa Birliği uyum
sürecinden nasibini almaktadır.
18. yüzyılda başlayan sanayi devrimi,
insanoğlunun doğayla olan ilişkilerinde
köklü bir değişimi de beraberinde
getirmiştir. Sanayileşme-kentleşme
süreçlerinin yarattığı yoğunlaşmış
çevre kirliliği sorunlarıyla
tanımlanabilecek bu ilişki, 20. yüzyıla
gelindiğinde ne yazık ki artık küresel
ölçekte bir çevresel krize dönüşmüştür.
Doğadaki alıcı ortamların kirlilik özümseme
kapasitelerinin aşılmaya başlanması, doğal
ortamdaki dengelerin geri dönüşü zor,
neredeyse imkansız bir şekilde değişiyor
olması, çevre kirliliği kaynaklı büyük ölçekli
sağlık sorunlarının gündeme gelmesi ve
doğal varlıkların hızla tüketilmesi gibi
süreçler sonucu ortaya çıkan ekolojik kriz,
bu sorunun çözümüne yönelik arayışları ve
bu noktada farklı yönelimleri gündeme
getirmiştir.
Çevre olgusu, çevre sorunları ve bu
sorunların çözümü yönündeki
politikalar, son dönemde politikekonomik tartışmaların odağına
yerleşmiştir.
Çevre sorunlarının doğal yaşamı ve
insanlığı tehdit eder noktaya
gelmesi, sorunun yaşamsal
önemini de ortaya koymuştur.
Böylece erozyondan su kirliliğine,
küresel ısınmadan radyoaktif
atıklara kadar uzanan bir dizi
çevresel sorun, konuya bütünsel ve
çevrebilimsel bir yaklaşımla çözüm
getirme gereğini tartışılmaz
kılmıştır.
Nüfus, Açlık ve Barınma
Ekolojik krizin temelindeki
etkenlerden biri de hızlı nüfus
artışıdır. Bugün dünya, mevcut
kaynakları yetersiz kılan ve bu
nedenle ekolojik dengeyi bozmaya
başlayan bir nüfus artışı ile karşı
karşıya bulunmaktadır.
Bilim çevrelerinin hesaplarına göre,
ancak dünya nüfusu önümüzdeki
yüzyılın ortalarında 8 milyarda kalırsa,
yaşanılabilir bir dünyaya sahip
olabileceğiz. Bu iyimser beklentinin
gerçekleşebilmesi için bugünkü nüfus
artış hızının yarı yarıya düşmesi
gerekiyor.
Oysa, yine bir tahmine göre, dünya
nüfusu 2050 yılında 11 milyara
ulaşacağı belirtiliyor. Böyle bir
dünyada ise tüm ekolojik
dengelerin bozulacağı, çöllerin,
aşınmış dağların, tükenmiş
okyanusların ve yok olmuş tropik
ormanların devri başlayabilecektir.
Bu arada, ne gariptir ki; gelişmiş
kapitalist ülkeler, yaşanmakta olan
çevre kirliliğinin sorumlusu olarak
azgelişmiş ülkeleri ve onların sahip
olduğu nüfusun doğal kaynaklar
üzerindeki aşırı baskısını gerekçe
olarak görmektedirler.
Oysa ki, günümüz dünyasının karşı
karşıya olduğu Kuzey-Güney ikilemi
sonucu nüfus baskısı kavramı, tek
başına pek bir anlam taşımamaktadır.
Çünkü asıl sorun ; “nerede kaç kişinin
yaşadığı değil, kimin ne kadar
tükettiği” sorunsalıdır.
Nüfus artışının yarattığı en çarpıcı ve dramatik
sorunlar üç ana başlıkta sıralanabilir:
yoksulluk
açlık
barınma
Azgelişmiş ülkelerin birçoğu, başta
Afrika ülkeleri olmak üzere açlık ve
barınma sorunu ile karşı karşıyadır.
İklim değişikliğinin yarattığı doğal
felaketler su, toprak, orman gibi doğal
varlıkların tahribini hızlandırırken, bir
yandan da bu varlıklara bağımlı insan
neslini kıtlık ve açlık sorunu ile yüz
yüze getirmiştir.
Bu durumda, gıdasız, susuz kalan
milyonlarca insan ya ölümü ya da göç
seçeneğini tercih etmek durumunda
kalmıştır.
İşte son yıllarda Hindistan’da, Afrika’da
veya Latin Amerika’da yaşanan doğal
felaketlerin, çevre felaketlerine
dönüşmesinin sonucu olarak binlerce
insan yaşamını kaybederken, binlercesi de
göç etme yolunu seçmiştir.
Su ve Yaşam
Birleşmiş Milletler Çevre Programının
(UNEP) 2002 yılında yayınladığı “3.
Küresel Çevre Raporu” na göre, başta
Afrika ve Asya kıtalarında yaşayanlar
olmak üzere, dünyada 1,1 milyar insan
güvenli içme suyu, 2,4 milyar insan ise
güvenli arıtma hizmetlerinden
yoksundur.
2002 yılında düzenlenen Dünya
Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi’nde ise,
son 10 yılda temiz suya erişim ve atık
suların arıtımında karşılaşılan
yetersizliklerin sebep olduğu çocuk
ölümlerinin, 2. Dünya Savaşından sonra
yaşanan silahlı çatışmalarda kaybedilen
insan sayısından fazla olduğu gerçeğini
gözler önüne sermiştir.
İklim Değişikliği, Kuraklık ve
Çölleşme
Küresel sınma ya da sözleşmelerde geçen
ifadesiyle Küresel İklim Değişikliği, doğanın kendi
varlık koşullarını zorlayan, onun kendini
yenileyebilme olanaklarını ortadan kaldıran bir
değişimi ifade etmektedir. Küresel ısınmaya yol
açan sera gazları; temel olarak, sanayi toplumunda
kullanılan fosil yakıtlardan, çeşitli sanayi kollarında
özellikle, çimento, enerji, ulaşım sektörlerinin
yoğunlaşmasıyla gökyüzüne salınan ve endüstriyel
tarım neticesinde meydana çıkan gazlardır.
Bu gazların bir bölümü karasal ve
okyanus kaynaklı ekosistemler
tarafından tutulur. Ancak, artık hem bu
tutucu ortamların azalması ve yok
olması hem de atmosfere bırakılan sera
gazı miktarındaki artış, küresel karbon
dengesini bozmaktadır. Bunun
sonucunda da 19.y.y sonlarında
başlarında ortaya çıkan , yüzey
sıcaklıklarındaki artış. 20.yy sonlarında
doruğa ulaşmıştır.
Her yıl da sıcaklık artışlarında “uygarlığımız”
rekora koşmaktadır. Bu yüzey sıcaklığı artışı,
20. yy dan günümüze 0.8 derecelik bir artışa
sahne olmuştur. 20. yüzyılda sıcaklıklarda
gözlenen bu ısınma, geçen 1,000 yılın
herhangi bir dönemindeki artıştan daha
büyüktür. Atmosferin en alt 8 kilometrelik
bölümündeki hava sıcaklıkları da, geçen 40
yıllık dönemde belirgin bir artış eğilimi
göstermektedir.
Öte yandan, 20. yüzyılda, orta enlem ve
kutupsal kar örtüsü, kutupsal kara ve deniz
buzları ile orta enlemlerin dağ buzulları
azalırken, küresel ortalama deniz seviyesi,
yaklaşık 0.1-0.2 m arasında yükselmiş ve
okyanusların ısı içerikleri artmıştır. Yağışlar
kuzey yarımkürenin orta ve yüksek enlem
bölgelerinde her on yılda yaklaşık % 0.5 ile %
1 arasında artmış, subtropikal karaların
önemli bir bölümünde her on yılda yaklaşık
% 3 azalmıştır.
Küresel İklim Değişikliğinin oldukça
sık gündeme girmesine sebebiyet
veren bu tablo karşısında, tüm
gözler, bir kurtarıcı umudu ile
Birleşmiş Milletlere , İklim
Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne
ve onun eki olan Kyoto
Protokolü’ne çevrilmiştir.
Atmosfer bilimcilerine göre küresel ısınmaya bağlı şu
anki küresel iklim değişikliğinin işaretlerinden bazıları
şöyle sıralanabilir :
Buzulların
gitgide eriyerek
kutuplara
doğru
çekilmesi ve
yüksek
dağlardaki kar
örtüsünün
azalması
Deniz suyu
seviyesinin
yükselmesi
1990'lı yıllarda
son 1400 yılın
en sıcak
yıllarının ard
arda gelmesi
Bitki ve balık
türlerinin
göçleri
Ağaçlardaki
yaş halkalarının
daha hızlı
büyüme
göstermesi
Havadaki
kirleticilere
karşı hassas
kuş türlerinin
azalması
Aslında iklimler sürekli olarak değişmektedir.
Doğal koşullarda iklim değişiklikleri oldukça uzun
dönemler içerisinde gerçekleşmektedir.
İklimlerdeki bu değişiklikler tüm canlıları doğrudan
etkilemiş ancak bu değişikliklerin çok uzun bir
süreç içerisinde gerçekleşmesi nedeniyle canlıların
büyük bir kısmı değişikliklere kendilerini
uyarlayabilmişlerdir. İnsanlığın doğal koşullara
uyumlu gelişmesi 19. yy sonu, 20. yy başındaki
sanayi devrimine kadar devam etmiş, bu andan
itibaren gelişme, atmosfer üzerindeki insan
etkisiyle birlikte “Küresel ısınmaya bağlı bir iklim
değişikliği mi?” sorusunu gündeme getirmiştir.
Dünya yüzeyinde bir başka felaket ya
da tehlikeli gidiş de, ekilebilir
toprakların aşırı kullanımı, ölçüsüz
kullanılan kimyasal gübreler ve
zararlılarla mücadele ilaçlarının
(pestisidler) etkileridir. Bu arada, nüfus
baskısı sonucu tarıma elverişli olmayan
toprakların kullanılması daha fazla alanı
çoraklaştırıp verimsizleştirmektedir.
Yapılan tahminlere göre, bugünkü gidiş
durdurulamazsa 2000 yılında ekilebilir
topraklar yaklaşık % 20-30 oranında
azalacaktır. Bu arada belirtilmesi
gereken bir konu da, mega projeler
olarak görülen sulama projeleridir. Bu
projeler süreç içinde doğru
yönlendirilmezse topraktaki tuz oranı
artacaktır.
Bir araştırmaya göre, her yıl bu tür
olumsuzluklar yüzünden
verimsizleşip terk edilen alanın
yaklaşık 10 milyon hektar olduğu
tahmin edilmektedir. İnsanlığın
geleceğini ve yaşamını tehlikeye
atan bu olumsuz gidiş çölleşme
olarak adlandırılmaktadır.
Enerji Politikaları Çıkmazı
Bugün dünya nüfusunun yaklaşık %80’ini
oluşturan azgelişmiş ülkeler dünya
gelirinin yalnızca %15’ini alırken bu
durumun “sürdürülebilir kalkınma” gibi
kavramlarla açıklanmasının hiçbir
inandırıcılığı yoktur. Çünkü, tüketim
mallarının %85’i zenginler tarafından
üretilmekte ve enerjinin de %75’i zenginler
tarafından kullanılmaktadır.
Peki enerji ne için kullanılıyor ya da
insanın ve doğanın ihmal edildiği yerde
enerji “kalkınma” açısından ne anlam
taşıyor? Enerji, sanayileşme ve
kalkınma arasındaki ilişki, son dönemde
enerji üretim seçeneğinin ekonomik
olmasının yanı sıra çevresel boyutunu
da tartışma gündemine getirmiştir.
Bu bağlamda enerji üretim seçenekleri
üzerine yapılan tartışmalar genelde enerji
ihtiyaç senaryolarına dayandırılmaktadır. Bir
ülkenin enerji açığının ya da fazlasının
olması, gelecek yıllarda ne kadar enerji
tüketeceği, kalkınma hızı gibi veriler ve enerji
talepleri ile açıklanmaya çalışılmaktadır.
Sonuçta enerji üretim seçeneği olarak
nükleer, termik ya da doğal gaz gibi
seçenekler gündeme gelmektedir.
Batılı uzmanlara göre dünya ülkeleri
bundan 30 yıl öncesine oranla %30
daha fazla enerji tüketmektedir. Ve
tahminlere göre, 2025 yılında enerji
ihtiyacı bugünkünden %65 daha fazla
olacaktır. Bu nedenle, enerji açığı ya da
enerji krizi söylemlerine dayanak
aranmakta ve oluşturulmaktadır.
Atık Sorunu
Gelişmiş sanayi ülkelerinde yaşanan
çevresel sorunların teknolojik
değişimle çözülmesi yönünde çabalar
sürerken, yaratılan tüketim toplumu ve
bu topluma sunulan ürünlerin yarattığı
sorunlardan biri de atık ve çöp sorunu
olarak ortaya çıkmıştır.
Tüketim alışkanlıklarının değişmesi ile yaygınlaşan
ambalajlı ürün kullanımı ve “kullan at” türünden
malzemeler, bugün dev boyutlara ulaşan çöp
sorununun başlangıç noktası olmuştur. Örneğin,
yapılan bir araştırmada, ABD’de NewYork kenti çöp
toplama merkezi “Fresh Hills” e haftada 100 bin
tondan fazla çöp atılmaktadır. Bu miktar, örneğin,
Mısır’daki piramitlerden 10 kat daha büyük bir
kütleye eşittir. Yine yapılan bir diğer araştırmada,
çöplerin %25’inin hazır yemek ambalajı, %30’unun
polistirin köpük, %25’inin kağıt, geri kalanının ise
ağırlıklı olarak plastik, çocuk bezi türü atıklar
olduğu görülmüştür.
Öte yandan, plastik atıkların ya da plastik
türevi atıkların çöp dağlarını oluşturan atıklar
içinde, zehirli radyoaktif atıklardan sonra en
tehlikeli atık türü olduğu bilinmektedir.
Sonuç olarak, kola kutularından pet şişelere,
hastane atıklarından radyoaktif atıklara
kadar çöpün içeriğini oluşturan malzemeler
çeşitlilik ve çokluk göstermektedir. Böylece,
dünya kapitalizmin çöplüğü olmuş ve
insanlık çöp sorunu, çöp dağları ile
karşılaşmıştır…
Plansız Sanayileşme
Bugün gerek ABD’de, gerekse Avrupa
Birliği bünyesinde çok ciddi
yaptırımlarla donatılmış çevre yasaları
bulunurken, gelişmiş ülkelerden
kaynaklı ya da bu ülkelerden yayılan
“potansiyel kirlilik” nasıl açıklanabilir?
Herhalde, bu sorunun yanıtını kalkınma
paradigmalarında aramak gerekmektedir. Bu
noktada kapitalizmin “varoluş ve işleyiş”
yasası gereği, hem insanı hem doğayı
sömürüp tüketmek gibi bir işlevi olduğu
gözardı edilemez. Örneğin, dünyada yılda 1
milyon tondan fazla zehirli madde doğaya
atılmaktadır. Resmi kayıtlara göre, yalnızca
ABD’de kimya sektöründe 700 bin ton,
çevreyi kirletici zehirli maddenin oluştuğu
bilinmektedir.
Yine ozon tabakasını etkileyen CFC
(kloro-floro-karbonların) ve halonların
üretimine sınırlama getirilememektedir.
Bu nedenle, CFC’lerin denetlenmemesi
sonucunda ozon tabakasındaki
incelmenin artacağı ve dünya
üzerindeki yaşamın büyük ölçüde
tehlikeye gireceği tahmin edilmektedir.
Öte yandan, 1992 Rio Zirvesi’nin (Birleşmiş
Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı)
önemli anlaşmalarından birisi olan “Küresel
Isınma (İklim Değişikliği) Anlaşması”, başta
ABD olmak üzere gelişmiş ülkeler tarafından
imzalanmamış ve bu konudaki tartışmalar,
ülkelerin yükümlülükleri gibi konular
uluslararası çevre hukukunun önemli bir
sorun alanı olarak ortada durmaktadır.
Rio süreci ve Kyoto Protokolü ile birlikte,
iklim değişikliğine yol açan gazların
yayımının sınırlanması doğrultusunda
gelişmiş ülkelerin karbondioksit yayımı
miktarlarını, ülkelerin 1990 yılı karbondioksit
yayımı seviyesinde tutmaları yönünde bir
ilke kararı benimsenmiştir. Bu anlaşmanın
ABD ve gelişmiş sanayi ülkeleri tarafından
imzalanmaması, uzun yıllar askıda
bırakılması ise aslında siyasal bir tercih
olarak yorumlanmalıdır.
Gelişmiş ülkelerin bilinen ikiyüzlü
politikaları, ekolojik sorunlar karşısındaki
çelişkileri tam da bu süreçte su yüzüne
çıkmıştır. Böylece, yıllarca dünyanın bütün
varlıklarını sanayileşme ve kalkınma uğruna
tüketen bugünün sanayileşmiş ülkeleri (geri
kalmış ülkelere çevreyi koruyarak
kalkınmayı, daha doğrusu “kalkınmamayı”
öğütlerken) ekolojik sorunların çözümü için
herhangi bir kaynak aktarımına, önlem
almaya yanaşmamakta “kararlı” bir tavır
sergilemişlerdir!
Oysa ki, CFC, karbondioksit ve metan
gibi gazlar, atmosferde oluşturdukları
tabaka ile güneş ışınlarını tutarak,
küresel ısınmaya ve sera etkisine
neden olmaktadırlar. Böylece,
buzulların erimesi ile birlikte denizlerin
yükselmesi, deniz ekolojisinin
bozulması, seller ve erozyon gibi
olaylar yaşanmaktadır-yaşanacaktır.
Bir diğer yandan, ozon tabakasının
incelmesi sonucunda yeryüzüne
atmosfer süzgecinden geçmeden
ulaşan güneş ışınları söz konusudur.
Bu durum ise insanlar için başta cilt
sağlığı problemleri olmak üzere geri
dönüşü olmayan yeni bir felaketler
dizisinin habercisi olmaktadır…
Sanayileşme ve küresel kalkınma tezlerinin
artık ne anlama geldiği bilinmektedir.
Gelişmiş kapitalist ülkelerin tüm dünya
toplamının yüzde 95’ine karşılık gelen zararlı
atık üretimi, 1970’li yıllardan bu yana büyük
artışlar göstermiştir. Örneğin, ABD’nin
1970’li yıllarda 25 milyon ton olan zararlı atık
üretimi, 2000 yılı itibarıyla 500 milyon tona
ulaşmıştır. Yine 2000 yılı verileri ile AB’nin ve
OECD’ye bağlı ülkelerin yıllık zararlı atık
üretimi ise, toplam olarak 40 milyon ton
olmuştur.
Bu kapsamda yukarıda sıralanan resmi
verilerin dışında, bu verilere yansımayan
zararlı atık miktarı ve bunların ülkeler
arasında taşınması ise başlı başına önemli
bir çevre sorunu olarak ortada durmaktadır.
Küresel kalkınma ve çevre, acaba ateşlebarut gibi iki kavram mıdır? Ya da bir başka
ifade ile küreselleşmenin yarattığı savaş,
açlık, sömürü sürecinin bir boyutu da
ekolojik sorunlar olarak mı ortaya
çıkmaktadır?
III. ÇEVRE BİLİM VE ÇEVRE
POLİTİKASI KAVRAMI
Politika, belirli bir sorunun çözümü için
geleceğe yönelik olarak alınması
gereken önlemlerin ve benimsenen
ilkelerin bütünüdür. Bu bağlamda, dar
anlamda politika, devlet işlerine katılma
ve devlet etkinliklerinin biçim, amaç ve
içeriğinin belirlenmesi işi olarak da
tanımlanmaktadır.
“Çevre Politikası” ise bir ülkenin çevre sorunlarının
çözümü yönündeki ve bu alandaki, tercih ve
hedeflerinin belirlenmesi olarak tanımlanabilir.
Bu bağlamda, çevre politikası kavramı ile, bir
ülkenin çevre konusundaki ve çevre sorunları
alanındaki çözüm arayışlarına yönelik tercih ve
hedeflerinin belirlenmesi anlaşılır. Çevre politikası,
en genel anlamı ile, toplumların sağlıklı bir çevrede
yaşamalarının sağlanmasını ve doğal varlıkların
korunmasını hedef alır.
Sosyal bilimler açısından bakıldığında, Çevre Politikaları’nın, nesnel ve
bilimsel olmasını sağlamak için dayanılması gereken temel ilkeler şu
şekilde özetlenebilir :
Çevre politikalarının ekolojik sistemler ve nüfus dağılımı
üzerinde yaratacağı etkiler dikkate alınmalıdır.
Çevre üzerindeki olumsuz etkilerden bazıları tümüyle
giderilebilecek niteliktedir, bazıları ise etkileri ile ciddi ve
kaçınılmaz sorunlar yaratabilir. Bunların birbirlerinden
ayrılarak, her birini gerçekleştirmenin kısa ve uzun dönemdeki
maliyetleri hesaplanmalıdır.
Bir yatırım, yerleşim kararı vb. faaliyetlerin gelecek
kuşaklar için
etkileri dikkate alınmalıdır.
Etkilerin, geri dönüşü olmayan sonuçlara yol
açması durumunda, karar vericilere durum
aktarılmalıdır.
Yatırım, yerleşim vb. kararların farklı toplumsal
kesimlere getireceği fayda ve zararlar göz
önüne alınmalıdır.
Politika kavramı üzerinde konuşulmaya
başlandığında, politikanın ne
olduğunun/ya da ne olacağının
belirlenmesi ve bu noktada doğru
zaman ve koşullarda bu politikanın
uygulanması büyük önem taşımaktadır.
Teorik olarak, çevre politikasının belirlenmesinde ve ardından
uygulanmasında temel koşullar şöyle sıralanmaktadır :
• Bu aşama, çevre sorununun belirlenmesi, sorunun nedenleri ve
bileşenleri ile, çözüme taraf olabilecek kişi – kurumlar arasında
bağlantı kurulması gibi noktaları kapsar.
Tanı (Teşhis) :
Karışma /
Düzenleme
(Müdahale) :
Uygulama:
• İkinci aşama olarak görülebilecek bu süreçte, çevre sorununun
çözümüne yönelik arayışların, yöntemlerin incelenmesi ve
karşılaştırılması yapılır. Son tahlilde, en uygun çözüm yöntemine
karar verilir.
• Son aşama olarak, belirlenen çözüm yönteminin ve politikanın karar
mekanizması içinde uygulanması sağlanır.
Ayrıca, politikanın hedefleri üzerinde
durmakta yarar bulunmaktadır.
Örneğin, çevre politikaları alanında her
ülkenin farklı hedef ve yaklaşımları
olmakla birlikte, ortak hedeflerden de
söz edilebilir:
ORTAK ÇEVRE
POLİTİKALARI
Sağlıklı bir çevrede,
insanca bir yaşam
ortamının
sağlanması,
Toplumun sahip
olduğu çevre
değerlerinin
korunması ve
geliştirilmesi,
Çevre politikalarının uygulanmasında,
gerekli olan işbirliğinin ve buradan
hareketle bireyler ve toplumun değişik
kesimleri arasında eşitlik ve paylaşımın
sağlanması, böylece doğal varlıkların
korunması – geliştirilmesinde
işbirliğinin gerçekleştirilmesi.
IV. ÇEVRE POLİTİKASI VE TÜRKİYE
Türkiye’de, “Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma
Planı“ ile birlikte (1973-1977), çevre
sorunlarına yönelik politika belirleme
yönünde ilk adımlar atılırken, çevre
örgütlenmesi ve çevre tüzesinin
oluşturulması yönünde de tartışmalar
başlamıştır
Bu noktada, çevre yönetimi
kavramı gündeme gelmiş, kamu ve
özel sektör arasında etkileşimi
kuracak, doğal varlıkların
korunmasını temel alacak,
sorunlara merkez ve yerel düzeyde
çözümler getirebilecek, eşgüdüm
ve denetimi sağlayacak bir sistemin
arayışları başlamıştır.
Ancak, geride kalan yıllar içerisinde
kurumsal anlamda güçlü ve etkin bir çevre
kurumunun / örgütünün oluştuğundan söz
etmek mümkün değildir. Bu noktada, çevre
örgütlenmesinde bir dizi geçiş ve sorun
yaşanmış, kurumsal karmaşa bir türlü
giderilmemiş, beraberinde yasa, yönetmelik
ve uygulamalardan kaynaklı yetki ve görev
karmaşasının öne çıktığı bir süreç
yaşanmıştır.
Türkiye’de çevre alanında 1980’ler
boyunca yaşanan ve halen de süren
kurumsal ve politik arayışların,
1990’ların ikinci yarsında yerini cılız
korumacılığa bıraktığını söylemek
mümkündür. Siyasi iktidarın, çevre
politikaları olmadığı için, günün modası
gereği “çevrecilik” göze-kulağa hoş
görünmüş, bu arada dileyen dilediğini
yapar olmuştur.
Özal hükümetleri döneminde, kentsel
yağma derinleşirken, kıyılar talan
edilirken, Yatağan ve Gökova
Santrallari’ nin yapımı yönünde adımlar
atılırken, sonraki hükümetler
döneminde doğal varlıkların yağma ve
talanına dönük uygulamalar yasalar
yolu ile gerçekleşmeye başlamıştır.
Bu arada, Türkiye, Avrupa Birliği üyelik
süreci olarak adlandırılan yeni bir
döneme girmiş, bir yandan yapısal
sosyo-ekonomik krizler gündeme
gelmiş, bir yandan da Dünya Bankası
ve IMF politikaları ile şekillenen
ekonomik modeller denenmiştir. Böyle
bir kesitte, son olarak AKP iktidarı ile
birlikte, ekolojik tahribat ve yağma en
üst noktaya erişmiştir.
Orman arazilerinin, meraların,
ovaların yapılaşmaya açılması ve
satışı yönündeki girişimler, enerji
ve madencilik alanlarında
özelleştirme/yabancılaştırma
uygulamaları ve sonucunda
yaşanan çevresel sorunlar ülke
gündeminde öncelikli konular
haline gelmiştir.
Kentler, uluslar arası tekellerin yeni iş
ve yatırım alanları olarak “gözde”
mekanlar haline gelirken, kentsel alt
yapı projeleri,yatırımları ve hizmetleri
yabancı sermayenin ilgi odağı
olmuştur. Bu yönde yapılan yeni yasal
değişiklikler ile, Belediye Yasası,Çevre
Yasası vb., taşlar birileri için “yerli
yerine” oturmuş oluyordu.
Türkiye’de, son olarak 2001 ekonomik
krizinin tetiklediği siyasi ortam, erken genel
seçim süreci ve ortaya çıkan parlamento
yapısı krizi ekonomik, sosyal, kültürel ve
çevresel alanda derinleştiren bir tablo
yaratmıştır. AKP Hükümeti’nin parti
programı, seçim beyannamesi, acil eylem
planı ve sonrasındaki hükümet programı
dışa bağımlı, IMF patentli program ve
yaklaşımlardan başka bir şey değildir.
AKP Hükümeti’nin uygulayıcısı olduğu
“yeniden yapılanma” programı, devlette
“reformu” hedefleyen, devletin
küçültülmesi, özelleştirme, yerelleşme
ve yabancılaştırmaya dayanan Dünya
Bankası’nın programı olarak telaffuz
edilebilir. Bu süreç, Türkiye’nin
gündemine, belki de 24 Ocak 1980
kararları ile karşılaştırılabilecek nitelikte
dönüşümleri dayatmıştır.
Bakanlıkların kapatılmasıbirleştirilmesi, devletin üst kurullarla
yönetilmesi, tarım, hayvancılık, enerji,
madencilik ve haberleşme alanındaki
yapısal düzenlemeler, yerel yönetimler
alanındaki yasalar ve bir dizi
yasa/yönetmelik ve Anayasa değişikliği
girişimleri bu sürecin tamamlayıcısı
unsurlardır.
Bu gün kapsamlı bir plan doğrultusunda adım adım
ülkenin temel "sermaye birikim modeli"
yenilenmektedir. Bir ülkenin değer üretme
mekanizmalarına dair birincil tercih ve
zorunlulukların ürünü olarak ortaya çıkan birikim
rejimlerindeki dönüşümler, sermayenin geleneksel
iç yapılamasının yeniden konsolide edilmesinden,
emek ve sermaye arasındaki ilişkilere, sektörel
yatırım tercihlerinden, istihdam politikasına, temel
altyapı yönelimlerinden ülkenin üstyapı
kurumlarının yenilenmesine ve hatta top yekun
"yönetim rejiminin" dönüşümüne yol açan bir süreç
yaşanmaktadır.
Bu noktada, bir yandan merkezi politik hat
olarak belirlenen Avrupa Birliği'ne üyelik
süreci, ülkemizin çevre politikalarını da
belirlerken, diğer yandan ülkemizin sanayi
politikaları, enerji politikaları, bilim ve
teknoloji politikaları, eğitim politikaları,
gümrük politikaları gibi bir dizi alana ilişkin
öngörü ve hedefler önümüzdeki döneme ait
ülkemizin çevre performansını da
şekillendirecektir.
V. TÜRKİYE’DE ÇEVRE
POLİTİKASI’NIN GELİŞİMİ
Türkiye’nin siyasi tarihi ve buna koşut
ekonomik gelişmeler, cumhuriyet
dönemi boyunca değişik evrelerde
incelenebilir. 1960’lı yıllar, planlı
ekonomi ve kalkınma arayışlarının
başladığı, Devlet Planlama Teşkilatı’nın
kurulduğu yıllardır. Bu noktada,
DPT’nin iki temel görevi öne çıkmıştır :
Birincisi hükümete iktisadi ve
sosyal konularda danışmanlık
yapmak ; ikincisi ise hükümet
tarafından kabul edilen hedefleri
gerçekleştirmek için uzun ve kısa
vadeli planlar hazırlamaktır.
1961 Anayasa’nın kabulü, ardından 1962
yılını kapsayan bir “geçiş programı“
sonrasında 1963 – 1967 yılları arasında
“Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı“, 1968 – 1972
yıllarını kapsayan “İkinci Beş Yıllık Kalkınma
Planı“ hazırlanmıştır. İstikrarlı büyüme ve
kalkınma sağlanması amacıyla, 15 yıllık bir
perspektifi göz önüne alan bu planlarda
çevre sorunlarına ve çözümüne yönelik
politikalara rastlamak mümkün değildir.
1973 – 1977 dönemini kapsayan ve 15
yıllık uzun perspektifin üçüncü kısmını
oluşturan “Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma
Planı“, siyasal ve ekonomik
belirsizliklerin başladığı, ithal ikameci
büyümenin yarattığı sorunların ortaya
çıktığı bir dönemde gündeme gelmiştir.
Planda, çevre sorunları açısından ayırt
edici özellik, ayrı bir çevre bölümünün
olmasıdır.
Bu noktada, ülkenin su, hava ve kıyı
gibi belli başlı sorunlarına dikkat
çekilmekte ve bunların bir bütün olarak,
planlama sistemi içinde incelenmesinin
gereği vurgulanmaktadır. 1979 – 1983,
“Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı“nda
ise, çevre sorunlarına hem toplumdaki
gelişmeler, hem de temel politikalar
bölümünde yer verilmiştir.
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi
öncesinde ekonomik sorunlar
yanında, askeri rejimin yaptırım
ve uygulamalarını içeren plan,
çevre konusuna ilişkin
kararlarda yerel yönetimlere
yetki verilmesi hususunun altını
çizmektedir.
1985 – 1989 dönemini kapsayan “Beşinci Beş
Yıllık Kalkınma Planında“ , kentleşme,
sanayileşme ve tarımda modernleşmenin
yarattığı çevre sorunlarının çözümünde
temel ilkeler ortaya koyulmuştur. Bu
noktada, yalnız kirliliğin ortadan kaldırılması
değil, aynı zamanda kaynakların gelecek
kuşakların yararlanabilmesi için de
korunması ve geliştirilmesi üzerinde
durulmuştur.
“Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı” (1990–
1994)“nda benimsenen temel çevre
politikası, insan sağlığını ve doğal dengeyi
koruyarak, sürekli bir ekonomik büyüme
sağlanmasıdır. Bu dönem, sektörler itibarı ile
çevre sorunlarına yönelik tedbirler ve
önlemler üzerinde de durulmuş, örneğin
enerji, madencilik, petrol ürünleri, nükleer
güvenlik gibi konularda yasal altyapının
çevre ve ekonomik değerler noktasında
oluşturulması öngörülmüştür.
“1996 – 2000 döneminde gündeme gelen
“Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı“, 1994
ekonomik krizinin etkileri ve Avrupa Birliği
üyelik süreci ile birlikte “Gümrük Birliği“
anlaşmasının politik – ekonomik kararları
belirlediği bir kesitte şekillenmiştir. Dış borç,
enflasyon ve büyüme sorunsalı etrafında,
çevre sektörüne ilişkin yaklaşımlar,
sürdürülebilir kalkınma yönündeki
temenniler ve AB Çevre Müktesebatı’na
uyum arayışları plana yansıyan temel
olgulardır.
Türkiye’de bugüne kadar kalkınma
planları hazırlanırken çok sayıda özel
ihtisas komisyonları kurulmuştur. 6. ve
7. Planlarda kurulan “Çevre Özel İhtisas
Komisyonları“ da dahil olmak üzere, bu
komisyonların temel görevi çevre ve
kalkınmanın birbiriyle uyumlu hale
getirilmesi olmuştur.
“8. Beş Yıllık Kalkınma Planı” nın
hazırlıkları sürecinde de Çevre Özel
İhtisas Komisyonu kurulmuş, hatta
bu komisyonun raporu, ilk kez
hükümet, DPT ve ilgili bakanlık
tarafından sakıncalı bulunmuştur.
(Çevre alanına yönelik kurumsal
reform önerisi nedeni ile...)
Bu planın çevre alanındaki temel yaklaşımında 3 etken
belirleyici olmuştur :
Kurumsal
reform
AB uyum
sürecinin
hızlanması
UÇEP’in
revizyonu
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın
ardınan, kalkınma planları beş yıllık
dönemler dışında ele alınmaya başlamıştır.
Dokuzuncu Kalkınma Planı,bu yaklaşımın
bir ürünü olarak 2007-2013 yıllarını
kapsayacak şekilde düzenlenmiştir.
Ulusal Çevre Eylem Planı
Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı döneminde, Dünya
Bankası’nın desteği ile hazırlanan ve 1998 yılında
Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) tarafından yayınlanan
Ulusal Çevre Eylem Planı (UÇEP) Raporu, bugüne
kadar çevre alanında hazırlanmış Türkiye’deki en
kapsamlı politika dokümanıdır.
Çevre ve kalkınma politikalarını uyumlu hale getirmek
amacıyla, birçok alan ve sektör için önerilen somut
eylemlerden oluşan UÇEP’in yasal bir bağlayıcılığı
olmadığı için, hukuksal yaptırımları da olmamıştır.
2007–2013 yıllarını kapsayan Dokuzuncu
Kalkınma Planı ve UÇEP, Avrupa Birliği
uyum sürecinde hazırlanan dokümanlar
olduğu için, Avrupa Birliği ilke ve
standartları ile ilintili, bu alandaki
program ve stratejilere koşut
yaklaşımların ve çalışmaların temelini
oluşturmuştur.
Türkiye’nin Çevre Politikaları Üzerine
Kısa Bir Değerlendirme
Türkiye’nin güncel çevre politika
belgelerine yansıyan yaklaşımların,
halen Avrupa Birliği’nin gerisinde
olduğu söylenebilir. Ülkemiz çevre
politikalarının, “geleneksel
(konvansiyonel) çevre politikası
araçları” ile şekillendiği görülmektedir.
Dünya genelinde,1960 ve 1970’li yıllarda
egemen olan bu anlayış, bir iktisadi faaliyet
sonrasında ortaya çıkan kirletici salımlarının
ve atıkların giderilmesi ve alıcı ortamlardan
uzaklaştırılması anlamına gelmektedir.
Kirleten Öder kavramı bu politikanın öne
çıkan ilkesi olmuştur. Bu yaklaşım,
onarımcı politika olarak
tanımlanmaktadır.
Boru Sonu (end of pipe) Yaklaşım olarak da;
bilinen bu çevre politikası, bugün yerini
Kirlilik Önleme politikalarına, yani
önleyici politikalara bırakmaya başlamıştır.
Avrupa Birliği ortamında, 2000’li yılların
“çevre eylem planları”nda gözlemlenen bu
politika değişimi ile “önceden tahmin
edilen” politikalara doğru bir geçiş
yaşanmıştır.
Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP)
tarafından "bütünsel önleyici bir çevre
stratejisinin ürün ve süreçlere sürekli olarak
uygulanması ile insanlar ve çevre üzerindeki
risklerin azaltılması" olarak tanımlanan
Kirlilik Önleme (Temiz Üretim olarak da
bilinen bir yaklaşımdır.) yaklaşımında,
kirliliğin oluşmadan önlenmesi/azaltılması
hedeflenir.
Türkiye’deki çevre politika belgelerinde
ve çevre yönetimi sisteminde kirlilik
önleme ve temiz üretim yaklaşımının
henüz etkin bir şekilde yer almadığı
söylenebilir.
Türkiye’de mevcut durum, toplum ve kamu yararını
temel alan çevre politikalarının oluşturulması için bir
dizi düzenlemenin yapılması gerekliliğini ortaya
koymaktadır.
Bir yandan bilimsel ve evrensel ölçütler dikkate
alınarak, çevrebilimin yol göstericiliğinde çevre
politikaları ve çevre yönetiminde kalıcı değişikliklerin
yapılması gerekmekte, diğer yandan mevcut kirliliğin,
doğal ortamdaki bozulmaların giderilmesi ve çevrenin
geliştirilmesi için politikaların hayat bulması
gerekmektedir.
ÇEVRE POLİTİKALARININ ETKİNLİĞİ
Dünyada ve ülkemizde, son çeyrek yüzyıla
bakıldığında, “çevre politikalarının ne kadar etkin”
olduğu ya da olabildiği sorusuna bir yanıt
bulunabilinir.
Çevre alanında sorunlar çeşitlenip, derinleşirken,
hükümetlerin bu konulara yönelik ilgisi artarken, bir
dizi uluslararası konferansın çıktıları olarak çeşitli
yasal düzenlemeler bölgesel ve yerel düzeyde ülkelerin
çevre politikalarını belirlerken, gelinen noktada çok
fazla başarı örneği bulunmadığı da görülmektedir.
Çevre sorunlarına, Türkiye açısından
bakıldığında ise, gerek politika alanında,
gerekse de örgütlenme/kurumsal gelişmeler
ve yasal düzenlemeler alanında bir
karmaşanın varlığından söz etmek
gerekecektir. Bu durumun çeşitli nedenleri
(siyasal, ekonomik ve toplumsal) olduğu
söylenebilir.
Dünya Ekonomik Forumu, ABD’deki Yale ve
Columbia Üniversiteleri’nin işbirliği ile
2000–2005 yılları arasında, ülkelerin
“Çevresel Sürdürülebilirlik Göstergeleri”ni
hesaplamıştır.
Göstergelerin hesaplanmasında hava ve
su kalitesi, iklim değişikliği, arazi
koruma, biyolojik çeşitlilik, doğal varlık
yönetimi, eko-etkenlik, çevre sağlığı,
atık vb. konularda yetmişi aşkın
değişkenden yararlanılmıştır.
Bu göstergelerdeki değişmeler, “çevremizdeki” gidişin
hiç de iyi olmadığını göstermektedir. Örneğin;
Ülkemizin 2002 yılında 50,8 olarak hesaplanan
“çevresel sürdürülebilirlik göstergesi”, 2005 yılında
46,6’ya düşmüştür. Bu nedenle, “çevresel
sürdürülebilirlik göstergesi” sıralamasında 2002 yılında
142 ülke arasında 62. sırada olan ülkemiz, 2005 yılında
91. sıraya inmiştir. Çizelge 1’deki çeşitli çevresel
göstergeler tek tek ele alındığında, bazı göstergeler için
daha da olumsuz bir durum ortaya çıkmaktadır.
Çizelge 1. Türkiye’nin doğal varlıkların kalitesi ve çevresel değerlere göre ülkeler arasındaki konumu
Göstergeler
Sıralama
2002
Yıllar
2005
Göstergeler
Sıralama
2002
Yıllar
2005
Su Varlığı
112
85
Ekosistemlere
Baskıların
Azaltılması
29
33
Hava Kalitesi
11
20
Atıkların
Azaltılması
82
50
Su Kalitesi
41
142
Nüfus Artış
Hızının
Düşürülmesi
62
63
Biyolojik
Çeşitlilik
91
129
Çevre Sağlığı
79
58
Arazi
Kullanımı
87
102
Çevresel
Yaptırım
Gücü
76
46
Hava
Kirliliğinin
Azaltılması
75
93
Eko-etkenlik
66
69
Su Yetersizliğinin
Azaltılması
94
97
Sera Gazı
Salımının
70
94
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK), Türkiye’nin
1990-2011 yılları arasında ürettiği sera gazı
miktarlarına ait yayınladığı rapor/envanter
ülkemiz doğal varlıkları için tehlike çanlarının
çalmasından öte bir durumu işret etmektedir.
TÜİK verilerine göre Türkiye’nin küresel ısınmaya
olan katkısı her geçen yıl artıyor. Üstelik bunu
durdurmaya ya ya da azaltmaya yönelik politika
değişiklikleri gündemde bile değil.
Sonuçlar iç açıcı değil.
Bu envantere baktığımızda 2011 yılındaki toplam sera gazı
emisyonumuzun 422,4 milyon ton CO2 ile 1990 yılına
göre yüzde 124 arttığını görüyoruz.
Yine aynı envantere göre 1990-2011 kıyaslamasında kişi
başına düşen sera gazı emisyonumuz 3.2 ton/kişiden,
5.71 ton/kişiye yükseldi.
2011 yılı emisyonlarında CO2 eşdeğeri olarak en büyük
payı yüzde 71 ile enerji kaynaklı emisyonlar alıyor. Tabii ki
kömür ve doğalgaz santrallerı ile otomobiller bu oranın en
büyük müsebbibi… Envanterde ayrıca enerji kaynakları
emisyonlarını ise sırasıyla yüzde 13 ile endüstriyel işlemler,
yüzde 9 ile atık ve yüzde 7 ile tarımsal faaliyetlerin takip
ettiğin görüyoruz.
İnsanların doğaya karşı
işlediği yedi günah
 Türkiye'de sulak alanların yarısı
son 50 yılda kayboldu....
Karadeniz'de 55 yılda 26 balık türü
tükendi... 60 yıl önce Türkiye'de
sadece yerli buğday tohumu
ekiliyordu. Şimdi ise bu oran yalnız
yüzde 5... Tarım topraklarında
üretilen gıdanın yüzde 28'i israf
ediliyor.
Ocak 2014 yılında, ülkemizde bir kampanya
başladı…
Doğadaki varlıkların haklarına dikkat çekmek
için sosyal medyada ‘Doğanın da hakları var’
adıyla bir kampanya başladı. Kampanyanın
amacı, insanın olduğu gibi doğadaki her bir
varlığın neslini sürdürme, işkence görmeme,
barınma, sağlıklı bir ortamda yaşama hakkına
sahip olduğunun farkına varılması...
 Kampanyanın maskotu ve hakları ihlal edilen canlılar
adına sözcüsü, Kuzey Ormanları’nda yaşayan, 3.
köprü, 3. havaalanı, Kanal İstanbul gibi mega projeler
yüzünden yaşam alanlarını terk etmek üzere olan bir
su samuru.
 SUSAM adı verilen su samuru, insanların doğaya karşı
işlediği suçların ve günahların giderek arttığı
vurguluyor. Günahları ise 7 başlıkta topluyor. Tohum,
toprak, türler, orman, hava/iklim, su ve denizler...
Tohumdan sulak alanlara...
Kampanya çerçevesinde her bir günahla ilgili önemli
istatistiki bilgiler yer alıyor. O bilgilerden bazıları
şöyle:
Tohum
 Anadolu topraklarında 10 binden fazla bitki türü
var. Bunun 3 bini ise endemik. Sadece Muğla’nın
10 ilçesinde bile 400’ü aşkın yerel isimle anılan 28
meyve türü var. Anadolu buğday, arpa, çavdar,
yulaf, nohut ve mercimeğin gen merkezi.
Dünyada tarımsal genetik çeşitliliğin yüzde 75’i
kayboldu. Şanlıurfa Karacadağ’da günümüzden 12
bin yıl önce ilk tarım yapılmış. 60 yıl önce
Türkiye’de sadece yerli buğday tohumu
ekiliyordu. Şimdi ise bu oran yalnız yüzde 5...
Toprak
 1 gram toprağın içinde milyonlarca canlı var.
Bunların hepsi ekosistemin canlılığı için önemli.
Toprağın ilk 10 santimlik üst tabakasındaki
zengin çeşitlilik, insan ve diğer canlılar için
gerekli besini sağlar. Türkiye’de bugün
toprakların yüzde 86’sı erozyon tehlikesi altında.
Tarım topraklarında üretilen gıdanın yüzde 28’i
israf ediliyor.
 Türkiye topraklarının sadece yüzde 4’ü koruma
altında.
Türler
 Türkiye’de ormanları, dağları, vadileri, bozkırları,
denizleri, nehirleri, gölleri 161 memeli, 474 kuş, 10
bini aşkın bitki, 364 kelebek, 405 balık, 141
sürüngenle paylaşıyoruz.
 Türkiye’de 100 bin canlı türü olduğu ve bunun 6080 bin kadarının böcekler olduğu tahmin ediliyor.
 Örneğin, Karadeniz’de 55 yıl önce bulunan 52
balık çeşidinden 26’sı tükendi.
Orman
 Türkiye’deki 9 orman alanı, Avrupa’da biyolojik
çeşitlilik bakımından önemli ve acil olarak
korunması gereken ormanlar 100 sıcak nokta
arasında yer alıyor.
 İstanbul’da, 3. köprü güzergahındaki kuzey
ormanları da bu alanlardan biri.
 2014 yılı itibarı ile; Türkiye ormanlarının yalnız
yüzde 2’si korunabilmiş durumda.
Hava\iklim
 Türkiye’de hava sıcaklığı 1976’dan bu yana 1 derece
arttı. Son 100 yılda yeryüzünün ortalama sıcaklığı
0.85 derece arttı. Kömür, petrol, doğalgaz gibi
fosil yakıtların yakılmasından kaynaklanan
karbondioksit salımları bugünkü gibi devam
ederse ortalama sıcaklık, bu yüzyılın sonuna
varmadan 4.5 derece artacak. İklim değişikliğine
karşı önlem alınmazsa deniz seviyesindeki
yükselme bu yüzyıl içinde 1 metreyi bulabilir.
2030 yılında Türkiye’de yağış miktarının bugüne
kıyasla kışın yüzde 10 yazın ise yüzde 5-15 daha
düşük olacağı tahmin ediliyor.
Su
 Türkiye’deki toplam 1327 sulak alanın 135’i
Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alan. Sulak
alanların yarısı son 50 yılda kayboldu. Akarsular,
HES’ler ve kirliliğe karşı var olma savaşı veriyor.
 Bugün, Türkiye’de “Ramsar Sözleşmesi”
kapsamında olan 14 sulak alan her gün
kirletiliyor.
Denizler
 Araştırmalar Türkiye’nin
önümüzdeki 25 yıl içinde
ihtiyaç duyacağı su miktarının
bugün ihtiyacı olan su
miktarının yaklaşık üç katı
olacağını gösteriyor.
 Türkiye’de son 40 yıl içinde 1
milyon 300 bin hektar sulak
alan kurutuldu ve tahrip
edildi. Bu miktar Van
Gölü’nün üç katından daha
fazla…
VI. TÜRKİYE’DE ÇEVRE YÖNETİMİ’NİN
GELİŞİMİ ve TARİHSEL EVRİMİ
Türkiye’de, “Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı“ ile
birlikte, çevre sorunlarına yönelik politika
belirleme yönünde ilk adımlar atılırken, çevre
örgütlenmesi ve çevre tüzesinin oluşturulması
yönünde de tartışmalar başlamıştır. Bu noktada,
çevre yönetimi kavramı gündeme gelmiş, kamu
ve özel sektör arasında etkileşimi kuracak,
doğal varlıkların korunmasını temel alacak,
sorunlara merkez ve yerel düzeyde çözümler
getirebilecek, eşgüdüm ve denetimi sağlayacak
bir sistemin arayışları başlamıştır.
Ancak, geride kalan yıllar içerisinde
kurumsal anlamda güçlü ve etkin bir çevre
kurumunun / örgütünün oluştuğundan söz
etmek mümkün değildir. Bu noktada, çevre
örgütlenmesinde bir dizi geçiş ve sorun
yaşanmış, kurumsal karmaşa bir türlü
giderilmemiş, beraberinde yasa, yönetmelik
ve uygulamalardan kaynaklı yetki ve görev
karmaşasının öne çıktığı bir süreç
yaşanmıştır.
1978 yılında, ilk kez Türkiye’de çevre
örgütlenmesi için önemli bir adım atılmış
ve çevre politikalarının oluşturulması amacı
ile “Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı”
kurulmuştur.
1984 yılında ise, kamu yönetiminde yapılan
düzenlemeler sırasında, Çevre
Müsteşarlığı, Başbakanlığa bağlı “Çevre
Genel Müdürlüğü” ne dönüştürülmüştür.
1989 yılında yine Çevre Müsteşarlığı’na
geçiş yaşanmış, bir anlamda çevre örgütü
bir üst düzeye taşınmıştır.
1991’de ise, “Çevre Bakanlığı” kurulmuş,
Yüksek Çevre Kurulu, Özel Çevre Koruma
Kurumu, Çevre İl Müdürlüğü, Mahalli Çevre
Kurulu gibi kurumlar Bakanlığa bağlı
kuruluşlar / organlar olarak tanımlanmıştır.
2003 yılında, Kamu Yönetiminde Yeniden
Yapılanma kapsamında, birleşik Bakanlık
modeline geçilmiş ve “Çevre ve Orman
Bakanlığı“ kurulmuştur.
Son olarak; 2011 yılında, yapılan yeni bir düzenleme ile
çevre yönetimi sürecinde tartışmaya açık bir adım atılmıştır.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı adı ile yeni bir bakanlık
kurulmuş, eski İmar ve İskân Bakanlığı, Bayındırlık Bakanlığı
ve Toplu Konut İdaresi (TOKİ) gibi kurumlar yanında, eski
Çevre ve Orman Bakanlığı’na bağlı bazı kuruluşlar ve birimler
bu Bakanlığa bağlanmıştır. Orman ve Su İşleri Bakanlığı
olarak yeniden örgütlendirilen eski Çevre ve Orman
Bakanlığı’na da çevre yönetiminde yeni bir dizi
sorumluluklar yüklenmiştir.
Türkiye’de Çevre Örgütlenmesi’nin
Gelişim ve Değişimi…
 1978 “Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı”
 1984 “Başbakanlık Çevre Genel Müdürlüğü”
 1989 “Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı”
 1991 “ Çevre Bakanlığı”
 2003 “Çevre ve Orman Bakanlığı”
 2011 “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı” ve “Su ve
Orman Bakanlığı”
VII. ÇEVRE HUKUKU VE
ÇEVRE MEVZUATI
Ünlü felsefeci, Immanuel Kant’a göre:
“…hukukçular, henüz herkes tarafından kabul
edilmiş olan bir hukuk tanımı bulamamışlardır.”
Çevre Hukuku
Bütün dünya ülkelerinde, son 20-25 yıldan bu yana
üzerinde durulan ve çözüm arayışları süregelen
çevre sorunu, çok boyutlu ve çok yönlü bir
sorundur.
Bu kadar çok boyutlu bir konunun hukukla ve
hukuk bilimi ile de ilgisi ve bağlantısı olması
doğaldır. Hukuk düzeni, insan için, toplum için
önem taşıyan ve tüm sorunların çözümünde önde
gelen araçlardan birisidir.
Çevre sorunları ile birlikte, çevre
duyarlılığının gelişmesi, çevresel
değerlere hukuksal güvence
kazandırma çabalarının gelişmesini de
desteklemiştir.
Çevre politikasının gerçekleşmesi için, toplum
yaşamının öteki alanlarında olduğu gibi, bağlayıcı
kurallara gereksinim vardır. Bu noktada, çevre
sorununun çözümü “çevre politikası”nı gerekli
kılıyorsa, çevre politikası da bilimsel anlamda “çevre
hukuku”nun varlığını gündeme getirmiştir
Çevre sorununu çözmek için, insanla çevre arasındaki
ilişkilerde birtakım “davranış kuralları” oluşturmak
gerekirse, bunlar kuşkusuz “hukuk kuralları”
biçiminde olacaktır. Bu noktada, devlet veya kamu
kurum / kuruluşları çevre sorunlarını önlemek ve yetki
sahibi olacaklarsa, bunların hukuksal kalıpları da yine
hukuk normları içinde olacaktır.
Çevreyi korumak, çevreye verilecek zararları gidermek,
bunların gerektirdiği mali kaynakları belirlemek,
cezaları ve öteki yaptırımları göstermek hep hukukun
alanına giren konulardır.
Bütün bunların toplamından, bugün, bütün dünya
ülkelerinde “çevre hukuku” adı ile anılan yeni bir
hukuk dalı ortaya çıkmıştır.
Hukuk ya da çevre hukuku, çevre sorununun
sadece dolaylı bir çözüm aracıdır. Doğrudan
çözüm kapsamlı bir çevre politikası ile gerçekleşir.
Hukuk kuralları ise ancak böyle bir ortamda ve
belirlenmiş esaslara, hedeflere ya da amaçlara göre
işlev kazanır;
 Koruma anlayışı yanında, iyileştirme ve önleyici
yaklaşımlar,
 sorunun uluslar üstü ve evrensel olmasıdır,
 insanı yeri.
Çevre Hukukunun Tarihi
Çevre hukukunun bağımsız bir hukuk dalı olarak 2030 yıllık bir geçmişi bulunmaktadır.
Çevre hukukuna özgü kurallaşmanın bağımsız bir
hukuk dalı oluşturması yeni bir olgu olmakla birlikte,
bu daha önce, çevre sorunu ile ilgili hiçbir kuralın
mevcut olmadığı anlamına gelmemelidir.
Uygarlık tarihi boyunca, insanlar toplu olarak
yaşamaya başladıkları dönem itibarı ile,
gereksinimlerini karşılamak ve doğal kaynakları
kullanmak konusunda belirli bir düzen oluşturmaya
çalışmışlardır. Örneğin, toprak ve su kullanımı,
ormanlardan yararlanma konusunda bir dizi
düzenlemenin varlığından söz etmek mümkündür.
Çevrenin korunması ve geliştirilmesinin hukukun
konusu olması çok eskilere götürülse de, bağımsız
bir Çevre Hukuku,ancak son 30 yılda ortaya
çıkmıştır. Çevre koruma konusundaki
düzenlemeler, ilk aşamada, "komşuluk hukuku"”ya
da "“irisinin bir eylemde bulunurken başkalarına
zarar vermemesi” biçiminde düzenlenirken, zaman
içinde çevre koruma ve çevre kirliliğini giderme
yönündeki düzenlemelerin, insan ve çevre
ilişkilerini temel alan bir düzenlemeye evrildiği
söylenebilir.
Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu döneminde,
Mecelle’deki bazı bölümler, Türk Medeni
Kanunu’ndaki düzenlemeler çevre korumanın
komşuluk hukuku kapsamında ele alındığını gösteren
yaklaşımlardır.
Türkiye’de Anayasa’nın 56. Maddesi
(1982 tarihli Anayasa) ve
ardından 1983 yılında Çevre Yasası’nın kabulü ile
birlikte çevre hakkının düzenlenmesi yönünde ciddi
adımlar atılmış ve böylece bağımsız bir Çevre
Hukuku’nun ortaya çıkması sağlanmıştır.
“Çevre Hukuku”nun Gelişimi ve Kaynakları
Çevre Hukuku, gelişim aşamasında iki farklı
kaynaktan beslenmiştir. Bunlardan birisi,
ulusal düzenlemeler, diğeri ise uluslararası
anlaşmalardır. Ayrıca, çevre sorunları ile
ilgili dava süreçleri ve yargı kararları da,
içtihat olarak çevre hukukuna yön
vermektedirler.
Ulusal Düzenlemeler
Ulusal Düzeyde, anayasalarda ya da yasa ve diğer
hukuksal metinlerde öngörülen çevre korumaya
ilişkin düzenlemeler, çevre hukukunun
gelişiminde temel kaynaklar olmuştur. Ayrıca, su
kirliliği ile ilgili yönetmelik, norm benzeri
düzenlemeler çevresel değerlere hukuksal
güvenceler kazandırmak yönünde önemli
adımlar olmuştur
Uluslararası Anlaşmalar
Uluslararası Çevre Hukuku olarak
tanımlanabilecek bir alanı besleyen, bu anlamda
ülkelerin “uluslararası sorumluluğunu”
tanımlayan uluslararası sözleşmeler; çevre
hukukunun gelişiminde önemli bir unsurdur.
Bu noktada, uluslararası sözleşmeler ortak çevre
değerlerini korumak amacıyla olduğu gibi,
çevresel kaynakları korumak ya da sınır
tanımayan çevre kirlenmelerini önlemek
amacıyla da başvurulan bir yöntem olmuştur.
Son dönemde, Birleşmiş Milletler ortamında
düzenlenen konferanslar (Stockholm 1972, Rio 1992,
Johannesburg 2002, Vancouver 1976, İstanbul 1996
v.b.) ve bu toplantılarda alınan kararlar, deklarasyon ve
bildirgeler, Avrupa Birliği ve OECD gibi bölgesel
örgütlerin aldıkları kararlar, hazırlanan ve yaptırım
boyutu olan belgeler hukuk değeri taşıyan
dokümanlardır.
Bu kapsamda, insan hakları yazınında “çevre
hakkı” kavramı ortaya çıkmış, buradan hareketle
hukuk metinlerinde çevreye ilişkin düzenlemeler
yer almaya başlamıştır. Anayasa’larda yer alan çevre
ile ilgili bölümler, çevrenin korunması,
iyileştirilmesi ve çevre kirliliğinin giderilmesine
yönelik yasa, yönetmelik gibi düzenlemeler,
uluslararası anlaşmalar, hukuk ortamında yargı
kararları sonucunda ortaya çıkan içtihatlar, bu
alana dair önemli gelişmelerdir.
ÇEVRE HAKKI
Tarihsel Evrimine Göre İnsan Hakları
Özgürlükler ve haklar alanında, genel bir tanımla hak,
bir kimsenin isteyebileceği, ileri sürebileceği, sahip
çıkacağı ve kullanılabileceği bir olguyu belirtir.
İnsanlık ve uygarlık tarihi, bir bakıma özgürlükler ve
haklar mücadelesi tarihidir...
Fransız Hukukçu Karel Vasek, tarihsel
evrimine göre insan haklarını üç kuşak
haklar olarak sınıflandırılmıştır
 Birinci Kuşak Haklar: Temel özgürlükler, kişi hakları ve
.
siyasal haklar.
 İkinci Kuşak Haklar: Ekonomi, sosyal ve kültürel
haklar.
 Üçüncü Kuşak Haklar: Dayanışma hakları olarak
tanımlanır.
Fransız Devrimi’nin üç normatif temasının
bu kuşakları karakterize etmesi ise ilgi
çekicidir. Buna göre, birinci kuşak haklarda
özgürlük, ikinci kuşak haklarda eşitlik,
üçüncü kuşak haklarda ise kardeşlik
nitelikleri belirleyicidir.
Krzysztof Kieślowski ( Polonyalı sinemacı,
yönetmen, senaryo yazarı)
En bilinen filmleri Fransa bayrağının
renkleri olan mavi (özgürlük), beyaz
(eşitlik), kırmızı(kardeşlik) 'dan
esinlenerek çektiği ÜÇ RENK serisidir.Bu
filmler dünya sinema tarihinin en özgün
örnekleri olarak görülebilir.
Üçüncü kuşak haklar, 20. Yüzyılın ikinci
yarısının, ikinci çeyreği ile birlikte
gelişen ve şekillenen haklardır.
 Çevre Hakkı
 Gelişme Hakkı
 Barış Hakkı
 İnsanlığın Ortak Mirasından Yararlanma Hakkı
Çevre Hakkı Kavramının Gelişimi
 1970’li yıllarla birlikte, “çevre hakkı” insan hakları alanında
ayrı bir hak olarak tanımlanmaya başlamış ve süreç
içerisinde uluslar arası anlaşma ve belgelerde yerini
almıştır. Türkiye’de de, ulusal alanda, Anayasa ve değişik
yasal düzenlemeler içinde çevre hakkı kavramı yerini
almıştır.
 Yeni bir insan hakkı olarak son yıllarda uluslararası belge ve
anayasalara giren ve çevre korumanın en etkin hukuksal
aracını oluşturan çevre hakkı, çevre hukukun ulusal
düzeyde olduğu kadar, uluslararası düzeyde de ortaya çıkan
yetersizliklerinin ve boşluklarının doğrudan bir sonucu gibi
görünmektedir.
Uluslararası alanda, çevre hakkının dile getirildiği ilk
toplantı Birleşmiş Milletler Çevre ve İnsan Konferansı
(Stockholm 1972) olmuştur.
Konferansın, çevre sorunlarına yönelik politika
arayışlarında bir milat olduğu bilinen bir durumdur. Çevre
hakkı açısından önemi ise, “İnsan, onurlu ve iyi bir
yaşam sürmeye olanak veren nitelikli bir çevrede,
özgürlük, eşitlik ve yeterli yaşam koşulları temel
hakkına sahiptir.” (m.1) ilkesinin yer aldığı bildirinin
kabul edilmesinden ileri gelmektedir.




Çevre hakkının konusu, çevrenin korunması ve
geliştirilmesidir. Bu açıdan, çevre hukuku ve hakkının
konusu, çevre kavramının tanımı ile açıklığa
kavuşturulmuştur. Buradan hareketle, çevre hakkının
konusu olarak aşağıdaki öğeler sıralanabilir:
İnsan
Hayvanlar ve Bitkiler
İnsan ve Diğer Canlılarla Etkileşim İçinde Bulunan Cansız
Varlıklar
Canlı ve Cansız Varlıkların İlişkilerini Düzenleyen
Ekosistem
Çevre hakkının tarafları ya da sahipleri ise bu
haktan yararlanacak olanları ve bu hak nedeni ile
üzerine sorumluluk yüklenecek aktörleri
kapsamaktadır.
 Bireyler
 Kamusal ve Özel Kuruluşlar ile Topluluklar
 Devletler ve Halklar
 Gelecek Kuşaklar
''Çevre
Hakkı'' Kavramı Nereden
Geliyor?
2.Dünya savaşının dünya üzerinde yarattığı büyük
tahribat ve acılardan sonra, başta İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesi olmak üzere medeni ve siyasi
haklar ile ekonomik ve kültürel hakları düzenleyen bir
çok Beyanname ve sözleşme imzalandı ve yürürlüğe
konuldu.
1968 kuşağının ilerici gençlik hareketinde , dönemin
entelektüellerinin katkısı ile, dünyayı yöneten
ülkelerin ve uluslararası kurumların klasik politikaları
ve esas alınan temel değerler ciddi biçimde sorgulandı
ve eleştirildi.
1972 Stockholm-İnsan ve Çevre
Konferansı’nda ilk defa kalkınma ve
gelişme ile çevre koruma kavramları
birlikte ele alınmış ve dünyanın
geleceği bu açıdan tartışılmaya
başlanmıştır.
'' Konferansın en önemli amacı ve hedefi; her
ülkenin çevreye karşı sorumluluğunu kabul
etmesi, insanın yeryüzündeki varlığını
sürdürebilmesinin esas olduğunun görülmesidir.
Konferans sonucunda ise, gelişmekte olan ülkeleri,
kalkınırken çevre sorunlarının ortaya çıkmasını
önlemeye yöneltmenin, zengin ve yoksul
ülkeler arasındaki ayrımlar giderilmedikçe çevre
koşullarının iyileştirilmesinde önemli bir ilerleme
kaydedilemeyeceğinin ve kalkınmanın çevreyi
korumakla çelişen bir tarafının olmadığının
önemine varılmış ve bu düşünceler kabul
edilmiştir.''
Konferanstan sonra 1972 yılında UNEP ( Birleşmiş
Milletler Çevre Örgütü) kurulmuştur. Genel olarak,
insanların sağlıklı ve dengeli ortamda, temiz hava, su ve
topraktan oluşan bir ''çevrede'' yaşama hakkı, sonradan
Avrupa Konseyi, AGİT ve Avrupa Birliği temel
metinlerine ve doğa koruma sözleşmelerine girmeye
başlamıştır.
Son on yıllık dönemde ''çevre hakkı'' kapsamı içinde,
''çevreyi etkileyecek yatırımlardan ve bunların
risklerinden haberdar olma'', ''ÇED sürecine katılma'',
''ulusal ve uluslar arası alanda çevreye ilişkin bilgi
edinme ve dava açma hakları da mütalaa edilmektedir.
Örneğin , Çevre konularında Adalete Başvuru,
Karar Alma Sürecinde Katılım ve Bilgiye Erişim
Hakkında Birleşmiş Milletler Aarhus Sözleşmesi
25/7/1998 günü kabul edilmiş ve 30 Ekim 2001
günü yürürlüğe girmiştir.
İnsan hakları ve çevre haklarını birbirine
bağlayan ve doğanın korunmasında bireylere ve
sivil toplum örgütlerine çok önemli haklar
bahşeden bu sözleşme uzunca süredir Dışişleri ve
Çevre Bakanlıkların gündeminde olmasına
karşın henüz imzalanmamıştır.
Vatandaşlık, milliyet ve ikametgâh ayrımı
yapılmaksızın öngörülen bazı hakların ülkemizin
egemenlik haklarını tehdit edebileceğine dair
kaygılar,GAP gibi sınır aşan sular üzerindeki
projelerin engellenebileceğine dair endişeler, mili
güvenliğimizin tehlikeye düşebileceği yönündeki
gerekçeler, ülkemizin sözleşmeyle üstlenilecek
yükümlülükleri yerine getirecek teknik kapasiteye
sahip olmaması ve yatırım kararlarının
gecikebileceği yönündeki kaygılar, Türkiye’nin bu
sözleşmeyi imzalamasına engel oluşturan başlıca
nedenlerdir.
Burada ifade edilmesi gereken bir husus, Aarhus
Sözleşmesi’nin onaylanmasının Avrupa Birliği’ne
üyelik yolunda Türkiye’nin yerine getirmesi
gereken şartlardan olduğudur.
Çevre Konularında Bilgiye Erişim, Karar Vermeye
Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru Sözleşmesi
(Aarhus Sözleşmesi)
Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu
çerçevesinde hazırlanıp, 25 Haziran 1998 tarihinde
Danimarka’nın Aarhus kentinde imzaya açılmış olan
uluslararası antlaşmadır. İmzalandığı yer dolayısıyla
“Aarhus Sözleşmesi” olarak da anılır.
Türkiye, Sözleşme’yi imzalamamış ve henüz taraf
olmamıştır.
Aarhus Sözleşmesi , “…şimdiki ve gelecek kuşakların
sağlıklı ve iyi bir çevrede yaşam haklarının korunmasına
katkı sağlamak amacıyla, çevresel konularda bilgi ve belge
edinme, karar vermede halkın katılımı ve yargıya erişim
konularını ele alan” ilk uluslararası sözleşmedir.
Bu niteliğinden dolayı Aarhus Sözleşmesi Birleşmiş Milletler
eski genel sekreteri Kofi Annan tarafından, “Çevresel
demokrasi alanında Birleşmiş Milletler himayesinde şimdiye
kadar gerçekleştirilen girişimlerin en iddialısı” olarak
nitelendirilmiştir.
Bilgiye erişim, halkın katılımı ve yargıya erişimin
Aarhus Sözleşmesi’nce ele alınan temel kategoriler
olması ise, bunların Aarhus Sözleşmesi’nin dayandığı
üç sütun olarak nitelendirilmesine neden olmuştur.
Çevrenin korunması sürecine halkın etkin bir şekilde
katılımını öngören Aarhus Sözleşmesi, katılımcı
demokrasi ve bilgi edinme özgürlüğünün
gerçekleştirilmesine sunduğu önemli katkılar
nedeniyle, çevre hukukunun gelişim eğrisinde
şüphesiz yeni bir paradigmayı temsil etmektedir.
Ülkemizde proje ve yatırım kararlarına
katılım…
ÇEVRESEL ETKİ DEĞERLENDİRMESİ YÖNETMELİĞİ


Resmi Gazete Tarihi: 17.07.2008
Resmi Gazete Sayısı: 26939
….
Halkın katılımı toplantısı
MADDE 9 – (1) Komisyonun kapsam belirleme toplantısından önce, halkı yatırım hakkında bilgilendirmek, projeye
ilişkin görüş ve önerilerini almak üzere proje sahibi tarafından projenin gerçekleştirileceği yerde Bakanlık ile
mutabakat sağlanarak belirlenen tarihte, halkın katılımı toplantısı düzenlenir.
(2) Çevresel Etki Değerlendirmesi sürecinden önce proje sahibi tarafından, halkı bilgilendirmek amacıyla anket,
seminer gibi çalışmalar yapılabilir.
a) Toplantı yeri, Valilik ve proje sahibi tarafından belirlenir ve Valilik tarafından Bakanlığa bildirilir. Toplantı için
projeden en çok etkilenmesi beklenen ilgili halkın kolaylıkla ulaşabileceği merkezi bir yerin seçilmesine özen
gösterilir.
b) Proje sahibi, toplantı tarihini, saatini, yerini ve konusunu belirten bir ilanı ulusal düzeyde yayımlanan bir gazete ile
o yörede yayımlanan yerel bir gazetede toplantı tarihinden en az on gün önce yayınlatır.
c) Toplantı İl Çevre ve Orman Müdürünün veya görevlendireceği bir yetkilinin başkanlığında yapılır. Toplantıda;
halkın proje hakkında bilgilendirilmesi, görüş, soru ve önerilerinin alınması sağlanır. Başkan katılımcılardan
görüşlerini yazılı olarak vermelerini isteyebilir. Toplantı tutanağı, bir sureti Valilikte kalmak üzere Bakanlığa
gönderilir.
(3) Valilik, halkın katılımı toplantısı ile halkın görüş ve önerilerini bildirebileceği süreç ile ilgili zamanlama takvimini
ve iletişim bilgilerini halka duyurur. Halkın görüş ve önerileri zamanlama takvimi içerisinde komisyona sunulur.
(4) Komisyon üyeleri, 8 inci madde de belirlendiği şekilde kendi isteklerine bağlı olarak kapsam belirleme toplantısı
öncesinde proje uygulama yerini inceleyebilir; kendilerine iletilen tarihe göre halkın katılımı toplantısına
katılabilirler. Halkın katılımı toplantısı çalışmaları ile ilgili sekretarya hizmeti, İl Çevre ve Orman Müdürlüğü
tarafından yürütülür.
Çevre ve Muafiyet*…
ÇED Yönetmeliği;
…
Kapsam dışı projeler
GEÇİCİ MADDE 3 – (Değişik:RG-5/4/2013-28609)
23/6/1997 tarihinden önce yatırım programına alınmış olup
5/4/2013 tarihi itibarıyla planlama aşaması geçmiş olan veya
ihalesi yapılmış olan veya üretim veya işletmeye başlamış olan
projeler ile bunların gerçekleştirilmesi için zorunlu olan yapı ve
tesislere, Çevre Kanunu ve ilgili diğer yönetmeliklerde alınması
gereken izinler saklı kalmak kaydıyla bu Yönetmelik hükümleri
uygulanmaz.
* muafiyet;
ayrı tutulma, kendisine uygulanmama, bağışıklık.
Türkiye’de “çevre hakkı” kavramının
dayanakları…
 1982 Anayasası
56. Madde (sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama
hakkı)
43. Madde (kıyıların kullanımı ve korunması)
45. Madde (tarım arazileri ve meraların
korunması)
63. Madde (kültür ve tabiat varlıklarının
korunması)
169. Madde (ormanların korunması ve yönetimi)
1983 yılında yayımlanan 2872 No’ lu Çevre Yasası
ve değişik yasa ve yönetmeliklerde “çevre hakkı”
kavramına ya da kavramı çağrıştıran tümcelere ve
yaklaşımlara rastlamak mümkündür.
Ayrıca, TBMM tarafından kabul edilerek,
yürürlüğe girmiş olan çevre ve doğal varlıkların
korunmasına yönelik uluslararası sözleşme ve
anlaşmalarda da “çevre hakkı1 kavramı yer
almaktadır.
Sonuç
Bu noktada, toplumcu bir
anlayışla tanımlanan çevre
politikası, onun araçları
olabilecek çevre örgütlenmesi ve
çevre yönetimi, sorunları doğru
bir şekilde çözümleyebilecektir.
Çevre hukuku ise, tüm bu
süreçlerin tamamlayıcısı ve çevre
alanında hak ve yasalar yolu ile
korumacılığın öznesi olarak
görülebilir.
“Dönüşüm” her
yerde…
Acele
Kamulaştırma ve
Afet Riski
uygulamaları
beraberinde 2B
Orman
Arazileri’nin
satışı…
VIII. ÇEVRE ve EKONOMİ / ÇEVRE İLE
UYUMLU KALKINMA
İlk kez, 1972 yılında Stockholm
Çevre Konferansı’nda, Konferans
Genel Sekreteri Maurice Strong’un
kullandığı “çevreyi dışlamayan
kalkınma” ile, yerel kaynaklardan
adaletli bir biçimde yararlanmayı
öngören bir kalkınma stratejisi
gündeme gelmiştir.
Böylece, ekonomik sistemlerin çevre
sorunlarına bakışlarına ilişkin görüşler
tartışmaların odağına yerleşmiş ve “çevre –
ekonomi” çelişkisi politik alanın önemli bir
unsuru olmuştur. Üretim ilişkileri, tüketim
toplumu ve bu alandan doğal varlıklara
yansıyan olumsuzluklar, yoksulluk, açlık,
barınma gibi temel sorunlar, gelir eşitsizliği
gibi sosyal ve siyasal sorunlar çevre –
ekonomi tartışmalarını şekillendirmiştir.
Bu noktada, 1970’li ve 80’li yılların
birikimi ve siyasal iklimi, BM ortamında
“Dünya Çevre ve Kalkınma
Komisyonu”nun kurulmasına olanak
sağlamıştır. Komisyon başkanlığına
Norveç Başbakanı Gro Harlem
Brundtland seçilmiş ve komisyon
oldukça önemli çalışmalar yapmış,
çevre alanına yönelik yeni politika
önermelerinde bulunmuştur.
Böylece, 1987 yılında Komisyon
“Ortak Geleceğimiz” isimli bir rapor
yayınlamıştır. Bu raporun temel
kaygısı, “çevre ile kalkınma arasında
var olan uyumsuzlukların giderilmesi”
olarak özetlenebilir. Bu noktada,
yeni bir kavram gündeme gelmiş,
“sürdürülebilir kalkınma” kavramı
ortaya çıkmıştır.
Bu kavram, en genel anlamda, “bugünün
ihtiyaçlarını, gelecek kuşakların da kendi
ihtiyaçlarını karşılayabilme olanağından ödün
vermeksizin karşılama” olarak
tanımlanmaktadır.Sürdürülebilir kalkınma
kavramı ve kapitalist, reel sosyalist ya da
azgelişmiş üçüncü dünya ülkelerinde bu
kavramın olumlu / olumsuz yansımaları ile
halen süren önemli bir tartışma alanıdır.
Sonuç olarak, “sürdürülebilir kalkınma”
kavramının temeli, 1972 Stockholm
Konferansı sürecinde gündeme gelen
“Büyümenin Sınırları” adlı raporda atılmış
(Roma Klubü Raporu olarak da bilinir),
1987 BM Çevre ve Kalkınma Komisyonu
Ortak Geleceğimiz Raporu ile geniş
boyut ve ideolojik bir çerçeve / içerik
kazanmıştır.
1992 Rio Konferansı –BM Çevre ve
Kalkınma Konferansı– ve imzalanan
belgeler, ardından 1995 GATT Uruguay
Raundu ve Dünya Bankası, IMF ve
OECD politikaları, 2002 Johannesburg
Konferansı –BM Sürdürülebilir
Kalkınma Zirvesi– ile kavram
küreselleşme tartışmalarının odağına
yerleşmiştir.
Çevrenin korunması ve
geliştirilmesinde , devletler arasındaki
işbirliğini geliştiren, pekiştiren
etkinlikler uluslararası örgütler eliyle
yürütülmüştür. Bu noktada, çeşitli
uluslararası kuruluş / kurumlar çevre
sorunlarına yönelik politika belirleme
ve çözüm oluşturma konusunu öne
çıkarmaya başlamışlardır.
IX. ULUSLARARASI POLİTİKALARI
BELİRLEYEN VE YÖNLENDİREN
ULUSLARARASI KURULUŞLAR
 Birleşmiş Milletler (BM)
1972’den önce, çevre sorunları ile doğrudan ya da
dolaylı ilgilenen BM’ye bağlı uzmanlık kurumları:
-UNESCO (BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü)
-FAO (BM Besin ve Tarım Örgütü)
-WHO (BM Dünya Sağlık Örgütü)
1972 Stockholm Konferansı sonrasında:
-UNEP (BM Çevre Programı)
-UNDP (BM Kalkınma Programı)
 Bölgesel Örgütlenmeler
-OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma
Örgütü)
-AB (Avrupa Birliği)
-Avrupa Konseyi
-Çevre Amaçlı Bölgesel Örgütlenmeler
(Akdeniz Eylem Planı, Mavi Plan, Karadeniz’de
Kıyısı Bulunan Ülkeler v.b.)
X. ULUSLARARASI ÇEVRE
POLİTİKALARI ve DÖNÜM NOKTASI
OLAN KONFERANSLAR
Çevre sorunlarına yönelik kaygıların ve
toplumsal duyarlılığın artması ile birlikte,
1960’lı yılların sonunda bir dizi girişim ve
etkinlik olmuştur. Bu eylem ve etkinlikleri
takip eden araştırmalar, dünyanın karşı
karşıya olduğu sorunu ortaya koyan
çalışmalar, çevre sorunsalının ilk kez
uluslararasında ve resmi düzeyde ele
alınmasını sağlamıştır.
Çevre politikası alanında, dönüm
noktası olarak görülebilecek
toplantılar ve konferanslar
kronolojik olarak aşağıdaki şekilde
sıralanabilir:
 Birleşmiş Milletler (BM), Çevre ve İnsan
Konferansı (Stockholm – 1972),
Bu konferansın ilkelerini izlemek ve yirmi yıllık
birikimi değerlendirmek üzere,
 BM Çevre ve Kalkınma Konferansı (Rio – 1992)
Stockholm Konferansı’nın, çevreye yönelik
kaygıların 30 yıllık bilançosunu çıkarmak,
olanak ve kısıtları tartışmak, çevre ve kalkınma
ilişkilerini irdelemek üzere yeni bir zirve
toplanmıştır.
 BM Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı
(Johannesburg – 2002)
XI. ULUSLAR ARASI KONFERANS
BELGELERİ
ÇEVRE SORUNLARI ÜLKE GÜNDEMLERİNE VE
ULUSLAR ARASI ORTAMA TAŞINIYOR
İlk kez, 1972 yılında Birleşmiş Milletler
Stockholm Çevre Konferansı’nda, Konferans
Genel Sekreteri Maurice Strong’un kullandığı
“çevreyi dışlamayan kalkınma” ile, yerel
kaynaklardan adaletli bir biçimde
yararlanmayı öngören bir kalkınma stratejisi
gündeme gelmiştir.
Böylece, ekonomik sistemlerin çevre
sorunlarına bakışlarına ilişkin görüşler
tartışmaların odağına yerleşmiş ve “çevre –
ekonomi” çelişkisi politik alanın önemli bir
unsuru olmuştur. Üretim ilişkileri, tüketim
toplumu ve bu alandan doğal varlıklara
yansıyan olumsuzluklar, yoksulluk, açlık,
barınma gibi temel sorunlar, gelir eşitsizliği
gibi sosyal ve siyasal sorunlar çevre –
ekonomi tartışmalarını şekillendirmiştir.
Bu noktada, 1970’li ve 80’li yılların birikimi
ve siyasal iklimi, BM ortamında “Dünya Çevre
ve Kalkınma Komisyonu”nun kurulmasına
olanak sağlamıştır. Komisyon başkanlığına
Norveç Başbakanı Gro Harlem Brundtland
seçilmiş ve komisyon oldukça önemli
çalışmalar yapmış, çevre alanına yönelik
yeni politika önermelerinde bulunmuştur.
Böylece, 1987 yılında Komisyon “Ortak
Geleceğimiz” isimli bir rapor
yayınlamıştır. Bu raporun temel kaygısı,
“çevre ile kalkınma arasında var olan
uyumsuzlukların giderilmesi” olarak
özetlenebilir. Bu noktada, yeni bir
kavram gündeme gelmiş,
“sürdürülebilir kalkınma” kavramı
ortaya çıkmıştır.
Sürdürülebilir kalkınma kavramı en genel
anlamda, “bugünün ihtiyaçlarını, gelecek
kuşakların da kendi ihtiyaçlarını
karşılayabilme olanağından ödün
vermeksizin karşılama” olarak
tanımlanmaktadır. Sürdürülebilir kalkınma
kavramı ve kapitalist, reel sosyalist ya da
azgelişmiş üçüncü dünya ülkelerinde bu
kavramın olumlu / olumsuz yansımaları ile
halen süren önemli bir tartışma alanıdır.
Sonuç olarak, “sürdürülebilir kalkınma”
kavramının temeli, 1972 Stockholm
Konferansı sürecinde gündeme gelen
“Büyümenin Sınırları” adlı raporda atılmış
(Roma Klubü Raporu olarak da bilinir),
1987 BM Çevre ve Kalkınma Komisyonu
Ortak Geleceğimiz Raporu ile geniş
boyut ve ideolojik bir çerçeve / içerik
kazanmıştır.
1992 Rio Konferansı –BM Çevre ve
Kalkınma Konferansı– ve imzalanan
belgeler, ardından 1995 GATT Uruguay
Raundu ve Dünya Bankası, IMF ve
OECD politikaları, 2002 Johannesburg
Konferansı –BM Sürdürülebilir
Kalkınma Zirvesi– ile kavram
küreselleşme tartışmalarının odağına
yerleşmiştir.
Uluslararası Çevre Politikaları ve Dönüm
Noktası Olan Konferanslar
Çevre politikası alanında, dönüm noktası olarak
görülebilecek toplantılar ve konferanslar kronolojik
olarak aşağıdaki şekilde sıralanabilir:
Çevre sorunlarına yönelik kaygıların ve toplumsal
duyarlılığın artması ile birlikte, 1960’lı yılların
sonunda bir dizi girişim ve etkinlik olmuştur. Bu
eylem ve etkinlikleri takip eden araştırmalar,
dünyanın karşı karşıya olduğu sorunu ortaya
koyan çalışmalar, çevre sorunsalının ilk kez
uluslararasında ve resmi düzeyde ele alınmasını
sağlamıştır.
 Birleşmiş Milletler (BM), Çevre ve İnsan Konferansı
(Stockholm – 1972),
Bu konferansın ilkelerini izlemek ve yirmi yıllık birikimi
değerlendirmek üzere,
 BM Çevre ve Kalkınma Konferansı (Rio – 1992)
Stockholm Konferansı’nın, çevreye yönelik kaygıların 30
yıllık bilançosunu çıkarmak, olanak ve kısıtları tartışmak,
çevre ve kalkınma ilişkilerini irdelemek üzere yeni bir zirve
toplanmıştır.
 BM Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı (Johannesburg
– 2002)
Birleşmiş Milletler Çevre ve İnsan
Konferansı Deklarasyonu
( 5-14 Haziran 1972 Stockholm Konferansı )
5-16 Haziran 1972 tarihleri arasında
Stockholm'de toplanan Birleşmiş Milletler
Çevre Konferansı, çevrenin korunması ve
geliştirilmesi düşüncesini dünyadaki bütün
insanlara aşılayacak, onlara yol gösterecek
ortak karar ve görüşlere gereksinim
duyulduğunu dikkate alarak, şunları ilan
eder;
1. İnsan hem kendisine, maddi destek olan akılsal,
ahlaksal, toplumsal ve ruhsal gelişimini sağlayan
çevresinin yarattığı, hem de onu tahrip eden bir
varlıktır. Bu gezegen üzerinde uzun ve güç gelişimi
sırasında insanoğlu artık, bilim ve tekniğin hızlı
gelişmesiyle çevresini sayısız yöntemlerle tahmin
edilemeyecek ölçüde değiştirerek bir güç elde
etmiştir. Çevre her iki yönüyle de yani hem doğal
çevre, hem de insan yapısı çevre olarak
insanoğlunun esenliği ve temel insan haklarından
yararlanması, hatta yaşamın kendisi için gereklidir.
2. Çevrenin korunması ve geliştirilmesi,
bütün insanların esenliği ve dünyadaki
ekonomik kalkınma için en önemli
öğedir. Bu, bütün insanların acil isteği
ve bütün hükümetlerin görevidir.
3. İnsanoğlu hiç durmadan denemek, keşfetmek, icat
etmek, yaratmak ve ilerlemek zorundadır. Günümüzde
çevreyi değiştirebilme yeteneği akıllıca kullanıldığında
, bütün insanlar, kalkınmanın nimetlerinden
yararlanabilir, yaşam düzeyini yükseltme fırsatını elde
edilebilirler. Fakat aynı güç, yanlış ve akılsızca
kullanılırsa, insana ve çevresine tahmin edilemeyecek
zararlar verebilir. İnsanoğlunun yarattığı zararın
belirtilerinin giderek arttığını, dünyanın her bölgesinde
görüyoruz. Suda, havada, toprakta ve canlılarda artık
tehlikeli boyutlara ulaşmış bir kirlenme, biyosferin
ekolojik dengesinin büyük ölçüde bozulması,
yenilemeyen kaynakların yıkımı ve tükenmesi, insan
eliyle yaratılmış çevrede, özellikle yaşama ve çalışma
ortamlarında insanoğlunun akıl, bedensel, toplumsal
sağlığına zararlı ciddi eksiklikler görülüyor.
4. Gelişmekte olan ülkelerde çevre sorunlarının çoğu, az
gelişmişlikten kaynaklanmaktadır. Milyonlarca insan
normal yaşam düzeylerini çok altında, yeterli besin,
giyecek, barınak, eğitim, sağlık ve temizlikten yoksun
olarak yaşamını sürdürüyor. Bunun içindir ki,
gelişmekte olan ülkeler bütün çabalarını kalkınmaya
yöneltmeli, fakat bu arada çevreyi koruma ve
geliştirmenin hem bir hak, hem de bir zorunluluk
olduğunu akıldan çıkarmamalıdırlar. Yine aynı amaçla,
endüstrileşmiş ülkeler de kendileriyle gelişmekte olan
ülkeler arasındaki farkı kapatmaya çalışmalıdırlar.
Gelişmiş ülkelerde çevre sorunları, genellikle
endüstrileşme ve teknolojik ilerlemeden
kaynaklanmaktadır.
5. Doğal nüfus artışı, çevre koruması
konusunda sorunlar yaratmaktadır. Bu
sorunlarla başa çıkabilmek için uygun,
yeterli yöntemler ve önlemler
geliştirilmelidir. Dünya üzerindeki her şeyin
en değerlisi insandır. Toplumsal gelişmeyi
gerçekleştiren, toplumsal zenginliği
yaratan, bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle
birlikte insanın çevreyi geliştirme yeteneği
de günden güne artmaktadır.
6. Tarihte öyle bir noktaya gelindi ki, artık dünyanın her yerinde
davranışlarımızı, çevre ile ilgili sonuçlarını dikkate alarak çok
daha akılcı bir dikkatle biçimlendirmeliyiz. Bilgisizlik ve
umursamazlık yüzünden yaşamımızın, mutluluğumuzun bağlı
olduğu çevreye çok büyük ve giderilmesi olanaksız zararlar
verebiliriz. Buna karşılık daha bilgili ve akıllıca hareketle
kendimizi ve bizden sonra gelecek kuşaklar için insan,
gereksinim ve umutlarına yanıt verebilecek bir çevrede, daha iyi
bir yaşam sağlayabilir. Çevre kalitesinin yükseltilmesi ve iyi bir
yaşam yaratılması için geniş ufuklar var. Bunları gerçekleştirmek
için gerekli olan; hevesli faka sakin bir kafa ile yoğun, ancak
düzenli bir çalışmadır. İnsanoğlu, doğanın dünyasında özgürlüğe
kavuşmak için, doğa ile işbirliği içinde daha iyi bir çevre
yaratmak için, bilgisini kullanmak zorundadır. Bugünkü ve
gelecek kuşaklar için çevresini savunmak ve geliştirmek,
insanoğlu için zorunlu bir amaçtır. Bu amaca, bütün dünyanın
ekonomik ve sosyal kalkınması, barış için kurulmuş ve temel
olmuş amaçlarla bir uyum ve beraberlik içinde ulaşılmaya
çalışılmalıdır.
7. Çevreye yönelik bu amaca ulaşmak için yurttaşlar toplumlar,
girişimciler, tüm kuruluşlar, her düzeyde kendilerine bir
sorumluluk yüklendiğini kabul etmeli, hepsi aynı ölçüde çaba
göstermelidir. Yaşamın her kesiminden kişilerle çeşitli alanlarda
çalışan kuruluşlar, kendi değerleri ve çalışmalarıyla geleceğin
çevresini biçimlendirecektir. Bölgesel ve ulusal yönetimler,
uzun dönemli çevre politikaları nedeniyle en büyük
sorumluluğun altına girecekler ve kendi yetkileri çevresinde
hareket edeceklerdir. Kalkınmakta olan ülkelerin bu konudaki
sorumluluklarını yerine getirmelerini sağlamak ve onları
destekleyecek kaynakları arttırmak için uluslararası işbirliğine
de gereksinim vardır. Giderek büyüyen çevre sorunları hem
bölgesel, hem de uluslar arası alana yayıldığı için
uluslararasında yaygın bir işbirliğini, uluslararası kuruluşların
da ortak amaçla hareket etmelerini gerektiriyor. Bu konferans,
bütün insanların ve gelecek kuşakların çıkarları için bütün
hükümetleri ve insanları, ortak çabalarını çevre korunmasına
geliştirilmesine sarf etmeye çağırmaktadır.
TEMEL İLKELER:
01. İnsanın onurlu ve huzurlu bir yaşama izin
verecek nitelikli bir çevrede, eşitlik ve elverişli
yaşam koşulları içinde yaşaması temel hakkıdır ve
o, hem bugünkü, hem gelecek kuşakların çevresini
korumak, geliştirmek için kutsal bir sorumluluk
taşımaktadır. Bu nedenle ırk ayrımını, sömürgecilik
ve diğer eziyet çeşitlerini, yabancı tahakkümünü
destekleyen ve devamlı kılan politikalar yasaktır ve
kaldırılmalıdır.
02. Hava, su, toprak, bitki ve hayvanların bütünün
kapsayan yeryüzünün doğal kaynakları ve özellikle
doğal ekosistemi temsil eden örnekler, bugünkü ve
gelecek kuşakların çıkarları için uygun bir planlama ve
yönetim ile korunmalıdır.
03. Yeryüzünün yenilenebilir doğal kaynakları ve
üretim kapasitesinin sürekliliği saptanmalı, neresi
elverişli ise orası korunarak geliştirilmelidir.
04. Günümüzde birçok olumsuz etkenin tehlikesi altında
bulunan yabanıl yaşam ve onun doğal yerini korumak,
akıllıca yönetmek, insanların özel sorumluluğundadır.
Bunun için ekonomik kalkınma planları yapılırken yabanıl
yaşam da içinde olmak üzere doğanın korunmasına önem
verilmelidir.
05. Yeryüzünün yenilenemeyen kaynakları, gelecekteki
tükenmelere karşı, gerekli önlemler alınarak kullanılmalı ve
kullanımdan bütün insanlığın yararlanması sağlanmalıdır.
06. Toksik ve benzeri zehirli maddelerin deşarjı, çevrenin
tekrar zararsız hale gelebilme kapasitesini aşan oran ve
yoğunlukta ısı bırakmaları, ekosistemlerin ciddi ve
giderilmesi olanaksız zararlara uğraması için
durdurulmalıdır. Bütün ülkelerdeki insanların kirliliğe karşı
haklı savaşımları desteklenmelidir.
07. Devletler, insan sağlığına, deniz canlıları, denizin doğal
güzelliği ve öteki meşru yararlarına zarar verebilecek
maddelerle denizin kirlenmesini önlemek üzere, mümkün
olan her adımı atacaklardır.
08. İnsanın iyi bir yaşam ve çalışma çevresi sağlayabilmesi
ve dünya üzerindeki yaşam düzeyini iyileştirmesi için
gerekli koşulları yaratabilmesini sağlayacak ekonomik ve
sosyal kalkınma, zorunlu ve gereklidir.
09. Çevre sorunları azgelişmişlikten kaynaklanmakta, doğal
yıkım olayları ciddi sorunlar yaratmaktadır. Bu sorunlar, en
iyi biçimde gelişmekte olan ülkelerin kendi çabalarına
büyük maddi ve teknolojik yardımlarla katkıda bulunarak
kalkınmanın hızlandırılmasıyla iyileştirilebilir ve böyle bir
yardım da gereklidir.
10. Gelişmekte olan ülkelerde çevre yönetimi için fiyat
sabitliği ve temel gereksinim maddeleri ile gerekli
hammaddeleri alabilmeye yeterli kazanç zorunludur.
Çünkü, ekolojik ilerlemeler kadar ekonomik etkenler de
dikkate alınmalıdır.
11. Bütün devletlerin çevre politikaları, kalkınmakta
olan ülkelerin şimdiki ve gelecekteki kalkınma
potansiyellerini arttırıcı, herkesin daha iyi bir yaşam
standardına kavuşmasını engellemeyen yönde
olmalıdır. Çevre ile ilgili yöntemlerin uygulanmasından
doğabilecek ulusal ve uluslar arası sonuçları bir araya
getirerek anlaşma amacı ile bütün devletler ve uluslar
arası kuruluşlar tarafından uygun adımlar atılmalıdır.
12. Kalkınmakta olan ülkelerin koşulları ve özel
gereksinimleri dikkate alınarak kaynaklar, çevre koruma ve
gelişmeye yararlı hale getirilmelidir. Gelişmekte olan
ülkelerin kalkınma planları ile çevre koruması konusundaki
işbirliğinin neden olacağı her türlü harcamalar ile kendi
istekleri üzerine bu amaç için ek uluslar arası teknik ve mali
yardımında da gerekli olabileceği göz önünde
bulundurulmalıdır.
13. Çevre koruma ve kalkınmanın bir uyum içinde
gelişebilmesi için kaynakların daha akıllıca kullanılmasını
sağlamalı ve böylece çevreyi geliştirmeli, ayrıca çeşitli ülke
insanlarının çıkarı için kullanma planlarına entegre ve
uyumlu bir yaklaşımda bulunulmalıdır.
14. Kalkınma ile çevrenin korunması ve geliştirilmesinin
gerektirdikleri arasındaki sorunları çözmek için temel araç,
mantıklı bir planlamadır.
15. Yerleşme ve kent planları yapılırken, çevreyi etkileyebilecek
olumsuz etkilerden kaçınmak ve herkes için en üst düzeyde
sosyal, ekonomik ve çevresel çıkarlar elde edebilmek dikkate
alınmalıdır. Bu açıdan, sömürgecilik ve ırk ayrımını destekleyen
politikalar terk edilmelidir.
16. Temel insan hakları konusunda önyargılı olmayan ve ilgili
hükümetler tarafından uygun görülen demografik politikalar,
nüfus artış hızının çevre ve kalkınmaya zarar verecek ölçüde
fazla olduğu ya da çevre koruma ve geliştirme ile kalkınmaya
yetmeyecek kadar az olduğu bölgelerde uygulanmalıdır.
17. Devletlerin çevre kaynaklarını, çevreyi
geliştirme ilkesinden hareket ederek planlamak,
yönetmek ve denetlemek görevi, en uygun ulusal
kuruluşa verilmelidir.
18. Bilim ve teknoloji, ekonomik ve sosyal
kalkınmaya katkılarının bir parçası olarak çevre
sorunlarının tanımı, denetimi, çözümü, bu
sorunlardan kaçınılması ile insanlığın ortak iyiliği
için kullanılmalıdır.
19. Çevreyi insancıl boyutları ile koruyup
geliştirmek için bireylerin, girişimcilerin ve
toplumların aydın bir görüş temeline gereksinimi
vardır. Bu nedenle, yetişkinler ve genç kuşaklarla
temel haklardan yoksun halk kitlelerine, çevre
konusunda eğitim verilmesi gereklidir. İnsanın her
konuda gelişmesini sağlamak amacı ile iletişim
sistemleri, çevrenin bozulmasına katkıda
bulunmasından kaçınmalı, tersine çevre koruma ve
geliştirme üstüne eğitici bilgiler yaymalıdır.
20. Çevre sorunlarının nedenleri ve sonuçları
konusundaki ulusal ve uluslararası bilimsel
araştırmalar, gelişmeler her ülkede, ama özellikle
gelişmekte olan ülkelerde geliştirilmelidir. Bu
konuda en yeni bilgilerle deneyim alışverişinin
serbest bırakılması, çevre sorunlarının çözümünü
kolaylaştırmak amacıyla desteklenmelidir.
Gelişmekte olan ülkelere çevre teknolojileri
verilmeli, ancak bunların yaygınlaşmasının mali
külfet yaratmamasına dikkat edilmelidir.
21. Birleşmiş Milletler Bildirgesi ve uluslar arası hukuk
kurallarına göre, kendi çevre politikalarına uygun olarak
kendi öz kaynaklarını işletmek ve yetkilerindeki çalışmaların
sorumluluğunu güvence altına almak, diğer devletler ya da
ulusal yetki sınırlarının ötesindeki alanlarda çevre sorunu
yaratılmasını denetlemek, devletlerin egemenlik
haklarındandır.
22. Devletler, bazı devletlerin yetkiler, dışındaki alanların
denetimi veya yetkileri içindeki etkinliklerden kaynaklanan
çevre zararlarının kurbanlarından sorumlu olduklarını ve bu
zararları ödemeleri gerektiğini belirleyen uluslar arası
hukuku geliştirmek, ileriye götürmek için işbirliği
yapacaklardır.
23. Uluslararası düzeyde onaylanmış ilkeler ya da uluslar
tarafından kabul edilmiş, karar verilmiş standartlar
hakkında peşin hüküm vermeden önce, her ülkede egemen
olan değer yargılarının, gelişmiş ülkelerin çoğu için geçerli
olup da gelişmekte olan ülkeler için uygun ve garantili
olmayabilen standartların uygulanabilirlik sınırlarını, her
durumda dikkate almak zorunludur.
24. Çevre koruma ve geliştirme hakkındaki uluslar arası
konular büyük, küçük bütün ülkeler tarafından işbirliğine
olanak veren bir düşünceyle ve eşitlikle ele alınmalıdır. Her
ülkenin kendi egemenliği ve çıkarı için yapabileceği
hareketlerden doğan çevreye zararlı etkilerin denetimi,
önlenmesi, azaltılması ve ortadan kaldırılması için çok
taraflı, ikili veya başka biçimlerde bir iş birliği zorunludur
25. Devletler, uluslar arası kuruluşların çevrenin,
korunması ve geliştirilmesinde eşit, etkili ve etkin
davranmalarını garanti edeceklerdir.
26. İnsan çevresi, nükleer silahlarla diğer toplu yıkıma
neden olan araçların etkilerinden korunmalıdır.
Devletler, bu tür silahların ortadan kaldırılması ve
tamamen tahrip edilmesini sağlamak üzere uluslar
arası organlarda acilen anlaşmaya varmak için
mücadele etmelidir. Bu deklarasyon ilkelerinin
uygulanmasında ve sürdürülebilir kalkınma alanında
uluslar arası hukukun daha da geliştirilmesinde
devletler ve insanlar iyi niyet ve ortaklık ruhu ile
işbirliği yapacaklardır.
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER
ÇEVRE VE KALKINMA KONFERANSI DEKLARASYONU
( 5 Haziran 1992 Rio de Jenario )
Birleşmiş Milletler Çevre Kalkınma Konferansı; 3-14 Haziran
1992 tarihleri arasında Rio da Jenerio’da biraraya gelerek;
16 Haziran 1972 Stockholm’de kabul edilen Birleşmiş
Milletler İnsan Çevresi Konferansı Deklarasyonu’nun teyid
edilerek; yeni ve tarafsız global bir ortaklığın kurulabilmesi
için devletler, toplumun anahtar sektörleri ve insanlar
arasında yeni işbirliği düzeylerinin yaratılması hedefiyle;
bütün toplumların kendi ilgi alanlarını dikkate alan global
çevre ve kalkınma sistemini koruyan Uluslararası
antlaşmalar için çalışarak; dünyanın birbirinden ayrılmayan
ve bir bütün olan doğasını tanıyarak bildirmektedir ki:
İLKE 1.İnsanlar sürekli ve dengeli kalkınmanın
merkezindedir. Doğa ile uyum içerisinde sağlıklı ve
verimli bir hayata hakları vardır.
İLKE 2.Devletler, Birleşmiş Milletler Şartı ve
Uluslararası hukuk prensipleri doğrultusunda, kendi
çevre ve kalkınma politikalarına uygun olarak kendi
doğal kaynaklarını kullanma hakkına sahiptirler ve
kendi yetki ve kontrolleri dahilindeki faaliyetlerin
diğer ülkelere zarar vermemesini sağlamakla
sorumludurlar.
İLKE 3.Mevcut ve gelecekteki nesillerin kalkınma ve
çevre ihtiyaçlarının eşit olarak karşılanabilmesi için
kalkınma hakkı tamamlanmalıdır.
İLKE 4.Sürekli ve dengeli kalkınmanın
gerçekleşebilmesi için çevre koruma, kalkınma
sürecinin entegre bir parçasını oluşturacaktır, ayrı
olarak düşünülemez.
İLKE 5.Hayat standardındaki eşitsizliklerin
azaltılması ve insanların çoğunluğunun
ihtiyaçlarının daha iyi karşılanabilmesi amacıyla,
sürekli ve dengeli kalkınmanın vazgeçilemez ihtiyacı
olan yoksulluğun giderilmesinde tüm devletler ve
insanlar işbirliği yapacaklardır.
İLKE 6.Gelişme yolundaki ülkelere, özellikle az
gelişmiş ve çevre konusunda en çok rahatsız olan
ülkelerin özel durum ve ihtiyaçlarına özel öncelik
veecrilektir. Çevre ve kalkınma konularındaki
uluslararası uygulamalar tüm ülkelerin ilgi ve
ihtiyaçlarına cevap verebilmelidir.
İLKE 7.Dünyanın ekosisteminin korunması ve iyileştirilmesi
amacıyla devletler global ortaklık ruhu içinde işbirliği
yapacaklardır. Global çevre bozulmasına katkıları
doğrultusunda ortak ancak farklı düzeyde sorumluluklara
sahiptirler. Gelişmiş ülkeler, kendi toplumlarının global
çevre üzerinde yarattığı baskı ve sahip oldukları teknoloji
ve finansal kaynaklar doğrultusunda, sürekli ve dengeli
kalkınmadaki sorumluluklarını kabul etmektedirler.
İLKE 8.Sürekli ve dengeli kalkınmayı ve insanlar için daha
kaliteli bir yaşamı gerçekleştirebilmek için devletler
sürdürülebilir olmayan üretim ve tüketim kalıplarını
azaltmalı, ortadan kaldırmalı ve demografi politikalarını
iyileştirmelidirler.
İLKE 9.Sürekli ve dengeli kalkınma için kapasiteyi
güçlendirmek amacıyla bilimsel ve teknolojik bilgi
alışverişi ve teknoloji transferi yoluyla devletler işbirliği
yapacaklardır.
İLKE 10.Çevre konuları, bireylerin belirli düzeydeki
katılımları ile en iyi şekilde ele alınmaktadır. Ulusal
düzeyde, her birey kamu otoritelerindeki çevreyle
ilgili bilgilere (tehlikeli maddelere ve faaliyetlere
ilişkin bilgiler de dahil olmak üzere) ulaşabilecek
ve karar verme sürecine katılma fırsatına sahip
olacaktır. Devletler, bilgileri herkes tarafından elde
edilebilecek hale getirerek kamu duyarlılığını ve
katılımını kolaylaştıracak ve destekleyecektir. Acil
çözüm ve yeni düzenlemeler dahil olmak üzere adil
ve idari uygulamalara etkin geçiş sağlanacaktır.
İLKE 11.Devletler etkili çevre mevzuatı
oluşturacaklardır. Çevre standartları, idari
hedefler ve öncelikler, uygulandıkları
alanların çevresel ve kalkınmaya ilişkin
durumunu yansıtacaktır. Bazı ülkeler
tarafından uygulanan standartlar, diğer
ülkeler için ekonomik ve sosyal maliyet
açısından uygun olmayabilir.
İLKE 12.Devletler destekleyici ve açık bir
uluslararası ekonomi sistemi geliştirmek için
işbirliği yapacaklardır. Çevre amaçlı alınan ticaret
politikası tedbirleri, uluslararası ticarete gizli bir
sınırlama getirecek nitelikte olmamalıdır. İhraç
eden ülkenin sınırları dışında, çevresel hususlarla
ilgilenmek üzere tek taraflı eylemlerden
kaçınılmalıdır. Sınırlaraşırı ya da küresel çevre
sorunlarına işaret eden çevresel tedbirlerde,
mümkün olduğunca uluslararası oybirliği temel
alınacaktır.
İLKE 13.Devletler kirlilikten zarar görenler için
sorumluluk ve tazmine ilişkin ulusal kanunlar
geliştireceklerdir. Devletler, aynı zamanda,
sınır aşan olumsuz çevresel etkiler için
sorumluluk ve tazmine ilişkin uluslararası
kanun geliştirmek üzere süratli ve daha
kararlı bir tavırla işbirliği yapacaklardır.
İLKE 14.Devletler, çevreye veya insan sağlığına zarar
veren faaliyet ve maddelerin diğer ülkelere
transferini önlemek amacıyla etkili bir biçimde
işbirliği yapmalıdırlar.
İLKE 15.Çevrenin korunması amacıyla ihtiyat
prensibi devletlerin kapasitesi doğrultusunda yaygın
bir şekilde uygulanacaktır. Ciddi tehditlerin veya
tamiri mümkün olmayan zararların bulunması
halinde, bilimsel belirsizlik, önlemlerin alınmasını
erteleyebilecek bir neden olarak kullanılmalıdır.
İLKE 16.Ulusal otoriteler “kirleten öder” prensibini
dikkate alarak çevre maliyetlerinin uluslararası hale
getirilmesine ve ekonomik araçların kullanımını
geliştirmeye gayret göstermelidirler.
İLKE 17.Ulusal bir araç olarak çevresel etki
değerlendirmesi çevreye önemli derecede zarar
verici nitelikteki ve uzman ulusal otoritenin kararına
bağlı olan faaliyetler için yapılacaktır
İLKE 18.Başta devletlere zarar verecek ulusal çevre
felaketleri ve olağanüstü durumlar halinde, ilgili
devletler derhal uyarılacaktır. Uluslararası topluluk,
bir felakete uğrayan ülkeye yardım konusunda
elinden gelen her türlü gayreti sarf edecektir.
İLKE 19.Ciddi boyutlarda sınırlar ötesi olumsuz
etkiye sahip olabilecek faaliyetler söz konusu
olduğunda, devletler bu etkilere maruz kalabilecek
komşu devletleri haberdar edecek ve ilgili bilgileri
bu devletlere temin edecek ve bu devletlere
zamanında iyi niyet içinde danışacaklardır.
İLKE 20.Kadınlar çevre yönetiminde ve
gelişmesinde önemli role sahiptirler. Bu yüzden
sürdürülebilir kalkınmayı başarmak için onların
katılımı gereklidir.
İLKE 21.Herkese daha iyi bir gelecek sağlamak
ve sürdürülebilir kalkınmayı başarabilmek için
dünya gençliğinin yaratıcılığı, idealleri ve
cesareti global bir sorumluluğu paylaşmaları
yönünden kanalize edilmelidir.
İLKE 22.Yerli halk ve onların toplumları ve diğer
yerel toplulukların bilgileri geleneksel uygulamaları
nedeniyle kalkınma ve çevre yönetiminde önemli
role sahiptirler. Devletler sürdürülebilir kalkınmanın
başarılmasında etkili katılımlarını sağlamalı,
kimliklerini ve kültürlerini desteklemelidir.
İLKE 23.İşgal, baskı ve tahakküm altındaki halkların
kaynakları ve çevreleri korunmalıdır.
İLKE 24.Doğal olarak savaş, sürdürülebilir
kalkınmanın yıkımıdır. Bu nedenle, devletler silahlı
çatışmalarda çevrenin gözetilmesi amacıyla,
uluslararası hukuka saygı gösterecekler ve
gerektiğinde onun daha da geliştirilmesi için
işbirliği yapacaklardır.
İLKE 25.Barış, kalkınma ve çevre koruma birbirine
bağlı ve bölünmezdir.
İLKE 26.Devletler, çevresel
anlaşmazlıkları Birleşmiş Milletler
şartına uygun olarak barışçı
yollardan ve uygun yöntemlerle
çözeceklerdir.
İLKE 27 .Bu deklarasyon
ilkelerinin uygulanmasında ve
sürdürülebilir kalkınma
alanında uluslararası hukukun
daha da geliştirilmesinde
devletler ve insanlar iyi niyet ve
ortaklık ruhu ile işbirliği
yapacaklardır.
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER DÜNYA SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA ZİRVESİ
( 26.08.2002- 04.09.2002 JOHANNESBURG )
ZİRVE ÇIKTILARI (ÖZET)
“Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi”ne uluslararası düzeyde
yoğun katılım olmuş, 104 devlet ve hükümet başkanı yanında
heyetler ve sivil toplum temsilcilerinde oluşan 21,000 kişi
toplantılarda bulunmuştur. Zirve sonuncunda ise hükümetler beş
öncelikli alanda (Su, Enerji, Sağlık, Tarım ve Biyolojik Çeşitlilik)
atılacak adımlar konusunda taahhütlerde bulunmuşlardır. Bu
amaçlara yönelik 235 milyon $ kaynak sağlayan 220’den fazla
ortaklık kurulmuş, pek çok ortaklık için ise ilk girişimler
yapılmıştır. Zirve’nin iki resmi sonuç belgesi vardır.
Bunlardan ilki, ulusal, bölgesel ve küresel ölçeklerde eylem
önerileri sunan “Uygulama Planı”, ikincisi ise devlet ve hükümet
başkanları tarafından imzalanan “Siyasi Bildiri” dir.
Uygulama Planı
Uygulama Planı, aşağıdaki başlıklardan oluşmaktadır:
I.
II.
III.
IV.
V.
VI.
VII.
VIII.
IX.
X.
Giriş
Yoksulluğun Ortadan Kaldırılması
Sürdürülebilir Olmayan Tüketim ve Üretim
Kalıplarının Değiştirilmesi
Doğal Kaynakların Korunması ve Yönetimi
Küreselleşen Dünyada Sürdürülebilir Kalkınma
Sağlık ve Sürdürülebilir Kalkınma
Gelişmekte Olan Küçük Ada Devletlerinin
Sürdürülebilir Kalkınması
Afrika İçin Sürdürülebilir Kalkınma
Uygulama Araçları
Sürdürülebilir Kalkınma İçin Kurumsal Yapı
Uygulama Planı’nın ana hatları ve verilen
taahhütler şöyledir:
 Dünya ölçeğinde günde 1$’dan az kazanan
ve açlıkla yaşamını sürdüren insan sayısının
yarıya indirilmesi;
 Yoksullukla mücadele amaçlı bir Dünya
Dayanışma Fonu kurulması;
 2015 yılına kadar sağlıklı içme suyuna ve
sıhhi koşullara ulaşamayan insan sayısının
yarıya indirilmesi.
(Bu kapsamda, ABD tarafından önümüzdeki üç yıl içinde su
projelerine 970 milyon Dolar tutarında yatırım yapılacağı
bildirilirken, AB tarafından da özellikle Afrika ve Orta
Asya’da yeni ortaklıklar için anlaşmalar yapılacağı
duyurusu yapılmıştır. Birleşmiş Milletler’in ilgili birimlerine
ise bu konuda 20 milyon Dolar kaynak sağlayan 21 yeni
ortaklık girişimi sunulmuştur.)
 Enerji hizmetlerine erişimin artırılması ve
sürdürülebilir kalkınmaya zarar veren enerji
kaynaklarına verilen desteklerin kaldırılması;
(Bu amaçla dokuz büyük elektrik şirketi,
gelişmekte olan ülkelerde sürdürülebilir
enerji projeleri için anlaşmalar imzalamış,
AB enerji konusunda 700 milyon $ tutarında
ortaklık başlatacağını bildirmiş, ve A.B.D.
2003 yılında 43 milyon $ tutarında enerji
yatırımı yapacağını duyurmuştur.)
 Daha temiz fosil kaynaklı enerji teknolojilerine
geçilmesi ve yenilenebilir enerji kaynaklarının
kullanımının artırılması;
 Enerji verimliliğinin artırılması ve bu amaçla teşvikler
sağlanması;
 Çölleşme ve toprak bozulması konularında GEF
(Küresel Çevre İmkanı)’in odak noktası olması ve
Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi’nin finansal kaynağı
olarak GEF’in belirlenmesi; (A.B.D., sürdürülebilir
tarımın desteklenmesi için 2003 yılında 90 milyon $
yatırım yapacağını duyurmuş, BM’e de bu kapsamda
kurulan 17 ortaklık sunulmuştur.)
 2015 yılına kadar bebek/çocuk ölümlerinin 2/3
oranında, ve hamilelikte gerçekleşen ölümlerin
2000 yılı rakamlarının ¾’ü oranında azaltılması için
programlar geliştirilmesi;
 Biyoçeşitlilik kaybının 2010 yılına kadar
yavaşlatılması; (Biyolojik çeşitliliğin korunması ile
ilgili taahhütler, BM’e sunulan 100 milyon $
değerinde 32 ortaklık ve A.B.D.’nin bildirdiği 53
milyon $’lık yatırımlarla da desteklenmektedir.)
 Uluslararası düzeyde “iyi yönetişim”in
desteklenmesi.
Siyasi Bildiri
Güney Afrika Cumhuriyeti yetkilileri
tarafından hazırlanan Siyasi Bildiri taslağı,
AB, JUSCANZ, G-77/Çin ve AB’ye aday
ülkeler tarafından oluşturulan Merkez Grubu
tarafından revize edilmiş, 4 Eylül 2002’de
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul
edilmiştir.
“Johannesburg Sürdürülebilir Kalkınma Siyasi Bildirisi”nde,
öncelikle tüm liderler tarafından sürdürülebilir
kalkınmaya yönelik ve eşitlikçi ve insancıl bir toplum
oluşturulması için ortak taahhütler tekrarlanmış;
sürdürülebilir kalkınmanın üç ayağı (sosyal, ekonomik
ve çevresel) vurgulanarak tüketim/üretim kalıplarının
değiştirilmesi, yoksulluğun ortadan kaldırılması ve
doğal kaynakların korunması/yönetimi konularda ortak
vaatler verilmiştir. Hedeflere ulaşmada karşılaşılan
zorluklar arasında ise zengin ve yoksullar arasındaki
uçurumun derinleşmesi, biyolojik çeşitliliğin
bozulması, küreselleşmenin olumsuz etkileri ve
demokratik sistemlere duyulan güvenin azalmış olması
gibi faktörler gösterilmiştir.
Bildiride, insani dayanışmanın önemi ve
toplumlararası birliği/diyaloğun
ilerletilmesi gereği vurgulanmıştır.Temiz
suya, sanitasyona, enerjiye, sağlık
hizmetlerine, gıdaya erişimin artırılması ve
biyolojik çeşitliliğin korunması için
ortaklıkların kurulmasının yanında hedef
konulmasının Zirve’nin kalıcı sonuçlar
bırakmasında etkili olacağı belirtilmiştir.
İşgal, terör ve yolsuzluktan kaynaklanan
tehditlere dikkat çekilmiş ve
bulaşıcı/kronik hastalıklarla mücadele
edilmesi gereği hatırlatılmıştır.
Bildiri’de, kadınların özgürleşmesi ve
toplumsal olarak güçlendirilmesinin gereği
ve yerel halkın önemli rolü de
vurgulanmıştır. Bin yıl Kalkınma
Hedeflerine ulaşılması, Resmi Kalkınma
Yardımları’nın artırılması ve bölgesel
girişimlerin çoğaltılması için destekler
yinelenmiş, istihdam koşullarının
düzeltilmesi ve şirket hesap verebilirliğinin
önemine tekrar değinilmiştir.
BAŞKA TÜRLÜ BİR ŞEY
MÜMKÜN…
DOĞAL ÇEVRE İLE
UYUMLU BİR
YAŞAM…
KÜBA
XII. KAYNAKÇA
Aslanoğlu, Rana, Kent, Kimlik ve Küreselleşme, Asa Kitabevi:11,
1. Basım, Bursa, 1998
Atina Antlaşması, Jean Giraudoux’un önsüzü ile, Milletlerarası
Modern Mimari Kongresi (CIAM) 1933, Çeviren Dr. Ayda
Yörükan, İmar ve İskan Bakanlığı Mesken Genel Müdürlüğü –
Sosyal Araştırma Dairesi, Ankara, 1969.
Benevolo, Leonardo, Avrupa Tarihinde Kentler, Çev. Nur Nirven,
Afa Yayıncılık, İstanbul 1995.
Berkes Fikret, Kışlalıoğlu Mine, (1990) Ekoloji ve Çevre
Bilimleri, Remzi Kitabevi
Birikim Aylık Sosyalist Kültür Dergisi, “Ekoloji, İnsan ve
Toplum”, Sayı: 57-58, Ocak – Şubat 1994.
Bookchin Murray,(1996) Toplumsal Ekolojinin Felsefesi,
Çeviren: Rahmi G.Öğdül,Kabalcı Yayınevi
Bookchin, Murray, Kentsiz Kentleşme, Yurttaşlığın Yükselişi
ve Çöküşü, Çev. Burak Özyalçın, Ayrıntı Yayınları, Birinci
Basım 1999.
Bumin, Kürşat, Demokrasi Arayışında KENT, Ayrıntı Yayınevi İnceleme Dizisi: 10,
Birinci Basım Ocak 1980.
Çevre Kanunu'nun Uygulanması,(1999) Türkiye Çevre Vakfı Yayını
Çevre Sorunları ve Politikaları, Editör: Prof. Dr. Ülker Bakır Öğütveren,
Yazarlar: Dr.Çev.Müh. Ethem TORUNOĞLU (Ünite 1, 5 – 8),
Prof.Dr.A.SavaşKOPARAL (Ünite 2),Doç.Dr. Ümran TEZCAN ÜN (Ünite 3),Yrd.Doç.Dr.
Serdar GÖNCÜ (Ünite 4),T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2554, Açık Öğretim
Fakültesi Yayını No: 1524, (KYT401U), Eskişehir, Haziran 2012.
Demirer G.,Duran M.,Özgür G.,(2000), Marksizm ve Ekoloji , Öteki Yayınevi
Demirer G.,(1992) Çevre Sorunları ve Kapitalizm, Sorun Yayınları
Demirer G., Abay T., (2000) Küreselleşmenin Ekolojik Sonuçları, Özgür Üniversite
Yayınları:28
Demirer G.,Torunoğlu E. ve diğerleri,(1997) Ve Kirlendi Dünya, Öteki Yayınevi
Engels, Friedrich, Konut Sorunu (1872), Sol Yayınları,
Ankara, 1996
Eryıldız, Semih, EKOKENT – Çevreyi Geliştirici Kentleşme,
Gece Yayınları: 38, Ankara, Mayıs 1995.
Guattari Felix, (2000) Üç Ekoloji , Bağlam Araştırma Dizisi
Harvey, David, Postmodernliğin Durumu, Çev. Sungur
Savran, Metis Yayınları, ikinci basım Kasım 1999
Havemann R.,(1990) Yarın-Sanayi Toplumu Yol Ayrımında,
Eleştiri ve Gerçek Ütopya, Ayrıntı İnceleme
2000'li Yıllara Doğru Çevre, (1991) T.C. Çevre Bakanlığı
Yayını
Kaboğlu İbrahim, Çevre Hakkı, Cep Üniversitesi - İletişim
Yayınları
Keleş, Ruşen, Kentleşme Politikası, İmge Kitabevi Yayınları:
13, Ankara, Mayıs 1990.
Keleş, Ruşen, Kent ve Siyaset Üzerine Yazılar (1975-1992),
IULA-EMME, Uluslararası Yerel Yönetimler Birliği Doğu
Karadeniz ve Ortadoğu Bölge Teşkilatı, Kent Basımevi,
İstanbul, 1993.
Keleş, Ruşen, Yerinden Yönetim ve Siyaset, Cem
Yayınevi-Kültür Dizisi, Genişletilmiş 2. Baskı, Ekim
1994.
Keleş Ruşen,(1997) İnsan Çevre Toplum , İmge
Kitabevi
Keleş, Ruşen, Çevre Politikası, İmge Yayınevi,
Ankara,2005.
Keleş Ruşen,Ertan Birol, (2002) Çevre Hukukuna
Giriş,İmge Kitabevi Yayın
Kılıçbay, Mehmet Ali, Şehirler ve Kentler, Gece Yayınları: 26,
1. Baskı, Ankara, Ocak-1993.
Ortak Geleceğimiz - Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu
Raporu,(1987) Türkiye Çevre Sorunları Vakfı Yayını
Özdek Yasemin,(1993) İnsan Hakkı Olarak Çevre Hakkı ,
TODAİE Yayını
Porritt J.,(1989) Yeşil Politika, Ayrıntı İnceleme
Simonnet D.,Çevrecilik,(1990) Cep Üniversitesi - İletişim
Yayınları
Somersan S. (1993), Türkiye'de Çevre ve Siyaset - Olağan Ülkeden
Olağanüstü Ülkeye, Metis Yayınları
Torunoğlu, Ethem, Nasıl Bir Kent? Nasıl Bir Çevre? Nasıl Bir Yerel Yönetim?
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Yayını, ÇMO Kitaplığı: 09–02, Mart 2009,
Ankara.
Torunoğlu, Ethem, Ötekilerin “Çevre”si, Ütopya Yayınevi, Ankara, Nisan 2006.
Turgut Nükhet,(1993) Çevre ve Yurttaşlar, Savaş Yayınları
Türkiye'de Çevre Politikaları, (1992) OECD Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma
Teşkilatı
Türkiye'nin Taraf Olduğu Uluslararası Çevre Sözleşmeleri, (2000) İzmir Barosu
Yayınları, Yayına Hazırlayan: Av. Uğur Kalelioğlu - Av. Noyan Özkan
Download