akşam - Ak Parti

advertisement
AKŞAM
Rusya Kandil’de ateşle oynuyor
Murat Kelkitlioğlu
Bölgede yaşananlar bu kadar açık. DAEŞ’le mücadele
ettiğini iddia eden Rusya’nın, Esad ve PKK’ya verdiği
destek su götürmez bir gerçek.
Avrupa’nın ve ABD’nin ambargolarına rağmen
Türkiye’nin bir kez olsun yalnız bırakmadığı Rusya’nın,
özellikle PKK terör örgütüyle ilgili başlattığı kirli
kampanya yenilir yutulur değil.
Önce, Boğaz’dan geçerken, yerden havaya bir füze
sistemini omuzuna alarak görüntü veren Rus askeri,
şimdi de Türkiye’nin en hassas olduğu konuların başında
gelen PKK terör örgütüyle başlatılan flört.
İşte bu yüzden Rusya ateşle oynuyor, diyorum.
İddia ediyorum Rusya ateşle oynuyor.
Stalin’den Putin’e... Molotov’dan
Lavrov’a...
PKK terör örgütünün sözde liderlerinin Rus
televizyonunda yayımlanan konuşmalarını Murat
Bardakçı dün köşesinde yazdı. Ancak, Bardakçı’nın
büyük bir öfkeyle izlemeye dayanamadığı o görüntülerin
ve açıklamaların perde arkasında çok riskli ayrıntılar var.
Uçak kriziyle başlayan gerilimin ardından Rus
muhabirler Kandil’e giderek, Cemil Bayık ve Murat
Karayılan’la görüşüyor.
"Türkiye'de bombalanacak yerlerle" ilgili uzun
analizlerin ardından bu röportaj ekrana getiriliyor...
Ruslar, yayında PKK terör örgütünü ve teröristleri birer
özgürlük savaşçısı olarak tanıtıyor. Örgütün, DAEŞ’e
karşı başarılı bir mücadele verdiğini, Türk milliyetçilerin
ise onlara arkadan ateş ettiğini söylüyor.
HABERTÜRK
Fehmi Koru
Hani, gözünüzün önünde cereyan eden bir olayı sanki
geçmişte aynıyla yaşadığınız hissine kapılırsınız ya...
Fransızca’dan ödünç bütün dillerde “deja vu” deniliyor
bu duyguya...
Rus uçağının düşmesi üzerine baş gösteren gelişmeler
de bana, “Biz bu filmi daha önce görmüştük” hissini
yaşatıyor...
Özellikle Murat Karayılan’la yaptıkları röportajda, RusyaSuriye-PKK ilişkisi bütün açıklığıyla ortaya çıkıyor.
Esad’ı sürekli kollayan Putin’in uçak düşürme olayının
akabinde başlatıp günümüze kadar sürdürdüğü
tehditkâr açıklamalar... Türkiye ve Rusya dışişleri
bakanları görüşmesinde Lavrov’un takındığı tavır... Rus
medyasında yapılan yayınlar... Boğazlar’dan
Karadeniz’e geçen bir gemide omzuna uçaksavar füzesi
yerleştirmiş Rus askeri görüntüsü...
Karayılan’ın anlattıkları tam bir itiraf niteliğinde;
Hepsi, evet hepsini daha önce görmüş gibiyim.
“…Erdoğan’ın en büyük kâbusu güneydoğu sınırında
bağımsız bir Kürdistan’ı görmek. Irak’ta bu aşağı yukarı
gerçekleşti. Suriye’de neredeyse tüm Rojava’yı kontrol
ediyoruz. Esad bize birlikte kazanacağımız zaferden
sonra özerklik sözü verdi.”
Hatta Rusya’nın bu saldırgan tavırları üzerine,
Türkiye’nin, daha önceleri kaçınmaya çalıştığı askeri
mükellefiyetler üstlenmesini bile...
ESAD'DAN ÖZERKLİK SÖZÜ
Rus medyasında yayımlanan haberde konuşan Rusya
Kürt-Yezidi Birliği Başkanı Cemal Şamoyan’ın
açıklamaları da, kurulan kirli ittifakı deşifre ediyor;
“PKK’ya yardım edin. Yardım ettikten sonra onlar her
şeyi yoluna koyacak. Bu hafta Suriye’deki Kürtler kendi
topraklarına giren bütün Türk helikopterlerini
düşüreceklerini açıkladılar.”
Aslında gözlerimle görmenin mümkün olmadığı bir
geçmişte yaşandı benzer olaylar... Sovyetler’in 2.
Dünya Savaşı’ndan ittifak ülkeleriyle birlikte galip
çıkması, Avrupa ve Ortadoğu’nun, Yalta’da, galip güçler
arasında nüfuz alanlarına yeniden bölündüğü
günlerde...
1945 ve sonrasında...
Sovyetler Birliği’nin Karadeniz kıyısındaki tatil kenti
Yalta’da, Franklin Roosevelt (ABD), Winston Churchill
(İngiltere) ve Josef Stalin (Sovyetler Birliği) arasında
Köşe Yazıları – 08/12/2015
imzalanan anlaşmanın toplantısı 1945 yılı şubat ayında
yapılmıştı. Stalin, 19 Mart 1945’te, Dışişleri Bakanı
Vladislav Molotov’a, Türkiye’ye Montreux’nün şartlarını
yeniden görüşmeyi istediklerine dair bir nota yazdırdı.
Arzusu, Boğazlar’ın savunulması için kendilerine üs
verilmesiydi.
Orada da kalmadı Ruslar; Molotov Türkiye’nin Moskova
Büyükelçisi Selim Sarper’le yüz yüze görüşmesinde, iki
ülke arasındaki 1925 tarihli saldırmazlık anlaşmasının
süresini uzatmayacaklarını bildirdi.
Ankara daha bu talepleri sindirememişken, Büyükelçi
Sarper’i 7 Haziran 1945 günü yeniden bakanlığa çağıran
Molotov, Moskova Antlaşması’nın (1921) değiştirilerek,
Türkiye sınırları içerisindeki Kars ve Ardahan’ın Sovyetler
Birliği’ne bırakılmasını istedi.
BM’nin davetiyle Kore’ye asker gönderdik, ardından
NATO üyelik talebimiz kabul edildi.
Putin de Stalin’in yolunda bugün; Türkiye ise kısa süre
öncesine kadar birlikte olabileceğini düşündüğü Rusya
ile arasına mesafe koymaya, Suriye ve Irak’a karadan
müdahaleye hazırlanmaya başladı.
“Deja vu” mu dersiniz buna, yoksa “Biz bu filmi daha
önce görmüştük” mü dersiniz?
HABERTÜRK
Irak nedenleri
Muharrem Sarıkaya
Türkiye’yi rahatsız eden bu taleplere ABD ve
İngiltere’nin ilk elde sessiz kalması dikkat çekiciydi.
Önce şunun bilinmesi gerekiyor, Türkiye Irak’a ilk kez
asker göndermiyor.
İttifak devletleri (İngiltere, Sovyetler Birliği ve ABD)
arasındaki cicim ayları çıkar çelişkileri sebebiyle sona
erip soğuk savaş başlayınca durum değişti. Batı Bloku,
Sovyetler Birliği ile en geniş sınırlara sahip, Sovyet nüfuz
bölgesine dönüşmüş Orta Asya cumhuriyetleri ile
kardeşlik bağları bulunan Türkiye’yi yanında görmek
istiyordu.
Ayrıca yakın zamana kadar da bugün orada olan
askerinin beş katından fazlası, yaklaşık 1500 Türk askeri
on yıllarca orada bulundu.
Kayıtsız şartsız...
Sayı bu kadar olmasa da hâlâ bulunuyor.
Bu sayıda askerini tutmasının nedeni de kendi
çıkarından önce Mesud Barzani ile Celal Talabani
güçleri arasındaki çatışmayı engellemek, peşmergenin
güvenliğini sağlamak içindi.
Moskova’nın Kars ve Ardahan’ı sınırlarına katma ve
Boğazlar’ı birlikte yönetme arzusuna muhatap Türkiye,
çıkış yolunu Batı’da aradı doğal olarak....
ABD ile yapılan 1 Mart Tezkeresi görüşmeleri sırasında
da gücün orada bulunmasında sakınca görülmedi.
Askerlerimizi Kore’ye göndermeyle sonuçlanacak
NATO’ya üyelik macerasına böyle atıldık.
Nitekim o dönem ABD ile Türkiye arasındaki
müzakereyi yürüten emekli Büyükelçi Deniz Bölükbaşı
da dünkü sohbetimizde bu duruma dikkat çekip ekledi:
Öncesinde, ilk demokratik seçimin (1950) yapılmasına
ve seçim yoluyla iktidarın değişmesine de aynı
gerekçeyle gitti Türkiye: Batı Bloku içerisinde yer
alabilmek için...
Türkiye, Rusya sayesinde demokrasiye kavuştu.
Sovyetler Birliği’nin, ABD’nin “tek nükleer güç” olma
imtiyazına son vermesi, nüfuz alanını genişletmek için
seferberlik başlatması ve İslam dünyasını hedef seçmesi,
NATO’ya almakta tereddüt ettiği Türkiye politikasını
değiştirmeye sevk etti Washington’u...
“Barzani ile Talabani arasındaki ateşkes hattının
denetimini sağlamak için 1500 kadar askerimiz
Irak’taydı. Ama son giden birliğin Bağdat yönetiminin
bilgisi dahilinde olmadığından söz ediliyor. Eğer öyle ise
gönderilemez.”
AYLARDIR ORADA
Gelelim tartışma konusu olan askeri varlığa...
Başta da belirttiğim gibi, Türk askeri PKK’ya yönelik
sıcak takip haricinde de 25 yıldır Irak’ta varlığını
sürdürüyor.
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 08/12/2015
Hem de Bağdat yönetiminin bilgisi dahilinde orada
duruyor.
bulunanların da güvenliğine destek amacıyla
yollanacaktı.
Ayrıca unutulmasın ki “başına çuval geçirme” olayı da
Irak topraklarında Bağdat’ın bilgisi dahilinde Türk askeri
orada bulunduğu sırada gerçekleşti.
O zaman bütün bunlar niye mi yaşanıyor?
Anlamak için Moskova ve Tahran’dan son dönem
yapılan açıklamaları okumak yeterli...
Türkiye’nin en sorunlu olduğu Maliki’nin Bağdat
yönetiminde bulunduğu dönemde bile Türk askerinin
Irak’taki varlığına onay verildi.
HÜRRİYET
Bugün tartışılan Başika eğitim üssündeki Türk askerinin
varlığı da 1.5 yıl önce Bağdat’ın talebi ve onayıyla
gerçekleşti.
TAHA AKYOL
Bu sürede bordo bereliler ile Eğirdir komando
okulundan giden 120-130 kadar Türk komando eğitmen
de 2 bin 500 peşmerge ile 1500 Sünni Arap askeri eğitti.
İTİRAZ NE İÇİN?
IŞİD, bir süredir çevresini sarıp kampa da 8 km mesafeye
kadar yaklaşınca Türkiye oradaki eğitmenlerini de
korumak amacıyla birliğini güçlendirmek istedi ve ilk
aşamada Siirt’teki 3. Komando Tugayı’ndan koruma
görevinde bulunmak amacıyla 300-350 kişi kaydırdı,
onlara zırhlı araç ve 18 tank desteği verdi.
Zor dönem
TÜRKİYE hayli zor geçecek bir döneme girmiş
bulunuyor.
Kuzeyimizde Putin Rusya’sı, Türkiye’ye yönelttiği
tehdidi askeri tatbikat boyutlarına kadar tırmandırdı!
Doğumuzda İran, güneyimizde kanlı Ortadoğu!
Avrupa’da son örneğini Fransa’da gördük, aşırı sağ
yükseliyor.Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı
Mehmet Şimşek, dünya ekonomisinde de Türkiye gibi
gelişmekte olan ülkeler açısından zor bir döneme
girildiğini söyledi...
İKİ SEBEP
Yani iddia edildiği gibi o güç ne Telafer savunması, ne de
Musul’un ele geçirilmesi için oradaydı.
Fransa’da yapılan mahalli seçimlerin ilk turunda Marine
Le Pen’in “Ulusal Cephe” partisi yüzde 29.5 oyla birinci
parti oldu. Bu Türkiye’nin AB perspektifi için de ciddi
bir risktir.17-18 Aralık’ta yapılacak AB zirvesinde
Türkiye açısından olumlu gelişmeler olacak. Fakat ‘ılımlı
sağcı’ sayılan Sarkozy Fransa’sının Türkiye’yi nasıl
engellediğini düşünürsek, bu ülkede aşırı sağın
yükselişe geçmiş olmasının önümüze neler
çıkarabileceğini tahmin edebiliriz!Fransa’da
sosyalistlerin iktidarda bulunduğu dört yılda aşırı sağın
bu kadar yükselmesinin iki temel sebebi olduğu
belirtiliyor.Biri İslam adına yapılan terörün yarattığı
dehşet; Charli Hebdo saldırısı ve son olarak 14
Kasım’da Paris’te 153 masum insanı katleden IŞİD
saldırısı...İkincisi, Fransa’da alt gelir gruplarının sol
partileri bırakıp aşırı sağa yönelmesi.
Sadece ama sadece eğitim amacıyla bulunuyordu.
SOLDAN AŞIRI SAĞA
Gönderilmek istenen güç de sadece kampta eğitim
verenlerin güvenliğine, dolayısıyla o kampta
Batı basınında hemen bütün analistler eski sol oyların
aşırı sağa yönelmesine dikkat çekiyor. Soldan sağa
değil, soldan, hem de komünist soldan aşırı sağa!
Eskiden solun kalesi olan kuzey bölgesinde Le Pen’in
Araç ve tank mürettebatı ile sayı 500’ü biraz aştı; bütün
bunlar da Bağdat’la varılan mutabakata uygun
gerçekleşti.
Bağdat’ın itirazı ise bölgede tehlikenin artması üzerine
Ankara’nın, biraz daha takviyeyle bu sayıyı en fazla bin
askere kadar çıkarma kararına...
Başbakan Davutoğlu da dün Irak Başbakanı Haydar El
Abadi’ye bir mektup göndererek geçen mart ayından bu
yana Musul’da uyguladığı eğitim programı ve buradaki
kuvvetin yapısı hakkında bilgi verdi.
Başika’ya gönderilmesi planlanan gücün de
gitmeyeceğini bildirdi.
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 08/12/2015
oyları yüzde 40’ı bulmuş. Economist dergisi,
“endüstrinin gerilediği, işsizliğin arttığı” bu bölgede eski
komünist ve sol oyları Le Pen’in aldığını yazdı. Siyaset
bilimci Laurent Bouvet, uzun analizinde, solun artık alt
sınıflara ümit ve kimlik veremediğini söylüyor. Solun
çevre ve alt kimlikler gibi sorunlara fazla eğilmesi de işçi
sınıfında bir tür terk edilmişlik duygusu yaratmış...Terör
ve göçmen korkusu buna eklenince, onlar da solu terk
edip aşırı sağa yönelmişler. Teorik bakımdan “aşırı sağcı
proletarya!” tablosu! Kimlik duygusu ön plana geçince
“sosyal sınıf” makinesi işlemiyor.
İŞTE LE PEN
Bu tablo, siyaset bilimci Seymour Martin Lipset’in “alt
sınıfların otoriterliği ve ak-kara klişesiyle düşünmeleri”
diye özetleyebileceğimiz bulgularına ve teorisine
uygundur! (Siyasal İnsan, s. 156)Avrupa’da İslamofobi ve
göçmen korkusu, göçmenler yüzünden işsiz kaldıklarının
sanılması...Bu ak-kara şablonu, her yerde değişik
ölçülerde aşırı sağı güçlendiriyor.Marine Le Pen,
partisinin özelliklerinden biri olan “Yahudi karşıtlığı”nı
azaltmış fakat Müslüman karşıtlığının şampiyonu.
Hıristiyanlık adına değil, kuvvetle vurguladığı “laik
Fransız milleti!” adına...Müslüman Fransızlar yani Fransa
vatandaşı Müslümanlar hakkında bakın ne
diyor:“Müslümanlar, Hıristiyan geleneklerimizden gelen
tavır ve hayat tarzımızı benimsemedikçe Fransız
olamazlar!”Bu kafa, Türkiye’nin AB üyeliğine bağnazca
bir tutumla karşı çıkıyor.
TÜRKİYE NE YAPMALI?
Dahası, adeta pusuda bekleyen Sarkozy’nin de aşırı sağa
yakın fikirleriyle yükselişe geçmesidir.Türkiye’nin AB
yolculuğunun önündeki sorunlar, Fransa’da sosyalist
Hollande’dan sonra Sarkozy iktidara gelirse
artacaktır!Başımızda Yeni Çar Putin, kanlı Ortadoğu, IŞİD
ve PKK terörleri yokmuş gibi.Ne yapmalı? Böylesine
sıkıntılı ve belirsizliklerle dolu bir dönemde bir de sistem
sorunu çıkarmaya gerek yok... Siyasi tansiyon
düşürülmeli, sağduyu güçlenmeli.Davranışlarımıza
duygusal patlamalar değil, akıl ve bilgi yön vermeli.
HÜRRİYET
Boğaz'ın iki yakasında ellerimizde Türk ve
Rus bayrakları
FATİH ÇEKİRGE
BOĞAZ'da füze tutan o Rus askeri acaba neyi temsil
ediyordu?
Benim cevabım:
“Bizi saf zanneden Kremlin’in ‘kuşa bak’ modelini
temsil ediyordu.”
Putin aklınca dikkati Boğazlara çekecek...
Montrö’yü akıllara getirecek...
NATO’nun İspanyol ve Portekiz savaş gemileri birer
figüran olarak Boğaz’da sahne alacak.
Ve dünya burayla meşgul olurken...
Putin PYD üzerinden PKK’yı silahlandıracak.
Belki de ellerine birkaç füze verecek.
Biz Boğaz’daki füze kuklasıyla uğraşırken Putin,
Ceylanpınar-Tel Abyad boğazında PKK’ya füze gücü
sağlayacak.
Yoksa Putin ne diyor?
“Ticari ambargo ile yetinmeyeceğim ama askeri bir
saldırı da olmayacak.”
Peki arada ne kaldı?
Arada terör kaldı.
Bu artık belli.
Putin, Türkiye’nin önümüzdeki dönemde en önemli
meselesi olan barış sürecini kaşıyacak.
Kandil’i tetikleyip Diyarbakır’da, Nusaybin’de sokaklara
hendek kazma pervasızlığını kaşıyacak.
Esad’ın ve Rusya’nın desteğini alan Kandil yeri gelirse
Öcalan’ı bile dinlemez.
Hesap bu...
İşte burada bir daha yazıyorum:
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 08/12/2015
“Esad’ın Moskova ziyaretinde PKK mutlaka
gündemdeydi.”
O nedenle diyorum ki:
“Boğaz’daki füzeli Rus askeri bir ‘kuşa bak’ taktiğidir.”
PEKİ NE YAPMALIYIZ
Benim çok daha duygusal bir önerim var.
Diyorum ki:
Acaba bir Rus savaş gemisi daha Karadeniz’den
girdiğinde haber alırsak..
Sarayburnu’ndan başlayarak çift sıra halinde Boğaz’ın iki
yakasına sıralansak...
Rus savaş gemisine doğru Türk ve Rus bayraklarını
birlikte sallasak...
‘Barış’ diye haykırsak...
Halkların diplomasisi bazen devletlerin diplomasisinden
daha duygusal ve daha etkilidir.
Şöyle bir manzarayı düşünebiliyor musunuz:
“Bir Rus savaş gemisi Boğaz’dan geçiyor...
Dünya şehri İstanbul... İmparatorluk mirası İstanbul...
Ve o İstanbul’un iki yakasına binlerce insan sıralanıyor...
Ellerinde Türk ve Rus bayraklarıyla bir insan zinciri...
O Rus savaş gemisine ‘Barış’ diye haykırıyor...”
Dünya bu fotoğrafı acaba ne yapar bilemiyorum
MİLLİYET
Türkiye’nin önünü açan bir kriz...
Cemil Ertem
Uzun süredir böyleydi ama özellikle tam şu günlerde
Türkiye hakkında yapılan analizlerin, eldeki statik
verilerden kaynaklandığı için pek geçerli olacağını
sanmıyorum. Örneğin şu haber; Avrupa İmar ve
Kalkınma Bankası (EBRD) Rusya’nın yaptırımlarının
sürmesi halinde 2016 yılında Türkiye’nin gayrı safi
yurtiçi hasılasının (GSYİH) 0.3 ila 0.7 baz puan
düşebileceğini hesaplamış. Burada banka iki temel
sektör hareketliliğinden yola çıkarak bu sonuca varıyor;
turizm ve inşaat... Evet, bu sonuca ulaşmak için çok
ayrıntılı inceleme bile gerekmiyor. Krize değin, Rusya
ve Türkiye’nin, karşılıklı olarak, doğrudan yatırımları
artarak sürüyordu.
Turizm için de benzer bir durum var; Türkiye’nin
özellikle güney bölgeleri Rusya’dan gelen çok sayıda
turisti ağırlıyordu. Rus tarafı, Türkiye’nin yılda 4 milyon
turist kaybı olacağını bunun da yıllık olarak 10 milyar
dolarlık bir kayba tekabül ettiğini iddia ediyor. İşte bu
gibi değerlendirmelerin, rakamsal, somut verilere
dayansa bile, tam şu sıralar çok yanlış olduğunu
düşünüyorum.
Turizm gerçeği...
Örneğin Türkiye, ağırlıklı olarak niceliğe dayanan turizm
politikasından ağırlıklı olarak niteliğe -katma değeredayanan yeni bir turizm politikasına geçtiğinde bu dört
milyonu bulan Rus turistin zaten üçte ikisinin
gelmemesi için önlem almak zorunda kalacak.
Antalya’da binlerce dönüm orman alan tahsisi yapıp,
denizle ormanın buluştuğu yerlerde devasa oteller
kurduk, ağaçları feda ettik; golf turizminden ülkeye
döviz gelsin diye... Yani o kadar ağacı “her şey dahilci”
Rus turistler için kestiysek, zaten “Türkiye’ye artık
gitmeyin”diyen Ruslara değil, bize yazıklar olsun!
Antalya’da her biri yaklaşık bin dönüm üzerine kurulan
otelleri zaten bu Rus turistler en çok beş yıl içinde
batıracaktı, çok isabet oldu. Bu yatırımları yapan ve
“Benim otelim ayakta kalsın, dolu gözüksün, ben
nasılsa sanayiden, ticaretten kazanıyorum, burayı da
prestij için finanse ederim”diyen yatırımcı da aklını
başına toplasın, bu sektörün bürokrasisi de...
Güneydeki yatırımcı bu tesislere sahip çıksın; “Ben
otelini doldururum, ötesine karışma, başın
ağrımasın”diyen uluslararası şebekelere tesislerini
peşkeş çekmesin. Zaten bu tesisler hepimizin, çoğunun
arazisi süreli olarak devletten kiralanmış. Acaba
Türkiye, bazı uluslararası turizm simsarlarının, kiraladığı
tesisler üzerinden -kayıt dışı sahtekârlıkla- ne kadar
yurtdışına kaynak aktarıldığını hesap etti mi; sakın bu
rakam gelmeyen Rus turistlerin kaybına yakın olmasın?
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 08/12/2015
Şimdi Türkiye, turizmde bütün bunları nasıl masaya
yatırıp, zaten olması gerekeni çabuklaştıracaksa, diğer
alanlarda da aynısını yapacak...
İnşaat meselesine gelince, bugün Rusya’yı inşa edenler
yarın bakarsınız Gazze’yi inşa eder, Doğu Akdeniz’in
limanlarını, Ortadoğu’nun havaalanlarını inşa eder...
Rusya krizi, Güney Gaz Koridoru’nun ekonomik ve siyasi
gerekliliğini hem yukarı çıkarmış hem de bu projenin bir
metro ağı gibi dallanıp budaklanmasının yolunu
açmıştır. Rusya’nın projeleri olan kuzey enerji
koridorlarının etkin olarak sonuçlanmaması -Türk
Akım’ın iptal olması- yine bu anlamda iyi olmuştur.
Musul... Dün, bugün!
Böylece Türkiye, TANAP’la başlayan Güney Gaz Koridoru
entegrasyonunu hem çabuklaştıracak hem de
çeşitlendirecektir. Bugün hem Doğu Akdeniz’de hem de
Irak’ın kuzey bölgesinde ticarileşmeyen -özellikle
ticarileştirilmeyen- enerji yataklarının ortaya çıkarılıp
ticarileştirilmesi Türkiye’nin öncelikle tarihi
sorumluluğudur. Tarihte ve yakın geçmişte yaptığımız
bütün hataları bu vesileyle telafi edeceğiz. Bakın buna
Montrö Boğazlar Anlaşması (1936) hatta daha da geriye
gidersek Musul Sorunu dahildir.
Musul meselesinin başladığı tarih 30 Ekim 1918’tir; evet
bu kadar nettir. Yani, şimdiki gibi, bir pazar ve enerji
paylaşımı kapışması olan 1. Dünya Savaşı’nın hemen
finalidir; Musul ve Misak-ı Milli...
İngiltere’nin bu tarihlerdeki en büyük hedefi Musul
vilayeti ve Osmanlı petrol şirketleriydi. Musul’daki
kaynakları Slade Raporu ile keşfeden İngilizler,
Mondros’a dayanarak (30 Ekim 1918) Musul’a
girmişlerdir.
Lozan’da Türkiye, Musul ve petrolleri konusunda her
türlü baskıdan uzak bir plebisit yapılmasını ve petrollerin
işletilmesi konusunda görüşmelere açık olduğunu, aksi
takdirde Türk heyetinin Ankara’ya dönmesini İsmet
Paşa’ya iletmiştir. Ancak, İsmet Paşa, Rusya’nın olası bir
savaşta Türkiye’nin yanında yer almayacağını ve İtilaf
Devletleri’nin Musul’un konferans dışı bırakılması
tavsiyelerini de göz önüne alarak, Ankara’ya barışa
ulaşabilmek için, Musul konusunda İngilizlerle
uzlaşılması gerektiğini bildirmiştir. Ankara’nın tavrı da
bu yönde değişmiş ve Musul konferans gündeminden
çıkartılarak, iş Milletler Cemiyeti inisiyatifine havale
edilmiştir. Sonrası malum... Şimdi yine Rusya önemli bir
faktör mü, yine Irak Kürt Yönetimi ayrılma için halk
oylamasını gündeme getirebilir mi, yine Musul enerji ve
pazar olarak denklemi değiştirir mi; evet... Ama Türkiye
aynı Türkiye mi...
SABAH
Al Pacino burada olsa Putin'e ne cevap
verirdi?
MEHMET BARLAS
Birkaç yıl önce izlediğim ve unutamadığım bir David
Letterman talk -show programının konuğu aktör Al
Pacino'ydu... Letterman Al Pacino'ya "Meslek
hayatında unutmadığın olaylar hangileri" diye sorunca,
"Godfather"ın Michael Corleone'si meslek hayatının
unutulmaz olayları arasından şunu anlatmıştı:
Ateşiniz var mı?
- Londra'da bir tiyatroda konusu cinayet olan bir piyesi
oynuyorduk. Sahnede dört aktördük ve biraz sonra
işleyeceğimiz bir cinayeti tasarlıyorduk. Piyesin en
heyecanlı anında seyircilerin oturduğu sıraların
arasındaki koridordan bir kadın yürüyerek sahneye
yaklaştı. Hafif alkollü olduğu yürümesinden belliydi.
Kadın sahnenin yanına geldi, elinde bir sigara vardı.
Sigarayı bize doğru uzattı ve "Ateşiniz var mı" diye
sordu bana.
Görmüyor musun?
Letterman Al Pacino'ya "Peki sen ne yaptın o anda"
diye sorunca da Amerikalı aktör gülümseyerek şöyle
cevap vermişti:
- Ne yapabilirdim ki? Kadına "Görmüyor musun, burada
bir cinayeti planlıyoruz. Senin sigarana ateş bulacak
durumda değilim" dedim ve arkamı döndüm.
Bu programı ve Al Pacino'nun bu cevabını neden
hatırladığıma gelince...
Bir Rusya eksikti
Düşünün ki Irak da, Suriye de inanılmaz bir kaosun
sahneleri konumunda... Güneyimizdeki bu kaos bizim
güvenliğimizi de doğrudan etkiliyor. Bu coğrafyaya
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 08/12/2015
Amerika'nın müdahalesi sanki yeterli karıştırıcı olmamış
gibi, şimdi bir de Rusya, üstelik Esed'i ayakta tutmak gibi
bir nafile proje ile Suriye'ye askeri müdahalede
bulunmuş. Bu arada Türkiye'nin hava sahasını aymaz
biçimde ihlal eden Rus uçaklarından biri de düşürülmüş.
Ne yersen ye...
Ve ülkenin bütünlüğünü, sınırlarının güvenliğini ve
Güneydoğu insanının canını teröre karşı korumaya
çalışan Türkiye'nin yönetimine Putin "Sizden meyve
sebze almayacağız" diyerek kendince ceza veriyor. Ve
Suriyeli sığınmacılar için 9 milyar dolar harcayabilen
Türkiye'nin ekonomisine sebze meyve ile darbe
vuracağını zannediyor... Al Pacino Putin'in muhatabı
olsaydı herhalde ona "Bu kargaşada senin sebzenle
meyvenle uğraşacak durumda değilim. Ne yersen ye"
derdi...
Akılsız düşman
Sovyet ekonomisine kapitalizmin "Kâr" motifini
getirmeye çalışanlara Ortodoks komünistler
"İdeolojimize ihanet ediyorlar" diye saldırdıklarında,
Putin'in seleflerinden Kosigin onları şöyle uyarmıştı:
- Düşman olarak gördükleriniz akıllı işler yaptıkları
zaman siz bunları düşman yapıyor diye reddederseniz,
sonunda akılsızca işler yapmak durumuna düşersiniz.
Türkiye'ye karşı seslendirdiği akıl dışı öfkesiyle sonunda
tüm NATO'yu Doğu Akdeniz'e çeken Putin keşke Kosigin
gibi bakabilseydi olaylara.
STAR
Batı, mülteciler ve cadı avı
TAHA ÖZHAN
1692’de Kuzey Amerika’nın Salem kasabasında bir cadı
mahkemesi kurulur. Salem, 1600’lerde Avrupa’dan
buraya ilk göç eden Püritenlerin kurduğu bir kasabadır.
Bu kasabadan 140 kişi cadı ve şeytan olmakla suçlanır.
Mahkemede ormandan, karanlıktan geldiği söylenen ve
cadı olmakla suçlananlar arasında 5 yaşında bir çocuk
bile vardır. Mahkeme sonucu 20 kişinin öldürülmesine
karar verilir. Yaşanan durum, 15. ve 18. yüzyıllar
arasında Avrupa’da çok daha yaygın bir şekilde tecrübe
edilen ‘cadı avının’, Avrupa’dan ‘büyük göçle’ kaçanlar
tarafından tekrar edilmesinden ibarettir. Kitlesel bir
histeri bu kez Salem’de tekerrür etmiştir.
Amerikan ve Batı ‘korkuları’ adına müstesna bir yere
oturan ‘cadı avı’ meselesi, şimdilerde ilan edilmemiş bir
şekilde yeniden dünyanın gündemine oturmuş
durumda. Zira Salem’den 323 yıl sonra; Arap
İsyanlarının ardından oldukça görünür olarak,
1980’lerin ortasından itibaren ise sermaye
hareketleriyle ve Güney’deki savaşlarla daha sakin bir
şekilde küresel bir mülteci dalgası Kuzey’e doğru
hareket halinde.
Batılı aklın 1990’ların sonundan itibaren sinemaya
küresel felâketler ve küresel -yağmacı- göçler olarak
yansıttığı fütüristik filmlerle oluşan zihinsel arka plan,
bugün yaşanan mülteci meselesini çerçeveliyor. Hâl bu
olunca da, merkezinde korkunun yer aldığı ve
neredeyse 15. yüzyıl cadı ürpertisini aratmayacak
düzeyde tepkiler ve önlem önerileri ortalığı kaplıyor.
Bugün ortaya çıkan nobran tepkilere bakınca, Batılı
sosyal muhayyilenin önemli bir tüketim malzemesine
dönüşen zombi okumasının mülteci krizinde nasıl arz-ı
endam ettiğini acıyarak izliyoruz.
Kâh Ege’de kapasitesinin dört-beş katı savunmasız
insanın bindiği botun denize gömülmeye çalışıldığını,
kâh on binlerce yalın ayaklı insan sınırları aşmasın diye
alınan askeri önlemleri gördükçe, ‘zombi kıyameti’
düzeyini ya da 1692’deki Salem muhakemesini aşacak
bir aklıselimin ortaya çıkmasının zorluğu daha iyi
anlaşılabilir. Bu durum, ilanında zorlandıkları bir
tefessüh halinden başka bir şey değil. Krizin sıcaklığı ile
ilk anda salt güvenlik ve lojistik merkezli bir sorun
yönetimi çabası görülse de; itiraf edilemeyen, büyük bir
felsefi, ahlaki ve siyasi krizin ve tıkanmanın varlığıdır.
20. yüzyılın önemli tarihçilerinden Braudel’in Akdeniz
isimli eserinde tartıştığı ‘tarihin öznesine’ dair şümullü
bir yaklaşım gösterilmediği sürece, bugün Akdeniz
kaynaklı ‘mülteci dalgasına’ güvenlik tedbirlerini aşacak
ve mekân algısını anlamlı hâle getirebilecek bir yol
haritası çıkması mümkün görünmüyor. Hâl bu olunca,
Batı’da aklıselimi temsil eden isimlerin bile dönüp
dolaşıp buldukları mucizevi çözüm, ‘Akdeniz’de sürekli
devriye gezecek sabit askeri güç’ önerisinin ötesine
geçmiyor.
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 08/12/2015
Oysa Akdeniz’i mülteci mezarlığına dönüştüren
sorunların kaynağında bugün aynı mültecileri
durdurmaya çalışanların doğrudan katkısı olduğu
gerçeği masaya yatırılmadığı sürece, kriz(leriy)le
yüzleşemeyecekler. Kaldı ki; bir taraftan Suriye
meselesine sadece ‘karanlıktan gelen DAEŞ’ heyulası
düzeyinde muhatap olanlar, aynı zamanda Suriye’nin
dört-beş katı büyüklüğündeki Mısır’da derinden
büyüyen dalganın telaffuzunu dahi istemiyorlar.
1989’da kendi duvar(lar)ını ve demir perdeyi yıkanlar,
yeni duvarları yükseltmeye çalışıyorlar. Daha hazini ise
çeyrek asır önce Macaristan ve Avusturya arasındaki
demir perdeleri kesenlerin, bugün benzerlerini inşa
etmeye başlamaları.
Böylesine sert bir şekilde içe dönüşün, orta ve uzun
vadede krizi daha da derinleştirmesi mukadderdir.
Bütün bu sorunlu tabloya rağmen, Batı’nın özellikle 20.
yüzyıl siyasi ve entelektüel birikimi, yaşanan krizi aşması
için kuvvetli bir zemine de sahip. Mesele, ‘küresel siyasi
nihilizm’ ile ‘kurucu bir siyasi müdahale’ arasında tercih
yapmakta.
STAR
Irak ordusu güven vermediği için
Mehmetçik orada
MUSTAFA KARTOĞLU
Suriye ve Rusya derken şimdi ‘yeniden’ Irak krizimiz
oldu.
Yeniden diyorum, zira en ciddi Irak krizi, önceki
başbakan Maliki’nin ‘Şii mezhepçi’ politikaları yüzünden
çıkmıştı.
Yeni hükümet Türkiye’nin Maliki’ye yönelik tepkileri ve
ABD nezdindeki girişimleri üzerine daha ılımlı bir politika
izliyor.
Peki bu kriz niye çıktı?
Durum: Bağdat’taki Irak merkezi hükümeti Türkiye’nin
Musul’daki Ulusal Muhafızlar’a askeri eğitim veren
birliklerini korumak üzere zırhlı araç ve koruma birliği
göndermesine tepki gösteriyor. Bunu ‘işgal’ sayıyor.
Oysa bu durum yeni değil.
Türkiye’nin Irak’ın kuzeyinde eğitim amaçlı iki askeri
birliği var.
Biri Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKYB) bölgesinde
Peşmerge birliklerini eğitiyor. Bugüne kadar 2 bin 308
Peşmerge Türk birliğinden askeri eğitim aldı. Ayrıca
bölgede DAEŞ’le savaşan Peşmergelerden çok sayıda
yaralı da gerektiğinde Türkiye’ye getirilip tedavi
ediliyor. Hatta bunlardan bazıları ‘Türkiye DAEŞ
militanlarını tedavi ediyor’ diye çarpıtılarak Türkiye
aleyhine kullanıldı.
İkinci birlik ise Musul’un kuzeydoğusundaki Başika
kentinde, Musul Ulusal Muhafızları’na eğitim veriyor.
Burada da Mart 2015’ten bu yana 2 bin 441 muhafıza
Türk subayları tarafından eğitim verildi.
Gerekçe: Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Beşika’daki
Türk askerlerinin “Irak Savunma Bakanı’nın daveti
üzerine gittiğini; İçişleri Bakanı’nın ayrıca polis eğitimi
için yardım istediğini; Musul Valisi’nden de aynı yönde
davet geldiğini” açıkladı; “Askerlerimiz orada DAEŞ’e
karşı mücadele edecek güçleri eğitiyor” dedi.
Eski Musul Valisi Etil El Nuceyfi de bunu teyit etti:
“Başbakan Hayder El İbadi, Türkiye Başbakanı
Davutoğlu ile bir araya geldiğinde, Türk askerinin
eğitim amacıyla Musul’a gelmeleri için talepte
bulunduğunu açıklamıştı. Bunun üzerine Ankara,
Bağdat havaalanına askeri mühimmat göndermişti.
Ayrıca 8 aydan beri Zelikan kampında Musullulardan
oluşan gönüllü Haşd El Vatani’ye eğitim vermek için
eğitmen göndermişti.”
Örnek: Irak’ta orduya eğitim veren ülke sadece Türkiye
değil. ABD, Almanya ve Fransa ordusu da Peşmerge
ve/veya Irak ordusuna bağlı birliklere eğitim vermek
üzere bölgede bulunuyor.
Perde arkası: Türkiye’nin 3 gün önce Musul’a
gönderdiği son birlikler ve zırhlı araçlar, sadece
eğitimcilerden oluşmuyor. Daha çok eğitim birliklerini
korumak üzere gönderildi. Bunun da çok net bir
gerekçesi var: Irak ordusunun bölgede DAEŞ tehdidine
karşı Türk eğitim birlikleri dahil kimseyi koruyabilecek
durumda olmaması. Bunun için Musul örneği yeterli!
DAEŞ 5-10 Haziran 2014 tarihlerinde, sadece 5 günde
Musul’u işgal etti. Çünkü kenti korumakla görevli Irak
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 08/12/2015
ordusu, bütün silah, mühimmat, zırhlı araç ve ‘nakit
para’ dahil her şeyi bırakıp kenti terk etti!
10 yıl boyunca İran savaşı, daha sonra Saddam’ın
Kuveyt’i işgali, ardından ABD’nin Irak’a operasyonu ve
devamında iç savaş boyutunda bir karışıklıkla
mücadelede pişmiş bir ordunun yapacağı iş değildi bu.
O nedenle örneğin, Irak Parlamentosu Başkanı Usame
Nuceyfi, “Güvenlik güçlerinin Musul’dan kaçışı ile ilgili
acil bir soruşturma başlatılmalı” diye sorgulamıştı bu
durumu.
Ve dönemin Valisi Esil Nuceyfi, “Ordu ve güvenlik
güçlerinin hızlı bir biçimde çöküşü, kasıtlı bir ihmal
olduğunu akla getiriyor” demişti.
Bugün Türkiye’ye tepki gösteren Irak Başbakanı Haydar
El İbadi, Irak ordusunun Musul’dan çekilirken “Çok
sayıda silah ve 2 bin 300 Humwee zırhlı muharebe
aracını DAEŞ’e bıraktıklarını” itiraf etmişti.
Ve daha önemlisi, DAEŞ, Musul’u aldıktan sonra ‘küresel
bir tehdit’ olacak boyuta erişmişti.
Sonuç: Bağdat’ın asıl tepkisi eğitim birliği
bulundurulmasına değil. Daha çok zırhlı araçlarla onlara
göre ‘aşırı sayıda’ koruma gönderilmiş olması. Ve bunun
‘sürebilecek’ olması...
Irak Savunma Bakanı yakında Ankara’ya gelecek. Ondan
önce Çarşamba günü (yarın) IKYB Başkanı Mesut Barzani
Türkiye’de olacak.
Muhtemelen Iraklı bakana ‘mealen’ şöyle söylenecek:
“Halen ülkenin 3’te biri DAEŞ işgali altında. İran, Iraklı
Şii’lerden bir ‘milis ordusu’ kurmuş ve ülkenin diğer üçte
birine hakim. Biz ise sizin resmi ordunuza destek
vermeye çalışıyoruz. Hangi işgalden söz ediyorsunuz?”
YENİ ŞAFAK
Rus uçağı tuzak mıydı?
ABDULKADİR SELVİ
Sovyetlerin başında Kruşçev, ABD'nin başında ise
Eisenhower vardı.
İncirlik Üssü'nden kalkıp, Sovyetleri dinleyen U-2 casus
uçağı 1 Mayıs 1960 tarihinde Sovyetlerin üzerinde
düşürüldü. Pilot Gary Power ise canlı olarak ele
geçirildi. Pilot sorgusunda, füzelerin yerlerinin tespit
edilmesi, radarların bulunması, telsiz istasyonlarının
belirlenmesi için uçuş yaptığını itiraf etti.
Radara yakalanmayan U-2 casus uçaklarının üzerinde
yüksek çözünürlüklü kameralar vardı.
Casus uçuşları tespit edilince Sovyet lideri Kuruşçev
bugün Putin'in yaptığından daha ileri gitmiş ve
NATO'yu, ”Avrupa'da istediğimiz her havaalanında
vuracak güçteyiz” diye tehdit etmişti. Batı uzaktaydı
ama Sovyetlerin burnunun dibinde Türkiye vardı.
Kuruşçev açık açık Türkiye'yi tehdit ediyordu.
Apar topar NATO'ya müracaat ettik. ABD, Sovyet
füzelerinden korunabilmemiz için başta boğazların
etrafına yerleştirilmek üzere 15 adet Jüpiter füzesi
verdi.
Demirel 1965 seçimlerini yüzde 52.87 oy oranıyla
kazanıp tek başına iktidar olunca, ABD ile üslerle ilgili
anlaşmayı revize etmek istedi. Bu arada İncirlik'ten
kalkıp Sovyetlerin üzerinde uçan ve iki ülkeyi karşı
karşıya getiren casus uçuşlarını yasakladı.
Haliyle ABD'yi rahatsız etti.
ABD ayrıca haşhaş ekiminin yasaklanmasını istiyordu.
Demirel, ”Bizim 20 ilimiz ve çevresinde haşhaş ekiliyor.
Bizde ismini Afyondan alan il var” diye karşı çıkıyordu.
ABD baskıları öyle bir hale geldi ki, Demirel, kendisine
aba altından sopa gösteren Amerikan Büyükelçisi
William Hadley'e kapıyı göstermek zorunda kaldı.
Sovyetler birliği ile ilişki kurup, Seydişehir ve
İskenderun'daki fabrikaların kurulması gündeme
gelince Amerika da Demirel'e kapıyı gösterdi.
Demirel, 12 Mart darbesiyle devrildi. Amerika'nın
desteğiyle 12 Mart'ın Başbakanı olan Nihat Erim'in ilk
işi ise haşhaş ekimini yasaklamak ve U-2 Casus
uçaklarının uçuşuna izin vermek oldu.
“CIA altımızı oymuş da haberimiz olmamış” diyen İhsan
Sabri Çağlayangil, tarihi bir tespitte daha bulunmuştu:
”Bir memlekette demokratik idare olmuş, faşist idare
olmuş ona hiç bakmaz. Amerika o memleketin
kendisine ne ölçüde tabi olduğuna, ne dereceye kadar
uydu haline getirebileceğine bakar”
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 08/12/2015
1960 yılında yaşanan casus uçağının düşürülmesi ile 55
yıl sonra yaşanan Rus uçağının düşürülmesi arasında bir
irtibat kurmuyorum.
operasyon hakkında harita üzerinde bilgi verilen
Putin'in, ”Amerikalılar orayı Kürtlere vermeyi planlıyor”
sözleri oldu.
Ama Rus savaş uçağını düşürdüğümüz andan beri bir
soruya yanıt arıyorum.
Rus uçağının düşürülmesiyle ilgili çift yönlü kuşkular
var.
“Neden şimdi”
Düşen uçaktan sağ olarak kurtaran pilot Murachtin,
“Hiçbir şekilde uyarı almadık. Ne telsiz, ne göz teması…
hiçbir iletişim kurulmadı” diye açıklama yaptı. Rus pilot,
propaganda amaçlı konuşmuş olabilir. TSK, 5 dakika
içinde 10 kez ikaz edildiğini açıklamıştı. Ses kayıtları
yayınlandı. Amerikalı Albay Steve Warren, koalisyon
güçleri olarak Türk tarafının ikazlarını duyduklarını
belirtti. Hollanda'da yayın yapan RTL 4 televizyonuna
konuşan Hollandalı bir general ise “Kalkıştan hemen
sonra acil durum frekansından Türk Hava Kuvvetleri'nin
çağrısını duyduk. Türk hava sahasına girmek üzere olan
uçak onlarca kez uyarıldı. Ruslar bir kez bile cevap
vermedi”
Matuşka gibi bir sorunun cevabına yaklaşıyorum içinden
başka bir soru daha çıkıyor?” Neden Rus uçağı” o
sorunun cevabına ulaşmak üzereyken bu kez, ”Bu işi
bizim başımıza kim açtı” sorusuyla karşılaşıyorum.
Kafamdaki, ”Bit yenikleri” azalmıyor artıyor. Ankara'da
konuştuğum kişilere açıyorum kuşkularımı. Görüyorum
ki kafasında bit yeniğiyle dolaşıp, benim gibi ikna
olmayanların sayısı fazla. Hatta uçakla ilgili görüntüleri
izleyen bir yetkilinin, ”Hava sahamızı terk etmek üzere
olan uçak neden düşürüldü. ikna olmadım” dediğini
biliyorum.
Benzer durumu Uludere vurulduğunda yaşamıştım. O
gün çok kritik bir MGK toplantısı vardı. MGK'dan sonra
başka bir sürecin başlaması bekleniyordu. MGK bitti,
Uludere vuruldu. Süreç tam tersi istikamette seyretti.
Rus uçağı düşürüldüğünde, ”Neden şimdi “ ve “Neden
Rus uçağı” diye düşünmemin nedeni ise önemli bir
operasyon öncesi olması
Ruslara ait Su-4 savaş uçağı 24 Kasım Salı günü
düşürüldü. Oysa o akşam Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov,
Türkiye'de olacaktı. Daha da önemlisi Türkiye açısından
stratejik öneme sahip olan Cerablus Operasyonu için
düğmeye basılmak üzereydi. TSK, “İhtimalat Planları”nı
hazırlamış, ABD ile koordinasyon sağlanmış,
operasyonun hangi tarihte bitirileceği bile belirlenmişti.
Operasyonunun önündeki en büyük engel olarak
gözüken Rusya ile anlaşma sağlanmıştı.
Cerablus operasyonu planlanırken, Türk ve ABD
uçaklarının yoğun bombardımanı öngörülmüştü. Bunun
için en büyük risk, Suriye hava sahasındaki Rus savaş
uçaklarıydı.
Putin'e G-20 zirvesi için geldiği Antalya'da operasyon
hakkında bilgi verilmiş, ”Kameraların karşısında tepki
gösteririz ama operasyonu engelleyici bir şey yapmayız”
güvencesi alınmıştı. Kafamdaki soru işaretini artıdan ise
Bir iddia, Rusya, Ortadoğu'da kalıcı olma, Suriye
operasyonlarını genişletme, NATO'nun hayır dediği S
400 füzelerini yerleştirme adına uçaklara yanlış harita
yüklenmiş, Guard denilen telsiz frekansı kapalı mı
tutulmuştu?
Bu tuzağın Türkiye ile Rusya'ya birlikte kurulduğu tezini
yabana atmıyorum.
Rus uçağının düşürülmesi konusunda ABD, Türkiye'nin
yanında yer alıyor. Ama öyle güçlü bir destek yok.
Ayrıca, “ABD ile Rusya'nın Suriye politikaları yüzde 80
örtüşüyor” tespitinden hareketle, Türkiye'ye ortak
kumpas mı kuruldu sorusu kafamı kurcalıyor.
Uyarılan uçak hava sahamızı terk ettiği, onu takip eden
uçak hava sahamızdan çıkmak üzere olduğu sırada
neden vuruldu? An meselesi olan Cerablus operasyonu
öncesinde Rus uçağı düşürülerek, operasyonun
engellenmesi yoluna mı gidildi?
Yüzde 49.5'le iktidar olan AK Parti, yeni dönemde
Rusya krizi ile baş başa bırakılmak mı istendi?
Can alıcı soru şu: Rus uçağının düşürülmesiyle
Türkiye'ye tuzak mı kuruldu?
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Download