duygudurum bozuklukları - Ankara Ada Psikoteknik

advertisement
DUYGUDURUM BOZUKLUKLARI
BECK DEPRESYON ENVANTERİ
60
55
50
45
40
35
30
25
20
15
10
5
0
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
SEANSLAR
Duygu durum bozuklukları başlığı Amerikan Psikiyatri Birliği (APA) ve Dünya Sağlık Örgütü
(WHO) tarafından kullanılan bir başlıktır. Önceki yıllarda “Duygulanım(Affektif) Bozuklukları”
başlığı ile tanımlanmaktaydı. Ancak “duygulanım” ve “duygu durum” sözcüklerinin tanımları
değiştikten sonra bu bozukluk grubu duygu durum bozuklukları başlığı olarak nitelendirilmektedir.
Bu nedenle öncelikle duygu durum ve duygulanımın tanımlamalarının yapılması yerinde olur.
Duygulanım: Bireyin olaylara, anılara, düşüncelere neşe, öfke, üzüntü, keder gibi duygusal
tepkimelerle katılabilme yetisidir. Duyguların gözlenebilen, olay sırasındaki, kısa süreli duygusal
dışavurumudur. Yüz görünümü, mimikler ve sözel olarak dışa vurulur.
Duygu durum: Bireyin bir süre belli bir duygulanım içinde bulunuşudur. Kişinin iç duygusal
durumudur. Başkalarınca gözlenebilir, kendi tarafından anlatılabilir, yaygın ve kalıcı bir durumdur.
Kişini dünyayı algıladığı renkler olarak da tanımlanabilir.
Bu iki terimi bir benzetmeyle tanımlayacak olursak duygulanım için “hava durumu”, duygu durum
için “iklim” benzetmesini yapabiliriz.
Duygu durum bozukluklarında ana patoloji duygu durumdadır. Amerikan Psikiyatri Birliği’nin 4.
Ruhsal Bozukluklar Tanı ve İstatistiksel El kitabına göre (DSM-IV); 2 ana duygu durum bozukluğu
tanımlanmıştır.
1. Major depresif bozukluk
2. Bipolar I bozukluk
Sıklık ve Yaygınlık (Epidemiyoloji): Majör depresif bozukluğun (MDB) yaşam boyu yaygınlığı
genel olarak %9-20, erkeklerde %5-12, kadınlarda %10-25 arasındadır. Birinci basamak sağlık
hizmetlerinde %10, tıbbi hastalıkları olanlarda %15’dir. Ülkemizde yapılan çalışmalarda yaygınlık
%10 dolayındadır. Kadınlarda erkeklere oranla 2 kat fazladır. Başlama yaşı 20-50 arasında
ortalama 40 yaşları dolayındadır. Her ırk ve sosyoekonomik düzeyde görülmektedir.
Boşanmışlarda daha sık görülmektedir.
Bipolar bozukluğun (BP) yaşam boyu yaygınlığı ise %1 dolayındadır. Kadın /erkek oranı eşittir.
Başlama yaşı 6-50 arasında ortalama 30 yaş dolayındadır.
Nedenleri (Etiyoloji): Duygu durum bozukluklarının nedenleri günümüzde biyolojik ve
psikososyal nedenler olarak 2 ana başlıkta incelenmektedir. Bu etkenlerin birbirlerini etkileyerek
bozukluğa yol açtıkları düşünülmektedir.
A. BİYOLOJİK NEDENLER
1. Biyojenik aminler: Duygudurum bozukluklarının patofizyolojisinde en çok üzerinde durulan
biyojenik aminler norepinefrin (NE), dopamin (DA) ve serotonindir (5HT2). Depresyonda
genel olarak NE, DA ve 5HT2 düzeylerinde düşmeden, manide ise artıştan söz
edilmektedir. Yapılan çalışmalarda BOS, plazma ve idrarda NE yıkım ürünü olan 3-metoksi
4-hidroksi fenilglikol (MHPG), DA yıkım ürünü olan homovalinik asit (HVA), 5HT2 yıkım
ürünü olan 5-hidroksi indol asetikasit (5HIAA) düzeylerindeki değişiklikler
gösterilebilmektedir. Kullanılan antidepresan ilaçların etkileri bu nörotransmiterler aracılığı
ile ortaya çıkmaktadır. Ancak son yıllarda sadece tek bir nörotransmiterin azalması ya da
artması gibi basit bir durumdan çok daha karmaşık bazı değişikliklerin olduğu kabul
edilmektedir. Ayrıca nörotransmiterlerin düzeylerindeki değişikliklerden çok sinapstaki
reseptörlerin etkinliğinden ve reseptör duyarlılığındaki değişikliklerden söz edilmektedir.
2. Nöroendokrin değişiklikler: Duygudurum bozukluklarında hipotalamus-hipofiz-tiroid ve
hipotalamus-hipofiz-adrenal akslarındaki patolojilerden söz edilmektedir. Özellikle adrenal
akstaki bozukluğa önem verilmektedir. Depresyonda hipofizden aşırı ACTH salınımı, adrenal
bezin ACTH’ ya aşırı duyarlılığı nedeniyle adrenalden kortizol salınımında artış olduğu
düşünülmektedir. Kortizol salınımı normal kişilerde sirkadiyen ritim gösterir. Sabah saatlerinde
artar, akşama doğru düşer. Depresyonlu olgularda ise akşam saatlerinde artış gözlenir.
Dışarıdan verilen steroidler kortizol salınımını normalde baskılarlar. Depresyonlu olgulardaki
artışı gösteren inceleme Deksametazon Supresyon Testi (DST)’ dir. Ağızdan sentetik steroid
olan deksametazon (1mg) verilir. Ertesi gün ölçülen kortizol değerlerindeki artış varsa DST’
inde nonsupresyon olduğu kabul edilir. Depresyonlu olgularda %50 dolayında nonsupresyon
görülmektedir. Ancak DST nonsupresyonunun yalancı pozitiflik gösterdiği durumlar nedeniyle
günümüzde sağaltıma yanıtı izlemek için yardımcı bir inceleme yöntemi olarak
kullanılmaktadır. Diğer önemli değişiklik tiroid eksenindeki değişikliklerdir. Özellikle dirençli
depresyonlarda subklinik hipotiroidi gözlenebilir. Depresyonda TRH’ ya TSH yanıtında azalma,
T4 düzeyinde yükselme görülebilir. Hipotiroidizmin hızlı döngülü Bipolar bozuklukla ilişkili
olduğu düşünülmektedir. Bu nedenle depresyonlu olgularda tiroid hormonları, TSH, tiroid
antikorları, gerekirse TRH stimülasyon testleri yapılmalıdır.
3. Kalıtımsal nedenler: Duygudurum bozukluklarında kalıtımsal yatkınlık söz konusudur.
Yapılan aile çalışmalarında MDB’ da 1. yakınlarda depresyon riski normal kontrollere göre 2-3
kat, BP’ da ise 8-18 kat fazladır. İkiz çalışmalarında ise monozigot ikizlerde dizigot ikizlere göre
risk daha fazladır. Moleküler biyoloji alanında yapılan çalışmalarda bu genetik geçişin türü
kesin olarak belirlenememiştir. BP’ da 5,11 ve X kromozomu ile ilişkili çalışmalar yapılmaktadır.
4. Beyinde yapısal bozukluklar: Yapılan beyin görüntüleme çalışmalarında (BBT, MRI, SPECT)
MDB’ da frontal lopta ve kaudat çekirdekte küçülme, frontal kortikal kan akımında azalma, BP’
da ventriküllerde genişleme gözlenmektedir.
5. Uyku bozuklukları: MDB’ da özellikle uyku EEG’sinde bazı değişiklikler gözlenmektedir.
REM latansında kısalma, uyku başlangıcında REM yoğunluğunda artış, ilk REM periyodunun
uzaması, uyku başlangıcının gecikmesi ve delta uykusunun azalması gibi değişiklikler görülür.
Özellikle REM latansındaki kısalma depresyona yatkınlık göstergesi olarak ele alınmaktadır.
Biyolojik beden saati: Duygudurum bozuklukları ile biyolojik beden saati arasında ilişki
kurulmaktadır. Duygudurum bozukluklarının mevsimsel özellikler göstermesi, döngüsel oluşu,
uyku bozukluklarının bulunuşu, biyolojik beden saatini düzenleyen melatonindeki değişikliklerin
gösterilmesi bu varsayımı desteklemektedir.
B. PSİKOSOSYAL NEDENLER
1. Yaşam olayları: Yaşam olayları ve çevresel stres etkenlerinin duygudurum bozukluklarında
özellikle ilk atakta etkili oldukları, nörotransmiter düzeylerinde değişikliklere neden olarak daha
sonraki ataklara yol açtığı düşünülmektedir. Ayrıca erken yaştaki kayıp ve ayrılıkların reseptör
düzeyinde değişiklikler yaptığı ve ileri yaşlarda depresyona yatkınlık oluşturduğundan söz
edilmektedir.
2. Hastalık öncesi kişilik: Hastalık öncesi kesin bir kişilik tipi belirlenememesine karşın oral
bağımlı, obsesif kompulsif ve histrionik kişilik özelliği olanlarda depresyona eğilim olduğu
düşünülmektedir.
3. Psikoanalitik kuram: Psikoanalitik kurama göre depresyonda bir sevgi nesnesi kaybı söz
konusudur. Yaşamın erken dönemlerinde bozuk anne-çocuk ilişkisi nedeniyle sevgi nesnesine
karşı ikili (ambivalans) duygular (sevmek-nefret etmek gibi) gelişmiştir. Bu sevgi nesnesi
özsever (narsisistik) desteklerin sağlandığı bir nesnedir. Aynı zamanda bu kişiler katıacımasız, cezalandırıcı üst benlikleri (süperego) olan kişilerdir. Herhangi bir nedenle (bilinçdışı
yada gerçek) bu nesneye karşı bir kayıp duygusu yaşandığında, kayıptan doğan gerginliği
azaltmak için sevgi nesnesi içe atılır. Sevgi nesnesine karşı olan ikili duygular kişinin kendisine
yöneltilir. Böylece kişinin özsaygısı azalır, kendini değersiz ve suçlu görmeye başlar,
depresyon gelişir.
4. Benlik Psikolojisi: Bu kurama göre benliğin 3 alanda özsever amaçları vardır. Bunlar; değerli
ve sevilen biri olmak; güçlü ve üstün olmak; iyi ve seven olmaktır. Eğer yaşamda bu istekler
gerçekleştirilemezse, engellenirse benlik kaygı ve çatışmaya girer. Bu özsever engellenme
sonucunda özsaygı düşer ve depresyon gelişir.
5. Bilişsel kuram: Çocukluk çağında yaşanan deneyimler bazı temel düşünce ve inanç
sistemlerinin oluşmasına neden olur. Oluşan bu şemalar kişinin erişkin yaşamında kendine ve
dünyaya bakışını ve davranışlarını biçimlendirir. Bu şemalar katı, değişime karşı dirençli ve
aşırılık özelliklerini taşırlar. Herhangi bir yaşam olayında bu gizli kalmış şemalar alevlenir.
Ortaya olumsuz otomatik düşünceleri çıkarır. Bu olumsuz otomatik düşünceler kişinin
bulunduğu durumla ilgili verilerin işlenmesi sırasında oluşan bilişsel hatalar ve çarpıtmalar
sonucunda oluşur. Depresyonda bu hatalı bilgi işleme süreci sonucunda ortaya olumsuz
bilişsel üçlü çıkar. Bunlar dünyaya, kendine ve geleceğe karşı olumsuz üçlü olarak tanımlanır.
Bu olumsuz bakış sonucunda depresyon gelişir.
6. Davranışçı kuram: Erken yaşam dönemindeki deneyimlerle kişiler çeşitli davranış biçimlerini
öğrenirler ve kendi yaşamlarında uygularlar. Bu kurama göre depresyon bir öğrenilmiş
çaresizlik durumudur.
TANI VE SINIFLAMA
Duygudurum bozuklukları DSM-IV’ de MDB ve BP olarak 2 ana başlıkta sınıflandırılmıştır. Bu
bozukluklarda gözlenen iki ana klinik tablo vardır. Bunlar depresyon ve manidir. Bu klinik tabloların
bulunuş biçimine göre olgular değerlendirilir ve tanımlanır. Depresyon, derin üzüntülü bir
duygudurum içinde düşünce, konuşma ve hareketlerde yavaşlama; değersizlik, yetersizlik,
küçüklük duygu ve düşünceleri ile fizyolojik işlevlerde yavaşlama ile giden bir sendromdur.
Mani ise neşeli, coşkulu bazen öfkeli bir duygudurum içinde düşünce, konuşma ve hareketlerde
hızlanma; güçlülük ve büyüklük düşünceleri ile giden bir sendromdur.
DSM-IV’ e göre Major Depresif Bozukluk tanı ölçütleri:
A. En az 2 hafta süreyle aşağıdaki ölçütlerden 5 ya da daha fazlasının bulunması (1. ya da 2. Tanı
ölçütü kesinlikle bulunmalıdır)
Hemen her gün gün boyu süren çökkün duygudurum
Hemen her gün gün boyu süren belirgin ilgi ve istek azlığı, zevk alamama
Belirgin kilo kaybı
Uykusuzluk ya da aşırı uyuma
Psikomotor ajitasyon ya da retardasyon
Enerji azalması, yorgunluk
Dikkati toplamada güçlük, konsantrasyon kaybı
Değersizlik, yetersizlik ve suçluluk duyguları
Ölüm düşünceleri, planları ve girişimi
B. Bu semptomlar bir mikst epizodun tanı ölçütlerini karşılamamaktadır. Sosyal, mesleki ve diğer
alanlarda işlevsellikte bozulmaya neden olur. Madde kullanımına ya da genel bir tıbbi duruma
bağlı
değildir
Bu
belirtiler
yasla
açıklanamaz
Bu tanı ölçütleriyle değerlendirilen MDB’ un şiddetine, gidişine ve ek özelliklerine göre alt
tiplendirmeler yapılır.
Depresyon şiddeti hafif, orta ve ağır olmak üzere 3’e ayrılır.
Eğer olguda psikotik özellikler (sanrı, varsanı, gerçeği değerlendirmede bozulma) varsa “psikotik
özellikli depresyon” olarak adlandırılır. Depresyonda sıklıkla depresif temalı sanrılar (suçluluk,
hastalık, ölüm, cezalandırılma), nihilistik sanrılar görülür. MD’ nun %15’i psikotik özellikli
depresyondur. Klinik olarak daha ağır ve kötü gidişli bir tiptir. Özkıyım düşünceleri psikotik
depresyonda daha sıktır.
Eğer depresyonlu hasta tek depresyon atağı geçirmişse “MDB-tek epizod” olarak tanı konur. Eğer
birden fazla atak geçirilmişse, yineleyen depresyon atakları varsa “MDB-yineleyici” olarak tanı
konur.
Depresyon epizodunun kesitsel özelliklerine göre de alt tiplendirmeler yapılır.
a) Melankolik özellikli: Tüm etkinliklere karşı ilgisizlik ve zevk alamama, çökkün duygudurum,
sabaha karşı erken uyanma, sabahları belirtilerde artış, psikomotor ajitasyon ya da retardasyon,
ağır suçluluk duyguları, belirgin kilo kaybı vardır.
b) Katatonik özellikli: Motor hareketsizlik ya da stupor, ağır negativizm, mutizm, ekolali, ekopraksi,
katalepsi, balmumu esnekliği, stereotipi gibi özellikler bulunur.
c) A tipik özellikli: Duygudurumda tepkisellik, olumlu olaylarda geçici düzelmeler, kilo alımı, iştah
artışı, aşırı uyuma, kol ve bacaklarda kurşun gibi olma duygusu, kişilerarası reddedilmeye karşı
duyarlılık, birlikte bunaltı bozukluklarının bulunması gibi özellikler gösterirler.
d) Postpartum (Doğum Sonrası) Depresyonu: Kadınlar, bir şekilde, doğumun otomatik olarak keyif
ve neşe oluşturduğunu öğrenmişlerdir. Çocuk doğurmayı takip eden dönemin, hayatlarının en
mutlu zamanı olması gerektiğine inanmaya yönlendirilmişlerdir. Gerçekte ailenin yaşam
döngüsündeki en stresli ve endişe üreten dönemlerden biridir. Her sene, doğum yapan kadınların
yarısından fazlası, akıl sağlıklarında olumsuz değişiklikler yaşamaktadır. Bu kadınlardan yüzde 10
ila 15'i için çocuk doğurmayı takip eden dönem, uykusuzluk, kafa karışıklığı, hafıza kaybı, ve zaten
stresli olan annelik durumuna alışma sırasındaki endişeleri yaşadıkça bir kabusa dönüşür.
Yeni anneler, doğumdan sonraki ilk sene içinde her an depresyona özellikle yatkındırlar. Bir
çocuğun bakımını üstlenmenin bunaltıcı talepleriyle birlikte insanın eşiyle geçirdiği zamanın kaybı,
yetişkin arkadaşlıklarının kaybı, özgürlüğün ve alışılmış gündelik hayatın kaybı da yanında
gelmektedir. Yaşamlarının bir daha asla eskisi gibi olmayacağının bilinciyle, yeni yaşam tarzına
uyum sağlamaya çalışırken bu bütün aile için de bir mücadele zamanıdır.
Postpartum Depresyonu Nedir?
Postpartum depresyonu, çocuk doğumunu takiben oluşabilen beyin kimyasındaki değişikliklerin
neden olduğu bir çeşit biyolojik rahatsızlıktır. Gebelik sırasında, hormon, özellikle de progesteron
ve östrojen düzeyleri, dikkate değer şekilde yükselir ve çocuğun doğumundan sonra da saatlerle
günler arasında bir zaman içinde hızla düşer. Ayrıca gebelik sırasında plasentanın ürettiği, insana
kendini iyi hissettiren hormonlar olan endorfinlerin miktarı da doğumdan sonra bariz şekilde düşer.
Gebelik ve çocuk doğumuyla ilgili büyük hormonal değişikliklerden, tiroid bezleri bile, kadınları
depresyon riskine daha fazla açık hale getirmek suretiyle etkilenir.
Postpartum Depresyonun Belirtileri
Uzmanlar, belirtilerin ciddiyeti ve süresine göre sınıflandırılmış olan üç genel postpartum ruh hali
bozukluğu çeşidi tanımlamaktadır. "Bebek melankolisi", yeni annelerin ortalama yüzde 50 ila 75'ini
etkilemekte ve genellikle doğumdan sonraki birkaç gün içinde ortaya çıkmaktadır. Annelik
melankolisi olan kadınlar, genel bir bunalma hissinin yanında, alışılmıştan daha fazla gözyaşı
dökme hissi, alınganlık ve endişe tarif etmektedir. Tıbbi veya psikolojik yardım olmadan iki hafta
içinde bu belirtiler genellikle azaldığı için, bu hislerin normal ve geçici olduğuna dair telkin ve
duygusal desteğin yanında biraz ek dinlenme ve çocuk bakımında fazladan yardım alarak çoğu
kadın bu durumla gayet iyi başa çıkar.
"Psikoz", postpartum depresyonunun daha ileri boyuttaki bir formudur. Az rastlanmakla beraber
psikoz, sizi ve çocuğunuzu korumak için derhal tıbbi tedavi gerektiren, yaşamı tehdit edici bir acil
durumdur. Psikozunuz varsa, aşağıdaki şu belirtileri yaşıyor olabilirsiniz:
 Hiç kimse olmadığı halde sesler duyma
 Acıdan kurtulmak için kendine zarar verebileceğinizden korku duyma
 Bebeğinize zarar vermeyle ilgili fikirlere kapılma
 Hızlı kilo kaybı ve yemek yemeyi reddetme
 Kırk sekiz saat veya daha fazla uyumadan devam etme
 Düşünceleriniz size ait değilmiş gibi hissetme
 Bebeğinizin bakımını, ona karşı pek fazla sevgi duymadan, "otomatik hareketlerle" yapıyor
olduğunuzu hissetme
Doğum yapan yaklaşık 10 kadından 1’inde postpartum depresyonu gelişmektedir.
Onlardan biri olduğunuzu düşünüyorsanız, şunları yaşıyor olabilirsiniz:
 Normalden daha fazla ağlama
 Çoğunlukla kendini üzgün hissetme
 Konsantre olamama ve sıkıntı içinde hissetme
 Eşyaları nereye koyduğunuzu hatırlamakta zorluk çekme
 Eskiden keyif aldığınız şeylerden keyif alamama
 Çok yorgun olduğunuz halde bebeğiniz uyuduktan sonra bile hala uyuyamama
 Günün çoğunda yorgun olma
 Hep böyle hissedecekmiş gibi hissetme
 Yalnız kalmaktan korkma
 Böyle hissetmeye daha fazla devam etmek durumunda olmaktansa ölmüş olmayı isteme
Genellikle, belirtiler fark edilmeden geçer çünkü bunların yeni bir bebeğin bakımının getirdiği
stresin birer parçası sanabilirsiniz. Utanma, suçluluk ve "iyi bir anne"nin küçük veya hiç yardıma
ihtiyaç duymadan yeni bir bebeğin bakımına ayak uydurmasının bunalımıyla başa çıkabilecek
yetide olması gerektiği şeklindeki yanlış inanış gibi sebeplerle yardım istemekte gecikebilirsiniz.
Ayrıca bir bebeğe göğüsten emzirmek ve adetlerin geri dönmesi, vücudun biyokimyasını
değiştirebilecek ve bir depresyonun zamanlamasını etkileyebilecek önemli hormonal olaylardır.
Postpartum Ruh Bozukluğu Riski Taşıyor mu?
Bir postpartum depresyonunu önceden belirlemek için kesin bir yol olmamakla birlikte, bu
rahatsızlığa yakalanma riskini arttıran faktörleri tanımlamak mümkündür. En önemli risk faktörü,
sizin veya ailenizin depresyon veya manik-depresif rahatsızlık geçmişidir. Daha önce postpartum
depresyonu geçirdiyseniz, bu da bir başka depresyon ihtimalinizi arttırır. İlaveten, gebelik
sırasında depresyonunuz olduysa ve adet öncesi ruh hali sendromu geçmişiniz varsa risk
artmaktadır.
Evlilikte gerginlik, bebekle ilgili sağlık sorunları, komplike bir gebelik ve doğum, ve sosyal destek
eksikliği gibi gerginlik verici durumlar postpartum depresyon riskinizi arttırır. Çocuklukta cinsel
suiistimal veya travma geçmişi, ailenizde kimyasal bağımlılık, gebelik konusunda kafanızı
karıştıran olumsuz hisler ve bir anne olarak yeni rolünüzle ilgili yaşadığınız zorluklar, sizi
postpartum depresyonuna sokacak psikolojik faktörler arasındadır.
Postpartum Ruh Bozukluğu Tedavileri Nelerdir?
Postpartum ruh bozuklukları için tedaviyle ilgili kararlar belirtilerin ciddiyetine göre değişmektedir.
Ancak, uzman görüşü, vasıflı bir aile terapistinden alınacak psikoterapiyle birlikte antidepresan
ilaçların kullanımını genellikle destekler. Aile ve çift terapisi de, aileyi ve/veya partneri depresyonu
daha iyi anlaması ve anneye destek kaynağı olmasını sağlamak suretiyle ayrıca etkilidir. Bir evlilik
ve aile terapisti, her birinin hislerinin tarihçesini keşfetmek ve ailenin hemen uygulamaya
koyabileceği çözümlere odaklanmak üzere çiftle birlikte çalışabilir.
Grup psikoterapisinin, postpartum ruh bozukluğu yaşamakta olan diğer kadınların katılımını
sağlayarak, çocuğun doğumundan sonraki ilk aylarda birçok kadının hissettiği "kabuğuna çekilme"
hislerini azaltarak, depresyonu düzelttiği görülmüştür. Emziriyorsanız, antidepresan alırken bunu
sona erdirmeniz gerekmeyebilir. Kendi özel koşullarınız için uygun olacak ilaç seçenekleri
konusunda doktorunuzla mutlaka görüşün.
Postpartum Depresyonu Engellenebilir mi?
Postpartum depresyonun engellenmesi her zaman mümkün olmasa da, ortaya çıkması halinde
belirtilerin ciddiyetinin azaltılması mümkündür. Hayatınızdaki stres etkenlerini doğumdan önce
saptayın ve azaltmaya çalışın. Gebelik sırasında ve bebek geldikten sonra kendinizi daha az
yalnız ve bunalmış hissetmeniz için, bir destek sistemi yerleştirin. Çocuğunuzun doğumunu takip
eden aylarda, boş zamanlarınız için plan yapın, bol bol dinlenin, hislerinizi reddetmeyin ve böyle
hissettiğiniz için kendinizi suçlu hissetmeyin. Erken teşhis ve düzgün tedaviyi sağlamak için
kendinizi postpartum ruh bozuklukları konusunda eğitmek en iyi yollardan biridir.
e) Maskeli Depresyon: Sınıflamalarda yer almamakla birlikte klasik kitapların çoğunda yer alır. Bu
durumda klasik depresyon belirtileri yerine: Bedenin değişik yerlerinde ağrılar, sızılar, uyuşma,
karıncalanmalar, hissiyat azlığı, karakter bozuklukları, Seksüel alanda ve beslenme ile ilgili
davranışlarda bozukluklar, alkolizm, madde bağımlılığı gibi sorunlar ön plandadır. Yani temeldeki
depresyon bu şekilde dışa yansımıştır.
f) Postpsikotik depresyonlar: Şizofreni gibi gerçeği değerlendirme yeteneğinin bozulduğu, "akıl
hastalıklarında da zamanla depresyon gelişebilir.
g) Organik nedenlere bağlı depresyon: Birçok fiziksel bozukluğa bağlı depresyonlar
görülebilmektedir. Örneğin; Hormonal sistemdeki bozukluklar, Nörolojik bazı hastalıklarda (
Örneğin Parkinson, Multipl skleroz) kan hastalıklarında, kanserde, enfeksiyon hastalıklarının
bazılarında, kaza ve ameliyatlardan sonra depresyon gelişebilmektedir. Uzun süre kullanılan
tansiyon düşürücü, ülser giderici bazı ilaçlar bağımlılık yapan uyarıcı ve uyuşturucular, kortizollü
ilaçlarda depresyon yapabilirler.
DSM-IV’ e göre Bipolar Bozukluk Tanı ölçütleri:
Manik nöbet tanı ölçütleri:
A. En az bir hafta süreyle yükselmiş, taşkın ya da irritabl duygudurum döneminin olması
B. Aşağıdaki belirtilerden 3 ya da daha fazlasının bulunması
Öz saygıda artma, büyüklük düşünceleri (grandiyosite)
Uyku gereksiniminde azalma
Aşırı konuşkan olma, baskılı konuşma
Fikir uçuşmaları
Dikkat dağınıklığı
Psikomotor ajitasyon, amaca yönelik etkinliklerde artma
Kötü sonuçlar doğurma olasılığı yüksek, zevk veren etkinliklere katılma
C. Bu semptomlar mikst epizodun tanı ölçütlerini karşılamamaktadır.
D. mesleki ve toplumsal işlevlerde önemli sorunlara neden olur ya da başkasına zarar vermesini
önlemek için hastaneye yatırılmayı gerektirecek kadar ağırdır ya da psikotik özellikler gösterir.
E. Bu belirtiler madde kullanımına bağlı değildir.
Manik atak alt tiplendirmeleri:
a. Atak şiddetine göre hafif, orta ve ağır olarak ayrılır.
b. Psikotik özellikler varsa “psikotik özellikli mani” olarak adlandırılır. Sanrılar daha çok büyüklük,
güçlülük, zenginlik, bilginlik temalı sanrılardır
c. Kesitsel özelliklerine göre katatonik özellikli ve postpartum başlangıçlı olarak ayrılır.
BP gidişine göre mevsimsel özellikli (atakların sıklıkla aynı mevsimlerde yinelemesi) ve hızlı
döngülü (bir yılda 4’den fazla atak olması) olarak ayrılır.
Hipomani tanı ölçütleri:
A. Son 4 günde mizaçta kabarma, yükselme ve artışın olması
B. Manik atak B tanı ölçütündeki belirtilerin 3 ya da daha fazlasının bulunması
C. Bu epizod sırasında kişinin semptomatik olmadığı zamanlardakinden çok farklı olarak
işlevsellikte belirgin bir değişiklik olur.
D. Duygudurum bozukluğu ve işlevsellikteki değişiklik başkalarınca da gözlenebilir bir düzeydedir.
E. Bu epizod toplumsal ve mesleki işlevsellikte bozulmaya neden olmaz ve psikotik özellik
göstermez
F. Bu belirtiler bir maddenin ya da tıbbi durumun direkt etkisine bağlı değildir.
DEPRESYONDA KLİNİK ÖZELLİKLER
Depresyon her yaşta görülebilen bir hastalıktır. Toplumun her kesiminde görülebilir. Psikiyatrik
hastalıklar arasında en sık rastlanan bir tablodur. Yaşam boyunca her 100 erkekten 10'unun ve
her 100 kadından 20'sinin Depresyon geçirdiği araştırmalarla saptanmıştır.
Depresyonda ana belirti çökkün duygudurum ve ilgi-istek azalmasıdır. Genel olarak depresyon
tanımlandığında 4 alanda bozulma görülür.
1. Duygudurum alanı: Çökkün, kederli, üzgün ve acı verici duygular baskındır. Bu duygular
hastanın kendisi tarafından söze dökülebilir. Yüz görünümünden, ses tonundan ve
davranışlarından anlaşılabilir ya da yakınları üzgün ve mutsuz olduğunu anlatır. İlgi ve istek azlığı,
hoşlandığı etkinliklerden ve yaşamdan zevk alamama belirgindir.
2. Psikomotor etkinlik: daha sıklıkla psikomotor yavaşlama belirgindir. Devinimlerde yavaşlama,
yorgunluk, bitkinlik, konuşmada yavaşlama, zamanın yavaş geçmesi görülür. Psikomotor ajitasyon
da olabilir.
3. Bilişsel alan: Düşünce içeriğinde kayıp düşünceleri, umutsuzluk, karamsarlık, yetersizlik,
değersizlik, suçluluk ve ölüm düşünceleri olur. Geçmiş hatalarla uğraşma, cezalandırılma
düşünceleri ve depresif temalı sanrılar olabilir.
4. Vegetatif alan: Uyku ve iştah bozuklukları, menstürel düzensizlik, cinsel isteksizlik gözlenir.
Ruhsal Durum:
Genel görünüm: Dıştan bakıldığında depresyondaki hastalarda psikomotor alanda yavaşlama
sıktır. Devinimlerde yavaşlama, belli postürde kalma, kendiliğinden devinimlerde azalma ile
kendini gösterir. Olguların dış görünümü ağır çekimde bir filmi izliyormuş izlenimi verir. Katatonik
davranış görülebilir. Yüz görünümlerinde kaşlar çatık, nasolabial sulkuslar belirginleşmiş, kederli
bir görünüm olabilir, buna “omega melankolika” denir. Özellikle yaşlılarda psikomotor ajitasyon
görülür. Huzursuzluk, sıkıntı, ellerini ovuşturma, giysilerini çekiştirme, saçlarını oynama gibi
görünümlerle dışa vurulur.
Konuşma ve ilişki kurma: Alçak ses tonu ve yavaş ritimde konuşurlar. Sorulan sorulara geç ve güç
yanıtlar verirler. Konuşma ve ilişki kurma ağır durumlarda iyice bozulabilir, hiç konuşmayabilir.
Konuşmaya karşı ilgisiz ve isteksizdir.
Düşünce akışı: Çağrışımlar belirgin olarak yavaşlamıştır. Düşüncelerin birbirini izlemesi azalmıştır.
Ağır durumlarda çağrışımlar durabilir.
Düşünce içeriği: Genel olarak dünyaya, kendine ve geleceğe karşı olumsuz bir bakış vardır.
Geçmişe pişmanlıkla, geleceğe umutsuz bakarlar. Yetersizlik, işe yaramama, değersizlik
düşünceleri yoğundur. Günlük iş ve sorumluluklarını yerine getiremediklerinden, işe
yaramadıklarından yakınırlar. Karamsarlık ve umutsuzluk vardır. Kendini suçlama ve
cezalandırma eğilimi yoğun yaşanır. İyileşmeyeceğini, iyileştirilmeye değmeyen biri olduğunu
düşünür. Psikotik özellikli depresyonlarda bu temaları içeren sanrılar görülebilir. Ayrıca kötülük
görme, nihilistik ve somatik sanrılar da olabilir. Depresyonların 2/3’sinde ölüm düşünceleri,
%15’inde özkıyım girişimleri görülür. Psikotik depresyonda bu oran 5-6 kat daha fazladır.
Depresyonlarda görülen özkıyım girişimleri özellikle yalnızken, başkalarının yardım
ulaştıramayacağı ortamlarda (sabaha karşı, kapıları kitleyerek, gizli yerlerde), sonuca kesin
ulaşacak yöntemlerle (ası, ateşli silah, yüksekten atlama gibi) gerçekleştirilir. Çünkü hasta kesin
olarak ölmeyi istemektedir. Yaşam anlamsız ve gereksizdir, yaşamdan zevk alınamamaktadır,
böylece yaşamanın da bir anlamı yoktur.
Duygudurum: Belirgin olarak çökkün duygudurum gözlenir. Elem, keder, üzüntü belirgindir. Hasta
bunları sözel olarak dile getirebilir. Ya da yüz görünümünden, mimiklerinden anlaşılabilir. Sık
ağlamaya görülür. Birlikte bunaltı olabilir. Özellikle sabaha karşı yoğun bunaltı depresyon için tipik
kabul edilir (sabah bunaltısı). Belirtiler bu dönemde ağırlaşır.
Bilişsel yetiler: Belirgin bir kayıp yoktur. Ancak ilgisizlik ve isteksizlik nedeniyle kayıp varmış gibi
görünebilir. Bu durum özellikle yaşlı hastalarda demans açısından ayırıcı tanıda zorluk çıkarabilir.
Bu tabloya “depresif yalancı demans” denir. Dikkat azlığı, dikkati yoğunlaştırmada güçlük,
düşünme güçlüğü görülebilir. Ağır durumlarda algı bozuklukları görülebilir.
Fizyolojik değişiklikler: Uyku bozuklukları (sıklıkla uykuya dalmakta güçlük, gece sık uyanma,
sabah erken uyanma), iştah bozuklukları (sıklıkla iştahta azalma ve kilo kaybı), cinsel isteksizlik,
menstürel düzensizlik, enerji kaybı ve çabuk yorulma görülür. Uzun süreli ağrılar, kabızlık-ishal,
bulantı kusma gibi bedensel belirtiler görülebilir. Bu tür depresyon “maskeli depresyon” olarak
adlandırılır.
Gidiş ve Sonlanım:
Belirtiler başlangıçta hafifi olduğundan rahatsızlık belli olmayabilir. Çeşitli bedensel yakınmalar,
halsizlik, çabuk yorulma ve iştahsızlık nedeniyle diğer hekimlere ya da uzmanlık dallarına
başvurabilirler. Hafifi ya da orta derecede depresyon nöbeti genellikle 2-3 haftadan birkaç aya
kadar (ortalama 2-4 ay)sürebilir. Ağır depresyonlar ise ortalama 10 ay sürer. Nöbetlerin uzunluğu
hastalığın gidişine, psikososyal etkenlere, tedavinin düzensiz ve eksik oluşuna bağlı olabilir. Bir
kısım hasta tedavi görmese bile kendiliğinden iyileşebilir. Etkilenen hastaların %75’i genellikle ilk
epizoddan sonraki 6 ay içinde ikinci bir depresyon atağı geçirirler. Yaşam boyu geçirilen ortalama
depresyon atağı 5 tir. Sonlanım genel olarak iyidir; %50 düzelme, % 30 kısmi düzelme, % 20sinde
kronik süreç gelişir. İkinci ve üçüncü nöbetlerde sağaltımın hemen başlamaması, ilk nöbetin uzun
sürmesi, güç psikososyal stres etkenleri, düzensiz ve yetersiz sağaltım, ağır kişilik sorunları
depresyonda süreğenleşmeyi artırmaktadır. Erken yaşta başlayan ünipolar depresyon
bozukluğunda nöbetler daha seyrek olurken orta ve ileri yaştaki nöbetler daha sık aralıklarla
gelişir. Kronik bir depresyon olan distimi üzerine binmiş depresyonun prognozu daha kötüdür.
Sıklıkla kişilik bozukluğunun az olması, kişiliğin çevreye ve şartlara uyum yapma yetisinin gelişmiş
olması, olumlu aile, iş ve uğraşı koşulları, erken tedavinin başlanması, yaşın genç olması,
nöbetlerin seyrek ve iyilik dönemlerinin uzun olması, madde bağımlılığının olmaması depresyonda
olumlu sonlanım belirtileridir.
MANİ NÖBETİNDE KLİNİK ÖZELLİKLER
Ana belirti yükselmiş, taşkın duygudurumdur. Birlikte konuşma, çağrışımlar ve hareketlerde
hızlanma (psikomotor hızlanma) vardır. Psikomotor hızlanmanın yanı sıra büyüklük düşünceleri ve
benlik kabarması tabloyu tamamlar.
Ruhsal Durum:
Genel görünüm: Canlı, aşırı hareketli, renkli giyinmiş, konuşkan ve coşkuludur. Ağır olgularda
psikotik bulgular ve dezorganize davranışlar olabilir. Aşırı hareketlilik nedeniyle hasta dağınık ve
bitkin durumda olabilir.
Konuşma ve ilişki kurma: Yüksek ses tonuyla ve hızlı ritimdedir. Konuşmanın arasına girmek,
kesmek zordur (baskılı konuşma). İnsanlarla kolay ilişki kurar, ancak ilişki yüzeysel ve kısa
sürelidir. Bol, el kol hareketleriyle, yüksek sesle konuşma görülür. Konuşmada kelime oyunları,
şakalar, konudan konuya atlama olabilir.
Düşünce akışı: Düşünce akışı (çağrışımlar) hızlanmıştır. Düşünceler hızla birbirini izler,
konuşurken konudan konuya atlamalar olabilir, buna fikir uçuşması denir. Ancak çoğu kez
anlattıklarından bir anlam çıkarılabilir ve mantık bütünlüğü korunmuştur. Düşünceler genellikle
birbirleriyle anlam ya da uyak bağlantıları gösterirler.
Düşünce içeriği: Düşünce içeriği büyüklük ve kendine güven temaları ile doludur. Benlik
kabarmasını yansıtan düşünceler vardır. Kimsenin yapamayacağı işleri yapacak güçtedir,
üstündür ve yeteneklidir (büyüklük düşünceleri). Psikotik özellikli manide büyüklük sanrıları ön
plandadır, ancak duyguduruma uygun olmayan kötülük görme (perseküsyon), alınma (referans)
sanrıları da olabilir.
Duygulanım: Coşku, aşırı neşe (öfori), zaman zaman da öfke egemendir. Buna yükselmiş,
kabarmış duygudurum denir. Hastanın neşesi çevresindekilere de bulaşır. Ara ara duygulanım
değişkenliği (labilite) görülür. Gülerken birden ağlayabilir, ağlarken gülmeye başlayabilir. Sıklıkla
engellendiklerinde öfkeli, kızgın, saldırgan olabilirler. Başlangıçta hafif bir hızlanma ve coşku
(hipomani) içinde olan hastanın duyguları, hareketleri ve kabarması tırmanarak ağır bir taşkınlık
(mani) durumu ortaya çıkar.
Bilişsel yetiler: Bilinç açık, yönelim, bellek ve algılama yerindedir. Dikkat kolayca dış uyaranlara
çekilebilir (disraktibilite). Spontan dikkat artmış, iradi dikkat azalmıştır. Psikotik özellikli manide algı
bozuklukları (varsanı ve yanılsamalar) görülebilir. Sıklıkla duygu duruma uygundur. Ağır
dezorganize tablolarda bilinç bozukluğu varmış gibi görülebilir.
Fizyolojik belirtiler: Uyku ileri derecede bozulur. Hasta günlerce uyumaz, sürekli dolaşır, bir
şeylerle uğraşır. Ertesi gün ise enerjik ve hareketlidir. İştahı artsa bile yemek yemeğe fırsat
bulamaz, kilo verir. Cinsel dürtülerini denetlemekte zorlanır. Bu enerjik davranışları nedeniyle bir
süre sonra yorgun düşer.
DUYGULANIM BOZUKLUĞUNDA PSİKOTERAPİ
Taşkınlı durumunda hastaya değer veren, anlamaya ve yardım etmeye çalışan, taşkınlığı arttırıcı
bir tutumdan sakınan insancıl bir yaklaşımın dışında bir psikoterapi etkili değildir.
Çökkünlüklerde psikoterapinin yeri büyüktür. Ağır çökkünlüklerde kuşkusuz başlangıçta ilaç
sağaltımı önceliklidir. Ancak hasta düzeldikçe çökkünlüğe neden olabilecek, çökkünlüğü
süreğenleştirecek yada yeniletecek kişilik ve çevre etkinliklerini psikoterapötik yöntemlerle ele
almak gerekir. Psikoanalitik yöntemli psikoterapi, kişiler arası terapi ve bilişsel sağaltım etkili
yöntemlerdir. Çökkünlüklerin psikoterapisinde göz önünde tutulacak temel ilkeler şöyle
özetlenebilir:
1- Çökkün hasta başlangıçta uzun konuşmalara, çözümlemelere dayanamaz. Konuşmaya
zorlamakla hasta gereksiz yere yüklenmemelidir. Fakat hastayı dinlemek, onun istediklerini
anlatabilmesi için zaman vermek gereklidir.
2- Nöbet sırasında hastanın günlük iş ve uyum beklentilerini en düşük düzeye indirmeleri için
yardımcı olmak gerekir. Beklentiler yüksek tutulup da gerçekleştirilmedikçe yetersizlik,
güçsüzlük, suçluluk duyguları artar ve çökkünlük duyguları derinleşir.
3- Klasik psikanalitik kurama göre çökkünlüklerde varsayılan ambivalans duyguların, bilinç
dışı nefretin deşilmesi yada yorumlanması hastayı daha çok suçluluk duygusuna itebilir. Bu
nedenle de çökkünlük derinleşebilir. Psikanalitik açıdan ego psikolojisi ilkeleri ile yaklaşım
yapılmamalıdır.
4- Başlangıçta destekleyici bir yaklaşım olmalı, iyileşme olduktan sonra çökkünlüğe yatkınlık
doğuran özellikleri ele alınmalıdır. Daha önce açıklandığı gibi bu hastalar herkesi hoşnut
etmeye çalışan, aşırı verici, hayır diyemeyen, başkalarının dertlerini yüklenen, aşırı
sorumluluk duyguları alan, öfkeyi belli etmekte güçlük çeken ileri derecede duyarlı ve
bağımlı kişilerdir. Bu eğilimlilerin çökkünlük ile bağlantıları hastaya gösterdikçe bunların
azaltılması, bırakılması için yol gösterilmeye çalışılır. Hiç öfke tepkisi gösteremeyen bir kişi
duygularını daha rahat açığa vurmayı, hakkını savunmayı, hayır diyebilmeyi
öğrenebilmedir. Geçirdiği çökkünlükten bir şeyler öğrenen ve içgörü kazanan hasta
genellikle sonraki uyumda daha güçlü olur.
5- Bilişsel açıdan hastanın çocukluktan beri
a. Kendi benliğine,
b. Dünyaya,
c. Geleceğe karşı geliştirmiş olduğu olumsuz ve karamsar değerlendirmeleri
değiştirebilmesi için bunları görmesine ve değiştirebilmesine yardımcı olmak için
bilişsel terapi yaklaşımı uygulanmalıdır.
6- Ailede biri çökkünlük geçiriyorsa bu çoğu kez o ailede bir şeylerin iyi gitmediğinin
belirtisidir. Bunları aile bireyleri ile tartışmalı ve onların sağaltıma katkıları sağlanmaya
çalışılmalıdır.
7- Orta yaş sonrası çökkünlüklerde yaşlanma, emekli olma yaşından beklenenlerin
gerçekleşmemesi ile ilgili sorunlar, iş uğraşları, yaşamı anlamlı ve daha dolu yapacak
konular açılır ve hastaya yol gösterilir.
Depresif Dönemin Sağaltımı
Depresif dönemin özellikleri, tipi, şiddeti, ayırıcı tanısı yapılarak uygulanacak sağaltım yöntemi
kararlaştırılır. Eğer atağın özellikleri yeterince belirlenememişse, diğer uzmanlık dalları ile işbirliği
gerekiyorsa, hasta yemiyor, ,içmiyor, ilaç kullanmayı reddediyorsa, özkıyım düşünce ve girişimleri
varsa, psikotik özellikli depresyon ise, yeterli sağaltımı almasına karşın düzelme olmamışsa
hastaneye yatırılarak izlenmesinde yarar vardır. Böyle yemiyor, içmiyor, fizik durumu kötüye
gidiyorsa, konuşmuyorsa, ağır sanrıları, özkıyım düşünceleri ya da girişimleri varsa çoğu kez en
etkili ve hızlı sağaltım yolu EKT (elektrokonvulsif terapi) dir.
Depresyon sağaltımında kullanılan ilaçlar antidepresanlardır. Etki açısından antidepresanlar
arasında belirgin bir fark yoktur. Ancak yan etkileri açısından farklılıklar göstermektedirler. Bu
nedenle ilaç seçiminde yan etkiler dikkate alınarak hastanın durumuna göre ilaç seçilmelidir.
Özellikle hastanın daha önce kullandığı ve yarar gördüğü ilaç ilk seçenek olmalıdır.
Antidepresanların iyileştirici etkileri 10-15 günden sonra başlar, yan etkileri ise bu 10-15 gün içinde
görülürler. Bu bilgilerin hasta ve yakınlarına ayrıntılı olarak verilmeleri ilaca uyumu arttırır.
Kullanılan ilaçların etkin dozda ve etkin sürede kullanılmaları önemlidir. Bu nedenle depresyon
belirtileri yatıştıktan sonra 6-9 ay süreyle ilaç kullanılmalıdır. Erken ilaç kesilmelerinde yinelemeler
görülebilir. Sağaltımda öncelikle bir tür antidepresan ilaç verilmeli, 4-6 haftalık bir kullanımdan
sonra alınan yanıt değerlendirilmelidir. Gerekirse başka grup bir antidepresan eklenebilir ya da
değiştirilebilir. Sağaltıma dirençli olgularda tiroid hormonu, lityum sağaltıma eklenebilir.
Manik Dönemin Sağaltımı:
Ağır manik atakta hastaneye yatırılarak sağaltım yapılmalıdır. Hastanın beslenmesine, sıvıelektrolit dengesine, temizliğine ve fizyolojik işlevlerine özen gösterilmelidir. Başlangıçta hastaya
anti psikotik ilaçlar verilmelidir. Ağızdan almayı kabul ediyorsa bu şekilde, daha ağır durumlarda,
uyumsuzluk durumlarında parenteral yoldan yapılması uygun olacaktır. Gerekirse sedasyonu
sağlamak için benzodiazepinler eklenebilir. Akut mani sağaltımında anti psikotiklerle birlikte ya da
tek başına antimanik ve duygudurum düzenleyici özelliği olan lityumun önemli bir yeri vardır. Akut
durumda kan seviyesi 0.8-1.4 mEq/lt olacak şekilde doz ayarlanmalıdır. Lityuma yanıt vermeyen
durumlarda karbazepin ya da sodyum valproat kullanılabilir. Eksite olan ve anti psikotiklerle
denetlenemeyen olgularda EKT etkili bir yöntem olabilir. Nöbet yatıştıktan sonra hasta ile
hastalığın türü, nöbetlerin sıklığı gözden geçirilir. Uzun süreli sağaltım, bakım ve koruyucu
önlemler hastaya ve ailesine açıklanır.
TAŞKINLIK NÖBETİNİN ( AKUT MANİ) SAĞALTIMI
Genel ilkeler:
a) Ağır taşkınlık nöbeti ivedi ve yoğun bakım gerektirir. Zaman geçtikçe hastada
durdurulamayan bir tırmanma olur. Bu nedenle de sağaltım zorlaşır. Bunun için hastanın
hemen başlangıçta ele alınması gerekir.
b) Hastayı coşturucu, öfkesini arttırıcı, kamçılayıcı söz ve tutumlardan sakınılmalıdır. Aşırı
uyarıcı, hareketli ve gürültülü ortamlardan uzak kalması sağlamaya çalışmak gerekir.
Başlangıçta çok ağır gibi görülmeyen taşkınlıklar dışında uyaranlarla kısa zamanda çok
ağırlaşabilir.
c) Hastaya hiçbir zaman şiddet kullanılmamalıdır. Gerekirse yardımcılarla açık, kesin, fakat
zedelemeyen bir yaklaşımla hasta tutulabilir
d) Hastanın beslenmesine, sıvı elektrolit dengesine, temizliğini ve fizyolojik işlevlerine özen
gösterilmelidir.
e) Ağır taşkınlık durumunda olan hastaya yoğun bakım gerekir. Bir odaya kapatılarak yalnız
bırakılmamalıdır. Fakat çok sıkı denetim zorunludur.
Bipolar Bozuklukta Koruyucu Sağaltım:
Bipolar bozuklukta lityum koruyucu özelliği olan bir ilaçtır. Lityumun koruyucu etkinliği %80
dolayındadır. Hastanın lityumu yıllarca düzenli alması, düzenli kan düzeyi ölçümleri yaptırması,
yan etkilere yönelik incelemeleri yaptırabiliyor olması zorunludur. Lityum sağaltımı başlanmadan
önce yan etkilere yönelik böbrek, tiroid, karaciğer, kan ve kalp incelemeleri yapılmalıdır. Lityum
başlandıktan 5-7 gün sonra lityum kan düzeyi ölçülür. Korunma amacı için uygun olan düzey 0.60.9 mEg/lt dir. Bipolar bozukluğun koruyucu sağaltımında lityum etkili olmazsa karbamazepin,
sodyum valproat da kullanılabilir.
DİSTİMİK BOZUKLUK
Depresif belirtilerin daha hafif düzeyde en az 2 yıl boyunca sürdüğü bir klinik tablodur. Yaşam
boyu yaygınlığı %6 dolayındadır. Daha süreğen gidişli bir durumdur. Depresyonun ve negatif
belirtileri daha ön plandadır. Antidepresan ilaçlarla sağaltımı yapılır.
SİKLOTİMİK BOZUKLUK
En az 2 yıl süreyle hipomani ve major depresif bozukluğu karşılamayan nöbetler halinde gidiş
gösteren bir klinik tablodur. Yaşam boyu yaygınlığı %1 dolayındadır. Antidepresanlar,
antipsikotikler ve lityum sağaltımında kullanılabilir.
Bunların dışında genel tıbbi duruma bağlı, madde kullanımına bağlı duygudurum bozuklukları
görülebilir.
Bipolar Bozukluk (İki Uçlu Mizaç Bozukluğu, Manik-Depresif Hastalık): Manik ve depresif atakların
aynı hastada görülmesiyle belirli bozukluktur. Genelde hastane yatışı gerekli olur.
KARIŞIK DUYGULANIM
En az bir hafta süre ile hemen hemen her gün hem mani hem de depresyon tanıları konulabilecek
düzeyde yakınmaların yaşandığı bir durumdur. İki uçlu duygu-durum bozukluğu hastalarının
yaklaşık 1/3 ünde bu teşhisin söz konusu olduğu düşünülmektedir.
Karışık (karma) duygu-durum epizodu ölçütleri:
1- Hem mani atağı hem de majör depresyon atağı ölçütleri bunların süre ölçütleri dışında, en az
bir hafta boyunca, neredeyse her gün yaşanmalıdır.
2- Bu duygu-durum bozukluğunun yakınmaları kişide mesleki ya da toplumsal işlevsellikte belirgin
bozukluğa yol açabilecek, kişilerle ilişkilerde sorunlara neden olabilecek, kendine veya
çevresindekilere zarar verecek davranışları önlemek amacıyla hastaneye yatırma gereksinimi
hissedilebilecek ya da olası psikotik belirtilere yol açabilecek düzeyde olmalıdır.
3- Belirtiler bir madde, ilaç, tedavi ya da başka bir vücutsal hastalığa bağlı olmamalıdır.
Görünüm şekli: Bu kişilerde kısa süreli gelip geçici ağlama hali, çökkün bir duygu-durum, hatta öz
kıyım düşünceleri mani atağı belirtilerinin en yüksek olduğu dönemde ya da maniden depresyona
geçiş evresinde görülebilir. Ayrıca depresyon esnasında kişide düşünce akışında aşırı
hızlanmanın olması da diğer bir görünüm şeklidir. Bu kişilerde sinirlilik, panik atakları, yüksek
sesle ve araya girilemeyen, durdurulamayan konuşma, saldırganlık hali, öz kıyım düşünceleri,
uykusuzluk, büyüklük düşünceleri ve aşırı cinsel eylem ve düşünceler yanında kötülük görme
sanrıları, davranışlarının farkında olmadığı bulanık bir bilinç yapısı görülebilmektedir.
Daha çok gençlerde ve 60 yaş üzeri kişilerde görülmektedir. Sıkıntı düzeyleri daha çok
olduğundan dolayı tedavi için daha çok başvurmaktadırlar.
Karma duygu-durum bozukluğunun önemi:
Bu durumun manik özellikleri şiddetli belirtilerle ( duygu-durumda dalgalanmalar, yoğun kaygı,
suçluluk düşünceleri, psikotik belirtiler ) seyretmektedir. Bu tip duygu-durum bozukluğunda manik
belirtiler de bilinen maniye göre daha uzun sürmektedir. Bu hastalarda intihara da daha yüksek
oranda
rastlanmaktadır.
Tedavi: Rahatsızlığın tedavisinde ilaç tedavisi ve psikoterapi kullanılmaktadır. Tedavi ilkeleri
depresif bozukluklardaki gibidir.
ÇOCUK VE GENÇLERDE DEPRESYONUN GELİŞİMİ
Depresif bozukluklar çeşitli gelişimsel süreçlerin sonucunda ulaşılan heterojen durumlardır ve tek
bir risk faktörünün depresif bozukluğa yol açtığı hemen hemen hiç düşünülmez.
Gelişimsel bakış açısı, depresif bozuklukların sadece bilişsel, duyuşsal, kişilerarası ve biyolojik
yönlerini anlamak yerine, bizi bu yönlerin gelişimsel olarak nasıl değiştiğini ve bu yönlerin sosyal
çevrede bulunan bireyin, biyolojik ve psikolojik sistemleriyle nasıl bütünleştiğini anlamaya
zorlamaktadır.
Tanımsal ölçütler ve bozukluğun doğası:
Tipik olarak depresyon, depresif duygu durumu, depresif sendromlar ve depresif bozukluklar
olmak üzere üç şekilde kullanılmaktadır. Depresif duygu durumu, disforik duyuşu içeren tek bir
semptom ya da semptomlar grubuyla sınırlıdır. Depresif duygu durumunu ölçmek için şimdiye dek
daha çok kişinin kendisinden bilgi alma yöntemleri kullanılmıştır. Depresif sendromlar görgül
olarak birlikte görüldükleri kanıtlanmış semptom gruplarını içerir. Depresif bozukluklar DSM 4 ve
ICD 10 da olduğu gibi teşhis kategorileri olarak yansıtılmaktadır.
İki tip duygu durumu bozukluğu bulunmaktadır. Bunlardan biri bu makalede bahsedilmeyen bipolar
bozukluk ve depresif bozukluktur. Depresif bozukluğun iki temel alt çeşidi vardır. Tek veya
tekrarlayan depresif ataklarla ortaya çıkan Major Depresif Bozukluk ve kronik duygu durumu
bozukluğu ile karakterize olan distimi. Bu bozuklukların semptomlarının çocuk ve gençlerde
yetişkinlerden daha farklı şekillerde ortaya çıkabileceği vurgulanmasına rağmen çoğu zaman
yetişkin kriterleri çocuk ve gençlere uygulanmakta, etiyoloji ve ilerlemesini etkileyebilecek
gelişimsel faktörler göz ardı edilmektedir.
Çocuk ve gençlerde depresif bozukluklar:
Çocuk ve gençlerdeki duygu durumu bozuklukları, yetişkinlik dönemine göre daha az araştırılmış
olmalarına rağmen son yıllarda bu alanda ilerlemeler sağlanmıştır. Depresif hastalıkların ergenlik
çağından önce görülebilmesini sorgulayan önceki inanışların aksine, yakın zamanlarda teşhiste
hangi ölçütlerin kullanılması gerektiği; epidemolojiye, nedenlerine, ilerlemesine ve sonuçlarına
yönelik çalışmalarda daha ileri tekniklerin kullanımı; ayrıca depresif, distimik ve risk gruplarını
oluşturan çocukların tedaviye tepkileri gibi konular üzerinde durulmaktadır.
Epidemoloji ve çocuk ve genç depresyonunun klinik özellikleri
Major Depresif Bozukluğun (MDB) çocukluktaki sıklığının % 0.4 ile % 2.5, gençlikte ise % 0.4 ile %
8.3 arasında değiştiği tahmin edilmektedir. Fakat çocukların bilişsel, dil, bellek ve kendini
anlamalarındaki gelişimsel kısıtlılıkları düşünüldüğünde, Major Depresif Bozukluğun teşhis
edilmesinde yanılgılar olabilir. MDB’ nin gençlikteki yaşam boyu görülme sıklığı (%15 ile % 20),
yetişkinlerdeki yaşam boyu görülme sıklığına benzerdir. Bu benzerlik yetişkinlikte görülen
depresyonun temellerinin gençlikte bulunduğuna işaret etmektedir. Distimik bozukluğun görülme
sıklığı çocuklarda % 0.6 ile % 1.7 ve gençlerde % 1.6 ile % 8.0 dir. MDB çocukluk döneminde
kızlarda ve erkeklerde aynı oranlarda görülürken, gençlik döneminde bu oran kızlarda erkeklere
göre iki kat daha fazladır, bu da yetişkinlik dönemindeki oranlarla paralellik göstermektedir.
MDB ile karşılaştırıldığında çocuklarda Distimik Bozukluğun önce görülmesi daha sonraki duygu
durumu bozukluklarının görülme riskini arttırmaktadır. Çocuk ve gençlerde MDB’nin süresi
yaklaşık 7 -9 aydır ve sıklıkla tekrarlandığı görülmektedir. Distimik Bozukluk ise yaklaşık 4 yıl
sürmektedir. Bu çocuklar genellikle Distimik Bozukluğun başlamasından 2 yıl sonra MDB
gösterirler. Distimik Bozukluk tekrarlanan depresif bozukluklara yol açtığı için, Distimik Bozukluk
konusunda yapılacak erken tanı, tedavi ve önleme çalışmaları önemli stratejiler olmalıdır.
Depresyonda olan çocuk ve gençlerin % 40 ile % 70’i bir başka bozukluk daha göstermektedir,
bunların % 20 ile % 50’sinin iki veya daha fazla bozukluk gösterdikleri tahmin edilmektedir. En sık
görülen komorbid bozukluklar, Distimik Bozukluk, Kaygı Bozuklukları, Davranış bozuklukları ve
Madde kullanımıdır. Çocuk ve ergenlerde Kaygı Bozuklukları Depresif bozukluklardan önce
gelirken, yetişkinlerde, Depresyon, Kaygı Bozukluklarından önce gelmektedir. MDB genellikle,
alkol ve madde kullanımından yaklaşık 4.5 yıl önce gelir ve depresyonda olan gençlerde
bağımlılıkların önlenmesinde önemli bir işaret oluşturur. Genellikle komorbidite depresyonun
tekrarlama riskini, depresyonun süresini, intihar riskini, fonksiyon göstermeyi, tedaviye tepkiyi ve
psikiyatrik servislerin kullanımını etkilemektedir.
Gelişime organizasyonel yaklaşım
Çocuklar gelişimin her basamağında çözümlemek durumunda oldukları farklı problemlerle
karşılaşırlar. Bu problemler karşısında olumlu adaptasyon kişinin yeterliliğine katkıda bulunurken,
zayıf çözümler bireyin gelecekte karşılaşacağı gelişimsel problemlere olumlu adaptasyonunu
azaltır.
Gelişim çok çeşitli sonuçlara varabildiğine göre, gelişimsel süreçlerde de farklılıkların bulunması
beklenen bir durumdur. Çoklu sonuç prensibine göre tek bir etki farklı sonuçlara neden olabilir.
Örneğin, depresyonlu ailelerin çocukları (kalıtsallığı da içine alacak şekilde) riskli grup olarak
görülmelerine rağmen, hepsi depresif bozukluk geliştirmemekte ve adaptasyon gösterenleri de
görülmektedir.
Tekli sonuç prensibine göre, aynı sonuç farklı nedenlerden kaynaklanabilir. Örneğin, erkeklerde
yetişkinlikte görülen depresyon okul öncesi dönemdeki zıt ve sosyal olmayan kişilerarası
davranışlarla ilişkili bulunurken, kadınlarda ergenlik dönemindeki fazla sosyalleşme ve aşırı
içedönüklük, yetişkinlikteki depresyonu yordayabilen özellikler olarak bulunmuştur.
Çevresel etkileşim modeli
Bu model çocukluk ve ergenlikte çoklu faktörlerin nasıl depresyona neden olduğunu anlayabilmek
için bir çerçeve sunmaktadır. Bu perspektife göre, bireyin çevresi bireye yakın veya uzak olan aynı
anda var olan düzeylerden oluşmaktadır. Etkinin bireye yakınlığına bağlı olarak, depresotipik
organizasyonun ve depresif bozukluğun ortaya çıkmasındaki rolü farklılaşır. Bireyin özellikleri ve
çevrenin her bir düzeyindeki süreçler zaman içerisinde birbirlerini karşılıklı etkiler ve çocuğun
gelişim sürecini şekillendirirler. Depresotipik organizasyonun olup olmaması da buna bağlıdır.
Bireyin çevresindeki en uzak iki düzey, inanç ve kültürel değerleri içeren makro-sistem ile
çocukların ve ailelerin yaşadığı çevrenin özelliklerini içeren eko-sistemdir. Bireyin adaptasyonunu
etkileyebilecek daha yakın faktörler, yakın çevre (mikro-sistem) özellikle aile ve bireye özgü
özellikleri içermektedir. Değişim modeli çerçevesinde, süregelen risk ve koruyucu faktörlerin
çevrenin düzeyleri içinde ve arasındaki geçişleri, depresotipik organizasyonun gelişimine ve
depresif bozuklukların ortaya çıkmasına ya da tekrarlamasına katkıda bulunuyor olarak
görülmektedir.
Bireye özgü gelişim
Depresif bozuklukların ve depresotipik organizasyonun farklı parçalarının gelişmesine teorik
ilgilerinden dolayı, erken gelişim basamaklarına özgü dört gelişimsel nokta üzerinde durulmuştur.
Homeostatik ve fizyolojik düzenlemenin gelişmesi
Duyuşsal ayırım yapabilme ve dikkat ve uyarılmışlığın düzenlenmesi
Güvenli bağlılığın gelişimi
Benlik sisteminin gelişimi
a. Homeostatik ve fizyolojik düzenlemenin gelişmesi
Yaşamın ilk aylarında bebekler içsel fizyolojik durumlarda dengeyi sağlamak gereksinimindedirler.
Homeostatik sistem bir denge noktasında kalmayı arar ve bu dengeden uzaklaşmak sıkıntı yaratır.
Erken fizyolojik düzenleme bebeğe bakan yetişkinden destek arar. Bebekler ihtiyaçlarını
ebeveynlerine duyuşsal tepkileriyle iletmeyi geliştirirler. Duyarlı ebeveynler de bu işaretleri doğru
olarak tespit edebilmelidir.
Bebeğin beyni gelişirken, bebek fizyolojik sıkıntının yarattığı uyarılmışlığı düzenlemede kendine
artan bir şekilde yeterli olmaya başlar. Bu gelişen kapasite ön beyin kontrol fonksiyonları ile
nörotransmitter sistemlerinin gelişimi sayesinde olur. Sağ beyin aktivasyonu stres ile, sol beyin
aktivasyonu ve sağ beyinin aktivitesini kontrol etmek ise olumlu duygularla ilişkilendirilmiştir.
Hemisferler arası bağlantının gelişmesi de bebeğin kendini kontrol edebilmesini geliştirir. Bu
nörolojik gelişme deneyime bağlıdır. Bunun için ebeveynlerden gelecek dış uyaranlar gereklidir.
Ebeveynler, homeostatik düzenlemenin sürekliliğinde bebeklerine verdikleri desteğin niteliğine
bağlı olarak, bebeğin beyin gelişimi sürecine dolaylı bir şekilde etki ederler. Çok sık yeni
deneyimler ve sürekliliği olmayan bir çevre, düzenli olarak sağ beyni aktive ederek negatif duyuş
gösterimine neden olabilir. Karşıt bir durumda ise, çevrenin sürekliliği ve tutarlılığı sol beynin
baskın olmasını destekleyerek negatif uyarılmışlığın azaltılmasını güçlendirebilir. Böylece anne
babanın bebeğe karşı tutumu, bebeğin hemisferler arası bağlarının ve duygu kontrol becerilerinin
gelişimini etkileyebilir.
Annelerin depresyonlu anne rolünü oynadığı çalışmalar dahi bebekler üzerinde yukarıda
açıklanan olumsuz etkilerin varlığını göstermişlerdir. Bebeklikten sonraki yaşlarda ebeveynleri
duygu durumu bozukluğu gösteren çocuklarla yapılan çalışmalarda da bu çocukların duyuş kontrol
güçlükleri yaşadıkları gözlemlenmiştir. Bu alandaki çalışmalar, bebeklikten itibaren başlayan
düzenleme ve kontrol süreçlerindeki güçlüklerin, depresotipik organizasyonun değişimine katkıda
bulunabileceklerini göstermektedir.
b. Duyuşsal ayırım yapabilme ve dikkat ve uyarılmışlığın düzenlenmesi
İçsel homeostatik düzenlemenin temellerinin atılmasıyla, bebek fiziksel çevresine daha çok dikkat
eder ve tepki verir hale gelir. Farklı fonksiyon alanlarında da hızla beceriler kazanmaya başlar.
Bebeğin ebeveynle olan ilişkisinde duyuşsal gösterim önemli bir araç haline gelmeye başlar.
Bebek duyuşsal gösterim ve davranışlarını ebeveynine göre adapte eder, düzenler.
Bebeğin anne babasının desteğine ihtiyacı olduğundan, ebeveynin bebekle nasıl ilişki kurduğu ve
ona nasıl baktığı, bebeklerin duyuşsal ayırım yapabilme, duyuşsal ifade etme ve düzenleme
becerilerinde, bireyler arası farklılıkların ortaya çıkmasına katkıda bulunmaktadır.
Böylece, depresyonlu annelerin çocuklarının olumsuz duyuşsal etkileşimler yaşamaları, çocukların
erken duyuş gelişimindeki farklılıklara yol açmaktadır. Bu erken duyuş farklılıkları, depresotipik
organizasyonun gelişme ve değişmesinde itici güç rolünü oynar.
c. Güvenli bağlanma ilişkisinin gelişimi
Bebeğin annesine veya temel ihtiyaçlarını karşılayan kişiye karşı birinci yılın ikinci yarısında
geliştirdiği bağlanma ilişkisi, çok önemlidir. Bu ilişki annenin duygusal ve fiziksel olarak sağladığı
ortamın kalitesine bağlı olarak, bebeğin değişen ve gelişen duyuşu, bilişi ve davranışını organize
eder. Anne dışarıdan gelebilecek tehditlere karşı güvenli bir nokta sağlamasıyla, bebeğin
uyarılmışlığını dengelemeye ve böylece iç güvenliğini sağlamaya yardım eder.
Anneye karşı geliştirilen bağlanma çeşitlerindeki farklılık, sosyo-duygusal, bilişsel, temsil edici ve
biyolojik sistemlerdeki farklı organizasyonları anlamak açısından önemlidir. Bu farklılıklar
depresotipik organizasyonla da ilgili olabilir. Bebeklikten itibaren kişinin anneyle olan bağlanma
ilişkisi deneyimi, artan bir şekilde içsel olarak temsil edilmeye başlar.
Ebeveynleri depresyonlu olan çocukların bakımlarında birtakım aksaklıklar meydana gelebilir ve
bu daha sonraki güvensiz bağlanmaya yol açabilir. Güvensiz bağlanma çocuğun ebeveyninin
depresyonu ile başa çıkmasını güç hale getirebilir ve çocukta depresyonun görülmesine yol
açabilir.
Bütün olarak bakıldığında, çalışmalar depresyonlu kişilerin çocuklarının güvensiz bağlanma
geliştirme olasılığının anlamlı şekilde yüksek olduğunu göstermiştir. Ayrıca çalışmalar, güvensiz
bağlanması ileriki çocukluk yıllarında devam eden çocukların daha fazla davranış problemleri
sergilediklerini ortaya koymuştur. Ergenlik çağında ise klinik depresyon tanısı alanların,
ebeveynlerine karşı daha az güvenli bağlanma bildirdikleri bulunmuştur.
Özetle, hem depresyon tanısı konulmuş gençlerde, hem de depresyonlu ebeveynlerin
çocuklarında güvensiz bağlanmanın daha sık olduğu yönünde bulgularda bir artış görülmektedir.
Bağlanma ilişkisinin niteliği, biliş, duyuş ve davranışı organize eden “ben” ve “başkaları”
hakkındaki içsel temsilleri etkilemektedir. Bu modellerde gelişim süreci içerisindeki algı ve
deneyimleri etkilemektedir. Güvensiz bağlanma geliştirmiş bireylerde bu modeller psikolojik ve
biyolojik
depresotipik
organizasyonun
gelişimine
katkıda
bulunmaktadırlar.
d. Benlik-sistemi: Kendinin farkında olabilme ve kendini başkasından ayırt edebilme
Bağlanma ilişkisinin gelişimini takiben, ikinci yılın ikinci yarısında çocuklar kendilerini diğer
kişilerden ayrı ve bağımsız varlıklar olarak görmeye başlarlar. Duygusal ve bilişsel yapıların içsel
temsillere eklendiği modellerde benlik, benin bağlanma objesiyle (anne) olan ilişkisine göre temsil
edilmeye başlar. Çocuk büyüdükçe kendini kontrol edebilme becerisinin artmasına rağmen,
ebeveyn ilişkisi önemini korumakta ve ebeveynin varlığı, ulaşılabilirliği ve tepkileri benliğin nasıl
temsil edildiğini etkilemektedir. Ebeveynin olumlu tepkiler vermesi, ulaşılabilir olması benliğin
kabul edilebilir ve değerli olduğuna, ebeveynin ulaşılamaz ve dışlayıcı olması benliğin sevilmez ve
değersiz olarak temsil edilmesine yol açar.
Araştırmalar, depresyonlu bireylerin çocuklarının benlik gelişimlerinde aksaklıkların olduğunu, bu
çocuklarda benliklerine negatif atıfta bulunma riskinin bulunduğunu ve daha sonra depresyon
geliştirme açısından olumsuz etkilendiklerini göstermektedir. Benlik sistemindeki aksaklıklar,
depresyonlu kişilerde intihar olasılığını da etkilemektedir.
Depresyonda gelişimsel biyolojik sistemler
Birçok çalışma depresyonlu kişilerin akrabalarında duygu durumu bozukluklarının görülme
sıklığının genel popülasyon oranlarından yüksek olduğunu ve bu oranın yakın akrabalarda daha
da yükseldiğini göstermiştir. İkiz çalışmaları duygu durumu bozukluklarının ikizlerden ikisinde
birden görülme oranlarının tek yumurta ikizlerinde çift yumurta ikizlerine göre daha yüksek
olduğunu göstermektedir. Evlat edinilmiş çocukların aileleriyle yapılan çalışmalar ise biyolojik
akrabalarda, evlat edinenlerin akrabalarına göre daha yüksek oranda depresyona rastlandığı
bulunmuştur. Genlerin etkilerinin yaşamın farklı dönemlerinde farklı olması beklendiğinden, bu
bilgiler gelişimsel depresyon modeli oluşturulurken göz önünde bulundurulup, değişen
depresotipik gelişimsel organizasyona ilave edilmelidir.
Depresyonlu çocuk ve gençlerle yapılan farklı biyolojik yapıları ve süreçleri inceleyen çok sayıda
araştırma bulunmaktadır. Depresyon riskini artırabilecek karmaşık gelişimsel organizasyonu
anlayabilmek için bütün bu biyolojik bulguların, psikolojik sistemlerle birleştirilmesi gerekmektedir.
Yakın çevre (mikro-sistem)
Kalıtsallık akrabalarda depresyonun görülmesini etkilemektedir, fakat tek başına depresyonun
gelişimini açıklayamaz. Bazı çalışmalar da şiddetli depresyon durumlarında önemli çevresel
etkilerin varlığını ortaya koymuştur. Bu durumda, çevresel faktörlerin depresyon üzerindeki etkileri
küçümsenemez.
Depresyonlu çocukların çevreleri değiştiğinde (hastaneye yatırılmaları gibi), duygu durumlarında
düzelmelerin görülmesi, ailenin depresyon üzerindeki etkilerini göstermektedir. Çalışmalar
ebeveynin psikiyatrik bir bozukluğunun olması, ailenin yapısı, olumsuz yaşam deneyimleri gibi aile
ile ilgili faktörlerin depresyonun gelişimi ve sürekliliği üzerindeki etkisini ortaya koymuştur.
Depresyonlu çocukların ailelerinde depresyon, kaygı durumu, madde kullanımı, antisosyal
davranışlar, boşanma, tek ebeveynin olması, düşük sosyo-ekonomik düzey, çocuk istismarının
varlığı pek çok çalışma tarafından gösterilmiştir. Çevresel etkileşim modeline göre bu faktörler,
çevrenin farklı düzeylerinde etkileri olan diğer psikolojik, sosyal ve biyolojik mekanizmalarla birlikte
düşünülmelidir.
Eko-sistem (çocukların ve ailelerin yaşadığı çevrenin özellikleri)
Daha önce açıklanan aile etkilerine ek olarak, okul ve çocuğun yaşadığı mahalle, özellikle temel
eğitimden orta öğrenime geçiş döneminde çocuğun akademik ve psikolojik uyumuna katkıda
bulunmaktadır. Bu yüzden okul çevrelerinin depresyonun gelişimi konusundaki önemi
vurgulanmaktadır. Depresyonun orta öğrenim yıllarında artış göstermesi, akademik olarak başarılı
olduğunu düşünen çocukların duygusal ve davranış güçlükleri çekme olasılığının düşük olması,
buna karşıt akademik olarak kendini başarısız gören çocukların depresyon semptomları
göstermesi de çevrenin önemini destekleyen araştırma bulguları arasındadır.
Ergenliğin başlangıç döneminde görülen okul başarısızlığı, ufak çaptaki uygunsuz davranışlar,
okulu sevmeme gibi özelliklerin, ergenliğin daha ileri yıllarında görülen depresyon ve psikolojik
sağlık ile ilgili olduğu bilinmektedir.
Okul çevresinin orta öğrenime geçiş döneminde çocuğun gelişimini destekleyici rol
oynayamaması, motivasyon ve ruh sağlığı problemlerine katkıda bulunabilir. Okula uyum,
akademik ilgi ve başarının ise ruh sağlığı açısından koruyucu bir rol oynama olasılığı yüksektir.
Makro-sistem
İlk bakışta, kültürel değer ve inançların gelişen depresotipik organizasyon ve duygu durumu
bozukluklarıyla ilişkili olamayacağı düşünülebilir. Fakat makro sistemin bazı yönlerinin
depresyonun ortaya çıkmasında etkili olduğunu gösteren çalışmalar bulunmaktadır. Bundan
başka, toplumsal tutumlar, kaynak ve destekler, ailelerin arayacağı tedavilerin varlığını
etkilediğinden, makro sistem depresyonun görülüp görülmemesini, görüldüğünde ise nasıl
sergileneceğini önemli şekilde etkileyebilir. Bu konuda yapılan araştırmalar oldukça azdır. İntihar
riskleri konusundaki araştırmalar bu konuya bir ölçüde açıklık getirmektedir. Çalışmalar, azınlık
grubun üyesi olma, ya da toplumsal değişimin (gelenekselden batıya yönelim gibi) hızlı olduğu
yerlerde yaşamanın, intihar riskini arttırdığını göstermiştir.
Özet ve öneriler
Gelişimsel psikopatoloji perspektifi depresyona dönüşen depresotipik organizasyonun
engellenmesi ve depresyon ortaya çıktığında da tedavisi için önemli ipuçları sağlar. Depresyonlu
ebeveynlerin çocuklarının ve depresyonlu çocuk ve gençlerin psikolojik ve biyolojik gelişimsel
yapılarının organizasyonunu anlama, semptomların anlamını kavrama, farklı kişilerin farklı
terapilerden
nasıl
faydalanacağını
anlama
açısından
çok
önemlidir.
Depresotipik organizasyon bebeklik döneminde başlayabileceği için, erken döneme yönelik
önleme çalışmaları, gelişim basamaklarında ilerlemenin başarılı olması için önemli olacaktır.
Aileye özgü pek çok faktörün depresyonun ortaya çıkmasındaki rolü bilinmektedir. Bu nedenle aile
destek programları çocuğun daha yetkin olmasını sağlayarak depresyonun ortaya çıkmasını
engelleyecek
ve
toplumsal
oranlarda
düşüş
sağlanacaktır.
Depresyonlu ailelere sağlanacak önleyici destek programlarının uygulanabilmesi için, sosyal ve
sağlık politikalarında değişiklikler yapılması gerekecektir. Depresotipik organizasyonun
oluşmasında rol alan faktörlere yönelik önleme ve destek programları depresyonun ortaya
çıkmasını engelleyebilmesi açısından önemlidir.
DEPRESYONUN BİLİŞSEL – DAVRANIŞÇI TEDAVİSİ
Depresyonun bilişsel kuramı Beck ‘in bilişsel kuramı temelinde 4 temel öğeye dayanır. Bunlar:
1- Olumsuz üçlü: kendisini, dünya ve yaşantıları, geleceği olumsuz algılama.
2- Olumsuz düşüncelerin otomatik olarak ortaya çıkması
3- Bilgi işlemede ve algıda sistematik hataların olması
4- Temel işlevsel olmayan sayıtlıların ortaya çıkması
Olumsuz Üçlü:
İlk öğesi hastanın kendisini değersiz, yetersiz, ahlaken veya fiziksel olarak özürlü olarak
algılamasını kapsar. Hasta geçmişte olan olumsuz olaylardan kendini sorumlu tutar ve başkaları
tarafından beğenilmediğini düşünür.
İkinci öğesi hastanın çevresi ile olan ilişkilerini ve yaşantılarını olumsuz olarak algılamasıyla
ilgilidir. Kendinden çok şey talep edildiğini, dünyanın aşılamayacak güçlüklerle dolu olduğunu
düşünür.
Üçüncü öğesi aynı şekilde gelecek; karanlık, başarısızlıklara gebe, ümitsiz bir durum olarak
algılanır.
Otomatik düşünceler:
Bu işlevsel olmayan düşünceler, hasta önceden planlamadan, yargılamadan, düşünmeden çabuk
ve otomatik olarak ortaya çıkarlar. Bunlar hasta tarafından doğru olarak kabul edilirler. Bilişsel
terapide ilk başta ele alınan konulardan biri de hastaya bu otomatik düşüncelerini yakalamayı
öğretmek ve bu düşüncelerin duygu ve davranışları nasıl etkilediğini göstermektedir.
Sistematik Hatalar: (Bilişsel Çarpıtmalar)
Hastanın kendisini, çevresini ve geleceğini olumsuz olarak algılamasında önemli etkenlerden biri
de bilişsel çarpıtmalarıdır. Seçici algılama, abartma, küçümseme gibi. Bu tip sistematik hatalar
sadece hastalar tarafından yapılmamakta, sağlıklı insanlar tarafından da yapılmaktadır. Ancak
depresyondaki kişide daha yoğun ve daha sıklıkla görülür.
İşlevsel olmayan şemalar:
Bu sayıtlı yada inançlar genellikle başlangıcı çocukluk döneminde olan, yaşam boyu gelişen,
oldukça değişmez ve kalıcı özelliklerdir. Bireyin, ne yaparsa yapsın kendini değeli hissedebilmesi
için başkalarının onayının gerektiğine inanması, başarılı sayılabilmek için her alanda başarılı olma
zorunluluğu hissetme yada yaşamda her şeyin kontrol edilebileceğine inanma, işlevsel olmayan
düşüncelere örnek olarak verilebilir. Bu çeşit fikir ve inançlar sürekli olarak bilişsel çarpıtmalarla
desteklenmektedir.
Şemaların tekrarlanarak gelişmeleri ve otomatik işleyen zihinsel birimler biçimine dönüşmeleri
uzun yıllar sürmektedir.
Depresyonun Gelişimi
Erken yaşantılar hastanın kendi ve dünya ile ilgili bazı temel işlevsel olmayan şemaların
gelişmesine yol açar. Ancak, yalnızca şema ve sayıtlıların olması tek başına depresyon
oluşumunu açıklamaz. Sorun, bireyin yaşamında o şema yada şemaları aktive eden kritik olayların
meydana gelmesi ile başlar. Otomatik düşünceler depresyonun diğer belirtilerine yol açar.
Depresyon geliştikçe olumsuz otomatik düşünceler daha sıklaşırve şiddeti artar, rasyonel
düşüncede azalma gözlenir. Bu süreç gittikçe artan devamlılık gösteren çökkün duygudurumla
desteklenir. Böylece kısır döngü oluşur. Bir yandan depresyonun artması daha fazla depresif
düşünceye yol açar ve bu düşüncelere inanma olasılığını arttırır. Diğer yandan ise depresif
düşüncelerin çokluğu ve bunlara daha fazla inanama depresyonun derecesini arttırır. Bilişsel
terapist bu kısır döngüyü, hastaya olumsuz düşüncelerini sorgulamasını, sonra da bu
düşüncelerin temelindeki sayıtlılarını değiştirmesini öğreterek kırmaya çalışır.
ERKEN YAŞANTILAR
FONKSİYONEL OLMAYAN SAYILTILAR
KRİTİK OLAYLAR
OLUMSUZ OTOMATİK DÜŞÜNCELER
BELİRTİLER
Depresyonun bilişsel – davranışçı tedavisinin özellikleri
Yapısal: Her terapi görüşmesi, hastanın ve terapistin anlaştığı şekilde planlanır.
Aktif: Hem terapist hem de hasta aktif olarak terapi sürecine katılırlar.
Direktif: terapist görüşmeyi idare eder.
Esnek: Tedavinin gidişine göre, hastanın gereksinimleri göz önüne alınarak uygun teknikler
ve ev ödevleri seçilir.
5- Kurama Dayalı: tedavi, psikiyatrik bozuklukların bilişsel kuramına dayalıdır. Çeşitli
tekniklerin altta yatan bir rasyonele göre uygulamalarını içerir.
6- Kısa ve Zaman Sınırlı: Hastaların bağımsız başa çıkma yöntemlerini geliştirmelerini
yüreklendirir.
7- Soruna Yönelik: Odak, sorunları sürdüren faktörleri anlamak ve ortadan kaldırmaktır.
Hastalar depresyonu da içeren çeşitli sorunlarla başvururlar. Depresif düşünce tarzı sorunları
çözmeyi engeller. Otomatik olumsuz düşüncelerle uğraşmak sonuç değil sonuca giden yoldur. İlk
amaç belirtileri azaltmak, uzun vadede ise yaşam ile ilgili sorunları el almak, böylece ileride
olabilecek depresyon nöbetlerini önlemektir.
1234-
BİLİŞSEL TERAPİ İÇİN HASTA SEÇİMİ
1- Depresyonun Çeşidi nedir? Beck, şiddetli intihar eğilimi yüksek bipolar depresyonda daha
standart yöntemlerin (ilaç,hastaneye yatırma) uygun olduğunu söylemektedir. Bilişsel
tedavi endojen depresyonlarda çok başarılı olmaktadır.
2- Depresyonun şiddeti nedir? Şiddetli depresyonlarda hastaneye yatırma ve ilaç tedavisi
düşünülebilir. Şiddetin değerlendirilmesi tedavi planını yapmak için de önemlidir. Böylece
ilk müdahale edilecek belirtiler ve kullanılacak teknikler belirlenebilir.
3- Hasta olumsuz düşüncelerden söz ediyor mu? Depresyonda temel olarak görülen olumsuz
bilişsel üçlü var mı? Ümitsizlik, intihar düşünceleri ve tedavi beklentilerinin olumsuz
olmasıyla ilgili düşünceler, ilk açığa çıkarılması ve ele alınması gereken unsurlardır.
4- Hasta tedavi rasyonelini kabulleniyor mu? Tedavi rasyonelini kendilerine yakın görenler ve
bu yöntemleri denemek isteyenler, bilişsel tedaviden daha çok yararlanmaktadırlar.
5- Hasta eşit işbirliğine dayalı ilişki kurabilir mi? Hastanın düşünce ve duygularını açıklamakta
zorluğu varsa, kendi başına sorunlarını çözmesi gerektiğine inanıyorsa yada terapistin
bütün sorumluluğu almasını bekliyorsa, bu çeşit tedaviden yararlanması güçtür.
6- Hastanın baş etme becerileri var mı? Baş etme becerileri dağarcığı zengin olan hastalar bu
çeşit tedaviye daha çabuk cevap verirler.
TEDAVİ GÖRÜŞMELERİNİN YAPILANDIRILMASI
İLK GÖRÜŞME
Bu görüşme tanının konduğu görüşmeden sonra gelir ve 1-1,5 saat sürer. Amacı, hastayla iyi bir
ilişki kurmaya çalışmak ve tedaviye başlamaktır.
İlk Tedavi Görüşmesinin Yapısı
1. Şu andaki sorunların değerlendirilmesi
a. Belirtiler
b. Yaşam sorunları
c. Sorunlara ilişkin olumsuz düşünceler
d. Depresyonun başlangıcı/gelişimi/bağlamı
e. Ümitsizlik, intihar düşünceleri
2. Amaçların saptanması
3. Tedavi rasyonelinin anlatılması
a. Pratik ayrıntılar
b. Olumsuz düşünceler ve depresyonun kısır döngüsü
c. Değişme olasılığı
4. Tedavinin başlaması
a. İlk tedavi hedefinin seçilmesi
b. Uygun ev ödevinin verilmesi
Genel Amaçlar:
İlişki kurma
Ümidi arttırma
Çalışma biçiminin anlatılması
Şu andaki sorunların değerlendirilmesi:
Amaç, hastayla ilgili her tür bilgiyi toplamak değildir. Hastanın algıladığı şekliyle şu anda karşı
karşıya olduğu sorunlarla ilgili genel bir fikir edinmektir. Bunu yaparken önemli sorunlar, bu
sorunların başlangıç, gelişim ve bağlamı (yaşam koşulları, kaynaklar, sosyal destek) ve bunlarla
ilgili otomatik düşünceler üzerine odaklaşılır. Böylece terapist, bilişsel kuram bilgisi ışığında ilk
formülasyonunu yapabilir.
Şu anda karşılaşılan sorunlar, bir sorunlar listesi haline getirilir. Genellikle böyle bir listede iki çeşit
sorun bulunmaktadır. Biri depresyon belirtileri, diğeri ise yaşam sorunlarıdır. Yaşam sorunları
depresyonla ilişkili olan yada olmayan sorunları kapsar. Örneğin:
a. Pratik Sorunlar (işsizlik, ev problemleri)
b. Kişilerarası Sorunlar (yakın ilişki kurmada güçlük, eşle ilişkide sorunlar)
c. Bireysel Sorunlar (kendine güvensizlik, öfke kontrolünde güçlük)
Üzerinde anlaşılan böyle bir sorun listesi, hasta-terapist işbirliğini kuvvetlendirerek daha ilk
görüşmeden itibaren bilişsel tedaviyi yaşayarak anlamaya başlamasına yardımcı olur. Görüşme
sırasında terapist sıklıkla hastanın söylediklerini özetler ve geri bildirim alır. Problem listesi
hazırlamak, problemleri sınıflayarak hastayı korkutan çok çeşitli problemlere bir düzen getirir. Bu
şekilde problemlerin azalması, hastada problemlerin kontrol edilebilir olduğu duygusunu
oluşturarak ümidini arttırır.
Amaçların Açıklanması
Her bir problem alanı için amaçların ne olduğu saptanmalıdır. Ancak tedavi sürecinde amaçlarda
değişiklikler olabilir, bazı amaçlar önemini kaybedebilir ve yeni amaçlar belirlenebilir.
Tedavi Rasyonelini Anlatmak
Tedavinin temel ilkeleri basit ve anlaşılabilir biçimde açıklanır. Özellikle depresyondaki kısır döngü
hastayla kendisinden örnekler verilerek anlatılmalıdır. Hastalara pratik konularda da bilgi verilir.
Haftada kaç defa görüleceği, tedavinin ne kadar süreceği, ev ödevleri ve önemi anlatılır.
Tedaviye Başlama:
Belirgin bir problem üzerinde odaklaşılır ve ilk ev ödevleri verilir. İlk görüşmeden sonraki
görüşmelerde o görüşmede hangi konuların ele alınacağı kararlaştırılır, o haftadaki olayla
üzerinde durulur, ev ödevleri gözden geçirilir, yeni ev ödevleri verilir ve o görüşmenin
değerlendirmesi yapılır.
EV ÖDEVLERİ
Ev ödevlerinin işlevleri
1- Tedavi görüşmeleri dışında tedavinin sürmesi için yapı oluşturur.
2- Tedavinin daha spesifik olmasını sağlar.
3- Tedavi görüşmesinde kazanılan içgörünün gerçek yaşam transferini kolaylaştırır.
4- Ev ödevlerinin sonuçları, hastanın ilerlemesi ile ilgili iyi bir geribildirimdir. Hem hasta hemde
terapistin ilerlemeyi algılamalarını kolaylaştırır.
5- Hastanın tedaviye aktif katılmasına yardımcı olur.
Ev ödevlerinin hem yararlı hem de uygulanabilir olması için şunlara dikkat edilir.
a. Ev ödevlerinin o görüşmede konuşulanla ilgili olması gerekir.
b. Ödevler açık ve somut olarak anlatılmalıdır. Kayıt formlarını önceden hazırlama ve
görüşmedeki bir örneği ele alarak forma kaydetme hastaya çok yardımcı olmaktadır.
c. Ödevlerin niçin verildiğinin altında yatan mantığın hasta tarafından iyi anlaşılması
önemlidir.
d. Ödevleri istenilen sonuç olumlu olsa da olmasa da hastanın bir şeyler öğrenebileceği
şekilde hazırlanmalıdır.
Temel bilişsel ve davranışçı stratejiler
Temel stratejiler davranışçı, bilişsel-davranışçı ve önleyici olarak 3 grupta toplanabilir. Hangi
stratejinin ne zaman kullanılacağı hedeflerin saptanmasına ve her hedef için en uygun yolun ne
olduğuna bağlıdır. Hangi stratejinin uygun olduğunu saptamada aşağıdaki sorular yararlı olabilir.
 hastanın depresyonu ne kadar ağırdır?
 Hasta tedavinin hangi evresindedir?
 Hangi sorun hastaya en büyük sıkıntıyı vermektedir?
 Şu anda değişmeye en yatkın olan sorun hangisidir?
DAVRANIŞÇI STRATEJİLER
Davranışçı yöntemlerin genel amacı, duygudurumu değiştirici faaliyetlere katılmayı arttırmaktadır.
Faaliyetlerin kayıt edilmesi, yeni faaliyetlerin planlanması gibi teknikler bilişsel bir çerçevede ele
alınır. Bu aktiviteleri engelleyen düşüncelerin ve depresyonun sürmesine yardımcı olan,
yaptıklarını küçümseme eğiliminin ortaya çıkarılmasına çalışılır.
Hastadan her gün yaptığı şeyleri saatlere göre yazması istenir. Günlük faaliyetlerin kayıt edildiği
bir tablo oluşturulabilir. Günlük faaliyetlerin kaydı, hastanın faaliyet düzeyiyle ilgili somut bilgi
sağlar. Bu bilgi hasta ve terapist tarafından hiçbir şey yapmıyorum tarzındaki düşünceleri test
etme amacıyla kullanılır. Bu düşünceler doğru yada yanlış olabilir. Eğer doğru değilse bu kayıt
durumu açıkça ortaya koyar. Eğer doğruysa güçlüklerin nereden kaynaklandığı bulunmaya
çalışılarak faaliyetlerin yeniden düzenlenmesine çalışılır.
Yapılan faaliyetlerin kaydı yanı sıra faaliyetlerin başarı ve hoşnutluk yönünden değerlendirilmesi
de istenebilir. 10 üzerinden yapılacak değerlendirmede; hoşnutluk; kişinin yaptığı işten ne kadar
zevk aldığını, başarı ise; faaliyeti ne kadar iyi yaptığı ile ilgili değerlendirmedir. Bu çeşit bir
değerlendirme aktivite ve duygudurum arasındaki ilişkiyi gösterme açısından önemlidir.
Hastanın günlük faaliyetleri ve bunlardan olan hoşnutluğu objektif olarak öğrenildikten sonra kayıt
yeni faaliyetlerin düzenlenmesi için tutulur. Amaç, faaliyet düzeyini ve bu faaliyetlerden alınan
zevki arttırmaktır. Bu stratejinin yararları şunlardır:
 Yapılması gerektiği düşünülen ve gözde büyütülen aktiviteleri yapılabilecek bir listeye
indirgemek.
 Şimdi ne yapacağım tarzındaki kararsızlığı kamçılayıcı düşnceleri önler.
 Ne yapacağının önceden planlanması faaliyetlerin düzeyi ve hoşnutluğun artmasıyla
hastanın kendi yaşamını kontrole edebileceğini düşnmesi.

Kayıtlardan elde edilen bilgilerin hiçbir şey yapamıyorum gibi düşnceleri test etmede
kullanılması.
Hastayı yeni faaliyetlere yöneltme yollarından biri de, yapılacak faaliyetlerin ufak adımlara
bölünmesidir.
BİLİŞSEL – DAVRANIŞÇI STRATEJİLER
Tedavi görüşmelerinin birçoğu, hastaya olumsuz düşüncelerini tanıma, sorgulama ve denemeyi
öğretmekle geçer. Bu becerilerin kazanılması, bilişsel terapinin temelini oluşturur. Bu beceriler
öncelikle depresif belirtileri, daha sonra yaşam sorunlarını ortadan kaldırmak amacıyla kullanılır.
Olumsuz Otomatik Düşünceleri Tanıma
Hastalar ilk önce görüşme sırasında terapistin yardımıyla olumsuz otomatik düşünceleri fark
etmeye başlarlar. Terapist, görüşme sırasında hastanın belli bir duyguyu yaşadığını fark ederse
(kızgınlık, elem gibi) o sırada aklından neler geçtiğini ve neler düşündüğünü sorabilir. Olumsuz
otomatik düşünceler, bu şekilde görüşme sırasında ortaya çıkarılabilir. Ayrıca, görüşme sırasında
hasta bir olayı anlatırken o sırada aklından neler geçtiği, neler düşündüğü de sorulabilir. O duruma
bağlı olarak aktive olan otomatik düşünceler bu yöntemle ortaya çıkarılabilir.
Tedavinin ilk aşamalarında otomatik düşüncelerin fark edilmesi ve tanınması terapistin yardımıyla
olurken daha sonra hasta tuttuğu kayıtlarla bunları yakalama ve tanıma becerisi geliştirir. Kayıtlar,
olumsuz otomatik düşüncelerin tanınmasında, bunlara karşı alternatif geliştirilmesinde ve
düşüncelerin sınanmasında önemli rol oynar. Kaydedilen olumsuz otomatik düşüncelere hastanın
inanma derecesi de sorulabilir.
Duyguların olumsuz yönde değişimi, olumsuz otomatik düşüncelerin varlığını gösteren önemli bir
sinyaldir. Hatsalar için duygulardaki bu önemli değişimleri kaydetmeleri doğrudan düşüncelerini
kaydetmelerinden daha kolaydır. Uygulamada, hastadan duygularını kayıt çizelgelerine
kaydetmeleri ve 0-10 arasında puan vermeleri istenir.
Terapist, aynı olay karşısında başka neler düşünebileceğini sorarak hastanın kendi alternatif
düşüncelerini bulmasını sağlar. Bazen alternatif düşüncelerin ortaya çıkarılmasında terapistte
yardımcı olabilir. Hastanın alternatif düşünceleri ortaya çıktıktan sonra hastadan, hemen problem
durumu, otomatik düşüncelerini, duygu ve alternatif düşüncelerini görüşmede kayıt çizelgelerine
kaydetmesi istenir. Böylece terapist, hastaya problemi nasıl kaydetmesi gerektiğini bizzat
yaptırarak gösterir.
Olumsuz otomatik düşünceleri tanımada şu güçlüklerle karşılaşabilir.
1- Hasta düşüncelerini kaydetmekten kaçınabilir. Gerçekte depresif düşüncelerin farkına
varma sıkıntı verici ve kaçınılan bir durumdur. Hasta tedavinin rasyonelini anladıkça ve
kabullendikçe bu kaçınma azalır. Tedavinin ilk aşamalarında olumsuz düşüncelere
odaklanılan zamanı sınırlamak ve kontrol etmek için dikkatin başka yöne çekilmesi
tekniklerinden yararlanılabilir.
a. Bir Objeye Odaklanma: hastadan herhangi bir objenin tüm detaylarına dikkat etmesi
istenir. Bazı sorularla hasta yönlendirilebilir. Nerede duruyor, ne renk, ne kadar
büyük, neden yapılmış gibi.
b. Duyumsal Farkındalık: Bu teknikte hastadan görme, dokunma, tat alma gibi
duyularının tümünü kullanarak çevreye odaklanması öğretilir. Çevreye baktığında
neler görüyorsun, oturduğun yeri, ayakkabını, saçlarını hissediyor musun, nasıl bir
koku alıyorsun, neler işitiyorsun gibi sorularla hasta yönlendirilebilir.
c. Zihinsel Egzersiz: Hastanın zihinsel aktivitelerini meşgul etmeye yönelik bir takım
egzersizler yaptırılabilir. 1000 den geriye 7 şer sayın, A ile başlayan hayvanları
sayın gibi
d. Hoşa Giden Anılar: Geçmişe ait hoş anılar ve fanteziler olumsuz düşünceleri
durdurmak amacıyla kullanılabilir.
2- Olumsuz otomatik düşünceleri tanıyamama: Üzüntülü durumlarda hasta olumsuz otomatik
düşünceleri tanımlayamıyorsa terapist bazı sorularla bunlara ulaşmasına yardımcı olabilir.
Bu durumun sizce anlamı neydi? Gibi.
3- Temel otomatik düşünceleri kaçırma: hastanın getirdiği düşüncelerin yaşanan duygunun
yoğunluğuna uyup uymadığına bakmak oldukça önemlidir. Hastanın temel depresif
düşünceyi doğru olarak tanımlayıp tanımlamadığından emin olmak oldukça önemlidir.
Terapistin bunu öğrenmesinde şu tür bir soru yararlı olabilir; ben böyle düşünseydim
acaba bu kara kötü hisseder miydim?
4- Düşüncelerden çok açıklama yönelik sorular sorma: Terapist, o anda kafanızdan neler
geçiyordu gibi düşünceleri ortaya çıkarmaya yönelik tarzda sorular sorduğu zaman
olumsuz otomatik düşüncelere daha rahat ulaşabilir.
5- Alternatif düşünce bulma güçlüğü: Terapist görüşme esnasında birkaç uygulama yaparak
hastanın bu becerisini geliştirebilir.
Olumsuz otomatik düşüncelerin sınanması
Olumsuz otomatik düşüncelere karşı daha gerçekçi ve daha yararlı alternatif düşünceleri ortaya
çıkarmada iki yol vardır.
Bunlardan biri otomatik düşüncelerin geçerliliğini sözel olarak
sorgulamaktır. Diğeri ise bazı davranışsal denemeler planlayarak hastanın bunları bizzat
deneyerek sınamasıdır.
Sözel Sorgulama:
Burada amaç, hastanın kendi düşüncelerini tekrar değerlendirmesini sağlamaktır. Ancak, terapist
bunu hastaya ders verir tarzda yorumlar katarak ve alternatif düşünceleri sıralayarak
yapmamalıdır. Hastanın kendi alternatif düşüncelerini geliştirmesine sistematik ve duyarlı sorular
sorarak yardımcı olur. Hastaya şu soruları sorması yararlı olur.
1- otomatik düşüncelerin doğruluğu ile ilgili kanıtların nelerdir?
2- Başka ne olabilir? Depresyonda olmadan önce ne düşünürdün? Yada kendini daha iyi
hissettiğin bir zamanda ne düşünürdün? Güvendiğin bir kişi ne düşünürdü? Bir arkadaşın
gelse san bu problemini anlatsa ona ne derdin?
3- Bu şekilde düşünmenin yararları ve zararları nelerdir?
4- Ne çeşit bir mantık hatası yapıyorum? Bir tek olaya dayanarak bir sonuca mı varıyorum?
Yalnızca hatalarımı görüyor kuvvetli yanlarımı göz ardı mı ediyorum? Hemen sonuca mı
gidiyorum gibi
Davranışsal denemeler:
Alternatif düşüncelerin ortaya çıkarılması tedavide önemli bir aşamadır. Tedavinin diğer
aşamasında bunların günlük hayata yansıtılması yer alır. Bunun için hastalara bazı davranışsal
denemeler yaptırılabilir. Kişiler genellikle günlük hayatta bazı tahminlerde bulunurlar.
Depresyondaki kişiler ise daha sık tahminde bulunurlar. Bu tahminlerin doğru olup olmadığı bazı
denemelerle hastaya gösterilebilir. Bu denemeler için şöyle bir sıra izlenir:
1- Tahmini veya olumsuz bir düşünceyi belirleyin.
2- Bu tahminin doğruluğu veya yanlışlığı ile ilgili kanıtlar var mı? Destekleyen kanıtlar neler,
desteklemeyen kanıtlar nelerdir?
3- Bunu denemek için bir plan kurlur.
4- Sonuçta ne oldu?
5- Ne öğrendi?
Bilişsel – davranışçı tedavide kalıcı iyileşmenin sağlanabilmesi için, hastanın işlevsel olmayan
sayıtlılarının sorgulanarak değiştirilmesi gerekir. Tedavinin son aşamasında işlevsel olmayan
sayıtlıların tanımlanması ve sorgulanması yer alır.
İşlevsel olmayan sayıtlıların tanınması
İşlevsel olmayan sayıtlılar olumsuz otomatik düşüncelerin altında yatan kalıplaşmış düşüncelerdir.
Özellikleri şunlardır:
 Gerçekçi değildir.
 Katı, uçlarda ve genellenmiştir. Şartlara göre değişmez, esnek değildir.
 Kişinin gerçek performansını ortaya koymasını engeller.
 Aşırı, uç duygulara neden olur.
 Yaşanan günlük deneyimlerle değişmezler.
Beck ve arkadaşları işlevsel olmayan sayıtlıları 3 grupta toplamışlardır. Bunlar; başarı, kabul
edilme ve kontroldür. Kişi diğer insanların standartlarına ulaşamadığından, reddedilebileceğinden
veya kontrolün elinden gideceğinden korktuğu için insanlarla yakın ilişkilere girmekten
kaçınabilirler.
Beck ayrıca 2 kişilik tipi tanımlamıştır. Bunlar otonomi ve sosyotropi dir. Otonom özellikler
gösteren kişiler bağımsızlığa ve başarıya önem veren kişilerdir. Sosyotropik özellikler gösterenler
ise sosyal bağların zayıflaması, ilişkilerin sonlanması ve reddedilme gibi durumlara aşırı duyarlı
olan kişilerdir.
İşlevsel olmayan sayıtlıların ortaya çıkarılması
Bu sayıtlılar kurallardır, soyutturlar ve gözlenemezler. Bunları ortaya çıkarmada bazı ipuçlarından
faydalanılabilir:
1- Tedavi sırasında bir araya gelen ortak düşünceler ve temalar yoluyla. Tedavi
görüşmelerinde veya kayıtlarda hastanın getirdiği otomatik düşünceler ele alınıp
incelenerek bunlardaki ortak genel kurallar ortaya çıkarılabilir.
2- Altta yatan işlevsel olmayan sayıtlılarda da olumsuz otomatik düşüncelerindeki mantık
hatalarına benzer hatalar vardır. Bunlardan yararlanılarak işlevsel olmayan sayıtlılara
ulaşılabilir. Örneğin: benim düşünceme katılmıyorsa her şey biter düşüncesinin altında bir
kişiyle her konuda hemfikir olamazsam aramızdaki ilişkinin sürmesi imkansızdır sayıtlısı
yer alabilir.
3- Geçmiş yaşantılara dayalı olarak bugün gelişmiş inançlar olabilir. Benzer duyguyu daha
önce ne zaman hissettiğiniz? İlk olarak bu duyguyu ne zaman hissettiniz? Tarzında
sorularla geçmiş yaşantılar ve temel inanca ulaşılabilir.
4- Aşırı duyguların araştırılmasıyla bunların altında yatan sayıtlılara ulaşılabilir.
5- Aşağı uzanan oklar tekniği ile temel sayıtlılara ulaşılabilir. Terapist bu teknikte, olumsuz
duyguyu veya düşünceyi değiştirmek yerine farz edelim ki bu doğru, bunun senin için
anlamı nedir? Yada buna benzer soruları tekrar tekrar sorarak temel sayıtlılara ulaşılabilir.
İşlevsel olmayan sayıtlıların değiştirilmesi
Temel sayıtlıların değiştirilmesinde kullanılan teknikler şunlardır:
1- Bu sayıtlı ne kadar gerçekçi? Gerçek hayata uygulanabilir mi? Kişinin bu kuralı ne derece
yerine getirebileceği ve yaşam koşullarına ne kadar uyduğu sorgulanır.
2- Bu sayıtlının yararları ve zararları nelerdir? Bu kural hastaya neler kazandırıyor ve neler
kaybettiriyor, bir liste halinde sıralanması istenir. Hayatta ulaşmak istediği amaçlara
ulaşmada bu kuralın yardımı olabilir mi?
3- Bu sayıtlılar nereden geliyor? Erken yaşam olaylarına dayanıyorsa şimdiki yaşam
koşullarına uymadığı gösterilebilir.
4- Bu işlevsel olmayan sayıtlının alternatifi ne olabilir? Bunun yerine daha farklı gerçekçi inanç
ve kurallar olabilir mi?
Olumsuz otomatik düşüncelerde olduğu gibi işlevsel olmayan sayıtlılardaki değişimler de
davranışsal denemelerle sınanmalı ve pekiştirilmelidir. Temel işlevsel olmayan sayıtlısına ters
gelen davranışlarda bulundurarak bunların sonuçlarının görülmesi sağlanır.
BDE
Adı SoyadI :
Cinsiyeti veYaşı :
Tarih :
Sonuç :
Aşağıda kişilerin ruh durumlarını ifade ederken kullandıkları bazı cümleler veril miştir. Her madde
bir çeşit ruh durumunu anlatmaktadır. Her medde o ruh durumunu derecesini belirleyen 4
seçenekten oluşur. Lütfen bu seçenekleri dikkatle okuyunuz. Son bir hafta içindeki ( şu an dahil)
kendi ruh durumunuzu göz önünde bulundurarak, size en uygun ifadeyi bulunuz. Daha sonra, o
maddenin yanındaki harfin üzerine (x) işareti koyunuz.
1.
2.
3.
4.
Kendimi üzgün hissetmiyorum.
kendimi üzgün hissediyorum.
her zaman için üzgünüm ve kendimi bu duygudan kurtaramıyorum.
Öylesine üzgün ve mutsuzum ki dayanamıyorum.




Gelecekten umutsuz değilim.
Geleceğe biraz umutsuz bakıyorum.
Gelecekten beklediğim hiç bir şey yok.
Benim için bir gelecek yok ve bu durum düzelmeyecek.
1.
2.
3.
4.
Kendimi başarısız örmüyorum.
Çevremdeki insanlardan daha fazla başarısızlıklarım oldu sayılır.
geriye dönüp baktığımda çok fazla başarısızlığım olduğunu görüyorum.
Kendimi tümüyle başarısız bir insan olarak görüyorum.

Herşeyden eskisi kadar zevk alabiliyorum.



1.
2.
3.
4.




1.
2.
3.
4.




Herşeyden eskisi kadar zevk alamıyorum.
Artık hiç bir şeyden gerçekten zevk alamıyorum.
Bana zevk veren hiçbir şey yok. Herşey çok sıkıcı.
Kendimi suçlu hissetmiyorum.
arada bir kendimi suçlu hissettiğim oluyor.
kendimi çoğunlukla suçlu hissediyorum.
kendimi her an suçlu hissediyorum.
Cezalandırıldığımı düşünüyorum.
Bazı şeyler için cezalandırılabileceğimi hissediyorum.
Cezalandırılmayı bekliyorum.
Cezalandırıldığımı hissediyorum
kendimden hoşnutum.
kendimden pek hoşnut değilim.
kendimden hiç hoşlanmıyorum.
kendimden nefret ediyorum.
Kendimi diğer insanlardan daha kötü görmüyorum.
Kendimi zayıflıklarım ve hatalarım için eleştiriyorum.
Kendimi hatalarım için çoğu zaman suçluyorum.
Her kötü olayda kendimi suçluyorum.
1.
2.
3.
4.




kendimi öldürmek gibi düşüncelerim yok.
bazen kendimi öldürmeyi düşünüyorum fakat bunu yapmam.
kendimi öldürmeyi isterim.
bir fırsatını bulsam kendimi öldüreceğim
her zamankinden daha fazla ağladığımı sanmıyorum
eskisine göre şu sıralarda daha fazla ağlıyorum.
Şu sıralarda her an ağlıyorum.
Eskiden ağlayabilirdim, ama şu sıralarda istesem de ağlayamıyorum.
1.
2.
3.
4.
her zamankinden daha sinirli değilim.
her zamankinden daha kolay sinirleniyor ve kızıyorum.
çoğu zaman sinirliyim.
eskiden sinirlendiğim şeylere bie artık sinirlenemiyorum.
1.
2.
3.
4.
 Diğer insanlara karşı ilgimi kaybetmedim.
 Eskisine göre insanlarla daha az ilgiliyim.
 Diğer insanlara karşı ilgimin çoğunu kaybettim.
 Diğer insanlara karşı hiç ilgim kalmadı.
kararlarımı eskisi kadar kolay ve rahat verebiliyorum.
şu sıralarda kararlarımı vermeyi erteliyorum.
kararlarımı vermekte oldukça güçlük çekiyorum.
artık hiç karar veremiyorum.



Dış görünüşümün eskisinden daha kötü olduğunu sanmıyorum.
Yaşlandığımı ve çekiciliğimi kaybettiğimi düşünüyor ve üzülüyorum.
Dış görünüşümde artık değiştirilmesi mümkün olnayan olumsuz değişiklikler olduğunu
hissediyorum.
 Çok çirkin olduğumu düşünüyorum.
1. eskisi kadar iyi çalışabiliyorum.
2. bir işe başlayabilmek için eskisine göre kendimi daha fazla zorlamak
gerekiyor.
3. hangi iş olursa olsun yapabilmek için kendimi çok zorluyorum.
4.




1.
2.
3.
4.




1.
2.
3.
4.
hiçbir şey yapamıyorum.
Eskisi kadar rahat uyuyabiliyorum.
Şu sıralarda eskisi kadar rahat uyuyamıyorum.
Eskisine göre 1-2 saat erken uyanıyor ve tekrar uyumakta zorluk çekiyorum.
Eskisine göre çok erken uyanıyor ve tekrar uyuyamıyorum.
eskisine oranla daha çabuk yorulduğumu sanmıyorum.
eskisinden daha çabuk yoruluyorum.
şu sıralarda nerdeyse herşey beni yoruyor.
öyle yorgunum ki hiç birşey yapamıyorum.
Iştahım eskisinden pek farklı değil.
Iştahım eskisi kadar iyi değil.
Şu sıralarda iştahım epey kötü.
Artık hiç iştahım yok.
son zamanlarda pek fazla kilo kaybettiğimi sanmıyorum.
son zamanlarda istemediğim halde 3 kilodan fazla kaybettim.
son zamanlarda istemediğim halde 5 kilodan fazla kaybettim.
son zamanlarda istemediğim halde 7 kilodan fazla kaybettim.



Sağlığım beni pek endişelendirmiyor.
Son zamanlarda ağrı, sızı, mide bozukluğu, kabız gibi sorunlarım var.
Ağrı, sızı gibi sıkıntılarım beni epey endişelendirdiği için başka şeyleri düşünmek zor
geliyor.
Bu tür sıkıntılar beni öylesine endişelendiriyor ki, artık başka hiç birşey düşünemiyorum.
son zamanlarda cinsel yaşamımda dikkatimi çeken bir şey yok.
eskisine oranla cinsel konularla daha az ilgileniyorum.
şu sıralarda cinsellikle pek ilgili değilim.
artık cinsellikle hiç bir ilgim kalmadı.

1.
2.
3.
4.
ÇDÖ
Adı Soyadı:
Yaşı ve Cinsiyeti:
Tarih:
Sonuç
Aşağıda gruplar halinde bazı cümleler yazılıdır. Her gruptaki cümleleri dikkatlice okuyunuz. Her
grup içinden bugün de dahil olmak üzere son iki haftadır yaşadıklarınızı en iyi şekilde tanımlayan
cümleyi seçip, yanındaki numarayı dire içine alınız.
0. kendimi arada sırada üzgün hissederim
1. kendimi sık sık üzgün hissederim.
2. kendimi her zaman üzgün hissederim.
0. işlerim hiçbir zaman yolunda gitmeyecek.
1. işlerimin yolunda gidip gitmeyeceğimden emin değilim.
2. işlerim yolunda gidecek.
0. işlerimin çoğunu doğru yaparım.
1. işlerimin çoğunu yanlış yaparım.
2. her şeyi yanlış yaparım.
0. bir çok şeyden hoşlanırım.
1. bazı şeylerden hoşlanırım.
2. hiçbir şeyden hoşlanmam.
0. her zaman kötü bir çocuğum.
1. çoğu zaman kötü bir çocuğum.
2. arada sırada kötü bir çocuğum.
0. arada sırada başıma kötü bir şeylerin geleceğini düşünürüm.
1. sık sık başıma kötü şeylerin geleceğinden endişelenirim.
2. başıma çok kötü şeylerin geleceğinden eminim.
0. kendimden nefret ederim.
1. kendimi beğenmem.
2. kendimi beğenirim.
0. bütün kötü şeyler benim hatam.
1. kötü şeylerin bazıları benim hatam.
2. kötü şeyler genellikle benim hatam değildir.
0.
1.
2.
0.
1.
2.
kendimi öldürmeyi düşünmem.
kendimi öldürmeyi düşünürüm ama yapamam.
kendimi öldürmeyi düşünüyorum.
her gün içimden ağlamak gelir.
bir çok günler içimden ağlamak gelir.
arada sırada içimden ağlamak gelir.
0. her şey her zaman beni sıkar.
1. her şey sık sık beni sıkar.
2. her şey arada sırada beni sıkar.
0. insanlarla beraber olmaktan hoşlanırım.
1. çoğu zaman insanlarla birlikte olmaktan hoşlanmam.
2. hiçbir zaman insanlarla birlikte olmaktan hoşlanmam.
0.
1.
2.
0.
1.
2.
herhangi bir şey hakkında karar veremem.
herhangi bir şey hakkında karar vermek zor gelir.
herhangi bir şey hakkında kolayca karar veririm.
güzel, yakışıklı sayılırım.
güzel, yakışıklı olmayan yanlarım var.
çirkinim.
0.
1.
2.
0.
1.
2.
0.
1.
2.
0.
1.
2.
okul ödevlerimi yapmak için her zaman kendimi zorlarım.
okul ödevlerimi yapmak için çoğu zaman kendimi zorlarım.
okul ödevlerimi yapmak sorun değil.
her gece uyumakta zorluk çekerim.
bir çok gece uyumakta zorluk çekerim.
oldukça iyi uyurum.
arada sırada kendimi yorgun hissederim.
bir çok gün kendimi yorgun hissederim.
her zaman kendimi yorgun hissederim.
hemen her gün canım yemek, yemek istemez.
çoğu gün canım yemek, yemek istemez.
oldukça iyi yemek terim.
0.
1.
2.
0.
1.
2.
ağrı ve sızılardan endişe etmem.
çoğu zaman ağrı ve sızılardan endişe ederim.
her zaman ağrı ve sızılardan endişe ederim.
kendimi yalnız hissetmem.
çoğu zaman kendimi yalnız hissederim.
her zaman kendimi yalnız hissederim.
0.
1.
2.
0.
1.
2.
okuldan hiç hoşlanmam.
arada sırada okuldan haşlanırım.
çoğu zaman okuldan hoşlanırım.
birçok arkadaşım var.
birkaç arkadaşım var ama daha fazla olmasını isterim.
hiç arkadaşım yok.
0.
1.
2.
0.
1.
2.
okul başarım iyi.
okul başarım eskisi kadar iyi değil.
eskiden iyi olduğum derslerden çok başarısızım.
hiçbir zaman diğer çocuklar kadar iyi olamıyorum.
eğer istersem diğer çocuklar kadar iyi olurum.
diğer çocuklar kadar iyiyim.
0.
1.
2.
0.
1.
2.
kimse beni sevmez.
beni seven insanların olup olmadığından emin değilim.
beni seven insanların olduğundan eminim.
bana söyleneni genellikle yaparım.
bana söyleneni çoğu zaman yaparım.
bana söyleneni bir çok zaman yapmam.
0. insanlarla iyi geçinirim.
1. insanlarla sık sık kavga ederim.
2. insanlarla her zaman kavga ederim.
PANİK BOZUKLUĞU
BELİRTİLER VE BULGULAR
 Panik nöbeti olduğu sırada hasta ileri derecede endişeli görülür.
 Nöbet sırasında hasta ağır korku ve panik durumu içerisinde rahat konuşamaz; sesi titrer.
Klinik belirtilerin ağırlığı altında hasta ile ilişki kurmak güç olabilir.
 Nöbet sırasında hastada ileri derecede korku ve uyarılış durumu vardır. Ne zaman
geleceği önceden kestirilemeyen, akut ve ağır bir korku nöbeti bütün duygulanıma
egemendir. Nöbet yatıştıktan sonra hastanın en önemli yakınması panik nöbetini yeniden
yaşama korkusudur. Nöbet sırasında hastada şiddetli bir ölüm, delirme, kontrolünü yitirme
korkusu vardır. Nöbet geçtikten sonra bu korkular daha hafif olarak devam ederler.
Hastaların önemli bir kısmında panik nöbetinden birkaç hafta yada ay önce yaşanmış
önemli bir yaşam öyküsü olayı bulunabilir.
 Nöbet sırasında hasta zihinsel karışıklık, şaşkınlık içinde olabilir. Çevresini ve kendisini
değişmiş olarak görme şeklinde algı bozuklukları yaşanabilir.
 Düşünce içeriğinde nöbet yenilerse kendisine ne olur ne yapar şeklinde kaygılar sık
görülür.
Nöbetler genellikle 10-15 dakikadan birkaç saate kadar sürebilir. Fakat bütün süre boyunca hep
aynı şiddette değildir.
Panik nöbetlerinin ne zaman nerede geleceği belli olmaz. Fakat, örneğin kapalı, açık, yüksek
yerde, kalabalıkta, yalnız kalınca oluyorsa o zaman panik nöbetinin fobik nitelik kazanmış olduğu
anlaşılır.
DSM- III- R ‘ de panik bozukluğu agorafobili ve agorafobisiz panik bozukluğu diye ikiye ayrılmıştır.
AYIRICI TANI
En çok yaygın bunaltıdan ve fobik bozukluktan ayırmak gerekir. Yaygın bunaltı bozukluğu uzun
sürelidir; korkunun derecesi panik bozukluğu kadar şiddetli değildir. Fobilerde ise panik nöbetine
benzer korkular ancak özel fobi nesnesi yada durumuyla karşılaşınca görülür. Eğer beklenmedik
biçimde nöbetler geliyorsa, ortada bir fobi varsa bile tanı panik bozukluğudur.
DSM – IV – TANI ÖLÇÜTLERİ
Aşağıdaki semptomlardan dördünün yada daha fazlasının birden başladığı ve 10 dakika içinde en
yüksek düzeyine ulaştığı, ayrı bir yoğun korku yada rahatsızlık duyma döneminin olması:
12345678-
Çarpıntı, kalp atımlarını duyumsama yada kalp hızında artma olması.
Terleme
Titreme yada sarsılma.
Nefes darlığı yada boğuluyor gibi olma duyumları.
Soluğun kesilmesi.
Göğüs ağrısı yada göğüste sıkıntı hissi.
Bulantı yada karın ağrısı
Baş dönmesi, sersemlik hissi,düşecekmiş yada bayılacakmış gibi olma.
9- Derealizasyon yada depersonalizasyon.
10- Kontrolü kaybedeceği yada çıldıracağı korkusu.
11- Ölüm korkusu.
12- Uyuşma yada karıncalanma duyumları.
13- Üşüme, ürperme yada ateş basmaları.
AGORAFOBİ
A. Beklenmedik bir biçimde ortaya çıkabilecek yada duyumsal olarak yatkınlık gösterilen bir
panik atağın yada panik benzeri semptomların çıkması durumunda yardım
sağlanamayabileceği yada kaçmanın zor olacağı yerlerde yada durumlarda bulunmaktan
anksiyete duyma. Agorofobik korkular arasında belirli durumlar vardır ki bunlar arasında tek
başına evin dışında olma, kalabalık bir ortamda bulunma yada sırada bekleme, köprü
üzerinde olma sayılabilir.
Not: Kaşınma bir yada birkaç özgül durumla sınırlı ise Özgül Fobi tanısını, toplumsal
durumlarla sınırlı ise Sosyal Fobi tanısını düşününüz.
B. Bu durumlardan kaçınılır yada panik atağı yada panik benzeri semptomlar olacak
anksiyetesiyle yada yoğun bir sıkıntıyla bu durumlara katlanılır yada eşlik eden birinin
arlığına gereksinilir.
C. Bu anksiyete yada fobik kaçınma, sosyal fobik, özgül fobi, OKB, travma sonrası stres
bozukluğu yada ayrılma anksiyetesi gibi başka mental bozuklukla daha iyi açıklanamaz.
AGORA FOBİ OLMADAN PANİK BOZUKLUĞU
A. Aşağıdakilerden hem (a) hem de (b) vardır.
a. Yineleyen beklenmeyen panik atakları
b. Ataklardan en az birini, 1 ay süreyle yada daha uzun bir süre aşağıdakilerden biri
veya daha fazlası izler:
i. Başka ataklarında olacağına ilişkin sürekli kaygı
ii. Atağın yol açabilecekleri yada sonuçlarıyla ilgili olarak üzüntü duyma.
iii. Atakla ilişkili olarak belirgin bir davranış değişikliği gösterme.
B. Agorafobinin olmaması.
C. Panik atakları bir maddenin yada genel tıbbi bir durumun doğrudan fizyolojik etkilerine bağlı
değildir.
D. Başka bir bozuklukla daha iyi açıklanamaz.
AGORAFOBİ İLE BİRLİKTE PANİK BOZUKLUĞU
A. Aşağıdakilerden hem (a) hem de (b) vardır.
a. Yineleyen beklenmedik panik atakları.
b. Ataklardan birini en az birini, 1 ay süreyle yada daha uzun bir süre aşağıdakilerden
biri yada daha fazlası izler:
i. Başka ataklarında olacağına ilişkin sürekli bir korku
ii. Atağın yol açabilecekleri yada sonuçlarıyla ilgili olarak üzüntü duyma.
iii. Ataklarla ilişkili olarak belirgin bir davranış değişikliği gösterme.
B. Agorafobinin olması.
C. Panik atakları bir maddenin yada genel tıbbi bir durumun doğrudan fizyolojik etkilerine bağlı
değildir.
D. Başka bir bozuklukla daha iyi açıklanamaz.
Panik Atak Nedir?
Aniden başlayan ve zaman zaman tekrarlayan, insanı dehşet içinde bırakan yoğun sıkıntı ya da
korku nöbetleridir. Hastalarımızın çoğu zaman "kriz" adını verdiği bu nöbetlere biz panik atak
diyoruz. Panik atak birdenbire başlar, giderek şiddetlenir ve şiddeti 10 dakika içinde en yoğun
düzeye çıkar, çoğu zaman 10-30 dakika, seyrek olarak da 1 saat kadar devam ettikten sonra
kendiliğinden geçer.
Panik Bozukluğu Nedir?
Panik bozukluğu, tekrarlayan, beklenmedik panik atakları ve ataklar arasındaki zamanlarda başka
panik ataklarının da olacağına ilişkin sürekli bir kaygı duyma. Panik ataklarının "kalp krizi geçirip
ölme" , "kontrolünü yitirip çıldırma" yada "felç geçirme" gibi kötü sonuçlara yol açabileceği
inancıyla sürekli üzüntü duyma yada ataklara ve olası kötü sonuçlarına karşı önlem alarak (işe
gitmeme, spor, ev işi yapmama, bazı yiyecek yada içecekleri yiyip içmeme, yanında ilaç, su, alkol,
çeşitli yiyecekler taşıma gibi ) bazı davranış değişikliklerinin görüldüğü ruhsal bir rahatsızlıktır.
Panik Atak Nasıl Oluşur?
İlk atak başlıyor:
Hiçbir neden yokken ve birden bire başlayan çarpıntı, terleme, göğüste sıkışma, nefes darlığı
yada baş dönmesi, dengesizlik, fenalaşma yada baygınlık gibi belirtiler kişiyi dehşet içinde bırakır.
Kişi 'kalp krizi ' geçirdiğini yada felç geçirmekte olduğunu zannederek yoğun bir 'ölüm korkusu' ya
da 'felç olma' korkusu yaşar. Bazen de başında bir tuhaflık, sersemlik hissi, kendisini veya
çevresini bir garip ya da değişik hissetme gibi duyguların ortaya çıkmasıyla, 'kontrolünü
kaybetmeye' yada 'çıldırmaya başladığını' düşünerek kendisine yada çevresindekilere bir zarar
vermekten korkmaya başlar. Hasta hemen, en yakın doktor ya da acil servise götürülür. Orada
yapılan birçok muayene, çekilen film, elektrokardiyografi, tomografi ve diğer incelemelerde hiçbir
şey bulunmaz. Hastanın nesi olduğu sorulduğunda doktorlar 'hiçbir şeyi yok' ya da 'stresten olmuş
' derler. Çoğu zaman sakinleştirici bir iğne yapılarak evine gönderilir.
Ataklar tekrarlıyor:
Bir süre sonra panik atakları tekrarlar. Hasta, her yeni atak ile aynı dehşet ve korkuyu yeniden
yaşamaya ve acil servislere taşınmaya başlar. Her seferinde yeniden muayene, yeniden
incelemeler yapılır ancak hiçbir şey bulunmaz. Hasta, kalbinde ya da beyninde kötü bir şey
olduğuna, ancak doktorların bunu bir türlü bulamadığına inanmaya başlar. Bazen de yanlış tanı
konularak hasta, antibiyotikten nefes açıcıya, çarpıntı ilacından tansiyon ve kalp ilacına, vitamine
kadar değişik ilaçlarla tedavi edilmeye çalışılır, ancak bir türlü iyileşemez.
Beklenti Anksiyetesi gelişiyor:
Ataklar tekrarlamaya devam ettikçe, hasta, ataklar arasındaki dönemde gergin, huzursuz ve
endişeli bir şekilde her an yeni bir panik atağının geleceğini beklemeye başlar. Bu endişeli
bekleyişe "beklenti anksiyetesi" adı verilir. Atakların çoğu zaman belirsiz zaman ve yerlerde
gelmesi bu kaygıyı daha çok arttırır. Ataklar sıklaştıkça, kalp krizi geçirip ölme, felç olma ya da
kontrolünü kaybedip çıldırma korkuları pekişir.
Yoğun ve sürekli üzüntü:
Hastalar, evde kimsenin olmadığı bir zamanda kalp krizi geçirmekten ve hastaneye ulaşamadan
ölmekten ya da kontrolünü kaybederek çıldırıp intihar etmekten, kendisine ya da yakınlarına bıçak
ve bu gibi bir şeyle zarar vermekten, başkalarının bulunduğu ortamlarda çılgınca ve garip
davranışlarda bulunarak rezil olmaktan şiddetle korkar. Bu düşüncelerin sürekli aklına
gelmesinden dolayı da yoğun bir üzüntü duyarlar.
Yoğun davranışlar değişiyor:
Bir süre sonra ataklara ve ataklar sırasında gerçekleşeceğine inandıkları " felaketler" e karşı bazı
önlemler almaya ve kimi davranışlarını değiştirmeye başlarlar. Ataklara neden olabileceğini
düşündükleri etkinliklerden, yiyecek ve içeceklerden vazgeçerler. Ataklara karşı evden çıkarken
alkol / madde/ ilaç / kullanırlar. Ataklar sırasında kullanmak üzerede yanlarında ilaç, su, yiyecek
v.b. taşırlar. Ataklar sırasında olabileceklere karşı önlem alırlar. Örneğin atak sırasında kontrolünü
kaybederek çocuklarına zarar vereceğine inanan hastaların önlem alarak evdeki bütün bıçakları
kilit altında tuttukları, çocuklarıyla yalnız kalmamaya çalıştıkları, atak sırasında fenalaşarak kendini
yitireceğinden ya da bayılacağından korkan bayan hastaların, baygınken çalınır diye takılarını
yanlarına almadıkları, onu baygın bulanların yardımcı olabilmesi için evinin / eşinin / ailesinin
adresini, telefon numarasını, hatta tıbbi yardım için ulaşabilmek üzere doktorunun kartvizitini
taşıdıkları görülmüştür. Bu hastalar, gerektiğinde acil yardımı çabuk alabilmek için bütün günlerini
hastane bahçesinde geçirmeyi ya da güzergâhlarını muayenehane, eczane ve acil servis bulunan
yerlerden seçmeyi tercih ederler
Agorafobi Nedir?
Hastaların %60'ından fazlası, atakların geleceği yer ve durumlardan kaçınmaya başlarlar. Yalnız
başına evde kalamaz, sokağa yalnız çıkamaz, otobüs, vapur, deniz otobüsü gibi taşıt araçlarına,
asansöre binemez, dar sokak yada köprülerden geçemez, Pazar yeri, büyük mağazalar gibi
kalabalık yerlere giremez olurlar. bazen de, ancak yanlarında birisi ile yoğun bir endişe ve
rahatsızlık duyarak bu tür yerlere gidebilirler. Hastaların, yalnız başlarına panik atak`ı geleceğini
zannettikleri yerlere gidememe, o tür yerlerde kalamama durumlarına agorafobi denir.
Panik Bozukluğu Nasıl Bir Hastalıktır?
Panik bozukluğu psikiyatristler tarafından iyi bilinen ve çok sık görülen bir rahatsızlıktır. Öyle ki,
toplum içinde herhangi 100 kişinin yaklaşık 3-4' ü bu hastalığı ya daha önce geçirmiştir ya da
halen bu hastalığı yaşamaktadır. Her yaşta başlayabilmekle birlikte en sık 20-35 yaşları arasında
başlar. Kadınlarda, erkeklere göre 2-3 kat fazla görülür.
Panik Atak Neden Oluşur?
Panik atak`in neden olduğuna ilişkin iki bilimsel açıklama vardır:
1. Panik atak, beynimizde nöron adı verilen sinir hücrelerinden salgılanan, heyecan ve duygusal
yaşantılarımızı düzenleyen bazı beyin hormonlarının düzensiz çalışması sonucu oluşmaktadır.
2. Panik atak, günlük yaşantımızda yaptığımız bazı davranışlarımızın sonucunda ortaya çıkan ve
tamamen 'doğal ve zararsız' olan çarpıntı, terleme, nefes sıkışıklığı ya da baş dönmesi gibi
bedensel belirtilerin, hasta tarafından kötü bir hastalığın belirtileri olarak değerlendirilmesi ve
bunun sonucunda da 'kalp krizi geçiriyorum, öleceğim' ,'çıldırıyorum' 'felç olacağım' şeklinde yanlış
yorumlanması sonucu ile oluşur.
Tedavisi Mümkün müdür?
Panik atak, tedavisi mümkün bir hastalıktır. Bugün için etkinliği bilimsel araştırmalarla kanıtlanmış
iki türlü tedavisi vardır. Bunlar:
1. İlaç tedavisi
2. Bilişsel-davranışçı tedavi
1.İlaç tedavisi:
İlaçlar, beyin sinir hücrelerindeki hormon faaliyetlerini düzenleyerek panik atak`i iyileştirirler.
Halen,
ülkemizde
bu
hastalığa
iyi
gelen
ilaçlar
bulunmaktadır.
İlaç tedavisi etkin dozda en az bir yıl sürdükten sonra, yavaş yavaş azaltılarak kesilmelidir.
2. Bilişsel-davranışçı tedavi:
Bu tedavide iki amaç vardır.
1. Hastanın, aslında tamamen 'zararsız' olan panik atağı belirtileri hakkındaki yanlış bilgi ve
inanışlarının düzeltilmesi ve hastanın bu belirtilerle korkmadan baş edebilmesinin öğretilmesi
amaçlanır.
2. 'panik atak gelirse' endişesi ile, sokağa çıkma, vapur, otobüs, trene binme, kalabalık yerlere
gitme gibi tek başına yapmaktan korktuğu şeylere bir plan dahilinde yeniden 'alıştırılması'
amaçlanır.
En iyi sonuç, bu iki tedavinin birlikte uygulanması ile alınmaktadır.
Panik Atak Türleri
1-Beklenmedik Ataklar:
Nedensiz, birden ortaya çıkan nöbetler, Panik Bozuklukta bu tür ataklar vardır.
2-Duruma bağlı olanlar:
Korkulan herhangi bir nesneyle yada bir durum karşılığında ortaya çıkar.
3-Durumsal yatkınlık gösterilen panik ataklar:
Genellikle destekleyici bir etken vardır, fakat bu etken herzaman atağa yol açmaz. Örneğin,
hastada araba kullanırken panik atak oluşmasına karşın, bazen araba kullandıktan sonra atak
geçirebilmektedir.
Panik Bozuklukta Risk Faktörleri (Kimler paniğe daha yatkın?)
—Birinci derece akrabalarında panik ya da başka anksiyete bozukluğu olanlar.
—Sıkıntılı, telaşlı, aceleci, mükemmeliyetçi, insanlar.
—Düşünce ve duyguların yeterince dışarıya yansıtamayan, "içsel insanlar."
—Alkol yada başka bağımlılık yapabilen maddelere yatkınlık ve bağımlılık
—Geçmişinde panik atak diğer anksiyete bozukluklarından bir rahatsızlık ya da depresyon
geçirmiş olmak.
—Sürekli baskı altında olmak, engellenmek yada kendi kendini baskılamak.
—Sosyal fobik, kaçıngan kişilik yapıları Sürekli "verici" davranma "iyilik meleği" gibi davranma
"hayır" diyememe.
—Öfkesini, kızgınlığı dışarıya yansıtamayan insanlar
—Dürtülerini sürekli bastıran insanlar -Cinselliği baskılamak, cinsel tatminsizlik ve yoğun bilinç dışı
aldatma dürtüleri ve gizli homoseksüel eğilimleri olanlar.
—Aşırı hırslı, sürekli başarı ile beslenen, başarısızlıklarda kendisini suçlayan yapı.
Paniğin seyri, gidişatı:
Panik bozukluk en çok 30'lu yaşlarda ortaya çıkar. Az sayıda çocuklukta başlar. 45 yaşında
başlaması olağan değildir. Gidişatı kişiden kişiye değiştiği gibi aynı kişide bile belirtiler değişebilir.
Uzun süreli izleme çalışmalarında % 40'nın belirtilerden arındığı, yaklaşık % 50'sinin belirtilerinin
çok hafiflediği ve yaşamlarını engellemediği saptanmıştır. % 10-20 arası belirtilerin iniş-çıkışlarla
devam ettiği görülmüştür.
Atakların Oluşmaması İçin, Hastaların Geliştirdiği Davranışlar
Panik Bozukluğu olan hastalar, yaşadıkları panik ataklar nedeniyle zamanla yaşamlarında bazı
değişiklikler yaparlar. Çok şiddetli ölüm korkusu veya kontrolünü yitirme duygusu yaşadıklarından
düşünce davranışların da aşırılıklar abartılar, korkular, dikkati çeker, fakat bütün bunlar hastanın
elinde ve iradesinde değildir. Yapılan panik tedavisiyle bütün belirtiler ortadan kalkar.
Örnekler:
"Her an bana bir şey olabilir, düşüp bayılırım" korkusuyla aşağıdaki davranışlar geliştirilir:
Yanında su taşıma,
Sürekli kalbini ve nabzını dinleme ve tutma,
Tansiyon aletiyle dolaşma, sürekli tansiyonunu ölçme ve ölçtürme,
Yakınlarının adreslerini, telefonlarını özel bir şekilde yanında taşıma,
Panik krizi yaşanır endişesiyle cinsel ilişkiden kaçma, sportif aktiviteleri bırakma,
Sürekli yanında birilerinin bulunmasını isteme, yalnız kalamama, sokağa çıkamama,
Kalabalık, kapalı yerlere girememe, toplu taşıma vasıtalarına binememe...
Bulunduğu muhitten uzağa gidememe,
Tatile seyahate çıkamama,
Birçok sağlık sigortasına üye olup, kartları yanında taşıma,
Bir yere gideceği zaman sağlık kuruluşlarının olduğu güzergahlar dan gitme,
Sık sık, acil ünitelerine başvurup kalp grafikleri (EKG) çektirme, Check-Up,lar Yaptırma,
Berbere diş hekimine gidememe, Boğazını sıkan bir şey giyememe,
Sutyen takmaktan sıkıntı duyma,
Cenaze arabası, ambulans, itfaiye aracı görünce hastanelere gidince fenalaşma hissi,
Uykuda panikle ölürüm diye uyumama ve uykusunu kaçırma,
Tansiyon yükselecek, kalp krizi geçirilecek veya felç kalınacak korkusu ile aşırı rejim-diyet
uygulaması (bazı panik krizlerinde tansiyon ciddi bir şekilde yükselmekte ve yapılan kan
tahlillerinde kolesterolde yüksek çıkmaktadır.),
TV’lerdeki, basındaki intihar, cinayet, felaket haberlerinden aşırı etkilenme, onlar gibi olma
korkusu,
Otomobilde panik yaşarım korkusu ile, otomobiline binememe, otomobilini satma,
Uçağa, vapura binememe,
Tek başına banyo yapamama, tuvalete gidememe, kapıda birisini bekletme,
Bayılırım, ölürüm diye aylarca banyo yapamama,
Panik krizi geçtikten sonra, aşırı yorgunluk, keyifsizlik halinin ortaya çıkması.
Tünellerden, köprülerden geçememe, yüksek yerlere çıkamama. Kendisini aşağı atma korkusu,
Panik anında bayılırım korkusuyla organlarını ve cildini belli etmeyecek giysi giymek.
Değerli takı takmamak,
Panik sürecinde tuvalete gitme isteği,
Daha fazla güvenebileceği birilerinin yanına taşınma (aileden biri, doktoru ya da hastanelere
yakın...)
Uyumadan önce dua etmek. Bir gün panikle ölebilirim diye yakınlarına ve sevdiklerine servetini
dağıtma ve vasiyet yazma.
Her gömleğinin, ceketinin cebine kriz anında kullanılmak üzere ilaç koyma,
Issız ve şehirden uzak yerlere gidememe
Panik Bozukluk Nedenleri
1- Genetik ve ailesel nedenler.
2- Biyolojik teoriler
3- Psikodinamik teoriler
4- Gelişimsel teoriler
5- Öğrenme kuramları
6- Bilişsel modeller
1- GENETİK VE AİLESEL ÇALIŞMALAR:
Panik bozukluğu olan hastaların birinci derecede yakınlarında panik bozukluğu ve panik atak
görülme oranı %15-30 arası bulunmuştur.
Aynı yumurta ikizlerinde aynı anda panik bozukluk görülmesi %30-40 arası saptanmıştır.
Panikte klinik belirtilerin hastaların çoğunda benzerlik göstermesi genetik nedenleri
düşündürmektedir.
Yapılan genetik çalışmalarda; 16g 22 kromozomunda bir genin bu konumdaki rolünden
bahsedilmektedir. Fakat kesinlik için yeni araştırmalara ihtiyaç vardır.
2-BİYOLOJİK TEORİLER:
Panik atağı esnasında oluşan biyokimyasal ve fizyolojik değişikliklerden yola çıkarak; beynin hangi
bölgelerinde
ne
türlü
reaksiyonlar
ortaya
çıktığı
araştırılmıştır.
Panik atağı olan ve olmayanlara "sodyum-laktat" enjeksiyonu yapılmıştır. Panikli insanlarda "panik
atağı"
ortaya
çıkarken,
kontrol
gruplarında
çıkmamıştır.
Diğer yandan asırı egzersizle artan laktat panikte artmış, oksijen tüketimi, metabolik hızı artıran
kafein, yohimbin ve karbondioksitinde panik atağı ortaya çıkardığı bilinmektedir.
Karbondioksit beyinde katekolamin ve noradrenerjik siklusu artırarak paniğe neden olur. Panik
esnasında aşırı noradrenalin salgısı olmakta ve otonomik belirtileri ortaya çıkarmaktadır. (Çarpıntı,
ağız kuruluğu vs..)
-LOKUS SERULEUS'UN PANİKTE ETKİSİ:
Beyinde 4. ventrikül tabanında gelişmiş olan çok sayıda hücreden oluşan bir alandır. Beynin bir
çok bölgesiyle bağlantıları vardır. Beyindeki noradrenalinin %70 inden fazlası bu bölgeden
karşılanmaktadır. Beyindeki noradrenerjik aktivite artışı, korku ve bunaltı ortaya çıkarır.
Maymunlarda yapılan çalışmalarda lokus seruleusa elektrikle uyarı verilmiş ve panik benzeri
durum çıkmıştır. Hayvanlarda bu bölgenin lezyonları, çıkarılması vs. anksiyeteyi (bunaltı), tehlike
ve ağrıya verilen yanıtları azaltmaktadır. Lokus seruleus aktivitesini azaltan ilaçlarda hayvanlarda
korkuyu azaltmaktadır. Lezyonlarda ayrıca hayvanlar saldırgan olmakta ve yeme-içme
davranışlarında artış gözlenmektedir.
Bu çalişmalar sonucunda lokus seruleusun daha ziyade "alarm sistemi " olduğu ve zararlı, hatalı
uyarıları diğerlerinden ayırdığı ileri sürülmektedir.
Aşırı uyarı halinde bütün beyin fonksiyonları ve irade dışı çalışan sistemler uyarılmaktadır.
Orta derecede ise uyanıklık ve dikkatte artış olmaktadır.
Az uyarılma halinde korkusuzluk, ani impulsif davranışlar ve dikkatsizlik ortaya çıkmaktadır.
-SEROTONIN VE PANİK İLİŞKİSİ:
Sinir hücreleri arasında iletişim görevi olan önemli bir "norotransmitter" dir. Serotonin
seviyesindeki değişiklikler, serotonin işlev bozukluklarında paniğe yol açtığı söylenmektedir.
Beyin görüntüleme çalışmaları ve panik:
Panik oluşturan kafein, yohimbin, laktat gibi ajanlarla PET ve SPECT çalışmaları yapılmıştır. Beyin
kan akımında düzensizlikler saptanmıştır
MRI da hipotalamus ve temporal bölgelerde bozukluklar saptanabilmiştir.
3-PSİKODİNAMİK TEORİLER:
Alt benlikten kaynaklanan dürtülerle üst benliğin yasaklarının çatışması sonucu anksiyete ortaya
çıkar. Benliğin savunma mekanizmaları bunu karşılamıyorsa panik ataklar ortaya çıkabilir.
Bastırılan cinsellik, saldırganlık dürtüleri, yasak dürtülerde paniğe neden olabilir.
4-GELİŞİMSEL KURAMLAR:
John Bowlby tarafından geliştirilmiştir. Anksiyetenin belirlenmesinde içgüdüsel dürtülerinin önemini
dikkat çekmiştir. Birinci içgüdü bağlılıktır. Bağlılık figürünü kaybetme tehlikesinde anksiyete ortaya
çıkar. Anksiyete korkunun bir bileşimidir.
Çocuklukta aileden ayrılmanın, yetişkinde karışık anksiyete (panik)-depresyon oluşturduğuna
inanmaktadır.
Bowlby agorafobinin ayrılma anksiyetesi olduğunu açıklar. Bağlılık figürüne güvenle
bağlanamamaktan kaynaklandığını söyler.
5-ÖĞRENME KURAMLARI:
Koşullu refleks kuramına göre anksiyete; tehlikeli dış uyaranlara karşı organizmanın koşulsuz
yanıtıdır. Fobiler klasik şartlanma yoluyla nötral uyarana bağlı bunaltıdadır.
6-BİLİŞSEL MODELLER:
Bedende herhangi bir sebeple ortaya çıkan belirtileri (örneğin, çarpıntı, uyuşma..) kişinin gereksiz
ve tehlikeli olarak algılaması ve "çarpıtıp" ciddi rahatsızlıklar olarak değerlendirmesi paniğe yol
açmaktadır. Herhangi bir anksiyete durumuna eşlik edebilecek önemsiz kalp atışı, baş dönmesi,
ağız kuruluğu; kişi tarafından bayılacağı, öleceği, kalbinin duracağı şeklinde yorumlanır.
Bu modelle göre; dış uyaranlardan çok düşünce, imajinasyon, bedensel belirtiler gibi içsel uyarılar
panik atakları ortaya çıkarabilir. Zararlı, tehlikeli yorumlanan uyaranlardan sonra ortaya çıkan
bedensel kıpırtılar, duyumlar da yanlış yorumlanır ve "kısır döngüye" girilmiş olunur. Kişi artık
dikkatini sürekli bedensel duyumlarına verir ve tetikte bekler ve olumsuz düşünceleri pekişir.
Panik Atağın Alt Tipleri
Panik atak yaşayanların hepsi aynı biçimde belirti ve korku yaşamayabilirler. Araştırmalara göre
paniğin alt tipleri şunlardır;
-KLASİK PANİK
-KOGNİTİF PANİK
-NONKOGNİTİF PANİK
-NOKTURNAL PANİK
-ALEKSİTİMİK PANİK
-GASTRO İNTESTİNAL PANİKLER
-KORKUSUZ (nonfearful) PANİK
Klasik panik: kişide önce çarpıntı, heyecan başlar göğüste sıkışma, sol kola vuran ağrı ve
uyuşma görülür. Bununla birlikte hızlı soluk alıp verme ve boğazda düğümlenme başlar. O anda
kalbin solunumunun duracağı; kalp krizi geçirileceği hissi oluşur. Yakınlarından kalp krizi
geçirenlerde daha sık görüldüğü gözlenmektedir.
Kognitif panik: Bilinç sistemini etkiler. Kendisini tam algılayamama, ruhun bedenden ayrılması
hissi.Etrafı sisli,cisimleri uzak farklı algılama baş dönmesi,boşlukta olma hissi görülür.
Ayrıca kontrolün yitirileceği elde olmadan kötü şeylerin olabileceği, aklın kaçırılabileceği bazen
ölüneceğinden korkulur.
Nonkognitif panik: Kognitif panikteki belirtiler görülmez. Daha çok bir fenalık, göğüste baskı,
çarpıntı hissi olur.
Nokturnal panik: Uykudan ani bir çarpıntı ve korku ile uyanıldığı paniklerdir. Hemen pencere
açılır ve hava alınmaya çalışılır uykuda "panikle ölürüm" diye kişinin uykusu kaçar bilinçli olarak
uyumamaya çalışır. Zamanla uykusuzluğun getirdiği diğer sorunlarda ortaya çıkar.
Aleksitimik panik: Nöbet nöbet bedensel belirtilerin olduğu bir türdür.
Gastro intestinal panikler: Midede, karında başlayıp göğse doğru dalga dalga yayılan fenalık
hissidir. Boğazda düğümlenme yumru hissi oluşturur. Beraberinde bulantı, şişkinlik , gaz, ishal
olabilir. Bu türünün "abdominal epilepsiyle" ayırt edilmesi önemlidir.
Korkusuz (nonfearful) panik: Panik bozukluğun teşhis kriterlerini karşılayan bir durumdur.
Buradaki panik ataklarda korku, anksiyete görülmez. Bu gruptakiler nöroloji, kardiyoloji
uzmanlarına daha çok müracaat ederler. Tahlillerde ve muayenede hiç bir şey saptanmaz.
Panik Bozuklukla Görülen Diğer Psikiyatrik ve Biyolojik Bozukluklar:
Psikiyatrik bozukluklar:
1- DEPRESYON: Panik hastalarının %40-50'sinde depresyon'da aynı zamanda görülmektedir.
Bazen paniklerden sonra, aynı anda yada depresyondan sonra panikler ortaya çıkabilir. Panik
atakların hemen ardından da birkaç saat veya bir gün depresif bir görünüm ortaya çıkabilmektedir.
2- AGORAFOBI: %50-70 oranında en sık görülen eş zamanlı bozukluktur. Yapılan araştırmada
panik bozukluğu olan 3000 hastanın %65'inde agorafobi saptanmıştır.
3- SOSYAL FOBI: %10-15 oranda bulunur. Sosyal, ekonomik; yaşamsal aktivitelerden kendini
geri çekme. Yeni ve yabancı insan ve durumlarla karşılaşmaktan kaçma davranışı sosyal fobik
kişilerde görülür. Panikte ikincil olarak sosyal fobik özellikler görülüğü gibi, panikli insanın ayrıca
bir sosyal fobisi olabilir.
Tedaviyle paniğe bağlı olanlar ortadan kalkar. Sosyal fobi için ayrıca bir tedavi gerekebilir.
4-SOMATOFORM BOZUKLUK: %6-8 arasında eslik eder. Kadınlarda daha fazladır. Sosyoekonomik ve kültürel yetersizlik, ırk farkı önemlidir. Yoğun bedensel yakınmalar vardır ve hiç biri
fiziksel sebebe bağlanmaz.
5-HIPOKONDRIYAZIS: Sürekli kendini dinleme ve sağlık kitaplarını okuma, hastalıklar bulma;
doktor, doktor dolaşma; tahliller yaptırma durumudur. Panik bozuklukta %20-30 oranında eşlik
eder.
6-MADDE KULLANIMI: Alkol başlangıçta sıkıntı ve paniği giderdiğinden panikli insanların bir
kısmı "alkolle kendi kendini tedavı" yoluna gider. Zamanla bağımlılık gelişir sürekli alkolle dolaşılır
ve sabahtan içilmeye başlanır.
Alkol kullanım bozukluğu % 20-25 arasındadır. Diğer maddeler (yeşil reçete ilaçları uyarıcı ve
uyuşturucu özelliği olan maddeler vs.) %5-10 oranda değişmektedir.
Manik depresif bozukluk: Depresyon ve onun tam tersi coşma, uçuşma nöbetlerinin (mani) olduğu
bu hastalığın panikle görülme oranı %10-12 arasındadır.
KISILIK BOZUKLUKLARI:
Kaçıngan
Obsesif-kompulsif
Paranoid
Borderline
Kişilik bozukluklarında % 40 oranda eşlik eder.
Genel anksiyete bozukluğu: Burada sürekli kötü bir şeyler olacağı kaygısı ve " diken üzerinde
olma" hali vardır. %15- 20 oranda görülebilir.
Obsesif -kompulsif bozukluk: Takıntı ve saplantıların olduğu (temizlik kontrol, bulaşma takıntıları,
tekrarlayıcı davranışlar)
Biyolojik bozukluklar:
1-MITRAL VALV PROLAPSUSU:
Kalp kapakçığı sarkması olan MVP'susu panik bozukluklu hastaların yaklaşık % 40-50'sinde
bulunmaktadir. MVP'susunun toplumda görülme sıklığı % 5 ve kadınlarda iki kat daha fazladır.
MVP'susunun belirtileri panik bozuklukla benzerdir. Sebep mi? Sonuç mu? Olduğu tartışmalıdır.
—Göğüs ağrısı, çarpıntı ile acillere başvuran hastaların % 40'inda panik bozukluğu saptanmıştır.
— Göğüs ağrısı nedeniyle anjiyografi yapılan hastaların % 40-60'ında panik bozukluğu
bulunmuştur.
Tedavi olmayan panikli hastalarda koroner arter hastalığına bağlı ölümler üç kat daha sık
görülmüştür.
2- TIROID BEZI ANORMALLIKLERI:
Panik bozukluklu hastalarda tiroid fonksiyon bozuklukları daha sıktır "hipertiroidi" genel nüfusa
göre yüksektir.
3-IRRITABL KOLON SENDROMU:
Bağırsakların aşırı duyarlı olması hali ve bağırsak problemlerinin yaşanması da panik bozuklukla
birlikte bulunabilmektedir. Anksiyete tedavisiyle bu hastalar düzelebilmektedir.
4-AKCIGER HASTALIKLARI:
Müzmin tıkayıcı akciğer hastalıklarında %8-20 arası panik bozukluğu bulunmaktadır. (Astım,
bronşit, amfizem, allerjik akciğer hastalıkları....)
5- MIGREN:
Migrenli olanların bir kısmında panik bozukluğu olabilmektedir. Baş ağrısı şikayeti olan erkek
hastaların %12'sinde, kadınların ise %15inde panik bozukluğu saptanmıştır.
6-EPILEPSI (SARA NÖBETLERI):
Temporal nöbetlerde görülen, korku, yabancılaşma, farklı algılama aşırı sıkılma ve taşikardi gibi
belirtiler, panik atakta da görüldüğünden gözden kaçabilir. Ayrıca beynin sağ temporal bölümü
alınan insanlarda panik benzeri belirtileri olabilmektedir. Bundan dolayı paniğin "temporalimbik"
anormallik olduğu ileri sürülmektedir.
7-BEYIN-DAMAR HASTALIKLARI:
Beyin-damar hastalıkları panik bozuklukta diğer hastalara göre iki kat fazladır. Panikteki tansiyon
yükselmelerinin buna yol açtığı söylenmektedir.
PANİK ATAK da TEDAVİ
Panik atak tedavisinde ilaç ve psikoterapi birlikte yürütülür. Sadece antidepresan kullanarak panik
atak panik atak tedavi edilemez. Hasta panik atağın ne olduğunu ve onunla savaşmayı öğrenmeli.
Panik atağın ağırlıklı olarak stresle bir ilişkisi vardır. Ekonomik gelir düzeyi olarak bakıldığında alt
ve orta gelir grubunda alt ve orta gelir grubunda da görüldüğü ama en fazla yüksek gelir grubunda
rastlandığını biliyoruz.
Tanı aşamasında öncelikle belirtilere bakılır. Çarpıntı, sıcaklık basması vs. ayrıca panik atağın
önemli bir göstergesi kişinin korkularının olmasıdır. Korku olmayan panik atak yoktur. Tek bir atak
yaşayan kişiye panik atak tanısı konulmaz. Birkaç atak geçirdikten sonra insanlar korkuya
kapılabilirler ama tekrarladığı zaman ve kişinin hayatını etkileme durumu ortaya çıktığı zaman
gerçekten tedavi edilmesi gerekir.
Bununla birlikte diyabetle ilgili, kanla ilgili sorunlar var mı diye laboratuar tahlilleri isteriz. Aslında
bize gelen hastalar fazlasıyla yaptırmıştır. Çünkü kişi hasta olduğuna inandığı için birçok doktoru
dolaşmış, doktorlar da bunu araştırmak için birçok tahlil istemişlerdir.
Tedavide ilk yapılan şey panik atağın ne olduğunu hastaya anlatmak. Panik atak tedavisi iki bacak
üzerine oturur. Bunlardan bir tanesi ilaç tedavisi, ikincisi psikoterapidir. Psikoterapide kişi Panik
atağı kendi kendisine durdurmayı öğrenir. Bunun için de mekanizmasını öğrenmesi gerekir. Kişi
kendi kendine yardım etmesini öğrenir.
Panik atağın tedavisi vardır. Tedavide başarı oranı %90 ‘ın üzerindedir. Ancak bunun için
psikoterapi ve ilaç tedavisinin doğru olarak uygulanması gerekir. Sadece ilaç tedavisi
uygulandığında panik atağın tekrarlandığı görülür.
Panik atak geçiren kişide korkudan korkma duygusu gelişir. Kişinin panik atağı geçer ama bu kez
de ‘’ya bu bana tekrar gelirse’’ diye korkmaya başlar. Yalnız kalmamaya çalışır. Otobüste, trafikte,
köprünün üzerinden geçerken ‘burada bana bir şey olursa bana kimse yardım edemez’’ diye
düşünmeye başlar. Evde yalnız kalamaz, dışarıya çıkamaz. Hep geçtiği yollarda acaba yakında
bir hastane var mı? Diye düşünür. Bu döneme ‘’agorofobi’’ denilir. Bunun da ayrıca tedavisi yapılır.
Bu durum bazen kısa bir sürede bazen de çok geç gelişir.
Terapide öğretilenler:
- Dikkati yönlendirme,
- O düşünce ile yüzleşme ve savaşma,
- Fiziksel aktivite.
- Kişinin bedenine hakim olmayı öğrenmesi, gevşemeyi öğrenmesi gerekir.
Panik ataklı kişinin yapması gerekenler
1- Düzenli olarak fiziksel aktivite
2- Çay, kahve, sigara veya kullandığı diğer maddelerden kesinlikle uzak durmalıdır.
3- Uykusunun ve yemek saatlerinin mutlaka düzenli olması gerekir.
4- Yaşantısındaki stresi ortadan kaldırması gerekmiyor ama mümkün olduğunca
hafifletmelidir.
5- Kişinin kendisine zaman ayırması gerekir.
Panik atak hastalığı nasıl oluşuyor?
1- Kalıtım.
2- Stres
3- Alkol ve sigara
4- Hayat tarzı
5- Bedene aşırı dikkat
6- Yaşantılar.
BİRÇOK ÖZGÜL FOBİSİ İLE BİRLİKTE PANİK ATAĞI BULUNAN OLGUNUN BİLİŞSEL
DAVRANIŞÇI YÖNTEMLE TERAPİSİ
ÖZET
Bu çalışma, Bilişsel-Davranışçı yaklaşımla bir çok özgül fobisi ve panik atağı bulunan olgunun
terapi sürecinin tanımlanmasını amaçlamaktadır.
Olgu 13 yaşında, anne ve babası öğretmen, ilköğretim VII. Sınıfa giden kız öğrencidir. Yakınması,
ne zaman ortaya çıktığını anımsayamadığı bir çok fobilerinin olması ve 5 yaşındayken enjeksiyon
yapılmasından sonra oluşan panik atağı idi.
Olgunun
“Karanlık”,”Evinde
ve
odasında
yalnız
kalmak”,”Böcek”,”Köpek”,”Apartman
merdiveninden inip-çıkmak”,”Çöp konteynerleri”,”Enjeksiyon” özgül fobileri ile enjeksiyon
yapılmasında oluşan panik atağının tedavisi sistematik duyarsızlaştırma, yüz yüze getirme ve
bilişsel yaklaşımla gerçekleştirildi. Terapinin gelişimi olguyla birlikte planlandı. Terapide ilk üç
oturum boyunca Jabcopson’un gevşeme tekniği öğretildi. Terapi 19 oturumda tamamlandı.
Oturumların 14’ünde yüz yüze gelme uygulandı; Terapist bunların 8’ine doğrudan katıldı. Her
oturumda olgudan imgelemelerde ve yüz yüze gelmelerde kaygısını 1-10 arasında
değerlendirmesi istendi. Fobiler bilişsel yaklaşımla da ele alındı.
Terapiden sonra olgu altı ay izlenmiştir. Olgu terapi bitiminden hemen sonra bir ardından birer ay
ara ile üç kez panik atak geliştirmeden enjeksiyon yaptırtmıştır. Hiç bir fobi geri gelmemiştir ve
panik atak gelişmemiştir. Bilişsel -Davranışçı yöntem ile gerçekleşen değişim, kaynaklarla gözden
geçirilmiş ve tartışılmıştır.
OLGU
Olgu (S.K)13 yaşında, anne ve babası öğretmen, ilköğretim VII. Sınıfa devam etmekte olan bir kız
öğrencidir. S.K Nazilli Devlet Hastane psikologuna 1.10.1997 de anne ve babası eşliğinde
başvurdu. Temel yakınmalar bir çok özgül fobi ile birlikte enjeksiyon yapılma durumu ile yüz yüze
geldiğinde başlayan panik atağı idi. Olgu ile ilk yapılan görüşmede fobilerinin hepsini belirtmemiş
ve en önemli fobi ve fobik tepkilerini terapi süreci içinde ortaya koymuştur.
YAKINMALAR
Olguda korku uyandıran uyarıcılar şunlardı;
—Oturdukları apartmanın merdiven boşlukları Üst kata ve alt katlara inme, çıkma
—Sokaklardaki çöp taşıyıcılarının yanından geçmek
—Köpekler.
—Böcekler özellikle kalorifer böcekleri.
—Karanlık.
—Evde yalnız kalmak
—Evindeki herhangi bir odada ve kendi yatak odasında karanlıkta kalmak
—Enjeksiyon iğnesinin vücuduna batması
Olguda enjeksiyon iğnesinin vücuda girmesinden sonra da kas gerilmesi, titreme el ve ayaklarını
buz gibi olması, ölüm dehşeti yaşama kalp atım seslerini ve atışını algılama, bu semptomların
giderek ilk on dakika içinde artması ve tepkinin başlamasından sonra yarım saat kadar bedensel
tepkilerin sürmesi ardından saatleri bulan ağlama oluşuyormuş.
YAKINMALARININ ÖYKÜSÜ:
S.K’ ya göre korkuları doğduğundan beri varmış. Bazılarını da sonradan edinmiş. Bazı fobilerinin
başlamasını yada artmasını belirli olaylarla açıklamıştı, örneğin; 1997 yazında amcasının köyünde
tatilini geçirmekteyken gök gürültülü, sağanak yağmurlu bir gün amcasının köpeği tarafından
kovalanmış, kaçarken büyük bir su birikintisinin içine düşmüş. Bu olaydan sonra önceden de var
olan köpek korkusu daha da artmış.
İki yıl önce bir arkadaşının yüzünü böcek sokmuş, arkadaşının yüzü değişmiş ve o andan sonra
böceklerden daha da korkmaya başlamış.
İlk okul I. Sınıfta iken okula aşı için gelinmiş olgu birinci katta olan sınıf penceresinden atlayıp
kaçmış yakalanıp zorla aşısı yapılmış. Aynı yıl boğazından rahatsızlanan S.K ya yeniden
enjeksiyon yaptırma gereği ortaya çıkmış, enjeksiyon için gittikleri köy sağlık ocağında
enjeksiyonu yapacak hemşirenin elini ısırıp kaçmış. Sınıf öğretmeninin sıcak yaklaşımı ile
enjeksiyonunu yaptırtmış. 9 yaşında sokakta yürürken ayağına sokağa atılmış bir enjektörün
iğnesi batmış ve enjeksiyon korkusu yeniden başlamış. Terapi süresinde hep ağzında
ortodontistin taktığı çelik aparatı taşıyan olgunun ağzındaki çürük dişin tedavisi için doktoru
tarafından lokal anestezili yaklaşım önerilmiş. Olgu iğne yapılma ile yüz yüze gelmemek için kabul
edilmemiş ve anestezisiz tedavi yaptırtmış. Terapiye başlamadan yaklaşık 10gün önce okulda aşı
yaptırtmamış. Sınıf penceresinden atlayıp kaçmış. S.K evde cezalandırılmış ve hastanede zorla
aşısı yaptırılmış ve ardından S.K saatler süren bir ağlama krizi geçirmiş. S.K psikoterapi ye
başvurmadan 2 gün önce kan muayenesi için getirildiği hastanemiz biyokimya Laboratuarında
ancak 8 kişi tarafından tutulup zorla kanı alınmış, bu arada S.K teknisyenlere tükürmüş, bağırmış,
tekme ve yumruk atmış ve kan alınırken başlayan ağlaması uzun süre devam etmiş.
OLGUNUN AİLESİ
Anne 37, baba 43 yaşında, her ikisi de ilköğretimde çalışmakta olan öğretmen. Anne
çocukluğundan beri köpek, karanlık ve yükseklik korkuları bulunduğunu, karanlık korkusu nedeni
ile geceleri her odada gece lambası yaktığını, genellikle sakin olduğunu ancak bazen ani biçimde
sinirlendiğini, eşi ile uyum içinde olduklarını, karşılıklı sevgi ve saygı duyduklarını anlamıştı.
Baba oldukça sakin ve güler yüzlü, hiçbir korkusu ve ruhsal sorunu olmadığını söylemişti.
Olgunun 6 yaşında bir kız kardeşi var.
ÖZGEÇMİŞİ
S.K 23.04.1985 ‘de Nazilli Devlet Hastanesinde normal doğumla doğmuş. Doğum öncesi annede
herhangi bir travma yada hastalık öyküsü yok. S.K doğduğunda 3 kg. imiş. 12 ay anne sütü ile
beslenmiş,10-11 aylıkken yürümüş.12 aylık iken ilk kelimelerini söylemiş ve ardından 4-5 aylık
süre içersinde cümleleri ve sözcükleri tam olarak söyleyebilmiş. Tuvalet terbiyesini tam olarak 2
yaşında edinmiş ve sonra hiç bir gece yatağını ıslatmamış.
Nazilli’de doğan S.K Giresun’da büyümüş. Giresun’un bir köyünde öğretmenlik yapmakta olan
anne ve baba S.K yı bırakacak herhangi bir olanak sağlayamadıklarından S.K yı bir öğretmen
arkadaşlarının sınıfına bırakırlarmış. S.K 4 yaşında iken çok iyi biçimde okuma ve yazma
öğrenmiş. İlk çocukluk döneminde sakin ve uslu bir çocuk olan S.K 5-6 yaşlarında kavgacı olmuş
bu dönemden önce pısırık ve korkakmış. . 9 yaşına kadar anne- baba yatak odasında yatmış
ancak yaz tatillerinde Nazilli’ye geldiklerinde dedesinin evinde ayrı odada yatmış.
S.K 9 yaşında iken babasının kullanmakta olduğu arabaya bir başka aracın çarpması ile korkmuş.
Çarpmanın etkisi ile herhangi bir yaralanma yada bilinç kaybı olmamış.
S.K ergenlik dönemine 11 yaşında girmiş, bu dönem ile ilgili bilgileri annesinden almış ve bu
dönem onun için bir sorun olmamış.
Annesi S.K’ nın kardeşi ile geçinemediğini, bazen kardeşini dövdüğünü anlatmıştı.
S.K başarılı bir öğrenci. Her iki karne ile birlikte takdirname ile onurlandırıldı. Ayrıca okulunun
hentbol takımında oynamakta, oldukça güzel resim yapabilmektedir.
FİZİKSEL HASTALIK ÖYKÜSÜ
10 yaşında iken baş dönmesi yakınması üzerine yapılan incelemede babasında olduğu gibi ona
da “epilepsi” tanısı konuş. Anneye göre S.K da hiç baygınlık yada bilinç kaybı gibi bir nöbet
gözlenmemiş. Ancak S.K nın E.E.G’ sinde anomali saptayan Ege Üniversitesi Nöroloji bölümü
tarafından kontrol ve tedavisi sürmekte. Olgu ve ailesi başkaca geçirilmiş bir hastalık öyküsü
vermemiştir..
TANI
DSM IV’ e göre olgunun yakınmalarının Anksiyete bozuklarından “Özgül Fobi” ve “Panik Atağı”
tanı ölçütlerine uyduğu ve bu iki tanımın birlikte bulunduğu düşünüldü.
TERAPİ YAKLAŞIMI VE PLANI
Olgunun 13 yaşında olmasından dolayı psikoterapi iletişimine daha çok özen gösterilmiştir. Bunun
içinde; anlaşılması güç sözcükler kullanmaktan kaçınılmıştır. Ne yapılıp edildiğinin algılanmasını
ve anlamasının onun terapi sürecine katılmasının önemli olduğu çoğu kez yinelenmiştir. Yaklaşım
Bilişsel-Davranışçı yaklaşımdı. Atılacak adımlar ve temel kavramlar S.K ya alabildiğine geniş ve
kapsamlı olarak anlatılmıştır ki bunda amaç terapi planlamasını S.K ile birlikte yapabilmekti.
Tasarımız üç oturum boyunca “Progressive Relaxation” tekniğini (Jabcobson 1938) ve Solunum
Gevşemesini öğrenmekti (Davis,Eshelman & McKay 1995). Korkularına bilişsel yaklaşım için
gerekli kayıtların nasıl tutulacağı, sistematik duyarsızlaştırma için gereken sıralama (hiyerarşi),
imgelemede kaygısını 1-10 arasında belirlenmesi, imgelemelerdeki başarılardan sonra korkulan
şeylerle nasıl yüz yüze gelineceği birlikte saptanmıştır. S.K ile birlikte yapılan tasara göre
psikoterapi odasında ki deney ortamında korku uyandıran uyarıcıların imgelenmesi ve hemen
ardından “hoş olmayan duygu” algısı 1 ile 10 arası şiddet üzerinden değerlendirilmesi sağlanmıştı.
İmgesel değerlendirilmede ki başarı terapistle birlikte olgu tarafından da yeterli bulunursa yapılan
imgelemeyi olgu yalnızken de denemişti. Burada yüzleştirme terapist yanında bulunmadan ama
korku uyaran uyarıcıya nispeten yakın olarak ta yaptırılmıştır. Örneğin “evinde ev halkı varken
yapacağı gevşeme egzersizinden sonra yalnız olduğunu imgelemesi ve yeniden gevşeme
egzersizi yapması” gibi. S.K ‘ya korktu uyaran uyarıcıyla her yüz yüze gelişinde bir öncekinden
daha az kaygı duyacağı deney ortamında saptanmıştır. Olgunun terapi oturumlarında çalışılan
korku uyandıran uyarıcılıları ve bu uyarıcıların neden olduğu otonomik düşünceleri ve gelişen
fizyolojik tepki kaygı ve şiddetleri ve gözlenen davranış biçimleri Çizelge 1. de gösterildi.
Çizelge 1.Olgunun sorun alanlarının terapi öncesi durumu
KORKU UYANDIRAN UYARICI
DÜŞÜNCE
FİZYOLOJİK TEPKİ –KAYGI ve ŞİDDETİ
DAVRANIŞ
Apartmanlarının merdivenlerinden inip çıkma
“Başka birileri olabilir, bana zarar verirler, canımı acıtırlar, saklanmış biri olabilir.”
Terleme, kalp atım seslerini duyması ve artması, ölüm korkusu.****
Yanında birisi olmadan merdivenlerden inip çıkamama.
Köpekler.
“Isırırlar, etimi kopartır yer canım çok acır.”
Terleme, kalbinin attığını hissetme, soluğunun hızlanması, titreme.
*****
Kaçma, ağlama.
Çizelge1. (devam)
Sokaklardaki çöp taşıyıcıları
“Belki köpek var.”
Terleme, titreme.***
Kaldırım değiştirerek taşıyıcıların yanından geçmeme
Kalorifer böcekleri ve diğer böcekler.
“Arkadaşımın yüzünü soktuğu gibi benim yüzümü de sokar ve çok şişer. Canım çok acır,
yüzümün şekli değişir, iyileşmezse yüzüm çok çirkin olur.”
Ağlama, titreme, terleme.****
Kaçma.
Karanlık
“Saklanmış hırsız olabilir, çünkü komşumuzun evine hırsız girmişti, hırsız kaçabilmek için beni
öldürür, bana zarar verir”
Ağlama, titreme, el ve ayaklarında uyuşma duygusu.****
Yattığı oda, koridorda sürekli ışık yaktırma
Evde ve odasında yalnız kalmak
“Saklanmış hırsız olabilir, komşumuzun evine hırsız gündüz girmişti, hırsız beni öldürebilir, zarar
verir.”
Ağlama, terleme.****
Evde yalnız kalamama
Enjeksiyon iğnesinin vücuduna batması
“Canım çok fazla acıyacak, yanlış iğne yaparlarsa zehirlenip ölürüm.”
Çarpıntı, Kalp atımlarını ve seslerini duyma, terleme, baş dönmesi, ölüm korkusu ve dehşeti
tepkilerinin yarım saat içinde giderek artması ve saatlerce ağlama.*****
Enjeksiyon yapacak olanlara saldırma, fırsat bulduğunda yüksekliği ne olursa olsun pencereden
atlayıp kaçma ve saatleri bulan ağlama.
(***** Çok fazla,****Oldukça fazla,***Fazla,**Biraz,*Az)
İlçe hastanesinin olanakları içinde psikolog ve danışanın yaşayan gerçeği içinde terapi çizelge 2
de özetlendiği gibi gelişti.
Çizelge 2.
Olgunun Terapi Süreci
Oturum
No
Yaklaşım
Çalışılan Korku Uyandıran Uyarıcı
İmgesel Şiddet
Terapi
Başı Sonu
Ödevler
Yüz Yüze Gelmeler
1 ve 2
Terapiye baş vuru ve sorunun tanınması, Terapi sürecinin açıklanması ve terapi kontratı
3
Gevşeme egzersizi, terapi aşama ve sürecinin birlikte saptanması ve bilişsel yaklaşım.
1)Merdivenden inip çıkma.
2)Evde yalnız kaldığı an.
Çizelge2. (devam)
4
Gevşeme egzersizi, terapi aşama ve sürecinin gözden geçirilmesi, bilişsel yaklaşım
5
Solunum egzersizi ağırlıklı gevşeme egzersizi, davranışçı yaklaşım
Gündüz evde yalnız olduğu an.
8
2
Gevşeme+İmge
evde yalnız kalmayı başarabilme.
4
Gevşeme egzersizi, tetrapi aşama ve sürecinin gözden geçirilmesi.
Evde yalnız olduğu an yok
2
yok
5
Solunum egzersizi ağırlıklı gevşeme egzersizi, davranışçı yaklaşım.
Gündüz evde yalnız kaldığı an.
8
2
Gevşeme +İmge
Evde yalnız kalmayı başarma.
6
Gevşeme egzersizi, Davranışsal yaklaşım, Bilişsel yaklaşım.
Gece evde yalnız kalma.
6
2
Gevşeme+İmge
Gece yalnız kalmayı başarma
7
Gevşeme egzersizi, Davranışçı yaklaşım, bilişsel yaklaşım.
Gece odasında yalnız kalma.
4
0
Gevşeme+İmge
Gece odasında karanlıkta kalma+Çöp taşıyıcılarının yanından geçmiş
8
Bilişsel yaklaşım
Köpek
Merdivenden inip çıkma
İstenmedi
Gevşeme+İmge
Sokak kapısını açıp bakmak
9
Davranışçı+Bilişsel
Merdivenden inip çıkma
8
3
Gevşeme+İmge
Merdivenden üst kata çıkma
10
Bilişsel
Merdivenden inme
4
Gevşeme+İmge
Merdivenden inme
11
Bilişsel+Davranışçı yaklaşım aşamalarının tasarlanması
Enjeksiyon yapılma
10
YOK
YOK
12
Bilişsel+Davranışçı
Laboratuar kapısından içeri bakıldığı an
8
7
Gevşeme+İmge
Terapistle birlikte içeri bakıldı (4)
13
Bilişsel+Davranışçı
Laboratuar kapısından içeri bakıldığı an
8
6
Gevşeme+İmge
Terapistle birlikte içeri bakıldı (2)
14
Bilişsel+Davranışçı
Laboratuarda oturma
6
4
Gevşeme+İmge
Terapistle birlikte laboratuarda oturma(2)
15
Bilişsel+Davranışçı
Bir önceki+kol sıvama
6
4
Gevşeme+İmge
Terapistle birlikte Laboratuarda oturulup kol sıvandı (2)
16
Bilişsel+Davranışçı
Bir önceki+Kola turnike takılması +Alkollü pamukla kol sıvanması
4
2
Gevşeme+İmge
Terapistle birlikte korku uyaran uyarıcı gerçekleştirildi (0)
17
Bilişsel+Davranışçı
Bir önceki +koluna enjeksiyon iğnesinin yatay olarak değdirilmesi
8
4
Gevşeme+İmge
Terapistle birlikte korku uyaran uyarıcı gerçekleştirildi (4)+Böcekle yüz yüze geliyor
18
Bilişsel+Davranışçı
Bir öncekinin aynısı
4
3
Gevşeme +İmge
Çalışılan korku uyaran uyarıcı gerçekleştirildi (4)
19
Bilişsel+Davranışçı
Bir önceki+Enjeksiyon iğnesinin damara girip kanının alınması
6
Gevşeme+İmge
Korku uyaran uyarıcı ile yüz yüze gelindi (2)
Şekil 2.
Not: İlgili oturumlarda terapistle birlikte olgunun katılabildiği kadar korku uyandıran uyarıcılar
gevşeme-imge-şiddet belirtme-gevşeme düzeninde yinelenerek çalışılmıştır. Terapistle
gerçekleştirilen yüz yüze gelmelerden sonra kaygı şiddeti olguya göre belirlenmiş ve parantez
içinde şekilde gösterilmiştir.
Ödev olarak çalışılan imgeler o oturumda çalışılan korku uyaran uyarıcıdır. Ayrıca olgudan evinde
de aynı çalışmayı gevşeme-imge-gevşeme biçiminde yüz yüze gelmelerden önce yinelemesi
istenmiştir.
TERAPİ SÜRECİ
Süreç olarak terapi ise şu şekilde gelişti:
01.10.1997 -S.K anne ve babası ile birlikte Nazilli Devlet Hastanesi psikologuna geldi. Sorun
dinlendi.
06.10.1997 -Terapinin ana hatları anlatıldı ve terapinin gelişim süreci detaylı olarak anlatıldı ve
sonuçta ulaşacağımız davranış örüntüsü tasarlandı ve terapi kontratı sağlandı.
16.10.1997 -S.K ile ilk atılacak adımın evinde yalnız kalmak ve sırası ile odasında gece yalnız
kalmak, apartman merdivenlerinden inmek, çıkmak ( alt ve üst katlara) biçiminde karar verildi.
Diğer korkularına bu aşamadan sonra yaklaşılmasına karar verildi. Gevşeme eksersizi açıklandı
ve ilk uygulama yapıldı. Merdiven inip çıkma durumundaki otomatik düşüncelerin farkına varması
istendiğinde; Merdiven boşluğunda korktuğu an aklına gelen ilk şeyin “Başka birilerinin olması” ve
“saklanmış biri varsa bana zarar verir, canımı acıtır zaten komşumuzun oğlu hasta olup hastaneye
götürüldüğünde evlerine hırsız girmişti...” biçimlerinde idi. Düşünceleri derinleştirildiğinde ise
düşünceler;”bana zarar verirler, canımı açıttırlar, zaten komşumuzun oğlu hasta olup hastaneye
götürüldüğünde evlerine hırsız girmişti “ yine düşüncesi deşilince “onu engellemeye çalışınca o
bize sert tepki verir bizi öldürür ” biçimlerinde idi. Oturum sonunda Merdiven ve evinde yalnız
kaldığı anın 1- 10’luk şiddet üzerinden değerlendirmesi istendiğinde merdiven 8, ev 6 şiddetinde
belirtildi.
20.10 1997- Gevşeme egzersizi ile birlikte terapi aşamalarının belirlenmesi yeniden gözden
geçirildi. Yeneceğimiz ilk korkunun evde yaşadıkları olması karalaştırıldı. Yeniden korku uyaran
uyarıcı olarak evde yalnız kaldığı an bilişsel olarak ele alındı. Oturum sonu olgu evde yalnız
olduğu anı 8 şiddetinde imgeledi.
22.10.1997 -Gevşeme egzersizi yine yaptırıldı. Gevşeme egzersizlerini artık evinde de çalışması
istendi. Gevşeme durumunu sadece solunum gevşemesi ile başarabileceğini örnek çalışma ile
gösterildi. Bu oturumda evde yalnız kalma korkusuna karşı duyarsızlaşma çalışmasına başlandı.
Olguya “Evde yalnız bulunduğu an” imgelemelerinden sonra gevşeme ve tekrar imgeleme
biçiminde davranışçı yaklaşım yapıldı. Olgu imgelemelerden sonra sırasıyla 8.7.7.5.3.2.2.2
şiddetlerini bildirdi. Ayrıca o gün evde de ev halkı evdeyken oturumunda olduğu gibi gevşeme
egzersizlerinden sonra “ evde yalnız olduğu an” imgelemesi ve yeniden gevşemeyi dört beş kez
yinelemesi ödev olarak verildi. Olgu ev ödevinde evde yalnız kalmayı düşük şiddetli imgelerse bu
imgeyi gerçekleştirebileceğini ve bunu ev halkından isteyeceğini belirtti. Bu oturumda ki
simulation’da gerçekte olduğu gibi korktuğunu, kalbinin attığını, kaslarının gerildiğini, belirli bir
düşünce olmadan sadece korku duyduğunu söylemişti.
24.10.1997 - S.K Oturuma geldiğinde mutlu görünüyordu, çünkü gündüz evinde yalnız kalmayı
başarmış ve korkmamıştı. Böyle bir deneme olgunun ödevi içersinde yoktu. Evde yalnız kalma
eylemini geçen oturumun hemen ardından evinde gündüz gerçekleştirmişti (yüz yüze gelme).
Gece yalnız kalıp kalamayacağını bilemiyordu, bu durumu gevşeme egzersizleri ardından
simulation imgelemesi istendiğinde ilk 6 şiddetinde gerilim belirtti. Simulation’da gevşeme,
imgeleme ve şiddet belirtmelerde sırasıyla 6.4.3.2.2.2.2.2 olarak şiddet belirtti.
28.10.1997 -Yine son oturumun ardından o günün gecesi evinde yalnız kalmayı başarmıştı. Sıra
gece odasında yalnız kalabilmekti. Olgu için annesinin de gece karanlıktan korkması onda bu
konudaki başarısı için endişeye nedendi. Bu endişeyi göz ardı ederek duyarsızlaşma çalışmamızı
sürdürdük. Yine “gevşeme- imgeleme - şiddet belirtme” biçimindeki yaklaşımla gece odasında
yalnız kalabilmesi amaçlı sistematik duyarsızlaşmaya başladık. Belirlenen şiddetler
4.3.2.1.1.1.1.1.0.0 biçiminde idi. Olguyu ile birlikte o gece odasında gece lambası yanarken (daha
öncelere göre çok daha zayıf bir ışıkta) önce gevşeme egzersizi yapıp ardından odasının karanlık
olduğunun imgelenmesine karar verdik. Ayrıca bu oturumda yapılan bilişsel yaklaşımda odasında
ışık yanmadığı zaman değişiklik olamayacağı buna ait hiç bir kanıt gösteremeyeceği, kendisinde
karanlıkta gece hırsız geleceği korkusunun çok abartılı olduğunu Nazilli’deki hırsızlık insidansı
içersinde gerçekte evlerine hırsız girme olasılığının 1/200000 olduğunu ve bu özgül düşüncesinin
ne kadar abartılı olabileceğini birlikte algılamaya çalıştık.
31.101997 - Olgu bir önceki oturumdan sonra belirlediğimiz egzersizinin hemen ardından ışığı
kapatıp odasında yalnız kalmayı başardığını ve kendisiyle hiç çalışmadığımız halde çöp
taşıyıcılarının yanından korku duymadan geçebildiğini, bununda kendine duyduğu güven ve
abartılı düşüncelerini algılayabilmesinin yardımı ile sağlayabildiğini anlattı. Ancak kendisinde çöp
taşıyıcısı korku uyaranına neden olan uyarıcı köpek korkusu sürüyordu. Bu korkusu bilişsel olarak
ele alındı. Olgu köpek korkusunda ne kadar abartı, aşırı genelleme ve bireyselleştirme
bulunduğunu bilişsel yaklaşım içersinde görebildi. Örneğin köpek tarafından ısırılmanın felaket
(awfulising) olmadığını görüştük. Ev ödevi olarak evde sadece sokak kapısını açarak alt ve üst
katlara indiğini yada çıktığını imgelemesine ve bunu iki gevşeme arasında yapmasına karar
verdik.
6.11.1997 -Merdivenlerden inip çıkma eylemine ait duyarsızlaştırma çalışmasına başladık. İlk
olarak yukarı çıkmayı ele aldık çünkü yukarısı olgu için nispeten daha güvenliydi. Gevşeme,
İmgeleme ve şiddet saptamada şiddetler 8,6. 4.3.3.3.3.3.3 idi. Korktuğu an oluşan düşüncelerini
tanımlayamıyordu ve sadece korku duyduğunu söylüyordu. Onu gerçekte neyin korktuğunun yani
otomatik düşüncelerinin farkına varması istendiğinde ise sadece gülüyordu. Korkusu ile birlikte
oluşan kalp atışının 8 şiddetine kadar varabildiğini söylüyordu. Verilen ev ödevi oturumda çalışılan
korku uyandıran uyarıcıyı evde de gevşeme egzersizinden sonra, açık ev kapısından bakarken
imgelemesi ve yeniden gevşeme yapması biçiminde idi.
10.11.1997- Artık üst katlara
çıkabiliyordu, alt katlara da daha güvenli inebiliyordu şu anda bu korkuyu aşabilecek gücü
kendinde bulduğunu söylüyordu. Ayrıca artık bağlı köpeğin ya da çöp taşıyıcılarının yanından çok
az tedirginlik duyarak geçebildiğini, duyduğu tedirginliği de zaman içinde aşacağını belirtti. 10 gün
sonra iğne korkusunu ele almak üzere randevu verildi. Oturum sonu korku uyandıran
merdivenden
inme
uyarıcısının
imgelenmesi
istendiğinde
4
şiddetini
belirtti.
20.11.1997-Sağlık kontrol için gittikleri Ege Üniversitesi Hastanesinde yine kan aldırmadığını,
babasının çok kızdığını annesi randevudan yarım saat önce telefonla bildirdi. Olgu ile “iğne”
korkusunu nasıl yenebileceğimizi tasarlamaya başladık. Gerçekte iğne yapılma olgusu ile yüz
yüze gelmeden paniğinin üstesinden gelemezdik, bunun için hastanemiz II. İntaniye Klinik şefi ile
görüşülerek yardım istendi. Klinik şefi olgunun hepatit aşısı olmasının onun sağlığı için yaralı
olacağı ve aşı yapılabilmesi için kan tetkiki yapılmasının uygun olduğunu belirtti. Olgu ile birlikte
aşağıdaki aşamalar tasarlandı. .Aşamaların gevşeme-imgeleme- şiddet belirleme- gevşeme
olarak çalışılmasına imge yüz yüze gelmelerdeki otomatik düşünce ve şiddetlerini saptamaya
karar verdik. Aşamalar şu şekilde olacaktı;
1- Laboratuar kapısından bakma .
2- Laboratuarda oturup vücutlarına iğne batırılan hastaları izlemek
3- Laboratuarda kolu sıyrılmış yani kan aldırmaya hazır olarak oturmak.
4- Koluna turnike takılması ve alkollü pamuk ile kan alınacak bölgenin temizlenmesi.
5Eline enjektör alarak laboratuarda olduğunu imgeleyerek enjektörün iğnesini koluna
değdirmesi.
6- Laboratuarda kan alınması pozisyonunda otururken sağlık teknisyenin (ki bu teknisyen S.K
terapiye başlamadan önce yanındaki sekiz kişinin yardımı ile S.K’ nın kanını almıştı, bu Teknisyen
de korku uyaranı olarak düşünülebilirdi) turnikeyi kullanarak, kolu alkolle temizledikten sonra
enjektörün iğnesini batırmadan değdirmesi.
7- Kanını aldırma.
Olarak tasarladık. Her uygulama sonu gerilim şiddetleri de belirlenecekti. Oturum sonunda korku
uyandıran uyarıcı olarak enjeksiyonun şiddetini 10 olarak belirledi.
28.11.1997- Gevşeme, laboratuar kapısından içeri bakmayı imgeleme, şiddet belirtme biçimindeki
çalışmamızda, 8.8.7.7.7.8.7 şiddetinde algılandı. Bu çalışmadan sonra laboratuar kapısından içeri
terapist ile birlikte bakıldı. Olgu yüz yüze gelmenin şiddetini 4 olarak belirledi
02.12.1997- Randevudan 30’ önce dedesinin ölüm haberi alınmış olması üzerine terapiye gelecek
yıla kadar ara verilmesine karar verildi.
12.01.1998 -Olgu 44 günlük aradan sonra daha önce yendiği korkularının geri gelmediğini belirtti.
Bir önceki oturumdaki uygulama yinelendi. Bu kez olgu imgelemede 8.7.6.6.6.6.6 şiddetlerini
belirtti. Terapisttin eşliğinde yapılan yüzleşmede kapıdan içeri bakma eylemi 4 şiddetinde idi.
14.01.1998 Laboratuarda oturma imgelemesi yapıldı, şiddetler 6,4,4,4,3,4,4 şiddetinde idi. Oturum
sonu terapist eşliğinde laboratuarda oturuldu orada kanları alınmakta olan hastalar izlendi olgu
yüzleşmedeki şiddeti 4 olarak bildirdi.
16.01.1998- Kan aldırmak için oturup kol sıvama imgelemesi yapıldı, 6.4.3.3.2.2.2.2.2
şiddetlerinde algılandı Laboratuarda aynı imgelemeyi terapist eşliğinde gerçekleştirmede şiddeti 2
olarak belirtti. İmgelendi.4.3.2.2.2.2.2 şiddetleri belirtildi. Kendisine temiz bir enjektör verilerek
evde de sıkıntı duymadan enjektörü eline alması istendi. Yine Laboratuara birlikte gidildi daha
önceden saptadığımız, S.K.’nın kanını güçlükle almış olan teknisyen tarafından koluna turnike
takıldı kol pamukla silindi. Durum 0 şiddetinde algılandı.
25.01.1998- Bu gün koluna iğne değdirmeye hazır olmadığını ancak artık evde böceklerden
korkmadığını onları öldürebildiğini iletti. Yaklaşım bir önceki oturumun aynısı idi ancak
imgelemedeki şiddetler 8.6.4.3.3.3.2 ve yüz yüze gelmede ise 4 şiddetinde idi.
02.02.1998 -Bu oturumda bir önceki oturum çalışmasına enjektör iğnesinin yatay olarak koluna
değdirilmesi idi. İmgelemede 4.4.3.3.3.3.3 şiddetleri saptandı. Laboratuarda terapist eşliğinde
aynı imge ile yüz yüze gelmede ise 4 şiddeti belirtti. Gelecek oturumda kanı alınacağı için
hastaneye sevk kağıdı ile gelmesi istendi.
06.02.1998- S.K.’ ya bu kez puanlama yapılmadan imgeleme ve gevşeme yaptırıldı, S.K.
rahatlıkla imgeleme düzeyinde kanını aldırabildiğini yüz yüze gelmede ise bir önceki oturumda
gerçekleştirilen iğnenin yatay olarak koluna değdirildikten sonra iğnenin koluna batırılmasını
önerdi. Bu öneri kabul edildi. Tasar gerçekleştirildi, son terapist eşliğinde yüz yüze gelmede Olgu
kanını aldırttı. Terapi odasına dönüldü durumun irdelemesi yapıldı, olgu önce terapi odasında iken
6 şiddetinde kaygısı olduğunu ancak kanı alınırken bu şiddetin 2 düzeyinde olduğunu söyledi.
Terapi deneysel olarak tamamlandı. Artık izleme amaçlı görüşmeler için sözleşildi.
İZLEME
14.02.1998 tarihinde izleme amacı ile yaklaşık iki hafta aralarla görüşmelere başlandı. 10.03.1998
İzmir’de sorunsuz olarak kanını aldırtmış.26.03.1998 de Hepatit-B aşısını rahatlıkla yaptırtmış ve
ardından birer ay arayla 2 kez daha aşı yaptırtmış olan olgu, en son 24.08 1998 de görüldü. Olgu
hiç bir korkunun geri gelmediğini belirtti. Yapılan aşılardan ve kan alınmalardan sonra bir daha
enjeksiyon yapılma durumunda korku duymayacağını kesin olarak belirtti. Eğer yeniden herhangi
bir korkusu döner yada yeni bir korku oluştuğu taktirde yine psikolağa gelmesi kararlaştırılarak
terapi sonu izlemesine de son verildi.
TARTIŞMA
Bilişsel-Davranışçı yaklaşımla sistematik duyarsızlaştırma ve yüz yüze getirme tekniklerini içeren
terapi ile 19 oturumda, iniş-çıkışlar yaşanmadan sonlanan bir terapi olarak dikkat çekmektedir.
Üstelik terapi bir ilçe Hastanesinde gerçekleştirilmiştir; Uygulamalar bazen Jandarma tarafından
getirilen adli bir olgu yada çocuğuna su içirmek isteyen bir anneler tarafından kesilmişti.
S.K’ nın güdülenmesi olumlu gelişmelere büyük oranda yardımcı oldu. Sonuçta: olgu evden
çıkamama, merdivenlerden kaçma, odada ya da karanlık bir mekanda tek başına kalma ve bu
yüzden tuvalete bile gidememe, köpekler ile karşılaşma olasılığı nedeni ile arkadaşları ile
gezememe, enjeksiyon olmama gibi yaşamını olumsuz etkileyen korkularından kurtuldu.
Terapide başarıyı sağlayan önemli bir etkende olgunun terapist ile kurmuş olduğu iletişim ve
uygulanan tekniği anlamış olması idi; 19. Oturumda terapistine enjektör iğnesinin bir kez daha
yatay olarak koluna değdirilmesinden sonra damarına girilmesini önermişti. Ayrıca laboratuarda
gerçekleştirilen her aşamayı tam olarak izlemiş bir kaç kez teknisyenin elini tam olarak göremediği
için eylemi yineletmişti.
Terapide başarılı olunmasının önemli bir nedeni de herhangi bir ilacın olgu tarafından
kullanılmamasıydı. Olgu yabancı bir ajanın değil kendi üstesinden gelme becerisine güvenmek ve
onu gerçekleştirmek zorundaydı. Doğaldır ki böyle bir yaklaşımla sağlanan sonuç kalıcı olacaktır,
terapi tamamlanalı 6 ay olmasına rağmen hiç bir korkunun geri dönmemiş olması iyi bir delildir.
İzleme çalışmalarında bilişsel terapinin bir ve iki yıllık izleme sürecinde farmakoterapiye göre
anlamlı düzeyde etkili olduğu bilinir (Beck 1993).Ayrıca bu durumlarda kullanılmakta olan anti
antidepresan ve yada anti anxiety ilaçları yan etkilerinden ötürü panik atak nedeni olabilir.
Yukarıdaki nedenlerin yardımı ile kaynaklara uyumlu olarak temelde davranış alanlarına
müdahaleyi içeren tekniğin, düşünce ve bilişsel süreç üzerinde değişim yaratması bu olguda çok
belirgin biçimde gözlenmiştir.
Günümüzde Bilişsel-Davranışçı yaklaşım giderek de etkinleşmektedir; Hellström ve Ost 52
örümcek fobisi olgusunu doğrudan doğruya yüz yüze getirme yöntemi ile birer oturumda tedavi
etmişlerdir. Olgumuzun hala gece lambasız odasında uyuyamayan, terapiye gelmektense
fobisinden kaçarak yaşayan annesi modeline rağmen geldiği noktayı Bilişsel- Davranışçı
yaklaşımın etkinliği olarak kabul ediyoruz.
YAYGIN BUNALTI BOZUKLUĞU
Bunaltı, korkuya benzer bir duygudur. Kişi bunu içinde sanki kötü bir haber alacakmış, bir felaket
olacakmış gibi nedeni belli olmayan bir sıkıntı, bir endişe duygusu olarak algılar ve tanımlar. Çok
hafif tedirginlik ve gerginlik duygusundan panik derecesine varan değişik yoğunlukta olabilir. Ağır
derecelerinde kişinin benliği bu ruhsal acı altında ezilir ve en güçlü fiziksel ağrıların bile bu denli
rahatsız edici olmadığı anlatılır. Bunaltı bireyin gündüz, uyanık iken yaşadığı uzun süren ve
kaynağı kişi tarafından açıklanamayan bir durumdur.
YAYGIN ANKSİYETE BOZUKLUĞU TANI ÖLÇÜTLERİ
( çocukluğun aşırı anksiyete duyma bozukluğunu da kapsar)
A. En az 6 ay süreyle hemen her gün ortay çıkan, birçok olay yada etkinlik hakkında endişeli
beklentiler duyma, evham.
B. Kişi kaygısını kontrol etmeyi zor bulur.
C. Anksiyete ve kaygı, aşağıdaki 6 semptomdan üçüne yada daha fazlasına eşlik eder. Son 6
ay boyunca en azından bazı semptomlar bulunur. Çocuklarda sadece bir maddenin
bulunması yeterlidir.
a. Huzursuzluk, aşırı heyecan duyma yada endişe.
b. Kolay yorulma.
c. Düşüncelerini yoğunlaştırmada zorluk çekme yada zihnin durmuş gibi olması.
d. İrritabilite
e. Kas gerginliği.
f. Uyku bozukluğu
D. Anksiyete ve kaygı odağı bir Eksen 1 bozukluğunun özellikleri ile sınırlı değildir, örn:
anksiyete yada kaygı bir panik atağı olacağı gibi.
E. Anksiyete kaygı yada fizik yakınmalar klinik açıdan belirgin bir strese yada toplumsal,
mesleki alanlarda yada önemli diğer işlevsellik alanlarında bozulmaya neden olur.
F. Bu bozukluk bir maddenin yada genel tıbbi bir durumun doğrudan etkileri sonucu olmaz.
BELİRTİLER VE BULGULAR
 Hastada genel bir huzursuzluk, endişeli yüz, gergin duruş, hareketlerde tedirginlik, çabuk
irkilme, çabuk kızma, sabırsızlık, yerinde duramama vardır.
 Hastanın sesinde heyecanlı bir titreklik, zor konuşma olabilir, fakat konuşma düzgündür.
İlişkilerinde endişeli, huzursuz ve gergindir.
 Hasta, içinde korkuya benzer bir duygu olduğunu, sanki kötü bir haber alacakmış gibi
hissettiğini anlatır. Fakat korkusunun nedenini ve nesnesini bilemez.
 Bilişsel yetilerinde temelde bir bozukluk yoktur. Aşırı ve yorucu olan sıkıntı nedeniyle
dikkati çabuk dağılabilir ve bu nedenle geçici unutkanlıklar olabilir. Eğer bilişsel yetilerde
belirgin bir bozukluk varsa, o zaman hastada başka bir rahatsızlığın da olabileceği
düşünülmeli.
 Yakınmalarını büyük bir telaşla anlatmak istediğinden düşünce hızlanmış gibi görülebilir.
Düşünce içeriğinde yakınmalarının dışında belirgin bir bozukluk yoktur.
 Kan basıncının yükselmesi, kalp atışlarının hızlanması, çarpıntı, kaslarda gerginlik, ağız
kuruması, yüzde solukluk ve kızarma, terleme, sık dışkılama, soluk almada güçlük,
karıncalanmalar görülebilir.
AYIRICI TANI
 Panik bozukluğu: Bunda bunaltı önceden kestirilemeyen nöbetler halinde gelir ve nöbetler
genellikle gün boyu sürmezler. Ayrıca bu nöbet sırasında şiddetli ölüm korkusu ya da
kontrolünü yitirme, delirme korkusu olur. Nöbetler arasında ise hastada yaygın bunaltı
değil, panik nöbetinin gene geleceği korkusu vardır.
 Fobiler: Fobik bozuklukta bunaltı özel durumlarda yada nesneler karşısında ortaya çıkar ve
kişi bu durumdan kaçınmaya çalışır. Bu durum dışında hastada belirgin bunaltı genellikle
görülmez.
 Saplantı- Zorlantı nevrozunda, hipokondriazis ve depresyonda bunaltı sık görülen bir
belirtidir. Hastada bu bozukluklara ilişkin klinik belirtiler araştırılmalıdır.
 Şizofrenideki bunaltı genellikle garip, anlaşılması güç açıklamaları içerir.
 Nöroleptik alan hastaların ilaca bağlı sıkıntısı ve yerinde duramaması ile yaygın bunaltı
ayırt edilebilir.
GİDİŞ VE SONLANIŞ
Hastalar zaman zaman hafifleyen yada sönen, fakat ağır uyum bozukluğuna yol açmayan
bunaltıyı aylarca, yıllarca çekebilirler. Yaygın bunaltı bozukluğu tedavi edilmezse ve nedenler
ortadan kaldırılmazsa süreğenleşebilir. En azından bizim toplumumuzda, hastaların çoğunda bir
süre sonra konversiyon, hipokondriazis yada başka somatoform bozukluk belirtileri ortaya çıkar
yada tipik depresyon başlar.
SAĞALTIM
PSİKOTERAPİ
A. Gevşeme Yöntemleri: Hastalara kaslarını gevşetme, rahat soluma, düşünceleri rahatlık
verici konulara yönelterek bunaltıyı azaltma egzersizleri yaptırılır.
B. Bilişsel-davranışçı sağaltım: bunda hastanın bunaltı öncesi ve sonrası algıları, beklentileri
ele alınarak yapılan bir bilişsel sağaltım söz konusudur.
C. Destekleyici Psikoterapi: Sıkıntı verici bilinçli sorunlar ele alınarak bunlara çözüm yolları
bulunmaya, hastaya güven verici ve rahatlatıcı yollar gösterilmeye çalışılır.
D. Analitik Psikoterapi: bunaltının bilinçdışı kaynaklarını incelemeyi ve içgörü kazandırarak
hastanın köklü çözüm yolları bulmasını amaçlayan psikoterapidir.
Yaygın anksiyete bozukluğu olan kişilerin 1/3’ü kişilik bozukluğu gösterirler : En fazla bağımlı
kişilik bozukluğu gösterirler.
PANİK VE YAYGIN ANKSİYETE BOZUKLUĞUNUN BİLİŞSEL – DAVRANIŞÇI TEDAVİSİ
Anksiyete, tek bir dışsal uyaranla sınırlı olmayan, fobilerdeki gibi sürekli ve yaygın kaçınma
davranışları ile birlikte görülmeyen, kolay giderilemeyen bunaltı, sıkıntı ve endişe duygusudur. Bu
duygu hafif bir tedirginlik duygusundan panik derecesine varan yoğunlukta yaşanabilir.
Anksiyete bozukluklarında, hastaların gerçek bir tehlike olmadığı durumlarda bunaltı, sıkıntı
yaşadıkları görülmektedir. Bu tür hastalarla görüşüldüğünde, anksiyete yaşadıkları durumlar için,
hastaların tehlike algıladıklarına işaret eden düşünce ve imajlara sahip oldukları dikkat
çekmektedir. Ortamı ve kendilerini yanlış algılamaları sonucunda da anksiyete yaşadıkları
düşünülmektedir. Bu düşünce ile hareket eden bilişsel – davranışçı terapistler, anksiyete
bozukluklarında, hastalara tehlike algılarını tanımalarında, değerlendirmelerinde ve bu algılarını
değiştirmelerinde yardımcı olmayı amaçlar. Ayrıca, tehlike algılarını sürdürmelerine yol açan
davranışlarının da durdurulması ve değiştirilmesi amaçlanır.
Anksiyete Türleri
1- En önemli problem, hemen her ortamda, beklenmedik zamanlarda ortaya çıkan ve
tekrarlayan panik nöbetleridir. Nöbet sırasında rahatsız edecek derecede yoğun fiziksel
duyumlar ortaya çıkar. Bu yoğun sıkıntı ve duyumlar nedeniyle hastalar gerçek bir tehlike
ile karşı karşıya olduklarını düşünürler. Bu duyumları hemen gelmekte olan fiziksel yada
ruhsal bir felaketin habercisi olarak yorumlanır. Örn: kalp krizi geçirecek, ölecek vb.
2- En önemli problem, panik nöbetlerinin geleceği beklentisi ile bağlı olmayıp, değişik
yaşantılara bağlı olarak hissedilen, gerçekçi olmayan yoğun bunaltı, korku ve endişedir.
Pek çok fiziksel belirti hissedebilir.
Bilişsel Modele göre Anksiyete
Kişilerin anksiyete, kızgınlık veya umutsuzluk gibi olumsuz duygular yaşamalarının en önemli
nedeni, olayların kendisi değil, kişilerin bu olaylarla ilgili beklentileri ve girdikleri yorumlardır.
‘’Anksiyete Programı’’ evrimsel geçmişimiz sonunda kazandığımız ve kişisel deneyimlerle
geliştirdiğimiz, gerçek bir tehlike karşısında gelebilecek zarardan korunmayı amaçlayan bir dizi
tepkiyi içerir.
Anksiyete programı gerçek bir tehlike olmadığı durumlarda sadece yanlış yorumdan dolayı aktive
olduğundan işlevselliğini kaybeder. Hayatımızı kurtarmak yerine bu sefer kısıtlayıp zorlaştırır.
Bilişsel Modele Göre Düşünce Biçimleri
İki tip hatalı düşünme biçimi vardır:
1- Olumsuz Otomatik Düşünceler: Kişinin anksiyeteli olduğu belirli durumlarda var olan
düşünceler ve hayallerdir.
2- İşlevsel Olmayan Sayıtlılar: Kişilerin kendileri ve yaşamla ilgili sahip oldukları genel inançlar
ve kurallardır. Bu sayıtlılar, kişileri, belirli durumları olumsuz ve işlevsel olmayan
yorumlamaya hazır hale getirebilir.
Yaygın Anksiyetenin Bilişsel Modeli
İnsanlar kendileri ve yaşamla ilgili inançları nedeniyle pek çok durumu tehdit olarak algılamaya
yatkın oldukları için yaygın anksiyete yaşarlar. Kişi bir kez yaygın anksiyete geliştirdiğinde,
Anksiyetenin sürmesine yol açan, dikkat ve davranışla ilgili bazı değişiklikler oluşur. Tehdit gibi
algılanan ortamlarda, olası tehdit işaretlerini seçici dikkatle gözden geçirilmeye başlanır. Yaygın
anksiyete hastaları tutarlı kaçınma davranışları geliştirmemiş olabilirler. Ancak bu olumsuz
inançlarının sürmesine yol açan davranışları olabilir.
Paniğin Bilişsel Modeli
Yanlış yorumlanan bedensel durumlar genellikle çarpıntı, halsizlik gibi normal anksiyete
tepkileridir. Bu bedensel duyumlar hemen gelmekte olan ruhsal yada fiziksel bir felaketin habercisi
olarak yorumlanır.
Pek çok uyaran panik atağı başlatabilir. Daha önce nöbet geçirilmiş bir mekanın görüntüsü nöbet
başlatabilir. Ancak genellikle atağı başlatan, içsel uyaranlar, düşünceler, imajlar yada bedensel
duyumlardır.
Anksiyete uyandıran belirtiler, katastrofik biçimde yorumlandığında, ortada gerçek bir tehdit
varmışçasına, bedensel tepkilerde artış ortaya çıkar. Anksiyete tepkilerinin artmasıyla kişi,
katastrofik yorumunun doğru olduğunu düşünmeye başlar. Anksiyete belirtileri gittikçe daha da
artar, böylece kısır bir döngü oluşur.
Bazı panik nöbetleri, artan anksiyete nöbetlerini takiben gelişir, bazıları ansızın, ortada bir neden
yokken ortaya çıkar.
Değerlendirme
Değerlendirme görüşmesinde ele alınacak konular
Her problem için;
1.
a) Ortam.
b) bedensel duyumlar
c) düşünceler
d) davranışların detaylı araştırılması.
2.
Nöbet olma olasılığı yüksek ortamların listesinin çıkarılması.
3.
kaçınma davranışlarının belirlenmesi.
4.
Problemi şiddetlendiren yada hafifleten uyaranların listesinin çıkarılması.
5.
Diğer insanların tutum ve davranışlarının değerlendirilmesi
6.
Problemle ilgili inancın değerlendirilmesi
7.
Problemin başlamasına ve sürmesine yol açan durumların değerlendirilmesi.
Getirilen her bir problem için terapist, detaylı bilgi almaya başlar. Detaylı bilgi alabilmek için,
hastanın en yakın zamanda yaşadığı yada kendisi için en tehlikeli olan örnek üzerinde konuşulur.
Detaylı bilgi için en sık sorulan sorular:
-
Tam o sırada neredeydiniz? (ortamla ilgili)
-
Ne yapıyordunuz? Bedeninizde ne gibi değişiklikler hissettiniz? (bedensel duyumla ilgili)
Tam o sırada aklınızdan ne geçiyordu? (düşünce)
Bu durumda ne yaptınız? (davranış)
Etrafınızdaki diğer insanlar bu durumda ne dedi, ne yaptı? (başkalarının davranış ve tutum)
Anlatılan olay detaylı olarak araştırıldıktan sonra, terapist bu örneğin diğer nöbetlerle benzer olup
olmadığını araştırmalı. Varsa farklılaşan yönlerini tespit etmeli.
Bilişsel – davranışçı tedavide ilerleme sağlayıp sağlamadığını anlamak amacıyla değerlendirme
tedavi sonuna kadar sürebilir.
Panik Ataklar İçin Değerlendirme Çizelgesi
Çizelgenin doldurulması ve kayıt tutulması önemlidir. Her şeyden önce kayıtlar sıkıntı anında
doldurulacağı için, unutma olasılığını azaltıp daha güvenilir bilgi edinmesine yardımcı olacaktır.
Ayrıca hastaların o zamana kadar fark edemedikleri düşünce, imaj yada bedensel duyumlara
dikkat etmelerini sağlayarak, tedavide ele alınması gereken noktalara ışık tutacaktır.
Benzer şekilde, pek çok hasta, Anksiyetenin en yoğun olduğu dönemdeki bedensel belirtileri
anlatıp öncü bedensel duyumların farkında olmayabilir. Böyle bir kayıt tutulması istendiğinde,
anksiyete düzeyi fazla yükselmeden önceki belirtilerin de farkına varması Anksiyetenin
şiddetlenmeden kontrol altına alınmasını kolaylaştırır.
Panik Ataklar İçin Değerlendirme Çizelgesi
TARİH
DURUM
FİZYOLOJİK
BELİRTİ
ŞİDDETİ
DÜŞÜNCELER
VE
TEDAVİ
Bilişsel – davranışçı tedavi, kişilere tehlike ile ilgili olumsuz düşünce ve buna bağlı davranışların
nasıl tanınacağı, değerlendirileceği, kontrol edebileceğini ve değiştirebileceğini öğreterek
anksiyeteyi azaltmayı amaçlar.
Genellikle hastalar haftada bir kez 50-55 dk boyunca görülür. Ancak hastaya ve şartlara bağlı
olarak görüşme süresi ve sıklığı değiştirilebilir.
Tedavide amaç, kişilere kendi olumsuz bakış açılarından farklı, alternatif bakış açılarının da
olabileceğini göstermektir. Alternatif bakış açılarını ve olumu yanlarını hastanın kendisinin bulması
sağlanır.
Genellikle tedaviler yapılandırılmıştır. Hastanın başka bir ihtiyacı olmadığı sürece görüşmenin
başında bir önceki ev ödevi üzerinde durulur. Her görüşmenin sonunda o görüşmede ele alınan
konularla ilgili uygun bir ev ödevi verilir.
Olumsuz Otomatik Düşüncelerin Tanınması
Başlangıçta olumsuz otomatik düşüncelerle ilgili kişileri bilgilendirmek gerekir.
1- En son örnek üzerinde çalışmak:
Hastalara, en son olarak yaşadıkları ve kendilerinde anksiyete yaşatan durumu hatırlamaları
istenir. Son durum detaylı olarak anlatıldıktan sonra, şu sorularla anksiyetenin ortaya çıkması ve
sürdürülmesine yo açan düşünceleri netleştirmeye çalışır.
- Tam o sırada aklınızda ne geçiyordu?
- O sırada göz önünde bazı şeyler canlanıyor mu?
- Sıkıntınızın en yoğun olduğu anda, nelerin olabileceğini düşünüyor musunuz?
Bazı hastalar sakin olduklarında düşündüklerinin irrasyonel olduklarını görebildikleri için,
anlatırken bazı düşüncelerini göz ardı edebilirler.
Panik nöbetleri ile ilgili düşünceleri açığa çıkarmak için, terapist bazı bedensel duyumlarla
düşünceler arasındaki bağlantıyı göstermede hastaya yardımcı olmalıdır.
Çarpıntı
Kalp krizi geçirmek üzereyim.
Terapist, bunları araştırmak, olumsuz otomatik düşünceleri net olarak açığa çıkartmaya
çalışmaktadır.
2- Hayalde Canlandırma yada Rol Oynayarak Benzer Sıkıntıların Açığa Çıkartılması
Hastadan, geçirilen en son nöbeti gözünde canlandırması, o andaki bedensel duyumları yeniden
yaşaması ve kendisini nöbet sırasında hayal etmesi istenebilir.
Hastaları, hayalde canlandırmaya hazırlamak ve ayrıntılı hayal için birkaç küçük egzersizle
başlamak yararlı olabilir.
Örn: ‘’şimdi gözünüzü kapatın ve bir gül hayal edin.’’ Daha sonra ayrıntılı hayal edip
edemeyeceğini test edebilmek için ‘’gülün yapraklarını görebiliyor musunuz,kokusu nasıl, elinize
nasıl geliyor?’’ gibi sorular sorulabilir. Böylece hastanın ayrıntılı hayal etmesi kolaylaştırılmış olur.
Daha sonra benzer şekilde, en son nöbete dönmesi ve o anı gözünde canlandırması istenebilir.
Hastaya o durum anlattırılır ve hayal etme sırasında nöbeti yaşarken neler hissettiği, aklından
neler geçtiği sorulur.
3- Görüşme Sırasındaki Duygu durum Değişiklikleri:
Görüşme sırasındaki duygu durum değişiklikleri, otomatik düşüncelerin açığa çıkartılmasına çok
elverişli kaynaklardır. Hastadaki duygu durum değişiklikleri fark edildiğinde, dikkati bu konuya
çekip, ‘’şu anda aklınızdan neler geçiyor, bu düşünce az önce var mıydı?’’ gibi sorularla otomatik
düşüncelerin çıkmasını kolaylaştırabilir.
4- Olayın Ne Anlama Geldiğini Anlamak
Olumsuz Düşüncelerin ve Davranışların Değiştirilmesi
TEDAVİNİN RASYONELİ
Tedaviye başlamadan önce terapist, düşünceler, duygular ve davranışlar arasındaki ilişkiyi
hastaya göstererek, tedavinin rasyonelini anlatmalıdır.
Örn:
Rahat rahat uzanmış bir şeyler okurken, içerideki odadan bir ses duyuyorsunuz. Bu sesi
duyduğunuzda ‘’pencere açık kalmalı, duyduğum ses bunun sesi’’ diye düşünürseniz ne
yaparsınız?
Aynı sesi, ‘’içeride hırsız var, onun sesi’’ diye yorumlarsanız ne yaparsınız?
Duyulan ses aynı olduğu halde getirilen yorumlar farklı olduğu için duyguların ve davranışların
nasıl farklılaştığı hasta ile birlikte tartışılmalı. Hasta ile yapılan değerlendirme görüşmelerinden
sonra hastanın yaşadığı bir durum örnek olarak hastaya anlatılıp, bu örnek üzerinde tedavinin
rasyoneli gösterilmelidir.
Anksiyete İle İlgili Bilgi Vermek
Tedavinin başlangıcında, hastalara anksiyete ile ilgili aydınlatıcı bilgi vermek de önemlidir.
Anksiyete belirtileri, anksiyetenin işlevi, anksiyete ile çıldırmak arasında bir ilişki olmadığı ve
anksiyete ile oluşan otomatik düşüncelerin tehlikeli olmadığı hastalara anlatılmalıdır. Anksiyete ile
ilgili yanlış bilgiler değiştirilmeye çalışılmalıdır.
Dikkati Başka Yönlere Çekmek
Belirtilerin hemen uzaklaştırılması için kullanılmalı. Tedavinin ilk aşamasında bu teknikler,
hastaların anksiyetelerinin kontrolünün ellerinde olmadığı inancını çürütmek için önemlidir.
Tedavinin ilerleyen aşamalarında ise, olumsuz otomatik düşüncelerin sorgulanamayacağı
durumlarda, belirtilerin uzaklaştırılması için bu teknikten yararlanılabilir.
Örn: görüşme sırasında hastanın anksiyetesi yükseldiğinde hastaya odanın içindekileri tarif etmesi
söylenebilir. Böylece düşüncelerle belirtiler arasındaki bağlantı bir kez daha gösterilebilir.
Aktivite Programları
Böyle bir program hazırlanırken; amaç yapılacak işlerin listesi ve ayrılacak zaman, öncelikli işler
ve bunların sırası belirlenir. Bu iş bittikten sonra bir sonrakine başlamadan önce, mutlaka
dinlenmek için zaman ayrılmalı. Plan hazırlanırken, kişilerin kendilerine yapamayacakları kadar
yüksek standart koymayıp gerçekçi planlar yapmaları sağlanmalı. Program uygulandıktan sonra
kendilerine bir ödül vermeleri istenir.
Otomatik Düşüncelerin Sorgulanması
Görüşme sırasında terapist ve hasta olumsuz düşünceleri birlikte sorgulayıp alternatifler üretirken
görüşme dışında hastaların ev ödevleri ve kayıtlar yoluyla bunu sürdürmesi istenir.
Sorular:
1- Bu düşünce için ne gibi kanıtlarınız var? Bu durum için başka bir bakış açısı olabilir mi?
Başka bir açıklama biçimi var mı?
2- Acaba bir başkası bu durumda ne düşünebilir?
3- Yargılarınız acaba ne hissettiğinize mi, yoksa gerçek hayatta ne yaptığınıza mı dayanıyor?
Anksiyete bozukluğunda yapılan genel düşünce hatası, hastaların yaşadıkları anksiyete nedeniyle
o ortamda baş edemeyecekleri inancıdır. Ancak, nasıl hissettikleri değil de gerçekten ne yaptıkları
sorulduğunda, davranışlarının hiç de uygunsuz olmadığını ve durumla baş etmek için adaptif
davranışlarda bulunmuş olabileceğini anlayabilirler.
4- Gerçekleri unutup, acaba gerçekçi olmayan yada ender rastlanan durumları mı çok
abartıyorsunuz?
Kişiler başarılı oldukları performansları unutup başarısız oldukları hatırlayabilirler.
5- Ya hep ya da hiç tarzında mı düşünüyorsunuz?
6- Kontrolünüzde yada sorumluluğunuzda olan şeyleri çok mu abartıyorsunuz?
7- Eğer düşündüğünüz gibi olursa ne olur?
Hastaları en kötüsünü düşünmeye zorlamak, bekledikleri felaketlerin o kadar büyük olmadığını
görmelerine fırsat verir.
8- Bir ay, bir yıl, on yıl.. sonra işler ne durumda olacak?
9- Acaba, olayın olma olasılığını mı abartıyorsunuz? Objektif verilerle olasılık tartışılmalı.
10- Sorunla baş etme becerilerinizi azımsıyor musunuz?
11- Geçmişte benzer sorunlarla karşılaştığınızda ne yaptınız?
Davranış Denemeleri
Panik nöbetlerinde kullanılacak davranış denemelerinin amacı, bedensel duyumlara getirilen
katastrofik yorumların değiştirilmesidir. Alternatif adaptif düşünceler üretildikten sonra
davranışlarla bunların doğruluklarının kanıtlanması gerekmektedir. Davranış denemeleri için en
sık kullanılan hiperventilasyon egzersizleridir.
Hiperventilasyon Egzersizleri
Hastalardan, ağızlarından sık sık ve kısa kısa, hızlı bir şekilde nefes alıp vermeleri istenir.
Karbondioksit kaybına bağlı olarak bu durumda her insanda, panik nöbeti sırasında yaşanan
fizyolojik belirtilere benzer duyumlar ortaya çıkar. Daha sonra, nefes egzersizleri ile belirtilerin
giderilmesiyle hastalar bu belirtilerin zannettikleri gibi bir fizyolojik rahatsızlıktan dolayı olmadığını
yada belirtilerin aslında kendi kontrolleri ile başlatılıp giderilebileceğini uygulayarak göreceklerdir.
Hiperventilasyonla açığa çıkarılan panik benzeri fizyolojik durumlardan sonra, kişilere nefes
egzersizleri öğretilerek, hem belirtilerin kendi kontrollerinde olduğu inancı pekiştirilmiş olur. Hem
de belirtilerden kurtulmak için hasta uygun bir davranışsal teknik öğrenmiş olur.
Kaçınma Davranışlarını Ortadan Kaldırmak
Hastalar, anksiyete yaratan durumlardan uzaklaşmaya özen gösterebilirler. Üç tip kaçınma
davranışından söz edilebilir.
1- Belirli durumlardan kaçınma.
2- Bedensel duyumlara neden olacak aktivitelerden kaçınma. Örn: spor
3- Belirtiler başladıktan sonra, anksiyetenin kendiliğinden yatıştığını görmeye fırsat
bırakmayan kaçınma davranışları. Örn: bayılacak gibi hissettiğinde bir yere tutunma.
Hangisi olursa olsun, bu kaçınma davranışları, hastaların olumsuz inançlarının sürmesine neden
olmaktadır. Bu nedenle, mutlaka hastaların aşamalı olarak korktukları ortamlara girmeleri veya
aktivitede bulunmaları istenmelidir. Ayrıca, bu ödevler verilmeden önce, hastalara olabileceklerle
ilgili beklentileri sorulmalı, ev ödevlerini yerine getirdikten sonra, olanlarla beklentilerinin farklı olup
tartışılmalı. Hastalar bu gibi durumlarda bekledikleri kadar korku yaşayabilirler. Ancak felaket
beklentileri gerçekleşmez. Bu yolla, felaketle ilgili beklentilerinin yanlış olduğunu görür.
Hastalardan korktukları ortamlara girmeleri yada aktivitede bulunmaları istenirken, belirtiler
başladıktan sonra kullandıkları kaçınma davranışlarını sürdürmemeleri özellikle istenir. Aksi halde
olumsuz otomatik düşüncelerin değiştirilmesi güçleşir.
SAPLANTI ZORLANTI BOZUKLUĞU
OKB anksiyete bozuklukları içinde gruplanır. Günlük hayatta batıl inancı olan, en ufak şeylerden
kaygı duyan veya şüphelenen insanlar çoktur. Bu gibi belirtileri gösteren herkes hasta olarak kabul
edilemez, ancak bu düşünce ve davranışlar aşırıya kaçtığında obsesif kompulsif bozukluktan söz
edilir.
Bu hastalığın en önemli özelliği kişilerin takıntılı düşüncelerinin ve davranışlarının farkında
olmasıdır. Bu kişilerde akla takılan düşünceler istemli olarak uzaklaştırılamaz veya saçma
olduğunu bile bile aynı davranış çok defa tekrar edilir(uzun süre el yıkamak veya kapının kilitli
olduğunu bilerek tekrar tekrar kontrol etmek gibi). Bu hastalığa yakalanmış kişilerin günlük
işlevlerini yerine getirmesi güçleşir, iş hayatı ve sosyal ilişkileri genelde bozulur.
OKB bir hastalık olarak tek başına görülebileceği gibi bir belirti olarak başka psikiyatrik hastalıklara
eşlik edebilir. OKB sıklıkla depresyonla bir arada görülür. Hastanın değerlendirmesinde buna
dikkat etmek gerekir.
Yapılan araştırmalarda bu hastalığın toplumda %2-3 oranında görüldüğü tespit edilmiştir. Ancak
tahmin edilen değerler bunun çok üstündedir. Bu hastalık herhangi bir yaşta başlayabilir. Okul
öncesi çocukluk döneminde veya yaşlılıkta ortaya çıkabilir, ortalama çıkış yaşı 40’dır.
Çeşitli nedenlerle hastaların OKB tanısı alması gecikebilir. Bunun değişik nedenleri olabilir;
hastaların yaşadıklarının hastalık olduğunun farkında olmaması veya hekimler ayırt edici tanıda
bu hastalığı düşünmemeleri bu nedenlerden bazılarıdır. Bazen depresyon, iş ve aile sorunları gibi
başka tanılarında bu hastalıkla bir arada bulunması OKB tanısını güçleştirebilmektedir. Tedavide
gecikmenin en büyük sakıncası depresyonun veya iş ve aile sorunlarının ortaya çıkma riskinin
artmasıdır.
OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUK BELİRTİLERİ
Genelde obsesyon ve kompulsiyonlarla karakterizedir, ancak sadece obsesyon veya kompulsiyon
yakınmaları olan hastalar da olabilir. Ancak genelde obsesyonlar düşünce kompulsiyonlarda
davranış şeklindedir.
Obsesyon (takıntı): kişinin kontrolü dışında tekrarlayan düşünce ve uyaranlardır. Hastalar bunun
çok anlamsız olduğunu, kendilerini çok rahatsız ettiğini ancak bu düşüncelerden
kurtulamadıklarını belirtirler. Bu takıntılar hastada iğrenme, korkma, şüphelenme veya anksiyete
gibi duyguları da beraberinde getirir. Hastalar bu düşüncelerin kendi beyinlerinin ürünü olduğunun
farkındadır. Sık görülen obsesyonlar şunlardır:
 Kirlilik: çevreden kan, tükürük, mikrop veya semen gibi kir bulaşması veya kişinin çevreye
kir bulaştırması
 Kendi başına veya yakınlarının başına bir kötülük geleceği düşüncesi
 Kontrolünü kaybetme ve saldırgan davranışta bulunma korkusu
 Tekrarlayan ve kontrol edilemeyen cinsel düşünceler
 Dinle ve ahlaki değerlerle aşırı uğraşma v.b.
Kompulsiyon (tekrarlayan davranışlar): hastalar takıntılı düşüncelerden kurtulmak için akıllarına
başka düşünceleri getirirler veya bazı davranışlarda bulunurlar bu tür düşünce ve davranışlara
kompulsiyon denir. Takıntılı düşünceler anksiyete artışına neden olurken kompulsiyonlar
anksiyeteyi azaltır. Ağır OKB hastalarında bazen bu kompulsiyonlar tüm günü alabilir. Sık görülen
kompulsiyonlar şunlardır:
 Temizlik: saatlerce el yıkama, banyo yapma veya tekrar tekrar ev temizleme gibi. Bu
şekilde el yıkayarak günde bir kalıp sabun bitiren veya çamaşır suyu ile elini yıkayan
hastalar sıktır.
 Tekrarlama: takıntılı düşünce ile oluşan sıkıntıyı gidermek için tekrarlayan davranışta
bulunma veya akıldan başka düşünceleri geçirme gibi. Yakınlarının başına kötü bir şey
geleceğini düşünen bir hasta bunun olmaması için halen yapmakta olduğu davranışı ikinci
kez yaparak bu düşünceden kurtulabilir (yolda yürürken aynı yolu geri dönüp tekrar
yürümek gibi)
 Kontrol etme: evine bir şey olacak veya yangın çıkacak korkusu ile tekrar tekrar kapıyı veya
tüpün kapalı olup olmadığını kontrol etmek gibi.
 Biriktirme: işe yaramayan birçok eşyayı biriktirmek gibi. Örneğin bazı kişilerde yeterli yerleri
olmadığı halde gazeteler, boş kavanozlar veya konserve kutuları gibi işe yaramayan şeyleri
atamama davranışı görülebilir. Son birkaç yıldır yurdumuzda gazetelere yansıyan çöplük
evler buna en güzel örnektir.
 Sayma: yolda yürürken kaldırım taşlarını sayma veya araba plakalarını okuma, günlük işleri
yaparken belli sayılarda tekrar etme v.b.(örneğin kazağını beş kere giyip çıkarma veya aynı
yere üç kere gitmeme gibi)
 Tamamlama: bu kompulsiyonu olan hastalar bir dizi davranışı mükemmel olana kadar
tekrar tekrar yaparlar. Örneğin kirlilik takıntısı olan bazı hastalar el yıkamadan önce
lavaboyu, musluğu ve sabunu yıkar (genelde belli sayıda) daha sonra belli sayıda elini
yıkar ve elini yıkadıktan sonra tekrar aynı işlemi tekrarlar.
 Aşırı tertipli ve düzenli olma: örneğin çalışma odasında her şeyin simetrik durması veya
masanın üstündeki her şeyin belirli bir sıra ile dizilmesi gibi.
Yukarıda sayılanlar dışında sayı sayma, aşırı liste yapma veya aşırı dua etme gibi başka
kompulsiyonlarda olabilir.
OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUĞUN NEDENLERİ NELERDİR?
OKB’ nin bilinen tek nedeni yoktur. Çeşitli etkenlerin bir araya gelmesi ile bu hastalığın ortaya
çıktığı belirtilmektedir.
Genetik bir yatkınlıktan söz edilmektedir. OKB’ ye neden olan bir gen bulunamamıştır, ancak
OKB hastalarının yakınlarında bu hastalığın görülme olasılığı artmaktadır. Aynı ailede görülen
OKB semptomlarının aynı olması gerekmez. Örneğin annede kontrol etme kompulsiyonları
görülürken kızında sık el yıkama olabilir.
Beyinde kimyasal haberci görevi üstlenen serotonin seviyesinde düşmenin bu hastalığa neden
olduğu söylenmektedir. Serotonin seviyesini artıran ilaçlar bu nedenle tedavide kullanılmakta
ve tedavi edici etkisi görülmektedir.
Bazı araştırmacılar bu hastalarda beynin ön kısmı olan frontal kortex ile içyapılardan bazal
ganglionlar arasında iletişim kopukluğu olduğunu ileri sürmektedir.
Aile içi sorunlar veya stres yaratan durumlar bu hastalığa yol açmaz ancak var olan hastalığın
alevlenmesine yol açabilir.
Obsesif kişilikteki kişilerle OKB’ yi ayırmak gerekir. OKB hastalarının hastalık öncesi
dönemlerinde genelde kompulsif davranışlara rastlanmaz. OKB hastalarının %15-35’inde
hastalık öncesi dönemde obsesif uğraşlara rastlanır.
HASTA YAKINLARINA DÜŞEN GÖREVLER
Bu hastaların kendi hastalıkları konusunda genelde iç görüleri yoktur. Bu nedenle bu hastalarla
yaşayan kişilere çok iş düşmektedir. Bu hastalığın aslında tedavi edilebilir olduğunu anlatmak
ve doktora gelme konusunda bu hastaları ikna etmek genelde yakınlarına düşmektedir.
Hastalığın tedavisi yorucudur ve hastayı oldukça gerginleştirir, bu dönemlerde hastanın
yanında olmak ve destek vermek çok önemlidir. Belirtileri tartışarak düzeltmek mümkün
değildir. Hastalar zaten bu düşünce ve davranışın saçma olduğunun farkındadır, onlarla bunu
tartışarak üzerlerine gitmek hastanın sıkıntısını artırmaktan başka işe yaramaz. Bunun yerine
onları anladığınızı ve yanlarında olduğunuzu belirterek destek olmak tedavinin seyri açısından
oldukça olumludur. Davranış tedavisinde amaç takıntılı düşünceleri ortadan kaldırmak değil
hastanın bu düşüncelerle barışık yaşamasını sağlamaktır. Örneğin çöp bidonunun yanından
geçerken eline kir bulaştığını düşünerek defalarca elini yıkayan bir hastaya “hayır kir
bulaşmadı” demek yerine “eline kir bulaşıp bulaşmadığına karar vermek için çaba
harcamamalısın, kir bulaştığını kabul etsen bile elini tekrar tekrar yıkamamak için direnmelisin”
düşüncesi aşılanır ve hastanın bunu başarması istenir. Bu nedenle hasta yakınlarının bu
düşünceye uymayan yaklaşımları tedaviyi zora sokmaktan başka işe yaramaz. Bu tür
yaklaşımlar OKB belirtilerinin artmasına sebep olabilir.
Aile içi sorunlar bu hastalığın sebebi olmaz ancak çoğu zaman hastalığın belirtileri aile içinde
sorunlara neden olur. Bu hastalık pek çok hastalıktan daha fazla hasta yakınlarını rahatsız eder.
Örneğin yıkanma obsesyonu olan bir hasta gün boyu banyoyu işgal ettiği için, hasta yakınları
banyoyu kullanamaz hale gelebilir veya dışarıdan kir bulaşacak diye obsesyonları olan bazı
hastalar sadece kendileri değil ailenin diğer fertlerini de bazı davranışlar yapmaya zorlayabilirler
(örneğin dışarıdan gelir gelmez soyunup banyo yapmak gibi). Bu nedenle tedaviye gelindiğinde
çoğu zaman hasta yakınları da hastalar gibi yorgun ve tükenmiştir. Yakınları OKB tedavisi gören
kişilerin zaman zaman tedaviyi yapan doktoru ziyaret ederek tedavinin seyri konusunda
bilgilendirmesi ve ne yapacakları konusunda bilgi alması oldukça faydalıdır.
YALNIZ DEĞİLSİNİZ
ABD'lerinde nüfusun %3'ü yani yaklaşık 5 milyon kişi bu tanıyla izlenmektedir. Genel nüfusun %23'ünü etkileyen OKB, sık rastlanır bir hastalık olup tüm dünyada 100 milyonun üzerinde insanı
etkilemektedir. Pratik olarak her 50 kişiden birinde OKB bulunmaktadır.
OKB, her yaş ve etnik gruptan kadın ve erkeklerde görülmekle birlikte, çoğu kez ergenlik veya
erken erişkinlik dönemlerinde ortaya çıkar. OKB hastalarının yaklaşık %70-80'inde depresyon
gelişebilir.
Obsesif düşünceler veya kompulsiyonlar size ve hayatınıza ciddi bir yük olabilir. Bu korkuların ve
düşüncelerin gerçek olmadığından eminsinizdir; ancak gerçek olan tek şey bunlardan artık bıkmış
olduğunuzdur. Obsesyonlarınız o kadar güçlü olabilir ki; zihniniz şüpheyle doludur.
BİR OLGU SUNUMU İLE BİRLİKTE ÇOCUK VE ERGENLERDE OBSESİF KOMPULSİF
BOZUKLUĞA BİR BAKIŞ
ÖZET:
Çocuk ve ergenlerde obsesif kompulsif bozukluk nadir ve tedaviye dirençli bir sendrom olduğu
düşünülmesine rağmen, araştırma bulguları epidemiyolojik çalışmalar, obsesif kompulsif
bozukluğun prevalansının çocuk ve ergenlerde düşünülenden daha yüksek olduğunu göstermiştir.
Çocuk ve ergenlerdeki obsesif kompulsif bozuklukta, erişkinle karşılaştırıldığında kısmen farklı
belirtiler gözlenmektedir. Çocuk ve ergenlerde obsesif kompulsif bozukluk sıklıkla aile çatışmaları,
sosyal çekilme ve okulda başarısızlığa yol açmaktadır. Çocuklar ritüellerine aile bireylerini ve
arkadaşlarını ortak edebilmekte, %90 vakada semptomlar zamanla değişim gösterebilmektedir.
Özellikle ergenlerde obsesif kompulsif bozukluğu erken başlangıçlı şizofreniden ayırmakta
güçlükler olabilmektedir.
GİRİŞ:
Obsesyonlar (saplantı); kişinin kendi zihninin ürünü olarak tanımladığı (düşünce sokulmasından
farklı olarak), yok varsaymaya veya bastırmaya ya da başka düşünce veya hareketlerle nötralize
etmeye çalıştığı, benliği rahatsız eden (ego-distonik) yineleyici ve ısrarlı her türlü düşünce, fikir,
dürtü ve imgelemlerdir. Kompulsiyon; çoğu kez obseden düşünceleri kovmak için yapılan irade
dışı yineleyen hareketlerdir.
Son yıllara kadar obsesif kompulsif bozukluğun (OKB) çocuk ve ergenlerde nadir görüldüğüne
inanılırdı. Ancak yeni çalışmalar bu bozukluğun sanıldığı kadar seyrek olmadığını göstermektedir.
Yapılan epidemiyolojik bir çalışmada OKB prevalansı yaklaşık % 0.05 bulunmuştur. Flament ve
arkadaşları(1989) yaptıkları epidemiyolojik bir çalışmada beş bin lise öğrencisinde yaşam boyu
yaygınlığı % 2 olarak saptamışlardır. Yani her 200 genç kişiden biri OKB' ye sahiptir. Retrospektif
çalışmalarda yetişkinlikte OKB tanısı alanların 1/3–1/2'sinde hastalığın başlangıcının çocukluk
veya ergenlik döneminde olduğu saptanmıştır.
Erken başlangıçlı grup ve ergende en erken başlama yaşı 7, ortalama başlama yaşı 10 yaştır.
Çalışmalarda OKB' ye erkek çocuklarda kızlardan daha sık görüldüğü bulunmuştur. OKB' li erkek
çocukları daha büyük olasılıkla prepubertal başlangıçlı olup ve aile üyelerinden birisi OKB veya
tourette sendromlu iken, kızlarda büyük olasılıkla adölesan başlangıçlıdır.
Aşağıda erken başlangıçlı şizofreniyle karışabilen obsesif kompulsif bozukluklu bir olgunun klinik
özellikleri anlatılacaktır.
OLGU:
Ö.B Erkek, 15 yaşında, lise I' de okuyor. Hasta 1996 Mayıs ayında babası tarafından GATA Ruh
sağlığı ve hastalıkları kliniğine getirildi. Görüşme başlangıcında aşırı derecede anksiyetesi ve
sürekli kalkıp oturma şeklinde ritüelleri mevcuttu. Zaman zaman sıkıntıdan "yeter yeter" diye
bağırıyordu. Durmadan hareket halindeydi. Yerinde sürekli kalkıyor ve oturuyordu. Hasta
engelleyemediği hareket tekrarları ve kafasından bir türlü atamadığı genellikle cinsel içerikli kötü
düşüncelerden şikayet ediyordu. Bazı isimleri son harf benzerliğine göre tekrar ediyordu.
Dezorganize klinik tabloya rağmen ilk görüşme sonrası tanımız OKB idi. Hastanın yatışına karar
verildi.
Babası ile yaptığımız görüşmede; son 10 gündür kardeşini dövdüğünü, camları kırdığını, iki kez
pantolonunu indirip cinsel organını gösterdiği, küfür ettiği, flört eden kızlara sinirlenip "Orospu"
dediğini ifade ediyordu.
Yatırıldığının birinci günü kendisiyle görüşmemizde; "Aklıma kötü işler yapan insanlar geliyor,
özellikle cinsel konularda, örneğin Sheron Stone gibi artistlerin cinsel filmleri aklıma geliyor, o
zaman huzursuz oluyorum. Bunlar aklıma geldiğimde ne hareket yapıyorsam, bu düşünce ve
hayaller aklımdan çıkana dek o hareketi tekrarlıyorum. Örneğin bu düşünce sırasında otururken
kalkmışsam, sürekli oturup, kalkıyorum, kapıdaysam girip çıkıyorum veya giyinip soyunuyorum"
diyordu.
Yine "Hastayım ben, galiba problemim ruhsal, aklıma gelen düşünceler var; kötü kadınlar (bu
sırada sürekli oturup kalkma şeklinde ritüelleri vardı). Yaptıklarımın mantıklı olmadığını biliyorum,
tekrarlamalarım var ama kendimi engelleyemiyorum" şeklinde yakınıyor ve sıkıntısını belirgin bir
şekilde dışa vuruyordu.
Görüşmede " 1994' de arkadaşlar ile birlikte porno film seyretmiştim, o filmi aklımdan atamıyorum.
O film bende sıkıntı oluşturuyor, filmin ismi "Sevgili" idi. Birisi "sevgili anneciğim" dese, filmin ismi
sevgili olduğundan film aklıma geliyor, filmdeki adam anneme zarar verir mi?" (sallanmaya
başladı). "sevgili" kelimesi sürekli bana bunu çağrıştırıyor. Filmi Bora ve Tayfunla seyretmiştik,
ikisinin de isimlerinin içeriğinde "a" harfi var. Sıkıldığımda kafiyeli kelimeler söylerim; Metin, Çetin.
gibi tarzındaki yakınmalarını da belirtti.
Ajite iken enjeksiyon yapıldıktan sonra; "hani siz iğne yaptıktan sonra popomu ovuşturdunuz, taciz
yapmadınız değil mi?, ovuşturduğunuz zaman pipiniz kalktı mı?" diye bize soruyordu.
Yatırıldığının ikinci günü yapılan görüşmede; "Kulağıma sesler geliyor, o kadının ilişki sırasında
çıkardığı sesler geliyor (Bunu söyledikten sonra kapıdan üç kez girip çıktı). Bana elini sürdüğünde
pipin kalkıyor mu? Yine pipinize baktım bir şey olur mu?" soruları oluyordu.
(Hastanın tekrarlayan şekilde giyinip soyunduğu görülüp ne yaptığı sorulduğunda) "Serdar
ORTAÇ' ın ismi aklıma geldi, isminin içindeki "OR" orospu anlamına gelir, onu düşünürken giyinip
soyundum."Koltuğun üzerine oturuyorum, bir şeyin üzerine oturmuş sayılmam değil mi?, şimdi
pipinize bakıyorsam intikam olsun diye bir kerede poponuza bakıyorum". Hasta yataktan çıkmıyor,
sürekli uyumak istiyor, sebebi sorulunca; "Uyuyunca o kötü düşünceler aklıma gelmiyor." Şeklinde
ifade ediyordu.
Yatışının üçüncü günü;"Poor insight Obsesif Kompulsif Bozukluk " tanısı düşünülerek fluoxetin
kapsül 20 mg/gün, anksiyete ve ajitasyonundan dolayı diazepam 10 mg/gün başlandı. Hasta
günün büyük kısmını yatağında uyuyarak geçiriyordu. 7. günde diazepam 5 mg/gün'e azaltıldı,
flouksetin 40 mg/gün'e çıkarıldı.
Onuncu günde; hastanın hareketliliği arttı, merdivenleri 3-4 kez çıkıp inmeleri başladı, rituellerini
personele de yaptırmak istiyor, odanın kapısından tekrar tekrar çıkıp girmemizi istiyordu.
Muhtemelen flouxetinin etkisiyle hareketliliği arttı, bakışları canlandı, dönem önem öfke
patlamaları oluyordu. Sonrasında diazepam kesilerek yerine Trifluperazin (stilizan) 2 mg/gün
eklendi. Flouksetin artırılarak ikinci haftada 60mg/gün'e çıkıldı.
Tedavinin 21. gününde görüşmemizde; düşünceler ve tekrarlarda azalmalar başlamıştı. 10 gün
sonra, ayaktan takip edilmek üzere taburcu edildi. İki ay sonraki görüşmemizde; hareket
tekrarlarının kalmadığını, kötü düşüncelerin çok nadiren geldiğini ifade ediyordu. Ekim 1996
ziyaretinde; okula başladığını, okulla ilgili problemlerinin olmadığını, ders çalışırken eskisi gibi
konsantrasyon güçlüğü çekmediğini, hareket tekrarlarının olmadığını ifade etmekteydi.
Hastanın özgeçmişi incelendiğinde; doğumu erken olmuş, psikomotor gelişimi normal, küçükken
çok hareketli, herkesin ilgisini çeken bir çocukmuş, 5 yaşında sünnet olmuş, ilkokulda başarılı bir
öğrenciymiş, ilkokul 5. sınıfta A,B,C, diye tekrarları olmuş, ailesi tarafından bir psikiyatriste
götürülmüş ve aldıkları tavsiyelerle zamanla geçmiş. Eskiden çiş yapmada korkusu olurmuş, bu
sebeple yatağa girmeden önce 3-4 kez tuvalete gidermiş.
İlk olarak rahatsızlığı 1995 Ağustos' unda; "Anneme, kardeşime kötülük yapar mıyım? Onların
ırzına geçer miyim? başkalarına kötülük yapar mıyım?, başkaları bana kötülük yapar mı ?"
tarzında cinsel içerikli.kuşkularıyla ve arabanın içine tekrar tekrar girip çıkma tarzında hareket
tekrarları ile başlamış. İlk şikâyetleri başladıktan sonra Ö.B.'u birçok. psikiyatriste götürdüklerini
Anafranil (klomipramin) verdiğini, fayda görmediğini, sonrasında başka bir psikiyatriste
götürmüşler. Psikiyatrist haloperidol, biperiden ilaç tedavisi başlamış ve bir ay içinde şikayetleri
kaybolmuş. Baba rahatsızlığın iyileştiğini düşünüp ilacı kesmiş, bir süre sonra rahatsızlık
tekrarlamış. Aynı psikiyatriste tekrar götürülmüş, aynı ilaçlara tekrar başlanmış. fakat bu kez
faydasını görmemiş.
Premorbid kişiliğinin annesiyle yapılan görüşmede; "küçükten beri çok titiz, defterinin kenarı kıvrık
olmaz, tertipli, düzenli, yataktan kalkar kalkmaz pijamasını düzenli katlar. Büyüklerine karşı aşırı
saygılıdır. Sınıfının en çalışkanıdır, çok hırslı ve kıskanç bir çocuktur" olduğu anlaşılmıştı (obsesif
kişilik özelliklerini tanımlıyor).
Aile öyküsü incelendiğinde; babanın titiz, mükemmeliyetçi (obsesif kişilik özellikleri taşıyan),
mesleği hakim, hastanın babaya bağımlılığı mevcut. Anne öğretmen, annesiyle ilişkilerinde
problem yok. 8 yaşında erkek kardeşini kıskandığını ifade ediyor. Kendisine benzer problemleri
kuzeninin de yaşadığını, psikiyatrik tedavi ile tamamen iyileştiği öyküden anlaşıldı.
Fizik muayenede (kardiovaskuler ve nörolojik sistem muayenesinde) ve laboratuar ve
radyodiagnostik tetkiklerde (kan tetkikleri, tiroid fonksiyon testleri ve MRI) patolojik bulgu tespit
edilmemiştir.
Hastamızın saplantılarının şiddeti ve neredeyse sanrısal nitelikte oluşları endişe verici olsa da, bu
inançların yanlış oldukları yolundaki iç görüsünü ve bunlarla mücadele eden tek kişinin kendisi
olduğu hissini hep korumuştur. Bu hastaya rahatsızlık verici, isteği dışında kafasına takılan
düşünceleri ve bu düşüncelerin doğurduğu bunaltıdan kurtulmak için geliştirdiği törensel
davranışları göz önüne alınarak OKB tanısı konuldu.
OKB düşünülen hastaya flouksetin başlanmış ve zaman içinde 60 mg /gün'e çıkılmıştır. Ayrıcı
anksiyolitik dozda trifluoperazin 2 mg/gün flouksetinin yanına eklenmiştir. Aynı zamanda
psikoterapi seanslarına başlandı.
TARTIŞMA
Çocuk ve ergenlerdeki obsesif kompulsif bozukluğun (OKB) klinik görüntüsü erişkinlerdekine çok
benzemektedir. Ö.B.'da da belirtiler erişkin OKB belirtilerine benzer klinik belirtilerle ortaya
çıkmıştır. Ayrıca çocukların çoğunda normal yaşla ilişkili obsesif kompulsif davranışlar
gözlenebilmektedir.
Obsesif kompulsif bozukluğun 4 çeşit semptom örüntüsü vardır:
1. En sık görüleni bulaşma obsesyonudur. Bunu yıkama, yıkanma, temizleme yada bulaşık
olduğu düşünülen nesneden kompulsif kaçınma izler. Korkulan nesne genellikle kaçınılması zor
olan bir nesnedir (idrar, toz yada mikrop gibi). Korkulan nesneye karşı en çok duyulan duygusal
tepki anksiyete olursa da obsesif utanç, iğrenme ve tiksinmede sık görülür.
2. En sık gözlenen ikinci semptom örüntüsü Kuşku obsesyonudur. Bunu kontrol etme
kompulsiyonu izler.
3. En sık görülen üçüncü örüntü; bir kompulsiyon olmaksızın, zihne yerleşen obsesyonel
düşüncelerin taşınmasıdır. Bu obsesyonlar genellikle cinsel yada saldırgan bir eylemle ilintili
yineleyici düşüncelerdir ve hasta bu düşüncelerinden ötürü kendi kendini kınamaktadır.
4. En sık görülen dördüncü örüntü, bakışıklık(simetri) yada kesin olma obsesyonudur. Bunu
yavaşlama kompulsiyonu izler. Bu hastaların bir yemek yemeleri, traş olmaları saatler alır. Obsesif
kompulsif hastalarda dinsel obsesyonlar ve istifçilikte sık gözlenir
.
OKB' nun tipik semptomları
OKB olan çocuk ve ergenlerde en sık görülen obsesyon; yetişkinlere benzer şekilde kirleme ve
mikrop bulaşma korkusudur. Kendine ve sevdiklerine zarar geleceği korkusu, simetri ve düzenle
ilgili obsesyonlar, saldırganlık, cinsellik ve dinle ilgili obsesyonlar diğer sık görülen obsesyonlardır.
Cinsel içerikli obsesyonlar çocuklardan çok ergenlerde gözlenir. Bizim olguda da daha çok cinsel
içerikli obsesyonlar hakimdi.
Obsesif çocuklar erişkinlerden farklı olarak belirtilerine ailelerini de ortak edebilirler. Tekrarlayıcı
sorularına yanıt beklerler, ailelerinin kompulsiyonlarına katılmalarını isterler
Ayrıca bir çok genç hasta, zaman içinde, belli semptom dizisinin aylar hatta yıllar boyunca baskın
olup daha sonra başka bir paterne dönüştüğünü bildirmişlerdir. Örneğin bir çocuk, sayma
ritüellerinden
yıkama ritüellerine
düşüncelerden şikayetçi olabilir.
geçerken,
daha
sonraki bir dönemde
yalnız
obsesif
Yapılan çalışmalarda OKB' si olan çocuk ve ergenlerin ailelerinde çeşitli psikopatolojilerin sık
bulunduğunu gösterilmiştir. OKB' si olan hastaların anne, baba ve yakın akrabalarında obsesif
kişilik ve OKB başta olmak üzere belirgin psikopatoloji bulunmuştur. OKB' u olan çocuk ve
ergenlerde aynı tanıyı alan anne ve babalarını inceleyen çalışmalarda, hastalardaki obsesif
kompulsif belirtilerin anne yada babalarındaki belirtilere benzemediği bulunmuş, obsesif ve
kompulsif belirtilerin öğrenme veya örnek almaya bağlı olarak ortaya çıkmadığı belirtilmiştir.
Bazı klinik vakalarda obsesyonel düşünce ile sanrısal düşünceyi birbirinden ayırabilmek güç
olmaktadır. Bu sebeple şizofreni ile karışabilmektedir. Adölesan dönemde şizofreni, OKB' yi
andıran bir tarzda başlayabilir veya şizofrenik bozukluğu olan hastada obsedan düşünceler ve
kompulsiyonlar bulunabilir. Şizofreninin özellikle başlangıç döneminde, obsesif kompulsif
nevrozdakine benzer belirtiler olabilmektedir. Şizofrenideki obsesyon ve kompulsiyonlar genellikle
absurd ve stereotipiktir. Şizofrenide obsedan düşünceler egosintoniktir. Ayrıca hastanın aksiyetesi
azdır ya da künt duygulanım mevcuttur.. OKB' de ise anksiyete yoğundur. Şizofrenik genellikle
obsesyon ve kompulsiyonlarını önlemek için uğraşmaz, bunların kendisine çok sıkıntı verdiğini,
yaşamını kısıtladığını belirtmez. Ö.B'de obsedan düşünceler kendini rahatsız ediyor ve sıkıntı
veriyordu.
Aşırı stres altında, ciddi (aşırı) obsesyonel hastalar psikotik olarak gözlenebilir ve klinisyenler bu
durumu nöroleptiklerlerle tedavi etmeye çalışırlar. Bu sebeple OKB kliniklerine başvuran
hastalarda öncesinde nöroleptik kullanım öyküsü sıktır. Ö.B.'de obsesyonel tablo başlangıçta
psikiyatristlerce psikotik olarak algılanmış ve birden fazla nöroleptik kullanımı mevcut idi.
OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUK NASIL TEDAVİ EDİLİR?
Tedavide amaç öncelikle var olan hastalığı tedavi etmek sonra da hastalığın tekrarlamasını
önlemektir. Bu amaçla iki tedavi yöntemi kullanılmaktadır:
1. Seçici serotonin geri alım inhibitörleri kullanmak
2. Bilişsel davranışçı tedavi uygulamak
Hastaların hastalıkları konusunda kendilerini eğitmeleri çok önemlidir.
Tedavinin başlarında bilişsel ve davranışçı tedaviyi oturtmak ve tedavi dozunu ayarlamak
amacı ile haftada en az bir kez doktor kontrolüne gitmek gerekir. Hastalık yatıştıkça
kontroller seyrekleşir, tamamen düzeldikten sonra da yılda bir kez bile olsa kontrole
gitmekte fayda vardır.
İyileştikten sonra belirtiler tekrar başlar ve kognitif davranışçı tekniklerle kontrol edilemez
ise, beklenmeyen ilaç yan etkileri görülürse, depresyon, anksiyete bozukluğu gibi başka
ruhsal hastalık belirtileri görülürse veya bir yakınını kaybetmek gibi hastalığı kötü
etkileyebilecek önemli bir yaşam olayı ile karşılaşılırsa vakit kaybetmeden psikiyatriste
başvurmak gerekir.
Hastalığın tedavisi uzun süreli ve hastayı çok zorlayıcıdır. Tedavi süresince hastanın kendi
kaygısını kontrol etmesi gerekir ki bu bazen imkansız hale gelebilir. Böyle yorucu bir
tedaviyi geçtikten sonra aniden tedaviyi kesmek kesinlikle önerilmez. Tedavinin seyri
sırasında tedavi ile ilgili sorunlar ortaya çıktığında bunun doktor ile paylaşılmasında fayda
vardır.
OBSESİF – KOMPÜLSİF BOZUKLUK VE BİLİŞSEL – DAVRANIŞÇI TEDAVİSİ
Obsesif – Kompulsif bozukluk, temelde obsesyon ve kompulsiyon olarak adlandırılan belirtilerin
oluşturduğu ruhsal bir bozukluktur.
Obsesyonlar; bireyin zihninden uzaklaştıramadığı, iradesi ve kontrolü dışında zihnine hücum
eden, rahatsız edici, çoğu zaman tehdit edici, ısrarcı ve tekrarlayıcı düşüncelerdir. Bu düşünceler,
çoğu zaman hastanın kendisine de saçma ve anlamsız gelir. Obsesyonlar, gerçeğe yakın ve
gerçekleşebilecek nitelikte düşünceler olabileceği gibi, zaman zaman gerçekten oldukça uzak ve
sanrısal nitelikte olabilir. Ancak bu durumda da, böyle bir düşüncenin obsesyon olarak
adlandırılabilmesi için, hastanın bu düşüncesinin gerçekleşemeyeceğini ve anlamsız olduğunu
kabul etmesi gerekir. Obsesyonlar, çoğu zaman bir tereddüt içerirler ve hiçbir zaman kesin
cümleler olarak ifade edilmezler.
Kompulsiyonlar, çoğunlukla obsesyonlara tepki olarak ortaya çıkan davranışlardır. Bu davranışlar
gözlenebilir olabileceği gibi, dışarıdan gözlenemeyen zihinsel davranışlar yani düşünceler şeklinde
de olabilir. Bu belirtilerin görevinin, obsesyonların neden olduğu kaygıyı azaltmak yada
nötrleştirmek olduğu düşünülür. Obsesyonlar bir tehdit, kompulsiyonlar ise bu tehdide karşı tedbir
niteliğindedir.
Hastalığın ortaya çıkışı yada en azından yardım talebi, genellikle kompulsiyonların kendisinin de
bir kaygı kaynağı haline gelmesiyle olur. Kompulsiyonların kaygıya neden olma sebepleri
şunlardır:
1- Çok vakit alırlar ve hastanın diğer fonksiyonlarını engeller hale gelirler.
2- Hastaya ve ya çevresine fiziksel zararlar verebilecek düzeye ulaşabilirler.
3- Saçma ve anlamsız davranışlardan oluşabilir, bu durum hastada kaygıya neden olabilir.
4- Çoğu zaman dışarıdan gözlenebilen davranışlardır ve çevre tarafından fark edilirler.
Obsesif – Kompulsif bir hastanın sergileyebileceği tüm belirtileri 4 grupta toplayabiliriz.
Tekrarlayıcı yada Kaçınamadığı
Davranış
Düşünce
1
3
Kaçtığı yada Kaçındığı
2
4
1- Bunlar hastanın kompulsiyonlarıdır ve bu kompulsiyonlar gözlenebilir davranışlardan
oluşur.
2- Bildiğimiz Fobik kaçınmadan farklı değildir. Bu nedenle obsesif – Kompulsif hastalar bu
grup belirtilerinden dolayı bir anlamda fobiktirler ve Fobik gibi davranırlar.
3- Bu düşünceler gene kompulsiyonlardır, ancak dışarıdan gözlenemezler.
4- Bunlar hastanın obsesyonlarıdır. Bu düşüncelerinden kaçmaya, onları durdurmaya yada
kompulsiyonlar yoluyla nötrleştirmeye çalışırlar.
Bu 4 grup belirti hemen hemen daima birbirleriyle bağlantılıdır. Aralarında ikili, üçlü ve hatta dörtlü
bağlantı olabilir.
1.2. ve 3. grup belirtiler sırasıyla tedaviye daha kolay cevap verirken, 4. grup belirtilerde yararlılık
daha sınırlı kalmakta veya daha uzun zaman gerektirmektedir.
Örnek(4-1);
Kirlilik obsesyonları sebebiyle ellerini defalarca yıkması.
(4-1-2);
hasta buzdolabının kapağını açık unutabileceği ve açık unutması halinde başına çok kötü bir şey
gelebileceği düşüncesinden kurtulamamaktadır.(4) Bu nedenle buzdolabını her açtığında kapanıp
kapanmadığından emin olmak için defalarca kapısını açıp kapatması gerekecektir.(1) Bu davranış
o kadar vaki alır ve engelleyici hale gelir ki, hasta yemek yapmaktan bütünüyle vazgeçer.(2)
(4-3-1-2)
Hasta sevmediği bir kişinin belirli bir özelliğinin kendisine geçeceği düşüncesini zihninden
uzaklaştıramaz. (4) bu düşünce aklına her geldiğinde bu düşünceyi nötrleştirmek için sevdiği belirli
kişileri yine belirli bir sıraya göre aklına getirmeye çalışır.(3) bu sırayı bozmamak ve tam olarak
aklına getirdiğinden emin olmak o kadar zor ve sıkıntılı bir hale gelir ki bunu durdurmak için kara
sallamaya başlar (1) kafa sallamak çok dikkat çekici bir hale gelir ve bunu engelleyemez, bu
nedenle sosyal ortamlara girmekten kaçınmaya başlar.(2)
Obsesif – Kompulsif hastanın değerlendirilmesi ve İlk Görüşmeler
İlk görüşmelerde, obsesif – kompulsif hastaların değerlendirilmesine gözlenebilir kompulsiyonları
ile başlamanın bazı yararları vardır.
1- Hastalar, genellikle bu bilgiyi vermeye hazır olarak gelirler. Yakınları da aynı zamanda
davranışa yönelik bilgiyi daha kolaylıkla verebilirler.
2- obsesif – Kompulsif hastalar, başlangıçta çok kaygılı olduklarından somut davranışlarına
yönelik bir görüşmeyi daha kolay sürdürebilirler.
3- Çoğu zaman obsesyonların hastalar için büyüsel bir değeri vardır. Dolayısıyla başlangıçta
hastanın çok daha özel saydığı obsesyonları deşmemek, bu hastalar için çok daha önemli
olan kontrol duygusunu yitirmelerine yol açacak zorlamalara terapistin girişmeyeceği
güvencesini verebilir.
Hastalık öncesinde kolaylıkla yapabildikleri, ancak hastalık ortaya çıktıktan sonra artık hiç
yapmadıkları, yapmaktan korktukları davranışlar hastaya sorulabilir.ve bu yolla kaçınma
davranışlarıyla ilgili başlangıç bilgileri elde edilebilir.
Değerlendirmede, tedavi ilerledikçe hastanın kaçınma
kompulsiyonları ve obsesyonları için e aynı ilkeler izlenir.
davranışları,
gözlenemeyen
Bu aşamada karşılaşılabilecek bir güçlük, çok sık olan kompulsiyonlarını hastanın yazmak
istememesi şeklinde ortaya çıkabilir. Bu durumda hastanın günün belli bir bölümünde kayıt
tutması ve günün kalan bölümünde kompulsiyonlarının daha sık olup olmadığını değerlendirmesi
istenebilir. Kompulsiyonlarla ilgili kayıt tutmanın yararları şöyle sıralanabilir:
1- Bazı hastalar kompulsiyonlarının gerçekte olduğundan çok daha abartılı olduğunu
düşünebilirler ve yanlış bilgi verebilirler. Bunun bilinmesi gerekir, çünkü bu düşünceyle,
tedavi için gerekli bazı egzersizlerden kaçınabilirler.
2- Bir öncekinin tam aksine hastanın kompulsiyonları anlattığından çok daha abartılı olabilir.
3- Bazı durumlarda sadece kayıt tutmak, kompulsiyonların sıklığını azaltabilir.
Bu aşamada ilk birkaç görüşme içinde hastaya, biraz gayret gösterebilirse hastalığının en azından
kısmen düzelebileceği bilgisi verilmelidir. Ayrıca, hastanın yakınları hastalık hakkında
bilgilendirilmelidir.
Obsesif – kompulsif Bozuklukta Bilişsel ve Davranışçı Tedavi İlkeleri
Bilişsel tedavide doğrudan obsesyonlar ele alınmaz. Çünkü, obsesif hastalar gerçek dışı
düşüncelere sahip olduklarının farkındadırlar ve sıkıntılarının önemli bir bölümü bu farkındalıktan
kaynaklanır. Bu nedenle, obsesyonlarla, hastanın bu düşünceleri yerine daha gerçekçi, alternatif
düşünceler üretebilmesi temelinde çalışılamaz. Depresyonun tedavisinde olduğu gibi, obsesyonlar
birer kalıplaşmış düşünce hatası gibi ele alınamazlar.
Bilişsel terapistler genellikle şu ilkelere uyarlar:
1- Hastanın düşüncelerinin farkına varması.
2- Bu düşüncelerdeki bilişsel hataların incelenmesi
3- Yerine daha dengeli düşüncelerin konması
4- Yeni düşünce örüntüleri için plan yapılması
Bu ilkeler ışığında tedavide şu tür sorular yer alır:
 Bu düşünceye karşı kanıtlar nelerdir?
 Yorumlamalar gerçekten ne kadar uzaktır?
 Hastanın gerçeğe bakışı ile gerçeğin kendisi ne ölçüde uyuşuyor?
 Düşünceler aşırı yada abartılı mı?
 Yargılar gerçekten çok, duygulara mı dayanıyor?
Obsesif – kompulsif hastalarda kontrol temel bir eğilimdir. Hastaya tedavi ilkeleri aktarılırken,
amacın bu defa hastalığı kontrol etmek olduğu önemle vurgulanmalıdır. obsesif – kompulsif
hastanın belirtileri benliğe yabancıdır. Bu nedenle hastalık hastadan ayrı olarak hasta ile
tartışılabilir. Obsesyonlar için hastalıklı düşünce, takıntı veya tehdit, kompulsiyonlar ve kaçınma
davranışları için ise tedbir kavramları, hastayla birlikte kullanılabilir.
Hastaya bu çerçevede bir tedavi rasyoneli çizildikten sonra, hasta için en kolay olabilecek bir
örnek davranış seçilerek bu ilke uygulamalı olarak hastaya yaşatılmalıdır. İlkenin doğruluğunu
hastanın yaşayarak görmesi, tedavinin ileri aşamalarındaki işbirliği açısından oldukça önemlidir.
Ayrıca, davranışçı uygulamaların her aşamasında, bu ilkeler hasta ile birlikte tekrar
hatırlanmalıdır.
Davranışçı tedavi
Obsesif kompulsif bozukluğun davranışçı yolla tedavisinde temel ilke, kaçınma davranışlarının ele
alınmasıdır. Bu hastalar farklı kaçınma davranışları gösterirler.
Fobik kaçınma: kirlenme yada mikrop bulaşması korkusuyla belirli yerlere gitmemek,
dokunmamak.
Kompulsif kaçınma: obsesyonların neden olduğu kaygıyı azaltmak yada nötrleştirmek amacıyla
belirli hareketleri sık sık tekrarlamak.
Kompulsiyondan kaçınma: kompulsiyona yol açacak belli davranışlardan kaçınmadır. Televizyonu
açtıktan sonra ellerini defalarca yıkaması gerektiği için televizyonu açmamak gibi.
Fobik yada kompulsiyondan kaçınmada anksiyeteden kurtulmak amacıyla belirli bir davranış
tamamen ortadan kalkarken, kompulsif kaçınmada belli bir davranışın sıklığı olağandışı artar.
Dolayısıyla tedavideki hedefler de farklıdır. Fobik kaçınma için üstüne gitme teknikleri yararlı
olurken, kompulsif kaçınma için durdurma teknikleri yararlı olmaktadır.
Gerek üstüne gitme gerekse durdurma tekniği için ilk adım kompulsiyonların yada fobik kaçınma
davranışlarının ayrıntılı bir listesini hazırlamaktır. Bu liste hasta ile birlikte hazırlanmalı ve zorluk
sırasına göre hiyerarşik bir düzende olmalıdır. Listenin en üst sırasında hangi davranışın yer
alacağı hastaya bırakılmalı. Hastanın hızına ve motivasyonuna göre zaman zaman listedeki her
bir aşama bir görüşme alırken, bazı durumlarda listenin tamamı tek bir görüşmede başarılabilir.
Dolayısıyla hastanın hızına uymak önemlidir.
Kompulsiyondan kaçınma durumunda, önce kaçınma davranışının üstüne giderek hastanın
kaçındığı davranışı yapmasını yüreklendirmek, bunun arkasından ise kompulsiyonuna izin
vermek, tedavide kolaylaştırıcı bir rol oynayabilir. Bu başarıldıktan sonra kompulsiyonunu
durdurma aşmasına geçmek uygun bir yol olabilir.
Gerek üstüne gitme gerekse durdurma aşamalarında, başlangıçta hasta ile birlikte olmak tedaviyi
kolaylaştırabilir ve hastanın cesaretini arttırabilir. Ancak, kısa bir süre sonra hasta uygulamaları
tek başına yapması konusunda teşvik edilmelidir.
Tedavinin sonlandırılması
Tedavinin sona erdirilmesi aşamasında, başlangıçta belirlenmiş olan hedeflerin gözden geçirilmesi
gerekir. Bu hedeflere ne ölçüde ulaşıldığı hasta ile tartışılmalıdır. Ulaşılan hedefler hasta ve
terapist tarafından yeterli görülüyorsa tedavi sona erdirilebilir. Ulaşılan hedefler yeterli
görülmüyorsa hasta ile birlikte yeni hedefler belirlenerek sürdürülebilir. Tedavinin sona erdirilmesi
daima bütün belirtilerin ortandan kalkması anlamına gelmez.
Gerek bilişsel gerekse davranışçı teknikler, hastanın hastalığını anlamasına, kavramasına ve
hastalıkla baş etme becerilerini kazanmasına yöneliktir. Dolayısıyla bir eğitim niteliği taşımaktadır.
SOSYAL FOBİ
Sosyal fobi kişinin başkalarınca değerlendirilmesi mümkün olan birden çok ortamdan sürekli
korkma ve bu ortamlarda olabildiğince kaçınma davranışları gösterme hali; aşağılanacağı, utanç
duyacağı ya da gülünç duruma düşecek biçimde davranacağıyla ilgili sürekli endişe duyma
durumu olarak tanımlanabilir.
Sosyal fobisi olan insanlar sosyal ortamlarda veya performans gerektiren durumlarda olumsuz
değerlendirilip aşağılanacağı konusunda aşırı bir korku duyarlar. Bu korku duyulan ortamlarda
aşırı düzeyde kendilerinin farkında olma ve kendilerini eleştirme eğilimleri olan bu kişilerde
kızarma, çarpıntı, terleme ve titreme gibi fiziksel belirtiler meydana gelir.
SF utangaçlığın ötesinde utanma korkusudur ve bundan fazlasını da kapsar. Başkalarının
beklentilerine fazla önem verme, kendi isteklerini açıkça ortaya koyamama, hayır diyememe, aşırı
düzeyde kendinin farkında olma, kendini fazla eleştirme, hataları gözünde büyütme, incelendiği
düşüncesiyle kalabalık ortamlarda göz önünde bulunmaktan rahatsızlık duyma gibi eğilimler SF
lilerin belirgin nitelikleri olarak sayılabilir. SF nin temelinde onaylanmama korkusu vardır ve
"Başkaları ne der?" sorusu arttıkça SF ye yatkınlık da artar.
SF yle aynı kategoride değerlendirebileceğimiz çekingen kişilik bozukluğu da kendine güven
eksikliği ve düşük özsaygı, sosyal becerilerde yetersizlik inancı, kabul göreceğinden emin
olmadıkça sosyal ilişkiye girmekten kaçınma gibi belirtileri içerir.
DSM-IV komitesi performans tipi, sınırlı etkileşimsel tip ve yaygın tip olmak üzere 3 ayrı alt tipi
ayrıştıran yeni bir sistemin oluşturulmasını önermiştir. Performans tipi, kişinin yalnızken yaptığında
anksiyete yol açmayan bir veya daha fazla etkinlik nedeniyle toplumsal performans yaşama
kaygısı olarak tanımlanmıştır. Sınırlı etkileşimsel alt tipi ise bir veya iki etkileşime yol açan sosyal
durumlarda korku duyan olguları içermektedir.
Sosyal fobinin başlangıç yaşı 13-24 arasında değişmektedir.
Sosyal fobinin DSM-IV’ e göre tanı ölçütleri
A. Sosyal ortamlarda ya da performans gerektiren durumlarda veya tanımadık insanlar önünde
çıkan belirgin ve inatçı korku. Kişi burada aşağılanmasına veya utanmasına neden olabilecek
biçimde davranacağından ya da anksiyete belirtileri göstereceğinden korkar. Not: Çocuklarda,
tanıdık kişilerle yaşına uygun toplumsal ilişkilere girebilme becerisi olmalı ve anksiyete yalnızca
erişkinlerle olan ilişkilerle değil, akranları ile olan ilişkilerle de ortaya çıkmalıdır.
B. Korkulan toplumsal durumla karşılaşma hemen her zaman anksiyete doğurur. Bu duruma bağlı
veya durumsal olarak yatkınlık gösteren bir panik atağı biçimini alabilir.
Not: Çocuklarda anksiyete, ağlama, huysuzluk yapma , dona kalma veya tanıdık olmayan
insanların olduğu toplumsal durumlardan uzak durma olarak dışa vurulabilir.
Kişi, korkusunun aşırı veya anlamsız olduğunu bilir. Not: Çocuklarda bu özellik olmayabilir.
Korkulan toplumsal veya performans durumlardan kaçınır veya yoğun anksiyete veya sıkıntı ile
katlanılabilir.
Korkulan toplumsal veya performans durumlarda kaçınma, kaygılı beklenti veya sıkıntının kişinin
olağan günlük işlerini, mesleki işlevselliğini (ya da eğitim ile ilgili olan), toplumsal etkinliklerini veya
ilişkilerini bozar veya fobi olacağına dair yoğun bir sıkıntı vardır. 18 yaşın altındaki kişilerde süresi
en az 6 aydır.
Korku veya kaçınma bir maddenin (örneğin kötüye kullanılabilen bir ilaç, tedavi amaçlı
kullanılabilen bir ilaç) doğrudan fizyolojik etkilerine veya genel tıbbi bir duruma bağlı değildir ve
başka bir mental hastalık ile daha iyi açıklanamaz. (örneğin, agorafobi ile birlikte olan veya
olmayan panik bozukluğu, ayrılma anksiyetesi bozukluğu vücut dismorfik bozukluğu, yaygın bir
gelişimsel bozukluk ya da şizotipal kişilik bozukluğu)
Genel bir tıbbi durum veya başka bir mental bozukluk varsa bile A tanı ölçütünde sözü edilen
korku bununla ilişkisizdir. Örneğin kekemelik, Parkinson hastalığındaki titreme veya Anoreksia
nevroza ya da bulimia nevrozdaki anormal yeme davranışına ait korku değildir.
Varsa belirtiniz:
Yaygın: korkular çoğu toplumsal durumları kapsıyorsa (örn: söyleyişleri başlatma ya da sürdürme,
küçük topluluklara katılma, karşı cins ile çıkma, üstleri ile konuşma, partilere gitme). Not: Çekingen
kişilik bozukluğu ek tanısı da koymayı düşününüz.
Etiyoloji
Psikodinamik Model
İnsanların sağlıklı gelişimleri sırasında doyum sağlayıcı bir bağlanma (attachment) istekleri
mevcuttur. Bağlanma davranışı kendine bakım veren kimsenin yeni doğana yakın olmasını sağlar.
Bu kişilerin yakınlığı yaşamı sürdürmek için gerekli olan yetilerin öğrenilmesini sağlar. Bağlanma
varsayımına göre bakım veren kişi ile olan erken yaşantılar “nesne ilişkileri” şeklinde yani,
“interpersonal şemalar” olarak içselleştirilir. Burada nesne ilişkileri kavramı gerçek interpersonal
yaşantılardan farklı olan kendilik ile ilintili diğer insanların içselleştirilmiş zihinsel şemaları yerine
kullanılmaktadır. Erken ilişkilerin kalitesi ve sürekliliği nesne ilişkilerinin temelini oluşturur. Bu
içselleştirilmiş nesne reprezantasyonları başkalarının davranış ve tutumları ile ilgili beklentileri
oluşturur. Sürekli ve doyum sağlayıcı nesne reprezantasyonları tehlikelere karşı güven ve emniyet
duygusunun geliştirilmesini sağlar. Nesne ilişkilerindeki bozukluklar kişisel güvenliği sarsar ve
anksiyeteye yatkınlığı arttırır.
Psikobiyolojik Model
Savunma / güvenlik modeline göre:
— Doğuştan savunma düzeneği yapısal olarak çok güçlü ise.
— Doğuştan güvenlik düzeneği yapısal olarak çok zayıf ise,
— Ebeveyn rolü disiplin yönelimli ise,
— Ebeveyn rolünde işbirliği yönelimi zayıf ise, aşırı sosyal anksiyete ve sosyal fobi gelişebilir.
Öğrenme (koşullanma) modelleri
Diğer özgül fobilerde olduğu gibi ya da daha fazla travmatik koşullandırıcı yaşantının sonucu
olarak sosyal fobi gelişebileceği önemli bir varsayımdır. Doğrudan travmatik koşullanmada sosyal
fobikler fobilerinin kaynağını oluşturan yaşantıları belleğe geri çağırabilirler. Gözlemsel
koşullanmada ise belirli bir durum veya nesne karşısında bir başkasının korkusunun gözlenmesi
korku veya fobi oluşması için yeterli olmaktadır.
Bilişsel model
Sosyal fobinin çekirdeğinde başkaları üzerinde olumlu bir izlenim yaratma isteğine karşın bunun
sağlanabileceği konusunda belirgin bir güvensizlik vardır. Korkulan sosyal durum ile karşı karşıya
gelince doğuştan davranış yatkınlıkları yanı sıra daha önceki yaşantı ve deneyimlere ait olumsuz
düşüncelerin etkileşimi sonucu sosyal fobiklerde mevcut durumla ilgili tehlike algısı oluşturarak bir
dizi kabullenme oluşur. Sosyal fobikler bu tür ortamlara girdiklerinde, (1) beceriksiz ve kabul
görmeyecek biçimde davranacakları tehlikesi ile karşı karşıya olduklarına, (2) bu davranışlarının
reddedilme, değer ve sosyal mevki kaybına neden olacak bir felaketle sonuçlanacağına
inanmaktadırlar. Sosyal fobik böyle bir tehdit algıladığında “anksiyete programı” otomatik ve
refleks olarak aktive olur ve anksiyetenin somatik ve davranışsal belirtileri algılanan tehlike ve
anksiyetenin kaynağı haline gelir. Ortaya çıkan rahatsız edici bedensel belirtiler ve sosyal olarak
olumsuz değerlendirme korkularına odaklanma nedeniyle temel sosyal ipuçlarını kaçırırlar. Sosyal
fobiklerin olumsuz değerlendirileceklerine ilişkin düşünce ve inançlarına kanıt bulmak için
dikkatlerini seçici olarak olumsuz durumlara yoğunlaştırmalarında anksiyete durumunu
arttırmaktadır.
Kendilik sunumu (Self presentation) modeli
Sosyal anksiyetenin kendilik sunumu varsayımına göre insanlar şu iki durum birlikte oluşunca
sosyal anksiyete yaşarlar: Kişi, (1) diğer insanlar üzerinde iyi izlenim bırakma konusunda özellikle
isteklidir, (2) isteği izlenimi elde etme konusunda şüpheleri vardır. Bu iki durumdan herhangi biri
olmazsa sosyal anksiyete de gelişmez.
Sosyal beceri modeli
Bu varsayıma göre sosyal anksiyete sosyal beceri eksikliği sonucu oluşur. Bu modelde hem
olumsuz değerlendirme korkusu, hem de koşullanma dönemleri hastaların temel zorlamalarının
epifenomenini oluşturur. Hatta bu etmenler korkuyu daha da yoğunlaştırabilir. Sosyal beceri
eksikliği sosyal fobiden çok çekingen kişilik bozukluğunda görülmektedir.
Gelişimsel Etmenler
Çocukluk ve ergenlikte utangaçlık ile sosyal fobinin ilişkisi tam olarak açıklanamamış olmasına
karşın hir iki bozukluğun temelinde var olan bir veya birden fazla ortak yatkınlık olabilir.
Duygusallık, davranışsal ketlenme ve aşırı dikkatlilik gibi kalıtsal olarak geçtiği belirtilen özelliklerin
olumsuz sonuçları (örneğin zorbalık gibi) aşırı korunma ve kollama gibi davranışlar sergilemeyen
ve aile bireylerinin duygularını ifade etmelerine izin veren aile tutumu ile azaltılabilir. Orta ve geç
çocukluk döneminde, (1) Çocuk yetiştirme konusunda ebeveynler arası uyumsuzluk (2) olumsuz
akran ilişkileri ve (3) benlik saygısındaki bozukluklar tek başına veya birlikte yatkınlığa neden
olurlar. Utangaçlık ve sosyal fobinin davranışsal ve bilişsel özellikleri birbirine benzemektedir.
Kişilik Bozuklukları
Sosyal fobi yeni tanımlanan bir hastalık olması nedeniyle kişilik yapısı ile olan ilişkisine açıklık
kazandıracak yeterli veri yoktur. Ancak sosyal fobisi olanlarda psikiyatrik bozukluğu görülmektedir.
Özellikle çekingen kişilik bozukluğu ve obsesif kompulsif kişilik bozukluğu sosyal fobi ile yakından
ilişkilidir.
SF nin ortaya çıkışında da ana babanın kişilik özellikleri ve çocuk yetiştirme tarzlarının büyük
etkisi vardır. SF lilerin çoğunun ana babalarının da sosyal korkuları bulunan, başkalarının
düşüncelerine fazla duyarlı kişiler olduğu söyleniyor.
Ailenin aşırı koruyucu bir tutum içinde bulunması çocuğun pasifize olmasına yol açabilir ve
böylece kendi başına kararlar alıp uygulamaktan korkan çekingen bireyler yetişir. Dış dünyanın
güvenli bir yer olmadığını öğrenen çocuk büyüyünce de kendini güvensiz hissetmeye ve insanlara
kuşkuyla bakmaya devam eder. Bu yüzden de insanlarla sağlıklı ilişkiler geliştirmekte zorlanır.
Ezilen, sövülen, dövülen, aşağılanan, küçük görülen, alay edilen bir çocuğun içinde "Sen
değersizsin, dövülecek bir nesnesin, sevilmeye layık değilsin." mesajı yer edinir. Kendisini ezilmiş
hisseden, değersiz bulan, sevilmeye layık görmeyen biri de insanlarla iletişim kurarken rahat
davranmakta zorlanır ve aşağılık duygusuyla ya çekingen, pısırık, haklarını korumaktan aciz ya da
başkalarını ezmeye çalışan, baskın, saldırgan bir kimliğe bürünebilir.
Olduğu gibi kabul edilmeyen, nasıl olduğuna değil, nasıl olması gerektiğine önem verilen, sözleri
önemsenmeyen, duygularını olduğu gibi ifade etmesine izin verilmeyen, ana babasının istediği
kalıplara girmek zorunda bırakılan bir çocuk zamanla kendi özünden kopar ve duygularına
yabancılaşır. Çocuğun isteklerini bastırarak ona -örneğin- neyi, ne zaman yemesi veya giymesi
gerektiğini dayatan bir ana baba çocuğa onda bir eksiklik, bozukluk olduğu mesajını verir ve bu
yolla kendi hissettiklerine güvenmemeyi öğretir. Giyeceği çorabın kalınlığı bile annesi tarafından
belirlenen bir insanın da kendi başına girişimlerde bulunup sorumluluk alması kolay olmaz.
Sosyal ortamlara alışkın olmak SF nin ortaya çıkma olasılığını düşürebilir. Yüz yüze iletişimin
yoğun olduğu bir ortamda yetişen kişilerde SF görülme riskinin daha az olduğunu tahmin
ediyorum. Gözlemlerime göre çocukluğunda dış dünyayla teması fazla olan, özellikle de çok
sayıda insanla muhatap olmayı gerektiren satış ve pazarlama türünden işler yapmış kişiler
genellikle daha aktif, girişken, dışa dönük, kolay iletişim kurabilen bir yapıda oluyorlar. (Çalışmak
muhtemelen çocuğun değil, ailenin tercihidir ve çocuk genellikle yaşam koşulları öyle gerektirdiği
için bir işte çalışır. Bence onun için insanlar böyle işleri mizaçlarına uygun olduğu için yapmış
değillerdir. Tersine, bu işlerde çalıştıkları için öyle bir kişilik geliştirmişlerdir.) Bu durum sosyal
beceriyle açıklanabilir. İnsanlarla ne kadar birlikte olunursa bireyler arası iletişimde toplumun
beklentileri o kadar iyi öğrenilebilir ve kişi nerede ne söyleyeceğini, nasıl davranacağını bildiği için
sosyal ortamlarda kendini rahat hissedebilir. Dört duvar arasından çıkma fırsatını çocukluğumda
yeterince bulamamanın olumsuz etkisini bu yönden de yaşadığımı söyleyebilirim.
Çevrenin çocuktan beklentileri yüksekse ve bu beklentileri yerine getiremediğinde çocuk
kınanıyor, eleştiriliyor, başkalarıyla kıyaslanıyorsa; yaptıklarında hep bir kusur aranıyor, hatalarına
hoşgörü gösterilmiyorsa çocuk muhtemelen kendisine ve başkalarına karşı aynı tutum ve
davranışları sergileyecektir. Kabul görebilmek için hiç hata yapmaması gerektiğine inanacak, bu
mükemmeliyetçiliği nedeniyle de hata yapmaktansa hiçbir şey yapmamayı tercih edecek, mesela
derste öğretmenin sorduğu bir soruya -yanlış ya da eksik bir şeyler söyleme endişesiyle- cevap
vermekten kaçınacaktır.
Zihinsel altyapısı önceden hazırlanmış olan SF bazen belirli bir olaydan sonra gün yüzüne çıkmış
ve travmatik sosyal koşullanma ile yerleşmiş olabilir. Örneğin öğrenci sınıfta ders anlatırken bir
hata yapmış ve arkadaşları ona gülmüştür. O da küçük düştüğünü, rezil olduğunu düşündüğü için
utanç hissine kapılmış ve bedensel belirtiler göstermiştir. Bir dahaki sefere ders anlatmak için yine
tahtaya çıktığında önceki deneyimi olumsuz beklentilere yol açacak, bulunduğu ortam duygularını
tetikleyecek ve bu defa benzer bir hata yapmasa ve kimse ona gülmese bile o yine aynı şeyleri
yaşayabilecektir
Klinik Tanı
Belirti değerlendirme ölçekleri
Liebowitz Sosyal Anksiyete Ölçeği (LSAS): Liebowitz’in 1987’de geliştirdiği 13 performans ve 11
sosyal etkileşim durumunu içeren toplam şiddetin yanı sıra performans korkusu, performans
kaçınması, sosyal korku ve sosyal kaçınmayı ölçen 24 maddeden oluşur.
Kısa Sosyal Fobi Ölçeği (BSPS): Davidson arkadaşları tarafından 1991’de geliştirilen, gözlemci
tarafından belirtilerin şiddetinin, zaman içinde tedaviye bağlı gelişen değişikliklerin, aktif ve aktif
olmayan tedavi farklılıklarının değerlendirildiği 11 maddeden oluşmuştur.
Sosyal Fobi ve Anksiyete Ölçeği (SPAI): 1989’da Turner ve arkadaşları tarafından geliştirilen 32
maddesi sosyal fobi ve 13 maddesi agorafobi ilgili 45 maddeden oluşmuştur.
Korku Soru Formu: Marks ve Mathews tarafından 1976’da geliştirilen agorafobi, sosyal fobi ve
kanyaranlanma fobisi olmak üzere toplam 15 madde ve üç alt ölçekten oluşmuştur.
Davranışın değerlendirilmesi
Sosyal Fobi Ölçeği (SPS), Sosyal Etkileşim Ölçeği (SIAS), Sosyal Kaçınma ve Sıkıntı Ölçeği
(SAD), Olumsuz değerlendirme ölçeği (FNE) davranışı değerlendirmede kullanılan ölçeklerden
önemli olanlardır.
Ayırıcı Tanı ve Eş tanılar
Panik bozukluğu: Sosyal fobisi olan hastalarda yaşam boyu ek tanı olarak panik bozukluğu
görülme sıklığı %17-50 arasında değişmektedir. Ayrıca klinik özellikler göz önüne alındığında
sosyal anksiyete ve panik atakların her iki sendromda da görülmesi ayırıcı tanının yapılmasını
güçleştirmektedir. Sosyal fobinin sosyal ortamlarda gelişmesi; utanma, aşağılanma ve olumsuz
değerlendirilme korkularının varlığı; utanacağı veya küçük düşeceği bir şey yapma veya
söylemekten kaçınma ayırıcı tanıda göz önüne alınması gerekli özelliklerdendir. Sosyal fobide
kızarma, terleme sıklıkla görülen yakınmalar iken panik bozukluğunda çarpıntı, göğüs ağrısı, soluk
alamama, baş dönmesi, görme bulanıklığı ve baş ağrısına daha sık rastlanır. Ayrıca sosyal
fobikler anksiyete atakları sırasında nadiren öleceklerinden korkarlarken agorafobili panik
bozukluğunda panik atağı sırasında ölme, kontrolünü kaybetme ve çıldırma korkusu klasik
özelliklerdir. Sosyal fobiklerde sorunun çok daha erken yaşlarda başladığı da unutulmamalıdır.
Obsesif-kompulsif bozukluk: Sosyal fobisi olan kişilerin yaşam boyu obsesif-kompulsif bozukluk
tanısı alma oranı %4-11 arasında değişmektedir. Ayırıcı tanıda fobik kaçınmanın nedeni
araştırılmalıdır. Örneğin obsesif-kompulsif olan kişiler obsesyonların içeriği nedeniyle çevresinde
başka insanlar varken anksiyete sergilerlerken sosyal fobisi olanlar bu kişiler tarafından olumsuz
değerlendirilecekleri nedeniyle yoğun bir anksiyete yaşarlar. Beden dismorfik bozukluğu: Bu kişiler
görünüşlerindeki bozukluk ile ilgili aşırı uğraş içinde olup dış görünüşlerinden utandıkları için
sosyal ilişkiden kaçınırlarsa da sosyal ortamlardan uzak durmak sorunları azaltmaz.
Majör depresyon: Sosyal fobisi olan hastalarda yaşam boyu majör depresyon görülme sıklığı
%35- 80 arasında değişmektedir. Bazı araştırıcılara göre panik bozukluğu olan hastalarda sosyal
anksiyetenin varlığı depresyon için bir risk oluşturmaktadır. Ayrıca majör depresyonu olan
hastaların depresif dönemlerinde sosyal fobi benzeri bir tablo oluşmaktadır. Ancak bu enerji kaybı
ve anhedoniye ikincil olarak gelişmektedir. İki bozukluğun birlikte olduğu durumlarda eğer majör
depresyonun birlikte olduğu durumlarda eğer majör depresyonun olmadığı daha önceki bir
dönemde de sosyal fobi belirtileri mevcutsa tanı sosyal fobi olarak konulmalıdır.
Yeme bozuklukları: Özellikle bulimikler olmak üzere yeme bozukluğu olan kadınlarda sosyal
fobinin ek tanı olması çok çarpıcı bir bulgudur. Madde kötüye kullanımı: Alkolik hastalarda sosyal
fobi görülme sıklığı %8-56 arasındadır. Sosyal fobikler, sosyal anksiyeteleri ile baş etmede ilaç
yerine alkol kullanırlar.
Şizofreni spektrumu bozuklukları: Bu hastalar sıklıkla utanma korkusundan çok zarar görecekleri
sanrısı veya sosyal ilgi azlığı nedeniyle sosyal ortamlardan korkar ve kaçınırlar.
Çekingen kişilik bozukluğu: DSM-III-R tanı ölçütleri incelendiğinde bir çok ölçütün ortak olması
nedeniyle iki tanı sıklıkla üst üste binişmektedir. Tek başına yaygın sosyal fobisi olanlara kıyasla
çekingen kişilik bozukluğu olanlarda anksiyete düzeyi daha yüksek, işlevsel kayıp daha fazladır.
Eleştirilme korkusu ile kişiler arası ilişkilerden kaçınma, alay konusu olacağı korkusuyla yakın
ilişkilerden uzak durma, sosyal ortamlarda reddedileceği konusunda aşırı uğraşma ve yeni
kişilerarası ortamlarda ketlenme, sosyal olarak tümüyle beceriksiz olduğuna inanma, utanacağı
korkusuyla yeni aktivitelerden kaçınmayı içeren çekingen kişilik bozukluğu tanı ölçütleri sosyal fobi
ölçütlerine benzemektedir. Bu nedenle bu iki bozukluğu ayırt etmek yerine DSM sistemine göre
eksen I ve II tanılarını koymak daha uygun olacaktır.
SOSYAL FOBİ TANI ÖLÇÜTLERİ
A. Tanımadık insanlarla karşılaştığı yada başkalarının gözünün üzerinde olabileceği, bir yada
birden fazla toplumsal yada bir eylemi gerçekleştirdiği durumdan belirgin ve sürekli bir
korku duyma. Kişi, küçük duruma düşeceği yada utanç duyacağı bir biçimde
davranacağından korkar. NOT: çocuklarda, tanıdık kişilerle yaşına uygun toplumsal
ilişkilere girebilme becerisi olmalı ve anksiyete, sadece erişkinlerle olan etkileşimlerinde
değil, yaşıtlarıyla karşılaştığı ortamlarda da ortaya çıkmalıdır.
B. Korkulan toplumsal durumla karşılaşma hemen her zaman anksiyete doğurur. Bu da
duruma bağlı yada durumsal olarak yatkınlık gösteren bir panik atağı biçimi alabilir. NOT:
çocuklarda anksiyete, ağlama, huysuzluk gösterme, donakalma yada tanıdık olmayan
insanların olduğu toplumsal durumlardan uzak durma olarak dışa vurur.
C. Kişi, korkusunun aşırı yada anlamsız olduğunu bilir. NOT: çocuklarda bu özelik
bulunmayabilir.
D. Korkulan toplumsal yada bir eylemin gerçekleştirildiği durumlardan kaçınılır yada yoğun
anksiyete yada sıkıntıyla bunlara katlanılır.
E. Kaşınma, anksiyöz beklentisi yada korkulan toplumsal yada eylemin gerçekleştirildiği
durumlarda sıkıntı duyma, kişinin olağan günlük işlerini, mesleki işlevselliğini, toplumsal
etkinliklerini yada ilişkilerini bozar yada fobi olacağına ilişkin bir sıkıntısı vardır.
F. 18 yaşının altındaki kişilerde süresi en az 6 aydır.
G. Korku yada kaçınma bir maddenin yada genel bir tıbbi durumun doğrudan fizyolojik
etkilerine bağlı değildir.
H. Başka bir bozukluk ile daha iyi tanımlanamaz.
NOT: korkular çoğu toplumsal durumu kapsıyorsa çekingen kişilik bozukluğu ek tanısı koymayı
da düşününüz.
Fiziksel Belirtiler Nelerdir?
Sosyal Fobisi olan kişiler korku duydukları toplumsal durumlarda hemen her zaman kaygı
semptomları yaşarlar.
Korkulan bu durumlarla karşılaşıldığında genellikle yüz kızarması olur. Yüz kızarması çok
yakınılan ama kontrol edilemeyen bir belirtidir. Dışardan kolayca fark edildiği içinde rahatsızlık
vericidir. Yüz kızarması dışında terleme, çarpıntı, göğüste sıkışma hissi, ses titremesi ve
kısılması, ağız kuruması, mide rahatsızlıkları, sıcak ve soğuk basmaları, kaslarda gerginlik,
düşünce akışında yavaşlama, başta ağırlık hissi ya da baş ağrısı oluşabilir.
Sosyal Fobide Kaygı Oluşturan Durumlar Nelerdir?
Sosyal fobik insanların korktukları durumlar iki ana gruba ayrılabilir. Bunlardan ilki sosyal etkileşim
gerektiren durumlar, ikincisi ise sosyal performans gerektiren durumlardır.
Sosyal etkileşim gerektiren durumları Sohbete katılma (özellikle de karşı cinsle )otorite olan
kişilerle ilişkiler, parti ve eğlence gibi sosyal faaliyetlere katılım, başkalarının önünde yeme, içme
,yazma,yardım isteme, yer veya adres sorma, yeni birileri ile tanışma, göz kontağı gerektiren
durumlar, hakkını savunmayı gerektiren durumlar olarak sıralayabiliriz.
Sosyal performans gerektiren durumlara bir topluluk önünde konuşma, konferans verme, sorulara
cevap verme,bir enstrüman çalma spor yapma, genel tuvaletlerde başkalarının olduğu bir anda
ihtiyacını giderme örnek olarak verilebilir.
Sosyal Fobiyle Sosyal Heyecan Arasındaki Farklar Nelerdir?
Ülkemizde sosyal fobi olmasa da topluluğa girme, toplulukta konuşma, özgürce davranabilme
konularında çekingenlik oldukça sık görülen bir durumdur. Bunların büyük bir kısmı klinik düzeyde
bir rahatsızlık olarak ele alınmayabilir. İnsanların bir iş yaparken, herhangi bir davranışta
bulunurken, özelliklede birilerinin önünde kendilerini ortaya koymaya çalışırken belli bir heyecan
duymaları olağan bir durumdur. Hatta böylesi bir heyecanın ilişkileri motive edici hazırlayıcı etkisi
olduğundan, insanın daha iyiyi yapabilme isteğini arttırdığından söz edilebilir.
Bir dereceye kadar sosyal ortamlardan çekinme doğal kabul edilmelidir. Çekingenlik ya da
utangaçlık da kişiye ciddi bir yük korku getirmiyorsa problem olarak yer almaz. Temelinde
başkaları tarafından gülünç bulunma, aşağılanma korkusu ile beslenen ve sonrasında izolasyona
kadar götürebilecek olan sosyal fobiyi normal ve sağlıklı olduğunu düşündüğümüz sosyal heyecan
ile karıştırmamak gerekir.
Sosyal heyecanı sosyal fobiden ayıran en önemli özellik, bireyin topluluk önünde bir şeyler
yapmaya devam ettikçe bu konuda deneyim kazandıkça sosyal heyecan azalırken, fobik
durumlarda deneyim kazanmanın heyecan üzerinde etkili olmaması aksine kişilerin bu durumdan
şiddetle kaçmaya çalışmalarıdır. Bu kaçınmanın da kişinin olağan günlük işlerini, mesleki ya da
eğitimle ilgili işlevselliğini, toplumsal etkinliklerini ya da ilişkilerini önemli ölçüde bozmalıdır ya da
kişi fobisi olacağına ilişkin belirgin bir sıkıntı duymalıdır.
Sosyal Fobi Günlük Yaşamda Hangi Sorunlara Yol Açabilir?
Sosyal fobisi olan kişiler, çoğu zaman sınav kaygıları ya da sınıf içi katılımdan kaçınmaları
nedeniyle okulda yeterli bir başarı gösteremezler. Öğrenciler bildikleri halde parmak kaldıramaz,
sözlülerde başarısız olurlar. Etkinliklere girmekten kaçınırlar. İş sahipleri gerekli atılımları
yapamaz, çalışanlar kendilerini ortaya koyamaz, insiyatif kullanamaz, fikirler ileri süremez, iş
değiştiremez, ulaşmaları gereken düzeylerden daha alt düzey işlere razı olup ilerleyemezler.
İş kayıpları ve okul başarıları azalır üniversiteyi bırakmak durumunda kalabilirler. İşsiz kalmak sık
görülen bir durumdur. Bazıları karşı cins ile ilişkilerinde benzer durumlar yaşadıklarından kendi
başlarına arkadaş sahibi olamaz, bekar kalabilirler. Bulundukları ve yetiştikleri ortamı değiştirmek
istemez, yakın aile dışındaki kişiler haricindekiler ile iletişimlerini sınırlarlar.
Sosyal Fobide Kaçınma Davranışını Belirleyen Olumsuz Düşünceler Nelerdir?
Bunlar,
a) Kişinin iç diyaloğunda yer alan kendini küçümseyen ve aşağılayan ifadeler
b) Kişisel performansı değerlendirmede mükemmeliyetçi beklentiler
c) Kişisel performansı değerlendirmede sadece olumsuz örneklere odaklanma
d) Sosyal başarı ve başarısızlıklarının nedenlerini belirlemede patolojik bir örüntü geliştirme.
Negatif sosyal
durumları (beceriksizlik, zayıflık, vs.) pozitif sosyal durumları
(şans,kader,diğerlerinin olumlu tutumu,vs.)
Sosyal fobisi olanlar genelde aşağıdaki durumlarda sosyal fobi belirtilerini yoğun olarak
yaşarlar.
- Topluluk önünde konuşmak
- Bir işle uğraşırken seyredilmek.
- Başkalarının önünde yemek yemek-içmek
- Otorite konumundaki kişilerle temas etmek
- Misafir kabul etmek
- Başkaları ile tartışmak
-
Toplulukta telefonla konuşmak
Tanımadığı kişilerin gözlerinin içine bakmak,
İlgi odağı olmak
Başkalarının önünde yazı yazmak
SOSYAL FOBİNİN BİLİŞSEL – DAVRANIŞÇI TEDAVİSİ
Dünya Psikiyatri Birliği Sosyal Fobi Çalışma Grubu, sosyal fobinin temel özelliklerini üç boyutta
toplamaktadır.
1- Sosyal bağlamlarda diğer kişiler tarafından incelenme ve yargılanma korkusu
2- Küçük düşme, utanç duyma olasılığı olan koşullarda belirgin ve sürekli performans korkusu
3- Korku duyulan koşullardan kaçma
Erken başlangıç yaşı (15–25 yaş), hızla kronikleşme eğilimi, sosyal fobinin tedavi edilmediği
durumlarda toplumsal ve bireysel önemli kayıplara yol açabileceğine işaret etmektedir. Akademik
ve mesleki başarısızlık, sosyal yeti yitimi, maddi bağımlılık, somatik belirtiler nedeniyle gereksiz
tıbbi incelemeler sosyal fobide sık rastlanan sonuçlardır.
Sosyal fobinin doğasında var olan utangaçlık ve olumsuz değerlendirme korkusu, yardım alma
davranışını engelleyen bir faktördür. Bir başka engelleyici faktör ise sosyal fobiklerin somatik
belirtileri nedeniyle diğer tıp birimlerine başvurmalarıdır.
Sosyal fobi, kişiyi hızla yetersizleştiren bir ruhsal bozukluk olduğundan psikolojik tedavilerde
semptomatik müdahalenin ön plana alınması gerekmektedir.
Sosyal fobiklerin bilişsel çarpıtmaları için iki varsayım ileri sürülmektedir.
1- Sosyal durumlarda başa çıkma açısından kişisel yeteneklerini azımsama
2- Kişinin performansına rağmen tehdit edici sosyal olayların ortaya çıkma olasılığını
abartması
Arkowitz, sosyal fobiklerin kaçınma davranışlarını, belirli hatalı bilişlerin neden olduğu yoğun
anksiyeteye bağlamaktadır. Bu bilişler şunlardır:
 Kişinin iç diyaloğunda yer alan kendini küçümseyen ve aşağılayan ifadeler
 Kişisel performansı değerlendirmede mükemmeliyetçi beklentiler
 Kişisel performansı değerlendirmede sadece olumsuz örneklere odaklanma
 Sosyal başarı ve başarısızlıkların nedenlerini atıflamada patolojik bir örüntü geliştirme
Erken yaşlarda başlama eğilimi olan sosyal fobide, bir dizi kaçınma davranışı nedeniyle sosyal
performansın işlevselliği ve alanı önemli derecede kısıtlanmakta ve bazı sosyal becerileri
gelişmektedir. Ayrıca çekingen kişilik tanısı alanların sosyal beceri eğitimi almaları, tedavide
zorunlu görülmektedir.
Vurgulanan noktalardan biri de grup tedavisinin bireysel tedaviye oranla avantajlı olduğudur.
Bilişsel yeniden yapılandırma
Bilişsel yeniden yapılandırmanı, tedavinin anksiyeteye maruz bırakma denemelerindeki başarı
yüzdesini arttırdığı bilinmektedir. Bilişsel tedavide 2 genel amaç üzerinde çalışılır.
a. Başarısızlık, rezil olma, küçük düşme gibi konulara odaklanan dikkati, esas etkileşim
alanlarına çevirerek maruz bırakma denemelerini başarılı kılmak.
b. Başarılı geçen maruz bırakma denemelerini kişinin mükemmeliyetçi ve gerçek dışı
beklentilerle sabote etmesini engellemek, sonuçta kendilik değerlendirmesini gerçekçi
standartlara oturtabilmek.
Herhangi bir bilişsel yeniden yapılandırma programının ilk basamağı, sosyal fobinin ne olduğunu
bilişsel davranışçı bir çerçeve içinde izah etmekle başlar: bilgilendirmede, konferans, videokaset
ve yardımcı okuma materyallerinden yararlanılabilir. Yanlış kavramlaştırma ve çaresizliği arttıran
ve kısır döngülere dayanan bireysel anlamlandırma sistemini değiştirmek amaçlanır. Hatalı sistemi
rasyonel, anlaşılır bir anlam şemasına oturtmak, çözümlenebilir bir sorunlar dizisi oluşturmak
bilişsel tedavilerde esastır. Sosyal fobik davranışa yol açan hatalı bilişlerin tanımlanması ve analizi
ikinci basamağı oluşturur. Sosyal fobide sıklıkla rastlanan bilişler oldukça homojen 3 grupta
toplanabilir.
a. Sosyal etkileşimde diğer kişilerin anksiyeteyi fark etmesi ve sosyal fobik kişi hakkında
olumsuz yargıya varması
b. Küçük düşme, rezil olma düşünceleri
c. Kendisini değerlendirirken sosyal performansını olumsuz yargılama
Maruz bırakma tekniği
Maruz bırakma tekniğinin optimal etkinliği, zorluk açısından aşamalı bir biçimde anksiyete
tetikleyicileriyle karşı karşıya kalma, bu denemelerin tekrarı ve anksiyete azalıncaya kadar maruz
kalma süresini uzatmaya bağlıdır. Aynı zamanda, kişinin anksiyete uyarıcılarından içsel ve dışsal
kaçınma yapmaksızın, aktif katılımını gerektirir.
Maruz bırakma tekniği, kaçınılan durumlarla sık sık yüz yüze kalma, süresi ne olursa olsun
denemeleri çoğaltmakla çözümlenmeye çalışılır.
Olumsuz yargılanma korkusu temeline dayanan sosyal fobide, bilişsel yeniden yapılandırma
olmadan, salt anksiyete duyulan durumlara maruz bırakmak sosyal anksiyeteyi ortadan
kaldırmayacaktır.
Maruz bırakma tekniğinin tek başına kullanılması yerine bilişsel tedavi teknikleriyle birleştirilmesi,
denemelerin etkinliğini arttırmaktadır.
Sosyal beceri eğitimi
Sosyal fobinin nasıl oluştuğunu anlamış, hatalı bilişlerini değiştirmiş, dikkatini sosyal etkileşime
yöneltebilmiş kişinin, bu etkileşimi başlatacak ve sürdürecek becerileri eksik veya yetersizse
tedavi başarılı olamaz. Bu nedenle ek bir tedavi tekniği olarak sosyal beceri eğitiminin gerekliliğini
vurgulamaktadır. Sosyal etkileşimde aktif dinleme, göz teması, sözlü iletişim becerileri gibi
uygulamalı bir eğitim, sosyal becerilerin yetersizliğinde önemli düzenlemeler sağlamaktadır.
Sosyal beceri eğitiminin temeli, rol oynama tekniğine dayanır. Rol oynamanın yapay olduğu
üzerinde duran vakalarda, tüm beceri öğrenimlerinin aynı biçimde başladığı, diğer davranışlardan
örnek getirilerek açıklanır. Daha sonra, görüşmede provası yapılan yeni davranış ödev olarak
verilir. Burada dikkat edilecek husus, terapistin önerileri hakkında vakanın düşünce ve değer
yargılarının kontrol edilmesidir. Farklı düşünce ve yargılar üzerinde yine bilişsel yeniden durulur ve
gerekli değişimler sağlanır. Sonuçta, hem terapistin hem de sosyal fobisi olan kişinin uzlaştığı
davranış provaları uygulamaya alınır. Bu husus ihmal edildiği takdirde, davranış provalarının
gerçek yaşama genellenme düzeyi düşük olabilir. Sosyal beceri eğitiminde genellikle ele alınan
temel beceriler şunlardır:
 Dikkat ederek dinleme ve hatırlama
 Bir konuşmayı başlatma, sürdürme ve sonlandırma
 Bir talepte bulunma veya talebi reddetme
 Beğeni belirtme veya beğeniye tepki verme
 Eleştirme veya eleştiriye tepki verme
 Görüş belirtme
 Kendinden söz etme
Tüm bu sözel becerilere eşlik eden göz teması, postür, ses tonu ve konuşma hızı gibi motor
becerilerinde öğrenimi, sosyal beceri öğretiminin önemli bir parçasıdır.
Her görüşmede tek bir konu üzerinde odaklanarak rol oynama ve gerçek deneme provası
yapmak, denemeyle ilgili bilişlerin ele alınması, görüşme içi uygulamaların temelini oluşturur.
Ödev tamamlandıktan sonra terapist denemeyi ayrıntılı bir biçimde gözden geçirir ve başarılar için
övgü ve destek verir. Başarılı olmayan hususlar ve bunların kaynakları araştırılır, gelecekteki
uygulamalar için somut öneriler getirilir.
Görüldüğü gibi, sosyal fobinin psikolojik tedavisi, anksiyete ile başa çıkma kombine tekniklerinin
uygulanması ile mümkün olmaktadır. Bilişsel yeniden yapılandırma, anksiyeteye maruz bırakma
ve sosyal beceri eğitimi bu tedavi paketi içinde birlikte yer almaktadır.
CİNSEL İŞLEV VE BOZUKLUKLARI
CİNSEL İŞLEV
Cinsellik, sosyal kurallar, değer yargıları ve tabularla belirlenmiş, biyolojik, psikolojik, sosyal
yönleri olan özel bir yaşantı olarak tanımlanabilir.
Biyolojik boyut, temel olarak üremeyi içermektedir. Hayvan türünde neslin devamlılığına hizmet
eden cinsel dürtülenmenin güçlülüğü dikkate alındığında biyolojik boyutun anlamı ortaya
çıkmaktadır.
Sosyal boyut ise bir yanda iki insanın birlikte oluşu, diğer yanda toplumsal değer yargılarıyla
kendini göstermektedir. Toplumsal örgütlenme açısından cinselliğin insanlığın eski çağlarından
beri üst yapı kurumları içinde bir dizi kurallara bağlanmış olduğu dikkati çekmektedir. Bu yanıyla
cinsellik, değer yargılarından, inançlardan, geleneklerden bağımsız bir şekilde ele
alınamamaktadır.
Psikolojik açıdan cinsellik, bireyin seçtiği, tasarladığı ve zaman zaman erteleyerek de olsa
yaşadığı bir boyuttur. Burada “yakınlaşma, bütünleşme, bir olma” gereksinim ve isteği belirgindir.
Duygusal paylaşımın yoğunluğu, yakınlaşmayı ve cinsel işlevi belirleyici rol oynamaktadır. Bireyin,
paylaşımları doğrultusunda davranış biçimleri de değişebilmektedir.
Bu tanımlar çerçevesinde, böylesine özel bir yaşantı modelinde normalite sınırlarının çizilmesi
gerekmektedir. Sağlıklı cinsel yaşamın sınırları, anksiyete ve suçluluk uyandırmayan yaşantılar
olarak çizilebilir. Farklı gibi görünen davranışlar, kompulsif ve tek doyum yolu olmadıkça sağlıklı
kabul edilebilir.
NORMAL CİNSEL CEVAP DÖNGÜSÜ
Periferik ya da santral, nasıl bir uyarımla başlıyor olursa olsun cinsel cevap, sinir sisteminin
tetiklediği bir dizi vasküler değişiklikle kendini göstermektedir. Cevabın ortaya çıkışında özellikle
psikolojik durum, endokrin, nörolojik ve vasküler sistem yoğun bir etkileşim içinde rol
oynamaktadır.
Cinsel cevap dört temel aşamayı içermektedir:
1. Uyarılma: Bireyin iç (fantezi) ya da dış uyaranı algılaması ve yaşamasıyla başlamaktadır.
Uyarılma, santral ve periferik sinir sisteminin aktive olması anlamına gelmektedir. Uyarılma,
kadında vajinal lubrikasyon ve küçük dudakların kanla dolması, erkekte peniste, kadında klitoriste
ereksiyon ile karakterize olup, birkaç dakikadan birkaç saate kadar sürebilir.
Uyarılma dönemi, bireyin uyarılmaya hazır ya da açık olması gibi bir temel içsel durumda, uygun
bir uyaranla başlayan tetiklenmedir denilebilir. Hazır olma, o zamana kadar yaşadıkları ışığında
cinsel uyarıyı algılamaya açık olma şeklinde tanımlanabilir. Her birey için farklı olan geçmiş ve
gelişim ışığında, her yaşantıda farklı bir hazır olma hali de denilebilir.
2. Plato: Uyarılma sürerken cinsel organda vasküler değişikliklerin tamamlanmasıyla erkekte
ereksiyon, kadında vajinal salgılama ve kaslarda gevşeme ortaya çıkmaktadır.
Uyarılmanın sürmesi ile erkeğin testisleri büyüyerek yükselir. Kadının vajinal duvarının dış dörtte
üçü boyunca orgazmik platform diye bilinen kasılmalar görülür. Kadında göğüs büyüklüğü % 25
artar. Büyük kas gruplarında kasılmalar olur. Kalp vurumu ve solunum hızlanır, kan basıncı
yükselir. Plato dönemi 30 saniye ile birkaç dakika arasında sürer.
3. Orgazm: Plato döneminin sonunda orgazmla kendini gösteren, yoğun haz duygusunun
yaşanmasıdır. Özellikle orgazm yaşantısının bireysel farklılıklar nedeniyle ortak bir tanımı
yapılamamaktadır.
Erkekte semenin güçlü bir şekilde emisyonu ile ejakülasyon ve orgazm olur. Erkek orgazmına
prostat, çevre yapıları/kasları ve uretranın dört-beş ritmik spazmı da eşlik eder. Kadında orgazm,
vajinanın alt bölümünün istemsiz kasılması ile uterusun güçlü ve sürekli kasılmaları ile
karakterizedir. Büyük kas gruplarında, dış ve iç anal sfinkterde kasılmalar olur. Kan basıncı
yükselir, kalp atışı artar. Orgazm, üç-beş saniye sürer ve bilincin hafif sislenmesi ile karakterizedir.
Uretradan sıvının geçişi erkeğe ejakülasyonun kaçınılmazlığı dönemi adı verilen yaklaşan doruk
duygusunu verir. Prostat bir kez kasıldıktan sonra ejakülasyon kaçınılmaz olur.
4. Çözülme: Çözülme, genital organlardan kanın çekilmesiyle, tüm değişmelerin geriye dönüşü
olup, buna sübjektif bir iyilik duygusu eşlik eder. Orgazm olduğunda çözülme hızlıdır, olmazsa iki
ile altı saat sürebilir.
Çözülme döneminden sonra kişiye göre değişen sürelerde refrakter dönem bulunmaktadır.
Refrakter dönem, erkekte birkaç dakikadan birkaç saate kadar sürebilir ve bu dönemde cinsel
yönden yeniden uyarılmaya görece uzakken, kadında refrakter dönem olmadığı, çoklu ve art arda
orgazm kapasitesi olduğu öne sürülmektedir.
Sağlıklı cinsel işlev için gerekli temel öğeler:
* Sağlıklı anatomik ve fizyolojik yapı
 Uygun fiziksel ve duygusal cinsel uyaran
 Uyaranın algılanmasını önleyen etkenlerin olmaması
 Cinselliği olumlu yönde etkileyen etkenler
CİNSEL İŞLEV BOZUKLUKLARI TANI ÖLÇÜTLERİ
Cinsel İstek Bozuklukları
CİNSEL İSTEKTE AZALMA
A. Sürekli olarak yada yineleyici bir biçimde, cinsel fantezilerin ve cinsel istekte bulunma
isteğinin az olması yada hiç olmaması. Klinisyen, kişinin yaşı ve yaşam koşulları gibi
cinsel işlevselliğini etkileyen etkenleri göz önünde bulundurarak cinsel isteğin azaldığı
yada hiç olmadığı yargısına varır.
B. Bu bozukluk, belirgin bir sıkıntıya yada kişiler arası ilişkilerde zorluklara neden olur.
C. Bu cinsel işlev bozukluğu, başka bir Eksen I bozukluğuyla daha iyi açıklanamaz. Sadece
bir maddenin yada genel tıbbi durumun doğrudan fizyolojik etkilerine bağlı değildir.
CİNSELLİKTEN TİKSİNME
A. sürekli olarak yada yineleyici bir biçimde, bir cinsel eş ile genital ilişki kurmaktan aşırı
tiksinti duyma ve bundan tümüyle kaçma.
B. Bu bozukluk belirgin bir sıkıntıya yada kişiler arası ilişkilerde zorluklara neden olur.
C. Başka bir Eksen I bozukluğu ile daha iyi açıklanamaz.
Cinsel Uyarılma Bozuklukları
KADINDA CİNSEL UYARILMA BOZUKLUĞU
A. Sürekli olarak yada yineleyici bir biçimde, cinsel uyarılmanın yeterli bir ıslanma – kabarma
tepkisini sağlayamama yada cinsel etkinlik bitene dek bunu sürdürememe.
B. Bu bozukluk, belirgin bir sıkıntıya yada kişiler arası ilişkilerde zorluklara neden olur.
C. Başka bir Eksen I bozukluğu ile daha iyi açıklanamaz.
ERKEKTE EREKTİL BOZUKLUĞU
A. Sürekli olarak yada yineleyici bir biçimde, yeterli bir ereksiyon sağlayamama yada cinsel
etkinlik bitene dek bunu sürdürememe.
B. Bu bozukluk, belirgin bir sıkıntıya yada kişiler arası ilişkilerde zorluklara neden olur.
C. Başka bir Eksen I bozukluğu, bir maddenin kötüye kullanımı yada genel tıbbi durumun
doğrudan etkilerine bağlı değildir.
Orgazmla İlgili Bozukluklar
KADINDA ORGAZM BOZUKLUĞU
A.
B.
C.
Olağan bir cinsel uyarılma evresinden sonra orgazmın sürekli olarak yada yineleyici bir
biçimde gecikmesi yada hiç olmaması. Kadınlar, orgazmı tetikleyen uyaranın türü yada
yoğunluğu açısından büyük değişiklik gösterirler. Kadında orgazm bozukluğu tanısı,
kadını yaşı, cinsel deneyimi ve aldığı cinsel uyaranların yeterliliği açısından baktığında
Klinisyen kadının orgazm olma yetisinin beklenenden daha az olduğu yargısına varması
temeline dayanmaktadır.
Bu bozukluk, belirgin bir sıkıntıya yada kişiler arası ilişkilerde zorluklara neden olur.
Başka bir Eksen I bozukluğuyla daha iyi açıklanamaz. Bir maddenin yada genel tıbbi
durumun doğrudan fizyolojik etkilerine bağlı değildir.
ERKEKTE ORGAZM BOZUKLUĞU
A. Klinisyen, kişinin yaşını göz önünde bulundurduğunda, yoğunluğunun ve süresinin yeterli
olduğunu düşündüğü cinsel etkinlik sırasında, olağan bir cinsel uyarılma evresi sonrası,
sürekli olarak yada yineleyici bir biçimde, orgazmın gecikmesi yada hiç olmaması.
B. Bu bozukluk belirgin bir sıkıntıya yada kişiler arası ilişkilerde zorluklara neden olur.
C. Başka bir Eksen I bozukluğuyla daha iyi açıklanamaz. Bir maddenin yada genel tıbbi
durumun doğrudan fizyolojik etkilerine bağlı değildir.
PREMATÜR EJAKÜLASYON (Erken Boşalma)
A. Sürekli olarak yada yineleyici bir biçimde, çok az bir cinsel uyarılma ile ve kişinin
istemesinden önce, vajinaya girme öncesi, girer girmez yada hemen sonra ejakülasyonun
olması. Klinisyen, yaş, cinsel eş yada durumun yeni olması ve son zamanlardaki cinsel
etkinliğin sıklığı gibi uyarılma uyarılma evresinin süresini etkileyen etkenleri göz önünde
bulundurmalıdır.
B. Bu bozukluk, belirgin bir sıkıntı yada kişiler arası ilişkilerde zorluklara neden olur.
C. Bir maddenin doğrudan etkilerine bağlı değildir.
Cinsel Ağrı Bozuklukları
DİSPARONİ
A. Erkekte yada kadında cinsel ilişkiye, yineleyici bir biçimde yada sürekli olarak eşlik eden
genital ağrının olması.
B. Bu bozukluk belirgin bir sıkıntıya yada kişiler arası ilişkilerde zorluklara neden olur.
C. Bu bozukluğa sadece vajinismus yada ıslanmanın olmaması neden olmamaktadır. Başka
bir Eksen I bozukluğuyla daha iyi açıklanamaz. Bir maddenin yada genel tıbbi durumun
doğrudan fizyolojik etkilerine bağlı değildir.
VAJİNİSMUS
A. Vajinanın dış üçte birindeki kaslarda koitusu engelleyecek bir biçimde, yineleyici bir
biçimde yada sürekli olarak istem dışı spazmın olması.
B. Bu bozukluk belirgin bir sıkıntıya yada kişilerarası ilişkilerde zorluklara neden olur.
C. Başka bir Eksen I bozukluğuyla daha iyi açıklanamaz. Bir maddenin yada genel tıbbi
durumun doğrudan fizyolojik etkilerine bağlı değildir.
Alt Tipleri
Aşağıdaki alt tipler bütün primer cinsel işlev bozuklukları için geçerlidir.
Cinsel işlev bozukluğunun nasıl başladığını göstermek için aşağıdaki alt tiplerden biri kullanılabilir.
Yaşam Boyu Tipi: Cinsel işlevselliğin başladığından beri cinsel işlev bozukluğu varsa bu alt tip
kullanılır.
Edinsel Tip: Cinsel işlev bozukluğu olağan bir işlevsellik döneminden sonra ortaya çıkmışsa bu alt
tip kullanılır.
Cinsel işlev bozukluğunun ortaya çıktığı genel çerçeveyi göstermek için aşağıdaki alt tiplerden biri
kullanılır.
Yaygın Tip: Cinsel işlev bozukluğu belirli bir takım uyarılar, durumlar yada cinsel işlerle sınırlı
değilse bu alt tip kullanılır.
Durumsal Tip: Cinsel işlev bozukluğu belirli bir takım uyarılar, durumlar yada cinsel eşlerle sınırlı
ise bu alt tip kullanılır.
Cinsel işlev bozukluğuna eşlik eden etiyolojik etkenleri göstermek için aşağıdaki alt tiplerden biri
kullanılır.
Psikolojik Etkenlere Bağlı: cinsel işlev bozukluğunun başlaması, şiddetlenmesi, alevlenmesi yada
sürmesinde psikolojik etkenlerin başlıca rolü oynadığı ve cinsel işlev bozukluğunun etiyolojisinde
genel tıbbi durumların ve maddelerin herhangi bir rol oynamadığı yargısına varıldığında bu alt tip
uygulanır.
Bileşik Etkenlere Bağlı: Cinsel işlev bozukluğunun başlaması, şiddetlenmesi, alevlenmesi yada
sürmesinde psikolojik etkenlerin rolünün olduğu yargısına varıldığında ve genel tıbbi bir durum ve
ya madde kullanımının da katkıda bulunduğu, ancak cinsel işlev bozukluğunu açıklamaya
yetmediği yargısına varıldığında da bu alt tip uygulanır.
Genel tıbbi durum yada madde kullanımı cinsel işlev bozukluğunu açıklamaya yeterse GENEL
TIBBİ DURUMA BAĞLI CİNSEL İŞLEV BOZUKLUĞU ve / veya MADDE KULLANIMININ YOL
AÇTIĞI CİNSEL İŞLEV BOZUKLUĞUTANISI KONUR.
…’e BAĞLI CİNSEL İŞLEV BOZUKLUĞU
A. Belirgin bir sıkıntı yada kişilerarası ilişkilerde zorluklar doğuran, klinik açıdan önemli bir
cinsel işlev bozukluğu klinik görünümün önde gelen bozukluğudur.
B. Öykü, fizik muayene yada laboratuar bulgularından elde edilen verilerde, cinsel işlev
bozukluğunun genel tıbbi bir durumun doğrudan fizyolojik etkileri ile açıklanabileceğine
ilişkin kanıtlar vardır.
C. Bu bozukluk başka bir bozuklukla daha iyi açıklanamaz.
ETİYOLOJİ
Son yıllardaki gelişim ışığında, organik kaynaklı cinsel işlev bozukluklarının yapısal, vasküler,
nörolojik, hormonal ve otonom sinir sistemi disfonksiyonuna bağlı olanları ayırt edilebilmektedir.
Psikolojik kaynaklı olanların sınıflandırması çeşitli şekillerde yapılsa da tabloyu tanımlamakta
yeterli olduklarını söylemek güçtür. İnsan doğasının zenginliği ve bunun yansıması olarak kişiler
arası ilişkilerdeki farklılıklar cinsel işlev bozukluklarının değerlendirilmesini güçleştiren en önemli
faktörler olarak sıralanabilir.
1. Psikolojik etkenler:
 Hazırlayıcı Etkenler Başlatıcı Etkenler Sürdürücü Etkenler
 Tutucu Ortamda Büyüme
 Bedensel Hastalıklar
 Performans Anksiyetesi
 Travmatik Cinsel deneyimler
 Yaşlanma
 Eşin Çekiciliğini Yitirmesi
 Cinsel Bilgi Eksikliği
 Cinsel Bilgi Eksikliği
 Patolojik Aile İçi İlişkiler
 Sadakatsizlik
 İlişkide İletişim Güçlükleri
 Stresli Yaşam Biçimi
 Gerçekçi Olmayan Beklentiler
 Yakınlık Korkusu
 Kişilik Yapısı
 Psikiyatrik Bozukluklar
 Yetersiz Eş İlişkisi
 Eş Kaybı
2. Organik Nedenler
Genel popülasyonda cinsel işlev bozukluklarında organik faktörlerin yaş ilerledikçe daha çok yer
aldığı dikkati çekmektedir.
Hastalıklar
Sistemik hastalıklar
Karaciğer hastalıkları
Endokrin bozukluklar
Lokal genital hastalıklar
Cerrahi girişimler
Nörolojik bozukluklar
Damar hastalıkları
İlaçlar
Psikotroplar
Stimülanlar
Halusinojenler
Antikolinerjikler
Antiadrenerjikler
Mizaç düzenleyicileri
Sedatifler
Hormonlar
Nörotransmitterler
DEĞERLENDİRME
Değerlendirme sürecinde, hekimin psikolojik etkenlerin yanı sıra cinsel işlev ve bozukluklarının
anatomisi, fizyolojisi, nörolojisi ve hormonal yönlerine ilişkin temel bilgilere sahip olması
gerekmektedir. Çeşitli tıbbi tabloların ve cerrahi girişimlerin cinsel işlev üzerindeki etkilerini bilmek
değerlendirmeyi kolaylaştıracaktır.
Öncelikle, güvenli bir ortamın oluşturulmalıdır. Hasta, sorunlarını anlatırken kendi izni dışında
başkalarına bilgi verilmeyeceğinden emin olmalı, görüşmenin gizliliğine uyulacağı konusunda
endişe duymamalıdır. Görüşme sırasında yorumlara gitmeksizin sorunu anlamaya yönelik açık
uçlu sorular yöneltmek en sağlıklı yol olacaktır. İncelemeler konusunda adım adım bilgi vermek,
planlı ve hızlı bir şekilde hareket etmek hastaya güven verecek, katılımını kolaylaştıracaktır.
Cinsel işlev bozukluğunun eşler arasındaki sorunların nedeni ya da sonucu olabileceği göz önüne
alınarak mümkün olursa değerlendirme sürecinde başvuranın izni alınarak eşin de yer alması
sağlanmalıdır.
Öncelikle temel yakınmanın belirlenmesi ve üzerinde durulması gerekmektedir. Çoğu zaman
hastalar, yakınmalarını tanımlamakta güçlük çektikleri için temel yakınmanın ortaya konması ve
sınırlarının çizilmesi önem taşımaktadır. Bu aşamada, gerçekten bir cinsel işlev bozukluğu olup
olmadığına karar verilmesi önemli noktalardan birini oluşturmaktadır. Normal cinsel yaşantılarını
sürdürmekte olan kişiler sadece cinsellikle ilgili endişeleri nedeniyle hekime başvurabilmektedirler.
Predispozan ve presipitan faktörlerin ortaya konmasından sonra sorunun nasıl ortaya çıktığı ve
geliştiğinin araştırılması gerekmektedir. Bu bağlamda tablodaki değişmeler ve hangi koşullarda
nasıl bir değişim gösterdiği dikkatle incelenmektedir.
Geçmişte cinsel işlev bozukluklarının hemen her zaman psikolojik kaynaklı olduğu kabul edilirken
günümüzde, organik faktörlerin rolü üzerinde de durulmaktadır. Değerlendirmede organik ve
psikolojik faktörler tek tek ele alınsa da bunların yoğun bir etkileşim içinde oldukları gözden uzak
tutulmamalıdır. Etkileşimin analiz edilerek aydınlatılması değerlendirmenin en önemli bölümünü
oluşturmaktadır.
Cinsel işlev bozuklukları, genel olarak organik ve psikolojik kaynaklı olarak iki ana gruba
ayrılmaktadır.
I. Organik Etkenlerin Değerlendirilmesi
Temel olarak cinsel organlarda yapısal, nörolojik (somatik, otonomik) ve vasküler bozukluklar ya
da bunlara yol açan ameliyat, travma, metabolik hastalıklar, ilaç yan etkileri gibi diğer faktörlerdir.
Anamnez alındıktan sonra, gerekli bulunduğunda organik faktörlerin incelenmesine geçilmelidir.
1. Genel Fizik Muayene: Rutin fizik muayene yapılmalıdır.
2. Genital Bölge Muayenesi: Genital organların yapısal bozukluğu olup olmadığının araştırılması
için muayenesi yapılmalıdır.
3. Nörolojik Muayene: Sistemik nörolojik muayeneye ek olarak Bulbocavernoz Reflex Latensi
(BCR) ve Somatosensoriyel Evoked Potential (EP) çalışmaları yapılmaktadır. BCR latensinin 40
msn ya da daha kısa olması, normal kabul edilmektedir.
4. Vasküler Muayene: Özellikle erkeklerde erektal yetersizlikle başvuranlarda en yaygın organik
faktör vasküler patolojiler olduğu için özel testler geliştirilmiştir. Bunlardan başlıcaları penis
arterlerinde (iki taraflı dorsal ve kavernöz arterleri) kan basınçlarının ölçülerek brakial basınca
bölünmesiyle elde edilen penile/barakial index (PBI) değerleridir. PBI % 80'den aşağı olanlarda
vasküler patoloji düşünülmektedir. Papaverin enjeksiyonuna verilen cevabın yetersizliği de
vasküler patoloji için önemli bir göstergedir.
Vasküler sistemin değerlendirilmesinde penografi, ultrasonografik incelemeler, arteriografi de
yapılabilmektedir. Venöz sistem incelemelerinde de radyolojik teknikler kullanılmaktadır.
5. Otonom Sinir Sistemi Muayeneleri: Otonomik disfonksiyonu araştırmak için kullanılan testler
arasında en kolay uygulanabileni yatar ve ayakta tansiyon, nabız sayılarını kaydetmektedir.
Pozisyona bağlı olarak ortaya çıkan değişmeler otonomik disfonksiyonu düşündürecektir.
6. Endokrin İncelemeler: Diabetes Mellitusun araştırılmasının yanı sıra Luteinize edici Hormon
(LH), Follikül Stimule edici hormon (FSH), Total ve serbest testosteron, prolaktin düzeyleri genel
olarak
endokrin
sistem
fonksiyonları
hakkında
bilgi
vermektedir.
7. Nocturnal Penile Tumescence (NPT): Uyku sırasında, özellikle REM döneminde erkeklerde
ereksiyon olduğu bilinmektedir. Bu gözlem yola çıkılarak uyku çalışmalarında, penise yerleştirilen
özel elektrodlarla ereksiyon oluşumu ve sürekliliği değerlendirilebilmekte, ereksiyon sırasındaki
penis rijiditesi ölçülerek erektal kapasite konusunda sonuca ulaşılabilmektedir. Bu teknik, erkekte
cinsel işlev konusunda ayırıcı tanıda güvenirliği yüksek bir testtir.
II. Psikolojik Değerlendirme:
Psikiyatrik görüşmeye ek olarak kişilik testleri ve çeşitli sorun alanlarında bilgi toplamak için özel
ölçekler kullanılmaktadır.
Cinsel İlgi ve İstek Bozuklukları
Sürekli olarak ya da yineleyici bir biçimde cinsel fantezilerin ve cinsel etkinlikte bulunma isteğinin
az olması, hiç olmaması ile karakterizedir. Cinsel ilgi ve istek azalmasının erkekte erektil
yetmezliğe yol açması nedeniyle bu yakınma ile başvuru nadirdir. Kadınlar arasında ise en sık
rastlanan başvuru nedenidir. Cinsel ilgi ve istek, kadınlar arasında büyük farklar göstermektedir.
Bireyde, bir cinsel işlevin azalmış olduğunu söyleyebilmek için bu işlevin aynı bireyde daha önceki
düzeyini bilmek gerekir. Böylelikle sorunun birincil veya ikincil nitelikte olduğu da anlaşılacaktır.
Cinsel ilgi ve istek düzeyi yalnızca partnerle ilişkiye girme sıklığına bakılarak değerlendirilemez.
Mastürbasyon sıklığı, karşı cinse olan ilgi, cinsel hayal ve fantezileri ve cinselliğe ilişkin
düşünceleri de araştırılmalıdır. Böylelikle sorunun durumsal ya da total olduğu da anlaşılacaktır.
Bireyin cinsel ilgi ve istek azlığını bir sorun olarak algılayıp algılamadığı araştırılmalıdır. Bazı
bireyle çözümünü, kendinden çok eşini memnun etmek için istiyor olabilir. Bazı durumlarda ise
kişide ilgi ve istek azlığı olmadığı halde, eşindeki artmış istek nedeniyle görece bir azlık sorunu
tanımlanabilir.
Birincil cinsel ilgi ve istek azlığının nedenleri arasında olumsuz cinsel yaşam deneyimleri ve
endokrin bozuklukla, ikincil cinsel ilgi ve istek azlığının oluşumunda ise eşler arasındaki sorunlar
daha çok rol oynamaktadır. İkincil cinsel ilgi ve istek azlığı, geçirilmiş depresyonu ya da doğum
gibi fizyolojik bir olayı izleyerek ortayla çıkabilir. Çiftin cinsel yaşamının giderek olağanlaşması,
cinsel hayal ve fantezi eksikliği gibi durumlar ikincil bir cinsel ilgi ve istek azlığına neden olabilir.
Azalmış cinsel ilgi ve istek azlığı cinsel işlev bozukluklarına oranla tedaviye dirençli bir gruptur.
Seks terapileri ile evlilik terapilerinin kombinasyonu, yalnızca seks terapileri ile alınan sonuçlardan
çok daha olumlu bulunmuştur.
Kadında Cinsel Uyarılma Bozuklukları
Cinsel aktivitenin uyarılma aşamasında fizyolojik değişikliklerin olmamasına bağlı bir bozukluktur.
Uyarılma aşamasında genitallere yönelen kan akımı ve damarlardaki yerel değişiklikler vajinal
dolgunluğa ve lubrikasyona yol açar. Cinsel uyarılma bozukluğunda tüm uyarma veya uyarılma
çabalarına karşın fizyolojik değişiklikler oluşmamakta ve uyarılma ile ilgili haz verici duyumlar
alınamamaktadır. Bu bozukluk genellikle cinsel ilgi ve istek azlığı ve orgazm bozukluğu ile birlikte
olup cinsellik konusunda belirgin inhibisyonları olan kadınlarda görülür.
Erektil İşlev Bozukluğu
Erektil yetmezlik cinsel aktiviteyi tamamlamak için gerekli ereksiyonun oluşmasında veya
sürdürülmesinde ortaya çıkan tekrarlayıcı ve inatçı yetersizlik olarak tanımlanabilir. Koitusu
gerçekleştirebilecek nitelikte ereksiyona ulaşamayan ya da sürdüremeyen bireyler primer, en az
bir kez başarılı ilişkide bulunmuş olanlar ise sekonder erektil bozukluk olarak tanımlanmaktadır.
Cinsel işlev bozuklukları arasında tedavi amacıyla başvuru nedenleri arasında en sık görülenidir.
Erişkin erkek popülasyonunun % 10 – 20’sinde görülmekte ve 60 yaşından sonra belirgin olarak
artmaktadır. Yaşamın bir döneminde benzeri bir güçlükle en az bir defa karşılaşan erkeklerin oranı
ise % 70 – 75’lere ulaşmaktadır. Bu oranlar erektil yetmezliğin ancak tekrarlayıcı ve inatçı
özellikler gösterdiği zaman patolojik olarak kabul edilmesi gerektiğini göstermektedir.
Görüşme sırasında özellikle üzerinde durulması gereken noktalar:
Ereksiyon hiç mi oluşmuyor, yoksa belirli bir noktada mı kayboluyor?
Erektil yetmezlik ilk cinsel aktiviteden beri mi var, yoksa tetikleyici etkenlerle mi ortaya çıkıyor?
Erektil yetmezlik yavaş yavaş mı, yoksa aniden mi ortaya çıkmış?
Sabah ereksiyonları var mı?
Uygun yer, uygun zaman, uygun kişi gibi koşulların varlığında ereksiyon kusuru oluşuyor mu?
Yan etki olarak ereksiyon kusuru oluşturabilecek bir ilacın yakın geçmişte ya da halen kullanılıyor
olması, tabloya eşlik eden psikiyatrik bozukluk öyküsünün varlığı organik-fonksiyonel ayırımını
yapmayı güçleştirmektedir. Bu nedenle, psikolojik ve organik faktörlerin tabloya katkısı
tanımlanarak ayırıcı tanıyı yapmak gerekmektedir.
Ereksiyon bozukluğunun depresyon ve anksiyete ile ilişkisinde hangisinin diğerine neden olduğu
ayırt edilmelidir.
Erektil bozukluğun ortaya çıkışında ve devamında en önemli psikojen etken performans ile ilgili
olumsuz beklenti ve değerlendirmelerdir. Bireyin performansının yetersiz olacağına ilişkin
beklentisi ve yetersiz performans sonucunda ortaya çıkabilecek komplikasyonlar ile ilgili
düşünceleri zaman içinde yoğun anksiyeteye veya erektil bozukluğa yol açabilmektedir.
Kadın Orgazm Bozukluğu
Orgazm sorunu genellikle orgazmla ilgili bilgi ve beklentilerle ilintili olarak yaşanmaktadır. Masters
ve Johnson’un araştırmaları sonucunda elde ettikleri önemli bulgulardan biri cinsel birleşme
sırasındaki orgazm ile klitoral uyarılma sonucu (mastürbasyon gibi) oluşan orgazm arasında
fizyolojik farkın bulunmadığıdır. Bazen kadındaki orgazm güçlüğünün temel nedeni, erkekteki
erken boşalmadır. Bu nedenle orgazm sorunundan yakınan kadına sorunun hangi koşullarda
ortaya çıktığı sorulmalıdır.
Orgazm sorunu ele alınırken öncelikle birincil ve ikincil, durumsal veya total olup olmadığı
araştırmalardır. Durumsal olanda kadın mastürbasyon sırasında orgazm olabilirken, partneriyle
orgazmı yaşayamadığından yakınır. Birincil bozuklukta ise kadın ilk cinsel deneyiminden
başlayarak hiç orgazm olmamıştır. İkincil durumsal orgazm bozuklukları sıklıkla eşle genel
ilişkilerdeki güçlüklerin bir yansıması olarak ortaya çıkmaktadır. İkincil cinsel ilgi ve istek
bozukluğunun sonucu olarak ortaya çıkan orgazm bozukluklarında tedavi cinsel ilgi ve istek
bozukluğuna odaklanmalıdır.
Orgazm Nedir?
Sevişme öncesi partneri çıplak olarak görme, tatma, dokunma, işitme yani partnerin sesini duyma,
koku gibi seksüel uyarı veya düşünceler ile başlayıp beyin ve vücudun ortak hareket etmesi
sonucu yaşanan zevk anına orgazm denir. Orgazm, çeşitli cinsel uyaranlarla beynin uyarılması ile
başlayan ve uyaranların etkisiyle kişide hem bedensel hem de ruhsal olarak algılanan cinsel
yanıtın son aşamasındaki hoş bir histir. Orgazm normal bir vücut fonksiyonudur. Orgazm
öğrenilebilir istemli bir reflekstir.
Orgazmın İşlevi Nedir?
Beden ve ruhun kendi kendini tatminle veya cinsel ilişkiyle kişinin haz almasını sağlamasıdır.
Ancak orgazm ilişkinin amacı değildir ve olmamalıdır.
Orgazmın Faydaları
*Bedensel ve ruhsal olarak bir rahatlama sağlar,
*Daha kolay hamile kalınır.
Orgazm Sorunları ve Bozukluklarının Tipleri
1-Anorgazmi:Hiç orgazm olamama durumudur. Bu durum iç sıkıntısı, kişinin kendi kendine olan
saygısı yitirmesi ve depresyon ile sonuçlanabilir.
2-Rastgele anorgazmi: Zaman zaman orgazm yaşanamaması durumudur.
3-Koital anorgazmi:Cinsel birleşme ile orgazm olamama ancak mastürbasyon vb. gibi ile orgazm
olma durumudur.
4-Erken orgazm: Çok nadir olarak görülür.
Orgazm Sorunları ve Bozukluklarının Nedenleri
*Ön sevişmenin eksik ve aceleye getirilmesi,
*Partnerin erken boşalma sorununun olması,
*Partnerin ereksiyon sorununun olması,
*Partnere karşı olan ilgi kaybı,
*Alkolizm,
*Depresyon ve üzüntü,
*Menopoza ilişkin östrojen azlığı,
*Vaginal akıntılar,
*Vaginanın geniş olması,
*Şeker hastalığı,
*Nörolojik bozukluklar ve nörolojik ilaç kullanımı,
*Problemli bir çocukluk geçirilmiş olunması,
*Düzenli ve sağlıklı bir aile yaşantısının olmaması,
*Ergenliğe geçiş döneminde problemli ve travmatik cinsel deneyimlerin yaşanması,
*Cinsel kimlik çatışmaları,
*Sosyo-kültürel yasaklamalar ve aşırı dinsel inançlar,
*Bilgisizlik,
*Cinsel taciz veya tecavüz yaşamak,
*Aldatılmak,
*Gebe kalma korkusu,
*Partnere güvenmeme,
*Cinsel ilişkiye zorlanmak,
*Duyarlı, bilgili, sıcak, yaşamı seven bir kadının nasıl olduğuna ilişkin yeterli rol modelinin
bulunmayışı,
*Güvenilir, emin, sosyal açıdan kabul edilebilir ve özel bir atmosferde, ödüllendirici ve destekleyici
koşullarda bir cinsel deneyime girişme olanağını bulamama vb.
Orgazm Sorunları ve Bozukluklarının Tedavisi
Tedaviden amaç orgazmı cinselliğin en önemli amacı olarak görmekten vazgeçip, ön sevişme,
uyarılma, cinsel tecrübe, zevk ve çiftlerin birbirlerinin bedenlerini daha yakından tanımaları için
terapi veya cinsel danışmanlık hizmetleri, kadının üstte olduğu cinsel pozisyonların denenmesidir.
Kadın gelmeye başlayınca, erkek mümkün olabildiğince hareketsiz kalmalı ve sert hareket
etmemelidir. Meme uçları, kulak arkaları, bacakların iç yüzleri gibi erojen bölgeler uzun süre
uyarılmalıdır. Cinsel istek, uyarılma, orgazm ve doyum döngüsünde ayrıntılar ne olursa olsun
önemli olan klitoris uyarısının uygun şekilde, yaygın, ritmik, kesintisiz ve yeterli süre yapılmasıdır.
*Vakum Cihazı:Negatif basınç yaratan el kadar küçük bir cihazdır ve kitorise belirli süre bellirli bir
protokolle uygulandığında orgazm olmayı kolaylaştırmaktadır.
Orgazm Hakkında Bilinmeyenler
*Kadınlarda sadece düşünce yolu ile hiçbir fiziksel temas olmadan da orgazm yaşanabilir.
*Her ilişkide orgazm yaşanacak diye bir kural yoktur. Zaman zaman orgazm olunmaması da son
derece normal bir durumdur.
*Orgazm her iki eşte de aynı anda meydana gelebileceği gibi ayrı zamanlarda da olabilir. Aynı
anda orgazma ulaşmak çok keyifli olsa da bir o kadar zor bir durumdur. Eşlerden birinin önce
gelmesi hiçbir şekilde diğerinin orgazma ulaşmasını engellemez.
*Kadınların yaklaşık %50’i çeşitli nedenlerden ötürü orgazm taklidi yapmaktadır.
*Penis uzunluğunun kadının tatmin olmasıyla yani orgazmın şiddeti ile penis büyüklüğü arasında
hiçbir ilişki yoktur. Ancak orgazm beyinde gelişen bir olaydır, kişinin psikolojisi ile yakından ilgilidir.
Uzun ve kalın bir penisi görmek bir kadını daha fazla heyecanlandırabilir.
*Cinsel tepkileri normal olan her kadın cinsel birleşmede ya da mastürbasyonla her seferinde bir
ya da birkaç orgazma ulaşabilir.
*Kadınlarda en şiddetli orgazmlarını 35'li yaşlarda yaşarlar.
*Kadın uyarılmaya başladıktan sonra orgazma ulaşabilmesi için ara vermeden aynı tempoda
uyarılmaya devam edilmelidir.
*Kadın orgazma varacağı anın geldiğinde eşine penisin girmesini istediğini söylemelidir. Çünkü bu
arada kadının uyarılması durdurulursa isteği söner ve yeni baştan sevişmeye başlamak gerekir.
*Kadınlar uykuda da orgazm yaşayabilmektedir.
*New Scientist dergisinin haberine göre Amerikalı bir cerrah olan Dr.Stuart Meloy cinsel ilişkiye
girmeden kadının orgazm olmasını sağlayan deri altına yerleştirilen implant adını verdiği bir aygıt
geliştirdi.
*ABD'de kadınlarda orgazmı artıran “Viacreme” adı verilen bir krem piyasaya çıktı.
*Orgazmın süresi ve şiddeti kişiden kişiye değişir.
*Kadınlar eşlerine mükemmel olduklarını hissettirmek ya da zevk almadıkları bir cinsel ilişkiyi kısa
yoldan bitirmek istedikleri veya eşine onun "yetersiz" olduğu duygusunu yaşatmamak ve öte
yandan da yine eşinde kendisinin "yetersiz olduğunu" kanısını uyandırmayı engellemek için çoğu
zaman orgazm taklidi yaparlar.
*En yoğun orgazm yaklaşık ilk 5 dakika içinde gerçekleşmektedir.
Erken Boşalma (Prematür Ejakülasyon)
Erken boşalma, genellikle eşin cinsel doyuma ulaşmasından önce oluşan ejakülasyon olarak
tanımlanabilir. İlk kez ilişkiye giren genç erkeklerde sık görülür. Sorunun hafif yaşandığı
durumlarda en iyi ölçüt cinsel birleşmenin her iki eş için tatmin edici olup olmadığının
sorgulanmasıdır. Erken boşalma genellikle birincil bir sorundur. Erken boşalma, gerginlik, stres ve
seyrek cinsel ilişki sonucu geçici ve ikincil bir sorun olarak da ortaya çıkabilir.
Boşalma Yetmezliği
Yoğunluğu ve süresi yeterli bir cinsel etkinlik sırasında, olağan bir cinsel uyarılma evresi sonrası,
sürekli ya da yineleyici bir biçimde orgazmın gecikmesi ya da olmaması şeklinde tanımlanır.
Boşalmanın hiç olmaması (mastürbasyon, uyku ve cinsel ilişki sırasında), kısmen oluşması
(mastürbasyonda oluşan ancak cinsel partnerle ilişkide gerçekleşmeyen boşalma) ya da uzun
süren bir uyarılma veya cinsel birleşmeye karşın ejakülasyonda gecikme şeklinde ortaya çıkabilir.
Boşalmanın hiç olmaması çoğu kez organik patolojiye işaret eder. Bazı ilaçların kullanımı
boşalmayı geciktirebilmektedir. Benzer bir tablo olan retrograd ejakülasyonda orgazm duyumu
alınmakta ancak penisten dışarıya bir ejakülat çıkmamaktadır. Mesanedeki iç sfinkter aktivitesinin
inhibe olması sonucu ejakülatın mesane için atılmasıyla oluşan genellikle prostatektomi, diyabet,
nöroleptik kullanımı gibi organik nedenlere bağlı ortaya çıkan bir sorundur. Seminal sıvı içermesi
nedeniyle ilişkiden sonraki idrarın bulanık gelmesi tanıda değerli bir bulgudur.
Cinsel Ağrı Bozuklukları
1. Vajinismus: Vajen girişindeki kasların spazmı sonucu, cinsel birleşme girişiminin olanaksız hale
geldiği ya da son derece ağrılı olduğu durumdur. Kasılmalar cinsel birleşme girişimine koşut
olarak ortaya çıkmakta ve vajinismuslu kadın bu kasılmalar üzerinde kontrolü olmadığını
düşünmektedir. Birincil tipte bir cinsel işlev bozukluğu olup, uygun biçimde tedavi edilmezse
yaşam boyu sürebilir. Evlilik içi sorunlar tabloya eklenmemişse tedaviye iyi yanıt vermektedir.
Vajinismus, birincil bir cinsel işlev bozukluğu olmakla birlikte, nadiren vajinal travmalara, iyi
yapılmamış epizyotomiye ya da tekrarlayıcı vajinal enfeksiyonlara ikincil olarak gelişebilir. Bu tür
durumlarda cinsel birleşmenin ağrılı olması zaman içinde perine kaslarında spazma neden olarak
ikincil
vajinismus
sorununa
yol
açabilir.
Vajinismuslu kadınların çoğunda vajinal penetrasyona ilişkin korku vardır. Bu nedenle vajinismuslu
kadınlar tampon kullanmaz ve jinekolojik muayeneden kaçınırlar. Zaman zaman da doğum
yapmayla ilgili korkular yaşarlar. Çoğu, genital bölgelerinin çirkin ve rahatsızlık verici bir görüntüsü
olduğuna inanırlar. Vajenlerin çok küçük, penisin ise iri olduğunu düşündüklerinden cinsel
birleşmenin ağrılı ve kanlı olacağından endişe ederler. Vajinismuslu olgularda çoğunlukla sınırlı da
olsa uyarılma ve orgazm yaşarlar. Bu nedenle, cinsel birleşme sağlanmasa da doyurucu bir cinsel
yaşam sürdürebilirler. Cinsel ilgi azalması ve orgazm bozukluğunun tabloya eklendiği durumlarda
tedavi güçleşmektedir.
Vajinismus sorunu çözülmediğinde, eşlerinde erken boşalma, cinsel ilgi ve istek azalması ya da
erektil
yetmezlik
gibi
sorunların
görülme
sıklığı
oldukça
fazladır.
Vajinismusda, profesyonel yardım, konuyu bilen, seks terapilerinin yanı sıra evlilik terapileri
konusunda
da
deneyimi
olan
terapistler
tarafından
verilmelidir.
Vajinismus sorunuyla ilgili bir başka gerçek, hekimlerin uygunsuz tedavi girişimleridir. Önerilen
anestezik ve ağrı giderici pomatlar, hastanın ağrı duyacağına ilişkin beklentilerini artırmakta,
himenektomi ise psikoterapötik yaklaşımları olumsuz yönde etkilemektedir. Bu tür fiziksel
girişimleri ya da öğüt verici olmaktan öteye gitmeyen ve terapistten daha çok “baba” tavrını
andıran “psikolojik” yaklaşımların yararı olmamakta, tersine kadındaki çaresizlik duygularını
artırmaktadır. Sorunun özüne inmeyi amaçlayan psikoanalitik yönelimli yaklaşımlar ise tedavisi
aciliyet gerektiren vajinismus sorunun çözümünü geciktirmekte ve hastanın umutsuzluk ve
çaresizlik duygularını pekiştirebilmektedir.
2. Disparoni: Ağrılı cinsel birleşme anlamına gelir. Ağrı vagen girişinde hissediliyorsa etyolojide
daha çok uyarılma eksikliği, vajinal enfeksiyon ve Bartolin kisti gibi nedenler araştırılmalıdır. Ağrı
derin penetrasyonla artıyorsa etiyolojide vajinal veya pelvik enfeksiyonlar, over patolojileri ve
endometriozis gibi organik nedenler aranmalıdır. Ağrı cinsel birleşmenin süresi uzadıkça azalıyor
ve kayboluyorsa uyarılma eksikliği düşünülmelidir. Çünkü süre uzadıkça uyarılmanın artmasına
bağlı vajinal lubrikasyon artar, vagen kasları gevşer ve ağrı kaybolur. Sürenin uzaması ağrının
şiddetini azaltmıyor, tersine artırıyorsa organik nedenlerin bulunma olasılığı artar.
Ağrılı Boşalma ve Disparoni: Nadir görülen bir bozukluktur. Ağrılı ejakülasyon genellikle uretra,
prostat ve mesane enfeksiyonu gibi durumlarda oluşur. Bu tür sorunu olan erkekler ejekülasyon
sonrasında peniste yanma hissinden yakınırlar. Ağrılı ejakülasyon veya ejakülasyon sonrası
oluşan ağrı, erkeğin ejakülasyonla ilgili kaygısı nedeniyle perine kaslarında spazm oluşmasına
bağlanmıştır. Dispareninin nedeni çoğunlukla fiziksel olup, lokal bir enfeksiyon veya frenulum
yırtıkları
en
sık
nedenlerdir.
Diğer (Başka Türlü Adlandırılamayan) Cinsel İşlev Bozuklukları
1. Cinsel Fobiler: Tek bir sorun olarak ortaya çıkabileceği gibi cinsel ilgi, istek ve uyarılma
bozukluğu ile birlikte de görülebilir. Korkular, sınırlı olabileceği gibi, her türlü fiziksel
yakınlaşmadan kaçınma gibi yaygın biçimlerde de görülebilir. Bu tür yaygın fobiler cinsel
uyarılmayı tümüyle engellediğinden cinsel doyumu belirgin olarak azaltırlar. Cinsel fobilerin çoğu
yanlış bilgi ve abartılı beklentilerle ilişkilidir.
2. Cinsel Doyum Bozuklukları: Cinselliğin önemli bir boyutu da verdiği doyumdadır. Bir bireyin
cinsel yaşamının doyuruculuk düzeyi cinsel işlevlerinin niceliği kadar, eşler arasındaki ilişkinin
niteliği ile de belirlenir.
Araştırmalar, cinsel doyum eksikliğinin, cinsel işlev bozukluklarından çok çeşitli cinsel güçlüklerle
(yetersiz sevişme, zevke konsantre olamama gibi) daha yakından bağlantılı olduğunu ortaya
koymaktadır.
3. Maskelenmiş Bozukluklar: Depresyon, çeşitli ilaçlar, bazı jinekolojik hastalıklar, anksiyete
bozuklukları ve infertilite gibi durumlar cinsel işlev bozukluklarına neden olabilecekleri gibi mevcut
cinsel işlev bozukluğunu da maskeleyebilirler.
TEDAVİ
İncelemeler sonunda sorunun kaynağının organik olduğuna karar verilen hastalarda uygun tıbbi
ve cerrahi tedaviler uygulanmaktadır. Son yıllarda organik kaynaklı ereksiyon yetersizliklerinde
penis protezi uygulamaları oldukça yaygınlaşmıştır.
Psikolojik tedaviler ise organik ve psikolojik kaynaklı tüm olgularda endikedir. Özellikle yeterince
hazırlanmamış, psikolojik yardım almamış olgularda organik etiyolojiye yönelik tedavilerin başarısı
düşmektedir.
Psikolojik tedavilerde ilk adım, hastadaki hatalı bilgi ve inanışların düzeltilmesi olmalıdır. Bundan
sonraki aşamada, günümüzde en yaygın kullanılan yöntem davranışçı kurama dayalı
uygulamalardır. Özellikle prematür ejakulasyon ve performans anksiyetesinde başarılı sonuçlar
alınmaktadır.
Tedaviye, cinselliği yaşamada koitus, ejakulasyon gibi belirli bir noktaya yönelmemekle
başlanabilir. Yaşamın bütünlüğü içinde cinsellik, çeşitli boyutlarıyla yaşanabilecektir. Bu nedenle
öncelikle hastanın rahat olabilmesi sağlanmalıdır. Ancak, en önemli noktalardan birisi, hastaya
"rahat ol" demek yerine nasıl rahat olunacağının öğretilmesidir. Burada da genellikle “gevşeme
teknikleri” kullanılmaktadır. Tedavinin ileri aşamalarında hasta; çeşitli egzersizlerle kendi ve eşinin
bedenini
tanıma,
korkusuzca
dokunabilme,
yaklaşabilmeyi
öğrenecektir.
Endikasyon konulduğunda psikoanalitik, davranışçı ya da bilişsel psikoterapi teknikleri de
kullanılmaktadır.
CİNSEL İŞLEV BOZUKLUKLARININ TEDAVİSİNDE BİLİŞSEL – DAVRANIŞÇI TEDAVİ
1950’ lerin sonunda, öğrenme teorisine dayanan müdahaleler ilk kez ortaya çıktı. Wolpe (1958)
cinsel işlev bozukluğunu, cinsel bir duruma karşı koşullu anksiyete tepkisi olarak ve dolayısıyla
gevşeme ve sistematik ve aşamalı duyarsızlaştırma ile tedavi edilebilir olarak kavramlaştırdı.
Çoğu cinsel işlev bozukluğunun öne sürülen sebebi performans anksiyetesi, danışma ve iletişim
yetersizlikleri ve cinsel aktivite boyunca bir seyirci rolünde olma varsayımı idi.
Cinsel ilişki, ilgi ve istek, uyarılma, doyum ve rahatlama olmak üzere 4 aşamadan oluşur. Bu
aşamaların birinde veya birkaçında engellemenin ortaya çıkması cinsel işlev bozukluğuna yol
açar.
Seks terapisinin temelini oluşturan ve özel duruma bağlı çeşitli önem dereceleri olan birkaç
prensip vardır.
1- Performans anksiyetesinin giderilmesi
2- Eğitim
3- Tavır değişimi teşvik etme
4- İletişimi arttırma
5- Yıkıcı seks rollerini ve yaşam biçimlerini değiştirme
6- Fiziksel veya tıbbi müdahaleler
7- Cinsel davranışı değiştirme ve etkili seks tekniğini öğretme
8- Değişiklik için karşılıklı sorumluluğun önemini belirtme
Tedavi edilen en yaygın işlev bozuklukları şunlardır:
Orgazm ile ilgli işlev bozukluğu: Odak ve süre bakımından yeterli olan ve başka bir Eksen I tanısı
veya bir maddenin yada tıbbi koşulun doğrudan etkileri tarafından açıklanmayan normal bir cinsel
heyecanın ardından orgazmın gecikmesi veya olmaması.
Erken Boşalma: Gerçekleşmesi istenen zamandan daha önce asgari bir cinsel uyarılma ile ve bir
maddenin doğrudan etkileri olmaksızın erkeğin erken boşalması sorunu.
Kadının Cinsel Uyarılma İşlev Bozukluğu: Kadını uyarılmasının fiziksel belirtisi olan sulanmakabarma tepkisine ulaşamaması veya bu tepkiyi sürdürememesi. Problem bir maddenin ve ya
tıbbi durumun doğrudan etkilerine bağlı değildir.
Erkeğin Ereksiyon İşlev Bozukluğu: Erkeğin cinsel aktivitenin bitimine kadar yeterli ereksiyona
ulaşamama veya ereksiyonu sürdürememesi. Problem bir maddenin ve ya tıbbi durumun
doğrudan etkilerine bağlı değildir.
Yetersiz Cinsel Arzu: Cinsel aktivitede, yaş ve kişinin yaşam bağlamını dikkate alarak, şehvetin ve
cinsel fantezinin yetersiz olması veya hiç olmaması. Problem bir maddenin ve ya tıbbi durumun
doğrudan etkilerine bağlı değildir.
Cinsel Soğukluk: Bir partnerle hemen her türlü cinsel temastan kaçınma veya cinsel temastan
aşırı derecede nefret etme.
Tedavi Sorunları:
En yaygın biçimde çoğu seks terapisinin bir parçası olarak yer alan tedavi müdahalesi, cinsel
ilişkiyi yasaklamanın yanında ev ödevi olarak ten mesajı (duyusal odak) ile başlayan cinsel
görevlerin aşamalı bir dizinidir. Bu, teorik olarak, performans anksiyetesini azaltır. Önemli olan
yeni tensel deneyimler keşfetmektir. Egzersizlerin 3 amacı vardır;
1- Cinsel ilişkiye odaklı olmayan yaklaşımlara getirerek performans anksiyetesini gidermek
2- Çifti kendi cinsel deneyimlerine ve duygularına kapılmaya teşvik ederek seyirci rolünü yok
etmek
3- Cinsel iletişimi arttırmak
Terapinin bilişsel yönleri başlangıçta basitçe duyguları harekete geçirmek gibi görülebilir. Fakat
çoğu cinsel performans endişesi, temel inançlar, çarpık otomatik düşünceler ve işlevsiz şemalarda
yatmaktadır. Bilişsel çalışmanın önemli bir kısmının gerçek cinsel aktiviteye hazırlık aşamasında
yapılması gerekir. Dolayıyla ev ödevleri davranışsal görevlerin yanı sıra, hastaların cinsel tepkisini
engelleyen kendi ifadelerini belirlemeye odaklanır.
En tipik çarpık düşünceler arasında; ereksiyonu cinsel istek ve erkeklikle bir tutmak, orgazmı
cinsel zevkle bir tutmak ve cinsel istek eksikliğini çekicilikle bir tutmak yer alır.
Seksin performans olarak kavramlaşmasına meydan okumak çoğu kez bilişsel çalışmanın temel
meselesidir.
Terapistin yardımıyla, hastaların cinsel duruma karşı olağan reaksiyonları olan korku, anksiyete ve
nefret veya kaçınma gibi tepkilerin üstesinden gelmelerine yardımcı olmaya yönelik bireysel başa
çıkma ifadeleri oluşturur.
Hastalara yatak odasındaki başarısızlık hakkındaki en kötü korkularını belirleyip tekrar
değerlendirmeleri ve yatak odasının çoğu zaman bireysel problemlerin ve ilişki sorunlarının ortaya
çıktığı bir arena olduğu anlamaları konularında yardımcı olmak terapinin önemli bileşenleridir.
Hastaların, biliş ve duyguları arasındaki mesafeyi kapatmalarına yardım etmeye yarayan klinik
araçlardan biri değiştirilmiş bir işlemsel analiz çerçevesidir. Hastalardan, kafalarının içinde
çocukluklarından bu yana önemli bilgilerini kaydettikleri iki kaset olduğunu tahayyül etmeleri
istenir. Çocuk adı verilen kaset kişinin tüm duygusal anlarını bilen bir sırdaştır. Kasetin bir
yüzünde (ürkek, sinirli, muhtaç çocuk) tüm korku ve duygusal geri çekilme tepkileri yer alır. Arka
yüzünde (neşeli çocuk) tüm mutlu, çekinmesiz, neşeli duygusal anılar kayıtlıdır. Ana-baba denilen
kasetinde iki yüzü vardır. Yargılayıcı ana-baba kasetin, tüm emirlerin ve yasakların, olması
gerekenlerin ve olmaması gerekenlerin ve çocukluğun ilk döneminden bu yana ana babadan,
öğretmenden, dinden ve toplumdan biriken diğer eleştirel tavırların yer aldığı yüzüdür. Bu kasetin
arka yüzü sadece başkalarının eğitimi değil, asıl önemlisi özeğitimi sağlayan eğitici ana-babadır.
Böylece duygusal tepkiler çocuk kasetinden gelirken, tavı ve fikirler de ana baba kasetinden gelir.
Üçüncü bir eleman (yetişkin) kasetlerden ve çevreden gelen girdileri, mantıklı kararlar vermek için
işleme tabi tutar.
Terapide yapılacak olan şeyin, güzel bir seks yaşamak için neşeli çocuğun yatak odasına
getirilmesi olduğu açıklanmaktadır.
Terapide yapılacak olan diğer şey, bazı yargılayıcı ana-baba ifadelerini, ürkek/sinirli çocuk, kendini
güvende hissedip, neşeli çocuğun gelip oynaması için yatak odasını terk etsin diye, eğitici anababa ifadeleri ile değiştirmektir.
Bilişsel – Davranışçı Bakış Açısı
Cinsel fonksiyonlar biyofiziksel ve psikososyal cinsel sistemlerin etkileşimi sonucu ortaya çıkarlar.
Bu sistemlerden herhangi birinde meydana gelen olumsuz belirtiler fonksiyon bozukluğuna yol
açarlar. Davranışçı açıdan bakıldığında, tüm diğer davranışlar gibi cinsel davranışlarda öğrenilmiş
davranışlardır. Cinsel açıdan normal fonksiyonda bulunabilen kişiler cinsel uyaranlara karşı doğru
tepkiyi vermeye öğrenmişlerdir. Cinsel fonksiyon bozukluğu gösteren kişiler ise çeşitli nedenlerden
dolayı yanlış tepkiler vermeyi öğrenmişlerdir. Tedavide yanlış tepkilerin düzeltilmesinde ev
ödevlerinden yararlanılır. Ancak, bazı durumlarda ev ödevlerine karşı gösterilen olumsuz tepkiler
kaçınma davranışına yol açmakta ve ödevler yapılamamaktadır. Bilişsel bakış açısına göre ise
ödevlere karşı gösterilen olumsuz tepkiler çeşitli düşünce ve imajlardan kaynaklanmaktadır. Bu
düşünce ve imajlar otomatik olarak ortaya çıkarlar. Otomatik düşünceler aynı zamanda olumsuz
duygularla ilgilidir. Terapide ödevlerin yapılmasını engelleyen otomatik düşünce ve imajlar
cinsellikle ilgili daha genel ve olumsuz tutumları yansıtırlar. Bu olumsuz tutumlar ise kişinin ve
yakın ve uzak geçmişindeki yaşantılardan kaynaklanmaktadır.
Bilişsel – davranışçı bakış açısına göre, yanlış cinsel tepkilerin öğrenilmesi ‘’hazırlayan’’, ‘’ortaya
çıkaran’’^ve ‘’sürdüren’’ faktörlere ve bu faktörler arasındaki ilişkilere bağlıdır.
Hazırlayan Faktörler
 Ailenin ve toplumun cinselliğe bakış tarzı
 Aşırı tutucu, dindar yetiştirilme biçimi
 Eksik yada yanlış cinsel bilgi
 Cinsellikle ilgili gerçek dışı beklentiler
 Anne- baba arasındaki olumsuz ilişki biçimi
 Erken travmatik yaşantılar
 Eşler arasındaki iletişim biçimi
 Uyarılma eşiğinin yüksek olması
 Nevrotik kişilik özellikleri
 Yakınlaşma sorunları
 Cinsel istismara maruz kalma
Ortaya Çıkaran Faktörler
 Eşler arasında uyumsuzluk
 Cinsel iletişim sorunları
 Eşin cinsel bir sorununun olması
 Performans anksiyetesi
 Fiziksel yada psikiyatrik hastalıklar
 Yorgunluk ve stres
 Aşırı alkol veya ilaç kullanımı
 Hamile kalma korkusu
 Evlenme
 Evlilik öncesi ve dışı ilişkiler
 Travmatik cinsel yaşantı
Sürdüren Faktörler
 Sorunun çözümü ile ilgili yanlış uygulamalar
 Çok sık cinsel ilişkide bulunma
 Cinsel ilişkiden kaçınma
 İlişkiye kendini verememe
 Performans anksiyetesi
 Suçluluk ve utanç duyguları
 Eşin tepkileri
Bilişsel davranışçı tedavilerde amaç, yanlış öğrenilmiş tepkilerin yerine yeni ve doğru tepkilerin
öğrenilmesine olanak sağlamaktır. Yeni ve doğru tepkilerin öğrenilmesi için de öncelikle nelerin
yanlış öğrenilmiş olduğunun bilinmesi gerekir. Bu nedenle, tedaviye başlamadan önce çok yönlü
ve detaylı bir değerlendirme yapılması çok önemlidir, çünkü tedavinin başarılı olup olamayacağı
buna bağlıdır.
DEĞERLENDİRME
Değerlendirme aşaması çiftin ve sorunun özelliklerine bağlı olarak değişmekle birlikte, genellikle
2-4 görüşmede tamamlanır. Değerlendirme sırasında hasta ve eşi ile hem ayrı ayrı hem de birlikte
görüşülür. Görüşme sıklığı hafta bir veya iki kezdir.
Değerlendirme görüşmesinin amaçlarını şöyle özetleyebiliriz.
1- Sorunun ne olduğunu ve sorunla ilgili nelerin değiştirilmek istendiğini anlamak ve tedavinin
amacını belirlemektir.
2- Sorunu hazırlayan, ortaya çıkaran ve sürdüren faktmrleri saptamak.
3- Bu formülasyon çerçevesinde uygulanacak tedavi planını oluşturmak.
4- Hastayı/çifti, sorunu ortaya çıkaran ve sürdüren faktörler ve olası çözümler konusunda
düşünmeye cesaretlendirerek terapi sürecini başlatmak.
Terapistin özellikle şu noktalara dikkat etmesi gerekir.
1- Anlayışlı ve destekleyici olmak: Terapist, özellikle ilk görüşmelrde sırf bilgi almak uğruna
çifti çok fazla zorlamamalı, biraz zaman tanımalıdır. Ayrıca bu konudaki sorunlarını fark
edip çözüm aramaya geldikleri ve cesaretle sorunlarını anlatmaya çalıştıkları için onları
desteklemelidir.
2- Cinsel konular hakkında rahat ve açık bir biçimde konuşmak
3- Ortak bir dil oluşturabilmek: genel olarak kural, hastanın sorunu anlatılırken kullandığı
kelimelere dikkat ederek mümkün olduğu kadar aynı kelimeleri kullanmaktır.
Değerlendirme sırasında genel olarak çiftten şu alanlarda bilgi toplanır.
 Cinsel sorun: Tanımı, ilk ortaya çıkışı, gelişmesi, nedenleri, uygulanan çözüm yolları,
soruna eşlik eden düşünce ve duygular, sorunu yaşamı ve evliliği etkileme derecesi ve
biçimi vb.
 Aile geçmişi ve erken çocukluk yaşantıları: anne- babasının birbiriyle ilişkileri,hastanın anne
babasıyla ilişkileri, ailenin cinsel konulardaki tutumları, yetiştiriliş biçimi, travmatik yaşantılar
vb.
 Cinsel gelişim ve yaşantılar: Ergenlik dönemi, menstürasyon, gece boşalması,
mastürbasyon, ilk cinsel yaşantı, cinsel deneyimler, homoseksüel yaşantı, cinsel travmalar
vb.
 Cinsel bilgi ve inançlar: Bilgi düzeyi, bilgi kaynakları, cinsiyeti ile ilgili düşünce ve duyguları,
vücudu ile ilgili düşünce ve duyguları, karşı cins ile ilgili duygu ve düşünceleri, beklentileri
vb.
 Eşi ile ilişkileri: Evlenme şekli, eşine karşı duyguları, ortak ve ayrı yönleri, sosyal
yaşantıları, iletişim biçimi vb.
 Stres kaynakları: mesleki sorunlar, ekonomik sorunlar, günlük zorluklar, ilişkisel sorunlar vb
 Ev ortamı: Evdeki kişi sayısı, oda sayısı, evin fiziksel özellikleri, yatılı misafirlik vb
 Sağlık durumu: Önemli hastalıklar, ameliyatlar, kullanılan ilaçlar, alkol kullanımı vb.
Eğer hastada tedavi edilmesi gereken biyojenik bir bozukluk varsa, tedavi edilmeden cinsel
tedaviye başlanmamalı.
Evlilik sorunlarının bulunması durumlarında tedaviye evlilik sorunlarından başlanmalı, evlilik
ilişkisinde düzelme olmadıkça cinsel tedaviye geçilmemeli.
Eğer hastada cinsel soruna eşlik eden diğer bir psikiyatrik belirti varsa, tedaviye önce bu
psikiyatrik sorunun tedavi ile başlanmalı. Belirgin bir düzelme olmadan cinsel tedaviye
geçilmemeli.
TEDAVİ
Bilişsel – Davranışçı cinsel terapi yaklaşımının amaçları şöyle özetlenebilir:
1- Cinsel bilgi eksikliğinin giderilmesi
2- Eşler arasındaki iletişimin zenginleştirilmesi
3- Ev ödevlerinin yapılmasını engelleyen olumsuz otomatik düşüncelerin ve hatalı düşünme
biçimlerinin fark edilmesi, bunların yerine olumlu ve doğru düşüncelerin geliştirilmesi
4- Sorunun ortaya çıkmasına yok açan hatalı davranışların fark edilmesi, bunların yerine
doğru davranışların geliştirilmesi ve davranış repertuarının genişletilmesi.
Cinsel bilgi eksikliğinin giderilmesi ve yanlış bilgilerin düzeltilmesi:
Cinsel bilgi düzeyinin yükseltilmesinde çeşitli resim, çizim, kitap, yada kasetlerden yararlanılabilir.
Görüşmede hastaya/çifte cinsel konularda bilgi veren bir kitap satın almaları ve her hafta bu
kitabın bir bölümünü okumalarını ev ödevi olarak verilir. Daha sonraki görüşmede ise okunan
bölümle ilgili geri bildirim alınır.
Tedavi açısından özellikle üzerinde durulması gereken yanlış inançlardan biri, bir kadın ile bir
erkeğin bir araya gelmesi ile tam ve tatminkar bir ilişki kendiliğinden gerçekleşirdir. Böyle
durumlarda eşlere, cinsel ilişkinin öğrenilmesi gereken bir beceri olduğu anlatılmalıdır.
Eşler arasındaki iletişimin zenginleştirilmesi:
Önce çift ile birlikte birbirlerini ifade etmekte zorluk çektikleri konular belirlenir ve bu konularla ilgili
liste hazırlanır. İfade etmekte en az zorlanılan konu listede birinci sırada yer alır. Listenin
hazırlanmasında zorluk derecesine göre aşamalı olarak kolaydan zora doğru bir sıralama yapılır.
Hazırlanan listeye göre her görüşmede bir madde ele alınır. Söz konusu maddeyi eşler sırasıyla
birbirlerine anlatırlar. Daha sonra aynı madde ev ödevi olarak verilir.
Ev ödevlerinin yapılmasını engelleyen olumsuz otomatik düşüncelerin ve hatalı düşünme
biçimlerinin fark edilmesi, bunların yerine olumlu ve doğru düşüncelerin geliştirilmesi:
Her görüşmenin sonunda o görüşmede ele alınan konularla ilgili ev ödevleri verilir. Ev ödevleri
bilgi düzeylerinin arttırılması, iletişim becerilerinin geliştirilmesi, cinsellikle ilgil yanlış inanç ve
tutumların fark edilmesi yada yeni cinsel yaşantıların oluşturulması gibi farklı şekillerde olabilir.
Ödevler hastanın/çiftin sorunlarına göre ve tedavinin hızına göre belirlenir. Ödevlerle ilgili dikkat
edilmesi gereken noktalar şunlardır:
 Ödevin ne olduğu, amacı ve mantığı açık ve detaylı bir bir biçimde anlatılmalı.
 Hastanın/çiftin ödevi tam olarak anlayıp anlamadığından emin olabilmek için ödevin
ne olduğu tekrarlattırılamlıdır.
 Hatanın/çiftin ödev ile ilgili duygu ve düşünceleri araştırılmalı, olumsuz düşünce ve
tutumlar varsa üzerinde çalışılmalıdır.
 Her görüşmenin başında o haftadaki ödev hakkında geribildirim alınmalıdır.
 Verilen bir ödev tam anlamıyla yapılmadan bir sonraki aşama ile ilgili ödev
verilmemeli.
 Her görüşmede tek bir aşama ile ilgili ödev verilmeli, hastanın kendi kendine bir
sonraki aşamaya geçmesine izin verilmemelidir.
Cinsel tedavi sırasında verilen ödevlerin yapılmasında bazı zorlukların ortaya çıkması doğaldır.
Genellikle, uzun süredir sorun olan bir konu ile ilgili yeni öğrenilmeye çalışılan bir ödevi yapmak
elbette kolay değildir. Ödevlerin yapılmamasında pek çok neden rol oynayabilir. Terapist, öncelikle
ödevin neden yapılmadığını ve ödevle ilgili ne gibi zorlukların yaşandığını iyice soruşturmalıdır.
Bazı durumlarda ödevin yapılmaması tedaviye gösterilen dirençle ilgili olabilir. Böyle durumlarda
direncin nedenlerinin araştırılması ve bilişsel model esas alınarak üzrinde çalışılması gerekir.
Sorunun ortaya çıkmasına yok açan hatalı davranışların fark edilmesi, bunların yerine
doğru davranışların geliştirilmesi ve davranış repertuarının genişletilmesi:
Cinsel işlev bozukluklarının tedavisinde hatalı davranışlar yerine doğru davranışların geliştirilmesi
ve davranış repertuarının genişletilmesi için yararlanılabilecek tekniklr iki grupta özetlenebilir.
Birincisi bütün cinsel işlev bozukluklarının tedavisinde ortak olarak yararlanılan davranışsal
teknikler, ikinci grupta ise işlev bozuklukları için stesifik olarak yararlanılabilecek davranışsal
teknikler yer alır.
Tüm cinsel işlev bozukluklarında ortak olarak kullanılan davranışsal teknikler:
Cinsel Birleşme Yasağı:
Tüm cinsel işlev bozukluklarının tedavisinde, ilk olarak yapılması gereken, hastaya/çifte tedavide
belli bir aşamaya gelene kadar cinsel birleşmede bulunmanın yasak olduğunun anlatılmasıdır.
Cinsel birleşme yasağı konulmasının iki nedeni vardır. Birincisi, hatalı davranışların yerine
doğrularını koymadan yapılacak olan cinsel birleşme girişimleri büyük olasılıkla gene başarısız
olacaktır, buda çiftin tedaviye olan motivasyonunu azaltacaktır. İkincisi ise zaten cinsel birleşme
nedeniyle kaygılanmakta olan hastanın kaygılarını ortadan kaldırmaktır. Bu arada çifte, sadece
cinsel birleşmenin yasaklandığı ama bunun dışındaki her türlü cinsel yaklaşmanın serbest olduğu
ifade edilmelidir.
Duyumlara Odaklanma Egzersizleri:
Özellikle, cinsel işlev bozukluğunun uzun süre devam ettiği durumlarda bazı çiftler, giderek her
türlü cinsel yakınlaşmadan kaçınmaya, hatta zamanla birbirlerine dokunmamaya başlarlar. Böyle
vakalarda, tedaviye duyumlara odaklanma egzersizleri ile başlanır. Cinsel ilişkide en temel
davranış dokunmaktır. Dolayısıyla tatminkar bir cinsel ilişki için eşlerin birbirlerine yeterince
dokunmaları ve nasıl dokunacaklarını bilmeleri gerekir.
Duyumlara odaklanma egzersizlerinin 3 aşaması vardır. Bunlar:
1- Genital alan dışındaki duyumlara odaklanma egzersizleri: Bu egzersizin amacı; eşlerin
rahat ve endişesiz bir durumda fiziksel yakınlık kurabilmelerine, cinsel arzu ve duygularını
birbirlerine açıkça ifade edebilmelerine yardımcı olmaktır. Ayrıca bu egzersizler yoluyla
eşler birbirlerine cinsel bir teklifte bulunabilme ve istekli olmadıklarında bu teklifi kabul
etmeme cesareti de kazandırır. Bu egzersizle ilgili çifte verilen ödev, çiftin çıplak olarak ve
kaşık pozisyonunda yatağa uzanmalarıdır. Kaşık pozisyonunda eşler yüzleri aynı yöne
dönük olarak yan yatarlar. Önce eşlerden birinin Genital bölgeler hariç olmak üzere eşini
okşaması istenir. Bu arada diğer eş hareketsiz bir şekilde yatmaya devam eder. Hareketsiz
durumda yatana ‘alıcı’ diğerine ise ‘verici’ denir. Bu arada alıcı durumunda olan eş
nerelerine dokunulduğunda hoşlandığını yada hoşlanmadığını, nasıl dokunulmasından
daha çok hoşlandığı gibi konularda verici durumunda olan eşine sözel veya davranışsal
olarak geribildirimde bulunur. Daha sonra alıcı ve verici olan eşler değişirler. Bu egzersizde
kesinlikle cinsel uyarılma olması amaçlanmaz. Ancak uyarılma olursa çiftlere bunu
engellemeye çalışmamaları söylenir. Eşlerden biri veya ikisi bu egzersizden sonra
mastürbasyon yapmak isterse, birbirlerinin yanında olmamak şartıyla, buna izin verili. Çiftin
bu ve bundan sonraki egzersizleri hafta 3 defa yapması istenir.
2- Genital Duyumlara Odaklanma Egzersizleri: Amaç; eşlerin rahat ve endişesiz bir durumda
cinsel arzu ve duygularını açıkça ifade edebilmelerine ve birbirlerine erotik zevk
vermelerine yardımcı olmaktır. Çifte verilen ödev, çiftin çıplak olarak kaşık pozisyonunda
veya istedikleri bir pozisyonda yatağa yatmalarıdır. Genital bölgelere ve göğüslere
dokunmak serbesttir. Yine eşler birbirlerine önceki egzersizde olduğu gibi geri bildirim
verirler.
3- Vajinal Duyumlara Odaklanma Egzersizleri: Amaç; eşlerin rahat ve cinsel açıdan uyarılmış
bir konumda iken tam bir cinsel birleşmede bulunmadan vajinal duyumlardan zevk
alabilmelerine yardımcı olmaktır. Çifte verilen ödev, her iki eşte belirli bir uyarılma olduktan
sonra, penisin vajina içine girmesi ancak hareket ettirilmemesidir. Bu egzersiz yapılırken
çeşitli pozisyonlar denenebilir. Bu aşamadan sonra Genital duyumlara odaklanma, son
olarak da Genital olmayan duyulara odaklanma egzersizleri yapılarak ödev tamamlanır.
Farklı Cinsel İşlev Bozukluklarına Özgü Davranışsal Teknikler
Kadın Cinsel İşlev Bozukluklarının Tedavisi
Cinsel Ağrı Bozukluğu: Vajinismus Tedaviye Vajinismus işlev bozukluğu ve uygulanacak tedavi
biçimi hakkında çifte bilgi verilerek başlanmalı. Daha sonra yapılan değerlendirme görüşmesine
göre, farklı tekniklerin uygulanmasına geçilir. Yararlı olabilecek bazı egzersizler:
a) Bedeni ve vajeni tanıma egzersizleri: Bazı hastalar çıplakken kendi bedenlerine yada
vajenlerine bakmaktan aşırı derecede anksiyete duyarlar. Böyle durumlarda hastalara, her
gün belli bir süre ayna karşısında çıplak olarak bedenlerini incelemeleri ödev olarak verilir.
Daha sonra aşamalı olarak ayna ile vajene bakma ve vajene dokunma egzersizlerine
geçilir.
b) Nefes alma ve gevşeme egzersizleri: Bazı hastalarda, birleşme denemeleri sırasında vajen
kaslarına ek olarak karın, kalça ve bacaklarda da kasılmalar ortaya çıkabilir. Bu kasılmalara
düzensiz nefes alma, nefesin hızlanması veya kesilmesi gibi belirtiler eşlik edebilir. Bu
hastalara nefes egzersizleri yaptırmak ve söz konusu kas gruplarına ilişkin gevşeme
egzersizlerini öğretmek yerinde olur. Sonra bu egzersizler ev ödevi olarak verilir ve hergün
yapması istenir.
c) Aşamalı genişletme egzersizleri: Amaç, vajenin genişletilmesi ve içine bir şey girmesine
alıştırılmasıdır. Bu amaca ulaşabilmek için çeşitli ebatlarda dilatörlerden yararlanılabileceği
gibi hasta parmaklarını da kullanabilir. Genişletme egzersizlerinin en önemli özelliği
aşamalı olarak yapılmasıdır. Egzersize işaret parmağının ilk boğumundan başlanır.
Vejinaya sokulan işaret parmağı bir süre orada tutulur, sonra çıkarılır ve sonra yine sokulur
ve bunu günde 10-15 kez yapması ödev olarak verilir. Bu başarıldıktan sonra ikinci boğuma
kadar olan kısmın vajene sokulmasına geçilir. Bundan sonraki kısım iki parmağın yine
aşamalı olarak vajene sokulmasıdır. Bu egzersizler aynı şeklide eşin parmakları ve farklı
büyüklükteki tamponlarla da yapılabilir. Bu egzersiz için kayganlaştırıcılar kullanılabilir.
d) Aşamalı koitus egzersizleri: Buna önservişme sırasında penisin vajen değidirilmesi ödevi ile
başlanır. Daha sonra penisin vajen girmesi ile ilgili egzersize geçilir. Bu egzersiz sırasında
kontrolün kadında olması ve erkeğin hareketsiz olması istenir. Farklı pozisyonlar
denenebilir ve kayganlaştırıcı yağlar kullanılabilir.
e) Hayallem yoluyla sistematik duyarsızlaştırma: Aşamalı koitus egzersizleri sırasında bir
zorlukla karşılaşılırsa, hata ile birlikte bir liste hazırlanarak hasta için anksiyeteli durumlar
hafiften zora doğru sıralanır. Daha sonra hasta görüşme sırasında rahat ve gevşek bir
durumda iken listede yer alan bu durumlardan birini gözünde canlandırması söylenir.
Hastaya anksiye duyduğunda hemen gevşemesi ve nefesini düzenlemesi ile ilgili
yönergeler verilir. Sonra hastanın yine aynı durumu gözünün önünde canlandırması istenir.
Buna hasta, söz konusu durumla ilgili anksiyete duymamaya başlayana kadar devam edilir
ve aynı çalışma listede yer alan sonraki durum için tekrarlanır.
Orgazm Bozukluğu: Tedaviye başlamadan önce çifte, tedavinin amacının birleşme sırasında
orgazm değil, cinsel ilişki sırasında orgazm olmasının daha gerçekçi olduğu anlatılmalıdır.
Tedavide olabilecek bazı egzersizler:
a) Bedeni ve Vajeni Tanıma Egzersizleri:
b) Mastürbasyon ve Birleşme Egzersizleri: Bu egzersize başlamadan önce hastanın
mastürbasyon hakkındaki düşünce ve duygularının araştırılması önemlidir. Tedavinin
başlangıcında verilen mastürbasyon egzersizinin amacı orgazma ulaşmak değil, kendi
bedeninden erotik bir zevk alabilmeyi öğrenebilmektir. Hastaya, istemekle orgazma
ulaşılamayacağı, yeterli kadar uyarılma olduğunda orgazmın kendiliğinden ortaya çıkacağı
anlatılmalıdır. Bazı hastalarda, paradoksikal bir uygulama ile mastürbasyon sırasında
orgazma ulaşmanın yasaklanması, orgazmın ortaya çıkmasından yararlı olabilir. Hastanın
mastürbasyon yoluyla orgazma ulaşması sağlandıktan sonra eşinin yanında mastürbasyon
yapması eşine geribildirim vermesi istenir. Bundan sonraki aşama hastanın eşinin hastaya
mastürbasyon yapmasıdır.
c) Hayalleme ve Rol Yapma Egzersizleri: Orgazma ulaşabilmek için kontrolün elden
bırakılması gerekir. Bazı hastalar için kontrolü elden bırakmak çok zor ve utanç verici
olabilir. Böyle hastalarla çalışırken hastaya, kendisini orgazma ulaşmış olarak gözünün
önünde canlandırması yada orgazm olmuş gibi rol yapması ödev olarak verilebilir.
Erkekte Cinsel İşlev Bozukluklarının Tedavisi
Orgazm Bozukluğu: Erken Boşalma Tedavinin amacı, boşalma refleksinin denetim altına
alınabilmesi ve boşalma olmadan sertleşmenin sürdürülmesidir. Yararlı olabilecek bazı
egzersizler:
a) Dur ve Yeniden Başla: Amaç; sertleşme ortaya çıktıktan sonra, boşalma olmadan
sertleşmenin azalmasını yada kaybolmasını sağlamaktır. Bunun için hastaya,
penisini uyararak sertleşmeyi sağlaması, ancak boşalma refleksi ortaya çıkmadan
hemen önce uyarmayı durdurması ve sertliğin kaybolmasını beklemesi, sonra tekrar
uyarması ev ödevi olarak verilir. Bu arada uyarma sürelerinin uzatılması istenir.
Daha sonra bu egzersizin duyumlara odaklanma ve ön sevişme sırasında
uygulanmasına geçilir. Çifte, sertleşme ortaya çıktıktan sonra birbirlerinden
uzaklaşarak, yan yana yatmalrı ve sertleşme tamamen kaybolana kadar birbirlerine
dokunmamaları, sonra yeniden uyarmaya başlamaları ve bunu her seferinde 3-4 kez
tekrarlamaları söylenir. Bundan sonraki aşamada ise penis vajene sokulur, ancak
boşalma olmadan önce çıkarılır.
b) Sıkma Egzersizi: Amaç, Sertleşme olduktan sonra sertleşmenin giderilmesidir.
c) İki elle germe Egzersizi: Amaç, Sertleşme olduktan sonra sertleşmenin
giderilmesidir.
d) Hayalleme Yoluyla Sistematik Duyarsızlaştırma:
Boşalmanın Olmaması ve Geç Boşalma
a) Mastürbasyon ve Birleşme egzersizleri:
b) Hayalleme Egzersizleri
Uyarılma Bozukluğu
a) Mastürbasyon Egzersizleri
b) Birleşme Egzersizleri
YEME BOZUKLUKLARI
GİRİŞ
Yeme bozuklukları; beslenme yetersizliği, aşırı beslenme, depresyon, madde bağımlılığı,
anksiyete gibi ciddi sorunlara neden olabilen, yeme alışkanlıklarındaki sapmalardır. En sık
karşılaşılan çeşitleri anoraksıya nevroza, bulimiya nevroza ve obezitedir.
ANOREKSİYA NERVOZA
Anoraksıya nevroza da en önemli bulgu tartı alımından aşırı kaçınmadır. İştah kaybı yoktur.
Çocuklarda görülen anoraksıya nevrozada bulgular, daha ileri yaşlarda görülenlerden farklıdır.
Menstruasyonda düzensizlik, sekonder seks karakterlerinde azalma gibi bulgular çocuklarda daha
nadirdir. Anoraksıya nervoza tanısı Amerikan Psikiyatri Birliğinin DSM IV tanı kriterlerinde belirtilen
bulgularla konur (Tablo 1).
Anoreksiya nervozalı olguların üçte birinde yaşamlarının önceki dönemlerinde yeme problemleri,
dörtte birinde obsesif semptomlar vardır. Vakaların yarısı hastalık sınırında depresiftir. Çocuklarda
anoreksiya nervozanın tipik başlangıç bulguları yoktur. Bu çocuklar genellikle mükemmeliyetçi,
dürüst, dikkatli, çalışkan, popüler ve başarılıdır.
Anoreksiya nervozanın sebebinin multifaktöriyel olduğu kabul edilmektedir.Genetik, kişisel ve
çevresel faktörler etyolojide rol oynamaktadır. Alım gücünün yüksek, ancak zayıf olmanın popüler
olduğu toplumlarda hastalık daha sık görülmekle birlikte, gelişmekte olan ülkelerde de sıklığı
artmaktadır. Hastalık en sık puberte döneminde bulgu verir. Aşırı tartılı olma ve diyet yapan biriyle
birlikte olma hastalığın gelişmesini kolaylaştıran diğer önemli faktörlerdendir.Ayrıca psikolojik
travmalar, aile problemleri de hastalığın ortaya çıkmasını kolaylaştırabilir.
Anoreksiya nervoza: Amerikan Psikiyatri Birliğinin DSM IV tanı kriterleri.
• Vücut tartısını yaşa göre kabul edilebilecek en düşük tartının üzerinde tutmayıreddetmek
(örn. istenenin %85 eksiği) veya belirli bir süre içinde beklenenbüyümeyi sağlayamayarak
tartının istenen en alt değerden %15 daha düşükolması
• Vücut tartısının düşük olmasına rağmen tartı alma ve şişmanlama korkusu
• Beden imgesini yanlış algılama, kendini gerçekte olduğundan daha şişmanalgılama veya
mevcut tartı kaybının ciddiyetini reddetme
Kısıtlayıcı tip: Kişinin anoreksiya nervoza atağı sırasında genellikle aşırı yeme veyakusma
şeklinde davranış göstermediği tablo
Aşırı yeme veya kendini kusturma, laksatif ve diüretik kullanma davranışlarınınyoğun olduğu
anoreksiya nervoza tipi.
GÖRÜLME SIKLIĞI
Anoreksiya nervozanın sık görüldüğü iki zirve dönem, 14.5 yaş ve 18 yaştır. Kadınların yarısından
fazlasında 20, üçte ikisinde 25 yaşından önce başlar. Adolesan kızlar arasında insidans 1-2/1000,
çocuklarda ise daha düşüktür. Adolesanlar arasında kız/erkek oranı 9/1, çocuklarda ise 4/1’dir:
Genel populasyonda insidans 1-8/100 000, orta ve üst sosyo-ekonomik düzeydeki kızlarda ise %
1’dir. Hastalığın ağır formu halen oldukça nadirdir.
ETYOLOJİ
Yeme bozukluklarının biyolojik, psikolojik ve sosyal sebeplere bağlı olarak geliştiği
düşünülmektedir. Genetik olarak yatkın olan bireylerde psikolojik özellikler biyolojik etkilenmeye
neden olur. Sosyal etkiler ve beklentiler modern kadın rolünü üstlenen bireylerde yeme
bozukluklarının oluşmasını kolaylaştırır. Pubertedeki endokrinolojik değişiklikler biyolojik faktörler
olarak anoreksiya nervoza oluşmasında rol oynar. Kişisel gelişim ve davranış değişiklikleri
psikolojik çatışmalara neden olarak diyete teşvik edici rol oynar. Zayıflığa karşı kültürel yatkınlığın
etkili olduğu sosyal çevre psikolojik motivasyonu artırır. Bu üç faktör hastalığın geliştiği bireylerde
farklı derecede etki gösterebilir.
Diyet alışkanlığı genellikle menarştan hemen sonra, pubertede başlar. Değişen vücut yapısı ve
hızlı tartı alımına aşırı duyarlı bireylerde öncelikle basit şekerden zengin, yüksek kalorili besinlere
karşı alım kısıtlanır. Bu durum başlangıçta, kendi yaşıtlarının uyguladığı masum diyet
alışkanlığına benzer gibi görünse de gittikçe ciddileşen sürekli besin kısıtlaması şeklinde kendini
gösterir. Tartı kaybı besin kısıtlamasını artırır. Amaç daha düşük tartılara inmektir. Hastaların
çoğunda aşırı egzersiz yapma eğilimi vardır. Fiziksel ve mental açlık bulguları gelişmeye başlar,
hastalar açlığı inkar ederler.
Sosyal ilişkilerden uzaklaşır, sessizleşir ve tartı verme amacına yönelik aktivitelerini artırırlar.
Ailelerine karşı düşmanca davranırlar, aile bireyleriyle olan ilişkilerinde huzursuzdurlar. Fazla
çalışmalarına rağmen okul performansları düşer, apatik ve çoğunlukla depresiftirler.
TANI
Anoreksiya nervozada en önemli bulgu, fiziksel bir hastalıkla açıklanamayacak tartı kaybıdır.
Vücut imgesinin yanlış algılanması, şişmanlamaktan aşırı korkma hastalığın psikolojik karakteristik
bulgularıdır. Hastalardaki üç majör klinik bulgu;
1. Şişmanlamamak için iştah azalması olmadan besin alımını keserek, kusarak, laksatif
kullanarak veya aşırı egzersizle tartı kaybetmek,
2. Hipatalamo-hipofizer gonadal aksta sekonder değişikliklerin gelişmesi,
3. Şişmanlamak ve yemek yeme kontrolünü kaybetmek korkusunun merkezde bulunduğu
psikolojik sorunların varlığı olarak tanımlanabilir.
TEDAVİ
Anoreksiya nervoza tedavisinde diyet tedavisi multidisipliner yaklaşımın önemli bir öğesidir. Amaç,
öncelikle tartı kaybını durdurmak, nutrisyonel durumu düzeltmek, tartı alımını tercihen doğal
beslenme yollarıyla kademeli olarak artırmaktır. Çoğu zaman özel ek gıdalar, total parenteral
beslenme gerekli değildir. Hastalar gereksinimlerinden fazlasını tüketmeye zorlanmamalıdır.
Tedavinin başlangıcında düşük tartı ve azalmış metabolik hız nedeniyle normalden daha az
miktarda besin sunulması tercih edilir. Tercihen bazal metabolik hız hesaplanarak hastanın
fizyolojik gereksinimleri sağlanmalıdır.
Organizmanın adaptasyonuna göre tüketilen miktarlar kademeli olarak artırılmalıdır.
Şişmanlamaktan aşırı korkan hastalara fazla miktarda yüksek enerjili besinlerin sunulması,
hastaların reaksiyon vermesine neden olarak tedaviyi olumsuz yönde etkileyecektir.
Fizyolojik olarak kabul edilecek amaç tartı, hastanın boyu, vücut yapısı ve hastanın hastalık
öncesi tartısı göz önüne alınarak belirlenir. Hasta ile güvenli tartının ne olduğu kesin ve açık
konuşulmalı, boya göre tartı oranının % 95-100’e erişmesi ve menstruasyonun olması
amaçlanmalıdır. Vücut tartısı persentil eğrilerinin kullanımı, amaç tartının bu eğrilere işaretlenerek
gösterilmesi bazı çocuklarda tedaviye yardımcı olabilir. Psikolojik yönden de desteklenen hastaya
uygulanan tedavi, tartı almaktan daha az korktuğu dönemlerde amaç tartıya ulaşması için yeniden
düzenlenir.
Hastalığın farklı evrelerindeki her birey için farklı tedavi yaklaşımları uygulamak gerekir. Bu konu
üzerinde yıllardır birçok çalışma yapılmış olmasına rağmen etkili tedavi için halen yeterli bilgi
yoktur. Ciddi besin reddi ve tanıyla ilgili obsesif davranışlar genellikle emosyonel problemlerin geç
bulgusu ve problemlere karşı savunma mekanizmasıdır. Tedavi fiziksel ve psikolojik sorunları
çözme prensibine yönelik olmalıdır.
Fiziksel sorunların tedavisi
Çocuklarda yeme bozuklukları ağır fiziksel problemlere neden olabilir. Hatta bazı çocuklar
anoreksiya nervozanın komplikasyonlarından kaybedilebilirler. Tedavi öncelikle dehidratasyon,
hipopotasemi, özofageal yırtılmalar gibi fiziksel sorunlara yönelik olmalıdır. Çocuğun fiziksel sağlık
durumu korkulacak derecede bozulmuş değilse öncelikle altta yatan emosyonel sorunlara
yaklaşılmalıdır.
Hastaneye yatış endikasyonları: Aşırı tartı kaybı (yaşa ve boya göre tartının % 80’in altında
olması)
- Dehidratasyon
- Hemodinamik bozulma
- Devamlı kusma veya kan kusma
- Belirgin depresyon veya diğer majör psikiyatrik sorunlar
Etkili bir tedavi için multidisipliner bir ekiple çalışmak gereklidir. Farklı konularda uzman olan kişiler
çocuğun fiziksel sorunlarını, duygu ve düşüncelerini, aile ilişkilerini ve okul sorunlarını birlikte
değerlendirmelidir. Sosyal danışman eğer çocuk istismarı söz konusuysa ve aile çocuğun
tedavisine destek göstermiyorsa bu konuda özel desteğin ve gereğinde kanuni güçlerin
kullanılmasını isteyebilir.
Çocuk hastaneye yatırıldığında acil yaklaşım kişiye yönelik olarak, tercihen çocuklarda yeme
bozuklukları konusunda deneyimli bir ekip tarafından yapılmalıdır. Çok düşük tartılı çocuklara
dengeli, yüksek enerjili sıvı formülalar sunulur. Oral alımı yeterli olmayanlara ise nazogastrik
sonda ile alternatif beslenme tercih edilir. Kusan çocuklarda bu tedavi şekli riskli olabilir. Bu
çocukların tedavisinde öncelikle yemek yeme anksiyetesini azaltacak psikolojik destek sağlanır,
kusmanın durdurulması amaçlanır. Ayaktan tedavi edilen hastalarda en önemli yaklaşım, annebabaya çocuklarının sağlığındaki yerleri ve çocuğun yediklerinin dikkatli izleniminin ne kadar
önemli olduğunun hissettirilmesidir. Tedavide amaç, çocuğun beslenmesine zarar verici davranış
şekillerinin kontrol altına alınmasını sağlamaktır.
Anne-babadan biri çoğunlukla diğerinin aşırı rahat veya katı olduğunu düşünmektedir. Yeme
bozukluğu olan çocuk genellikle ebeveynlerden birinin tarafındadır. Tedavide çocukla karşı tarafta
olan ebeveyne çocuğun ne yemesi gerektiği, yemeği reddetme dönemlerinde nasıl davranması
konusunda yardımcı olacak davranış tarzlarının geliştirilmesine destek olmalıdır. Burada tedavi
edenin rolü taraf tutmamaktır, ebeveyn ile çocuğun anlaşmasını sağlayarak, çocuğun karşı
gelmesine ve protesto etmesine izin verecek davranış şekillerinin oluşmasını engellemektir. Bu
süreç içinde hem anne, hem de baba çocuğun tedavisinin sorumluluğunu paylaşmalı, bu zor ve
rahatsız edici göreve katılmalıdır. Hiç bir zaman tartı ve kalori konusunda çocuğun yanında
tartışılmamalıdır.
Diyet tedavisi
Bazı çocuklar ve Adolesan, diyeti düzenleyen ve nutrisyonel desteği sağlayan kişiyi tarafsız ve
objektif olarak görürler. Yemek konusunda öneri almak, psikolojik sorunlara değinen psikiyatrik
grubun üyeleri ile tartışmaktan daha kolaydır. Diyeti düzenleyen kişi için en önemli sorunlar,
kendine yardımcı olamayan hasta için boşuna uğraşıldığını düşünerek sinirlenmesi, tedaviyi
yapan ekibin diğer üyelerine hastanın diyet tedavisiyle ilgili doğru olmayan bilgi vermesi ve olaya
aşırı karışma riskidir.
Hastayla iletişim
Yeme bozukluğu olan hastaların kendilerine güveni azalmıştır. Tedavide kendilerine güveni
artırmaya yönelik yaklaşımlar uygulanmalı ve hastaların kendi düşüncelerini ifade etmelerine
zaman ayırmak gereklidir. Besin tüketiminin artması ve hızla tartı alma pratiği ile hastaların ne
kadar tükettikleri konusunda doğruyu söylemeyecekleri de unutulmamalıdır. Nutrisyonel desteği
yapan kişi hastaya karşı dürüst davranmalı, tükettiklerini yansıtmada zorluk çeken hastaya bunu
anladığını hissettirmelidir.
Nutrisyonel destek olarak diyete karbonhidrat, protein eklendiğinde bu enerji kaynaklarına ilişkin
hastayı bilgilendirmelidir. Besinlerin , vücudun gereksinimi olan ürünler olduğunu ifade etmesi
tedavide yardımcı olabilir.
Beslenme pratiği
Kısa süreli dehidratasyon tedavisi dışında genellikle intravenöz beslenmeye gerek yoktur. Oral
beslenmeye direnç gösteren çocuklar nazogastrik sonda ile beslenebilirler. Ancak nutrisyonel
tedaviye başlarken oral beslenme ile yeterince tartı alınmadığında nazogastrik sonda ile beslenme
gerekebileceği belirtilmelidir.
Psikoterapiden fayda görmek için gerekli olan fiziksel ve entelektüel uygun durumun
sağlanabilmesi için, günde 300-400 kcal alımı hızlı düzelmeyi sağlayabilir. Ancak hastaların fazla
tartı alımını engellemek için kusma, laksatif kullanma gibi istenmeyen tehlikeli yolları
deneyebilecekleri de akılda tutulmalıdır. Tartı alımı psikolojik tedavi ile birlikte olmalı, tartı alımının
her basamağında vücudundaki değişiklikler psikolojik destekle kabul edilmelidir. Enerji sunumuna,
yaşa göre gereken günlük gereksinimlerle başlanır, ancak tartı alımına göre artırılıp azaltılabilir.
Dengeli, düzenli, tercihen 3 ana, 3 ara öğünden oluşan bir diyet planlanır. Günlük menü hastanın
alışık olduğu, sevdiği ve tüketmekte olduğu besinlerden seçilmelidir. Ancak hasta sevmese de
gerekli olanlar diyete eklenmelidir. Karar vermekte güçlük çeken hastaya çok fazla seçenek
sunulmamalıdır. Günlük öğünlerini yeterince tüketemeyen hastalara güçlendirilmiş, genellikle sıvı
şeklinde olan özel formülalar yudum yudum verilebilir. Malnütrisyonlu, ağızdan yeterli alımı
olmayan hastalar multivitaminden fayda görürler.
Konstipasyonu olan hastalara yeterince sıvı ve lif verilmelidir. Özellikle tedavinin ilk dönemlerinde
besinler standart porsiyonlarda sunulmalı ve enerji miktarları kolay hesaplanabilir olmalıdır.
Diyette tüketilemeyen besinlerin yerine eşdeğer sunulması, öğünler sırasındaki tartışmaları
azaltabilir. Hastanın kendi diyetini kabul edebilir koşullar şartıyla planlaması, kendiyle ilgili
konularda kontrolü olduğunu hissettirecektir. Bu dönemde hasta desteklenmeli ve cesaretini
artırmaya yönelik davranış şekilleri kullanılmalıdır. Uygun ve yeterli tartı alımından sonra tartının
korunması için takip ve psikoterapi uzun süre devam edilir. Bazı hastalar normal tartıya
ulaştıklarında bile devamlı olarak diyetisyenin desteğini ve tavsiyesini isteyebilir. Yeme bozukluğu
olan hastaların bir kısmı uzun yıllar kalori hesabı, bir kısmı egzersiz yaparak yemek yeme
kontrollerini sağlamaya çalışır.
Psikolojik sorunların tedavisi
Hastalarda vücut ağırlığı ile aşırı ilgilenme altta yatan sorunların görünür şeklidir. Bu çocuklarda
kendine güvenin yeterli olmaması, beklentilerinin fazla olması, duygularını ve gereksinimlerini
yeterince ifade edememeleri, aileden ayrılma endişesinin yaşanması en önemli sorunları
oluşturmaktadır. Aile çatışmalarının çözümlenmesi ve tedavi ile gelişen değişikliklerin oluşması
sırasında birçok sorun yaşamaktadır. Adolesan dönemine girme, yeme bozukluklarında tetiği
çeken en önemli faktörlerden biridir.
18 yaşın altındaki çocuklarda aile terapisi seçilecek tedavi şeklidir. Aile tedavisinde çocuğun
emosyonel açıdan aileden ayrılması ve bağımsızlığı için ilk adımını başarı ile atabilmesine yardım
edilir. Tedaviye uyumsuzluk, tedavi sırasında gerekli desteği sağlayamayan ve zaman içinde
değişime uyum sağlayamayan aileler için bu tedavi şekli zor olabilir. Kişisel tedavi özellikle daha
büyük çocuklar için seçilecek tedavi şeklidir. Bu tedavi şeklinde hastanın ihtiyaçlarının
belirlenmesi, duygularını, beklentilerini ifade edebilmesi ve interaktif iletişim amaçlanmaktadır.
Yeme sorunu olan çocuklar genellikle istekli, sabırsız, uysal çocuklardır. Kendine güven
duygusunun artması gerektiği adolesan döneminde derin ve gizli bir uyumsuzluk, tek başına
kalma ve yetersizlik duygularını hissetmelerine neden olur. Cinsellikle ilgili travmatik bir tecrübenin
yaşanıp yaşanmadığı, okuldaki sorunlar aile ve öğretmenlerle birlikte araştırılmalıdır. Genellikle
aşırı mükemmeliyetçi olan bu çocuklar, arkadaşları gibi okulda dersler dışındaki faaliyetlere
katılmazlar. Yaşıtlarıyla olan ilişkilerinde iddiacı değildirler ve çevrelerindekiler tarafından saldırıya
uğramış ve rahatsız edilmiş olarak hissetmektedirler. Aile ve hastanın tedavisi için çalışan ekip
hastaların tedaviyi reddetmeleri üzerine boşuna uğraşıyorlar gibi hissedip, hayal kırıklığına
uğrayarak öfkelenebilir. Aileler tedavi ile çatışmanın yemek yeme konularından hayat ile ilgili
konulara kayabileceği, çocuklarının kendilerine düşmanca davranabileceği konusunda uyarılmalı,
bu durumun çocuğun büyümesiyle gelişen istekler, gereksinimler ve uyarıların yarattığı olumlu bir
gelişme olduğu konusunda bilgilendirilmelidir.
BULİMİA NERVOZA
Sıklıkla geç adolesan ve genç erişkinlerde görülen bulimia nervoza, anoreksiya nervozanın bir
çeşidi olarak kabul edilebilir. Adolesan kızlarda sıklığı % 1 oranında bildirilmektedir. Çocukluk
çağında oldukça nadirdir. Bulimiya nervozada genellikle iki saatten daha kısa süreli aşırı besin
tüketimi, bu dönemde aşırı yeme dürtüsünü durduramama korkusu ve bu epizotlardan sonra
kusma, laksatif kullanma veya aşırı diyet yapma dönemleri vardır. Bulimia nervozada tekrarlayan
yeme atakları haftada en az iki kez devam eder ve kısa sürede 5000-20000 kcal gibi yüksek
tüketime neden olur. DSM-IV kriterleri esas alındığında tanı için yeme ataklarının en az 3 ay
süreyle devam etmesi değerlendirilir. Kişi vücut şekli ve tartısına karşı aşırı duyarlıdır. Beden
imgesi konusundaki duyarlılık sadece ataklar sırasında değildir. Aşırı yeme atakları kısa sürede
aşırı tartı alımı nedenidir. Bozulmuş serotonin regülasyonuna bağlı açlık sinyallerinin tekrarlayan
aşırı yeme ataklarına neden olduğu bildirilmektedir. Bulimik hastalarda özellikle parietal beyin
korteksinde glikoz metabolizmasının düşük olduğu saptanmış, ancak bu durumun serebral glikoz
metabolizması, vücut kitle indeksi, anksiyete ve depresyonla ilişkisi gösterilememiştir. Nöbetler
genellikle sıkıntı yaratan olaylardan sonra olur. Nöbetlerden sonra hasta vicdan azabı ve
pişmanlık duygularıyla tartı verebilmek amacıyla kendini uyararak kusma, laksatif, emetik ve
diüretik kullanma, aşırı egzersiz yapma ve aç kalma gibi zararlı yollara başvurur.
Bulimia nervozada 4 alt grup belirlenmiştir.
1. grup: Objektif veya subjektif bulimik epizotları olan, kusan ve laksatif kullananlar.
2. grup : Objektif bulimik epizotları olup, daha az kusan ve laksatif kullananlar.
3. grup: Subjektif bulimik epizotları olan, nadir kusan veya laksatif kullananlar.
4. grup: Üç grubun özelliklerini gösterebilen heterojen tip.
Bu vakalar beden imgesine aşırı ilgilidirler ancak anoreksiya nervozadan farklı olarak beden
imgesini yanlış algılama sorunu yoktur. Bu ataklar hastanın kontrolü dışındadır. Yardıma
gereksinimleri olduğunun bilincindedirler. Ayırıcı tanıda merkezi sinir sistemi tümörleri ve epilepsi
düşünülmelidir.
Bulimia nervozada görülebilen komplikasyonlar, kusma sonucu gelişen hipopotasemi, metabolik
alkaloz, dehidratasyon, kardiyak aritmiler, özofajit, özofagus rüptürleri, majör depresyon gibi
psikiyatrik komplikasyonlar ve uyuşturucu kullanımıdır.
TEDAVİ
Amaç, düzenli yeme alışkanlığının sağlanması, hastayı kontrolsüz yama atakları ve açlık
periyotlarından koruyabilmektir.Tedavinin başlangıcında yeme davranışının düzeltilmesi değil
hastanın tartısının stabil tutulması amaçlanmalıdır. Normal tartısının % 70’inin altında olan
hastalar çok dikkatli takip edilmelidir. Hastanın tartısının stabil tutulması için gerekli bazal
metabolik hıza uygun kalori sağlanır, aktivitesi artmış ise gerekli olan enerji hesaplanan enerjiye
eklenir. Tedavinin son aşamalarında düzenli beslenme alışkanlığı sağlanmış ve yeme
davranışlarının kendi kontrolü altında olduğunu hissederek kendine güveni artan hastanın dengeli
olarak tartı vermesini sağlayacak diyet programına geçilir.Tedavide bulimik davranış şeklinin
nutrisyonel ve genel sağlık konusunda nasıl bir etki gösterdiğinin hasta tarafından anlaşılması
sağlanmalıdır. Aşırı yeme atakları ve aç kalma ataklarının sıklığı, bunlara neden olan sebepler
belirlenmelidir. İzlem ve nutrisyonel açıdan danışmanlık tartının stabil olmasından ve yeme
davranışlarının regülasyonundan uzun yıllar sonrasına kadar devam edebilir. Bireyin
gereksinimleri esas alınarak kişiye ve aileye, sosyal çatışmaları çözmeye yönelik psikoterapi
uygulamak gereklidir.
Hızlı tartı kaybı, malnütrisyonun derecesi, kusma, laksatif kullanmanın kontrol altında
tutulamaması, elektrolit dengesizlikleri, ağır depresyon, intihar girişimleri, tedaviye yanıtsız aile ile
ilgili çatışmalar ve hastanın değişime isteksiz olması hastaneye yatış endikasyonlarıdır.Kısa süreli
antidepresan tedavi bulimik davranış şeklinin düzeltilmesinde yardımcı olabilir. Genellikle açlık ve
intihara bağlı mortalite riski % 0-5 arasındadır. Bir çalışmada Bulimia nervozalı hastaların % 50’si,
12 yıl sonunda % 75’i iyileşir. On iki yıl sonunda düzelmeyen hastalar genellikle tedavi
edilemezler.
DİĞER YEME BOZUKLUKLARI
1. YEMEK SEÇME – YEMEK REDDİ
Birçok çocuk sınırlı sayıda besin çeşidini seçip, sadece meyve suları, şeker, cips gibi genellikle
karbonhidrat ağırlıklı besinleri tüketmeyi tercih edebilir. Bu tip alışkanlık uzun sürmez ve çocuk
üzerinde olumsuz etki bırakmaz. Genellikle bu çocukların annesi çocuğunun yetersiz beslendiğini
düşünmektedir. Bu durum bazen geç çocukluk dönemine kadar devam edebilir. Beslenme geriliği
ile birlikte değildir.
Yemeği reddetme erken çocukluk döneminde görülen diğer bir problemdir. Bu çocuklar okulda
veya arkadaşlarının yanında normal yeme alışkanlığı gösterirler. Bir gün tamamıyla normal olan
davranış şekilleri, bir başka gün tüm besinlerin reddedilmesi şeklinde görülebilir. Bu durum
genellikle geçicidir ve zamanla düzelir.
2. GENEL REDDETME SENDROMU
Çocuk sadece yemeği değil, konuşmayı, yürümeyi ve kendiyle ilgili tüm gereksinimleri yapmayı
reddeder. Bu durum hastaneye yatmayı ve özel beslenmeyi gerektirebilir, hayatı tehdit edebilir.
Prognoz nedene bağlıdır.
3. HASTALIK SIRASINDA AZALMIŞ İŞTAH DURUMU
Lokalize veya sistemik kronik hastalıklar genellikle iştahı azaltır ve hastalığı ağırlaştırır.
Hastalığa sekonder gelişen depresyon veya primer sorun olarak depresyon iştahın azalmasına
neden olabilir.Bu durum genellikle uyku durumunda bozulma, konsantrasyonda azalma, ağlama
krizleri ve letarji ile birlikte olabilir. Nadir olarak çocukluk dönemindeki depresyon davranış
problemleri ile birliktedir.
YEME BOZUKLUKLARI TANI ÖLÇÜTLERİ
ANOREKSİYA NEVROZA
A. Yaşı ve boy uzunluğu için olağan sayılan en az kiloda yada bunun üzerinde vücut ağırlığına
sahip olmayı kabul etmeme
B. Beklenenin altında bir vücut ağırlığına sahip olmasına karşın kilo almaktan yada şişman biri
olmaktan aşırı korkmak.
C. Kişinin vücut ağırlı ve biçimini algılama biçiminde bozukluk olması, kendini
değerlendirmede vücut ağırlığı yada biçiminin anlamsız etkisinin olması yada o sırada
vücut ağırlığının düşük olmasının önemini inkar etme.
D. Bayanlarda menarş sonrası amenore, yani üç ardışık menstürel siklusun olmaması.
Tipini Belirtiniz:
Kısıtlı Tip: Anoreksiya Nevrozanın o sıradaki epizodu sırasında kişi düzenli olarak
tıkanırcasına yeme yada çıkartma davranışı göstermemiştir.
Tıkanırcasına yeme / Çıkartma Tipi: Anoreksiye nevrozanın o sıradaki epizodu sırasında
kişi düzenli olarak tıkanırcasına yeme yada çıkartma davranışı göstermiştir.
BULİMİA NEVROZA
A.
B.
C.
D.
E.
Yineleyen tıkanırcasına yeme epizodlarının olması. Bir tıkanırcasına yeme epizodu
aşağıdakilerden her ikisi ile belirlidir.
a. Aynı zaman diliminde ve benzer koşullarda çoğu insanın yiyebileceğinden hiç
tartışmasız çok daha fazla miktarda olan yiyeceği belirli bir zaman diliminde yeme.
b. Bu epizot sırasında yeme kontrolünün kalktığı duyumunun olması.
Kilo almaktan sakınmak için, kendisinin yol açtığı kusma, laksatiflerin, diüretiklerin,
lavmanların yada diğer ilaçların yanlış yere kullanımı, hiç yemek yememe yada aşırı
egzersiz yapma gibi uygunsuz dengeleyici davranışlarda tekrar tekrar bulunma.
Tıkanırcasına yeme ve uygunsuz davranışların her ikisi de 3 ay süreyle ortalama olarak
en az haftada iki kez ortaya çıkmaktadır.
Kendisini değerlendirirken anlamsız bir biçimde vücudunun biçimi ve ağırlığından
etkilenir.
Bu bozukluk sadece anoreksiya nevroza epizodları sırasında ortaya çıkmamaktadır.
Tipinin Belirtiniz.
Çıkartma Olan Tip: Bulimia nevrozanın o sıradaki epizodu sırasında kişi düzenli olarak
kendi kendine kusmuş yada laksatifler, lavmanların yanlış yere kullanmıştır.
Çıkartma Olmayan Tip: kişi hiç yemek yememe yada aşırı egzersiz yapma gibi diğer
uygunsuz dengeleyici davranışlarda bulunmuş ancak kendi kendine kusmamış yada ilaç
kullanmamıştır.
BAŞKA TÜRLÜ ADLANDIRILAMAYAN YEME BOZUKLUĞU
Bunun kategorisi, herhangi özgül bir yeme bozukluğu için tanı ölçütleri karşılanamayan yeme
bozuklukları içindir. Örnekler:
1- Bayanlarda, bireyin düzenli menstürasyonlarının olması dışında anoreksiya nevrozanın
bütün tanı ölçütleri karşılanır.
2- Belirgin bir kilo kaybının olmasına karşın kişinin o sıradaki vücut ağırlığının olağan
sınırlarda olması dışında anoreksiya nevrozanın bütün atanı ölçütleri karşılanır.
3- Tıkanırcasına yemenin ve uygunsuz dengeleyici düzeneklerin haftada iki kezden daha az
bir sıklıkta yada 3 aydan daha kısa süreli olarak ortaya çıkması dışında bulimia
nevrozanın bütün tanı ölçütleri karşılanmaktadır.
4- Olağan vücut ağırlığını koruyan birinin az miktarda yemek yedikten sonra düzenli olarak
uygunsuz dengeleyici davranışlarda bulunması.
5- Büyük miktarda yiyeceği sürekli çiğneyip tükürme, ancak yutmama.
RUMİNASYON BOZUKLUĞU
A. Olağan bir işlevsellik döneminden sonra, en az 1 ay süreli olarak, yiyeceklerin yinelenen
regürjitasyonu ve yeniden çiğnenmesi.
B. Bu davranış genel tıbbi duruma bağlı değildir.
C. Bu davranış sadece anoreksiye yada bulimia nevrozanın gidişi sırasında ortaya
çıkmamaktadır. Bu semptomlar sadece menral retardasyon yada bir yaygın gelişimsel
bozukluğun gidişi sırasında ortaya çıkıyorsa bile ayrıca klinik değerlendirmeyi gerektirecek
derecede ağırdır.
PİKA
A.
B.
C.
D.
En az 1 ay süreyle, yenilebilir olmayan maddeleri sürekli olarak yeme.
Yenilebilir olmayan maddelerin yenmesi gelişim düzeyine göre uyun değildir.
Bu yeme davranışı kültürel açıdan onanan bir uygulamanın bir parçası değildir.
Bu yeme davranışı sadece başka bir mental bozukluğun gidiş sırasında ortaya çıkıyorsa
bile ayrıca klinik değerlendirmeyi gerektirecek kadar ağırdır.
ANOREKSİYA NEVROZA
Genel olarak 12-18 yaşları arasında başlayan ve şişmanlamaya karşı ağır korku yüzünden bilinçli
olarak aşırı zayıf kalma çabaları ile belirli bozukluktur.
OLUŞ NEDENLERİ
Psikososyal Etkenler:
Psikodinamik açıdan, ağır cinsel çocuksuluk, cinsel ilişki kurma ve gebe kalmaya karşı
aşırı korku, büyüme, anneden ayrılma, bireyleşmeye karşı aşırı korku gibi çekirdek
çatışmalar tanımlanmıştır. Bu hastalar ergenlik çağında göğüsleri, kalçaları normal olarak
gelişen, cinsel istekleri bulunan genç bir kız olmaya ve böyle görünmeye; yani cinsel kimlik
ve çekicilik kazanmaya karşı aşırı bir direnç göstermektedirler. Sanki bir deri bir kemik
kalarak bütün cinsel çekicilikten ve cinsel isteklerden arınmış olmaktadırlar. Entelektüel
başarıya, cinsellik dışında beğenilmeye büyük özen gösteren bu hastalar cinsellikle ilgili
her şeyden kaçınmaktadırlar.
Bu hastalarda çocuğun özerk gelişmesini güçleştiren, onun çocuksu kalmasını destekleyen
bir aile patolojisinin bulunduğunu savunanlar vardır.
Bu hastalığı bir depresyon eşdeğeri olarak yorumlayan ve depresyon psikopatolojisinin
bunda da geçerli olduğunu savunan görüşler vardır.
Şişman olmamaya çok değer veren kesimlerde bu hastalığın sık görüldüğü ve zayıflık
şişmanlık konusunda toplumsal değer yargıları ile bir miktar bağlantısı olabileceği ileri
sürülmüştür.
KLİNİK BELİRTİLERİ
Hasta, olması gereken kilodan en az, %15, kimi yayınlara göre %25 eksiklik göstermelidir.
Bu aşırı zayıflamaya karşın hasta kendisini şişman yada şişmanlayacak gibi hissederek
yemekten kaçınmaktadır.
Bu duruma karşın hasta canlı ve hareketlidir. Ancak çok ileri durumlarda çok halsiz
düşebilir ve yatalak olabilir.
Kızlarda aybaşlarının kesilmesi, erkeklerde cinsel isteğin yitimi.
Hastalık ergenlik döneminde başlamışsa beden ve cinsel yapıda gelişme geriliği belirtileri
olabilir.
Kimi hastalarda zaman zaman aşırı yeme nöbetleri, yediklerini kusarak, ishal yapıcı, idrar
sökücü ilaçlar kullanarak düşük kiloyu koruma çabaları görülür.
GİDİŞ VE SONLANIŞ
Hastalık genellikle ilk gençlik çağında başlar ve yıllarca sürer. İyileşme, yinelenme dönemleri sık
görülür. Bu hastaların büyük çoğunluğunda sıklıkla ruhsal çökkünlük, obsesif- kompulsif bozukluk
ve psikoseksüel bozukluklar birlikte görülür.
Hastaların çoğu hastane sağaltımından kaçar. Hastaneye yatanların %40 ‘ı tam, %30’u oldukça iyi
iyileşir. Yinelemeler olabilir. Ölüm oranı %6-9 olarak bildirilmiştir.
BULİMİYA NEVROZA
Dönem dönem gelen aşırı yemek yeme, kilo alma ve bir yandan da kilo almayı durdurma çabaları
ile belirli bir bozukluktur. Hasta aşırı yeme nöbeti başlayınca bütün çabalarına, korkularına,
üzüntüsüne karşın yeme tutkusunu durduramaz. Kilo almayı önlemek için hasta yediklerini kusar,
iştah kesici, sürgün yapıcı, idrar sökücü ilaçlar kullanır. Çoğu zaman fazla kiloları da olmayabilir.
BEBEKLİK VE ERKEN ÇOCUKLUKTA YEME VE
BÜYÜME BOZUKLUKLARI
GİRİŞ
Yeme ve büyüme bozuklukları, somatopsişik etkileşimlerle ortaya çıkan, tek bir nedene
bağlanamayacak denli karmaşık ve komplike bozukluklardır (2,13,14).
Psikiyatrik tanı sistemi (4), erken çocuklukta sadece 3 yeme bozukluğunu yani pika, ruminasyon
ve beslenme bozukluğunu tanımlar. Erken çocukluk dönemindeki beslenme ve büyüme
bozuklukları alanında veriler azdır ve tanı karışıklığı vardır. Örneğin, psikiyatri tanı sistemlerinde
yeme bozukluğu tanı kategorisinde yer almayıp kalorik nutrisyonel durum biçiminde ele alınan
obezitenin psikopatolojisi konusunda yeterli çalışmalar yoktur. Büyüme gelişme yetersizliği (failure
to thrive) ve psikososyal cücelik sıklıkla eşanlamda kullanılabilmekte, ruminasyon, gastroözofagial
reflu ve psikofizyolojik kusma ayrımına pek değinilmemektedir.
Daha da ötesi etiyoloji konusunda tartışmalar katı dikotomik biçimde, bir organik neden ("hasta
bebek") ile bir çevresel neden
("kötü anne") arasında sınırlı olabilmektedir (13). Böyle organik /nonorganik dikotomik
yaklaşımların, örneğin büyüme gelişme yetersizliği sendromundaki araştırmalarda uygun olmadığı
görülmüştür. Bir çalışmada, organik olmayan büyüme gelişme yetersizliği tanımlanan 47 çocuğun
30'unda oral-motor disfonksiyon bulunmuş ve "nonorganik" denilen olguların dikkatle incelenmesi
önerilmiştir (10). Son 20 yıldır büyüme gelişme yetersizliğinde bir üçüncü karma kategoriye,
organik ve nonorganik etkenlerin kombinasyonuna işaret edilmektedir (1,9). Beslenme anne çocuk
arasındaki ilksel etkileşimin önemli ve özel bir alanıdır. Bu alandaki zorluk her ne nedenle
başlamış olursa olsun tedavi ve yaklaşımda anne ve çocuğun birlikte ele alınması önemlidir.
Neonatal dönemdeki beslenme davranışı ve bebeğin beden özelliklerine bakarak ileride sorun
olabilecek yeme bozukluklarının öngörülebileceği bildirilmektedir (12). Bu alanda bebek
psikiyatrları, yenidoğan pediatrları ve çocuk cerrahlarının işbirliğinin gerekeceği düşünülebilir. Bu
psikiyatri yazınını gözden geçirme yazımızın amacı, ilgili tarafların yönelimine bir basamak
oluşturmasıdır.
PİKA
DSM-IV'de beslenme/yeme bozuklukları listesi içinde ilk yer alan pikadır ve en az 1 ay süreyle
yiyecek olmayan maddeleri gelişimsel düzeye ve kültürel pratiğe uymayan biçimde yemek olarak
tanımlanır (4).
Çocukların boya, yapıştırıcı, kağıt, bez, saç, toprak, çakıl taşı, kurşun kalem silgisi, çiğ patetes,
tırnak, buz, yanık kibrit, hayvan gübresi yedikleri görülmüştür. Pika bir yeme bozukluğu olarak
homojen küçük bir gruba sınırlı değildir. Normal gelişim gösteren oyun çocuklarında da görülebilir.
Çocukluk çağında pika 2-3 yaşlarında başlar ve çocukluk çağı boyunca devam eder. İlk yaşta
çocuklar her şeyi ağızlarına götürdüklerinden pika ayrımı zordur (2,15).
Pediyatrik literatürde kurşun zehirlenmesine ilgi artışı sonucunda pikanın neredeyse boya
kırıntılarını yeme ile eşanlamlı olduğu düşünülmektedir. Kanda toksik düzeyin biraz aşıldığı
durumlarda dikkatsizlik, hiperaktivite ve irritabilite görülebilirken, daha yüksek düzeylerde öğrenme
ve okuma problemleri, büyümede gecikme ve işitme kaybı olabilir. Daha ileri düzeylerde
konvülziyonlar, kalıcı beyin hasarları ve hatta ölüm olabilir.
Kil ve nişasta gibi özellikle besleyici değeri olmayan maddeleri yemenin kültürel ve ailesel
etkenlere bağlı olduğu, yoksul ve kırsal
toplumlarda sık görüldüğü bildirilir. Ayrıca yeterli gözetim ve bakım sunulmayan oyun çocuklarının
uygun olmayan maddeleri yeme riski yüksektir (15).
Pika, küçük çocuklarda %10, hastanelere zehirlenme kazaları ile gelenlerde %55 sıklığında
bulunmuştur. Mental retarde bireylerde pika çocukluk çağında başlar ve orta yaştan sonra
azalabilir. Bu grupta pika mental retardasyonun ağırlığı ile ilişkilidir (14).
Sıkıntı, anksiyete ve depresyon pikayı alevlendirebilir ancak bu psikopatolojilerin ilişkisi
konusunda çok az çalışma yapılmıştır (2). Süreğen anksiyöz çocuklarda veya erişkinlerde pikanın
görülmesi ve trikotillomani veya diğer kompulsif davranışlarla ilişkisi konusunda literatürde çalışma
yoktur. Demir eksikliği, diyette kalsiyum azlığı pika ile ilişkili olabilir. Çocukluğunda pika öyküsü
olanlarda anoreksiya ve bulimiya nervozaya sık rastlandığı bildirilmiştir (6).
Bozukluğun tıbbi komplikasyonları, ağır metal zehirlenmesi, mineral/vitamin eksikliği, parazit
enfeksiyonları ve intestinal obstrüksiyondur. Bu çocuklarda oral aktivitelerde artma, konuşma
gecikmesi, parmak emme, tırnak koparma görülür, bağımlılık gereksinimleri ve agresif duyguları
fazladır. Ergenlik dönemine geldiklerinde depresyon ve ciddi kişilik bozuklukları, tütün, alkol,
madde kullanımı sık görülür.
Pika öyküsü olan çocuklarda ev ortamının
ve aile işlevselliğinin dikkatlice sorgulanması, aileye komplikasyonlarla ilgili bilgi verilmesi ve
pikanın önlenmesi gerekir. Ayrıca bu çocuklar bilişsel işlevler ve psikiyatrik bozukluklar yönünden
incelenmelidir (2).
RUMİNASYON BOZUKLUĞU
Ruminasyon bozukluğu, DSM-IV tanı sisteminde, gastrointestinal bir hastalık olmaksızın (örn.
özofageal reflu), normal işlevselliğin edinildiği bir dönemi izleyerek en az 1 ay süreyle, tekrarlayan
regürjitasyon ve yeniden çiğnemenin olmasıdır.
Ne yazık ki klinik tablo DSM-IV'ün belirlediğinden daha komplikedir. Elektrolit dengesizliği, kilo
kaybı, dehidratasyon ve ölüm olabilir. Bazı bebekler ve retarde erişkinler mide içeriğini yeniden
çiğneme ve yutma olmadan kusabilirler; ruminasyon ve kusmanın ayrımı zordur.
Ruminasyonun gastroözofageal reflu, hiatal herni ve diğer özofageal anormalliklere (11) ya da
gastrik fundus hipomotilitesi ve geciken mide boşalmasına bağlı olduğu (8) düşünülmüştür ancak
organik etkenlerin rolü hala belirsizdir.
Ruminasyon görünüşte nadirdir, bildirilen olgu sunumları ve küçük olgu grupları vardır. Normal
gelişen bebeklerde ilk yaşta, mental retardelerde ileri yaşlarda, hatta erişkinlikte başlayabilir.
Olguların bir kısmında kendiliğinden düzelme olurken, bir grup olguda prognoz kötü olabilir;
aspirasyon, ciddi malnütrisyon, büyüme yetersizliği, gelişimsel gecikme ve ölümle sonuçlanabilir.
Ruminasyonun sıklığı konusunda çok az şey biliyoruz. Cinsiyet dağılımı da belli değildir; bir olgu
serisinde erkeklerde daha sık bulunmuştur (7).
Pek çok yazar ruminasyonun oluşumunda asıl rolün psikososyal çevredeki bozukluklar olduğunu
savunur. Anne-çocuk ilişkisindeki yetersizlik çocuğun haz yaşantısını içsel kaynaklarda aramasına
yol açar. Annenin özenle, sevgiyle, rahat bakım sunamaması ve bebeğin gerginliğini gidermede
yetersizliği söz konusudur.
Öğrenme teorisi ruminasyonun ortaya çıkışını ve sürekli hal alışını işlemsel şartlanma ile açıklar.
Ruminasyon ile çocuğun içsel uyarımdan haz alması ve annenin dikkatini çekmesi olumlu
pekiştirici, anksiyeteyi ortadan kaldırması olumsuz pekiştirici olarak işlev görür. Annenin kınayıcı
davranışı da ilgisinin çekilmesini sağlama bakımından güçlü bir pekiştirici olabilir. Tedavide
ebeveyn- bebek ilişki dinamikleri, bebeğin bu belirtiyi nasıl kullandığı değerlendirilerek uygun
yaklaşım sağlanmalıdır.
TRAVMA SONRASI BESLENME BOZUKLUĞU
Doğumsal veya edinsel sindirim sistemi patolojileri nedeniyle orofarinkse endotrakeal tüp veya
beslenme tüpü yerleştirilmesi, orofarinksin temizlenmesi işlemini veya öğürme, kusma ile bir
boğulma epizodunu izleyerek ani başlangıçlı beslenmeyi reddetmedir; bebek zorla beslenmeye
çalışılırsa sıkıntıya girer. Beslenme işleminden korku duyabilir, ağız çevresine dokunulduğunda,
biberonu veya yüksek mama sandalyesini gördüğünde ağlamaya, kusmaya başlayabilir. Ciddi
durumlarda akut kilo kaybı ve dehidratasyon görülür. Beslenme pratiğinin olmaması nedeniyle oral
motor gelişme gecikmesi olur, ikincil davranışsal beslenme problemleri ortaya çıkar (2).
Tedavi üç basamaklıdır: Duyarsızlaştırma, yiyeceğe başlama, yiyecek alımının düzenlenmesi.
Duyarsızlaştırmada beslenme ile ilgili sıkıntıyı tetikleyen etken bulunur. Sıklıkla biberon veya
yüksek sandalye olan bu etken, beslenme ile ilişkilendirilmeden ortamda bulundurularak, tolerans
artırılır. Bebek ağız çevresine dokunulmasından korkuyorsa haz verici biçimde anne ağızına
dokunur, oyuncaklar ve daha sonra kaşık ağıza götürülerek oyunlar yapılır.
Yiyecek denemesine su ile başlanır. Suyu rahat aldıktan sonra meyva suyu daha sonra süte
geçilir. Bazı bebekler yoğurt, puding, dondurma gibi yarı katı gıdalara daha iyi cevap verirler. Katı
gıdalara geçilirken oromotor koordinasyonun değerlendirilmesi, çiğneme ve yiyeceğin ağızda
yayıldığının görülmesi, yutmanın başarılması gerekir. Annenin ağzına yiyecek alarak model
olması da yararlı olabilir. Çocuk becerileri kazandıkça ağzını güzel açtın, iyi çiğnedin, iyi yuttun
gibi ifadelerle olumlu pekiştirmenin yapılması da önemlidir. Bebek ya da küçük çocuğun eline bir
tabak ve kaşık verilerek yeme işlemine katılması sağlandığında daha az sıkıntılı olacaktır.
Beslenme becerileri edinildikten sonra açlık deneyiminin yaşanması yeni, önemli bir aşamadır.
Fizyolojik gereksinimlere göre besin alımının düzenlenmesi, tüple beslenmede kesintilerin
yapılması gerekir. Dowling (1977) gastrostomi ile beslenen özofagus atrezili 7 bebekle çalışmış,
bunların emme, çiğneme ve yutmayı öğrenmelerinde ciddi güçlüklerinin olduğunu göstermiştir (5).
BEBEKLİK VEYA ERKEN ÇOCUKLUK BESLENME BOZUKLUĞU
DSM-IV'e göre bebeklik veya erken çocuklukta beslenme bozukluğu tanısı koyabilmek için: a)
beslenme bozukluğu sonucu kilo alımı yetersizliği veya kilo kaybı en az 1 ay süreyle vardır, b)
eşlik eden tıbbi durum veya gastrointestinal bozukluk (gastroözofageal reflu gibi)
bulunmamaktadır, c) bir başka mental bozuklukla veya yiyecek bulamama ile açıklanamaz, d)
başlangıç yaşı 6 yaş öncesidir. Bu tanı kategorisini destekleyen kapsamlı çalışmalar yoktur (4).
Bebeklik döneminde büyüme ve beslenme yetersizlikleri 3 ayrı gelişimsel döneme göre ele
alınabilir (2). Bebek 2-3 aylık olunca uyku- uyanıklık, açlık- tokluk ve boşaltma işlevlerini
dengelemeye başlar. Anne çocuğun fizyolojik ve afektif yaşantılarını düzenlemesinde yardımcı
olur. Bu dönemde "homeostazis beslenme bozukluğu"ndan sözedilebilir. 2-6 aylar arasında anne
çocuk arasında sosyal etkileşimler olur. Çocuk anneyi daha
açıkça tanır. Annenin duygusal destekleyici tutumundaki yetersizlikle ilişkili olarak "bağlanma
beslenme bozukluğu" ortaya çıkabilir.
Normalde 6-36 aylar arası hareketlilikte, ince motor becerilerde, dil işlevleri edinilmesinde,
sembolik reprezantasyon kapasitesinde, kendini ayrı bir birey olarak algılamasında gelişme olur.
Bebek kendini beslemeye çalışır, otonomisi gelişir. Çocuğun otonomisi ve ebeveynin kontrolü
arasında çatışma olabilir. Burada da separasyon bozukluğuna (infantil anoreksiya) işaret edilebilir.
Beslenme problemleri ve büyüme yetersizliğinin ebeveynle organize ve güvenli bağlanma ilişkisi
içinde görülebildiği, infantil anoreksiyalı 33 olgunun 2/3'ünde güvenli bağlanma olduğu, ancak
güvensiz bağlanma ilişkisinin beslenme problemlerini artırarak daha ağır malnütrisyona yol açtığı
ortaya konmuştur (3).
Yiyecek seçme, infantil anoreksinin subklinik formu olarak tanımlanmıştır. Malnutrisyon yoktur
ancak en az 1 aylık sürede yiyecek seçme, tek bir çeşit yeme durumu vardır. Ebeveynlerin
tutumunda farklılıklar görülür.
Yeme ve beslenme bozukluğu tedavisinde öncelikle çocuğun birincil bakım verenlerle ilişkisini
tanımlamak, ebeveynlerin her birini ayrı bireyler olarak, yaşam öyküleriyle, gereksinimleriyle
değerlendirmek, daha sonra ailenin sosyoekonomik durumunu, zor yaşam olaylarını, sosyal
destek sistemlerini gözden geçirmek önemlidir.
Çocuğun bakım verenlerle ilişkisi, beslenme, oyun, uyku düzeninde yaşanan etkileşimler
değerlendirilmelidir. Etkileşimde gözlenen işlevselliği bozucu davranış kalıplarına ebeveynin
dikkati yöneltilir.
Terapötik yaklaşım 6 aşamada ele alınabilir: 1-Anne ile terapötik işbirliği oluşturulur, 2-Bebeğin
mizacındaki zorluklar ele alınır, 3-Bebeğin bilişsel gelişimi konusunda ebeveynler rahatlatılır, 4Çocukların yaşadıkları gelişimsel çatışmalar konusunda bilgi verilir, 5-Bebeğin yeme davranışının
nasıl değiştirilebileceği ele alınır, 6- Bebeğin uygun olmayan davranışlarına sınır konulması
tartışılır.
Bebekler, çocuklar, gelişen otonomileriyle uyumlu yeme alışkanlıklarını edindiklerinde, sağlıklı
büyüme ve gelişmelerinin yolu açılır (2).
YEME BOZUKLUKLARINDA BİLİŞSEL-DAVRANIŞÇI TEDAVİLER
Yememe davranış örüntüsünün gözlendiği Anoreksiye Nevroza (AN) ve yemeyi durduramama
davranış örüntüsünün belirleyici olduğu Bulimia Nevroza (BN) olgularından oluşan iki ana tanı
sınıfını içerir.
Anoreksiya Nevroza, yaş ve boy uzunluğu için olağan sayılan bir vücut ağırlığına sahip olmayı
kabul etmeme, kilo almaktan aşırı korkma, beden imgesinde bozukluk ve menstürasyonların
kesilmesi belirtilerinin gözlendiği bir yeme bozukluğudur.
Bulimia Nevroza ise, yineleyen tıkanırcasına yemek yeme dönemlerinin olduğu, fazla miktarda
yemeyi durdurmama, kilo almaktan sakınmak için kusam, laksatif vb kullanma,yemek yememe
egzersiz yapmak gibi uygunsuz dengeleyici davranışlarda tekrar tekrar bulunma, kendini
değerlendirirken anlamsız bir biçimde vücudun biçimi ve ağırlığından etkilenme belirtilerinin
görüldüğü bir yeme bozukluğu olarak sınıflandırılmaktadır.
AN ve BN ayrı kategorilerde ele alınmalarına karşın klinik gözlemler, AN sorunu ile tedaviye
başvuran çoğu vakanın öykülerinde BN dönemi olabildiğini yada tam tersinin gözlenebildiğini
göstermektedir.
Bilişsel – Davranışçı Yaklaşımın Anoreksiya Nevrozanın Doğasına İlişkin Görüşleri
Bilişsel davranışçı yaklaşımı benimseyen kuramcılar, AN’ daki nedensel değişkenler olarak ince
olma gerekliliği ile ilgili inanaç, tutum ve temel sayıtlıların varlığının, sözü edilen yeme(me)
davranış örüntüsüyle sürdürüledüklerine dikkat çekmektedirler. Onlara göre AN’ yi başlatan birçok
öncü olabilmektedir, ancak sorun davranışın şu andaki sürdürücüleri olumlu ve olumsuz
pekiştireçlerin varlığına işaret etmektedir. Özellikle kaçınma paradigması olarak ele alındığında,
korku uyandıran uyarıcı olarak şişmanlıktan kaçınmak, kusma, diyet yama, laksatif kullanmak,
beden hareketleri yapmak gibi faaliyetler, olumsuz pekiştireç özellikleri taşımalarından dolayı, söz
konusu davranışın olma olasılığını arttırmaktadır. Ayrıca, diğer fobik bozukluklardan farklı olarak
korkulan uyarıcıdan kaçınmak kişi için doyun sağlayıcı olduğundan olumlu pekiştireçler de
sorunun devamına katkıda bulunmaktadır. Kişi, kaçınma davranışına neden olan durumlarla yüz
yüze gelip bu durumların olumsuz sonuçlar doğuracağı ile ilgili beklentilerinin geçerliği olmadığını
göremediği için kaçınma davranışı sönmeye dirençli hale gelmektedir. Özellikle AN sorunu olan
bireylerin, yiyecekler ve kilo ile ilgili kaygılarının, kaçınma davranışlarını kolaylaştırdığı için
geçmesini istemedikleri gözlenmektedir.
Bilişsel – Davranışçı Yaklaşımın Bulimia Nevrozanın Doğasına İlişkin Görüşleri
BN sorunu olan kişiler, vücut biçimlerinin ve kilolarının çok önemli olduğuna ve her ikisinin de katı
bir kontrol altında tutulması gerektiğine inanırlar. Tedavide sorunun sürdürücüleri olmaları
açısından inanç ve değrlere odaklanmak önemlidir.
- Aç kalma davranışı, tıkanırcasına yeme davranışına bir tepki olarak yapılsa da, psikolojik
ve fizyolojik mekanizmalardan dolayı tıkanırcasına yem davranışını tekrar ortaya
çıkarmaktadır.
- Kendini kusturma, laksatif kullanma vb davranışlarda, tıkanırcasına yeme davranışını
arttırmaktadır; çünkü alınan kalorinin atıldığı inancı, kişiyi aşırı yemeye yöneltmektedir.
-
Vücudun biçimi ve kilo ile ilgili aşırı endişe, özellikle kendilik ile ilgili yargılamalar, aşırı diyet
davranışını, dolayısıyla yeme sorununu arttırmaktadır.
Vücudun biçimi ve kilo ile ilgili aşırı endişeler, yetersizlik ve değersizlik ile ilgili duygularla
eşleşmektedir.
TEDAVİ İLİŞKİSİ
Yeme bozukluğu olan kişilerin, genellikle, psikoterapötik yardım alma konusunda tereddütlü
davrandıkları ve direnç gösterdikleri gözlemi dikkate alındığında, terapötik ilişkinin önemi daha
belirgin hale gelmektedir. Bu nedenle, tedavi süreci ve tekniklere geçmeden önce, etkili bir
tedavinin gerekli koşulu olarak terapist ve hasta arasındaki ilişki üzerinde durulacaktır.
Kontrolün bu kişiler için oldukça önemli olduğu ve sürdürdüklerini yeme örüntüsünü bu kontrolün
bir göstergesi olarak algıladıkları dikkati çekmektedir. Paradoksal bir iletişim biçimi kullanılabilir.
Böylece, bir iletişimde terapist, kontrolün hastada olduğunu hissettirerek bir üst kontrol elde
edebilir.
DEĞERLENDİRME VE TEDAVİ SÜRECİ
DEĞERLENDİRME
a) Genel Değerlendirme: Öngörüşme sürecinde alınacak öyküde, sosyodemografik özellikler,
yeme sorunu ve gelişimi, eşlik eden diğer sorunlar, tedaviye getirilen koşullar, önceki tedavi
yaşantıları, yeme sorununa ilişkin tutumlar, baş etme mekanizmaları, fizikel sorunlar,
menstürasyon sorunu, kilo ve boyun ne olduğu, hastanın kilo, boy ve yiyeceklere ilişkin
tutumları, sosyal koşullar, aile arkdaşa ilişkileri gibi alanlarda bilgi alınması gerekmektedir.
Yeme bozukluklarına sıklıkla eşlik eden depresif belirtilerin düzeyi iyi araştırılmalı ve eğer
depresyonun birincil olduğu gözlemlenirse, öncelikle bu belirtilere odaklaşılmalı, gerekirse
ilaç tedavisine başvurulmalıdır.
b) Hastanın Tuttuğu Kayıtlar: ilk görüşmeden itibaren tedavi süreci boyunca hastadan
yazması istenen haftalık kayıtlarla, yeme davranış örüntüsünün başlangıçtaki durumunun
ve süreç içindeki değişiminin ayrıntılı değerlendirmesi yapılmaktadır. Bu değerlendirmenin
mantığı hastaya aktarılarak, kendisinden zaman, koşullar, ne gibi yiyecekler yediği,
tıkanırcasına yeme, kusma, laksatif kullanımı olup olmadığı gibi alanlarda kayıt tutulması
istenmektedir. Bu kayıtlara, sürece göre durum-düşünce-duygu- fizyolojik belirtiler
davranış-sonuçlardan
oluşan
alanların
değerlendirilmesine
yönelik
kayıtlarda
eklenebilmektedir.
c) Aile Görüşmesi: Yeme bozukluğu olan kişilerin tedavi süreçlerinde, aile yada birlikte
yaşanılan yakın arkadaşlarla da görüşmek önemlidir. Tedavi mantığının bu kişilere de
aktarılmasıyla, diğer kişilerin vakanın yeme davranışlarını kontrol edebileceği bir ortam
hazırlamaları sağlanabilmektedir. Hasta ve aile tarafından kabul edildiği koşullarda, bu
kişilerin zaman zaman tedavi sürecine katılmaları istenebilmektedir.
TEDAVİ SÜRECİ
Tedavi, yeme davranışı üzerinde kontrol kurulmasıyla ilgili davranışçı teknikler; işlevsel olmayan
düşünceler, inançlar ve değerlerin belirlenmesi ve değişimlenmesi ile ilgili bilişsel teknikler ve
oluşturulan değişimin sürekliliğinin değerlendirilmesi olmak üzere 3 aşamadan meydana
gelmektedir.
Bulimia Nevrozada Davranışçı Teknikler
Yeme davranışı üzerinde kontrol kurulmasındaki temel amaçlar, tıkanırcasına yeme, kendini
kusturma gibi davranışların ortadan kaldırılmasıdır. Davranışçı tekniklerin uygulanmasına
geçmeden önce hastalar aşağıdaki konularda bilgilendirilmelidir.
a) Vücut Ağırlığı: Hastaya, kesin bir kilonun belirlenmesinden kaçınması gerektiği, kilonun
günlük değişmeler gösterdiği için böyle bir amaca ulaşmanın gerçekçi olmayacağı, bunun
yerine 3 kg lık bir ranjın belirlenebileceği ve bu belirlenen kilonun standart ağırlığın %85’
inin altında olmaması gerektiği iletilmelidir.
b) Tıkanırcasına yeme, kendini kusturma gibi davranışların fiziksel zararları hakkında ayrıntılı
bilgi verilir.
Bu bilgilendirmelerden sonra hastadan, aşağıdaki yeme kontrolüyle ilgili davranışçı önerilere
uymaları istenebilir.
1- Düzenli Yeme Örüntüsünün Tanımlanması: Öğünlerin üçer saatlik aralarla 6 öğüne
çıkarılması, bu arada kalori hesabı yapılması, istediği yiyecekleri yasaklamaması, belirli bir
miktar yedikten sonra bekleyip tokluk hissinin geldiğini görmesi, midesinde şişkinlik hissi ve
kusma ihtiyacı duyduğunda 1 saat beklemesi, bu sürenin sonunda kusma ihtiyacının
kaybolacağı ile ilgili öneriler verilebilir.
2- Uyarıcı Kontrolü: Yiyecek miktarının yavaş yavaş azaltılması, yiyecekleri tabağa koyarak ve
tabağı tepelemeden yemek gibi öneriler verilebilir.
3- Alternatif Davranış: Hastaya, hoşuna giden aktiviteler listesi hazırlatılıp bunları özellikle
öğün ararlında yapması istenerek hem yeme kontrolünün daha rahat kurulması hem de kilo
almakla ilgili düşüncelerden uzaklaşılması kolaylaştırılabilir.
Anoraksiya Novrozada Davranışçı Teknikler
Diyetisyen, doktor, terapist ve hemşireden oluşan bir tedavi ekibinin düzenledikleri program (6
öğün içeren), ağırlıklı olarka hemşire bakımı altında haftalık olarak belirlenen bir kiloya ulaşmak
amacıyla uygulanır. Hemşire bakımının yeterli olmadığı durumlarda, edimsel öğrenme programları
çerçevesinde, ödül ve cezaya dayalı uygulamalar yapılabilir.
Diğer taraftan, tedavi ekibi, hastanın kilo almaya başlamsı ile birlikte kaygı yaşayabileceğine
duyarlı olmalı ve gözlenen bu kaygılar üzerinde açıkça konuşulmalı; gerekirse bilgilendirme
döneminde aktarılanlar tekrar anlatılmalıdır.
BİLİŞSEL TEKNİKLER
Yeme sorununun sürdürücüleri olan düşünce, inanç ve değerlerin belirlenerek değişimlenmesinin
amaçlandığı bu aşamada AN ve BN’ de benzer şekilde kullanılır.
Hastaların düşünce içeriği genellikle vücudun biçimi ve kilo ile ilgili olmaktadır. Yeme bozukluğu
olan hastalarda sıklıkla rastlanan işlevsel olmayan inanç ve değerler, mükemmeliyetçilik, aşırı
genelleme, abartma, siyah/beyaz düşünceler, seçici soyutlama, kişiselleştirme, batıl düşünceler
olarak gözlenmektedir. Bu inanç ve değerler tedavi sırasında doğrudan ifade edilmemektedir.
Bunlar, işlevsel olmayan düşünceler gibi ele alınamamakta; terapist ve hasta arasındaki sokratik
diyalog çerçevesinde tartışılmaktadır. Bu inançlar, güçlü, kişisel öneme sahip ve katı oldukları için,
terapistin rolü hastaya olanak tanıyıcı, temel tutumların anlamını ve önemini keşfetmesine olanak
sağlayıcı olmalıdır. Sonuçta, hastaya, daha az uç, esnek inançlar geliştirmesinde, kontrolünü daha
olumlu kullanabilmesinde yardımcı olunmalıdır. Bu süreçte, yine diğer insanların değerleri
tartışılarak, hastanın inançlarının kısa süredeki avantajlarının uzun sürede nasıl dezavantaja
dönüşebileceği gösterilmelidir.
Download