ÖZERKLİĞE SAYGI İLKESİ (Aydınlatılmış Onam) Dr. Yasemin OĞUZ Özgürlük; insanın her türlü dış etkiden bağımsız olarak kendi istencine, kendi düşüncesine göre karar vermesi durumudur. Özerklik ise; kişinin kendi kendine serbestçe karar verebilme hakkıdır. Bu sözcüğün İngilizce karşılığı olan "autonomy"ye bugün yeni bir anlam daha yüklenmektedir. Autonomy'nin ve dolayısıyla özerkliğin bu yeni anlamı; kişinin kendi hakkında karar verme, özgür istencini ve düşünme yeteneğini kullanarak verdiği bu özgün karan eyleme dönüştürme özelliğidir. Görüldüğü gibi özerklik bir kişinin insan olmasının en temel özelliklerinden biridir ve bir insan ancak özerk olduğu sürece insan sayılabilir. Ancak bilmemiz gereken bir nokta da bu özerkliğin ancak sınırlı bir özerklik olduğudur. Özerkliğin sınırlanışı öncelikle kişinin ruhsal gelişimi sırasında başlar. Kişinin sınırsız arzu ve dürtüleri toplumun baskı ve kuralları ile sınırlanır. Bu sınırlılık bilinçaltına itilir, yani kişi bunların ayırdına varmaz. Ardından kişinin içinde yaşadığı toplumun ona sunduğu olanaklar ve koyduğu yasalar özerkliğe yeni ve daha dar sınırlar getirir. Ekinç de önemli sınırlayıcı etkenlerden biridir. Kişi, sahip olduğu ekinç düzeyiyle belirlenen bir alanda özerkliğini kullanabilir ve özerkliğini gerçekleştirmesi için kullanacağı yöntemleri ancak ekinciyle orantılı bir yetkinliğe ulaştırabilir. (1) Tıpta özerkliğe saygı ilkesinin uzantısı hastanın özerkliğine saygıdır. Hastanın özerkliğini gerçekleştirmenin en etkili yolu aydınlatılmış onam uygulamasıdır. Aydınlatılmış onam; hastanın kendisine uygulanacak tanı ve tedavi yöntemlerinin kapsamını, yararlarını, olası istenmeyen sonuçlarını; söz konusu yönteme seçenek oluşturabilecek öteki yöntemleri ve bunların yapısal ve sonuçsal özelliklerini bilerek bu uygulamayı kabul etmesidir. Bu durumda hastanın kendisi ile ilgili karan kendisinin verdiği söylenebilir. Tıpta aydınlatılmış onamın her zaman sınırlı bir özerkliğe dayanması, bir ölçüde hastalığın özerkliği sınırlayıcı etkisi ile de açıklanabilir. Tıbbın amacı, hastalığın ortadan kaldırılması ya da hafifletilmesi, dolayısıyla özerkliğin onanmasıdır. Hastanın her durumdaki onamı aynı biçimde alınamaz. Örneğin basit bir kan alma işlemindeki onam hastanın kolunu açıp uzatması gibi 35 sözsüz olabilirken, bir batın operasyonunda her zaman yazılı ve imzalı olmak zorundadır. Ancak bazı durumlarda hastanın özerkliğini gerçekleştirmesi olanaksızlaşır. Örneğin ağır zekâ geriliklerinde, bazı ruh hastalıklarında, komada. Hastanın yaşamının hiçbir döneminde özerk olmadığı durumlarda bile, onun insan olması dolayısıyla varsayılan bir özerklik söz konusudur. Bireyin özerkliğini kullanıp kullanamayacağı konusundaki ölçütümüz yeterliktir. Yeterlik hukuksal bir kavram ve terimdir. Kişinin bir eylemde bulunmak ya da bir karar vermek için gereken özelliklere sahip olup olmadığını tanımlar. Özerklik, kişinin tümüyle özerk olması gibi ideal bir durumdan, özerkliğin tümüyle yok olması gibi bir durum arasında derecelendirilebilir. Buna karşın yeterlik, bir açma-kapama düğmesi gibidir. Bir kişinin yeterliği ya vardır ya da yoktur. Yeterliğin olması, bireyin hangi derecede var olursa olsun özerkliğini kullanabileceğini gösterir. Yeterliğin olmadığı durumda, yasalar devreye girerek bu en temel insan hakkının nasıl gerçekleştirileceğini düzenler. Ancak bu açıdan ülkemizdeki yasalar çok yetersizdir. Genellikle kullanılan, ancak ülkemizde pek sık rastlamadığımız iki yöntem vardır. a. Hastanın özerkliğini gerçekleştirme yeterliğine sahip olduğu dö nemden şu andaki durum için çıkarımlar yapmak. Bu çıkarımın dayana ğı yazılı bir komutlar listesi olabileceği gibi, sözel ve yorumsal da olabilir. b. Hastanın özerkliğini gerçekleştirme yükümlülüğünün bir kişiye, bir gruba ya da bir kuruma verilmesi. Bu yöntemlerden biri ya da olguların özelliklerine göre hepsi kullanılabilmektedir. Ülkemizde geçerli olan hastanın sorumluluğunun onun ailesine verilmesidir. Bu yasal düzenlemelerin yürürlüğe girmesi için gereken temel koşul hastanın yeterliğinin olmamasıdır. Yeterlik değerlendirmesi her hekimin kabaca yapabileceği, ancak kuşkulu durumlarda en ayrıntılı ve yetkin biçimde ruh hekimi tarafından saptanabilecek teknik bir konudur. Organ Aktarımı Sorunu: Yaşama ve özerkliğe saygı ilkeleri doğrultusunda ele alacağımız, önemli etik sorunları barındıran bir uygulama da organ aktarımlarıdır. Bildiğiniz gibi başta böbrek ve kornea olmak üzere kalp, karaciğer ve pankreas aktarımları yapılabilmektedir. Son yıllarda tartışılan bir başka önemli aktarım türü de beyin hücrelerinin aktarılmasıdır. Özellikle böbrek ve karaciğer hem canlıdan hem de ölüden aktarılabildiği için hem yaşama saygı hem de özerkliğe saygı ilkeleri açısından ele alınabilirler. Organ aktarımları ile ilgili en önemli etik sorunlar ölümün tanımı ve canlı vericinin durumudur. Canlı verici hasta değildir ve her operasyonda var olan oranda, ancak kendisi için gerekli olmayan bir risk almaktadır. Hekimle ilişkisi hasta36 dan farklı olarak yarar amacına yönelik değildir. Canlı vericinin kararındaki temel motifler altruizm (özgecilik) ve özveridir. Canlı vericinin özerkliğinin gerçekleşmesi ile ilgili tüm denetim de hekimin elinde değildir. Çoğu zaman ailenin, yakın çevrenin ve bizzat alıcının açık ya da örtük baskısı söz konusu olabilmektedir. Hekim ancak organ verme kararının baskı altında verilip verilmediğini sorgulayabilir, ama canlı vericinin üzerinde olabilecek tüm baskıları engelleyemez. Canlı vericiden organ aktarımında, verici üzerinde oluşan baskı genellikle doku uyumu sorunu ile ilintilidir. Bilindiği gibi, alıcı ile verici arasındaki doku uyumu organ aktarımında gerek koşuldur. Bu uyumun düzeyiyle ilgili bilgi hekimin denetimindedir ve hekim bunu vericinin özerkliğini koruyacak biçimde kullanabilir. Canlı vericiden organ aktarımında var olan tıbbı ve etik sorunlar nedeniyle, genellikle ölü vericiden organ aktarımı desteklenmektedir. Ölü vericide sorun bir anlamda daha ciddidir, çünkü ölmeden önce organlarını verme arzusunu belirtip belgelememiş bir kişinin bu isteğini öldükten sonra kestirmek çok güç, neredeyse olanaksızdır. Üstelik bu kestirimi yapmak için kullanılabilecek süre de çok kısıtlıdır. Ölü vericinin bugünkü yasal durumu şöyledir; 18 yaşını aşmış ve medeni ehliyeti olan her kişi, iki tanık önünde organlarını bağışladığını bildiren bir belge oluşturur ya da bunu sözle belirtirse, ölümünden sonra organları alınabilir. Elbette ölüm anında bu belgenin üzerinde bulunması, aktarım için organların uygun biçimde alınması, taşınması ve saklanması gerekmektedir. Ayrıca her organ için değişen, sınırlı bir süre içinde de uygun alıcı bulunup aktarımın gerçekleştirilmesi gereklidir. Yasanın bir başka maddesi kaza ve doğal afetlerde ölen ve yakım bulunamayan kişilerden organ alınabileceğini belirtir. Kornea içinse izin gerekmemektedir. Ancak sağlığında organ ve dokularının alınmaması yönünde istek belirtmiş kişilerden organ alınamaz. Bugün bu yasa değiştirilmek istenmektedir. Buna göre, sağlığında organ bağışında bulunmayı istemediğini bildirmeyen ve bunu belgelemeyen kişinin ölümünden sonra organları alınabilecektir. Ancak bu değişiklik henüz gerçekleşmemiştir. Dersimizin tartışma konularından biri, bu iki uygulamanın farklarını saptamak ve tıp etiği açısından değerlendirmektir. KAYNAKLAR 1. OĞUZ NY. Psikiyatride Onam ve Aydınlatılmış Onanı: Etik, Hukuk ve Bilim Açısından. A.Ü. Sağlık Bilimleri Enstitüsü Doktora Tezi. Ankara. 1994. ■37