Düşmanını Arayan Savaş

advertisement
DÜŞMANINI ARAYAN SAVAŞ
DERLEYEN
METİN SEVER-EBRU KILIÇ
EVEREST YAYINLARI-2001
ÖNSÖZ
11 Eylül'de ABD’nin New York kentindeki Dünya Ticaret Merkezinin İkiz Kulelerine
yapılan saldın Aristoteles’in tragedya tanımındaki gibi “korku ve acıma” duygularıyla tüm
dünya televizyonlarından izlendi.
Gilles Keppel’in bir “Hollywood starı gibi” diye tanımladığı Usame bin Ladin, Hollywood’a taş çıkartan bir saldırının aktörü haline geldi veya getirildi. Yaklaşık yedi bin insan
hayatını kaybetti. Pentagon’a saldırıda ölenlerin dışında, yaşamını yitirenlerin tümü sivildi.
Böylesine büyük bir insanlık trajedisine yol açan terörist saldırıyı katliam sözcüğü dışında başka bir terimle tanımlamak imkânsız. ABD’yi sevmeyebilir, onun politikalarını onaylamayabilirsiniz ve dünyanın birçok yerinde ABD’nin uygulamaları nedeniyle insanların acı
çektiği de bir gerçektir, ama bunların hiçbiri gerçekleştirilen terörist saldırının bir insanlık
suçu olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Ancak saldırıdan sonra felaketi sadece “global terör” sözcüğüyle açıklamaya kalkmanın da bir başka felakete kapı açacağı çok açık. Çünkü
yaşananlar terör sözcüğünün açıklayabileceğinden çok daha geniş bir çerçeveye sahip. Mesele
bir asayiş ve terörizmle mücadelenin çok ötesinde.
1
Saldırıdan sonra hemen herkes dünyanın artık eskisi gibi olmayacağını dillendirdi. Bizi
nasıl bir dünyanın beklediği ise belirsiz. Uygarlıklar çatışması mı yaşanacak? Yoksa saldırıdan sonra bazı gazetelerin manşetinde görüldüğü gibi, “3. Dünya Savaşı”nın arefesinde mi
dünya? Yoksa Yeni Dünya Düzeni’nin efendisi ABD “ayrık otları”nı mı temizliyor? Bu sorulara yanıt vermek için henüz erken. Ama yine de bazı tahminler, değerlendirmeler yapmak
mümkün. Bazı ipuçları şekillenmeye başladı. En azından demokrasi ve insan hakları gibi kavramların içeriğinin yeniden gözden geçirilmesi ve açık toplumun “açıklığı”nın sınırlarının
yeniden çizilmesi gerektiği görüşünün Avrupa’da ve ABD’de taraftar kazanmaya başladığı
görülüyor. Diğer yandan, saldırının üstünden zaman geçtikçe, giderek daha sıkça referans
verilmeye başlanan “uluslararası terör” kavramının, aslında ABD ve Britanya’nın Avrasya’daki enerji kaynaklarına yönelik bir yeniden düzenlemeye gitme arzusuna örtü işlevi mi
gördüğü sorusu insanın aklına daha fazla takılıyor.
Bir süper-gücün ilk kez kendi evinde saldırıya uğraması bakımından milat kabul edilen
11 Eylülün dünya tarihi açısından ne tür değişiklikler yaratacağını önümüzdeki süreçte göreceğiz.
Türkiye ise 11 Eylül sabahına, Avrupa Basketbol Şampiyonası'nda 12 dev adamının elde ettiği başarıyla sarhoş, Taksim’de bir gün önce yaşanan canlı bomba dehşetinden şaşkın,
Üzeyir Garih cinayetinin bir türlü çözülemeyen esrarından kafası karışık, yapılması planlanan
Anayasa değişiklikleri konusunda TBMM’deki tüm partilerin uzlaşmış olmasından geleceğe
yönelik küçük de olsa bir umutlanma payı çıkarmış olarak “sıradan” bir güne hazırlanıyordu.
Kuşkusuz, 11 Eylül günü TSİ 15.45’te New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin 100’er katlı
iki gökdeleni ile Pentagon’a uçakla yapılan kamikaze saldırı gerçekleşmese, bir sonraki sabaha da birkaç güncel gelişme dışında aynı gündemle uyanacaktı. Ancak 21. yüzyılın ilk,
belkide en önemli olması muhtemel “tarihi olayı”, kendi “ulusal gündemlimizi alt üst edecek,
o güne dek sadece IMF’yle ilişkiler bağlamında tartıştığımız “küreselleşme”nin gücünün zannettiğimizden daha büyük olduğunu, Türkiye’nin kaderini en derin şekilde etkileyebileceğini
öğretecekti bize.
İşte elinizdeki bu çalışma da, bir yandan hızla savaşa doğru giden gelişmeleri dünya ve
Türkiye penceresinden anlama ve anlamlandırmaya, diğer yandan olayın hemen arkasından
kafalara takılan ilk soruları dile getirmeye çalıştı. Bu kitabın, saldırıdan hemen sonra kaleme
alman haberler ve yorumlardan yararlanarak hazırlanan, sis perdesini bir nebze de olsa dağıtmayı amaçlayan mütevazı bir derleme olarak okunmasını diliyoruz. Bu derleme sırasında Radikal gazetesi dış haberler servisinin çalışmalarından büyük oranda istifade ettik, kendilerine
teşekkürü borç biliyoruz.
Metin Sever-Ebru Kılıç
19 Ekim 2001
2
DÜŞMANINI ARAYAN SAVAŞ
ŞİDDET İLE DEMOKRASİ ARASINDAKİ DÜNYA
Metin Sever
BİR1
AFGANİSTAN
Afganistan, Asya kıtasının ortalarında yer alan altı yüz otuzbeş bin kilometre kare yüzölçümü olan bir ülke. Afganistan şu an dünyanın en yoksul ülkeleri arasında. Ülke nüfusunun sadece yüzde 10’u okuma yazma biliyor. Kişi başına düşen milli gelir 168 dolar ve ortalama yaşam süresi ise 45 yıl. Afganistan’da modern anlamda bir üniter devletten söz etmek
mümkün değil. En büyük kentleri Kabil, Kandahar, Herat, Mezar-ı Şerif, Kunduz ve
Celalabad olan Afganistan için bir ulus-devlet demek zordur. Değişik etnik grupların etkinliğinin bulunduğu ülkede, en büyük etnik topluluğu Peştunlar oluşturuyor. İkinci sırada Tacikler, üçüncü sırada Türkler yer almakta. Ancak Afgan dendiğinde Peştunlar anlaşılır. Ülke tarihte her zaman Peştun bir kral taralından yönetilmiştir. Halkın büyük çoğunluğunun Sünni
Müslüman okluğu ülkede, yaklaşık bir milyon civarında da Şii azınlık yaşamakta. Bu çok
milletli ülkede kaçınılmaz olarak çok sayıda dil konuşulmakta ancak iki tane resmi dil var.
Bunlardan l’eşlu dili, ülkenin güney bölgelerinde, Farsça’nın değişik bir şivesi olan Dari dili
ise ülkenin kuzey ve batı bölgelerinde konuşulmakta.
GEÇİŞ KAPISI
Orta Asya ile Güney Asya arasında, eski İpek Yolu üzerinde bulunan Afganistan bir geçiş kapısıdır. Bu “geçiş kapısı” olma özelliği, bir başka ifadeyle jeopolitik konumu nedeniyle
de tarih boyunca istilalara uğramış bir ülkedir. Tarih boyunca Persler, Yunanlılar, Hunlar,
Moğollar, Araplar, Türkler, İngilizler ve son olarak Ruslar bu toprakları işgal etti. Ülkenin
bugünkü sınırları da 19. yüzyılın sonlarında İngiltere ile Çarlık Rusyası tarafından oluşturuldu. Bu nedenle kuzeyinde Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan, doğusunda Çin, güney ve
güneydoğusunda Pakistan, batısında ise İran’ın bulunduğu sınırların her iki tarafında aynı
etnik grupları bulmak mümkündür. Örneğin Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan’la aynı
sınırı paylaşan Kuzey Afganistan’da da Tacikler, Özbekler ve Türkmenler yaşamakta.
1
Bu metnin hazırlanışında tarihsel bir kaynak olarak Esadullah Oğuz’un Afganistan (Cep Yayınlan)
adlı eserinden önemli ölçüde yararlanılmıştır.
3
19. YÜZYIL
Afganistan’ın yakın tarihi 19. yüzyılda İngiltere ile Çarlık Rusya'sı arasındaki nüfuz
alanı çatışmasında çizildi diyebiliriz. O tarihte Rusya, Orta Asya hanlıklarını kendisine bağlayarak Afganistan’a kadar ulaşmış, İngiltere ise Hindistan’daki işgal kuvvetleriyle kuzeyden
Afganistan’a dayanmıştı. Bu gelişmeler üzerine Afganistan, Rusya ile İngiltere açısından ciddi önemi olan bir ülke haline geldi. İngiltere daha önce üç kez Afganistan’ı da istila etme girişiminde bulunmuş, ancak büyük kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kalmıştı. Ancak buna
rağmen Afganistan siyaseten İngiltere’ye bağlıydı. Afgan emirleri İngiltere’nin himayesi altındaydı. Çarlık Rusya’sı ile İngiltere bir müddet sonra Afganistan konusunda anlaşmaya vardılar. İki ülkede Afganistan’ı işgal etmek yerine tampon ülke olarak kullanmaya karar verdiler. Bu amaçla Rusya’yla İngiltere 1907 yılında bir antlaşma imzaladılar. Söz konusu antlaşmaya göre, Rusya, Afganistan’ı kendi nüfuz alanının dışında tutacak ve bu ülkeyle ilişkilerini
İngiltere aracılığıyla yürütecekti. Buna karşılık İngiltere, Afganistan’ı işgal etmemeyi ve onun
içişlerine karışmamayı taahhüt ediyordu. Bu anlaşma 1917 yılındaki Bolşevik Devrimi’ne
kadar sürdü. Ancak devrimden sonra yeni Sovyet hükümeti bu anlaşmayı kabul etmedi. Sovyet devriminden iki yıl sonra, yani 1919’da Afganistan Kralı Amanullah Han’ın liderliğinde
resmen bağımsızlığını ilan etti. Ve genç kral, İngiltere’nin baskısından kurtulmak için yeni
Sovyet hükümetiyle yakın ilişkiler kurmaya başladı. Ancak Sovyet Rusya’nın Orta Asya’daki
hanlıkları kendine bağlama sürecinde Afganistan’la Rusya’nın arasının tekrar açıldı. Ancak
Sovyetler bölgede kontrolü ele geçirip isyanları bastırdıktan sonra Afganistan’a tekrar zeytin
dalı uzattı. 1920 yılında Afganistan’la Rusya arasında dostluk anlaşması imzalandı. Bu arada
Amanullah Han, hızlı bir reform programını hayata geçirmeye çalıştı. 1924 yılında eğitim
seferberliği başlatıldı. Kızlar için okullar açıldı. Devlet teşkilatı modern esaslara göre düzenlendi. Joy Gerge denilen meclis kuruldu ve yeni bir başkentin inşa planları hazırlandı. Tekeşlilik esasına dayalı bir medeni kanun düzenlemesi yapıldı. Devlet memurları içinde birden fazla
kadınla evlenenlerin işlerine son verileceğini açıklandı. Siyah zemin üzerinde beyaz mihrap
ve minber motifli bayrağı kaldırıp yerini siyah, kırmızı, yeşil renkli yeni bayrağı benimsendi.
Tüm bu gelişmeler dini grupların ayaklanmasına neden oldu. Dini grupların Topal Molla liderliğinde başlayan isyanın bastırılmasında Sovyetler Birliği faal rol oynadı. Sovyet savaş
uçakları isyancıların karargâhını bombaladı. Sovyetler Birliği, daha sonra Kabil’e bir telefon
ve telgraf idaresi ve bir radyo istasyonu kurdular. Ayrıca Kabil-Taşkent ve Moskova arasında
hava ulaşımı sağladılar.
EL DEĞİŞTİREN KRALLAR DÖNEMİ
Ancak, Atatürk’ün reformlarından etkilenen ve ülkesinde bir dizi reform giriminde bulunan Amanullah Han’ın iktidarı, reform karşıtlarının çıkardığı bir isyanla sona erdi. Sovyetler, Amanullah’ın iktidarını bu sefer koruyamadılar. Din adamlarının yüreklendirdiği çok sayıda silahlı adamı olan Beçe-i Savak isimli bir çete reisi 1928 yılında Kabil’e baskın yaptı.
Ordu bu çetenin saldırısını zor da olsa püskürttü ama bu sırada Kral’ın ailesini Kandahar’a
kaçırması Beçe-i Savak’ı cesaretlendirdiği gibi, toparlanıp yeniden saldırmasını sağladı. Bir
4
ay sonra Kabil bu çetenin eline geçti. Ancak ülkeyi çete reisi zihniyetiyle yönetmeye kalkan
Savak’ın iktidarı ancak dokuz ay sürdü. Afgan kraliyet ailesinin bir üyesi olan Nadir Han,
1929 yılında ordusuyla Kabil üzerine yürüyerek Beçi-i Savak’ın iktidarına son verdi. Nadir
Han döneminde Sovyetlerle Afganistan’ın arası tamamen açıldı ve geçici bir süre için
Kızılordu tekrar Afganistan’ın bir bölümünü işgal etti. Nadir Han, Amanullah’m gerçekleştirmeye çalıştığı tüm reformları kaldırdı. Nadir Han döneminde muhalifler birer birer suikastlara kurban gitti. Ancak Nadir Han’ın iktidarı pek uzun sürmedi ve 1933 yılında bir okul ziyareti sırasında öğrencilerden birinin bıçaklı saldırısı sonucu hayatını kaybetti.
Afganistan tarihinin darbeler, karşı darbeler, Sovyet işgali ve direniş olarak özetlenebilecek bundan sonraki tarihi Nadir Han’ın 19 yaşındaki oğlu Zahir Şah başa geçmesiyle başlamış oldu. Zahir Şah ülkeyi tam 40 yıl boyunca yönetti. Bu süre içinde tekrar bir Sovyet-Afgan
yakınlaşması yaşandı. Batı dünyasının ve ABD’nin ilgisizliği sonucu Kabil, tek destek gördüğü SSCB’ye yaklaştı, o zamana kadar ordunun kurmay subaylarını Türkiye’de eğiten Afganistan yüzünü Moskova’ya döndü. Başbakan Muhammed Davud’un 1954 yılında gerçekleştirdiği ABD ziyaretinden elinin boş dönmesi üzerine Sovyetlerle Afganlılar arasındaki yakınlaşma iyice pekişti. Sovyetler Birliği’nin başında olan Kruşçev, Afganistan’a gayet cömert
davrandı. Ülkeye gıda ve para yardımı yaptı. 1957 yılında ülkeye 15 milyon dolarlık yardım
yapacağını açıklayan Kruşçev’in tek şartı yardımın yerinde kullanılması için Rus danışman ve
teknisyenlerin gönderilmesine Şah’ın itiraz etmemesiydi. Bu şartın kabul edilmesi üzerine
para yardımı, yol, tünel, köprü, otoyol projelerini gerçekleştirdiler. Askeri destek verdiler.
Afgan subaylarının büyük çoğunluğu Sovyetler Birliği’nde eğitildi.
Kral Zahir Şah, 1965’de bir demokratikleşme programı hazırladı. Muhafazakârların
ağırlığı yüzünden pek başarılı olamayan bu demokratikleşme sürecinde 1 Ocak 1965’te Afganistan’ın ilk partisi kuruldu. Sovyetler’deki Komünist Partisi’ni taklit eden Afganistan Demokratik Halk Partisi’nin genel sekreterliğine, 1978’deki komünist ihtilalden sonra cumhurbaşkanı olan Nur Muhammed Taraki getirildi. Partinin diğer liderleri ise daha sonra sırasıyla
cumhurbaşkanı olan Hafizullah Emin, Babrak Karmal ve Dr. Necibullah’tı. Necibullah aynı
zamanda Afganistan’ın son cumhurbaşkanı olarak Taliban tarafından asılarak öldürüldü.
Anayasa sayesinde bir parti kurulmasına rağmen demokratikleşmeye yönelik birçok yasa
Kral’dan geri döndü. Afganistan Demokratikleşme Partisi’nin iki fraksiyonun çıkardığı gazeteleri kısa süre sonra kapatıldı. Kral Muhammed Zahir’in demokratikleşme programının bekleneni verememesi, ordu içindeki Sovyet yanlısı subaylarda hoşnutsuzluk yaratmaya başladı.
1963 yılında akrabası Kral Zahir Şah’ın baskısıyla Başbakanlık görevini bırakan ve uzun zamandır bir kenarda bekleyen Muhammed Davud, bu hoşnutsuzluğu kullanmak için hareket
geçti. Bazı sivil güçlerin de desteğini alan Muhammed Davud, 17 Temmuz 1973 günü Afganistan’ın ilk askeri darbesini gerçekleştirdi. Davud Han’ın girişimi Moskova’nın işine geldi.
5
DAVUD DÖNEMİ
Muhammed Davud, darbeden hemen sonra krallığın kaldırıldığını ve ülkede Cumhuriyet ilan edildiğini açıkladı. Davud, Afganistan Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı ve Başbakanı oldu. 1977 başlarında yeni bir anayasa hazırlattı. Ancak oluşturulan yeni Bakanlar Kurulu’na solcular yerine, ailesinden kendisini yakın bulduğu isimleri aldı. Yerini sağlamlaştırır
sağlamlaştırmaz hızlı bir şekilde komünistlerden kurtulmaya çalıştı. Orduda geniş bir tasfiye
hareketine girişti. Bununla da kalmadı, esas mesleği gazetecilik olan ve yeni kurulmuş Afganistan Demokratik Halk Partisi’nin liderliğini yapan, Nur Muhammed Taraki’yi Amerika’ya
basın ataşesi olarak gönderdi. Babrak Karmal gibi önde gelen sosyalistleri de gözaltında tutmaya başladı. Sovyetlere olan bağımlılığı azaltma yönünde politikalar izlemeye başladı. İran
ve Pakistan’la ilişkilerini düzeltmeye çalıştı. Hindistan, Mısır, Yugoslavya, Libya ve Türkiye’yi ziyaret etti. Bir açıklamasında ülkesinin Küba gibi olmayacağını söyledi. Tüm bu gelişmeler Afganistan’ın Batı’nın etkisine girdiğini düşünen Sovyetler’i rahatsız etmeye başladı.
Afgan Demokratik Halk Partisi bünyesindeki sosyalistler Davud’u devirme hazırlığı içindeydiler. Son dönemdeki ülkenin bozulan ekonomik durumu halkta hoşnutsuzluk yaratmaya başlamıştı. Ayrıca Burhanettin Rabbani liderliğindeki köktendinciler de Davud’un baskıları nedeniyle huzursuzdu. Gelişmelerden rahatsız olan Moskova’nın baskısı üzerine Taraki’nin ülkesine dönmesine izin verildi. 1977-1978 dönemi tam bir kriz dönemiydi. Ekonomik kriz had
safhadaydı. Ortam tambura teli gibi gerilmişken işçi sendikalarının sosyalist fikir önderi Muhammed Mir Ekber’in öldürülmesi ayaklanmanın başlamasına neden oldu. 1978’in Nisan
ayında Kabil’de büyük bir miting yapıldı. Sosyalistlerin kuvvet gösterisiydi bu. Bu gövde
gösterisinden rahatsız olan Duvud Han en büyük hatasını yaptı ve Demokratik Halk Partisi’nin önemli iki ismi Babrak Karmal ile Nur Muhammed Taraki’yi tutuklattı. Hafizullah
Emin ise ev hapsine alındı. Emin, evden gönderdiği mesajlarla ordu içindeki solcu subayların
harekete geçmesini sağladı ve Davud’un kendilerini de tutuklatacağını düşünen solcu subaylar, 27 Nisan 1978 günü Afgan tarihine “İnkılab-ı Savr”, yani “Nisan Devrimi” diye geçen
darbeyi gerçekleştirdiler. Davud Han ile aile fertleri öldürüldü.
AFGAN DEMOKRATİK HALK PARTİSİ DÖNEMİ
İktidarı ele geçiren komünistler, 30 Nisan 1978’de yaptıkları açıklamada ülkenin Afganistan Devrimci Konseyi tarafından yönetileceğini açıkladılar. Yeni kurulan rejimin lideri Nur
Muhammed Taraki idi. Taraki hem Devrim Konseyi Başkanı hem de başbakandı. Ancak ülkenin gerçek yönetimi Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanlığı’na getirilen Hafizullah
Emin’deydi. Yeni yönetim Sovyetlerle ilişkileri daha da sıklaştırdı, toprak reformunu gerçekleştirdi. Ancak süreç içinde Emin’in yönetiminde kendi iktidarını pekiştirmesi ve uygulamaları Sovyet yönetiminde rahatsızlık yaratmaya başladı. Sovyetler Taraki’den, Emin’in uzaklaştırılmasını istediler. Bunu yapamayacağını bilen Taraki, Emin’e bir suikast düzenledi ancak
sonuç alamadı. Kısa süre sonra ise Taraki’nin ummadığı anda bir baskın düzenleyen Emin,
Taraki ve yakınlarını öldürterek iktidara hâkim oldu. Emin Cumhurbaşkanı olurken, halka
Taraki’nin hastalık sonucu vefat ettiği açıklandı.
6
Ancak Hafizullah Emin dönemi de çok uzun sürmedi. Sovyetler Birliği, Emin’den rahatsızdı. Emin’i ülkenin kontrolünü elinden kaçırmaya başlayan, biraz da milliyetçi bir lider
olarak değerlendiriyordu Brejnev. Bu arada yönetime karşı savaşan Mücahitlerin gittikçe güçlenmesi Moskova’yı rahatsız ediyordu. Emin de bunun farkındaydı. Amerika’ya yakınlaşmaya çalıştı ancak pek başarılı olamadı. Sovyetlere şirin gözükmek için bazı uygulamalarda bulunması da işe yaramadı. Kızıl Ordu bu arada işgal hazırlıklarını tamamladı. Brejnev, İçişleri
Bakanı’nı son kez Kabil’e yolladı. Emin'den Sovyet Ordusu’nu ülkesine davet etmesi, bunu
yapmayacaksa görevini bırakması istendi. Ancak Emin, bu seçenekleri kabul etmedi. Birkaç
suikast girişiminin de başarısız sonuçlanması üzerine 24 Aralık 1979 tarihinde Sovyetler Afganistan’ı işgal etti. Moskova, Afgan ordusu da hareketsiz kılındığı için çok ciddi bir direnişle
karşılaşmadan işgali üç gün içinde tamamladı. Hafizullah Emin öldürüldü. Yerine daha önce
Sovyetlere sığınan Babrak Karmal Cumhurbaşkanı yapıldı. Babrak Karmal, halka yaptığı
açıkladığı dış destekli isyanı bastırmak için Afganistan’a “küçük çaplı bir Sovyet gücü”nü
resmen davet ettiğini açıkladı. TASS haber ajansı, Afganistan’ın yeni Cumhurbaşkanı Babrak
Karmal’ın “askeri yardım çağrısı”nı bütün dünyaya duyurdu.
Bu işgalle birlikte artık Afganistan’ın yönetimi aslında doğrudan Sovyetler Birliği’nin
eline geçmiş oldu. Karmal, kısa yönetim sürecinde halkla barışmak için birçok girişimde bulundu ancak yapılanların hiçbiri işe yaramadı.
İSYAN BÜYÜYOR
1978’de komünistlerin işbaşına gelmesinden sonra başlayan isyanlar, Sovyetler’in işgalinden sonra daha da genişledi ve güçlendi. Sovyetler’in Afganistan’a yerleştiği ilk zamanlarda ülkenin yüzde 80’i mücahitlerin kontrolü altındaydı. Sovyet ve Afgan ordusu sadece büyük
kentlerde denetimi sağlayabiliyordu. Ancak geceleri buralarda bile Mücahitler etkiliydi. Kandahar, Celalabad ve Elerat gibi ülkenin belli başlı büyük kentleri Kabil rejimi ile Mücahitler
arasında sık sık el değiştiriyordu. Başkent Kabil ise gösterilere ve grevlere sahne oluyordu.
1981 yılı başlarında, yani işgalden tam bir yıl sonra Sovyet ordusunun etkisiz kaldığı,
bekleneni veremediği görüldü. Mücahitler 1981’de bir yıl öncesine nazaran daha iyi organize
olmuşlar ve daha iyi silahlanmışlardı. Mücahit komutanları eskiden yaptıkları gibi vur-kaç
taktiği yerine, önceden hazırladıkları planlara göre saldırılar düzenliyorlardı. Bu arada Mücahitlerin saldırıları şiddetlendikçe Afgan ordusu dağılmaya başladı. Afgan ordusunda görev
yapan çok sayıda komutan fırsat bulduğu anda askerleriyle birlikte Mücahitlere katılıyordu.
1985’in ortalarında yani işgalin ilk beş yılında Afganistan’da hayatını kaybeden Rus askerinin sayısı yaklaşık 25 bindi.
ABD YARDIMI VE MÜCAHİTLER
Mücahitlerin başarısında Amerika’nın ve Pakistan’ın desteğini unutmamak lazım. Mücahitleri savaşlarında destekleyen Amerika, askeri yardımlarını ağırlıklı olarak Pakistan üzerinden yapıyordu. Sovyetler’in Afganistan’ı işgali, ABD’nin gözünde Pakistan’ın önemini
7
arttırmış, Pakistan’ı bir anlamda cephe ülkesi haline getirmişti. Bunun üzerine ABD kesenin
ağzını açtı ve Pakistan 1986 yılının sonuna kadar 3.2 milyar dolar yardım almayı başardı. Ayrıca Pakistan’a 40 tane F-16 uçağı verildi. Bu arada Amerika, Afgan Mücahitlere de silah
göndermeye başladı. Savaşın ilk beş yılında ABD, Afgan Mücahitlere 600 milyon dolarlık
silah yolladı. Bu miktar daha sonra 1.3 milyar dolara çıktı.
NECİBULLAH DÖNEMİ
Brejnev’den sonra iktidara gelen Gorbaçov bu bataklıktan çıkmak gerektiğinin farkındaydı. Sovyetler’in Afganistan’dan çıkması için kendileri açısından en uygun yol da, Sovyet
ordusu bu ülkeden çekilirken, komünist sistemin kalmasını sağlayacak bir formül bulmaktı..
Sovyetler, bu yeni strateji çerçevesinde ilk önce Afganistan yönetiminde değişiklik yaptılar.
Babrak Karmal’ın yerine Dr. Necibullah getirildi. Sovyetler’in güvendiği Necibullah’ın aynı
zamanda Afganistan’daki en büyük etnik grubu oluşturan Peştunların Gılzay boyundan gelmesi, halk tarafından benimsenme şansını arttırır diye düşünüldü.
Necibullah, 1986 Aralığında Moskova’ya yaptığı üç haftalık geziden döndükten sonra,
Afgan sorununu çözmeye yönelik yeni barış planını açıkladı. Sovyetler tarafında hazırlanarak
Afgan liderine verilen barış planında, Afganistan’da yeni bir milli birlik koalisyon hükümetinin
kurulması öngörülüyordu. Eski Afgan hükümetlerinden farklı olarak kendi yönetiminin, İslam’a
ve Afgan halkının ulusal değerlerine saygılı olduğunu iddia eden Necibullah, komünist ihtilal
öncesi Afgan yönetimlerinin eski bürokratlarını ve Mücahit liderlerini yeni bir anayasa hazırlamak için kendileriyle görüşmeye ve kurulacak koalisyon hükümetine katılmaya çağırdı.
Necibullah’ın barış planında ayrıca ülkedeki Sovyet ordusunun “uygun bir zaman dilimi içerisinde” geri çekileceği, bütün muhalifler için genel af ilan edileceği belirtiliyordu. Kabil hükümeti iyi niyetli olduğunu göstermek için altı aylık bir ateşkes ilan etti. Ancak Mücahitler daha
önceki barış planları gibi bunu da derhal reddettiler. Mücahitler, Necibullah’ın planını, Sovyetlerin cephede kazanamadıklarını barış masasında elde etmeye yönelik bir taktik olarak değerlendiriyorlardı. Onlara göre sorunun tek çözümü, Sovyet ordusunun Afganistan'dan koşulsuz
olarak geri çekilmesiydi.
İŞGAL SONA ERİYOR
Sovyetler’de “Perestroika” adını alan reformların mimarı Gorbaçov, 1988 yılma gelindiğinde artık çoktandır düşündüğü, ancak iç dengeler açısından beklettiği işgali sona erdirmeye karar
verdi. Gorbaçov 8 Şubat 1988 tarihinde televizyona çıkarak Sovyet ordusunu Afganistan’dan
çekmeye karar verdiklerini açıkladı. Gorbaçov, konuşmasında, Afganistan’la Sovyetler Birliği
arasındaki işbirliğinin süreceğini ve Necibullah rejimine Sovyet desteğinin süreceğini söyledi.
Gorbaçov, geri çekilmenin on ay süreceğini de belirtti. Gorbaçov’in bu kararı Afganlı Mücahitler
arasında büyük bir sevinç yaşattı. Karar Washinton ve İslamabad’da da dikkatle izlendi. Pakistan
ve ABD derhal Sovyetler Birliği’yle görüşmelere başladı. Cenevre’de BM’nin gözetiminde bir
düzine görüşmeden sonra taraflar anlaşmaya vardılar. 15 Nisan 1988 tarihinde Cenevre’de Pakistan, Afganistan ve ABD arasında Afgan işgalini sona erdiren dört anlaşma imzalandı.
8
Cenevre’deki anlaşmaların ilki Afganistan ile Pakistan arasında imzalandı. İki ülke birbirlerinin içişlerine karışmamaya karar aldı.
İkinci anlaşma “Uluslararası Garantilerle İlgili Bildiri” ismini taşıyordu. Garantör ülkeler olarak bu anlaşmaya SSCB ve ABD imza attılar. Anlaşmada garantör ülkelerin Pakistan
ile Afganistan’ın içişlerine hiçbir müdahalede bulunmayacağı ve iki ülke arasında imzalanan
karşılıklı ilişkiler konusundaki anlaşmanın yükümlülüklerine saygı gösterecekleri belirtiliyordu.
Üçüncü anlaşma Afgan mültecilerin gönüllü olarak ülkelerine geri dönmesini içeriyordu. Anlaşmaya göre, Pakistan’da bulunan Afganlı mülteciler ülkesine gitmeye zorlanmayacak, geri dönüş kişisel isteğe bağlı olacaktı. Dördüncü anlaşma ise Sovyetlerin Afganistan’dan
çekilişiyle ilgiliydi ve anlaşmaya göre Moskova askerlerinin tamamını on ay içinde geri çekecekti.
Cenevre Anlaşması yapılmış, Sovyetler askerlerini çekme hazırlığına başlamışlardı ama
Afganistan’da değişen bir şey yoktu. Afgan hükümeti ile Mücahitler arasında çatışmalar sürüyordu.
Anlaşmadan kısa süre sonra 17 Ağustos 1988’de mücahitlerin en büyük destekçisi Pakistan Devlet Başkanı Ziya-Ül Hak’ın ölümü bölgedeki dengeleri iyice karıştırdı. Ziya-Ül
Hak’ın bindiği hava kuvvetlerine ait uçak İslamabad’a gelirken, kalkıştan yaklaşık on dakika
sonra havada patladı. Yapılan incelemede olayın suikast olduğu ortaya çıktı. Uçakta Amerikan büyükelçisi Arnold Rahel de bulunuyordu. Afgan Mücahitlerinin en büyük destekçisi
Ziya-ül Hak’ın ölümü, tam da Sovyetler’in Afganistan’dan geri çekildikleri kritik bir dönemde, İslamabad’ın Afganistan politikasında karışıklığa ve belirsizliğe yol açtı. Daha sonra Sovyetler Mücahit gruplarıyla Sovyet esirler konusunda ve çeşitli barış planları üstüne görüşmeler
yaptı, ancak bu görüşmelerden bir sonuç çıkmadı.
15 Şubat 1989 günü son Sovyet askeri de Afganistan’ı terk etli. Sovyet işgalinin bitmesi
Afganistan’da hiçbir şeyi değiştirmedi. Cenevre anlaşmaları Afganistan’a barış getirmedi.
Sovyet ordusun çekilmesinden sonra Necibullah iktidarının iki üç ay içinde Mücahitler karşısında yenilmesi, Mücahitlerin Kabil’i ele geçirmesi bekleniyordu. Ancak gelişmeler hiç de
öyle olmadı. Sovyet askerlerinin Afganistan’dan çıkmasından bir yıl sonra Necibullah hâlâ
iktidardaydı ve Mücahitler hiçbir büyük kenti ele geçirememişti. Celalabad’a yönelik saldırıda
ise yenilgiye uğradılar. Ancak 1990’ların ortalarından sonra Sovyetler, Afganistan ve
Necibullah iktidarını tamamen gözden çıkarmaya başladı. 13 Eylül 1991’de Sovyet ve Amerikan dışişleri bakanları Moskova’da bir araya gelerek savaşan taraflara askeri yardımı durdurma kararı aldılar. Kısa süre sonra da kendi sorunlarıyla uğraştıkları için Necibullah kendi
başına kaldı. Necibullah’m en önemli komutanlarından General Abdurreşit Dostum, Mücahitlerin önemli komutanlarından Ahmed Şah Mesud’la anlaşarak Mücahitlere katıldı. Mesud’la
anlaşan Genel Dostum’un birlikleri 1992 Nisanı’nda Kabil’de başta havaalanı, radyo televizyon binaları olmak üzere birçok kilit noktayı ele geçirdiler. Necibullah Birleşmiş Milletler
Binası’na sığındı.
9
Necibullah iktidarının düşmesinden sonra ardı arkası kesilmeyen bir iç savaşın içine
düştü Afganistan. Hepsi de İslami devlet idealinde olan çok sayıda Mücahit grup arasındaki
iktidar savaşları Afgan halkı için tam bir kâbusa döndü. Kabil bir hayalet kente döndü. Birleşmiş Milletler’in barış girişimleri sonuç vermedi. Afganistan’a barışın gelmesi için Birleşmiş Milletler temsilcisi Mahmud Mestiri çok uğraştı. Mestiri son olarak 1995 yılı başlarında
Mücahit liderleriyle görüşerek, geniş tabanlı bir hükümet modeli önerdi. Ancak tarafları yine
ikna edemedi ve görevinden istifa etti. Varolan gruplar arasında anlaşma sağlanamayıp yine
silahların konuşmaya başladığı bu dönemde ortaya Talibanlar çıktı.
TALİBANLAR
Talibanlar, Pakistan’ın medreselerde eğittiği, Amerika’nın silahlandırdığı bir grup. Üç
yıl içinde tüm rakiplerini tasfiye ederek Afganistan’ın yönetimini eline geçiren ama bugün
Amerika’nın can düşmanı olan hareketin kısa öyküsü şöyle:
Talibanlar halkın birbirleriyle savaşan Mücahitlerden bıktığı bir dönemde ortaya çıktı.
Çok sayıda cinayet işleniyor, ortalıkta çeteler cirit atıyordu. Eski Mücahitlerin bir kısmı kendi
ceplerini doldurmanın peşindeydi. Bu eski Mücahit, yeni çete liderinden birisi de Niyaz
Vayand’dı. 29 Ekim 1994 günü Vayand, otuz araçlık bir Pakistan konvoyunu görevlileriyle
birlikte esir aldı. Esir almanlar arasında Pakistan askeri istihbaratı ISI’nm emekli subayı sultan Emir de vardı. Sultan Emir, 1980’li yılların başında çok sayıda Afgan gencini eğitmişti.
Konvoyun yağmalandığı ve Emir’in esir düştüğü haberi üzerine Emir’in eski öğrencilerinin de
içinde olduğu bir grup genç, Mücahitlerin üzerine yürüdü. Gençler konvoyu ve Pakistanlıları
kurtardı. Medrese öğrencileri konvoyu kurtardıktan sonra Kandahar’ı ele geçirerek orayı yönetmeye ve çok ağır İslami kurallar uygulamaya başladılar. Ancak yolsuzluğun, saldırıların
azaldığı gören Afgan halkı medrese öğrencilerinin yönetiminden memnun kaldı. Kandahar’ı
ele geçiren bu medrese öğrencilerine talip deniyordu. “Talip”in çoğulu ise “Taliban”dı. Grubun lideri kırk beş yaşlarında bir din hocasıydı. Sovyetler’le savaşırken bir bacağını ve bir
gözünü kaybeden Molla Ömer çok dar bir dünya görüşüne sahipti. Talibanlar Kandahar’ı yönetirken, Kabil’de iktidar kavgası devam ediyordu. Hikmetyar’dan umudunu kesen Pakistan
bu grubu desteklemeye başladı. Taliban, özellikle ülkenin güneyinde halkın yeni umudu haline geldi. Petrol ve doğalgaz boru hatlarının geçeceği bölgede etkin olmak isteyen Pakistan,
Kandahar’daki küçük Taliban grubuna her türlü lojistik ve askeri desteği vermeye başladı.
Suudi Arabistan’ın da desteklemeye başladığı Taliban, yeni katılımlarla kısa sürede büyüdü.
1994’ün sonlarında Kabil’e saldırıya geçen Talibanlar güneydeki beş ili savaşmadan ele geçirdiler. 1995’in başlarında ise Kabil’e otuz kilometre yaklaştılar. 14 Şubat günü Çarasyab’da
bulunan Hizbi İslami örgütü lideri Hikmetyar’ın üssünü ele geçirdiler. Kabil yakınlarında
üstlenen Hizbi Vahdet örgütünü de tasfiye ettikten sonra Kabil kapılanına dayandılar.
Hikmetyar’ın müttefiki General Dostum güçlerini Kabil’den çekti. Talibanlarla, Rabbani yönetimi ve Ahmed Şah Mesud birlikleri karşı karşıya kaldı. Talibanlar, Pakistan yönetiminin
“henüz erken” uyarısını dikkate almayarak Şah Mesud kuvvetlerine karşı saldırıya geçtiler.
Ancak büyük bir bozguna uğradılar. Çok sayıda kayıp verdiler. Bunun üzerine Pakistan ve
10
Suudi Arabistan tekrar devreye girdi. Bu İkiliye Birleşik Arap Emirlikleri de katıldı. Talibanlar’ın söz dinleyeceklerine yönelik güvenceleri üzerine kesenin ağzı tekrar açıldı. Yoğun bir
yardım ve eğitim kampanyası başladı. Taliban, dış yardım yağmaya başlayınca kısa sürede
toparlandı. 1995 yazında Tacik asıllı komutan İsmail Han’ın hâkimiyetindeki Herat kentini
ele geçirdiler ve burada çok katı İslami kuralları uygulamaya başladılar.
Bu grup 1994 yılında ortaya çıktı ve üç yıl içinde tüm rakiplerini tasfiye ederek ülkeye
hâkim oldu. Taliban’ın ilk önce Herat sonra da Celalabad ketlerini ele geçirdi. Taliban’ın asıl
hedefi tabii ki Kabil’di. Kabil’de Devlet Başkanı Burhaneddin Rabbani ve Ahmet Şah Mesud
kuvvetleri vardı. Ancak Şah Mesud herkesi şaşırtan bir şey yaptı ve kuvvetlerini Kabil’in dışına çıkardı. Artık Taliban için sadece Kabil’e girmek kalmıştı. Ve 27 Eylül 1996 gecesi Taliban, Kabil’e girdi. Yaptıkları ilk iş Birleşmiş Milletler Binası’nda bulunan eski Cumhurbaşkanı Necibullah’ı linç edip cesedini elektrik direğinde bir hafta sallandırmak oldu. Kabil’i ele
geçirdikten sonra bir açıklama yapan Molla Muhammed Rabbani, ülkenin kendi başkanlığındaki altı üyeli bir konsey tarafından yönetileceğini açıkladı. Molla Muhammed, yaptığı açıklamada ülkede “saf bir İslami sistem” kurulacağını açıkladı ve diğer Mücahit grupların gerçek
Müslüman olmadığını belirtti. Kadınlar evden dışarı çıkamaz oldu, erkeklerin hepsi sakal bıraktı. İslam polisinin ağır baskısı Afgan halkının üzerinde sürekli hissedilir oldu. Afganistan,
Amanullah Han’ın gerçekleştirmeye çalıştığı modern hayallerden, Taliban’ın İslam’ı en katı
şekilde yorumlayan köktendinci, karanlık ülkesine dönüştü.
AFGANİSTAN’IN UYUŞTURUCU TRAFİĞİNDEKİ ÖNEMİ
Tabii ki Afganistan’ın şu an ki en önemli özelliklerinden birisi de dünya uyuşturucu
üretim merkezi olması. Yıllık uyuşturucu ticaret hacminin 400 milyar dolara yaklaştığı düşünülürse Afganistan’ın bu konudaki önemi daha da somutlaşmış olur. Afganistan bir uyuşturucu cenneti ve Taliban’ın gelirleri tamamen uyuşturucudan geliyor. Birleşmiş Milletler Uyuşturucu Denetim Programı’nın raporuna göre, Afganistan’da afyon üretimi 1999 yılında yaklaşık
4 bin 600 ton civarında. Afgan topraklarında ekilebilir arazinin yaklaşık yüzde 60’ında afyon
tarımı yapılıyor. Taliban’ın uyuşturucudan elde ettiği gelirinin yılda 25 milyon dolar olduğu
tahmin ediliyor. Bu uluslararası afyon ticaretinin yıllık cirosu ise 400 milyar dolar olarak telaffuz ediliyor. Bir zamanlar ülkenin tahıl ambarı olan güneybatındaki Hilmend ilindeki buğday ve pamuk tarlalarında bugün haşhaş ekimi yapılmakta ABD Dışişleri Bakanlığı ve BM
yetkilileri dünyadaki afyon üretiminin yüzde 30’unun Afganistan’da yapıldığını belirtmektedir. Bu ülkede yetiştirilen afyon Pakistan’da eroine dönüştürüldükten sonra İran, Orta Asya ve
Türkiye üzerinden Batı Avrupa ve Amerika’ya ulaşıyor. Taliban yönetiminin haşhaş üretimine izin verdiği, bunun karşılığında yüzde on vergi topladığı biliniyor.
11
İKİ
AMERİKA’NIN KALBİNE KAMİKAZE
11 Eylül Salı, 2001: New York... Manhattan Adası’nın güney ucu... Wall Street yakınındaki ikiz gökdelenler tüm heybetiyle her zaman olduğu gibi sadece etraflarındaki daha
küçük gökdelenlere değil, tüm dünyaya tepeden bakıyordu. Biri 414, diğeri 417 metre yüksekliğinde, 50 bin kişinin çalıştığı, 104 asansörlü ve günde yaklaşık 200 bin kişinin ziyaret ettiği
bu kuleler uluslararası sermayenin simgesiydi. Ünlü Fransız düşünür Jean Baudrillard’ın İkiz
Kuleler’e bakınca dediği gibi, “New York merkez, kendi dışında kalan tüm Amerika ve dünyanın diğer yerleri ise bir taşraydı.” Ancak New York’tan başlayarak tüm Amerikalıların ruhunda kendine bir yer bulan bu merkez olma, dünyanın diğer yerlerinde yaşanan trajedilere
gönül kapılarını kapama duygusunun unutturduğu çok önemli bir şey vardı: O da aslında bu
kentin “felaketler ülkesi” olduğuydu. “Ateş Ülkesi”nin gerçek sahibiyken yok edilen Kızılderililerin “ruhları” dolaşıyordu arlık bu toprakların üstünde. Yıllar öncesinde aynı göğün altında başka insanların yaşadığı felaket ve trajedi işte bu kez Amerikalıların kapısını çaldı. Hem
de hiç beklemedikleri bir zamanda ve biç beklemedikleri bir yerde. Dünya Ticaret Merkezi’nde.
Her gün olduğu gibi o lanetli gün de, ikiz kulelerde her zamanki yüksek ritimli yaşam
temposunun ilk hazırlıkları yapılıyordu Ancak her şeyin çok normal göründüğü bir anda yerel
saatle 08.48’de bir Boeing 767, iki motoruna tam gaz vererek iyice alçaktan binaların üzerinden uçtu ve kuzeydeki kulenin 80 ile 85’inci katları arasındaki bölüme büyük bir hızla çarptı.
Boston’dan Los Angeles’e gitmek için hareket eden American Airlines’a bağlı bu yolcu uçağının içinde iki pilot, dokuz kabin görevlisi ve 81 yolcu bulunuyordu. Uçağın çarptığı kulede
ise binlerce insan. O andan itibaren televizyon ekranlarını izleyenlerin gerçeklik duygusunu
zorlayan görüntüler doldurdu.
Patlamayla birlikte bir alev topu tüm kuleyi sardı. Ortalık bir anda cehenneme döndü.
Kuledeki insanlar bir yandan kuleyi boşaltmaya, diğer yandan ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. New York semaları, kuleden yükselen simsiyah kalın ve yoğun dumanla kaplanmıştı,
binadan kopan parçalar yandaki caddeye yağıyordu. Brooklyn kulelerdeki ofislerden çevreye
saçılan on binlerce kâğıttan bir halıyla örtülmüştü. İnsanlar korkuyla kaçışıyor, ambülansların
ve itfaiye araçlarının siren sesleri görülmemiş bir felaketi haber veriyordu.
İKİNCİ SALDIRI TELEVİZYON EKRANLARINDA
Uçağın kuzey kulesine çarpmasının üzerinden sadece 18 dakika geçmişti. Herkes ilk
“kaza”nın dehşetini yaşıyordu ki ekranlara o an geldi. İlk olayı görüntülemeye çalışan kameralara içi yolcularla dolu bir Boeing 767 uçağı girdi. Dev uçak hızla süzüldü, döndü ve ikinci
gökdelene çakıldı. Güney kule de alevler içinde kaldı. Washington’dan kalkıp Los Angeles’a
giden American Airlines-77 sefer sayılı bu uçağın içinde ise iki pilot dört kabin görevlisi ve
58 yolcu bulunuyordu. Güney kulesinde ise yine binlerce insan...
12
Artık olanların bir kaza olmadığı ortaya çıkmıştı. ABD ve kapitalizmin Kabe’si bir saldırıyla karşı karşıyaydı. Dünya, olayı canlı yayında dehşet içinde izlerken saldırılar da birbirini takip etti. Üçüncü saldırı dünya devi ABD’nin savunmasının beynine, Pentagon’a yapıldı.
Saatler 09.40’ı gösterirken bu sefer United Airlines-77 sefer sayılı Boeing 757 tipi yolcu uçağı iki pilot, dört kabin görevlisi ve 56 yolcusuyla Boston’dan Los Angeles’a gitmek için havalandıktan kısa süre sonra Pentagon’a çakıldı. Patlamalar ve yangınla birlikte Pentagon’un bir
kısmı yerle bir oldu. 10.25’te ise Washington’daki Dışişleri Bakanlığı binası önünde bombalı
bir araba patladı.
KÂBUS PANİĞE DÖNÜŞTÜ
Amerika tarihinde ilk kez kendi evinde saldırıya uğruyordu. İç savaştan sonra sınırları
içinde hiç savaş görmeyen Amerikalılar için bu saldırı tam anlamıyla bir şok oldu. New
York’ta yerel saatler sabah 09’u biraz geçe, özellikle olayın ne olduğunu tam olarak anlamayan Manhattan’ın kuzey bölgesinde çalışan, yaşayan insanlarda kıpırdanmalar başladı. Saat
10’da ise Manhattan adamakıllı karıştı. Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerine peş peşe
yapılan saldırılardan herkes haberdardı artık. Polis olayın hemen ardından, kulelerin bulunduğu şehrin güney bölgesine girişleri yasakladı. Yalnızca özel görevlilerin ve basın mensuplarının girebildiği son nokta ise merkeze 500 metre uzaklıktaki Franklin Caddesi’ydi. Dünya
Ticaret Merkezi’ne yaklaştıkça facianın izleri de belirginleşiyordu. Çoğu kişi ilk yardım ekiplerinin dağıttığı gaz maskelerini takmış, hızla kuzeye kaçıyordu. Takım elbiseli, beyaz gömlekli, kravatlı iş adamlarını her zamanki hallerinden farklı kılan, küle bulanmış ayakkabıları
ve yüzlerindeki şaşkın ifadeydi. Olayı izleyen yarım saat içinde cep telefonu şebekesi çöktü,
insanlar birbirinden haber alamaz hale geldi. New York’un en önemli toplu taşıma aracı olan
metro kademeli olarak kapatıldığı için birçok kişi saatlerce yürümek zorunda kaldı. Kimi sessiz, kimi ağlayarak.
En yüksek derecede, yani savaş alarmı verilen ülkede tüm uçaklar iptal edildi. Meksika
ve Kanada sınırları kapatıldı, uluslar arası uçuşlar Kanada’ya yönlendirildi ve Beyaz Saray da
dâhil tüm binalar “en gerekli personel” hariç boşaltıldı. Birleşmiş Milletler binasında da. Tüm
toplantılar ertelendi. Okullar tatil edildi.
DÖRDÜNCÜ UÇAK HEDEFE ULAŞAMADAN DÜŞTÜ
Ancak Amerika için kabus bitmek bilmiyordu. Saatler 09.58’i gösterirken
Pennsylvania’daki 911 hattına, United Airlines’ın 93 sefer sayılı uçağından, “Kaçırılıyoruz,”
diye bir telefon geldi. Bir televizyon kanalında yorumcu olarak çalışan Barbara Olsen’ın da,
eşini telefonla arayarak “bıçaklı hava korsanları tarafından uçağın kaçırıldığını ve mürettebattan bazılarının bıçaklandığı”nı söylediği öğrenildi. Daha sonra Beyaz Saray’ı hedeflediği ileri
sürülen bu uçak kimilerine göre yolcuların müdahalesi sonucu, kimilerine göre de ABD Hava
Kuvvetleri’ne bağlı uçaklar tarafından Pittsburg yakınlarında düşürüldü.
13
İKİZ KULELER ÇÖKTÜ
Bu arada İkiz Kuleler’deki yangın ve can pazarı sürüyordu. Binlerce insan kurtuluş
umuduyla bekliyordu kulenin değişik katlarında, değişik odalarında. Aynı kadere, ölüme yolculuğuna mahkûm olduklarından habersiz. Telefonlar uzun süre dış dünyayla kurulan tek bağlantı yolu oldu. Kuzey kulesinin 86. katından arayan Jim, “Burada kapalı kaldık. Aileme merak etmemelerini iletmenizi rica ediyorum. Burada şimdilik güvendeyiz. İç tarafta kiriş çöktü,
çıkış kapısı kapandı. İtfaiye ve güvenlik güçleri hemen geldiler... Her halde sırayla katları
boşaltacaklar. Beni merak etmesinler,” diyordu.
Ancak saatler 09.50’yi gösterirken yüz on katlı çelik bina büyük bir gürültüyle çöktü.
Hiroşima’ya atılan atom bombasından sonra yükselen buluta benzer bir duman dağı kapladı
ortalığı. “Hiroşima’nın ruhu New York’u ziyaret etti.”(2) Kısa süre sonra diğer kule de yıkıldı. Ticaret Merkezi’nin çevresinde kurtarma çalışması yapan çok sayıda itfaiye ekibi ve polis
çöken kulelerin altında kaldı. Manhattan ambulans sirenleriyle inliyor, hastaneler dolup taşıyordu. Ticaret merkezindeki ölü sayısı on binlerle ifade ediliyordu. New York Belediye Başkanı Rudolph Giuliani, kentteki yaralı sayısının 10 bini aştığını belirterek, hemşehrilerinden
hastanelere giderek kan vermelerini istedi. Kimse New York’un siluetinin önemli bir parçası
olan ikizlerin yok olduğuna inanamıyordu.
Bir gerçeklik şoku yaşıyordu Amerikan vatandaşları. Çünkü Pearl Harbor baskınından bu
yana savaş Amerikan topraklarına hiç uğramamıştı. Onlar yıllardır ordularının başarılarını ya televizyon ekranlarından gördüler ya da Hollywood filmlerinde. Bu filmlerde de en kötü anda bir
kahraman kurtarıcı mutlaka çıkardı. Körfez savaşında Irak’a düşen Patriot füzelerini birer ateşböceği gibi izlediler. Güven duygusu ve refahla çevrili bu ülkede acı, toplumun büyük çoğunluğu için silik bir duygu olarak kalmıştı o güne kadar. Amerikan vatandaşı kendini güvenlikte hissediyor, devletinin gücüne ise sonsuz güveniyordu. Bu güvenli ruh halinin sebebini en iyi özetleyen cümleler şu sıralar vizyonda olan “Kod Adı Kılıçbalığı” filminde John Travolta’nın ağzından dökülüyor: “Amerikan vatandaşlarına, Amerikan varlığına saldıranlar, karşılığını fazlasıyla alır. Bir Amerikan gemisini batıranın, on gemisi batırılır. Bir Amerikan vatandaşını öldürenin, on vatandaşı öldürülür. Amaç, bunu herkesin bilmesi, saldırmaya cesaret edememesidir.”
Ama hiç de öyle olmadı. Amerikalılar en güvendikleri yerde vuruldular. Savaş, korku,
ölüm, acı sanal bir gerçeklik olmaktan çıktı Amerikalılar için de. Yaşam paranoyakça biçimde
korkuya endekslendi. Hürriyet gazetesinin saldırıdan bir ay sonra USA Today gazetesinden
yaptığı habere göre, bir ay önce kahvaltı masasında Michael Jordan’ın basketbola dönüşünü
ve sahillerdeki köpekbalıklarını konuşan halk, şimdi zirai ilaçlama uçaklarından kimyasal
saldırı olup olmayacağını, teröristlerin yeniden saldırıya geçip geçmeyeceğini konuşuyor.
Manhattan’ın büyüleyici siluetini görebilmek için can atan Amerikalılar şimdi pencerelerinden dışarı bakmaya bile cesaret edemiyor. Özetle Amerikalılar artık normal yaşama özlem
duyuyorlar. Artık ABD’de havayolu şirketlerinin kontuarlarından askerler nöbet tutuyor. Kurşun geçirmez kapılar ardındaki pilotlar, yolculara, “Gözünüzü yanınızdakinden ayırmayın,”
2 Şebnem Şenyerer, “Cehennemin Çemberleri”, Varlık, Ekim 2001.
14
anonsları yapıyor. Washington metrosunun müdürü gaz maskesiyle dolaşıyor. New York limanına yanaşan her gemi didik didik aranıyor. Tehlikeli madde taşıyan kamyonlar uydudan
izleniyor. Savaş uçakları gökyüzünde devriye geziyor. Usame bin Ladin, El Cezire Televizyonu’nda banttan yayınlanan açıklamasında, “Allah’a şükürler olsun ki, doğudan batıya, kuzeyden güneye tüm Amerika korku içinde,” demişti. Amerikalılar, yeni yaşam tarzlarıyla Ladin’i haklı çıkarıyorlar.
11 Eylül felaketiyle birlikte New York tekrar “felaketler ülkesi” haline döndü. Yıllarca
önce yok edilen Kızılderililerin, Hiroşima’da atom bombasıyla ölen binlerce insanının feryadı, kulelerdeki binlerce masum insanın çığlıklarıyla çoğaldı. Ailem beni merak etmesin diyen
Jim’in sesi Filistin’de, Sudan’da, Irak’ta Amerikan bombalarıyla ölen insanların ailelerinin
çığlıklarına karıştı.
Ve artık Amerikan halkı da biliyor, cinayet nerede, nasıl ve neden işlenirse işlensin, alçakçadır.
ÜÇ
“SAVAŞ HALİ” VE YENİ DÜŞMAN ARAYIŞI
Saldırıdan hemen sonra Amerika tam bir savaş hali yaşamaya başladı. Dünya Ticaret
Merkezi’ne çakılan uçakların yanı sıra, beş uçağın daha kayıp olduğu iddiaları ve Beyaz Saray da dâhil çok kritik hedeflerin vurulabileceği ihtimali üzerine, ABD toprakları içindeki tüm
hava savunma sistemi alarma geçirildi. “Tanınmayan bir uçağın vurulması emri” alan F16,
F14, F15 ve F18 savaş uçaklarından oluşan filolar, olası hedeflerin etrafında çelik kanatlardan
bir duvar ördü.
Ardından da Başkan Bush’un verdiği emirle ABD’nin dünya çapında yayılmış üsleri ve
birlikleri en yüksek düzeyde “savaş durumu” alarmına geçirildi.
BUSH SAKLANDI
Öylesine bir panik söz konusuydu ki, ABD Başkanı Bush, başkent Washington’a giremedi. Florida’da bir okulda çocuklara kitap okurken saldırıdan haberdar edilen Bush’un,
Washington’a dönüp Ulusal Güvenlik Konseyi’ni toplaması beklendi uzunca bir süre. Ancak
Beyaz Saray yakınında yangın tespit edilmesi ve havada şüpheli bir uçağın görülmesi üzerine,
Bush ve kurmaylarının Washington’a getirilmesinden vazgeçildi. ABD Başkanı, Nebraska
eyaletinde özel güvenlik sistemleriyle Stratejik Hava Kuvvetleri Karargahı’nın bulunduğu
askeri üstte koruma altına alındı. Dışişleri Bakanı Collin Powel, ertesi gün yaptığı açıklamada
Başkan Bush ve Beyaz Saray’ın da saldırganların hedefleri arasında olduğunu, ancak başarısızlığa uğradıklarını açıkladı. Dünya lideri Amerika, Devlet Başkanı’nı güvenlik nedeniyle
kendi topraklarında saklanmak zorunda kalmıştı. ABD yönetimin kaçıp saklandığı fikrinin,
zihinlerde yarattığı travma çok büyük olsa gerek.
15
Nitekim bu travmanın yarattığı ruh hali kendini en şiddetli şekilde dışa vurdu. Bush,
Amerikan halkına yaptığı konuşmada yaşananları “savaş hali” olarak niteledi. “Amerika’nın
askeri gücü yerindedir. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Terörizme karşı savaşı kazanacağız,” diyen Bush şunları söyledi: “Cinayet eylemlerinin çapı çok genişti ama Amerika’nın
sağlam yapısını bozamazlar. Çünkü biz büyük ülkeyiz. En büyük binaların temelini sarsmış
olabilirler ama Amerika’nın çelikten temelini sarsamazlar. Biz dünyadaki özgürlük ve fırsatların en güçlü meşalesiyiz. Bugün insan doğasının gerçekleştireceği en kötü saldırıya, en iyi
şekilde karşılık verdik. Dostlarımız ve komşularımız yardıma koştu. Bugün en büyük kötülükleri gördük. Hayat durdu ama yarın devam edecek. Ekonomi işlemeye devam edecek. Acil
durum planını uygulamaya koyduk. Önceliğimiz yaralılara yardımcı olmaktır. Bu eylemleri
gerçekleştirenler elbet yakalanacak ve adalet önüne çıkarılacak. Müttefiklerimizle birlikte
terörizme karşı verdiğimiz savaşı kazanacağız. 23. Ayet şöyle der: ‘Ölümün gölgesinin vadisinden geçiyorum ama ölümden korkmuyorum.’ Amerika bütün zorlukların üstesinden geldi
ve bunun da üstesinden geleceğiz. Tanrı Amerika’yı korusun.”
Bush, ABD’nin “farklı bir düşman’la yüzleştiğini, bu düşmanın “gölgeler arkasında
saklandığı”nı söyledi ve “ABD’nin düşmanı yenmek için tüm kaynaklarını kullanacağı”nı
ekledi. Bush, bu saldırıların faillerinin sonsuza kadar saklanamayacaklarını ve sürekli güven
içinde olamayacaklarını, bu terörist eylemleri gerçekleştirenlere finansal destek ve sığınak
sağlayan, cesaret veren kişi ve ülkelerin de cezalandırılacağını duyurdu.
ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell ise, “Amerikan halkı bir savaşın söz konusunu olduğunu gayet iyi anlamış durumdadır. Buna vereceğimiz karşılık, bir savaşa vereceğimiz karşılık gibi olmalıdır. Bu, uzun süren bir çatışma olacaktır. Bu yalnızca ABD’ye karşı bir savaş
değil, medeniyete karşı, demokrasiye inanan bütün ülkelere kaşı bir savaştır,” sözleriyle, birkaç güne kalmadan “ya bizdensiniz, ya onlardan” şiarıyla şekillenmeye başlayacak olan “terörizmle uluslararası mücadele koalisyonu”nun temellerini atıyordu.
“HAÇLI SAVAŞI” GAFI
Saldırı öncesinde gaflarıyla, dil sürçmeleriyle sık sık, sadece ABD değil, dünya basınının alay konusu olan Bush, “savaş” hazırlıkları sırasında da “gaf’ını yaptı ve “Terörizme karşı
Haçlı Seferi başlatıyoruz,” dedi. Saldırının “baş zanlısı”nın Usame bin Ladin, uçakları kullanan hava korsanlarının çoğunun Arap olduğunun açıklanmasını takiben ABD’deki Müslümanların tehdit ve taciz edildiği bir dönemde söylenen bu sözler, Arap ve İslam dünyasının
büyük tepkisini çekti. Bush, bu sözleri yanlışlıkla söylediğini açıklamak zorunda kaldı. “Haçlı
seferi” gafından hemen sonra soluğu Washington’daki İslam Merkezi’nde alan Bush, Müslümanlığa övgüler düzen bir konuşma yaptı. Beyaz Saray Sözcüsü Ari Fleischer, Bush’un terörizme karşı kampanyasını betimlerken, kendisinin din savaşlarıyla ilgili tarihi bağlamı olan
“crusade” kelimesini kullanmaktan duyduğu pişmanlığı aktardı. Fleischer, Bush aslında terörizmle mücadelenin çok geniş çaplı bir dava olduğunu anlatmak istemişti.
16
BAŞ DÜŞMAN: TERÖR
Saldırıdan hemen sonra yapılan bu konuşmalarla ABD’nin dış siyasetini belirleyecek
temel çelişkisi, baş düşmanı tespit edilmiş oldu. Bu düşman, artık “terör”dü. ABD’nin Soğuk
Savaş sonrası terörü baş düşman ilan ettiği, bu konuda müttefiklerini de iknaya çalıştığı bilinen bir durumdu ama, burada yeni olan önemli bir taraf vardı: O da, “Terörü destek veren,
teröristleri destekledikleri düşünülen ülkelerin de düşman” ilan edilmesiydi.
Daha ilk dakikalardan itibaren sergilenen bu yaklaşım, dünyanın “ayrık otları”na ders
vermek için gerekli ortamın hazırlanacağını haber veriyordu.
Olaydan hemen sonra Washington Post ve ABC tarafından yapılan bir kamuoyu araştırması da ortamın bu “temizliğe” hazır olduğunu gösteriyordu: Her on Amerikalıdan dokuzu
saldırının sorumlularına karşı “askeri karşılık” verilmesinden yanaydı. Araştırmaya göre, katılanların yüzde 43’ü Amerikan hükümetinin saldırılan önlemek için elinden geleni yaptığını
düşünürken, yüzde 44’ünün ise yetkililerin terörizme karşı daha çok şey yapabileceği kanaatindeydi.
TERÖRÜN ADRESİ: LADİN
Saldırıyı tek üstlenen Japon Kızılordusu oldu, ama onu da kimse ciddiye almadı. Gücü
neredeyse sıfıra inmiş eski bir örgütün bu tür bir eylemi yapabileceğine ihtimal verilmedi.
Ayrıca bu iddia, ABD’nin yapmak istediği yeni düzenlemeye imkân verecek, gerekli koşulları
sağlayacak özelliklere sahip değildi. ABD, onun yerine kendi çıkarları açısından çok daha iyi
bir ismi “düşman” ilan etti. Bu düşman, bir dönem kendisi tarafından yetiştirilen, ancak uzun
zamandır ABD’nin başına dert olan Suudi Arabistan vatandaşı, milyarder terörist Usame bin
Ladin, Ladin’in yaşadığı Afganistan ve burada kendisine kucak açan Taliban rejimi oldu.
Usame Bin Ladin ise eylemi kendisinin yapmadığını ama yapanların iyi bir iş yaptığını söylüyordu. Saldırının Ladin tarafından yapılıp yapılmadığı net değildi, ama kesin olan bir şey vardı: O da, ABD’nin özellikle Ortadoğu ve Asya’da ciddi bir yeni temizlik operasyonuna girişeceği.
BÜTÜN DÜNYADA SAVAŞ ALARMI
Saldırı sadece Amerika’da değil, dünyanın birçok ülkesinde, özellikle Avrupa devletleri
açısından da tam bir şok oldu. İngiltere’de daha önce saldırıya uğrayan Canary Wharf gibi
bazı kalabalık iş merkezleri boşaltıldı. Polisin talebi üzerine alınan önlemler kapsamında, çok
sayıda işyeri boşaltılırken, Parlamento binası ve Whitehall’daki bazı bakanlıklar ve Londra
Borsası’nda çalışanlar tahliye edildi. Bu arada günlük programlarını iptal eden İngiltere Başbakanı Tony Blair, bir açıklama yaparak, ABD’nin acısını millet olarak paylaştıklarını belirtti.
Blair, “Terörizm, uygar dünyanın karşısına dikilmiş bir şeytandır. Dünyanın bütün lider demokrasileri bir araya gelip, bu büyük düşmana karşı birlikte mücadele etmelidir,” dedi.
17
Fransız Cumhurbaşkanı Jacgues Chirac, Brötanya bölgesine yaptığı geziyi yarıda kesip
Paris’e geri döndü. Dışişleri Bakanı Hubert Vedrine, New York’taki İkiz Kuleler’e yönelik saldırıdan “dehşete düştüğü”nü açıkladı. Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fischer, “Saldırılardan
dehşete düştük, şoke olduk,” diye açıklama yaparken, Alman Meclisi 2002 bütçe görüşmelerini
iptal etti. Federal Güvenlik Kurumu acilen toplandı. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ise
Amerikan halkına başsağlığı dileyerek, “Bu bir trajedidir,’’ dedi. İsrail, İtalya ve dünyanın birçok ülkesinden başsağlığı ve dayanışma mesajları hemen Amerika’ya ulaştı.
SEVİNENLER DE VARDI
Ancak saldırıya sevinenler de oldu. Filistin Özerk Yönetimi lideri Yaser Arafat’ın yapılan saldırılan kınadığını açıklamasına ve hemen ertesi günü kan bağışında bulunmasına rağmen Lübnan’daki mülteci kamplarında bulunan Filistinlilerin sevinç görüntüleri dünya televizyonlarında ekrana geldi. (Daha sonra bu görüntülerin daha önce çekilmiş görüntüler olduğu iddia edildi ama bu kesinlik kazanmadı.) Helue ve Şatila mülteci kamplarında bulunan
Filistinliler, havaya makineli tüfek ve tanksavar ateşi açarak sevinç gösterilerinde bulundular.
Irak ise, “Amerikalı kovboylar insanlığa karşı işledikleri suçların meyvelerini topluyorlar. Bu
saldırılar, Amerikalı siyasetçilere indirilmiş bir tokattır," yorumunu yaptı.
NATO’NUN 5. MADDESİ DEVREDE
ABD, daha saldırının tozları ortadan kalkmadan hemen alelacele NATO’nun 1949 tarihli kurucu anlaşmasının 5. maddesinin devreye sokulmasını sağladı. İttifak üyeleri yaptıkları
olağanüstü toplantıda “11 Eylül saldırılarının ABD dışından düzenlendiğinin kanıtlanması
halinde 5. maddenin yürürlüğe girmesi”ni kararlaştırdı. NATO’nun kuruluşundan bu yana hiç
işletmediği 5. madde Avrupa ya da Kuzey Amerika bölgesinde bir ya da daha faza müttefike
düzenlenecek saldırının bütün müttefiklere yönelik bir saldırı olarak değerlendirilmesini öngörüyor. Yani, bir NATO üyesine yapılan saldırı tüm üyelere yapılmış sayılıyor. Türkiye de
PKK ile savaşı sırasında 5. maddenin yürürlüğe girmesi için ısrar etmiş, ancak Ankara’nın bu
talebi kabul edilmemişti. Nisan 1999’da Washington’daki NATO zirvesinde, Soğuk Savaş’ın
sona ermesiyle kimlik krizine giren örgütün, bundan sonra uluslararası terör saldırılarına yoğunlaşması karara bağlanmıştı. 11 Eylül saldırıları, NATO’nun, hem ittifakın kurucu maddesini, hem de yeni stratejisini uygulamaya koymasına bir vesile oldu
“SAVAŞ HALİ” ASKERİ MANEVRA İMKÂNI SAĞLADI
Terör eyleminin suç kapsamından çıkarılıp “savaş hali” olarak yorumlanması ABD’ye
askeri manevra imkânı verdi. Nitekim ABD’nin Afganistan’ı vurmasının hemen arkasından,
Beyaz Saray Sözcüsü Ari Fleischer’in yaptığı açıklama ABD’nin saldırıyı “savaş hali” olarak
nitelemesinin gerekçelerini açıklıyordu. Fleischer şunları söyledi: “Saldırı nefsi müdafaa çerçevesinde yapıldı. Terör şebekesine yönelik bu savaş çok kapsamlı olacak. Bu bir terör şebekesi, bütün dünyayı kapsayacak bir şebeke. Tek kişiyi kapsayan bir şey değil. Ladin yakalansa
18
veya öldürülse bile savaş devam edecek.” Fleischer, “Bu savaşın hangi ülkeleri kapsadığını
söylemenin mümkün olmadığı”nı da kaydetti ve olayın Afganistan’la sınırlı kalmayacağının
işaretlerini verdi.
Yani terör bir “insanlık sorunu” olarak değil, daha çok “düzen sorunu” olarak algılandı
ABD ve müttefikleri tarafından. Açıklamalar da operasyonun ABD’nin çıkarlarına aykırı terör
merkezlerinin imhasıyla sınırlı kalmayacağını, dünya düzeninin “istikrarı”nı kalıcı kılacak
düzenlemeler yapılacağını gösterdi.
KANITLAR NEYİ KANITLAR?
ABD, saldırıyı bir terör suçu kabul edip, kanıtları ortaya çıkardıktan sonra sanıkların
uluslararası bir mahkemede yargılanması yoluna gidebilirdi.
Ladin de aynen on yıllık iktidarının ardından “Sırp kasabı” sıfatıyla Lahey’e gönderilen
eski Yugoslavya Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç gibi uluslararası bir mahkemede yargılanabilirdi. Ancak ABD, bunun yerine saldırıyı “savaş” olarak tanımayı ve dünyaya böyle
empoze etmeyi tercih etti. Ulusal güvenlik kavramı öne çıktı. ABD, saldırıyla ilgili topladığı
kanıtlan askeri gerekçelerle kamuoyuna da açıklamadı. Ciddi kanıtların olup olmadığı bugün
bile bilinmiyor. FBl’ın büyük bir hızla başlatıp bir ay içinde saldırılarla uzak yakın ilgisi olduğu zannıyla 700’den fazla kişiyi gözaltına aldığı soruşturmada açıklanan ilk ve tek somut
kanıt ise, “hava korsanları” diye sunulan listedeki 19 kişiden ikisinin Kaide’yle bağlantılı olduğuydu. 29 Eylül itibarıyla bu bağlantının ne olduğu kamuoyu nezdinde meçhuldü. Ama
başta İslam ve Arap ülkeleri olmak üzere tüm dünya, Cruise füzeleri yüklü ABD uçak gemilerinin bin Ladin’i saklayan Afganistan’a saldırmak için Körfez bölgesi ve Umman Denizi’ne
doğru ilerlemesini izlerken, kanıtları da görmek istiyordu.
NATO toplantısında konuşan Britanya Başbakanı Tony Blair, tüm dünyaya kanıtların
“kesin” olduğu garantisini verdi. NATO “açık müdahaleyi zorunlu kılan” kanıtlar olduğunu
duyurdu. Ancak sunulan “kanıt dosyası” ağırlıklı olarak bin Ladin’le ilişkilendirilen daha önceki eylemlerin bir derlemesinden, âdeta kendisinin “gerçek” bir ABD düşmanı olduğunun
sergilenmesinden ibaretti. Saldırılan haber alamadıkları için okka altına giden FBI ve
CIA’nın, özellikle Britanya, Almanya ve Fransa istihbarat servislerinin yardımıyla topladığı
kanıtlardan oluşan dosya, bin Ladin’in yönetimindeki Kaide örgütünün Avrupa ülkeleri dâhil
yaklaşık 34 ülkede hücre tipi örgütlenmelerinden, bu hücrelerin Afganistan’la ve bin Ladin’le
bağlantılarından dem vuruyordu. Üstüne de birkaç telefon konuşması, 29 Eylül’de FBI’ın,
“Henüz gerçek kimliklerini tespit edemedik,” diye bahsettiği 19 şüpheli hava korsanının hesaplarına Kaide’den aktarılan paraların banka dekontları gibi belgeler. Ancak NATO toplantısına katılan diplomatların da kulislerde belirttiği gibi dosya aslında siyasal nitelikliydi
(Guardian, 3 Ekim, 2001). “Global terörle mücadele”nin ilk dersi buydu işte: Tüm dünyayı
yakından ilgilendiren bir savaşın dayandırıldığı kanıtların neler olduğu kamuoyuna ancak bu
kadarıyla yansıyabilirdi.
19
DÖRT
KİM YAPTI?
New York’ta kapitalizmin kalbine yönelen intihar eylemi tarihi bir dönüm noktası mı?
Şimdilik bu soruya cevap vermek için erken. Ancak Amerika’nın askeri kalbi Pentagon ve
ticari kalbi Dünya Ticaret Merkezi’nin görülmemiş bir saldırının hedefi olması her şeyin ötesinde bir “meydan okuma” olarak yorumlandı. Peki, kim meydan okuyor olabilirdi? Bu soruya pek kolay cevap verilemeyecek ama ABD, bu ismi Usame bin Ladin olarak açıkladı. Ancak bu açıklama pek çok kişiyi tatmin etmedi. Çünkü ABD ortaya net kanıtlarla çıkmadı. Kanıtlardan söz edildi ama bunlar kamuoyuna açıklanmadı. Ayrıca eylemin boyutu da kuşkucuların, “Ladin bu işin altından kalkamaz,” diye düşünmesine neden oldu. Geriye değişik senaryolar kalıyordu. İşte bu senaryolardan bazıları:
1- Hıristiyan tarikatı iddiası: Saldırıyla ilgili en ilginç iddialardan birisi, kapatılan RP
Genel Başkanı yasaklı siyasetçi Necmettin Erbakan’dan geldi. Saldırının yeni Hıristiyanlık
tarikatı tarafından yapılmış olabileceğine dikkat çeken Erbakan şunları söyledi: “Bana Amerika’dan bir kitap gelecek. Bu kitap Amerika’daki bir tarikatın (Yeni Hıristiyanlık Tarikatı)
nasıl doğduğunu gösteren bir kitap. Bu tarikat yüz yıl evvel kurulmuş, çok büyük mali imkânlara sahip. Birçok Amerikan siyasisini etkilemiş bir tarikattır. Bu tarikatın kendi kabullerine
göre, sözde 2001’den 2007’ye kadar büyük bir dünya harbi çıkacak. Bu dünya harbinde sadece 140 bin kişi kurtulacak,” (22 Eylül, Milliyet).
Erbakan’ın bu iddiası, daha doğrusu kuşkusu, Forcing God’s Hand (Allah’ın Elini Zorlamak) isimli kitaba dayanıyordu. Erbakan’ın açıklamasından sonra Yeni Şafak yazarı Fehmi
Koru da, Taha Kıvanç müstear ismiyle yazdığı “Kulis” köşesinde bu kitaba değindi. Koru
kitap hakkında şu bilgileri verdi: “Kapağında, milyonlarca insanın yeryüzünün bir an önce
yok olması için dua ettiği iddiası bulunan bir kitap bu. Okuyunca, sarıklı-cüppeli ya da sakallı-bıyıklı olmayan tipik Amerikalıların, İncil ve Tevrat’ta karşılarına çıkarılanları yorumlayarak dünyanın sonuna yaklaşıldığına inandıklarını ve ‘kıyamet’in geleceğinden endişelendiklerini öğrendim. Kitabın yazarı Grace Halsell ilginç bir hanım. Lyndon Johnson döneminde
Beyaz Saray’da başkanın nutuklarını kaleme alıyormuş. Daha sonra gazeteciliğe atıldığında
kimsenin yapmaya cesaret edemediklerini yapmış. Önce beyaz olduğu halde görünen yerlerini
siyaha boyayarak zenciler arasında yaşamış, daha sonra Kızılderili gibi giyinip temerküz
kamplarına girmiş, bir ara da ülkeye kaçak gelen Meksikalıların dramlarını paylaşmış. Her
deneme sonrasında yazdıkları büyük gürültü koparmış, kitapları çok satmış. Allah’ın Elini
Zorlamak da öncekiler gibi kapsamlı bir proje. Kitapta vardığı sonuç tek cümleyle şu: ‘Amerika için gelecek yıllarda en ciddi tehlike, dünyanın sonunun geldiğine inanan ve o sonu kendi
hayatlarında görebilmek için her şeyi yapabilecek bu tarikat.... Grace Halsell, her on Amerikalıdan biri bu tarikatın mensubu, bayağı fanatik insanlar bunlar,’ uyarısında bulunmakta..”
Koru yazısını şöyle sürdürüyor: “Dindar bir aileden gelen Halsell, araştırmasına başlamadan önce, bu kişilerin ülkenin ve dünyanın geleceği açısından bu denli ‘tehlikeli’ olduklarını düşünemediğini itiraf ediyor. Ancak, işin içine girip literatürü karıştırmaya başlayınca,
20
tarikat mensuplarıyla görüştükçe, olaya yaklaşımı bütünüyle değişmiş. Şimdi, ‘Dünyanın sonunun kendi nesillerinde geleceğine o kadar inanıyorlar ki,’ diyor. ‘Bunu sağlamak için gerekiyorsa olayları zorlamaktan geri durmazlar...’ Zaten süratle silahlanıyorlarmış. 1999’da kaleme alınan kitapta, dünyanın bir yerlerinde birkaç yıla kadar ‘Kıyamet Savaşı’na yol açacak
çapta terör eylemi beklentisi yer alıyor...”
2- Derin devlet iddiası: Sovyetler Birliği ortadan kalktıktan sonra işlevi kalmayan Ladin’in, ABD tarafından kullanıldığını düşünenler oluşturuyor bu grubu. Böyle büyük çapta bir
eylemin Ladin dâhil kimse tarafından üstlenilmemesi, Amerika içinde doğudan batıya, en
uzun mesafede beş saat seyahat eden, dolayısıyla deposu ağzına kadar benzin dolu olan dört
uçağın aynı anda kaçırılması, üç ayrı hedefi vurmayı başarması bu düşüncenin sahiplerinin
temel argümanları oldu. Bu şüpheler, “acaba bu işin içinde istihbarat örgütleri var mı?” sorusunu kaçınılmaz olarak beraberinde getirdi. New York Times gibi bir gazetede William Safire
gibi bir gazetecinin, “Hedeflerden birinin ABD Başkanı’nı taşıyan Air Force One uçağı olduğunu ve içeriden binlerinin uçağın koordinatlarını eylemcilere bildirdiğinden şüphelenildiğini,
bu yüzden Başkan’ın Nebraska’ya götürüldüğü”nü yazması da bu şekilde düşünenleri destekledi. Bu görüşün sahipleri, “bu saldırı zamanlaması itibariyle kimin işine yarıyor?” sorusunu
sorduktan sonra şu yanıtı veriyorlar: “Henüz Rusya krizi aşamamışken, Avrupa ordusunu
oluşturmadan, Seattle başlayıp hızla büyüyen muhalefet güçlenmeden çok kritik bir bölge
olan Ortadoğu ve Avrasya’da kontrolü tamamen ele geçirmek ABD’nin işine gelir. O halde
eski CIA beslemesi Ladin, farkında olarak veya farkında olmadan böyle bir eylemde kullanılmış veya yönlendirilmiş olabilir...”
3- “Ladin’in büyük düşü” iddiası: Bu senaryo Zülfü Livaneli tarafından dile getirildi.
Livaneli, Sabah’taki köşesinde “Kanlı Satranç” başlıklı yazısında saldırıyı satrancın ilk hamlesi olarak düşünüyor ve hamleye “Arap açılışı” adını veriyor. Livaneli’nin düşüncesi şöyle:
“Ahmet Şah Mesud öldürüldü, iki gün sonra Amerika vuruldu. Amaç Amerika’yı Afganistan’a saldırtmak ve global bir Hıristiyan-Müslüman çatışmasının fitilini ateşlemekti. Amerika
bu açılışa iki hamleyle cevap verdi. El Kaide’nin ekonomik çıkarlarına darbe indirdi ve oluşturduğu koalisyonun onayıyla Afganistan’ı vurdu. Şimdi hamle sırası yine Bin Ladin’de. Ahmet Şah Mesud’un öldürülmesiyle, New York-Washington saldırıları arasındaki kıldan ince
ilişkiyi hesaplayan beyin, mutlaka oyunun bundan sonraki hamlelerini de belirlemiştir. Amerika ya da mütteffiklerine karşı girişilecek bir biyolojik, kimyasal ya da nükleer saldırı, insanların kör bir öfke içine yuvarlanmaları sonucunu doğurabilir. Bu da Usame Bin Ladin’in en
çok istediği şey. İstiyor ki Batı öfkelensin, gözünü kan bürüsün, daha çok Müslüman öldürsün
ve sonunda dünya çapında bir Hıristiyan-Müslüman çatışması savaşı çıksın. Bu yüzden daha
önce hazırlayıp, Amerikan operasyonu sonrasında yayınlanmasını sağladığı konuşmada dünyadaki her Müslüman’ı ayağa kalkmaya ve “zalim orduları Muhammed’in topraklarından
kovma”ya çağırıyor. Bu çağrının cevapsız kalmayacağını düşünüyorum... (9 Ekim 2001, Sabah). Afganistan’ın bombalanmaya başlamasından sonra ABD’de başlayan Şarbon vakaları
ister istemez acaba Livaneli haklı mı veya haklı mı çıkacak sorusunu getiriyor.
21
BEŞ
GLOBAL TERÖR DÖNEMİ
NATO’nun 1990 yılında yaptığı toplantıda Soğuk Savaş sonrası yeni tehdit tanımları
yapılmıştı. Bu tehditler şöyle sıralanıyordu: “Uluslararası terörizmin ve orta menzilli balistik
füzelerin başını çektiği sınır tanımayan silahlar. Uluslararası uyuşturucu ve nükleer madde
kaçakçılığı. Ve etnik, dinsel ve mafya türü istikrarsızlık hareketleri.”
Görünen o ki, NATO ve tabii ki ABD, üç aşağı beş yukarı saldırının nereden geleceğini
on bir yıl önce tespit etmiş. Ancak bu tespit işe yaramadı ve saldırıyı engelleyemedi. Teknolojik birikim bu işe yetmedi. Pentagon için “Terör 2000” başlıklı araştırma projesini gerçekleştiren Forecasting International’m başkanı Marvin Cetron, “Kilometrelerce uzaktan bir insanın
saatini okuyabiliyoruz, ama beynini asla,” diye yazmıştı. Ve Amerika, “on dokuz sessiz
adam”ın zihnini okuyamadı. Çünkü bu seferki terör eylemi, 19. ve 20. yüzyıllardaki örneklerinden farklıydı. Kimsenin aklına bir yolcu uçağını füzeye çevirmek gelmemişti o güne kadar.
Daha kitlesel ve teknolojik bilgi birikimi gerektiren, çok ince bir organizasyon söz konusuydu. Sonuçları da çok ağır oldu: Yaklaşık yedi bin insan hayatını kaybetti. ABD’nin 1990’da
NATO’ya kabul ettirmeye çalıştığı “düşman”, en kötü yüzüyle ortaya çıktı. Ve bu düşmanın
adını koymak ABD’li yetkililer için zor olmadı: Bu düşmanın adı artık “global terör”dü...
Küreselleşen dünyanın küreselleşen düşmanı, “melez terör”, “siber terör”, “hiper terör”
diye de nitelendirildi. ABD tarafından, 21. yüzyılın terörünün bu yeni yüzü, Suudi milyarder
terörist Usame bin Ladin’in şahsında radikal İslamcılar olarak resmedildi. Saldırının Ladin
tarafından yapılıp yapılmadığı çok net değil, ama “imparator” suçluyu bulmuştu bir kere.
ABD, hızlı bir şekilde çok kapsamlı olacağını açıkladığı operasyonun; siyasal, askeri,
ekonomik ayaklarını oluşturmak için başta NATO olmak üzere Birleşmiş Milletler, IMF ve
Avrupa Birliği’ni devreye soktu.
BM DEVREDE
Teröre karşı “savaş”a, “meşru” bir zemin yaratma çabası içine girildi. BM Güvenlik
Konseyi, 29 Eylül günü toplanarak “uluslararası terörün mali ve lojistik kaynaklarının kurutulması”nı hedefleyen ve ABD tarafından önerilmiş olan bir karar tasarısını kabul etti. 15 üyeli Konsey tarafından kabul edilen karar tasarısı, ayrıca terör saldırısından sorumlu olan ya da
ona destek veren kişi ve örgütlere sığınak sağlanmamasını şart koşarken, teröristlere “isteyerek” maddi yardım ve fon sağlanmasını da “suç” haline getirdi. Kabul edilen tasarıyla, bundan
sonra üye tüm ülkelerde:
* terörizme destek veren kişi ve kuruluşların hesap ve mal varlıklarına el konulması,
* terör hücrelerinin ve onları besleyen kanalların yok edilmesi,
* teröristleri koruyan, finanse eden ve destekleyenlerin barındırılmaması,
* uluslararası istihbarat paylaşımının arttırılması,
22
* teröristlerin bir ülkeden diğerine geçişlerini engellemek için sınır kontrollerinin yoğunlaştırılması,
* banka hesaplarının gizliliğinin kaldırılması,
* başka ülkelerde terörizmle suçlanan kişilerin yargıya teslim edilmesi ve uygun şekilde
cezalandırılmasının sağlanması karar altına alındı.
Birleşmiş Milletlerin aldığı bu karar, BM anayasasının 7. maddesi kapsamında alındığından uygulanması için gerekirse zor kullanılmasına imkân verirken, BM’nin 189 üyesi için
bu kurala uymak zorunlu hale geldi.
Amerika ayrıca, Usame bin Ladin ve Kaide örgütüyle ilgili olduklarını düşündükleri 27
kişi ve grubun mali varlıklarının dondurulmasını öngören kararı imzaladı. Bush’un açıkladığı
listede örgütler, yardım örgütleri ve şahıslar vardı. Bu listedeki örgütler: Afganistan’da Kaide,
Filipinler’de Ebu Seyyaf, Cezayir’de Silahlı İslamcı Grup (GLA), Mücadele ve Vaaz için
Selef Grubu, Keşmir’de Hareket-ül Mücahidin, Mısır’da Islami Cihad, Özbekistan Islami Hareketi, Lübnan’da Esbat el-Ensar, Libya tslami Mücadele Grubu, Somali’de El Ittihad ellslamiyye, Yemin’de Aden İslam Ordusu’ydu. Şahıslar: Usame bin Ladin, Muhammed Atıf,
Seyf el-Adl, Şeyh Said, MoritanyalI Ebu Hafs, Ebi Zübeyde, Abdülhadi el-Iraki, Ayman elZevahiri, Tarvat Salih Şihata, Tarık Enver el-Seyyid Ahmed, Muhammed Salih, İbn el-Şeyh
el-Libi.
Listedeki yardım örgütleri ise şunlardı: Mektem el-Hidamet, Vefa İnsani Yardım Örgütü, el-Raşid Vakfı, Mamun Dankazanlı İthalat-İhracat Şirketi...
Açıklamasında, “Global terör ağının finansman kaynaklarına karşı saldırı başlatıyoruz,”
diye konuşan Bush, tüm dünyaya, “Teröre verdiğiniz parayı artık kesin,” diye seslendi. Paranın, teröre hayat veren kan olduğunu söyleyen Bush, terör örgütlerinin hesaplan konusunda
bilgi vermeyen yabancı bankaların mal varlıklarına da el konulacağını, Hazine Bakanlığı’nın
bu yetkiye sahip olduğunu söyledi. Bu karardan hemen sonra Britanya, terörle ilişkili olduğunu düşündüğü çeşitli kurum ve kişilere ait 88 milyon dolan dondurdu. Amerika da bazı bankalardaki hesaplara el koydu.
AB-ABD EL ELE
Hızla gelişen bu süreçte AB devletleri de terör konusunda hemen ABD’nin yanında yer
aldı. AB’nin demokrasi geleneği yüzünden ABD’yi bir nebzede olsa engelleyeceğini düşünenler yanıldı. Saldırıdan sonra gerçekleştirilen AB Liderler Zirvesi’nden yapılan açıklamada,
“AB birliğinin terörle mücadelede ABD’nin yanında olduğu,” açıklandı. Bu yaklaşımda başı
her zamanki gibi ABD’nin ana müttefiki Britanya çekti. Britanya Başbakanı, bin Ladin ve
Afganistan’a yönelik en sert açıklamaları yaptıktan sonra, saldırıya askeri desteği sonuna kadar vereceğini açıklayan ilk ülke oldu. Britanya’nın, bu hamlesiyle AB içerisindeki hegemonya çekişmesinde elini güçlendirmeye çalıştığını söylemek yanlış olmasa gerektir.
23
TERÖR TANIMI YOK
Ancak tüm bu olup bitenler ve alman kararlar, bir terör tanımı yapılması gereğini da beraberinde getiriyor. Ortak bir terör tanımına ulaşmadan içi boş bir terör kavramını düşman
ilan etmek ve ona yönelik yaptırım kararları almak birçok sorunu beraberinde getireceğe benziyor. Uzun yıllar siyasal nedenlerle ülke dışına çıkan yasadışı örgüt üyeleri değişik ülkelerde
kalma imkânı buldular. Dünyanın belirli bölgelerindeki gerilla eylemleri “özgürlük mücadelesi” olarak tanımlandı. Bu nedenle “terör” tanımının nasıl yapılacağı, BM’nin önünde ciddi bir
sorun olarak duruyor.
Bu noktadaki bizzat ABD ve bazı müttefiklerinin çifte standarda düşmekten nasıl kurtulacakları gerçekten ise bir merak konusu. Örneğin, binlerce insanın ölümüne neden olan ve şu
an savaş suçlusu olarak cezaevinde yatan Miloseviç’i savunmasını. Rusya nasıl açıklayacak?
Rusya, Miloseviç’in yargılanmasına karşı çıkmıştı. Onu korudu ve kolladı. Ya ABD? Ortadoğu’daki en önemli müttefiklerinden biri olan Suudi Arabistan’ın yıllardır radikal İslamcı örgütlere maddi yardım yaptığını bilmiyor mu? Suudiler, yurtdışındaki radikal Vahhabi hareketleri sürekli destekledi. Afgan Mücahitlerine parasal destek sağladı. Taliban’ı destekledi. Bosna’da savaşan Mücahitlere para verdi ve şimdi de orta Asya ve Afrika’daki Vahhabi hareketlerini destekliyor. Tüm bunlar bir yana Amerika’nın kendisi Taliban’ı yaratmadı mı? Bin Ladin’le ABD yönetimi madalyonun sadece iki yüzü değil mi?
TERÖR SADECE BİR ASAYİŞ SORUNU MU?
Ortak bir terör tanımının yapılmamasının yanı sıra, önümüzdeki sürecin karakterini belirleyecek diğer bir sorun da, terörün önlenmesinin sadece bir asayiş sorunu olarak ele alınma
ihtimali. Birtakım insanlar “terör geni” nedeniyle böyle kanlı saldırılarda bulunmuyorlarsa,
yapılanların bir başka açıklamasının olması gerekiyor. Güvenlikli bölgenin olmadığını gösteren son saldırılardan sonra ABD ve müttefiklerinin “Niçin teröristler var?” ve “ABD’den niçin bu kadar nefret ediyorlar?” sorularını sorması gerekiyor.
Dünya kamuoyunda bu saldırıların daha önce ABD’nin ve müttefiklerinin hayata geçirdiği siyasal, ekonomik ve askeri uygulamalardan bağımsız olmadığını düşünenlerin sayısı da
az değil. Ve bu pek haksız bir yargı gibi gözükmüyor. Ne yazık ki, her zaman olduğu gibi
şiddet şiddeti, terör terörü doğuruyor ve “uygarlar” kendi “barbarlarım” yaratıyor. Belki de
tam bu noktada Robert Fisk’in söylediklerini dikkate almak gerekiyor: “Bu savaş, bundan
sonra tüm dünyanın inanmasının isteneceği gibi demokrasinin teröre karşı savaşı değil. Bu
savaş aynı zamanda Filistinlilerin evlerini yıkan Amerikan füzeleri, 1996’da bir Lübnan ambulansına ateş açan Amerikan helikopterleri, Kana denen bir köye düşen Amerikan bombaları
ve Amerika’nın İsrailli müttefiki tarafından parası ödenip, üniformalandırılan, mülteci kamplarını basarak cinayetler ve tecavüzlerle ilerleyen Lübnanlı bir milis gücüyle de ilgili bir savaş...”
24
SAVAŞA KARŞI OLANLAR DA VAR
Sesleri cılız da çıksa dünyanın değişik yerlerinde savaşa karşı olan insanlar da seslerini
yükseltmeye çalıştı. Bu eylemler daha çok ABD, Yunanistan, İtalya, Hollanda ve İsviçre’de
görüldü. Savaş karşıtlarının ilk büyük protestosunun mekânı İtalya’nın Napoli kenti oldu.
Cenova’daki G8 protestolarına katılan küreselleşme karşıtlarının ve sol örgütlerin örgütlediği,
yaklaşık 30 bin kişinin katıldığı yürüyüşte, “Savaşa ve terörizme hayır” sloganları atıldı.
Savaş karşıtı gösterilerin önemli bir kısmı da Yunanistan’da yapıldı. Yunanistan Komünist Partisi’nin başını çektiği gösteriler Atina ve Selanik başta olmak üzere birçok bölgede
gerçekleştirildi.
İşin ilginç taraflarından birisi, halkının büyük çoğunluğu savaş isteyen ABD’de de savaş karşıtlarının seslerini duyurmalarıydı. 29-30 Eylül’de Washington başta olmak üzere çeşitli kentlerde düzenlenen protesto gösterilerine çok sayıda kişi katıldı. Burada eylemlerin
başını ise, NATO karşıtı eylemleriyle tanınan Uluslararası Eylem Merkezi ve çeşitli küreselleşme karşıtı gruplar çekti.
New York, Los Angeles, San Francisco ve Chicago kentleri de eylemlere sahne oldu.
Ispanya’nın Barselona kentinde ki yürüyüşte 70 örgütün “Savaşı durduralım” başlığı altında
örgütledikleri mitingde İspanya hükümetinin savaşa destek vermemesi istendi. Türkiye’de ise
çok küçük bir grubun yaptığı gösteri her zamanki gibi hemen gözaltıyla bitti.
ALTI
“YEŞİL KUŞAK” PROJESİ SONA ERDİ
Saldırıdan hemen sonra kafalarda tek bir soru vardı: “Şimdi ne olacak?” Ancak bu soruya doğru yanıt verebilmek için biraz geçmişe bakmakta fayda var. Geriye dönük kısa bir arşiv
taraması olanı ve olacakları kavramada, anlamlandırmada kolaylık sağlayabilir.
Geriye dönüp, bakılması gereken ilk nokta, ABD-Taliban ilişkisi ve “Yeşil Kuşak” projesi. Hatırlanacağı gibi ABD, Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgaline
karşı Pakistan’la birlikte bölgedeki İslamcı gruplan destekledi. Amaç, Sovyetler’in Hint Okyanusu’na inmesine engel olmaktı. Bunda da başarılı olundu. Bu süreçten Taliban çıktı. Ancak
şimdi durum çok farklı. O zaman Sovyetler’e karşı savaşan İslamcılar şimdi Amerika’ya karşı
savaşıyor. Radikal İslamcılar her geçen gün bölgedeki güçlerini arttırıyor. Hindistan’da Keşmir’in bağımsızlığı için savaşan İslamcı gruplar, Özbekistan’da İslamcı muhalefetin silahlı mücadeleye başlaması, Tacikistan’da İslamcı muhalefetin gücünü arttırması ABD’yi tedirgin etmeye başladı. Avrasya’nın radikal İslamcılardan temizlenmesi gerektiğini ve Taliban’ın bir hata
olduğunu anlayan Washington, Taliban’ı kontrol etme girişimlerine başladı. Kontrol girişimindeki müttefiki de Pakistan’dı, aynen Taliban’ı yaratma sürecinde olduğu gibi. O dönemin Pakistan Devlet Başkanı Nevaz Şerif, Keşmir’de desteklediği İslamcılardan uzak durmaya çalıştı.
Pakistan’daki radikal İslamcılara yönelik tutuklama kampanyası başlatıldı. 1999’un Mart ayında
25
İslamabad’da Taliban temsilcileri ile muhalif cephe temsilcileri barış görüşmeleri için masaya
oturtuldu. Amaç tüm grupların temsil edilecekleri bir hükümet yapısı oluşturmaktı. Ancak bu
görüşmelerden bir sonuç alınamadı. ABD, o tarihte de bin Ladin’i teslim etmeyen Taliban’ın
üslerini bombaladı. Washington yönetimi ambargo kararı alırken, Birleşmiş Milletler de Taliban’a 30 günlük düşünme süresi tanıdı. Sürenin dolmasına rağmen bin Ladin teslim edilmedi ve
14 Kasım 1999’da yaptırım kararı alındı. Bu karara göre, BM üyesi ülkeler Taliban yönetimine
ait uçakların inişine izin vermeyecek ve bu ülkeye uçak seferleri düzenlemeyecekti. Taliban’ın
yurtdışındaki kaynaklarına ve banka hesaplarına el konacaktı. O tarihlerde Fransızların önemli
yayın organlarından Le Monde Diplomatique’nin yorumu bugün olacaklara işaret ediyor sanki.
Yorumda, “Taliban ve Amerika arasında yapılan bir dizi gizli görüşmeler sonrasında Taliban’ın,
Usame bin Ladin’den desteğini çekmesi karşılığında Amerika’dan yardım alacağı, tersi durumda ise cezalandırılacağı” yazıyordu. Bugün olanları, o tarihte “akıllanmayan” Taliban’ın cezalandırılması ve bölgenin “yeşil kuşak”tan temizlenmesi olarak görebiliriz.
ABD’nin 12 Ekim 1999’da Pakistan’daki darbeye yaklaşımı da bugün yaşananlara ışık
tutacak yaklaşımlar gösterdi. Genelkurmay Başkanı Perviz Müşerrefin liberal Başbakan
Nevaz Şerifi bir askeri darbeyle devirmesinden sonra bütün dünya Pakistan’da bölgedeki İslamcı hareketleri destekleyecek yeni bir Ziya-ül Hak döneminin başladığını düşündü. Avrupa
Birliği, Pakistan’ı kınadı ve ilişkileri asgariye indirme kararı aldı. İngiliz Milletler Topluluğu
Pakistan’ın üyeliğini askıya aldı. Japonya kredi musluklarını kesti. ABD ise hemen tavır almadı. İslamabad Büyükelçisi, Müşerrefle görüştükten sonra da rahatladı. Çünkü radikal İslamcı olmadığı ortaya çıkan Müşerref, Hindistan’la ilişkilerin yumuşatılmasından Taliban’a
desteğin çekilmesine kadar ABD’nin bölgede yapmayı düşündüğü “yeni düzenleme”ye uygun
davranacağı güvencesini verdi. Müşerref de böylelikle yeni yönetimi “meşrulaştırdı”.
Saldırıdan önce ABD’nin durumuyla ilgili yapılan tespitlerden bir tanesi de,
Washington’un uzun zamandır Soğuk Savaş sonrası hegemonyasını dayandırdığı paradigmaların sarsıntı geçirdiğiydi.
Bu yaklaşıma göre, eskiden komünizme karşı “hür dünya”nın lideri olan Amerika’nın,
komünizmin çökmesinden sonra liderlik misyonunda kan kaybı başladı. ABD, hem kendi
halkına hem de müttefiklerine Doğu Bloku’nun çökmesinden sonra bir baş düşman gösteremiyordu. Yani bir “düşmansızlık krizi” başlamıştı. “Düşman”ın olmadığı yerde de ABD’nin
en azından askeri liderliği tartışılma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Avrupa ülkelerinin,
ABD’nin tamamen kontrolünün dışında olmasa da kendi arasında bir birliğe gitmesi ve son
olarak “Avrupa Ordusu” projesini ortaya atması bu tehlikenin en somut örneklerindendi. Japonya ve Çin giderek bölgesel bir güç olmaya başlamıştı..
2000’li yılların sonunda durgunluğa giren küreselleşen dünya ekonomisi ise, Asya krizi
sonrası bu durgunluktan çıkamadı. Durgunluk ABD’den başlayarak her tarafa belirli oranlarda
yayıldı. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi uzun zamandır hemen hemen hiç muhalefetle karşılaşmayan Yeni Dünya Düzeni’ne karşı, hızla yükselen bir küresel muhalefet dalgası geliyordu. Seattle’da başlayan muhalefet Cenova’da ivmesini arttırmıştı.
26
İşte, saldırı tam da bu koşullarda gerçekleşti. Saldırı sayesinde ABD, müttefiklerine aslında uzun zamandır anlatmaya çalıştığı baş düşmanı somut olarak gösterme imkânına kavuştu. Bu düşman daha önce de söylediğimiz gibi artık “global terör”. Kissinger saldırıdan sonra,
“Terör, müttefiklerin artık ortak bir düşman kaldı mı tartışmasına bir son verdi...” derken bu
gerçeğin altını çiziyordu.
“Şimdi ne olacak?” sorusuna ABD, işte bu koşullarda cevap verdi. ABD, ortaya çıkan
veya çıkartılan bu ortamda liderliğini pekiştirme “fırsatı”na (ABD’nin terörü bir fırsat olarak
kullanmasından ziyade birçok dinamiğin iç içe geçmesi söz konusu) dört elle sarıldı. Yeryüzüne “ilahi adalet” getirmek için hemen harekete geçti.
Ve Bush tüm dünyaya seslendi: “Savaş ilan edildi ve dünyayı liderliğimiz altında zafere
ulaştıracağız..”
Bush’un bu sözleri, saldırıdan sonra ABD’nin dünya jandarmalığı misyonunu azaltıp
kendi güvenliğine önem vereceğini, bir tür izolasyon, yani içe kapanma politikası izleyeceğini
düşünenlerin yanıldıklarını gösterdi. Bu aşamadan sonraki soru ise, “ABD liderlik misyonunu
nasıl sürdürecek?” oluyor, artık “Şahin” Kissinger ve onun gibi düşünenler, ABD’nin hemen
harekete geçerek taş taş üstünde bırakmamasını istiyorlardı. Hatta Amerikan kamuoyundaki
öfke, saldırının hemen sonrasında Afganistan’ın bombalanacağını düşünenlerin sayısını arttırıyordu. Böyle düşünenlere göre Amerikan uçak gemilerinden kalkan uçaklar Afgan topraklarını bombalayacak, ardından Ladin’in yeri belirlenecek, bir birlik Ladin’i alıp dışarı çıkacaktı.
Yani bu kısa ve hızlı bir savaş olacaktı. Bush’un ilk açıklamaları, Taliban’a bin Ladin’i vermesi için üç gün süre tanıması bu yaklaşımı doğrular gibi gözüküyordu.
Ancak geçen günler bu işin hiç de kolay olmadığını ABD yönetimine gösterdi. Nitekim
ilk şok atlatıldıktan sonra ABD basınında itidal tavsiye eden yazılar çıkmaya başladı: 15 Eylül
tarihli Washington Post gazetesindeki bir yazı ABD’nin stratejisinin, Körfez Savaşı’nda olduğu gibi ortak ve açık hedefleri olan geniş bir ülkeler koalisyonunu kapsaması gerektiğini söylüyordu. Yazıda, gerçek çözümün bin Ladin’in karargâhının bombalanmasından daha çok
Afganistan’ı istikrara kavuşturan ve teröristleri bertaraf ederken halkı kurtaran bir formülde
yattığının altı çizildi. Aynı gazetenin 17 Eylül tarihli sayısındaki bir başka yazı da ise, Ortadoğu’daki ülkelerin bir kısmının laik hükümetlerce yönetiliyor olmasına ve güvenlik açısından ABD’ye tabii olmalarına dikkat çekiliyor ve şöyle deniyordu: “Saldırıların şoku, Bush
yönetimine diğer ülkelerle terörizme karşı vazgeçilmez bir ortaklık yaratma şansı verdi. Ortalama Arap vatandaşlarının pek çoğu bile New York’taki saldırıdan sonra şoka uğramış durumda. Ülkelerini yönetmek isteyen aşırı dinci gruplardan korkuyor ve onları anlamıyorlar.”
ABD yönetimi de kısa süre sonra “savaş hali” durumunda kontrollü olması gerektiğini anladı. ABD hemen gireceği bir savaşta radikal İslamcıların güçlenmesi durumunda Ortadoğu’daki
tüm “müttefikleri”nin domino taşları gibi hızla altüst olabileceğini, erken bir karar sonucu, daha
önce Vietnam’da gördüğünü aratmayacak bir savaşla karşı karşıya kalacağını gördü. Bunun üzerine bir yandan dünya kamuoyunu ve müttefiklerini ikna edecek “kanıt bulma” sürecine, diğer
yandan ana müttefiki İngiltere’yle birlikte bölgede ittifak oluşturma çabalarına girişti..
27
ABD VE BRİTANYA İKNA TURUNDA
ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, bölgedeki belli başlı Arap ülkelerini gezdi,
destek ve üs istedi. Daha sonra İngiltere Başbakanı Tony Blair, ön cephe ülkeleriyle safları
güçlendirmek için jet hızıyla bölgeyi turladı. Ancak Arap ülkelerinden net bir karşı çıkış olmamasına rağmen, açık bir askeri destek de gelmedi.
MISIR VE SUUDİ ARABİSTAN’DAN DESTEK GELMEDİ
ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiki Suudi Arabistan üsleri açmadı. Suudi Arabistan’ın Londra Büyükelçisi Gazi El Gosaybi, saldırıda Suudi Arabistan yerine Türkiye ile eski
Sovyet cumhuriyetlerinin üs olarak kullanılmasının daha uygun olduğunu söyledi. Gosaybi,
ülkesinin Afganistan’da yoksullaşmış Müslümanlara yönelik bir bombardımana doğrudan
karışamayacağım, saldırıda üslerinin kullanılması halinde Suudi Arabistan’ın İslami bağ ve
olası binlerce masum kurban nedeniyle zor durumda kalacağını belirtti. Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Suud el Faysal ise Washington’ı ziyareti sırasında, “Suriye gibi bir Arap
ülkesinin de hedef alınabileceği bir harekâtı onaylamıyoruz,” diyerek, ABD yönetiminin “teröristler ve onlara kucak açan ülkeler” hedefinin Ortadoğu açısından öyle kolayca benimsenecek bir hedef olmadığını ortaya koydu. Körfez Savaşı’nda ABD’ye üslerini açmasını takiben
ülke içi muhalefetten ağzı yanan Riyad, bir kez daha benzeri, hatta Suriye, Libya, İran gibi
ABD’nin “teröre destek verenler” listesinde yer alan bölge ülkelerini kapsayacak denli genişleyebileceği ima edilen ikinci bir maceraya gönülsüzdü.
Ancak Taliban’ı tanıyan üç ülkeden birisi olan Suudi Arabistan, Taliban’la diplomatik
ilişkilerini kesmesinin ardından tutumunu sertleştirdi ve Taliban’ın diplomatlarının ülkeyi 48
saat içinde terk etmesini istedi.
Gerek bin Ladin Suudi vatandaşı olması (ABD’nin baskısı üzerine 1995’te vatandaşlıktan çıkarılmış olsa da) gerek FBI’ın “hava korsanları” listesindeki 19 kişiden bazılarının Suudi Arabistan’daki ABD diplomatik temsilciliklerinden aldıkları vizelerle ülkeye girdiklerini
saptaması, Washington’m Riyad üzerindeki baskısını arttırdı. ABD Başkanı Bush’un açıkladığı 27 maddelik “mali kıskaca alınacak terörist kişi ve kurumlar” konusunda Riyad’m harekete geçmediği yönünde ABD basınında çıkan iddialar, ABD Hazine Bakanlığı’nın 12
Ekim’de açıkladığı ikinci listede Suudi işadamlarının da yer alması ABD-Suudi Arabistan
ilişkilerini gerginleştirdi.
Mısır ise ABD’den sorumluların cezalandırılması için kanıt göstermesi ve uluslararası
konsensüs oluşturması gerektiğini iletti. Washinton’da ABD’li meslektaşı Colin Powell’la görüşen Mısır Dışişleri Bakanı Ahmed Mahir, “ABD’nin yaklaşımının bir dava temelinde olacağına
inanıyorum,” dedi. Mahir, uluslararası terörizmle mücadele konferansı da önerdi. ABD, Mahir’in temaslarını “Mısır’dan destek” diye yorumladı. Ama Mısır lideri Hüsnü Mübarek, “Teröre sürekli çözüm Ortadoğu’da barışla sağlanır,” uyarısını yineleyip, “ABD’nin savaşa koyulmadan yapması gereken çok ev ödevi olduğu”nu belirtti. Arap Birliği Başkanı Amr Musa da,
“Araplar harekâtta yer almayacak. En iyi çözüm Ladin’in yargılanmasıdır,” dedi.
28
İRAN, TATLI SERT
İran’ın saldırıdan sonraki politikası kafa karıştırdı. Saldırıdan hemen sonra Tahran sokakları kurbanların anısına yakılan mumlarla aydınlandı. Çok sayıda İranlı masum insanların
öldürülmüş olmasının acısını paylaştı. Bu hızlı ve kitlesel reaksiyonun arkasından ABD’ye
İran hükümetinin yolladığı başsağlığı mesajı geldi. Ancak ilk günkü bu gelişmelerden sonra
İran sertleşmeye başladı. Dini lider Ali Hamaney, Amerika’nın Afganistan’a saldırısına destek vermeyecekleri söyledi ve “ABD’yi samimiyetsiz ve beceriksiz” olarak niteledi.
Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi ise, dini lider Hamaney’in tersine yumuşak mesajların temsilcisi oldu, Hatemi, terörle mücadele amacıyla İslami ülkelerin de yer alacağı cepheyi kuracak formül arayışına girdiğini duyurdu. ABD misillemesinin uygarlıklar çatışması
çıkarabileceği uyarısında bulunan Hatemi, BM inisiyatifinde terörle mücadeleyi desteklediklerini ve Taliban’ın devrilmesini istediklerini iletti.
Yakın zamana kadar Hatemi önderliğindeki reform cephesi ile sertlik yanlısı Hamaney
arasında arabuluculuk görevi için en uygun isim olarak görülen Ayetullah Haşimi Rafsancani
ise, “Görüş ayrılıklarına rağmen ABD ve İran aynı saftadır,” dedi.
Bu açıklamalar İran’ın içindeki muhafazakârlarla reformcular arasındaki çatışmanın
ABD’ye destek konusunda da ortaya çıktığını gösteriyor. Reformcu Cumhurbaşkanı
Hatemi’nin sorunu daha ılımlı yaklaşmaktan yana olduğu görülüyor. Veya başka bir ifadeyle,
İran bir yandan işbirliği konusunda Amerika’ya göz kırparken, içerdeki sertlik yanlılarını tatmine yönelik muhalefetini de sürdürüyor. ABD ve İngiltere’nin de şimdilik bunu olumlu değerlendirdiği görülmekte. 1979 İslam Devrimi’nden sonra Tahran’a giden ilk İngiltere Dışişleri Bakanı olan Jack Straw, ABD’nin terör listesinde yer alan İran’ın terörle mücadelede öneli bir rol oynayabileceğini belirterek, “Bu bir medeniyetler koalisyonudur. İran’daki medeniyet de çok, çok köklüdür,” diyerek bu yaklaşımın mesajlarını verdi.
İran’ın burada çelişkili gibi gözüken siyasal yaklaşımının aslında ülkenin çok katmanlı
yapısıyla ilişkili. İran, kendi içinde reformcular ve sertlik yanlıları arasında bir mücadeleye
sahne oluyor uzun zamandır.
Reformcular bu süreci ABD’yle yakınlaşmada bir fırsat olarak görüyorlar. ABD ve
müttefikleriyle işbirliği sayesinde ticari ambargoların kalkacağını umuyorlar. Türkmen ve
Azeri doğalgazını Batı pazarlarına veya Körfez’e taşıyacak boru hatlarına ev sahipliği yapmayı düşlüyorlar. Sünni Taliban’ın Afganistan’daki varlığından son derece rahatsızlar. Taliban’ın Mezar-ı Şerifi aldığında kentte bulunan İranlı diplomatları öldürmesi de henüz unutulmuş değil. Ayrıca, İran’ın Afganistan’da Taliban’a karşı savaşan Şii Hazaraları desteklediği
biliniyor.
Ancak İran’ın çıkmazları da var. ABD’nin Taliban bile olsa Müslümanları bombalamasına ses çıkarmamayı halkına anlatması zor. Sertlik yanlıları ülkede hâlâ çok güçlü. Yıllardır
“büyük şeytan” diye nitelendirdiği ABD’nin yanında açıkça yer alması sertlik yanlılarının
infialine neden olabilir. Uzun vadede Afganistan’da ABD’ye yakın bir rejimin kurulması da
29
İran’ı şiddetle rahatsız etmekte. Ayrıca, İran’ın uzun yıllardır desteklediği Hizbullah, İslami
Cihad, Hamas gibi örgütleri ABD terörist örgütler listesine aldı. İran ise buna şiddetle karşı.
Bu örgütlere yönelik olası bir operasyon ihtimalinden de rahatsız. Bu noktalar arasındaki gerilimler ve dengelere göre İran’ın bu süreçteki politikasının da gelgitler yaşayacağı gözüküyor.
PAKİSTAN BIÇAK SIRTINDA
Operasyon için bölgedeki güçler açısından önemli olan diğer iki ülke ise Hindistan ve
Pakistan’dı. Bush, Hindistan’a yönelik tüm askeri ve ekonomik kısıntıları kaldırdı. Pakistan’ın, ABD şirketlerinden askeri uçak almasını yasaklayan ekonomik yaptırımları askıya
aldı. Oysa ABD, nükleer deneme yarışma girdikleri gerekçesiyle bu iki ülkeye yaptırım uyguluyordu. ABD ve Britanya’ya en kritik desteği veren ülke Pakistan oldu. Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref, ABD yönetimini destekleyeceğini ilan etti. Ancak Pakistan yönetimi
bu kararıyla iki arada kaldı: Bir yanda aslında istese de karşı koyamayacağı ABD, diğer yanda
ise ülkede çok güçlü olan İslamcı akım.
Nitekim destek sözünden sonra başlayan ABD ve hükümeti protesto eden gösteriler,
bombardımanın başlamasıyla binlerce kişinin katıldığı mitinglere dönüştü. 35 İslamcı partiyi
birleştiren Pakistan ve Afganistan Savunma Konseyi’nin önderlik ettiği gösteriler Kuetta kentinde çığırından çıktı. UNICEF binasının yanı sıra iki sinema, birkaç dükkân ile bir bankayı
ateşe veren ve BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin camlarını kıran göstericiler ile polis
arasındaki çatışmada bir kişi öldü, 26 kişi yaralandı. Pakistan’ın Peşaver, İslamabad,
Ravalpindi, Lahor ve Karaçi kentlerindeki gösterilere de polisin müdahalesi sert oldu. Çok
sayıda kişi yaralandı. Bu arada ev hapsine alman Taliban yanlısı Cemaat-ı Ulemayı İslami
lideri Molla Fazlur Rahman serbest bırakıldı. Daha sonra tekrar üç aylığına ev hapsine alınan
Fazlur Rahman, serbest bırakıldığı gün yaptığı bir konuşmada, Pakistan halkını ABD’ye açılan üsleri işgale davet ettiği için “vatan haini” ilan edildi. Pakistan Devlet Başkanı Pervez
Müşerref ise, harekâtın kısa tutulması çağrısında bulundu. Kendisine karşı bir darbeden korkan Müşerref, ordunun üst düzey yönetiminde değişiklik yaparak Taliban’ın kuruluşuna büyük rol oynayan İstihbarat Teşkilatı Başkanı General Mahmud Ahmed, 1999 yılında yaptığı
darbe sırasında kendisine yardımcı olan General Muhammed Azil Flan ve General Muzaffer
Hüseyin Osmani’yi görevlerinden aldı ve başka görevlere atadı. Bu iki general İslamcı gruplara yakın görüşleriyle Keşmir’de Hindistan hükümetiyle çatışma halindeki Hareket-ül Mücahidin’e destekleriyle tanınıyordu.
Pakistan’da hava giderek gerilirken, Avrupa Birliği ülkeleri ve ABD’nin ardından Türkiye de bu ülkedeki vatandaşlarını geri çağırdı.
Nitekim ABD de Pakistan’daki bu kırılgan siyasi yapının farkında ve bu nedenle bombalamanın başlamasından üç gün önce ABD Dışişleri Bakanlığı’nın iki numarası Richard
Armitage, Pakistan üslerini mümkün olduğu kadar az kullanmak istediklerini söyledi.
Armitage, “Pakistan’ın kırılgan bir siyasi yapıya sahip olduğunun farkındayız ve ihtiyacımız
olan şeyin fazlasını isteyerek Pakistan’a ek yük getirmek istemiyoruz,” dedi.
30
ClA’nm eski Ulusal Haber Alma Konseyi Başkan Yardımcısı, Graham E. Fuller da, 20
Eylül tarihli Los Angeles Times’da yazısıyla ABD hükümetini uyardı. Fuller, “Bölgede en zor
durumda olan Pakistan. Doğusunda güçlü Hindistan olan İslamabad, Batı’da stratejik bir derinliğe gerek duyuyor. Taliban’ın iktidara gelmesine yardımcı oldu, böylece Afganistan’da
düzenin dost güçler tarafından sağlanmasını istedi. Afganistan’ın çelişkilerin merkezi olması
boşuna değil... Buradaki büyük ironi şu: ABD’nin bin Ladin’i ele geçirme süreci, Pakistan’ın
köktendincilerin kontrolü altına girmesine yol açabilir..”
ÖDÜLÜ EKONOMİK
Pakistan’ın ABD’yi desteklemesinin en önemli nedeni tecrit olmamak tabii ki.
Eski Başbakan Benazir Butto liderliğindeki Pakistan Halk Partisi ile devrik Başbakan
Nevaz Şerif liderliğinde Pakistan Müslümanlar Birliği de, ülkelerinin terörizmle uluslararası
mücadeleyi desteklemekten başka şansı olmadığını, aksi takdirde tecrit edileceklerini açıkladı
zaten. Ayrıca ABD bu desteği ekonomik yardımla ödüllendirdi. Washington, Pakistan’a
1998’deki nükleer denemelerden ve 1999’daki darbeden sonra uygulamaya başladığı yaptırımları kaldırdı. İslamabad’ın 37 milyar dolarlık dış borç yükünü hafifletmek için de harekete
geçti. ABD, Britanya, AB, IMF, Asya Kalkınma Bankası, Dünya Bankası ve Japon hükümetiyle görüşerek, Pakistan’ın borç geri ödemelerinin yeniden düzenlemesini istedi. IMF’den
596 milyon dolarlık kredisinin son diliminin bu ülkeye teslim edilmesini de isteyen ABD,
birkaç milyar dolarlık düşük faizli kredinin de bir an önce çıkartılması için bastırdı.
RUSYA’NIN BEKLENMEDİK ATAĞI
Bu süreçte Rusya’nın tavrı birçok kişiyi şaşırttı. Çünkü Rusya’nın, bölgedeki kontrolünün azalacağı düşüncesiyle ABD’nin yapacağı girişimlere karşı koyacağı, ayak direyeceği
düşünülüyordu. Ancak gelişmeler bunun tam tersi istikamette oldu. Rusya Devlet Başkanı
Vladimir Putin, şu ana kadar 11 Eylül krizinden en “kârlı” çıkacak ülke başkanı gibi gözüküyor. Atak davranan Putin, saldırıdan yaklaşık on gün sonra ABD’ye uluslararası terörle mücadelede destek için beş maddelik bir plan açıkladı. Putin, Rusya televizyonundan halka yaptığı
konuşmada beş maddelik planını şöyle açıkladı:
“1- Rusya ve ABD istihbarat birimleri arasında sıkı temas kurulacak.
2- Afganistan operasyonu sırasında insani yardım taşıyan uçaklara hava koridoru sağlanacak. Açık hava sahası askeri uçakları kapsamayacak. Operasyonun gidişine göre bu konuda
ek kararlar alınabilir.
3- İnsani yardım amaçlı açık hava sahası Rusya’nın müttefiki sayılan Orta Asya cumhuriyetleriyle koordinasyon içerisinde açılacak.
4- İlgili bölgede gerçekleştirilecek arama ve kurtarma operasyonlarına Rusya katılmaya
hazır olduğunu bildirir.
5- Kuzey ittifakı, Rabbani yönetimi Rusya tarafından Afganistan’da resmi iktidar sayıl-
31
dığı için, bu güçlere askeri ve siyasi destek sürdürülecek.”
Putin, daha sonra önce Almanya’ya gitti. Ardından Brüksel’de AB-Rusya Zirvesi’ne katıldı. Bu gezi kapsamında NATO Genel Sekreteri Robertson’la da bir görüşme yaptı. Görüşme sonrasında Robertson, “NATO, Rusya’yla ilişkisinin niteliğini değiştirmeye hazırlanıyor
ve Rusya da buna hazır,” açıklamasın yaptı. Putin ise “NATO üyesi olmasak da ‘gizli gündemler’in bilgisine sahip olacak kadar yakınız” türü bir açıklamayla “yakınlaşma”yı onaylamış oldu. Yakınlaşma vurguları beyandan ibaret kalmadı; Rusya, bir dağ tümenini Tacikistan
sınırına göndererek ABD ve İngiltere’den sonra bölgeye asker sevk eden ilk ülke oldu. Hava
sahasını müttefik uçaklarına açtı. Özbekistan ve Kırgızistan’daki askeri üslerinin kullanılması
için aktif çaba harcadı. Çok iyi bildiği bölge hakkında ciddi istihbarat aktarımı yaptı.
Peki, Putin, bunları niçin yaptı? Rusya’nın tüm bunları yaparken ABD’yle yürüttüğü
pazarlıkta ilk isteğinin Çeçenya meselesinde kendisine fazla müdahale edilmemesini olduğu
biliniyor. Rusya, bu “terör ortamında” arka bahçesindeki Çeçenya sorununu bitirmek istiyor.
Zaten Putin görüşmelerinden hemen sonra, “Kuzey Kafkasya’da ellerine silah alanlarla,
ABD’ye saldın yapanlar arasında bağlantı var. Biz bunu tespit ettik,” dedi ve AB ile NATO’dan terörist örgütler listesine Çeçenlerin de alınmasını talep etti. Ancak Rusya ve Putin’in
“kârlılığı” bunla sınırlı kalmayacak.
Putin’in elde ettikleri şöyle sıralanabilir:
1- AB ve NATO, Çeçenya sorununu yeniden gözden geçirecek ve Çeçenlerin “teröristler” listesine yer alınması konusunu inceleyecek. Ancak Rusya’dan kanıt göstermesi istendi ki
bu da zor olmasa gerek!..
2- Rusya batıyı ülkeye enerji alanında yatırım yapmaya çağırdı. AB, güvenliğin sağlanması halinde bu çağrıya sıcak baktığını mesajını verdi.
3- 2003 yılından önce AB-Rusya arasında ortak ekonomik alan oluşturulacak.
4- Rusya’nın NATO’yla daha da yakınlaşması için yeni formül arayışı içine girilecek.
Bu, aynı zamanda ABD’nin de arzusu.
5- AB’yle her ay düzenli olarak savunma ve siyasal komite toplantıları yapılacak. Uzmanların katılacağı bu toplantılar sonunda Rusya-AB ilişkileri canlandırılacak.
Moskova açışından tek risk, ABD’nin hemen arka bahçesinde konuşlanması gibi gözüküyor. Ancak Moskova, kendi acı deneyimleri nedeniyle ABD’nin Afganistan’a başarılı olamayacağını düşünüyor olabilir. Bu da onları rahatlatan bir duygu olsa gerek.
Özbekistan Devlet Başkanı İslam Kerimov da, Rumsfeld’e bir hava üssünü nakliye
uçakları, helikopterler, arama-kurtarma çerçevesinde birliklerin kullanımına açtı. Kerimov,
özel kuvvetlerin ülkesine konuşlanmasına izin vermediğini açıklasa da, ABD basınına göre,
bu sadece “harekâtın gizliliği” adına çekilen bir perde. Washington’la Taşkent’in bin Ladin ve
Taliban’a karşı işbirliği 1998’e dek uzanıyor. 1998’de ABD’nin Kenya ve Tanzanya büyükelçiliklerinin bombalanmasının ardından, bu eylemlerin faturasını bin Ladin’e kesen Clinton
32
yönetimi CIA’ya gizli operasyonlar düzenleyerek bin Ladin’i yakalama yetkisi vermişti. Bu
dönemde Özbekistan’la özellikle istihbarat paylaşımı ve özel operasyonlar alanında ilişkilerin
derinleştiğini söyleyen Pentagon kaynaklan, Afganistan’a yönelik kara harekâtında Taşkent’in
özel bir rolü olacağını ima ediyor.
Almanya ve Japonya’nın da bölgede güç olma isteğinin dışında, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan dışarıya asker gönderme yasağını delmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Bu
iki devlet de Amerika’nın operasyonuna destek vererek parlamentolarından asker gönderme
kararı çıkarttılar. Çünkü asker göndererek bu yasağı artık geçersiz kılarız diye düşünüyorlar.
FİLİSTİN SORUNU KİLİT ÖNEMDE
ABD’nin bölgedeki değişmez müttefiki İsrail ise, bu uluslararası ittifaktan dışlandı.
ABD ve Britanya o coğrafyadaki Müslüman devletlerin en azından bir kısmını yanma almak
isterken İsrail’le hareket etmesinin büyük handikap olacağının farkında. Ayrıca operasyonun
ilerleyen aşamalarında, “istikrarlaştırma”ya çalıştığı bölgenin daha da istikrarsızlaşmaması,
İslamcı muhalefetin çığırından çıkmaması için Filistin sorununu çözme yoluna gidebileceğinin sinyallerini verdi. Gelişmelere dâhil olmaya çalışan Şaron yönetimi ise, ABD baskısıyla
Filistinlilerle ateşkese yanaşırken, bölge barışı için anahtarı elinde tuttuğunu hissettirmek istedi. Ancak Britanya Dışişleri Bakanı Jack Straw’un, ABD’ye yönelik saldırının ardında Filistin sorununun çözümlenmemiş olmasına yönelik öfkenin büyük rolü olduğu sözleri İsrail’i
kızdırdı. Bush’un “Filistin devleti kurulacaktır,” açıklamasına, “Biz İkinci Dünya Savaşı’nda
Hitler’e feda edilen Çekoslovakya’nın yerine konmak istemiyoruz,” diye tepki gösteren
Şaron, Washington’m sert çıkışlarıyla geri adım atsa da, görünüşe bakılırsa Filistin’le tekrar
masaya oturmayı pek düşünmüyor.
11 Eylül saldırılarının hemen ertesinde, Filistin topraklarında yaşanan çatışmanın salt
bir “terör” sorunu olarak algılanması için bastıran Şaron, 17 Ekim’de Turizm Bakanı
Rehavem Zeevi’nin, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin düzenlediği bir suikastla öldürülmesiyle bir bakıma aradığı bahaneyi buldu. Zeevi’nin katillerinin bir an önce teslim edilmesini,
aksi takdirde Filistin Yönetimi’nin “terörist” ilan edileceğini açıklayan Şaron’un, “şahin” çizgisinden taviz vermeye hiç niyeti yok.
ABD’nin baş düşmanı bin Ladin’in, Afganistan’a yönelik harekâtın başladığı gece El
Cezire’de banttan yayımlanan konuşmasında sarf ettiği “Filistin’e barış gelene dek ABD huzur yüzü görmeyecek” sözleri ise, âdeta iki ayrı bölgede sürdürülen iki ayrı savaşın kaynaşma
noktasına işaret ediyordu.
İTTİFAK KURULDU
Sonuç olarak bir çıkar ittifakı kuruldu. Bu çıkar ittifakında ABD ve İngiltere’nin yanı
sıra Pakistan, Hindistan, Rusya, Çin, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan, Türkiye, Avrupa
ülkeleri ve hatta uluslararası terörle mücadeleye destek vermek düzeyinde İran ilk rolleri kaptı. Afganistan topaklarında Taliban’la muhalefet eden Kuzey İttifakı güçlendirildi. ABD’nin
33
İkiz Kuleler’e saldırılmasından sonra el üstünde tuttuğu Kuzey İttifakı’nın da kimlerden oluştuğuna bakmakta fayda var: Afganistan’da Taliban’a karşı savaşan ve sürekli toprak kaybeden
Kuzey İttifakı, İran ve Rusya’nın pek güçlü olmayan askeri desteğiyle ayakta duruyor. Kuzey
İttifakı’nın siyasal liderliğini Tacik asıllı devrik Devlet Başkanı Burhaneddin Rabbani yürütüyor. Tacik komutan Ahmed Şah Mesud’un İkiz Kuleler’e saldırıdan iki gün önce suikasta kurban gitmesinin ardından askeri planda Özbek General Raşid Dostum ön plana çıkmaya başladı.
ABD’NİN DIŞ POLİTİKASI DEĞİŞİYOR
Yeni gelişmelerle birlikte ABD’nin dış politikasında da büyük değişiklikler yaşanıyor.
Yeni düzenleme, yeni müttefikler ve dengeler gerektiriyor çünkü. Bu değişikliğin belki de en
önemlisi Çin’e yaklaşım oldu. ABD, birdenbire Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne girmesinin
önünü açtı. İki ülke arasında istihbarat paylaşımı yapılıyor. Çin’in Tibet, Tayvan ve Uygur
Türkleriyle olan sorununu bildiği gibi halletmesine de ses çıkarılmayacak gibi. Oysa Çin, yakın zamana kadar ABD’nin gelecekteki en önemli rakibi görülüyordu.
Diğer önemli değişiklik Ortadoğu politikasında olacağa benziyor. ABD’nin Ortadoğu’ya barış gelmeden, Filistin sorunu çözülmeden Avrasya ve Kafkaslar’daki yeni düzenlemeyi yapmasının mümkün olmadığı anlaşılmış gibi. Çünkü ABD Başkanı Bush, ilk kez bir
Filistin devletinden yana olduğu açıkladı. Aynı yaklaşımı İngiltere de gösterdi. Saldırının hemen arkasından hızlı bir manevrayla Hindistan ve Pakistan’a nükleer deneme yaptıkları için
1988’den beri uyguladığı yaptırımlara son verdi. Rusya ile Çeçenya konusunda anlaştı.
Çeçenya sorunu bundan sonra büyük olasılıkla bir terörizm sorunu olarak değerlendirilecek.
ABD ayrıca “terörist ülke” ilan ettiği İran’la yakınlaşmaya çalışıyor.
ABD, bundan sonra müttefik ülkeleri demokrasi ve insan hakları konusunda da fazla sıkıştırmayacak. Amerikalı dış politika kuramcısı Robert D. Kaplan’m şu sözleri bu yaklaşımı
çarpıcı şekilde ortaya koyuyor: “Demokrasi anlayışımız da ciddi, gerçekçi bir değişimden
geçmeli. Pakistan, Mısır ve Tunus gibi ülkelerin demokratikleşmesini talep edeceğimize, bize
yeni mücadelemizde yardım etmeleri için tehlikesiz diktatörlüklere ve karma rejimlerin farklı
türlerine daha hoşgörüyle yaklaşmalıyız. Bunda ahlakdışı ya da ikiyüzlü bir şey yok. Uzun
dönemde Amerikalılar kendilerini güvende hissettikleri sürece dünya daha iyi bir yer olur.”
VE ABD VURDU
ABD ve Britanya 7 Ekim’de Afganistan’ı vurdu. Başkan Bush, harekâtın uzun süreceğini tekrar açıkladı. İkinci ve üçüncü günlerde özellikle akşam saatlerinde başlayan bombalama neredeyse rutine bağlandı. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, “Terör ağını yok
edinceye kadar durmak yok,” diye konuştu. Bu sözlere ek olarak Britanya Dışişleri Bakanı
Jack Straw’un da harekâtın haftalar sürebileceğini belirterek, “Bu daha başlangıç,” ifadesini
kullanması, yeni bin yılın ilk savaşının kolay kolay bitmeyeceğinin işareti oldu. ABD ve Britanya’nın Taliban rejimine yönelik harekâtıyla eşzamanlı olarak, muhalif Kuzey İttifakı da
başkent Kabil’in kuzeyine taarruz başlattı.
34
Askeri harekât, ABD’de tam bir milli birlik bütünlük duygularıyla destek buldu.
ABD’lilerin milliyetçilik duygusu bombalamayla birlikte yükseldi. Bush’un harekâtın başladığını bildiren konuşması da pek çok futbol ve beyzbol stadyumunda tezahüratlarla karşılandı.
Kendileriyle röportaj yapılan bazı ünlü sporcular da mutlu olduklarını söylediler. Televizyonlarda çıkarılan bazı Vietnam gazileri, mümkün olsa Afganistan’a gitmek isteyeceklerini ifade
ettiler. The Washington Post ve ABC News’un anketine göre halkın yüzde 94’ü harekâta destek çıktı. Araştırmanın en şaşırtıcı sonucu ise halkın yüzde 65’inin Afgan siviller ölse bile
harekâtın sürmesi gerektiğini söylemesi oldu. Halkın yüzde 80’inin ise, ABD’li askerlerin de
ölüm riskinin daha fazla olacağı kara operasyonunu destekledikleri görüldü. Siyasal gözlemciler bu oranları, bu kayıtsızlığı savaşın uzaması durumunda bile ABD yönetimine yönelik bir
muhalefetin olmayacağı şeklinde yorumladılar. Tüm bu olanların en trajik yönü galiba bombalamaya katılan pilotlardan birisinin söyledikleriydi. Bir Bl’de bombaları hedefe göndermekten sorumlu olan Vinn, “Çok gururluyum. Tıpkı Superbowl’da futbol oynuyormuşum gibi,”
dedi. Amerikan halkı bombalamaya destek verirken, hava saldırısının ikinci haftasında ölen
sivil sayısının 200’e yaklaştığı Batı basınında yer aldı.
ASIL SORUN DAHA SONRA BAŞLAYACAK
ABD, 7 Ekim’de başlayan bombalama aralıklarla devam ederken kara harekâtı için hazırlıklar tüm hızıyla sürdürdü. Ancak ABD’nin ve müttefiklerinin işi hiç kolay değil. İslam
dünyasındaki muhalefet yayılmadan, kış gelmeden, dondurucu soğuklarla yaşam tehlikesiyle
karşı karşıya kalacak olan mülteci yarası derinleşmeden, ittifakta çatlaklar oluşmadan ve dünya kamuoyundaki hoşnutsuzluk artmadan sorunun çözülmesi gerekiyor. Fakat Taliban’ı ve
Ladin’i Afganistan’ın dağlık coğrafyasından söküp atmak kısa sürede mümkün gözükmüyor.
Ayrıca Ladin’in İslam dünyasında neredeyse ikonlaştığı, Endonezya’dan Fas’a kadar iyi kötü
bir tabanı olduğu düşünülürse yakalanması veya öldürülmesi de yeterli olmayabilir. Washington tüm bunları hesaplıyor. Biraz da bu nedenle olsa gerek Taliban’ı bölme planları bile yapıyor. ABD ile Pakistan’ın gelecekteki yönetimden “ılımlı” Taliban unsurların dışlanmaması
yönünde anlaştıkları haberleri geliyor.
İşin en önemli noktası da burası. Yani, Taliban sonrası Afganistan’ın durumunun ne
olacağı? ABD ve Pakistan geniş tabanlı bir yönetim peşinde. Ekim ayının ikinci haftasında
Islamabad’a giden ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, Pervez Müşerrefle görüşmesinden
sonra yaptığı açıklamada, “Her ikimizin de Afganistan’da kurulacak hükümette ülkedeki bütün halkların temsili konusunda ortak görüş sahibi olduğumuzdan şüphe duyulmamalıdır. Bu
rejim kuşkusuz Pakistan dâhil bütün komşularıyla dostane ilişkilere sahip olacaktır,” dedi.
Kuzey ittifakı ise bu anlaşmadan pek memnun olmuşa benzemiyor. Taliban sonrası ülkenin
yönetimi konusunda karar verecek olan büyük kabile meclisi Loya Cirga’nın hızla oluşturulmayacağım açıkladı. Afganistan’ın devrik devlet başkanı Burhaneddin Rabbani’yi temsil eden
Duşanbe Büyükelçiliği birinci kâtibi Muhaceddin Mehdi, Rabbani hükümetinin, Taliban yenildikten sonra meclisi iki-üç yıl içinde oluşturmayı planladığını, şu an delege listesi hazırlayamayacaklarını açıkladı. Mehdi ayrıca, Loya Cirga üyelerinin bir genel seçimde Afgan halkı
35
tarafından seçilmesi gerektiğini söyledi. Bu arada İtalya’da yaşayan eski kral Zahir Şah da,
Loya Cirga’yı toplamaya çalışıyor. Büyük kabile meclisi, farklı eyalet ve etnik grupların yanı
sıra Kuzey İttifakı’ndan seçilen toplam 120 kişiden oluşacak. Yakın bir gelecekte toplanması
beklenen meclis için tüm tarafların delege listelerini sunmaları gerekiyor. Yani durum hiç
kolay gözükmüyor. “Hiç kimse Taliban’ın iktidardan zorla indirildikten sonra sine-i millete
dönüp demokratik bir muhalefet partisine dönüşeceğini sanmıyor. Son adamlarına kadar yok
edilemeyeceklerine göre muhtemelen dağlara çıkıp mücadelelerini sürdürecekler. Alın size bir
iç savaş daha. İkincisi, siz şimdi Batı’nın gözünde ‘iyi çocuk’ olduklarına bakmayın, Afganistan’da şu anda Birleşik Cephe çatısı altında at oynatan muhalif liderlerin icraatı unutulmuş
değil. 1990’larm başında Afganistan’ı elbirliğiyle nasıl bir cehenneme çevirdikleri hâlâ hafızalarda. Taliban Kabil’e girdiğinde sevinç gösterileriyle karşılanması boşuna değildi. Gerçek
yüzünü gösterene kadar bir süre halk desteği görmesi de. Dolayısıyla muhalif liderlerce kurulacak bir hükümetin Afganistan’ın ‘sterilizasyon’ sürecine katkıda bulunabileceği kuşkulu.
Gelelim, sürgündeki krala. 86 yaşında olup 1973’ten beri Afganistan’a ayak basmamış biri
Zahir Şah. Dayatma bir lider olacağı, öyle görüleceği ortada. Bupca trajedi, parçalanma, etnik
düşmanlık yaşanmamışken başarılı olamamış bir anayasal monarşi şimdi niye ve nasıl başarılı
olsun ki? Ya bölgesel güçler? Afganistan’ın bu hale gelmesinde iç çekişmeler kadar, belki de
daha fazla, her biri bu çekişmelerin taraflarından birine destek çıkan komşu ülkelerin de payı
var. Rusya, Özbekistan, Hindistan ve tabii Pakistan. Afganistan’daki savaşlar zaten biraz da
bu ülkeler adına ‘vekâleten’ yürütülmedi mi? Bu çıkar çatışmaları nasıl sona erdirilecek? Peki
ya Taliban’ı Taliban yapan Afganistan’ın sefaleti ne olacak?” (Erdal Güven, Radikal,
5.10.2001). Evet, asıl sorun Afganistan’ın savaştan sonra nasıl düzenleneceği.
SAVAŞ YAYILACAK MI?
Savaşın nerede duracağı şimdilik belli değil. Savaşın yayılmasından söz edildiğinde akla gelen ilk ülke Irak oluyor. ABD, Irak’ı da vuracak mı? Bu saldırının üstünden bir ayı aşkın
zaman geçmesine ve bombalamanın başlamış olmasına rağmen hâlâ belli değil. Ancak
ABD’li yetkililerin “Savaşın Afganistan’la sınırlı kalmayacak” şeklindeki açıklamaları ve
Ladin’in Irak’la ilişkisinin olduğuna yönelik dezenformasyon haberlerin basında yer almaya
başlaması, savaşın yayılacağının işaretleri olarak kabul ediliyor.
Ancak Irak’ın vurulup vurulmayacağı, ABD yönetimindeki “şahinler’le “güvercinler”
arasındaki kavgayı hangi tarafın kazanacağına bağlı gibi gözüküyor.
Bu konuda ABD yönetimi içinde şiddetli bir “iç savaş’ın yaşandığı iddiaları ve yorumlan var. Serdar Turgut, 17 Ekim tarihli Hürriyet gazetesindeki köşesinde, ABD basınında çıkan
yazılara ve Washington’daki CSIS (Center for Strategic and International Studies) düşünce
üretim kuruluşuna dayandırdığı iddiasında, Amerikan yönetiminde ve etkili çevreleri içinde
var gücüyle çalışmakta olan bir “Savaşı yaygınlaştıralım ve Saddam’ı devirelim” grubu bulunduğunu yazdı. Turgut, bu grubun hükümet içindeki en etkili isminin Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz, basın ayağının New York Times’m köşe yazarı William Safire, CIA
ayağının eski CIA Başkanı James Woolsey, teorisyeninin ise Laurie Mylorie isimli ABD De-
36
nizcilik Savaş Okulu’ndaki bir bayan olduğunu yazdı. Turgut aynı zamanda, “Irak’tan Haberler” adlı bir periyodik bültenin editörü olan Bayan Mylorie’in, yazdığı Study of Revenge:
Saddam Hussein’s Unfinished War Afgainst America (Öç Almanın Analizi: Saddam Hüseyin’in Amerika’ya Karşı Bitmeyen Savaşı) isimli kitabında; 1993’te İkiz Kuleler’de yaşanan
bombalama olayının arkasında Saddam’ın olduğunu ispat etmeye çalıştığını belirtiyor.
Turgut’un yazısındaki en önemli iddia, eski CIA Başkanı James Woolsey’in kısa süre
önce gizli bir şekilde Londra’ya gittiği. Turgut bu iddiayı şöyle aktardı: “Üç gün önce son
derece ilginç bir şey oldu. Eski CIA Başkanı James Woolsey, gizli bir şekilde Londra’ya gitti.
Tony Blair ile görüşen Woolsey, İngiltere Başbakanı’ın Saddam’ın da vurulmasına ikna etmeye çalıştı. Bu gizli ziyaretten Amerika Dışişleri Bakanı Colin Powell’in haberi yoktu. Ondan da gizlendi bu iş. Çünkü Woolsey oraya Amerikan yönetimini temsilen değil, yönetim
içinde yer alan bir grubu temsilen gitmişti. ... Woolsey’in bu gizli ziyarete Amerikan televizyonunda Wall Street Journal gazetesinin Washington temsilcisi Al Hunt tarafından açıklandı
(Serdar Turgut, Hürriyet, 17 Ekim 2001).
ABD’nin bölgedeki savaşı tırmandırması durumunda olacakları şimdiden söylemek ise
mümkün gözükmüyor. Bu konudaki yaklaşımlardan bir tanesi, savaşın uzaması ve yayılması
durumunda ittifakların çatırdayacağı yönünde. Bu görüşün sahiplerine göre eğer ABD, Afganistan’a ya da diğer Orta Asya ülkelerine girip orada siyasi ve askeri bir denetim kurmaya kalkarsa
Çin bundan rahatsız olacak. Çünkü bu gelişmenin anlamı ABD’nin Asya’ya fiili olarak girmesi
ve yerleşmesi demek. Çin kendi nüfuz alanı olarak gördüğü bu bölgede Amerikan kuvvetlerinin
kalıcı olmasını istemez. Nitekim Çin yönetiminin bu doğrultuda yaptığı açıklamalar da bu görüşte olanları destekler nitelikte. Ayrıca Rusya ve Hindistan’ın da, ABD’nin buraya yerleşmesinden memnun kalmayacağı biliniyor. Yani savaşın tırmandırılması durumunda kısa süreli
konjonktürel çıkarların bir süre sonra stratejik çatışmalara dönüşme ihtimali var.
YEDİ
HELSINKI KRİTERLERİNDEN
TERÖR KRİTERLERİNE
11 Eylül’deki saldırılardan sonra en fazla kullanılan cümle şu oldu: “Dünya eskisi gibi
olmayacak.” Evet, dünya belki eskisi gibi olmayacak, ama nasıl bir dünya olacak? Bu sorunun
yanıtı net değil. Uygarlıklar çatışması mı yaşanacak? Yoksa saldırıdan sonra bazı gazetelerin
manşetinde görüldüğü gibi “3. Dünya Savaşı”nın arifesinde mi dünya? Yoksa Yeni Dünya
Düzeni’nin efendisi ABD, ayrık otları”nı mı temizliyor? Bu soruya yanıt vermek için henüz
zaman var gibi. Bu belirsizlik için de çok net olan bir şey var, o da artık dünyada demokrasi
ve insan haklarının daralacağı. Görünen o ki, terörle mücadele 20. yüzyılın son döneminin
gözde trendlerinden biri olan “şeffaflaşma”nın rafa kaldırılmasına, “açık toplum”, Helsinki
kriterleri gibi kavramların tartışılmasına neden olacak. Bunun ilk belirtileri ortaya çıkmaya
başladı. Müslüman ve Arap kökenli birinin Avrupa ülkelerinden vize alması iyice zorlaştı.
37
Vize alıp Avrupa ülkesine gitmiş olanların bile vizeleri yenilenmiyor. Çünkü saldırının Avrupa ülkeleri üzerindeki etkisi ABD’dekine yakın oldu. Zaman zaman bombalama eylemlerine
alışık olsalar da, bir gün Eyfel Kulesi’nin veya başka bir önemli merkezin aynı şekilde bir
saldırıya hedef olabileceği düşüncesinin Avrupa’da da bir güvenlik sendromuna neden olacağı
kesin. Murat Yetkin’in Radikal’de belirttiği gibi “Ya özgürlük, ya güvenlik” ikileminden güvenliğin öne çıkması kuvvetle muhtemel. Yakın zamanda bu ülkelerde göçmen ve siyasi sığınmacı olma koşulları ağırlaştırılabilir. İfade ve örgütlenme özgürlüğü sınırlanabilir. Yani globalleşen terör, Avrupa’ya da “global ciddiyet” getirecek gibi. Belçika’da Özdemir Sabancı suikastının sanığı Fehriye Erdal’ın yargılanma kararı bunun ilk göstergesi oldu. Şimdi İngiltere, Almanya, Fransa kendi topraklarında açık tabelalar altında faaliyet gösteren İslamcı örgütlerinin
peşine düştü. PKK’nın yan kuruluşlarına siyasal örgüt muamelesi yapan Avrupa ülkeleri,
bundan sonla “terör kriterleri”ni yeniden gözden geçirmek zorunda kalacak gibi gözüküyor.
Tabii ki buradaki en önemli sınavı Avrupalı aydınlar verecek. ABD’den farklı bir demokrasi
ve insan hakları geleneği olan Avrupa aydınlarının bu korku ortamında demokrasi ve insan
haklarını savunmakta çok zorlanacakları kesin. Öyle görünüyor ki, “İkiz Kuleler’e ve Pentagon’a yapılan saldırı asıl Batı’daki liberal-sol entelijensiyayı vurdu. Farklı değerlerle yaşamak
isteyen, kuru hoşgörüden ötesine geçmek isteyen ve hayatı paylaşmaktan yana olan insanlar
yara aldılar asıl” (Murat Belge, 15 Eylül, Radikal).
ABD’DE DURUM DAHA DA VAHİM
Demokrasinin erdemi ve “hür dünya”nın lideri olmakla övünen Amerika’da durum daha
da vahim. Görünen o ki, terörle mücadelede birçok şey mubah olacak. Hatırlanacağı gibi 1960
yılında Kongo bağımsızlık lideri Patrice Lumumba’nın öldürülmesi için zehir yollayan, Dominik Cumhuriyeti diktatörü Rafael Trujillo’nun devrilmesi için silah sağlayan ABD’nin;
Küba lideri Fidel Castro’yu devirmek için zehirli haptan mantarlı maskeye kadar her şeyi denediğinin ortaya çıkması üzerine ABD Başkanı Gerald Ford, 1976 yılında liderlere suikastı
yasaklayan bir yasa çıkarmıştı. Yirmi altı yıl sonra bu yasağın kaldırılması için çalışmalar
yapılıyor. Saldırı ertesinde George Bush, Kongre’den savaş açma yetkisi aldı. Bu yetkinin
başka anlamları da var. 1878’de ABD’de iç savaş öncesi kabul edilen bir yasaya göre, ABD
Silahlı Kuvvetleri, Kongre kararı alınmadan mevcut yasaların uygulanmasına karışamıyor. Bu
ABD’de polisin ve adliyesinin yapacağı işlere askerlerin karışamayacağı anlamına geliyordu.
Ama son kararla işler değişiyor. Nitekim CSB’nin hukukçu analisti Andrew Cohen şöyle diyor: “Gözaltı süreleri, insanların özel hayatlarına müdahale, sadece ırk ve din bağlantısı yüzünden bazı kesimlerin şüpheli statüsüne girmesi Amerika için ‘olabilir’ler arasına girecek..”
Los Angeles Times yazarı Aleksander Coockburn de durumdan rahatsız: “Saldırıların
üzerinden daha yarım saat bile geçmemişti ki terör âlimleri saldırıların Amerika’nın bir demokrasi olmasından ötürü mümkün olduğunu söyleyip, şimdilik bazı demokratik ayrıcalıklardan
vazgeçilmesi gerekebileceğini söylediler. Bu ne demek oluyor? İçeride Amerikan yasaları ve
istihbarat servislerinin üstlerine vazife olmayan her işe burunlarını sokup kendilerini dayatması
mı? Her kesin etnik kimlik profilinin çıkarılması mı? Yeni bir kimlik kartı sistemi mi?...”
38
İNTERNET’E GÖZALTI
ABD de olaydan hemen sonra FBI internet üzerinden iletişimin peşine düştü. ABD ve
müttefiklerinin 100 bin istihbarat uzmanı, 11 Eylül saldırısını yapan teröristleri bulmak için
tüm dünyayı dinliyor. American Online saldırıdan önceki son bir haftada, başta e-mail olmak
üzere internet üzerinden gerçekleşen her türlü haberleşmeyi FBI’a teslim ettiğini bildirdi.
ABD şu an faks, e-mail ve chat ortamında edilen her kelimeden haberdar. Bunu da uluslararası haberleşmeyi gizlice “dinleyen” bir network sistemi olan Echelon sayesinde yapıyor.
“Dünya üzerinde yedi tane bulunan Echelon uyduları sayesinde bu bilgiler doğrudan Washington’a gidiyor ve neredeyse Amerika’nın haberi olmadan nefes almak bile imkânsız. Dünyanın en büyük servis sağlayıcılarından biri olan ABD artık birkaç devlet ya da örgütü değil,
özellikle elektronik istihbaratı kullanarak dünyada atılan her adımı izlemek için hazırlık yapıyor. Bu cephenin tam ortasında ise internet var. Aynı şekilde daha önce Clinton döneminde
bütün telefonlara ve bilgisayarlara şifreleme öncesi bilgileri kaydedecek bir mikro işlemci
konulmasıyla ilgili öneri reddedilmişti ama bu sefer o yolda da ilerliyor Amerika. Bundan
böyle ABD ve diğer ülkelerde savunma harcamalarının büyük bir bölümünün tanka, uçağa
değil, istihbarata, özellikle de elektronik istihbarata gideceği açık. Yine bu dönemde uzun
süredir üstüde çok tartışılan bir yasa “Combatting Terrorism Act of 2001” FBl’a internette
rahatça iz sürme iznini kapsayan bir biçimde çıktı. Yasa teklifindeki elektronik istihbarat düzenlemesi, kişisel bilgilerin gizliliği ve dokunulmazlığını ihlal ettiği gerekçesiyle ABD’de
büyük tepkilere yol açıyordu. Artık Amerika’da herhangi bir savcı, elektronik yazışmaları
okuyan sistemin kullanılması için talimat verebilecek” (İsmet Berkan, Radikal).
Bu uygulamalar sadece internetle sınırlı değil tabii ki. ABD 11 Eylül’den sonra neredeyse bir “polis devleti” görünümü veriyor. Olağanüstü güvenlik önlemleri alman New
York’ta, deniz altındaki tüneller ve köprülerin kimlik kontrolleri, karadan, havadan ve denizden keşif yapan polis kuvvetleri ve elektrik, su ve gaz şebekelerinde devriye gezen ulusal muhafızlarıyla ilginç bir görüntü sunuyor. Ve Amerikalıların bundan sonra bu önlemlerle yaşamaya alışmaları bekleniyor.
SEKİZ
MİSYONUNU ARAYAN TÜRKİYE
Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan terörist saldırının dünyanın ve elbette ki
zaten derin bir ekonomik kriz içinde debelenen Türkiye’nin dengelerini kökten sarsabileceği
sezgisiyle televizyonları başına kilitlenen Türkiye, uzun sure ülkenin yetkililerinden, başbakanından, cumhurbaşkanından hatta üzerine vazife olmadığı konularda bile fikir beyan etme
alışkanlığında olan bazı “zinde güçler”den bir açıklama bekleyecekti. Doğrusu, kamuoyu tarafından beklenen açıklama da Türkiye’nin güvenliği ile ilgili olmaktan çok, ilk işaretleri gün
içinde IMKB’den ve döviz piyasasından gelen, gerçekleştirilen terörist saldırının ve ABD’nin
olası bir misillemesinin dengeleri zaten sarsılmış Türkiye ekonomisini nasıl etkileyebileceği-
39
ne ilişkindi. Bu sorunun doğru adresi ise belliydi: ekonomik krizle başetme görevi hükümet
tarafından neredeyse tek başına üzerine bırakılmış olan Kemal Derviş. İlk açıklamasında Derviş, terörist saldırının hemen ardından İMKB endeksinin 211 puan birden düşmesinde ve
ABD doları kotasyonlarının l milyon 500 bini aşmasında ifadesini bulan paniğin haklılığını
teyid eder bir tutum içindeydi. Derviş, “ABD’deki terörün Türk ekonomisini dolaylı etkileyeceği”ni söylüyor ve “terör eyleminin uluslararası piyasalar üzerindeki olası etkilerinin dikkatle takip edileceği”ne dikkat çekiyordu. Açıklamanın ardından Derviş ekonomi kurmaylarıyla
biraraya geliyor ve toplantıdan İMKB’nin de ertesi gün pek çok ülkede olduğu gibi işleme
kapatılması kararı çıkıyordu.
11 Eylül gecesi geç saatlerde ABD’deki saldırıları görüşmek üzere başbakanlıkta koalisyon ortağı partilerin genel başkanları, ilgili bakanlar ve askeri yetkililerle acil bir toplantı
yapan Başbakan Bülent Ecevit ise, kimsenin yüreğine su serpmeyen bir açıklamada bulunarak
“teyakkuz halinde olayları izledikleri”ni söyleyecekti. Açıklamasında Türkiye olarak “hangi
tedbirlerin alınması gerektiği konusunda henüz netlik olmadığını, zira olayların daha oluşum
sürecinde bulunduğu”nu ifade eden Ecevit, kimsenin paniğe kapılmaması gerektiğini vurguladı. Dışişleri Bakanı İsmail Cem ‘in yaptığı açıklama da, Ecevit ve Türkiye kamuoyunun
önemli bir bölümü gibi kendisinin de gelişmeleri televizyondan takip ettiğini ortaya koyuyordu. Cem, aradan saatler geçmiş olmasına rağmen, “henüz olayın ayrıntılarının bilinmediğini,
haberleri takip ettikleri”ni söylemekle yetiniyordu. Gün sonunda konuyla ilgili hükümetin elle
tutulur tek açıklaması, ABD Başkanı Bush’a gönderilmek üzere bir başsağlığı ve geçmiş olsun mesajının hazırlanmakta olduğunun bildirilmesiydi.
11 Eylül gecesi henüz gelişmeleri “takip etmek’le yetinen hükümet, oluşturulan “Kriz
Masası” çerçevesinde 12 Eylül günü durumu değerlendirme konusunda daha etkin bir tutum
içine girecek, en azından ketumluğu bırakıp gelişmeleri salt televizyondan takip etmek zorunda bırakılan kamuoyuna nihayet, tatmin edici olmasa da Türkiye’nin gelişmeler karşısındaki
tutumuna ilişkin açıklama yapmaya başlayacaktı. Başbakan’ın ve diğer resmi yetkililerin 12
Eylül günü yaptığı açıklamalar daha çok ABD’de gerçekleştirilen terörist saldırıdan Türkiye’nin haklılığına pay çıkarmak doğrultusundaydı. Ecevit, “Her zaman teröre karşı çok duyarlı olduk. Terörizme karşı yıllarca mücadelemizi ABD hep anlayışla karşıladı. Ama bazı müttefiklerimiz şimdiye dek gereken anlayışı göstermedi. Şimdi daha anlayışlı olacaklarını umuyoruz. İnsanlık terörizme karşı dayanışmaya girmeli,” diyerek hem ABD’nin olası bir askeri
girişiminde “vefa” gereği Türkiye’nin destek vereceğine ilişkin ilk işbirliği mesajını iletiyor,
hem de özellikle bazı Avrupa ülkelerinin PKK’ya karşı mücadele esnasında Türkiye’ye yönelik tutumunu bir kez daha tartışmaya açıyordu.
Hükümeti 12 Eylül günü yeni gündeme ilişkin daha etkin bir tutuma yönelten hususların
başında hiç kuşkusuz, ABD’nin kendisine yönelik düzenlenen terörist saldırıya nasıl cevap
verebileceği ve hesabını kimden sorabileceği sorularının saldırının üzerinden 24 saat geçmiş
olmasına rağmen henüz netlik kazanmamış olması geliyordu. Afganistan’da yaşayan Usame
bin Ladin’in yanısıra “olağan şüpheliler” arasında Ortadoğu menşeli terörist grupların da adının geçiyor olması, Suriye’de, Lübnan’da ya da Irak’ta ABD’nin askeri bir operasyona giriş-
40
mesi olasılığını gündeme getiriyordu. ABD ile Irak konusunda farklı projeksiyonlara sahip
olduğu bilinen Türkiye’nin, özellikle gerçek failin Irak olduğunun ortaya çıkması ya da ilişkilendirilmesi durumunda ciddi bir açmaza gireceği aşikârdı. Dışişleri Bakanlığı’nda 12 Eylül
günü yaşanan hareketlilik de bu endişenin ciddiyetini doğrular nitelikteydi. İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi David Logan ile Kuzey Irak’taki en büyük Kürt grup olan KDP’nin Ankara
temsilcisi Safin Dizai neredeyse eşzamanlı olarak Dışişleri Bakanlığı’nı ziyaret ediyorlar ve
Ankara’da bir anda, ABD ve İngiltere’nin Irak’a karşı askeri operasyonda İncirlik’i kullanmak için talepte bulunduğu dedikodusunun çıkmasına neden oluyorlardı.
Bu arada, çeşitli yetkililer tarafından yapılan informel açıklamalardan, hükümetin failin
Türkiye’nin komşusu bir ülke yerine, Usame bin Ladin çıkması için âdeta dua ettiğini dışa
vuruyordu. Zira, failin Usame bin Ladin çıkması halinde ABD’nin misillemesi muhtemelen
Afganistan’a yönelik olacak, bu da hem savaşı Türkiye’nin coğrafyasından uzak tutacak hem
de NATO’nun savaş kararı alması halinde Türkiye müttefiklerine daha zorlanmadan destek
verebilecekti.
12 Eylül günü Ankara’nın gündemindeki bir başka konu da NATO’nun ABD’de gerçekleşen terörist saldırıyı savaş olarak niteleyip nitelendirmeyeceğiydi. Zira savaş olarak nitelendirmesi halinde otomatik olarak Türkiye de bir NATO üyesi olarak ABD’nin öncülüğündeki bir savaşa destek vermek, hatta fiilen katılmak zorunda kalacaktı.
Hükümetin, hatta ABD’nin Türkiye Büyükelçiliği’nin, bir endişesi de ABD’de başlatılan terörist saldırıların başka ülkelerde de ABD işbirlikçilerine ya da ABD çıkarlarına darbe
vurmak adına devam etmesi olasılığıydı. Türkiye’nin İsrail ile son yıllardaki yakınlaşma politikası gütmesinin, NATO üyesi olarak ABD’nin askeri müttefiki olmasının ve topraklarında
ABD’nin askeri üsleri bulunmasının özellikle Arap kaynaklı teröristlerin hedefi konumuna
gelmesi için yeterli gerekçeleri oluşturduğu kanaatini paylaşan ABD de Türkiye’deki elçilik
ve konsolosluklarında sıkı önlemler almaya girişiyor ve 12 Eylül tarihinden başlayarak belirsiz bir süre için vize işlemlerini durduruyordu.
Hükümetin, ABD’de gerçekleştirilen terörist saldırının şokunu gerçek anlamda atlatmış
olduğunun kanıtı 13 Eylül günü gelecekti. ABD’nin terörizme karşı uluslararası koalisyon
çağrısını görüşen hükümet çağrıya olumlu yanıt verme kararı verdi. Başbakan Ecevit hükümetin kararını CNN International aracılığıyla tüm dünyaya duyurdu. Ecevit CNN’e verdiği röportajda, yöneltilen bir soru üzerine NATO’nun Türkiye’nin komşusu ülkelerden birine savaş
açılması kararı vermesi halinde bile, ileride söz- konusu komşu ülke ile sorunlar yaşama riskini de göze alarak destek verileceğini deklare etti.
Müttefiklerine NATO’nun 5. maddesinin terör saldırıları karşısında da işletilmesi kararını çıkarttıran ABD’nin, hedefi henüz belirsiz kalsa da NATO’yu da arkasına alarak bir askeri operasyona girişme niyetinde olduğunun giderek belirginlik kazanması hükümetin safını
belirlemesini hızlandırdığı gibi, askeri alanda da muhtemel bir savaşa yönelik hazırlıkların
yoğunlaştırılmasını sağladı. Hatta Hava Kuvvetleri Komutanı Cumhur Asparuk bir gazetecinin sorusu üzerine TSK’nin “dünden beri savaşa hazır durumda beklediği”ni açıkladı.
41
Diğer yandan Başbakan Ecevit’in CNN International’daki açıklamaları Batı dünyasında
olumlu yankı bulurken, bu açıklamaların Arap dünyasından terörizmin zanlıları arasında gösterilen komşularımız tarafından pek de hoş karşılanmayacağı ortadaydı. Arap dünyasını yatıştırma görevi de Dışişleri Bakanı İsmail Cem’e düşecekti. Cem daha 11 Eylül gününden itibaren “terörizmin dini olmaz” söylemine sarılarak, Müslüman ülkelerin nezdinde zevahiri kurtarmaya çalışan açıklamalar yapıyordu. Cem yaptığı açıklamalarda, “Türkiye’nin terörizme
karşı mücadelede üzerine düşeni yapacağına, ancak değerlerinin tahrip olmasına da izin vermeyeceği”ne dikkat çekiyordu.
Hem Başbakan Ecevit’in CNN International’daki açıklamaları hem de NATO’nun terör
saldırıları karşısında da 5. maddeyi işletme kararı almış olması Türkiye’nin muhtemel bir savaşta yer alacağının kesin kanıtlarını ortaya koyuyordu. Peki ama bu savaşta Türkiye’nin üstleneceği rol ne olacaktı? Salt lojistik destek mi sağlayacaktı, yoksa asker göndermek de dâhil
fiilen savaşa iştirak mi edecekti? Acaba ABD Türkiye’den ne gibi taleplerde bulunmuştu? Ne
Ecevit’in ne de İsmail Cem’in 13 Eylül’e kadarki açıklamalarında bu konuya açıklık getirilmişti. Bu sorunun yanıtı Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den geldi. Sezer NATO Daimi
Konseyi’nin 5. maddeye işlerlik kazandırmasının ardından, Türkiye’den henüz somut bir talepte bulunulmadığını açıkladı.
Ancak NATO’nun 5. maddeyi uygulama kararı alması, aslında Türkiye’nin muhtemel
bir savaşta üstlenmek zorunda kalacağı sorumluluklara da açıklık getiriyordu. NATO’da ortak
karar mekanizmasına geçilmesiyle birlikte, Türkiye’deki üslerin olası bir savaşta kullanılması
artık Türkiye’nin iradesine bağlı olmayacak, müttefik ülkeler tarafından gereksinim duyulduğunda izin alınmadan kullanılabilecekti. Dahası, ortak karar mekanizması gereğince
ABD’deki terörist saldırıları bir ülkenin desteklediği tespit edilir ve ona karşı operasyon kararı verilirse, bir müttefik olarak Türkiye de saldırı kendine yapılmış gibi davranmak, saldırgan
ülkeye yönelik bir harekât gündeme geldiğinde de bu harekâta katılmak zorundaydı. Ne var
ki, 5. maddenin işletilmesi kararının tüm müttefikleri bağlayıcı hükümleri ve getirdiği sorumluluklar belliyken, hükümet sanki Türkiye’ye herhangi bir sorumluluk yüklemiyormuş
gibi “biz zaten hep terörizme karşı 5. maddenin işletilmesinden yanaydık” şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşımı kamuoyuyla paylaşmayı yeğliyordu.
Ancak 14 Eylül günü, NATO’nun 5. maddeyi işletmesinin olası sonuçlan hakkında henüz hükümet tarafından doyurucu bir açıklama ya da yaklaşım ortaya konulmasa da, Ankara’da bir hareketliliğin başladığı gözden kaçacak gibi değildi. TSK’de bütün izinlerin kaldırıldığı, Hava Kuvvetleri’nin alarm durumuna geçtiği ve stratejik öneme sahip kurumlarda önlemlerin arttırıldığı haberleri yayılmaya başladı. Buna göre, TSK olası bir operasyon esnasında Türkiye’ye yönelebilecek muhtemel tehditler karşısında seferberlik ihtiyaçlarına ilişkin
hazırlıklara başlamıştı bile. Ayrıca Türkiye’de bulunan tüm füze başlıklarının fileleri çıkarılarak kullanılmaya hazır hale getirilmişti. Alındığı ileri sürülen önlemler arasında ilgi çekici biri daha vardı ki, hemen akla savaşın Türkiye sınırlarında mı gerçekleşeceği sorusunu
getiriyordu. Bu ilgi çekici önlem, olası bir savaşta Türkiye’ye kitlesel bir göçün başlaması
halinde mültecilerin sınır ötesi kamplarda karşılanmasıyla ilgiliydi. Bunun için sınır ötesi böl-
42
gelerde çadır- kentler kurulacak ve bu kamplarda mültecilerin eğitim, sağlık, yiyecek gibi
ihtiyaçları karşılanacak, güvenlikleri sağlanacaktı. Hatta Kızılay’ın 65 bin çadır ve bu çadırların kapasitesine göre battaniye, seyyar hastane ve mutfak donanımıyla hazır olduğunu Başbakanlık Kriz Merkezi’ne bildirdiğinden söz ediliyordu.
ABD’nin ve NATO’nun Türkiye’den olası bir operasyonda ne beklediğini kamuoyuna
açıklamakta zorlanan hükümet, bunun yerine kendi gönlünden geçenleri sanki ABD’nin ve
NATO’nun da Türkiye’den oynamasını bekledikleri rolmüş gibi yansıtmaya girişti. NATO’nun 5. maddeyi işletmesini isabetli bulduğunu ve teröre karşı girişilecek bir savaşta
ABD’nin yanında olduğunu en yetkili ağızlardan dünyaya duyuran hükümetin gerçekte mümkünse elini taşın altına sokmak istemediği anlaşılıyordu. Medyaya hükümete yakın kaynaklarca sızdırılan, olası bir savaşta Türkiye’nin sadece istihbarat sağlama görevi üstleneceği yolundaki haberler bunun açık göstergesiydi. Buna göre, Türkiye Taliban ile uzun yıllardır savaşan
General Raşid Dostum ile yakın ilişkilerini kullanarak ABD’ne bölgeye ilişkin “sağlam istihbarat” aktarmakla iktifa edecekti. Bu arada Cumhurbaşkanı Sezer’in de, Türkiye’nin PKK ile
mücadelede edindiği “deneyim ve birikim”i müttefikleriyle paylaşmaya hazır olduğunu açıklaması, gerçekten de Ankara’nın müttefiklerine vereceği desteği salt istihbarat sağlamakla
sınırlı tutmayı gönlünden geçirdiğini teyid ediyordu.
Hükümetin gönlünden geçenler bunlar olsa da, Beyaz Saray tarafından yapılan açıklamalar hem savaşın çıkmasının an meselesi olduğunu ortaya koyuyor hem de hedefin salt bir
ülkeyle ya da kişiyle sınırlı olmayabileceği endişesini güçlendiriyordu. Bu durum Türkiye’nin
birden fazla senaryoya göre kendini hazırlamasını zorunlu kılıyordu. Dışişleri Bakanlığı’nda
askeri kesimin de katıldığı toplantılarda öne çıkan üç senaryodan söz ediliyordu. Buna göre,
eğer ABD ya da NATO operasyonu salt Afganistan’a yönelik olursa Türkiye’ye fazla görev
düşmeyecek, olsa olsa Türkiye topraklarındaki üslerin kullanılmasına göz yummakla yetinecekti. Bu senaryoda öngörülen tek risk, Afganların Türkiye’ye kitlesel göçünün yaratacağı
muhtemel sorunlara ilişkindi. Ancak ele alman ikinci senaryo, ilk senaryonun aksine, Türkiye’nin savaştan yırtmasına izin vermeyecek gelişmelere işaret ediyordu. Buna göre ABD,
Irak ile birlikte Lübnan ve Suriye’de operasyona girişecek ve Türkiye ister istemez kendini
sınırlarında cereyan eden bir sıcak savaşın içinde bulacaktı. Bu senaryonun gerçekleşmesi
halinde Türkiye açısından alınacak önlemeler ise, Türkiye’nin ancak, söz konusu ülkelerin
ABD’de gerçekleştirilen terörist saldırıların sorumlusu olduğunun kanıtlanması halinde operasyona katılması ve bu katılımın dengeli olmasıydı. Geliştirilen üçüncü senaryo ise Türkiye
açısından en riskli olanıydı. Bu senaryoda, ABD ve NATO Afganistan ile birlikte Türkiye’nin
komşularını da kapsayan geniş bir operasyona girişiyor ve Türkiye’de tüm askeri birlikleri ve
savaş uçaklarıyla birlikte savaşta yer almak zorunda kalıyordu. Bu senaryonun gerçekleşmesi
halinde Türkiye, İncirlik dışındaki üslerini de NATO’nun kullanımına sunacak, müttefik güçler askeri havaalanlarından operasyon esnasında yararlanabilecekti. Bu da, Türkiye’nin savaş
sonrasında, “ihanet”inden dolayı bölgesinde komşuları tarafından yalnız bırakılan bir ülke
konumuna düşmesi sonucunu getirebileceği gibi, zaten giderek derinleşen ekonomik sorunlarının tam anlamıyla çözümsüz bir hale dönüşmesine yol açabilecekti.
43
Hükümet olası bir savaşta ne rol üstleneceğine ilişkin kendi kendine gelin güvey olmanın bariz örneklerini sunarken, gerek Türkiye kamuoyunun gerekse hükümetin, özellikle de
ekonomi kurmaylarının başlıca endişesi Türkiye’nin ABD’yi tatmin eden bir yaklaşım sergilememesi halinde, IMF’nin vaat ettiği kredinin son diliminin serbest bırakılmasının ve 2002
için beklenen ek kaynağın sağlanmasının tehlikeye girebileceğine ilişkindi. Diğer yandan
(hem ABD’den hem de Türkiye’den) bazı çevreler tarafından, ABD’nde gerçekleşen terörist
saldırıların bir NATO üyesi olarak Türkiye’nin stratejik önemini zaten arttırdığı, ABD ile aynı
frekansta davranması halinde ise, Türkiye’nin giderek artan öneminin de etkisiyle kayda değer avantajlar sağlayabileceği tezi seslendirilmeye başlanacaktı. Buna göre AB ülkelerinin ve
ABD’nin PKK ve Hizbullah’a karşı Türkiye tarafından girişilen sınır ötesi harekâtlara
itirazı son bulacak, Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği’nde Türkiye önemli bir mevzi kazanacak, daha da önemlisi uluslararası finans kuruluşları ekonomik sıkıntı içindeki Türkiye’ye
karşı daha cömert bir yaklaşım içine gireceklerdi. Başbakan Ecevit’in Avrupa Güvenlik ve
Savunma Kimliği konusundaki sözleri bu tezin hükümet nezdinde de ciddi kabul gördüğünün
kanıtı niteliğini taşıyordu:
“ABD’deki saldın ve sonrası, Türkiye’nin demokratik ülkelerin savunma sistemindeki
yerinin ne kadar önemli olduğunu da göstermiş oldu. 26 Eylül’de Roma’da yapılacak NATO
Savunma Bakanları Zirvesi’ne Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği tartışmalarını da taşıyacağız. Türkiye’siz Avrupa savunmasının olmayacağı giderek daha çok ortaya çıkıyor. ”
Ankara’nın, bir yandan ABD’nin terörizme karşı mücadelede yanında olduğu ve NATO’nun 5. maddesinin işletilmesinden memnuniyet duyduğu doğrultusundaki beyanları, öte
yandan da özellikle muhtemel bir askeri operasyonun sınırlarının yakınında gerçekleşmesinden duyduğu endişeyi dışa vuran açıklamaları Türkiye kamuoyunda olduğu kadar dünya kamuoyunda da Türkiye’nin olası bir askeri operasyonda tutumunun ne olacağına ilişkin zaten
11 Eylül gününden beri mevcut olan soru işaretlerini arttırmaktan başka bir işe yaramıyordu.
18 Eylül’de CNN International’da, ülkelerin terörizme karşı oluşturulan koalisyona yaklaşımları sıralanırken Türkiye’nin “possible support” kategorisinde değerlendirilmesi bunun en açık
göstergesiydi. 11 Eylüldeki terörist saldırıyı en sert şekilde kınaması, ABD’ye terörizme karşı
mücadelesinde tam destek vereceğini açıklaması, NATO Antlaşması’nm 5. maddesinin işletilmesi doğrultusunda oy kullanması, hatta terörist saldırının faili olduğu kesinleşirse komşusu
Irak’a düzenlenecek bir askeri operasyona katılabileceğini deklare etmesi bile Türkiye’nin
terörizme karşı oluşturulan koalisyona “tam destek veren” ülkeler kategorisinde sayılmasına
yetmemişti. CNN International’da yapılan kategorizasyonda Yunanistan’ın bile “tam destek
veren” ülkeler sınıfında değerlendirilmesine karşın, Türkiye’nin bu kategorinin dışında tutulmasının en önemli nedeni olarak, hükümet tarafından özellikle Irak’a yönelik olası bir askeri
operasyona ilişkin endişelerinin altını çok fazla çizmesi ve bu tutumunun dünya kamuoyunca
muhtemel bir harekâta ayak direme olarak algılanması gösteriliyordu. Bazılarına göreyse,
Türkiye’nin tutumunun müphem karşılanmasının bir başka nedeni, ne Başbakan Ecevit’in ne
de Cumhurbaşkanı Sezer’in iç kamuoyuna yönelik mesajlar vermek ve içe kapanıp Türkiye’nin olası bir askeri operasyonda gireceği risklere ilişkin muhasebe yapmak haricinde ulus-
44
lararası alanda etkin bir tutum içinde olmasıydı. Körfez Savaşı’nda Turgut Özal ne kadar gelişmelerin göbeğinde yer almışsa, sanki 2001 yılı Türkiye’si kendini o kadar gelişmelerin dışında tutmaya özen gösteriyor gibiydi. Bu pasif tutum da, dünya kamuoyunda Türkiye’nin
tutumunun “net”liğinin yeterince algılanmasını doğaldır ki hayli güçleştiriyordu.
“MUHTEMEL DESTEKÇİ” PANİĞİ
CNN International’da Türkiye’nin “muhtemel destekçi” kategorisindeki ülkeler arasında sayılması Ankara’da ciddi bir hayal kırıklığı, ama bir o kadar da “acaba ABD nezdinde
gözden mi düşüyoruz?” endişesi yaratmıştı. Bu gözden düşmenin ekonomik kriz içindeki
Türkiye’ye faturasının ne denli ağır olabileceğinin yediden yetmişe herkes ayırdındaydı. Tabii
ki hükümet de.
CNN International’da Türkiye’ye ilişkin yapılan konumlandırma hükümetin gelişmeler
karşısında daha aktif bir tutum içine girmesinde ne ölçüde tetikleyici oldu bilinmez ama, özellikle 19 Eylül’den itibaren Başbakan Ecevit’in söyleminde ve hükümetin dışa dönük temaslarında yansıyan bir farklılaşma olduğu da gözden kaçacak gibi değildi. İlk olarak, Beyaz Saray’ın Türkiye’nin olası bir operasyondaki tutumunun ne olacağına ilişkin duyduğu endişeleri
gidermek amacıyla Ecevit tarafından Başkan Bush’a mektup gönderileceği bildirildi. Ardından Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, “ABD’nin ihtiyaç duyacağı her türlü talebi karşılamaya hazırız” şeklinde Beyaz Saray’ın yüreğine su serpmeye yönelik bir açıklama yaptı. Ama
Türkiye’nin kendisine yönelik duyulan kuşkuları giderecek perçinleyici adımı hükümetin
ABD Büyükelçisi Pearson tarafından düzenlenen “Sonbahar’a Merhaba” resepsiyonunda neredeyse tam takım temsil edilmesi olacaktı.
Hükümet daha aktif bir politika izleme niyetinde olduğunu eline geçen her fırsatı değerlendirerek kanıtlamaya çalışadursun, belirli “hassasiyetler”in baskısıyla hareket ettiği için
tutarlı davranmayı bir türlü beceremiyordu. Başkan Bush’a gönderilecek mektubun içeriğinin
ne olacağı kamuoyunca merakla beklenirken, bir anda herhangi bir ciddi gerekçe de gösterilmeden mektup gönderilmesinden “şimdilik” vazgeçildiği açıklanacaktı. İddialara göre, mektupta, ABD’ye tam destek verileceği yolunda mesajların yanı sıra, Türkiye’nin ABD ve NATO tarafından düzenlenecek bir operasyonda, hedefler arasında Irak’ın da yer alması olasılığından duyduğu endişeye de yer verilmesi tasarlanıyordu. Irak konusundaki hassasiyetin ifade
edilmesinin “şimdilik” yersiz olduğuna karar veren hükümet, Beyaz Saray’ın kafasını daha
fazla karıştırmaktan kaçınmak için mektup yazma girişiminden vazgeçiyordu.
11 Eylül’ün üzerinden bir haftadan fazla zaman geçmiş olmasına, daha da önemlisi
NATO’nun 5. maddesinin işletilme kararı ile otomatik olarak Türkiye’nin de belirli sorumluluklar üstlenmesine karşın, hükümet bir türlü Washington’dan beklediği ilgiyi göremiyordu.
Bulabildiği tek muhatap ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Pearson’dı. Özellikle Irak konusundaki “hassasiyet”inden dolayı için içini yiyen hükümet, kendine muhatap bulamadığı gibi
ABD’nin kendisinden ne istediğinin yanıtını da bir türlü bulamıyordu. Neyse ki 20 Eylül günü
ABD’nin Türkiye’den neler talep ettiğine ilişkin ilk işaretler gelmeye başlayacaktı. ABD ilk
45
elde, olası bir askeri operasyonda Türk hava sahasının, hava alanlarının ve İncirlik Üssü’nün
ABD nakliye uçakları tarafından kullanımına izin verilmesini istiyordu. Bu talep, hükümet
tarafından daha 24 saat önce askıya alman Başkan Bush’a mektup gönderme girişiminin yeniden gündeme getirilmesi için vesile olacaktı. 21 Eylül tarihli mektupta Beyaz Saray’a
ABD’nin taleplerinin hükümet tarafından olumlu karşılandığı belirtiliyor ve Türkiye’nin Kuzey Afganistan’daki gelişmeler konusunda ABD ile istihbari bilgi değişimine ve işbirliğine
hazır olduğu vurgulanıyordu. Mektupta ayrıca Türkiye’nin Kuzey İttifakı’na öteden beri yapmakta olduğu malzeme, eğitim ve diğer yardımları arttıracağına işaret ediliyordu. Mektubun
içeriğinden anlaşıldığı kadarıyla, Türkiye ABD’ni tam olarak desteklemekle birlikte, “coğrafi
nedenlerle” olası bir operasyona askeri destek vermeyi düşünmediğini ifade ediyordu.
Mektup ABD’ne ulaşır ulaşmaz yanıt geldi. ABD ordusu, Türkiye’nin Washington’a
yazdığı mektupta karşılama sözü verdiği talepler çerçevesinde Türkiye hava sahası ile bazı
üsleri kullanarak askeri sevkiyatı başlattı. ABD’nin Türkiye’den asker talep etmek yerine lojistik destekle yetinecekmiş gibi görünmesi Ankara’ya derin bir oh çektirdi. Başbakan Ecevit,
Türkiye’den daha fazla destek istenmemiş olmasının yarattığı ferahlık ile Türkiye’deki hava
alanları ve üsler üzerinden ABD’nin askeri sevkiyata başlamasına ilişkin değerlendirmesinde,
“ABD bizim müttefikimiz. Türkiye’den geçiş izni almaları, Türkiye’de ikmal yapmaları doğaldır,” diyordu.
TELEFON DİPLOMASİSİ
ABD Türkiye’deki hava alanları ve üsler üzerinden askeri sevkiyata girişir girişmez, o
ana kadar Ankara ile üst düzeyde temasa geçme konusunda kayıtsız kalan Beyaz Saray hemen
harekete geçti. Başkan Bush Cumhurbaşkanı Sezer’i telefonla arayarak, Türkiye’nin kendisine
gönderilen mektupta ifade edilen kaygılarım paylaştığını anlattı. Kaygılarını paylaşmakla birlikte Türkiye’den daha etkin işbirliği talep eden Bush açık açık, “Türkiye’yi yanımızda görmek istiyoruz,” dedi.
Hükümet, ABD’nin olası bir askeri operasyondaki ilk hedefinin Afganistan olacağının
işaretleri giderek güçlenmeye başladığından, Türkiye’nin uzun yıllardır sıcak ilişkilere sahip
olduğu Afganistan’da muhalefetin önemli isimlerinden biri olan General Dostum’la ilişkileri
daha da sıkılaştırmaya girişti. Buna paralel olarak Başbakan Ecevit, açıktan açığa, ABD’nin
olası bir askeri operasyonunun Afganistan’da iktidara geldikten sonra Türkiye’nin ülkedeki ve
bölgedeki nüfuzunu kırmak için elinden geleni yapan Taliban yönetimi devrilinceye kadar
sürdürülmesinden yana olduğunu ifade etmeye başladı. Başbakan Ecevit’in bu talebi aslında,
Başkan Bush’un, 20 Eylül akşamı yaptığı bir TV konuşmasında ABD’nin hedefinin Afganistan değil, Usame bin Ladin’e destek olan Taliban rejimi olduğunu açıklamasıyla da örtüşüyordu. Ancak şaşırtıcı olan, kendi iç işlerine “başka ülkeler”in karışmaması konusunda son
derece hassas olduğu bilinen Türkiye’nin, artık en yetkili ağızlardan, bir ülkenin yönetiminin
bir başka ülke ya da ülkeler tarafından değiştirilmesini savunabilir duruma gelmesiydi. Bu
noktada özellikle Başbakan Ecevit’in, “Afganistan çağdışı yönetimle baş başa bırakılamaz,”
sözleri son derece dikkat çekiciydi.
46
Türkiye’nin gayretkeşliği bununla sınırlı kalmayacaktı. Bizzat Başbakan Ecevit dünyada eşi benzeri görülmedik bir açıklama yaparak, MIT’in Afganistan’daki istihbarat ağının
güçlü olduğunu ve elde edilen istihbaratı ABD ve müttefiklerle paylaşmaya hazır olduğunu
bildirdi. Dahası, Taliban rejimini nasıl devirmeleri gerektiği konusunda ABD’ne akıl hocalığı
da yapmaya girişti. Buna göre, ABD kara harekâtına girişmek yerine Afgan muhalefetini güçlendirmeli ve Taliban rejimini devirmelerine yardımcı olmalıydı. Türkiye’de zaten belirli bir
nüfuzunun olduğu muhalif güçlerin eğitiminde üzerine düşen katkıyı yapmaya hazırdı.
ABD’ne Taliban rejimini nasıl devirmesi gerektiği konusunda akıl hocalığına varan bu
gayretkeşliğin altında, ABD’nin Afganistan’da bir kara harekâtına girişip Türkiye’den de asker istemesinin ve böylelikle Türkiye’yi de sıcak savaşa çekmesinin önüne geçme niyetinin
yattığı aşikârdı. Daha ABD Afganistan’da ne yapacağını resmen açıklamamışken, Türkiye’nin
ABD’nin bir adım önüne geçerek adeta alternatif bir plan sunması, belli ki hem bölgede taşın
altına elini sokmaya hazır olduğu mesajını vermeye hem de ABD’nin olası taleplerini baştan
sınırlandırmaya yönelikti.
“BENİ ANLA” TİRADI
Ankara’nın Afganistan Planı’nı ABD’ne sunarken, bir yandan da Türkiye kamuoyuna
dönük açıklamalarında söz konusu bölgedeki (Orta Asya) çıkarlarımızı korumamız gerektiğinin altını çiziyordu. Bu arada, 11 Eylüldeki terörist saldırının başta ABD olmak üzere Batılı
ülkeleri terör konusunda daha hassas kıldığına işaret edilerek, terörden yıllarca çekmiş Türkiye’nin belirli konulardaki hassasiyetinin şimdi daha iyi anlaşılabileceği ifade ediliyordu. Ankara’nın özellikle bu konudaki tahminleri ve gözlemlerinin isabetli olduğunun kanıtı hemen
Avrupa Birliği yakasından gelecekti. Avrupa Birliği’nin genelde terörist örgütlere karşı toleranslı olarak bilinen tutumunda ciddi bir değişim olacağını işaretleri 22 Eylül günü aday ülkelere sunulan “terörizmle mücadele” planından açıkça anlaşılıyordu. Türkiye’nin de imza koyduğu plana göre, terörizme ortak tanım getirilecek, terörist örgütlerin listesi çıkarılacak, AB
sınırlarında ortak tutuklama emri uygulaması başlatılacak, Europol bünyesinde terörle mücadele timi oluşturulacak, Europol ile ABD arasında terörizme karşı işbirliği anlaşması imzalanacak, terör örgütlerinin kaynaklarının takibi ve karaparayla mücadele yasası genişletilecek,
hava trafiğinde güvenlik tedbirleri arttırılacaktı. Hazırlanan planda ayrıca, AB’nin diğer aday
ülkelerden olduğu gibi Türkiye’den de terör örgütleri listesi konusunda görüş alacağı belirtiliyordu. Plan gereğince, “terörist örgüt” listesinin onaylanmasıyla, bu örgütlerin faaliyetleri tüm
AB ülkelerinde yasaklanacak ve militanlarının yargılanması mümkün olacaktı.
Ankara her ne kadar Afganistan konusunda geliştirdiği alternatif plan ile ABD’nin kendisinden olası taleplerini belirli ölçülerde sınırlamayı hedeflemiş olsa da, söz konusu plan
ABD’nin Türkiye’den daha fazla destek isteyebileceği konusundaki şüphelerin giderilmesine
yetmemişti. 23 Eylül gününe gelindiğinde medyaya yansıyan bir gelişme de bu şüphelerin
hâlâ geçerli olduğunun kanıtıydı. İngiliz The Observer gazetesinin haberine göre, ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Afganistan’a karşı girişilecek askeri operasyonda komuta
üssünün Türkiye’de olmasını istiyordu. Rumsfeld, Suudi Arabistan’ın ABD’nin operasyonu
47
Prens Sultan Havaalanı’ndan komuta etme talebini reddetmesi üzerine bu öneriyi ortaya atmıştı. Rumsfeld’in planının Beyaz Saray tarafından kabul görmesi ye Ankara’nın bu talebe
yeşil ışık yakması halinde, Türkiye fiilen savaşın karargâhı durumuna gelecekti. Başbakan
Ecevit’in, ortaya atılan bu iddiaya ilişkin, “Biz böyle bir şeyi kabul etmeyiz” şeklinde açıklama getirmek yerine, “ABD’den böyle bir talep gelmedi,” şeklinde yanıtlama yoluna gitmesi,
kuşkuların giderilmesi için hiç de yeterli olmayacaktı.
Ankara’nın ABD’nin düzenleyeceği bir askeri operasyonda en azından ilk hedefin komşu ülkelerden birinde gerçekleşmeyeceği izlenimini edinmesinin ardından daha inisiyatifli
davranmaya başladığı gözleniyordu. Başkan Bush’a mektup gönderilmesi ve Afganistan için
alternatif bir plan sunulması bu yeni tutumun işaretleri niteliğini taşıyordu. 24 Eylül’de Ankara inisiyatif geliştirmesi için yeni bir fırsat da yakalayacaktı. Dışişleri Bakanı İsmail Cem
ABD yönetimi tarafından Washington’a davet edilmişti. Başbakan Ecevit, Cem’in ABD’ni
ziyaret gerekçesini şöyle açıklıyordu: “Sözlü mesajımızı nasıl olsa göndermiştik. Elem sayın
Cumhurbaşkanı hem de benim Bakanlar Kurulu adına gönderdiğim mesajlar vardı. Ayrıca
ABD hem bizim yakın dostumuz hem de müttefikimiz. Fakat şimdi Afganistan olayları dolayısıyla daha yakından ilişki kurmamız gerekiyor. Bu gereksinmeyi ABD de duydu ve Dışişleri Bakanı Cem’i davet etti.”
24 Eylül günü Ankara’daki diplomatik kaynaklardan yayılan yeni söylentiye göre,
ABD’nin niyeti iddia edildiği gibi Türkiye’yi bir komuta merkezi olarak kullanmak değil,
daha doğuda oluşturulması beklenen harekât merkezi ile ABD arasında iyi bir köprü olarak
yararlanmaktı. Ankara’nın da daha çok tercih edebileceği bu rolün detaylarının ABD Dışişleri
Bakanı Colin Powell ile İsmail Cem’in görüşmesinde ele alınacağı ifade ediliyordu.
Bu arada Ankara’nın, Afganistan’a ilişkin öngördüğü plan çerçevesinde harekete geçtiği
gözleniyordu. Bu doğrultuda Dışişleri Bakanlığı’nın Özbekistan ve İran ile temasa geçerek
kendi planını anlatarak destek talep ettiği bildiriliyordu. 24 Eylül günü başkentten yayılan bir
başka söylenti ise, Türkiye’nin Irak’a yönelik bir askeri operasyonu desteklemek için Washington yönetiminden ABD’deki terörist saldırının bu ülke tarafından gerçekleştiğine ilişkin
kesin kanıt ortaya koyması koşulunu talep etmeye hazırlandığına ilişkindi. Türkiye’ye ekonomik ve sosyal maliyetinin çok ağır olacağı öne sürülen Irak’a yönelik bir askeri operasyonun öncesinde, Ankara’nın kesin kanıt isteme hakkı olduğunu vurgulayan diplomatik
çevreler, ABD’nin tatminkâr bir kanıt göstermeden askeri bir girişimde bulunması halinde
Türkiye dâhil NATO üyesi pek çok müttefikinin desteğinden mahrum kalabileceğine işaret
ediyorlardı.
Diğer yandan, 11 Eylül’den itibaren uzun süre sessizliğini koruyan muhalefet partilerinin ABD’nin Türkiye’ye ilişkin beklentilerinin giderek belirginleşmeye başlaması üzerine
nihayet görüş beyan etmeye başladıkları gözleniyordu. DYP, NATO’nun 5. maddesinin işletilmesinden dolayı Türkiye’nin ABD’ye “hayır” deme şansı kalmadığına işaret ederken, AK
Parti Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, “Türkiye’yi fiilen savaşa sokacak her adımda Meclis’ten yetki istenmesi,” gerektiğini vurguluyordu. Saadet
48
Partisi ise olası bir savaşta Türkiye’nin taraf olmaması gerektiğinin altını çiziyordu. Irak
konusundaki hassasiyetini sürdürmesine karşın, düzenlenecek bir askeri operasyonun ilk hedefinin Afganistan olacağı izleniminin güçlenmesinin ardından önemli ölçüde rahatlayan Ankara’nın, ABD’nin Türkiye’den beklentilerini önemli ölçüde karşılayabileceği mesajını vermekte daha az zorlandığı dikkat çekiyordu. Hatta Milli Savunma Bakanı Sabahattin
Çakmakoğlu, NATO operasyonlarına Türk askerlerinin de gönderilmesinin talep edilmesi
halinde Türkiye’nin tutumunun ne olacağına ilişkin bir soruyu, “Bu NATO kararıdır. Terörle
mücadelede Türkiye’nin azami destekte bulunması kadar doğal ve hukuki çözüm düşünülemez,” diye yanıtlayacaktı.
ASKER DEVREDE
Diğer yandan, hükümetin gelişmelere ilişkin giderek daha etkin bir yaklaşım içine girmesinin akabinde, uzun süredir sessizliğini koruyan Genelkurmay’dan da ardı ardına “durum
değerlendirmeleri” gelmeye başladı. Önce Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar
Büyükanıt, Türkiye’nin terörle mücadelesi esnasında bazı dost ve müttefiklerinin kendisine
ihanet ettiğinden yakınarak AB ülkelerini suçladı, ardından da Ege Ordu Komutanı Orgeneral
Hurşit Tolon, NATO’nun 5. maddesinin işletilebilmesi için ABD’nin saldırının dışarıdan yapıldığını ispatlaması gerektiğini söyledi.
26 Eylül gününe damgasını vuran gelişme hiç kuşkusuz ABD’nin Türkiye Büyükelçisi
Pearson’ın hükümetten övgüyle söz ettiği açıklamasıydı. Türkiye’nin ekonomik programı
uygulamada başarıya ulaşacağına olan inancını ifade eden Pearson, ABD’nin bunun için gereken desteği sağlayacağı sözünü veriyordu. Pearson, ABD’de gerçekleştirilen terörist saldırılar sonrasında Türk hükümetinin vakit geçirmeksizin ABD’nin yanında yer aldığını anımsatarak, Türkiye’nin cesaret ve vizyon açısından liderlik üstlenebilecek bir ülke konumunda olduğuna işaret ediyordu.
27 Eylül gününün en önemli gündem maddesi Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in Washington’da ABD yönetimini üst düzey yetkilileriyle görüşmelere başlamasıydı. Cem, görüşmeler
esnasında, Türkiye’nin bölgeyle ilgili istihbaratım aktardığı, buna karşılık ABD yetkililerinin
uluslararası operasyon için Türkiye’den lojistik ve destek ve istihbarat paylaşımı talep ettiği
bildiriliyordu.
27 Eylül’de gerçekleştirilen MGK toplantısı, son günlerde askeri kanattan yapılan açıklamalardan kaynaklanan, hükümet ile Genelkurmay’ın arasında ABD’ne verilecek desteğin
içeriği konusunda fikir ayrılığı olabileceği endişesinin giderilmesi yönünden özel bir öneme
sahipti. Ayrıca Cem’in temasları sırasında belirginlik kazanan ABD taleplerinin ne ölçüde
karşılanacağına ilişkin Türkiye’nin tutumunun netlik kazanması yönünden de önem taşıyordu.
Ve MGK’dan terörle mücadele konusunda ABD’ne gereken desteğin verilmesi kararı çıkacaktı. Ancak, askeri kesimin ısrarı üzerine ABD’nin Türkiye’den asker talep etmesi durumunda olumsuz yanıt verilmesi görüşü ağırlık kazanmıştı.
49
27 Eylül günü gündemi meşgul eden bir başka gelişme de, Bağdat yönetiminin Usame
bin Ladin ile bağlantısı olduğuna dair Washington yönetimine yakın çevrelerden bazı haberlerin sızdırılmasıydı. Bu ilişkinin Washington yönetimi tarafından resmen kurulması halinde,
ABD’nin askeri operasyon alanını Irak’ı da kapsayacak şekilde genişletmesi kaçınılmazdı.
Doğal olarak, bu gelişme Ankara’yı son derece rahatsız etmişti. Dışişleri Bakanlığı’nın görüşü, Irak’taki Kürt gruplar tarafından ABD’nin Irak’a askeri müdahale etmesini sağlamaya
yönelik bir provokasyon olduğu doğrultusundaydı.
Sonradan yaptığı açıklamalar, İsmail Cem’in ABD’deki temasları esnasında özellikle,
daha önce Ecevit’in de dile getirdiği ettiği gibi, Afganistan’ın terörü destekleyen bir ülke konumundan çıkması ve bölgenin istikrara kavuşması için Taliban rejiminin devrilmesinin gerekliliği üzerinde durduğu anlaşılıyordu. Taliban’ın “Türkiye’nin temsil ettiği değerlerin düşmanı” olduğuna dikkat çeken Cem, “Türkiye’nin Taliban’ın antitezi” olduğunu vurgulamıştı.
Cem’in ABD’yi Türkiye’nin Afganistan’a ilişkin geliştirdiği plan içinde davranmaya ikna
etmeye çalıştığı gözleniyordu.
ECEVİT İNANDI
Usame bin Ladin ve El Kaide örgütünün 11 Eylül saldırılarıyla bağlantılı olduğuna dair,
özellikle Genelkurmay’ın istediği kanıtlar nihayet 1 Ekim günü ABD’nin Türkiye Büyükelçisi
Pearson tarafından Türkiye’ye sunulacaktı. Kanıtlar Ankara’nın eline geçerken, NATO Genel
Sekreteri George Robertson da, ABD yönetimi tarafından kendisine ulaştırılan kanıtları inandırıcı bulduğunu ve NATO’nun bir ittifak üyesinin saldırıya uğraması halinde tüm üyelerin
saldırıya uğradığını kabul eden 5. maddesinin uygulamaya sokulmasının önünde herhangi bir
engel kalmadığını belirten bir açıklama yapacaktı.
Ankara’ya kanıtların sunulduğu gün, ABD’den bir Kongre heyeti de Türkiye’yi ziyaret
ediyordu. Şimdiye kadar Türkiye’yi ihmal ettikleri gerekçesiyle özeleştiri yapan Kongre heyeti, Türkiye’nin ABD için ne anlama geldiğini vurgulamak için nedense “tacın parlayan mücevheri” gibi övücü sözler söyleme gereksinimi duyacaktı. Heyet, Türkiye’nin askeri borçlarını ödemesi konusunda kolaylık sağlanması için Washington yönetimiyle görüşeceklerini ve
Türkiye’ye ABD dış politikasında daha fazla ağırlık verilmesi doğrultusunda girişimde bulunacaklarını taahhüt edecekti.
Tıpkı NATO Genel Sekreteri gibi Başbakan Ecevit de ABD tarafından iletilen kanıtları
inandırıcı bulmuştu. Ecevit ayrıca bir jest yaparak, “Kanıtların ABD tarafından inandırıcı bulunması benim için de inandırıcıdır,” diyecekti. Buna karşılık, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, hükümetin AB D’ye yönelik sıcak tutumunun aksine, bir kez daha
Irak konusundaki Türkiye’nin hassasiyetinin altını çizmek gereksinimi duyacaktı. Kıvrıkoğlu,
ABD’nin Irak’a da askeri operasyona girişme olasılığına ilişkin, “Biz Türkiye olarak de facto bir
Kürt devleti kurulmasını hiçbir zaman kabul edemeyiz,” diye konuşacaktı.
Her gün ABD’nin Afganistan’a yönelik bir askeri operasyona girişmesinin beklendiği
eylül ayının ilk hafta içinde, ABD Kongre heyetinin ardından Savunma Bakanı Donald
50
Rumsfeld de Türkiye’yi ziyaret edecekti. Bölge ülkelerine yaptığı gezi programı çerçevesinde
Türkiye’yi ziyaret eden Rumsfeld de Türkiye’nin desteğine verdikleri önemden söz etti.
Rumsfeld’in Türkiye ziyaretinin tam da NATO’nun 5. maddeyi yürürlüğe sokmasının ardından Türkiye’ye taleplerini resmen ilettiği günlere denk gelmesi hayli dikkat çekiciydi.
NATO’nun 5. maddesinin işletilmeye başlanmasıyla birlikte ABD’nin Türkiye’den talepleri de gün yüzüne çıkmaya başladı. Buna göre, olası bir askeri operasyonda Türkiye’den
daha önceden tahmin edildiği üzere lojistik destek sağlaması talep ediliyordu. ABD olası bir
askeri operasyon esnasında Türkiye hava sahasını ve askeri üsleri kullanmak istiyordu. Bunun
yanında ABD’nin istihbarat çalışmalarının belkemiğini oluşturan Awacsların da Konya’da
konuşlandırılması gündemdeydi. Özetlemek gerekirse, Türkiye’den harekâtta köprü görevini
üstlenmesi isteniyordu.
Ve 7 Ekim günü TSİ saat 19.15’de beklenen oldu. ABD, Taliban askeri, hedeflerine ve
El Kaide’ye yönelik hava harekâtını başlattı. Harekâtın başlamasının hemen ardından Başbakan Ecevit başkanlığında askeri yetkililerin de katıldığı bir toplantı gerçekleştirildi. Toplantının ardından yapılan açıklamada ise, “Türkiye’nin sorumlu bir müttefik ve dost olarak
ABD’yi terörizmle mücadelede desteklediği” belirtildi. Türkiye artık fiilen safını belirlemiş,
belki de savaşın tarafı konumuna gelmişti. Bu toplantının ardından, Başbakan Ecevit harekât
öncesinde ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney tarafından bilgilendirildiği ifade edilen
Cumhurbaşkanı Sezer ile bir araya gelecekti.
ABD’nin harekâta başlamasından bir gün sonra Cumhurbaşkanı Sezer’in başkanlığında
toplanan Güvenlik Zirvesi sonunda yapılan açıklamada Türkiye’nin harekâta ilişkin değerlendirmesi daha açık ifadelerle dile getiriliyordu. Buna göre, “Türkiye, ABD’nin öncülük ettiği
terörizmle savaşım konusundaki uluslararası çabalara NATO kapsamında yapmakta olduğu
katkıları, ulusal çıkarları gözeten, terörizme karşı öteden beri savunageldiği uluslararası işbirliğinin önemine ilişkin tutumuyla uyumlu, Afganistan’da istikrarı sağlayıp, Afgan halkının
çilesini sona erdirmek yönünde atılacak adımları destekleyecek bir yaklaşım” içinde olacaktı.
En yetkili ağızlardan ABD’nin giriştiği askeri operasyona destek verilse de, harekât başladığı esnada Başkan Bush’un konuşmasında vurguladığı bazı noktalar Ankara’yı endişeye
sevkedecekti. Başkan Bush “nerede olurlarsa olsunlar, bulup adalet önüne çıkaracağız” diyerek bundan sonra başka coğrafyalarda da benzeri operasyonlara girişilebileceği mesajını vermişti. Türkiye için ilk akla gelen elbette ki hedeflerden birinin Irak olması olasılığıydı. Ayrıca, ABD hava harekâtının ardından kara harekâtını da başlatmaya karar verebilir ve NATO’nun 5. maddesi uyarınca Türkiye’den asker göndermesi talep edilebilirdi. Bu durumda
Türkiye’nin sıcak bir savaşa katılmak zorunda kalması çok büyük bir ihtimaldi. Hükümet
içinde bu kaygılarla, zaman geçirmeden “savaş hali ilanı ve silahlı kuvvet kullanılmasına izin
verme”yi düzenleyen 92. maddeyi işler kılmak için konuyu Meclis’e götürmek gerektiği görüşü ağır basmaya başlayacaktı.
51
ASKER GÖNDERME TARTIŞMASI
Hükümetin yurtdışına asker gönderilmesine ilişkin Meclis’e gönderilmek üzere bir tezkere hazırlamakta olduğu Milli Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu tarafından da 9 Eylül günü resmen açıklanacaktı.
Gerek Irak’ın da ABD hedefleri arasında yer alma olasılığına gerekse Türkiye’den asker
gönderilmesi talebine ilişkin olarak Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz’ın açıklamaları hükümetin sadece lojistik destek sağlamakla ABD beklentilerini tatmin edemeyeceğini gösteriyordu. Yılmaz açıklamasında ABD’nin Türkiye’den Afganistan’da yürütmekte olduğu harekât için özel bir askeri tim isteyebileceğinden söz ediyordu. Buna karşılık Başbakan Ecevit de
Yılmaz’ın açıklamasını yalanlamaktan kaçınarak, Türkiye’nin Afgan muhaliflerine askeri
eğitim verebileceğini ifade ediyordu. Irak’a bir askeri operasyon düzenlenme olasılığına ilişkin olarak da Yılmaz, kaygıları olduğunu belirterek, Türkiye’nin böyle bir gelişme olması
halinde savaşın dışında kalamayacağına dikkat çekiyordu.
Diğer yandan, Türkiye’nin ABD’nin giriştiği askeri operasyonun daha ilk gününde
önemli bir lojistik merkez olarak kullanıldığı ortaya çıkacaktı. Operasyon esnasında Türk hava sahası ve İncirlik üssü yoğun şekilde kullanılmıştı. Ayrıca İncirlik’e ilave olarak 700 ABD
askeri daha gelmişti.
“Savaş hali ilanı ve silahlı kuvvet kullanılmasına izin verme” konusundaki hükümet
tezkeresi 10 Ekim’de Meclis’in önüne gelecekti. Tezkere’de özellikle, “Terörizme karşı savaşı İslam’a karşı eylem gibi göstermeye kalkanlar, barış dini olan İslam’ın yüce değerleriyle
çelişmektedir. Türkiye’nin çağdışı terörist Taliban yönetimine karşı savaşta ABD’nin yanında
yer alması doğaldır,” vurgusunun yapılması dikkat çekiciydi.
9 Eylül günü Türkiye’nin bir tuğgeneral ve 6 subaydan oluşan askeri bir heyeti Pentagon’da komuta merkezinde görev yapmak üzere ABD’ye göndermesi aslında hükümet tarafından hazırlanan tezkerenin hangi ivedi gereksinimlere cevap vereceğinin de göstergesi niteliğindeydi. Bu arada Ankara kulislerinde, daha önce güneydoğu Anadolu’da PKK’ya karşı
operasyonlarda etkin görevler üstlenmiş olan Bordo Bereliler’e hazır olun emri verildiği ve
Afganistan’a gönderilmelerinin an meselesi olduğu konuşulur olmuştu. Ancak 10 Ekim günü
yapılan açıklamalarda Bordo Berelilerin Afganistan’da çatışmaya girmeyeceği, sadece Taliban muhaliflerinin eğitilmesinde ve lojistik destek sağlanmasında katkıda bulunacağı belirtilecekti.
Hükümet tezkeresi 10 Ekim günü Saadet Partisi ve AK Parti dışındaki tüm partilerin
desteğiyle Meclis’te kabul edilecekti. Başbakan Ecevit ise Meclis’te tezkereyi savunmak için
yaptığı konuşmada yine PKK terörüne karşı Türkiye’ye destek vermiş olan ABD’ye olan vefa
borcumuzdan dem vuracaktı. Meclis’ten tezkere çıkar çıkmaz hükümeti ilk kutlayan kişi Başkan Bush olmuştu. Bush Türkiye’nin yeni Washington Büyükelçisi Faruk Loğoğlu’nun güven
mektubunu sunmasından sonra yaptığı konuşmada Türk halkına ve hükümete ABD’ne verdiği
destekten ötürü “yürekten” teşekkür etmişti. Başbakan Ecevit’in Başkan Bush’a teşekkür yanıtı fazla gecikmeyecekti. Hemen ertesi gün CNN International’a yaptığı açıklamada,
52
“ABD’nin mücadelesinde işbirliğini görev biliyoruz. Birliklerimiz bu konuda uzmanlaştı. Tecrübelerimizi Afganistan’da müttefiklerimizle paylaşacağız,” diyerek, hem Bush’un jestine aynı
sıcaklıkta karşılık verecek hem de Türkiye’nin tutumunun ne olacağına açıklık getirecekti.
Başbakan Ecevit Bush’a sıcak mesajlar vermekle birlikte Türkiye’nin Irak’a olası bir
operasyon düzenlenmesine ilişkin hassasiyetini muhafaza ettiğini de vurgulamayı sürdürüyordu. 14 Eylül günü yaptığı açıklamada, Irak’ın toprak bütünlüğünün Türkiye açısından taşıdığı
öneme dikkat çeken Ecevit, Irak’ın işgalinin Ortadoğu’daki kaosu çözmek yerine daha da
karmaşıklaştıracağını ileri sürecekti.
Bu arada 12 Ekim’den itibaren ABD’nin hava harekâtının yanı sıra kara harekâtına da
girişeceğinin ilk işaretleri gelmeye başlayacaktı. Türkiye’nin gerekirse Afganistan’a asker
gönderebileceği yolundaki mesajlarına karşın, Ankara sıcak savaşa girmekten çok, lojistik
destek vermeyi tercih ettiğinden, bu gelişmeden hiç de hoşnut değildi. Gelişmeler, hükümetin
özellikle de Genelkurmay’ın hiç de arzu etmediği şekilde, Türkiye’nin kendini sıcak bir savaş
içinde bulmasıyla sonuçlanması olasılığını gün geçtikçe arttırıyordu.
11 Eylül’ün üzerinden neredeyse bir buçuk ay geçmesine rağmen Türkiye misyonunu
henüz bulamamıştı.
BOMBALAMALAR ÜZERİNE
Noam Chomsky
Terörist saldırılar büyük gaddarlıklardı. Gerçi çap bakımından birçok başka saldırının,
örneğin Clinton’ın hiçbir geçerli gerekçe olmadan Sudan’ı bombalamasının ve o ülkenin ilaç
üretiminin yansını yok ederek sayısız insanın ölümüne (bu sayının ne kadar olduğunu kimse
bilmiyor, çünkü ABD, BM’nin bu konuda bir soruşturma başlatmasını engelledi, daha sonra
da bu işin peşine düşme zahmetine katlanan olmadı) sebep olmasının düzeyine erişemedi ve
akla hemencecik geliveren bundan daha kötü saldırıların ise sözünü bile etmiyorum. Yine de
53
bu saldırıların korkunç bir suç olduğu su götürmez bir şeydir. Tabii asıl kurbanlar her zamanki
gibi çalışan insanlar (temizlikçiler, sekreterler, itfaiyeciler, vs.) olmuştur ve bu saldırıların
muhtemelen Filistinliler ve baskı altındaki başka yoksul halklar üzerinde de yıkıcı etkisi olacaktır. Bu olayın sivil özgürlüklerin ve hakların ihlali anlamına gelen sıkı güvenlik önlemlerin
artmasına yol açması da başka bir muhtemel sonuçtur.
Olaylar, “füze savunma” projesinin aptallığını son derece dramatik bir şekilde gözler
önüne sermektedir. Başından beri bilindiği ve strateji analistlerinin defalarca tekrarladığı gibi,
kitle imha silahlarını kullanmak dâhil olmak üzere ABD’ye herhangi bir şekilde zarar vermek
isteyenler çıkacak olursa, böyle insanların, saldırıya anında imha edileceği kesin olan füzelerle girişmelerinın pek mümkün olmadığı görülmüştür. Böyle bir saldırı gerçekleşin menin,
temelde önüne geçilemeyecek olan sayısız değişik yolu vardır. Fakat bugünkü olayların, “füze savunma” sistemine benzer başka sistemlerin geliştirilmesi ve uygulamaya konması yönündeki baskıyı artırmak üzere istismar edilmesi de çok büyük ihtimaldir. “Savunma”, uzayın
silahlandırılması açısından yetersiz derecede gevşek bir kılıf olsa da, iyi bir reklamla desteklendiğinde en saçma argümanların bile korkmuş bir halkın gözünde belirli bir ağırlık taşıyacağını söyleyebiliriz.
Kısacası bu saldırılar, kendi nüfuzlarını kollamak için kaba kuvvete başvurmayı isteyen
şovenist sağa verilen iyi bir hediye olmuştur. Hatta ABD’nin gerçekleştirmesi muhtemel eylemleri ile bu eylemlerin neler getireceği (böyle başka saldırılara neden olması, hatta daha
kötü şeyler yaşanması) sorusu bile bir kenara bırakılmıştır. Gelecek, son gaddarlıklardan öncesine nazaran, daha da uğursuz gelişmelere gebedir.
Nasıl tepki vermemiz gerektiğine gelince, bence bir tercih şansımız var. Ya bu gelişmeler karşısında haklı korkumuzu ifade edeceğiz ya da bu saldırılara neyin sebep olduğunu anlamaya çalışacağız, ki bu da bir bakıma, muhtemel saldırganların zihinlerinin içinde neler
döndüğünü anlamak için çaba harcamayı gerektirir. İkincisini tercih edersek, yıllar süren seçkin haberciliğin ardından bölgeye ilişkin bilgisi ve kavrayışı benzersiz bir düzeye ulaşan
Robert Fisk’in sözlerine kulak vermek sanırım en iyisi olacaktır. Makalelerinde, “ezilmiş ve
aşağılanmış bir halkın kötücülliığü ve tüyler ürpertici zalimliği”ni anlatan Robert Fisk, “bu
savaş, bundan sonra tüm dünyanın inanmasının isteneceği gibi, demokrasinin teröre karşı savaşı değildir. Bu savaş aynı zamanda, Filistinlilerin evlerini yıkan Amerikan füzeleri, 1996’da
bir Lübnan ambulansına ateş açan ABD helikopterleri, Kana adındaki bir köye düşen Amerikan bombaları ve Amerika’nın İsrailli müttefiki tarafından parası ödenip üniformaları temin
edilen, mülteci kamplarını basarak cinayetler işleyip kadınlara tecavüz eden Lübnanlı bir milis gücüyle de ilgili bir savaştır,” diye yazmaktadır. Üstelik gerçekte bundan çok daha fazlası
söz konusudur.
Yineliyorum, bir seçim şansımız var: Ya gelişmeleri anlamaya çalışabiliriz ya da bunu
reddederek bizi yakın gelecekte bekleyen daha da kötü şeylere katkıda bulunuruz.
(11 Eylül 2001, Z Magazine)
54
TERÖRİZM AĞINI YOK EDİN,
KANIT ARAMADAN BEDEL ÖDETİN
Henry Kissinger
Dünküne benzer bir saldırı, sistematik bir planlamayı, iyi bir örgütlenmeyi, büyük meblağlarda parayı ve bir hareket üssünü gerektirir. Sürekli dolaşırken böyle bir saldırıyı gerçekleştiremez ve planlayamazsınız. Bu yüzden bu saldırılara cevabımızın, saldırıları fiilen düzenleyenleri yakalamaya çalışırken, eşit ölçekte bir karşı saldırıyı da içermesi gerekir ve bu son
derece anlaşılır bir durumdur.
Bu saldırının Amerika topraklarında düzenlenmiş olması bizim toplumsal hayat tarzımıza ve özgür bir toplum olarak varlığımıza yöneltilmiş bir tehdittir. Bu yüzden farklı bir biçimde cevaplanması, bu saldırıları üreten sistemin hedef alınması gerekir.
Elbette ki verilecek ilk cevap kayıplarla ilgilenmek ve bir biçimde normal hayata geri
dönmeye çalışmak olmalıdır. Hayatımızın etkilenmediğini göstermek için, hemen işimizin
başına geri dönmeliyiz. Ve her gün bu tür saldırılara maruz kalan insanlara, bireysel cevaplarında daha ölçülü olmaya davet ettiğimiz insanlara karşı daha anlayışlı olmalıyız.
Ancak bunu takiben hükümet, sistematik bir cevap vermeye hazırlanmalıdır, ki insan
bunun Pearl Harbor’a yönelik saldırıyı sona erdiren türden, yani saldırıdan sorumlu olan sistemi yıkan şiddette bir cevap olmasını bekliyor. Bu sistem, bazı ülkelerin başkentlerine sığınan bir terör örgütleri ağıdır. Birçok durumda bu örgütlere kucak açan ülkeleri cezalandırmayız; bazı hallerde ise onlarla ilişkilerimizi normale yakın düzeylerde koruruz.
Bu noktada neler yapmamız gerektiğini ayrıntılarıyla söyleyebilmek zor. Bir hafta önce
bana dünkü gibi koordineli bir saldırının mümkün olup olmadığı sorulsaydı, ben de birçok
insan gibi bunun mümkün olabileceğini düşünmediğim karşılığını verirdim, bu yüzden sözlerimin hiçbiri herhangi bir eleştiri yönelttiğim anlamına gelmez. Şimdiye dek bunu bir polisiye
mesele olarak ele alıyorduk, ama şimdi başka bir yola gitmeliyiz.
Elbette karşılık verme yönünde bir eylem sergilemeliyiz, ben de bunu kesinlikle desteklerim, ancak bu sürecin sonu olamaz, hatta sürecin asıl parçası da olmamalıdır. Sürecin asıl önem
taşıyan kısmı, kaçak terörist sistemi yakalamaktır. Terörist sistem derken, küresel düzeyde örgütlenmiş ve eşzamanlı olarak hareket edebilen parçaları kast ediyorum. Bu saldırı, Usame bin
Ladin’in operasyonlarının izlerini taşıyormuş gibi görünüyorsa da, onun yapıp yapmadığını
henüz bilmiyoruz. Ancak bu tür saldırıları düzenleyebilecek gruplara kucak açan hükümetler,
bu saldırıya karıştıkları kanıtlanamasa bile muazzam bir bedel ödemek zorundadırlar.
Sorun bu hafta ya da gelecek hafta nasıl bir öfke göstereceğimiz değildir. Bizim güvenliğimiz tehdit edildiğinden, bu müttefiklerimizle birlikte işbirliği içinde, en düşük ortak paydaya saplanmadan karşı koymamızı gerektiren bir mesele olsa da, vereceğimiz cevap bir fikir
birliğine dayandırılamaz. Bu bizim soğukkanlılıkla, titizlikle ve insafsızca gerçekleştirmemiz
gereken bir görevdir. (12 Eylül, Washington Post)
55
KAÇARLAR DA SAKLANIRLAR DA
(İNTİHAR BOMBACILARI BİR YERE KAYBOLMUYOR)
Robert Fisk
İkinci Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre önce, dönemin Britanya Başbakanı Stanley
Baldwin “bombacının her zaman başarılı olacağı” şeklinde bir uyarıda bulunmuştu. Bugün
artık biz de, intihar bombacısının her zaman başarılı olacağını ileri sürebiliriz. Belki hepsi
olmayabilir tabii. Salı sabahı ABD’de iç hat uçuşlarına binemeyen kaç hava korsanı olduğunu
bilmiyoruz, ama akıl almaz derecede büyük, dehşet verici bir kıyıma sebep olmaya yetecek
sayıda hava korsanının binebildiği ortada. Henüz bu olgu üzerinde düşünmeye başlamadık
daha. İntihar bombacısı bir yere kaybolmuyor. Bu bizim değil, “onlar"ın özel silahı ve hiçbir
askeri güç bu silahla baş edebileceğe benzemiyor.
İsrail’in Lübnan’dan çekilmesinin sebebi kısmen intihar bombacılarıdır. Amerikalılar da
on yedi yıl önce bir intihar bombacısı yüzünden Lübnan’dan çekilmişlerdi. Şimdinin Büyük
George Bush’u olan o zamanların Başkan Yardımcısı’nın 241 Amerikan askerinin daha yeni
katledildiği, ABD’nin Beyrut’taki Deniz Üssü’nün yıkıntıları arasında dolaştığını hatırlarım.
Baba Bush, “Bir avuç sinsi ve alçak teröristin ABD dış politikasını sarsmasına izin vermeyeceğiz,” demişti o gezisi sırasında. “Dış politika terörün dayatması ya da etkilemesiyle belirlenecek bir şey değildir.” Oysa birkaç ay sonra, deniz piyadelerinin tasları taraklarını toplayıp
Lübnan’dan kaçarcasına ve “yeni bir yere konuşlandırılmak üzere”, kendilerine açıkta bekleyen gemilerine bindiklerini gördük.
Pek uzun zaman geçmedi üstünden, yakınlarda bir gün, şimdi güney Lübnan’da BM’nin
hizmetinde çalışan Hintli bir subayla sohbet ediyorduk. Delhi’nin Sri Lanka’daki savaşa müdahalesine katılmıştı. Lübnan Hizbullah’ına kıyasla Tamil intihar bombacılarının nasıl olduğunu sordum ona. Hintli subay bu sorum üzerine kaşlarını kaldırdı. “Hizbullah’ın onlardan
üstün bir tarafı yok,” dedi. “Düşün bir, hepsi de üstünde bir intihar kapsülü taşıyor. Biri kalkıp
kendini cipin önüne atmasın diye askerlerime Sri Lanka yollarında saatte 120 km. hızla gitmelerini emretmiştim ben.”
Hizbullah Hazreti Hüseyin’in şehit olduğu Kerbelâ’dan, Filistinliler de Hizbullah’tan
esinlenmiş olabilir. Ancak buna verilecek askeri bir cevap yok. “Bizim” tarafımız riske girmeye hazırken, hayatlarını kaybetmeye yanaşmadığı sürece, intihar bombacısı öbür tarafın
nükleer silahı olacak. Pentagon’a uçan o Boeing 767’nin içinde akıbetine doğru giden yolcu
kadın, kocasına açtığı ümitsiz telefonda, hava korsanlarının bıçak ve maket bıçağı taşıdıklarını
söylemiş. Bıçak ve maket bıçağı; bir süper güce yıkıcı bir zarar vermek için bunlar bile yeterli
artık. Sadece bunlar ve yakıt tankları ağzına kadar dolu bir uçak.
Fakat intihar bombacılarının hepsinin aynı özelliklerini taşıdığını söyleyemeyiz. Kendilerini, her zaman olmasa da İsraillilerin en masumlarıyla birlikte parçalara ayıran tüyü bitmemiş Filistinli gençlerin çoğu, ya pek az eğitim almış ya da hiç almamış durumda. Kur’an bilgileri zayıf, ama kendilerini harekete geçirecek kadar güçlü bir öfke, ümitsizlik ve haklılık
56
duygusuyla dolular. Daha yaşlı olan Hizbullah intihar bombacıları ise Kur’an âyetlerini daha
iyi biliyorlar ve kendilerini feda etmeden önceki saatlerine çelikten sinirlerle dayanmalarını
sağlayan hapishane tecrübesinden geçmiş insanlar.
Salı günkü intihar bombacıları ise bir bakıma ilkti. Her uçakta dört intihar bombacısı
varsa, bu on altı adamın kendilerini aynı anda öldürmeye karar vermiş olmaları demektir.
Hepsi birbirlerini tanıyorlar mıydı acaba? Sanmam. Yoksa içlerinden sadece biri mi, öbürlerinin hepsini tanıyordu? Bunlar kesinlikle eğitimliydiler. Pentagon’a çarpan uçak bıçaklı adamlar tarafından uçuruluyorsa, bu, intihar bombacılarının dünyanın en karmaşık uçağının kablolu
uçuş panelini kullanma bilgisine sahip olduğunu gösterir.
Saldırılardan birkaç saat sonra, Amerikalı gazetecinin biri beni bu adamların böyle korkunç bir eylem planını tasarlamadan önce uzun çalışmalar yapmış, American Airlines ve
United Airlines’la defalarca uçmuş olmaları gerektiği yönündeki fikrimden dolayı sorguya
çekerken, saptamamın daha da isabetli olduğunu gördüm. En azından havaalanlarındaki Xışınlı güvenlik teçhizatını gözden geçirmek için bunu yapmak zorundaydılar. Kabin mürettebatının kokpit kapısını kapayıp kapamadıklarını da öğrenmeleri gerekiyordu. ABD’de iç hat
uçuş deneyimlerime dayanarak, bunun nadiren söz konusu olduğunu söyleyebilirim. Bu
adamlar vahşi ve zalimlerdi ama anlaşılan eğitimliydiler de.
Suçlunun yakalanacağına dair o eski vaatleri tekrarlayıp duran politikacılarımızın çoğu
gibi, dün “terör makinesinin parçalara ayrılacağı”nı söyleyerek destek veren Bay Blair gibi
insanlar da eğitimlidir. Ama burada gözden kaçan bir nokta var. Eğer bu “terör makinesi”
bıçaklar ve maket bıçaklarından ibaret ise, Bay Blair yanlış hedefin peşindedir. Tıpkı 1986’da
Libya’nın bombalanması emrini vermeden birkaç saat önce Başkan Ronald Reagan’ın içine
düştüğü durumda olduğu gibi. O sıralarda Reagan, Albay Muammer Kaddafi’den, “Kaçabilir,
ama saklanamaz,” diye bahsetmişti. Fakat Albay Kaddafi pekâlâ saklandı ve bugün bile aramızda.
Başkan Bush’un başka “saldırgan devletler” arayışına girmeksizin, bombacıların arkasında duranlara yaptığı gönderme, Irak’ı ya da Afganistan’ı veya artık “terörizmin babası”
olduğunu düşündükleri odakları eskisinden fazla Cruise füzesiyle bombalamasının önünü açıyor. Oysa Amerikalılar, bu adamların Boeing 767 kullanmayı kimden öğrendiğini araştırsalar
bence daha iyi ederler.
Acaba pilotlarına bu uçağın eğitimini hangi Ortadoğu havayolları veriyor? Üçüncü
Dünya ülkelerine uygun o pilot yetiştirme programı kapsamında hangi ülkeler cömert davranıyor? İran’ın devrim sonrasındaki en iyi helikopter pilotlarından biri, Pakistan hava kuvvetlerinin kursunda Bill Augusta (Vietnam çağının silahı) eğitimi aldığını, Pakistan’ın da kendisine
öğretmen olarak Amerikalı emekli askerleri tuttuğunu anlatmıştı.
New York’taki katliamların arkasında Usame bin Ladin varsa eğer, onun hedeflerinden
birini hatırlamanın yeridir: Sadece ABD’yi Ortadoğu’dan kovmak değil, Washington’a sadık
bütün Arap rejimlerini de devirmek.
57
Usame bin Ladin’in kendisiyle en son konuştuğumda, Suudi Arabistan onun düşman
listesinin ilk sırasındaydı. Hüsnü Mübarek yönetimindeki Mısır, Kral Abdullah’ın yönettiği
Ürdün de onun düşmanları arasında yer alıyor. Bin Ladin bu ülkelerdeki Müslümanların yozlaşmış yönetimlerine nasıl başkaldıracaklarını anlatıp duracak. ABD’nin New York ve Washington’daki kan banyosuna kıyımla cevap vermesi, Arap kitleleri sürekli bir boyun eğme noktasından, kolayca başka bir patlama noktasına taşıyabilir.
Bugün intihar bombacısı o bölgede büyük hayranlık topluyor. Kitlesel bir kıyımcı olduğu için değil, hayır, yenilmezliği olan, dokunulmazlığı olan bir şeylere, sonuçların sorumluluğunu üstlenmeksizin hep kurallar koymuş bir şeylere kolayca saldırılabileceği anlaşıldığından.
Tıpkı Lübnan’da ilk intihar bombacısı ortaya çıktığında olduğu gibi.
Lübnanlıların pek azı İsrail askerlerinin böyle ölebileceğine inanırlar. Onun için İsrail
ordusuna adanmış marşlar ve efsaneler durmadan aşağılanır. Amerika’nın gücünün ve gururunun simgelerinin vurulmasına verilen tepki de böyle oldu. Küçük çaplı da olsa Filistinlilerin
pespaye “kutlamalar”ı bunun açığa çıktığı bir noktaydı, ama ciddi bir gösterge değildi. Onları
harekete geçiren, on yıl önce Amerikan halkından duyduğumuz, “Bağdat’ı karanlık çağlara
sürükleyene kadar bombalayın,” retoriğine denk düşen şeylerdi.
Bugün Ortadoğu’da Araplar, Amerika’nın hiçbir kanıt beklemeden ya da en zayıf kanıtlarla harekete geçerek kendilerini bombalamaya kalkacağından korkuyorlar. ABD’nin 1983’te
donanmanın bombalanmasına nasıl cevap verdiğini hatırlayalım. USS New Jersey savaş gemisi Çuf Dağları’na otomobil büyüklüğünde bombalar yağdırarak birkaç Suriye askerini öldürmüş ve bir köyün yarısını ortadan kaldırmıştı. Amerika’nın doğu kıyılarından yola çıkan
donanma filosunun dünkü gelişi işte bu etkisiz eylemin hatıralarını canlandırdı.
Yine de dikkat çekmek gerekir ki, Amerikalılar bir kamyon dolusu patlayıcıyla Beyrut’taki üsse dalan adamın kimliğini hâlâ tespit edemediler. Başka bir ülkede, başka bir zamanda olmuştu olay. Bugünün intihar bombacıları farklı bir soydan. Ümitsizlik, sefalet, hatta
belki ayrıcalıkla yetişti bu bombacılar ve içinde yaşadığımız şu 2001 yılında artık onların vakti gelmiş durumda.
(13 Eylül 2001, Independent)
TERÖRİZME VERİLECEK TEK CEVAP
DEMOKRATİK BİRLİKTİR
Ehud Barak
Terörizm özgür dünyaya savaş ilan etmiştir ve özgür dünya da terörizme karşı saldın
için birleşmelidir. Salı günkü korkunç saldırıdan çıkarılabilecek kaçınılmaz sonuç budur.
Geçmişte aydınlanmış dünyanın kendi temel değerlerine yönelik saldırılarla savaşması gibi,
bugün de benzeri bir uluslararası koalisyon kurulmalıdır.
58
Saldırının doğası inanca aykırıdır, bu durum hiç kimseyi şaşırtmamalıdır. Saldırının cüretkârlığı ve neden olduğu insani, ekonomik kayıplar akıl almaz ölçüde büyük boyutlardadır
ve bu durumun etkileri uzunca bir zaman daha sürecektir. İntihar saldırılarında kaybettiğimiz
insanlar nesiller boyu insanoğlunun hafızasında yaşayacak.
Yanılsamalara kapılmayalım. Bu saldın Batı uygarlığının diğer verdiği her şeyi; özgürlüğü, hukukun üstünlüğünü, insan hayatının kutsallığını hedef almıştır. Halklar ve uluslar arasında var olan meselelerin şeffaflıkla, açık bir tutumla halledilmesine ve insani etkileşimin
bildiğimiz yapısına yönelik bir saldırıydı.
Saldırganların kimler olduğunu da biliyoruz üstelik. Usame bin Ladin bu işe doğrudan
karışmış ya da bu saldırı başka bir grubun işi olsun olmasın, dünya hükümetleri teröristlerin
kimler olduğunu, bunlara destek veren ve eylemlerini teşvik eden haydut devletlerin hangileri
olduğunu biliyor. İran, Irak, Libya, Sudan ve Kuzey Kore gibi ülkelerin terörizme destek
verme konusunda hayli kabarık bir sicilleri var; Hamas, Hizbullah, İslami Cihad, hatta Yaser
Arafat’ın FKÖ’sünün terörist canilerinin gerçekleştirdiği katliamları hatırlatmaya bile gerek
yok. Savaş hatları gayet açıkça çizilmiş durumda.
İsrail, maalesef, terörün nasıl bir bela olduğunu yıllardır ilk elden biliyor. Yurttaşlarımız
çirkinlikleri ağza alınamayacak saldırıların hedefi oldular. 1972’de Münih’te, 1974’te
Maalot’ta, 2001’de Tel Aviv’de Dolphinarium, yaklaşık iki kuşaktır bizim hayat tarzımıza
yöneltilmekte olan saldırılara sadece birkaç örnek. Bizler ihtiyatlılığın ve kararlılığın; ahlâkın
gereklerine saygısı olmayanların sayısız saldırısıyla başa çıkmak için çeşitli siyasal, diplomatik ve operasyonel seçenekler geliştirme zorunluluğunun; korkunç bir acı ve yıkım karşısında
azimli durabilme gereğinin önemini kavramış bir ülkenin evlâtlarıyız.
Elbette Sah günkü özgür dünyaya yönelik saldırıyı Arap-İsrail barış süreciyle ilişkilendirmeye çalışanlar her zaman olacaktır; ancak bu tür kaba bir nedensellik ortaya atmak, sadece bu saldırının kurbanlarını rencide etmekle kalmaz, aynı zamanda akla mantığa da sığmaz.
Dünyadaki teröristlerin Batı’ya düşmanlıklarının kendi kendilerini anlamlandırmalarının temeli olduğunu, Arap-İsrail görüşmelerindeki tavizlere bağlı olmadığını anlamak için açıklamalarına, yayınlarına, ideolojilerine ve eylemlerine şöyle bir göz atmak yeterlidir.
Bu hafta korkunç bir biçimde yüzünü gösteren zalim gerçek, bu grupların yarattığı tehdit karşısında dünyanın hiçbir bölgesinde tavize yer olmadığıdır.
Uluslararası camia gelecek günler ve aylarda, bu saldırıya cevap verirken bir dizi önleme
başvuracaktır. Burada hepsinden önemli olan nokta, uyum içinde hareket etme gerekliliğidir. Savunma hatlarında çatlaklar oluşursa, böyle bir savaşı kazanmak mümkün olmaz. Terörizm belasının uzun zamandır yayılmasının sebeplerinden biri budur. Karşımızdaki düşmanı mağlup edebilmek için bütün barışsever devletler geniş bir koalisyon çatısı altında bir araya gelmelidirler.
Özgür dünyanın diplomatik, istihbarat, ekonomik ve operasyonel kaynaklarını seferber
eden somut, işlerlikli bir plan geliştirilmelidir. Bu plan nerede olursa olsun, terörist eylem
işaretlerine karşı en kapsamlı önlemler ve etkili cevaplar yelpazesini harekete geçirmelidir.
59
Teröristler her türlü yönteme başvurarak, nerede saklanırlarsa saklansınlar takip edilmelidir.
Hiçbir limanda ya da havaalanında kendilerine geçiş izni verilmemeli, ekonomik ve maddi
kaynakları ortadan kaldırılmalı, finansman ve iletişim ağları parçalanmalıdır.
Artık yeni uluslararası normlar belirlemek gerekiyor. Uluslararası camia terörist grupların
herhangi bir oluşumuna kucak açan, yardım eden ya da destek veren herkesten hesap sorulacağını,
böyle bir tutumun bir bedeli olacağını açıkça ortaya koymalıdır. Terörü finanse edenler ve bu insanlara kucak açan haydut devletler derhal milletler ailesinden dışlanmalı ve bunların terörizme
yardım etme imkânları ortadan kaldırılmalıdır. Hiçbir hükümet dünya yurttaşlarını hedef alanlarla
ittifaka gitmenin sonuçlarından muaf tutulabileceği düşüncesine kapılmamalıdır.
Amerika’nın liderliğinde Büyük Britanya, Avrupa’nın başka devletleri ve Rusya, kısacası bütün uygar dünya, demokrasiyi ve özgürlüğü, bunların modern dünya açısından önceliğini mümkün kılan değerleri ve açık hedefleri sağlamlaştırmalıdır. Kurdukları koalisyon ılımlı
Arap ve Müslüman devletlerin yanı sıra, dünyada istikrar ve düzen isteyen bütün ülkeleri de
içine almalıdır.
Şimdi eylem zamanıdır. Bütün ulusların ayağa kalkıp hesap vermesinin zamanı gelmiştir. Terörizmin sınırları yoktur, dolayısıyla ona karşı yapılacak savunmanın da sınırları olamaz. Bütün ülkeler hangi tarafta olduklarını açıkça ortaya koymalıdırlar. Bu seferberlik hızlı
ve kolay olmayacaktır. Terör ağı zaten aşırı bir dokunulmazlığın sefasını sürüyor ve belki de
daha yıllarca, üstesinden gelinmesi daha trajik başka kayıplara şahit olacağız.
Karşı saldırıda bulunmanın alternatifi ise, bütün barışsever halkların değer verdiği hayat
tarzının daha fazla zarar görmesi, daha fazla yıkım ve daha fazla korkudur.
Bir karar anındayız. Bildiğimiz, tanıdığımız dünya artık başka bir yer ve uluslar topluluğu buna uygun bir cevap vermek durumundadır. Uygar dünyanın bütün bir uygarlığı hedef
alan bu sistematik tehdide nasıl cevap vereceği, gelecek yıllarda kendisine hangi yönü belirleyeceğini de gösterecektir. Biz birlik olma-, nın ve azmin galip geleceğine inanıyoruz.
(13 Eylül 2001, The Times)
BU BİR SAVAŞTIR
George W. Bush
Günaydın. Bu hafta sonu terörizme karşı yoğun bir saldırı başlatmayı planlamak üzere
Ulusal Güvenlik Konseyi’min üyeleriyle yoğun toplantılar yaptım. Bu yeni türde bir düşmana
karşı verilecek yeni türde bir savaş olacaktır.
Bu, savaş meydanlarının olmadığı, büyük çıkartmaların yapılmadığı bir savaş olacaktır.
Kendisinin görünmez olduğuna inanan bir düşmanla çatışmaya giriyoruz. Fakat onlar bu noktada yanılıyorlar. Er geç ortaya çıkarılacaklar ve geçmişte başkalarının öğrendiği şeyi onlar da
60
öğrenecekler: ABD’ye savaş açanlar, kendi yıkımlarını kendi elleriyle seçmişlerdir. Terörizme karşı zafer bir tek muharebede kazanılmayacaktır kuşkusuz; terörist örgütlere ve onlara
kucak açıp destekleyenlere yönelik bir dizi kararlı eylemle sağlanacaktır bu zafer.
Ülkemizin güvenliğini sağlamak ve terörizm belasını ortadan kaldırmak üzere geniş ve
kapsamlı bir seferberlik başlatmayı ta şarlıyoruz. Ve bu savaşın sonunu getirmeye kararlıyız.
Her inançtan, her kesimden Amerikalı bu amaca inanıyor.
Dün New York’ta enkazın bulunduğu yerlere gittim ve insanı hayrete düşüren bir fedakârlık, vatanseverlik ve meydan okuma ruhuyla karşılaştım. Orada yorgunluktan tükenmelerine rağmen büyük gayretlerle çalışan, ülkemiz ve benimsediğimiz büyük dava için tezahüratlar
yapan kurtarma görevlilerini gördüm.
Washington’da siyasi partiler ve Kongre’nin iki meclisinin de kayda değer bir birlik
sergilemesine derin bir minnettarlık duyuyorum. Bizi bölüp parçalamaya yönelik bir terörist
eylem bizi bir ulus olarak bir araya getirdi. Büyük bir kayba uğrayan itfaiyecilerin ve polis
yetkililerinin cesareti, hava korsanlarına karşı koyarak yerde birçok insanın hayatını kurtarmış
olan United 93 yolcularının cesareti, son birkaç gün içinde Amerikan cesaretine dair çok şey
öğretti bize. Şimdi ölenleri onur duyarak anıyor ve ulusumuza yapılmış bu saldırıya cevap
vermeye hazırlanıyoruz. Sizi temin ederim ki, sembolik bir eylemle yetinmeyeceğim. Bizim
vereceğimiz karşılık çok kapsamlı, güçlü ve etkili olmalıdır. Yapmamız gereken, Amerikan
halkından istememiz gereken çok şey var. Sizden istenen sabırlı olmanız, çünkü bu savaş kısa
sürmeyecek. Sizden istenen azimli olmanız, çünkü bu savaş kolay geçmeyecek. Sizden istenen kuvvetli olmanız, çünkü zafere giden yol uzun olabilir.
Geçen hafta Amerikan halkının Amerika’nın her yerinde en iyi tutumları sergilediğine
şahit olduk. Yurttaşlarımız dua etmek, kan vermek ve ülkemizin bayrağını dalgalandırmak
için bir araya geldiler. Amerikalılar üzüntülerini paylaşmak ve birbirlerinden güç almak için
bir araya geliyorlar.
Başımıza büyük bir trajedi geldi. Şimdi kendi ülkemizde cesaretle ve başkalarının kaygılarını anlayarak yaralarımızı sarmak için birbirimize kenetleniyoruz. Çünkü burası Amerika.
Çünkü biz buyuz. Bizim düşmanlarımız, bunun için bizden nefret ediyorlar ve bize saldırdılar.
Biz buyuz ve bunun için galip gelen biz olacağız.
(15 Eylül 2001, Ulusa Sesleniş)
61
USAME BİN LADİN,
TERÖRÜN “BABASI” MI?
Robert Fisk
Usame bin Ladin’le Afganistan’da ilk görüşmem 1996’nm sıcak, nemli bir yaz gecesi
gerçekleşmişti. Gece semalarında uçuşan, onun Suudi kıyafetlerinin ve adamlarının giysilerinin üzerine konan büyük haşereler, kocaman iplik topakları gibi görünüyorlardı benim gözüme. Hatta gelip defterimin üzerinde de konaklıyorlardı, ta ki ben onları ezip kanlarını sayfalara bulaştırana dek. Bin Ladin her zaman titiz bir kibarlık içindeydi. Buluştuğumuz her seferinde beni Arapların olağan misafirperverliğiyle karşılayıp yemek ikramında bulunmuştu: Bir
dilim peynir, zeytin, ekmek ve reçel. Kendisini daha önce Sudan’da da görmüştüm ve yaklaşık bir yıl sonra dağdaki gerilla kamplarından birinde de buluşacaktık. Dağda hava o kadar
soğuktu ki sabah saçlarımda buz parçalarıyla uyanmıştım.
Bana tüylü bir battaniye vermişlerdi, ayakkabılarımı çadırın dışında çıkarmıştım. Buluştuğumuz her seferinde, namaz kılma vakti geldiğinde söyleşilerimizi yarıda kesmişti. Öyle
anlarda Cezayir’den, Mısır’dan, Körfez ülkelerinden, Suriye’den silahlı adamları yanına diz
çöker, sanki o bir Mesih’miş gibi ağzından çıkan her kelimeyi dikkatle dinlerlerdi.
20 Mart 1997’de onunla bir kere daha görüştük. O zamanlar daha 41 yaşında olmasına
rağmen, üstünkörü taranmış sakalında beyazlar, gözlerinin altında ise torbalar vardı. Hafifçe
topallayan bacağının sanki onu zayıf düşürdüğünü hissetmiştim. Dondurucu gecede, aramızda
titreşen gaz lambasının ışığında aceleyle karaladığım notlar hâlâ durur. “Amerikan halkına
karşı değilim,” demişti. “Sadece hükümetlerine karşıyım.” Bunu Ortadoğu’da o kadar sık
duydum ki. Ona, benim düşünceme göre Amerikan halkının Amerikan hükümetini kendi temsilcileri gibi gördüğünü söyledim. Bin Ladin sözlerimi sessizce dinledi ve “Amerikan kuvvetlerine yönelik askeri harekâtımızın henüz başlangıcındayız” dedi.
Bu hafta, Dünya Ticaret Merkezi’ne çarpan o uçakları izlerken işte bu sözleri hatırladım. Son buluşmamızda onun sırt çantamda (dağlık ülkelerde kullandığım bir okul çantası)
taşıdığım Arapça gazeteleri nasıl kapıp, çadırın bir köşesine çekilerek yirmi dakika boyunca
hem adamlarını hem beni unutup gazetelere daldığını da hatırladım. Bir Suudi olmasına karşın
İran Dışişleri Bakanı’nın Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’ı ziyaret ettiğini bile bilmiyordu.
Bir radyosu bile yok mu, diye sormuştum kendime. Bu adam gerçekten terörün “babası” mıydı yani? ABD yönetimi ve Time dergisi ona bu sıfatı yakıştırıyor, ama kendisinin bundan hoşlandığını pek sanmam. Amerikan yönetiminin başına koyduğu 5 milyon dolarlık ödülden de.
Bir multimilyoner olarak, “Aranıyor” posterlerinde kendisine böyle düşük bir fiyat biçilmiş
olması bin Ladin’i rencide ederdi herhalde.
Bin Ladin’ler, kökleri Yemen sınırında olsa da Suudi Arabistan’da çok saygı gören, inşaat sektörüne el atmış bir ailedir; 1979’da Sovyetler’in işgalini takiben Batı’ya karşı savaşmak için adamlarını ve yol inşa makinesini aşiret liderlerinin volkanik coğrafyasına sürüklemiş genç adamın onur duyduğu bir aile. Çünkü Ruslar Batılıydı -bir Suudi’ye göre- ve onların
62
İslam olan Afganistan’ı işgalleri namussuzca bir eylemdi. Kendisiyle birlikte savaşacak genç
Müslüman Arapları kendi kesesinden ödeyerek götürdü Afganistan’a.
Bu Araplar Cezayir’den, Mısır’dan, Körfez’deki Arap ülkelerinden ve Suriye’den geldiler; birçoğu feci savaşlarda şehit düşerek öldü, mayınlara basıp parçalarına ayrıldı, Pençşir köylerine saldıran Sovyet Hint helikopterlerinden açılan makineli tüfek ateşiyle delik deşik oldu.
Sudan’daki ilk görüşmemizde, gönülsüzlüğüne karşın bin Ladin’i o günleri anlatmaya
ikna etmiştim. Celalabad’dan çok da uzak olmayan bir Rus üssüne düzenlenen bir saldırı sırasında, bir havan topunun ayağının üzerine düştüğünü anlatmıştı bana. İdrak etmenin o kısacık
bir anı boyunca kendisinde büyük bir soğukkanlılık -kendisi öyle söylemişti- hissettiğini, Allah’ın bahşettiği bir tevekküle sığındığını anlatmıştı. Bugün Amerikalıların çoğu, “Keşke tam
tersi olsaydı,” diye dilerler belki ama havan topu patlamıştı.
Bin Ladin’in Afgan direnişi cephelerindeki saygınlığından Ruslar bile haberdardı.
1993’te Moskova’da, onu ortadan kaldırmayı planlamakla görevli bir Sovyet danışmanla tanışmıştım. O Rus, bin Ladin’den, “Tehlikeli bir adam,” diye bahsetmişti. Tabii o zamanlar
Amerikalılar Usame bin Ladin’i seviyorlar, ona silahlar veriyorlardı, yirmi yıl sonra onu öldürmeyi hayal edeceklerini akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. Bin Ladin ise bir keresinde bana Rusya’ya karşı verdiği savaş sırasında hiçbir Amerikan ajanıyla görüşmediğini,
Batı’dan bir tek kurşun bile kabul etmediğini söylemişti.
Ama buldozerleri dağlarda yollar açtı, mücahitlerin Britanya yapımı Blowpipe uçaksavar füzelerini Sovyet MİG’lerini vurabilecek kadar yükseklere taşıyabilmesi için; yıllar sonra
adamlarından biri beni “bin Ladin yolu”ndan çıkaracaktı, yağmur ve kar altında korkutucu
derin vadiler arasında, ön camımız buğulu soğukta iki saat boyunca tırmanmıştık dağa. Dönen
tekerleklerin arasından sıçrayan taşlar aşağıda, bulutların arasında kaybolmuş vadiden yuvarlanırken adam bana, “Cihada inanırsanız, her şey kolaydır,” demişti. Arada karanlıkların içinde cılız ışıklar parlıyordu; 1997 yılında oluyordu bu. Silahlı adam, “Kardeşlerimiz bizi gördüklerini haber veriyorlar,” demişti. Zaman zaman geriye uçuruma doğru kayan jiple, farların
aşağıda donmuş şelaleleri aydınlattığı yolculuğumuz, bin Ladin’in savaş zamanındaki eski
kampına varana dek iki saat daha sürmüştü. “Toyota cihad için biçilmiş kaftan” demişti bin
Ladin’in adamı, gülümseyerek. Ne diyebilirdim ki, haklıydı. Bin Ladin’in kendisinin ise espri
yaptığını hiç duymadım.
ABD onu dünyanın baş teröristi ilan etmişti, o da, “Vatanımı kurtarmak terörizmse bu benim için bir onurdur,” karşılığını vermişti. Amerika ile İsrail hükümeti, Amerikan ordusu ile İsrail
ordusu arasında hiç fark olmadığını söylemişti. Ama Avrupa, özellikle de Fransa, Amerikalılarla
araya mesafe koymaya başlamıştı. Fransa’nın Kuzey Afrika politikasını kınamıştı bin Ladin, Cezayir’in adım anmadıysa da, bu isim birkaç dakika boyunca tepemizde bir hayalet gibi dolaştı.
Bin Ladin bana, Pakistan’da basılmış Urduca bir duvar posteri vermişti, Pakistanlı ulemanın “onun Amerikalılar’a karşı kutsal savaşı”na destek verdiği yazılıydı posterin üstünde;
hatta Karaçi’de, ABD birliklerinin “kutsal mekânlar”dan (Mekke ve Medine) çıkarılmasını
isteyen duvar yazılarının renkli fotoğraflarını bile vermişti. Birkaç ay önce Suudi kraliyet aile-
63
sinden bir temsilcinin kendisine cihadı terk edip Suudi Arabistan’a geri dönerse, vatandaşlığa
geri alınacağını, kendisine yeni bir pasaport, ailesine de 2 milyar Suudi riyali verileceğini ilettiğini söylemişti. Ailesinin de kendisinin de bu teklifi reddettiğini anlatmıştı.
O zamanlar bin Ladin’in üç eşi vardı. En yaşlıları, cin gibi bir genç olan on altı yaşındaki
oğlu Bon Ömer’in annesiydi, en gençleri ise ergenlik çağındaydı daha. Bir başka oğlu Saad’ı
tanıştırmışlardı benimle. Oğullarının ikisi de çat pat İngilizce konuşuyorlar ve çevrelerinde bu
kadar çok silahlı adam bulunmasından heyecan duyuyorlardı: masum bir heyecan. Hepsi onunla
beraber yaşıyor -başka mücahitlerin eşleri ve çocukları da vardı-, Celalabad’ın dışında bir yerleşimde kalıyorlardı. Hatta bin Ladin, Mısırlı adamlarından biri eşliğinde bu sıcak, karanlık, perişan evleri ziyaret etmemi önerdi. Elbette ki eşleri orada değildi; en gençleri daha sonra Körfez’e
ailesinin yanına döndü. Mısırlı, “Bu hanımlar rahat yaşamaya alışıklar,” demişti. Kamp çadır
bezleri ve birkaç dizi dikenli telle korunuyordu; bir kuyu açılmış, üç ayrı hela yeri kazılmıştı,
birinin içinde ölü bir kurbağa yüzüyordu. Mısırlının, kucağında bir tüfekle yanımızda oturan
oğlu, Mısır istihbaratının kampı izlediğinde ısrar ediyordu. “Şehirlerde Amerikalılar için çalışan
insanlar var. Bu adamları görüyoruz, dikkatli olmalıyız,” demişti.
Bu kamptaki başka bir Arap daha konuşkandı. “Bin Ladin’in Afganistan dışında gidebileceği bir ülke yok,” diyordu. “Sudan’dayken Suudiler Yemenlilerin yardımıyla onu yakalamaya çalıştılar. Fransız hükümetinin de onun teslim edilmesi için Sudanlıları ikna etmeye
çalıştığını biliyoruz, çünkü Sudanlılar daha önce onlara Güney Amerikalı bir adamı vermişlerdi. Amerikalılar, bin Ladin’i Sudan’da yakalamaları için Fransızlara baskı yapıyordu. Suudilerin para verdiği bir Arap grup onu öldürmeye çalıştı, fakat bin Ladin’in muhafızları zamanında karşı ateş açtılar ve saldıranlardan ikisi yaralandı.”
Bin Ladin Ruslara karşı savaşında toplam 500 adamını kaybetti. Hepsinin de mezarları
Pakistan sınırı yakınlarındaki Torkum’da. Rusların çekilmesini takiben bin Ladin, Afganların
birbirlerini kırmaya başlamalarından rahatsız olup Sudan’a gitti. Yakın çevresindekiler de
yollar yapıp, Sudan sanayiine yatırımda bulunmak üzere onunla birlikte gittiler.
Bin Ladin uzun boylu, ince bir adamdır ve yoldaşlarından bir hayli uzundur.
Suudi ailesinin yolsuzluklarından bahsederken sert sert gözlerime diktiği, küçük kara
gözleri vardır. Hatta 1996’da yaptığı röportajda -şu sivrisinekli bunaltıcı gece- Amerika hakkındaki görüşlerinden çok Suudi kraliyeti ve unsurlarına vakit ayırdık diye hatırlıyorum. Dişlerinin arasına bir parça misvak sıkıştırmıştı, benimle bütün söyleşilerine eşlik eden bir alışkanlıktı bu. Bütün sözlerini tarihe -ya da tarihin kendi yazdığı versiyonuna- dayandırıyordu.
Asıl önemli tarih 1990’dı, Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgal ettiği tarih. “Amerikan birlikleri
Suudi Arabistan’a, kutsal mekânların ülkesine girdiğinde, ulema ve şer’i hukuk öğrenen tüm
medrese öğrencileri Amerikan birliklerinin müdahalesine büyük tepki gösterdiler. Amerikan
birliklerini davet ederek düştüğü bu büyük hata Suudi rejiminin ikiyüzlülüğünü ortaya serdi.
Müslümanlara karşı savaşan ülkeleri desteklediler. Güney Yemenli Müslümanlara karşı Yemen komünistlerine yardım ettiler ve Hamas’a karşı Arafat’ın rejimini destekliyorlar. Suudi
rejimi ulemayı rencide edip hapse atarken meşruiyetini de kaybetti.”
64
Bin Ladin, bu korkutucu olmasa da dikkatli özel tarih dersini dinleyip dinlemediğimi
kontrol etmek için gözlerime baktı. “Biz Müslümanlar, bizi birbirimize bağlayan güçlü bir
duyguya sahibiz. Filistin ve Lübnan’daki kardeşlerimizin çektikleri acıları yüreğimizde hissediyoruz. Hobar’daki patlama Amerikan işgalinin doğrudan bir sonucu değildir, ama Amerika’nın Müslümanlara karşı tavrının bir sonucudur.”
“Filistin’de 60 Yahudi öldürülünce (1996’daki intihar saldırılarında), bütün dünya yedi
gün toplanıp bu eylemi kınıyor, ama öte yanda BM yaptırımları altında ölen 600 bin Iraklı
çocuk aynı ilgiye mahzar olamıyor. Bu çocukları öldürmek İslam’a yönelik bir Haçlı seferidir.
Biz Müslümanlar Irak rejimini sevmeyiz, ama Irak halkını ve çocuklarını kardeşlerimiz olarak
görür, gelecekleri için kaygılanırız.”
Fakat bin Ladin’in dikkatinin yöneldiği nihai nokta Amerika’ydı. “Er ya da geç Amerikalıların Suudi Arabistan’ı terk edeceklerine inanıyorum. Amerika’nın Suudi halkına karşı
ilan ettiği savaş, başka her yerdeki Müslümanlara karşı ilan edilmiş bir savaştır. Amerika’ya
karşı direniş Müslüman dünyanın birçok bölgesinde yayılacaktır. Güvenilir liderlerimiz, ulema, Amerikalıları kovmamız gerektiğine dair fetva çıkardı. Bu krizin çözümü Amerikan askerlerinin çekilmesidir. Onların askeri varlığı Suudi halkına yönelik bir hakarettir.”
Bu hafta onun bu sözleri üzerine epeyce düşündüm. Amerikan askerleri hâlâ Suudi Arabistan’da. Onun Haziran 1996’da bu açıklamayı yapmasına vesile olan olay -bomba yüklü bir
kamyon on dokuz Amerikan askerinin ölümüne sebep olmuştu- “Müslümanlarla ABD arasındaki savaşın başlangıcı” olmuştu. Daha sonraki bombalama ve yirmi dört Amerikan askerinin
ölümü hakkında bana, “Benim katılma onurunu kaçırdığım büyük bir eylem,” diyecekti. O
zaman Amerikalı “işgalciler”e nefretinden soğuk, alçak bir sesle bahsetmişti.
Bin Ladin kuşkusuz zeki, Arapça’da belagat sahibi. Ancak dış politikaya yaklaşımı epeyce
tuhaf. Bir ara bana ABD eyaletlerinin bile Washington’ın İsrail’e desteği yüzünden birlikten ayrılabileceğini bile söyledi. Fakat tarihsel bakış açısı son derece rahatsız edici. “Allah’ın Afganistan’daki
kutsal savaşımızla Rus ordusunu ve Sovyetler Birliği’ni mahvettiğine inanıyoruz,” demişti. “Bunu
şimdi oturduğunuz dağın tepesinde gerçekleştirdik. Ve şimdi Allah’a bir kez daha yakarıyoruz, aynı
şeyi Amerika’ya da yapmamız, onu kendisinin gölgesi haline getirmemiz için bizi kullansın diye.
Amerika’ya karşı verdiğimiz savaşın Sovyetler’e karşı verdiğimiz savaştan daha kolay olacağına
inanıyoruz. Çünkü burada Afganistan’da savaşan mücahitlerimizden Somali’de Amerikalılara karşı
operasyonlara katılmış olanlar, Amerikalılar’ın moral çöküşleri karşısında şaşkınlığa düşmüşler.
Buradan hareketle Amerikalıların kâğıttan bir kaplan olduğunu düşünüyoruz.”
Amerika’yı Suudi Arabistan’dan çıkarmak için “büyük bir gizlilik içinde hareket eden
hızlı ve hafif kuvvetler”e de ihtiyaç olduğunu söylemişti. Bunu izleyen iki yıl içinde bin Ladin,
Kaide hareketini kuracak ve sadece Amerikan ordusuna ve hükümetine değil, Amerikan halkına
da savaş ilan edecekti. Bunu USSCole’un Aden Körfezi’nde intihar bombacıları tarafından neredeyse batırılması ve bin Ladin’in kullandığı Güney Afganistan’daki eski CIA üssüne Cruise
füzesi saldırısı izleyecekti. Kendisi artık bir bastonla yürüyor -ayağında dört yıl önce fark ettiğim rahatsızlık ilerlemiş- ve daha yavaş konuşuyor.
65
Fakat kendisi o ıpıssız Afganistan dağlarından bir grup intihar bombacısına komuta
edebilir mi gerçekten? Bir keresinde Suudi Arabistan’da ikinci Amerikan üssünün bombalanması gerekçesiyle idam edilen -başları kesilen- adamlardan ikisini bizzat tanıdığını söylemişti bana. Arabistan’da gerçek bir şeriat hukuku uygulayan bir hükümet istiyordu, korkarım
bir bin Ladin rejiminde daha fazla kelle kesilecektir bu yüzden. Amerikalıların yerleştirdiği o
diktatörlerin, kendi halklarını bastırırken ABD politikalarına destek veren o adamların sonunun gelmesini arzuluyordu.
Bana öyle geliyor ki, bu Ortadoğu’daki milyonlarca Arap için çok güçlü bir mesaj.
Kendi küçük grubunuzu kurmak, kendi eylemlerinizi tasarlamak için bin Ladin’den emir almaya ihtiyacınız yok. Bin Ladin’in rejimlerin sonunu getirecek bombalı eylemler planlaması
gerekmez. Ortadoğu’da el altından dolaşan binlerce kasetten sesini duymanız yeter.
İşte bu tür eylemler gerçekleştirmek için illa yarı silahlı bir örgüte komuta etmenin gerekip gerekmediğini bu yüzden düşünüyorum; bin Ladin’in bu hafta ABD’de yaşananlarla bir
bağlantısı olduğunu varsayarak hep. Araplar Amerika’ya atfettikleri adaletsizliklere, Afganistan’dan emir beklemeyecek kadar öfkeli. Sadece en ufak bir ilham ışığı bile yeter.
Geçen hafta New York’un görüntülerini izlerken, bin Ladin’in de izlediği şeylere benim
kadar hayret edip etmeyeceğini düşündüm. Bir televizyonu olduğu varsayarak tabii. Ya da
radyo dinlediğini, ya da gazete okuduğunu.
(15 Eylül 2001, Independent)
KATİLLER KORKAK DEĞİLDİ
(AMERİKA ŞOKTA: YORUMLARIN
SAHTE TEKSESLİLİĞİ)
Susan Sontag
Dehşete düşmüş ve üzüntülü bir Amerikalı ve New Yorklu olarak, Amerika’nın gerçeklikten hiçbir zaman geçen Salı günkü kadar, her şeyin haddinden fazla üzerimize yıkılıverdiği
o Salı günkü kadar uzaklaşmamış olduğunu düşünüyorum.
Bir tarafta yaşanan olaylarla bunların algılanış ve işleniş tarzı ve biçimi, diğer tarafta neredeyse tüm politikacıların (bunun tek istisnası Belediye Başkanı Giuliani’dir) ve televizyon
yorumcularının (burada da tek istisna Peter Jennings’tir) sergilediği kendinden menkul saçmalıklar ve kaba yanıltma yöntemleri arasındaki orantısızlık, doğrusu son derece alarm verici ve
korkutucu göstergeler.
Fakat böylesi bir olayı yorumlamakla görevli olanlar âdeta bir kampanyada birleşmiş
gibiydiler. Tek hedefleri kamuoyunu daha da salak yerine koymaktı.
Bu olayın “uygarlığa”, “özgürlüğe”, “insanlığa” ya da “hür dünya”ya yönelik “korkakça” bir saldırı olmadığı, kendisini dünyanın tek süper gücü ilan eden Amerika Birleşik Devlet-
66
leri’ne yönelik bir saldırı olduğu, bunun Amerika Birleşik Devletleri politikası, çıkarları ve
faaliyetlerinin bir sonucu olarak gerçekleştiği neden kimse tarafından itiraf edilmedi? Acaba
kaç Amerikalı, Amerika’nın halen Irak’ı bombaladığının farkında? Eğer “korkak” sözcüğünü
ağzımıza alacaksak, bunu, öldürmek için ölmeye razı olanların yolundan gitmeyip, yükseklerde uçan uçaklar kullanarak intikam vuruşları yapanlar için sarf etmek gerekir. Eğer cesaretten,
yani ahlâki açıdan nötr olan bu yegâne erdemden söz ediyorsak, bu suikastçıların haklarında
ne söylersek söyleyelim, söyleyemeyeceğimiz tek şey onların korkak olduklarıdır.
Siyasal iktidarımız durmadan ve kararlı biçimde her şeyin kontrol altında olduğunu söylüyor bize. Amerika korkmuyor. Manevi gücümüz sekteye uğramadı. “Onlar” (“onlar” her
kimse) bulunup cezalandırılacak. Şimdi, durmak bilmeden Amerika’nın eskisi gibi dimdik
ayakta durduğunu robot gibi tekrarlayan bir Başkanımız var. Bush hükümetinin dış politikasını daha düne kadar kıyasıya eleştiren ve kamuoyunda saygı gören pek çok insandan artık tek
bir ses yükseliyor: Tüm Amerikan ulusuyla birlikte onlar, birlik ve beraberlik içinde, korkusuzca Başkan’ı destekliyorlar. Yorumcular, yas tutan insanlara psikolojik merkezlerde yoğun
bir ilgi gösterildiği haberini veriyorlar. Tabii ki Dünya Ticaret Merkezi’nde çalışanların başına gelenlerle ilgili iç parçalayıcı görüntüler ekranlara yansıtılmıyor. Bu tür görüntüler cesaretimizi kırabilir çünkü. Olaydan ancak iki gün sonra, yani Perşembe günü de, kurbanlarla ilgili
ilk resmi tahminlerde bulunmaya cesaret edilebiliyor (bu noktada da yine Belediye Başkanı
Guiliani bir istisnadır).
Az önce vurguladığım gibi, bize durmadan her şeyin kontrol altında olduğu veya en
azından kontrol altına alınacağı söyleniyor. Oysa o Salı günü tarihe bir yıkılış günü olarak
geçecektir ve Amerika artık savaştadır. Hiçbir şey kontrol altında değil. Üstelik bu olayın
Pearl Harbor’la hiçbir ortak yönü yok. Bundan böyle Amerikan istihbarat servislerinin korkunç başarısızlığı, Amerika’nın özellikle Ortadoğu politikasının geleceği ve bu ülke için makul askeri savunma programlarının geliştirilmesi üzerine uzun uzun düşünmek gerekecektir
(belki de Washington’da ve dünyanın başka yerlerinde buna başlanmıştır bile). Ancak liderlerimizin (buna şu anda iktidarda olanlar, iktidar adayları ve eksi muktedirler dâhildir), medyanın da uysal desteğiyle, kamuoyuna gereğinden fazla gerçekliği bilmeye layık görmeme gibi
uğursuz bir girişim içinde oldukları açıkça görülüyor. Eskiden Sovyet parti kongrelerinde
oybirliğiyle alınan kararları ve kendinden menkul safsataları aşağılardık. Oysa son günlerde,
neredeyse tüm politikacı ve yorumcuların medyada sergiledikleri, ağız birliği halindeki tutucu
ve gerçekliği çarpıtıcı retorik, demokrasiye hiçbir koşulda yaraşmayan bir gelişmedir.
Öte yandan siyasal yöneticilerimiz, asıl görevlerinin manipülasyon olduğunu da gösterdiler: Üzüntü ve kedere dayalı bir güven ortamı tesis etmek, sonra da bu güveni sevk ve idare
etmek. Politika, demokrasilerde görülen politika -fikir ayrılığı ve fikir çatışmasını doğuran ve
açıklığı destekleyen bir politika yani- yerini psikoterapiye bırakmış durumda. Ortaklaşa yas
tutalım, kederlenelim. Ama kendimizi ortaklaşa bir ahmaklığa teslim etmemizi özellikle engelleyelim.
67
Olayları ve geleceği anlamak için birazcık tarihsel bilinç hepimize çok yardımcı olacaktır şüphesiz. Tekrar tekrar, “Devletimiz güçlüdür,” deniyor bize. Ben bu lafların bize kayıtsız
şartsız huzur getirdiğini falan düşünmüyorum. Amerika’nın güçlü olduğundan kim şüphe
edebilir ki? Oysa Amerika’nın şu anda göstermesi gereken şey sadece güç değildir.
(15 Eylül 2001, Frankfurter Allgemeine Zeitung)
ASKERÎ ÇÖZÜM DEĞİL,
SİYASAL ÇÖZÜM GEREKLİ
Tarık Ali
Birkaç yıl önce Pakistan’a giderken yolda eski bir generalle bölgedeki militan İslami
gruplar hakkında konuşuyorduk. Laf arasında generale, Soğuk Savaş sırasında Amerika Birleşik Devletleri’nden memnuniyetle silah ve para kabul etmiş olan bu insanların bir gecede nasıl
olup da şiddetli bir Amerikan-karşıtı olduklarını sordum. Bu konuda kendilerinin yalnız olmadığı karşılığını verdi bana. 1951’den sonra ABD’ye büyük bir sadakatle hizmet etmiş olan
bir sürü Pakistanlı subay, Washington’un kayıtsız tutumları karşısında kendilerini aşağılanmış
hissetmişlerdi. Bu durumu, “Pakistan, Amerikalıların Afganistan’a girerken kullandıkları prezervatifti,” diye açıklıyordu general. “Üzerimize düşeni yaptıktan sonra sifonu çekince bizi
kolayca tuvaletin dibine gönderebileceklerini düşündüler.”
Eski prezervatif şimdi bir kez daha kullanılmak üzere atıldığı yerden alınıyor, ama ne
işe yarayacak acaba? Yeni kurulan “terörizme karşı koalisyon”un Pakistan ordusunun desteğine büyük ihtiyacı var, oysa General Müşerref adımlarını atarken son derece ihtiyatlı davranmak zorunda. Aksi takdirde, Washington’a aşın bağlanan bir çizgiye gelmek Pakistan’da
bir iç savaşa yol açıp silahlı kuvvetlerin bölünmesine sebep olabilir. Son yirmi yıldır gerçekten çok şey değişti, ama tarihin ironileri durmadan çoğalıyor.
Pakistan’da İslamizm, gücünü artık halkın desteğinden ziyade devletin himayesinden
alıyor. Dinsel fundamentalizmin sağladığı üstünlük, önceki askeri diktatör, on bir yıllık katı
rejimi boyunca Washington’un ve Londra’nın desteğinden hiçbir zaman yoksun kalmayan
Ziya ül-Hak’ın mirası.
Örneğin, Suudi rejiminin fonlarıyla kurulan medreseler ağı onun döneminde (19771989) yaratıldı. Afganistan’da Mücahit olarak savaşa gönderilmeye hazırlanan gencecik çocuklara kendilerine anlatılan hiçbir şeyden kuşku duymamaları öğretildi. Tek gerçek, ilahi
gerçekti. İmama isyan eden herkes, Allah’a da isyan etmiş sayılırdı. Medreselerin tek bir
amacı vardı: Kasvetli bir İslami kozmopolitizm adına, başka hiçbir bağı olmayan fanatikler
yetiştirmek. Elden ele dolaştırılan bütün temel metinlerde, Urduca “cim” harfinin “cihad”
için, “kaf’ın Kalaşnikof için, “kay”ın da “kan” için varolduğu öğretiliyordu.
Tam 2.500 medresede, dinsel liderleri kendilerine emrettiği zaman öldürmeye ve ölmeye hazır 250.000 kişilik bir fanatik ordusu yetiştirilmişti. Pakistan ordusunun yardımıyla sı-
68
nırdan geçirilen bu fanatikler, kendilerine gerçek Müslüman olmadıkları anlatılan diğer Müslümanlara karşı savaşa sokuluyorlardı. Taliban’ın ana ilkesi, Suudi Arabistan’a hâkim olan
Vahhabi mezhebinin esinlendirdiği, ultra-sekter bir çizgidir. Onun için Afgan mollalarının
uyguladığı şiddeti, Kahire’deki el-Azhar’ın Sünni âlimleri ve Kum’un ilahiyatçıları tarafından
Peygamber’e hakaret olarak değerlendirilmektedir.
Yine de Taliban, dinsel heyecanı ifrata vardırarak Kabil’i tek başına ele geçiremezdi.
Ellerinde silah vardı ve Pakistan Ordusu’nun “gönüllüler”inin komutası altındaydılar.
İslamabad tıpayı çekmeye karar verseydi Taliban yerinden edilebilir, ama bununla birlikte bir
sürü ciddi sorun yaşanırdı. Kabil’de kazanılan zafer, Pakistan’ın tek zaferi olarak görülüyor...
Eski ABD Dışişleri Bakanı Zbigniew Brezinski’nin inadına yansıyan yaklaşım bugüne kadar
geçerliliğini korumuş durumda: “Taliban mı, Sovyet İmparatorluğu’nun çöküşü mü? Ortalığı
karıştıran bir avuç kıytırık Müslüman mı, yoksa Orta Avrupa’nın kurtuluşu ve Soğuk Savaş’ın
sona ermesi mi?”
Holywood kuralları yeni kurallara karşı kısa ve kesin bir savaşı gerektirirse, Amerika’nın Sezar’ının alacağı en iyi nasihat Pakistan alaylarında ısrarlı olmaması olacaktır. Çünkü
böyle bir yolu seçmek bu ülke açısından ürkütücü sonuçlar doğurabilir: Daha fazla acıya yol
açan ve başka bireysel terörizm eylemlerini cesaretlendiren vahşi ve uğursuz bir iç savaş.
İslamabad, Afganistan’ı hedef alan bir askeri seferi engellemek için elinden gelen her şeyi
yapacaktır. Her şeyden önce, Kabil, Bagram ve diğer üslerde çok sayıda Pakistanlı asker, pilot
ve subay bulunmaktadır. Böyle bir harekât düzenlenirse onlara nasıl emirler verilecektir ve
onlar da bu emirlere ne şekilde uyacaklardır? Tabii daha yüksek bir ihtimal de, daha büyük
dava uğruna Usame bin Ladin’in gözden çıkarılıp ölü ya da diri olarak Washington’daki eski
patronlarına teslim edilmesi olacaktır. Peki, bu yeterli midir?
Bence tek gerçek çözüm siyasal çözümdür. Fakat siyasal çözüm, hoşnutsuz insanlar yaratan nedenleri ortadan kaldırmayı gerektirmektedir. Fanatizmi besleyen şey umutsuzluktur ve
bu da Washington’un Ortadoğu ile başka bölgelerde izlediği politikaların sonucudur. Washington rejiminin sadık bendeleri, köşe yazarları ve dalkavukları arasında bulunan Ortodoksları
simgeleyen kişi, Tony Blair’in dışişlerinden sorumlu özel yardımcısı Robert Cooper’dır.
Cooper çok açık bir dille şunları yazmaktadır: “Çifte standart fikrine alışmamız gerekiyor.”
Bu sinisizmin altında yatan ilke bellidir: Düşmanlarımızın suçlarını cezalandıracak, dostlarımızın suçlarını ödüllendireceğiz. Peki, ama bu, en azından evrensel ölçüde herkesin cezasız
kalmasından daha tercih edilebilir bir formül değil midir? Bu sorunun cevabı da bellidir: Bu
doğrultuda bir “cezalandırma”, cezayı verenlerin işlediği suçları azaltmaz, tam tersine besler
ve arttırır. Körfez Savaşı ile Balkan Savaşı, tetikte bekleyen arsızlığın yararına olduğu zaman
sahneye konan bir ahlâksızlığın karbon kopyalarıydı. Bu ilkeye bağlı olarak İsrail Birleşmiş
Milletler kararlarına rahatlıkla kafa tutabilir, Hindistan Keşmir’de terör estirebilir, Rusya
Grozni’yi yerle bir edebilirdi, ama Irak ne olursa olsun cezalandırılmalı ya da Filistinliler acı
çekmeye devam etmeliydi. Cooper sözlerini şöyle sürdürüyordu: “Post-modern devletlere
benim tavsiyem şu: Pre-modern ülkelere müdahaleyi kabul etmek hayatın bir gerçeği olacak.
Böylesi müdahaleler varolan problemlere çözüm getiremese de, vicdanları temizleyebilir.
69
Üstelik bu müdahalelerinin sonuçlarının mutlaka en kötü sonuçlar olması gerekmez.” İsterseniz bunu bir de New York ve Washington’da sağ kalanlara anlatmayı deneyin.
ABD adım adım çılgınlığa doğru yol alıyor. ABD’li ideologlar saldırıların asıl hedefinin
“uygarlık” olduğunu söylüyorlar, ancak onlarınki öyle bir uygarlık ki, zora kaldığında hemen
“kana kan” düsturuna sarılıveriyor. Altmış yılı aşkın bir süredir ABD başka ülkelerin demokrat liderlerini devirdi, üç kıtada bir sürü ülkeyi bombaladı, Japon sivillere karşı nükleer silahlar kullandı, ama kendi şehirlerinin saldırıya uğramasının neye benzediği konusunda en ufak
bir bilgiye sahip olmadı. Ama şimdi biliyorlar. Şimdi insanlar, ABD hükümetine kurban düşen başka insanlara ve halklara karşı yaptıkları gibi, ABD’de saldırıya uğrayan insanlara ve
onların yakınlarına karşı en derin üzüntülerini bildirebilirler. Yine de bir Amerikalının hayatının bir Ruandalı’dan, bir Yugoslav’dan, bir Vietnamlı’dan, bir Koreli’den, bir Japon’dan, bir
Filistinliden daha değerli olduğunu söylemek... Bu, kabul edilemez bir şey.
(15 Eylül 2001, Z Magazine)
VİDEO SAVAŞ OYUNLARININ SONU
Naomi Klein
Şimdi, düşmanlarımızın insanlıklarını yok saydığımız bir savaş oyununun zamanı.
Düşmanlarımız dediğimiz bu yaratıklar, akıldan ve kavrayıştan tamamen yoksun, eylemlerine akıl sır erdirilemez, motivasyonlarında duygulara yer olmayan kimseler. Bunların
hepsi “deli”, devletleri de “serseri”. Şimdi daha fazla anlayış göstermenin değil, sadece daha
iyi istihbarat toplamanın zamanı.
Savaş oyununun kuralları bunlar.
Duygulu insanlar kuşkusuz yukarıda betimlemeye çalıştığımız duruma itiraz edeceklerdir: Savaş bir oyun değildir, diyeceklerdir. Savaş, parçalanmış gerçek hayatlardır; savaş, her
birinin kendine özgü onurlu öyküleri olan kayıp oğullar, kızlar, anneler ve babalardır. Salı
günkü terör eylemi gerçekliğin en katı biçimi; diğer bütün eylemleri birdenbire gülünç gösterip oyun düzeyine indiren biçimiydi.
Doğrudur: Savaş, en anlayışlı yaklaşımla, bir oyun değildir. Salı gününden sonra da
herhalde bir daha hiçbir zaman oyun diye anılmayacaktır. Belki de 11 Eylül 2001 tarihi, utanç
verici video savaş oyunu çağının sonuna işaret edecektir.
Salı günü televizyonlarda yapılan yayınları izlemek, son defa bir savaşı canlı olarak
CNN’den izlemek üzere televizyon başına geçtiğim günlerle keskin bir zıtlık içeriyordu. Körfez Savaşı’nın Uzay işgalcisi savaş alanının, bu hafta başında gördüklerimizle yakından uzaktan bir ilişkisi yoktu. Körfez Savaşı sırasında tekrar tekrar patlayıp alev alan gerçek binaların
yerine, sadece somut hedefleri nişan almış steril bomba-gözüyle-manzaraları seyrettirmişlerdi
bize; başka hiçbir şey yok gibiydi sanki. Bu soyut poligonlarda kimler duruyordu? Bunları
hiçbir zaman görmemiştik.
70
Körfez Savaşı’ndan beri Amerikan dış politikası tek bir vahşi kurguya temellenmiş durumdaydı: ABD ordusu hiçbir Amerikalının burnu kanamadan dünyanın her köşesindeki
(Irak, Kosova, İsrail) çatışmalara rahatlıkla müdahale edebilirdi. Burası, pervasızlıkta son
merhaleye gelmiş, güvenli savaşa inanmış bir ülke.
Güvenli savaş mantığı elbette teknolojik açıdan bir savaşı sadece havadan sürdürebilme
yeteneğine dayanır. Fakat bu güvenin, aynı zamanda, hiç kimsenin ABD’ye (ortada kalan tek
süper güce) kafa tutmaya cesaret edemeyeceği şeklindeki derinlere kök salmış bir inançtan
kaynaklandığını da belirtmek gerekir.
(15 Eylül 2001, Z Magazine)
İSLAM VE BATI YETERSİZ BAYRAKLARDIR
Edward Said
New York’u ve (daha az ölçekte Washington’u) saran akıl almaz dehşet dalgası, görülmemiş ve tanınmamış saldırganlarla, siyasal mesaj içermeyen terör misyonlarıyla ve duygu
nedir bilmeyen yıkımlarla dolu yeni bir dünyaya adım attırdı bizi.
Bu yaralı şehirde yaşayan diğer insanlar açısından, hayretten donup kalma, korku ve kalıcı öfkeyle şok duygusunun etkisini daha uzun bir süre devam ettireceği kesin; bu duygular,
vahşice bize reva görülmüş bu çok sayıda can kaybıyla birlikte gerçek bir üzüntü ve acıyı
yansıtıyor.
New Yorklular, normal koşullarda sevimsiz, tatsız kavgalar çıkaran, hatta giderek yozlaşan bir adam olan Rudy Giuliani gibi bir belediye başkanları oldukları için çok şanslılar; bu
adam olayların üzerinden çok kısa bir süre geçtiği halde Churchillvari bir heybetle her tarafa
yetişmeye çalışıyor. Soğukkanlı, duygusallığın tuzaklarına kapılmayan ve olağanüstü derecede müşfik tavırlarla, şehrin kahraman polis, itfaiye ve acil servis ekiplerini hayranlık uyandıran bir etkililikle harekete geçirdi, ama ne yazık ki çok büyük can kayıpları olmasını hiçbirimiz engelleyemedik. Giuliani’nin çığlığı, paniğe ve şehrin geniş Arap ve Müslüman topluluklarına yönelik şovenist saldırılara karşı ilk uyarı sesiydi; hepimizi şok eden darbelerden sonra
ayrımsız herkesi hayata yeniden dönmeye çağıran ilk sağduyulu ses.
Keşke bunlar yeterli olsaydı. Ülke çapında yayın yapan televizyon kanalları elbette bu
korkunç kanatları olan güçlerin yaydıkları dehşeti bir anda büyük bir pervasızlıkla ve ısrarla
her eve soktular. Çoğu yorumcu, Amerikalıların büyük kısmının hissetmesi beklenen ve önceden tahmin edilebilen duyguları tekrarladılar, hatta bunları özenle vurguladılar: korkunç
kayıplar, öfke, duyarlılığın çiğnenmesi, intikam arzusu ve dizginlenmemiş bir cezalandırma
dürtüsü. Her politikacı, düşünür ya da uzman, üzüntü ve yurtseverlikten dem vuran beylik
lafların ötesine geçip, nasıl yenilgiye uğramayacağımızı, nasıl amaçlarımızın peşinde koşturmaktan caydırılamayacağımızı, nasıl terörizm ortadan kaldırılana kadar bizi kimsenin durduramayacağını tekrarlayıp durdular. Herkes bunun terörizme karşı bir savaş olduğunu söylüyor,
ama bu savaşın nerelerde, hangi cephelerde ya da hangi somut amaçlara yönelik olarak yürü-
71
tüleceğini kimse söyleyemiyor. “Biz”im karşı olduğumuz şeyin İslamiyet ve Ortadoğu olduğu
yolundaki belli belirsiz imalar ve terörizmin yok edilmesi gerektiği şeklindeki dilekler dışında
hiçbir açık cevap verilemiyor.
Yine de burada en yıkıcı olan şey, Amerika’nın dünyadaki kendi rolünü, şimdiye kadar
dünyanın diğer bölgelerini bizden son derece uzakta gösteren ve ortalama Amerikalının haklarında elle tutulur bir fikirlerinin bile olmadığı iki kıyının ötesindeki karmaşık dünyadaki dolaysız rolünü anlamaya çalışmaya ne kadar az zaman ayırmış olduğu. Sanırsınız ki “Amerika”,
İslam’ın egemen olduğu bütün bölgelerde hemen hemen sürekli savaş halinde olan, ya da bir tür
çatışmaya girdiği inkâr edilemeyecek olan bir süper-güç olmaktan ziyade, uyuyan bir devmiş.
Usame bin Ladin’in adı ve yüzü Amerikalıları neredeyse uyuşturacak derecede o kadar bilinen
bir figüre dönüşmüş ki, kendisinin ve onun gölgesinde hareket edenlerin kolektif imgelemde
nefretin ve kötülüğün simgesi haline gelmelerinden daha önce sahip oldukları bütün görüntüler
bellekten tamamen silinmiş durumda. Bu durumda kaçınılmaz olarak, kolektif tutkular, sevimsiz biçimde Moby Dick’in peşine düşmüş Kaptan Ahab’ı hatırlatan, fiilen olup bitenlerin etkisinden daha ziyade, bir emperyal gücün kendi evinde ilk defa vurulmasından, sistematik biçimde kendi çıkarlarının peşinde koştururken belirgin sınırları ve gözle görülür aktörleri olmayan
bir coğrafyada ansızın yepyeni bir çatışma içine sürüklenmiş olmaktan harekete geçen bir savaş
dürtüsüne doğru yönlendirilmekte. Hemen her yerde gelecekteki sonuçları hesaba katılmadan
ve ağızdan çıkan sözlere hiçbir sınır getirilmeden kıyamet günü senaryoları üretilip duruluyor.
Oysa şu anda gerekli olan savaş tamtamları çalmak değil, durumu rasyonel bir zeminde kavramaya çalışmak. George Bush ve ekibi açık ki savaş çığırtkanlığından yanalar. İslam ve Arap dünyalarındaki birçok insanın gözünde, Amerika’nın resmi çizgisi, sadece İsrail’e değil, çeşitli baskıcı
Arap rejimlerine de bol keseden destek dağıtmasıyla tanınan, gerçek şikayetleri olan laik hareketler
ve insanlarla diyalog kurma ihtimallerine bile soğuk yaklaşan, kibirli bir güce işaret ediyor.
Bu bağlamda anti-Amerikancılık, moderni te nefretine ya da teknoloji kıskançlığına değil, somut müdahaleleri, apaçık gaspları ve ABD’nin dayattığı yaptırımların ve ABD’nin otuz
dört yıldır Filistin topraklarını işgal etmiş olan İsrail’i destekleme politikasının acılarını çekmekte olan Iraklıların durumlarını kapsayan olaylara dayanıyor. İsrail şimdi Amerika’nın yaşadığı bu felaketi sömürerek kendi askeri işgalini ve Filistinliler’e yönelik baskılarını yoğunlaştırmanın peşinde. ABD’de kullanılan siyasal söylem ise havaya “terörizm” ve “özgürlük”
gibi sözcükler fırlatarak bu çıplak gerçeklerin üstünü örtmeye yarıyor; bu tür soyutlamaların
tek amacı, Ortadoğu’daki varlığını sağlamlaştırmaktan başka bir şey düşünmeyen maddi çıkarların, petrolün, savunma politikasının ve Siyonist lobilerin etkisini gizlemek. İslamiyet'e
yönelik çok eski çağlara dayanan düşmanlık (ve bilgisizlik) her gün yeni biçimlere bürünüyor.
Bununla birlikte entelektüel sorumluluk, güncel olaylara çok daha katı bir eleştirel yaklaşımla bakmayı gerektiriyor. Kuşkusuz terör var ve mücadele etmekte olan her modern hareket bir
aşamada mutlaka teröre başvuruyor. Bu, Mandela’nın ANC’si için geçerli olduğu gibi, Siyonizm
için de geçerliydi. Fakat savunmasız sivillerin F-16’larla bombalanması ve helikopterlerdeki makineli tüfeklerle taranması, geleneksel milliyetçi terörle aynı yapıya ve etki gücüne sahiptir.
72
Terörün kötü olan yanı, onun tarih anlayışından yoksun dinsel ve siyasal soyutlamalarla,
indirgemeci efsanelerle ilişkilendirilmesidir. İster ABD’de isterse Ortadoğu’da olsun, laik
bilinç artık kendi ağırlığını hissettirmek zorunda. Özellikle de böylesi eylemler ancak çok
küçük bir grup üstlenildiği ve bu insanlar gerçekten hakları olmadığı halde bir davanın temsilcisi olduklarını iddia ettikleri zaman, masum insanların topluca katledilmesini hiçbir dava,
hiçbir Tanrı ve hiçbir soyut fikir haklı gösteremez.
Kaldı ki, Müslümanların da kendi aralarında bir sürü kavgaya tutuşmalarından görülebileceği üzere, tek bir İslam yoktur. Nasıl bir sürü “Amerika” varsa, aynı şekilde çok sayıda “İslam”
vardır. Bu çeşitlilik, bazı yandaşları umutsuzca etraflarına sınırlar çizmeye çalışsalar ve kendi
inançlarını tek bir çizgide göstermeye çalışsalar bile bütün gelenekler, diller ya da uluslar için
de geçerlidir. Fakat tarih her koşulda çok daha karmaşıktır ve temsili niteliği yandaşlar ya da
karşıtlardan daha az olan demagogların sunmaya çalıştığı görünümden ziyade, çelişkilere açıktır. Dinsel ya da ahlâki fundamentalistlerin sorunu, bugünkü devrime ve direnişe ilişkin ilkel
fikirlerinin (öldürme ve öldürülme isteği dâhil olarak) teknolojik ilerlemeyle çok yakından ilişkilen- dirilmesi ve dehşet verici misillemelerin yatıştırıcı karşılıklar olarak görülmesi. New
York’a ve Washington’a saldıran intihar bombacıları büyük ihtimalle yoksul sığınmacılar değil,
orta sınıflı ve eğitimli insanlardı. Yoksullar ve umutsuz insanlar çoğunlukla bir davanın hizmetinde eğitimi, kitlesel hareketi ve sabırlı bir örgütlenmeyi öne çıkaran akıllı bir liderliğe sahip
olmak yerine, genellikle dinsel kisveyle saklanmış böylesi dehşet verici modellerin göz kamaştırıcı etkisiyle sihirli düşüncelere ve hızlı kanlı çözümlere kapılıyorlar.
Öte yandan, muazzam bir askeri ve ekonomik güce sahip olmak bilgeliğin ya da ahlâki
bir vizyon taşımanın güvencesi değildir. Şu andaki krizde etraftan pek şüpheci ya da insancıl
seslerin duyulduğuna şahit olmuyoruz gerçi ve “Amerika” kendini, çok belirsiz gerekçelerle
ve belirgin olmayan amaçlar uğruna hizmete nazır müttefikleriyle birlikte, oralarda bir yerde
sürdürülecek uzun bir savaşa hazırlıyor. Şimdi insanları birbirinden ayırıp etiketlerini yeniden
incelettiren hayali eşiklerden geri çekilip mevcut sınırlı kaynakları baştan bir daha değerlendirmemiz, çoğu kültürün yaptığı gibi, savaş çığlıklarının ve inançların yaygınlığına rağmen
yazgılarımıza ortaklaşa karar vermemiz gerekiyor.
“İslamiyet” ve “Batı”, körü körüne peşine takılmak için yetersiz bayraklardır. Bazıları
onların peşinde koşarlar, ama gelecek kuşakların, birbiriyle ilintili olan adaletsizlik ve baskının tarihlerini incelemeden, ortak bir kurtuluşun ve birlikte aydınlanmanın yollarını aramadan
kendilerini bitmek bilmeyen bir savaşa mahkûm etmeleri hiç de zorunlu değildir. Öteki’nin
şeytanlaştırılması, dürüst bir politika izlemenin yeterli bir temeli olamaz; şimdiki gibi terörün
adaletsizliğe uzanmış köklerinin üzerine gidilip teröristlerin tecrit edildiği bir zamanda ise
böyle bir çareye hiçbir şekilde sarılmamalıyız. Bunun için tek gerekli olan eğitim ve sabırdır.
Fakat sabra ve eğitime yatırım yapmak, daha büyük çaplarda şiddetle iç içe yaşamaktan ve
tarifsiz acılar çekmekten her koşulda daha iyidir.
(16 Eylül 2001, The Observer)
73
“HAYIR, BU BÎR
UYGARLIKLAR ÇATIŞMASI DEĞİL”
Samuel Huntington
New York katliamı... 1993’te Foreign Affairs dergisinde ve 1996’da aynı ismi taşıyan
kitabınızda kestirimde bulunduğunuz “Uygarlıklar Çatışması” başladı mı?
Öncelikle bu saldırı, adi barbarların bütün dünyadaki uygar toplumlara yönelik saldırısıdır. Tüm dünyadaki akıl sahibi insanlar, bu olayı kati surette telin etmişlerdir. İkincisi: Bu
suçun tam da şimdi uygarlıklar çatışmasına sebebiyet vermemesi çok önemli. Burada anahtar
rolü İslami yönetimler ve toplumların terörizme yönelik tavırları oynayacaktır. Şu ana kadar
pek çok devlet, olay karşısındaki dehşetini ve Amerika’ya sempatisini bildirmiş durumdadır.
Oysa başka yerlerde, örneğin sokaklarda, bu saldırılar büyük bir coşkuyla kutlanmıştır.
Yani, sonuçta bu bir uygarlıklar çatışması mı?
Hayır. İslam dünyası bölünmüş bir dünya. Ama gerçek çatışmanın önlenip önlenemeyeceği, İslami devletlerin ABD’yle birlikte hareket ederek bu terörün kökünün kazınmasına ele
atıp atmayacaklarına bağlı.
Bu terörün hedefi neydi?
Hedef, Amerika’nın sembolleriydi: Kapitalizmin sembolü olarak Dünya Ticaret Merkezi, Amerika’nın askeri gücünün sembolü olarak da Pentagon.
Teröristler bir ülke veya kültüre mi saldırdılar?
Her ikisini de yaptılar. Onlar Amerika’yı, hem nefret edilen Batı uygarlığının timsali,
hem de dünyadaki en güçlü ülke olarak görüyorlar.
Siz bir strateji uzmanısınız. Şimdi en uygun savunma stratejisi nedir?
Bu düşmanla savaşmak çok zor, çünkü onun yerini yurdunu belirlemek imkansız. Çok
sayıda ülkede, küçük küçük hücreler halinde çalışan pek çok insan var karşımızda. Şimdiden
bir sonraki saldırıyı planladıklarından şüphem yok. Sonuç olarak en büyük önemi istihbarat
çalışmalarına vermek zorundayız. Ama bunun anlamı şudur: Birincisi, ABD istihbarat servisleri daha çok human intelligence’e (insani istihbarat) odaklanmak durumundadırlar, yani bizzat bu hücrelerin içinde olmak suretiyle çalışmalıdırlar. İkincisiyse, diğer ülke istihbarat servisleriyle olan işbirliği ciddi biçimde arttırılmalıdır. Şu anda özellikle Pakistan’la Afganistan’daki Taliban’ın şimdiye kadarki en önemli destekçilerinden biriydi- olan işbirliği
artırılmalıdır. İlkesel olarak bakacak olursak, istihbarat çalışmaları pro-aktif olmalıdır...
Bu ne demek?
Amerikan ve Avrupa toplumları gibi açık toplumlarda kendini bunlara karşı savunmak
çok zordur, çünkü bu ülkelere sızmak, istenilen yerlere erişmek ve bu tür suçları örgütlemek
çok kolaydır. ABD’de hiç kimse, birisinin bir uçakla bir gökdeleni yok edeceğini düşünmemişti. Bu sebeple önleyici davranış ikinci kuraldır.
74
Strateji; düşmanı zayıflatma, amaçlarını bozma ve iradesini kırma sanatıdır.
Ölmekten korkmayan insanların duruş ve davranışlarını nasıl değiştirebileceğimizi bilemiyorum.
Klasik tehdit hesaplarının işlemediği bir düşmanla nasıl mücadele edilir?
Saldırgan bir yöntem izlenmeli, grupların içine sızılmak ve savaşamaz hale getirilmelidir. Ama temelde sorun, terörün kısmen devletler, kısmen de küçük gruplar tarafından örgütlenmesi, küreselleşmeden, yani teknoloji ve iletişimin yaygınlaşması ve ucuzlaşmasından yararlanmalarıdır. Ayrıca bu dünya, çıplak fanatizmin çeşitli biçimlerinin (buna dini fanatizm de
dâhildir) parladığı bir yerdir.
Fanatiklerle nasıl mücadele edilir?
Fanatikler tespit edilip, etkisizleştirilir. Ama bunun zor olduğu aşikar. Çünkü fanatikler
dünyanın dört bir yerine dağılmış durumdalar ve kolay hedef olmuyorlar. Bu çok yeni bir mücadele taktiği gerektiriyor.
Amerika ve Batı buna hazır mı?
Yavaş yavaş kendimizi bu duruma uyduruyoruz. Savunma Bakanı Rumsfeld, ABD ordusunu Soğuk Savaş zihniyetinden çıkarmaya gayret ediyor. Ama ordu hep muhafazakârdır
ve değişime ayak direr. Öte yandan Amerika ve Avrupa’daki vatandaşlar da tehlikeli ve ne
olacağı belli olmayan bir dünyada yaşadığımızı, sürprizlere karşı bağışık olmadığımızı kabul
etmek zorundalar.
Amerika bu savaşı tek başına sürdürebilir mi?
Hayır, mümkün değil. Müttefiklerimizin yardımına ihtiyacımız var. İslami devletleri de
içine alan bir koalisyona ihtiyaç var. O halde başa geri dönelim: Eğer bu devletler bu savaşta
hiçbir şey yapmayıp otururlarsa, hatta canilerle dayanışma içine girerlerse, medeni toplumların kötülük güçlerine karşı savaşın değil, gerçekten de bir uygarlıklar çatışmasının doğmasına
neden olabilirler.
(16 Eylül 2001, Die Zeit,
söyleşiyi yapan: Josef Joffe)
75
BUSH BİR KAPANA DOĞRU İLERLİYOR
Robert Fisk
Misillemede bulunmak bir tuzaktır. Hukukun intikamdan önce geldiğinin öğrenilmiş olduğu
varsayılan bir dünyada, Başkan Bush, Usame bin Ladin’in kendisi için hazırlamış olduğu felakete
doğru ilerliyormuş gibi görünüyor. New York’ta ve Washington’da geçen hafta olanlarla ilgili
hiçbir şüphemiz kalmasın. Bu saldırılar insanlığa karşı işlenmiş bir suçtu. Bu korkunç ve çıplak
gerçeği kabul etmeksizin, Amerika’nın neden misillemede bulunma ihtiyacı duyduğunu anlayamayız. Fakat bu suç, ABD’yi bugün ABD ordusunun hazırlanmakta olduğu kör, küstahça saldırıya sürüklemek için işlenmiştir ve bu durum giderek daha fazla açıklık kazanmaktadır.
Suçluluğu her gün biraz daha aşikar hale gelen bin Ladin, onunla görüştüğümde bana, Ortadoğu’daki Amerikan yanlısı rejimleri, Suudi Arabistan’dan başlayıp Mısır, Ürdün ve Körfez
ülkelerine geçerek nasıl devirmek istediğini anlatmıştı. Yolsuzluklara ve diktatörlüklere -çoğu
Batı tarafından desteklenen- boğulmuş bir Arap dünyasında, Müslümanları kendi liderlerine
karşı harekete geçmeye teşvik edecek tek eylem ABD tarafından gerçekleştirilecek kanlı ve
ayrım gütmeyen bir saldırı olabilirdi. Bin Ladin dış ilişkilerde pek yetkin değildir, ama savaş
sanatı ve dehşetinin sıkı bir öğrencisidir. Usame, Afganistan’a yerleşen Rusya’yla; Sovyetler
Birliği parçalanmaya başlayıp da sonunda savaş tehlikesi başgösterene dek eğitimsiz, cesur hasımlarıyla mücadeleye devam eden bir Rus canavarıyla nasıl savaşılacağını öğrenmişti.
Çeçenler bundan ders aldılar. Şimdi Çeçenya’da bu kadar fazla kan dökülmesinden sorumlu olan o adam -ordusu Çeçenya’nın isyan etmiş Sünni Müslüman nüfusuna tecavüz eden
kariyer sahibi KGB’li- Bush’un “halklara karşı savaşı”na katılıyor. Vladimir Putin kuşkusuz
bunu izleyecek zalim ironileri kaldıracak mizah duygusuna sahiptir, ama Bush’a bir misilleme
savaşına girildiğinde başına neler gelebileceğini anlattığından, “Ordunuz her zamankinden
katı, her zamankinden zalim görünen bir düşmanla savaşa kilitlenecek, Çeçenya’daki Rus
ordusu gibi,” dediğinden şüpheliyim.
Fakat Amerikalıların, misillemenin ne kadar ahmakça olduğunu anlamak için Ariel
Şaron’un Filistinlilere karşı yürüttüğü yararsız mücadeleden öteye bakmalarına gerek yoktur.
Lübnan’da da aynı durum geçerlidir. Bir Hizbullah gerillası, bir işgalci İsrail askerini öldürür,
İsrailliler misilleme olarak bir köyü bombalarlar ve bu bombalamada bir sivil ölür, Hizbullah
İsrail sınırından içeriye Katyuşa füzesi göndererek buna karşılık verir, İsrail de güney Lübnan’ı bombalayarak yeni bir misillemede bulunur. Fakat bütün bu sürecin sonunda Hizbullah
-Ariel Şaron’a göre “dünya terörünün merkezi”- İsraillileri Lübnan’dan çıkarmayı başarmıştır.
İsrail-Filistin hikâyesinde de aynı tablo geçerlidir. Bir İsrail askeri taş atan bir Filistinliyi öldürür. Filistinliler buna bir yerleşimciyi öldürerek karşılık verirler. İsrailliler misilleme
olarak Filistinli bir militanı öldürmek için bir cinayet timi gönderirler. Filistinliler buna bir
pizzacıya intihar bombacısı göndererek karşılık verir. İsrailliler yeni bir misilleme olarak F16’larla bir Filistin karakolunu bombalarlar. Görüldüğü üzere, misilleme misillemeyi ve daha
büyük bir misillemeyi getirmektedir. Başka bir deyişle, sonu olmayan bir savaştır bu.
76
İşte Bay Bush -muhtemelen Bay Blair de- güçlerini hazırlarken, son derece süslü kelimelerle bu savaşın “demokrasi ve özgürlük” adına “uygarlığa saldıran” adamlara karşı verileceğini söylüyor. Cuma günü Bush, “Saldırı için Amerika seçildi, çünkü biz dünyada özgürlük
ve fırsatların yolunu gösteren en parlak feneriz,” diye bilgilendirdi bizi. Oysa Amerika’ya
saldırılmasının nedeni bu değil. Eğer bu Arapların ve Müslümanların hazırladığı bir kıyametse, o zaman Ortadoğu’daki olaylar ve Amerika’nın bölgedeki vekilharçlığıyla da yakından
ilgilidir. Arapların Bush’un bahsettiği demokrasi ve özgürlüklerin bir nebzesini bile sevinçle
karşılayacakları eklenebilir. Oysa seçimlerde kısmetlerine hep oyların yüzde 98’ini alan devlet başkanları (Washington’un dostu Bay Mübarek) çıkıyor, ya da CIA’nın eğittiği, hapishanede insanlara işkence yapıp, bazen de onları öldürüveren Filistin polisleri. Suriyeliler de o
demokrasiden bir parça istiyorlar. Suudiler de. Ama onların iktidarsız prensleri hep Amerika’nın dostudur ve çoğu da Amerikan üniversitelerinde eğitim görmüştür.
Başkan Clinton’ın Irak halkının kendi liderini seçebilmesi için Saddam Hüseyin’in bizim tuhaf icatlarımızdan biridir bu adam da- devrilmesi gerektiğini anlatan sözlerini hiç
unutmayacağım. Ancak bu durum gerçekleşmiş olsaydı, Ortadoğu tarihinde ilk kez Araplara
bu izin verilmiş olacaktı. Hayır, Başkan Bush ve Blair’in bahsettikleri “bizim” demokrasimiz,
“bizim” özgürlüğümüz, bizim Batı’daki sığınağımız tehdit altında oluyor da, bir terör ve adaletsizlikler ülkesi haline gelmiş olan Ortadoğu için böyle bir tehditten nedense hiç söz edilmiyor.
Şimdi ne demek istediğimi örnekleyeyim. Bundan on dokuz yıl önce modern Ortadoğu
tarihinin en büyük terörizm -sıkça kötüye kullanılan bu kelime için İsrail’in kendi tanımını
benimseyerek konuşuyorum- eylemi başladı. Batı’da bunun yıldönümünü hatırlayan var mı?
Ayrıca bu makaleyi okuyan kaç kişi hatırlar o günleri? Küçük bir riske gireceğim ve bugün
Britanya gazetelerinden hiçbirinin, dolayısıyla hiçbir Amerikan gazetesinin, 16 Eylül 1982’de
İsrail’in müttefiki Falanjist milislerin Filistin mülteci kampları Sabra ve Şatilla’da üç gün süren ve 1.800 kişinin hayatına mal olan tecavüz, boğazlama ve cinayet partisini başlattığını
hatırlamayacağını söyleyeceğim. Bunu Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Lübnan’dan çıkartılması
için tasarlanan ve dönemin ABD Dışişleri Bakanı Alexander Haig’den onay alan Lübnan’ın
İsrail tarafından işgali izlemişti. Neredeyse hepsi sivil olan 17.500 kişinin ölümüne mal oldu
bu işgal. Bu, Dünya Ticaret Merkezi’ndeki kurban sayısının muhtemelen üç katıdır. Ben Lübnan’daki o masum ölüler için Amerika’da ya da başka bir Batı ülkesinde mumlar yakılıp anma törenleri düzenlendiğini hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, ABD’nin 1982’nin kanlı
Temmuz ve Ağustos aylarının büyük bölümünü “itidal” çağrısında bulunarak geçirdiği.
Hayır, geçen hafta yaşananlar için suçlanacak olan İsrail değildir. Suçlular Arap’tır, İsrailli değil. Ama Amerika’nın Ortadoğu’da onurlu davranmaması, füzeleri onları sivillere
karşı kullananlara rastgele satması, en başta kendisinin desteklediği yaptırımlar altında on
binlerce Iraklı çocuğun ölmesine göz yumması; bütün bunlar, Amerika’yı geçen hafta mahşeri
alevlerin içine sürükleyen Arapları yaratan toplumla yakından ilgilidir.
77
İsrail’den Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinlilere ait binalara atılan füzelerin üstünde
Amerika’nın ismi yazıyor. Daha dört hafta önce Boeing ve Lockheed-Martin’in, Florida’daki
-intihar bombacılarının çoğunun uçuş eğitimi aldığı eyalet- fabrikasında üretilmiş bir AGM
114-D havadan karaya füzenin enkazını gördüm. İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgali sırasında
bir Apache helikopterinden (Amerikan yapımı tabii ki) atılmıştı, tam da ABD’ye verdikleri
tavizlere karşılık, İsrailliler Beyrut’taki sivil yerleşimlere misket bombaları yağdırdığı sırada.
Bombaların çoğunda ABD donanması ibaresi vardı ve Amerika bunu takiben İsrail’e savaş
uçağı sevkiyatını en az iki ay boyunca askıya almıştı.
İsrailliler, Lübnan’daki Mansuri köyü yakınlarındaki bir ambulansı da aynı tip bir füzeyle -bu sefer AGM 114-C idi ve Georgia’da üretilmişti- vurmuşlar, iki kadın ve dört çocuğu
öldürmüşlerdi. Ben o füzenin parçalarını topladım, Georgia’ya gittim ve Boeing fabrikasının
yetkililerine gösterdim. Füzesinin öldürdüğü çocukların resimlerini gösterdiğimde füzeyi geliştiren adam bana ne dedi, biliyor musunuz? “Ne yaparsanız yapın, ama bana İsrail’in politikalarını eleştiren bir şeyler söyletmeyin.”
Eminim o çocukların babası, o ambulansı kullanan adam da geçen haftaki olaylar karşısında dehşete kapılmıştır. Ama karısının kaderini düşündüğümde -öldürülen kadınlardan biriydi- kimseye başsağlığı gönderecek halde olmadığını sanıyorum. Elbette bütün bu gerçekler
bugün unutulmuş olmalı.
Gelecek günlerde “Neden” sorusundan kurtulup, kim, ne zaman ve nasıl sorusuna odaklanılması için birçok şey yapılacak. CNN ve dünya medyasının büyük bölümü savaşın bu temel kuralını uygulamaya koydu bile.
Bu kural bozulduğunda neler olduğunu ben gördüm. The Independent Ortadoğu’daki
adaletsizlik ile New York’taki katliam arasında bağlantı kuran makalemi yayımladığında,
BBC’nin 24 saatlik haber kanalı da, “Robert Fisk edepsizlik ödülünü kazandı,” diyecek Amerikalı bir yorumcu buldu. Bir İrlanda radyosundaki sohbet programında aynı konuyu gündeme
getirince, öbür konuk, Harvard’lı avukat, beni yobazlık ve yalancılıkla suçlayıp tehlikeli bir
adam olduğumu söyledi, potansiyel bir anti-Semitik olduğumu da eklemeyi unutmadan tabii.
İrlandalı da onun fişini çekti.
Teröristleri “kafasız” diye nitelememiz gerektiğine şüphe yok. Çünkü bunu yapmazsak,
o kafaların içinde neler döndüğünü açıklamamız gerekir. Ancak çoktan başlamış olan savaşın
gerçeklerini sansürleme girişiminin devam etmesine izin verilmemelidir. Mantığa bakın. Dışişleri Bakanı Colin Powell cuma günü, Taliban’a mesajının gayet açık olduğunu söylüyordu:
Bin Ladin’e yataklık etmenin sorumluluğunu üstlenmeliydiler. “Eylemlerinizi, saldırganların
eylemlerinden ayıramazsınız,” diye uyarmıştı onları Powell. Ama Amerikalılar içine düştükleri duruma verecekleri cevabı Ortadoğu’daki eylemlerinden ayırıyorlar. Ariel Şaron -adı her
zaman Sabra ve Şatilla’yla birlikte anılacak bir adamdır kendisi- “dünya terörü”ne karşı savaşa İsrail’in de katılmak istediğini ilan ederken bile bizden dilimizi tutmamız bekleniyor.
Filistinlilerin korku dolu günler geçirdikleri su götürmez. Geçen dört gün içinde Batı
Şeria ve Gazze’de 23 Filistinli öldürüldü. Amerika’ya saldırılmasaydı birinci sayfalardan ak-
78
tarılacak kadar büyük bir rakamdı bu. İsrailliler bu çatışmaya katılırsa Filistinliler de Bay
Bush’un savaşacağı varsayılan “dünya terörü”nün bir parçası haline gelecekler. Yoksa Şaron,
Yaser Arafat’ın Usame bin Ladin’le bağlantıları olduğunu iddia ettiği için değil.
Tekrarlıyorum: New York’ta olanlar insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur. Bu da gerektiği
takdirde polis, tutuklamalar, yargı ve Lahey’de yeni bir uluslararası mahkeme kurulması anlamına gelmelidir. Cruise füzeleri, “akıllı” bombalar ve Batıkların canlarına karşılık Müslümanların canını almak anlamına değil. Fakat tuzak artık kurulmuş. Bush -ve biz de- adım
adım bu tuzağa doğru ilerliyoruz.
(16 Eylül 2001, Independent)
TERÖRİSTLER, YÖNETİCİ SINIFIN
YEDEKLERİDİR
Eric Hobsbawm
New York’un yakılıp yıkılması gerçekten de yeni yüzyılın başlangıcı mı; ya da daha
doğrusu, Bush’un sözlerini yineleyecek olursak, “yeni yüzyılın ilk savaşı” mı?
New York’un yakılıp yıkılması, gerçekten küresel karakterli ilk olay olması, bütün dünyada gazetelere manşet olması anlamında belki de gerçekten yirmi birinci yüzyılın başlangıcına damgasını vuruyor. Ama bugünkü koşullarda ortada bir savaş da yok. Bu son derece modern ve korkunç saldırı, on dokuzuncu yüzyıl sonunda Avrupa’yı sarsan hükümdarlara yönelik bir dizi saldırının yaşandığı zamana oldukça benzeyen bir istikrarsızlık dönemini başlatıyor. Bir savaşın yaşanıp yaşanmadığını belirleyecek olan, Amerika Birleşik Devletleri’nin
tepkisi. Ama kime karşı olacak bu savaş? İşte, gerçek sorun bu. Bu olayların bir karşılığı hak
ettiği son derece açık. Nitekim bu karşılık verilecek de. Tersini düşünmek kelimenin tam anlamıyla saçmalamak olur. Korkarım terörizme karşı askeri bir çare yok, ya da en azından kamuoyunun gözünü boyamak dışında bir işe yaramaz. New York’u vuran ve kolu her yere uzanan düşman, aralarında uzun yıllardır Amerika’da ve Kanada’da yaşayanların da bulunduğu
yüzlerce insanla ifade ediliyor. Yani düşman kentin merkezinde. Polisin uluslararası çaptaki
bir müdahalesinin, özellikle Fransız ve Rus gizli servislerinin arşivlerinden yararlanacak bir
“gizli servisler konsorsiyumu”nun bu noktada daha etkili olacağını düşünüyorum. Evet, tehdidin etkisi altındaki bütün devletler ortak bir cevap vermelidir. Bu sorun Çinlileri de Ruslar
kadar ilgilendirir. Fidel Castro’nun bile bu anarşik terörizmden korkmak için nedenleri var.
Bu eylemlerdeki siyasal amaç nedir sizce?
Bütün sorun da burada ya. Kişisel olarak ben, teröristlerin Amerika’nın gücünü sıfıra
indirmeyi hayal ettiklerine inanmıyorum. Buna karşılık, zaten gergin olan bir siyasal atmosferi daha da istikrarsız hale getirebileceklerinin farkındalar. Bana kalırsa, gerçek amaçları Körfez’deki ılımlı rejimleri, en başta Suudi Arabistan’ı ve Emirlikleri devirmek. Teröristler, pet-
79
rol bölgesinde gücü ele geçirmek isteyen yedek bir yöneticiler sınıfını oluşturuyorlar. Bu doğrultuda eylemler yirmi birinci yüzyıl savaşlarının kurgulanması olarak ele alınabilir. Ortadoğu’da, özellikle de hükümetlerin hiçbir şekilde halk tarafından desteklenmediği -belki İran’ı
bunun dışında tutmak gerekir- Arap ülkelerinin oluşturduğu hatta, devrimler ve hükümet darbeleri korkutucudur, fakat gelişen olaylar olsa olsa böyle sonuçlara zemin hazırlar. Bu krizin
en tehlikeli odağının da Pakistan’da yer aldığını düşünüyorum; Amerika Birleşik Devletleri
İslamabad’ın yardımını almak için fazla bastırırsa, Pakistan’da tutucu kanadın, kitle hareketini
tie arkasına alarak bir askeri darbe yapabileceği göz ardı edilmemelidir. İşte bu, gerçekten
savaşı başlatacak kıvılcım olabilir.
11 Eylül günü sizi en çok etkileyip kaygılandıran şey ne oldu?
O zavallı masum insanların yazgılarının yarattığı sıkıntı bir kenara bırakılırsa, beni en
çok etkileyen şey, Amerikan süper-gü- cünün dayanıksızlığı oldu. Açık konuşalım: Upuzun
saatler boyunca Amerika Birleşik Devletleri kontrolü tamamen elinden kaçırdı. Bu, küreselleşmenin getirdiği sonuçlardan biri. Kapitalist üretimin yapısıyla hızı, iletişimin ve taşımacılığın kesintisiz biçimde akmasına bağlıdır. Amerikan hava sahasının üç gün boyunca kapalı
kalmasının dünya ekonomisine vereceği zararın, New York’ta meydana gelenleri kat kat aşacağından korkuyorum.
Bu olay, Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyada oynadığı rolde bir değişiklik yaratabilir
mi?
Bana kalırsa, yirmi birinci yüzyıla iki yeniliğin damgasını vuracağı zaten açıktı. Birincisi, Amerikan süper-gücü, tek gerçek güç, dünyayı yönetecek boyutta değildir. İkincisi, yirmi
birinci yüzyılın savaşlarında devletler yalnızca birbirleriyle değil, ayrıca devletlerle çarpışacak güç ve zenginlikte hükümet-dışı örgütlerle de karşı karşıya gelecekler. IRA gibi bir ordu
yaklaşık otuz yıl boyunca İngiliz iktidarını sıkıntıya sokmuştur; kuşkusuz bu sürecin sonunda
IRA üstünlüğü ele geçiremedi, ama açık bir yenilgiye de uğramadı. Uluslararası ölçekte uyuşturucu trafiğini yöneten mafya örgütleri de, kendileriyle çatışan devletlere açıkça kafa tutacak
durumdadırlar. Terörizmin bu yeni biçimi açısından da aynı şey geçerlidir.
Terörizmin yoksulluğun ve adaletsizliğin çocuğu olduğunu savunan teoriye inanıyor musunuz?
Amerika Birleşik Devletleri’nin taşıdığı mutlak güç ve zenginlik simgelerinin yıkılması,
hiç kuşkusuz dünyadaki en yoksulların zenginlerden intikam alması olarak algılanabilir. Ama
harekete geçen gruplar, yoksulluğun ürünü olmak dışında her şey olabilirler ve hiçbir durumda onların davranışlarına yön veren etken yoksulluk değildir. Teröristler tam tersine, daha çok
ayrıcalıklı ortamlardan çıkmışlardır; çoğunlukla üniversite öğrenci- sidirler, ayrıca hemen
hepsinin pilotluk brövelerinin olduğunu unutmayalım. Kendileri de küreselleşmenin çocuklarıdır, küre selleşme sayesinde hiçbir engelle karşılaşmadan Yemen’den kalkıp Florida’ya gidebiliyorlar. Bu da onların eylemlerini iyice korkunç hale getiriyor ve onları durdurmayı ne
kadar başarabileceğimiz konusunda aklımızda ciddi kuşkular doğuruyor.
(18 Eylül 2001, La Repubblica)
80
HAYATIMI İSLAM’IN İMAJINI
ONARMAYA ÇALIŞMAKLA GEÇİRDİM;
HEPSİ BOŞUNA MIYDI?
Ekber Ahmed
11 Eylül’de Amerika’da kaçırılan dört uçak binlerce masum insanı öldürdü, birçoğunun
da hayatını mahvetti. Böylece, çeşitli küresel değerlere de ölümcül bir darbe indirilmiş oldu.
Saldırılar sonucunda sarsılan fikirlerden birisi, barış ve diyalogla mücadele etme fikriydi. Bir
başka fikir olan, küreselleşmenin karşı konulmaz, tersine çevrilmez bir süreç olarak zafer kazandığı düşüncesi de, ABD’nin zaptedilmez bir kale olduğu varsayımıyla birlikte, Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkıntılarının ve Pentagon’dan yükselen dumanların altına gömüldü.
Bu olağanüstü günde Amerika Birleşik Devletleri Başkanı, F- 16’lar ve F-15’ler eşliğinde bir Air Force One uçağıyla zigzaglar çizerek Amerika semalarında dolaşıp duruyordu.
Bir anda hisse senetlerinin değerleri tepetaklak dibe vurdu, New York Borsası kapatıldı, bütün
uçuşlar ertelendi, çeşitli eyaletlerde olağanüstü durum ilan edildi ve hayatlarını kurtarmak için
aceleyle oraya buraya koşuşturan insanlara yanlış alarmlar gönderildi.
Yorumcular, ilk haberler duyulduğu andan itibaren Müslümanları bu saldırılarla ilişkilendirdiler. Saldırıların arkasındaki beynin, ABD’yi çeşitli defalar kitlesel terörle tehdit etmiş
olan Usame bin Ladin’in olduğuna inanılıyordu. Eğer Perulu ya da Japon mezheplerden birisi
ortaya atılıp da saldırılan kendilerinin düzenlediğini iddia edecek olsaydı onlara herhalde hiç
kimse inanmazdı. Kamuoyunun aklında suçlanması gereken tek yer İslamiyet’ti.
Zaten çok geçmeden Müslümanların taciz edildiğine ve camilere saldırıldığın ilişkin çeşitli haberler akmaya başladı. Bir Pakistanlı öldürüldü, bir Sih de sakalı ve sarığı yüzünden
yanlışlıkla canından oldu. True Lies, Executive Decision ve The Siege gibi Holywood filmlerinin güçlendirdiği, basının negatif yönleri, uçak kaçırma ve rehin alma haberleriyle geçen
yıllar, kamuoyunu zaten yaygın biçimde “terörist”, “fundamentalist” ve “fanatik” sayılan bir
uygarlıktan en kötü şeyler gelmesini beklemeye koşullandırmıştı.
Müslümanlar kendi davalarına yardımcı olmuyorlardı. Onların suçu, insanların sokakları doldurup Amerika’ya karşı sloganlar attıkları ve tatlı dağıttıkları Müslüman dünyasının bazı
yerlerindeki bayram sevincini şaşkınlıkla izleyen Amerikalıları haklı çıkarmak. Bu gösterileri
yapanlar küçük gruplar olmasına rağmen, tepkinin duyarsızlığı Amerikalıların yaralarına tuz
basmaktan başka bir sonuca varmıyor.
Vahşi intikam isteyenlerin karşısındaki bütün şüpheler silinip kalkmış durumda. Maruz
kaldıkları ve on yıllar süren duygusal ve fiziksel şiddetin sonucunda Müslüman toplumunun
yaşadığı aşağılanma, terör ve nevrozun zaten çok az kişi farkındaydı ve birçok Müslüman’ın
kendi kötü durumlarından Amerika’yı sorumlu tutmasını çok az kişi anlayabiliyordu. İslamiyet’in ABD’yle bir çatışma yolun girmiş olduğu düşüncesi, küresel barış ve diyalog gibi başka fikirlere karşı tamamen baskın çıkmış durumda.
81
Oysa uçak korsanlarının eylemlerinin İslami ilahiyatla yakından uzaktan bir ilgileri yok.
Masum sivillerin öldürülmesi Kuran’da da özellikle yasaklanmış olan bir fiil. Kuran’da, “tek
bir masum insanın öldürülmesi bütün insanlığın öldürülmesiyle aynı anlama gelir”, diye uyarıda bulunulmuştur. Uçak korsanlarının eylemlerinin İslamiyet’le en ufak bir ilgileri olmayabilir, ancak onların eylemlerinin yol açtığı sonuçlar ve bunların nedenleri üzerine spekülasyonlar, İslamiyet’in yirmi birinci yüzyılda nereye gideceği ve bu yolda nasıl ilerleyeceği konusuyla doğrudan İlintili.
Bundan böyle giderek daha güçlü biçimde karşımıza çıkacak olan şey, birkaç kararlı insanın bütün uygarlığı (kendi düşünce ve eylemleri onaylansın onaylanmasın) kendi yaptıklarına karışılmaları yeteneği olacaktır. Birkaç kararlı insan küresel bir dinin motorunu bozabilir
ve eylemleriyle milyonlarca insanı karşı karşıya getirebilir artık. Eğer bir grup Hindu
Ayodhya’da bir camiyi yerle bir eder ya da Müslümanlar Afganistan’da Buda heykellerini
havaya uçururlarsa, dünya medyasında onların dinleriyle bu aşırı eylemler arasında çok yakın
bağlar kurulacağı kesindir.
Ben ömrümün birçok yılını Müslüman kültürdeki bozulmayı belgeleyerek ve modern
dünyayı reddedip onlarla kapışmak isteyenler ile kendi uygarlıklarını dünya uygarlıkları topluluğuna sokmayı isteyenler arasında bir bölünmeye yol açan bu görüntüyü tamir etmeye çalışarak geçirdim. Cambridge University’deki çalışma odamda, on yılı aşkın bir zamanı bu konu
üzerine akademik kitaplar yazmaya, basın-yayın organlarında bu doğrultuda açıklamalar
yapmaya, yine bu konuda filmler hazırlamaya ve insanları bu imajı düzeltmekte bana yardımcı olmaya ikna etmeye ayırdım. BBC televizyonundaki Living Islam ve Jinnah Quartet gibi
projeler, İslamiyet’in etrafındaki olumsuz havayı değiştirmeye katkıda bulundu ve dinler arasında ciddi bir diyalog başlamasına yardımcı oldu.
Bu projeler büyük tartışmalara yol açıp birçok insanı heyecanlandırmıştı. Bu anlaşılabilir bir durumdu: Çünkü bu projeleı, başlı başına muazzam bir iddiayı kapsayarak medyadaki
çeşitli imajları değiştirmeyi hedeflemekle kalmamış, aynı zamanda Müslüman toplumunun
temel sorunlarına (liderlik, devletin ni teliği, kadınların ve azınlıkların statüsü, vb.) el atma
amacını da gütmüştü. Her şey bir yana, İslamiyet’in şefkatli ve hoşgörülü doğası vurgulanıyordu.
Ancak böylesi yaklaşımları savunmanın bir bedeli olacağı da bilinmelidir. Nitekim bu
projelerin karşısına -içeriden bile- bir takım çitler çekmekte fazla gecikilmedi. Düzenli bir
dezenformasyon kampanyasıyla saçma suçlamalar gündeme getirildi. Örneğin, benim Pakistan’ın kurucusuyla ilgili olan Cinnah filminin senaryosunu Salman Rüşdi’nin yazdığı iddia
edildi. Bazıları bu filmi bir Hindu komplosu olarak görürken, bazıları da Siyonist komplosu
yaftasını yapıştırdılar. Ben 1999’da, Kuzey Londra’da ki merkezi sinagogda her yıl düzenlenen Haham Goldstein Memorial Lecture’da bir konferans vermeye davet edilince bazı kafalarda benim filmimin bir Siyonist komplosu olduğu doğrultusundaki şüphelerin kuvvetlendiğine tanık oldum.
82
Oysa daha önce de, oraya çağrılan ilk Müslüman olma şerefini taşıyarak,
Cambridge’teki Selwyn College Chapel’e bir konuşma yapmaya çağrılmıştım. Bu tür gelişmeler geniş çevreler tarafından dinler arası diyalog yolunda atılmış kayda değer adımlar sayılır ve Müslümanların çoğu bu girişimleri desteklerken, bazıları mutsuzluğunu saklamaya gerek bile duymuyordu. Bazı insanlar da Yahudilerle Hıristiyanların “düşman” olduklarını iddia
ediyorlar ve onların ibadet yerlerini ziyaret etmenin bir Müslüman açısından zındıklıkla aynı
anlama geldiğini savunuyorlardı. Tehlikeli adımlarla fetva bölgesine doğru ilerliyordum.
Sonra, General Pervez Müşerrefin daveti üzerine Pakistan’ın yüksek komiserliği görevini üstlenmek amacıyla Cambridge’den ayrıldım. Yeni görevimde bir Müslüman kültürden
hareketle başka halklara ve dinlere ulaşma çabalarımı sürdürdüm. Ama bir kere daha infazcıların önüme birtakım engeller diktiklerine şahit oldum. Nihayet bir gün, bu yolun sonuna geldiğim duygusuna kapılıp Pakistan bürokrasisiyle bağlarımı koparmaya karar verdim. Benim
açımdan geride kalan, İslamiyet’in imajını değiştirmeye katkıda bulunduğu ve dinler arası
diyalogun geliştirilmesinde bazı girişimleri üstlendiğim uzun ve yorucu yıllar oldu.
Şimdiyse bütün bu çalışmalarımın boşa gitmiş olmasından korkuyorum. Çaresizlik içindeyim. Keşke doğru cevapları ortaya koyabilseydim, ama korkarım ortada sadece sorular duruyor. 11 Eylül bize ne tür dersler öğretebilir? Müslüman dünyası, Kur’an’da açıkça söylendiği gibi, hoşgörü ve barış yollarını geliştirebilecek mi? Batı, ölümcül düşmanlıkları kışkırtmadan, küreselleşmenin kendini giderek yakınlaştırdığı diğer kültürlerle ilişki kurmanın yollarını bulabilecek mi?
(20 Eylül 2001, Independent)
İYİ’NİN VE KÖTÜ’NÜN TİYATROSU
Eduardo Galeano
İyi’nin Kötü’ye karşı mücadelesinde öldürülen hep sıradan insanlar olmuştur.
Teröristler Kötü’ye karşı İyi adına, New York’ta ve Washington’da elli ülkeden çalışan
insanları öldürdüler. Olayların hemen ardından da Başkan Bush, Kötü’ye karşı İyi adına intikam yemini etti: “Dünyadan Kötü’yü temizleyeceğiz!”
Kötü’yü temizlemek mi? Tamam da, Kötü olmazsa iyi ne işe yarayacak? Çılgınlıklarını
meşrulaştırmak için düşmana ihtiyacı olanlar sadece dindar fanatikler değil ki. ABD silah
sanayiinin ve devasa savaş makinesinin de varlığını meşrulaştırmak için düşmanlara ihtiyacı
var. İyi ve kötü, kötü ve iyi: Aktörler, bu piyesin yazarlarının arzuları doğrultusunda zaman
zaman maskelerini değiştirirler, kahramanlar canavara dönüşürken canavarlar da ansızın kahraman oluverirler.
Aslında hiç de yeni bir şey değildir bu. Alman bilim adamı Werner von Braun, Hitler’in
Londra’ya karşı kullandığı V-2 bombardıman uçaklarını icat ettiği için kötüydü, ama yeteneklerini ABD’nin hizmetine sununca birdenbire iyi oluverdi. Stalin, İkinci Dünya Savaşı sıra-
83
sında iyiydi, fakat savaş bitip, Kötülük İmparatorluğu’nun lideri haline gelince kötü oldu. Soğuk Savaş yıllarında John Steinbeck şöyle yazmıştı: “Belki de bütün dünyanın Ruslara ihtiyacı var. Bana kalırsa Rusya’nın bile Ruslara ihtiyacı var. Belki de Rusya’nın Rusları Amerikalılardır.” Tabii sonradan bu Ruslara bile iyi rolü biçildi. Bugün, “Kötülük cezalandırılmalıdır,”
diyen sesler arasında Putin’inkini de rahatlıkla duyabiliriz
Bir zamanlar Saddam Hüseyin iyiydi, tabii onun kanlılara ve Kürtlere karşı kullandığı
kimyasal silahlar da. Fakat Saddam bir süre sonra kötü oldu. ABD, Kuveyt’i işgal ettiği için
Irak’ı işgal etmek üzere kendi Panama işgaline son verdiğinde, Saddam’a da Şeytan Hüseyin
denmeye başlandı. Baba Bush, Kötü’ye karşı bu savaşı kendi adına üstlenmişti. Bu savaşta,
ailesinin genel karakteri olan insancıllık ve şefkat ruhuyla, büyük çoğunluğu sivil olan 100
binden fazla Iraklı insanı öldürdü.
Şeytan Hüseyin, olduğu yerde kaldı, ancak insanlığın bu 1 numaralı düşmanı, zamanı
gelince bir adım geri çekilip 2 numara olmayı kabul etmek zorunda kalacaktı. Şimdi dünyanın
belalısı olarak Usame bin Ladin’in adı revaçta. Tabii ki Ladin’e terörizm hakkında bildiği her
şeyi C1A öğretti. ABD yönetimi tarafından sevilen ve silahlandırılan Usame bin Ladin, Afganistan’da komünizme karşı savaşan “özgürlük savaşçıları’nın önde gelen isimlerindendi. Başkan Reagan bu kahramanları, “Ahlâki açıdan azizler kadar kutsal,” ilan ettiğinde, Baba Bush
başkan yardımcısı koltuğunda oturuyordu. Kuşkusuz Hollywood da onlarla hemfikirdi. Onun
için Holywood yapımcıları vakit geçirmeden Rambo 3’ü çektiler. Afganlı Müslümanlar eskiden iyi adamlardı. Oysa onüç yıl sonra Oğul Bush’un filminde, onlara artık kötünün de kötüsü
rolünü oynamak düşüyor.
Son trajediye ilk tepki verenlerden biri de Henry Kissinger oldu. Onun, “Teröristleri
destekleyen, finanse eden ve yönlendirenler de en az onlar kadar suçludur,” şeklindeki sözleri,
birkaç saat sonra Oğul Bush tarafından aynen tekrarlanacaktı.
Madem öyle, şimdi derhal yapılması gereken en acil iş Kissinger’ın kendisini bombalamaktır. Çünkü o, Usame bin Ladin’den, hatta dünyadaki bütün teröristlerden daha suçludur.
Üstelik bu suçlarını daha fazla sayıda ülkede işlemiştir. Kissinger, Endonezya’da, Kamboçya’da, İran’da, Güney Afrika’da, Bangladeş’te ve Condor Planı’nın kirli savaşının acılarını
çeken bütün Güney Amerika ülkelerinde devlet terörünü “desteklemiş, finanse etmiş ve yönlendirmiştir.”
Geçen haftaki saldırılardan tam yirmi sekiz yıl önce, 11 Eylül I973’te Şili’de Başkanlık
Sarayı baskına uğradı. Ve o Kissinger, Allende’nin ve Şili demokrasisinin mezar taşlarına ne
yazılacağını, çok önceden, daha seçim sonuçlarını yorumlarken ilan etmişti: “Kendi halkının
sorumsuzluğu yüzünden bir ülkenin komünist olmasına neden seyirci kalmamız gerektiğini
anlamıyorum.”
Devlet terörü ile bireysel terörün birçok ortak noktasından biri de halka tepeden bakmaktır. Örneğin Bask ülkesinin bağımsızlığı adına yüzlerce kişiyi öldüren bir örgüt olan ETA,
sözcülerinden biri aracılığıyla, “Hakların azınlıklar ya da çoğunluklarla bir alakasının olmadığı”nı duyurmuştur.
84
Teknolojik açıdan gelişmemiş terörizm ile yüksek teknolojiye dayanan terörizmin, dindar fanatiklerin terörizmi ile piyasa fanatiklerinin terörizminin, umutsuzların terörizmi ile
güçlülerin terörizminin, uçurumun kıyısındaki psikopatların terörizmi ile üniformalı soğukkanlı profesyonellerin terörizminin ortak noktaları daha da fazladır. Bunlar insan hayatına
hiçbir şekilde saygı duymazlar. Kumdan şatolar gibi yıkılan İkiz Kuleler’in altında kalan
5.500 kişinin katilleri ile dünya televizyonlarının ya da gazetelerinin en ufak bir ilgisine mazhar olmadan öldürülen, çoğu yerli 200 bin Guatemalalı’nın katilleri, insan hayatına karşı aynı
derecede saygısızdırlar. O Guatemalalılar ki, Müslüman fanatikler tarafından değil, tam da,
birbirini izleyen ABD hükümetleri tarafından “desteklenen, finanse edilen ve yönlendirilen”
terörist ölüm mangaları tarafından katledilmişlerdir.
Bütün bu ölüme tapıcılar, toplumsal, kültürel ve ulusal farklılıkları askeri terimlere indirgeme konusunda da hemfikirdirler. Kötü’ye karşı İyi adına, Tek Gerçek adına, önce öldürüp, soruları sormayı sonraya bırakarak hallederler her şeyi. Dolayısıyla bu yöntemle, savaştıkları düşmanı da güçlendirirler. Başkan Fujimori’ye bir terör rejimini dağıtması ve Peru’yu
bir muz fiyatına satması için, aradığı desteği veren şey, Sendero Luminoso’nun gaddarlıkları
olmuştur. Allah adına kutsal terörizm savaşma zemin hazırlayan şey de ABD’nin Ortadoğu’daki kıyımları.
Uygar Dünya’nın lideri yeni bir Haçlı Seferi için bastırsa da, Allah, kendi adına işlenen
suçlardan azadedir, masumdur o. Ne Tanrı “günün sonunda” Yehova’nın takipçilerine karşı
bir Soykırım başlatılmasını emretmiştir, ne de Yehova, Sabra ve Şatilla katliamlarının ya da
Filistinlilerin topraklarından sürülmesinin emrini vermiştir. Sonuçta Allah, Tanrı ve Yehova,
hepsi aynı kutsallığın üç farklı ismi değil midir?
Şimdi gözlerimizin önünde bir yanlışlar trajedisi oynanıyor: Artık hiç kimse kimin kim
olduğunu bilmiyor. Patlamaların dumanı, onu hepimizin görmesini engelleyen duman bulutunun ayrılmaz bir parçası sanki. İntikamdan intikama koşan terörizm, hepimizi mezarlarımıza
doğru yürümek zorunda bırakıyor. Kısa bir süre önce yayınlanmış bir fotoğraf görmüştüm.
New York’tâki bir duvar yazısının fotoğrafıydı bu ve duvarda, “Göze göz demek, bir gün bütün dünyanın tamamen kör olması demektir,” diye yazıyordu.
Şiddet sarmalı şiddetten ve acıdan, korkudan ve hoşgörüsüzlükten, nefretten ve çılgınlıktan bir kargaşa yaratır. Bu yılın başında Porto Allegre’de Ahmed bin Bella, “Bu deli danalar üreten sistem, insanları da delirtiyor,” diye uyarmıştı bizleri. Şimdi bu deli insanlar, nefretten delirmiş insanlar, tam da kendilerini yaratan gücün rolünü oynamaya soyunuyorlar.
Geçenlerde Luca adında üç yaşında bir ufak çocuk, “Dünya, evinin neresi olduğunu
bilmiyor,” demişti bana. Çocuk o sırada bir haritaya bakıyordu. Pekâlâ, bir gazeteciye de bakıyor olabilirdi.
(21 Eylül 2001, La Jomada)
85
BAHAMA ADALARI’NI DA
BOMBALAR MIYDIK?
Umberto Eco
Sinyor Eco, siz hiç Dünya Ticaret Merkezi’nin çatısına çıkmış mıydınız?
Evet, ama sadece bir kez. İkiz Kuleler’i sevmiyordum. Manhattan’ın ufuk çizgisini berbat ediyorlar, diye düşünüyordum. Ama kuleler yıkıldıktan sonra artık böyle şeyler düşünmemize izin yok tabii. Öyleyse diyorum ki: Onları sevmezdim, ama yerlerinde dursalardı daha iyiydi. Doğrudur, bir kez çatısına çıkmıştım.
Yolum hangi şehre düşerse düşsün, her seyahatimde doğrudan turistlerin en sevdiği yerlere giderim. Çocuklarımla ilk kez New York’a gittiğimde kulelerin çatısına çıkmıştık. Onların
şehri en yüksek noktasından görmelerini istemiştim. Oğlum daha sonra New York’ta on yıl
yaşadı. Greenwich Village’deki dairesinden bakıldığında doğrudan İkiz Kuleler görünüyordu.
Saldırıdan nerede haberdar oldunuz?
Bologna Üniversitesi’nde oturmuş sınav kâğıtları okuyorken, odama birden bir meslektaşım daldı ve olayı aktardı. Ben, hayatımı iki şehirde kurabilirim, diye düşünüyorum. Bunlardan
biri New York, diğeri Paris’tir. Herhalde New York’ta hiç sıla hasreti çekmezdim, bu şehri seviyorum çünkü. New York’un mimarisi bende hep taştan betondan bir jam-session [hazırlık
yapmadan caz çalmak] hissini uyandırmıştır. Burada doğaçlama ile tesadüfler muazzam bir
düzen ve ahenk yaratıyor. Bu ufuk çizgisi mutlak güzellik momentlerine sahipti doğrusu.
Bunları anlatırken geçmiş zaman kipi kullanıyorsunuz?
Saldırıdan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır: Son günlerde bu lafı sıkça duyduk.
Bu özellikle yaşanan insani trajedi ve olayın siyasal boyutları için geçerli bir sözdür, bunları
betimler. Ama belki de sonuçları daha gözle görülebilir olacak: Modern mimarinin bir parçasını kaybediyoruz.
Yani kuleler için üzüntü mü duyuyorsunuz?
Daha temelli bir anlamda diyorum: Belki de gökdelenlerin sonu gelmiştir. Yıkılan kuleler, insanların ruhunda derin yaralar açtı. Kuleler iktidarın güçlü sembolleri, sermayenin yükselen katedralleri değil artık. Yara alabilen devler, sakat ayaklar üzerinde duran gigantlardır
onlar. İnsanlar bu kuleler arasında yaşamak istemedikleri için mimarların gelecekte gökdelenler inşa etmemeleri mümkündür. Pentagon bu saldırılarda ayakta kalabilmiştir, çünkü orası
yassı bir binadır. Sayın Trump yeni bir gökdelen inşa etmek yerine Oklahoma’da büyük bir
arazi satın alıp dev boyutlarda böyle yassı binalar kurabilir. Böylece Amerika’nın gelr neksel
şehir merkezinin sonu gelmiş olabilir. İktidarın yeni sem bolleri böylelikle dikey değil, yatay
binalar olabilir. Şehirlerin görünümüyle birlikte toplumsal hayat da değişebilir.
Şu sıralar konuştuğumuz dil de değişiyor. Bugünlerde sizin gözünüzde “savaş” kavramı
nasıl bir anlama kavuşuyor?
86
Zaten son birkaç yıldır savaşa yaklaşımda bir değişim gözlemleniyordu. Körfez Savaşı,
düşmanı imha etmemek üzere girişilmiş tarihteki ilk savaştır. Geleneksel savaş mantığı açısından aslında çılgınca bir fikir: Savaşa gidiyorsun, ama hem kendi askerlerinden kimsenin
ölmemesini istiyor, hem de başka insanların canlarını mümkün olduğunca korumaya çalışıyorsun.
Bunun ardından Eski Yugoslavya’daki savaşlar ve “insani sebep’’lerden dolayı
Belgrad’a atılan bombalar geliyor. Bu, sizin Körfez Savaşı’ndaki savaş anlayışınıza uyuyor.
Peki, ya şimdi?
ABD’ye yönelik saldırılardan sonra bu kavram bir kez daha değişti. Normal koşullarda
savaşta düşmanı onu öldürmek tehdidiyle korkutursunuz. Ama şimdi karşımızda kendini öldüren insanlar var. Bu durumda ne yapabiliriz? Ceza ve cezalandırma sistemi böylece tümden
değişmiş oluyor. 11 Eylül öncesine kadar Amerika, ölüm cezasının caydırma potansiyeline
sahip olduğundan emindi. Ama uçakla gökdelene dalan birisini bu usulle nasıl caydıracaksınız? Eğer bu bir savaşsa ne somut bir düşmana, ne de bir ülkeye yöneliktir. Bu, ordu tanımını
da değiştiren bir şey. Bu günlerde generaller bile, ordunun görevinin ne olduğu konusunda
kesin konuşamıyorlar.
Kavram yelpazesi çok geniş: ABD Başkanı Bush, Amerika’nın “savaş” halinde olduğunu söylüyor. Almanya Şansölyesi Gerhard Schröder daha temkinli davranarak, “Batı dünyasına yönelik bir savaş ilanı”ndan söz ediyor. Fransa Başbakanı Lionel Jospin buna “savaş”
demek istemezken, İtalya’da Silvio Berlusconi Amerikalılar’la hemfikir. Sizce hangi kavram
doğrusu?
Bu sizin menfaatlerinize bağlı. Bir örnek: Duyduğuma göre Dünya Ticaret Merkezi’nin
kuleleri terörist saldırılara karşı milyarlarca dolarla sigortalanmış, ama savaşa karşı sigortalı
değillermiş. O halde savaştan söz etmek kule sahiplerinin menfaatine değildir. Hangi sözcük
seçilirse seçilsin, yaşanan olayın korkunçluğunu değiştirmez bu: Saldırıya ister savaş, ister
terörizm, isterse barbarlığa dönüş diyelim, olay korkunçtur. Tabii ki NATO ülkeleri şu sıralar
“savaş” ve “saldırı”nın hukuki tanımını yoğun biçimde tartışmak durumundalar. Teröristler ya
Almanya’dan gelmiş olsalardı...
Bazı suikast sanıkları Almanya’da üniversiteye gitmiş.
Biliyorum. Ama yine de hiç kimse ABD’nin Almanya’ya bir saldırıda bulunacağından
endişe etmeyecektir. Şu sıralar çok derinlikli bir “dil savaşları”na şahit oluyoruz. Bunun peşinden eylemler de gelebilir. Tam bir dönüm noktasındayız. Amaç, geleceğin kurallarını tanımlamaktır. Cenevre Konvansiyonu’nun savaş tanımı günümüz için anlamlı mıdır?
Siz “savaş” sözcüğünü kullanıyor musunuz?
Bu bir tür savaş, “ilan edilmemiş bir savaş”tır. Bunu hepimizin hayatının alt üst olmasından anlıyoruz.
87
Peki, savaş hali sizde kendini nasıl belli ediyor?
Bu sabah Viyana’dan uçağa bindiğimde yanımda Arap’a benzeyen bir beyefendi oturuyordu; siyah saçlı, uzun sakallı birisi. Bir an için gözlerimi ona diktim ve kafam karıştı. Ama
neticede bir filozof ve demokrat olduğumdan kendi kendime şöyle dedim: “Bu dünya düzgün
Arap insanlarla dolu.” Ardından sakinleşmiş biçimde koltuğuma gömüldüm ve uykuya daldım. Bu, beni tedirgin eden, gelip geçici bir düşünceydi. Ama yine de: Amerika’ya yönelik
saldırı Viyana-Köln seferindeki davranışımı -bir anlığına dahi olsa- değiştirmişti.
Onun yüzüne dik dik bakmanıza karşı Arap’ın tepkisi neydi? Herhalde o da sizin, “Bu
bir Arap,” diye düşündüğünüzü düşündü?
Tabii ki bunu o kadar kesin bir şekilde bilemem. Ömrümün geri kalan kısmını çevremdekilerden şüphelenerek geçiremem herhalde. Ama haklısınız, bu karşılıklı bir şey: Milano
havaalanında peçeli bir grup kadın gördüm. Büyük insan gruplarından bilerek uzak duruyorlardı. Sanki kendilerini gözlemleniyorlarmış gibi hissediyorlardı. Öyle görünüyor ki, bütün
dünyada birbirimizle olan münasebetlerimiz değişti.
Uçakta aklınız Usame bin Ladin’e de takıldı mı?
Bin Ladinle ilgili düşündüğümde kendime çok başka bir soru soruyorum: Sahi, neden o
kadar zengin bu adam? Petrol sattığı için. Bunu kime satıyor? Taliban’a mı? Hayır. Petrolü
tamamen Batı dünyasına satıyor. Parasını Afganistan’da bir mağarada mı saklıyor? Hayır.
Herhalde parasını Zürih, Londra, Bahama ya da Cayman Adaları’nda tutuyordur, hatta Dünya
Ticaret Merkezi’nde. Peki, bin Ladinle işbirliği yaptığı için Bahama Adaları’nı da bombalar
mıydık? Böyle bir şey asla düşünülemez tabii. Yine de söyleyelim: Bin Ladin, Batı’nın yardımı olmasaydı bu kadar zengin olamazdı. Ben de paramı bir bankaya yatırıyorum. Belki yarın paramın bir kısmıyla bin Ladin’i finanse ettiğimi keşfedeceğim, çünkü bankam onunla
çalışıyor olabilir. O zaman onu desteklemişim gibi saçma bir durumla karşı karşıya kalırım.
Körfez Savaşı sırasında yazdığınız bir denemede insanları inti- kamcılığa karşı uyarmıştınız. Şunu yazıyordunuz: “Birisi sana bıçakla saldırdığında ona en azından yumrukla
karşılık verme hakkına sahipsindir. Ama eğer sen Süpermen’sen ve bir yumruğunla karşındakini aya gönderebilecek kadar kudretliysen, yumruğunun yarattığı şok gezegenimizi paramparça edecek durumdaysa, o zaman, lütfen bir kez daha düşün, derim. ”
Ben ahlâkçı değil, gerçekçiyim: Sorun, bir askeri saldırıyla masum insanları öldürerek
ABD’nin veya NATO’nun adalet dağıtıp dağıtmama sorunu değildir. Sorun (bunu Bush da
biliyor), bir askeri saldırının New York ve Washington’dakine benzer terörist karşı saldırıları
provoke edeceğidir. Amerikalılar, “Peki, haydi Mekke’yi bombalayalım! Sizin kutsal mekânlarınıza saldırmamızı istemiyorsanız bize yardım edin,” diyebilirler. Ama Mekke’nin bombalanması demek, tüm Müslümanlara yönelik genel bir savaş ilanı demektir.
88
Papa, tarafları bir intikam hareketine karşı uyarıyor. Fakat bu bir zorunlu intikam almak demek değil midir, eğer mağdurla yargıç aynı kişiyse?
Adalet ile intikam arasında bir fark vardır. Bin Ladin’in bu saldırılardan sorumlu olduğu
doğruysa -ki ben de bu görüşe meylediyorum, ama bunun kanıtlanması gerekir- bir timin gidip bin Ladin’i tutuklaması ve mahkeme karşısına çıkarması adalet demektir, intikam değil.
Ama intikam peşinde olan insanların var olduğu da bir gerçek. Asıl sorun bin Ladin değil,
Arapların büyük kısmının ABD’yle çoktan savaşa girmiş olduklarını sanmalarıdır. Bu duyguyu Kabil ya da Bağdat’ı bombalayarak değiştiremezsiniz.
Bu duyguyu değiştirmek mümkün mü ki?
Herhalde yetişkinler için artık çok geç kalındı. Şimdi, bir sonraki nesil için düşünmeye
başlamanın vakti gelmiştir.
Bu saldırı size Ortaçağ'ı hatırlattı mı?
Ortaçağ’da binlerce insanı öldürebilmek için iki veya üç güne ihtiyaç vardı. O sürede de
bu katliamdan kaçıp kurtulma şansı doğuyordu. Ama katliamın günümüzdeki yeni türünden
kimsenin kaçıp kurtulması mümkün değil. Tesadüfen orada bulunanlar, ne yaparlarsa yapsınlar, ölmek zorunda kalıyorlar.
Tanrı adına katletme daha çok Ortaçağ’da görülüyordu. Din yine çirkin yüzünü mü
gösteriyor?
Bir keresinde Viyana’da ders verirken mikrofon çalışmamıştı. Ben de şaka olsun diye,
“Din elden gitmiş,” dedim. Bu sözüme herkes gülmüştü. Oysa daha sonra beni çok düşündürdü. Korkunç bir şey olduğunda, “Din elden gitmiş,” derdik. Ama artık bana öyle geliyor ki,
din fazlalığı yüzünden başımıza pek çok felaket geliyor.
George Bush da Ortaçağ metaforlarına uzak değil: “Yeni bir Haçlı Seferi”ni ilan etti bile.
Berlusconi’ye danışmanlık yapan bir İtalyan papaz da İslamiyet’in en başından beri Hıristiyanlığın düşmanı olduğunu savunarak bir Haçlı Seferi’nden söz ediyor. Haçlı Seferi, böyle bir olay karşısında yapacağımız en büyük yanlış olurdu herhalde. Köktendinciliği ve terörizmi İslam’la eş tutamayız. İslam hoşgörüye dayanır. Selâhaddin Kudüs’ü geri aldığında sadece Tapmak Şövalyeleri’ni kılıçtan geçirtmişti. Bunlar ona göre çağının SS’leri gibiydi. Ama
geri kalan insanların hayatını bağışladı. Eğer biz bir Haçlı Seferi’ni başlatırsak, dünya sürekli
bir savaş haline girecektir. Üstelik günümüzde Haçlı Seferi belirli bir toprak parçasıyla sınırlı
kalmayacaktır. ABD ve Avrupa’da kaç Müslüman yaşıyor? Haçlı Seferi hem çılgınca hem de
tehlikeli bir şeydir.
Yeni romanınızın kahramanı Baudolino, Haçlı Seferleri sırasında İmparator
Barharossa’ya eşlik ediyor. Aslında Baudolino politik yalanlarıyla dünyayı daha insani kılan
bir pasifist. Sizce, iyi ve kötü yalanlar var mı?
Baudolino hiç de yalancı değil. Yalancı, var olan durumun tersini iddia edene denir.
Şimdi, bu masada kahve yok dersem...
89
... bir yalancı olurdunuzÇünkü var olan durumun tersini iddia etmiş olurdum. Ama yarın burada tonlarca kahve
olacak dersem, bir yalancı değil, vizyoner olurdum. Baudolino da bir Tekboynuz gördüğünü
iddia ederken, onu gördüğünden kendisi emindir. Umut vizyonun taşıyıcısıdır. İnanın bana,
Baudolino bir yalancı değil, o iyi bir çocuk.
Barbarossa İtalya’nın Alessandria kentini muhasara altına alınca, buranın sakinleri
Baudolino’nun önerisiyle şehrin kapısına semirmiş bir inek çıkarırlar. Amaçları İmparator’u
ellerinde bol miktarda erzak bulunduğuna inandırmaktır. Politikada bir sonuca ulaşabilmek
için hep bir ineğe mi ihtiyaç vardır?
Buradaki espri, muhasara altındakilerin Barbarossa’yı bir hileyle kandırıp yeterince erzaklarının bulunduğuna inandırmaları değildir. Hayır. Barbarossa bu inekte bir tuhaflık olduğunu hemen kavramıştır. Ama o, bu hikâyeye inanmış gibi yapıyor. Böylece askerlerine geri
çekilme emri verdiği halde şerefini kurtarmış oluyor. Burada bir kez daha yalan ile vizyon
arasındaki önemli ayrımı görüyorsunuz, inek hikâyesi, büyük politika sanatına ilişkin güzel
bir mesel. Bazen çatışmalar, düşmanına kendi şerefini kurtarma imkânı tanıyarak çözülür.
Günümüzde hâlâ çok sayıda ineğe ihtiyaç var.
Eleştirmenler Berluscotıi’yi büyük bir yalana olmakla suçluyorlar. Onun yalanlarıyla
Baudolino’nun vizyonları arasındaki fark nedir?
Ne tuhaf! Artık Ortaçağ hakkında kitap yazdığım halde herkes bunun Berlusconi’yle
alakasını soruyor bana. Yarın bir kellik ilacı bulsam, onu da Berlusconi için mi yaptığımı soracaklar.
En iyi müşteriniz o olurdu herhalde. Kelliğiyle ilgili dertleri var çünkü.
Deminki sorunuza geri dönecek olursak: Berlusconi’nin aksine, Baudolino kendi yalanlarına inanan birisi.
Sinyor Eco, siz her konuda fikir beyan eden aydınlara karşı olduğunuz halde, büyük bir
hırsla İtalyan politikasını yorumlayan birisisiniz. Tek bedene sıkışmış iki farklı kişilik mi taşıyorsunuz yoksa?
Hayır. Şu kadarını biliyorum ki, aydınlar birer kâhin değil. Ama onların yine de oynadığı bir rol var. Ben size bunu ilkesel düzeyde açıklayabilirim: Şu anda bir şeyler cereyan ederken aydınlar çenelerini kapamalıdırlar.
Bir keresinde bunu şöyle ifade etmiştiniz: Evin yanıyorsa yapman gereken şey, yangının
çıkış sebebi üzerine kafa yormak değil, hemen itfaiyeyi çağırmaktır.
Görüyorsunuz değil mi, bu, New York olayına ne kadar çok uyuyor. Aydınlar geçmiş
hakkında düşünebilirler: “...’nin kökenleri neydi?” Ya da gelecek hakkına fikir öne sürebilirler: “Ne yapılmalı?..” gibi. Ama şimdi olduğu gibi herhangi bir anda bir şey cereyan ediyorsa,
benim ilk işim telefonumun fişini çekmek oluyor.
90
Aksi takdirde telefonunuza ne oluyor?
Çalıyor. Bir şey olmaya görsün, hemen telefonum çalıyor. Greta Garbo ölsün, hemen telefonum çalıyor ve gazetelerden biri bu olay hakkında ne düşündüğümü öğrenmek istiyor.
Ne var bunda?
Özür dilerim, ama ne dememi bekliyorsunuz? “Yazık oldu Greta Garbo’ya, iyi bir
aktristti, ama oldukça da yaşlıydı,” mı deseydim? Aydının rolüne dair bu anlayış tam anlamıyla ahmakça. Bir saçma örnek daha: 1994’te Tanaro nehri taştığında benim doğduğum şehir Alessandria sular altında kalmıştı. O sırada telefonum çaldı ve bir gazeteci, “Şehirdeki sel
hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sordu. Ne yani, “Oh oldu, ne kadar sevindim, bu şehrin
batma vakti gelip çatmıştı zaten,” mi deseydim? Sel mağdurlarının yararına bir çek yazıp olayı benim için bitirmek isterdim. Yani önemli olan nokta şu: Eğer olağandışı bir şeyler söyleyeceksen söz almalısın. Buna da çok ender rastlanır; ben bir kahraman değilim ki.
Peki, ama İtalyan iç politikasını hep şimdiki zaman kipinde tahlil ediyorsunuz?
Aydınların şimdiki zaman hakkında anlamlı bir şeyler söyleyebildikleri tek durum vardır: Tüm dünyanın bir olay karşısında sessizliğe büründüğü bir durumdur bu.
Berlusconi seçilmeden önceki durum da buna bir örnek miydi?
Ben “Ahlâki Referandum” başlıklı makalemi yazarken, İtalyanların bir şeyi temelden
yanlış anlamak üzere olduğunu düşünüyordum. Onlar şöyle düşünüyorlardı: Zaten zengin
olan birisi hırsızlık yapmayacaktır. Ayrıca benim makalem, Berlusconi yandaşlarına yönelik
de değildi. “Bu adama antipatim var, bu yüzden onu seçmeyin,” demek de çok saçma olurdu.
Hayır, benim makalem İtalyan soluna yönelik bir retorik sesleniş, bir birleşme çağrısıydı. Bu
nokta daha önce hiç bu kadar açık biçimde ortaya konmamıştı.
Almanya’da Günter Grass ya da Jürgen Habermas “ülkenin politik vicdanı” olarak değerlendiriliyorlar. İtalyanlar da sizi böyle mi görüyor?
Hayır, sanmıyorum. Almanlar tuhaf insanlar.
Bunu, İmparator Barbarossa’nız da birbirleriyle sürekli çekişen İtalyanlar için iddia
ediyor. Tekrar soruyorum: İtalyanlar için Umberto Eco kimdir?
Peygamber memleketinde bir hiçtir.
En azından sözlerinizin üniversitelerde bir ağırlığı var. Romanınızın kahramanı
Baudolino, Ortaçağ Paris’inde hiç de ağır bir öğrencilik hayatı sürmüyor. Bunun yerine tecrübelerini malum mekânlarda kazanıyor. Öğrencilerinize böyle bir hayatı tavsiye eder miydiniz?
Bu sırada Baudolino pek çok şeyi öğrenmedi mi? Hayır, ciddi olursak, öğrencilerime
şehir hayatına katılmalarını tavsiye ediyorum. Öğrenci, derslikte öğrendiğinin fazlasını meyhanelerde öğreniyor. Orada tartışılıyor, yeni fikirler doğuyor, fikir alışverişi yapılıyor. Ne
yazık ki şu bir gerçek: İnsan, hocasından fazlasını arkadaşlarından öğreniyor.
91
Öğrencilerinizin sizin tavsiyelerinize ihtiyacı var mı, yoksa za ten hayatın tadını mı çıkarıyorlar?
Onların muhtemelen tavsiyeye ihtiyacı yok. Bologna çok hareketli bir şehri. Okulun
kampüsü şehrin göbeğinde ve benim tavsiyelerim olsa da olmasa da öğrenciler sabahın dördüne kadar ayaktalar. Burada Arkadlar denilen yerde, öğrenciler yağmur demez, güneş demez, sabah akşam oturup tartışırlar. Çok hoşuma giden bir şey gözlemledim: En iyi doktora
tezleri, arkadaşlarının şu anda neler araştırdıklarını dipnotlarda gösteren çalışmalardır. Benim
tezim şu ki, bu konuları ancak meyhanede tartışmış olabilirler.
Siz öğrenciyken nasıl bir hocanızın olmasını isterdiniz?
Olağanüstü bir felsefe profesörüm vardı. Bizim için hep zamanı vardı. Bir keresinde bizi
bir kimya laboratuarına götürdü. Oraya bir plakçalar getirmişti. Bize Richard Wagner’in
Ring’ini dinletti, hem de dört bölümün tamamını birden. Ve bize bu müziği açıkladı. Ama
onun gibi insanlar çok yoktu. Bu istisnalar dışında zamanın üniversitelerinde ilişkiler çok
formel bir biçimde yürüyordu.
Siz tüm dünyadaki araştırmacılarla sık sık bir araya gelen birisiniz. Karşınızdaki kişi size cevabım bilmediğiniz bir soru sorduğunda ne yapıyorsunuz?
Esprili bir insan şöyle yapar: Hiçbir şey bilmezse, bunu gizlemeye çalışır. Ama bir şey
biliyorsa da, “Bilmiyorum,” der.
Sokratik yöntem yani?
Anglosakson profesörlerden şunu öğrendim: Başta, “Zor bir soru bu,” diyorlar. Sonra,
çok derin ve uzun düşünüyorlarmış gibi yapıyorlar. Ardından cevap verdiklerinde ise soruya
cuk oturan bir karşılıkla herkesi şok ediyorlar. Oysa cevabı zaten baştan biliyor oluyorlar.
(22 Eylül 2001, Frankfurter Rundschau,
söyleşiyi yapanlar: Roman Arens,
Barbara Mauersberg, Martin Scholz)
ABD DIŞ POLİTİKASI ASLINA DÖNDÜ
Robert D. Kaplan
Başkan George W. Bush, Amerika dış politikasının muhtaç olduğu büyük değişikliği
entelektüeller ve medyadan çok daha önce görmeyi başardı. Bush’un seçim kampanyasındaki
söylemi ve bunu izleyen dış ilişkiler stratejisinin (ki askeri ve teknolojik açıdan yeni bir çağın
getirdiği güvenliğe yönelik tehditlere yoğunlaşmak amacıyla, esas itibarıyla önemli olmayan
denizaşırı müdahalelerden sakınmayı hedefliyordu), bazı yönleriyle hatalı olsa da, genel kavrayış bakımından ileri görüşlü olduğu anlaşıldı. Bunlarla söylemek istediğim, Bush’un son
terörist saldırıyı öngörmüş olduğu değil tabii. Fakat Bush’un, yaşadığımız tehlikeli dünyada
(Amerika’nın kendi başının çaresine bakması gereken bir dünyadır bu) insani misyonların
92
aciliyet taşımadığında ısrarlı bir tavır benimsemesi, olup bitenlere ilişkin kuvvetli biı sezgiye
sahip olduğunu göstermektedir.
Dahası, Bush’un kavrayışının tarihten kaynaklanan temelleri var. Bush, Amerika’nın
devam etmekte olan üstünlüğünün (kendisinden önceki Britanya ve Roma imparatorlukları
gibi) mutlak olmadığının farkında. Bu yüzden Amerika’nın başat güç olarak varlığını sürdürebilmesi, dış politika kaynaklarımızın değerlen dirilmesine ve askeri yapılanmamızın sürekli
yeni tehditlere uyarlanabilmesine bağlı. Bugün tamamen tarihdışı görünen yaklaşım ise, Amerika’nın kendisine Bosna ve Kosova gibi denizaşırı bölgelere çıkarma yapabilme lüksünü bahşeden kalıcı bir güvenliğe sahip olduğu görüşüdür.
Zafer peşinde koşan idealizmin (ki dış ilişkilerimize ilk kez yirminci yüzyılın başında
Başkan Woodrow Wilson tarafından empoze edilmiştir) geçirdiği son spazm, Dünya Ticaret
Merkezi’nin yıkılmasıyla birlikte nihayete erdi. Kendi evimizde güvenlikten yoksunken, dış
politikamızda soylu lütuflarda bulunma lüksünü artık kaldıramayız. Dış politika artık geleneksel mecrasına dönmeli, yani Soykırım incelemeleriyle meşgul olmak yerine diplomaside
ulusal güvenlik ayağını dert edinmelidir.
Yirminci yüzyıl, birçoklarının iddia ettiği gibi Kasım 1989’da, Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla son bulmadı. 1990’lar uluslararası ilişkilerde yeni, daha aydınlık bir çağın başlangıcı
değildi. Aslında Doğu Avrupa’da Soğuk Savaş’ın bittiği ve Balkanlar’da ya da başka bölgelerde patlak veren etnik nefreti kavramaya çalışırken, aklımıza hep İkinci Dünya Savaşı’nda
Yahudilerin Naziler tarafından katledilmesinin geldiği yıllardı bunlar.
Yirminci yüzyıl, takvimlerin gösterdiği vakitten çok sonra bitti: Eylül 2001’de. Soğuk
Savaş sonrası dönem, gelecekte, Amerika’nın komünizme karşı zaferiyle başı dönmüş bir
halde, önüne geçilemez ekonomisiyle dünyanın geri kalan kısmına kendi ahlâki bakışını empoze etmeye çalışırken, kendi savunmasını ihmal ettiği on iki yıllık bir ara dönem (Berlin Duvarı’nın çöküşünden Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılışına kadar süren dönem) olarak görülecek. Bu dönemde havaalanları güvenlikten yoksun bir hale geldi, askeri kuramların ve istihbarat teşkilatlarının yenilenip güçlendirilmesi ihmal edildi, hatta ulusal çıkarlarımızla pek az
ilgisi olan bölgelere asker göndermeye kalktık. Ne var ki tarihteki en ölümcül terörist saldırının ardından, Amerikan halkı da, dünyada ahlâki değerlerle nüfuz sahibi olmanın, kuvvetli
olma şöhretinin yanı sıra öncelikle kendi güvenliklerinin sağlanmasını gerektirdiğini öğrenmiş durumdadır.
Artık öncelik, gücü pekiştirmek ve güvenliği sağlamaktır. Değerlerimiz bunların peşinden gelmelidir. Sonuçta, Doğu Avrupa gibi bölgelerde demokratikleşme doğal ve kaçınılmaz
bir olay olarak değil, bizim Soğuk Savaş’taki askeri zaferimizin doğrudan bir sonucu olarak
gerçekleşmiştir. Eğer Dünya Ticaret Örgütü’nün yıkılması Amerika’nın nam salmış gücüne
sekte vurursa (yani ülkeyi felce uğratıp korku dolu gösterirse) bizim sınırlarımızın ötesine
taşıdığımız demokratik değerlere de gölge düşecektir.
Gerçekten de bizi daha önceki çağlara, kendi kıtamızda Fransız, İspanyol ve Britanya filosu tarafından tehdit edilirken, John Adams ve Alexander Hamilton gibi adamlar sayesinde
93
realizmin yeşerdiği on dokuzuncu yüzyıl başlarına götüren cinsten yeni teknolojik tehditlerin
var olduğu bir çağda yaşıyoruz. Bu tür bir realizm, dış ilişkilerin iç politikada ve gündelik
hayatlarımızda uyguladığımız ahlâki değerlerden ayrı, daha hazin, can yakan değerlerle yürüdüğünü kabul eder. Çünkü içeride hukuka uygun davranmak mümkün olsa da, dünya hukuku
kendi ellerimizle kurmak zorunda kaldığımız bir kargaşa ortamıdır. Artık güvenliği sarsılmış
olduğundan, kamuoyunun da hoşgörü gösterebileceği bir ayrımdır bu. Kamuoyu, Bush’un
ilerideki aylarda, hatta yıllarda, neden daha fazla iyiliğe kavuşmak için bir parça kötülük
yapmak zorunda kaldığını anlamakta pek zorlanmayacaktır.
Dahası, bizim demokrasi anlayışımız da ciddi ve gerçekçi bir değişimden geçmelidir.
Pakistan, Mısır ve Tunus gibi ülkelerin demokratikleşmesini talep edeceğimize, yeni mücadelemizde bize yardım etmeleri için tehlikesiz diktatörlüklerle idare edilen ve yönetim biçimleri
melez olan rejimlere karşı daha bir hoşgörüyle yaklaşmalıyız. Bunda ahlâksızca ya da sinikçe
bir şey yok. Çünkü uzun vadede, Amerikan halkı kendini güvende hissetti ğinde dünya daha
iyi bir yer olacaktır.
Yeni savaş çağında öldürücü değişken hız olacak ve demokratik değerlendirmeler sonraya bırakılacaktır. Onlar bizi vurmadan önce terörist hücreleri vurmak gibi misyonlar (sadece
hava korsanlarını değil, ABD’ye bir bilgisayar virüsü yaymayı tasarlayan gelecekteki düşmanlarımızın bilgisayar komuta merkezlerini de örneğin) etkili olması için, ansızın, kimseye
duyurulmadan gerçekleştirilmesi gereken operasyonlar olacaktır. Bu yüzden başkanın kamuoyuna, hatta Kongre’nin birçok üyesine açıklama yapmaya dahi vakti olmayacaktır.
Güvenliği sağladığı sürece, kamuoyu bu tür operasyonları muhtemelen kendine dert etmeyecektir. Bir toplum ne kadar müreffeh olursa, maddi huzurunu korumak için tavizde bulun maya o kadar hazır olur. Küreselleşme çağının yanlış inançlarından birisi de, ekonomik
gücün askeri gücün önüne geçtiği görüşüdür. Oysa ekonomik güç ne kadar büyük olursa, onu
korumak için o kadar büyük askeri güce ihtiyaç vardır, özellikle de bu ekonomik gücün yarattığı düşmanlar ve hoşnutsuzluk yüzünden. Mali piyasaların iktidarın yeni temeli (1990’larda
küreselleşmenin beslediği iyimserlerin mandırası) olduğuna dair saçma lâflar, ancak bu piyasaların mali güvenliği sağlandığında dikkate alınabilir. Yani alınamaz.
Woodrow Wilson’inkine benzer türde sınırsız bir idealizm, ancak ABD kendisini coğrafi olarak rahat hissettiğinde geçerlilik kazanacaktır. Biz, geniş vizyonumuzu sınırlarımız dışına taşımakta başarısız olduğumuz her zaman, tıpkı Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaptığımız gibi, büyük okyanuslan aşıp geri dönebilmişizdir. Fakat bugün teknoloji sayesinde Ortadoğu gibi bölgeler, Avrupa’nın Osmanlı İmparatorluğu’na olduğu kadar yakındır bize. Batı
Şeria gibi kaynayan bölgelerle aramızda okyanuslarla ölçülen mesafeler yok artık. İdealizm
ve izolasyonizm ikilisi artık yerini gerçekçilik ve sürekli bir çarpışmaya, tabii kendi ulusal
çıkarlarımıza uygun çarpışmalara bırakmak durumundadır.
Joseph Conrad Gizli Ajan isimli romanında, terörizme yonelik en büyük tehdidin sıradan vatandaşlar olduğunu söylüyor. Çalışan, sadece hayatlarını sürdürmek istedikleri için polisin ve başka güvenlik güçlerinin korumasına güvenmeyi isteyen orta sınıf insanlar yani. 11
94
Eylül saldırılarından sonra dış politikayı artık bu insanlar belirleyecek. Dış politika son on iki
yıldır ulusal güvenliğimizden ziyade evrensel adalet değerleriyle meşgul olan medyanın ve
saygın akademik çevrelerin alanında değil arlık. Seçkinlerin uluslararası bir uygarlık hayali,
ölü doğmuş bir hayal. Küreselleşme, kendinden önce Sanayi Devrimi gibi sadece teknolojik
gelişmenin bir aşaması, bir uluslararası güvenlik sistemi değil. Savaşlar devam edecek, çünkü
liberal seçkinlerin ötesinde, insanlık her zamanki gibi bölünmüş durumda.
(23 Eylül 2001, Outlook)
AFGANİSTAN’IN GELECEĞİ
BATI’NIN SİYASAL DÜŞÜNCESİNİN
KÖKLERİNDE YATIYOR
Fred Halliday
Geçen hafta yaşanmış olan olaylar, uluslararası gelişmelerle ilgili tartışmaların hem
önemini hem de tuzaklarını gözler önüne sermiş bulunuyor. Siyasal ve toplumsal hayatın bütün alanları tartışmaya açık durumda; buna aileyle ilgili, devletin ekonomideki rolü hakkında,
eğitim ve suçun nedenleri üzerine tartışmalar da dâhil. Fakat kamusal tartışmaların hiçbir alanında uluslararası konularda olduğu kadar yüksek dozda bir akıldışılık, yanlış bilgilendirme
ve rol kesme olmadığı da çok net bir biçimde görülüyor.
Genel hatlarıyla bakıldığında, uluslararası konularda dikkate alman iki geleneksel duruş
var: gerçekçilik kılığına gizlenen ukalalık ile vicdanlılığı oynayan sorumsuzluk. Bu tutumlar
1990’ların belli başlı bütün insani müdahalelerinde (Kuveyt, Bosna, Kosova) açıkça görüldüğü gibi, küreselleşmenin ve dünyadaki eşitsizliğin nedenleri üzerine tartışmaların büyük kısmında da görülmektedir. Ayrıca bu tutumlara, en ince biçimiyle Afganistan’da siyasal sistemin geleceğinin ne olabileceği sorununda da rastlayabiliriz.
Katı bir gerçekçi duruşu temel aldığımızda, uluslararası alanın bir güç çatışması, karşılıklı güvensizlik ve anlaşmazlıkların durmadan yenilendiği bir alan olduğunu söyleyebiliriz.
Dünya, ya da Tanrı, ya da piyasa, böyle işler ve bu noktada yapabileceğiniz fazla bir şey yoktur. Bu süreçte en tehlikeli insanlar, dünyayı daha iyi bir yer yapmaya çalışırken işleri arap
saçına çeviren iyi niyetlilerdir: Bırakın küresel sorunlarla ilgili eğitimi, dış yardım, insan hakları ve güvenlik önlemlerinin azaltılmasının hepsi de sonuçsuz kalmaya mahkûmdur.
Geçen hafta, tipik bir gerçekçi çamur atma, meşru uluslararası eylemin sadece devletlerin ayrıcalığı olduğunu ortaya koyan bir kara çalma girişimiyle Başkan Bush, terör saldırılarının sorumluluğunu, başka odakların yanı sıra hükümet-dışı kuruluşlara [sivil toplum kuruluşlarına] yüklemeye çalışmıştır. Bundan daha uğursuz bir gelişme, şimdi gerçekçi bir gündemle
sahneye fırlayan seslerin, 11 Eylül sabahı usul usul yürürken şimdi dörtnala giden kişilerin
çoğalması ve böyle insanların yeni kimlik kartlarını, göçmen kontrollerini, Ulusal Füze Savunması’m dillerinden düşürmemeleridir. Kültürel spekülasyonlar alanında ise, en kazançlı
95
çıkan kişi, ilk önce Samuel Huntington tarafından 1993 yılında ortaya atılan, “Uygarlıklar
Çatışmasının damgasını vuracağı bir çağa girmekte olduğumuz teorisidir.
Gerçekçiliğin karşısındaki alternatif görüşün de kendine göre ve aynı derecede basit cevapları vardır. Bu görüşe göre, dünyadaki problemler hiç kimseye zarar vermeden ve kolayca
çözülebilir; yanlış giden şeylerin genellikle tek ve kolayca saptanabilir bir nedeni olur. Bundan iki yüz yıl önce, dünyadaki tersliklerin nedeni, o zamanlar yoksulluk, cehalet ve savaşın
nedeni olarak damgalanan monarşi ve mutlakıyetçilikti; son iki yüz yıldır bütün kötülükler
kapitalizm ve emperyalizmden geliyordu; şimdi de baş sorumlu küreselleşmedir. Daha spesifik bir yaklaşımla, küresel çaptaki eşitsizlik, insan haklarının göz ardı edilmesi, militarizm ve
kültürel çürüme gibi dünyanın bütün kötülüklerinden ABD’yi sorumlu tutan bir görüştür bu.
Fakat bunu söylerken, hangi “Amerika”nın bundan sorumlu tutulduğu pek belli değildir: Bush
yönetimi mi, bütün ABD yönetimleri mi, “şirketler” Amerikası’nm tamamı mı, Hollywood
mu, 11 Eylül faciasının ortaya koyduğu gibi bütün Amerikalılar, saldırıya uğrayan yerde çalışan, onları ziyarete gitmiş olan ve bir şekilde onların yakınında olan insanlar mı?
Bu yaklaşımların ikisi de birer karikatürdür, fakat bunların kapsadığı temalar, dünyayı
sarmış olan bu krizde gün geçtikçe daha belirgin biçimde ortaya çıkacaktır. Yine de uluslararası
olaylarda aklın bir ölçüde etkili olabileceği bazı temel sorunlar bulunduğunu söyleyebiliriz.
Öncelikle, tarih: Tarihin büyük bölümü, önceden meydana gelmiş emsallerin değerlendirilmesinden oluşur. Bunların içinde Haçlı Seferleri de vardır, cihad da. Ancak Haçlı Seferleri,
Akdeniz’deki Arap dünyasında yaşayan insanların dışındakilerin zihinlerinde pek bir şey uyandırmaz; cihad da, İslam ordularının fethettiği topraklarda yaşayanların İslamiyet’e geçmeye ikna
edilmeleri anlamında Kuran’da yeri olan bir anlayışın son derece yanlış uygulanan bir şeklidir.
Soğuk Savaş’a gelince, o da bu krize ve Afganistan’ın bir ölçüde yerle bir edilmesine
katkıda bulunmuştur, ancak çok az kişiyi rahatlatan bir biçimde. Burada Soğuk Savaş’ın mirası olan “iki çöp kutusu” “teori”sinden bahsedebiliriz sanıyorum. Eğer Sovyet sistemi yıkılırken geride muazzam derecede kontrolsüz nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar ve çözüme
ulaştırılmamış etnik problemler bırakmışsa, Batı da Angola’da Unita’dan Afganistan’daki
Mücahitlere kadar birtakım cinayet şebekeleri yaratmıştır.
Şu anda varolan ikinci sorun kültürdür. “Uygarlıklar Çatışması” için iki tarafa ihtiyaç
vardır ve iki taraf da şu anda bu çatışmayı kendi yararlarına olacak şekilde kullanmanın yollarını aramaktadır. Huntington’un teorisi, son günlerde yaşanan olayların en önemli nedenini,
Müslüman dünyasında ortaya çıkacak asıl sonuçları; özetle, Müslüman dünyası içinde reform
isteyenler ve laiklik yanlısı olanlar ile güçleri tehdit altında olanlar veya fundamentalizm adına iktidarı ele geçirmek isteyenler arasında varolan ayrımı gözden kaçırmaktadır. Oysa son
onyıllarda Pakistan, İran, Mısır, Türkiye ve en şiddetli biçimde Afganistan’da meydana gelen
çatışmaların asıl temeli burada yatmaktadır.
Bütün toplumlardaki dinsel fundamentalistlerin tek bir hedefi vardır: Başka insanları
kendi dinlerine kazanmaktan ziyade, kendi toplumları içinde iktidarı (siyasal, toplumsal ve
cinsel iktidarı) ele geçirmek. En büyük düşmanları ise laikliktir.
96
Bu krizin altında yatan üçüncü ve herhalde en önemli, halledilmesi en güç olan sorun,
uluslararası politikanın iki unsurunu (kaba kuvvet ile diplomasi) birleştirmenin en etkili ve
adil yolunu bulmaktır. Uluslararası hukukta devletlere kendini savunmak için kaba kuvvete
başvurma hakkı tanınmıştır. Misilleme bir ölçüde hukuk sisteminin (ister ülke içi, isterse uluslararası hukuk olsun) bir parçasıdır. Birleşmiş Milletler kuşkusuz pasifist ve uluslar aşırı bir
son başvuru mercii değildir, ama kendi bildirgesi ve 12 Eylül tarihli, 1368 sayılı Güvenlik
Konseyi kararıyla bu durumdaki devletler tarafından askeri eylemi onaylamış bir kurumdur.
Aynı zamanda, kaba kuvvetin çok yakın gelecekte veya iki tarafın da giriştiği daha uzun
süreli çatışmalarda kullanılmasının, diplomatik ve siyasal girişimlerle birlikte yürümesi gerektiği açıktır. Bu durum, Keşmir’den Filistin’e ve Kosova’ya kadar bu olayların temelini oluşturan geniş çaplı Batı Asya krizi içindeki sorunlar açısından da geçerlidir. Yine de öncelikli
sorun Afganistan’ın geleceğidir.
Birleşmiş Milletler 1993’ten beri, Güvenlik Konseyi’nin bütün daimi üyelerinin ve bütün komşu devletlerin desteğiyle Afganistan’da yeni bir hükümet kurulması çağrısında bulunmuştur. Birleşmiş Milletler, oluşturulacak yeni hükümetin geniş bir tabana dayanması, tam
anlamıyla temsili bir karakter taşıması, çok etnik gruplu yapıyı muhafaza etmesi ve terörizme
karşı olması konularında da ısrarlıdır. Şu anda yaşanmakta olan kriz bu amacın ne kadar yerinde olduğunu göstermiştir ve giderek daha fazla gözler önüne sermektedir. Ayrıca, genel bir
kabulle, Afganlıların büyük çoğunluğunun da bu hedefi destekleyeceğini söyleyebiliriz.
Freud, psikanalizin amacının aşırı histeriyi gündelik sıradan acıya çevirmek olduğunu
iddia etmişti. Uluslararası ilişkilerde de mantıklı argümanlar ortaya koyarak ve etkili bir şüphecilik sergileyerek yapılması gereken şey tam da budur.
(23 Eylül 1981, Guardian)
TALİBAN LA YÜZ YÜZE
Karl F. Inderfurth
Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Pentagon’a düzenlenen terörist saldırılardan sonra, Başkan
Bush bu eylemleri yapan teröristler ile onlara yataklık edenler arasında hiçbir ayrım yapmayacağımızı söylemişti. Afganistan’ın Taliban’ı bu açıklamaya şaşırmamış olsa gerektir. Çünkü
onlar ABD hükümetinden bu türden bir uyarıyı iki yıldan fazla bir süre önce de almışlardı.
Söz konusu toplantı 3 Şubat 1999’da, ABD büyükelçisinin İslamabad’daki konutunda
düzenlenmişti. Dışişleri bakanlığının Güney Asya’dan sorumlu yardımcısı olarak, Taliban
hareketinin üst düzey bir yetkilisine Usame bin Ladin ve terörizm hakkında bir mesaj iletme
talimatı almıştım. Yanımda dışişleri bakanlığının karşı-terörizm koordinatörü Michael
Sheehan da bulunuyordu. Taliban’ın lideri Molla Muhammed Ömer’e yakın yetkililerden ve
muhtemelen Usame bin Ladin’le de bağlantısı bulunan Molla Abdül Celil, Pakistan’a bizimle
buluşacağı bu toplantıya katılmak için gelmişti.
97
O tarihten yaklaşık altı ay kadar önce Kenya ve Tanzanya’da ki ABD büyükelçiliklerinin
bombalanması, Afganistan’da üslenen terörizmin Amerika Birleşik Devletleri’ne doğrudan bir
tehdit olduğunu korkunç bir çıplaklıkla gözler önüne sermişti. Her şey bir yana, ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı mücadelesinde Afgan direnişine destek sağlamış olması nedeniyle, Usame bin Ladin dâhil olmak üzere bombalamalarla ilişkisi olan teröristlerin Afganistan’da eğitilmeleri ve orayı üs seçmeleri hepimizde haklı olarak büyük bir öfke uyandırmıştı. ABD hükümeti Taliban’dan teröristlere kucak açmaktan vazgeçmesini defalarca talep etti. Ayrıca, Pakistan
gibi Kabil üzerinde belirli bir etkisi olan ülkelere başvurdu. Ama durum değişmedi.
Benim Şubat toplantısında ilettiğim mesaj, ABD hükümetinin daha önce yaptığı açıklamalardan çok daha öteye gidiyordu. Akşam Kandahar’dan geç gelen Molla Celil’e
İslamabad’daki Taliban temsilcisi de eşlik etmekteydi. Ben, Sheehan’la birlikte, Taliban’ın
Usame bin Ladin’i kendi topraklarından çıkarıp yargılanabileceği bir yere gönderilmesi gerektiğini vurguladım. Bunun Taliban’ın harekete geçmesi açısından hayati derecede önemli olduğunu söyledim, çünkü Amerikan hükümeti Usame bin Ladin’in hâlâ ABD’ye karşı terörist eylemler planladığına inanmaklaydı. Bu yüzden onun eylemlerinden dolayı doğrudan Taliban’ı sorumlu tutacaktık. Doğrusu, kimsenin yüzüne karşı bundan daha açık bir mesaj verilemezdi.
Çevirmeniyle fısır fısır konuşan ve sık sık sakallarıyla oynayan Molla Celil, benim söylediklerime vereceği cevaba bir dua okuyarak başlamış, daha sonra Taliban’ın eylemlerinin
kendi şeriat yorumlarına uygun olduğunu ifade etmişti. Bin Ladin’i Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesi sırasında açılan cihadda oynadığı rolden dolayı Taliban’ın onur konuğu
olduğunu da eklemişti. Molla Celil’e göre, bin Ladin’in Afganistan’a her geçen gün biraz daha fazla yük olduğu kabul edilmekle birlikte, Afganlıların konukseverlik geleneği nedeniyle
bin Ladin’in ülkeden ayrılmaya zorlanması mümkün değildi. Yine de bin Ladin’in Taliban’ın
kontrolü altında olduğu, bizim ileri sürdüğümüz gibi dünya çapında bir terörist ağı idare etmesinin düşünülemeyeceği konusunda bize teminat vermeyi unutmamıştı. Son olarak da, bin
Ladin’in aleyhinde kanıtlar sunmamız halinde Taliban’ın şeriat kurallarına göre hareket edeceğini söyledi. Sheehan ise ona, bin Ladin’in Doğu Afrika büyükelçiliklerimizin bombalanması hakkındaki iddianameden birkaç bölüm ve satır aktardı.
Bu toplantıdan sonra Taliban’ın ABD’nin bin Laden aleyhine mücadelesi konusunda
daha fazla bilgilendirilmesi için bir sürü çaba harcandı, ama Taliban’dan en ufak bir cevap
gelmeyecekti. Molla Celil’le yaptığımız bu üç-dört saatlik toplantıda görüşlerimiz bir nebze
olsun birbirine yaklaşmamıştı. Daha sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Taliban’ı
bin Ladin’i teslim etmeye ikna etmeye çalıştı. Bu doğrultuda Ekim 1999 ile Aralık 2000’de
iki karar tasarısı benimsendi ve bu amaca ulaşmak için Taliban’a karşı birtakım yaptırımlar
harekete geçirildi. Taliban uluslararası topluluğun bu yöndeki çağrılarına da kulak tıkayacaktı.
Bu arada Taliban ve onların bazı destekçileri, bizim Usame bin Ladin’e ve terörizme
karşı yönelttiğimiz kampanyamızı çarpıtıp bunu İslamiyet’e karşı bir saldırı olarak göstermek
için ellerinden geleni yaptılar.
98
Amerika Birleşik Devletleri İslamiyet’e karşı değildir. Ama suç işleyenlere, özellikle de
herhangi bir ideoloji, din ya da dava adına sivillere zarar verenlere karşıdır.
Bugün Taliban ve onların lideri Molla Ömer, bir gerçek anıyla karşı karşıyadır. Biz onların kısa sürede görüşlerini değiştireceklerini ve bin Ladin’i adalet önüne çıkarılabileceği bir
ülkede yetkililere teslim edeceklerini, ayrıca Afganistan’daki terörist eğitim kamplarım kapatacaklarını umuyoruz. Eğer buna uygun bir şekilde hareket etmezlerse Amerika Birleşik Devletleri onlara kesinlikle karşılık verecektir.
Bu, Taliban’a yapılmış bir uyarıdır.
(23 Eylül 2001, Los Angeles Times)
BU SAVAŞ TERÖRE KARŞI DEĞİL,
AMERİKA’NIN DÜŞMANLARINA KARŞI
BİR SAVAŞTIR
Robert Fisk
Rusya’nın Afganistan’ı işgalini izlerken, zaman zaman Celalabad’a doğru iner, Pakistan
sınırını geçip dinlenmek üzere Peşaver’e gider, eski mi eski Intercontinental Oteli’nin mağarayı andıran boğucu havasında, kapısında efsanevi “Baş Muhasebeci” tabelasının asılı olduğu
büronun hemen yanı başındaki inildeyen teleks makinesinde haberlerimi geçerdim. Büronun
bitişiğindeki duvara, Kipling’in hâlâ hatırladığım şu dört mısraının yazılı olduğu bir kâğıt
çerçevelenip asılmıştı (kâğıdı o baş muhasebeci mi astı, bilmiyorum tabii):
Sınır karakolunda çatışma var
Karanlık bir geçitte eşkin gidiyor bir at
Beş bin kiloluk eğitim seriliveriyor yere
Beş rupilik bir tüfekle
Ya da bugüne uyarlarsak, sanırım “Kalaşnikof AK-47”yle demeliyiz; hani Keta’da üretilmiş şu yerli malı Kalaşnikoflardan ya da 80’lerin başlarında düşmanımız Ruslar’ı öldürsünler diye Mücahitlere verdiğimiz o küçük “Blowpipe füzeleri”yle.
Ama ben daha çok geçitleri, vadileri, dağları, yüksekliği 4 bin metreyi bulan o kaya duvarları, mağaraları ve Usame bin Ladin’in dağlarda açtığı dar tünelleri düşünüyorum. Herhalde Batı’nın Usame bin Ladin’i “dumana boğacağı delikler” buralarda. Hep onun kaçıp buralarda saklanmaya zorlandığını düşünüyorlar ya! Gün geçtikçe, bin Ladin ve adamlarının sürekli kaçtığına, mevzi değiştirerek her gün saklanacak yeni yer aradıklarına dair, kendi retoriğimize dayanan bir inanç güçleniyor kamuoyumuzda.
Doğrusu ben bundan o kadar emin değilim. Bay bin Ladin’in neler yapıyor olduğuna
dair derin şüphelerim var. Aslında bizim -yani Batı’nın- ne yapıyor olduğumuzu da anlaya-
99
bilmiş değilim. Doğrudur, destroyerlerimiz, uçak gemilerimiz, savaş ve bombardıman uçaklarımız ve birliklerimiz Körfez bölgesine yığılıyor. "SAS çocukları” -onlara Ortadoğu’da öyle
diyorlar- Şah Mesud güçlerinin elindeki kuzey Afganistan’da tırmanışa geçmeye hazır. Ama
tam olarak ne yapmayı tasarlıyoruz ki biz? Bin Ladin’i kaçırmayı mı? Kamplarını basıp, bin
Ladin’i ve onun Körfez ülkelerinden, Cezayir’den, Mısır’dan, Ürdün’den, Suriye’den gelmiş
olan bütün adamlarını kaçırmayı mı?
Yoksa bin Ladin bizim, daha sonra Irak’ta Saddam Hüseyin’in devrilmesini, Lübnan
Hizbullah’ının çökertilmesini, Suriye’nin dize getirilmesini, İran’ın rezil edilmesini, İsrail ile
Filistin arasında hileli bir yeni “barış süreci”nin başlatılmasını da kapsayan Ortadoğu maceramızın sadece ilk bölümünü mü oluşturuyor?
Bunlar gerçeklerden uzakmış gibi geliyorsa, Washington ve Tel Aviv’den gelen sesleri
dinlemelisiniz. The New York Times’ın Pentagon’daki kaynakları saldırının ikinci bölümün
Saddam’ı hedef alabileceğini söylerken, İsrailliler Yaser Arafat’ın Gazze’deki küçük çöplüğünde nasılsa keşfettikleri bir “bin Ladin hücresi”yle birlikte Lübnan’ın -İsrail Başbakanı
Ariel Şaron’a göre uluslararası terörizmin merkezidir burası- hiç olmazsa bir ya da iki kere
bombalanması için bastırıyorlar.
Terörün son bulması elbette ki Arapların da hoşuna gider. Ama yargılanması gerekenler
listesine kendilerince bir iki ismin daha eklenmesini isterler. Filistinliler 1982’de İsrail’in
Lübnanlı müttefikleri -İsrail ordusu eğitmişti onları- tarafından gerçekleş tirilen Sabra ve
Şatilla katliamları yüzünden Şaron’un da listede yer almasını isteyebilirler. O katliamlarda en
az 1.800 kişi öldürüldü, oysa bu sayı 11 Eylül’de ölenlerin sayısının sadece dörtte biri kadardır. Hama’daki Suriyeliler, eski başkanları Rıfat Esad’ın da listede yer almasını isteyeceklerdir, aynı yıl savunma birlikleriyle Hama’da gerçekleştirdiği kitlesel kıyımlar yüzünden. Üstelik o zaman tam 20 bin kişi öldürüldü. 11 Eylüldeki ölü sayısının yine en az iki katı kadar.
Lübnanlılar, 1982 yılında çoğu sivil 17 bin 500 kişinin öldürüldüğü, yine 11 Eylül’dekinin en az iki katı kadar kaybın söz konusu olduğu İsrail işgalini tasarlayan İsrailli yetkililerin de yargılanmasını isteyeceklerdir. Sudanlı Hıristiyanlar da Başkan Ömer el Beşir’i
kitlesel kıyımlarından dolayı mahkemeye çıkmış olarak görmeye can atarlar doğrusu.
Ama Amerikalıların açıkça ortaya koyduğu gibi, onlar kendi terörist düşmanlarının peşindeler, yoksa kendi terörist dostlarının ya da Amerika’nın “çıkar bölgeler”i dışında kalan
alanlarda insanları katleden teröristlerin değil. Hatta ABD’de yaşayıp Amerikan çıkarlarına
zararları dokunmayan teröristler bile güvenliktedir. Örneğin 1980’de, güney Lübnan’da BM
görevlisi iki İrlandalı askeri öldüren, Tel Aviv’den bindiği uçakla ABD’ye kaçan ve şimdi
Detroit’te yaşayan İsrail yanlısı milisin kendi topraklarında elini kolunu sallaya sallaya dolaşması. FBI bu konuyla ilgileniyorsa eğer, İrlandalılarda bu adamın adı ve adresi var. Ama
tabii böyle bir vakayla neden ilgilensin ki FBI? Bu yüzden bizden istenen, gerçekten “dünya
terörü”yle savaşmamız değil, Amerika’nın düşmanlarıyla savaşmamız. Elbette bu savaş New
York ve Washington’daki katliamların arkasındaki katilleri de kapsayacaksa, böyle bir şeye
itiraz eden hiç kimse çıkmayacaktır. Fakat bunu yapacak bir sorudan kaçamayacağımız da
100
ortadadır: Neden o binlerce masum kişi, diğer binlerce masumdan daha önemli olsun ve neden bunca çabamıza, kanımızı akıtmaya değsin? Daha da rahatsız edici bir başka soru ise şu:
11 Eylül’de insanlığa karşı işlenmiş o suça bir yargı süreciyle mi, yoksa Amerika’nın Ortadoğu’daki siyasal gücünü artırmaya yönelik askeri bir saldırıyla mı karşılık verilmelidir?
Ne olursa olsun bizden istenen, amaçları hem gizli hem de aldatıcı bir savaşa katılmamız.
Amerikalılar hepimize bu savaşın diğerlerinden daha farklı olacağını söylüyorlar. Görünüşe
bakılırsa, kiminle savaşacağımızı ve bu savaşın ne kadar süreceğini bilmememiz önemli bir
farklılık tabii. Kuşkusuz bu ucu açık çatışmayı bitirecek olan yeni bir siyasal inisiyatif, Ortadoğu’da yeni bir siyasal oluşum, tarafsız bir yargı süreci de yok. Ortadoğu halklarının ümitsizliği,
aşağılanmışlıkları ve çektikleri acılar bizim savaş hesaplarımızda gözükmüyor; bizim hesaplarımız sadece Amerikalı ve Avrupalıların acılarıyla aşağılanmışlıklarını dikkate alıyor.
Bin Ladin’e gelince... Onun nerede olduğunu Taliban’ın gerçekten bilmediğine kimse
inanmıyor. Usame, Afganistan’da. Ama gerçekten saklanıyor mu? Rus savaşı sırasında Afganistan’ın Rus işgalcileriyle, dünyanın ikinci büyük süper gücüyle savaşmak için tekrar tekrar
ortaya çıkan birisiydi Ladin. Bu çarpışmalarda altı kez yaralanmıştır ve pusu savaşında bir
ustadır. Ruslar kendi hesaplarına bunu anlamış bulunuyorlar.
ABD’deki kitlesel kıyımı açıklamak için şeytani ve korkunç gibi kelimeler yetersiz kalıyor. Ama bu saldırı -eğer bin Ladin’in işiyse- o adamın yeniden ortaya çıkıp savaşmayacağı
anlamına gelmiyor. Üstelik bu defa kendi evinde savaşıyor olacak. Oraya girdiğimizde geçmemiz gereken karanlık geçitler olacaktır, tabii bize karanlıkların içinden ateş açacak bir sürü
ucuz silah da. Sonuçta bunun “yeni türde bir savaş” olacağını hiç kimse söyleyemez.
(25 Eylül 2001, Independent)
BİR SİYASAL SAVAŞ PLANI
Zbignjew Brzezinski
Amerika Birleşik Devletleri terörizmle dünya çapında bir çatışmaya, Amerika’nın ancak hem
askeri hem de siyasal cephede etkin bir başarı göstermesi halinde üstün geleceği bir mücadeleye
çekilmiş durumda. Bu noktada şu anda önümüzde iki kesin gerçekliğin durduğunu söyleyebiliriz:
• Terörizm, siyasal savaş demektir. Terörizm, kasten ve ayrım gözetmeden masum insanları öldürerek, kendisine karşı çıkanların iradesini kırmayı hedefler. Bu yüzden karşıterörizm de siyasal savaşa dâhil olmak zorundadır. Karşı-terörizm, fiziksel olarak köklerini
kazımak için teröristleri sayısal açıdan tecrit etmeyi amaç edinmelidir.
• Fanatik dinsel inançları canlandırıp terörizmi besleyen şey genel olarak dinin kendisi
değil, siyasal kızgınlıklardır. Şu andaki mücadele “İslami terörizme” karşı değildir, tıpkı
IRA’ya karşı verilen mücadelenin “Hıristiyan Terörizmi”ne karşı olmaması gibi. Dolayısıyla
terörist örgütlerin ve faaliyetlerin susturulması, terörizme destek sağlayan bazı (hepsi değilse
bile) siyasal kızgınlıklara da hitap etmek durumundadır.
101
ABD’nin Vereceği Karşılık
Genel hatlarıyla, ABD’nin saldırılara karşılık vermek için kendisine uzun vadeli, orta
vadeli ve acil hedefler belirlemesi gerekmektedir. Uzun vadeli karşılık, hem ülke içi güvenliğini güçlendirecek hem de teröristlerin siyasal desteğini kurutacak bir uluslararası koalisyon
oluşturmak olmalıdır. Orta vadeli karşılık, bir yandan Ortadoğu, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da faaliyet gösteren terörist şebekelerin üzerine giderken, öbür yandan terörizme hoşgörü
gösteren ya da gizli destek veren hükümetleri hedef seçmelidir. Acil karşılık ise, Afganistan’da ve Ortadoğu’da bilinen terörist kamplara ve liderlere karşı, ayrıca Taliban rejimine
karşı doğrudan askeri eylemi içermelidir.
Önümüzdeki yılları kapsayacak olan uzun vadeli karşılık, bazı açılardan çerçevesi belirlenmesi en kolay olan politikadır. Terörist eylemlere karşı duyarlı olan devletlerden dünya
çapında bir koalisyon kurmakta odaklanması gereken bu politika, doğal olarak istihbarat bilgilerinin paylaşılmasını, daha sıkı bir koordinasyonla izlenen politik hamleleri, daha şeffaf mali
işlemleri, para hareketlerinin yakından takip edilmesini içine alacaktır ve Çin ile Rusya dâhil
olmak üzere hükümetlerin çoğu bu tür kaygıları dikkate almaktadır. Güvenliğin artması herkesin ihtiyacı olduğu için, ABD’nin böyle bir kampanyaya katılma karşılığında herhangi bir
siyasal ya da mali bedel ödenmemesi de beklenmemelidir. Sovyetler Birliği, şu anki tehdidin
öncelleri olan terörist grupların birçoğunu kendisi örgütlediği, eğittiği ve silahlandırdığındım
Rusya da bu noktada hassas davranmak durumundadır.
Uzun vadeli çabaların büyük kısmı Batı Avrupa’da ve ABD de odaklanacaktır. Hükümetler ne kadar demokratik olursa, terörist ağların kendilerini gizlemeleri ve fırsat bulduğunda bir yerleri vurmaları daha kolay olur. Son saldırıların hazırlıklarının büyük ölçüde Amerika’nın kendi içinde birkaç yıl sürdürüldüğü son derece çıplak bir gerçektir.
Uzun vadeli karşılığın daha zor ve hassas olan yönü, terörizmin siyasal desteğini ortadan
kaldırma gerekliliğidir. Teröristler, halkın fanatik nefretleri besleyen tutkularına oynarlar. Nasıl
gerillalara karşı etkili bir savaş yürütmek onların kırsal bölgelerdeki desteklerinin yok edilmesini gerektiriyorsa, terörizme karşı siyasal savaş da ılımlı insanların aşırı uçlara karşı seferber
edilmesine dayanmalıdır. ABD, bu amaç doğrultusunda, İsrailliler ile Filistinliler arasındaki
barışı daha hızlı sağlamanın (Ariel Sharon ile Yaser Arafat arasında kısa sürede düzenlenecek
bir toplantı bu konuda iyi bir ileri adım olabilir), Irak halkına diktatörlerinden daha fazla zarar
veren politikalara yönelmek yerine Saddam Hüseyin rejimine karşı daha kararlı bir kampanya
yürütmenin, İran politikasında daha liberal unsurlar için daha esnek bir politika belirlemenin,
Afgan ve Pakistan halklarına daha cömert yardımlarda bulunmanın peşinde koşturmalıdır.
Önümüzdeki birkaç ayı kapsayacak olan orta vadeli karşılık, uygulanması en zor olanıdır. Bu politika, terörist örgütlere üstü kapalı biçimde hoşgörü gösteren ya da gizlice destekleyen, hatta terörist eylemlere bulaşan hükümetlerde odaklanmalıdır. Eğer Saddam Hüseyin son
gelişmeler karşısında teröre örgütlü ya da planlı bir yardım sunarsa, böyle bir rejimi devirmeyi hedefleyen doğrudan ABD askeri eylemleri yalnızca haklı görülmekle kalmayacak, aynı
zamanda gerekli de olacaktır.
102
Bu arada, seçilen hedeflere karşı dikkatli olma gereğiyle birlikte, bazı Ortadoğu ülkelerindeki terörist eğitim kampları ve diğer destek faaliyetlerine karşı ABD birlikleri harekete
geçirilebilir ve birtakım örtülü eylemlere girişilebilir. Teröristlerin -belki şantaj yaparak- bazı
ülkelerin zengin seçkinlerinden mali yardım almaları ihtimali de ilgili rejimlere karşı yoğun
ve doğrudan baskı uygulanmasına yol açmalıdır. Kuşkusuz, ABD’nin ve müttefiklerinin Batı
Avrupa ve Amerika’da faaliyet gösteren daha açık terörist şebekelere karşı ortak bir çalışma
yürütmeleri her türlü orta vadeli hareketin ayrılmaz bir parçası olmak durumundadır.
En yakıcı kararlar hemen harekete geçmeyi gerektiren kararlardır. Amerika’nın terörizme karşı kampanyasına bağlılığını herkesin görebileceği şekilde sergilemek için kesin, cesurca ve hızlı askeri harekâtlara girişilmelidir. Tabii bu da önümüze nasıl, nerede, kime karşı ve eğer mümkünse- kimlerle birlikte harekete geçeceğimiz sorununu koyar.
Verilecek karşılık hiçbir şekilde kişiselleştirilmemelidir: Başarının ölçüsü Usame bin
Ladin’in öldürülüp öldürülmemesi ya da yakalanıp yakalanmaması değildir (gerçi iki sonuç
da bizim için iyidir); asıl ölçü, teröristlere komuta edenlere ve kilit önemdeki tesislerine (bunların bir kısmı Afganistan’dadır) başarılı bir darbe indirilmesi, teröristlerin bir kısmının ele
geçirilmesi ya da etkisizleştirilmesi olacaktır.
ABD’nin öncelikle devreye sokacağı herhangi bir askeri eylemde Özel Kuvvetler ile diğer seçkin birliklerin kullanılması özellikle önemlidir. Bu eylemler uzaktan ateşlenen Cruise
füzeleriyle ya da yüksekten atılan bombalarla sınırlı kalmamalıdır. Unutmamak gerekir ki,
teknolojik bakımdan kuşkuyla karşılanan daha önceki bazı harekâtlar, kollarını sıvayıp ciddi
bir kavgaya girmeye hazır olmayan “ürkek bir Amerika” görüntüsünün ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Yine siyasal nedenlerden dolayı, ilk tepkilerde Amerika’nın bazı anahtar önemdeki
partnerlerinin (Britanya, Fransa ve Almanya) aktif biçimde yer alması da oldukça istenilir bir
durumdur. Kampanyaya onların da katılmaları sadece müttefikler arasındaki bir dayanışmayı
simgelemekle kalmayacak, aynı zamanda terörizme verilecek cevabın gerçekten ne ölçüde
uluslar arası bir desteğe sahip olduğunun ölçüsü olacaktır. Bu dayanışmanın Amerika’yı uluslararası platformlarda daha fazla güçlendireceğini de akıldan çıkarmayalım.
Anlaşılan o ki, ilk darbelerden bazıları Taliban rejimini bedel alacaktır. Burada önemli
olan nokta, operasyonlan bir kara harekâtına girişmeden ve Pakistan yönetiminin (özellikle ordusunun) gerekli olan desteği sağlama kabiliyetini fazla zorlamadan sürdürmektir. Teröristlerin
kendilerine karşı düzenlenecek saldırıların dışında, Taliban’a yönelik operasyonların temel
amacı, bu rejime karşı Afganistan içinde mücadele eden güçlere destek sağlamak olmalıdır.
Amerika Birleşik Devletleri bir saldırı ve meydan okumayla karşı karşıyadır. Bu yüzden
göstereceğimiz tepkiler, siyasal açıdan hassas olduğu kadar askeri açıdan da aman vermeyen
bir kapsamlı stratejiye uygun taktiklerle belirlenmelidir.
(25 Eylül 2001, The Wall Street Journal)
103
İNSAN KURBAN ETMENİN DÖNÜŞÜ
Hans Magnus Enzensberger
Genel olarak bir olayın üzerinden ne kadar az zaman geçtiyse, yapılan yorumların yarılanma ömrü de o kadar kısa olur. Olup bitenler hakkında sıcağı sıcağına olumsuz konuşulamaz! Ama tam da kimsenin ne yol izleyeceğini bilemediği böyle anlarda, olaya biraz mesafeli
bakmakta yarar var gibi gözüküyor. Örneğin küreselleşme konusunda: Bundan yüz elli yıl
önce, Kari Marx adında bir bilim adamı bu sürecin oldukça derin bir tahlilini yapıyordu. Ne
var ki, aklına buna “karşı” ya da “yandaş” olmak gelmemiştir büyük olasılıkla; o olsa,
Seattle’da, Göteborg’da, sonra da Cenova’da azgınlaşan çatışmayı en fazla birtakım gölgelerin birbiriyle yumruklaşması şeklinde değerlendirirdi. Bu kadar şiddetli bir tarihsel olaya
yönelik protestolar onur verici de olabilir, ama en iyi ihtimalle küresel boyutta televizyon şovlarına malzeme de olabilir. Bu bile saf muhaliflerin, aslında kendilerinin de savaştıkları şeye
benzediklerini gösteriyor.
Bu Alman bilgini, zamanında küreselleşmeyi salt siyasal iktisada bağlı bir olay olarak
tarif etmişti. 1848’de, küreselleşmenin temel itici güçleri dünya pazarının büyümesi ve sömürgeci güçlerin izlediği politika olduğundan, durum yalnızca bu açıdan değerlendirilebilirdi.
Ne var ki o zamandan bu yana, bu geri dönüşsüz süreç bütün sistemleri ele geçirdi. Kimse
iktisadi dinamiklerin bu soruna teğet geçtiğini düşünemez. Günümüzde hiçbir şey küreselleşmeden ayrı tutulamaz: Ne din, ne bilim, ne kültür, ne de teknoloji; tüketimden ya da medyadan bahsetmeye ise gerek bile yok. Küreselleşme için ödenen bedel de, kendini her yerde,
bütün alanlarda hissettiriyor.
Küreselleşmenin tek kurbanları ekonomik kayıplara uğrayan sayısız insanlar değil. Küresel
pazar ve bunun sermayeyle bilgide yarattığı artış, beraberinde ani krizlerden, bilgisayar virüslerinden, silahlardan, yeni salgın hastalıklardan, ekolojik felaketlerden, iç savaşlardan ve cinayetlerden oluşan bir kafileyi de sürüklüyor. Herhangi bir toplumun böylesi sonuçlardan uzak durabileceğini düşünmek son derece saçmadır. Ne var ki, terörizm de bu küreselleşmenin sonuçlarından birisidir; bütün sonuçların içinde yalnız onun dünya ölçeğine yayılmaması mucize olurdu.
Fanatikleşmiş kitleler konusunda modern dünya uzun süre, geri kalmış toplumlara özgü
birtakım tuhaflıklarla karşı karşıya olduğu düşüncesine takılıp kaldı. Pek çok insan,
modernitenin karşı konulmaz ilerleyişinin, zaman zaman münferit olaylar görülse bile, babadan kalma bu tür alışkanlıkların kökünü kazıyacağına inanıyordu. Gerçi bu yanılsama, en
azından yirminci yüzyılda totaliter rejimlerin yükselişiyle birlikte miyadını doldurmalıydı;
oysa “Ortaçağ karanlığı” hakkındaki basmakalıp düşüncelerin bir yansıması olarak bu
sıradışılıklar günümüze kadar varlığını sürdürmeyi başardı. Ne var ki günümüzdeki ölümcül
güçler anlamsız geleneklere indirgenmeyi kabul etmiyorlar, ister balkanlar, Afrika, Asya ve
Latin Amerika’daki iç savaşlarda, ister Yakındoğu’daki diktatörlüklerde, isterse İslamiyet’le
ilişkili olduğunu söyleyen sayısız “hareket”te olsun, bizim karşımıza çıkan şey arkaik kalıntılar değil, sapına kadar çağdaş olaylar ve küresel toplumun bugünkü haline yönelik tepkilerdir.
Bu, İslamiyet gibi özünde saygıdeğer bir din için de geçerlidir; her ne kadar İslamiyet, ultra-
104
tutucu Musevilik gibi uzun süredir verimli düşünceler üretememişse bile. İslamiyet şimdilik
gücünü yalnızca modernizme kararlılıkla karşı çıkarak gösteriyor; ama böylelikle ona bağlı
kalmış da oluyor.
Kaynağını nereden alırsa alsın, terörün özü yalnızca aktörlerinin hareketlerinde değil,
aynı zamanda kullanılan araçların seçiminde de kendini gösterir. Bu açıdan bakıldığında, bir
HIV virüsünün saldırdığı hücreyi taklit etmesi gibi, kullanacağı araç rakibe patolojik bir yolla
verilmektedir, insanlara bağlı olan ya da olmayan hareketlerde küresel koşulların dışında bir
uzayın varlığından söz edemeyeceğimize göre, saldırganlığın dışarıdan geldiği duygusu yanıltıcıdır. Tehlike her an, her yerdedir; tıpkı kameralar, telefonlar, internet ve casus uyduların her
an, her yerde olması gibi.
New York saldırısının mimarları, yalnızca teknoloji alanında sivrilmiş kimseler değildi. Bu
insanlar, Batı’da geçerli olan görüntülerin sembolik mantığından yola çıkarak, katliamlarını büyük bir medya gösterisi halinde sahnelediler. Satırı satırına korku filmlerinin senaryoları ve bilimkurgu romanlarına bağlı kaldılar. Amerikan uygarlığının bu kadar iyi anlaşılması, çağdışı bir zihniyetin ifadesi olamaz; tam tersine, saldırıları düzenleyenlerin sözde inançlarına iyi bir ışık tutar.
İlk saatlerde saldırının sorumlusu konusunda tereddütler yaşanması tesadüf değildir. İnternette sorumluluk Amerikan aşırı sağma yüklendi, başka yerlerde ise Japon teröristlerden ya
da Siyonistlere bağlı bilmem hangi gizli şebekelerin faaliyetlerinden dem vuruluyordu. Bu tür
durumlarda hep olduğu gibi, binlerce komplo teorisi üretildi. Bu yorumlar sayesinde, katillerin çılgınlığının ne kadar bulaşıcı olduğunu ölçebiliyoruz; öte yandan da, çok yerinde olarak,
bütün bu yorum çeşitliliği nedenlerin nasıl birbirinin yerine geçebileceğini gösteriyor.
Genel olarak saldırılardan sonra elimize ulaşan, bozuk bir dille ve ezbere yazılmış “talep mektupları”nın hepsi bomboştur. En farklı eylemci grupların, ister teknoloji ve taktik usuller, isterse propagandanın sahnelenişi konusunda olsun, birbirlerini taklit etmeleri son derece
anlamlıdır. Soruşturmacılar ve gizli servisler açısından en önemli nokta saldırının nedenlerinin araştırılmasıdır elbette, çünkü suçluların izini ancak bu sayede bulabilirler. Fakat bu odakların, terörü besleyen manevi enerjinin kaynağının nasıl bulunacağı sorusuna, ideolojik çözümlemeler bağlamında verecekleri bir karşılık yoktur.
Sol ya da sağ, ulus ya da tarikat, din ya da özgürleşme gibi saptamaların hepsi, birbirinin tıpatıp aynı eylemler doğurur. Hepsinin ortak paydası da paranoyadır. New York’taki insan kıyımı konusunda bile, insan kendi kendine İslamiyet-değişkeninin bu çözümlemenin ne
kadar dışında kaldığını sormalıdır; çünkü saldırıları başka gerekçeler ve kaynaklarla açıklamak da işimizi görürdü.
Bu kadar karanlık bir alanda kesin yargıların yeri olamaz. Ama bildiğimiz hemen hemen
bütün terör eylemlerinin görmezlikten gelinmesi zor noktası, eylemcilerin kendilerini yok etmeye can atmalarıdır. Bu yalnızca Afrika ve Latin Amerika’da geniş alanları kırıp geçiren örgüt
orduları, milisler, sayısız savaş önderi, küçük suikast grupları için değil, Kuzey Kore ya da Irak
gibi “serseri” diye nitelenen devletler için de geçerlidir. Bu diktatörlüklerin yaptıkları, açık ya
da hayali düşmanlarını yok etmekten çok kendi ülkelerinin mahvına sebep oluyor.
105
Almanların çoğunun kendi arkasında olduğunu bilen Hitler, böylesi hırslara sahip insan
tipleri içinde gelmiş geçmiş en önemli insan sayılabilir. Rusya örneğinde, tam çöküş ancak
yetmiş yılda gerçekleşti. Daha yakın zamanda, Irak da kendi yıkımından gurur duymaktadır.
Elbette “özgürlük hareketleri”nin benzer amaçlar güttüğü pek çok ülke vardır. Afganistan,
Cezayir, Angola, Burundi, Keşmir, Kamboçya, Kolombiya, Kongo, Guatemala. Endonezya,
Kuzey İrlanda, Liberya, Nikaragua, Nijerya, Uganda, Bask Ülkesi, Peru, Filipinler, Ruanda,
Salvador, Sırbistan, Sierra Leone, Sudan, Sri Lanka, Çad ve Çeçenistan; sonu gelmez bir korku alfabesi halindeki bu liste daha uzayıp gitmektedir.
Kendi kendini sakatlamaya yönelik bu mantık, aynı şekilde Amerika Birleşik Devletleri’ne yapılan terörist saldırıya da uygundur. Uzun vadede, saldırının en yıkıcı etkileri Batı’da
değil, tam da dünyanın, adlarına saldırı düzenlenen bölgelerinde hissedilecektir. Bu olaylar
yüzünden milyonlarca Müslüman’ın başına korkunç olaylar gelebilir. Acı çekecek olanlar
yalnızca sığınmacılar ve göçmenler değildir. Afganlılar ya da Filistinliler gibi halklar, her tür
hukuk kuralının dışında, kendilerini temsil ettiklerini öne sürenlerin eylemleri yüzünden muazzam siyasal ve ekonomik bedeller ödeyeceklerdir. Üstelik çok geçmeden gerçekleştirilmesi
beklenebilecek misillemelerde de, şimdikinden daha az insan zarar görmeyecektir.
Ne var ki, kendi kendini mahvetmeye, hatta intihara yönelik kolektif açlık, Batı’nın küçümsemekte inat ettiği bir gerekçedir. Bize tamamen anlaşılmaz gelen bu olguyu biraz olsun
anlaşılır hale getirmekte, kendi geçmişimiz üzerinde kafa yormamız açıkça yetersiz kalmaktadır. Bunun için, kendimize daha yakın olaylarla bulgusal karşılaştırmalar yapmaya çalışmak işe
yarayabilir. Çeşitli olaylar hakkındaki gazete sütunlarına şöyle bir göz atmak dahi, sözde ultragelişkin toplumlarda bile yıkılma arzusunun nasıl da karşı konulmaz bir güç taşıdığını gösterir.
Uyuşturucu madde bağımlılarının ve dazlakların kendilerine hayatta hiçbir şans tanımamalarına, her gün “aile dramları”nın ve ölümcül delilik nöbetlerinin yaşanmasına karşın,
hâlâ ve her zaman için, insan davranışlarını düzenleyici makamı oluşturabilecek bir koruma
içgüdüsü postülasına tutunmuş durumdayız.
Ne var ki, her geçen gün bunun tam tersini gösteren yeni kanıtlar ortaya çıkıyor. Gururu
incinen bir öğrenci, elinde bıçakla öğretmenleri ve sınıf arkadaşlarının üzerine saldırıyor. Bir
AIDS hastası, mümkün olduğu kadar çok insana virüs bulaştırıyor. Patronunun kendisine haksızlık ettiğine inanan bir adam bir kuleye çıkıp körlemesine çevresine ateş ediyor; üstelik bu
katliamı ölmek pahasına değil, ölmek uğruna gerçekleştiriyor. Bu olaylarda da nedenler ikinci
plandadır; dahası, çoğu zaman ilgili bireyin kendisi de bunların farkında değildir.
Bireysel ölüm coşkusuyla, saldırıların mimarlarının itkisel yapısı arasında birtakım benzerlikler vardır. Her iki durumda da, yaşanan sonsuz korku ister gerçek ister hayali olsun, intihar etmeye aday kişi ya da kişiler, korkunç bir sonu bütün alternatiflere tercih ederler. Fark,
yalnızca eylemin boyu darındadır. Dazlakların beyzbol sopasından, kundakçının benzin bidonundan başka bir şeyi yokken, iyi yetişmiş eylemcinin arkasında bir sermayedar, elinde son
derece gelişkin bir lojistik destek, en modern iletişim araçlarıyla, şifreleme teknikleri vardır;
anlaşılan bunlara çok yakında atom silahları, biyolojik ve kimyasal silahlar da eklenecektir.
106
Bu durumda, görünüşe göre, terörde farklı kademelerin ötesinde, şiddet eylemlerinin
mimarlarını bir araya getiren bir şey vardır: Kararsız saldırganlıklarının ana hedefi rastgele
seçilmiş ötekiler değil, kendileridir. Eğer bu arada, bunun üstüne bir de teröristin savunmakla
övünebileceği üstün bir amacı varsa, tablo daha da güzel olur. Hedefin nasıl bir fantezi olduğu
pek önemli değildir. Tanrısal bir görev, vatan ya da devrim aşkı; her türden üstün istek bu işi
görmeye yeter.
İntihar eden katil, gerektiğinde bu tali düzeyde açıklamalar olmadan da işin içinden sıyrılabilir. Onun başarısı, kendisini yenebilecek ya da cezalandırabilecek kimsenin olmamasındadır,
çünkü bunları yapmayı zaten kendisi üstlenmiştir. Uzaktan ona emir veren kişiye gelince; o da
sığınağında yok olacağını beklemektedir; Elias Canetti’nin daha yarım yüzyıl önce anladığı gibi, yandaşları dâhil olmak üzere herkesin kendisinden önce öleceği düşüncesiyle beslenir.
Hayatta kalmayı tercih eden herkes, böyle bir gözü kapalı fedakârlığı anlamakta zorlanacaktır. Aynca, sayısal bakımdan ezici bir çoğunluk oluşturmalarına karşın, ölümcül itkilerine
boyun eğmeye istek duymayanların, intiharcı adayıyla yüz yüze geldiklerinde hiçbir şansları
olmayacaktır. Görüldüğü kadarıyla canlı bombaların sayısı yüz binleri bulduğuna göre, yirmi
birinci yüzyılda daha uzun süreler şiddet gösterilerine tanık olacağız. Böylece türümüze özgü,
atalarımızdan kalma insan kurban etme geleneği de küreselleşmeden nasibini almış oluyor.
(26 Eylül 2001, Le Monde)
AMERİKA’NIN AFGANLARIN
DESTEĞİNE SAHİP ÇIKMASI
KİLİT ÖNEMDEDİR
Ahmed Raşid
Usame bin Ladin’e ve Afganistan’daki Taliban’a karşı Beyaz Saray’da planlanmakta olan
topyekûn savaş, Orta ve Güney Asya’nın siyasal çerçevesini ciddi biçimde değiştirecek niteliktedir.
ABD’nin New York ve Washington’daki saldırılara vereceği cevabın şiddeti bütün bölgeyi istikrarsızlığa sürükleyebilir. Bu yolda çok büyük riskler söz konusudur, fakat potansiyel
faydaların ortaya çıkabileceğinden de bahsedebiliriz. Sonuç ABD’nin silah gücünden ziyade,
siyasal stratejisine bağlı olacaktır. Pakistan açısından bakınca potansiyel ödüller gerçekten
büyüktür Pakistan ordusu, fundamentalist İslamcılarla, giderek gelişen cihad, yani kutsal savaş kültürüyle bağlarını koparabilir. İslamabad böylece Batı’yla bağlarını yenileyebilir, Hindistan’la ilişkilerini geliştirebilir ve bunların üstüne 38 milyar dolarlık dış borcunun silinmesini isteyebilir.
Fakat ABD’nin askeri saldırısı sona erdiğinde Washington tüm bölgeyi kapsayan stratejik bir kavrayış geliştirememiş olursa, Pakistan’ın dağılması da mümkündür. O zaman İslamcı
militanlar sokaklara dökülebilirler, sallantıdaki ekonomi çökebilir ve ordu kendi içindeki rakip hizipler arasında bölünebilir.
107
Risk-ödül denklemi Orta Asya cumhuriyetleri açısından da aynı derecede dramatiktir.
ABD’nin askeri zaferi, bu ülkeleri Afganistan’da üslenmiş olan militan İslamcı muhalefetten
kurtaracaktır. Orta Asya ülkeleri bunu takiben ekonomilerini geliştirmeye ve demokratik reformları gerçekleştirmeye yönelebilirler. Fakat Amerika başarısız olursa eğer, bu ülkelerin
daha da otoriter ve baskıcı rejimlere dönüşmeleri de imkân dâhilindedir.
ABD’nin dolarlarıyla oluşturulacak bir ittifak, yeni bir hükümetin kurulmasını sağlayarak yirmi yıllık bir savaşın ardından Afganistan’a barışın getirilmesinde etkili olabilir. Risk
hanesine gelince... O zaman da 1990’larda ülkeye hâkim olan ve Taliban rejiminin önünü
açan savaş lordluğu sistemi yeniden canlanabilir, teröristlere taze kan sağlayacak yeni bir Afgan mültecileri dalgası yaşanabilir.
Başarının sırrı, saldırı sona erdiğinde, genel olarak bölge, özel olarak da Afganistan’la
ilgilenmeyi sürdürmektir. ABD’nin saldırı tehdidi ağırlık kazandıkça, Usame bin Ladin, Taliban lideri Molla Muhammed Ömer ve onların çevrelerindeki Arap-Afgan sertlik yanlıları da
giderek yalnız kalacaklardır. Afganistan’ın güneyinde ve doğusunda nüfusun çoğunluğunu
oluşturan Peştunlar’ın hâkimiyetindeki Taliban’da derin çatlaklar mevcuttur. Taliban’ınılımlı
liderleri şimdiden ailelerini güvenlik gerekçesiyle Pakistan’a gönderdiler bile. Ayrıca Talibankarşıtı güçlerle de temas halindeler. Bu liderlerin çoğu, karşılarında ABD güçleri tarafından
desteklenen ve Peştunlar’ı da içine alan, Taliban-karşıtı güvenilir bir seçenek gördüklerinde
Taliban’ı terk edeceklerdir.
Bugün cephedeki en güçlü muhalif grup Birleşik Cephe’dir. Ancak Birleşik Cephe, daha ziyade Afganistan’da azınlık etnik grupları -Özbekler, Tacikler, Türkmenler ve Hazaralar’ı
kapsamakta ve ülkenin kritik önemdeki güney bölgelerinden değil, kuzeyinden destek görmektedir. Bu yüzden ABD’nin dolarlarıyla kuracağı bir ittifakın Taliban’a karşı bir Paştun
ayaklanmasını desteklemesi can alıcı önemdedir. 1973’te tahtından indirilen ve halen Roma’da yaşayan eski Afgan kralı Muhammed Zahir Şah’ın komutanları ve destekçileri, Birleşik Cephe’yi, başka Afgan gruplarını ve sivil toplumun temsilcilerini içine alan bir ulusal direniş hareketi başlatarak bunu gerçekleştirmek istiyorlar. Eski kral, Kasım 1999’dan beri Afganistan’da bir loya jirga’nın, yani büyük kabile meclisinin toplanması için çağrıda bulunuyor. Böyle bir konsey, yeni bir hükümet kurabilecek ve geniş destek kazanacak tek meşru
otoritedir. Taliban üyelerinin çoğu özel sohbetlerde loya jirga’nın kurulmasını destekleseler
de, sertlik yanlısı arkadaşlarına karşı çıkmaya pek niyetli görünmemişlerdi. Fakat ABD saldırısı ve Taliban rejiminin çöküşü yaklaştıkça, bu muhalifler de, kurulacak böyle bir konseyde
yer alması muhtemel üyelere yavaş yavaş yaklaşıyorlar.
ABD askeri stratejisi kapsamında bu Afgan güçlerine de bir rol verilmelidir. Afganistan’ın dağları ve çölleri ABD askerlerinin zorlanacağı topraklardır, özellikle de Taliban-Arap
güçlerinin manevra kabiliyeti yüksek, küçük, seyyar gerilla gruplarına bölüneceği düşünülürse. Sonra, Afganistan’da vurulacak sadece birkaç açık hedef vardır ve ABD’nin ülkedeki varlığını sürekli kılmaya kalkmasının son derece milliyetçi Afganlıların tepkisini kışkırtabileceğim dikkate almak gerekir.
108
İşte bu yüzden Washington, Afganistan topraklarının küçücük bir parçasını bile kara
birlikleriyle işgal etmeye kalkmamalıdır. ABD’nin özel birlikleri sınırlı bir süre için dışarıdaki
bir hava üssünden Afganistan içlerine girebilir, ancak şehirleri havadan vurmak veya işgal
etmeye kalkmak hem tehlikeli hem de yararsız olacaktır. En iyisi, Taliban-karşıtı güçlerin
ABD’nin hava koruması eşliğinde ilerlemesidir. Taliban’ın cephede teslim olacağı gücün
Amerikalılar değil, Afgan güçleri olduğunu bilmesi gerekir. Taliban-karşıtı güçler ilerleyerek
bölgeleri ve şehirleri aldığında, ABD de kurtarılmış nüfusa insani yardım ve hava koruması
desteği sunabilir. ABD, loya jirga barış sürecini destekleyerek ve Taliban-karşıtı Afgan güçlerini bu sürece katılmaya yönlendirerek, ülkedeki bütün etnik grupların destekleyeceği Taliban-sonrası yeni bir hükümetin kurulmasını sağlayabilir. Ancak bunun gerçekleşmesi için
Washington’un bölgeyle ilgisini kesmemesi ve şimdi diplomatik ilişki içinde olmadığı İran
dâhil olarak Afganistan’ın bütün komşularıyla diyalog kurması gerekecektir.
Kısacası ABD, sadece teröristlerle savaşacak küresel bir ittifak değil, aynı zamanda terörist şebekeler ortadan kaldırıldıktan sonra barışı sağlayacak bir ittifak da kurmak zorundadır. Washington’un bu süreçte Birleşmiş Milletler’in ve BM’nin Afganistan özel temsilcisinin
desteğine de ihtiyacı vardır.
BM’nin bu yönde daha önce sarf ettiği çabalar, Afgan grupların ve Afganistan’ın komşularının, özellikle de Pakistan’ın inatçılığı yüzünden boşa gitmiştir. Fakat bu başarısızlığın en
büyük sebebi de, uluslararası camianın, özellikle ABD’nin bu çabalara desteğini esirgemesiydi.
(28 Eylül 2001, Los Angeles Times)
YENİ TÜRDE BİR SAVAŞ İÇİN
YARATICI KOALİSYON KURMAK
Donald H. Rumsfeld
Bu şimdiye kadar hiçbir Amerikalının karşılaşmadığı türden bir savaş olacak. Bu savaş,
bir düşman devletler mihverini yenilgiye uğratmak amacıyla birleşmiş bir büyük ittifakın değil, zaman içinde değişip gelişe bilecek olan ülkeler koalisyonlarının savaşı olacak.
Çeşitli ülkeler bu savaşta farklı roller oynayacaklar ve farklı şekillerde katkıda bulunacaklar. Bazıları diplomatik destek sağlarken, bazıları mali, bazıları da sadece lojistik veya
askeri destek sunacak. Bazıları bu savaşa açıkça yardım ederken, bazıları kendi koşullan nedeniyle bize özel ve gizli yardımlarda bulunacaklar. Dolayısıyla bu savaşın öncelikli görevi,
oluşturulacak koalisyonun belirlenip tanımlanması olacak.
Dostumuz olarak kabul ettiğimiz ülkelerin bazı çabalarıyla bize katkıda bulunup başka
konularda sessiz kalırken, girişeceğimiz bazı eylemlerin de pek dost saymadığımız ülkelerin
devreye girmesine bağlı olabileceğinin çok iyi farkındayız.
Bu bağlamda, ABD’nin dostu olan Suudi Arabistan’ın ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin
Taliban’la bağlarını koparma kararı önemli bir ilk başarı olmakla birlikte, onların bizim düşü-
109
nebileceğimiz her türlü eyleme destek vereceklerini de sanmamalıyız.
Bu savaş ister istemez askeri hedeflere vurmaya kafa yorduğumuz ve bu hedefleri vurmak için büyük birlikleri harekete geçirmek zorunda kalacağımız bir savaş değil; tersine, askeri gücün, terörizme bulaşan kişiler, gruplar ve ülkeleri durdurmak için başvuracağımız araçlardan sadece birisini oluşturduğu bir savaş olacaktır.
Bizim tepkimiz dünyanın herhangi bir yerindeki askeri hedeflere Cruise hedefleri göndermeyi gerektirebilir. Aynı şekilde, offshore bankacılık merkezleri aracılığıyla yapılan yatırımları takip edip engellemek için elektronik bir savaşa girişmemiz de gerekebilir. Dolayısıyla, böyle bir savaşın üniformaları bankacıların çöl kamuflajı olarak üstlerine attıkları takım
elbiseler ve programcıların rahat giysileri olacaktır.
Bu savaş bir kişiye, bir gruba, bir dine ya da bir ülkeye karşı değildir. Tam tersine, bizim karşımızdaki güç, özgür insanların kendi seçtikleri gibi bir hayat sürmelerine imkân tanımamaya azmetmiş terörist örgütler ile onların çeşitli devletlerdeki destekçilerinin oluşturduğu
bir küresel ağdır. Terörizme destek veren yabancı hükümetlere askeri yollarla cevap verirken,
bu hükümetlerin baskı altında tuttuğu insanlarla ittifak kurmanın yollarını aramayı ihmal etmemeliyiz.
Bu savaşın sözlüğü bile farklı olacaktır. “Düşman bölgesini işgal ettiğimizde” pekâlâ
onun siber-uzayını işgal ediyor olabiliriz. Üstelik fırsatlar elvermediği için herhangi bir köprübaşı tutamamış da olabiliriz.
“Çıkış Stratejileri”ni unutun. Biz, hiçbir son tarih tanımayan, kesintisiz taahhütlerin peşindeyiz.
Birliklerimizi nasıl yayacağımız konusunda sabit bir kuralımız yok. Askeri gücün belirli
bir hedefe ulaşmanın en iyi yolu olup olmadığı konusunda birtakım kılavuzlar oluşturmak
bizim açımızdan daha tercih edilir bir durumdur. Halkımız, hiçbir görünür zaferle taçlanmayan bazı dramatik askeri faaliyetlerde bulunmamıza şahit olabilir, ya da ciddi zaferlere yol
açıdan başka eylemlerin farkında bile olmayabilir. Çünkü bu “muharebeler”, sınırlarımıza
gelen şüpheli insanları durduran gümrük görevlileri ya da para hareketlerine karşı işbirliği
yapan diplomatlarca sürdürülüyor olabilir.
Yine de söz konusu olan ne kadar farklı türde bir savaş olursa olsun, değişmeden kalan
tek bir şey vardır: Amerika hâlâ boyun eğmez bir devlettir. Bizim zaferimiz, her zamanki gibi
gündelik hayatlarını sürdüren, düzenli olarak işlerine gidip gelen, çocuklarını büyüten ve hayallerinin peşinde koşan Amerikalılarla (özgür ve büyük bir halkla) birlikte kazanılacaktır.
(28 Eylül 2001, The New York Times)
110
KUŞKUCULUĞUN ZORUNLULUĞU,
TEPKİLER VE GERİYE İZ SÜRME
Edward Said
11 Eylül felaketini ve tepkilerini yaşayan 7 milyon Müslüman Amerikalı (ki bunların
sadece 2 milyonu Arap kökenli) için oldukça üzücü bir dönemden geçiyoruz. Felaketin Arap
ve Müslüman kurbanları olmasının yanı sıra, bu gruba yönelmiş bir nefret havası da hâkim.
George W. Bush vakit kaybetmeksizin Amerika ve Tanrı’yı müttefik ilan ederek, teröristlerin
ölü ya da diri ele geçirilmeleri için savaş ilan etti. Ve gözler, ABD’nin büyük bir çoğunluğu
için İslam’ı temsil eden, ele geçirilmesi zor Müslüman fanatik Usame bin Ladin’in üstüne
çevrildi. TV ve radyolar eski bir playboy olduğu iddia edilen bu karanlık radikalin fotoğraf ve
hayatına ilişkin dosyalar yayımlamaya başladı. Aynen Amerika’nın trajedisini “kutlayan”
Filistinli kadın ve çocukların görüntülerini yayımladıkları gibi. Uzmanlar ve sunucular durmaksızın İslam’la “bizim” savaşımızdan bahsederken, “cihad” ve “terör” sözcükleri de ülkedeki korku ve öfkeyi besledi. Biri Sih olan iki kişi, Savunma Bakanhğı’ndan Paul Wolfowitz’in “ülkelerin bitirilmesi” ve “düşmanların nükleerlenmesi” gibi sözlerinden de cesaret
alarak öfkeli vatandaşlarca öldürüldü. Yüzlerce Müslüman ve Arap dükkân sahibi, öğrenci,
çarşaflı kadın ve sıradan vatandaş hakarete uğrarken, bunların hemen öldürülmelerini talep
eden afiş ve duvar yazıları dört bir yani sardı. Bir Arap- Amerikan örgütünün yöneticisi daha
bu sabah saatte on kadar hakaret, tehdit ve intikam isteyen mesaj aldıklarını söyledi bana. Dün
yayımlanan bir Gallup araştırmasının sonuçlarına göre Amerikalıların yüzde 49’u, ABD vatandaşı olsa bile Arapların özel bir kimlik belgesi taşımasına evet demiş; hayır diyenlerin oranı da yüzde 49; yüzde 58 ise ABD vatandaşı da olsalar Arapların daha yoğun güvenlik kontrolünden geçirilmesini istemiş, buna karşı çıkanların oranı ise yüzde 41.
Derken ortalık sakinleşmeye başladı. Bush’un, müttefiklerinin kendisi kadar
mudanaasız olmadıklarını anlaması, Colin Powell gibi bazı danışmanlarının Afganistan’ın
işgal edilmesinin Teksaslı milisleri oraya göndermek kadar basit olmadığını anlatmaları üzerine, resmi kavgacılık da azalmaya başladı. CIA ve FBl’ın Arap ve Müslümanlara kötü muamele ettiğine ilişkin duyumlar artsa da genel olarak bir sakinleşme var. Bush, Washington’da bir camiyi ziyaret etti, cemaat liderlerine ve Kongre’ye “nefret söylevleri”ne son verme
çağrısında bulundu; en azından Arap ve Müslüman dostlarımızla, yani Ürdün, Mısır, Suudi
Arabistan gibi bildik olanlarla hâlâ tanımlanmamış teröristler arasında ayrım yapmaya başladı. Bush, Kongre’de ABD’nin İslam’la savaşta olmadığını söylerken, bütün ülkede Araplar,
Müslümanlar ve Ortadoğuluya benzeyenlere yönelik artan retorik ve fiili saldırılar hakkında
hiçbir şey söylemedi. Powell, İsrail ve Şaron hakkında ABD’deki krizi Filistinlileri daha çok
ezmek için kullanmaları nedeniyle hoşnutsuzluk belirtse de, genel kanı bölgeye ilişkin ABD
politikasında değişiklik olmadığı yolunda. Tek değişiklik büyük bir savaş hazırlığı. Yine de
Araplar ve Müslümanlar hakkında ortada dolaşan şehvet düşkünü, kindar, vahşi, mantıksız,
fanatik gibi aşırı olumsuz klişeleri dengeleyebilecek olumlu bilgi ve bakış hemen hemen hiç
yok. Bir amaç olarak Filistin, burada hâlâ düşünülen bir şey değil, özellikle Durban Konferan-
111
sı sonrasında. Öğrencilerinin ve öğretim görevlilerinin entelektüel çeşitliliği ve heterojenliğiyle tanınan benim üniversitemde bile Kuran üzerine bir derse pek rastlanmaz. Philip Hitti’nin
History of the Arabs (Arapların Tarihi) adlı konuyla ilgili İngilizcedeki en iyi kitabının bile
yeni bir baskısı yok. Baskısı ortalıkta olanların çoğu polemiğe yönelik ve düşmanca. Bunlarda
Araplar ve İslam kültürel ve dini olarak değil, bir çekişmenin konusu olarak ele alınıyor. Yapılan sinema ve TV filmleri çirkin, saldırgan Arap teröristleriyle dolu. Bunlar uçakları kaçırarak, Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’u hedefleyen katliam silahlarına dönüştüren, herhangi bir dinden çok suç patolojisinin konusu olması gereken teröristlerden önce de vardı.
Yazılı basında, “Artık hepimiz İsrailliyiz” kampanyasını ve Filistin intihar saldırılarıyla Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon saldırılarının aynı şeyler olduğunu vurgulayan kampanyalar
var. Bu süreçte, Filistinlilerin ülkesizlikleri ve uğradıkları baskılar ve birçok Filistinlinin intihar saldırılarını lanetleyen sözleri (benimkiler dâhil) de unutuluyor. Sonuçta, 11 Eylül günü
oluşan dehşeti ABD politikaları ve retoriğini de içeren bir kapsamda ele almak, teröristlerin
eylemlerini göz ardı etmek şeklinde yorumlanarak dikkate alınmıyor veya saldırıya uğruyor.
Anlama ve göz ardı etme arasındaki eşitlenme gerçek dışı olduğundan, bu tutum hem
entelektüel, hem ahlâki hem de politik olarak yanlış. Birçok Amerikalı, ABD’nin bir devlet
olarak Ortadoğu ve Arap dünyasında yaptığı şeylerin hoşnutsuzluk yarattığına ve bunun ABD
halkına mal edildiğine inanmakta güçlük çekiyor. Örneğin, İsrail’e koşulsuz desteğin; yüz
binlerce masum İraklıyı ölüme, açlığa ve hastalığa mahkûm ederken, Saddam Hüseyin’e dokunmayan Irak’a karşı uygulanan ambargonun; Sudan’ın bombalanmasının; Sabra ve Şadla
katliamlarının yanı sıra 20 bin sivilin ölümüne yol açan, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgaline
yakılan yeşil ışığın; Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin ABD’nin özel kalkanı olarak kullanılmasının; baskıcı Arap ve İslam rejimlerine verilen desteğin.
Ortalama ABD’linin farkında olduğu şeyle yurtdışmda uygulanan acımasız ve adil olmayan politikalar arasında uçurum var. BM Güvenlik Konseyi’nin işgal, yeni yerleşimler,
sivillerin bombalanması konusunda İsrail aleyhine aldığı her kararın ABD’nin vetosuna takılması Amerikalılar tarafından hiç önemsenmezken, bir. Mısırlı, bir Filistinli veya bir Lübnanlı için asla unutulmayacak ve ciddi yaralar açan bir olgu. Bir başka ifadeyle, ABD’nin belirli tutumları ve bunların sonucunda ABD’ye karşı alman tavırlar arasında diyalektik bir ilişki
var ve bunun Amerika’nın zenginliğine, özgürlüklerine ve dünyadaki başarısına duyulan kıskançlık ve nefretle ilgisi yok. Tam tersine, konuştuğum her Müslüman veya Arap, Amerika
gibi olağanüstü zengin ve hayranlık verici bir ülkenin (Amerikalılar gibi cana yakın bir bireyler topluluğunun) dünyanın daha az şanslı insanlarına ilişkin bu denli vurdumduymaz olmasını anlayamadığını söylüyor.
Araplar ve Müslümanlar, ABD politikasının İsrail lobisi tarafından oluşturulduğunun,
The New Republic veya Commentary gibi İsrail yanlısı yayınların korkunç ırkçılıklarının veya
sütunlarında Arap ve Müslümanlara sürekli nefret ve düşmanlık kusan A.M. Rosenthal,
Charles Krauthammer, William Safire, George Will, Norman Podhoretz gibi yazarların da
farkında. Bu görüşler marjinal yayınların arka sayfalarında kalmıyor, aksine herkesin okuyabildiği, örneğin Washington Post gibi gazetelerin yorum sayfalarında yer alıyor. Bu nedenler-
112
le 11 Eylül felaketinin kamu bilincinde henüz canlı olduğu New York ve Washington, daha
fazla şiddetin ve terörizmin bilinci yenebildiği, uçucu ve sert bir duygusal ortamdan geçiyor.
Çevremdeki herkes gibi ben de bunun fazlasıyla farkındayım.
Medyanın feci performansına karşın, yavaş yavaş ortaya çıkan hoşnutsuzluk, umut verici. Barışçıl çözüm ve müdahale için toplanan imzalar, bombalama ve yıkıma karşı alternatif
arayışların yavaş da olsa seslendirilmesi ve yaygınlaşması olumlu göstergeler. Çünkü hükümet, telefonları dinleme, terörizm şüphesiyle Ortadoğulu insanları gözetim altına alma veya
tutuklama hakkı ve Mc Carthyizm’e benzeyen bir paranoya ve şüphe ortamı yaratacak yasaları talep ettikçe, sivil hakların ve kişisel mahremiyetin zedeleneceği konusunda ciddi bir kaygı
var. Amerika’nın bayrağı her yere dikme alışkanlığı yurtseverlik olarak da görülebilir ama
yurtseverlik aynı zamanda hoşgörüsüzlüğe, nefret eylemlerine ve her tür tatsız kolektif tutkuya da yol açabilir.
Başkan’ın konuşmasında İslam ve Müslümanlarla savaşta olmadıklarını söylemesine
rağmen bu tehlike hâlâ var ve mutlulukla belirtmeliyim ki diğer yorumcular da buna dikkat
çekiyor. İkincisi, halkın yüzde 92’sinin istediği belirtilen bu harekât konusunda da pek çok
yorum ve toplantı talebi dörtbir yandan gelmeye başladı. “Terörizmin kökünü kazımak”, somut olmaktan çok metafizik bir şey olduğundan ve yönetim bu savaşın amaçlarının ne olduğunu henüz açıklamadığından, askeri olarak nereye gideceğimiz konusunda da belirsizlik var.
Ama genel olarak retorik, daha az kıyamet ve din sömürüsü çağrıştıran bir hale büründü. Haçlı Seferi fikri yok oldu ve “fedakârlık” ve “diğerlerinden farklı uzun bir savaş” gibi
genel laflardan uzaklaşılmaya başlandı. Üniversitelerde, liselerde, kiliselerde, toplantı salonlarında ABD’nin bu saldırıya karşı ne yapması gerektiği konusunda sayısız tartışma yapılıyor.
Terör eyleminin masum kurbanlarının ailelerinin bazı fertlerinin bile, askeri intikamın
doğru bir yanıt olmadığına inandıklarını kamuoyu önünde açıkladığını duyuyorum. ABD’nin
Ortadoğu ve İslam dünyasında güttüğü politikaların eleştirel bir yorumu ise henüz yapılmıyor.
Amerikalılar ve diğer halklardan daha çok insan, dünya için uzun vadeli esas umudun vicdan
ve anlayış temellerine dayalı bir topluluğun oluşmasında yattığını anlayabilseydi eğer...
Yani, ister anayasal hakların korunmasında, ister ABD gücünün masum kurbanlarına
(mesela Irak’ta) el uzatılmasında, isterse karşı tarafı anlama ve mantıki analizlerle hareket
etme konusunda olsun, bu anlayış ve vicdan topluluğunun oluşmasında yattığım anlayabilseydi. Bu, “bizim” bugüne kadar yaptığımızdan çok daha fazla şey yapılmasını sağlayacaktır.
Elbette bu, doğrudan doğruya Filistin’e ilişkin politikaların değişmesi veya daha kısılmış bir
savunma bütçesi veya daha aydınlanmış enerji ve çevre politikalarının uygulamaya konması
anlamına gelmiyor. Böylesine dürüstçe bir geriye iz sürme dışında, umuttan nerede bahsedilebilir ki? Belki böylesi bir tutuma sahip bir seçmenler topluluğu ABD’de oluşabilir ama bir
Filistinli olarak konuşurken, benzer tutuma sahip bir seçmen topluluğunun Arap ve Müslüman
dünyasında da oluşmasını umut etmek zorundayım ben.
113
Siyonizm ve emperyalizm hakkındaki şikâyetlerimize rağmen, toplumlarımızı kıskacına
almış bulunan bunca yoksulluk, cehalet ve baskıdan, büyümesine izin verdiğimiz bu kötülüklerden kendimizin de sorumlu olduğumuzu düşünmeye başlamamız lazım.
Örneğin, kaçımız laik politikaları açıkça ve dürüstçe savunduk, İslam dünyasında dinin
kullanılmasını, İsrail’de ve Batı’da Yahudilik ve Hıristiyanlığın manipülasyonuna yönelttiğimiz eleştiriler kadar bütünlükle ve içtenlikle eleştirdik? Sömürgeci yerleşimcilere ve insanlık
dışı toplu cezalandırmalara maruz kalsak da, kaçımız tüm intihar saldırılarını ahlâka aykırı ve
yanlış eylemler olarak mahkûm etti? Bize yapılan haksızlıkların arkasına daha fazla gizlenemeyiz artık, popüler olmayan liderlerimize Amerikan halkının verdiği destek konusunda pasif
bir şekilde hayıflanamaya da devam edemeyiz. Yeni laik Arap politikası kendini ortaya koymalı artık: Ayrım gözetmeksizin öldürmeye hazır insanların militanlığını (ki bu bir çılgınlıktır) bir an olsun onaylamayan ve desteklemeyen yeni laik Arap politikası acilen kendini göstermelidir. Bu meselede artık herhangi bir belirsizlik olamaz.
Araplar olarak esas silahlarımızın askeri değil ahlâki olduğunu yıllardır savunuyorum.
İsrail zulmüne karşı Filistinlilerin İtendi kaderini tayin hakkını savunmasının, Güney Afrika’da ırk ayrımcılığına karşı verilen mücadelenin aksine dünyanın dikkatini çekmemiş olmasının bir nedeni, hedeflerimiz ve yöntemlerimiz konusunda açık olamamamız ve amacımızın
mitolojik bir geçmişe dönüş ve dışlama yerine bir arada yaşama ve benimseme olduğunu açık
seçik ifade etmemiş olmamızdır.
Artık açık sözlü olmamızın ve politikalarımızı ince eleyip sık dokumamızın zamanı geldi. Artık açık sözlü olmanın, pek çok Amerikalının ve Avrupalı’nın şimdi yaptığı gibi kendi
politikalarımızı derhal incelemenin, yeniden incelemenin ve bunlar üzerinde tekrar tekrar düşünmenin zamanı.
Kendimizden, başkalarından beklediğimizin daha azını bekleyemeyiz. Liderlerimizin
bizi nereye ve ne adına sürüklediğini görmek için hepimizin durup düşünmesi zamanı geldi.
Kuşkuculuk ve yeniden değerlendirme bir zorunluluktur, lüks değil.
(28 Eylül 2001, CounterPunch)
SONSUZ ADALETİN CEBİRİ
Arundhati Roy
Pentagon ve Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan 11 Eylüldeki inanılmaz intihar saldırısının ardından Amerikalı bir spikerin ağzından şu sözler döküldü: “İyi ve kötü çok nadir olarak
geçen Salı olduğu gibi kendini bu kadar açık ortaya serer. Tanımadığımız insanlar tanıdığımız
insanları katletti. Ve bunu acınası bir sevinç içinde yaptılar.” Adam bunları söylettikten sonra
çöktü ve ağlamaya başladı.
Sıkıntı şurada: Amerika tanımadığı insanlarla savaş halinde, çünkü bu insanlar pek televizyonda görünmüyor. ABD yönetimi, düşmanı doğru düzgün tespit etmeden, hatta nasıl bir
114
düşmanla karşı karşıya olduğunu anlamaya bile çalışmadan, aceleyle ve şaşkınlık içinde, “teröre karşı uluslararası koalisyon” yaygarası eşliğinde ordusunu, hava kuvvetlerini, donanmasını ve medyasını savaş ortamına soktu.
Amerika bir kere savaş için yola çıktığında savaşmadan dönemez. Eğer düşmanını bulamazsa, arkada bekleyen öfkeli kalabalığın aşkına, yeni bir tane daha uydurmak zorundadır.
Bir kere başladığında savaş ivme kazanacak, kendi mantığını ve haklılık gerekçesini yaratacak ve biz her şeyden önce bu savaşın neden yapıldığını unutacağız.
Tanık olduğumuz şey, tepki ve öfke içinde yeni bir tür savaş yürütmek için eski savaşma içgüdüsüyle hareket eden dünyanın en güçlü ülkesinin gösterisidir. Birdenbire, sıra kendini savunmaya gelince, Amerika’nın sürüyle savaş gemisi, kıtalararası füzeleri ve F-16 jetleri
hantal, işe yaramaz şeyler olup çıktılar. Caydırıcılık bakımından nükleer bombaları artık beş
para etmiyor. Kutu açacakları, çakılar ve soğuk öfke, yeni yüzyılın savaşlarında kullanılan
silahlar. Öfke kilitleri kırıp açıyor; göze çarpmadan gümrükleri aşıyor ve kontrol noktalarında
da kendini göstermiyor.
Amerika kiminle savaşıyor? 20 Eylül’de FBI, uçak kaçıran kişilerin bazılarının kimliklerinden emin olmadığını açıkladı. Aynı gün Başkan George Bush, “Bu insanların kim olduğunu ve hangi hükümetler tarafından desteklendiğini kesin olarak biliyoruz,” diye açıklama
yapıyordu. Öyle görünüyor ki Başkan, FBI ve Amerikan kamuoyunun bilmediği bir şeyler
biliyor.
20 Eylül’de ABD Kongresi’ne hitap eden Başkan Bush, Amerika’nın düşmanlarını “özgürlüğün düşmanları” ilan etti. “Amerikalılar soruyor: ‘Bizden neden nefret ediyorlar?”’ Başkan cevap veriyor: “Onlar bizim özgürlüğümüzden -din ve inanç özgürlüğümüzden, ifade
özgürlüğümüzden, seçme özgürlüğümüzden ve birleşme ve ayrışma özgürlüğümüzden- nefret
ediyorlar.” Burada insanlardan ikili bir düşünme hamlesi yapması isteniyor. Birincisi, düşmanın ABD hükümeti kime düşman diyorsa o olduğunu varsayacaksınız. Ve ardından, düşmanın
amacının ABD hükümeti ne diyorsa o olduğunu varsayacaksınız. Ama ikisini de destekleyecek hiçbir kanıt yok ortada.
Stratejik, askeri ve ekonomik nedenlerle, ABD yöneliminin kamuoyunu özgürlük, demokrasi ve Amerikan Yaşam Tarzı’na bağlılıklarının saldırıya uğradığı konusunda inandırması hayali bir önem taşıyor. Mevcut hüzün, kin ve öfke ortamında bu kolayca yutturulabilecek
bir hikâye. Ancak bu doğru olsaydı, haklı olarak saldırıların hedefinin neden Amerika’nın
ekonomik ve askeri hâkimiyetinin simgeleri -Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon- olduğunu
merak edecektik. Neden Özgürlük Anıtı değil? Saldırılara neden olan kara öfkenin kaynağında Amerikan özgürlüğü ve demokrasisi değil de, ABD yönetimlerinin tam tersi yöndeki eylemleri ve (Amerika dışında) askeri ve ekonomik terörizme, başıboşluğa, askeri diktatörlüklere, dinsel bağnazlığa ve akıl almaz soykırımlara verdiği destek yok mu? Bu kadar yakın bir
tarihte cenazelerini kaldıran sıradan Amerikalıların gözleri yaşlarla doluyken, başlarını kaldırıp dünyaya bakmaları ve hiçbir şeyin değişmediğini sanmaları zor olsa gerek. Değişmedi
denemez. Bu bir şeylerin işareti. Kimse şaşırmadı. Beklenen nihayet oldu. Amerikan halkı bu
115
kadar nefret edilen şeyin kendileri değil, hükümetlerinin politikaları olduğunu bilmelidir.
Kendilerinin, olağanüstü müzisyenlerinin, yazarlarının, oyuncularının, olağanüstü başarılı
sporcularının ve filmlerinin bütün dünyada hararetle kucaklandığından kuşku duymasınlar.
Hepimiz saldırı gününden beri itfaiyecilerin, kurtarma ekiplerinin ve sıradan personelin gösterdiği cesaret ve fedakârlıktan etkilendik.
Olanlar karşısında Amerika’nın üzüntüsü büyük ve bu acı herkesi etkiledi. Amerika’da,
çekilen bu büyük acıyı bir düzene ve ölçüye sokmaya çalışmasını beklemek kabalık olur.
Ama Amerika bunu 11 Eylül saldırısının neden olduğunu anlamak için bir fırsat olarak kullanmak yerine, tüm dünyanın üzüntüsünü sırf kendi yas ve intikam duygularına alet etmek
için kullanırsa yazık olur. Çünkü o zaman hepimize sert sorular sormak ve acı sözler sarf etmek düşer. Ve acılarımız, kötü zamanlamamız yüzünden kötü olacağız, umursanmayacağız ve
belki de sonunda susturulacağız.
Muhtemelen dünya, uçakları kaçırıp özel Amerikan binalarına dalan bu kişilerin niyetlerini hiçbir zaman öğrenemeyecek. Onlar parlak başarıların kahramanı değildiler; arkalarında
intihar notu, politik mesajlar bırakmadıkları gibi, hiçbir örgüt de saldırılan üstlenmedi. Bütün
bildiğimiz yaptıklarına duydukları inancın insanın hayatta kalma yönündeki doğal içgüdüsünü
ya da ileride hatırlanma arzusunu bastırdığıdır. Sanki neredeyse korkunç öfkelerini yaptıklarından daha küçük bir iş dindiremezdi. Ve yaptıkları, bildiğimiz gibi dünyada derin bir yara
açtı. Bilgi yokluğunda, politikacılar, siyasal yorumcular ve yazarlar (ben de dâhil) onların
yaptığı eylemde kendi politikalarını, kendi yorumlarını keşfedecekler. Ama yine de bu fikir
yürütme, saldırının gerçekleştiği siyasal iklime ilişkin bu analizler iyidir.
Ne yazık ki savaş patladı patlayacak. Söylenecek ne varsa çabuk söylenmeli. Amerika
“teröre karşı uluslararası koalisyon”un başına geçmeden, ülkeleri neredeyse tanrısal misyonunu -bunun sadece Allah’ın sonsuz adaleti sağlayabileceğine inanan Müslümanları inciteceği
söylenene kadar Ebedi Adalet Operasyonu denen ve sonra Kalıcı Barış Operasyonu adını alan
misyonunu- yerine getirirken kendisine aktif olarak yardıma çağırmadan (ve zorlamadan)
önce, birtakım noktalar aydınlığa kavuşturulursa iyi olur. Örneğin, kimin için Ebedi Adalet/Kalıcı Barış? Amerika’nın bu savaşı, Amerika’daki teröre mi yoksa genelde teröre mi karşı? Burada tam olarak neyin öcü alınıyor? 7 bin insanın trajik ölümünün mü, Manhattan’da 5
milyon feet kare ofis alanının altının üstüne getirilmesinin mi, Pentagon’un bir bölümünün
tahrip edilmesinin mi, yüz binlerce insanın işinden olmasının mı, bazı havayolu şirketlerinin
iflasının mı, yoksa New York Borsası’nın dibe vurmasının mı intikamı alınıyor? Yoksa bundan başka nedenler mi var? 1966 yılında, o zamanlar Amerika Dışişleri Bakam olan
Madeleine Albright’a bir televizyon programında ABD’nin ekonomik yaptırımları sonucunda
500 bin Iraklı çocuğun ölmesi gerçeği hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, bunun “çok zor
bir seçim olduğu”nu, her şeyin göze alındığını ve “bu bedelin ödenmesi gerektiğini düşündükleri"ni söylemişti. Albright bunu söylediği için işinden olmadı; ABD hükümetinin görüşleri ve
özlemlerini temsil ederek bütün dünyayı turlamayı sürdürdü. Daha kötüsü, Irak’a karşı yaptırımları olduğu gibi kaldı. Çocukları ölmeye devam ettiler.
116
Ve bu noktaya geldik. Uygarlıkla vahşet, “masum insanların katledilmesi” arasında ya
da, isterseniz, “uygarlıkların çatışması” ile “tali yıkım” arasındaki muğlâk ayrım; işte size
sonsuz adaletin hileli zarları ve akıllara ziyan cebiri. Dünyanın daha iyi bir yer olması için kaç
tane Iraklı ölü gerekir? Bir ölü Amerikalı kaç ölü Afgan eder? Her ölü erkeğe karşı kaç ölü
çocuk ve kadın gerekir? Bir bankacı kaç Mücahit eder? Baktıkça büyüleniyoruz. Kalıcı Barış
Operasyonu TV ekranlarından bütün dünyaya yayılıyor. Dünyanın süper güçlerinin koalisyonu dünyanın en yoksul, en perişan, savaştan en çok çekmiş ülkesi, yönetimindeki Taliban hükümetinin 11 Eylül saldırılarının sorumlusu görülen Usame bin Ladin’e kucak açtığı Afganistan’ın üzerine yürüyor.
Afganistan’da mukabil değer olarak görülebilecek tek şey Afgan vatandaşlarıdır. (Onlar
arasında yarım milyon sakat yetim de var. Takma kol bacaklar uzak, erişilmez köylere havadan atılırken izdiham olacağı tahmin ediliyor.) Afganistan ekonomisi dibe vurmuş. Aslında
işgalci bir ordunun karşılaşacağı sorun, Afganistan’ın askeri bir haritasını çıkarılabilecek kadar bile bildiğimiz anlamda koordinatları ya da sınırlarının olmamasıdır; ne büyük şehirler, ne
otoyolları, ne endüstri kompleksleri ne de su kanalları ya da barajlar var. Çiftlikler toplu mezarlara dönmüş. Kırsal kesim mayın tarlası haline gelmiş; en mütevazı tahmin 10 milyon mayından başlıyor. Ülkeye asker çıkaracaksa, Amerikan ordusunun önce mayınları temizlemesi
ve yollar yapması gerekiyor.
Amerikan saldırısı korkusuyla 1 milyon insan yerini yurdunu terk etmiş ve AfganistanPakistan sınırına dayanmıştır. BM’nin hesaplarına göre, acil yardıma ihtiyacı olan 8 milyon
Afgan vatandaşı bulunuyor. Kaynaklar kurumuştur. Ülkede yardım işlerine bakan görevlilerden
ülkeyi terk etmesi istenmiştir. BBC, yakın tarihin en kötü insani felaketinin yakın olduğunu
bildiriyor. Yeni çağın ebedi adaletine bakın. Öldürülmeyi bekleyen siviller açlıktan ölüyor.
Amerika’da “Afganistan’ı taş devrine bombalamak” gibi kaba saba laflar ediliyor. Birileri de ağzı kulağında, Afganistan’ın zaten orada olduğunu söylüyor. Buradaki tek teselli, öyle
bir şey varsa elbette, Amerika’nın bunun böyle olması için elinden geleni zaten yapmış olmasıdır. Amerikan halkının Afganistan’ın tam olarak nerede olduğu konusunda kafası biraz karışık olabilir (bu ülkenin haritalarına bir hücum olduğu haberleri alıyoruz) ama ABD hükümetiyle Afganistan eski dostlar.
1979’da, Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgalinin ardından, CIA ve Pakistan’daki
ISI (Inter Servis Inteligence), CIA tarihinin en büyük gizli operasyonunu başlattılar. Amaçları
Sovyetlere karşı Afgan direnişinin dizginlerini ele geçirmek ve bunu bir kutsal savaşa, yani
Cihad’a dönüştürmek, böylelikle Sovyetler Birliği içindeki Müslüman ülkeleri komünist rejimle karşı karşıya getirmek ve ülke istikrarını bozmaktı. Bu gerçekleştiğinde artık Sovyetler
Birliği’nin de bir Vietnam’ı olacaktı. Nitekim fazlası bile oldu. Yıllar boyu ISI aracılığıyla
CIA, 40’tan fazla ülkeden gelen 100 binden fazla radikal Mücahidi Amerikan yanlısı bir savaşın askerleri olarak finanse etti. Mücahitlerin saflarında savaşan insanlar, Sam Amca adına
savaştıklarının farkında değildi. (İşin garibi, Amerika da gelecekte kendisine dönecek bir savaşa finansman sağladığının farkında değildi.)
117
1989’da on yıl süren acımasız bir savaşta kanla yıkanan Ruslar çekildi ve ardında perişan bir ülke bıraktı.
Afganistan iç savaşın pençesine düştü. Cihad Çeçenya, Kosova ve nihayet Keşmir’e
uzandı. CIA para ve askeri malzeme akıtmayı sürdürüyordu ama operasyonun maliyeti muazzamdı, daha çok paraya ihtiyaç vardı. Mücahitlerden “devrimci bir görev” olarak afyon ekmeleri istendi. ISI, Afganistan genelinde yüzlerce eroin laboratuarı kurdu. CIA’nın bölgeye gelişiyle,
iki yıl içinde Pakistan-Afganistan sınır boyu dünyanın en büyük eroin üretim alanı ve Amerika
sokaklarındaki eroinin en büyük kaynağı haline geldi. 100 milyarla 200 milyar dolar arasında
olduğu söylenen yıllık kâr militanların eğitimi ve silahlandırılması için geri geliyordu.
1995’te, o zamanlar tehlikeli, aşırı köktenciler içinde marjinal bir grup olan Taliban,
kendi yöntemleriyle iktidar mücadelesi veriyordu. Taliban’ı CIA’nin eski dostu ISI ve Pakistan’daki birçok parti destekliyordu. Taliban bir terör rejimiyle ortalığı kasıp kavurmaya başladı. İlk kurban kendi halkı, özellikle kadınlardı. Kız okulları kapatıldı, kadınlar devlet dairelerinden kovuldu ve şeriat yasaları yürürlüğe kondu; bu yasalara göre, “ahlâksız” kadınlar taşlanarak öldürülüyor, zina yapan kadınlar ise canlı canlı gömülüyordu. Taliban hükümetinin insan haklan dosyasına baktığımızda, savaş ya da vatandaşlarının ölümü tehdidinin onu hiçbir
zaman korkutmayacağını ya da yolundan döndürmeyeceğini görmek zor değildir.
Bütün bu olup bitenlerin ardından, Rusya ve Amerika’nın Afganistan’ı yeniden yerle bir
etmek için el ele vermelerinden daha tuhaf bir şey olabilir mi? Sorun şudur: Yıkım yıkılabilir
mi? Afganistan’a daha fazla bomba atmak sadece harabeyi daha harap duruma getirecek, eski
mezarları tarumar edecek ve ölülerin huzurunu bozacaktır.
Afganistan’ın ıssız toprakları Sovyet komünizminin mezarlığı ve Amerikan hâkimiyetinde tek kutuplu bir dünyanın sıçrama tahtasıydı. Yine Amerika önderliğindeki yeni kapitalizme ve şirketlerin küreselleşmesine zemin hazırlamıştı bu ülke. Ve şimdi aynı Afganistan,
Amerika için bu savaşı yürüten ve kazanan isimsiz askerlerin mezarı haline gelerek denge
sağlamaya hazırlanıyor.
Peki, Amerika’nın güvendiği müttefikinin durumu ne? Pakistan da muazzam sorunlarla
boğuşuyor. ABD hükümeti bu ülkede demokrasi fikrinin kök salmasını engelleyen askeri diktatörü desteklemekten hiçbir utanç duymuyor. CIA bölgeye burnunu sokmadan, Pakistan’da
küçük bir afyon piyasası vardı. 1979’la 1989 arasında, afyon bağımlılarının sayısı sıfırdan bir
buçuk milyona fırladı. 11 Eylül öncesinde bile sınır boylarındaki çadırlarda yaşayan üç milyon Afgan mülteci vardı. Pakistan ekonomisi tökezliyor. Küçük grupların şiddet eylemleri,
küreselleşmenin yapısal düzenleme programları ve uyuşturucu baronları ülkeyi parçalanma
tehlikesiyle yüz yüze getiriyor. Sovyetlere karşı kurulmuş ve bütün ülkeye çıban başları gibi
saçılmış terörist eğitim kampları ve yerleşim alanları Pakistan’da bile muazzam bir halk desteği bulan köktenciler çıkarıyor. Yıllar yılı Pakistan hükümetinin desteklediği, finanse ettiği
ve patlattığı Taliban’ın Pakistan’daki politik partiler içinde maddi ve stratejik müttefikleri var.
118
Şimdi ABD hükümeti Pakistan’dan bunca yıldır arka bahçesinde elleriyle büyüttüğü
yavrusunu boğmasını istiyor (istiyor mu?) ABD’den yardım dilenen Başkan Müşerref, elinde
tuttuğu şeyin iç savaşa benzediğini pekâlâ görebiliyor.
Hindistan, kısmen coğrafyasının kısmen de eski liderlerinin uzak görüşlülüğü sayesinde,
şimdiye kadar bu Büyük Oyun’un dışında tutulma şansını yaşadı. Oyunun içine çekilseydi,
demokrasimizin, olduğu kadarıyla bile, ayakta kalması neredeyse imkânsızdı. Bugün, bazılarımızın korkuyla seyrettiği gibi, Hindistan hükümeti ABD’ye Pakistan yerine Hindistan’da
üstlenmesi için yalvararak heyecanla kuyruk sallıyor. Pakistan’ın bu acı kaderini dışandan
seyreden Hindistan’ın böyle bir şeye talip olması sadece tuhaf değil, tamamen anlaşılmaz bir
şey. Zayıf bir ekonomi ve karmaşık bir toplumsal bünyesi olan her Üçüncü Dünya ülkesinin
şimdiye kadar Amerika gibi bir süper-gücü ülkeye davet etmenin, ön camına bir tuğla davet
etmekle bir olduğunu öğrenmiş olması gerekir.
Kalıcı Barış Operasyonu görünüşte Amerikan Hayat Tarzı’nı desteklemek için yürütülüyor. Ama belki de sonuçta onu tümden ortadan kaldıracak. Dünyayı daha fazla öfkenin ve
daha fazla terörün kucağına itecek. Amerika’daki sıradan insanlar için bu mide bulandırıcı bir
belirsizlik içinde yaşamak anlamına gelecek. Çocuğum okulda güvende mi? Metroda sinir
gazı mı olacak? Sinema salonuna bomba mı konacak? Sevgilim bu akşam sağ salim eve gelecek mi? Biyolojik savaşa -çiçek, veba, şarbon- ilişkin uyarılar yapılıyor; sıradan bir havadan
ilaçlama uçağı artık ölümcül bir silaha dönüştü. Zamanında birkaç tane serpilen tohum bir
kerede bir nükleer bombayla toptan yok edilmekten daha büyük bir tehlike haline gelebilir.
ABD hükümeti ve kuşkusuz dünyanın bütün hükümetleri savaş ortamını insan haklarını
ortadan kaldırmanın, ifade özgürlüğünü engellemenin, işçileri kapı dışarı etmenin, etnik ve
dini azınlıkları hizaya sokmanın, kamu harcamalarını kısmanın ve savunma sanayiine muazzam paralar akıtmanın gerekçesi olarak kullanacak. Ne amaçla? Başkan Bush artık “dünyayı
kötülerden kurtarmak” yerine azizlerle doldurabilir. ABD hükümetinin daha büyük bir şiddet
ve baskıyla istediği yere terörizm damgası yapıştırabileceğini düşünmesi tam bir saçmalık.
Terörizm semptomdur, hastalık değil. Terörizmin ülkesi yoktur. Coke, Pepsi ya da Nike gibi o
da uluslar üstü, küreseldir. Bunun ilk göstergesi, teröristlerin tası tarağı toplayıp “fabrikalar”mı daha iyi bir iş arayışı içinde bir ülkeden başka bir ülkeye taşıyabilmesidir. Tıpkı çokuluslu şirketler gibi.
Bir olgu olarak terörizm asla yok olmayabilir. Ama kontrol altına alınabilir. Amerika
açısından ilk adım en azından yeryüzünü başka uluslarla, TV ekranlarında değilse bile gerçekte, aşkları, üzüntüleri, hikâyeleri, şarkıları, sevinçleri ve Allah için hakları olan başka insanlarla paylaştığını kabul etmektir. Hâlbuki ABD savunma bakanı Donald Rumsfeld, kendisine
Amerika’nın yeni savaşında neyin zafer olarak adlandırılacağı sorulduğunda, dünyayı Amerikalıların hayat tarzını sürdürmesine karışmamaya ikna edebilirse, bunun kendisi için zafer
olarak görüleceğini söylüyordu.
11 Eylül saldırıları çığırından çıkmış bir dünyadan gelen bir canavarın kartvizitiydi.
Mesajı Bin Laden yazmış ve kuryeleri tarafından teslim edilmiş olabilir (kim bilir?) ama
119
Amerika’nın eski savaşlarının kurbanları tarafından imzalanmış olduğu neredeyse kesindir.
Kore, Vietnam ve Kamboçya’da milyonlar öldü, 1982’de Lübnan’da ABD destekli İsrail işgali sırasında 175 bin kişi öldü; Çöl Fırtınası Operasyonu’nda Irak’ta 200 bin kişi öldü; Batı
Şeria’daki İsrail işgaline karşı savaşta binlerce Filistinli öldü. Yugoslavya, Somali, Haiti, Şili,
Nikaragua, El Salvador, Dominik Cumhuriyeti, Panama’da Amerikan hükümetlerinin desteklediği, eğittiği, silahlandırdığı teröristlerin elinde milyonlarca insan öldü. Ve bu listenin çok
eksik olduğunu unutmayalım.
Bu kadar çatışma ve savaşa bulaşmış bir ülke olduğu düşünülürse, Amerikan halkı son
derece şanslı. 11 Eylül darbeleri yüz yıl boyunca Amerikan topraklarının gördüğü sadece
ikinci saldırı. İlki Pearl Harbour’du. Bunun karşılığı dolambaçlı bir yol izledi ama Hiroşima
ve Nagazaki’yle sonuçlandı. Bu defa dünya nefesini tutmuş, gelecek dehşet anlarını bekliyor.
Birileri bugünlerde eğer Usama bin Ladin olmasaydı bile, Amerika’nın onu davet etmesi gerekeceğinden söz ediyor. Ama bir bakıma, onu zaten ABD davet etmiştir. Ladin, 1979’da
CIA operasyonunu başlattığında Afganistan’a geçen mücahitlerden biriydi. O, CIA tarafından
yaratılmış FBI tarafından aranan bir olma ayrıcalığı yaşıyor. On beş gün içinde birinci dereceden zanlı olmaktan, hiçbir, somut delilin yokluğuna rağmen, “ölü veya diri” ilanıyla aranan
biri haline geldi.
Neresinden bakarsanız bakın, 11 Eylül saldırılarıyla Bin Ladin arasında bağlantı kuracak kanıtları (mahkemeye sunulacak nitelikte sağlam kanıtları) bulmak imkânsızdır. Şimdiye
kadar, öyle görünüyor ki, Ladin’un suçuna ilişkin en ciddi kanıt saldırıları lanetlememiş olmasıdır. Bin Ladin’in yaşadığı yer ve koşullar hakkında bilinenlerden hareketle, kişisel olarak
saldırıları planlamadığını ve gerçekleştirmediğini söylemek gayet normaldir. Buradan olsa
olsa bir Ladin’in karanlık bir sima, “işin ustası” olduğu sonucu çıkarılabilir. Bin Ladin i teslim etmesi konusundaki ABD talepleri karşısında Taliban’ın yanıtı da gayet makuldür: Kanıtları verin, biz de onu size verelim. Başkan Bush buna bu talebin müzakere edilmeyeceği karşılığını verdi.
(Söz işin ustalarının teslim edilmesine gelmişken, Hindistan’da ABD’den Warren
Anderson’un teslimini isteyebilir mi acaba?’ Anderson, 1984 yılında Bhopal’de 16 bin insanın ölümünden sorumlu Union Canbide’in yönetim kurulu başkanıdır. Biz gerekli kanıtları da
topladık, hepsi dosyalarda duruyor. Onu bize verebilir misiniz, lütfen?)
Kimdir bu Usame bin Ladin? Soruyu yeniden sorayım. Nedir Usame bin Ladin? Amerika’nın aile sırrıdır. Amerikan Başkanının karanlık ruhudur. Güzel ve uygar havası atan herkesin yabanıl ikizidir. Amerikan dış politikası, savaş diplomasisi, nükleer bombaları, “bütün
dünyada hâkimiyet” olarak açıkça ilan edilen politikası, Amerikalı olmayan hayatlar karşısında insanın içini titreten saygısızlığı, acımasız askeri müdahaleleri, despotları ve diktatörlere
verdiği destekler, zayıf ülkelerin ekonomilerini çekirge sürüsü gibi talan eden acımasız ekonomik uygulamaları, soluduğumuz havayı, bastığımız toprağı, içtiğimiz suyu, aklımızdan geçirdiğimiz düşüncelerimizi zehirleyen zalim çokuluslu şirketleri tarafından ıskartaya çıkarılmış dünyanın artık malzemesinden yapılmış bir figürdür. Artık aile sırrı döküldü, ikizler birbi-
120
rine girdi ve şimdi karşılıklı yer değiştirebilirler. Silahları, bombaları, paraları ve uyuşturucuları bir süredir iç içe geçti. (ABD helikopterlerini karşılayacak Stinger füzeleri C1A tarafından
sağlandı. Amerika’daki uyuşturucu bağımlılarının kullandığı eroin Afganistan’dan geliyor.
Bush yönetimi yakın dönemde Afganistan’a “uyuşturucuyla mücadele” etmesi için 43 milyon
dolar yardım yaptı...)
Şimdi Bush ve bin Ladin birbirlerinin dilini kullanmaya bile başladı, ikisi de birbirine
“yılanın başı” diyor. İkisi de Tanrı’ya yakarıyor ve bin yıllık iyi ve kötü retoriğine başvuruyor. İkisi de hiç tereddütsüz politik suçlar işliyor. İkisi de tehlikeli bir biçimde silahlanıyor;
biri inanılmaz güçlü nükleer silahlar, öteki de son derece umutsuz insanların aç, yıkıcı gücünü
elinde bulunduruyor. Ateş topu ve buz dağı. Değnek ve balta. Unutmamamız gereken bir şey,
hiçbirinin diğerinin alternatifi olmadığıdır.
Başkan Bush dünya halklarına ültimatom veriyor: “Bizimle değilseniz, bize karşısınız.”
Bu çılgınca bir öfke nöbetidir. Bu in sanların istediği, ihtiyaç duyduğu ya da yapmak zorunda
olduğu seçim değildir.
(29 Eylül 2001, Guardian)
SİLAHLAR İLK KEZ TERS YÖNE,
ABD’NİN KENDİSİNE ÇEVRİLDİ
Noam Chomsky
Sizce bu saldırıların sebebi nedir?
Saldırıları kimin düzenleyip cinayetleri kimin işlediğini bilmeden bu soruyu cevaplayamayız. Genelde kabul gören varsayım, saldırıyı düzenleyenlerin Ortadoğu kökenli olduğu,
saldırıların da Usame bin Ladin’in desteklediği, ama pek de onun denetiminde olmayan, karmaşık ve geniş çeperli bir örgütler ağına bağlanabileceği yönünde. Diyelim ki bu doğru. O
zaman sorunuzun cevabını verebilmek için, duyarlı bir insanın bin Ladin’in görüşlerini, tüm
bölgeye yayılmış olan sempatizanlarının hissiyatını dikkate alması gerekir. Bütün bunlara dair
epeyce bilgi sahibiyiz. Ortadoğu konusunda uzman, son derece güvenilir birçok isim, Usame
bin Ladin’in kendisiyle geçen yıllarda çeşitli röportajlar yaptı. Bölgeye dair yakın bilgisi ve
köklü deneyimiyle Independent mühabiri Robert Fisk, bu uzmanlar arasında ilk sırayı alır. Bir
Suudi milyoneri olan bin Ladin, Afganistan topraklarındaki Rus işgaline son vermeye yönelik
savaştan, militan İslamcı bir lider olarak çıkmıştır. Bin Ladin, CIA ve CIA’nın Pakistan istihbaratındaki müttefikleri tarafından, Ruslara azami zararı vermek -birçok analist bu zararın
Rusların çekilmesini ertelemek olduğu şüphesini taşır- üzere tutulmuş, silahlandırılmış ve
finanse edilmiş birçok fundamentalist liderden sadece biriydi. Gerçi kendisinin CIA’yla doğrudan teması olup olmadığı net değildir, ama bu o kadar da önemli bir nokta değil. CIA’nın
harekete geçirebileceği en fanatik ve en zalim savaşçıları tercih etmiş olması, pek de şaşırtıcı
değil. Sonuç, bölgenin uzmanlarından The Times muhabiri Simon Jenkins’in anlatımıyla,
“ılımlı bir rejimin tasfiyesi ve ABD tarafından pervasızca desteklenen gruplardan fanatik bir
121
rejimin yaratılması” oldu. “Afgani” denilen bu insanlar (çoğu bin Ladin gibi Afganistan dışındandı) Rus sınırından içlere doğru terör saldırıları düzenlediler, ancak Rusya çekildikten
sonra bu saldırılar da sona erdi. Onların savaşı, nefret dolu oldukları Rusya’ya değil, Rus işgaline ve Rusya’nın Müslümanlara yönelik saldırılarına karşıydı.
Ne var ki “Afganiler” eylemlerine son vermediler. Balkan Savaşlarında Müslüman Boşnakların yanında savaştılar. ABD tıpkı İran’ın Boşnakları desteklemesine ses çıkarmadığı
gibi, buna da itiraz etmedi. Bunun şimdi burada açıklayamayacağımız kadar karmaşık sebepleri vardır, ama doğrusu Boşnakların akıbetinden duyulan endişe öncelikli sebepler arasında
sayılamaz. “Afganiler” Çeçenya’da da Rusya’ya karşı savaşıyorlar ve muhtemelen Moskova’da ya da ülkenin başka bölgelerinde düzenlenen terör saldırılarında parmakları var. Bin
Ladin ve onun “Afganiler”i 1990’da Suudi Arabistan’da kalıcı üsler kurduğunda, ABD’yi
karşılarına aldılar. Bin Ladin’e göre bu, Rusların Afganistan’ı işgaline benzer bir olaydı, fakat
Suudi Arabistan kutsal mekânların bekçisi konumunda olduğundan daha da önemliydi.
Bin Ladin, kuruluşundan beri ABD’nin yakın müttefiki ve Taliban’ı saymazsak dünyanın en aşırı fundamentalist İslamcı rejimi olan Suudi Arabistan da dâhil, bölgenin yolsuzluk
ve baskı üzerine kurulmuş rejimlerine onların “gayrı İslami” olduklarını söyleyerek karşı çıktı. Bin Ladin ABD’den bu rejimlere desteğin den dolayı da nefret ediyor. Bölgedeki başka
insanlar gibi o da. ABD’nin İsrail’in otuz beşinci yılını doldurmuş olan kanlı işgaline verdiği
desteğe isyan ediyor: Yani Washington’un cinayetlere, yıllardır devam eden zorba ve yıkıcı
işgale, Filistinlilerin her gün maruz kaldığı aşağılanmaya, işgal edilmiş toprakları Bantustan
misali kantonlara çevirip kaynaklara el koyma amacı taşıyan yerleşimlerin genişletilmesi politikasına, Cenevre Sözleşmeleri’nin ihlallerle delik deşik edilmesine arka çıkan diplomatik,
askeri ve ekonomik müdahalelerine, ABD dışında dünyanın hemen hemen bütün ülkelerince
suç olarak nitelenen başka birçok eyleme isyan içinde. Bölgedeki başka insanlar gibi o da,
Washington’m Irak’ın sivil nüfusunu hedef alan, toplumu çöküntüye uğratıp yüz binlerce insanın ölümüne sebep olurken Saddam’ı güçlendirmekten başka hiçbir işe yaramayan ABDBritanya ortak saldırılarını sürdürmekteki kararlı politikasına karşı çıkıyor. O Saddam ki,
Kürtlere kimyasal gazlarla saldırılması gibi en korkunç cinayetlerini işlerken ABD’nin ve
Britanya’nın yakın dostu, müttefikiydi. Batılılar unutmayı tercih etse de, bunlar bölge insanının gayet iyi hatırladığı gerçekler. Bu hissiyat geniş kesimlerce paylaşılıyor. The Wall Street
Journal, 14 Eylül’de Körfez bölgesindeki zengin ve ayrıcalıklı Müslümanların (bankacılar,
serbest meslek sahipleri, ABD’yle yakın ilişki içindeki işadamları) görüşlerine dair bir araştırma yayımladı. Hemen hepsi de aynı fikirde, hepsinde de İsrail’in işlediği suçlara ABD’nin
arka çıkmasından, yıllardır Iraklı sivil nüfusa zarar verirken soruna diplomatik bir çözüm bulunması yönündeki uluslararası girişimleri engellemesinden, bölgede katı ve baskıcı antidemokratik rejimleri desteklemesinden ve “bu baskıcı rejimleri desteklerken” ekonomik kalkınmanın önüne engeller dikmesinden duyulan derin bir rahatsızlık söz konusu. Ciddi bir
yoksulluk ve baskı ortamında inim inim inleyen insanların çoğu hemen hemen aynı hissiyatı
taşıyor. Meselelerle ilgilenen hemen herkesin de anlayabildiği gibi, intihar saldırılarına yol
açan hayal kırıklığı ve ümitsizliğin kökeninde tam da bu hissiyat var.
122
ABD ve Batılı ülkelerin çoğu ise kendileri açısından daha rahatlatıcı bir hikâyeyi tercih
ediyor. Mesela 16 Eylül’de New York Times’ta yayımlanan bir analize göre, saldırılan düzenleyenler, “Batı’nın özgürlük, hoşgörü, refah, dinsel çoğulculuk ve genel oy hakkı gibi değerlerine duydukları nefret”le hareket etmiş. ABD’nin yaptıklarının olaylarla bir ilgisi olmadığından, bunlardan bahsetmeye bile gerek yok (Serge Schmemann). Bu son derece münasip bir
tablo ve genel duruş itibariyle de entelektüel tarihçiliğe hiç ters düşmüyor, aksine normlara
gayet uygun. Zira hemen her şey bildiklerimizle çelişiyor, fakat kendini haklı çıkarmanın ve
iktidara gayrı eleştirel yaklaşımın bütün faziletlerini taşıyan bir tablo bu.
Bin Ladin ve onun gibilerin “fanatikleri kendi davalarına bağlanmak için Müslüman devletlere yönelik büyük bir saldın” beklentileri gerçekleşsin diye dua ettikleri de yaygın bir görüş (Jenkins ve başka birçokları böyle diyor). Bu çok aşina olduğumuz bir durum. Şiddet sarmalının giderek yoğunlaşması iki tarafın da en zalim en katı unsurlarının istediği bir şeydir. Birçok vakadan
birini anacak olursak, Balkanlar’ın yakın tarihinin yeterince kanıtladığı bir gerçektir bu.
Saldırılar ABD’nin iç politikasını ve kendini algılayışını nasıl etkileyecek?
ABD’nin resmi politikası açıklandı zaten. Bütün dünya “keskin bir tercih”e davet ediliyor: Ya bize katıl ya da “mutlak ölüm ve yıkım”la karşı karşıya kal. Kongre, Başkan’ın saldırılara katıldığından emin olduğu bireylere ve ülkelere karşı kuvvet kullanması yetkisini onayladı. Bu, destekleyen herkesin aşırı cani bulduğu bir doktrin. Neden böyle olduğunu göstermek de çok kolay. Aynı insanlara sorun bakalım, Uluslararası Adalet Divanı’nın ABD’nin
“Nikaragua’ya karşı güç kullanımına son vermesi” kararına Washington’ın itiraz etmesini
takiben, Nikaragua'nın bu doktrini benimsemesine ve bütün devletlerin uluslararası hukuku
gözetmesini öngören BM Güvenlik Konseyi kararını veto etmesine ne derlermiş? Üstelik o
terörist saldırı, bugünkünden daha ciddi ve yıkıcıydı.
Burada meselelerin algılanış biçimine gelince, iş daha da karmaşıklaşıyor. Medya ve entelektüellerin kendi özel gündemleri olduğu unutulmamalı. Dahası bu sorunun cevabı, büyük
ölçüde karar verme meselesiyle ilgilidir. Birçok başka durumda olduğu gibi, yeterince kararlılık ve enerji gösterilirse, fanatikliği ve kör nefreti körüklemeye yönelik çabalar ile otoriteye
bağımlılığı tersine çevirebiliriz. Bunu hepimiz gayet iyi biliyoruz.
ABD’nin dünyanın diğer bölgelerine ilişkin politikasında ciddi bir değişiklik bekliyor
musunuz?
ABD yönetiminin ilk cevabı, bu terörist saldırıların desteklenmesine zemin hazırlayan
hayal kırıklığına ve hoşnutsuzluğa neden olan politikaları daha bir güçlendirmek; liderliğin en
katı unsurlarının gündemine, yani silahlanmanın arttırılmasına, içerde sıkı bir düzene gidilmesine ve sosyal programların kaldırılmasına daha bir ağırlık kazandırmak oldu. Zaten başka bir
şey de beklenemezdi. Terör saldırılarının ve bunların genellikle yarattıkları şiddet sarmalının
bir toplumun en katı ve baskıcı unsurlarını güçlendirdiğini tekrarlıyorum. Fakat bu çizgiye
saplanmak hiçbir şekilde kaçınılmaz bir akıbet değil.
123
İlk şoku ABD’nin nasıl bir cevap vereceğine dair korkular ve kaygılar izledi. Siz de korku duyuyor musunuz?
Aklı başında her insan, açıklanmış olan, muhtemelen bin Ladinin dualarına uygun düşecek olan muhtemel tepkilerden korkmalıdır. Çünkü şiddet sarmalı, aşina olduğumuz bir tarzda
yoğunlaşacak, ama bu kez daha büyük bir ölçekte.
ABD, Pakistan’dan, Afganistan’ın açlık ve yokluk içindeki halkının en azından bir kısmını yaşatacak olan gıda ve başka yardımları kesmesini istedi. Eğer bu talep karşılanırsa, terörizmle uzaktan yakından alakası olmayan sayısız, muhtemelen milyonlarca insan ölecek. Bakın, tekrarlıyorum: ABD Pakistan’dan zaten Taliban’ın kurbanı olmuş milyonlarca insanı öldürmesini istedi. Bunun intikamla alakası yok. Ahlâki değerler açısından intikamdan da daha
seviyesiz bir talep bu. Bunun, hiç üstünde durmadan, hakkında hiçbir yorum yapılmadan,
muhtemelen hiç dikkat çekmeyecek şekilde, öyle arada söylenmiş olması önemini daha da
arttırıyor. Bu talebe gösterilen tepkilere bakarak Batı’ya hâkim olan entelektüel kültürün ahlâki seviyesi hakkında epeyce bir şey öğrenebiliriz. Herhalde Amerikan halkının kendi adlarına neler yapıldığına dair en ufak bir fikri olsaydı gerçekten dehşete düşerlerdi, bundan emin
olabiliriz. Tarihteki örneklere bakmak bu açıdan yeterince öğretici olacaktır.
Pakistan bunu ve ABD’nin diğer taleplerini karşılamazsa, doğrudan saldırılara hedef
olabilir ve bunun sonuçlarını tahmin edemeyiz. Pakistan’ın bu talepleri kabul etmesi halinde,
hükümetin Taliban’a benzer güçler tarafından devrilmesi imkânsız değil, üstelik bu güçlerin
elinde bu kez nükleer silahlar olacak. Petrol üreten ülkeler de dâhil, bütün bölgeyi etkileyecek
bir gelişmedir bu. Demek ki şu noktada, insan toplumunun büyük bir bölümünü yok edebilecek olan bir savaş ihtimalini değerlendiriyoruz.
Bu tür olasılıkları değerlendirmeden bile, Afganlılara yönelik bir saldırının birçok uzmanın beklediği sonucu gerçekleştireceğini, bin Ladin’i destekleyenlerin sayısının artacağını
öngörebiliriz. Bin Ladin öldürülse bile fark etmeyecektir. Sesi bütün İslam dünyasına dağıtılan kasetlerle yankılanacak, başkalarını da cihada davet eden bir şehit mertebesine yükselecektir. Unutmayalım, bundan yirmi yıl önce bir tek intihar saldırısı, ABD askeri üssüne giren
bir tek kamyon, dünyanın en büyük askeri gücünün Lübnan’dan çekilmesine yetmişti. Bu tür
saldırılar için fırsatlar sonsuzdur. Ve intihar saldırılarını önlemek gerçekten çok zordur.
“11 Eylül 2001’den sonra dünya eskisi gibi olmayacak.” Siz de bu söze katılıyor musunuz?
Salı günkü korkunç saldırılar, ölçek ya da nitelik açısından değil, ama hedefe bakılınca
dünya siyaseti açısından yeni gelişmeler. ABD, 1812’deki savaştan bu yana kendi topraklarında saldırıya uğramadı, saldırı tehdidiyle bile karşılaşmadı. Sömürgelerine saldırıldı, ama
kendi topraklarına asla. ABD bütün bu yıllar boyunca yerli nüfusu yok etti, Meksika’nın yarısını işgal etti, yakın çevresine şiddet kullanarak müdahalede bulundu, Hawaii’yi ve Filipinler’i işgal etti (yüz binlerce Filipinliyi öldürdü) ve özellikle geçen elli yıl içinde dünyanın birçok bölgesine yönelik kuvvet kullanımını arttırdı. Bu saldırılara kurban giden insanların sayısı
çok fazladır. Şimdi ilk kez silahlar ters yöne, kendisine çevrildi bu saldırılarla. Aynı şey, hatta
daha da ağırı Avrupa için de geçerlidir. Avrupa da dünyanın büyük bölümünü kanlı bir bi-
124
çimde işgal ederken, iç savaşların sebep olduğu ölümcül bir yıkımdan çekmiştir. Birkaç istisna dışında (Britanya’da IRA örneğin) dışarıdaki kurbanları tarafından Avrupa’ya da saldırılmadı. Bu yüzden NATO’nun ABD’nin yardımına koşması çok doğaldır; yüzyıllar süren
emperyal şiddetin entelektüel ve moral kültür üzerinde derin etkileri olmuştur.
Bunun dünya çapında yeni bir olay olduğu doğru, ama maalesef, kıyımın büyüklüğü
bakımından değil, sadece hedef açısından yeni. Batı’nın vereceği tepki konusunda yapacağı
tercih bu noktada büyük önem taşıyor. Zengin ve güçlü, yüzyılların geleneğine başvurmayı
tercih eder de aşırı şiddete başvurursa, şiddet sarmalının yoğunlaşmasına neden olur; uzun
vadede korkunç sonuçlara yol açabilecek bildiğimiz bir dinamiktir bu. Elbette hiçbir biçimde
böyle olması kaçınılmaz değil. Daha özgür ve demokratik toplumlarda, uyanmış bir kamuoyu
politikaları daha insancıl ve onurlu bir çizgiye çekebilir.
(30 Eylül 2001, Svetlana Vukoviç ile Svetlana Lukiç’in
yazarla Belgrad’daki bağımsız yayın kuruluşu Radio B 92 için
yaptıkları söyleşi)
DUVARDAKİ YAZI
(BATl’NIN SEMBOLİK MERKEZİ
SİNİR SİSTEMİNE SALDIRI)
Peter Sloterdijk
Dünya Ticaret Merkezi’ni yerle bir eden ve Pentagon’a büyük hasar veren militan İslamcılar büyük bir başarıya imza atarak yeni bir mücadele alanı açmışlardır: Bu, Amerikalı ve
Avrupalılar’ın sağ beyin yarıküresi içindeki “savaş”tır.
Batı dünyasının bazı birincil iktidar sembollerine yönelik bu yok edici vuruş şunu kanıtlamıştır: Çatışmanın belirli bir tipinde artık düşmanın fiziksel olarak belini bükmeye çalışmak
önemli değildir, önemli olan onun narsist iktidar aygıtını, onun sembolik merkezi sinir sistemini vurmaktır. 11 Eylül 2001 gününden beri ağızlarda dolaşıp henüz hiçbir tahlille ortaya
konamamış olan terörizmin yeni niteliği, silah ile hedef tahtası arasındaki konumlanma değişikliğinden kaynaklanmaktadır. Kaçırılan uçaklar, bu felaketin hızlı ve neredeyse sınır tanımayan medyalaştırımı sebebiyle saldırıya maruz kalanların beyinlerinde devasa kraterler açmıştır. Batı dünyasının tamamı, beynin sağ yarıküresinden gelen tepkilerin egemenliği altındaki bir bölgeye dönüşmüştür. Bina ve uçaklardaki acı kayıplardan sonra uzun vadeli en büyük kayıp, Batı uygarlığının neredeyse özniteliği haline gelecek şekilde beslenip korunan mesafe mantığına vurulan darbedir.
Mesafe mantığının müdafaası için elimizde şu anda sadece küçük ve neredeyse güçsüz
bir ordu var. Her yerlerde beynimizin sağ yarıküresinden kaçıp gelen tepkiler kendilerini “siyasal” gelişmeler sahnesinin ön taraflarına atıyor: savaşgir toplum tepkileri, yurtsever saf
125
oluşturmalar, coşkun savaş bütünleşmeleri, başyazı metafiziği, dengeli olma çağrılarına karşı
mücadele ve nefrete bağlanma metafiziği. Tüm bunların üzerinde soğuk bir rüzgâr esmektedir. Şimdilerde “Bu bir savaştır,” diye hükümler savuran beyefendiler şunu çok iyi hissetmektedirler ki, savaş sözcüğü, kötüye giden konjonktürü yeniden harekete geçirmek için başvurulabilecek en son çaredir.
Eğer “Batı”, en iyi imkânlarına sahipken neyse o olarak kalacaksa, öncelikle önemli
olan, beynin zedelenen sağ yarıküresi üzerinde yeniden belirli bir kontrolü sağlamaktır. Bunu
sağlayabilmek için, şu anda cereyen eden olayların mitolojik boyutlarına bir göz atmak yararlı
olacaktır. Şüphesiz ki, İslami saldırganlar Musevi-Hıristiyani geleneğin iki temel mitosunu bir
çırpıda ele geçirerek felaketlerle dolu bir anlayış ve algılayış dönüşümüne neden oldular.
Davud ile Goliath arasındaki mücadele mitosunun Arapların eline geçmesine neden oldukları
gibi, küçük savaşçının elindeki sürpriz silah nedeniyle onun kötü duruma gelmesine yol açtılar, hatta Goliath’ın iyi niyetli dev haline gelmesine, Davud’un ise kötülüğün timsali olmasına
sebebiyet verdiler. Bu ters yüz etme hareketiyle saldırganlar, Batı dünyasının ahlâki temellerine yönelik ciddi ve ağır bir harekâtta bulunmuş oldular. Dolayısıyla, küçük-iyi, büyük-kötü
çiftini yine anlamlı bulabilmek için herhalde uzunca bir sürenin geçmesi gerekecektir.
Etkileri açısından yıkıcı olan bir başka olay, suikastçılar Babil’in Kulesi mitosunu Araplaştırarak, günümüzün Babil'indeki İkiz Kuleler’in çöküşünü, kenara itilmişlerin efendilerinin
sınır tanımaz kibirlerinden aldıkları intikamın bir anıtı haline dönüştürmeleri olmuştur. Saldırganlar, fiziksel ve psikolojik yaralarımızı sarmada etkili olabilecek üçüncü bir mitosu henüz ele
geçirememişlerdir: Mağrur Nabukadnezar’ın yok olmadan önceki gece kendisine bir ikaz olarak
duvarda görünen alevden yazıyı anlatan Kutsal Kitap’taki hikâyeden bahsediyorum burada
ABD’nin zafer binaları üzerindeki alev topunu bir işaret olarak görmenin vakti gelmemiş midir?
Çoktandır Üçüncü Dünya’lıktan çıkmış, darılmış ve haksızlığa uğramış dünyayla olan ilişkilerimizdeki temelli yanlışı anlamamız için gönderilmiş anıtsal ikazlar değil midir bunlar?
İsa’ya ait olan “dostlarınızı sevin” ve siyasal-felsefi “düşman, surete kavuşmuş kendine
yönelik sorudur” sözünü ortak bir ufuk içinde görüp idrak etme vakti gelmemiş midir? Hâlâ
Batı demokrasisinin, kendi praksisini yansıttığı için düşmanından da sorumlu olduğu bir yaşam biçimi olduğunu anlamadık mı? Hegel, benim eyleyişim senin eyleyişindir, sözünü boşuna mı öğretmiştir? Bu tür dramların merkezinde takdir edilme bilinci sekteye uğramış olanların mücadelelerinin yattığını hâlâ mı idrak edemedik? Ahlâk kültürünün bu basit ve kesin
temel bilgileri aşikâr olana dek, beynin sağ yarıküresince alt üst edilmiş, yanlış biçimde kavranmış, eleştirilemez bir hale gelmiş ve yanlış yol gösterilmiş bir Amerika Birleşik Devletleri’nin daha korkunç hatalar işleyebileceğinden ve en büyük tehlikelerinin güzergâhında daha
da hızlı koşacağından endişe etmeliyiz. Büyük bir rahatsızlık duyarak anlamaktayız ki, şu
anda dünyanın kaderi, yazıyı okumaktan aciz bir Nabukadnezar gibi öfkeden kudurmuşçasına
alevden yazıya bakan, ama o yazıyı bir türlü söküp okuyamayan birinin elindedir. Nihayet,
yazıyı okuyabilmek için elinde kaç deneme şansı vardır ki?
(1 Ekim 2001, Focus)
126
BİR MÜSLÜMAN LEJYONU KURULMALI
William Safire
Afganistan içinden, Usame bin Ladin ve teröristlerinin nerede olduğuna dair en iyi istihbaratı nasıl alırız? Tabii ki oranın yerlisi olan köylülerden, içlerinden bazıları kampların ve
mağaraların nerelerde olduğunu muhakkak biliyordur.
Peki, ya derin bir korkuya kapılmış Afganların, bizim komandolarımızın gözü kulağı
olmalarını nasıl sağlarız? Eh, öncelikle terörle mücadele gerekçemizi dünyanın dört bir yanındaki ölçülü Müslümanların paylaştığı bir amaç olarak tanımlayarak.
Maalesef şimdi bunu yapamıyoruz. Bunun sebeplerinden birisi Amerika’nın Sesi’ndeki
o baş koltuğun, radyonun yeni yöneticilerinin Taliban liderlerinin kışkırtıcı eleştirilerini yayınlamasını engelleyememiş olması. Beyaz Saray, Senatör Phil Gramm’in uyarısı üzerine
Amerika’nın Sesi Radyosu’nun genel müdürlüğüne Robert Riley’yi atadı. Fakat hâlâ
ABD’nin tüm resmi yayınlarından sorumlu olacak bir patron yok, çünkü Bush yönetimi saldırgan yayın politikası izleyecek bir Özgür Afganistan Radyosu’na öncelik vermiyor.
Korku içindeki Afganlar’ın “kalplerini ve zihinleri”ni kazanmaya soyunmamamızın
ikinci sebebi, ülkemizdeki tanınmış Müslüman din adamlarının, “Müslümanları suçlamayın,
biz de sadık Amerikalılarız ve bu kitlesel kıyımı kınıyoruz,” vaazının ötesine geçmekten sakınmalarıdır.
Onların bu sözleri son derece yerinde, bizler dini temel alan suçlamaları kınarken doğrusunu yapıyoruz. Fakat bu sözler ne yazık ki, terörist örgütlere katılmayı engelleyecek derecede cesur bir mesaj taşımıyorlar. Yani radikal İslam’ın Tanrı huzurunda bir sapkınlık ve günah olduğu, böyle bir küfre girilirse sonsuza dek cennete gidilemeyeceği mesajı verilmiyor bu
vaazlarla. Onlar bunu bir dile getirseler, bizim hükümetimizin yayıncılarının vazifesi de teröristlerin nerede saklandığını bilen istihbarat kaynaklarımızın bulunduğu köylerde transistorlu
radyolarla bu mesajı yaymak olacak.
İntihar bombacıları ölümden sonra ebedi mutluluk vaadiyle kandırılarak kitlesel kıyıma
teşvik edilmiştir. İşte, bu dinsel beyin yıkamayı kamuoyunun duyacağı şekilde ve tekrar tekrar
çürütmek, Kuran’ı bilen itibarlı Müslüman din adamlarının vazifesidir.
Afganistan ile başka ülkelerdeki teröristlerin gücüne dair bilgi edinmenin ve radikallerin
tüm dünyaya yayılan Hıristiyan karşıtı “Haçlı Seferi” çağrısını boşa çıkartmanın bir başka
yolu da İslâm’ı benimsemiş müttefiklerimizle bir Müslüman lejyonu kurmaya çalışmaktır.
Kuzey Irak’ta korumamız altındaki Kürtlere bakalım mesela. Kaide örgütünden Usema
bin Ladin’in finanse ettiği ve Saddam Hüseyin’in silahlandırdığı Ebu Abdurrahman, geçen
hafta Biyara’da saklandığı yerden, 1980’lerde Saddam’ın zehirli gaz saldırısına sahne olan
Halepçe’de Kürtlere baskın düzenlenmesi emrini vermişti. O olayda 36 Kürt öldürüldü, birçoklarının kafası kesildi, çoğu da sakat bırakıldı. (Bizim üst düzey Ulusal Güvenlik Konseyi
yetkililerimizin ise The New York Times’ı okuyunca haberi oldu bu olaydan.)
127
Bu kıyımla çileden çıkan Kürtler karşı saldırıya geçip Halepçe’yi geri aldılar ve 19 teröristi de esir düşürdüler. Anlaşılan zorlu bir sorgu süreci sonunda, teröristler Afganistan’da
kendilerine eğitim veren Usame bin Ladin’e bağlı 34 liderin adını verdiler. Washington yolundayken Ankara’da kendisine ulaşılan Kuzey Irak’taki hükümetin başbakanı Behram Salih,
bu verilerin istihbarat bağlantısı kurmaya yarayabileceği görüşünde.
Salih, dağlarda çetin savaşlarda deneyim kazanmış güçlü savaşçılarından bazılarının,
Kosova, Bosna, Kuveyt ve Batı’nın askeri müdahalesinin Müslümanları mutlak bir ölümden
kurtardığı başka ülkelerden toplanacak bir güçte yer alıp almayacağı sorusunu da, “Neden
olmasın?” diye cevaplıyor.
Birçok başka dilde iletişim kurma zorunluluğu ABD ve Britanya özel timlerini endişelendirebilir. Fakat bizim birleşik kumandamız altında, Taliban karşıtı gizli bir örgütlenmeyle
çalışan bu güç, arama bulma faaliyetleri için gizli bölgelere hava yoluyla taşınabilir.
Arap olmayan Müslümanlar arasında Usame bin Ladin ve Saddam’ı en fazla kaygılandıranlar tabii ki Türkler. Suriye, Türk- karşıtı terörizm karargâhlarını Şam’dan çıkarmayı reddettiğinde, Türkiye sınıra ordusuyla güçlü bir yığmak yaptı ve akabinde Suriye boyun eğdi.
Kürt bir arkadaşım, “Türkler akıllıdır,” diyor. “ABD’nin ciddi olduğunu anlarlarsa size
Afganistan’da yardım ederler. Üstelik Türkiye’nin bölge politikası değişiyor. Dünya terörizminin kaynağının Bağdat’tan taşınmasında size sıkı bir destek sunacaktır.”
Batıkların da içinde yer aldığı bir Müslüman lejyonu, İslam’ın terörizmle mücadele kampanyasına katılmasının güçlü bir simgesi olacaktır. Artık bundan sonra, hükümetimizin yayın
organları kendilerine bir çekidüzen verip bir savaş yaşandığını idrak ederlerse, İslam’a dair, onu
uçlara çekenlerin sebep olduğu katil yaftalarına karşı dünyaya başka bir hikâye anlatabiliriz.
(1 Ekim 2001, The New York Times)
HEPİMİZİN HİSSETTİĞİNİ ARTIK
AMERİKALILAR DA HİSSEDİYOR OLMALI
Ariel Dorfman
Şili’nin demokrasisini askeri bir darbeyle kaybettiği, ölümün bir daha geri dönmemecesine hayatlarımıza girip hepimizi ebediyen değiştirdiği 1973’ün o salı gününden beri geçen yirmi
sekiz yıl boyunca 11 Eylül, benim gibi milyonlarca insanın gözünde bir yas günü oldu. Şimdi o
günden neredeyse otuz yıl sonra, tesadüfler tarihinin kötücül tanrıları darbeden sorumlu tuttuğumuz o ülkeye o meşum günü, yine ölümlerle dolu yeni bir 11 Eylül, yine bir salı günü yaşattılar.
Kabul etmek gerekir ki, Şili’nin 11 Eylülünü Amerika’nınkinden farklı kılan bir hayli
etken var. Dünya üzerindeki en güçlü ülkeye yapılmış olan bu ahlâksız terörist saldırının tüm
insanlığı etkileyecek sonuçları oldu ve daha da olacak. Oysa bugün hayattaki altı milyar insandan pek azı Şili’de neler olduğunu hatırlayabiliyor ya da bundan sonra hatırlayacak.
128
Benim, canlandırmaya çalıştığım benzerlikler basit ve yüzeysel bir kıyaslamanın, örneğin hem 1973’te Şili’de hem de bugün ABD’de göklerden inen terörün ulusal kimliğin sembollerini (Santiago’da Başkanlık Sarayı’nı, New York ve Washington’da ise finansal ve askeri
gücün sembollerini) yerle bir etmiş olması gibi bir kıyaslamanın ötesine geçebilecek nitelikte.
Hayır, ben burada daha derin bir şeyden, benzer bir acıdan, bizim Şili’de o 11 Eylül günü
yaşadığımızı andıran benzer bir şaşkınlıktan, ne yapacağını bilememe halinden bahsediyorum.
Bunun en olağandışı örneği ise, hâlâ gözlerime inanamasam da, geçen haftalarda ekranlarda gördüğüm, ellerinde oğullarının, babalarının, karılarının/kızlarının fotoğraflarıyla New
York sokaklarında dolaşıp, onların hâlâ yaşayıp yaşamadığını öğrenmeye çalışan, en ufak bir
bilgi kırıntısı için rastladıkları yetkililere dilenen yüzlerce insandı. Bütün ABD, kayıp
(desaparecido) olmanın, kaybedilmiş olan o sevgili erkekler ve kadınlar hakkında bilinen
hiçbir şey olmamasının, onlar için cenaze töreni bile düzenlenememesinin ne demek olduğuna
yakından bakmak zorunda kaldı.
1973 askeri darbesinde ve onu izleyen günlerde benim gibi insanların kendi kendilerine
mırıldandığına benzer sözler duydum o ekranlardan tekrar tekrar: “Bunlar bizim başımıza
gelmiş olamaz. Böylesine korkunç bir şiddet bizim değil başkalarının başına gelir, bu yıkımı
sadece filmlerden, kitaplardan ve uzaklarda çekilmiş fotoğraflardan tanıyoruz biz.” Yirmi
sekiz yıl önce de bugün 2001’de de aynı kelimeler vurgulanıyordu: “Masumiyetimizi kaybettik, dünya asla eskisi gibi olmayacak.”
Elbette patlayıcı bir sonuç yaratan şey, Kuzey Amerika’nın vatandaşlarının kendilerini
dünyanın talihsiz halklarının başına gelen acılar ve felaketlerden muaflarmış gibi tasavvur
etmelerine imkân tanıyan o meşhur istisnacılıkları oldu.
Bu kıyameti andıran felaketin Amerikan halkına verdiği büyük acıya, yeri doldurulamaz
kayıplara karşın, merak ediyorum acaba bu olay, hani bazı milletlere zaman zaman tanınan o yenilenme ve kendinin farkına varma şanslarından biri olabilir mi? Bu büyüklükte bir kriz yenilenmeye ya da çöküşe sebep olabilir. İyi ya da kötü, barış ya da savaş, saldırı ya da uzlaşma, intikam
ya da adalet, bir toplumun silahlandırılması ya da insanileştirilmesi için kullanılabilir.
Amerikalıların travmalarını atlatabilmelerinin, içlerindeki korkuyla başa çıkıp kendilerini birden sarıveren güvensizlik ortamında yaşamayı ve ayakta kalmayı sürdürebilmelerinin
yollarından biri de, çektikleri acının benzersiz ve özel olmadığını, uzaklarda bir yerlerde buna
benzer beklenmedik olaylara ve uzun süren bir şiddete, sürekli bir kayba maruz kalan başka
bir sürü insana bağlı olduklarını kavramalarıdır; tabii eğer ortak in sanlığımızın o geniş aynasına bakmaya niyetleri varsa.
Teröristler ABD’yi bir şeytan devlet olarak yalnız bırakmayı istediler. Fakat gezegenimizin geri kalan kısmı, birçok halk, Amerikan şiddetine, kibrine ve müdahalesine maruz kalmış çok sayıda ülke ve insan, benim de kategorik olarak yaptığım gibi bu ABD’yi şeytanlaştırma girişimini reddettiler.
129
Bunu görebilmek için, neredeyse tüm dünyadan hep bir ağızdan çıkarmışçasına dökülen
üzüntü ifadelerini, yardım tekliflerini, dayanışma açıklamalarını, bu kitlesel kıyımın kurbanlarını kendi kurbanlarımız olarak kabul etme kararlılığına bakmak yeterlidir. Geriye ise sadece,
gezegenimizin en muktedir gücüne gösterilen bu samimi şefkatin karşılığını bulup bulmayacağını görmek kalıyor.
Çünkü bu ülkenin, ABD’nin erkeklerinin ve kadınlarının, o ümit ve hoşgörü dolu insanların
başkalarına, türümüzün diğer üyelerine aynı empatiyle yaklaşıp yaklaşmayacakları hâlâ meçhul
Acıyla küllerinden dirilerek güçlenen Yeni Amerikalıların, hepimizin paylaştığı, o mahvolmuş insanlığı onarmak gibi çel m bir çabaya omuz vermeye hazır olup olmadıklarını gelecek yıllarda göreceğiz. Bir kez daha, bir tek korkutucu 11 Eylül için daha ağıt yakmak zorunda kalmayacağımız bir dünyayı hep beraber yaratmak için...
(3 Ekim 2001, Independent)
AMERİKA’NIN TEK UMUDU,
KENDİSİNE BAŞKALARININ GÖZLERİYLE
BAKABİLMEKTE YATIYOR
Terry Eagleton
Kuran’ın zındıkça karşıtını temsil eden şey Şeytan Ayetleri değil, İslami
fundamentalizmin ta kendisidir. Yine de çoğu ideoloji, yaptığı şeyler ile yaptığını söylediği
şeyler arasına bir ayrım çizgisi koyarak etkisini sürdürür.
Bu çerçevede, adalet ve merhamet tanrısı olan Allah’a inanmak ile masum Amerikan yurttaşlarını katletmek ya da bir kadının tecavüz tanıklığını baştan geçersiz saymak arasında hiçbir bilinçli
çelişki yoktur. Fakat buna benzer biçimde, bir yandan Kamboçyalılara yönelik bir katliam düzenlerken, Iraklı çocukların ölümüne yol açacak bir ambargoyu sürdürürken ve yönetim sisteminde fiilen
tek partili bir rejimi uygularken, öbür yandan kendinizin özgürlüğün esas kalesi olduğunuza inanmanızda da bilinçli bir ikiyüzlülük izine rastlayamazsınız. Rastlayamazsınız, çünkü inanmak ile
gerçekler birbiriyle kıyaslanamaz alanlara ait şeylerdir. “Özgürlük âşığı halklar” gibi basmakalıp
deyişler, gerçekler kadar yüz kızartıcı dünyevi olgulara dayanarak geçersiz sayılmaz.
ABD’nin, kendine yönelik bu ahlâksızca saldırının peşinden, kimin her zaman diyalojik
olduğu ve kimin Wittgenstein’daki, kendisine boyunun ne kadar olduğu sorulduğunda, elini
başının üstüne koyarak cevap veren adam gibi davranmaktan vazgeçtiğini kabul edeceği doğrultusunda, zayıf da olsa bir umut bulabilmemizin bir nedeni budur.
Maymunlar Gezegeni’nde Amerikalı kahraman, basketbol oynayan genç maymunları
ararken akla hayale sığmayacak derecede uzaktaki bir gezegene varır. Bu durum bir parça,
Nebraska’ya inen UFO’lardan, tuhaf üçgen gözleri olan, cücemsi Amerikalı yurttaşların çıkmasına benzemektedir.
130
Amerika’nın tek umudu kendisine başkalarının gözleriyle bakmasında yatıyor, fakat dünyanın en korkulacak derecede darkafalı uluslarından birisinin şimdi dünyanın istisnasız her köşesine burnunu sokması demek olan küreselleşme, onun kendisinin yabancı gözüyle görüntülerini yansıtabilecek aynaları kırıp paramparça eden bir etki gücüne de sahip. Yeryüzü yassılaşıp
tek bir uzama yayılırken, ortalama düzey de kesin bir biçimde aşağılara doğru iniyor. Şimdi
uygarlık ile barbarlık karşı karşıya; başka bir deyişle, Montana’nın fundamentalist fanatikleri,
Necip Mahfuz ya da Abdül Hâkim Kasım gibi sanatçıların bilgeliğiyle karşı karşıya.
Kapitalizm ile Kuran -ya da onun bir versiyonu- arasındaki çatışmada, uluslar aşırı iki
hareket karşı karşıya gelmiş durumdalar. Şimdilik, uğradığı gaddarlığın verdiği acılarla
ABD’nin, aynı derecede sınır tanımayan düşmanları karşısında moral bir üstünlük sağlamış
olduğunu söyleyebiliriz. Fakat kısa süre içinde bu moral üstünlüğün yarattığı fırsatların çarçur
edileceğinden emin olabiliriz.
(4 E kim 2001, London Review of Books)
SALDIRININ TOHUMLARI,
AMERİKA’NIN SOL’A YÖNELİK
TOPLU KATLİAMLARINDA ARANMALIDIR
Fredric Jameson
Son “olaylar” üzerine yorumda bulunmakta oldukça gönülsüzüm, çünkü bu olaylar, tarihin kendisi gibi, henüz eksik parçalardan oluşuyor ve olayların tamamlanmış olduğunu bile
daha kimse söyleyemiyor.
Kuşkusuz ilk planda yapılabilecek bazı yorumlar vardır; özellikle de, gösterilemez olanı
göstermek için duygusal roller kesmeye niyetli bir Beyaz Saray’ın bilinçsizce dayattığı ucuz
kendini acındırma hallerine bağlı olarak, medyanın olaylara yaklaşımının mide bulandırıcılığı
konusunda. Nedir Beyaz Saray’ın göstermeye çalıştığı şey: “Amerikalılar Pearl Harbour’dan
beri hiç bu kadar bir araya gelmemişlerdi.” Sanırım bunun anlamı, Amerikalıların tamamen
yapay bir şekilde yaratılmış olan bu medya konsensüsüyle çelişen herhangi bir şey söylememe korkusunda birleştikleriydi.
Yine de tarihsel olaylar belirli bir ana sıkışmazlar, kendilerini ancak tedrici bir süreç
içinde dışa vurarak, o anın öncesine ve sonrasına yayılırlar. Amerikalıların Usame bin Ladin’i
Soğuk Savaş sırasında (ve özellikle Sovyetler’in Afganistan’la savaşı sırasında) kendilerinin
yarattığına, dolayısıyla ortada zıtların birliğini akla getiren bir metin örneği bulunduğuna işaret etmek kuş kuşuz gereklidir.
Ancak saldırının tohumlarını bundan daha derinlerde aramalıyız. Saldırının tohumları,
Amerikalıların daha önceki dönemler de Sol’a karşı sistematik biçimde cesaretlendirip yönettikleri toplu katliamlardadır. Irak ve Endonezya komünist partilerinin fiziksel olarak ortadan
kaldırılması, şimdi tarihsel olarak bastırılmış ve unutulmuş olsa bile, çağımızda yaşanan her-
131
hangi bir soykırım kadar iğrenç suçlardı. Yine de bu sürecin sonuçlarının kendiliğinden bir
gelişim seyri içinde ortaya çıktığına, geride elle tutulur derecede ciddi bir kitlesel Sol alternatif bulunmadığı için, Üçüncü Dünya halklarının isyan ve direnişlerinin ister istemez dinsel ve
“fundamentalist” arayışlara kaydığına dikkat çekmeliyiz.
Gelecekte neler olabileceği konusuna gelince, hiç kimsenin (anlaşılan kendi hükümetimiz dâhil olmak üzere), bize hemen girişileceği vaat edilen ve açık ya da örtülü tehditler eşliğinde tezgâhlanan “terörizmle savaş”ın neye benzeyebileceği konusunda somut bir fikri yok.
Ancak bu konuda net görüşler oluşturana kadar da bir Eylül gününde gerçekleştiğini zihnimizde taşıdığımız “olaylar”ın tatmin edici bir tablosunu çizmemiz mümkün değil. Bununla
birlikte, bütün bu belirsizliklere rağmen, geleceğin iki tarafa da iyilik getirmeyeceğini düşünmek gerçeğe en yakın cevap olacak.
(4 Ekim 2001, London Review of Boohs)
SAVAŞI BAŞLATIYORUZ
George W. Bush
Emirlerim üzerine, ABD ordusu Afganistan’da El Kaide’nin terörist kamplarına ve Taliban rejiminin askeri yapılanmasına karşı saldırıya başladı.
Hedefleri büyük bir titizlikle belirlenen bu eylemler Afganistan’ın terörist operasyonlar
için bir üs olarak kullanılmasını engellemeye ve Taliban rejiminin askeri kapasitesini yok
etmeye yönelik olarak tasarlandı. Bu operasyonda sadık dostumuz Britanya da bizim yanımızda. Aralarında Kanada, Avustralya, Almanya ve Fransa’nın da bulunduğu diğer yakın
dostlarımız operasyon ilerledikçe askeri kuvvet yardımında bulunmayı vaat ettiler.
Ortadoğu’da, Afrika’da, Avrupa ve Asya’da kırktan fazla ülke bu operasyon için hava
sahasını ya da topraklarını açtı. Birçok ülke istihbarat bilgilerini paylaştı. Tüm dünyanın ortak
iradesi tarafından destekleniyoruz.
Bundan iki hafta önce, Taliban liderlerine son derece açık ve belirgin bazı talepler sundum: Eğitim kamplarınızı kapatın. Kaide’nin liderlerini teslim edin, ülkenizde haksız biçimde
gözaltında tutulan Amerikan vatandaşlarının da aralarında bulunduğu yabancı uyrukluları
serbest bırakın.
Bu taleplerin hiçbiri karşılanmadı. Şimdi Taliban bir bedel ödeyecek. Kampları yıkıp,
iletişimi çökerterek bu terör ağının yeni üyeler eğitmesini ve şeytani planlar geliştirmesini
güçleştireceğiz.
Başlangıçta teröristler mağaralara ya da başka gizli yerlere saklanabilirler. Askeri harekâtımız aynı zamanda, onları buralardan çıkarıp adalete teslim etmeye yönelik sağlam, kapsamlı ve sürekli operasyonların önünü açacak şekilde tasarlanmıştır.
132
Aynı zamanda, Afganistan’ın baskı altındaki halkı Amerika’nın ve müttefiklerimizin
cömertliğini de anlayacak. Askeri hedefleri vururken, Afganistan’ın mahrumiyet içindeki,
açlık çeken erkeklerine, kadınlarına ve çocuklarına havadan gıda ve ilaç yardımında bulunacağız. ABD, Afgan halkının dostudur. Biz, dünyanın dört bir yanında İslam inancını paylaşan
1 milyar insanın dostuyuz.
ABD, teröristlere ve büyük bir dini onun adına cinayet işleyerek lekeleyen barbar canilere
düşmandır. Bu askeri harekât, terörizme karşı seferberliğimizin bir parçasıdır. Savaşın bir başka
cephesine diplomasi, istihbarat, mali varlıkların dondurulması ve tanınmış teröristlerin otuz
sekiz ülkede yasaları koruyan güçler tarafından yakalanması yoluyla zaten katılımda bulunuldu.
Düşmanlarımızın karakterini ve uzaklığını dikkate alırsak, bu çatışmayı başarılarımızı sabırla biriktirerek, bir dizi güçlüğü direngenlik, kararlılık ve iradeyle karşılayarak kazanabiliriz.
Bugün Afganistan’a odaklanıyoruz. Ama savaş daha da kapsamlıdır. Her ülkenin bir
tercih yapması gerek. Bu çatışmada tarafsız bir zemin yok. Hangi hükümet kanun kaçaklarını
ve masumların katillerini desteklerse, kendisi de kanun kaçağı ve katil olacaktır. Ve bu yolda
tek başına kendini tehlikeye atarak yürüyecektir. Bugün size Beyaz Saray’ın Antlaşma Odası’ndan Amerikan başkanlarının barış için çalıştığı bir mekândan sesleniyorum.
Biz barışçı bir ülkeyiz. Fakat apansızın ve çok trajik bir biçimde öğrendiğimiz gibi, birdenbire gelen terörün yaşandığı bir dünyada barış olamaz. Bugünün yeni tehdidinin karşısında, barışın peşinden gitmenin tek yolu, onu tehdit edenlerin peşine düşmektir. Bu görevi biz
istemedik, ama yerine getireceğiz. Bugünkü askeri harekâtın adı Kalıcı Özgürlük. Sadece bizim temel özgürlüklerimizi değil, ama her yerdeki insanların korku duymaksızın yaşama ve
çocuklarını yetiştirme özgürlüğünü savunuyoruz.
Biliyorum ki, bugün birçok Amerikalı korku içinde. Sizi temin ederim ki hükümetimiz
sıkı önlemler alıyor. Bütün güvenlik güçleri ve istihbarat teşkilatları Amerika’da ve bütün
dünyada, zamana karşı hırslı bir çaba içinde.
Benim isteğim üzerine birçok vali havaalanlarının güvenliğini arttırmak üzere Ulusal
Muhafızları harekete geçirdi. Askeri kapasitemizi arttırmak ve yurdumuzun korunmasını güçlendirmek üzere yedekleri göreve çağırdık. Gelecek aylarda sabrımız kuvvetimiz olacak. Sıkı
güvenlik önlemlerinden kaynaklanan uzun bekleyişler karşısındaki sabrımız ve hedeflerimize
ulaşmanın zaman alacağını kavramamız, gelecek bütün sıkıntılara fedakârlıklara katlanmamız
bizim kuvvetimiz olacaktır.
Bugün, yurdumuzdan uzaklarda bizi savunan silahlı kuvvetlerimizin üyeleriyle onların
vakur ve endişe içindeki aileleri bu fedakârlıklara katlanıyor. Bir komutan ancak uzun duaların ardından, onların korunmasına büyük bir özen gösterdikten sonra Amerika’nın oğullarını
ve kızlarını yabancı topraklarda savaşmaya gönderdi.
Bizim üniformamızı giyenlerden çok şeyler bekliyoruz. Onlardan sevdiklerini geride bırakmalarını, uzun bir yol kat etmelerini, yaralanma riskine girmelerini, hatta nihai bir fedakârlık olarak hayatlarım kaybetmeye hazır olmalarını istiyoruz.
133
Onlar kendilerini adamışlar. Onlar onurlu insanlar. Onlar ülkemizin en iyileri, onlara
minnettarız.
Ordumuzdaki bütün erkeklere ve kadınlara, her denizciye, her askere, her havacıya, her
sahil koruma muhafızına, her deniz piyadesine şunu söylüyorum: Göreviniz tanımlanmıştır.
Hedefleriniz açıktır. Amacınız doğrudur. Size güveniyorum. Görevinizi yerine getirmek için
ihtiyaç duyduğunuz her şeye sahip olacaksınız.
Kısa bir süre önce, Amerika’nın bu zor zamanlardaki hali hakkında birçok şey anlatan
dokunaklı bir mektup aldım, babası orduda görevli dördüncü sınıftaki bir kız öğrenciden geliyordu. “Babamın savaşmasını ne kadar istemesem de, onu size vermek istiyorum.”
Bu çok kıymetli bir hediye. Onun verebileceği en büyük hediye. Bu genç kız Amerika’nın ne demek olduğunu biliyor.
11 Eylül’den beri, Amerika’da bütün bir genç kuşak özgürlüğün değeri ve bedeline dair,
yüklediği görevlere ve beklediği fedakârlıklara dair yeni bir anlayış kazandı.
Savaşa birçok cepheden katılınıyor. Vazgeçmeyeceğiz, yorulmayacağız, tereddüt etmeyeceğiz ve yenilmeyeceğiz. Barış ve özgürlük galip gelecek.
Teşekkür ederim. Tanrı Amerika’yı kutsamayı sürdürsün.
(7 Ekim 2001, Ulusa Sesleniş)
BOMBALAR, TERS TEPME VE GELECEK
Tarık Ali
Pakistan’daki askeri yönetim son üç hafta boyunca, hazırlanan felaketi önleme çabası
içinde Taliban’ı Usame bin Ladin’i teslime ikna etmeye çalıştı. Fakat bu amacında başarılı
olamadı. Usame, Taliban lideri Molla Ömer’in damadı olduğu için bu sonuç pek de şaşırtıcı
değil aslında. Asıl merak uyandıran soru, Pakistan’ın askerlerini, resmi görevlilerini ve pilotlarını Afganistan’dan çektikten sonra, Taliban’ı bölmeyi ve kendine tamamen bağlı grupları
örgütten koparmayı becerip beceremediği. Askeri rejimin, ilerde Kabil’de oluşturulacak bir
koalisyon hükümetinde nüfuz sahibi olabilmesi açısından kilit önemdeki amaçlarından biri
olmalı bu. Pakistan ile Taliban arasındaki ilişkiler bu yıl çok gergindi. Pakistan kardeşlik bağlarını perçinlemek için altı ay önce Afganistan’a dostluk maçı için bir futbol takımı gönderdi.
İki takım Kabil stadyumuna adım atar atmaz, güvenlik görevlileri sahaya girip Pakistanlı futbolcuların “edepsiz” kılıklar içinde olduğunu söylediler. Afgan takımı dizin oldukça altına
kadar inen şortlar giyerken, onlar normal kısa şortlarla sahaya çıkmışlardı. Belki de Pakistanlıların kımıl kımıl baldırlarının tamamı erkek olan izleyiciler arasında kargaşaya sebep olacağını düşünmüşlerdir, kim bilir? Tabii Pakistan takımı tutuklandı, futbolcuların kafaları traş
edildi ve stadyum ahalisi zorla Kur’an’dan ayetler okurken onlar herkesin önünde kırbaçlandılar. Molla Ömer’in Pakistan ordusunun kafasına kurşun sıkma yöntemi böyleydi.
134
Kabil ve Kandahar’ın ABD ve onun sadık müttefiki Britanya tarafından bombalanması,
“Taliban eksi Pakistan grubu artı Bin Ladin’in kendisinin kurduğu Cihad Enternasyonali’nden
kalma Araplardan oluşan özel birliği”nin savaş gücünü pek etkilemeyecektir, mesele asker sayısıysa tabii. Bu birleşik kuvvetin şimdilik 20-25 bin kıdemli savaşçıdan oluştuğu tahmin ediliyor.
Yine de Taliban son derece etkili bir biçimde kuşatıldı ve tecrit edildi. Yenilgiye uğramaları
kaçınılmaz. Ülkenin iki önemli komşusu, Pakistan ve İran onlara karşı. Bu durumda saldırılara
birkaç haftadan fazla dayanmaları imkânsız. Güçlerinin bir kısmının dağlarda saklanacağını,
Batı’nm tamamen çekilmesini bekleyeceğini, sonra da Roma’daki rahat villasından çıkan seksenlik Kral Zahir Şah’ın Hotel Intercontinental’den başka yıkılmamış binanın kalmadığı Kabil
harabeliğinde kuracağı yeni rejime saldıracağını öngörmek içinse kılavuza gerek yok.
Batının desteklediği Kuzey İttifakına gelince... Onlar Taliban kadar dindar değiller, fakat
başka faaliyetlerdeki sicilleri en az Taliban kadar feci. Geçen yıl eroin pazarının büyük bölümünü ele geçirdiler ve böylece Blair’in, “Bu savaş aynı zamanda uyuşturucuya karşı savaştır,” iddiasını alay konusu yaptılar. Onların Taliban’dan daha ileri oldukları düşüncesi, kargaları bile
güldürür. Çünkü bu insanların ilk içgüdüleri, düşmanlarından en kesin biçimde intikam almak
olacaktır. Bir zamanlar Batı’nın gözde “özgürlük savaşçısı” olan, Beyaz Saray’da Reagan
Downing Street’te Thatcher tarafından ağırlanan Gülbeddin Hikmetyar’ın ayrılması, son günlerde Kuzey İttifakını biraz zayıflattı. Bu adam artık gâvurlara karşı Taliban’ı desteklemeyi kafasına koymuş durumda. Evet, yerel ve bölgesel düşmanlıklar dikkate alındığında Afganistan’ı
yeni bir “uydu devlet” olarak “elde var bir" saymanın kolay olmadığı görülüyor.
Köşeye sıkışmış ve kendi ülkesinde yenilgiye uğramış Taliban’ın Pakistan’a yönelip,
kentlerde ve sosyal yapılanmada huzursuzluğa sebep olması ihtimali de bir başka büyük endişe kaynağı. Peşaver, Kuetta ve Karaçi özellikle çok hassas yerler. Böyle bir şey olursa, “zafer”ini kazanan Batı her zaman olduğu gibi gelişmeleri görmezden gelecektir.
Operasyonun asıl amacına gelince... Usame bin Ladinin yakalanması göründüğü kadar
kolay olmayabilir. Ladin, Pamir dağlarında saklanıyor olabilir, ayrıca planlarını geçen üç hafta içinde yaptığından, pekâlâ ortadan kaybolmayı da becerebilir. Ama Batı yine zaferini ilan
edecek, vatandaşlarının kısa süreli hafızalarına güvenecektir. Oysa bir an durup bin Ladin’in
yakalandığını ve öldürüldüğünü düşünelim. Bunun “terörizme karşı savaş”a ne faydası olacak
acaba? Başkaları çok kolayca 11 Eylül saldırılarını farklı biçimlerde taklit edebilirler. Daha
önemlisi, odak noktasının Ortadoğu’ya kayacak olması.
Gelelim Suudi Arabistan’a. Kraliyet ailesi içindeki hizipler mücadelesi giderek derinleşiyor. Ölümü bekleyen Kral Fahd ve maiyeti, saray içinde bir darbe yapılması ihtimalinden
korkarak üç büyük uçağa doluşup İsviçre’ye gittiler. Böylece yönetimden sorumlu Veliaht
Prens Abdullah ve rakibi Prens Sultan’ın destekleri zayıfladı. Suudiologlar Veliaht Prens’in
Vahhabi mollalara yakın olduğunu söylüyorlar. Böyle bile olsa, son derece öfkeli sokak gösterileriyle karşı karşıya kalacağı muhakkak. Tıpkı Mısır’daki Hüsnü Mübarek gibi. Mübarek
de çok endişeli ve askerlerini kullandırmayacağını söyleyerek NATO ittifakına mesafeli durmayı tercih etti. Kahire’de sokaklar öfkeli insanlarla dolu
135
Eğer bu iki ülkede halk galeyana gelirse, Washington’un bağımsız Filistin devletinin
kuruluşu için bastırmaktan başka çaresi kalmayacak. Ancak 11 Eylül’ün sonuçlarını haritaya
dökmek için henüz zamanın erken olduğunu söylemeliyiz. (8 E kim 2001, Z Magazine)
SİLAHLI SALDIRININ BAŞLAMASINA TEPKİ
Noam Chomsky
ABD ve Britanya beklenen cevabı verdi. Duyduk ki füzelerle ve yüksekten uçan bombardıman uçaklarıyla saldırılmış; bunun yanında Taliban’ın denetimindeki bölgelere, yani
ülkenin neredeyse tamamına havadan gıda yardımı yapılmış. Niyeti gizlemek için en ufak bir
girişimde bile bulunulmadan tezgâhlanmış, apaçık bir reklam faaliyeti bu. Saldırıların merkez
üssü, muhtemelen protesto korkusundan dolayı, Müslüman dünyanın tamamen dışında bir
yer. Güvenilir birkaç söz edebilmek için vakit henüz çok erken ve olup bitenler hakkında çok
az şey biliyoruz. Ama Boston Globe’un Kahire’den geçilen, “ABD saldırıları korku ve protestolarla karşılandı” başlıklı, Mısırlı bir garsonun, “Hem sana yemek vereceğim, hem de seni
öldüreceğim ha? Bunu düşündükçe deli oluyorum,” şeklindeki sözlerini de aktaran haber, genel havayı yakalamış.
Doğrusu, ABD’nin Tony Blair aracılığıyla açıkladığı kanıtların zayıflığını görünce biraz
şaşırdım. Tarihte görülmüş en yoğun uluslararası soruşturmanın ardından Usame bin Ladin ile
11 Eylül saldırıları arasında bağlantı kuran pek az şey bulabilmişler; hiç kaynağım olmadan
benim bile tahmin edebildiklerimden daha az. Bu da birçok uzmanın vardığı, saldırıyı düzenleyenlerin belli bir merkezi olmayan, iletişimin pek az olduğu ve kolay kolay sızılamayacak
bazı ağlara dâhil olduğu sonucunu destekliyor. Taliban hakkındaki suçlamalar ise gerçekte
varolmayan suçlara tekabül ediyor. Eğer şüpheli teröristlere yataklık etmek bombardımana
maruz kalmayı gerektiren bir suç ise, o zaman ABD dâhil olmak üzere dünyanın hemen hemen bütün ülkelerinin derhal bombalanması gerekiyor. Bu, yorum bile gerektirmeyecek kadar
apaçık bir durum. Ayrıca Batı, bombalamak gibi geleneksel fakat tarihin yeniden yazılması
sırasında gözden rahatlıkla kaçacak bir tavrı tercih edip, Taliban’ın görüşme ve Usame bin
Ladin’i teslim etme tekliflerini basitçe geri çevirdiği için bu önerilerin ne derece ciddi olduğundan da emin değiliz. Geçmişin sistematik bir biçimde çarpıtılmasının kendisi başlı başına
acıklı bir durum olabilir, ama aynı zamanda bir kez daha gördüğümüz gibi insanlar açısından
ciddi sonuçlara yol açabiliyor.
Oysa 11 Eylül saldırısından bile daha yıkıcı terör saldırılarına maruz kalmış başka devletlerin izlediği, daha adil çözümler de var. Bunların değerlendirmeye bile alınmaması gerçekten
çok şaşırtıcı. Basında bazı uygun çözümlere, Uluslararası Adalet Divanı’nın ve BM Güvenlik
Konseyinin kararları (ki ABD bu kararları veto etmiştir) çerçevesinde tamamen tartışmalı olan
örnek olaylara dair hiçbir şey görmemek beni şaşırttı, anlaşılan bunların hiçbiri bilinmiyor. Bugün manşetlere baktığımızda, Orwell'ı şaşkınlıktan ağzı açık bırakacak derecede tarihsel bir
revizyonizm başarısına, hiç de küçümsenmeyecek bir ideolojik başarıya şahit oluyoruz.
136
Bombalama tehdidi ve Pakistan’ın ABD'nin talebi üzerine (New York Times’a inanacak
olursak tabii) sınırını kapatması yüzünden gıda yardımı yapılamadığı için (uluslararası yardım
çalışmalarının da gösterdiği gibi, buna daha ilk günden, üstelik sadece havadan değil (bunu
engelleyecek bir şey yoktu çünkü karayoluyla da başlanması gerekirdi) kaç masum Afganlının
öldüğünü bilemiyoruz. Gerçekten de cesaretle, içten içe bazı sürprizler bekliyorum ben, geleneksel davranış kalıplarından bazı sapmalar olsun istiyorum. Çünkü bu olmadığı sürece, Afgan halkı açısından karanlık bir gelecek söz konusu. Şiddet sarmalının gayet iyi bildiğimiz
biçimde tırmanmasının korkunç sonuçlara yol açması işten bile değil.
(8 Ekim 2001, Z Magazine)
SAVAŞ DÜNYANIN SİYASETEN EN TEHLİKELİ
TEKTONİK PLAKASINI ZORLUYOR
Robert Fisk
Gezegenin en büyük askeri gücü, dünyanın en yoksul ve en yorgun Müslüman ülkesine yönelik bir bombardımana başladı. Bombalarımızın yanında kaç somun ekmek atıldığı değil mesele,
acaba saldırılardan sonra gerçekten bu ekmekleri toplayabilecek Afgan kalacak mı ortada?
Afganistan’da suçluların yanında masumları öldürmememiz mümkün mü? En gelişmiş
füzelerimizi bile kullansak böyle bir felaketten kaçınmamız söz konusu olabilir mi? Bu saldırılarla Usame bin Ladin’i cezalandırdığımızı söyleyebiliriz. Hatta buna inanabiliriz. Fakat
aynı şeye İslam dünyası da inanacak mı?
Son dört haftadır durmadan bir koalisyondan bahsediliyor, ama öyle bir koalisyon ki bu,
Pakistan, Suudi Arabistan ve Özbekistan’ın küçük diktatörlüğünü saymazsak, peşi sıra sürüklediği tek bir Müslüman ülke yok.
Geceleri Afganistan semalarına çıkan bir tek Suudi ya da Kuveytli pilot yok. Bu bir Batı-Müslüman koalisyonu değil. Hayat standartları neredeyse Ortaçağ düzeyindeki Müslüman
bir ülkeyi bombalıyor Batı ve bunu tek başına yapıyor.
Sanıyorum, bombardıman saati televizyonların “prime-time”ına göre ayarlanmış. Ama
bununla bin Ladin ve şürekasını gerçekten sıkıştırabileceğimizi mi sanıyoruz acaba?
Başkan George Bush, “kararlı, kapsamlı ve sürekli” operasyonlardan bahsediyor. Peki,
ya ondan sonrası?
Kosova savaşının başlangıcını -ya da Irak’a hava saldırılarının başlangıcını- hatırlayanlarımız, hasımlarımızın nasıl da birkaç gün içinde dize gelip barış dileyeceği konusunda bize
ne büyük güvenceler verildiğini bilirler. Oysa gerçekte hiç öyle bir şey olmamıştır. Aynı şekilde, “İttifak” içindeki iki dostumuz Pakistan ile Suudi Arabistan’ın yarattığı bir canavar olan
Taliban da kolay kolay silahlarını bırakacağa benzemiyor.
137
Elbette ki bin Ladin’in sayıları en az on ikiyi bulan kamplarına füzeler ve bombalarla
saldıracağız. Bunu başarmak hiç zor olmayacaktır. Ne de olsa bizim -daha doğrusu CIA’nınbu kampları bin Ladin ve yoldaşları için inşa etmemizin üzerinden daha yirmi yıl bile geçmedi, onun için yerlerini gayet kolay bulabiliriz.
Daha- fazla zaman ve emek harcansaydı belki daha büyük bir ittifak da toparlayabilirdik, ama şimdi yaptığımız cihad kültürünün kalbine saplanıp kalmaktan başka bir şey değil.
Geçen gece ya da bugün kaç bomba attığımız da değil asıl mesele. Mesele, bundan sonraki 24 saat içinde ilk çatlakların nerelerde gözleneceğidir. Çünkü Suudi Arabistan, Pakistan
ve Afganistan, dünyanın siyaseten en tehlikeli tektonik plakasının üzerindedir.
Daha önce herhangi bir gelişme olmazsa, İslam Konferansı Örgütü’nün çarşamba günü
Katar’da yapılacak toplantısında bulabiliriz bunun cevabını. Orada bir araya gelen Müslüman
liderlerin birbirlerine neler söylediğini dinlemek ilginç -hatta ürkütücü- olacaktır.
Bay Bush’un “bomba ve adam avı” paketine insani yardım sıkıştırarak, hoşnutluk yaratan bir şey bulabilmek için elinden geleni yaptığı da doğrudur. Her zaman olduğu gibi bize,
Afganlıların düşmanımız olmadığı söylendi. 1991’de Irak’ın bombalanmasından önce de aynı
şeyler söylenmişti. 1985’te Libya’ya bombalar yağdırmamızdan önce de. Amerikalılar
1982’de Lübnan'ı bombalamadan önce de bu tür laflar etmişlerdi. Hatta aslına ha karsanız,
1956’da Süveyş Kanalı’nda Mısırlılar bombalanmadan önce de bunlar söylenmişti. Orası öyle
de, acaba Müslüman dünya bunlara inanacak mı?
Yirmi birinci yüzyılın bu kasvetli anına küçük bir dipnot olsun diye soruyorum: Sahi bu
arada, kötü adamların yasalar gereğince cezalandırılmasını sağlayacak bir yargı süreci, bir
mahkeme, herhangi bir yasal düzenleme hazırlıyor muyuz?
Önümüzdeki birkaç gün içinde liderlerimizin cevaplamasının mümkün olmadığı sorulardan biri budur işte.
(8 Ekim 2001, Independent)
ÖNCE BOMBALAR, SONRA REFORM
Graham E. Fuller
Afganistan’a yönelik askeri harekâtın tek temel hedefe, Usame bin Ladin ile kurmaylarını ele geçirmeye yönelik ilk ve vazgeçilmez aşaması başlamış bulunuyor. Askeri açıdan son
aşama ise muhtemelen Keşmir ve Özbekistan’a karşı faaliyet gösteren gerilla-terörist grup
üslerine saldırmak olacak.
Afganistan’a yönelik askeri harekâtın bugünkü aşamasında büyük gedikler var. Bunlardan ilki, Pakistan’daki muhafazakâr dinci muhalefetin şiddetle tepki gösterip, rejimin istikrarını bile tehdit edebilecek olmasıdır. İkincisi, Pakistan’da askeri yetkililerin birçoğunun İs-
138
lamcı görüşler taşıması, Taliban’a yakınlık göstermesi ve Devlet Başkanı General Pervez Müşerrefe karşı harekete geçebilme ihtimalidir. Pakistan’da birçok ılımlı yetkili Taliban’ın çöküşünü, Batı cephesinde kendilerine dost, stratejik bir müttefikin yıkımı olarak görüyor ve bunun Hindistan karşısında Pakistan’ı zayıflattığını düşünüyor.
Bush yönetimi şimdiye dek Pakistan’la ilişkileri hem sopa hem havuç yöntemine başvurarak gayet akıllıca yönlendirdi. Müşerref, Pakistan halkına bizzat, Taliban rejiminin bin Ladin konusunda işbirliğine yanaşmayarak kendi kendisine ölümcül bir zarar verdiği uyarısında bulundu.
ABD ve Britanya’nın Afganistan’daki operasyonlarının çok uzun sürmemesi, Afgan nüfusunun büyük kayıplar vermemesi ya da bu kayıpların medyaya yansımaması halinde, Pakistan'ın bu krizi atlatması mümkündür. Harekât Afganistan’la sınırlı kaldığı sürece Arap dünyası muhtemelen göreli bir istikrar içindi olacaktır.
Ancak sonunda gelinen noktada, Afganistan, terörizme karşı geniş kapsamlı savaşın tek
askeri aşamasını oluşturabilir. Bin Ladin’i hallettikten sonra, gidişat askeri açıdan değil, ama
diplomatik koşullar açısından daha fazla zorlaşacaktır.
Şimdi bunun sebebine gelelim: Terörizmle mücadele kampanyasının sonraki aşamaları, beraberinde Arap rejimleri ve halklarının hassasiyetle yaklaştığı Lübnanlı ve Filistinli gerilla gruplarıyla savaşmayı getirecektir ve bu da koalisyonun uzun vadeli birlikteliğini tehdit edebilir.
Bu yönetim uluslararası niteliğe sahip terör örgütlerinden hangilerini hedef alacağını büyük bir dikkatle belirlemiş ve Filistinli örgütleri bu tanımın dışında bırakmıştır. Bin Ladin’in
ABD çıkarlarına yönelik eylemlerinde Filistinlilerin pek az görünmesi de gerçekten çarpıcıdır.
Üstelik Müslüman dünyanın büyük bir bölümü, ABD’nin Filistinli gerillalara saldırısının, İsrail’le mücadelelerinde Filistinlilerin silahsız bırakılması, Filistinlilerin İsrail devleti ve
ordusunun yıkıcı gücü karşısında çaresizliğe terk edilmesi anlamına geldiği görüşündedir.
Açıkçası burada derin ahlâki belirsizlikler söz konusudur. Aynı zamanda pratik bazı sorunlar da vardır: ABD, Filistinli gerilla güçlerini ortadan kaldırma konusunda İsrail’den daha
fazla askeri etkiye sahip değildir. Bu yüzden harekâtın sonraki aşamalarının istihbarata, güvenlik güçlerinin çalışmalarına ve uluslararası işbirliğine yoğunlaşması daha muhtemeldir.
Bush’un Irak’a yönelik stratejisi de kilit bir sorundur. Saddam Hüseyin rejiminin dünyanın
en kötü yönetimi olduğu pek tartışma götürmez. Fakat Bağdat ile bin Ladin arasında ciddi bağlar
bulunduğuna dair pek az kanıt mevcuttur, bu yüzden terörizme karşı savaşın bir parçası olarak
Saddam Hüseyin’e yeni saldırılar düzenlemek zordur. Böyle bir yol seçmek, Arap dünyasının rejimleri ve halklarının devrelerine aşırı yüklenmek olur. Bağdat’ın seferberliğin bundan sonraki
kısmının sonuçlarına bağlı olarak bir süre arka koltukta oturması gerekecektir.
ABD’nin giriştiği eylemler, eğer akıllıca ele alınır ve başarılı sonuçlar verirse, uluslararası terörizmin sınırları aşma becerisine ciddi bir darbe indirebilir. Uzun vadeli hedef de ancak
bundan sonra belirecektir, dolayısıyla en zorlayıcı olanı budur: Terörizmin derindeki köklerini
ve sebeplerini ortadan kaldırmak.
139
Sonuçta, dünyanın büyük bir kısmında hâkim olan, 11 Eylül saldırılarının masumları kurban almasının trajik olduğu, ama ABD’nin bir biçimde “bunu hak ettiği” görüşü saldırıların kendisinden daha korkutucudur. Hoşnutsuzluğun uğraşılması gereken derindeki kaynakları bunlardır.
Katı, sertlik yanlısı bir güvenlik stratejisi, yerini rejimin reformuna, siyaseten liberalleşmeye ve
hatta başka devletlerin çıkarlarına daha duyarlı, sadece ABD’nin çıkarlarım gözetme konusunda
daha az sabit fikirli bir ABD dış politikasına odaklanan, liberal bir stratejiye bırakmalıdır.
(8 Ekim 2001, Los Angeles Times)
HÂLÂ TARİHİN SONUNDAY1Z
Francis Fukuyama
Pek çok siyasal yorumcu, 11 Eylül’de yaşanan trajedinin, benim bundan on yıl kadar
önce dile getirdiğim tarihin sonuna vardığımıza ilişkin sözlerimin tamamıyla yanlış olduğunu
kanıtladığını iddia etti. Yorumcular korosu olayın hemen akabinde fikirlerini dile getirmeye
başladılar. Bunlardan George Will, tarihin tatilden geri döndüğünü; Fareed Zakaria ise tarihin
sonunun sonunu ilan etti.
Eşi benzeri olmayan bu saldırının tarihsel bir hadise mertebesine ulaşmadığını iddia etmek hem mantıksız, hem de 11 Eylül günü ölenlerin anısına büyük bir saygısızlık olacağı
gibi, Afganistan’a yönelik askeri saldırılara katılanlara yönelik de bir saygısızlıktır. Ancak
ben, “tarih” sözcüğünü farklı bir anlamda kullanmıştım. Bu sözcük, yüzyıllar içinde insanlığın, özgürlükçü demokrasi ve kapitalizm gibi kurumlarla nitelenen moderniteye doğru gelişimine işaret eden bir anlamda kullanılmıştı.
1989’da komünizmin çöküşünün arifesinde yaptığım gözlem, söz konusu evrimsel sürecin dünyanın giderek artan kısımlarının moderniteye yaklaştırıyormuş gibi göründüğü şeklindeydi. Özgürlükçü demokrasi ve piyasa ekonomisinin ötesine baktığımızdaysa, ortalarda ona
doğru evrileceğimiz başka hiçbir şey görünmüyordu. Bu yüzden tarihin sonu söz konusuydu.
Doğrusu, bu sürece direnen geri kalmış bölgeler yok değildi, ama insanların içinde gerçekten de
yaşamak isteyecekleri alternatif bir uygarlığı tahayyül etmek çok zordu; özellikle de sosyalizm,
monarşi, faşizm ve diğer otoriter yönetim şekilleri saygınlıklarını tamamıyla yitirdikten sonra.
Pek çok insan bu görüşe karşı çıkmıştır ve bunlar arasında kendinden belki de en çok
söz ettireni Samuel Huntington olmuştur. Ona göre, tek bir küresel sisteme doğru gelişmek
yerine, dünya bir “uygarlıklar çatışması” içinde çamura batmış halde kalacak, altı veya yedi
büyük kültürel grup birbirlerine yakınlaşmaksızın bir arada yaşayacak ve küresel çatışmanın
yeni kırılma hatlarını meydana getirecekti. Küresel kapitalizmin merkezine yönelik 11 Eylüldeki başarılı saldırının, Batı uygarlığının varlığından dahi memnun olmayan İslamcı aşırılıkçılar tarafından gerçekleştirildiği aşikar olduğundan, siyasal gözlemciler, Huntington’un “çatışma” görüşünü benim “tarihin sonu” hipotezime karşı çoğunlukla tercih eder hale geldiler.
Ama ben, son kertede kendimin haklı olduğuma inanıyorum. Her ne kadar acı verici ve
beklenmedik de olsa, son olaylardan sonra bile modernite, yoldan çıkmayacak kadar güçlü bir
140
yük katarına benziyor. Dünyanın büyük bölümü açısından baskın örgütlenme ilkesi olarak
demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi, zaman içinde genişlemeye ve yayılmaya devam edecektir. Ancak şu anda mevcut meydan okumanın gerçek kapsamının ne olduğuna kafa yormanın yararlı olacağını düşünüyorum.
Ben her zaman modernitenin kültürel bir temele sahip olduğuna inanmışımdır. Özgürlükçü demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi her zaman her yerde aynı derecede başarılı olanın. Bunların en iyi işlediği toplumlar, kökenleri her ne kadar tamamıyla rasyonel olmasa da,
belirli bazı değerlere sahip toplumlardır. Bu sebeple modern özgürlükçü demokrasinin Hıristiyan Batı dünyasında ortaya çıkmış olması bir tesadüf değildir. Zira demokratik hakların evrenselliği, pek çok açıdan Hıristiyanlığın evrenselliğinin laik bir biçimi sayılabilir.
Sayın Huntington tarafından dile getirilen asıl sorun, modernitenin kurumlarının sadece
Batı’da mı işleyebileceği, yoksa Batılı olmayan toplumlara da girişini sağlayabilecek daha
geniş hu çekiciliklerinin olup olmadığıdır. Ben, bu kuramların geniş bir çekiciliği olduğuna
inanıyorum. Bunun kanıtı, demokrasinin ve serbest piyasa ekonomisinin Doğu Asya, Latin
Amerika, Ortodoks Avrupa ve Güney Asya gibi bölgelerde gösterdiği gelişim dir. Bir başka
kanıt, her yıl Üçüncü Dünya ülkelerinden Batı toplumlarında yaşamak ve zaman içinde Batı
değerlerini asimile etmek üzere kaçan milyonlarca göçmenin varlığıdır.
Ancak İslam’da (ya da en azından fundamentalist İslam’da) Müslüman toplumları özellikle moderniteye direnmeye iten bir şeyler var gibi. Mevcut çağdaş kültür sistemleri içinde
İslam dünyası en az demokrasilere sahip olandır (bir tek Türkiye istisnaidir) ve Güney Kore
ya da Singapur örneğinde olduğu gibi Üçüncü Dünya statüsünden Birinci Dünya statüsüne
geçebilmiş hiçbir devlete sahip değildir.
Modernitenin ekonomik ve teknolojik yönünü benimseyip de demokratik politikaları ya
da Batı’nm kültürel değerlerini kabul etmeksizin bunlara sahip olabileceklerini düşünen Batılı
olmayan pek çok ülke vardır (Çin veya Singapur gibi). Yine başka ülkeler, Batı’nm hem ekonomik hem de siyasal yönünü benimseyip bunu nasıl gerçekleştireceklerini bilememektedirler
(Rıısya buna bir örnektir). Onlar için moderniteye geçiş uzun ve sancılı olabilir. Ancak bu
aşamaya varabilmelerini önleyecek aşılamaz kültürel engeller mevcut değildir.
Oysa İslam; Usame bin Laden ya da Taliban gibi moderniteyi topluca reddeden insanları meydana çıkaran yegâne kültürel sistem olarak gözükmektedir. Bu noktada karşımıza, söz
konusu insanların Müslüman topluluğun çoğunluğunu temsil edip etmedikleri sorusu çıkıyor.
11 Eylül’den beri Doğu ve Batı’daki politikacıların dile getirdikleri cevap, teröristlere sempati
duyanların Müslümanların sadece “küçük bir azınlığı” olduğu yönündedir. Bunu böyle söylemek onlar açısından çok önemlidir, çünkü Müslümanların nefret ve kinin hedefi haline gelmelerini önlemeleri gereklidir. Ancak sorun, Amerika’dan ve onun temsil ettiği şeylerden
tiksinme ve nefretin sanıldığından çok daha yaygınlaşmış olduğudur.
ABD’ye karşı intihar saldırısı düzenleyebilecek ve fiilen komplolar tezgâhlayacak insanların sayısının çok küçük olduğu bir gerçektir: Yine de böyle saldırıları yapanlara duyulan sempati
(yıkılan kulelere oh olsun demek, daha sonra formel bazı hoşnutsuzluk ifadelerinde bulunulmuş
141
olsa da içten içe ABD’nin sonunda hak ettiği karşılığı bulmasından duyulan tatmin) Müslümanların hiç de “küçük bir azınlığı”nı nitelendiriyor değildir. Tüm bunlar, Mısır gibi ülkelerdeki
orta sınıf insanlardan Batı’ya kaçan göçmenlere kadar ortak duygulan temsil etmektedir.
Bu geniş tiksinme ve nefret duygusu, İsrail’e verilen destek gibi salt Amerikan politikalarına karşı çıkmaktan fazla bir şeydir. Bu, o düzenin temelinde yatan toplumdan duyulan nefrete
işaret etmektedir. Pek çok siyasal yorumcunun spekülasyonda bulunduğu üzere bu nefretin kaynağı, Batı’nın başarısından duyulan kin ve Müslümanların kendi başarısızlıklarıdır. Ancak İslam dünyası hakkında psikolojik yorumlar yapmak yerine, radikal İslam’ın Batı’nın özgürlükçü
demokrasisine ciddi bir alternatif oluşturup oluşturmadığını sormak daha anlamlıdır.
Bizatihi Müslümanların kendileri için siyasal İslam, soyut bir düşünce olarak gerçek bir
uygulamaya göre daha çekici olmuştur. Yirmi üç yıldır fundamentalist klerikal bir rejime sahip olan İran’daki insanların çoğu (otuz yaşın altında olanların neredeyse tümü) eminim ki
çok daha özgürlükçü bir toplumda yaşamak isteyeceklerdir.
Gür seslerle ifade edildiği işitilen Amerikan-karşıtı nefret, önümüzdeki yıllarda Müslüman toplumların benimseyip gerçekleştirecekleri bir siyasal programa dönüşemeyecektir.
Tarihin sonunda olmaya devam ediyoruz, çünkü dünya politikasına egemen olmaya devam edecek tek bir sistem mevcuttur; bu da özgürlükçü-demokratik Batı’nın sistemidir. Tabii
bunu ileri sürerek, çatışmaların olmadığı bir dünyayı veya toplumlunu ayırt edici niteliği olarak kültürün ortadan kalkacağını ima ediyor değilim.
Karşı karşıya kaldığımız mücadele, birbirlerine denk ve birbirlerinden ayrı birkaç kültürün on dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sındaki büyük devletler gibi birbirlerine karşı mücadele etmesi değildir. Önümüzdeki çatışma, geleneksel mevcudiyetleri modernizasyon dolayısıyla
gerçekten tehdit altında olan toplumlardan gelen bir dizi koruma amaçlı eylemlerden oluşacaktır. Karşı saldırının kuvveti, söz konusu tehdidin ciddiyetine işaret etmektedir. Ama zaman
ve kaynaklar modernitenin yanındadır ve ben, bugün Batı’da varlığımı sürdürme irademin
kırıldığını hiç düşünmüyorum.
(11 Ekim 2001, Independent
AFGANİSTAN’DAKİ BU SAVAŞ
NİÇÎN AVRUPA’NIN HARİTASINI
YENİDEN ÇİZDİRECEK?
Timothy Garton Ash
Savaş her şeyi değiştirir. Şimdi Afganistan’da sürdürülen bir sıcak savaş şeklinde somutlaşan “terörizme karşı savaş”ın Soğuk Savaş’la ortak noktası şudur: Bu savaş da etkisini
dünyanın her köşesinde gösterecek, dünyanın bütün ülkelerinin politikasını yeniden şekillendirecektir. Peki, bu savaş Avrupa’yı nasıl yeniden şekillendirecektir?
142
Son üç haftayı aşkın zaman diliminde Avrupa’nın sekiz ayrı ülkesine gidip, siyasal liderler, entelektüeller, Makedonya dağlarındaki gerilla şefleri ve Madrid, Paris, Varşova ve
diğer başkent sokaklarındaki sıradan insanlarla konuşarak kendimce bu sorunun cevabını
bulmaya çalıştım. Şimdi, bu konuşmalarımdan da hareketle, değişebileceğini düşündüğüm
birkaç noktayı aşağıda aktarmak istiyorum.
Britanya’nın konumu: Tony Blair Churchill’i oynuyor, tıpkı Bush’un Roosevelt’i oynamaya çalışması gibi. Savaş, Britanyalıların İngilizce konuşan halklarla kurdukları çok özel
ilişkiyi bir kez daha doğruluyor ve Atlantik Okyanusu’nu İngiliz Kanalı’dan çok daha dar bir
iç deniz haline getiriyor. Dahası bu duygular, birçok Amerikalıda fiili bir karşılık da buluyor.
(Eski Almanya Şansölyesi Helmut Schmidt bir keresinde şöyle yumurtlamıştı: Özel ilişki o
kadar özeldir ki, bu ilişkinin varlığından sadece tek tarafın haberi olur.)
Bu olay, Britanya’nın her fırsatta Amerika’yı Avrupa’dan önde tuttuğu doğrultusundaki
De Gaulle’cü şüpheleri haklı çıkararak Britanya ile Kıta Avrupa’sı arasındaki mesafeyi daha
da açacak mı? Şimdilik sanmıyorum. Paris’te bile buna paralel şüphelerle çok az karşılaştım
doğrusu. Tam tersine, bu olayın Başbakan Blair’in Avrupa’daki diplomatik ağırlığını ve Avrupa ile Amerika Birleşik Devletleri arasında bir “köprü” işlevi görme yeteneğini arttıracağı
kanısındayım ben. Blair’in umudu, bu savaşta ABD'yle tam bir uyum içinde hareket edip,
artan prestijiyle Britanya’nın Avrupa’ya liderlik etme iddiasını pekiştirmek ve özellikle Avrupa para birliği konusundaki görüşlerini daha fazla benimsetmek
Rusya’nın konumu: Vladimir Putin, tarihin eteğine yapışmış olan diğer Avrupalı politikacı. Birçok kişinin ondan beklentisi Usame bin Ladin’e ve adamlarına karşı savaşa destek
vermesinin bedeli olarak, Batı’nın Rusya’nın Çeçenya’daki “anti-terörist" savaşını onaylamasını, NATO’nun Baltık devletlerini de içine alan genişleme sürecini yavaşlatmasını talep etmesiydi. Oysa Putin, bu desteği Rusya’yı Batı’nın ve Avrupa’nın tam üyesi olarak kabul
edilmesine yönelik stratejik bir kampanyanın sıçrama tahtası yapmıştır.
NATO Genel Sekreteri Lord Robertson, Bay Putin’le yaptığı son toplantıda, Rusya devlet
başkanının bunu açık bir şekilde ortaya koyduğunu, ama Baltık devletlerinin NATO’ya katılması planının hâlâ hoşuna gitmediğini, fakat bu süreci engellemeye de kesinlikle çalışmayacağını
belirttiğini doğrulamıştır Devlet başkanı Putin’in, Rusya’ya Batı’da daha sağlam bir zemin kazandırmak için, yeni ortak düşman olarak terörizm tehdidini kasten abarttığı açıkça ortadadır.
Kuşkusuz bu yolda Batı’nın aşması gereken birçok pürüzlü nokta vardır; her şeyden önce, Rusya’yı doğru yönde (ama kesinlikle doğru yönde!) ilerlemeye cesaretlendirmek için kendi standartlarımız ölçüsünde ne kadar taviz vermemiz gerekeceğini belirlemeliyiz.
NATO’nun doğuya doğru genişlemesi: Geçen Cuma günü Sofya’da NATO’ya aday ülkelerin devlet başkanlarının katıldığı bir toplantıda, Lord Robertson şu anda yaşamakta olduğumuz krizin genişleme sürecini yavaşlatmayacağı konusunda teminat vermiştir. Bu doğrultuda Başkan Bush’tan da bir mesaj gelmiştir. Bence bu açıklamalara inanmamak için bir neden yok. Bu savaş NATO’nun ne olup ne olmadığını zaten gösterdi. Bir yandan Kuzey Atlantik Antlaşması’nın 5. maddesi ilk defa harekete geçirilip, bir ülkeye yöneltilen bir saldırının
143
resmen bütün ülkelere yöneltildiği kabul görürken, diğer yandan 5. maddenin yakın işbirliğine
giren bütün üye devletlerin ön cepheye atılması anlamına gelmediğini görüyoruz; bu maddenin anlamı, savaştan doğrudan etkilenen ülkelerin kendilerinden bir talepte bulunmaları halinde üye devletlerin yapmaya hazır oldukları ve yapabilecekleri şeyleri yapmalarıdır. Eğer uluslararası terörizm yeni büyük tehditse, o zaman daha geniş kapsamlı ama biraz daha gevşek bir
Atlantik-ötesi ittifakın kurulması bu anlayışı eskisinden daha da güçlendirecektir.
Avrupa Birliği’nin genişlemesi: Ne yazık ki bu süreçte bir yavaşlamaya tanık olabiliriz.
11 Eylül saldırıları, iç güvenlik sorununun (Avrupa çapındaki politikalar, sınır kontrolleri, üye
ülkeler arasında suçluların iadesi düzenlemeleri dâhil olmak üzere), özellikle de Bask ülkesindeki ETA hareketiyle terörizm tehdidi altında olan İspanya gibi ülkelerin bastırmasıyla,
Avrupa’nın gündeminin başına oturmasına neden olmuştur.
Fransa Dışişleri Bakanı Hubert Vedrine’in bana söylediği gibi, yeni gelişmeler, Orta ve
Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliği’ne katılmadan önce yerine getirmeleri gerekenler
arasına bir dizi yeni koşul eklenmesi sonucunu doğurabilir. Üstelik bu yeni koşullar, zayıf ve
genellikle yozlaşmış polis gücüne, adil yapıya ve gümrük hizmetlerine sahip ülkeler açısından
oldukça zorlu koşullar olabilir.
Balkanlar: Balkanlar’da karşılaştığım insanların bugüne kadar bana kaç defa, “Uluslararası topluluk mu?... Sanırım, ABD'yi kastediyorsunuz...” dediklerinin sayısını bile unuttum. Ama
şimdi ABD’nin başka öncelikleri var. Dahası, Makedonya gibi bir ülkenin durumu, kolayca
“terörizme karşı savaş” başlığı altında ele alınamayacak kadar karmaşık. Çünkü burası, başka
koşullarda terörist diye nitelenebilecek olan, daha doğrusu etnik Makedonların böyle nitelemeyi
tercih ettikleri Arnavut gerillalarla bir barış anlaşmasına gitmeyi gerektiren bir ülke.
Makedonya Cumhurbaşkanı Boris Trajkovski, Arnavut gerilla liderlerine af çıkarılması
düzenlemelerini açıklarken, “Ben Genel Sekreterle [NATO] bir anlaşma imzaladım, Genel
Sekreterin temsilcisi de teröristlerle bir anlaşma imzaladı,” demişti bana. Peki, Avrupa şimdiki koşullarda bu karmaşık, somutlanması güç ve ahlâki açıdan sıkıntı veren görevin yükünü
üstlenmek zorunda mı kalacak? Şu anda Alman birliklerine ait küçük bir müfreze Alt monitörlerini desteklerken, AB’nin dış politika şefi Javier Solana hemen her hafta oraya gidiyor.
Ben Avrupa Birliği’nin yeni gelişmelere hazır olduğundan ve kendi arka bahçesini kontrol
altında tutabileceğinden hâlâ kuşkuluyum. Yine de bir nokta açıktır: Yirminci yüzyılın büyük
kısmında olduğu gibi, ABD’nin Avrupa’nın demirlerini ateşin içinden çekip alması düşünülemez.
Bir Avrupa dış politikası mı oluşacak? İki açıdan düşünülebilir bu konu. Bir yandan, İslam ve Arap dünyalarının Avrupa’nın “yakın komşuları” olduğu ve Avrupa’da şu anda herhalde 20 milyon kadar Müslüman’ın yaşadığı tartışılmaz bir gerçektir. Dolayısıyla, ister Filistinliler ister Kürtler isterse Cezayirliler içinde olsun, terörizmi besleyen hoşnutsuzlukların
temel nedenlerine el atmanın Avrupa açısından hayati bir önem taşıdığını söyleyebiliriz. Demek ki bu krizle birlikte Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da koordineli biçimde harekete geçmenin
zamanı gelmiştir. Diğer yandan, Avrupa’nın ABD’ninkinden çok farklı bir yaklaşıma sahip
144
olması, belki de kendini ona rakip bir süper-güç olarak düşünmesi gerektiği şeklindeki solGaulle’cü fikir, Batı’nın bir bütün olarak saldırıya maruz kaldığı bir dönemde giderek daha az
akla yatkın hale gelmektedir. Eğer sonuç, bugünkü krizde Blair’in izlediği diplomatik çizgi
doğrultusunda daha aktif, ama Amerikan yaklaşımlarıyla çelişmekten ziyade onlan tamamlayan bir Avrupa dış politikasının oluşması şeklinde ortaya çıkarsa, kötü bir işin iyi biteceğini
de söyleyebiliriz.
Avrupa dürbününde terörizme karşı savaşın değiştirdiği ve bundan sonra değiştirebileceği çok az şey vardır. Kendisine Afrika hakkındaki görüşleri sorulduğunda Bismarck şu ünlü
gözlemini aktarmış: “Burada Rusya duruyor, şurada Fransa. Biz tam ortadayız. Benim Afrika
haritam bu.” Bismarck’ın yaşadığı çağdan beri dünya çok değişti ve artık Avrupa dünyanın
merkezi değil. Bugün Avrupa haritası Afganistan’da yeniden çiziliyor.
(12 Ekim 2001, Independent)
BAY BLAIR VE BAY BUSH, HAYATLARINDA
HİÇ PARÇALARA AYRILMIŞ BİR ÇOCUK
GÖRMÜŞLER MİDİR?
John Le Carré
8 Ekim 2001. Temkinliliğiyle bilmen Guardian, “Bombardıman başladı,” diye haykırıyor. En az o gazete kadar dikkatli olan Herald Tribüne de, “Savaşa tutuşuldu,” diye Bush’un
ağzından tekrarlıyor. İyi de kiminle savaşa tutuşuldu, hem nasıl bitecek bu savaş? Kendisine
galebe çalanların kurduğu bir mahkemenin huzurunda Johnny Cochrane’in savunduğu, elleri
kelepçeli, her zamankinden daha büyük bir sükûnet içinde İsa’yı daha bir andıran bir Usame
bin Ladin’e ne dersiniz mesela? Merak etmeyin, mahkeme masrafları sorun olmaz.
Peki ya, şu durmadan okuyup durduğumuz, bir tabak olsun kırmadan teröristleri mağaralarında öldüren akıllı bombala ila parçalarına ayrılmış bin Ladine ne dersiniz? Ebedi düşmanımızı, kendisini zaten bir yarı-tanrı olarak görenlerin gözünde ebedi bir şehide çevirmeyecek, benim düşünemediğim bir sihirli formül var mı acaba?
Evet, onu cezalandırmalıyız. Onu adaletin huzuruna çıkarmalıyız. Her makul insan gibi
ben de başka bir çözüm göremiyorum. Gıda ve ilaç gönderin, yardım yapın, açlıktan ölen
mültecileri, ana kucağındaki yetimleri ve vücut parçalarını -pardon, “ikincil derecede zararı”temizleyin, ama bin Ladin ve o korkunç adamları yakalanmak, başka seçeneğimiz yok.
Fakat ne yazık ki Amerika’nın bu günlerde cezalandırmaya değil, daha fazla dost ve daha
az düşman kazanmaya ihtiyacı var. Oysa Amerika hem kendisinin hem de biz Britanyalıların
düşmanlarına yeni düşmanlar ekliyor; çünkü ancak sarsak bir koalisyon kurabilen bütün o rüşvetler, vaatler ve tehditlerden sonra, yanlış yönlendirilmiş bir füzenin bir köye düştüğü her seferinde yeni bir intihar bombacısının doğmasını önleyemeyiz; aklı başında tek bir kişi bile çıkıp
bize ümitsizlik, nefret ve intikamdan kurulu bu şeytani döngünün nasıl kırılacağını anlatamaz.
145
Birbirine benzeyen televizyon görüntüleri ve fotoğraflarda kendi cinsine düşkün bir narsisizme sahip bir bin Ladin görüyorsak, buradan küçücük bir ümit kırıntısı edinebiliriz. Elindeki Kalaşnikofla poz verirken, düğünlere katılırken ya da kutsal bir metni açıklarken, kameranın kendisine çevrili olduğunu bilen bir aktörün her yaptığına duyduğu hayranlığı yansıtıyor
çünkü o. Boylu poslu, güzel, zarif, zeki ve etkileyici; dünyanın en ünlü kaçağı değilseniz,
bunlar nefret edilmesi zor özellikler. Ancak şu benim yorgun gözlerime kalırsa, hepsinden de
önemlisi, onun güç bela bastırılabilir erkekçe kibri, kendini dramatize etmeye duyduğu açlık
ve ilgi odağı olmak için duyduğu o gizli ihtiras; bence bunlar daha önemli. Bu eğilimin, onu
yapımcılığı ve yönetmenliğini bizzat Usame bin Ladin’in üstlendiği, senaryosunu kendisinin
yazıp oynadığı, kendi kendini yıkıma götürecek, dramatik bir son sahneye sürükleyerek çöküşünü getirmesi de çok muhtemel.
Terörist çatışmaların genel kabul gören kuralları açısından, savaş çok uzun zaman önce
kaybedildi. Kaybeden biz olduk tabii ki. Şimdiye dek aldığımız yenilgileri ve bizi bekleyen
yenilgileri, nasıl bir zafer kazanarak telafi edebiliriz ki? 1982'de Beyrut’ta tatlı sesli bir delifişek çocuk bana, “Terör bir tiyatrodur demişti. O sırada Münih Olimpiyatları’nda İsrailli atletlerin öldürülmesinden bahsediyorduk. Oysa pekâlâ İkiz Kuleler ve Pentagon’dan da bahsediyor olabilirdik. Anarşizmin vaizi Bakunin eylemin propagandası üzerine konuşmayı pek severdi. 11 Eylül günü seyrettiklerimizden daha teatral, daha etkili propaganda eylemleri tasavvur etmek güç doğrusu.
Bizler, onların cinsinden teröristlerin büyük zevk alacakları bir sürece balıklama dalarken, Bakunin mezarında, bin Ladin de mağarasında ellerini ovuşturuyor olmalı: Biz telaş
içinde polis ve istihbarat güçlerimizi ikiye katlar, onları daha fazla yetkiyle donatır, temel sivil
hakları askıya alır, basın özgürlüğünü kısıtlar, haberlere gizli sansür uygular, kendi kendimizin muhbiri kesilirken ve daha da kötüsü camilere saldırıp sırf derilerinin renginden korktuğumuz için bazı talihsiz vatandaşları sokaklarda sıkıştırırken onlar oldukları yerde için için
seviniyorlardır herhalde
Bütün ortak korkularımız (Uçağa binsem mi? Üst kattaki acaip çifti polise haber vermek
gerekir mi? Bu sabah Whitehall’dan geçmek güvenli olur mu? Çocuğum okuldan sağ salim
dönecek mi? Hayatım boyunca yaptığım tasarruflar değerini kaybedecek mi?) bize saldıranların kesinlikle içimize yerleştirmek istediği korkular.
11 Eylül’e dek, Çeçenya’daki kasaplığından ötürü Vladimir Putin’e ahkâm kesmek
ABD’yi pek memnun ediyordu. Rusya'nın Kuzey Kafkaslar’daki insan hakları ihlallerinin genel kabul gördüğü üzere topyekûn işkenceden, soykırıma varan cinayetlerden bahsediyorduk- NATO ve ABD’yle daha yakın ilişkiler kurmasını engelleyeceği söyleniyordu kendisine.
Hatta Putin’in Lahey de Miloşeviç’le birlikte yargılanmasını, ikisini birden aradan çıkarıvermeyi öneren bazı sesler vardı, benimki de bunlardan biriydi.
Evet, artık o günlere elveda diyoruz. Yepyeni ve büyük bir koalisyon kurarken, bu birlikteliğin başka üyelerine kıyasla Putin de gözümüze neredeyse bir aziz gibi görünüyor.
146
G-8’in ekonomik sömürgeciliğine, Üçüncü Dünya’nın kontrolden çıkmış çokuluslu şirketlerce talan edilmesine başkaldırıyı hatırlayan kaldı mı artık? Prag, Seattle, Cenova, rahatsız
edici görüntüler serdi önümüze; kırık kafalar, kırık camlar, şiddet ve polisin zalimliği. Bay
Blair derinden sarsıldı. Önemli, ciddi bir tartışmaydı bu, ta ki şirketler Amerikası’nın büyük
bir beceriyle kullandığı hamaset dalgası içinde boğulup gidene kadar.
Bugünlerde Kyoto’yu gündeme getirin bakalım, anında Amerikan-karşıtı olma riskine
girmişsiniz demektir. Sanki Orvvell’ın kurgularını andıran yeni bir dünyaya adım attık, öyle
ki bu yenidünyada, aynı mücadelenin içindeki yoldaşlar olarak kişisel güvenilirliğimizin ölçüsü, bugünü açıklamak için geçmişten ne derece faydalandığımız. Yaşanan son kıyımların tarihsel bir bağlamı olduğunu hatırlatmak, bu saldırılara bahane yaratmak oluyor. Bizim yanımızda yer alan biri böyle yapmaz. Böyle yapan biri bize karşı demektir.
On yıl önce, beni dinleme zahmetine katlanan herkese Soğuk Savaş’ı geride bırakırken,
küresel toplumu dönüştürme yönünde bir daha yakalanamayacak bir şansı da kaybettiğimizi
anlatan idealist bir can sıkıcıydım. Yeni Marshall Planı nerede diye bağırıyordum. Amerikan
Barış Güçleri’nin, Sınırötesi Gönüllü Hizmet birimlerinden genç erkekler ve kadınlarla onların kıta Avrupası’ndaki meslektaşları neden Sovyetler Birliği’ne akmıyordu? Yoksulluğu,
açlığı, köleliği, Uranlığı, uyuşturucu ticaretini, ırkçı ve dinci hoşgörüsüzlüğü, açgözlülüğü
insanlığın gerçek düşmanları olarak tanımlayacak düşünce yapısına ve güce sahip dünya çapında devlet adamları neredeydi?
Fakat, bin Ladin ve adamları sağolsun, artık bütün liderlerimiz dünya çapında birer devlet adamı; güçlerini ve düşünce yapılarını çok uzaklardaki havaalanlarında ortaya koyup seçim için küplerini dolduruyorlar. Haçlı Seferlerinden dem vuran talihsiz konuşmalar yapıldı,
sadece Bay Berlusconi de değildi bu lafları eden. Haçlı Seferi lafları enfes bir tarihi dikkate
almama örneği. Berlusconi gerçekten de Hıristiyanlığın kutsal mekânlarının kurtarılmasını ve
keferenin cezalandırılmasını mı istiyordu? Ya Bush? Bizim tarihteki Haçlı Seferlerini kaybettiğimizi hatırlıyorum ben, yanılıyor muyum? Neyse ki her şey yolunda: Bay Un lusconi’nin
sözleri yanlış anlaşılmış, Başkan’ın yaptığı gönderme de artık kullanılmıyor.
Bu arada Bay Blair, yeni üstlendiği Amerika’nın korkusuz sözcüsü rolünü bütün hızıyla devam ettiriyor. Blair iyi konuşu yor, çünkü Bush çok kötü bir hatip. Dışarıdan bakılınca, bu ortalıkta Blair kendi ülkesinde güçlü bir iktidar tabanına sahip teşvik edici, itibarlı, bilge devlet adamı
gibi görünüyor, Bush ise -acaba bugünlerde böyle sözler ağza alınabilir mi?- sonuçta kıl payı oy
farkıyla seçilmiş bir lider. Ama Blair, bu itibarlı devlet adamı, tam olarak neyi temsil ediyor?
Şu anda iki lider de yüksek düzeyde onaylanıyor, ama eğer tarih kitaplarını okumuşlarsa, tehlikeli bir sınır ötesi askeri harekât sırasında yükseklerde uçuyor olmanın, seçim günü
zaferi garantilemek anlamına gelmediğini biliyorlardır. Bay Bush halkın desteğini kaybetmeksizin kaç ceset torbası temin edebilir acaba? İkiz Kuleler ve Pentagon dehşetinden sonra
Amerikan halkı der hal intikam alınmasını istemiş olabilir, ama daha fazla Amerikan kanı
dökülmesine pek rıza göstermeyeceklerdir.
147
Bay Blair, Amerika’nın konuşmayı bilen Beyaz Şövalye’sidir, kendi memleketindeki birkaç çatlak ses dışında bütün Batı dünyası bu konuda hemfikirdir. Atlantik’in ortasında boy vermiş o her zamankinden hassas çocuğun, yani o özel ilişkinin, korkusuz, güvenilir bekçisidir.
Gerçi bütün bunların kendi seçmenlerinin gözünde Blair’e artı puan kazandırıp kazandırmayacağı meçhuldür, çünkü o, ülke yi Usame bin Ladin’den değil, çöküşten kurtarmak için
seçilmiş tir. Kendisinin savaşa sürüklediği Britanya, altmış yıllık bir idari iktidarsızlık abidesidir. Sağlık, eğitim ve ulaşım sistemleri iflas etmiştir. Bugünlerde o moda “Üçüncü Dünya”
deyişinin kapsamına giren öyle yerler vardır ki, halleri Britanya’dan daha iyidir. Blair’in yönettiği Britanya, kurumsallaştırılmış ırkçılık, beyaz erkek egemenliği, idari kargaşa içindeki
polis güçleri, tıkanmış bir yargı sistemi, özel mülkiyetin göze batan zenginliği, halkın utanç
verici ve gereksiz yoksulluğuyla mahvolmuş bir haldedir. Blair, katılımın sönük olduğu bir
seçimle ikinci kez iktidara geldiğinde, bu hastalıkların farkında olduğunu, kendisinin işleri
yoluna koymakla görevlendirildiğini kabul etmiştir.
Bu yüzden bizi gönülsüzce savaşa davet eden sesindeki o asil zonklamayı duyduğunuzda, kalbiniz onun söylevinin gösterişi karşısında çarpmaya başladığında, unutmayın ki bu sözler aynı zamanda size yapılmış bir uyarı da olabilir. Belki de üstlendiği görevin çok önemli
olduğunu, belki de acilen yapılması gereken ameliyatınız ya da şöyle güvenli, dakik bir trenle
yolculuk için bir yıl daha beklemeniz gerektiğini söylüyordur. Bu sözlerin üç yıl sonranın
seçim zaferine yatırım olduğunu sanmıyorum ben. Blair’i izlerken ve onu dinlerken, onun bir
rüyada olduğunu, kendi tehlikeli yolunda yürüdüğünü düşünmekten kendimi alamıyorum.
Savaş mı dediniz? Merak ediyorum, acaba Blair ya da Bush, hayatlarında hiç parçalarına ayrılmış bir çocuk görmüşler midir? Ya da korunmasız bir mülteci kampına düşen bir tek
misket bombasının etkisine tanık olmuşlar mıdır? Bu tür üzücü şeyler görmek generallik için
muhakkak gerekli bir koşul değildir ve ikisinin de bu deneyimi yaşamasını istemem. Ama
savaş derken parlayan o siyasi yüzleri görünce, kalbimi savaş için güçlendiren o siyasi sesleri
duyduğumda hep aynı korkuyu hissediyorum içimde.
Ve lütfen Bay Bush -dizlerimin üstüne çöküyor ve yalvarıyorum size Bay Blair-, Tanrı’yı bu işlere karıştırmayın. Savaşları Tanrı’nın çıkardığını düşünmek, onu insanoğlunun en
kötü özelliklerinden biriyle nitelemek demektir. Ben O’na inanmam, ama hakkında bildiğimiz
kadarıyla Tanrı’nın tercihi, gıda yardımlarını yerlerine ulaşacak kadar etkili olmasından, tıp
ekiplerinin işlerine sadakatinden, evsizler ve matemdekilere rahat ve iyi çadırlar sağlanmasından, hiç mızmızlanmaksızın geçmiş günahlarımızı kabul etmemizden ve bütün temel olasılıkları düzeltmemizden yanadır. O bizim daha az açgözlü, daha az küstah ve daha az hırslı
olmamızı ister, hayatta kaybedenlere karşı daha şefkatli olmamızı ister.
Hayır, ortada yeni bir dünya düzeni yok daha, bu kesinlikle Tanrı’nın savaşı da değil.
Bu bizim istihbarat, servislerimizin başarısızlığını ve Sovyet işgalciye karşı savaşmaları için
İslamcı fanatikleri kullanır, onları silahlandırır, sonra da harap olmuş lidersiz bir ülkede terk
ederkenki kör siyasal aptallığımızı kapatmak için giriştiğimiz korkunç ve utanç verici bir polis
eylemi. Sonuçta, bir avuç yarı-modern, yarı-ortaçağdan kalma dinci fanatikleri arayıp bulup
148
cezalandırmak gibi berbat bir görevimiz var; oysa onlar, bizim kendilerine sunacağımız ölümle efsane haline gelecek fanatikler.
Ve her şey bittiğinde, hiçbir şey bitmemiş olacak. Bin Ladin’in gölge orduları, onun yok
oluşunun ardından gelen duygusal patlama içinde daha da kalabalıklaşacaklar; evet, yok olup
gideceklerine kalabalıklaşacaklar. Kendilerine lojistik destek sunan sessiz sempatizanların ağı
daha fazla genişleyecek. Temkinli bir biçimde, satır aralarında, Batı bilincinin dünya üzerindeki yoksulların, evsizlerin ikilemine yeniden uyandığına inanmaya davet ediliyoruz. Muhtemelen de korku, zorunluluk ve söylevlerden yeni bir siyasal ahlâk doğuyor.
Fakat silahlar susup da görünürde bir barış ortamı sağlandığında, ABD ve müttefikleri
mevzilerinde mi kalacaklar, yoksa Soğuk Savaş’ın sonunda olduğu gibi postallarını çıkarıp
kendi arka bahçelerine mi dönecekler? Kafalarının dank etmesi gereken şey de bu: O arka
bahçeler artık eskisi gibi güvenli birer cennet değil.
(14 Ekim 2001, The Sunday Times)
ARKA SAYFA
Herkesi önce şaşırtan, sonra dehşete düşüren, sonra da iyiden iyiye kaygılandıran İkiz
Kuleler'e yönelik o intihar saldırılarının üzerinden haftalar geçti. "Bu bir savaştır," dendi,
"Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak," sözü bir nakarata dönüştü, önce "ebedi",
sonra "kalıcı" özgürlük uğruna terörizme karşı savaş ilan edildi ve hepimizin ürküntüyle izlediği gibi gene gece harekâtları, gene havalanan uçaklar, gene acımasızca bombalanan şehir
görüntüleri ekranlarımızı doldurmaya başladı.
Dünya bir çılgınlığın girdabına sürüklenmiş gidiyorken, nükleer silahların gölgesinde
biyo-kozlar masaya sürülürken, bütün ülkelere, "Ya bizdensin, ya onlardan," duyuruları yapılırken şimdi hepimiz, neyi neresinden tutacak, ne adına neyi savunacağız, nasıl bir gelecek
için nasıl yollar izleyeceğiz, sabah akşam bunları düşünüp duruyor, mantıklı açıklamalar getirip çıkış yolları bulmaya çalışıyoruz.
İşte, Metin Sever ile Ebru Kılıç’ın 11 Eylül'ün sisleri arasında toparlamaya başladıkları
bu derleme kitapta, Chomsky’den Kissinger’a, Huntington’dan Umberto Eco’ya kadar çok
çeşitli siyasetçi, düşünür, yazar ve edebiyatçının konuyla ilgili yorumlarını, daha çok da önümüzdeki döneme ve yıllara hangi perspektiften baktıklarını okuyacaksınız.
Yazarlarımızın hazırladığı Düşmanını Arayan Savaş adlı bu kitabın en iyi iddiası, şu ilk
olayın sıcaklığının üstünden henüz iki ay bile geçmemişken, bütün bir 21. yüzyılın muhtemel
manzarasını en çıplak metinlerle ortaya koyan bir panorama sunmayı başarmasıdır. Sıkı muhaliflerden ABD'nin resmi sözcülerine, kaygılı Arap yazarlardan pervasız savaş şampiyonlarına
kadar, usta kalemlerden ve muktedir devlet adamlarından "yeni" dünyanın gerçek resmi...
149
Download