BAŞÖRTÜSÜ İSLAM’DA VARDIR.. İnsanın tarih sahnesine Hz. Adem (a.s.) ile çıktığı günden bu güne kadar Hak ile Batılın mücadelesi devam etmektedir ve bu mücadele kıyamet gününe kadar da sürecektir. İnsanın bu dünya serüvenine salt bir insan yaşayışından kaynaklanan olaylar zinciri olarak bakan düşünceler ve inanç sistemleri insanın yaratılış gayesini insana unutturmak ve insanın manasız, anlamsız, gayesiz bir hayat yaşamasına neden olan bir anlayışa savurmuştur. İnancı sosyolojik çerçevede ele alan düşünceler, insanın inancını kendisinin oluşturduğuna kendince sebepler bulmuştur. Kimi düşünceler insanı biyolojik olarak ele almış ve evrimini tamamlamış bir hayvan olarak insanı tanımlamıştır. Ekonomik, siyasi, kültürel, felsefi vb düşüncelerle insanı tanımlamaya çalışan pozitif bilimler, insanın kendisini ve inancını şekillendirebileceği gibi bir yargıya varmıştır. Pozitif bilimlere göre inançta insanın oluşturduğu bir düşünsel çıkarımdır. Bilim, kendisinin çıkarımının tek ve genel geçer doğru olduğunu iddia ederek, daha ilk adımda kendinin koymuş olduğu ilkeleri çiğneyerek hakikat yolculuğunda kendinin mihmandar olduğunu ilan etmiştir. Bilim ki, bugün eldeki verilere dayanarak yaptığı çıkarımını yarın yeni bilgiler eklendiğinde iptal edebilen son sözünü söylemeye muktedir olamayan bir yoldur. Bu sözümüzle bilimi saf dışı bırakmak istediğimiz anlamı çıkarılmasın. Bilim olayların “nasıl?” olduğuna cevap arar ve bu da olmazsa olmazlardandır. Ama bilim olayların “niçin?” olduğu sorusu ile ilgilenmez. İşte tamda burada kendi alanı olmayan metafizik (inanç) bağlamında yapacağı yorumlar ve çıkarımlar dikkate alınacak birer argüman olamaz. Çünkü ehliyeti olmayan bir alanda çıkarım yapmaya soyunmuştur. Bu bilimin kendi koyduğu kuralları çiğneyen bir yaklaşımdır ki kabul edilemez. Günümüzde pozitivist ve seküler bir anlayışla metafiziksel (inanç) alanda konuşan, yorum yapan ve bunun doğruluğuna herkesin inanmasını bekleyen Hakk’ı tahrif eden kişiler, kurumlar, topluluklar vardır. Tahrif iki şekilde olur. Birincisi kavramı alıp başka bir kavramla değiştirmek, ikincisi ise kavramın içeriğini başka bir anlam ile değiştirmek. Bilim, her bilim kendi iç dinamikleri ile bilgiyi elde eden, işleyen ve sonuç çıkarın bir sistem ile (usul) yapılması gerektiğini dikte ederken, metafizik (inanç) alanında inancın kendi usulünü bir kenara bırakıp pozitif ilimlerin sistematiğini kullanmayı ve bununla bir sonuca varmayı düstur edinmiştir. Bu kabul edilemez bir yanlıştır. Her sistem kendi içerisinde ele alınmalı ve değerlendirilmelidir. Ancak sosyal medyada bu ilkeye riayet etmeyen art niyetli insanlar, inanç konusunda (İslam özelinde) bu hassasiyeti gözetmedikleri gibi kendi inançlarının doğru olduğunu ispat etmek adına literatürde kendilerini haklı çıkaracak zayıf ve mesnetsiz haberleri de referans göstererek bilimin sistematiğini ihlal edecek kadar gözleri dönmüştür. Ayrıca bilim, yaptığı gözlemleri deneye ve mantığa dayandırır. İnsan mantığının kavrayamadığı şeyi yok sayar. Şöyle bir örnek verecek olursak; yerde kurşunlanmış bir insanı gördüğümüzde hiçbir insan bu tesadüfi oldu diyemez, demez. Bunu yapan birinin olduğunu söyler. Mantık bunu gerektirir. Mantık ilkelerinden biri de bir yerde bir fiil varsa orada bir fail vardır. Bu ilke ışığından hareket ederek kainatın oluşumu bir fiildir olaydır, yani bir failinin olması gereklidir sonucuna varmamız gerek. Ancak bilim bunu tesadüf olarak açıklayıp kendi ilkesini kendi çiğnemektedir. Bir başka mantık ilkesi ise, bir şey aynı anda iki farklı yerde olamaz. Mantık bunu kabul etmediği için doğru saymayan bilim, şu anda Kuantum fiziğinde (atom altı parçacık dünyasında)bir şeyin aynı anda yüzlerce yerde olduğuna tanık olmaktadır. Mantık ilkesi çökmüştür. Mantık; aklın eşya ile kurduğu bağdır. Akıl bağı eşya ile tam olarak kuramazken onun çıkarımlarının kesin doğru olduğu ile hareket etmek ne kadar doğru olur? Kuran ayetlerini sosyolojik ve tarihsel bağlamda değerlendirip tarihselci bir yaklaşımla bazı Kuran ayetlerinin hükmünün kalktığını fütursuzca iddia eden bir anlayış vardır. Tarihsel olayları referans alıp tarihsel süreci mutlak doğru kabul edip Kuran ayetlerine bu gözle bakmak Seküler bir anlayışın ürünüdür. Ancak İslam sisteminin kendi içerisindeki usul ise, Kuran ayetlerine bakıp tarihteki olayları anlamak ve anlamlandırmak olmalıdır. Dememiz şudur ki, her bilim kendi alanında bilim yapmalıdır. Yukarıda mantık, bilim ve seküler anlayışın metafizik (inanç) bağlamında söz söyleme yetkisinin olmadığıdır. Kaldı ki, İslamın kendi iç sistemi içerisindeki referans zincirlerinden (Kitap ve Rasul) bazılarını kabuletmeyip sistemi çökertipkendi istedikleri referanslarla bu alana müdahale etmek kabul edilecek bir durum değildir. Bunun içindir ki, Kitap ve Rasulün din içerisindeki referans (delil) teşkil etmesini anlamak çok önemlidir. Şimdi gelelim İslam dininin kendi iç dinamiklerine... İSLAM’IN REFERANSLARI (USUL) İslam özelinde her müslüman Allah’ın yeryüzündeki insanları hidayete (doğru yola)ulaştırması için Rasuller vasıtasıyla kitap (vahiy)gönderdiğini kabul eder. Zira Allah, yarattığı insanlara merhamet ettiğinden yanlış yollara gitmemek için onlara bir yol gösterici, rahmet olan vahiy göndermiştir. Vahyin Allah tarafından gönderilmesi kısmında fazla bir ihtilaf yokken (inanmayanlar buna itiraz ediyor) Rasule bu vahyin indirilmesi hususunda inanmayanlar tarih içerisinde (ve günümüzde) çok büyük şüphelere sahip olmuştur. Neden bir melek değilde bir insan? Bilindiği üzere dili taşıyan ana unsur kelimeler ve kavramlardır. Mana (anlam) bu kelime ve kavramlar vasıtasıyla iletilir. Ancak bir kelimenin birden fazla manaya geldiği aşikardır. Veya kullanılan bir kelimede edebiyatta bilindiği üzere teşbih, kinaye vs yapılabilmektedir. Bazen kelime veya kavram aslına uygun söylense bile kullanılan ses tonuyla başka bir şey ima ettiği bilinen birgerçektir. Ve biz insanlar bunu günlük hayatımızda hep kullanırız. Söylenen bir sözün ne manaya geldiğini çıkaramadığımız, anlamlandıramadığımız yerlerde ise sözü söyleyene “bununla şunu mu yoksa bunu mu kastettin?” diye sorma ihtiyacı hissederiz. İşte dinin sahibi (vahyin sahibi) olan Allah, indirdiği bu vahiydeki kelime, kavram ve anlamın karışmaması; muradının ne olduğunun başkaları tarfından başka manaya çekilip “işte Allah’ın muradı bu ayette budur?” dememeleri (ayetleri kendi açıklamıştır Hud:12) için Rasul vasıtasıyla onu insanlara tek tek açık seçik bir şekilde anlatmıştır. Zira Rasulün görevi tebliğ ve tebyindir (bildirmek ve açıklamak).. “O peygamberler ki, Allah'ın gönderdiği vahiyleri eksiksiz olarak tebliğ eder, yalnızca Allah'tan korkar ve Allah'tan başka hiç kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah yeter.” (Ahzab 39) Bu tebliğ ve tebyin görevinde bir yanlış yapmaması için onun (rasulun) her anını kontrol altında tutmuş, yapacağı bir yanlışta affetmeyeceğini belirtmiştir. “Eğer biz sana güven, ihtiyat, cesaret, güç ve sebat vermemiş olsaydık, neredeyse birazcık onlara meyledecektin. O zaman da hayatın ve ölümün azabını katlayarak sana tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.” (İsra 74-75) “....Eğer sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyarsan, şüphesiz zalimlerden olursun.” (Bakara 145) Yukarıdaki gibi ayetler Kuranın pek çok yerinde mevcuttur. Dini Allah adına kulları arasında temsil eden Rasulün her anı ve her dediği kontrol altındadır çünkü dinin sahibi dinine sahip çıkmıştır. Bunun içindir Rasule itaati kendine itaat olarak bizlere bildirmiştir. “De ki: “Allah'a itaat edin, Peygamber'e de itaat edin. Eğer itaatten yüz çevirecek olursanız şunu bilin ki, Peygamber kendi vazîfesinden, siz de kendi vazîfenizden sorumlu tutulacaksınız. Şu kadar ki, ona itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz.” (Nur 54) Rasulün hayatı dinin ete kemiğe bürünmüş ve bir insan olarak vahyin emirlerinin uygulanabilir olduğunun bir kanıtı olmuştur. Zira herhangi bir şeyi dünyada yapan bir kişi dahi olsa diğer insanların o şeyi yapamama ile ilgili mazeretleri ortadan kalkar. Rasulün hayatı biz iman edenlerin mazeretlerini kıyamete değin ortadan kaldırmıştır. Buna Tahrim suresi güzel bir örnektir. Allah haram kılmadığı halde bir yiyeği kendine haram kılan Rasule Allah’ın uyarısı sert olmuştur. Zira O’nun yaşantısı dinin kendisi olduğundan, dinin sahibi dininin doğru anlaşılması için Rasulüne müdahale etmiştir. “Ey Peygamber! Allah’ın sana helal kıldığı şeyi eşlerini memnun etmek uğruna niçin kendine haram kılıyorsun? Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” (Tahrim 1) Bir başka uyarı ise Abese suresinde İbni Ümmü Mektum’a karşı yaptığı tavırdır. Bilindiği üzere Mekke’nin ileri gelenlerinin bulunduğu bir topluluğa karşı bulduğu davet fırsatını kaybetmek istemeyen Hz. Peygamber, kendinden din hakkında soru soran İbn Ümmü Mektûm'un bu davranışından hoşlanmadı ve onunla ilgilenmeyerek konuşmasına devam etti. Bunun üzerine bu olayı konu edinen ve Hz. Peygamber'in davranışını tenkit eden Abese suresinin ilk ayetleri nazil oldu. “Yüzünü ekşitti ve döndürdü. Kendisine o kör kişi geldi diye. Nerden biliyorsun; belki o, temizleniparınacak? Veya öğüt alacak; böylelikle bu öğüt kendisine yarar sağlayacak. Fakat (senin öğüdüne) tenezzül etmeyen kimseye gelince; Sen, bütün ilgiyi ona gösterdin. Oysa onun arınmasından sen sorumlu değildin. Ama sana koşarak gelen kimse var ya; İşte o, Allah'a karşı gelmekten sakınarak sana gelmişken, Sen ondan kaçınıyorsun. Dikkat et, bir daha böyle yapma! Çünkü o (Kur'an) bir öğüttür.” (Abese 1-11) Bu ayetlerden de anlaşıldığı üzere Allah dininin doğru anlaşılmasını kimseye bırakmamış kendi açıklamış ve bunu Rasulü üzerinden yapmıştır. Bu ve buna benzer örnekleri Rasulün hayatında çoğaltmak mümkündür. İslam dininde, Rasulü dikkate almamak, onu dinin anlaşılmasında saf dışı bırakmak usulen (sistematik olarak) yanlış bir yoldur. Yukarıda sayılan Peygamberin dindeki yeri ile ilgili örnekleri ve kuralları çoğaltmak mümkündür. Bu anlatılanların yeterli olduğu kanaatiyle başörtüsünün dindeki yeri ile ilgili tahlile geçmek istiyorum. Allah Teala emri, tavsiyesi, istekleri hepsi bizler için birer emir gibi telakki edilmelidir. Tabi hüküm çıkarma kısmında bunlar ayrı ayrı değerlendirmeye tabi tutulur. Ancak bir kulun Rabbinin söylediği her şeyi emir telakki etmesi kuldan beklenen bir tavır ve davranıştır. Allah’ın emir ve yasakları iki kısma ayrılır Taabbudi : yani hikmeti bilinmeyen ve tamamıyla Allah’ın emir ve yasağına bakan kurallardır. Makulu'l-mana: ilahi emirler veya yasaklarda yatan hikmetlerin araştırılabileceği kısım. Başörtüsünün emredildiği Nur suresinin 1. Ayetini dikkate almadan sureyi okumak, anlaşılmamaya sebebiyet verir. Çünkü sure şöyle başlar. “(Bu) bizim indirdiğimiz ve (hükümlerinin tatbikini) farz kıldığımız bir suredir. Öğüt alasınız diye onda apaçık ayetler indirdik.” (Nur 1) Daha surenin girişinde Allah Teala bu surenin emirlerinin taabbudi olduğunu, yoruma ve kıyasa açık olmadığını söyler. Yani Allah yap dedi isekula düşen onu sorgulamdan yapmaktır. Çünkü o yaptıklarından sorguya çekilmeyendir. Ama bizler öyle değiliz. “Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz, kullar ise yaptıklarından sorguya çekileceklerdir.” (Enbiya 23) Zaten kıyas dediğimiz şey ise; hükmü hakkında nas (ayet ve/veya sünnet) bulunmayan bir meseleyi, aralarındaki ortak sebep-sonuç bağından dolayı hükmü ayet veya hadisler ile çözülmüş bir konuya benzeterek çözmektir. Kaldı ki, başörtüsünün ayetinin bulunduğu surenin ilk ayeti bu suredeki emirlerin taabbudi olduğunu belirtmektedir. Hal böyleyken, tarihte böyleydi dolayısıyla illet budur. Buda ortadan kalktığna göre hüküm ortadan kalkmıştır gibi kıyas yapmak usul olarak ne caizdir nede mümkündür. Taabbudi emirlerde kıyas değil olsa olsa emrin hikmeti aranmaya, akledilmeye çalışılabilir. Hac, oruç, zekat, namaz, miras gibi taabbudi emirlerde kıyas için illet aranmaz ancak hikmeti aranabilir. Başörtüsü de bu kategoridedir. Ayrıca, başörtüsü dinde yoktur, bu tarihi bir vakıadır diyenler; Nur 31 nazil olduğunda müminlerin ne yaptıklarını ve peygamberin (ki o dinin doğru yaşanması ve anlaşılması için Allah tarafından tüm yaptıkları kontrol altında olandır) bu yaptıklarına tavrının ne olduğu ile ilgili haberleri de anlatmadan geçerler. Çünkü niyet kötüdür. Hz. Âişe (r. anhâ) ilk başörtüsü uygulamasını şöyle anlatır: "Allah ilk muhâcir kadınlara rahmet etsin onlar; "Baş örtülerini yakalarının üstüne taksınlar..." (enNûr, 24/31) ayeti inince etekliklerini kesip bunlardan başörtüsü yaptılar". Yine Safiyye binti Şeybe şöyle anlatır: "Biz Âişe ile birlikte idik. Kureyş kadınlarından ve onların üstünlüklerinden söz ettik. Hz. Âîşe dedi ki: Şüphesiz Kureyş kadınlarının birtakım üstünlükleri vardır. Ancak ben, Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın kitabını daha çok tasdik eden ve bu kitaba daha kuvvetle inanan Ensar kadınlarından daha faziletlisini görmedim. Nitekim Nûr sûresinde "Kadınlar başörtülerini yakalarının üstüne taksınlar..." ayeti inince, onların erkekleri bu ayetleri okuyarak eve döndüler. Bu erkekler eşlerine, kız, kız kardeş ve hısımlarına bunları okudular. Bu kadınlardan her biri etek kumaşlarından, Allah'ın kitabını tasdik ve ona iman ederek başörtüsü hazırladılar. Ertesi sabah, Hz. Peygamber (sav)'in arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular. Sanki onların başları üstünde kargalar vardı." (Buharî, Tefsîru Sûre, 29/12; İbn Kesîr, Muhtasar, M. Alî, es-Sâbûnî, 7. Baskı, Beyrut 1402/1981, II, 600). Kurtubi ise Nur 31 in tefsirinde şunları söyler: "Tesettür ayeti inmeden önce Müslüman kadınlar, başörtülerini iki omuzları arasından salıverirler, kulakları ve boyunlarıyla göğüslerinin önemli bir kısmı açık kalırdı. Saçlarının da bir bölümü görünürdü. Yüce Allah, ilgili ayetle bu şekil örtünmeyi yasakladı ve başörtülerinin iyice örtecek şekilde bağlanmasını emretti." "Başörtülerini yakalarının üzerinden bağlasınlar" emri, bir Câhiliye âdetini değiştirmekte, kadınların uygun bir örtüyle başlarını, boyun ve göğüslerini örtmelerini gerekli kılmaktadır. Bu emirden önce kadınların çoğu, eski âdetlerine uyarak başlarına aldıkları örtünün uçlarını omuzlarının arkasına atarlar ve ön tarafı açık bırakırlardı. Hz. Âişe'nin anlattığına göre bu âyet tebliğ edildiğinde camide bulunan kadınlar hemen alt giysilerinden (izar) birer parça yırtarak bunu başörtüsü yapmışlar ve istenen yerleri kapatmışlardı." (Buhârî, "Tefsir", 24/12; Ebû Dâvûd, "Libâs", 30-32) (Bk. Diyanet Tefsiri, Kur’an Yolu: IV/98.) Din, sıfırdan bir yaşam tarzı üretmez. İnsanların yaşamlarındaki yanlış inanç ve uygulamaları ya yasaklar ya ıslah eder yada devam etmesine müsaade eder. Yukarıda anlatılan delilleri çoğaltmak mümkündür. Önemli olan müminin ilahi emirlere olan tavrıdır. Kendi heva ve hevesi için emirleri eğip bükmek ise dinlerini tahrif etmek demektir. Ancak Allah Teala mümin kullarını şöyle tarif etmektedir. “Mü'minler öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Kendilerine O'nun ayetleri okunduğunda bu onların imanlarını artırır ve ancak Rabblerine dayanıp güvenirler.” (Enfal 2) “Ey iman edenler! Yoldan çıkmış biri size bir haber getirirse (onun doğruluğunu) araştırın! (Yoksa) bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurat 6) “Elçi ve o’nunla birlikte olan müminler, Rabbi tarafından o’na indirilene inanırlar: Hepsi, Allah’a, meleklerine, vahiylerine ve elçilerine inanırlar; O’nun elçilerinden hiç biri arasında ayrım yapmazlar ve: “İşittik ve itaat ettik. Bize mağfiret et ey Rabbimiz, zira bütün yolculukların varış yeri Sensin!” derler.” (Bakara 285) “Allah ve Resulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab 36) “Onlara Rablerinin âyetleri hatırlatılınca kör ve sağır kesilmez, görmezlikten ve duymazlıktan gelerek üstüne yatmazlar.” (Furkan 73) Sonuç olarak, Allah dinini kitabında anlatmış Rasulünde tatbik ettirmiştir. Kişi kendi tercihi ile ya iman eder yada inkar eder. Dinini öğrenmek bir müminin yaşam tarzıdır en önemli işidir. Hak ile Batıl birbirinden kıyamete kadar ayrılmıştır. “Şüphesiz biz ona (peygamberler vasıtası ile hidâyet) yolu (nu) gösterdik. (Cüz’î irâdesi ile hak ya da bâtılı, kendisi tercih eder.) Ya (îmân edip, sâlih ameller işleyerek) şükreden bir kul olur, ya da (hakkı inkâr eden) nankör (kâfir bir kul olur).” (İnsan 3)