OSMANLI TAŞRASINDA KRİZ VE DÖNÜŞÜM: XVIII. YÜZYILIN İLK YARISINDA MUSUL, ŞAM VE BAĞDAT EYALETLERİ Mert Can ERDOĞAN∗ 1)Giriş 1683 Viyana kuşatmasında alınan ağır yenilgi ve onu takip eden Karlofça Antlaşması, Osmanlı tarihinde bir dönüm noktası olarak görülmektedir. Çünkü yüzyıldır durgunluk içerisinde olduğu düşünülen Osmanlı İmparatorluğu’nun bu savaşla bir “gerileme”, “dağılma” ve nihayet “çöküş” sürecine girdiği kabul edilmektedir. Genel varsayıma göre modernleşme akımı başlayana kadar imparatorluk her anlamda durgunluk içerisindedir. Sonunda, imparatorluk çöktüğüne göre bu genel varsayım doğru olmalıdır ve bu dönem hakkında yapılacak derinlemesine çalışmalar da bize sadece bu “durgunluğu” ve “çürümeyi” gösterecektir. Dolayısıyla bu dönemi çalışmak zaten bildiğimiz durağan tabloyu yeniden göstermekten başka bir işimize yaramayacaktır. Osmanlı tarihçilerinin yukarıdaki birkaç cümleyle özetleyebileceğimiz tutumları, yenileşme ve batılılaşmayı eş anlamlı görmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşım, Oryantalist paradigmadan beslenerek Batı’yı dönüşümün ve terakkinin yegâne kaynağı olarak kabul etmektedir. Bu yaklaşım, özellikle XVIII. yüzyıl Osmanlı tarihi çalışmalarına maalesef uzun süre hâkim olmuş1 ve bu dönemin hak ettiği ölçüde çalışılmasına, araştırılmasına mani olmuştur. Hâlbuki XVIII. yüzyılın ilk yarısı için Osmanlı Devleti’nde genel kabulleri ciddi anlamda sorgulamamıza sebep olacak bir manzara vardır. Karlofça Antlaşması’nı takip eden yarım yüzyıllık süreçte imparatorluk, askeri açıdan başarılı olmuştur. Avusturya, Venedik ve Rusya gibi tarihsel rakiplerine karşı konumunu muhafaza eden Osmanlı Devleti, yer yer kazanımlar da sağlamıştır. Savaşlarda elde edilen başarıların yanında XVIII. yüzyılın ilk yarısında siyasal yapıda kapsamlı dönüşümler yaşanmış, bürokratik yapı önemli değişimler geçirmiştir. Fakat bu kapsamlı dönüşümün tüm boyutlarıyla ele alınması yukarıda bahsettiğimiz yetersiz ilgi sebebiyle pek mümkün olmamıştır. Fakat son yıllarda yapılan çalışmalar, XVIII. yüzyılın ilk yarısındaki dönüşümleri açığa çıkararak batılılaşma öncesinde de Osmanlı İmparatorluğu’nun maruz kaldığı zorluklara adapte olma gücü ve dinamikliğine sahip olduğunu göstermektedir. İmparatorluğun sahip olduğu dinamizm ve adaptasyon kabiliyeti XVIII. yüzyıl merkez-taşra ilişkilerini de yeniden ele almamıza olanak vermektedir. Hâkim paradigmanın varsaydığının aksine imparatorluğun merkezi otoritesi taşrada gerilememiş, tam tersine mahalli unsurları siyasi kültürüne ve ekonomik düzenine dâhil etmiş ve imparatorluk kendine özgün bir “merkezileşme” yaşamıştır. Böylece merkezi idare Mısır ve Kuzey Afrika eyaletleri dışındaki hâkimiyetini XVIII. yüzyılın ortalarına kadar etkin biçimde sürdürmüştür. Ülkenin büyük bölümünde mer∗ Kırıkkale Üniversitesi Tarih Bölümü Araştırma Görevlisi. 200 ǁ ULUSLARARASI I. ORTA DOĞU SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ kezî devletin kurumsallığına, kaynaklarına veya devamlılığına kafa tutacak bir güç oluşmamıştır. XVIII. yüzyılın ilk yarısında, bu çalışmada ele alacağımız Şam, Musul ve Bağdat; Osmanlı merkezî devletinin organik bir parçası olmuştur. Mahalli unsurlar imparatorluğun iktisadi yapısına ve siyasal kültürüne dâhil oldukları için buradaki taşra toplumları hakkında elde edeceğimiz sonuçlar üzerinden imparatorluğun genel siyasi kültürü ve iktisadi yapısı hakkında çıkarımlar yapmak da mümkün olacaktır. Dolayısıyla XVIII. yüzyılın ilk yarısında Musul, Bağdat ve Şam’da Osmanlı taşra idari düzeni hakkında yapılacak gözlemler, yukarıda bahsettiğimiz dönüşümü ve dinamizmi anlamamız açısından yol gösterici olacaktır. Bu bağlamda söz konusu çalışmada öncelikle “klasik dönem” sonrası merkez-taşra ilişkisi “gerileme” anlatısının ötesinde yeniden yorumlanacaktır. Daha sonra XVIII. yüzyılın ilk yarısında, Osmanlı taşra idaresinde yapılan düzenlemeler iki açıdan tartışılacaktır. Öncelikle savunulması ve yönetilmesi zor olan bölgelerde güçlü valiliklerin oluşturulması incelenecektir. Daha sonra da malikâne sistemiyle birlikte merkezî devletin kendi bekası ile yerel unsurların çıkarlarını örtüştürmeyi nasıl başardığı ve bu sayede mahalli unsurları, siyasal kültürüne ve iktisadi düzenine nasıl dâhil ettiği ele alınacaktır. Böylece, XVII. ve XVIII. yüzyılda yaşanan gelişmelerin merkezi otoritenin çözülmesi olarak değil fakat bilinçli bir “mahalli unsurlar üzerinden merkezileşme” olduğu öne sürülecektir. Nihayet ifade ettiğimiz bulguların XVII. ve XVIII. yüzyıl Osmanlı tarihi çalışmaları açısından önemi tartışılarak yazı sonlandırılacaktır. 2) “Klasik Dönem” Sonrası Merkez-Taşra İlişkilerini Yeniden Yorumlamak Taşra-Merkez ilişkilerini yeniden yorumlamamız için hâkim “gerileme” yaklaşımının kökenlerini ele almamız gerekmektedir. Osmanlıların kendi gerileyişlerine duydukları inanç neredeyse Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi kadar eskidir. Hemen bütün Osmanlı tarih yazarları kendilerinden önce var olmuş özlenen bir altın çağ tasvirinde bulunmuşlardır. II. Mehmet devrinde yaşayan Aşıkpaşazade için bu özlenen dönem, kurucu hükümdarların dönemidir2. Kanuni döneminde yaşayan Lütfi Paşa içinse Aşıkpaşazade’nin pek memnun olmadığı II. Mehmet zamanı özlemle anılmaktadır. Fakat XVI. yüzyıl’dan itibaren Osmanlı tarih yazarları kendilerinden önceki makbul evre konusunda büyük ölçüde görüş birliğine varmışlardır. XVI. yüzyıldan itibaren “altın çağ” olarak Kanuni dönemi üzerinde karar kılınmış, Mustafa Âli3‘den Koçi Bey’e4 sayısız Osmanlı tarih yazarı, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Kanuni çağını özlemle anarak o dönemki kurumların ve işleyişin mükemmelliğini anlatmışlardır. Bu güçlü gelenek, modern tarih yazıcılığını derinden etkilemiştir. Uzun süre nasihatname yazarlarının XVI. yüzyıl güzellemeleri aynen kabul edilerek söz konusu yüzyıllar hakkında değerlendirmeler yapılmıştır. Fakat yakın zamanlarda yapılan çalışmalar sayesinde artık saray tarihçilerinin Osmanlı gerileyişinin nesnel gözlemcileri olmadığını biliyoruz5. Bu kişiler nasihatname geleneği kapsamında kendi lehlerine siyasi rakiplerinin gücünün kırmak için taraflı ve karamsar bir gerileme tasviri sunmuşlardır. Bir başka ifadeyle evvel zaman içinde var olmuş bir altın çağ hayali ile gerilemeye ilişkin öyküler, saray tarihçilerinin kişisel politik gündemlerine uygun metinlerdir. Bu metinler nesnel tarihsel kaynaklar değildir. TARİH ǁ 201 Saray tarihçilerinin XVI. yüzyıl sonrası hakkındaki betimlemelerini nesnel bulmayıp gerileme fikrini reddettiğimizde; toprak ve vergi düzeninden, veraset sistemine, ordu yapısından, merkez-taşra ilişkilerine XVII. yüzyılda yaşanan birçok değişimi yeniden yorumlamamız gerekecektir. Son dönemde yapılan çeşitli çalışmalar6 sayesinde birçok konuda yeni yorumlar getirilmiştir. Bu yorumlar doğrultusunda yeni bir anlatı ortaya çıkmaktadır. Bu anlatıya göre; XVI. yüzyılda yaşanan nüfus artışı, şehirleşme ve ticaret hacmindeki genişleme, tüm Avrasya’yı derinden sarsan sancılı bir iktisadi ve askeri dönüşümü tetiklemiştir. Osmanlı İmparatorluğu da tıpkı çağdaşları gibi değişen koşullara uyum sağlamak zorundaydı. Bunun için devlet, bir dizi dönüşüm geçirerek devrinin ihtiyaçlarına yönelik bir düzen oluşturmuştu. Bu yeni düzenin temel unsurlarından biri askeri teknolojide meydana gelen değişikliklere ayak uydurma süreciydi. XVI. yüzyılda Avrupa’da yaygınlaşan ateşli silahlara ve piyadelere dayalı düzenli ordular, Osmanlı Devleti’nin geleneksel tımarlı sipahi ordusunu işlevsiz hale getirmişti. Tımarlı sipahi yerine, ateşli silah kullanan piyade gücüne ihtiyaç duyan Osmanlı devleti, bu ihtiyacını karşılamak için reayayı savaş yıllarında silahlandırarak cephelere sevk etmişti. Fakat devletin kalabalık bir düzenli orduyu besleyebilecek mali altyapısı mevcut değildi. Bu yüzden, savaş sonunda sarıca yahut sekban denilen silahlı reaya birlikleri dağıtılarak taşraya geri gönderilmiştir. Bu durum ise taşrada çok sayıda başıboş silahlı adamın toplanmasına ve nihayet taşrada devletten bağımsız askeri güçlerin oluşmasına sebep olmuştur. Fakat bu durum devlet için ciddi bir tehdit değildir. Zira Osmanlı İmparatorluğu’nda sultanın iktidarına yönelik nihai bir tehdit ancak hanedan üyeleri tarafından yaratılabilirdi. Hanedanın kutsallığı mutlak olduğu için, hanedan dışından birinin sultanın yerini alması söz konusu olamazdı. XVII. yüzyıldan itibaren ise, kafes usulü denilen bir sisteme geçilerek hanedan mensuplarının taşra vilayetlerine sancak beyi olarak tayin edilmesine son verilmiş, tüm taht namzetlerinin sarayda kilit altında tutulması sağlanmıştır. Dolayısıyla XVII. yüzyıldan itibaren taşrada biriken silahlı unsurların herhangi bir hanedan mensubu tarafından yönlendirilmesi ve bu vesileyle merkeze tehdit olması söz konusu değildi. Bu durum merkezi devletin taşradaki özerk silahlı unsurlara karşı çok daha esnek bir tavır almasını mümkün kılıyordu. Kısacası, XVII. yüzyıldan itibaren taşrada bulunan silahlı unsurlar devlet için zayıflık değil tam tersine, savaş zamanı istifade edilebilecek yedek birlikler haline gelmiştir7. Bu açıdan bakarsak, “klasik dönem” sonrası değişen merkez-taşra ilişkisi, merkezi otoritenin zayıflamasının ötesinde, değişen askeri teknolojinin zorunlu kıldığı bir düzenleme olarak yorumlanabilir. Taşrada ortaya çıkan silahlı unsurlar sultan için bir tehdit değildi, fakat bu unsurların merkezin kontrolünde olmadıkları sürelerde yapacakları faaliyetler devlet için önemliydi. Çünkü sekbanların bulundukları bölgelerde eşkıyalık yaparak istikrarı bozmaları ve üretimi engellemeleri devlet tarafından kabul edilemezdi. Üstelik taşrada köy köy gezerek halktan haraç toplayanlar sadece eşkıyalar değildi. XVII. yüzyıldan itibaren merkezden atanan valiler de sayıları giderek artan sekban ve sarıcaları maiyetlerine alarak halktan vergi adı altında usulsüz para topluyordu. Hâlbuki devletin gücü ve meşruiyeti, ülkenin vergi tabanını oluşturan reayanın güvenliğine ve huzuruna bağlıydı. Bu sebeple, devlet taşradaki istikrarı ve üretimin devamlılığını güvene almak için yeni bir yönteme başvurdu. Doğrudan taşradaki güven ve istikrarda çıkarı bulunan ayanlar ve mültezimlerle işbirliğine giderek onları taşranın asayişinde sorumlu bir konuma getirdi. Bu kapsamda nefir-i am 202 ǁ ULUSLARARASI I. ORTA DOĞU SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ yani seferberlik ilan ederek, reayanın il-eri denilen milis güçlerinde, ayanlar tarafından silahlandırılmasına olanak sağladı. Bu milis güçler taşranın güvenliğinden sorumlu olacaklardı. Böylece hem olağanüstü durumlarda istifade edilebilecek yedek silahlı birlikler merkezî hazineye yük olmadan oluşturulmuş oluyor hem de bu silahlı unsurların üretim faaliyetlerini ve istikrarı bozmasının önüne geçiliyordu. Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, taşrada sultana rakip olabilecek bir hanedan mensubu bulunmadığı için de bu özerk oluşumların XV ve XVI. yüzyılda olduğu gibi sultana karşı bir tehdit oluşturması mümkün olmuyordu. Dolayısıyla XVII. ve XVIII. yüzyıldaki değişen taşra-merkez ilişkileri sayesinde, sultan kendisini tehdit etmeyen, taşradaki asayişi temin eden ve savaş zamanı istifade edebileceği ücretsiz yedek birliklere sahip olmuş oluyordu. Bu durum yukarıda ifade edildiği üzere devletin zayıflığı olarak değil tam tersine güçlülüğü olarak yorumlanabilir. 3) XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Osmanlı Taşra Örgütlenmesi Yukarıda taşradaki özerk unsurların “gerileme” veya “zayıflık” olarak görülemeyeceği, bu unsurların “klasik dönem” sonrasında merkezi tehdit etmediği, tam aksine savaş zamanlarında devletin elini güçlendirdiği ifade edildi. Bununla beraber, taşradaki asayiş ve istikrarın devlet tarafından hayati bir konu olduğu yine yukarıda ele alındı. İşte bu bağlamda devlet, taşra istikrarını ve asayişini sağlamak için XVIII. yüzyılın başında birtakım önemli düzenlemeler yapmıştır. Bu düzenlemeler iki amacı hedefliyordu, bunlar: Güçlü bölgesel valiler oluşturmak ve mahalli unsurları Osmanlı siyasal kültürüne ve ekonomik düzenine dâhil etmekti. Çalışmanın devamında bu iki amaca yönelik düzenlemeler Şam, Musul, Basra ve Bağdat örnekleri üzerinden ele alınacaktır. 3.1) Valilerin Yükselişi Tanzimat’a kadar Osmanlı devlet anlayışının temelini, adalet dairesi denilen yaklaşım oluşturmaktaydı. Bu yaklaşıma göre: Devletin varlığı reayanın huzuruna ve refahına, buna karşılık reayanın huzuru ve refahı ise devletin adaletine bağlıydı8. “Klasik dönemde” devlet, taşradaki huzuru ve refahı tımar sistemi üzerinden temin etmeye çalışmaktaydı. Fakat önceki bölümde ele alındığı üzere, XVI. yüzyılın sonundan itibaren değişen askeri teknoloji sebebiyle, tımar sistemi anlamını yitirmişti. Tımarlı sipahiler savaş zamanı muharebelerde düşmana üstünlük kuramıyor, barış zamanı ise haydutlara karşı taşranın asayişini temin edemiyordu. Bu durumdan ötürü, XVII. yüzyıl boyunca devletin taşra örgütlenmesinde tedrici fakat kararlı bir dönüşüm yaşanmıştır. Bu dönüşüm sonucunda, merkeze doğrudan bağlı çok sayıda zayıf sancak ve tımarın yerini, güçlü bölgesel valilerin altında hiyerarşik olarak yapılanmış eyaletler almıştır9. Yeni sistemde devlet, halkın refahı ve huzurunu eyaletlerin başında bulunan güçlü valiler aracılığı ile temin etmeyi amaçlıyordu10. Bu bağlamda, reayayı istismar eden bölgesel unsurları dengelemek amacıyla, valilerin bölgesel ve idari etki alanı arttırıldı. Buna karşılık devlet olası bir aksaklıktan ise yine valiyi sorumlu tutmaktaydı11. Valilerin bölgesel güçlerini artıran unsurların başında, valilerin maiyetindeki silahlı unsurların güçlenmesi geliyordu. Bu bağlamda devlet XVIII. yüzyılın başından itibaren, topraksız kalan yahut gelirleri azalan tımarlı sipahilerin, paşa defterlisi adı altında valilerin maiyetlerine yazılmalarına izin verdi. Paşa defterlisi olan sipa- TARİH ǁ 203 hilerin giderlerinden merkezî devlet değil eyalet valisi sorumluydu. Bu şekilde valilerin taşradaki muhalif unsurlara karşı eli güçlenirken, merkezî hazinenin de giderleri azalmış oluyordu12. Valilerin yetki ve sorumluluklarındaki artış, unvanları üzerinden de izlenebiliyordu. Zira Osmanlı idari yapılanmasında her yönetici yükseldikçe, sırasıyla bey, paşa ve vezir unvanlarına sahip olurdu. Bu hiyerarşik sıralamayı ifade etmek için beyler kendi sancaklarına tek, paşalar çift, vezirler ise üç adet tuğ takarlardı. “Klasik dönem” Osmanlı idari yapılanmasında, sancak yöneticilerine Bey, beylerbeyliği yöneticilerine Paşa, merkezde divana katılan yöneticilere ise Vezir unvanı verilirdi. Fakat XVII. yüzyıldan itibaren, bu durum büyük oranda değişmiştir. Sancak beylikleri, beylerle birlikte paşa ve vezir unvanlı yöneticilere verilmeye başlanırken aynı şekilde eyalete dönüşen beylerbeylikleri de paşalarla birlikte vezir unvanlı yöneticilere verilmiştir. Özellikle 1640 yılından sonra eyaletlere vezir unvanlı yöneticiler gönderilmesi teamül haline gelmiştir. Bu durum valilerin Osmanlı taşra idaresindeki artan ağırlığının ve sorumluluğunun bir başka göstergesidir. Fakat XVIII. yüzyıl Osmanlı valileri açısından, çalışmamıza konu olan bugünkü Suriye ve Irak toprakları oldukça zorlu görev yerleriydi ve yukarıda belirtilen sorumluluklarını yerine getirmeleri hiç de kolay değildi. Öncelikle, İran hududunda yükselen Musul, Bağdat ve Basra şehirleri sürekli bir istila tehdidi altındaydı. Özellikle Bağdat’ın güneyinden Basra’ya kadar uzanan arazinin konumu çok zorluydu. Söz konusu bölge güneyden Portekiz donanmasının doğudan ise İran ordusunun saldırılarına açıktı. Aynı zamanda geniş bataklıklardan oluşan arazi Osmanlıya düşman Müntefik aşiretinin önderliğindeki Şii kabileler tarafından kuşatılmıştı13. Şam’ın durumu da Basra’dan pek farklı değildi. Suriye çöllerine hâkim olan Aneze aşireti Arabistan’daki Vahabiler ile ortak hareket ederek Hac yolunun güvenliğini tehdit ediyor, sık sık kervan kollarına saldırılar düzenliyordu14. Yukarıda sayılan çeşitli zorluklara rağmen XVIII. yüzyılın ilk yarısında devlet, güçlü valiler vasıtasıyla en sorunlu iki bölgeyi, Şam ve Basra’yı, başarılı bir şekilde denetimi altına alarak hac yolunun güvenliğini sağladı ve İran’a karşı olan üstünlüğünü muhafaza etti. Takip eden iki bölümde bu süreçler ele alınacaktır. 3.1.1) XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Şam Eyaleti Şam’ı çöl ve dağlarla çevreleyen geniş araziyi yönetmek, Osmanlı Devleti için hiçbir zaman kolay olmamıştır. Özellikle göçebe çöl aşiretleri oldukça iyi silahlanmış ve örgütlenmişlerdi. Aralarında asabiyye15 denilen sıkı aşiret bağları vardı ve şehirli bir unsur tarafından kontrol edilmeleri hiç de kolay değildi. Yine de Osmanlı Devleti XVI. ve XVII. yüzyıllarda bölgeye egemen olan Mevali aşireti ile iyi ilişkiler kurmayı başarmış ve çöldeki huzuru bu aşirete emanet etmişti16. Fakat XVII. yüzyılın ikinci yarısında, bölgeye göç ederek çöle egemen olan Anezeve Şemmer aşiretleri, yerini aldıkları Mevali aşireti gibi uyumlu değildi. Osmanlı İmparatorluğu ile işbirliği yapmaya yanaşmayanAneze aşireti bir süre sonra Şemmer aşiretini de Fırat’ın ötesine sürerek bölgede tek başına egemen oldu ve hac yolunun güvenliğini ortadan kaldırdı. Osmanlı Devleti, Anadolu’dan oymaklar getirterek çölde kontrolü sağlamaya çalıştıysa da başarılı olamadı17. Özellikle 1693 yılından 1705 yılına kadar geçen süreçte, Aneze aşiretinin hac güzergâhında yaptığı saldırılar dolayısıyla büyük felaketler yaşandı. Bunların ilki, 1693 yılında yapılan saldırıydı. Aralarında 204 ǁ ULUSLARARASI I. ORTA DOĞU SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ Kırım Hanlığından bir hanedan üyesinin de bulunduğu hac konvoyu Hadiyye’de Aneze aşireti önderliğindeki bedeviler tarafından kuşatıldı ve hac yolcuları katledildi. Bu büyük şoku 1701 yılında otuz bin hacının ölümüyle sonuçlanan bedevi saldırısı takip etti. Olayda kusuru olduğu düşünülen hac emiri ve Şam valisi Çerkes Hasan Paşa bu olay üzerine İstanbul’a çağrılarak idam edildi. Fakat sadece dört sene sonra yeni bir felaket gerçekleşti. Şam Valisi Hüseyin Paşa’nın, hac emiri Kürt Bayram ile yürüyüş düzeninde uzlaşamaması sonucu bölünen kuvvetlere hac dönüşü saldıran Bedeviler, içlerinde Vali Hüseyin Paşa’nın da bulunduğu çok sayıda hacıyı katlettiler. Olayı haber alan Şam ahalisinin harekete geçerek, Sadrazam’a şikâyet mektubu yazması üzerine, Sadrazam Baltacı Mehmet Paşa Kürt Bayram’ın infazını emretti. Durumu haber alan Kürt Bayram, ertesi sene şehirden kaçıp Kırım Hanlığı’na sığındı. Kısa aralıklarla yaşanan bu üç felaket üzerine Osmanlı Devleti, bölgenin idaresinde önemli düzenlemeler yaptı. Evvela, Nasuh Paşa’nın Şam valiliği sırasında, hac emirliği ile bölge valiliği kalıcı olarak birleştirildi. Böylece 1705 yılında yaşanan tarzda bir felaketin tekrarlanmasının önüne geçildi. Dahası Kudüs, Gazze, Nablus ve Ajlun gibi Şam eyaletinin güneyinde bulunan sancak beylikleri doğrudan Şam valisinin şahsına tevcih edilerek, valinin bölgedeki gücü arttırıldı. Bir diğer düzenleme Şam valisinin vazifeleri üzerinden yapıldı. Batı cephesindeki savaşlara katılması uzun süren ve masraflı olan Şam valisinin, XVIII. yüzyıldan itibaren imparatorluk seferlerine katılmamasına karar verildi. Böylece vali bölgede kalıp hac emiri olarak hacıların güvenliği ile meşgul olabilecekti. Şam valileri bu tarihten itibaren itibarlarını, seferlerde gösterdikleri yararlılıklar ile değil, hac yolunun güvenliğini sağlamadaki hünerleri ile kazanmaya başladılar. Görev yerlerini terk etmeyen Şam valileri, bölgesel güçlerini daha fazla pekiştirmeye fırsat buldular. Güçlü Şam valileri artan gelir kaynaklarını ve nüfuzlarını kullanarak, XVIII. yüzyılın ilk yarısı boyunca, hac kervanlarının çok çeşitli ihtiyaçlarını yol boyunca karşılamayı başardılar. Ayrıca artan imkân ve kuvvetleri ile Hac güzergâhı boyunca inşa edilen kalelerin masraflarını karşılayan valiler, yolun güvenliği önemli ölçüde artırmış oldu. Dahası, uzun seferlerden muaf tutulan Şam yöneticileri, bölgede kalarak daha düzenli hac kervanları oluşturmayı başardılar. Ve nihayet aynı zamanda hac emiri oldukları için hac muhafız güçleri ile eyalet birliklerini uyumlu ve düzenli bir şekilde yerleştirerek hac konvoylarının korunmasını ve güvenli bir şekilde Şam’a geri dönmesini sağladılar. Böylece daha önce yaşanan hac felaketleri, XVIII. yüzyılın ilk yarısında tekrarlanmadı. 3.1.2) XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Bağdat ve Basra Eyaletleri Osmanlı Devleti 1533 senesinde Bağdat’tan Basra’ya uzanan Aşağı Mezopotamya havzasını ele geçirdiyse de, Osmanlılar için İran coğrafyasına oldukça yakın olan bu bölgeyi elde tutmak hiçbir zaman kolay olmadı18. Nitekim XVII. yüzyılın ilk çeyreğinde, arka arkaya zaferler kazanan Safeviler 1624 yılında Bağdat’ı ele geçirmeyi başardılar. Üstelik şehirdeki Sünni nüfusu öldürüp, Ebu Hanefi ve Abdulkadir Geylani’nin türbelerini yıktılar19. Bu durum, Osmanlı’nın itibarına büyük zarar verdi. Ayrıca Bağdat’ın düşüşü üzerine bölgedeki Osmanlı kuvvetleri taraf değiştirerek Safeviler’e katıldı ve Safeviler Mezopotamya Havzası’nın kontro- TARİH ǁ 205 lünü elde ettiler. Osmanlı İmparatorluğu Bağdat’ı ancak on dört sene sonra 1638’de büyük zorluklarla geri alabildi. IV. Murad döneminde gerçekleşen bu başarının ardından Osmanlılar, Aşağı Mezopotamya Havzası’nın kontrolünü yeniden ele geçirdi20. Fakat bölgedeki Osmanlı hâkimiyetine karşı tek tehdit İran değildi. Merkeze uzak bu zorlu coğrafyada güçlü yerel unsurlar mevcuttu. Bu güçlü unsurlardan biri olan ve Basra’da hüküm süren yerel Etrasiyab ailesi, bölgenin yeniden fethedilmesiyle birlikte Osmanlı padişahını hükümdar olarak tanımıştı. Fakat güçlü yerel kökleri olan bu aile topladıkları vergileri merkeze göndermiyor21 ve bölgedeki Osmanlı güçleri ile çatışıyorlardı. Sonunda merkezden atanan Bağdat valileri ile Etrasiyab ailesi arasındaki rekabet 1645 yılında sıcak çatışmaya dönüştü ve yaklaşık on beş yıl süren mücadelenin sonunda Osmanlı Devleti, Basra’da doğrudan egemen olmayı başardı. Fakat 1694 yılında, başka bir güçlü yerel unsur olan göçebe Müntefik aşireti, Şeyh Mani Essuud’un önderliğinde ayaklanarak Basra’yı ele geçirdi. Osmanlı Devleti’nin karşı hamlesinden çekinen Şeyh Mani, bir süre sonra İran Şahı ile anlaşarak 1696 yılında şehri Safeviler’e teslim etti. Bu yüzden Osmanlılar ancak 1699 yılında Bağdat valisinin emrinde Halep, Rakka, Sivas, Karaman, Bilecik ve Amasya bölgelerinden toplanmış büyük bir kuvvet seferber ederek şehri geri alabildi. Fakat Şeyh Mani’nin oğlu Megamis önderliğinde Müntefik aşireti, 1708 yılında yeniden ayaklandı. Bu isyan ancak Bağdat valisi Hasan Paşa’nın yardımıyla bastırılabildi22. İran sınırındaki bu hassas bölgedeki kontrolü kalıcı bir şekilde sağlamak isteyen Osmanlı Devleti, bedevilere ve diğer mahalli unsurlara hükmedebileceğini gösteren Hasan Paşa’ya, Şam valisi Nasuh Paşa örneğini hatırlatacak şekilde, 1708 senesinde Bağdat valiliğine ek olarak Basra valiliğini tevcih etti23. Kendisi de Enderun’da yetişmiş olan Hasan Paşa, Bağdat’ta Osmanlı saray teşkilatına benzer bir yapı kurdu. Hasan Paşa’nın valilik konağı, tıpkı Osmanlı sarayı gibi has oda, hazine ve mektep içeriyordu. Abaza, Çerkez ve Gürcü köleler satın alan Hasan Paşa, bazı eşraf çocukları ile birlikte bu köleleri Enderun’da olduğu gibi kendi konağında devlet vazifelerine hazırlayacak şekilde eğitti24. Böylelikle zorlu coğrafyada düzeni sağlayabilecek bir bürokrasinin temellerini atmış oldu. Ayrıca kabilelerden topladığı askerler ve satın aldığı köleler ile güçlü bir eyalet ordusu kurdu. Bu ordu sayesinde bölgeyi olası bir İran yahut bedevi istilasına karşı güçlendirdi. Nitekim bu ordu aşağıda bahsedileceği üzere Osmanlı-İran savaşlarında önemli roller üstlendi25. 1723 yılında başlayan Osmanlı-İran savaşlarında, Hasan Paşa Irak-ı Acem seferinin seraskeri olarak tayin edildi. Eyalet ordusuyla birlikte sekiz ay içinde sınırdan üç yüz kilometre içeri girerek Hamedan’ı fethetti. Hamedan’ın fethinden sonra hayatını kaybeden Hasan Paşa’nın unvanları, oğlu Ahmed Paşa’ya tevcih edildi. Babasının siyasetini sürdüren Ahmed Paşa bir yandan İran’la mücadele ederken bir yandan da Bağdat’a saldıran Beni Cemil kabilesini cezalandırdı26. Fakat bu arada Nadir Şah’ın İran tahtına geçmesiyle beraber savaşın seyri Osmanlılar aleyhine değişti. Osmanlı Devleti’nin daha önce ele geçirdiği Hamedan ve Tebriz’i geri alan Nadir Şah, Osmanlıları barışa zorlamak için Bağdat’ı almaya karar verdi. 1733 senesinde şehri kuşatan Nadir Şah’ın güçlü ordusuna karşı başarılı bir şekilde yedi ay direnen Ahmed Paşa, Sadrazam Topal Osman Paşa’nın kuvvetleriyle gelmesiyle birlikte Nadir Şah’ı yenilgiye uğrattı. Bunun üzerine savaş planını değiştiren Nadir Şah, Doğu Anadolu’ya saldırarak Kars’ta Osmanlı ordusunu yenilgiye uğrattı. Böy- 206 ǁ ULUSLARARASI I. ORTA DOĞU SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ lece Osmanlı Devletini barışa zorlamayı başarmış oldu. Osmanlı ile barış yaptıktan sonra Hindistan’ı istila eden Nadir Şah 1743 yılında 200.000 kişilik ordusuyla tekrar Osmanlı’ya savaş açtı. On yıl önce yaptığı gibi önce Irak toprakları üzerinden saldırdı ve Erbil ile Kerkük’ü aldı. Daha sonra Musul ve Bağdat’ı kuşatan Nadir Şah, Celililer ve Ahmet Paşa’nın başarılı müdafaası sonucunda geri çekilmek zorunda kaldı. Fakat önceki savaşta olduğu gibi, 1745 yılında tekrar kuzeyden saldırarak Kars’ta Osmanlı ordusunu ikinci defa ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu başarısına rağmen, İran’da çıkan isyanlar sebebiyle daha fazla ilerleyemeyen Nadir Şah, ülkesine dönmek zorunda kaldı. Ertesi sene de İran’da bir suikast sonucunda öldürüldü. Böylece neredeyse aralıksız yirmi üç yıl süren Osmanlı-İran savaşları sona erdi27. Bu savaşlar, coğrafi olarak İran saldırısına en açık bölge olan Aşağı Mezopotamya’nın güçlü valiler ve onların kurduğu güçlü eyalet orduları sayesinde başarılı bir şekilde savunulabildiğini gösterdi. Böylece Osmanlı Devleti, XVIII. yüzyıl başında aldığı tedbirlerle bu zorlu coğrafyayı yönetimi altında tutmayı ve İran’a karşı etkin biçimde savunmayı başardı. 3.2) Mahalli Unsurların Taşra İdaresine Katılımı Yukarıda güçlü valiler vasıtasıyla yönetilmesi ve savunulması oldukça zor olan bölgelerde, düzenin ve güvenin nasıl sağlandığı ele alındı. Osmanlı devletinin aynı dönemde başvurduğu diğer bir politika ise; ülkenin güveni ve düzeninde çıkarı bulunan toplumsal tabakayı genişletmek ve daha sonra bu tabakayla işbirliği yapmaktı. Bu amaca hizmet eden malikâne sistemine 1695 yılında geçildi. Bu sistem sayesinde Osmanlı devleti büyüklü küçüklü pek çok yatırımcıdan borç aldı. Bu yatırımcılar arasında ayan denilen taşrada güçlü ailelere mensup zengin kişiler de vardı. Malikâne sistemi bu kişilerin servetlerini ve konumlarını, Osmanlı toplum düzeninin devamlılığına bağlamalarını sağladı28. Dolayısı ile Osmanlı devleti, malikâne sistemiyle imparatorluğun dört bir yanında doğal müttefikler ve uzantılar kazandı. Bu uzantılar marifetiyle de, XVIII. yüzyıl taşrasında istikrar ve düzeni hedefleyen bir dizi düzenleme yaptı. Devletin ayanlar vasıtasıyla yaptığı düzenlemelerden biri yukarıda bahsedilen nefir-i am uygulamasıydı. Devlet bu uygulama ile taşranın asayişinde ayanlar ön- derliğindeki milis güçlerine güçlü yetkiler veriyor, hukuksuz hareket eden her kuvvete29 karşı direnme hakkı tanıyordu30. XVII. yüzyılda taşradaki artan eşkıyalığa ve hukuksuzluklara karşı sık sık başvurulan nefir-i am yöntemi, XVIII. yüzyılda yeni bir boyuta ulaştı. Çünkü bölgelerindeki istikrara ve düzene yatırım yapmış olan ayanlar, milis güçlerini ellerinden geldiğince destekliyor ve büyütüyordu31. Bu durum neticesinde, taşranın asayişini milis kuvvetler ve dolayısı ile ayanlar üstlenmiş oldu. Ayanlar söz konusu dönemde vergiler konusunda da önemli roller üstlendiler. Malikâne sisteminin merkezinde bulunan ayanlar, öncelikle, merkezdeki malikâne sahibi güçlü ailelerin yerel ortakları olarak gelir ve konum elde ediyorlardı. Ayrıca kendileri de doğrudan sisteme katılarak malikâne sahibi olabiliyor, kârlarını ve güçlerini pekiştiriyorlardı. Fakat ayanların asıl gücü devlet ile halk arasında üstlendikleri aracılık rolünden gelmekteydi. Devlet mahalli unsurlara nüfuz etmek istediği zaman ayan ve TARİH ǁ 207 eşrafa başvuruyordu. Bu bağlamda, reayanın suistimalini önlemek isteyen devlet, maktu sisteminde olduğu gibi vergi gelirini bir aracıya satmayıp, doğrudan reaya- dan talep ettiği zaman, ayanlara başvurdu. Ayanlar da devlete ödenmesi gereken meblağın reaya arasında bölüşülmesinde ve toplanmasında öncü rolü üstlendiler. Maktu sisteminin yanı sıra XVIII. yüzyılda avarız vergisinin toplanmasında da ayanlar kilit vazifeler üstlendiler. Reayanın istismarını engellemek isteyen devlet bu tarz vergilerin valiler değil kadılar ve yerel yöneticiler marifetiyle toplanmasını uygun buldu. Bu amaçla hazırlanan tevzi defterlerinde, hangi bölgeden ne kadar vergi alınacağı ayan ve eşraf meclislerinde karara bağlanıyor ve daha sonra ayanlar ödenmesi gereken vergiyi, ahalinin ödeme gücüne göre bölüştürüyor, gerektiğinde ise ahaliye borç veriyordu. Bu durum, hem devlet nezdinde hem de ahalinin gözünde ayanın gücünü ve itibarını büyütüyordu32. Devletin ayan ve eşrafla yaptığı ittifak, XVIII. yüzyıl Musul ve Şam eyaletlerinde daha da belirgindir. Zira söz konusu dönemde çok sayıda Musul ve Şam valisi, yerel eşraf arasından yükselmiştir. Devlet, kentin iktisadi ve içtimai düzenine hâkim olan, istediği zaman mahalli unsurlara ulaşabilen ailelerden, valiler seçmiştir. Böylece ihtiyaç anında mahalli kaynakları daha etkin bir şekilde seferber edilebilmeyi amaçlamıştır. Aşağıda devletin bu tercihinin Musul ve Şam eyaletlerindeki gelişimi ele alınacaktır. 3.2.1)XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Musul ve Celili Ailesi Musul ve Şam, bölgedeki Osmanlı idaresi açısından oldukça önemli noktalardı. Şam’ın önemi hac güzergâhını tehdit eden çöl aşiretleri bağlamında yukarıda ele alındı. Musul’un önemi ise İran savaşları sırasında üstlendiği rolden kaynaklanmaktaydı. Bölgeye sevk edilen Osmanlı kuvvetleri, Musul üzerinden güneye iniyordu. Ayrıca şehir önemli bir ikmal merkezi konumundaydı. Bağdat eyaletinde savaşan birliklerin ihtiyaçlarının önemli bir bölümü, Musul bölgesinden temin edilmekteydi. Dolayısıyla, bu iki bölgede de mahalli kaynakların devlet hizmetine yönelik idare ve sevk edilmesi gerekiyordu. Bu sorumlulukları yerine getirebilecekleri gösteren Celili ve Azm ailelerinin yükselişleri aşağıda sırasıyla ele alınacaktır. Celili ailesinin yükselişi, Bağdat valisi Hasan Paşa’nın 1708 senesinde Müntefik aşireti isyanını bastırmak için Basra’ya gitmesiyle başlamıştır. O zamana kadar, Celili ailesi Musul’un önde gelen zahire tüccarlarından biriydi. Devlet bu aileyi birkaç defa Bağdat’a zahire taşımakla görevlendirmişti. Fakat 1708 senesinde, gereken zahireyi taşımanın yanı sıra, satın alma görevi de bu aileye verildi. Kendileri de zahire tüccarı olan aile, bu vazife sayesinde yüksek kazançlar elde etmeye başladı33. Bu geliri kullanarak yirmi yıl içerisinde bölgedeki birçok köyün vergi gelirinin kaydını hayat şartıyla satın aldılar. Böylece hem kent ekonomisine hem de kırsal alandaki üretime hâkim oldular. Celili ailesi için 1723 yılında başlayan İran savaşları, ikinci bir dönüm noktası oldu. Zira savaş dolayısıyla bölgede önemli birlikler konuşlandırıldı. Bu birliklerin düzenli şekilde ikmal edilebilmeleri için, merkezî devlet Celili ailesinin imkânlarına ve bağlantılarına ihtiyaç duyuyordu. Bu bağlamda 1726 yılında Celilzade İsmail Ağa’nın Musul şehrinin Pazar vergisinin gelirlerini malikâne usulüyle satın almasına izin verildi. Bu Musul valiliğinin de İsmail Ağa’ya verilmesi anlamına geliyordu34. İsmail Ağa ise buna karşılık bölgedeki birliklerin ihtiyacı olan erzakları temin 208 ǁ ULUSLARARASI I. ORTA DOĞU SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ etmeyi kabul etmişti. Bu sorumluluğunun yanı sıra İsmail Ağa temin ettiği ürünleri depolamayı ve ikmal merkezlerine göndermeyi de üstlenmişti. Dolayısı ile önemli bir ikmal noktası olan Musul’un bütün mahalli kaynakları, Celili ailesinin aracılığıyla, devlet ihtiyacına yönelik sevk ve idare edilecekti. İsmail Ağa’nın savaş sürecinde iaşe görevlerini başarıyla idare edebilmesi, merkezî devletin memnuniyeti ile sonuçlandı. Bunun üzerine Celilzade İsmail Paşa’nın 1726-27 yıllarındaki valiliğinden sonra, oğlu Hüseyin Paşa 1730 yılından vefat ettiği 1748 yılına değin Musul valiliğinde kaldı. İaşe konusundaki maharetlerinin yanı sıra, Celilzadelerin yükselişlerinin bir diğer sebebi asker toplama konusundaki başarılarıydı. Öncelikle aile, şehirdeki yeniçeriler ile iyi ilişkilere sahipti. Hatta bazı aile üyeleri şehirdeki yeniçeri birliklerine ağalık yapmaktaydı. Ayrıca Celilerin vergi gelirlerini satın aldığı köylerde, kendilerine bağlı milis birlikleri vardı. Ailenin bazı üyeleri emir sıfatıyla bu milis birliklerinin başında bulunmaktaydı. Tüm bunların yanı sıra aile gerektiğinde bölgedeki Türkmen, Arap ve Kürt aşiretlerini de silah altına alabiliyordu. Böylece aile Musul gibi görece küçük bir şehirden, gerektiğinde birkaç bin kişilik askeri kuvveti toplayabiliyordu. Bu kuvvetler oldukça önemliydi, zira Aşağı Mezopotamya veya Suriye çölleri kadar yoğun olmasa da şehri çevreleyen dağlar ve ovalardaki çok sayıda aşiret, bölgenin istikrarına her daim bir tehdit oluşturuyordu. Vakanüvislerin kayıtlarına göre, Musul valileri, düzeni korumak için çevredeki aşiretlere her üçdört yılda bir sefer düzenlemek zorunda kalıyordu35. Bölgesel aşiretlerin saldırılarına nazaran, İran ordusu, şehir için çok daha büyük bir tehditti. Şehrin savunulması ancak bütün imkânların seferber edilmesiyle mümkün oluyordu. Nitekim 1733 yılında İran orduları, Nergis Han komutasında Musul’a saldırınca Celilzade Hüseyin Paşa buna karşılık hızla kuvvetlerini toplayıp karşı saldırıya geçmeyi başardı. Bunu beklemeyen Nergis Han, hazırlıksız yakalandı. Böylece İran ordusu çok sayıda askerini ve kurmayını kaybederek geri çekilmek zorunda kaldı36. Fakat Musul için daha büyük bir tehdit, on sene sonra ortaya çıktı. Dev ordusuyla Erbil ve Kerkük’ü alan Nadir Şah, 1743 yılında Musul önlerine geldi. İran reis-ül uleması imzalı bir mektubu şehre göndererek kan dökülmeden şehrin teslim edilmesini istedi. Fakat Celililer önderliğindeki Musul şehri, bütün hazırlıklarını yapmıştı. Nadir Şah’ın yaklaştığı haberini aldığında Hüseyin Paşa halkı Kızıl Cami’ye toplayıp durumu anlatmış, halkın muhasaraya karşı yapılacak hazırlıklara katılmasını sağlamıştı. Şehrin surları büyük bir hızla onarılmış ve hendekler kazılmıştı. Böylece Nadir Şah’ın şehri alma çabaları sonuç vermemiş ve 40 gün süren kuşatmanın ardından İran ordusu geri çekilmek zorunda kalmıştı37. İki muharebede de, Celili ailesi bölgenin tüm imkânlarını kısa sürede seferber ederek başarılı olmuştu. Yerel valilerin Musul’daki başarısı, şehirdeki vakanüvislerin tarih anlatılarına da yansımıştı. Bu anlatılarda, Celili ailesinin valilik yıllarından övgüyle ve gururla bahsedilmişti. Özellikle, Musul’un 1743’te Nadir Şah’ın dev ordusunu durdurması kent için bir gurur kaynağına dönüşmüştü.38 3.2.2) XVIII. Yüzyılın İkinci Yarısında Şam ve Azm Ailesi Şam şehrinin istikrarına yönelik tehdit Musul’un aksine İran’dan değil bölgesel güçlerden gelmekteydi. Yukarıda Suriye çöllerindeki bedevi kabilelerinin yarat- TARİH ǁ 209 tığı tehdit ifade edildi. Bunun yanı sıra Şam şehrinin içinde de birbiriyle rekabet eden silahlı hizip grupları vardı. Bu grupların başında yeniçeriler geliyordu. Bölgenin fethinden sonra şehre yerleşen yeniçeriler zamanla esnafla kaynaşmış ve şehrin iktisadi hayatında önemli bir ağırlık kazanmıştı. 1660 yılında Köprülü Ahmed Paşa, şehre yeni bir yeniçeri birliği konuşlandırınca esnaf arasına karışmış olan yeniçeriler yerli kulları, yeni gelen yeniçeriler ise kapı kulları olarak anılmaya başlanmıştı. Yeniçerilerin yanı sıra şehirde farklı sekban birlikleri de şehirde ikamet etmekteydi. Tüm bu silahlı unsurlar, şehrin güçlü aileleri ve esnaf grupları arasındaki rekabete dâhil oluyordu. Bu rekabet kimi zaman şiddetleniyor, kanlı sokak çatışmalarına dönüşüyordu. Asıl tehlikeli olan ise bu silahlı hizip gruplarının valiye karşı birleşmesiydi. Böyle bir birleşme sonucu 1724 Nisan’ında Salihiye semtinde başlayan isyan, Vali Osman Paşa’nın şehir dışında olmasının yarattığı boşluktan ötürü hızla yayılmış ve bütün şehri sarmıştı39. İsyan dolayısıyla, hac kervanları da zamanında yola çıkamamıştı. Durumdan Vali’yi sorumlu tutan Şam müftüsünün talebi üzerine, Osman Paşa görevinden azledildi ve yine müftünün tavsiyesi ile Azm ailesinden İsmail Paşa valiliğe getirildi. İsmail Paşa’nın Şam valiliğine gelmesi ile bölgede Azm valileri dönemi başlamış oluyordu. Kökenleri sipahi sınıfına dayanan bu aile, Bağdat seferi sırasında gösterdikleri yararlılıklardan ötürü, IV. Murad tarafından Halep’in güneyine yerleştirilmişlerdi. Çeşitli devlet görevlerinde bulunan Azm fertleri, zaman içerisinde bölgesel güçlerle sağlam bağlar kurdu. XVIII. yüzyıla gelindiğinde bölgede tanınan bir aile haline gelen Azmzadeler, 1717 yılında İsmail Paşa’nın Hama ve Humus valiliklerine atanmasıyla nüfuzlarını daha da artırdılar. 1724 yılında Trablus valiliği yapan İsmail Paşa ise bu tarihten sonra Osman Paşa’nın yerini alarak Şam valisi oldu. Trablus valiliği ise İsmail Paşa’nın kardeşi Süleyman Paşa’ya, Hama ve Humus valilikleri ise oğlu Esad Paşa’ya verildi. Böylece Azm ailesi bölgeye büyük oranda egemen oldu. Azm ailesinin Şam valiliğine gelmesiyle birlikte bölgede yeni bir dönem başladı. Aile bölgedeki çeşitli hizip gruplarını iyi tanıyor ve bölgenin ancak bu gruplar arasında kurulacak denge siyasetiyle yönetilebileceğini biliyordu. Bu bağlamda hem İsmail Paşa hem de halefi ve kardeşi Süleyman Paşa, şehirdeki askeri hizip gruplarını farklı görevlerde istihdam etti. Bu görevlerin başında hac güzergâhına inşa edilen kaleleri savunma ve hac kervanlarına eşlik etmek geliyordu. Şehirdeki askeri hizip grupları bu görevler sayesinde ciddi gelir elde ettikleri için bu görevlerde yer almak amacıyla valiyle iyi geçinmek istiyorlardı. Bu şekilde hem hac yolunun güvenliği ve bölgenin asayişi sağlanmış oluyor, hem de silahlı hizip grupları valilerin nüfuz alanına girmiş oluyordu40. Şam valileri için bir diğer önemli mesele, şehirdeki ekmek fiyatlarıydı. Özellikle kurak sezonlarda ve göçebe aşiretlerin saldırıları sonrasında şehirdeki ekmek fiyatları tehlikeli bir şekilde yükseliyordu. Örneğin, 1734 yılında artan ekmek fiyatları sebebiyle çıkan isyanda halk, vali Süleyman Paşa’nın tahıl ambarlarını yağmalamaya kalkmıştı. Süleyman Paşa’nın hızla harekete geçerek isyancıları dağıtması üzerine olaylar duruldu. Fakat takip eden dönemde, Süleyman Paşa benzeri bir olayın tekrar yaşanmaması için bölgedeki tahıl tüccarlarını ve fırınları etkin şekilde denetlemeye başladı. Ayrıca bazı vergileri kaldırarak ekmek fiyatlarının düşük seyretmesini sağladı. Bunun yanında Süleyman Paşa, fakirler için sünnet törenleri 210 ǁ ULUSLARARASI I. ORTA DOĞU SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ düzenleyerek ve bu törenlerde çocuklara altın takarak halkın sevgisini kazanmaya çalıştı. Süleyman Paşa’nın vefatından sonra yerine geçen Azmzade Esad Paşa da babasının ve amcasının izinden giderek şehirdeki dengeleri korumaya özen gösterdi. Bölgedeki Dürzi aşiretleri ve bedevi kabileleri baskı altında tutarak veya hizmeti altına alarak, tarım arazilerinin ve hac yolunun güvenliğini temin etti41. Bu şekilde hem merkezî devletin hem de yerel halkın hoşnutluğunu kazandı. Esad Paşa’nın on beş yıllık valiliği sırasında şehre çok sayıda kamu binası, çeşme, saray ve konak yapıldı. Özellikle 1750 yılında tamamlanan Azm Sarayı, zarafeti ve görkemiyle, dönem mimarisinin zirvelerinden birini oluşturuyordu42. Şam’da yerel valilerin başarısı, Musul’da olduğu gibi yerel vakanüvislerin tarih anlatılarına da yansımıştı. Özellikle merkezden atanan ve görev süreleri bir kaç yılla sınırlı olan valilerden sonra, Azm valilerinin yönetimi vakanüvislerin gözünde adalet ve huzur yılları olarak görülmüştü. Bu anlatılarda Şam’da yapılan kamu binaları, özel konaklar ve hayratlar minnetle anılmış, Azm ailesinin kıtlıkla olan mücadelesinden övgüyle bahsedilmişti.43. Şam’da Azm ailesi Musul’da ise Celili ailesi vasıtasıyla XVIII. yüzyılın önemli bir bölümünde, devlet söz konusu kentlerin iktisadi ve içtimai düzenine hâkim olmuş, istediği zaman mahalli unsurlara ulaşabilmişti. Böylece yukarıda ele alındığı üzere çok sayıda silahlı hizibin ve göçebe aşiretin bulunduğu Şam’da, düzen sağlanmış ve hac yolunun güvenliği korunmuştu. Yine Celili ailesinin ihtiyaç anında yerel kaynakları seferber etmedeki başarısı, Musul’un İran savaşlarında öne çıkmasına ve kilit roller oynamasına olanak sağlamıştı. 4) Sonuç Yerine Yukarıda ele alındığı üzere, güçlü valilikler yaratarak ve mahalli unsurları yönetime dâhil ederek Osmanlı Devleti, XVIII. yüzyılın ilk yarısında Şam, Bağdat, Basra ve Musul’da hâkimiyetini sürdürmeyi başarmıştır. Bu süreçte, kafes usulü Osmanlı Devleti’nin taşradaki tehdit algısını değiştirmiş, merkezin daha esnek davranmasına olanak vermiştir. Böylece taşraya güçlü valiler gönderilebilmiştir. Bu valiler, mahalli unsurlarla birlikte çalışarak yönetilmesi ve savunulması güç olan yerlerde tüm yerel kaynakları seferber ederek oldukça başarılı olmuştur. Böylece Osmanlı Devleti, İran savaşlarında Musul, Bağdat ve Basra’yı savunabilmiş ve Suriye çöllerine egemen olan bedevilere karşı hac yolunun güvenliğini muhafaza etmiştir. Çalışma boyunca ele alınan bu gelişmeler, Osmanlı Devleti’nin batılılaşma öncesinde de sahip olduğu kurumsal esnekliğin44 ve dinamizmin önemli örnekleridir. Bir başka önemli mesele de çalışmada ele alınan düzenlemelerin tüm Osmanlı eyaletlerinde uygulanmamış olmasıdır. Örneğin XVIII. yüzyıl ilk yarısında Halep’te ve Cebel-i Lübnan’da yerel unsurlara hâkim olabilecek güçlü valiler ortaya çıkmamıştır. İmparatorluğun Balkan topraklarında ise aksi yönde gelişmeler yaşanmıştır. Eflak ve Boğdan voyvodalıklarında bölgeden çıkan yerel boyar ailelerinin yerini, merkezden gönderilen Fener Beyleri almıştır. Devletin farklı tehditlere yönelik farklı çözümler geliştirmesi yukarıda bahsettiğimiz kurumsal esnekliğin önemli bir göstergesidir. Taşraya mahalli kökleri olan güçlü valiler gönderme usulü, XVIII. yüzyıl boyunca Şam, Musul ve Bağdat’ta devam etmiştir. Bu usul ancak II. Mahmud döne- TARİH ǁ 211 minde takip edilen kararlı merkezileşme siyaseti ile sona ermiştir. II. Mahmud ile beraber modern devletin inşası kapsamında yerel farklılıklara göre şekillenmiş kurumsal esnekliğin yerini merkezin belirlediği kesin standartlar almıştır. Bu bağlamda Şam, Bağdat ve Musul’a egemen olan haneler tasfiye edilerek merkezî bürokrasiye mensup valiler bölgeye gönderilmiştir. Fakat kurumsal esnekliğin XIX. yüzyılda terk edilmesi, “yenileşme”nin başlangıcı değildir. Zira kurumsal esneklik bağlamında yapılan düzenlemeler ile Osmanlı İmparatorluğu çok geniş bir coğrafyada çok çeşitli tehditlere karşı kendisini sürekli yenileyebilmiştir. Taşraya yerel kökleri olan güçlü valiler gönderilmesi de bu yenilenmenin bir parçasıdır. Bu esnek yenilenme sayesinde devlet, eşine az rastlanılır bir uzun ömürlülüğe sahip olmuştur. Kaynakça ABOU EL HAJ Rıfa’at Ali, Formation of the Modern State: The Ottoman Empire Sixteenthto Eighteenth Centuries, Syracuse Universty Press, 2005. ABOU EL HAJ Rıfa’at Ali, 1703 Rebellionand the Structure of the Ottoman Politics, ACLS Humanities, 2008. BERKES Niyazi, İki Yüz Yıldır Neden Bocalıyoruz, Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık, 1997. BARBIR Karl, OttomanRule in Damascus 1708-1758, Princeton University Press, New Jersey, 1980. BARKEY Karen, Banditsand Bureaucrats: Ottoman Routeto State Centralization, Cornell UniversityPress, 1997. Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul, 2011. GREHAN James, Everyday Life and Consumer Culture in 18th Century Damascus, University of Washington Press, 2007. İNALCIK Halil, Devlet-i Aliyye Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-II Tagayyür ve Fesad (1603-1656): Bozuluş ve Kargaşa Dönemi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009. İNALCIK Halil, “Aşıkpaşazade Tarihi Nasıl Okunmalı”, Söğüt’ten İstanbul’a, Derleyenler: Oktay Özel, Mehmet Öz, İmge Kitabevi, İstanbul, 2005. İNALCIK Halil, MilitaryandFiscalTransformation in theOttomanEmpire, 1600-1700, ArchivumOttomanicum V I. Louvain, 1980. İNALCIK Halil, The Ottoman Empire The Classical Age 1300-1600, Weindenfeld & Nicolson, 1973. KEMP Percy, “HistoryandHistoriograpy in JaliliMosul”, Middle Eastern Studies, Vol. 19, No. 3 (July., 1983), 372 KHOURY Dina Rizk, “The Ottoman Centre Versus Provincial PowerHolders: An Analysis of the Historiography”, Cambridge History of Turkey volüme: III, der., Suraiya Faroqhi, Cambridge UniversityPress, 2008. 212 ǁ ULUSLARARASI I. ORTA DOĞU SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ KHOURY Dina Rizk, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Taşra Toplumu: Musul 1540-1834, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008. KÜÇÜKÖMER İdris, “Batılılaşma” Düzenin Yabancılaşması,Bağlam, 2007. MASTER Bruce, “Semi-autonomous forcesin the Arab provinces” Cambridge History of Turkey volüme: III, der.,SuraiyaFaroqhi, Cambridge UniversityPress, 2008. the MASTER Bruce, Viewfromthe Province: Syrian Chroniclers of Eighteenth Century, Journal of the American Oriental Society, Vol. 114, No. 3, July-September 1994. NEUMANN Christoph K., “Political and diplomatic developments”, Cambridge History of Turkey volüme: III, der., SuraiyaFaroqhi, Cambridge UniversityPress, 2008. ÖZ Mehmet, Osmanlı’da “Çözülme” ve Gelenekçi Yorumları, Dergah Yayınları, İstanbul, 2005. PAMUK Şevket, “Seçici Kurumsal Değişim ve Osmanlının Uzun Ömürlülüğü” Osmanlı Ekonomisi ve Kurumları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2007. PETERSEN, Andrew ,”Damascus – history, artsandarchitecture” Islamic Arts & Architecture. (October 3, 2011). (Erişim 05,28,2014) SALZMAN Ariel, Modern Devlet’i Yeniden Düşünmek, Osmanlı AncienRégime’i , İletişim Yayınları, İstanbul, 2011. TEZCAN Baki, The Second Ottoman Empire, Cambridge University Press, 2011. ÜLGENER Sabri, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, Derin Yayınları, 2006. Notlar 1 2 3 4 5 6 Bu yaklaşım ile üretilmiş sayısız akademik çalışma vardır. Öne çıkan birkaç örnek için bakınız: Niyazi Berkers, İki Yüz Yıldır Neden Bocalıyoruz, (Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık,1997), İdris Küçükömer, “Batılılaşma” Düzenin Yabancılaşması, (Bağlam,2007), Sabri Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, (Derin Yayınları, 2006), Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-II Tagayyür ve Fesad (16031656): Bozuluş ve Kargaşa Dönemi,(Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,2009) Halil İnalcık, “Aşıkpaşazade Tarihi Nasıl Okunmalı”, Söğüt’ten İstanbul’a, der., Oktay Özel, Mehmet Öz (İstanbul: İmge Kitapevi,2005), 131 Mehmet Öz, Osmanlı’da “Çözülme” ve Gelenekçi Yorumları,( İstanbul: Dergah Yayınları,2005),63 Age, 82 Rıfa’at Ali Abou El Haj, Formation of the Modern State: The Ottoman Empire Sixteenth to Eighteenth Centuries (Syracuse Universty Press, 2005) Baki Tezcan, The Second OttomanEmpire,( CambirdgeUniversity Press,2011), Rıfa’at Ali Abou El Haj, 1703 Rebellion and the Structure of the Ottoman Politics (ACLS Humanities, 2008), Halil İnalcık, “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire”, 1600-1700. 283-337. ArchivumOttomanicum V I. Louvain, 1980 TARİH ǁ 213 7 Karen Barkey, Bandits and Bureaucrats: Ottoman Routeto State Centralization (Cornell University Press,1997) 8 Halil İnalcık, The Ottoman Empire The Classical Age 1300-1600 (Weindenfeld & Nicolson, 1973), 65 9 Karl Barbir, Ottoman Rule in Damascus 1708-1758, (New Jersey: Princeton University Press, 1980), 15 10 Age, 17 11 Nevşehirli Damat İbrahim Paşa 1727 yılında Şam valisi Azmzade İsmail Paşa’ya yazdığı uyarı mektubunda, bölgesel huzursuzluktan dolayı valiyi suçluyor, Hâkim-i Adil’in rical, tüccar ve reaya arasındaki adaletin kaynağı olması gerektiğini vurguluyordu. Böylelikle Damat İbrahim Paşa, adalet dairesinin merkezine valilerini yerleştirmiş oluyordu. Barbir, Ottoman Rule, 20 12 Age, 17 13 Bruce Master, “Semi-autonomousforcesintheArabprovinces” Cambridge History of Turkey volüme: III, der.,SuraiyaFaroqhi, ( Cambridge UniversityPress, 2008),201 14 Age, 193 15 Bu kavram özellikle İbn Haldun’un toplum ve devlet teorisinde önemli yer tutar. 16 Master, Semi-autonomous, 190 17 Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Abdülkerim Öztuna,(İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı,2011) “Aneze” Maddesi. 18 Aşağı Mezopotamya havzası Eski Pers İmparatorluğundan itibaren İran Dünyasının bir parçası olarak görülüyordu. Nitekim Roma İmparatorluğu dahi Mezopotamya’da kalıcı olamamış, bölge her daim İran’da hüküm sürmüş İmparatorlukların yönetiminde kalmıştır. Ahameniş, İskender, Selovkos, Part, Sasani, Emevi, Abbasi ,Selçuklu, İlhanlı, Timur ve Akkoyunlu İmparatorlukları “Antik İran” yahut “Büyük İran” dediğimiz bu coğrafya da hüküm sürmüşlerdir. Bu bakıma Osmanlı’nın siyasi teşekkülü iki bin yıl bütün olarak kalmış olan bu coğrafyayı kalıcı olarak birbirinden ayırmıştır. 19 Christoph K. Neumann, “Political and diplomatic developments” Cambridge History of Turkey volüme: III, der., Suraiya Faroqhi, (Cambridge University Press, 2008), 47 20 Age, 47 21 Master, Semi-autonomous, 201 22 Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Yusuf Hallaçoğlu(İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı,2011) “Basra” Maddesi. 23 Master, Semi-autonomous, 201 24 Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Yusuf Hallaçoğlu(İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı,2011) “Bağdat” Maddesi. 25 Dina RizkKhoury, “The Ottoman Centre Versus Provincial Power-Holders: An Analysis of the Historiography” Cambridge History of Turkey volüme: III, der., Suraiya Faroqhi, (Cambridge University Press, 2008), 143 26 DIA, Bağdat Maddesi 27 Neumann, Politica land diplomatic developments, 55 28 ArielSalzman, Modern Devlet’i Yeniden Düşünmek, Osmanlı Ancien Régime’i, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2011), 34 29 Devlet görevlileri dâhil 30 “karye ahâlisine birer nefer yarar ve tuvânâ yigit başı ta’yîn eyleyüb ve re’âyâya şart virübanun gibi bölük halkı ve yeniçeri ve cebeci ve topcı ve kapucı ve beglerbegi ve sancak begi subaşıları nâmına köylerine gelüb re’âyâma hilâf-i şer’-i şerîf ve muğâyir-i emr-i münîf salğun salub bayraklar ile gezüb müselmânların ehl ü ‘ıyâllerine müte’ârrız olub zulm ü ta’addî eyleyen eşkıyâ her kim olursa ol asılların demleri heder olmak üzere ile gönderüb mecâl virmeyüb mahallinde 214 ǁ ULUSLARARASI I. ORTA DOĞU SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ şer’ ile haklarından geldürüb aslâ ehl-i fesâda fırsat vermeyesin...”Halil İnalcık, Military and Fiscal Transformation, 307 İnalcık, Military and Fiscal Transformation, 311. Agm, 334 33 Dina Rizk Khoury, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Taşra Toplumu: Musul 15401834(Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008),68 34 Bu vergi geliri geleneksel olarak Musul valisine bırakılırdı. Çünkü söz konusu gelirler, bölgedeki ikmal merkezlerinin ihtiyaçlarını karşılamak ve şehri yönetmek için harcanıyordu. Khoury, Osmanlı İmparatorluğu’nda 70-71 35 Dina Khoury, Osmanlı İmparatorluğu’nda, 55 36 Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ahmet Gündüz (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı,2011) “Musul” Maddesi. 37 Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Mehmet İpşirli (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı,2011) “Celili” Maddesi 38 Takip eden dönemde yerel vakanüvisler bu zaferi tarih anlatılarının merkezine yerleştirdiler. Bu anlatılarda Musul’un başarısı bir gurur kaynağı olarak görülüyor ve vakanüvisler tarafından iftiharla anılıyordu. Dahası bu kuşatma sonrasında vakanüvisler anlatılarında “celili valileri” ve “celili olmayan valiler” ayrımına veya “Musul’lu valiler” ve “yabancı valiler” gibi kavramlara müracaat etmeye başladılar. PercyKemp, HistoryandHistoriograpy in JaliliMosul, MiddleEasternStudies, Vol. 19, No. 3 (July., 1983), 372 39 DIA Şam Maddesi 40 Barbir, OttomanRule 97 41 James Grehan, Everyday Life and Consumer Culture in 18th Century Damascus, (University of Washington Press, 2007), 87 42 Petersen, Andrew ,“Damascus – history, arts and architecture” Islamic Arts & Architecture. (October 3, 2011). (Erişim 05,28,2014) 43 Bruce Master, View from the Province: Syrian Chroniclers of the Eighteenth Century, Journal of the American Oriental Society, Vol. 114, No. 3, (July-September 1994), 353-362 44 Bu kavram, Şevket Pamuk tarafından Osmanlı Devleti’nin uzun ömürlülüğünü açıklamak amacıyla, devletin iç borçlanmada kullandığı değişik yöntemler açıklanırken kullanılmıştır. Şevket Pamuk, “Seçici Kurumsal Değişim ve Osmanlının Uzun Ömürlülüğü” Osmanlı Ekonomisi ve Kurumları,(Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2007) 31 32 TOPLUMSAL HAFIZA BAĞLAMINDA I. BALKAN SAVAŞI BAKİYYELERİ VE HİNDİSTAN KIZILAY HEYETLERİ Yrd. Doç. Dr. A. Çağlar DENİZ∗ Hatırlayış ve Unutuş Stratejilerinin Mekanı Olarak Toplumsal Hafıza Hafıza, hatırlayış ve unutuş sözcükleri günlük dilde çoğu kez insan tekleri bağlamında kullanılmaktadır. Oysaki hafızanın, hatırlayışın ve unutuşun toplumsal boyutları da vardır. Toplumsal hafızanın nasıl ‘üretildiği’, bu üretimin gerçekliği ne derece yansıttığı ya da seçtiği soruları, belleğin toplumsal boyutlarına bizi ulaştırabilir. Kişisel hafıza için unutmak çoğu zaman nörolojik bir problemken toplumsal hafıza için unutma çoğu zaman üretilen bir stratejidir. Hafıza, kişisel ve toplumsal düzeyde, hatırlarken aslında ‘olmuş olanı’, şimdinin içinde yeniden kurmaktadır. Bu yeniden kurma, olmuş olanı eksiltip abartabilir de. Hatırlayışın bağlamsal doğası, sadece ‘hatırlanan’ı değil, hatırlanan etrafında kurulan/kurgulanan (lar)ı da yeniden çağırmayı gerekli kılmaktadır. Unutuş da en az hatırlayış kadar –toplumsal bağlamda- seçilen ve kurulan bir düzleme sahiptir. Öznenin alışkanlık belleği, daha kesin olarak “toplumsal alışkanlık belleği”, o öznenin kurallarla ve kodlarla ilgili bilişsel belleğiyle aynı şey değildir; ne de bilişsel belleğin yalnızca bir eklentisidir; kodların ve kuralların başarılı ve inandırıcı biçimde yerine getirilmesinin asal bir tamamlayıcı ögesidir. (Connerton, 1999: 59) Kültürün iki yönü, yani kuralcı ve anlatısal, yönlendirici ve nakledici yönü bireylere “biz” deme imkanı veren kimlik ve aidiyet temelleri yaratır. Tek tek bireyleri böyle bir “biz” de birleştiren, bir yandan ortak kurallar ve değerlere bağlılık, öte yandan ortak yaşanmış geçmişin anılarına dayanan, ortak bilgi ve kendini algılayış biçiminin oluşturduğu bağlayıcı yapıdır. Her bağlayıcı yapının temel ilkesi tekrarlamadır. Böylece olaylar dizisinin sonsuzda kaybolması önlenir ve bir ortak “kültürün” unsurları olarak tanınabilir ve hatırlanabilir örneklere dönüşmesi sağlanır. (Assman, 2001: 21) Geçmişin imgeleri bir araya gelince o sırada var olan toplumsal düzeni meşru gösterir. Herhangi bir toplumsal düzene katılmış bulunanların ortak anıları olduğunu varsaymaları gerektiği örtük bir kuraldır. Bu kimseler, söz konusu toplumun geçmişiyle ilgili anılarının farklılığı derecesinde, ne ortak deneyimlere ne de ortak varsayımlara sahip olabilecektir. Bunun sonucu belki en açık biçimde, bambaşka anılara sahip kuşaklar arasındaki iletişimde ortaya çıkan engellerde görülür. Kuşaklar arasında çoğu kez örtük arka plan anlatıları biçiminde görülen farklı anılardan oluşmuş kümeler, birbiriyle çatışacaktır. Öyle ki belli bir tarihte ve yerde birlikte yaşamış olsalar da farklı kuşaklar, zihinsel ve duygusal bakımdan birbirlerinden tamamen kopuk olabilirler; bir kuşağın anıları, o kuşağın üyelerinin beyinleri ve bedenleri içinde, bir daha geri alınmayacak biçimde kilitlenmiş olabilir. (Connerton, 1999: 10-11) ∗ Uşak Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü. [email protected]