2- Kayyim Atama – Itiraz Dilekçesi Ornegi

advertisement
NOT: KAYYIM ATAMA KARARINA DAİR İTİRAZ DİLEKÇESİ: Aşağıdaki
dilekçe, somut olaya uyarlanarak, özellikle farklı renkteki kısımlar kontrol edilip, somut
duruma uygun hale getiriniz. Kayyıma atama kararının gerekçesinde yer alan diğer hukuka
aykırılıklara da dilekçede yer vererek, kayyım atama kararına karşı 7 gün içinde itiraz ediniz.
İtiraz sonrası 30 gün içerisinde AYM’ye ve hemen sonra AİHM’ye başvurunuz. AYM ve
AİHM başvuruları için hazırlanmış örnek başvuruları dikkate alınız. Bu açıklayıcı notu
okuduktan sonra siliniz.
İSTANBUL 4. SULH CEZA HÂKİMLİĞİ’NE SUNULMAK ÜZERE İSTANBUL 3.
SULH CEZA HÂKİMLİĞİNE
DOSYA NO
: 2016/… Değişik İş.
İTİRAZ EDENLER: NOT: AŞAĞIYA İTİRAZ EDEN ŞİRKET HİSSEDARLARININ İSİMLERİNİ
YAZINIZ. Eğer her hissedar tek tek itiraz edecekse, bu dilekçeyi her biri ayrı ayrı hazırlayarak
sadece kendi ismini yazarak da itiraz edebilir. Ancak tek avukat birden çok hissedar adına
itiraz edecekse aşağıdaki şekilde de itiraz edebilir.
1234-
…
…
…
…
VEKİLİ
/ EŞİ
: (Avukat varsa avukat, yoksa itiraz edenlerin kendileri de dilekçeyi
imzalayabilir. Eğer hissedar tutuklu ise, eşi de itiraz dilekçesini EŞİ olarak imzalayıp, itiraz
edebilir (Ceza Muhakemesi Kanunu madde 262)
TEBLİĞ TARİHİ: …
İTİRAZ KONUSU: İstanbul 3. Sulh Ceza Hâkimliğinin …/…/2016 tarih ve 2016/…
Değişik İş sayılı kararına ilişkin itirazlara dair hukuki argümanların ve itiraz talebinin
sunulmasından ibarettir.
I.
İSTANBUL 3. SULH CEZA HÂKİMLİĞİNİN …/…/2016 TARİH VE
2016/… DEĞİŞİK İŞ SAYILI KARARI
Yukarıda tarihi ve değişik iş sayısı belirtilen karar ile İstanbul 3. Sulh Ceza Hâkimliği,
Ceza Muhakemesi Kanununun (CMK) 133. maddesini gerekçe göstererek, … Holding
bünyesinde bulunan … A.Ş., … A.Ş., … A.Ş., … Ltd. Şrt. isimli ticari şirketlere kayyım
atanmasına karar vermiştir. İtiraz edenler belirtilen şirketlerin hissedarlarıdır.
Belirtilen şirketlere … iddiasıyla kayyım atanmasına karar verilmiştir. Bu karar, aşağıda
belirtilen gerekçelerden anlaşılacağı üzere, birçok açıdan, Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf
1 / 22
olduğu ve bağlayıcı olan BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi (BM MSHS) ile Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS), Anayasaya, Ceza Muhakemesi Kanunu ve genel
olarak hukuka, hukukun en temel ilkelerine açıkça aykırıdır. Bu nedenle özellikle aşağıdaki
gerekçelere dayalı olarak itirazen kaldırılmalıdır
İSTANBUL 3. SULH CEZA HÂKİMLİĞİNİN …/…/2016 TARİH VE 2016/…
DEĞİŞİK İŞ SAYILI KARARINDAKİ HUKUKA AYKIRILIKLAR
II.
1. Kayyım atama kararının gerekçesi birçok açıdan hukuka aykırı olup
kaldırılmalıdır
…
…
NOT: Kayyım atama kararındaki gerekçeyi dikkate alarak, karardaki hukuka
aykırılıkları bu bölümde belirtiniz.
Tüm bu hukuka aykırılıklar nedeniyle itiraza tabi kayyım atama kararı itirazen
kaldırılmalıdır.
2. …/…/2016 tarihli kayyım atama kararı CMK’nın 133. maddesindeki koşulların
hiçbirini karşılamamaktadır. CMK’nın 133. maddesinin koşulları oluşmadan bir
ticari şirkete kayyım atanması açıkça keyfi ve yasa dışıdır. Mülkiyet hakkına
müdahale oluşturduğu için CMK’nın sıkı şartlara bağladığı kayyım atama tedbiri,
esasında kayyım atama kılıfına büründürülmüş yasa dışı bir el koyma kararıdır.
Kanuni dayanaktan tamamen yoksun olan itiraza tabi kayyım atama kararı
hukuka açıkça aykırı olduğu için kaldırılmalıdır.
CMK 133. maddede düzenlenen "Şirket yönetimi için kayyım tayininin" şartları, Prof.
Dr. Sami Selçuk ve Prof. Dr. Caner Yenidünya’nın iki yazısında açıkça ifade edilmiştir.
Aşağıda yer verilen iki bilimsel görüş incelendiğinde, Sulh ceza hâkimliğinin itiraza konu
kayyım atama kararında bu şartların hiçbirine uyulmadığı görülecektir.
Yargıtay onursal başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk’a göre “Ceza Yargılama Yasası'na
göre “ortaklık yönetimi için kayyım atama”, sıkı koşullara bağlanmıştır. Kayyım atanması
için, ilkin amaç açısından izlenen koşulların gerçekleşmesi gerekir. Uygulamada bir
ortaklığın (şirket) etkinliği çerçevesinde suç işlendiğine ilişkin somut kanıtlar söz konusu
olduğu ve yönetime el koyma önlemine başvurulduğu zaman ortaklık, ağır ve önemli değer
kayıplarına uğramaktadır. Bu noktayı iyi değerlendiren yasa koyucusu, ortaklığın bir kayba
uğramaması amacından yola çıkmış, ortaklığın yönetimi için kayyım atanması önlemini
2004/5271 sayılı Ceza Yargılaması Yasası (CYY, m. 133) ile hukukumuza sokmuş ve bunu
yerinde olarak “arama ve el koyma” önlemine ilişkin dördüncü bölümde düzenlemiştir.
Böylece yukarıda değinilen temel amaç doğrultusunda ortaklığın malvarlığının denetim
altında tutulması, el koymanın sonuçlarını doğuracağından, ilkin gelecekte tüzelkişinin
mallarının zoralımına (müsadere) karar verilirse bunun yerine getirilebilmesi
2 / 22
sağlanacaktır. (TCY, m. 20/2, 54-55). İkinci olarak da, olası bir aklanma (beraat) kararı
verilmesi durumunda ortaklık zarara uğramamış olacaktır. Son olarak da, ortaklık işlerini
sürdürdüğü için çalışanlar mağdur olmayacaktır. Görüldüğü üzere kayyım atanması
önlemi, “el koyma” önleminin özel bir türü ve Yasa'da sınırlı ve sayılı suçlar için
başvurulabilen kendine özgü (sui generis) bir kurum olarak hukuk dünyamızda yerini
almıştır. Ortaklık yönetimi için kayyım atanmasında ortaklığın bütünü etkilenecektir. Çünkü
yönetim, kayyıma geçmiştir ve bütün kararlar onun denetimindedir. Bu yüzden önlem
Yasa'da çok sıkı koşullara bağlanmıştır.
Birinci olarak, bu önleme, ayrık (istisnai) olduğundan, ancak Yasa'da sayılan ve
sınırlanan suçlar işlenirken başvurulabilir (CYY, m. 133/4).
Son dönemlerde basına yansıyan haberlere göre, bu suçlar arasında yer alan uyuşturucu
ya da uyarıcı madde imal ve ticareti (TCY, m. 188), silahlı örgüt (m. 314), bu türden
örgütlere silah sağlama (m. 315), Kaçakçılıkla Mücadele Yasası'nda tanımlanan ve hapis
cezasını gerektiren suçlarla ilgili olarak bu önleme başvurulduğu anlaşılmaktadır.
İkinci olarak, bu önleme başvurulabilmesi için kuşkusuz yukarıda sergilenen suçların
ortaklığın etkinliği çerçevesinde işlenmekte olması gerekir. Nitekim Yasa, söz konusu
suçlarla ilgili olarak “işlenmekte olduğu” anlatımına yer vermiştir.
Üçüncü olarak, bu önleme karar verilebilmesi için, yukarıda sayılan suçlardan birinin
ya da birden çoğunun, bir “ortaklığın etkinliği çerçevesinde işlenmekte olması” gerekir.
BU KONUDA ÖZEN GÖSTERİLMESİ GEREKEN NOKTA ŞUDUR: EĞER BU
SUÇLARDAN BİRİNİ ORTAKLARDAN BİRİSİ İŞLEMİŞ İSE, ORTAKLIĞIN YÖNETİMİ
İÇİN KAYYIM ATANMASINA GEREK YOKTUR. OLSA OLSA SADECE BU ORTAĞIN
PAYINA EL KOYMA ÖNLEMİ UYGULANABİLİR. ÇÜNKÜ SUÇ ORTAKLIĞIN
ETKİNLİĞİ ÇERÇEVESİNDE İŞLENMEKTE DEĞİLDİR.
Dördüncü olarak, bu konuda Yasa'nın anlatımıyla “kuvvetli şüphe sebepleri” (kuvvetli
kanıtlar) var olmalıdır. Basit şüphe, başlangıç şüphesi, “makul şüphe”, “yeterli şüphe”
yeterli değildir. Şüphe merdiveninin en üst basamağında bulunan “kuvvetli şüphe”nin var
olması gerekir. CYY, bu koruma önleminde özellikle kuvvetli şüpheyi aramıştır (m. 133).
Beşinci olarak, Yasa bunlarla da yetinmemiş, özellikle yalnızca yaşanmakta olan olayın
ortaya çıkarılmasını amaçladığını “… maddi gerçeğin ortaya çıkarılabilmesi için”
sözcüklerini kullanarak belirtmiştir.
Altıncı olarak, belirtelim ki, bu önleme başvurabilmek için, soruşturma ya da
kovuşturma konusu suçun zincirleme ya da kesintisiz suç olarak bir ortaklığın etkinliği
çerçevesinde işlenmekte olması gerekir. Elbette bunun kuvvetli şüpheyle desteklenmesi de
zorunludur.
Yedinci ve son olarak da, “maddi gerçeğin ortaya çıkarılabilmesi için” bu önleme
başvurma “gerekli olmalı”dır (CMK m.133/1). Bir başka deyişle eğer bu maddi gerçek,
başka önlemlere başvurularak ortaya çıkartılabilecekse elbette bu koşul gerçekleşmemiş
olacak ve bu önleme başvurulamayacaktır...
Yetkili merci, kayyımı yönetim organının karar ve işlemlerini onaylayan bir “onay
makamı” ya da yönetim organının bütün yetkilerini üstlenecek bir “yönetim organı” olarak
atayabilir. Bir başka deyişle kayyım atanmasına karar veren merci, atama kararında, ya
yönetim organının yetkilerinin bütünüyle kayyıma verildiğini ya da yönetim organının karar
3 / 22
ve işlemlerinin geçerliliğinin kayyımın onayına bağlı kılındığını açıkça belirtmek
durumundadır (CYY, m. 133/1). Ancak her iki durumda da kayyım, ortaklığı ceza
yargılamasında temsil etme yetkisine asla sahip değildir...
İlgililer, kararı veren merciden, koşulların ortadan kalktığını belirterek önlemin
kaldırılmasını isteyebilir ve atanan kayyımın işlemlerine karşı Türk Medeni ve Türk Ticaret
yasaları hükümlerine göre görevli mahkemeye başvurabilirler (CYY, m. 133/3).
Unutmamak gerekir ki, kayyımlar, yansız olmak zorundadırlar. Bu yüzden kayyımın
iddia ve savunma makamı ile bir ilişkisinin bulunmaması gerekir.
Yine unutmamak gerekir ki, kayyım, bir “gizli soruşturmacı” (m. 139) değildir. Bu
nedenle kayyımın kanıt araştırmak ve toplamak diye bir görevi yoktur. Olamaz da.
Prof. Dr. Caner Yenidünya’ya göre1 “Şirket yönetimi için kayyım tayininin, bir koruma
tedbiri olarak görünüşte haklılık, ölçülülük, geçicilik, vasıta oluş gibi bir takım kaidelere
uygun olması aranır. Tabidir ki, her şeyden önce vatandaşlarımız için mülkiyet hakkına
önemli bir kısıtlama getiren bu koruma tedbirinin, öncelikle yasada öngörülen “kanuni
sınırlarına uygun” tatbiki gerekir. Aksi halde verilen kararın hukuka aykırılığı bir tarafa,
kanun güvencesini ortadan kaldıran, tamamen keyfi bir işlem olduğu şüphesizdir. .. somut
olayda ilgili şirketin faaliyeti çerçevesinde katalogda yer verilen suç tiplerinden birinin
işlenmekte olduğu konusunda kuvvetli suç şüpheleri bulunmalıdır. Dikkat edilmelidir ki,
kuvvetli suç şüphesi; hem katalog suçlardan birinin işlendiği, hem de bu suçun şirket faaliyeti
çerçevesinde gerçekleştirildiği konusunda mevcut olmalıdır. Bu sebeple, katalogda yer alan
ancak şirketin faaliyeti çerçevesinde işlenmeyen bir suçun, bizatihi şirket yöneticisi, sahibi
ya da temsilcisi tarafından işlenmesi halinde bu tedbire başvurulamaz. Şu halde; şirket
sahibi katalogda yer verilen suçlardan birinin şüphelisi olabilir, ancak kayyım tayini için bu
yeterli değildir, aynı zamanda ilgili suçun da bu şirketin faaliyeti kapsamında işlenmiş olması
gerekir.
Bir suçun işlendiği konusundaki, belirli bir yoğunluğa ulaşmış ve somut olgulara
dayanan şüphe, kuvvetli şüphedir. Kuvvetli şüphe, soyut tahmin ve izlenimlere değil, somut
olgulara dayanmalıdır. Hâkim kararında; kuvvetli şüpheyi ortaya koyan sebepler (hem suça,
hem de suçun şirketin faaliyeti kapsamında olduğuna ilişkin), somut olgular ve dayanakları
gösterilmek suretiyle açıklanmalıdır.
Ayrıca burada bir ayrıntıya da temas etmek gerekir; maddenin aradığı kuvvetli suç
şüphesi, suçun işlendiğine değil, işlenmekte olduğuna yöneliktir. Bu itibarla şirketin
faaliyeti çerçevesinde işlenmiş olsa bile, icrası tamamlanmış bir suçla ilgili olarak şirket
yönetimine kayyım tayin edilemeyeceği, madde gerekçesinde; “..soruşturma veya
kovuşturma konusu suçun, zincirleme veya kesintisiz suç olarak, bir şirketin faaliyeti
çerçevesinde işlenmekte olduğu hususunda kuvvetli şüphe sebeplerinin bulunması gerekir.
Ayrıca, şirket yönetimine kayyım tayini, soruşturma veya kovuşturma konusu suçla ilgili
maddi gerçeğin ortaya çıkarılabilmesi için gerekli olmalıdır. Bu bakımdan bir şirketin
faaliyeti çerçevesinde işlenmiş olsa bile, icrası tamamlanmış olan bir suçla ilgili olarak şirket
yönetimine kayyım tayin edilemez” denilmek suretiyle açıkça ifade edilmiştir. Şu halde daha
Şirket Yönetimi İçin Kayyım Tayini Koruma Tedbiri: Şartları ve Hukuka Uygunluğu, Prof. Dr Caner
Yenidünya (https://medium.com/@caneryenidunya/%C5%9Firket-y%C3%B6netimi-i%CC%87%C3%A7inkayy%C4%B1m-tayini-koruma-tedbiri-%C5%9Fartlar%C4%B1-ve-hukuka-uygunlu%C4%9Fu459ba6ee615d#.gdl2hjl6j).
1
4 / 22
evvelden gerçekleşmiş, bitmiş bir kısım işlem ve eylemler bahane edilerek bir şirkete
kayyım tayinine gidilemez.
Öte yandan bir şüphelinin ortağı yahut hissedarı olduğu tüm şirketlere kayyım tayini de
mümkün değildir. Tek tek hangi şirketin, hangi faaliyeti kapsamında bu suçların işlenmekte
olduğunun somut delilleri ile ortaya konulması gerekir.
Kayyımlığın işleyişi konusunda Türk Medeni Kanunu’nda yer alan düzenlemelere
bakılmalıdır. Kimlerin kayyım olarak atanabileceğine ilişkin Ceza Muhakemesi Kanunu’nda
bir düzenleme mevcut değildir. Bu hususta Türk Medeni Kanunu 403/3 üncü
maddesinde; “Bu Kanunun vasi hakkındaki hükümleri, aksi belirtilmiş olmadıkça kayyım
hakkında da uygulanır” denilmek suretiyle, kayyımlık yönünden vasilere ilişkin düzenlemelere
yollama yapılmıştır. Türk Medeni Kanunu’nun 418 inci maddesinde, bazı özelliklere sahip
kişilerin vasi olamayacağı belirtilmiştir. Buna göre; i)Kısıtlılar, ii) Kamu hizmetinden
yasaklılar veya haysiyetsiz hayat sürenler, iii) Menfaati kendisine vasi atanacak kişinin
menfaati ile önemli ölçüde çatışanlar veya onunla aralarında düşmanlık bulunanlar, iv) İlgili
vesayet daireleri hâkimleri, vasi olamazlar. Kanun koyucunun 403/3 üncü maddedeki
yollaması uyarınca, bu engel sebeplerin kayyımlık bakımından da geçerli olduğu, dolayısıyla
bu özelliğe sahip kişilerin kayyım olarak atanamayacağını ifade etmek gerekir. Bu kapsamda,
Türk Ticaret Kanunu’nun haksız rekabete ilişkin hükümleri de gözetildiğinde, birbirleriyle
rekabet içinde olan şirketlerden birinin yöneticisi, temsilcisi ya da çalışanının diğer bir
şirketin yönetimine kayyım olarak atanmasının açıkça yasaya ve hukuka aykırı olduğu
izahtan vareste olduğu gibi, eşyanın tabiatına da aykırıdır.
Sonuç itibariyle; şirket yönetimi için kayyım tayini niteliği itibariyle özel mülkiyete,
teşebbüs özgürlüğüne ağır bir müdahale oluşturması sebebiyle, çok dikkatli ve titiz
uygulanması gereken bir koruma tedbiridir.”
Dolayısıyla itiraza konu karar incelendiğinde, hakim kararında CMK’nın 133.
Maddesindeki koşulların oluştuğu tek tek belirtilmediği gibi, özellikle atılı suçun kayyım
atanan şirket(ler)in faaliyetleri çerçevesinde işlenmeye devam ettiğine dair kuvvetli suç
şüphesini gösteren somut bulgular gösterilmemiştir. Bu nedenle, kayyım kılıflı el koyma
kararı CMK’nın 133. Maddesine açıkça aykırı olup kaldırılmalıdır. CMK’yı yazan
akaemisyenlerden Prof. Dr. İzzet Özgenç de “Son zamanda keşfedilen CMK’nın 133.
maddesi amacı dışında uygulanmaktadır. Suçun şirket faaliyetlerinde işlenmeye devam
etmesi halinde kayyım atanabilecekken, bu şarta da uyulmadan kolayca kayyım atama
kararı verilebilmektedir.” değerlendirmesinde bulunmuştur.
Yukarıda belirtilen iki akademisyene ait görüşler dikkate alındığında, özellikle atılı
suçların (hangi suçlar olduğu ve bu suçların CMK’nın 133. Maddesinde sınırlı sayıda
belirtilmiş suçlardan biri veya birkaçı kararda açıkça belirtilmek zorundadır. İtiraza konu
kayyım atama kararında, atılı suçun ilgili şirketin etkinliği çerçevesinde işlenmekte olması
koşuluna ilişkin bulgular, karar gerekçesinde gösterilmesi gerekirken, bu hususta hiçbir
somut hiçbir bulgu gösterilmeden, sadece soruşturma dosyasına atıf yapılmakla yetinilereke
kuvvetli suç şüphesinin olduğu iddia edilmiştir. Bu nedenlerle bahse konu yargı kararı
CMK’nın 133. Maddesinde öngörülen bahse konu şarta aykırı olup kaldırılmalıdır.
Atılı suçun zincirleme ya da kesintisiz suç olarak bir şirketin faaliyetleri çerçevesinde
işlenmekte olması ve bunun kuvvetli şüpheyle desteklenmesi gerektiği koşuluna dair de
sulh ceza hâkimliği kararında hiçbir somut bulgu gösterilmemiştir. İşlenmekte olan suç da
5 / 22
kararda açıkça belirtilmemiş olup, CMK’nın 133. Maddesinde katalog halinde belirtilen
hangi suçun işlenmeye devam ettiği hususunda da en küçük delil gösterilmemiş, keyfi olarak
kayyım atama kılıfı altında şirket(ler)e el koyma kararı verilmiştir. Kayyım atanan şirktelerin
atılı suç(lar)ı işlediği iddiası da tamamen temelsiz olup, bu konuda en küçük somut bulgu
bulunmamaktadır. Kayyım atanan şirketlerin faaliyetleri tamamen özel teşebbüs hürriyetinin
koruması altındadır (AY mad. 48). Şirketin kendisi örgüt olmadığına gibi, hiçbir örgüte de
gelirini vermiş değildir.
Ayrıca, şirket yönetimine kayyım tayini, soruşturma veya kovuşturma konusu suçla ilgili
maddi gerçeğin ortaya çıkarılabilmesi için gerekli olmalıdır. Bu nedenle bir şirketin
faaliyetleri çerçevesinde işlenmiş olsa bile, icrası tamamlanmış olan bir suçla ilgili olarak
şirket yönetimine kayyım tayin edilemez. Somut olayda, maddi gerçeğin ortaya çıkarılması
açısından kayyım tayininin neden gerekli olduğuna dair de karar gerekçesinde hiçbir
açıklamaya yer verilmemiş olup bu kurala da uyulmamıştır.
Hâkim, kararında, kuvvetli şüpheyi ortaya koyan sebepler (hem suça, hem de suçun
şirketin faaliyeti kapsamında işlenmekte olduğuna ilişkin), somut olgular ve dayanakları
göstermek suretiyle açıklamak zorunda olmasına rağmen, somut olayda kayyım atanan
şirkettin, hangi faaliyetleri çerçevesinde hangi suçu işlemeye devam ettiğine dair hiçbir somut
bulguya yer verilmemiştir. Belirtilen (mesnetsiz) delil unsurlarının hiçbiri bu iddiayı
göstermemektedir.
Ayrıca, tamamlanmış suçlar gerekçe gösterilerek, şirket yönetimine kayyım tayin
edilemez. Somut olayda bu koşula da uyulmamıştır. Suç oluşturduğu iddia edilen faaliyetlerin
tamamı, geçmişte gerçekleşmiş faaliyetler olup, atılı suçun şirketlerin faaliyetleri
çerçevesinde işlenmeye devam ettiğine dair hiçbir somut delil başlangıcı dahi karar
gerekçesinde gösterilmemiştir.
Somut olayda, CMK’nın 133. maddesindeki koşullardan biri olan katalog suçlardan
birinin işlendiğine dair kuvvetli suç şüphesini gösteren en küçük delil başlangıcına dahi karar
gerekçesinde yer verilmemiştir. Delil adı altında belirtilenler temel hak ve hürriyetlerin
kapsamındaki faaliyetler olup suç olarak değerlendirilemez. Aksi durum söz konusu temel
hakların ihlaline yol açar.
NOT: KAYYIM KARARINDA AŞAĞIDAKİ GEREKÇELERDEN HANGİSİNE
YER VERİLMİŞSE ONLARI SEÇİNİZ VE İTİRAZ DİLEKÇESİNDE YER VERİNİZ.
DİĞERLERİNİ SİLİNİZ:
 … tarihli kararda, “…yetiştirilen kadroların devlet kademelerine yerleştirilmeye
başlandığı, … Devlet içerisinde yer alan görevlilerin, devlet hiyerarşik
sisteminden farklı şekilde emir ve talimat alma yöntemiyle yönlendirildikleri ve
devlet içerisinde bu şekilde sızdırılmış kamu görevlileri vasıtasıyla devlet
içerisindeki yapılandırmanın kolaylaştırılmaya çalıştırıldığı …” iddia edilmiştir.
Öncelikle belirtmek isteriz ki, bu faaliyetin, terör örgütü suçlamasına dayanak
oluşturduğuna ancak akıl sağlığını yitirmiş kişiler inanabilir. Eğer bu eylem suç
ise, Doğu Perinçek, her gün devletin tüm kurumlarına sızdıklarını ve Gülen
Hareketine yönelik neredeyse tamamı yasa dışı operasyonları kendi adamlarının
yaptığını açıkça medyada ileri sürmektedir; eğer bu eylem suç ise, Perinçek bu
suçu her gün ikrar etmektedir. Devletin resmi kurumlarının değil, yargı ve polis
içindeki kendi adamlarının bu operasyonları yaptığını deklare etmektedir. Eğer
6 / 22
bu suç ise, suçunu inkâr eden değil, ikrar eden Perinçek Grubuna karşı da bir
soruşturma yapılması için suç duyurusunda bulunmaktayız. Bunu Anayasanın
10. Maddesi gereği savcılar dikkate almalıdır; aksi durum kanunsuz suç ve ceza
olmaz ilkesinin uygulanmasında ayrımcılık olur. Bir eylem ya suçtur; ya da değil.
Suç ise herkes için suçtur; değilse hiç kimse için değildir. Ceza kanunlarının
ayrımcı veya selektif şekilde uygulanması açık bir keyfilik oluşturur ve temel
haklardan yararlanmadan ayrımcılık yasağını (AİHS mad. 14) ihlal eder. Bu
durum, AİHS’nin 7 ile 14. Maddelerini ve Anayasanın 38 ile 10. maddelerini
birlikte ihlal eder. Ayrıca, Anayasanın 70. Maddesine göre, “Her Türk kamu
hizmetine girme hakkına sahiptir. Hizmete alınmada görevin gerektirdiği
niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez.” Anlaşılacağı gibi kamu hizmetine
girme her Türk vatandaşının Anayasal hakkı olup, Türklerin kendi devletlerine
sızması gibi hukuk dışı bir iddia kabul edilemez. Türklerin kendi devletlerine
sızmasına ancak akli melekelerini yitirmiş insanlar inanabilir. Devlet hiyerarşik
sisteminden farklı şekilde emir ve talimat alma iddiasına ilişkin de kararda en
küçük somut delil ortaya konamamış olup, bu iddia da hayali ve temelsiz bir
iddiadır. Eğer bu türden bir olay tespit edilmiş olsaydı, delilleri ortaya konur,
ilgili kişi de cezalandırılırdı. Buna da hiç kimse hiçbir şey diyemezdi. Ancak, son
üç yıldır devletin tüm imkânları kullanılmasına rağmen, varsayımdan ibaret bu
siyasi suçlamanın da bugüne kadar en küçük somut bulgusu ortaya konamamıştır.
 … tarihli kararda, “… örgütün şirket ve holdingler kurmak suretiyle ticari
faaliyetlerde bulunulduğu, …” ifade edilmiştir. Bilindiği gibi, Anayasa’ya göre,
“Herkes dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir. Özel
teşebbüsler kurmak serbesttir” (AY mad. 48). Anayasanın bu hükmünden de
anlaşılacağı gibi, hâkim kararında suçlamalara gerekçe gösterilen olgu, Anayasal
bir hakkın kullanılmasından ibaret olup bireylerin ticari faaliyette bulunması,
yargı mensupları dahil kimseyi ilgilendirmez; bu durumun suç unsuru
oluşturduğuna da ancak aklî melekeleri yerinde olmayanlar inanabilir.
 … tarihli kararda, … isimli kuruluşlara yardım yapıldığı iddia edilmektedir.
Ancak bu iddiayı destekleyen en küçük somut delil unsuru kararda
gösterilmemiştir. Kayyım atanan şirketlerin faaliyetleri çerçevesinde hiçbir
kuruma bağış ve yardımda bulunulmamıştır. 2013 yılının son günlerinden bu
yana hiçbir STK’ya bağış yapılmamıştır. Kaldı ki, bir an için bu türden bir bağış
yapılmış olsa dahi, devletin faaliyet göstermesine izin verdiği ve dolayısıyla yasal
olduğu devlet tarafından kabul edilen bir STK’ya bağış yapmanın suç olarak
nitelendirileceği hiçbir zaman öngörülebilir değildir. Oysa ceza kanunlarının
uygulanması öngörülebilir ve erişilebilir olmak zorundadır. Somut olayda
uygulanan kanun erişilebilir olsa da uygulaması kesinlikle öngörülebilir değildir.
Bu nedenle AİHM anlamında bir kanunda bulunması gereken niteliklere sahip
olmadığı için kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesini de ihlal eder.
 … tarihli kararda, ayrıca “… yardım ve himmet adı altında toplanan bağışların
ticari şirketlerde değerlendirildiği …” iddia edilmiştir. Yapılan bağışların ticari
şirketlerde değerlendirildiği iddiasına ilişkin de en küçük somut delil kararda
gösterilmemiştir; bu iddia da diğerleri gibi sadece bir varsayımdan ibaret olup
7 / 22
tamamen temelsizdir. Bağış ve yardım konusu suçlamalara dayanak
gösteriliyorsa, yukarıda sivil toplum örgütlerine ilişkin açıklamalarda belirtildiği
gibi, bağış yapma, sivil toplum faaliyetleri kapsamında olup, mülkiyet hakkı ve
örgütlenme özgürlüğünün de koruması altındadır. Bireyler ve tüzel kişiler, mal
varlıklarından, yasalara uygun olarak kurulup faaliyette bulundukları ve
kapatılmadıkları sürece, istedikleri STK’ya istedikleri bağışı yapma konusunda
özgürdürler. Yetkili karar organının almış olması kaydıyla, bir şirketin, tüm
gelirini dahi herhangi bir sivil toplum kuruluşuna bağışlamasının önünde hukuki
hiçbir engel yoktur. Ayni veya nakdi yardım yapma (himmet, bağış, kurban
bağışı vb.) hem hayır faaliyeti olarak dinimizde kabul edildiği için dinimizin
tavsiye ettiği bir faaliyet olarak din ve vicdan özgürlüğünün koruması altındadır;
hem de sivil toplum faaliyetlerinin kapsamında olduğu için örgütlenme
özgürlüğünün korumasından yararlanır. Diğer bir ifade ile, suçlamalara gerekçe
gösterilen olgu temel hakların kullanılmasından ibaret olup suç unsuru olarak
gösterilmesi söz konusu hakların ihlaline yol açar.
 … tarihli kararda, “… örgütün devlet kademelerine sızmış kamu görevlileri
vasıtasıyla kendi amaçlarını uygulayarak devlet yapılanması dışında başka bir
(paralel bir yapılanmaya) gittiğinin anlaşıldığı …” iddia edilmiştir. Bu iddia üç
yıldır bir türlü somut bulgularla ispatlanamadığı gibi, terör örgütü suçlamasıyla
da hiçbir bağlantısı yoktur. Kaldı ki, “paralel devlet oluşturma” iddiasının doğru
olduğu varsayılsa dahi, Türk Ceza Kanunu’nda bu tanıma uyan herhangi bir suç
da yoktur. Dolayısıyla, suçlamalara bu eylem dayanak gösteriliyorsa, açıkça
kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi (AİHS mad. 7) ihlal edilmiştir. Gerekçede
kullanılan bu ifade de yine bir insan hakkına aykırıdır.
 Aynı kararda, “…devlet kurumlarının yapı ve görevleri dışında kendi örgüt
yapısı içerisinde organize olarak bir kısım legal görünümlü operasyonlar
düzenledikleri …” de iddia edilmiştir. Bu hususun da terör örgütü suçlamasıyla
hiçbir ilgisi olmayıp, bir an için bu iddianın doğruluğu varsayılsa dahi, kararda
hiçbir somut bulguya yer verilmemiştir. Eğer 17-25 Aralık 2013 tarihli yolsuzluk
operasyonları kast ediliyor ise, bu operasyonları Anayasadan yetki alan,
HSYK’nın atadığı hâkim ve savcılar ile iktidarın İstanbul’a atadığı polisler
yürütmüştür. Kaldı ki, belirtilen yolsuzluk operasyonları somut delillere dayalı
(ayakkabı kutularında on milyonlarca dolar, avro, TL nakit para, çelik para
kasaları, para sayma makinaları, takım elbise içerisine kamufle edilmiş rüşvet
paralarının teslimini ispatlayan teknik takip kayıtları, çikolata kutularında teslim
edilen rüşvet paraları, vb.) olup “legal görünümlü oldukları iddiası” açıkça
temelsizdir. Bu nedenledir ki, 4 bakan bir hafta geçmeden görevlerinden istifa
etmiştir.
 İtiraza konu kararda, “…bu operasyonların öncesinde veya sonrasında ya da
sırasında medyanın gücünden de faydalanarak, gündem oluşturarak, psikolojik
ve siyasi baskılar sağlanmaya çalışıldığı …” da iddia edilmiştir. Bu iddianın
terör örgütü suçuna dayanak oluşturduğuna da ancak akıl sağlığı yerinde
olmayanlar inanabilir. Unutulmamalıdır ki, kayyım atama kararının gerekçesi
terör örgütü suçlamasıdır. Kaldı ki, bir an için doğru olduğu varsayılsa dahi, bu
8 / 22
eylem suç ise, Havuz medyası yaklaşık son üç yıldır Gülen Hareketine yönelik
her operasyon öncesi yoğun propaganda yapmakta ve akabinde (bağımsız ve
tarafsız olması gereken yargıçlar), aynen gazete ve televizyon haberlerinde iddia
edildiği gibi insanları tutuklamakta, mallarına el koyma kararı almakta veya
eğitim kurumlarına operasyon kararı almaktadırlar. Bu durumda Havuz medyası
hakkında da bu itiraz dilekçesi ile suç duyurusunda bulunmaktayız. Eğer
soruşturma başlatılmazsa, kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi bu açıdan da,
ayrımcılık yasağı ile birlikte ihlal edilmiş olacaktır (AİHS mad. 7 ile 14 birlikte
ihlal edilmiş olacaktır). Ancak kendi görüşümüzü belirtecek olursak, belirtilen
faaliyetler, şiddeti teşvik etmediği, birilerinin sürekli yaptığı gibi kin ve nefret
söylemi, ayrımcılığa dayalı yabancı düşmanlığı ve ırkçılık oluşturmadığı sürece,
ifade ve basın özgürlüğü kapsamında kalır ve suç olamaz. Anlaşılacağı üzere,
gerekçedeki bu ifade de bir temel hakkın kullanılması kapsamındaki faaliyettir.
 İtiraza konu kararda, “… Örgüt kapsamında işledikleri suçlar ve legal görünümlü
operasyonlara zemin hazırlamak amacıyla basın yayın organlarında sürekli
olarak yayınlar yaptıkları …” ifadesine yer verilmiştir. Öncelikle iddia edilen
yapının işlediği mahkeme kararıyla sabit hiçbir suç bulunmayıp, bu ifade
masumiyet karinesini açıkça ihlal etmiş, hâkimin ön yargılarını açığa vurduğu
için tarafsızlığını kaybettiğine delil oluşturmuştur. Ayrıca, ikinci iddia tamamen
temelsiz olup, legal görünümlü hangi operasyonun kast edildiği
anlaşılmamaktadır; bu türden bir operasyon varsa kararda somut olarak neden
değinilmemiş, somut bulgularına neden yer verilmemiştir? Bu nedenle, söz
konusu iddia tamamen temelsiz bir iddia olmaktan ileri gidemez. Terör örgütü
oldukları mahkeme kararı ile sabit örgütlerin dahi basın özgürlüğünden
yararlanma hakkı bulunup (Gözel ve Özer / Türkiye), şiddeti teşvik etmedikçe
her medya kuruluşu istediği yayını yapabilir. Bu durum ifade özgürlüğünün
koruması altındadır. Bu nedenle, basın yayın organlarında sürekli olarak
yayınlar yaptıkları iddiasının suç delili olarak kullanılması, ancak ifade
özgürlüğünün varlığından habersizliği gösterir.
 İtiraza konu kararda, “… …. AŞ'nin, terör örgütünün faaliyetleri kapsamında ve
örgüt faaliyetlerine destek olacak şekilde kullanıldığı yönünde kuvvetli deliller
bulunduğu …” da iddia edilmiş, ancak bu iddiayı doğrulayan hiçbir somut delile
yer verilmemiştir. Terör örgütü faaliyetleri çerçevesinde kalacak hangi faaliyete
destek olunmuştur? Ne zaman, kim tarafından, hangi miktardaki para, hangi
örgüt mensubuna, nasıl ve nerede verilmiştir? Tek bir örnek gösterilmeden, bu
türden soyut iddialarda bulunarak gerekçe oluşturmak, tamamen dayanaktan
yoksun bir yargı kararı almaktan başka bir anlama gelmez.
 İtiraza konu kararda ayrıca, “…suçun şirket faaliyeti kapsamında işlendiği
hususunda kuvvetli şüphe bulunduğu …” da belirtilmiştir. Bu ifadeden
anlaşılacağı gibi, karar veren hâkim, kayyım atamaya dayanak kabul ettiği suçun
(geçmişte) İŞLENDİĞİNİ kabul etmiştir. Oysa CMK’nın 133. maddesine göre,
kayyım atayabilmek için, atılı suçun şirketin faaliyetleri çerçevesinde işlenmeye
devam ediyor olması şarttır. Karar bu nedenle de kanuna aykırı olup,
kaldırılmalıdır.
9 / 22
 Kayyım atamaya dair kararda, “… devletin yapısına yönelik oluşturulan paralel
bir örgüt yapılanması ile hükümeti yıkmaya, değiştirmeye, görevlerini yapmaya
engel olmaya çalıştığı yönünde iddialar ve kuvvetli suç şüphesi oluşturacak
deliller bulunan FETÖ/PDY adı altındaki yapılanmanın …” şeklinde ifadelere
yer verilmiş olup, CMK’nın 133. maddesinde sayılan katalog suçlar arasında
darbe suçu bulunmamaktadır. Eğer bu iddia ile 17-25 Aralık 2013 tarihli
yolsuzluk operasyonları kast edilmekte ise, yukarıda belirtildiği gibi, bu
operasyonlar Anayasal kurumların, Anayasa ve yasaların verdiği yetkileri
kullanarak, somut suç delillerine dayalı olarak (para kasaları, para sayma
makinaları, ayakkabı kutularındaki paralar) yürüttüğü ve “kanunun verdiği bir
görevin yerine getirilmesinden ibaret” (TCK mad. 24) olan (Bu bir hukuka
uygunluk sebebi olup, suç olan bir eylemi suç olmaktan çıkarır.), tamamen adli
operasyonlardır. Kaldı ki, operasyonları yapan yüzlerce kamu görevlisinin aynı
yapıya mensup olması ve o yapıdan talimat aldığı iddiası temelsiz olup, bu
yöndeki somut deliller bugüne kadar ortaya konamamıştır. Bu iddia iktidarın
sadece yolsuzlukların üzerini örtmek için kullanmış olduğu, soyut ve hayali bir
iddiadır. Ayrıca, dünyanın her demokratik ülkesinde, yolsuzluğa bulaşan
politikacılar ve kamu görevlileri, görevlerinden ayrılmak zorunda kalır. Örneğin,
bir önceki Alman Cumhurbaşkanı, çok cüzi miktardaki bir şüpheli işlem
nedeniyle Cumhurbaşkanlığı’ndan istifa etmek zorunda kalmıştır. Zira kamu
görevi güvene dayalı olarak yürütülür ve güveni sarsıcı, yüz kızartıcı (yolsuzluk
gibi) suçlar işleyenlerin kamu görevinde bulunması kanunlarca yasaklanmıştır.
Dolayısıyla, yolsuzluğa buluşan siyasilerin bulundukları görevi terk etmek
zorunda kalmaları, tamamen hukuka uygun olup, en meşru ve hukuki görevi
bırakma yöntemlerinden biridir. Görevi bırakanın yerine de yolsuzluk
operasyonlarını yürüten kamu görevlileri (hâkim, savcı ve polisler) de
gelmeyecektir; yine iktidar partisinin diğer mensupları söz konusu görevlere
gelecektir. Aynen 25 Aralık 2013 tarihinde istifa eden dört bakanın yerine
yenilerinin atandığı gibi. Kısaca, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarının darbe
olduğu inandırıcılıktan tamamen uzak, hayali ve kamuflaj amaçlı kullanılan bir
iddiadır. 15 Temmuz 2016 tarihli menfur darbe teşebbüsünde bulunan yapı ile
kayyım atanan şirketler arasında hiçbir ilişki bulunmayıp, şirket ortakları bu
menfur girişimi, organize ve orkestre edenleri ve karışanları şiddetle
kınamaktadır. Hukuk devletinin sınırları içerisinde, bu darbe girişimini
planlayanların, darbenin bir numarasının, organize edenlerin ve fiilen
karışanların, hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde ortaya çıkarılıp, en ağır
şekilde cezalandırılmalarını, en çok mağdur olan şirket ortakları arzu etmektedir.
 İtiraza konu kararda, “ … faaliyetlerine katılan ve faaliyetlerde bulunan şirkete
sadece denetim yönünden kayyum atanmasının bu suçların işlenmesine engel
olamayacağı, ayrıca delillerin toplanması ve maddi gerçeğin ortaya çıkarılması
yönünden de yetersiz kalacağı anlaşıldığından, adı geçen şirkete yönetim
organının yetkilerinin tümü ile devredileceği kayyum atanmasının zorunlu
olduğu anlaşılmaktadır.” gerekçesine de yer verilmiştir. Kayyım atanan
şirketlerin hangi suçları işlemeye devam ettiği ve zincirleme olarak işlenmesi
gereken suçların neler olduğu ve işlenmeye devam eden suçların somut
10 / 22
delillerinin nelerden ibaret olduğu karar gerekçesinde gösterilmediği için,
“suçların işlenmesine engel olunamayacağı” iddiası da tamamen temelsiz ve
hukuk dışıdır.
 Kararda şirket ortaklarından …’ın bürosunda Fetullah Gülen’e ait kitaplar ele
geçirildiği belirtilerek söz konusu kitaplar suç delili olarak gerekçeye yazılmıştır.
Her ne kadar Fetullah Gülen’in kitapları hakkında yasaklama kararı verilmiş olsa
da, bahse konu kitaplarda şiddeti teşvik etmediği, kin ve nefret söylemi,
ayrımcılığa dayalı yabancı düşmanlığı ve ırkçılık söylemi bulunmadığı sürece,
kitapların tamamı bilgiye erişme özgürlüğünün ve dolayısıyla ifade ve basın
özgürlüğünün kapsamı ve koruması altındadır. Bir temel hakkın kapsamındaki
faaliyet veya durum suç olamaz. Aksi durum ifade özgürlüğünü (AİHS mad. 10)
ihlal eder.
 …
 …
NOT: SOMUT OLAYDAKİ KARARDA YER ALAN BENZER HUKUKA
AYKIRILIKLARI VE TEMEL HAKLARI İHLAL EDEN DURUMLARI DA
YUKARIDAKİ ÖRNEKLERE BENZER ŞEKİLDE SİZLER YUKARIYA
YAZINIZ.
Hâkim, büyük çoğunluğu temel bir hakkın kapsamında olan ve kalanları da temelsiz
iddialardan ibaret tüm bu iddiaları, kararda “suçun şirket faaliyeti kapsamında işlendiği
hususunda kuvvetli şüphe” (???) olarak nitelendirebilmiştir (s. 2).
Yukarıda belirtilenlerden anlaşılacağı gibi, terör örgütü suçlamasına dayanak gösterilen
eylemlerin neredeyse tamamı bir temel hak ya da özgürlüğün kapsamı ve koruması altında
olup, bu faaliyet ya da beyanların terör örgütü suçlamasına (CMK’nın 133. Maddesindeki
katalog suçlara) dayanak oluşturması imkânsızdır. Bu durum ceza yasalarını keyfi
uygulamanın en açık bir örneği olup, AİHS’nin 7 ile Anayasanın 38. Maddesinde korunan
kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesini açıkça ihlal eder (AİHM S.W./İngiltere kararı).
Kısaca, kayyım atama kararına dayanak gösterilen atılı suçun işlendiğine dair inandırıcı
en küçük delil başlangıcı dahi karar gerekçesinde gösterilmemiştir. Dolayısıyla ilgili Sulh
ceza hâkimliği kararı yasa dışı bir karar olup, bu nedenle de kaldırılmalıdır. Bir ceza
soruşturması çerçevesinde, herhangi bir şirkete kayyım atanmasına ilişkin koşulların yer
aldığı CMK’nın 133. maddesindeki şartların tamamına aykırı olan itiraza konu Sulh ceza
hâkimliği kararı hukuka açıkça aykırı olup, kaldırılmalıdır.
NOT: Aşağıdaki türden yetkisiz bir hâkimlik tarafından kayyım atama kararı verilirse,
bu durumda aşağıdaki itiraz gerekçesini de dilekçenize yazınız.
11 / 22
3. İtiraza konu karar yetkisiz bir hâkimlik tarafından alınmış olup hukuken hiçbir
geçerliliği yoktur. CMK’nın 162. maddesine açıkça aykırı olan bu karar bu nedenle
de kaldırılmalıdır.
CMK’nın 162. maddesine göre, kayyım tayinine ilişkin karar, ancak şirket merkezinin
bulunduğu yer yönünden yetkili sulh ceza hâkimliğince alınabilir. Bu durum, TBBM’nde
CMK’nın kabul edildiği tartışmalarda ve dolayısıyla kanunun hazırlık çalışmalarında açıkça
ifade edilmiştir. CMK’nın 162. maddesinin kaleme alındığı toplantılarda bizzat hazır
bulunan CHP milletvekili Mahmut Tanal tarafından da bu durum kamuoyuna açıklanmıştır.
Hakkında kayyım atama kılıfı altında el koyma kararı verilen şirketin merkezi, Bakırköy
Adliyesinin yargı çevresi içerisinde olup, İstanbul sulh ceza hakimlerinin yer yönünden
yetkisi dışındadır. Bu nedenle, kayyım atama kararı tamamen yetkisiz bir hâkim tarafından
verilmiş olup kayyım atamaya ilişkin söz konusu karar bu açıdan da CMK’ya aykırıdır.
Dolayısıyla, tamamen yetkisiz bir hâkimlik tarafından verilen karar hukuk dışıdır.
Hiçbir merci kaynağını Anayasa ve yasalardan almadığı bir yetkiyi kullanamaz;
kendisini kanunları keyfi yorumlayarak yetkili kılamaz. CMK’nın 162. maddesinin hazırlık
çalışmalarına bakıldığında açıkça anlaşılacağı gibi, kayyım atama açısından her şirketin
merkezinin bulunduğu yerin sulh ceza hâkimliği yetkilidir.
Yukarıda belirtildiği gibi, kendisini kanunlarla bağlı hissetmeme, Anayasayı ve
kanunları ve CMK’nın 162. maddesini takmama tam bir keyfiliktir. Bu türden bir keyfilik,
Anayasanın 2. maddesinde değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek hukuk devleti ilkesini de
açıkça ihlal eder. Yetkisiz bir sulh ceza hâkimliği tarafından kayyım atama kararı verildiği
için, hukuka açıkça aykırı olan bu karar, bu nedenle de kaldırılmalıdır.
NOT: Aşağıdaki itiraz açısından özellikle farklı renkte belirtilen bölümler, şirket hakkında
alınan karardaki ifadelerle değiştirilmeli ve somut olaya uyarlanmalıdır.
4. İtiraza konu karar, hukukun en temel ilkelerinden biri olan masumiyet karinesini
açıkça ihlal ettiği için, hukuk düzeninde bir gün dahi varlığı kabul edilemez. Aksi
halde, ilgililerin BM MSHS, AİHS ve Anayasa’da korunan bu hakkı her gün ihlal
edilmeye devam edecektir. Bu nedenle de söz konusu karar ortadan kaldırılmalıdır.
Masumiyet karinesi hukukun en temel ilkelerinden ve adil yargılanma hakkının en
önemli unsurlarından birini oluşturur. Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf olduğu ve yasama,
yürütme ve yargı organlarını hukuken bağlayan, iç hukukta doğrudan uygulanma etkisi
bulunan BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin (BM MSHS) 14/2 maddesi ile Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 6/2 maddesi, bu hakkı açıkça tanımış ve koruma altına
almıştır. Anayasanın 38/4 maddesi de, masumiyet karinesini suçluluğu kesinleşmiş bir
mahkeme kararı ile sabit oluncaya kadar hiç kimse suçlu sayılamaz şeklinde tanımlamış ve
teminat altına almıştır.
Masumiyet karinesi BM İnsan Hakları Komitesi tarafından “uluslararası hukukun
emredici prensipleri” (jus cogens) kapsamında da sayılmıştır. BM İnsan Hakları Komitesi’ne
göre, “yaşama hakkından keyfi olarak mahrum etme, işkence, insanlık dışı ve aşağılayıcı
muameleye tabi tutma, rehin alma, kolektif cezalar verme, keyfi olarak özgürlükten yoksun
bırakma, masumiyet karinesi dâhil, adil yargılanma hakkının temel ilkelerinden sapma”
12 / 22
gibi temel hak ve ilkeler jus cogens kapsamındadır (General Comment No. 29: States of
Emergency (Article 4), HRC, 31 Ağustos 2001, (UN Doc. CCPR/C/21/Rev.1/Add.11), para.
11. – Bkz. Jean-Marie HENCKAERTS and Cornelius WIESENER, Human rights
obligations of non-state armed groups: a possible contribution from customary
international law?, in: Robert KOLB and Gloria GAGGIOLI (Ed.), Research Handbook
on Human Rights and Humanitarian Law, UK and USA, 2013, s. 159.). Bilindiği gibi,
uluslararası hukukun emredici prensipleri (jus cogens), ancak kendi türünden yeni bir kuralın
doğması ile değişebilen, hiyerarşide hukuk kurallarının en üstünde yer alan, uluslararası
toplumu bir bütün olarak bağlayan ve dolayısıyla uygulanması için talepte bulunmaya dahi
gerek olmayan, doğrudan uygulanma (erga omnes) etkisi olan en temel ilkelerden oluşur.
Masumiyet karinesi, bir yargı organının veya üyelerinin, yargı faaliyetlerini yürütürken,
şüpheli veya sanığın, isnat edilen suçu işlediği ön kabulü ile hareket etmeyi ve karar
almalarını yasaklar (benzer AİHM kararları için bkz. Janosevic / İsveç, par. 97 – Barbera
Messegué ve Jabardo / İspanya, par. 77). Ancak hukukun bu en temel ilkelerinden birini
oluşturan masumiyet karinesi, sadece yargılama yapan hâkimlere ve yargılama faaliyetlerine
indirgenecek kadar dar yorumlanamaz. Yargı mensuplarına ek olarak, tüm kamu görevlileri
dâhil yürütme organı mensupları da eylem, işlem, karar ve açıklamalarında bireylerin bu en
temel hakkına saygı göstermek zorundadırlar. Bu açıdan, ilgili hakkında, masumiyet
karinesini ihlal eden suçlama öncesinde, aynı konuda ceza soruşturmanın başlatılmış olup
olmaması zorunlu değildir. Soruşturmanın, açıklamadan sonra başlatılmasının bu açıdan
hiçbir önemi yoktur; soruşturma açılmasından önce yapılan ve bu ilkeyi ihlal eden bir
açıklama da doğal olarak masumiyet karinesini ihlal edebilir (örnek olay için bkz. Yvan
Colonna v. France, No. 4213/13, 12.01.2015, communicated case).
Masumiyet karinesi, adil yargılanma hakkının bir unsuru olarak, ceza yargılamalarında
özellikle yargılama yapan hâkimler tarafından saygı gösterilmesi gerekir. Tarafsız bir
yargılama yaptıklarını gösterme açısından da bu ilkeye saygılı davranma son derece
önemlidir. İsnat edilen suçun esasıyla ilgili yargı kararı hariç, herhangi bir mahkeme
kararının gerekçesinde, henüz kesinleşmiş bir yargı kararı olmadan, bir kişiyi herhangi bir
suçu işlemiş gibi göstermek veya bu anlama gelen ifadeler kullanmak da masumiyet
karinesini ihlal eder.
AİHM’ye göre de, masumiyet karinesi sadece yargı mensuplarınca değil, aynı zamanda
yürütme mensupları tarafından da ihlal edilebilir; örneğin bir İçişleri Bakanı ile adli polis
görevlisinin açıklamaları da bu ilkenin ihlaline yol açabilir (Allenet de Ribemont / Fransa).
Somut olayda, kayyım atamaya ilişkin sulh ceza hakimliği kararında, “iddia olunan veya
iddia edilen” gibi hiçbir ibareye yer vermeden, “FETÖ/PDY terör örgütü”, “Fetullahçı
Terör Örgütü”, “… A.Ş.’nin terör örgütünün faaliyetleri kapsamında ve örgüt faaliyetlerine
destek olduğu”, ifadelerine, masumiyet karinesini hiçe sayarak, bir yargı kararında açıkça
yer vermiştir.
Böylece, hakkında verilmiş ve kesinleşmiş hiçbir yargı kararı olmamasına rağmen,
kayyım atama kararında, iddia olunan isimdeki terör örgütünün varlığı sabitmiş gibi ve
kayyım atanan şirketin de yine iddia olunan bu örgüte destek olduğu ve bir terör örgütü ile
şirketin ismi bir arada, hiçbir kuşkuya yer vermeyecek netlikte belirtilmiştir. Kayyım atanan
şirket, hiçbir mahkeme kararı olmadan ve iddia olunan veya benzeri bir ifade kullanılmadan,
sanki varlığı yargı kararı ile sübuta ermiş gibi kabul edilen bir terör örgütünün faaliyetlerine
destek vermekle suçlanmıştır. Bilindiği gibi, belirtilen isimde, varlığı kesinleşmiş bir
13 / 22
mahkeme kararı ile sabit olmuş herhangi bir terör örgütü yoktur. Velev ki hakkında aynı
suçlama ile açılmış onlarca soruşturma veya kamu davası olsun, kanunla önceden kurulmuş,
bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından verilmiş ve kesinleşmiş bir yargı kararı
olmadıkça, hiç kimse suçlu gösterilemez. Ticari şirketlerin her biri birer tüzel kişilik olup,
söz konusu şirketler de masumiyet karinesinden yararlanma hakkına ve itibarlarına saygı
gösterilmesini isteme hakkına sahiptirler. AİHS’nin 6. maddesinin gereklerine uygun bir
yargılama sonucu verilmiş ve kesinleşmiş bir mahkeme kararı olmadıkça, bir kişi hakkında
isterse binlerce soruşturma veya kamu davası açılmış olsun, ilgili suçlu gösterilemez. Eğer
hukuk devletinin sınırları içerisinde kalınarak devlet yönetilecek ve yargılama yapılacaksa,
başka türlü düşünmek imkânsızdır. Bağımsız ve tarafsız olması gereken bir hâkim, ön
yargılarını kararında birçok kez dile getirerek, bir taraftan tarafsız olmadığını açıkça beyan
etmiş, diğer taraftan da atılı suçla ilgili kesinleşmiş hiçbir yargı kararı olmamasına rağmen,
itibarlı ticari şirketlerin masumiyet karinesinden yararlanma hakkı ihlal edilmiştir. İlkokul
mezunu olmayan bir çobanın dahi iyi bildiği bir hukuk kuralı, uluslararası hukukun emredici
prensibi, en temel insan hakkı, “hâkim” sıfatını kullanan bir hukukçu tarafından ihlal
edilerek, bir hukuk cinayetine imza atılmıştır. Unutulmamalıdır ki, sulh ceza hâkimi atılı
suça ilişkin esas yargılaması yaparak bu sonuca ulaşmış değildir. Söz konusu hâkim, aldığı
bir tedbir kararında (kayyım ataması kararı) masumiyet karinesini ihlal eden ifadelere yer
vermiştir. Söz konusu ifadeler, şirket tüzel kişiliğinin masumiyet karinesinden yararlanma
hakkını ihlal etmiştir.
Özellikle Gülen Hareketi’ni bertaraf etmek için kurulduğu iktidar yanlısı basın
mensuplarınca kamuoyuna açıklanmış (Nagehan Alçı, 1 Mayıs 2015 tarihli NTV Programı),
2014 yılının Ağustos ayında dönemin Başbakanının “Sulh ceza hâkimlikleri ile ilgili
düzenleme yaptık. Şu an Abdullah Bey’in önünde, bir hafta, 10 gün içerisinde çıktığında
bunların defterini düreceğim.” (BBP Genel Başkan Yardımcısı Remzi Çayır)
nitelendirmesinde “defter dürmek” için ve “proje” olarak kuruldukları 22 Haziran 2014
tarihinde, o tarihteki Başbakan tarafından itiraf edilmiş (Bir proje geliştiriyoruz. Bu işin alt
yapısını oluşturuyoruz.), yine 20 Temmuz 2014 tarihinde “Paralel yapı ile mücadele için
kuruldukları” o tarihteki Başbakan tarafından açıklanmış bir yargı organının hâkimi,
önyargılarını kararına yazacak kadar taraflılığını şüpheye yer vermeyecek şekilde ortaya
koymuştur. Bağımsız ve tarafsız olmadıkları dikkate alındığında, aslında sulh ceza
hâkimliklerinin “hâkimlik” olarak nitelendirilmesi de mümkün değildir. Zira AİHM’ye göre,
özellikle yürütme organına karşı bağımsız olmayan bir organ, yargıç ya da mahkeme olarak
adlandırılamaz (AİHM Beaumartin/Fransa kararı).
Kısaca, “bertaraf etmek”, “defter dürmek” ve Yürütme organının başı tarafından
“Paralel Yapıyla mücadele için”, “proje” olarak kurulduğu açıklanan bir sulh ceza yargıcının
bahse konu kararlarındaki ifadeler nedeniyle, erga omnes (ileri sürülmeden hâkim tarafından
doğrudan dikkate alınması gereken) etkisi olan masumiyet karinesinden yararlanma hakkı
açıkça ihlal edilmiştir. Bu nedenle, itiraza konu sulh ceza kararı ortadan kaldırılmalı ve
varlığına en kısa sürede son verilmelidir. Aksi durum, her geçen gün ilgililerin ve şirket tüzel
kişiliğinin en temel hakkının ihlaline yol açmaya devam edecektir.
Kısaca, atfedilen terör suçlaması hususunda kesinleşmiş hiçbir mahkeme kararı yoktur.
Bu nedenle, sulh ceza hâkimliğinin kayyım atama kararında yer verilen ifadeler ilgililerin
olduğu gibi, itiraza konu kararla hakkında kayyım atama kararı verilen şirketlerin her birinin
masumiyet karinesinden yararlanma hakkını açıkça ihlal etmiş olup kararın bu nedenle
14 / 22
ortadan kaldırılması zorunludur. Bu karar hukuk düzeninde var olduğu sürece, ilgililerin ve
ilgili tüzel kişiliklerin en temel hakkı olan ve erga omnes etkisi olan bir hakkı ihlal edilmeğe
devam edecektir. Bu çok ağır hukuk ihlaline son verme adına, itiraza konu karar en kısa
sürede ve mutlaka ortadan kaldırılmalı ve hukuk düzenindeki varlığına son verilmelidir.
5. Kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesine aykırı olduğu için, itiraza tabi karar
kaldırılmalıdır.
AİHS’nin 7. maddesinin 1. fıkrasına göre, “hiç kimse, işlendiği zaman ulusal ve
uluslararası hukuka göre suç oluşturmayan bir eylem veya ihmalden dolayı suçlu
bulunamaz. Aynı biçimde, suçun işlendiği sırada uygulanabilir olan cezadan daha ağır bir
ceza verilemez.” Anayasanın 38. maddesinin 1. fıkrasına göre de, “kimse, işlediği zaman
yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılmaz; kimseye suçu
işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.”
Kısaca “kanunsuz suç ve ceza olmaz” ilkesi ile “ceza kanunları geçmişe yürümez”
ilkesini düzenleyen AİHS’nin 7. Maddesi, savaş zamanında dahi istisna kabul etmeyen
mutlak bir haktır.
AİHS’nin 7. maddesinin amacı, keyfi soruşturma açma, mahkûm etme ve
cezalandırmalara karşı etkili bir koruma sağlamaktır; Sözleşmenin 7. maddesi bu amaç
ışığında yorumlanmalı ve uygulanmalıdır (S.W. / İngiltere, 22.11.1995, par. 34). Somut
olayda bir basın kuruluşu hakkında verilen kararın dayanağını, Anayasa ve AİHS anlamında
bir suçlama oluşturmaktadır. Bir basın şirketine kayyım atanması suretiyle el konulmasının
dayanağını CMK’nın 133. maddesinde belirtilen katalog suçlardan (herhangi) biri
oluşturmaktadır (Kararda hangi suçun olduğu açıkça belirtilmemiştir.). Bir basın şirketine el
konulması, şirket tüzel kişiliği bakımından bir suç atfı ve cezalandırma biçimidir (şirketler
ve tüzel kişilikler için AİHS’nin 7. maddesinin uygulanabilirliğine dair bkz. Sud Fondi SRL
and Others / İtalya, par. 105-110).
AİHM içtihatlarına göre, ceza kanunları sanığın aleyhine olacak biçimde, kıyas yoluna
başvurulur şekilde geniş yorumlanarak uygulanamaz. Bu açıdan "kanun" "suç" ve "ceza"yı
açıkça tarif etmiş olmalıdır. Bu madde anlamında da kanun, öngörülebilir ve erişilebilir
olmalıdır. Bu şartlar, ancak kişinin, kanun maddesine veya bu maddelere ilişkin verilmiş
mahkeme kararlarına bakarak, hangi fiillerin suç oluşturduğunu ve bu fiilleri işlediği
takdirde ne ile karşılaşabileceğini makul şekilde öngörebildiği zaman karşılanmış olur
(Cantoni / Fransa, 15.11.1996, par. 29). AİHS'nin 7. maddesinde yer alan "kanun" kavramı
da, AİHS'nin diğer maddeleri anlamındaki kanun kavramı ("law") ile aynı anlamı taşımakta
olup, erişilebilirlik ve öngörülebilirlik niteliklerini haiz olmalıdır (Cantoni / Fransa, par. 29).
Yukarıda belirtildiği gibi, somut olayda itiraza konu kararda haklarında kayyım atanan
şirketlere, kayyım atanmasının hiçbir yasal temeli bulunmamaktadır. Ne CMK’nın 133.
Maddesi, ne de bu maddeye dayalı olarak verilen mahkeme kararları, AİHM içtihatları
anlamında "kanun" kavramının niteliklerini karşılamamaktadır. Somut olayda verilen
kararda tamamen keyfi yorumlara dayanılmış olup, atfedilen suç bakımından hiçbir somut
delil de ortaya konulamamıştır. Bahse konu şirketlerin iddia edilen terör örgütüne yardım
ettiğine veya silah sağladığına dair en küçük somut kanıt unsuru kararda gösterilmemiştir.
15 / 22
Ayrıca atılı suçun şirket faaliyetleri çerçevesinde işlenmeye devam ettiğini gösteren en
küçük somut bulgu da kararda gösterilmemiştir. Böylece bir taraftan bir ceza hükmü gibi
kullanılan CMK’nın 133. Maddesi tamamen keyfi ve geniş yorumlanıp uygulanmıştır. Diğer
taraftan da terör örgütüne ve örgüte silah sağlama suçuna ilişkin ceza yasaları, atılı
eylemlerle uyumsuz bir şekilde keyfi olarak yorumlanıp uygulanmış ve kanundaki suç
tanımının unsurlarıyla ilgisi olmayan faaliyetler suç kapsamında değerlendirilmiştir. Delil
olarak gösterilen unsurlarının tamamına yakını, temel bir hakkın kapsamındaki faaliyet ya
da ifade açıklamasından ibaret olup, bir şirketin faaliyetleri çerçevesinde işlendiği iddia
edilen suça ilişkin değildir. Büyük çoğunluğu geçmişte yapılmış ve sona ermiş faaliyetlere
ilişkindir. AİHM’ye göre, “bir yargısal yorumun sonucu, atılı suçun esası ile uyumlu olmalı
ve makul bir şekilde öngörülebilir olmalıdır” (S.W./Birleşik Krallık, para. 36 - Başkaya ve
Okçuoğlu / Türkiye).
Ayrıca, kayyım atamaya izin veren CMK’nın 133. Maddesindeki koşulların da hiçbirine
uyulmadığı için, bu yasa hükmü de son zamanlardaki uygulamalar dikkate alındığında,
öngörülebilir olmadığı açık olup AİHM anlamında yasa niteliğine sahip değildir. Kayyım
atamanın sonuçları dikkate alındığında (Koza İpek Holding’e atanan kayyım sonrası, 4
medya kuruluşunun yayın politikaları tamamen değiştirilmiş ve böylece izleyici ve gazete
müşterileri bu yayın kuruluşlarını terk etmiş ve bu kuruluşlar kayyımlarca kapatılmıştır.
Aynı durum Zaman Gazetesi ve bağlı yayın kuruluşları için de uygulanmış ve kısa süre sonra
da bahse konu yayın kuruluşları kapatılmıştır), CMK’nın 133. maddesi fiilen, kayyım atanan
şirketlerin yok olmasına yol açacak şekilde bir cezalandırma aracı olarak, ceza hükmü gibi
kullanılmaktadır. Bu nedenle, bu hüküm bir cezalandırma maddesi olup, AİHS anlamında
bir ceza yasasıdır. CMK’nın 133. maddesindeki şartları dikkate almadan (yukarıya bakınız)
bu maddenin uygulanması da kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesini ihlal eder.
İsnat edilen eylemlerin, atılı suçlamalarla doğrudan ya da dolaylı hiçbir bağını kurmadan,
hiçbir somut delil göstermeden, yasalarda öngörülen koşullar oluşmadan, ceza hükümleri
keyfi ve uyumsuz bir şekilde yorumlanarak, suçlamalara dayanak gösterilmesi ve suç unsuru
sayılması, ceza yasalarının ilgili maddelerinin keyfi ve geniş yorumlanıp uygulanmasının
açık göstergesidir. Sonuç olarak, atılı suçun işlendiğine ilişkin inandırıcı en küçük somut
delil gösterilmeden ceza yasaları somut olaylarla tamamen uyumsuz şekilde, keyfi ve geniş
yorumlanıp uygulanarak, AİHS’nin 7. maddesi ihlal edilmiştir. Bu ihlal Anayasanın 38.
maddesi açısından da geçerli olup mutlak bir hakka yönelik söz konusu ağır ihlale son
verilmesi için, ilgili sulh ceza hâkimliği kararı bu nedenle de derhal kaldırılmalıdır.
6. Bir ticari şirkete kayyım atama eylemi mülkiyet hakkına açık ve ağır bir müdahale
olup, bu müdahale yasayla öngörülmeli ve yasadaki koşullara tamamen uygun
olarak uygulamaya konmalıdır. Aksi durum mülkiyet hakkını ihlal eder. Somut
olayda CMK’nın 133. maddesindeki koşullar dikkate alınmadan, tamamen kanuna
aykırı olarak, hiçbir somut suç delili gösterilmeden, keyfi olarak ticari şirketlere
kayyım atanmış ve mülkiyet hakkı ihlal edilmiştir. Mülkiyet hakkını açıkça ihlal
eden kayyım atamaya ilişkin uyuşmazlık AİHS’nin 6/1 maddesi anlamında medeni
hak ve yükümlülüklere ilişkin bir uyuşmazlıktır. Bugüne kadar özellikle son iki
yıllık uygulamalar dikkate alındığında, kayyım atanan şirketlere fiilen el konulmuş
muamelesi yapılmakta ve kayyımlar keyiflerine göre şirketleri yönetmekte, mal
sahibi gibi davranmaktadırlar (Koza-İpek Holding örneğinde olduğu gibi). Kayyım
16 / 22
atama bir tedbir olmasına ve tedbirlerin kural olarak öngörülen amaca ulaşıncaya
kadar geçecek süreyle sınırlı bir işlem olmasına rağmen, bu nitelik de göz ardı
edilmekte ve sanki ebediyen mal varlığına el konulmuş muamelesi yapılmaktadır.
Kayyım atama tedbirinin ne zaman sona ereceği de bilinmemekte ve bu konudaki
hâkimlik kararında da herhangi bir süre öngörülmemektedir. Mal varlığına açık
müdahale oluşturan kayyım atamaya veya fiilen el koymaya ilişkin uyuşmazlığın
AİHS’nin 6/1 maddesi anlamında sivil bir uyuşmazlık olduğunda en küçük kuşku
yoktur. Belki de ceza soruşturması ve kovuşturmasının sona ereceği tarihe kadar,
diğer bir ifade ile yıllarca sürebilecektir. Bu nedenle, söz konusu yargılama (kayyım
atama yargılaması) adil yargılanma hakkının gereklerine uygun olmak zorundadır.
Oysa kararı veren Sulh ceza hâkimliği bağımsız ve tarafsız olmadığı gibi, doğal
hâkim güvencesinden de yoksundur. Söz konusu karar, itiraz sonucu
kaldırılmadığı takdirde, ilgili şirketin ve şirket hissedarlarının adil yargılanma
hakkı ihlal edilmiş olacaktır. Ayrıca, CMK’nın 133. maddesine göre, kayyım atama
kararı ancak bir “hâkim” tarafından verilebilir. Bir hâkimin olmazsa olmaz niteliği
“kanunla önceden kurulmuş, bağımsız ve tarafsızlıktır”. Bu niteliklerden yoksun
bir organ tarafından verildiği için de itiraza tabi karar kaldırılmalıdır.
Kayyım atama kılıfı altında bir ticari şirkete el koyma kararı, şirket ortaklarının ve şirket
tüzel kişiliğinin Anayasa (iç hukuk tarafından) açıkça tanınmış birçok sivil hakkına (mal
varlığı ve mülkiyet hakkı, kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi, özel hayata saygı hakkı (kendi
işini kurup gelir elde edip, bu gelirle yaşamını devam ettirme ve şirket itibarına saygı hakkı
(reputation) gibi) doğrudan müdahale oluşturur. Bir tedbir kararı olarak yasada
nitelendirilmiş olsa da, uygulamada son yıllarda yapılanlar dikkate alındığında, söz konusu
karar, kayyım kılıfına büründürülmüş mal varlığına el koyma kararıdır. Bu nedenle bu
husustaki uyuşmazlık AİHS’nin 6/1 Maddesi anlamında sivil bir hakka ilişkindir.
Dolayısıyla, söz konusu uyuşmazlık, adil yargılanma hakkının tüm güvencelerine uygun bir
yargılama sonucu karara bağlanmalıdır. Diğer bir ifade ile, sulh ceza hâkimlikleri tarafından
verilen kayyım atama kararına ilişkin ilk karar ile bu karara yapılan itiraz yargılaması, adil
yargılanma hakkının sivil uyuşmazlıklara dair tüm güvencelerine uygun olmalıdır.
Ayrıca, CMK’nın 133. maddesi de, kayyım atamaya bir “hâkim” tarafından karar
verilebileceğini düzenlemiştir. Kayyım atama işlemi bir yargısal faaliyet olup, Anayasa’nın
9. Maddesine göre de, “Yargı yetkisi Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır”.
AİHM’ye göre de, bağımsız ve tarafsız olmayan bir organa mahkeme ya da hâkim denemez
(Beaumartin / Fransa). Anlaşılacağı gibi, kayyım atamaya ancak bağımsız ve tarafsız bir
HÂKİM karar verebilir; talimat alan birileri değil.
Özellikle sulh ceza hâkimliklerinin kurulma ve ilk göreve başlama sürecinde yürütme
organı mensuplarının beyanları, bu hâkimliklerin proje olarak, Paralel Yapı adı verilen yapı
ile mücadele için özel olarak oluşturuldukları, atamaları ve görev süreleri dolmadan
birçoğunun sulh ceza hakimliğinden alınması, objektif gözlemcilerin bu hakimlikler
hakkındaki beyanları, yargının bir bütün olarak dış müdahalelere karşı korumasız olması,
birçok hakimin görev süreleri dolmadan görevlerinden alınıp başka görevlere atanması, bazı
hakimlerin verdikleri kararlar nedeniyle haklarında soruşturma açılması, açığa alınmaları
ve/veya tutuklanmaları, 15 Temmuz 2016 tarihli menfur darbe teşebbüsü sonrası 3000’e
yakın hakim ve savcının Anayasanın ve yasaların ve özellikle Anayasanın 159/9.
17 / 22
Maddesindeki güvence ile hiçbir güvenceye saygı gösterilmeden, darbe girişiminin
üzerinden 12 saat geçmeden gözaltına alınıp tutuklanmaya başlanmaları, bir bütün olarak ilk
ve ikinci derece yargı organlarının bağımsız ve tarafsız olmadıklarına delil
oluşturmaktadırlar.
Venedik Komisyonu’nun eski üyesi olan Anayasa Hukuku Profesörü Ergün Özbudun,
15.10.2015 tarihinde katıldığı ve Özgürlük Araştırma Derneği tarafından İstanbul’da,
Taksim Elit World Hotel’de düzenlenen “Hukuk Devleti Konferansı”nda, “Son yıllarda
demokrasimizin en büyük yara aldığı alan yargı, yargı bağımsızlığı ve hukuk devletidir. …
Yargı alanındaki gerilemeyi, bozulmayı esas tetikleyen olay da 17-25 Aralık soruşturması
olmuştur. Bunu örtbas etmek amacıyla çıkarılan bir dizi kanun, netice itibariyle yargı
bağımsızlığını sıfırlamıştır. İlk hamle olarak da adli kolluk kanunlarının değiştirilmesidir.
Sonra malum HSYK kanunu ve yaraların en büyüğünü açtığına kani olduğum sulh ceza
hâkimlerini kuran kanun. … Nihayet iki yüksek mahkemenin yapılarını iktidar lehine
değiştirme amacını güden kanun ve düzenleme tamamen bu mahkemeleri kendi
yandaşlarıyla doldurma amacını gütmüştür. Öyle görünüyor ki bunu da başarmıştır.
Bunlarla birlikte, yargı organının zaptı ya da bağımlı bir yargı organı yaratılması
teşebbüsünün büyük bir ölçüde başarıya ulaştığı söylenebilir. HSYK seçimlerinde bu
görülmüştür. Hükümetin lojistik destek verdiği grup, (13 Ekim 2013 tarihli HSYK) seçim
sürecinde amacını yasama ve yürütme ile uyumlu çalışma olarak açıkça itiraf etmiştir.
Benim bildiğim yargının görevi yasama ve yürütme ile uyumlu çalışmak değil, onları
denetlemektir. Böylece, kısmi bir Anayasa Mahkemesi dışında yargıyı zapt etme süreci
tamamlanmış gibi görülüyor” değerlendirmelerinde bulunmuştur. Esasında bu
değerlendirme, objektif bir gözlemcinin son iki yılda yargı alanında Türkiye’de yaşananları
özetleyen ve son durumu tespit eden son derece önemli bir değerlendirmedir.
Ayrıca, yukarıda masumiyet karinesine ilişkin bölümde belirtildiği gibi, karar veren
hâkim, bu son derece önemli ilkeyi ihlal eder netlikte cümleler kullanarak ön yargılarını
karara yazmıştır. Tarafsızlık, hâkimde ön yargının bulunmamasıdır. Bu nedenle de karar
veren sulh ceza hâkimi tarafsızlığını kaybetmiş ve tarafsız olmayan bir karar vermiştir. Bu
nedenle de karar kaldırılmalıdır.
Kayyım atama kılıfı altında fiilen el konulan şirket hakkında kayyım atama kararı veren
sulh ceza hâkimliği bağımsız olmadığı gibi, tarafsız da değildir. Dolayısıyla, AİHS’nin 6.
Maddesi anlamında bir hâkim niteliğine sahip olmayıp, bu nedenle söz konusu şirketin ve
ortaklarının adil yargılanma hakkı ihlal edilmiştir. Ayrıca kayyım atamaya sadece bağımsız
bir yargı organının karar verebileceği dikkate alındığında, bağımsız ve tarafsız olmayan bir
organın verdiği karar hakimlik kararı olmayıp, bu durumun itiraz incelenmesinde
tescillenmesi ve kararın hukuk düzenindeki varlığına son verilmesi gerekir.
Tüm bu nedenlerle, kanunla önceden kurulmuş, bağımsız ve tarafsız mahkeme ilkesine
aykırı olan bir organ tarafından alınan karar AİHS’nin 6 ile Anayasanın birçok hükmüne ve
özellikle 37 ile 138. maddelerine aykırı olup, bu nedenle de varlığına son verilmeli ve itiraz
incelemesinde kaldırılmalıdır.
7. Teşebbüs özgürlüğü ve mülkiyet hakkı ile şirketlerin özel hayata ve itibarlarına
saygı hakkı (reputation) ile itirazda bulunan şirket hissedarlarının özel hayata ve
18 / 22
aile hayatına saygı hakları açıkça ihlal edildiği için, itiraza konu karar
kaldırılmalıdır.
Mülkiyet hakkı, bir kişinin sahip olduğu mal varlığından, devletin hukuk dışı müdahalesi
olmadan, istediği gibi, barışçıl olarak yararlanabilmesini (peaceful enjoyment of
possessions), mallarını ticari bir faaliyetin konusu yapabilmesini, yatırıma
dönüştürebilmesini, üretim ve ticaret yapıp kâr elde edebilmesini, ürettiği malları veya
hizmeti satabilmesini, var olan mallarını elinden çıkarabilmesini, satış sözleşmesinin konusu
yapabilmesini veya takas yapabilmesini gerektiren tüm bireysel ve ticari faaliyetleri kapsar.
Dolayısıyla, bir şirket ve ortakları söz konusu şirketin faaliyet alanlarında kesintisiz bir
şekilde ve kamunun yasa dışı müdahalesi olmadan, her türlü ticari faaliyette bulunabilme,
yatırım yapabilme, değişik türlerde servisler sunarak ürettikleri servisleri satabilme, piyasa
şartlarının gerekleri çerçevesinde kâr elde edebilme, ürettikleri malları satabilme, var olan
mallarını kiralayabilme, elde ettiği kârı istediği gibi kullanabilme, bağış yapabilme ve tüm
bu ticari ve sosyal faaliyetleri sürdürebilme gibi faaliyetler, mülkiyet hakkının kapsamı ve
koruması altındadır.
Anlaşılacağı gibi, mülkiyet hakkı sadece maddi mal varlığını kapsamamakta, buna ek
olarak, maddi değeri olan her türlü malları da kapsamaktadır. Örneğin, bir alacak, bir
ticarethanenin müşterisi (Van Marle / The Netherlands), bir konut projesine bağlı ekonomik
çıkarlar (Pine Valley / Irland), fikri haklar, ticari marka harkları (Anheuser-Busch Inc /
Portugal), lisans ya da imtiyaz hakkına bağlı ekonomik çıkarlar da AİHS’ye Ek 1 no.lu
Protokol’ün 1. maddesi anlamında bir mal varlığı olarak değerlendirilir. İç hukukta yeterli
yasal dayanağa sahip olunması kaydıyla, henüz elde edilmemiş olan “meşru beklenti”
(legitimate expectation) dahi (örneğin bir şirketin makul olarak elde ettiği ve bu çerçevede
gelecekte elde edeceği ticari kâr), AİHM tarafından mal varlığı (possession) olarak
nitelendirilebilmiştir (Kopecky / Slovakya).
Somut olayda, kayyım kılıfı altında el konulan tüzel kişiliğe sahip ticari şirketlerin 1
no.lu Protokol’ün 1. Maddesi anlamında mal varlığı oluşturduğunda en küçük kuşku yoktur.
Anayasanın 35. Maddesi de mülkiyet hakkını açıkça tanımış ve bu hakka ancak kamu yararı
amacıyla ve kanunla sınırlandırma getirilebileceğini öngörmüştür. Anayasanın 48. Maddesi
ise, özel teşebbüsler kurmanın serbest olduğunu teminat altına almıştır. Özel teşebbüs
kurulduktan sonra, faaliyet alanında istediği gibi ticaret yapabilir ve istediği malları satıp,
istediklerini satmama özgürlüğü, hür teşebbüsün ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Esasında
tüm bunlar, AİHM anlamında mülkiyet hakkının da kapsamı ve koruması altındadır.
Bahse konu şirketlere kayyım atanmak suretiyle, şirketlerin yönetimi kayyımların
idaresine geçmiştir. Görünürde kayyım atama işlemi yapılmış olsa da, kayyımların iç
hukukta bugüne kadar yaptıkları uygulamalar dikkate alındığında, esasında şirketlere fiilen
(de facto) el konulmuştur. Bir ticari şirkete el konulması mülkiyet hakkına açıkça müdahale
oluşturur.
AİHS'ye ek Protokolün 1. Maddesine göre, mülkiyet hakkına yönelik her türlü müdahale
kanunla öngörülmüş olmalı ve uygulama tamamen kanundaki şartlara uygun olmalıdır.
Ayrıca, mal varlığından yoksun bırakma, sadece kamu yararı amacıyla mümkün olup, ancak
bedeli ödenmesi kaydıyla gerçek ve tüzel kişiler mal varlığından yoksun bırakılabilir.
Belirtilen 1 no.lu Protokolün 1. Maddesi anlamındaki “kanun” da Sözleşmenin diğer
maddeleri anlamında bir kanunda bulunması gereken tüm niteliklere sahip olmalıdır:
19 / 22
erişilebilir (accessible) ve uygulaması öngörülebilir (foreseable) olmalıdır. Somut olayda
kayyım atamasına dayanak yapılan CMK’nın 133. maddesi ile TCK’nın terör örgütü kurma
ve bu örgüte silah sağlama suçlarını düzenleyen hükümleri, özellikle son iki yıllık ulusal
yargı uygulamaları dikkate alındığında, erişilebilir olsa da kesinlikle uygulaması
öngörülebilir değildir. Neredeyse her gün, bir işadamının yıllarca emekle elde ettiği
kazanımlarına, holdingine, yasalar keyfi olarak uygulanarak, atılı suçlar açısından somut
hiçbir suç delili gösterilmeden el konulmaktadır. Türkiye’de ceza kanunları hukukçular
tarafından dahi öngörülemez şekilde uygulanmakta olup, bu durum bir yasada bulunması
gereken ve hukuki güvenlik ilkesinin ayrılmaz parçası olan öngörülebilirlik ve belirlilik
(clair and precise) ilkelerine tamamen aykırıdır. Dolayısıyla, söz konusu şirketlerin mal
varlıklarına el koyma sonucu doğuran kayyım atama kararına dayanak oluşturan yasal
hükümler, AİHS anlamında bir yasada bulunması gereken niteliklere sahip değildir. Bu
nedenle, somut olayda yasal bir dayanağı olmadan, tamamen keyfi olarak mülkiyet hakkına
müdahalede bulunulmuş olup sadece bu nedenle dahi mülkiyet hakkı ihlal edilmiştir.
Kaldı ki, kayyım atama kararı, CMK’nın 133. Maddesindeki şartların neredeyse
hiçbirine uyulmadan alınmıştır (yukarıya bakınız). Özellikle kuvvetli suç şüphesini gösteren
akla uygun hiçbir somut delil gösterilmeden, temel haklar kapsamındaki faaliyet ve beyanlar
delil adı altında gerekçeye yazılmış, temel haklar ihlal edilmiştir. Yetkisiz bir mahkeme
tarafından karar alınmış olup, CMK’nın 162 ile 133. Maddelerine açıkça aykırı karar alınıp
uygulandığı için de, bahse konu şirkete kayyım atama kararı yasal dayanaktan yoksundur;
bu nedenle de mülkiyet hakkı ihlal edilmiştir.
Ayrıca, somut hiçbir suç delili olmadan, bir şirketin, somut delil göstermeden iddia
edilen bir terör örgütüyle bağlantılı gösterilmesi, bunun yargı erki tarafından yapılması, söz
konusu şirketlerin kamuoyu nezdinde itibarının sarsılmasına ve marka değerinin düşmesine
sebep olmuştur. Bu açıdan şirketin itibarlarına saygı (reputation) hakkı da ihlal edilmiş olup
bu hak AİHS’nin 8. Maddesinin koruması altındadır (Chauvy ve diğerleri / Fransa, No.
64915/01 - Societe Colas Est / Fransa). Kaldı ki, tamamen yasal dayanaktan yoksun bir
şekilde kayyım atanması ve kayyımların şirketlerin özel alanlarına girmiş olmaları da söz
konusu şirketlerin özel hayatına saygı hakkını da ihlal eder (Societe Colas Est / Fransa).
Ayrıca, itiraz eden şirket hissedarlarının özgürce, Anayasada güvence altına alındığı gibi,
teşebbüs hürriyetinden yararlanıp, yatırım yaparak ticari faaliyetlerde bulunup, ticaret
yapması özel hayatın kapsamındadır. Ticari faaliyetleri çerçevesinde elde ettiği kazançla
ailesini kimselere muhtaç etmeden geçindirmesi, çocuklarının eğitim dâhil ihtiyaçlarını
karşılaması da özel hayata ve aile hayatına saygı hakkının kapsamı ve koruması altındadır.
Özellikle CMK’nın 133. Maddesine açıkça aykırı olan ve dolayısıyla yasal dayanaktan
yoksun kayyım atama kararı nedeniyle şirketlerin ortaklarının özel hayata ve aile hayatlarına
saygı hakları ihlal edilmiştir. Dolayısıyla Anayasanın 20 ile AİHS’nin 8. maddesine açıkça
aykırı olan söz konusu karar bu nedenle de kaldırılmalıdır.
Bir an için müdahalenin yasal dayanağı bulunduğu varsayılsa dahi, mülkiyet hakkından
yoksun bırakmanın herhangi bir kamu yararına hizmet etmediği açıktır. Ortada hiçbir somut
ve atılı suç açısından akla uygun suç delili olmadığı için, müdahalenin herhangi bir kamu
yararına dayandığını ileri sürmek imkânsızdır. Bu nedenle, mülkiyet hakkını açıkça ihlal
eden söz konusu uygulama, Anayasanın 35 ile 48. maddeleri ile AİHS’ye Ek 1. Nolu
Protokol’ün 1. Maddesine aykırı olduğu için, kayyım atama kararı bu nedenle de
kaldırılmalıdır.
20 / 22
Yukarıda belirtilen açık ve ağır hukuk ihlallerine iç hukukta derhal son verilmesi
gerekmekte olup, bunun tek yolu vardır: itiraza konu Sulh ceza hâkimliği kararının varlığına
derhal son verilmesidir. Aksi durumda, devam edegelen insan hakları ihlallerine son
verilmemiş olacağı için, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde
söz konusu hak ihlalleri, yukarıdaki somut delillerle birlikte ileri sürülecektir. Anayasa
Mahkemesi kararı beklenmeden, AİHM’ye başvurmanın da sağlam hukuki temelleri
bulunmaktadır. Tüm bu nedenlerle, uluslararası bir mahkemenin karar vermesine gerek
kalmadan, iç hukukta hak ihlallerine son verilmesi amacıyla, söz konusu karara itiraz edilmiş
olup, gereğinin yapılmasının Türk Yargısı ve demokrasisi açısından faydalı olacağı
değerlendirilmektedir.
SONUÇ TALEPLERİ:
1- Yukarıda belirtilen nedenlerle, somut olayda BM MSHS, AİHS ile Anayasanın
bağlayıcı hükümlerine açık aykırılıklar bulunduğundan,
2- CMK’nın kayyım atamaya ilişkin 133. maddesindeki koşulların hiçbirinin
oluşmadığından,
3- Karar veren mahkemenizin CMK hükümleri (özellikle 162. Maddesi) uyarınca
açıkça yetkisiz olduğundan,
Öncelikle kayyım atama kararının kaldırılmasına,
Hâkimlikçe bu talebin dikkate alınmaması durumunda, yönetim kayyımı atama
kararı ölçülülük ilkesine aykırı olduğundan, temsil kayyımı atanması gerektiğine
karar verilmesine,
4- Kayyım olarak atanan kişiler, kayyım olma ehliyetine, tarafsızlık ve güvenilirlik
özelliklerine sahip olmadıklarından kayyımların değiştirilmesine,
Sayın Hâkimlikçe CMK’nın 268/2 hükmü gereği işbu itirazların kabulüne,
itirazların kabul edilmemesi durumunda, dosyanın İstanbul 4. Sulh Ceza Hâkimliğine
gönderilmesine ve sonuç olarak itirazların İstanbul 4. Sulh Ceza Hâkimliğince kabulüne
karar verilmesini vekâleten talep ederiz. 23.08.2016.
İtiraz eden …..
VEYA
İtiraz Edenler Vekili
Av. ….
21 / 22
22 / 22
Download