Canlılarda Bulunan Başlıca Kimyasal Bileşikler Canlılarda Bulunan Başlıca Kimyasal Bileşikler Kimyasal bileşikler, inorganik ve organik bileşikler olmak üzere ikiye ayrılırlar. İnorganik bileşiklerin en önemlileri; su, asitler, bazlar ve tuzlardır. Organik bileşikler ise; karbonhidratlar, yağlar, proteinler ve nukleik asitlerdir. Su Dünyada yaşam suya bağlıdır. Canlı vücudunun büyük bir kısmı su moleküllerinden oluşmuştur. Canlılarda dokuların içerdikleri su oranı oldukça değişiktir. Örneğin kemiğin %20’si, kas dokusunun % 80’i, beynin % 85’i sudur. Bir insan ağırlığının üçte ikisi sudur. Suda yaşayanlarda su yüzdesi daha fazladır (%90). Hatta denizanalarının vücudunun % 98’i sudur. Canlı yaşamında suyun çok büyük önemi vardır. Su , mineral iyonları için doğal bir eritici ve hücrede bulunan kolloid maddeler için bir dağılma ortamıdır. Bütün biyokimyasal reaksiyonlar sulu bir ortamda yapılır. Metabolizma sonucu oluşan artık maddeler suda erimiş halde vücut dışına atılırlar. Su insanda vücut sıcaklığının ayarlanmasında da önemli bir rol oynar. Bir organizmanın içerdiği su miktarı yaşı ve metabolik etkenlikleri ile ilgilidir. Örneğin embriyonal hücrelerle (%90-95) genç ve aktif hücrelerde su oranı daha yüksektir. Hücre yaşlandıkça kapsadığı su miktarı da azalır. Su, hücrede serbest halde bulunduğu gibi bileşik halde de bulunabilir. Serbest halde, gerçek çözeltide iyonların veya elektrik yükü olmayan küçük moleküllerin, kolloidal çözeltide ise kolloidlerin çözücü maddesidir. Bağlı su ise, protein ve diğer organik bileşiklere hidrojen bağları ile bağlanmış ve fiziksel özelliğini kaybetmemiş şekilde bulunur. Metabolizma olaylarının bir sonucu olarak belirli bir miktar su hücre içinde oluşturulur. Yani hücre solunumunda (aerobik solunumun) son ürün olarak meydana getirilir. Buna rağmen idrarla ve solunumla fazla miktarda su dışarı atıldığı için, suyun dışardan doğrudan doğruya içilerek ya da besinlerle birlikte alınması gereklidir. Alınan suyun vücutta devrini tamamlayıp dışarıya atılması organizmanın yaşadığı yere bağlıdır. Örneğin; insanda vücutta bulunan suya eşit ağırlıktaki suyun tam devri dört haftadır, devede üç ay, amipte yedi gün, kaplumbağada bir yıl sürer. Asitler, Bazlar ve Tuzlar Bunlar hücredeki su içinde erimiş yani iyonlaşmış halde bulunurlar. Elektrik yüklü olan bu partiküller bir elektrik akımı meydana getirir. Artı yüklü olanlara katyon, eksi yüklü olanlara anyon denir. Anyon ve katyonlar, çok düşük konsantrasyonlarda bulunurlar ve hücrenin PH dengesinin ve osmatik basıncının ayarlanmasında önemli rol oynarlar. Su içerisinde çözündüğünde H+ iyonu veren bütün bileşikler asit özelliklidir. Suda çözündüğü zaman OH- iyonu veren bileşikler bazdır. Asitlerle bazlar karıştırıldığında asitin H+ iyonu bazın OH(hidroksil) iyonu ile birleşerek bir molekül su açığa çıkarır ve asitin anyonu bazın katyonu ile birleşerek tuz yapar. H+CL-+ Na+OH-=H2 O+ Na+Cl- Sodyum, potasyum, kalsiyum ve mağnezyum en önemli katyonlardır. Klor, bikarbonat, fosfat ve sülfatlar ise en önemli anyonlardır. Çeşitli tuzlar canlıda çok az bulunur, ancak canlı için gereklidirler. Anyon ve katyonlarına ayrılan tuzlar osmatik basınç ile hücrenin asit- baz dengesi için önemlidirler. İyon dengesi bozulduğu zaman canlılarda birçok işlevsel bozukluklar görülür. Örneğin NaCL vücut sıvısının ozmatik basıncını düzenler. Azlığında ilk olarak hücre arası sıvının, özellikle kanın suyu çekilir, kan koyulaşır ve sonuçta, kramplarla birlikte dolaşım sistemi bozularak canlıyı ölüme sürükler. Sodyum ve potasyum kas liflerinin uyarılmasında ve sinirlerdeki iletimde önemli rol oynarlar. Vücutta Na:K oranının sabit tutulması gerekir. Klor, azlığında sindirim ve büyüme bozuklukları ortaya çıkar. Magnezyum, birçok enziminin tepkimesi için gereklidir. Kalsiyum, iyon halinde, hücre zarı geçirgenliği ve kanın pıhtılaşmasında önemlidir. Kalsiyum iskeletin ana maddelerinden biridir. Kemik dokusunda fosfat ve karbonat iyonları ile birleşik olarak bulunur. Fosfor, kükürt, demir, bakır, mangan, çinko, kobalt, iyot, flor, silisyum, molibden ve selen gibi iyonlarında canlı bünyesinde önemli işlevler vardır. Biyolojik Olarak Önemli Bazı Organik Bileşikler: Organik maddelerden bazıları hücrede enerji, bazıları yapı malzemesi, bazıları da metabolizma düzenleyici madde olarak görev yapar. Karbonhidratlar Karbonhidratlar karbon, hidrojen ve oksijen oluşurlar. Bütün canlı hücrelerde bulunurlar. Hücrede enerji sağlayan reaksiyonların başlıca ham maddesi karbonhidratlardır. Ayrıca karbonhiratlar, bitki hücre çeperlerinde, protein ile birlikte mantar ve bakterilerin hücre çeperinde ve böceklerin dış iskeletinde yapı maddesi olarak da iş yaparlar. Başlıca karbonhidratlar; Monosakleritler: Basit şekerlerdir. Biyolojik olarak en önemli karbonhitlardır. Karbon atomunun sayısına göre sınıflandırılırlar. Canlılarda önemli monosalikaritler heksoz ve pentozdur. Heksozlar altı karbon atomu içerirler. Örneğin; glikoz, galaktoz ve früktoz gibi. Bunlardan en önemlisi üzüm şekeri adını verdiğimiz glikoz bitki ve hayvan hücrelerinde en çok bulunanıdır. Bitki hücrelerinde, özellikle meyvalarda glikoz ile birlikte fruktoz da bulunur. Şekerler içerisinde en tatlı olanı fruktozdur. Ayrica hayvanlar için süt şekerinin parçalanmasından meydana gelen galaktoz da önemli monosakkaritlerdendir. Pentozlar beş karbon atomu içerirler. Örneğin; riboz, deoksiriboz gibi. Riboz RNA da, deoksiriboz ise DNA da bulunur. Disakkaritler: İki molekül monosakkaritin bir molekül su kaybetmesiyle oluşurlar. Genel formülleri C2 H22 O11 şeklindedir. Bunlar sakkaroz, maltoz ve laktozdur. Sakkaroz ve maltoz bitkilerde bulunurlar. Laktoz ise hayvanlarda- memeli sütünde bulunur ve yavruların beslenmesinde önemli rol oynar. Fruktozdan sonra bize en tatlı gelen şeker sakkarozdur. Polisakkaritler: Pekçok sayıda monosakkaritin birleşmesi ve buna uygun miktarda su kaybetmesi ile oluşurlar. Genel formülleri C6H10O5 dir. En önemli polisakkaritler nişasta, selüloz ve glikojendir. Nişasta ve selüloz bitki hücrelerinde bulunan en önemli polisakkaritlerdir. Selüloz bitki hücrelerinin çeperinde yapı maddesi olarak kullanılır. Nişasta ise depo edilir. Hayvanlarda polisakkaritler Tunicata hariç yapı maddesi olarak kullanılmazlar. Seluloz suda erimez. İnsanlarda nişastayı hidrolize eden enzimin selüloza etkisi olmadığından selüloz sindirilmeden dişarı atılır. Glikojen ise hayvan hücrelerinde bulunan önemli bir polisakkarittir. İnsanlarda ve yüksek organizasyonlu hayvanlarda karaciğer ve kaslarda enerji kaynağı olarak depo edilir. Karaciğerdeki glikojen, gerektiği zaman enzimlerin etkisi ile glukoz halinde kana geçer ve kan şekerini oluşturur. Kas hücrelerindeki glikojen ise kas kontraksiyonu esnasında enerji kaynağı olarak kullanılır. Kitin ise eklembacaklıların dış iskeletinde protein ile birlikte bulunan selüloza benzer bir polisakkarittir. Böcek kütikülasının mekanik özelliği, kapsadığı kitinden dolayıdır. Kitin suda, alkalin veya asitik ortamda ve mide özsuyunda erimez. Bakterilerden ve sümüklüböceklerin midelerinden çıkarılan kitinaz ile sindirilirler. Yağlar Karbonhidratlar gibi karbon, hidrojen ve oksijenden yapılmış bileşiklerdir. Oksijen miktarı karbonhidratlara oranla azdır. Yağlar hücrelerde enerji ve yapı maddesi olarak kullanılır; özellikle hücre zarının yapısına büyük ölçüde katılır. Karbonhidratlardan iki defa daha fazla enerji sağladıklarından yedek besin olarak depolanırlar; dolayısıyla hücrede öncelikle enerji kaynağı olarak karbonhidratlar yakılır. Suda erimeyen ancak kloroform, eter ve benzen gibi organik çözücüler içersinde eriyen heterojen bir gruptur. Lipidleri genel olarak şu şekilde sınıflandırabiliriz: Basit yağlar Bileşik yağlar Steroitler Karotinoitler 1. Basit yağlar: Bunlara nötral yağlar yada depo lipidleri de denir. Herbir yağ molekülü yağ asitinin gliserol (gliserin) ile birleşmesinden oluşmuştur. Basit yağlara triglised de denir. Canlı organizmalarda enerji depoları olarak önemlidirler. Karbonhitratlara nazaran iki kat daha enerji sağlarlar. Hücrede bulunan karbonhidratların fazlası yağa dönüşür. Deri altında depo edilerek vücut sıcaklığını korumak için izolasyon vazifesi görür. Ayrıca vücudun değişik organlarının çevresinde depo edilerek onlara yastık ve koruma görevi yapar. Basit yağlar normal sıcaklıkta sıvı ve katı oluşuna göre ikiye ayrılır. Hayvansal yağlar genellikle katıdır. Balık yağı, zeytin yağı gibi yağlar sıvı yağlara örnektir. Ayrıca basit yağlar doymuş ve doymamış olarakta ayrılabilir. Bütün doymamış yağlar oda sıcaklığında sıvıdır; H’ le doyurulduğunda katı hale geçerler. Yani bir yağ asidinin kapsamında bulunan karbonların hepsi hidrojenle bağlı olursa doymuş, bağlı olmazsa doymamış yağ asitleri olarak isimlendirilir. Mumlar ise, yağ asitlerinin gliserolden başka daha büyük moleküllü alkollerle verdikleri esterlerdir. Yüksek erime noktasına sahiptirler. Mum, bazı hayvanlarda vücudun korunması ve suyun kaybını önlemek için kullanılır. Örneğin böceklerin kütikülasında bulunan mum, arıların petek yapımında kullandıkları bal mumu gibi. 2. Bileşik yağlar: Alkol ve asitlerin diğer organik maddelerle birleşmesinden oluşan karmaşık yapılı bileşiklerdir. Önemli yapı maddeleridir. Örneğin; fosfolipid, glikoprotein, lipoprotein gibi. Fosfolipitler, yağlara ek olarak fosfat içerirler. Glikoprotein yağlara ek olarak karbonhidrat ve azot içerirler. Lipoproteinler ise, plazma proteinleri ve diğer proteinlere bağlı olan lipidlerdir. 3. Steroidler: Dört halka halinde karbon, hidrojen ve oksijen atomlarından oluşan kompleks yapılı moleküllerdir. Steroidler biyolojik olarak çok önemlidirler. Vitamin D, erkek ve dişi eşey hormonları, böbreküstü bezi (adrenal korteks), safra tuzları ve kolesterol steroid yapıdadır. Steroidler canlı hücrelerde özellikle hücre zarında yapı taşı olarak bulunur. Genel olarak steroid hormonlar metabolizmanın düzenlenmesinde büyük bir öneme sahiptirler. Kolesterin (Kolesterol) normal olarak belli düzeyde bütün hayvansal dokularda ve yumurtada bulunur. Fakat bitki dokularında yoktur. Proteinler Canlıların en önemli yapı maddesi olan proteinler, lipid ve karbonhidratlara göre daha kompleks bir yapıya sahiptir. Drekt olarak hücre kimyasının kontrolünden sorumludurlar. Binlerce farklı formları vardır. Bütün proteinler karbon, hidrojen, oksijen ve azot içerirler; büyük bir kısmında ise sülfür ve fosfatta bulunur. Proteinler amino asit moleküllerinin birleşmesi ile oluşurlar. Yani proteinlerin yapı birimi amino asitlerdir. Amino asitlarde bir amino (NH2), bir de karboksil (COOH) grubu vardır. Genel fomülleri R harfi yerine, amino asit çeşitlerine göre atom veya atom grupları bağlanır. Yani amino asitlerin çeşitliliğini, bu R’ nin yerine gelen değişik yapılı atom grupları sağlar. Canlı organizmalarda 20 çeşit amino asit sentezlenebilir. Her protein molekülü bu amino asitlerden binlercesini bünyesinde bulundurduğu için, sayısız kombinasyonlar ortaya çıkar. Amino asitlerin en basiti glisin ve alanindir. Glisinde R yerine bir atom hidrojen, Alaninde ise CH3 atom grubu gelmiştir. Amino asitlerin en önemli özellikleri, birbirleriyle birleşerek uzun zincirler oluşturmalarıdır. Amino asitler birbirlerine, birinin amino grubu ile diğerinin karboksil grubu arasında bulunan bağlarla (peptid bağları) bağlanırlar. Örneğin; iki amino asitten birinin karboksil grubundaki hidroksil grubu (OH), diğerinin amino grubundaki hidrojenle birleşerek bir molekül su açığa çıkar. Geride kalan moleküle dipeptid denir. Çeşitli amino asitler, aynı prensibe göre birbirlerine peptid bağları ile bağlanarak polipeptid zincirlerini meydana getirirler. Canlılarda proteinler basit ve bileşik olmak üzere ikiye ayrılır: Basit proteinler: Hidrolizlerinde enzimle parçalanmaları sonucu sadece amino asitleri oluştururlar. Basit proteinlerin en önemlileri albüminler, globülinler ve protaminlerdir. Albüminler, saf suda ve seyreltilmiş tuz çözeltisinde erirler, ısıtma sonucu pıhtılaşırlar. Süt albümini, kan albümini, yumurta albümini, kan renk maddesinin globini, kas plazmasının miyojeni örnek olarak verilebilir. Globülinler, suda erimezler ancak yoğun olmayan tuz ve baz bileşiklerinde erirler. Serum, yumurta, kas globinleri ve kan fibrinojeni örnek olarak verilebilir. Protaminler, sperm hücresinden elde edilen çok küçük polipeptidlerdir. Bileşik Proteinler: Basit proteinlerin protein olmayan başka bir madde ile örneğin karbonhidrat veya lipidlerle birleşmesi sonucu oluşurlar. Bileşik proteinlerin hidrolizleri sonucu alfa amino asitler ve bir organik element oluşur. Nukleoproteinler, protein ve nukleik asitten meydana gelirler. Nukleik asitler, histonlarla, proteinlerle ve globülinlerle kromozomları yaparlar. Glikoproteinler, proteinin karbonhidratla bağlanması ile oluşur. Örnegin; heparin gibi. Kromoproteinler, bir proteinle ona bağlı renk maddesinden oluşmuşlardır. Örneğin; hemoglobin, hemosiyanin, sitokrom gibi. Hemoglobin, demir pofirin+globinden oluşmuştur (omurgalıların alyuvarında bulunur). Hemosiyaninde ise hemoglobindeki demir yerine bakır içeren bir madde geçmiştir (çeşitli omurgasızların kanında bulunur). Sitokromlar, solunum pigmentleridir ve her hücrede bulunur. Protein moleküllerinin yapı bakımından benzerlik derecelerine göre türler arsındaki yakınlık derecelerini tayin etmek mümkündür. Evolüsyon açısından birbirine yakın olan türlerin protein yapıları, uzak olanlarınkine oranla birbirine daha çok benzer. Nükleik Asitler Nükleik asit molekülleri, canlılarda bulunan bütün diğer moleküllerin hem en büyüğü ve en kompleks yapılısı, hem de en önemlisidir. Bu asitler 19. Yüzyılın sonunda İsveçli biyokimyacı Friedrich Miescher tarafından bulunmuş ve ilk olarak nukleustda görüldükleri için bu adı almıştır. Ancak daha sonraki yıllarda yapılan araştırmalar, nükleik asitlerin viruslardan insana kadar bütün canlılarda bulunduğunu ve hücrenin yalnız nukleusunda değil, diğer kısımlarındada bulunduğunu göstermiştir. Nükleik asitler, kalıtım (gen) ünitelerini düzenleyen materyallerdir. Aynı zamanda interfazdaki hücrenin çekirdeğindeki genetikle ilgili kalıtsal bilgiyi ve hücre işlevleri ile ilişkili bilgi akımını sağlamaktadırlar. Yaşam boyunca ve bölünme sırasında bile bu iki bilgi akımı kesintisiz süregelmektedir. Hücre bölünmesi sırasında, ana hücrenin nukleusunda orijinal olarak bulunan tüm bilgiyi, oluşacak olan herbir yavru hücrenin alabilmesi için ana hücre DNA’ sı kendini eşleyerek kopyalarını çıkarır. Böylece gerekli kalıtsal bilgi yavru hücrelere aktarılır. Hücre işlevleri ile ilgili bilgi aktarımı için, hücre DNA’ sı gerekli bilgiyi mRNA’ ya nakleder. mRNA, aldığı bu bilgiyi protein sentez yerleri olan ribozomlara taşır. Burada mRNA’ da bulunan bilgi, yeni protein moleküllerine dönüşür. Herbir mRNA molekülü, bir yada daha fazla sayıda protein yapımı için gerekli olan yapısal şifreyi taşır. mRNA, proteinleri oluşturan polipeptid zincirlerinin biraraya gelmesini yöneten bir kalıp olarak görev yapar. İki çeşit nükleik asit vardır. Yapılarında bulunan beş karbonlu şeker (pentoz) molekülünün cinsine göre isim alırlar: Deoksiribonükleik asit (DNA) ve Ribonükleik asit (RNA). DNA, hücrenin nükeusundaki genetik materyalde, kromozomlarda ve kloroplastlarda, çok azda mitokondriumlarda bulunur. RNA ise nükleolusda ve özellikle kromozomların nükleolus organizatör bolgesinde, ribozomlarda ve sitoplazmada bulunur. Nükleik asit molekülleri nükleotid denen molekül gruplarından meydana gelmiştir. Yani nükleotidler nükleik asitleri meydana getiren ünitelerdir. Bir nükleotid molekülünde üç ayrı molekül grubu vardır: 1. Fosforik asit (H3PO4), 2. Beş karbonlu bir şeker olan riboz (C5H10O5) veya deoksiriboz (C5H10O4), 3. Karbon, azot, hidrojen ve oksijen atomlarından yapılmış halka şeklindeki organik bazlar (purin ve pirimidin). Organik bazlar purin ve pirimidin olmak üzere iki çeşittir. Pirimidin: Sitozin, Timin, Urasil; Purin: Adenin, Guanin bazlarını kapsar. Fosforik asit her iki nükleotid de de aynıdır. Riboz, yalnız RNA’ da, Deoksiriboz ise DNA’ da bulunur. Organik bazlardan her iki nükleik asitte de purinler ortaktır. Yani adenin ve guanin hem DNA hem de RNA’ da bulunur. Primidinlerden, sitozin hem DNA, hem de RNA’ da bulunur. Timin DNA, Urasil ise RNA için karekteristiktir. Yapısında riboz bulunan nükleotidlere ribonukleotid, deoksiriboz bulunanlara da deoksiribonükleotid denir. Riboz RNA’ nın deoksiriboz DNA’ nın yapısında bulunur. Ayrıca nükleotidler taşıdıkları bazlara göre isim alırlar. Adenin nükleotid, sitozin nükleotid gibi. Yani gerek DNA gerek RNA’ da dört çeşit nükleotid vardır. Gerek DNA, gerekse RNA, bu dört tip nükleodin çeşitli sıra ve sayıda birbirine fosfat bağları ile bağlanmasından meydana gelen uzun molekül zincirleridir. Biyologlar, özellikle DNA mölekülünün yapısı üzerinde durmuşlar ve bu nükleik asitte nukleotidlerin birbirleriyle bağlanış şeklini araştırarak DNA’nın yapısını çözmeyi başarmışlardır. Bunun için 1953 yılında WILKINS ve FRANKLIN’ın bulduğu x ışınlarının kırınımlarına dayanan yöntemle yapılan araştırmalar ilk adım olmuş ve bu yöntemle DNA molekülünün x ışını ile film üzerine fotoğrafı alınabilmiştir. Daha sonra bundan yararlanılarak bir model hazırlanılmıştır. 1961 yılında JAMES D.WATSON ve FRANCIS H. CRICK DNA’nın bir modelini yapmışlardır. Bu model, DNA’nın hücredeki fizikokimyasal ve biyolojik özelliklerini ve özellikle çoğalmasını gayet iyi bir şekilde açıkladığından WATSON ve CRICK’ün 1962 yılında Nobel ödülü almalarını sağlamıştır. Bu modele göre DNA, karşılıklı iki nukleotid zincirinden oluşmuştur. Bu zincirler merkezsel bir eksen etrafında çift helezon meydana getirirler. Bu iki helezon arasında, bunları birbirine bağlayan basamaklar bulunur. Minare merdivenine benzeyen böyle bir merdivenin iki kenarı fosforik asit ve deoksiribozdan yapılmıştır. Merdivenin basamaklarını ise purin ve pirimidin çiftleri oluşturur. İki zincir baz çiftleri arasındaki hidrojen bağlarıyla bağlanmışlardır. Karşılıklı iki zincir arasındaki uzaklık 11 A° kadar olup sabittir. Purin ve pirimidinler arasındaki hidrojen bağları daima guaninin sitozinle ve adeninin de timinle bağlanmasını sağlar. Adeninle timin arasında iki hidrojen bağı, guaninle sitozın arasında üç hidrojen bağı vardır Bir DNA molekülünde, elde edildiği kaynaklara bakılmaksızın, A/T ve G/S molar oranı daima 1/1 değerine eşit olarak bulunmaktadır. Ayrıca DNA’da bulunan purin nukleotid toplamı, pirimidin nukleotid toplamına eşittir (A+G) / (T+S) = 1. Buna karşın organizmalarda (A+T) / (G+S) veya (G+S) / (A+T) oranı farklılık göstermektedir ve 1’e eşit değildir. Bu orandan DNA’nın elde edildiği kaynağı belirlemede yararlanılmaktadır. Söz konusu oranlar türlere göre değişim gösterir. DNA molekülünü oluşturan iki zincir birbirinin tamamlayıcısı ve zıt yönlü paraleli durumundadır. Bu nedenle, bir zincirdeki baz sıralanışı, diğer zincirdeki baz dizilişinin de belirlenmesini sağlar. Örneğin bir zincirdeki baz sıralanışı A,G,S,T,S,A ise, bu zincirin tamamlayıcısı olan zincirdeki baz sıralanışının ise T,S,G,A,G,T şeklinde olması gerekir. Bunlar çeşitli canlıların DNA moleküllerini birbirinden ayıran merdivenin basamaklarını oluştururlar. DNA sarmalinin iki zinciri, baz çiftleri arasındaki hidrojen bağları bozulduğu zaman, birbirinden kolaylıkla ayrılabilmektedir. Yani bir DNA solusyonunun belirli bir dereceye kadar ısıtılması ya da asitler veya alkalilerle muamele edilmesi, iki zincirin ayrılmasına ve değişik fiziksel özellikler göstermesine neden olmaktadır. Benzer değişmeler, PH’ nın düşürülmesi veya ortamdaki katyon konsantırasyonlarının değiştirilmesi ile de meydana gelebilmektedir. DNA sarmalinin açılması, erime olarak adlandırılmaktadır. Bu olay belli bir sıcaklık derecesinde ve aniden ortaya çıkmaktadır. DNA’ ların erime noktaları içerdikleri baz bileşimine göre farklılık göstermektedir. G+S içeriği yüksek olan DNA moleküllerinin erime noktaları A+T içeriği yüksek olan DNA moleküllerine oranla daha yüksektir. Çünkü G+S baz çiftleri birbirine üç adet hidrojen bağı ile bağlıdır. Sıcaklığın erime noktasının altına düşmesi sonucunda birbirinden ayrılmış olan iki DNA zincirinin, çift sarmal oluşturmak üzere yeniden birleştikleri saptanmıştır. Bu özellikten yararlanılarak yapay ve melez DNA molekülleri meydana getirilebiliceği saptanmıştır. DNA bilgi taşıyan bir moleküldür. Özellikle genetik depo diyebiliceğimiz bu bilgiler, özgül proteinlerin yapımını ve bir canlı türünün mümkün olduğu kadar değişmeksizin devamını sağlayan direktiflerdir. DNA’ nın başlıca iki görevi vardır: 1. Hücre bölünmesi sırasında kendini eşlemesi (çoğalması) ve böylece yavru hücrelerin ana hücredeki bilgiyi aynen almalarına imkan sağlamasıdır. DNA ipliklerinin birbirini tamamlayıcı özellikte olması ve birbirini tamamlayan bazlar arasında çok özgül bağların varlığı, DNA’ nın kendine benzer yeni bir molekül oluşturmasını sağlar. 2. Metabolik fonsiyonların düzenlenmesi ve kontrolü için sahip olduğu şifrelenmiş bilgiyi, hücrenin yaşamı boyunca uygulamasıdır. Adı geçen bilginin sağlanması ve naklinden, DNA yapısındaki bazlar ve bunların sıralanışı sorumludur. DNA’nın ökaryotik hücrelerde büyük oranda nukleusta bulunduğu ve kromozomlarda yer aldığı sitokimyasal çalışmalar sonucunda ortaya konmuştur. İnterfaz evresinde bir hücrenin çekirdeğinde kromatin iplikleri yada kromonema adını verdiğimiz ipliksi yapılar görülmektedir. Bu ipliksi yapılar bölünme sırasında ufak silindir şeklini alarak kromozom adını verdiğimiz yapıları oluştururlar. Yani interfaz evresinde görülen kromatin iplikleri helezonları açılmış kromozomlardır. Bilim insanları, insan hücrelerinde ilk kez 'dörtlü sarmal' yapıya sahip DNA'ya rastladıklarını açıkladı. Cambridge Üniversitesi araştırmacıları, daha önce sadece ikili sarmal yapıya sahip olduğu düşünülen insan DNA'sında birbirine dolanmış dört DNA ipliğine rastladı. Hızla bölünen hücrelerde daha yaygın görülen dörtlü sarmal yapının, kanserle ilişkili olduğu düşünülüyor. Cambridge Üniversitesi Kimya Bölümü'nden Prof. Shankar Balasubramanian, dörtlü sarmal yapının hücre belirli bir genotipe sahip olduğunda ya da işlevinde bir bozukluk meydana geldiğinde ortaya çıktığını söyledi. Dörtlü sarmal yapı, DNA'yı bir arada tutan ve genetik kodu oluşturan dört bileşenden guaninin çok sayıda bulunduğu bölgelerde görülüyor. Yapıya bu nedenle G-dörtlü adı verildi. Telomer tekrarlarından oluşmuş bir DNA dörtlüsünün (quadruplex) yapısı. DNA omurgasının biçimi tipik sarmal yapıdan büyük farklılık gösterir DNA’ nın Sentezi Yeni oluşacak yavru hücrelerin ana hücredeki genetik bilginin tamamını alması için, hücre bölünmesinden önce kromozomlardaki DNA’nın miktarının iki katına çıkması gereklidir. Watson ve Crick’e göre DNA’nın çoğalması sırasında bazlar arasındaki zayıf (H) bağının kopması ile iki zincir bibirinden ayrılmakata ve her iki zincir ortamda bulunan uygun nukleotidlerle kendini tamamlamaktadır. Sonuçta ise, her biri orijinal molekülünün kopyası olan iki DNA molekülü oluşmaktadır. Oluşan bu iki molekül birbirine bütünüyle benzeyen bir moleküler yapıya sahiptir. DNA’nın çoğalması sırasında bazı enzimlerin rol almaktadır. Endodezoksiribonükleaz enzimi: DNA’nın çözülmeye başlayacağı noktayı belir ve DNA’yı çözer. DNA çözen enzim: DNA ipliklerinin birini belirliyerek, yapının gevşemesine neden olur. DNA bağlayan proteinler: Çözülmüş DNA ipliklerine bağlanırlar, DNA’nın tek iplikli durumda kalmasını sağlarlar. DNA ligaz veya DNA bağlayan enzim: Bu enzim kesintili sentez edilen kısa DNA parçalarını birleştirip, kesintisiz yeni bir ipliğin oluşmasını sağlar. RNA’ nın Yapısı ve Tipleri Canli organizmalarda tek bir çeşit DNA molekülü bulunduğu halde, fonksiyonları ve fiziksel özellikleri yönünden farklı birkaç tip RNA bulunmaktadır. 1. Ribozomal RNA (r RNA) 2. Transfer RNA (+ RNA) 3. Messenger RNA (m RNA) veya elçi RNA (e RNA) 4. Viral RNA RNA, DNA’ya benzer şekilde ribonükleotidlerin 3-5 fosfo-diester bağları ile birleşmesinden oluşmuş olan uzun, dallanmamış makromoleküllerdir. Yüksek organizmalarda RNA’nın kromozomların yakınında, nükleolusta, nükleus sıvısında, mitokondrilerde kloroplastlarda ve ribozomlarda bulunduğu bildirilmektedir. RNA bazı virüsler haricinde, tek zincir (iplik) den meydana gelmiştir ve DNA’daki gibi sarmal bir yapıya sahip değildir. Ancak bu molekül A-U ve G-S çiftleri ilmik yapıları meydana getirerek sekonder bir yapı oluşturabilir. RNA tiplerinin molekül ağırlıkları farklıdır. RNA’daki azotlu baz bileşimi DNA’da belirtilen A/U = 1, G/S =1 kuralına genel olarak uymamaktadır. Bununla birlikte, molekül içinde ilmek şeklinde bir baz çiftleşmesinin olduğu durumlarda G ve S nin yüzde miktarlarında bazı düzenlilikler görülebilir. RNA molekülünde, DNA’ da mevcut olan deoksiriboz şekerinin yerinde riboz, pirimidin bazlarından timin yerinde ise urasil bulunur. Hücrede bulunan değişik RNA tiplerinin hepsi, DNA’ daki kalıtsal bilginin protein yapısına dönüşmesinde rol oynarlar. RNA ‘nın Sentezi (Transkripsiyon): RNA’ nın da DNA gibi dört değişik nükleotidden oluşmuş uzun ve dallanma göstermeyen bir molekül oluşu, RNA’ nın DNA ile tamamlayıcılık gösterebiliceğini akla getirmiştir. Buna göre: DNA ile RNA arasındaki yakın benzerliği dikkate alan WEIS, HURVİTZ ve STEVENS adlı araştırıcılar, RNA'’nın da DNA çoğalmasına benzer bir yol ile nukleosid trifosfat birimlerinden DNA moleküllerindeki bir ipliğin kopyasını çıkaran bir mekanizma ile sentez edildiğini belirtmişlerdir. RNA sentezinde, DNA çoğalmasında olduğu gibi önce DNA sarmalindeki iplikler birbirinden çözülerek ayrılmaktadır. RNA sentezinde DNA’ nın ayrılan bu iki ipliğinden yalnızca biri kalıp olarak kullanılmaktadır. Yani DNA’ nın iki ipliğinden yalnız birinin kopyası çıkarılmaktadır. RNA’nın tek iplikli bir molekül olması da bu duruma uygun olmaktadır. RNA sentezinde, RNA polimeraz adlı enzim görev yapmaktadır. Bu enzim, RNA iskeletini meydana getiren nükleotidler arasındaki 3-5 fosfo diester bağlarının yapılmasını katalize ederek ribonükleotidleri birbirine bağlamaktadır. Ancak, bu enzim ribonükleotidleri bağlama sırasındaki düzen için, bu sırayı belirleyen DNA moleküllerine bağımlıdır. RNA polimeraz enzimi DNA molekülüne bağlanır. DNA molekülündeki purin ve pirimidin bazlarının özel sırası, bu enzimin çift sarmali çözmesine izin vermektedir. Çift sarmal açılınca, polimeraz enzimi iki tamamlayıcı iplikten birisine tutunmaktadır. Bu iplik RNA sentezi için kalıp görevi yapacak olan iplik olarak tanımlanmaktadır. DNA ipliği ve RNA polimeraz enziminin oluşturduğu bileşene, DNA nükleotidlerinin bazları dikkate alınarak, ortamdaki 4 nükleosid trifosfat uygun sıra ile eklemeye başlamaktadır. Enzim DNA ipliği boyunca hareket ederek RNA sentezi tamamlayıncaya kadar, uygun nükleosid trifosfatı bağlar. Enzimin hareket yönü ve RNA ipliğinin büyüme doğrultusu 5-3 şeklindedir. Bu durum, kalıp rolünü üstlenen DNA ipliğinin buna zıt yönlü olması gerektiğini ortaya koyar. Böylece RNA sentezinde, DNA ipliklerinden hangisinin kalıp göreveni yapacağı açık olarak belirlenmiştir. RNA polimeraz enzimi, sonlandırma sinyali olarak tanımlanan özel bir baz sırası gelinceye dek, RNA nükleotidlerini ekler. Bu özel sırada sentez durur. Sentez bitince oluşan RNA, DNA ipliğinden ayrılır ve sonuçta iki DNA ipliği tekrar birleşir