fatih döneminde imar faaliyeti ve fikir hareketleri

advertisement
FATİH DÖNEMİNDE
İMAR FAALİYETİ VE FİKİR HAREKETLERİ
Fatih döneminin bilim ve sanat alanındaki üstünlüğünü göstermeye çalışan
Osmanlı kaynaklarıyla bazı Bizans ve İtalyan kaynakları, bu üstünlüğün nedenini her şeyden
önce Fatih’in nefsinde toplanan meziyetlere bağlamışlar, ancak bu yolca araştırmalar yapmış
olan yazarlarından bazıları, Fatih reformundan önceki yıllarda yapılan hazırlayıcı hamlelere
her nedense inanmak istememişlerdir. Oysa Malazkirt meydan savaşının sonuçları, Selçuklu
medeniyetinin kaderi bakımından ne derece hayati bir rol oynamış ise, Osmanlı
İmparatorluğu’nun ilk olarak Söğüt’te başlayan bir hareketle bağımsız devlet olma yeteneğini
göstermiş olması da, Fatih dönemiyle son bulan yüz elli yıllık dönüşümün, sağlam bir
programlaşma esası üzerinde olgunlaşmasına neden olmuştur.
Gerçekten de altı değişik saltanata tanık olan bu bir buçuk yüzyıllık dönem içinde, her
adım, bir sonraki adımın lehine atılmış, var oluşun en uygun bir şekilde korunması
kararlılığıyla yapılmış olan her genişleme hareketi, İmparatorluğun düşünsel ve siyasal
gelişimine yönelik yeni bir hamle olmuştur. Bu nedenle, Fatih’ten önceki İstanbul
kuşatmalarının nedenini II. Murat’ın ganimet hevesine yormaya imkân olmadığı gibi,
Fatih’in doğum yılı olan 1430’da Selanik’in son ve kesin olarak Osmanlı Devleti sınırları
içine alınmış olması durumunu da herhangi bir tesadüfe bağlamaya imkân yoktur. Nitekim
İstanbul’un ilk kuşatmaları, Fatih’in henüz çok gençken hayal ettiği “imparatorluk”
kavramının, bir zamanlar II. Murat’ın da kafasını işgal etmiş olan ilk şekliydi. Hattâ
Selanik’in ikinci defa olarak ısrarla zaptedilmiş olması, siyasi bütünlüğü sağlamak yolunda
Bizans’ın bütünüyle istilasını gerektiren girişimlerin ilki olmaktan başka bir şey değildi. O
halde yaradılıştan yumuşak mizaçlı olan II. Murat’ın, siyasi amaçlarla yapılan genişleme
faaliyetinde, Fatih gibi kabına sığamayan bir hükümdara önderlik etmiş olmasına bakılırsa,
İmparatorluğun her alanda eriştiği gelişimin, babadan evlada geçen sistemli bir planla
meydana gelmiş olduğu anlaşılır. Gözleri önünde gelişmekte olan olayların içyüzünü
kolaylıkla tahlil edemeyen bazı Bizans aydınları yanında, birtakım tarihçilerin olayları tam bir
açıklıkla kavrayabilmiş olmaları, bütün bu işlerin gelecekle ilgili bir hazırlıktan başka bir şey
olmadığını açıkça gösterir.1
Öte yandan, II. Murat ile II. Mehmet arasında hissedilir derecede güçlü bir mizaç
farkı olmasına rağmen, istila edilen ülkelerin vakit kaybetmeden imar görmesi, yerli halka ait
mülkiyet haklarının eksiksiz tanınması, ilhak edilen memleketlere, imar ve yenileme suretiyle,
o zamana kadar görülmemiş güzellikteki şehirciliğin sağlanmış olması gibi durumlar, baba ile
oğlun, ancak devlet işlerinde gerçek bir mizaç bütünlüğüne varmış olduklarını açık olarak
göstermeye yeter. Gerçekten de 1430 yılı Eylül ayının 4’üncü günü, II. Murat ile Silvestro
Marosini arasında Gelibolu’da yapılan barış antlaşması gereğince İmparatorluğa ilhak
edilmiş olan Selanik’in, fetihten sonra yavaş yavaş kendine gelmesi ve özel emlakin
sahiplerine verilmesi sırasında, kilise ve manastır gibi kamu binalarının da gelirleriyle birlikte
halka iade edilmiş olması türünden olaylara2, Fatih’in İstanbul’u zaptından sonra yaptığı işler
arasında sık sık rastlanılır. Hattâ şehir halkına ait eşya ve emlakin geri verilmesiyle beraber,
ilhak edilen yerlere, II. Murat’ın bizzat yaptırmış olduğu cami, darüşşifa, mektep, tekke,
imaret, kervansaray gibi dinî ve yarı dinî nitelikteki kurumlar da gösteriyor ki, bütün bu işler,
sistemli bir yerleşme ve olgunlaşma düşüncesinden başka bir şey değildir, çünkü Bizanslı
aydın Johannis Seylitzae’nin söylediği gibi, “Türkler tesadüfi yağmacılar olarak değil, işgal
ettikleri bölgelerin gerçek sahibi olarak bu yerlere girdiler”.3
Öte yandan şurası da kesindir ki, II. Murat ile başlayan yenileme faaliyeti, bu
hükümdarın çok uzun süren saltanat yılları içinde4 bir hayli gelişmiş, fakat daha çok Fatih
devrinde geniş ölçüde bir reformla sonuçlanmıştır, çünkü elde bulunan Osmanlı ve Batı
kaynaklarının incelenmesinden anlaşılacağı gibi, “Fatih, her şeyi yok etmek ve sırf şeytanın
eserinden başka bir şey olmayan yıkıntıları arkada bırakmakla kendine şöhret sağlamak
istemiyordu; o, daha çok, her şeyi sistemli olarak yeniden kurmak ve devamlı bir eser
yaratmak istiyordu… Zaten hükümranlık şerefine hakkıyla layık bulunan, ancak kapsamlı bir
plan, sıkı ve tükenmez bir çalışma, kesin karar ânında bile güven veren bir huzur, insan
kudretinden yerinde yararlanma, kan akıtmama, yepyeni bir şekil içinde ahenkli bir devlet
kurma sayesinde tasarıdan gerçeğe dönüşmesi mümkün olan böyle bir eseri meydana
getirebilecek tek insan idi”.5 Bu nedenle, babasından aldığı terbiye gereği, İmparatorluk
sınırları içinde esaslı bir reforma başlayan Fatih’in, 1453 yılını izleyen yıllarda, İstanbul’un
imarı işlerine özellikle önem vermiş olması, Haçlı seferlerinin neden olduğu Latin istilalarıyla
harabeye dönmüş olan şehrin6, az zamanda dünyanın birinci sınıf şehirleri arasına katılmasına
neden olmuştur.
Fatih’in yeniden kurmaya karar verdiği İstanbul’un7 fetihten önceki İstanbul’a
benzemeyeceği kesindi. Tanınmış tarihçilerden bir çoğunun söylediği gibi, Bizans’ın son
kalesi olan Konstantinopolis’in düşmesinden sonra, Doğu İmparatorluğu harabeleri üzerine
kurulacak olan İstanbul’un kendini büsbütün başka bir çehre ile göstermesi gerekiyordu.
Ancak bu yolda bir zorunluluk, her şeyden önce iki önemli etkenden meydana geliyordu.
Bunlardan birincisi, on yüzyıl süren ihtişamlı olduğu kadar da yıpratıcı bir hayattan sonra,
geçmiş devirlerin zafer dolu günlerini talihsiz Paleologlar elinde büsbütün unutmuş olan yaşlı
bir Hıristiyan İmparatorluğunun, yerini ancak 4 yüzyıla yakın bir zaman kendisine komşuluk
etmiş bulunan genç bir Müslüman İmparatorluğuna terk etmesidir. İkinci etken ise, Doğu
Roma İmparatorluğu’nun adeta tek varisi sayılması gereken Osmanlı Devleti’nin, yepyeni bir
dünya görüşüyle donanmış olarak yaşlı Bizans’ın varisi olmasıdır. İşte yine bu iki etkenden
birincisi, Bizans’ın başkenti olan Konstantinopolis’e Helenizm’den beri değiştirdiği çehrelerin
hiçbirine benzemeyen dördüncü çehreyi de sağlamış, bir zamanlar “Byzantion” ve
“Konstantinopolis” adlarıyla anılmış olan bu önemli şehre, Fatih’le beraber İslami bir
çehrenin verilmiş olmasını da gerektirmiştir ki birbirini kovalayan bu zorunlu dönüşümlerin
en önemlisi, yüzyıllar boyunca, önce putperest, sonra da Hıristiyan kalmış olan bir şehrin, yüz
yıldan daha az bir zaman içinde tamamiyle Türkleşmesi, İslamlaşmış olması durumudur.8
Yukarıda sözü edilen ikinci etken, yani Türklerin yepyeni bir dünya görüşüyle Bizans
ülkelerine el koymuş olmaları ise, Doğu Roma İmparatorluğu’nun son yıllarını dayanılmaz bir
hale sokmuş olan din kavgaları yerine, geniş ölçüde bir fikir hürriyetinin geçerli olmasını
alabildiğine kolaylaştırmıştır.9 Oysa “Byzantion, Konstantinopolis, Istanbul” adlı eserinde
Bizans başkentinin, Ortaçağın sonlarına tesadüf eden Haçlı Seferleri yüzünden tekrar Batı
etkisine girmeye başlamış olduğunu söyleyen Robert Mayer, Osmanlı istilasından sonra
şehrin yeniden Doğu etkisine maruz kalmaya başladığını da belirttikten sonra, sözlerine şöyle
devam etmektedir: “İslamiyetin olduğu kadar İslam kültürünün de fazla miktarda Antik,
Helenistik ve Hıristiyan şekilleri içermesinden dolayı (Franz Babinger, Der Islam in
Kleinasien – Der Islam im Rahmen einer allgemeinen Kültürgeschichte; Karl Dietrich –
Cristlich-Orientalisches Kulturgut der Türken), bu suretle meydana gelmiş olan yeni bünye,
İstanbul şehri için pek o kadar yabancı bir bünye değildi. Bu durum, şehre büsbütün yeni
bir içerik vermemiş, aksine Doğuya özgü bir yapı ile, yine Doğuya özgü Devlet, Kültür ve
Hayat şekilleri şehre yeniden nüfuz etmiş ve bütün bu unsurlar varlıklarını en son
zamanlara kadar korumuşlardır. Şehrin son zamanlarda Avrupalılaşması durumuysa sırf
bu yüzden mümkün olabilmiştir. İşte onun için İstanbul, içerdiği bütün şekillerle iki ayrı
kültürü temsil edebilen bir şehre örnek olmuştur.”10
Görülüyor ki bugünün gerektirdiği reformun kökünü bile Yunan, Roma ve Hıristiyan
kültürü içinde ele alan Robert Mayer, yukarıda parantez içinde isimlerini ve eserlerini
belirttiği öteki Batılı bilginler gibi, İstanbul’a ilk önce Fatih çapında bir reformcu eliyle
verilmiş olan yepyeni bir düzeni, haklı olarak yine o eski kültür bütünlüğü içinde görmek
istemiştir. Her uygarlığın kendinden önceki uygarlığın etkisi altında kalacağı tabii olmakla
birlikte, eski Bizans’a ilk olarak Fatih döneminde etkili olmaya başlamış olan Yeni Düzen’in,
Robert Mayer’in de söylediği gibi, Doğuya, daha doğrusu Türk Kültürü’ne özgü bir özellikle
meydana çıkması ve kendini yine bu özellikle, daha eski kültürlerden az çok ayırt ettirmesi
gerekeceğine kesin gözüyle bakılır. Onun içindir ki taze ve enerjik bir bünyeye sahip olmaklta
birlikte, yaşlı Bizans’a uyguladığı reformda, eski ve ortak kültürün kaymak tabakasıyla
bağlantı aramış olan Fatih, Hammer’in sandığı gibi, Byzantion’un putperestlik döneminden
kalma muhteşem mabetlerini, yahut Konstantinopolis’in zengin kiliselerini tahrip etmek
suretiyle yeni bir İstanbul kurmamış11, tam tersine, tarafsız tarihçi Zinkeisen’in söylediği
gibi, fetihten sonra, İstanbul’un büsbütün başka prensiplere göre imarı işi, Sultan Mehmet’in
kafasını sürekli meşgul eden ilk ve önemli bir konu olmuştur. Gerçekten de bu konuyu iki
bakımdan düşünmek de mümkündür: maddi bakımdan ve moral-politika bakımından.
“Özellikle Osmanlı Sultanlarının, saraylarını, birbiri ardına kurmakla sorumlu oldukları o
muhteşem Bizans İmparatorluğu harabeleri arasında, yepyeni bir hayatın başlaması, ve
eskiyle yeninin yardımını sağlayarak, gelecek için gerekli olan büsbütün başka bir düzenin
temelinin atılması gerekiyordu.”12 Nitekim Fatih, Hammer’in sızlanırcasına ima etmek
istediği gibi (Bkz. Dipnot 11), var olanı yıkarak değil, Zinkeisen’in söylediği gibi, var olanı
korumak, yeniden eser meydana getirmek ve yıkıntılar üzerine şehir kurmak suretiyle
İstanbul’u imara başlamıştı; sağlam binaları aynen korudu; yüzyılların tahrip ettiği binaların
yerine yeni binalar kurdu. Robert Mayer’e göre, Fatih döneminde çok iyi korunmuş olmakla
birlikte, daha sonraki yüzyılların tahribatından kurtulamamış olan ve “İstanbul’un anıtsal
bina yapmak konusundaki mimarlık faaliyetine bugün bile tanıklık eden eserleri halen
oldukça hazin ve elem verici bir manzara göstermektedir… Bu arada ancak birkaç kilise
kullanılabilir bir haldedir ki, bunlardan çoğu, vaktiyle sırf camiye çevrilmiş oldukları için
harabe olmaktan kurtulmuşlardır; tıpkı Küçük Ayasofya ve Kariye camileri gibi…”.13
Demek oluyor ki, fethi izleyen yıllar içinde, şehrin yüksek tepelerine oturtulmuş olan
cami, medrese, imaret, darüşşifa v.s. türünden dinî ve sosyal anıtlarla gerçek bir İslam şehri
halini almaya başlamış olan İstanbul14, ilk olarak Fatih’le beraber son yüzyılların yıkıcı
etkisinden kurtulmuş ve az bir zaman içinde Türk şehirciliğinin en güzel örneği olabilecek bir
şehir haline gelmiştir. Fatih döneminde dünyanın başkentleri arasına katılmış olan İstanbul’u,
bizlere o zamanki haliyle tanıtabilecek bir plan vardır ki, 16. yüzyılın ilk yarısında Venedik’te
basılmış olduğu tahmin edilen bu gravür, Vavassore adlı bir kişiye atfedilmektedir.15 Bu
resmin incelenmesinden de anlaşılacağı gibi, şehrin imarı o zamanki araç ve imkânlara göre
gerçekten kolay olmamıştır. Fatih’le beraber, İstanbul’un yüksek tepelerine oturtulması
gerçekleştirilmiş olan Salatin Camileri ve bunların uyduları değerinde olan dinî ve yarı dinî
nitelikteki binalarla özel ikametgâhlar, her ne kadar şehre eşsiz bir güzellik vermişse de, daha
kuşatmadan önce şehri terk etmiş olan sanat ve bilim adamlarının fetihten sonra geri
çağrılmaları, İstanbul’un alınmasından sonra yapılan fetihlerle ele geçirilen yerler halkından
seçilen uzman kişilerin de şehrin imarında yararlanılmak üzere İstanbul ve civarına iskân
edilmeleri, tahmin edileceği gibi kolay olmamıştır.
Elde bulunan tarihî belgelerle çeşitli kaynaklar arasında, Fatih’in İstanbul’u imar için
harcadığı çabayı belirtmeye çalışan eserler mevcut olmakla birlikte, Topkapı Sarayı’nın
Yunanca yazmaları arasında tek başına bir değer olduğu anlaşılan Kristovulos Tarihi (Tarih-iSultan Mehemmed-i-Han-i-Sani)16, Fatih’in yapıcılık zihniyetini gösteren eserlerin en başında
gelmektedir. Nitekim tanınmış Bizans tarihçisi Krumbacher tarafından, eski Bizans’ın belli
başlı tarihçilerinden Chalcocondilas, Dukas ve Phrantzes’i tamamlayacak şekilde
gösterildiği gibi, bir Türk sultanının tarihini, hem de eski Yunan tarihçisi Thukydides’e özgü
bir üslûpla yazmış olmasından dolayı ikiyüzlülükle da suçlanmış olan Kritovulos,
Diessmann’a göre, Topkapı Sarayı Yunanca yazmaları arasında “unikum” diye nitelendirilen
eserinde, hiçbir zaman ikiyüzlülük yapmamış, tam tersine olayların bilindiği şekliyle
gerçekleşmesini, Bizans’ın son yıllarındaki kayıtsızlığı ve ihmalinde aramıştır. Hattâ
Kritovulos, kitabının bazı yerlerinde, Bizans’ın uğradığı felaketten yana yakıla bahsettikten
başka, memleketin yeni sahibi olan Türkler için gerektiğinde sitemli cümleler kullanmakta da
tereddüt etmemiştir. Öte yandan bütün bu görüşler, tarihçinin Fatih’e olan hayranlığını
önleyememektedir. Bundan dolayı, Deissmann, Krumbacher’i, Kritovulos’un kitabının
“tarihî değerini gereğince gösterememiş” olmakla suçlamaktadır (Bkz. Dipnot 16).
Fatih’le beraber, hem eski devirlerdeki ihtişamına, hem de yepyeni bir güzelliğe
kavuşmuş bulunan İstanbul’un gelişmesine hiç şüphe yok ki hükümdarın sanat ve arkeoloji
merakı büsbütün yardım etmişti. O kadar ki, Fatih’in o zamanlar henüz pek yeni bir bilim
sayılan arkeolojiye olan ilgisi, İstanbul’un Helenizm döneminden kalma birkaç eseri de dahil
olmak üzere bazı anıtlarını zamanımıza kadar sağlam olarak devretmiş, hattâ hükümdarın yine
aynı sevgi ve ilgisinden doğan bir faaliyetle İstanbul’da birçok büyük ve değerli binaların
inşasına hızla başlanmıştı.17 1467 yılına kadar geçen olayları bizzat görmüş, yani Fatih
döneminin ilk on yedi yılını bizzat yaşamış olan Kritovulos, henüz çok genç yaşta bulunan
hükümdarın yalnız imar faaliyetine tanık olmakla kalmamış, aynı zamanda İstanbul’da
Fatih’le beraber oluşmaya başlayan Türk bilim hayatının ne yolda düzenlenmiş olduğunu da
yakından gözlemlemişti.
Günün önemli olaylarını yazmakla yükümlü olan Osmanlı vakanüvislerinde,
yaşadıkları devrin bilim ve sanat etkinliklerini gösteren bilgiye pek o kadar rastlanmadığına
göre, Fatih dönemindeki bilim hareketlerinin özelliklerini daha sonraki dönemlerde kaleme
alınmış olan bazı Türkçe yazmalardan incelemek mümkündür. Abdülhak Adnan Adıvar’ın
1943 yılında yayımladığı “Osmanlı Türklerinde İlim” adlı eserde belirttiği gibi (S.16), Fatih
dönemine kadar pozitif bilime yer verilmemesi, yüz elli yıllık bir varlığın fikir hareketlerini
en çok kelam, mantık, fıkıh gibi İslami bilimlere yöneltmiş ve Osmanlı İmparatorluğu’nun
çeşitli dönemlerine ait fikir faaliyetini göstermek amacıyla kaleme alınmış olan eserlerin
hemen hepsi18, bilim adamlarının ve şeyhlerin özgeçmişleri ile bunların temsil ettikleri şer’i
ve felsefi düşüncelerin açıklanmasıyla sınırlı kalmıştır. Onun içindir ki, Osmanlı
İmparatorluğu tarihinde pozitif bilimlere başlangıç olan Fatih dönemindeki fikir hareketlerini
ve bizzat Fatih gibi bir hükümdarın edebiyata, felsefeye, tarihe gösterdiği yakın ilgiyi
coğrafya ve arkeoloji türünden dallara da göstermesinin, Osmanlı kaynaklarının dışında
Bizans ve İtalyan kaynaklarından de incelenmesi gereklidir.
Yirmi bir yaşına henüz ulaşmış olan tecrübesiz bir hükümdara, İstanbul’u ele geçirmek
için giriştiği büyük girişime bakıp da sırf cihangirlik atfetmek şüphesiz doğru olmaz. Her ne
kadar Fatih dönemini yaşamış ya da bu dönemi daha sonraki yüzyıllarda saptamaya çalışmış
olan tarihçilerin, bu konuyu çok kere tarafsız bir tarihçi gözüyle ele alamamış olmaları,
Fatih’in öz benliğini açığa vurmaktan çok uzak analiz ve yargılara yol açmış ise de, belgelere
dayandırmak suretiyle tarih yazma biliminin gitgide sistemleşmesi, Hammer gibi, pek o kadar
tarafsız kalmayan, bağnaz Hıristiyan tarihçileri bile, Fatih döneminde başlayan bilim
hareketlerini açıklamaktan uzak tutamamıştır. Bu nedenle Hammer’in ne de olsa ironik bir
eda içinde geçen itiraflarına19, Berlin Üniversitesi’nin eski rektörü, tanınmış tarihçi Profesör
Adolf Deissmann’ın ifadesi, yerinde bir tezat oluşturmaktadır.20 Nitekim Hammer’in, Yunan,
Roma ve Bizans kültürünün mahvolması pahasına tasdik etmek zorunda kaldığı “Fatih
reformu”nu eksiksiz kabul eden Deissmann, Fatih’i Doğudaki antik bilimlerin tek hamisi
olarak tanıdıktan başka, ayrıca Doğu ve Batı uluslarının ortak koruyucusu olarak da tanıyor ve
şöyle diyor: “Şimdi, Bu Doğu-Batı-Adamı’nın [Bkz. Dipnot 21] düşünsel durumunu da
ayrıca gözden geçirelim. Bu durumun içyüzü, belki de Fatih’in etrafına toplamış olduğu
bilim ve sanat adamlarından oluşan geniş bir kitlede kendini en açık bir şekilde hissettirir
ve Saray ile buraya pek yakın bulunan Aya Sofya’daki [kütüphanesindeki] eserler ise,
kendisinin düşünsel yeteneğine ve kendi kütüphanesinin kuruluş aşamalarına ait bazı
önemli noktaları bizlere yaklaştırmaya yeter”.21
Öte yandan, tanınmış Türkolog Carl Brockelmann’ın 1939 yılında yayımladığı
“İslam Milletleri ve İslam Devletleri Tarihi” adlı eserinde, Fatih’in kendi memleketi
dışındaki kültür hareketlerine gösterdiği yakın alakaya -örnek göstererek- değinmesi de
gösteriyor ki22, tarihçi Deissmann’ın Fatih’i uluslararası bir bilim koruyucusu olarak
tanıması, yerinde bir değerbilirlikten başka bir şey değildir. Brockelmann’ın, bu konuda
dayandığı belge veya kaynakları belirtmeyerek değindiği söz konusu kitap siparişini, elde
bulunan başka bir belge tamamen doğrulamaktadır. Fatih’in Büyük Veziri Mahmut Paşa
tarafından 1467 yılında Ragusa (Dubrovnik) Cumhurbaşkanına hitaben Sırp-Hırvat dilinde23
yazılmış olup, Sultan’ın istediği kitaplarla sanat eserlerinin bir an önce gönderilmesi için
kaleme alınmış bulunan bir mektup, Dr. Truhelka tarafından Ragusa arşivinde bulunmuş ve
ilk olarak Saraybosna’da çıkarılmakta bulunan “Glasnik zemaljskog Museja u Bosni i
Hercegovini” adlı dergide, 1911 yılında yayımlanmıştır.24 Büyük Vezir Mahmut Paşa’nın bu
mektubunun25 satır usulüyle Almancaya yapılmış olan tercümesinin Türkçeye çevrilmiş şekli,
şu cümleleri içermektedir:
“El Ekrem
Adli
Mahmut
Paşa’dan ve Büyük Vesir’den ve Rumeli Beylerbeyi’nden gönderilmiştir.
Ragusalıların asilzadelerine ve bütün Ragusalılara, Mahmut Paşa’dan ve benim
hakimi olduğum yerlerden selam ola. Zat-ı-asilaneleri şunu da bilmiş olalar ki, deniz
tarikiyle göndermiş olduğunuz üç tıp kitabından dolayı, zat-ı-asilanelerine çok
teşekkür ederiz ve öteki kitapları da gönderirseniz, o kitaplar ki Lo Marcilio sopra lop
o eb kuarto Tedeus Citilis adlarıyla anılmaktadırlar, bu kitapları bulursanız
gönderiniz. Aynı zamanda Jacilice Vitichi’nin bakırını ve gümüşünü ve altınını
arayınız, zira bunları Kayzer çok istiyor, onun için acele ediniz ki, bunlar çabuk ele
geçirilmiş olsunlar, bunların bedelini ödeyeceğiz. Ve sizlere nice nice yıllar.
Nisan ayı, 15inci gün
Sazlıdere”
Cevad Memduh ALTAR
1
Selanik’in II. Murat tarafından zaptı konusunda, zamanının Bizans tarihçisi Johannes Anagnosta’nın
üzüntüsünden bahseden J.W.Zinkeisen, sözlerine şöyle devam etmektedir: “Burada verilen örneklerin
bazılarından da anlaşılacağı gibi, o [II. Murat], şehre [Selanik’e] eski parlaklığını ve kaybolan refahı iade
edebilmek ve burasını günün birinde Avrupa’nın Doğu ile olan ticaretinin bir başşehri haline sokabilmek için,
bütün gayret ve dirayetiyle çalışıyordu. Fakat bu işin olabilmesi, Selanik’in bir Hıristiyan şehri olarak kalmayıp,
bir Osmanlı şehri olmasıyla, hattâ yıkılmaya mahkûm Kaiser tahtının zayıf bir mesnedi olmasıyla değil de,
Avrupa’da bütün tazeliğiyle gelişmekte olan Osmanlı devletinin temel direklerinden biri haline gelmesiyle
mümkündü. İşte, sofu mizaçlı Johannes Anagnosta’nın bunları anlamasına elbette imkân yoktu; o, anavatanının
maruz kaldığı felaketten dolayı üzüntüyle, barbarların elinde yeni bir gelişime doğru yükselir görünmektense,
ateş, su ya da deprem gibi unsurların tahribatıyla mahvolmuş görmeyi tercih etmektedir (Anagosta: K.21,
S.525). Buna karşılık, basiretli Dukas, geleceğe daha başka gözlerle bakabiliyordu. Ona göre Selanik’in düşmesi,
insan ömründen daha az bir zaman içinde İmparatorluğun başşehrine çökecek olan uğursuzluğun bir kanıtı,
hattâ İstanbul’un zaptı ve Bizans Devleti’nin çöküşü gibi önüne geçilemeyecek olan olayların öncesi olan bir
olaydı (Dukas: ‘.112) (J.W.Zinkeisen: Geschichte des Osmanischen Reiches in Europa, C.I, B.8, S.568).
2
Selanikli tarihçi sofu Johannes Anagosta, bu beklenmedik mutluluktan kitabında heyecanla bahsetmektedir
(Anagosta: Selanik’in Zaptı Tarihi; Corpus scriptum Historiae, Bonnae 1838, S.522).
3
Vasiliev, A.A.: Bizans İmparatorluğu Tarihi (Türkçeye tercümesi: Arif Müfit Mansel, Ankara Maarif Matbaası
1943, C:ı, S.452).
4
Doğumu: 1403 (H. 806), cülusu: 1421 (H. 824), tahttan ilk olarak inişi: 1431 (H. 847)., tekrar tahta çıkışı: 1444
(H. 848). Varna savaşlarından sonra (1444) ikinci defa olarak tahttan çekilmiştir: birkaç ay sonra üçüncü defa
olarak tahta çıkmış ve ölümü tarihi olan 1451 (H. 855) yılına kadar hükümdarlık etmiştir. (Hammer: Geschichte
des Osmanischen Reiches, İkinci basım, 1840, S.311).
5
Jorga, N.: Geschichte des Osmanischen Reiches, 1903, C.II, S.4.
Robert Mayer, 1943 yılında yayımlamış olduğu bir eserde şöyle demektedir: “…Türk fatihlerin Hıristiyan şehri
olan İstanbul’dan ele geçirdikleri şey, aslında bir sürü harabeden başak bir şey değildi, nitekim bu harabeler,
tekrar tekrar şehrin başından geçmiş olan kuşatma ve istiladan doğan tahribatın bıraktığı izlerdi. Bu arada
İstanbul gibi muhteşem bir şehrin bütün hazineleriyle sanat eserlerini şüphesiz en feci bir şekilde tahrip
edenler, 4. Haçlı Seferlerinin başında bulunan şövalyelerdi. Bundan başka, azize resimlerine hürmet edilip
edilmemesi konusunun doğurduğu ve yüzyıllarca sürmüş olan Tasvir Mücadelesi de (İkonoklastlar kavgası) eski
eserlerin bir çoğunu harabeye çevirmiş ya da büsbütün ortadan kaldırmıştır…”. (Robert Mayer: Byzantion,
Konstantinopolis, İstanbul, S.128)
6
7
Çeşitli adlarla anılan İstanbul’a fetihten sonra, Müslümanlarla dolu bir şehir olduğunu ima etmek üzere
“İslambol” adının verildiği ve bu adın zamanla “İstanbul” şeklinde kullanılmış olduğu doğru değildir. Osmanlı
tarihçilerinin yazılarında, bu şehrin hem Konstantiniyye, hem de İstanbul adıyla anıldığı görülür. İhtifalci
Mehmet Ziya merhum, İstanbul ve Boğaziçi hakkında yazdığı kitapta şöyle demektedir: “Konstantin namı,
Bizanslılarda, Latinler zamanında ve Avrupa’nın sair Hıristiyan milletleri nezdinde de unutulmadı, Türklerle, Asya
ve Afrika milletleri, bu beldeyi halen bu namla yad ederler, hepsi İstanbul derler; bu kelime “eis tin polis ”
tabirinden gelmektedir ki o zamanlar İstanbul civarında oturan Rumlar, İstanbul’a gelirlerken “Nereye
gidiyorsunuz?” diye soranlara “istin polis” yani “şehre” cevabını verirlerdi. İşte İstanbul adı bundan gelmiş gibi
görünüyor. Bizanslılar bu şehre Vizantion, Bizantion, yeni Roma anlamında olan Nuova Roma ve
Konstantinopolis de derlerdi. Biz bu şehr-i dilaraya İslambol, İstanbul, Derseadet, Deraliyye, Asitane-i Aliyye
deriz. 1103, 115, 1171 tarihlerinde basılmış Osmanlı sikkelerinde “İstambol” tabiri vardır. Sonraları Araplar,
İstanbul’a Konstantaniyye, Füruk (Asya ile Avrupa’yı ayırdığı için “fark”tan Füruk adını vermişlerdi) demişlerdir.
Şemsettin Sami’nin Türk kamusunda da İstanbul kelimesinin Rumca “şehre” anlamına gelen kelimeden alınmış
olduğu yazılıdır.
8
“…Bursa, Edirne ve İstanbul gibi şehirler, Türk-İslam mimarlığının geliştiği ana şehirlerdir ki bu mimarlık 16.
Yüzyılda Mimar Sinan eliyle doruğa ulaşmıştır…” (Robert Mayer: Byzantion, Konstinopolis, Istanbul, S.123)
9
İstanbul’un fethinden bir süre sonra, Batıda eserleriyle tanınmış olan Bizanslı bilim adamı Genadios II (14001468) bizzat Fatih’in Patrik tahtına oturması (1453-1459), hattâ Genadios ile Hıristiyan inanışları üzerine dikkate
değer tartışmalar yapmış olması, söz konusu fikir hürriyetinin açık bir delilidir. Öte yandan Genadios II’nin Patrik
yapılması durumu, Bizans’ı yüzyıllar boyunca bir hayli sarsmış olan Roma Katolik Kilisesi’yle birleşme davasına
da son vermiştir (Bizans teologlarıyla Papalık delegelerinin en son toplantıları 1439’da Floransa’da olmuş ve
toplantıya Bizans İmparatoru Johannes Paleologos VIII, maiyetinde Trabzonlu Yorgi Amiruçi ve Kardinal
Bessarion gibi bilginler de olduğu halde katılmıştır). Başlangıçta her iki kilisenin birleşmesinden yana görünen
Genadios’un, daha sonra amansız bir Katolik düşmanı kesilmesi, o zaman İstanbul için tek tehlike olan İtalyan ve
bilhassa Venedik nüfuzunun hızla bertaraf edilmesini de sağlamıştır. Yalnız bu durum bile, Fatih’in siyasetteki
üstün görüşüne tanıklık etmeye yeter.
10
Robert Mayer: Byzantion, Konstantinopolis, Istanbul, S.256.
11
Hammer, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi’nin Fatih döneminde Topkapı Sarayı’nın inşasını anlatırken şöyle
diyor: “Savaşsız geçen birkaç yıl, Karaman Beyi ile İskender Bey’in ölümünden sonra, yenilmez Fatih’in birbirini
kovalayan zaferlerine de son vermiş ve artık tarih, savaşa maruz kalmış ülkelerden, zaptedilmiş şehirlerden,
boğazlanmış savunmacılardan söz etmeyerek, kısmen donanmaya ait teçhizatın sağlanmasından, kısmen de
Yeni saray’ın inşasından söz etmeye başlamıştır. Eski Bizans’ın Akropol tepesine, yani üzerinde Bizans
İmparatorlarına mahsus saraylarla, dünyaya inmiş ilahe Pallas,’a, Posidon’a, Dionisos ile Zeus’a, şehri ilk olarak
zapteden tanrıya, elbisesi üç kırmalı Hekate ile ışık getiren Proserpina’ya, Hıristiyansever kayzerler zamanında
yapılmış olan Demetrios ile Minos’a, Theodor Sergios ile Bachos’a ve Mukaddes Bakire ile yol gösteren Kadın’a
ait mabetlerin, büyük kapılı Chalka Sarayı’nın, ön-karakolun, yedi kubbeli hassa karakolunun, Tripeto hazinesi ile
hisar saatini de içeren Lausus yemekhanelerinin, imparatorun on dokuz masa arkadaşına mahsus yemek
salonunun, tahtı ve hisar kilisesini içeren altın yaldızlı salonun, Delfi yemekhanesi ile yumurta şeklindeki ve ay
şeklindeki üç, yedi istridyeli, tek kapılı ve beş odalı yemekhanelerin ve nihayet içinde imparatoriçenin
doğurduğu ve imparatorun erguvani kumaşlar içine doğduğu Porfir salonunun yükseldiği yerde, Hicretin sekiz
yüz yetmiş iki yılında, Yeni Saray ile Bab-ı Hümayun’un inşaatı bitirilmişti…”. (Hammer: Geschichte des
Osmanischen Reiches, 1840, C:I, S.493.)
12
J.W. Zinkeisen: Geschichte des Osmanischen Reiches in Europa, 1854, C:II, S.3.
13
Robert Mayer: Byzantion, Konstantinopolis, Istanbul, S.127.
Hammer’in Osmanlı İmparatorluğu Tarihi’nin, Mehmet Ata Bey tarafından yapılan tercümesinde, Fatih
camiinden söz edilirken, şöyle deniyor: “…camiin sahn tesmiye olunan havlısında, sekiz medrese bina
olunmuştur. Bunların her birinin arkasında talebeye mahsus hücreleri havi bir tetümme vardır. Bu mebaniye
muttasıl imaretler mevcuttur ki, bunlardan muhtaç olan talebeye ve sair kesana günde iki defa yemek verilir;
dar-üş-şifa tesmiye olunan hastane; tımarhane denilen dar-ül-mecanin; seyyahların, yabancıların beytutetine
mahsus ve kervansaray yahut han ismiyle mevsum binalar, nihayet etfal-i-zükûr için mektepler mevcuttur.
Kütüphane, cami derunundadır; bir oda tefrik ile kütüphane ittihaz olunmuştur. Osmanlıların İstanbul’da tesis
eyledikleri ilk kütüphane budur. Camii muhit olan bu mebaniden başka, bir daire içinde sebilhaneler, hamamlar,
bir kütüphane, hadis tedrisine mahsus bir medrese, bir sofayı havi havlı, bir türbe görülür…” (Hammer: Devlet-i
Osmaniye Tarihi, çevirmeni: Mehmet Ata, İstanbul, 1330, C.3, S.216.)
14
15
Abdülhak Adnan Adıvar, 1943 yılında yayımladığı “Osmanlı Türklerinde İlim” adlı eserinde, söz konusu plan
(gravür) hakkında şöyle diyor: “…üzerindeki kayda nazaran 1566-1574 seneleri arasında, Venedik’te basılmış ve
altına tezyinat olarak birinci padişahtan onbirinci padişah Selim IIye kadar gelen padişahların madalyon içinde
resimleri konulmuştur. Bu resimlerden, planın yukarıki seneler arasında basıldığı istidlal olunmakta ise de,
dikkatle tetkik olununca, gösterdiği binalar arasında Fatih zamanından sonra yapılan camiler, medreseler ve
diğer binalardan hiçbiri bulunmadığına, ancak Fatih camii ve medresesi ile yeni ve eski sarayların gösterilmiş
olduğuna göre, bu planın aslının Fatih zamanında resmedilmiş olduğu tahmin edilebilir… [bu planda] onbirinci
padişaha kadar olan tezyinatın, sonradan ilave edilmiş olması pek kolay anlaşılır. Albert Gabriel, Syria, Cilt II,
S.33’de, Sefer-i-Irakeyn adlı bir eserden bahsederken, bu haritanın 1540’da Venedik’te basılan ve Vavassore
planı denilen plan olduğunu söylemektedir. Hangi tarihte basılırsa basılsın, bu plan XVI. asır ortasındaki
İstanbul’u göstermekten çok uzaktır.” (Abdülhak Adnan Adıvar: Osmanlı Türklerinde İlim, ikinci basım, Maarif
Matbaası, İstanbul 1943, S.22) Prof. Membaury de bu planın Vavassore’ye ait olduğunu söylemektedir.
16
Berlin Üniversitesi eski rektörü ve tanınmış doğubilimci Prof. D. Adolf Deissmann (birkaç yıl önce vefat
etmiştir), “Sarayda Araştırma ve Keşifler” adlı eserinde, Fatih’in çağdaşı olup Sultan’ın emriyle söz konusu tarihi
yazmış olan İmrozlu Kritovulos’tan bahsederken şöyle diyor: “Kritovulos’un sarayda bir eşi daha olmayan bu
kıymetli eseri (Das kostbare Unicum; Kritobulos-Codex), [Fatih’in bilime olan merakını göstermesi bakımından]
bize bu yolda hizmet etmekte ve böylelikle sarayın şimdiye kadar malûm olan kıymetli eserleri arasına zamanla
bir diğerinin daha katılabilmesi ihtimalinin, bugün için uzak bile olsa, ileride mümkün olabileceğini ima
etmektedir. (D. Adolf Deissmann: Forschungen und Funde im Serai, Berlin und Leipzig, 1933, S.28). Deissmann,
aynı kitabın 43-44’üncü sayfalarında Kritovulos’un “Fatih” adlı eserinden bahsederken şöyle demektedir: “Bu
codex, bir Unicum’dur [tek bir eserdir]; Kritovulos’un başka bir elyazması mevcut değildir. İstanbul’un, II.
Mehmet’in ve saray kütüphanesinin tarihi bakımından çok kıymetli bir eserdir. 19 Eylül 1859’da Constantin
Tischendorf tarafından sarayda meydana çıkarılmıştır; bu kişinin 1872 tarihli ve 181 sayılı Allegemeine
Zeitung’un 2779. sayfasında yayımlanan yazısına müracaat edilmeli… Yazar [Kritovulos] ile, eserin basılı
nüshaları ve eseri tercüme edenler hakkında bilgi edinmek için, Krumbacher’in “Bizans Edebiyatı Tarihi”
(Geschichte der byzantinischen Literatur) adlı eserinin 309. Sayfasına bakılmalıdır. Bu kişi eserin tarihî değerini
layıkıyla gösterememiştir. Bu kitabın bilimsel olarak yayımlanması bakımından en önemli baskısı, yalnız Carolus
Müller tarafından, Fragmente Historicorum Graecorum, Vol.V, pars prior, Parisiis diye yayımlanan şeklidir.
(Ambr. Firmin Didot) 1870, S.38-161. Bu nüshanın mevcudu, İstanbul’daki Alman Arkeoloji Enstitüsü’nde
vardır… Müller, XIV. sayfada, bu kitap hakkında değerli bir yazı yayımlamıştır; yalnız eserin sayfa adedi hakkında
verilen bilgi şüphelidir. Müller bu kitabı, dağınık bir yazmanın kopyası sanmakta ve 16. yüzyıla ait olduğunu
tahmin etmektedir… Kitabın 1859 tarihli basımında, Kritovulos’un II. Mehmet’e gönderdiği bir ithaf mektubu da
bulunmaktadır ki, bu mektubun metni [sarayda mevcut olan] yazmanın bir bölümünü oluşturup, V-IX.
sayfalarda bulunan ithaf mektubuna uymaktadır. Uzunca yazılmış ithaf mektubu (bence kitabın Sultan’a takdimi
sırasında birlikte verilen orijinal mektuptur), Rus Sefiri Prens Alexander Lobanow tarafından 1859 yılında sarayı
ziyaretten birkaç gün sonra Tischendorf’a hediye edilmiştir; Tischendorf (Allg. Zeitung’un 1872 tarihli ilave
nüshasının 2779. sayfasında) bu mektubun sefire hediye edilmiş olduğundan bahsetmektedir. Çok şükür ki
Tischendorf, Notitia editionis codicus Bibliorum Sinaitici, Lipsia 1861, S.123’de söz konusu mektubu yayımlamış,
Müller ise kendi baskısında bu uzun mektubun nasıl okunacağını ayrıca açıklamıştır. Şimdi yalnız bu uzun
mektuba ait orijinal metnin, Tischendorf’un metrukati arasından nereye gitmiş olduğunun saptanması kalıyor.
Tischendorf ailesi nezdinde ve Leipzig Üniversitesi kütüphanesinde bizzat yaptığım araştırmalar hiçbir sonuç
vermedi… Bu kitap benim tavsiyem üzerine A. Rome tarafından İstanbul Eski Eserler Müzesi Kütüphanesi için
fotoğrafı ile kopya ettirilmiştir. Bu arada Bay Rome, kitabın bir sayfasının eksik olduğunu saptamıştır ki bu
eksiklik kitabın yazılı bir sayfası mı, yoksa boş bir sayfa mı olduğunun da ayrıca incelenmesi gerekir.” (Bazı
zorunlu nedenlerle incelemeye imkân bulamadığım orijinal metin: Topkapı Sarayı, III. Ahmet Kütüphanesi’nin
Yunanca yazmaları arasında 3 numarada kayıtlıdır.) Kritovulos Tarihi ilk olarak eski İzmir milletvekili Korolidi
Efendi tarafından Türkçeye çevrilmiş ve tercüme metni ayrıca tefrika edilmiştir. (Tarih-i Sultan Mehemmed-i
Han-ı Sani, Tarih-i Osmani encümeni Mecmuası, 1-13. nüshalar, İstanbul 1326-1327)
17
Kritovulos, tarihinde (Tarih-i-Sultan Mehemmed-i-Han-ı-Sani, çevirmeni: eski İzmir milletvekili
Karolidi Efendi, Tarih-i-Osman-i-Encümeni Mecmuası: 1-13. nüshalar , İstanbul 1326-1327),
İstanbul’un fethinden sonra başlayan imar işlerinden şu cümlelerle söz etmektedir: “Padişah,
Konstantiniyye’ye avdetini müteakip [geri dönmesinin ardından] şehrin iskânına ve imarına
mübaşeret etti [girişti]… Badehu [Ondan sonra], surun yıkılmış ve müruruzaman (zamanın akışı) ile
maili inhidam olmuş [yıkılmaya yüz tutmuş] mahallerinin yeniden inşasını ve şehrin bizzat intihap
eylediği [seçtiği] en güzel bir mevkiinde zat-ı-şahaneleri için bir saray vücuda getirilmesini ve “Altın
Kapı – Chrysea” denilen hisar kapısı tarafında, bir vakit Rum İmparatorlarının kalesi bulunduğu
mahalde, müstahkem bir kale yapılmasını ve bütün bu işlerin serian ikmal edilmesini [hızla
tamamlanmasını] emreyledi. Diğer taraftan Padişah hazretleri, emr-i inşaatta [inşaat emrinde]
üseranın [esirlerin] yevmiye altı veya daha ziyade akça ile istihdamını emir buyurmuşlardı ki, bu da
Rum üserasının temin-i-hüsn-ü-haline matuf bir tedbir-i musip idi [iyi çalışmasını sağlamaya yönelik
isabetli bir tedbirdi]…” (S.92-93)… Padişah hazretleri İstanbul’da aram ederek [oturarak], şehrin
sekenesinin tezyidine [sakinlerinin çoğalmasına] ve memleketin umran ve tezyinine [ilerlemesinen ve
güzelleştirilmesine ] ve umur-u nafaanın serian ihzar ve ikmaline [bayındırlık işlerinin hızla hazırlanıp
tamamlanmasına] çalışırdı. Bu cümleden olarak, İstanbul’un her tarafında cesim [büyük] hamam, han,
çarşı ve misafirhaneler bina ve şehre su isale ettirmiş ve vasi [geniş] bahçeler vücuda getirmiş idi…
(S.113); herkesin servet ve kuvveti derecesinde şehri tezyin edecek mebani-i- cesime [büyük yapılar]
vücuda getirmelerini irade eyledi. Kendisi dahi şehrin ortasında ve mürtefi [yüksek] bir noktasında,
cesamet [büyüklük ] ve kıymet cihetiyle emsaline faik [benzerlerinden üstün] bir cami inşa ettirmek
için bir mahal intihab ederek [seçerek], derununa konulacak sütunların ve ahcar-ı-muteberenin
[uygun taşların] ve sair malzeme-i-inşaiyesinin [inşaat malzemesinin] tehiyye ve tedarik edilmesini
[sağlanmasını] ferman eyledi. Bundan maada Bizans’ın denize uzanmış bir mahal-i-ferahfezasında
[ferah bir yerinde], muhteşem ve emsaline nisbetle mutantan [gösterişli] bir Saray-ı-Âlî vücuda
getirilmesini… hülasa menafi-i-umumiyeyi temine [halkın yararını sağlamaya] ve şehri tezyine hadim
olacak [şehri güzelleştirmeye yarayacak ]müessesatın serian ikmalini irade eyleyerek, bu hususta
sahib-i ihtisas olan hünerveranı [uzmanlık sahibi olan hünerli kimseleri] inşaata nazır tayin eyledi.
Padişah hazretleri, vücuda getirilecek mebani-i nefise ve cesime ile [güzel ve büyük yapılarla] şehre
mamuriyet-i-sabkasını [eski bayındırlığını] iade etmek ve ilm-ü-fen erbabını ve servet-ü-saman
ashabını cem ederek [bilim adamlarını ve servet sahibi insanları toplayarak], burasını gıpta ferma-yıcihan olacak [bütün dünyanın imreneceği] bir hale getirmek isterdi (S.128-129;… Padişah hazretleri,
pay-ı-tahtın [başkentin]umur-u-idaresine [idare işlerine]ve şehrin iskân ve tezyin ve imarına, kema-fis-sabık [eskisi gibi] itina ve ihtimam ile, şehir dahilinde maabit [mabetler]ve çarşu ve tersane ve
temaşahane [gösteri yeri] gibi müessesat-ı-nafıa [bayındırlık kurumları] inşa ettirdiği gibi… velhasıl
biemsal [eşsiz] olan İstanbul şehrinin latafet-i-tabiiyye ve ehemmiyet-i-mevkiyyesiyle mütenasip
[doğal güzelliklerine ve konumunun önemine yakışır] surette, nail-i-umran ve terakki olması [mamur
ve gelişmiş olması] için, bezl-i-gayret ederdi [çaba gösterirdi] (S.156-157)… Padişah hazretleri, kış
mevsimini İstanbul’da imrar ederek [geçirerek], şehrin iskân ve tezyini ve sarayın inşası ile iştigal
eyledi. Saray [Topkapı sarayı], cesameti ve tertip ve ihtişamı itibariyle İstanbul’un mebani-i-atikasına
tefevvuk ediyordu [eski eserlerinden de üstündü]. Bu bina-yı-muhteşemin her tarafı kemal-i-dikkat ve
ihtimam ile işlenmiş, nakış ve saire gibi sanayi-i-nefisenin asar-ı-bediasiyle [güzel sanatların beğenilen
eserleriyle] süslenmiş idi. Hülasa, altın ve gümüşün ve mücella [parlak] ve rengârenk taşların ve
mermerlerin iltima-ı şaşaası [parıltılı ihtişamı] altında bu saray-ı-Âlî bir mecmua-i nefaset ve bedayi
[güzellik] teşkil ediyordu. Mualla [yüksek] kubbe ve kümbetleri dahi haricen kurşunla tezyin
olunmuştu. Methal [giriş] teşkil eden büyük kapıları ve fırın ve hamamları geçtikten sonra, yüksek
burçları ve harem ve selamlık dairelerini, ziyafet ve yatak salonlarını ve devair-i-saireyi ihtiva eyleyen
[öteki daireleri içeren] asıl saraya girilirdi. Sarayın ve civarındaki mebainin [yapıların] etrafına, bir de
sur inşa edilmişti. Bundan maada, sarayın etrafında, vasi [geniş] meyve ve çiçek bahçeleri tarh ve tesis
kılınmıştı [düzenlenmişti]; bu bahçelerin zümrüdin çimenleri üzerinde berrak sular cereyan [akar],
elhan-ı latif [güzel öten] kuşlar cevelan ederdi [uçuşurdu] ve her nevi hayvanat-ı-ehliyye ve vahşiyye
beslenirdi… (S.180-181)… inşa ettirmekte olduğu camiin ikmaline zar-ı-gayret eylerdi [çaba
gösterirdi]. Bu camiin bir an evvel ikmal-i-inşası [inşasının tamamlanması] için şehriyar-ı-müşarünileyh
[adı geçen padişah] hazretleri, bir taraftan ameleyi teşvik eder, diğer taraftan erbab-ı-fen ve sanati
[bilim ve sanat erbabını], icap eden levazımın imal ve tedarikine memur eylerdi. Velhasıl Padişahın
gayret ve semahati [cömertliği] sayesinde, şekil ve cesamet ve ziynet ve nefaset itibariyle, gayet
mükemmel ve mutantan [görkemli]bir cami inşa olundu. (S.118)”
18
Bu türden eserler arasında, Taşköprüzade’nin (ölümü 998 H. = 1589 M.) Arapça olarak kaleme aldığı “Şakayıkı-Numaiyye adlı eseri ön planda gösterilebilir. Tarihçi Hammer’in “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi”ni yazmak için
saptadığı bibliyografyada önemle adı geçen bu eser, 529 Ulema [bilim adamları] ve 50 Meşayihin [şeyhler] hal
tercümeleri ile bunların temsil ettikleri şer’i ve felsefi kanaatlerin açıklanmasıyla sınırlıdır. Bu önemli eseri pek
çok kimseler Türkçeye çevirmiştir. Bunların arasında en iyisi, Edirneli Mecdi Mehmet Çelebi’nin tercümesidir
(Tabı Hane-i-Amire, 1269).
19
“…[Fatih] Yunan kültürünü ve Yunan sanatını yalnız imha eder bir hükümdar değil, aynı zamanda Osmanlı
biliminin ve Osmanlı bilim sevgisinin kurucusu idi…”. (Hammer, Geschichte des Osmanischen Reiches, C:1,
S.553.
20
“…Bundan başka Floransalı Francesco Berlinghieri, kendi adını Sultan’ın [Fatih’in] adından ayırmamakta
daima haklıdır: Onun, bugün hâlâ Saray kütüphanesinde bulunan ve kendi el yazısıyla Sultan Mehmet’e ithaf
etmiş olduğu coğrafya kitabı -Fatih’in hayattayken eline değmemiş bir eser olmasına rağmen- Batıda yeniden
dirilmiş olan antik düşünceyi ve antik bilimi bütün bilinciyle koruyan bir hamiye gösterilen şükranın ifadesinden
başka bir şey değildir…” (Adolf Diessmann, Forschungen und Funde im Serail, S.27) Deissmenn’ın bahsettiği
coğrafya (Geographia di Francesco Berlinghieri Fiorentino), Topkapı Sarayı’ndaki III. Ahmet Kütüphanesi’nin
yabancı dillerle yazılmış kitapları arasında ve 2376 numarada kayıtlıdır.
21
Adolf Deissmann, “Forschungen und Funde im Serail” adlı eserinin 24. sayfasındaki dipnotta şöyle
demektedir: “Fatih’in şahsiyetini gösteren bu tabiri [Doğu-Batı-Adamı = Ost-West-Menschen], ilk olarak 1889
yılında (Kritovulos’un tarihini esas tutmak suretiyle) Caedicius (=A.D. Mordtmann), ender ele geçirilen ve ancak
E. Jacop’un yardımıyla okuyabildiğim “Ancien Plan de Constantinople” (imprimé entre 1566 y 1574 avec notes
explicatives, par Caedicius, Constantinople, Lorenz et Keil Librairies de S.M. le Sultan, 1889) adlı eserinin 29.
sayfasında kullanılmıştır.
22
“…Ragusa [cumhurluğu]nun [Fatih’e] ödemekle yükümlü olduğu haraç bedelini, o [Fatih], bir seferinde de
İtalya’dan yazma eserler sipariş ettirmek suretiyle tediye ettirmişti…” (Carl Brockelmann: Geschichte der
islamischen Völker und Staaten, S.258).
23
Viyanalı Türkolog Dr. Friedrich Kraelitz, 15. yüzyılda ve 16. yüzyılın ilk yarısında , Padişah adına çıkarılan
fermanların, gerektiğinde Yunan, Latin, İtalyan, Sırp-Hırvat, İran, Arap, hattâ Alman dilleriyle de yazılmakta
olduğunu ve Fatih tarafından Görz Kontu’na gönderilmiş olan 8 Şubat 1480 tarihli Almanca mektubun (Sultanus
Turcarum Mehemet Comiti Goritiae in negotio Castri Belgrado Foroyuliensis), Saraybosna’da çıkarılmakta
bulunan “Glasnik zemaljskog Museja u Bosni i Hercegovini” (C.V, S.2-17, 1893) dergisinde yayımlandığını
bildirmektedir. (Friedrich Kraelitz: Osmanische Urkunden in türkischer Sprache, S.10-11).
24
Viyanalı tarihçi Joseph von Karabecek, halen Ragusa arşivinde bulunan bu belgenin, Latin harflerine yapılan
transkripsiyonu ile Almancaya tercümesini (açıklama notlarıyla birlikjte), meslek arkadaşı Prof. Dr. K.J. Jirecek’e
borçlu olduğunu, eserinin basıldığı sıralarda Prof. Jirecek’in vefat etmiş olmasından dolayı (1918) düzeltmelerin
Prof. Hofrat Jagić tarafından yapılmış olduğunu ve 31.8 x 13.5 cm boyutunda olan belgenin, ilk olarak yukarıda
adı geçen derginin XXIII. sayısının 26. sayfasında yayımlandığını söylemektedir. (Joseph von Karabecek:
Abendländische Künstler zu Konstantinopel im XV. und XVI. Jahrhundert, S.16)
25
Mektubun Latin harfleriyle yapılmış olan transkripsiyonu, Karabecek’in Dipnot 24’te adıgeçen kitabının 17.
sayfasında bulunmaktadır.
Download