Haftalık Bülten - Sorularla İslamiyet

advertisement
Haftalık Bülten
27 Ağustos 2010
www.sorularlaislamiyet.com
1
İçindekiler
İçinde alkol bulunan ilaçları satmak caiz midir? İlaçların içeriği hakkında, hastalara bilgi
vermek gerekir mi?.......................................................................................................................... 4
Peygamber Efendimiz (asv) Darülerkam da ne gibi eğitimler veriyordu? ..................................5
Kuvvet atmaktır, hadis-i şerif mealindeki kuvvet ve atmak tabirlerinin bu asra bakan hikmet
ve ibret dersleri nelerdir? ............................................................................................................... 7
Ezan okunmadan camiye giren kimseye 325.000, ezan zamanı gidene 25.000 kabul olunmuş
namaz sevabı verilir, anlamına gelen hadis var mıdır?................................................................. 8
Yıkılan bir caminin yeri camiden başka bir amaçla kullanılabilir mi? Satılabilir mi? Yerine
ev veya işyeri yapılabilir mi? Yoksa kıyamete kadar ibadethane olarak kalması mı gerekir? . .9
Kur’an indiğinde dünyada kaç millet vardı ve Kur’an neden sadece birkaç milletten
bahsediyor?..................................................................................................................................... 10
Nebe Suresi 33’de "Göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızları" bazıları kabul etmiyorlar ve
kevaib kelimesinin üzüm tanesi olduğunu söylüyorlar, bu doğru mudur?................................ 11
Hz. Peygamber (sav) kimlere şefaat edecektir? Şefaat şartları nelerdir? ..................................13
Meleklerin cennette Allah’ı göreceklerine dair bir ayet var mı veya şimdi görüyorlar mı? ....14
Kullukta derinleşmek, çağımızın müsait olmayan durumu hakkında yapılabilecekler ve bu
konuda İslam alimlerinin tavsiyeleri nelerdir? Hakiki kulluğumuzu yerine getirmek için adım
adım neler yapmalıyız?.................................................................................................................. 15
Lilith isimli bir kadın Hz. Adem (as) ile aynı anda mı yaratıldı; Hz. Adem’in ilk eşi o muydu?
......................................................................................................................................................... 16
Hz. Ebu Bekir’in, “Eğer ibadet ettiğiniz ilah semadaki Allah idiyse, O ölmemiştir.” sözü ile
İmam Malik’in “Allah semadadır, ilmi ise her yerdedir.” sözü haşa Allah'ın gökte olduğu
anlamına mı gelir?.......................................................................................................................... 17
Meleklerin ruhu var mıdır; ecsam-ı nurani oldukları ifade edilmektedir, buna göre
meleklerin cisimleri mi vardır?..................................................................................................... 19
Fâtiha, En´am, Kehf, Sebe', Fâtır sûrelerinin 1. âyetinde geçen el-Hamdü Lillah’ın, "Ezelden
ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah´a mahsustur"
anlamına gelmesi ne demektir?..................................................................................................... 21
Tasavvufta ilerlemiş İslam alimleri insanlar ile Allah'ın ayrı varlık sayılmasını istememişler
midir? Allah - insan ilişkisi hakkında bilgi verir misiniz? .......................................................... 22
Ayetler olduğu halde, kudsi hadislerin varid olmasında ne gibi bir hikmet vardır?................23
Peygamberimiz (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde, vefasızın yaptığı her vefasızlık teşhir
edilecektir, buyurmaktadır. Dinimizde teşhir var mıdır? ........................................................... 24
A'raf Suresi 80. ayette Lut kavmi için "Sizden önce âlemlerden hiçbir kimsenin yapmadığı
çirkin işi mi yapıyorsunuz?" denilmektedir. Bazı hayvanlarda da eşcinsellik vardır. Bu ayet
bilimselliğe aykırı değil midir?...................................................................................................... 25
Geceleri kapıyı kapatınız. Zira şeytan kapanan bir kapıyı açamaz, hadisini açıklar mısınız?
Sıcak havalarda geceleri pencereyi açmakta bir mahzur var mıdır?......................................... 26
Cenaze namazında arka safta olmak daha faziletli midir?......................................................... 28
İftiraya maruz kalmış şahıs iftiracıya lanet edebilir mi? İftiracıyı mubaheleye çağırma yetkisi
var mı?............................................................................................................................................ 29
Peygamber Efendimiz (s.a.m) neden sarı elbise giyene, keşke söyleseydinizde o elbiseyi
giymeseydi, demiştir? Sarı elbise giymenin hükmü nedir?......................................................... 30
2
Hz. Ebu Zerr (r.a)'in zenginlerden zekat ve sadakayı fazlasıyla vermelerini istemesini nasıl
değerlendirmeliyiz?........................................................................................................................ 31
3
İçinde alkol bulunan ilaçları satmak caiz midir? İlaçların içeriği
hakkında, hastalara bilgi vermek gerekir mi?
Hastaların kullanacağı ilacı belirlemek eczacıların değil, doktorların görevidir. Bu itibarla, her
hangi bir hekimin yazdığı reçetede bulunan ilacın muhtevasında alkol olsa bile bunun
satılması caiz olduğu gibi, bu yolla elde edilen kazanç da helaldir.
Ayrıca, eczacının sattığı ilaçların muhtevası hakkında hastalara bilgi vermesi de gerekmez.
4
Peygamber Efendimiz (asv) Darülerkam da ne gibi eğitimler
veriyordu?
Darü'l-Erkam, Hz. Peygamber (asv)'in bi'setin ilk yıllarında Mekke'de İslâmiyet'i tebliğ ettiği
evdir.
İslâm tarihinde dârülislâm diye de bilinen bu ev, ilk Mmüslümanlardan Erkam b. Ebü'lErkam el-Mahzûmi'ye aitti. Mekkeli müşriklerin giderek artan zulüm ve baskıları yüzünden
Hz. Peygamber (asv) Mescid-i Haram içinde Safa tepesinin eteklerinde bulunan bu evi
kendine ikametgâh olarak seçti. Burada bir yandan ashâb-ı kirama dinî bilgiler öğretirken bir
yandan da ilâhî gerçeği arayan insanları İslâm'a davet ediyor, onlara Kur'ân-ı Kerîm okuyor
ve onlarla birlikte namaz kılıyordu.
Hz. Peygamber (asv)'in bu evdeki faaliyetlerinin sonucunda birçok kimse Müslüman olmuş,
Ömer de İslâmiyet'i burada kabul etmişti. İslâm'a davet için bu evin seçilmesinde, Kabe'nin
haremine dahil oluşu, hac ve umre için Mekkelilerle ve dışarıdan gelen pek çok kimse ile
dikkati çekmeden temas kolaylığı sağlaması gibi hususlar göz önüne alınmıştır.
Hz. Peygamber (asv)'in önderliğindeki Müslümanlar, işkence ve baskı ortamında bu evi
kendilerine merkez yaptılar ve geceleri orada buluşmaya başladılar. Orada yeni din
öğreniliyor; yeni gelen ayetler ezberleniyor; namaz kılınıyor; evinden kovulan, aç kalan,
işkenceye uğrayan Müslümanlara kanat geriliyordu.
Hz. Peygamber (asv)'in Dârü'l-Erkam'da oturmaya başlaması ilk müslümanların İslâmiyet'i
kabul tarihlerine bir esas teşkil etmiş, sahâbîlerin müslüman oluşları, Resûlullah'in
Dârülerkam'a girmesinden önce veya sonra şeklinde tarihlendirilmiştir.
Hz. Peygamber (asv)'in Dârülerkam'a geliş tarihi nübüvvetin 4. yılı olarak kabul edilirse de bu
doğru değildir. Erkam b. Ebü'l-Erkam'ın İlk Müslümanlar arasında yer almasından dolayı bu
tarihi bi'setin 1. yılı, hatta bu yılın ilk ayları olarak kabul etmek gerekir. Hz. Peygamber (asv),
nübüvvetin 6. yılı Zilhicce ayında Ömer'in müslüman olmasından sonra Dârülerkam'dan
ayrılmıştır. (bk. TDV. İslam Ansiklopedisi, Darülerkam md.)
Tarih boyunca birçok defa tamir gören Dârülerkam III. Murad tarafından mescid olarak
yenilendi (999/1590). Suudi Arabistan Krallığı'nca Harem-i Şerif için yapılan çevre
düzenlemesi sırasında Dârülerkam yıkılarak arsası Harem arsasına katılmıştır.
İslam`ın ilk tebliğ döneminde Mekke şehrindeki İslami eğitim ve öğretim bu evle sınırlı
kalmamış, pek çok evde sahabeler tarafından yürütülmüştür. Nitekim Said İbn Zeyd`in Hz.
Ömer`in kız kardeşi Fatıma bint el-Hattab`a ve kocası İbn` Amr`a Kur`an öğretmek üzere
evde bulunduğu sırada Hz. Ömer oraya gelmişti. Hadise Hz. Ömer`in evde kardeşini dövmesi
ve eniştesini tartaklaması, sonra da Said İbn Zeyd`in gizlendiği yerden çıkarak Kur`an`ın
önemini zikretmesi hadisesi, Mekke döneminde eğitim ve öğretimin evlerde sürdürüldüğüne
dair belirgin bir örnektir.
Evlerin mektep vazifesi için kullanıldığına Medine döneminde de rastlamaktayız. Hz.
Peygamber (asv), hicretten önce istek üzerine, Medineli Müslümanlara dini anlatmak,
Kur`an`ı öğretmek için Mus`ab İbn Umeyr`i Medine`ye göndermiş, Mus`ab da Medineli
Müslümanların evlerinde onlara dersler vermiş ve onları eğitmiştir. Bunların dışında bazı
evlerin ise “Darülkurra” olarak tanındığını ve bu evlerin sadece Kur`an eğitimine
hasredildiğini görmekteyiz.
5
Peygamber Efendimiz (asv), hicretten sonra Medine`ye varışını müteakip bir arsa satın alarak
bugünkü Mescid-i Nebevi`yi inşa etmiş, bitişiğine de “Suffa” adıyla İslam tarihinde eğitim ve
öğretim müessesesi olarak tanınmış olan ve bir mektep, bir üniversite işlevi gören güzide
binayı yaptırmıştır. Bu bina gündüzleri bir okul şeklinde kullanılıp, geceleri ise barınacak yeri
olmayanlar için bir yatakhane vazifesi görmüştür. Bir de buna ek olarak Resulullah (asv)`ın,
zevcelerine tahsis olunmuş bir-kaç odadan ibaret ayrı bir kısım inşa edilmiştir.
6
Kuvvet atmaktır, hadis-i şerif mealindeki kuvvet ve atmak
tabirlerinin bu asra bakan hikmet ve ibret dersleri nelerdir?
Evete, “Kuvvet atmaktır.” mealindeki ifadenin üç defa tekrarlandığı hadis rivayeti sahihtir.
(bk. Müslim, İmare,167; Ebu Davud, Cihad,23; Tirmizî, Tefsiru sureti 8; İbn Mace, Cihad,
19).
Bu hadis-i şerif, Enfal suresinde geçen “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet
hazırlayın…”(Enfal, 8/60) mealindeki ayetin bir nevi tefsiridir. Bundan maksat, düşmanlara
karşı Allah yolunda yapılması gereken cihad için her türlü hazırlık yapmaktır. Kişinin (sporla)
fizikî gücünü pekiştirmesi, at koşturması, ok atması ve –cihad için gerekli olan- benzeri her
türlü kuvvet hazırlaması buna dahildir. (bk. Nevevî, ilgili hadisin şerhi).
Şüphesiz hadislerde yer alan atları besleyip koşturmak, yüzmek, ok, atmak, mızrak kullanmak
ayette mutlak olarak ifade edilen “kuvvet” kavramının o günkü ihtiyaçlara işaret eden bir
tefsiridir. Çünkü, o günkü cihad maddî şekliyle bu gibi malzemelere, aletlere ve maharetlere
ihtiyaç duymaktaydı. Bu gün ise maddi cihad için gereken başka silahlar var ve bunlara sahip
olmak da bu ayetin ve ilgili hadislerin emir ve tavsiyeleri arasındadır.
Bununla beraber, “kuvvet”in genel kapsamında cihadın manevî şekliyle ilgili malzemelerin
de yer aldığında şüphe yoktur. Çünkü, bugün, cihad daha çok manevîdir ve İslam’ın
güzelliklerinin gösterilmesi, ancak hakikatlerinin doğru olarak anlatılmasıyla, asrın en büyük
silahı olan müspet ilimlerin Kur’an’ın hakikatlerinin anlaşılmasına hizmetkâr yapılmasıyla
mümkündür.
O halde, bu asırda gereken en büyük silah, ilim, fikir, kalem kuvveti olduğuna göre, bunları
önce güzelce öğrenmek, sonra güzelce kullanmak suretiyle Allah yolundaki manevî cihad
farizası güzelce yerine getirilebilir. Manevî cihattaki gazanız mübarek olsun...
İlave bilgiler için tıklayınız:
Savaşa hazırlık konusunda Kur’anda nelere dikkat çekilir?
Günümüzde cihad nasıl yapılmalıdır?
7
Ezan okunmadan camiye giren kimseye 325.000, ezan zamanı
gidene 25.000 kabul olunmuş namaz sevabı verilir, anlamına
gelen hadis var mıdır?
Hadis kaynaklarında böyle bir bilgiye rastlayamadık.
“Ezandan önce camiye giren kimseye 325.000 kabul olunmuş namaz sevabı verilir.”
ifadesi, şeriatın muvazenesini bozacak niteliktedir. İslam’da imandan sonra en büyük ibadet
namaz olduğu hususu alimlerin ittifak ettiği bir gerçektir. Buna rağmen, “Ezandan önce
camiye girmek” gibi bir hareketin 325.000 namaza mukabil geldiğini düşünmek olacak iş
değildir.
İbn Mace dışındaki Kütübü Sitte'de yer alan aşağıdaki hadis-i şerifin ifadesinden de bu
konuda doğru bir anlayışa varmak mümkündür. Ebu Hureyre’nin bildirdiğine göre,
Peygamberimiz (asv) şöyle buyurmuştur:
“Kim cuma günü boy abdesti gibi yıkanır ve camiye giderse, bir deveyi
sadaka vermiş gibi sevap kazanır. İkinci saatte giden bir inek sadaka etmiş
gibi sevap kazanır. Üçüncü saatte giden kimse boynuzlu bir koç sadaka
vermiş gibi sevap kazanır. Dördüncü saatte giden ise bir tavuk sadaka vermiş
gibi sevap kazanır. Beşinci saatte giden ise bir yumurta sadaka vermiş gibi
sevap kazanır...”(Neylu’l-Evtar, 3/229-230).
Buradaki saatten maksat, bilinen saatten çok camiye gitme sırasını belirleyen herhangi bir
zaman dilimidir.(bk. a.g.e).
Görüldüğü gibi, bu sahih hadiste, camiye gitme öncelik sırası herhangi bir namaz sevabıyla
karşılaştırılmamıştır.
8
Yıkılan bir caminin yeri camiden başka bir amaçla kullanılabilir mi?
Satılabilir mi? Yerine ev veya işyeri yapılabilir mi? Yoksa
kıyamete kadar ibadethane olarak kalması mı gerekir?
Yıkılan bir caminin bulunduğu arsa, alimlerin bazısına göre el değiştiremez. Orada yeniden
cami yapmak veya arsayı öyle boş bırakmak gerekir. Yahut da varsa camiyi yapana veya
varislerine terk edilir.
Diğer bir kısım alimlere göre ise, orayı camiye bağışlayan veya camiyi bina eden kimsenin
amacına uygun olarak daha faydalı bir şekle çevrilebilir; örneğin arsası satılıp parasıyla başka
bir yerde cami veya Kur’an kursu yapılabilir. Önemli olan vakfiyenin manevî akarını
sağlayan ve devam ettiren bir şeklin bulunmasıdır.
Şayet caminin yeniden ihtiyaca cevap verecek bir şekilde yapılmaya müsait bir arsası yoksa,
bu arsayı (caminin şerefini zedelemeyen) bir şekilde kullanmak veya bu şekilde kullanan bir
kimseye satmakta bir sakınca yoktur. Yani, satılabilir, ev veya iş yeri yapılabilir. Yeter ki bu
yeni yapılarda İslam dinine aykırı bir faaliyet olmasın ve satılan arsanın parası amacı dışında
kullanılmasın. (bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 8/219-221).
Buna göre, bir köy veya mahallede yeni bir cami yapılmış olması sebebiyle, eski caminin
ibadet mahalli olarak kullanılmasına ihtiyaç kalmamışsa ve ileride de hiçbir şekilde bu amaçla
kullanılmasının ihtimali yoksa, metruk haldeki ilgili yerin yol olarak veya cami yararına
başka amaç için kullanılmasında dini bir sakınca yoktur. Buradan elde edilecek gelirin hayır
hizmetlerinde kullanılması kaydıyla söz konusu cami arsasına sosyal veya ticari tesisler inşa
etmekte de bir sakınca yoktur.
9
Kur’an indiğinde dünyada kaç millet vardı ve Kur’an neden sadece
birkaç milletten bahsediyor?
İslam’ın doğduğu devirde kaç milletin var olduğunu bilemiyoruz. Herhalde bu gün var olan
milletler İslam’dan önce de vardı. Çünkü, dillerin oluşumunu Babil kalesinin harap
olmasından sonraya bağlayan teori hala önemini korumaktadır.
Ancak, Kur’an’ın önem verdiği husus, milletler, diller değil, o günkü ilk muhatap olan Arap
yarımadasında bulunan Araplardır. Aynı zamanda o coğrafyada yaşayan Yahudiler ve
Hristiyanlardır. Çünkü, Kur’an bir tarih kitabı değildir. Kur’an’ın tarihî olaylardan,
kavimlerden bahsetmesi, onların tarihî bir olay olduğu için değil, peygamberler ile kavimleri
arasında geçen hadislere işaret etmek içindir. Bununla, bir yandan -Allah’ın önceki
peygamberleri nasıl koruduğuna işaret ederek- Hz. Muhammed (asv)’e teselli ve ümit vermek,
diğer yandan isyan eden kavimlerin başına gelen felaketleri nazar-ı dikkate sunarak ilk
muhatap Araplara uyarıda bulunmaktır.
Kur’an’ın doğrudan hitaplarında herhangi bir millet değil, din ve insanlık kavramları ön
planda tutulmuştur. Mesela; “Ey iman edenler!” ifadesiyle müminler, “Ey insanlar!”
hitabıyla da tüm insanlar muhatap kabul edilmiştir.
Bir de dünya çapında en bilinen ve o asırda canlı olarak hayatlarını sürdüren Yahudilik ve
Hristiyanlık din mensuplarına “Ey Ehl-i kitap”, “Ey İsrailoğulları!” gibi ifadelerle özel
hitaplarda bulunulmuştur.
Bu açıdan baktığımızda, dinin yayılmasında milletlerin söz konusu olup olmadığı hususunun
çok fazla bir etkiye sahip olmadığını düşünüyoruz. Eğer Kur’an’da “Ey Türkler, Ey
Kürtler!, Ey Çinliler! Ey Çerkezler!" gibi bazı özel milletlere hitap edilip de diğerlerine
hitap edilmeseydi, işte o zaman bu ayırımın olumsuz etkisi söz konusu olabilirdi.
10
Nebe Suresi 33’de "Göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızları" bazıları
kabul etmiyorlar ve kevaib kelimesinin üzüm tanesi olduğunu
söylüyorlar, bu doğru mudur?
Tefsir kaynaklarının hemen hepsi, “yaşıt” manasına gelen “etrab” kelimesini kızlar için
kullanmışlardır. Bu kelime şu ayetlerde geçmektedir:
“Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için büyük başarı ve mutluluk
vardır. Onlara bahçeler, üzüm bağları, turunç göğüslü genç yaşıt dilberler,
dolu dolu kadehler var.”(Nebe,78/31-34)
“Onların beraberinde, gözleri kocalarından başkasını görmeyen yumuşak
bakışlı, aynı yaşta güzeller vardır.”(Sad, 38/52).
“Ve onlar yükseltilmiş döşekler/mobilyalar üzerindedirler. Biz oradaki
kadınları, yepyeni bir yaratılışla yaratıp, sûret ve sîretlerini son derece
güzelleştirdik. Böylece onları, ashab-ı yemin için bakire kızlar, kocalarına
âşık yaşıtlar kıldık.”(Vakıa, 56/34-38).
Bu kelimenin kadınlar / kızlar için kullanılmasında anlaşılmayan bir taraf yoktur. Bu
yorumlar, değişik hadislerde yer alan “Cennet halkının hepsi 33 yaşlarında olur.”
mealindeki ifadeye de uygundur.
Ancak bazı tefsirlerde erkeklerin yaşı otuz üç, kadınların yaşı on altı olacağı bilgisine yer
verilmiştir.(bk. Alusî, Nebe suresi, ilgili ayetin tefsiri).
Kadınların / kızların yaşının cennette on altı-yirmi civarında olması, Nebe suresinde yer alan
“Kevaib” kavramına daha uygundur. Çünkü, “Kevaib” Kaib veya Kaibet’in çoğuludur. Bu
kelime hem kalıbı hem de manası itibariyle “Nahid/Nahidet/Nevahid” kelimesiyle aynıdır.
Erkek için “NAHİD” denildiği zaman, onun ergenlik çağına giren bir delikanlı olduğuna
işaret edilmiş olur. Kadın için “NAHİDET” denildiğinde ise, onun göğüslerinin
tomurcuklandığı anlamına gelir(bk. Taberî, Razî, İbn Kesir, Şevkanî, Alusî).
Kaynaklardan bazıları Kevaib kelimesinin Kaib’in çoğulu olduğunu söylemişlerdir. Bu
kelimenin erkekler için kullanılmadığını düşündüğümüzde, bunun yalnız kadınlara mahsus bir
kalıp olacağından dişilik ekin olan ta harfini almasına gerek olmayabilir. Nitekim, hayız
halindeki bir kadın için de “Haiz” kelimesi kullanılmaktadır. Çünkü erkek hayız görmez, bir
karışıklık söz konusu değildir.
Dahhak da “Kevaib” kelimesinin bakire kızlar manasına geldiğini belirtmiştir(Lubab, İlgili
ayetin tefsiri).
İmam Maverdi’ye göre, “Kevaib” iki manaya gelir. Birincisi İbn Abbas’a ait olup “Nevahid
= Erginlik çağına girmiş kızlar” manasına; diğeri Dahhak’a ait olup “Azârâ = bakire
kızlar” manasına gelir(bk. Maverdi, ilgili ayetin tefsiri).
Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, Nebe suresindeki ayette “göğüsleri tomurcuklu” şeklinde
tercüme edilen “kevaib”in asıl manası erginlik çağına ermiş, bakire genç kızlar demektir.
Erginlik çağına girmiş kızların bu erginlik çağının ilk belirtisi göğüslerinin tomurcuklanması
olduğu için, kaynaklarda daha çok bu mana verilmiştir. Halbuki asıl mana “ergenlik yaşına
ermek” tir; “göğüslerin tomurcuklanması” ise asıl mana değil, lazım-ı manadır. Nitekim İbn
11
Aşur’a göre de “Kevaib”, Kaib’in çoğuludur, on beş ve civarındaki yaşa girmiş (erginlik
çağına girmiş) kızlar içi kullanılır. Çünkü, o çağa ayak basmış kızların göğüsleri
tomurcuklanır(bk. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).
Bu sebeple ve de özellikle hissiyatı mülevves olan bu asırda kelimenin asıl manasını ön plana
almak ve ilgili ayeti “ergenlik çağına girmiş genç yaşıt kızlar” şeklinde meallendirmek
daha uygundur.
Bizim kanaatimize göre de, ayette “göğüslerin tomurcuklu” vasfına değil, “kızların
erginlik çağına” işaret edilmiştir. Bu mana Kur’an’ın belagatına, edebiyatına ve edeb-i
nezihanesine daha uygun görünmektedir. Eski zamandaki hissiyatın safiyeti / duyguların
safveti yanında, erkeklerin reculiyet hissiyatının bâlâ-pervâzâneleri de bu lazım-ı mananın ön
plana çıkarılmasında büyük rol oynamıştır. Yani temiz ve safiyane duygularının duygusallığı
sebebiyle, “Kevaib”in asıl manası olan “ergenlik çağı” ifadesi yerine, ikinci derecede bir
mana olan ve asıl mananın bir gereği olan “tomurcuklu göğüsler...” ifadesi tercih edilmiştir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Nebe Suresi 33 ve 34. ayette geçen yaşıt kızlar ve dolu kadehler ifadesini açıklar mısınız?
12
Hz. Peygamber (sav) kimlere şefaat edecektir? Şefaat şartları
nelerdir?
Kıyamet günü, hususî bazı şahıslara, bazı kesimlere, akrabaya şefaat edenler pek çoktur.
Peygamberler dahil, evliyalar, salihler, şehitler, alimlerin o günkü şefaatlerinin hepsi, belli bir
zümreye mahsus, hususî bir özellik arz edecektir.
Başta kendi ümmeti olmak üzere, insanların tamamı için umumî bir şekilde şefaat hakkına
sahip yalnız Hz. Muhammed (asv)’dir. Makam-ı Mahmud’un önemi de buradan
kaynaklanmaktadır.
Mahşerdeki insanların Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa
(Aleyhimüsselam ecmain) sırasıyla gidip şefaat diledikleri halde, hepsi de bu işi bir başkasına
havale edeceklerini, nihayet insanlar Hz. Muhammed (asv)’e geldiklerinde bu ricalarını kabul
edip onları temsilen secdeye varıp Allah’a yalvaracağını ve Allah tarafından “Kaldır başını
şefaatin kabul edilir.” diye kendisine umumî şefaat payesi verileceğini sahih hadislerden
öğreniyoruz.(bk. Müslim, İman, 326, 327).
Peygamberimiz (asv)'in “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyen kimseler
içindir.”( Ebu Davud, sünnet,23; Tirmizî, Kıyamet, 11; İbn Mace,Zuhd, 27) buyurması, hem
ümmetine yapacağı şefaatin boyutunu aydınlatıcı hem de sevindirici bir müjdedir. Çünkü,
bunun manası; “Küçük günahların sahibi zaten affedilir, asıl sorunlu olan büyük günah
sahiplerine de ben şefaat ederim.” demektir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Benim şefaatim ümmetimin günah-ı kebair (büyük günah) işleyen kısmınadır, hadis-i
şerifi nasıl anlaşılmalıdır?
“Kıyamet gününde herkes kendi zatının yani Allah dostlarının arkasında olacak, onlar
da bize şefaat edecek” şeklinde bir rivayet var mıdır?
Peygamberimiz (asv)'in mahşerde, ümmetinden kalbinde hardal tanesi kadar iman olup
da üzerinde hesabı olmayanlara şefaat edeceği bildiriliyor. Üzerinde hesap
olmayanlardan kastedilen nedir?
Hesap gününde mizanında kötülükleri ağır gelen mümin kişi, şefaate nail olabilir mi?
13
Meleklerin cennette Allah’ı göreceklerine dair bir ayet var mı veya
şimdi görüyorlar mı?
Meleklerin cennette Allah’ı göreceklerine dair bir ayetin açık ifadesi söz konusu değildir.
Bilindiği üzere mümin olan insanların cennette olduğu gibi, kıyamet gününde de Allah’ı
göreceklerine dair ayet ve sahih hadisler vardır.
Fahreddin Razî’nin bildirdiğine göre, Ehl-i sünnet alimlerinin büyük çoğunluğu “Yüzler
vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır.”(Kıyame,75/22-23)
mealindeki ayete dayanarak müminlerin kıyamet günü Allah’ı görecekleri hususunda ittifak
etmişlerdir.(Razî, ilgili ayetin tefsiri). Ayette -meal olarak- yer alan “o gün”den maksat
kıyamet günüdür.
Buharî ve Müslim’in birlikte söz konusu ettikleri bir hadisin manası şöyledir:
Hz. Ebu Hureyre anlatıyor: Bazı kimseler “Ey Allah’ın Resulü! Kıyamet günü Rabbimizi
görür müyüz?” diye sorunca, Resulullah(a.s.m) “Ayın ön dördüncü gecesinde aya
bakmakta / görmekte hiç zorlanıyor musunuz?” diyerek onlara karşı bir soru yöneltti.
“Hayır!” dediler. Bunun üzerine; “Peki, göğün bulutsuz / berrak olduğu bir günde güneşe
bakmakta / görmekte bir sıkıntı çekiyor musunuz?” diyerek ikinci bir soru daha sordu.
Onlar yine “Hayır!” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Resulullah (a.s.m) “Aynen kıyamet
günü Rabbinizi öyle göreceksiniz.” diye buyurdu.(Buharî, Tevhid, 24, rikak, 53; Müslim,
iman, 299).
İnsanlar vahyin ilk muhatabı oldukları ve bu konuda soru soran taraf olduğu için, Kur’an ve
hadislerde insanların O’nu göreceklerine dair ifadelere yer verilmiştir ki, bu husus belagatın;
mukteza-yı hale mutabakatın bir sonucudur. Dolayısıyla, insanlarla birlikte cennetlik olan
cinlerin de Allah’ı görmeleri gerekir. Çünkü, mümin cinler de mümin insanlarla aynı statüyü
paylaşmışlardır, onlar için vad edilen bir mükâfatın, bunlar için de geçerli olması adalet ve
rahmetin bir gereğidir.
Meleklere gelince, onların hepsi cennetliktir. Çünkü onlarda isyan diye bir şey söz konusu
değildir. Cehennem zebanileri bile -azap değil- bir nevi cennet hayatı yaşarlar. Bu sebeple,
Kibriya ve azametin perde olmasıyla dünyada onlar da Allah’ı görmüyorlarsa da, ahirette
onların da Cenab-ı Hakk’ı görme şerefine nail olmaları Rahman ve Rahîm olan Allah’ın o
geniş rahmet ve sonsuz lütuf ve ihsanlarının bir yansıması olacaktır.
“Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine
bakacaklardır.”(Kıyame,75/22-23) mealindeki ayette ilk muhataplar insanlar olmakla
beraber, ayette kimlerin Allah’a bakacaklarına dair bir ifadenin bulunmaması, insanlardan
başka -cin ve melek gibi- varlıkların da O’nu göreceklerine dair bir işaret sayılabilir. Ayetin
mutlak ve geniş kapsamı buna müsaittir.
14
Kullukta derinleşmek, çağımızın müsait olmayan durumu hakkında
yapılabilecekler ve bu konuda İslam alimlerinin tavsiyeleri
nelerdir? Hakiki kulluğumuzu yerine getirmek için adım adım
neler yapmalıyız?
Kur’an ve sünnetten anlıyoruz ki, İslam’da iki temel esas vardır. Biri, iman, biri de İslam
esaslarıdır. İman esaslarının başında Allah’a iman gelir, İslam esaslarının başında ise namaz
kılmak vardır.
O halde önce bu iki temel esasları iyice öğrenip onları uygulamaya koymaları gerekir. (Hac
ve zekâta muhatap olmayanların bunları bilmesi gerekmez).
İlk planda yapılması gereken amellere önem vermek, sonra da detaylı bir şekilde Allah’ın
büyüklüğünü gönüllere nakşeden marifetullah ve takva ilimlerine dikkat etmek gerekir. İster
kalbî ameller olsun, ister kalıbî / zahirî ameller olsun öncelikli yapılması gereken sıralama
fraz, vacip, sünnet, müstahapları; sonra yapılmaması gereken haram, tahrimen mekruh,
tenzihen mekruh gibi kategorilere ayırıp öyle değerlendirmek gerekir.
“Gerçek müminler ancak o kimselerdir ki yanlarında Allah zikredilince
kalpleri ürperir, kendilerine O’nun âyetleri okununca bu, onların imanlarını
artırır ve yalnız Rab’lerine güvenip dayanırlar. Namazı hakkıyla ifa edip
kendilerine nasip ettiğimiz mallardan hayırlı işlerde harcarlar. İşte gerçek
müminler onlardır. Onlara Rab’lerinin nezdinde, cennette yüksek dereceler,
mağfiret ve kıymetli bir nasip vardır.”(Enfal, 8/2-4).
Görüldüğü gibi bu ayetlerde hakîkî müminlerin vasıfları iki ana temelde ele alınmıştır.
Bunlardan “korkmak / ürpermek, imanlarında samimî ve ihlaslı olmak ve Allah’a tevekkül
etmek / güvenip dayanmak” kalbî amelleri teşkil etmekte; “namaz kılmak, zekât ve sadaka
gibi malî harcamalarda bulunmak” zahirî amelleri temsile etmektedir. (bk. Nesefî, ilgili ayetin
tefsiri). Hakikî mümin bu iki cenahıyla iki kanatlı bir kuş gibi cennet saraylarına konmak
üzere uçmaya hazır kimse demektir.
Alimlerin hangi konuda hangi sözlerini yazmak için soru-cevap sitilimizin buna müsait
olmadığını düşünüyor ve bu sebeple;
İman, namazın önemi, ihlasın önemi gibi konularda "Risale-i Nur"u; haset, gıybet, riyâ gibi
konular ve âlimlerin -genel olarak- ameller konusundaki teşvikleri için de "İhyau’l-Ulum"u
tavsiye edebiliriz. Ayrıca bu konular için İmam Nevevî’nin “Riyazu’s-Salihîn” adlı hadis
kitabını okumakta da büyük faydalar olduğunu düşünüyoruz.
15
Lilith isimli bir kadın Hz. Adem (as) ile aynı anda mı yaratıldı; Hz.
Adem’in ilk eşi o muydu?
Ne Kur’an’da, ne hadislerde, ne kitab-ı mukaddeste Hz. Adem (as)’in Lilith adında bir
hanımının olduğundan söz edilmemiştir. Bu tamamen daha sonra bazı Yahudi bilginleri
tarafından uydurulmuş bir efsanedir. Hatta bunun kökeni ta Babil ve Sümerlere kadar
uzandığını söyleyenler de vardır. Belki bu efsanenin mucitleri, yeni doğan çocukları ve
annelerini fazlaca korumaya almak niyetiyle “KÂBUS” gibi böyle bir İFRİT’İ icat etmeyi
uygun görmüşlerdir.
Nitekim bu efsaneye göre, kötü bir ifrit haline gelen Lilith gece hava karardıktan sonra yeni
doğum yapmış evlere girerek lohusa kadınların bebeklerini boğmaktadır. Bu sebeple
günümüzde bile bazı Museviler arasında bir adet olarak, Lohusa kadın akşamları evde yalnız
bırakılmaz ve akşamları çamaşır ipinde çocuk bezi bırakılmaz, çünkü bunları gören Lilith'in o
evde çocuk olduğunu anlamasından endişe edilirmiş.
16
Hz. Ebu Bekir’in, “Eğer ibadet ettiğiniz ilah semadaki Allah idiyse, O
ölmemiştir.” sözü ile İmam Malik’in “Allah semadadır, ilmi ise
her yerdedir.” sözü haşa Allah'ın gökte olduğu anlamına mı
gelir?
Selef-i salihinden bazıları -prensip olarak- ayet ve hadislerde veya sahabelerin kavillerinde
yer alan bazı ifadeleri tevil etmekten çekinmiş ve onları olduğu gibi ifade etmişlerdir.
Örneğin, Ebu Hureyre’nin anlattığına göre; adamın biri geldi, Peygamberimize (a.s.m)
“Mümin bir cariyeyi azat etme borcum vardır.” diyerek (yanındaki cariyesinin bu şarta haiz
olup olmadığını) sordu. Peygamberimiz (a.s.m) kadına dönerek “Allah nerdedir?” diye
sordu. Kadın başı ve işaret parmağıyla semaya işaret etti. Bu defa Peygamberimiz (a.s.m)
“Ben kimim?” diye sordu. Kadın parmağıyla semaya ve Resulullah (asv)’a işaret etti. Yani
“Sen Resulullahsın” demek istedi. Bunun üzerine “(Bu mümindir), bunu azat et.” diye
buyurdu.(bk. Mecmau’z-Zevaid, 1/23).
Ancak biz şunu çok iyi biliyoruz ki, bütün Selef-i salihin ve halef-i salihinin bu konudaki
akidelerinin özeti şudur: “Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur.”(Şura, 42/11), Allah’ın en
önemli bir sıfatı “muhalfetun lil-havadis”tir ki, zikredilen ayetin bir açıklamasıdır.
“Allah vardı, onunla birlikte hiçbir şey yoktu.” (Kenzu’l-ummal, h. No: 29850) mealindeki
hadisten anlaşılacağı üzere, yer ve göklerin de içinde bulunduğu yaratılmış varlıktan hiç bir
eser yokken, Allah vardı ve tabiatıyla gökte değildi. Zaten Ezelî olmanın anlamı da budur.
"Allah zaman ve mekandan münezzehtir." inancı Ehl-i sünnetin temel akidesidir.
Mezhep imamlarının ve o mezheplere tabi milyonlarca alimin görüşlerini bir tarafa atarak,
kendi düşüncelerini “selef/selefiye” adı altında ümmete dayatmaya çalışan bir zümrenin aktif
gayretleri bilinmektedir. Halbuki en basit bir mantıkla bakılsa bile bunun ne kadar yanlı
olduğu anlaşılır. Şöyle ki; Allah ezelîdir, diğer her şey sonradan var edilmiştir. O halde, yer
gibi gökler de sonradan var edilmiştir. Demek ki Allah var iken, başka varlıklar gibi gökler de
yoktu. Öyleyse Allah göklerde değildi, çünkü gökler yoktu. Ezelî olan Allah ezeldeki durumu,
konumu nasıl ise şimdi de öyledir, çünkü, ezelî varlık olan Allah için değişkenlik söz konu
değildir. Zira değişkenlik sonradan var edilen yaratıkların en bariz özelliğidir. Ezelî olan bir
varlığa sonradan olan varlıkların, özelliklerin ârız olması muhaldir. Bu mantık zincirinin
sonucu şudur ki; Allah ezelde olduğu gibi, şimdi de göklerde değildir.
Beyhakî’nin de işaret ettiği gibi, Selef-i salihin tarafından kullanılan bu gibi ifadelerin
dayanağı, Kur’an’da Allah hakkında kullanılan “gökte olan...”(Mülk, 16,17) mealindeki
ifadelerdir. (Beyhaki, el-Esma ve's-Sıfat, 2/238). Bu ayetin manası ise, gerçekte Allah’a bir
mekan izafe etmek değil, onun yüceler yücesi bir varlık olduğu gerçeğidir. İnsanlara göre gök
kavramı, hâkimiyeti, üstünlüğü ve yüceliği ifade eder.
Kaldı ki, “Göklerde de ilah olan O’dur, yerde de ilah olan O’dur. O, yegâne Hakîm’dir /
hüküm ve hikmet sahibidir, yegâne Alîm’dir / her şeyi hakkıyla bilendir.”(Zuhruf, 43/84)
mealindeki ayette, Allah’ın hem göklerde hem de yerde yegâne ilah olduğuna, her iki yerdeki
mahlukların yalnız ona ibadet ettiğine vurgu yapılmıştır.
Evet yeryüzü, O’nun cemal sıfatlarının tecilligâhı, gök ise O’nun celal sıfatlarının
17
tecilligâhıdır. O halde “Allah’ın gökte” olduğunu söylerken, onun göklerdeki hükümranlığına
işaret edilmiştir.
ilave bilgiler için tıklayınız:
İmam Azam Ebu Hanife'nin, Allah nerdedir, diye soran birisine, göktedir, diye cevap
verdiği iddia ediliyor; bu doğru mudur?
Mülk Suresi 16 ve 17. ayetlerde Allah için gökteki ifadesi kullanılmasını açıklar mısınız?
Allah mekândan münezzehtir; hâlbuki bazı ayetlerden hareketle Allah'n göklerde
olduğu iddia ediliyor. Bunu nasıl açıklarsınız?
Bir hadiste, “Yeryüzündekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin.”
denilmektedir. Bu ifade, Allah için bir mekân belirleme söz konusu olmaz mı?
18
Meleklerin ruhu var mıdır; ecsam-ı nurani oldukları ifade
edilmektedir, buna göre meleklerin cisimleri mi vardır?
Hadis-i şerifte; "Melekler nurdan yaratıldı. Cinler de alevli bir ateşten yaratıldı. Âdem
ise size vasf olunan şeyden yaratıldı."( Müslim, Zühd, 10/60) diye ifade edilmiştir.
Melekler, nurdan yaratılmıştır. Nur ise ayn-ı şuurdur. Bir anda nurlu varlıklarıyla pek çok
yerlerde bulunabilirler, pek çok şekle girebilirler, aynı anda pek çok dillerle konuşmaları da
söz konusudur. Nitekim, Hz. Cebrail (as) bir anda hem arşın altında Allah’a secde ederken,
aynı anda Dihye suretinde Hz. Peygamber (a.s.m)’in meclisinde bulunuyordu.
Keza, Hz. Cebrail (as) Hz. Musa (as)’a Tevrat’ı İbranice, Hz. İsa (as)’a İncil’i Süryanice, Hz.
Muhammed (asv)’e Kur’an’ı Arapça indirmiştir. Demek ki bütün bu dilleri biliyordu ve farklı
dil konuşan farklı peygamberlerle konuşuyordu.
Meleklerin nurdan yaratılmış olmaları onların ayrıca bir ruhlarının olmadığını göstermez.
Ancak kaynaklarda buna dair bir bilgiye rastlayamadık. Yalnız, güneşin bir nuranî cismi ve
yedi renkli ışığı olduğu gibi, meleklerin de nurdan bir bünyelerinin ve bu bünyede yer alan bir
ruhlarının olması mümkündür.
Melekler büyüklük, küçüklük bakımından çok farklı türlere sahip bir millettir. Güneşe
müekkel bir melek ile yağmur tanelerini yere indirmekle görevli bir melek elbette çok
farklıdır.
Bazı meleklerin şarktan garba / dünyanın doğusundan batısına kadar her yeri kaplayacak
kanatlara sahip olması, onların sadece uçmalarını sağlamaya yönelik değil, aynı zamanda
Allah’ın yarattığı pek harika bir sanat eseri olarak melekut aleminde arz-ı endam etmeleri
içindir.
"Bazı rivayetlerin işaretiyle ve intizam-ı alemin hikmetiyle denilebilir ki, gezegenlerden
tut ta su damlacıklarına kadar hareket halindeki bazı cisimler bir kısım meleklerin
binitleridir. Onlar bunlara izn-i ilahî ile binerler, alem-i şahadeti seyredip
gezerler."(Nursi, Sözler, On beşinci Söz).
Gök güneş ve yıldızlar kelimeleriyle şahadet aleminde -lisan-ı hâl ile- Allah’ı tespih ettikleri
gibi, melekler de melekut aleminde -lisan-ı kal ile- bunları temsilen şuurdarane Allah’ı tepsih
ederler.(Sözler/, Yirmi Dördüncü Söz, Dördüncü Esas).
İşte melekler nurdan oldukları için bütün zerreleriyle bu tesbihatı yaparlar. Kanatların olması
onların tesbihatını arttıran bir husustur.
Kainatta iki türlü şeriat vardır.
Birisi; Allah’ın Kelam sıfatından gelen ve vahiy ve peygamberler vasıtası ile insanlığa
gönderilen dinlerdir. Bu şeriatın asıl muhatabı insanlıktır. Bu şeriata uyarak yaşamak ve
hayatları ile aksettirmek insanların görevidir.
Diğer şeriat ise; Allah’ın İrade ve Kudret sıfatından gelen tekvini şeriattır. Yani kainata
konulmuş bütün kanun ve adetullahlardır. Çekirdeğin bir sistem ile çatlayıp büyümesi,
yıldızların hassas bir şekilde yörünge içinde hareket etmeleri, bütün canlıların hayat
şartlarının ve rızıklarının mükemmelen tanzim ve tedbir edilmesi hepsi irade sıfatından gelen
19
şeriatın meseleleri ve hükümleridir.
İşte nasıl kelam sıfatından gelen dinin mükellef ümmeti insanlar ve cinler ise, şu irade
sıfatından gelen fıtri ve tekvini şeriatın mükellef ümmeti de; her şeye nezaret ve vekalet eden
meleklerdir. Herbir yağmur damlasına nezaret ve vekalet eden meleğin olduğu hadislerle
sabittir.
Melekler bu kainat olaylarının ve meselelerinin seyircisi ve mütefekkiridir.
Konuşmak nasıl Allah’ın Kelam sıfatının bir tecellisi ise; yaratmak da İrade ve Kudret
sıfatlarının bir tecellisidir. Şeriatlar da bu sıfatlara göre şekil alıyor. İrade ve kudret sıfatının
icraatları olan tekvini hadiseler; tekvini şeriat olarak tavsif ediliyor.
20
Fâtiha, En´am, Kehf, Sebe', Fâtır sûrelerinin 1. âyetinde geçen elHamdü Lillah’ın, "Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür
ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah´a mahsustur" anlamına
gelmesi ne demektir?
"Hamd alemlerin Rabbi Allah’adır / Allah’a mahsustur / Allah’a aittir" şeklinde
tercüme edilen "el-hamdü lillah" cümlesinin kısaca manası şudur:
"Kâinat çapında görülen, hamd ve şükrü gerektiren ne kadar güzellikler, iyilikler, nimetler
varsa, bütün bunların sahibi Allah’tır. O halde, kimden gelirse gelsin, kime yapılırsa yapılsın,
hangi nimetler yüzünden edilirse edilsin, ezelden ebede kadar söz konusu yapılan bütün
hamd-u senalar, şükürler, övgülerin hapsi -gerçek anlamda- Allah’a mahsustur, ona aittir.”
Çünkü, her şey O’nundur, her güzellik, her iyilik ondan gelir, her nimet ona aittir.
Hamd kavramı bir mastar olarak -ismi fail ve ismi meful- manasına gelir ve övme ve
övülmeyi ifade eder.
Ancak, genel prensip olarak, Fatiha ve ilgili diğer surelerin başındaki “hamd” kavramı,
alimler tarafından (övülme değil) övme anlamında algılanmıştır.(bk. Taberî, İbn Kesir, Razî,
Nesefî, ilgili ayetin tefsiri). Buna göre, öven yaratıklardır, övülen ise yüce Yaratandır.
Türkçe’de bunu “övgü” olarak ifade etmek daha uygundur. Meallerde genellikle
-Arapçasıyla- “hamd” olarak ifade edilir.
Bu geniş yelpazedeki övgüyü ifade ettiği içindir ki, “el-hamdu lillah” ifadesi, “Ne kadar
hamd ve övgü varsa, kimden gelirse gelsin, kime karşı yapılırsa yapılsın, (hangi nimete,
iyiliğe yönelik olursa olsun), ezelden ebede kadar, Allah diye adlandırılan Vâcibu'l-Vücûd'a
mahsustur” şeklinde açıklanmıştır. (bk. B. Said Nursi, Mektûbat, s.367).
Bediüzzaman'a göre, "ne kadar hamd varsa " hükmü, istiğrak mânâsına gelen ve bir tarif
edatı olan "el" takısından çıkıyor. "Kimden gelirse gelsin" kaydı ise, "Hamd" kelimesinin
içinde vardır. "Hamd" bir mastardır. Fiili terk edildiğinden böyle makamda geneli ifade eder.
Yine mef'ulün terk edildiği böyle hitabî makamlarda genel anlamlar söz konusu olduğu için
"kime karşı yapılırsa yapılsın" hükmüne işaret vardır.
"Ezelden ebede kadar" kaydı ise, fiil cümlesinden isim cümlesine intikal kaidesi, sebat ve
devama delâlet ettiği için o mânâyı ifade ediyor.
"Allah'a mahsustur" mânâsını "Lillah" daki "lam-i cerr" ifade ediyor. Çünkü o "lam" ihtisas
ve istihkak içindir.
"Vâcibu'l -Vücud" ismi ise, Ulûhiyetin bir gereği ve Zât-ı Zülcelâl'e karşı bir mülahaza
unvanıdır. "Lafzullah" bir ism-i a'zam olduğu itibariyle, diğer isim ve sıfatlara delâlet-i
iltizamiye ile işaret ettiği gibi; Vâcibu'l-Vücud unvanına da delalet ediyor.(a.g.e.).
İlave bilgi için tıklayınız:
Hamd ve şükür arasındaki fark nedir?
21
Tasavvufta ilerlemiş İslam alimleri insanlar ile Allah'ın ayrı varlık
sayılmasını istememişler midir? Allah - insan ilişkisi hakkında
bilgi verir misiniz?
-Dinî hakikatler konusunda kesin bilgiye sahip olmanın yolu sadece vahiydir. Bu da Kur’an
ve sünnettir. Kim olursa olsun, bu iki kaynağın dışına çıkmış olanların sözleri ölçü değildir.
Konumuzla ilgili husus ise, İbn Arabî’nin sistematiğini oluşturduğu “VAHDET-İ VUCUD”
mesleği ilmî ve nazarî bir teori değil, hissî, zevkî ve hazzî bir meşreptir. Yani ilmin ölçülerine
göre bu konuyu ispat etmeye çalışmak mümkün olmadığı gibi, dinin dışına çıkma riskini de
beraberinde getirir. Harika bir kutup olmasına rağmen, Şeyh-i ekber Muhyiddin ibn Arabî’nin
meşrebini devam ettiren Sadreddin Konevî gibi bir iki kişiden başka kimsenin olmaması da,
İslam aleminin bu konuya sıcak bakmadığının açık göstergesidir.
Bununla beraber, İbn Arabî’nin gerçek manada ittihat ve hulul fikrini savunmadığını gösteren
yüzlerce sözleri vardır.
Konuya ilmî, nazarî teoriler bazında yaklaşanlar ise, PANTEİZM gibi sapık bir “HULUL”
modeline saplandılar, hem saptılar hem de saptırdılar.
Bu konuda hissî vahdet-i vücudu savunan Tassavuf ehlinin maksadı Allah namına kâinatı
inkâr etmektir. Panteistlerin maksadı ise, kâinat adına Allah’ı inkâr etmektir.
Konuyla ilgili olan ehl-i tasavvufa göre, evrenin hepsi Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisi ve
tezahürdür. Onun için gerçek manada bağımsız bir varlık sadece Allah’tır. Diğer varlıkların
hepsinin varlığı Allah’ın varlığına, onun icadına bağlıdır. Bu sebeple, onlara göre “varlık”
denildiği zaman, sadece Allah akla gelir. Diğerleri Allah’ın fiilleri, sıfatlarının tecellileri ve
isimlerinin tezahürüdür. Öyleyse “O’ndan başka mevcut yoktur, O’ndan başka meşhut
yoktur.”
Bu dereceye varmayan, bu mertebeye yükselmeyen, böyle bir imana sahip olmayan bizler gibi
-alelade- insanların böyle bir iddiada bulunmaları, hem hilaf-ı hakikat bir beyanat, hem de
yanlış bir yola sürükleyen bir şathıyat olur.
Hz. Peygamber (asv)’in “Ezelde Allah vardı, O’nunla birlikte hiçbir şey yoktu.”
manasına gelen ifadesi, Allah’ın mahluklarla ilişkisi "bütün-parça" ilişkisi değil, sadece
“yaratan-yaratılanlar” ilişkisi olduğunun açık belgesidir. Evet, ezelde yalnız Allah vardı,
başka hiçbir şey yoktu, ne madde vardı, ne enerji vardı, ne esir vardı, ne hidrojen vardı, ne
elektrik vardı, ne atom vardı, ne molekül vardı. Yalnız Allah vardı, başka her şey yoktu;
hiçbir şey var değildi. Onların hepsini var eden yegâne yaratıcı olan Allah'tır.
Bir harf yazarsız olmaz, bir yazar da harf olmaz. Bir bina mimarsız olmaz, bir mimar da bina
cinsinden olmaz. Bir ülke yöneticisiz olmaz, bir yöneticisi de ülkenin kendisi olmaz. Bir
mahalle muhtarsız olmaz, ama muhtar mahalle değildir. Bir sanat sanatkârsız olmaz, ama
sanatkâr sanat değildir. Bunun gibi, evren yaratıcısız olmaz, ama Yaratıcı evrenin kendisi
değildir, evrenin parçası olamaz, evrenin cinsinden olmaz, olamaz.
22
Ayetler olduğu halde, kudsi hadislerin varid olmasında ne gibi bir
hikmet vardır?
Bilindiği gibi, Kutsî hadisler, manası vehiy olup lafzı Hz. Peygamber (asv) tarafından irad
edilen hadislerdir.
Ezelî hikmet, vahy-i metlû olan Kur’an’ın 114 sure olmasını uygun görmüştür. Kur’an ise,
konuları çok veciz bir şekilde anlatan bir kaynak kitaptır. Halbuki insanların çoğu, veciz
ifadelerden layıkıyla anlamayabilir.
Binlerce tefsir ve –Kur’an’ın asıl tefsiri olan- hadislerin varlığı bunun kanıtıdır. Kur’an’ın
açıklaması hükmünde olan hadislerin bir kısmı hem mana ham de lafız olarak Hz.
Peygambere (asv) bırakılmıştır. Aslında “O kendi kafasından konuşmaz, onun
konuştukları ancak ona vahiy edilen bir vahiydir.”(Necm, 53/3-4) mealindeki ayette işaret
edildiği üzere, dinî konulardaki bu hadislerin özeti de vahiydir, fakat tafsilatı ve anlaşılması
için getirilen temsiller ve ek açıklamalar ise Efendimize (asv) havale edilmiştir.
İnsanların büyük çoğunluğunu teşkil eden avam / halk kesimini burhan / delilden ziyade
sözün kaynağındaki kutsiyet tesir eder. Hz. Peygamber (asv)'in sözleri de kutsî bir kaynak
olmakla beraber, Allah’ın sözlerindeki kutsiyetin daha fazla olduğunda şüphe yoktur. Çünkü,
Resulullah’ın sözlerinin kutsiyeti de ancak Allah ile olan ilişkiden ötürüdür. Bu sebeple, ilahî
hikmet halk üzerindeki tesirini güçlü kılmak hikmetiyle kutsî hadise de yer vermiş olabilir.
23
Peygamberimiz (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde, vefasızın yaptığı her
vefasızlık teşhir edilecektir, buyurmaktadır. Dinimizde teşhir var
mıdır?
İlgili ifadeye rastlayamadık; gördüğünüz kaynağını verirseniz daha iyi olur.
Kuvvetli bir ihtimalle burada söz konusu edilen "vefasızlık" daha çok Allah’a ve Resulüne
(asv) karşı yapılan vefasızlıktır.
“Elestu meclisinde” Allah’ı rab kabul ettiği halde hayatında onun rablığını kabul etmeyerek
vefasızlık gösterenler, “İman esaslarını” kabul ettiği halde, bu imanın gereğini yerine
getirmemek suretiyle vefasızlık yapanlar…
Kur’an’a iman ettiği halde, onunla amel yapmayarak vefasızlık örneğini gösterenler..
Müminleri kardeş kabul ettiği halde bu kardeşliğin gerektirdiği vefakârlığı yerine getirmemek
suretiyle vefasızlık gösterenler…
Bununla beraber, “dinde teşhirin olmadığı” ifadesi, normal şartlarda başkasının gizli kalan
kusurlarını ortaya dökmemek manasına gelir. Yoksa, cezaların verildiği yerlerde teşhirin
yapılması Allah’ın emridir. Çünkü, bu teşhirin bir çok hikmeti yanında Allah’ın adaletinin
gösterilmesi açısından da önem arz etmektedir. Nitekim, “İmdi, zina eden kadın ve erkeğin
her birine yüz değnek vurun. Eğer Allah’a ve âhirete iman ediyorsanız, Allah’ın
hükmünü uygulama işinde sakın acıma hissi sizi etkisi altına alıp da uygulamayı
engellemesin. Hem onların bu cezalandırılmalarında müminlerden bir cemaat da
bulunup şahid olsun!”(Nur, 24/2) mealindeki ayette bu teşhirin emredildiğini görmekteyiz.
Bundan da anlıyoruz ki, dinde teşhir yok" fakat, "Yevmuddinde / din gününde / cezanın
verildiği kıyamet gününde” teşhir vardır. Bu gün mahkemelerde şeffaflık adına dışarıdan
gelip mahkemenin safahatını seyretmek söz konusudur ve âdil yargılama adına çok da olumlu
karşılanmaktadır. O halde kıyamet günü -ilahî adaletin açıkça görülmesi, mahkeme-i kübranın
vereceği kararların şeffaflığı adına- cezaya çarptırılacak şahısların kusurlarının teşhir edilmesi
son derece önem arz etmektedir. Bu sebepledir ki, kıyamet günü affedilecek olanların
kusurları teşhir edilmez, fakat cezalandırılacak olanların ise kusurları teşhir edilir.(Müslim,
Tevbe,52).
Demek ki, cennet ehlinin kusurlarının teşhir edilmemesi, Allah’ın sonsuz kerem, lütuf ve bir
merhametini gösterdiği gibi, ehl-i cehennemin kusurlarının teşhiri de ilahî sonsuz izzet,
ciddiyet ve adaletinin bir yansımasıdır.
24
A'raf Suresi 80. ayette Lut kavmi için "Sizden önce âlemlerden
hiçbir kimsenin yapmadığı çirkin işi mi yapıyorsunuz?"
denilmektedir. Bazı hayvanlarda da eşcinsellik vardır. Bu ayet
bilimselliğe aykırı değil midir?
"Lût'u da Peygamber olarak gönderdik. Hani o kavmine şöyle demişti:
"Sizden önce âlemlerden hiçbir kimsenin yapmadığı çirkin işi mi
yapıyorsunuz?.."(A'raf, 7/80)
Evvela, soruda tespit edildiği söylenen eşcinsellik insanlara değil, hayvanlara aittir. Hz. Lut
(as) kavmi hayvan değil, insandır.
Ayette yer alan “Sizden önce alemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasız-çirkinliği mi
yapıyorsunuz?” mealindeki ifadeyi, daha önce böyle bir hayasızlığın asla olmadığı şeklinde
anlamak mümkün olduğu gibi, “Sizin kadar hayasız, sizin kadar bu işi yaygın halde yapan
kimse olmadı..” şeklinde de anlamak mümkündür. Bu sebeple ortada herhangi bir çelişki söz
konusu değildir.
25
Geceleri kapıyı kapatınız. Zira şeytan kapanan bir kapıyı açamaz,
hadisini açıklar mısınız? Sıcak havalarda geceleri pencereyi
açmakta bir mahzur var mıdır?
Câbir (r.a)'den rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.m) şöyle buyurmuştur:
"(Evine girdiğin zaman) Besmele çekerek kapını kapa. Çünkü şeytan
(Besmeleyle) kapanan bir kapıyı açamaz. Besmele çekerek lambanı da
söndür. (Yine) Besmele çekerek, enine koyacağın bir ağaç parçası ile de olsa
kab(lar)ını(n ağzını) ört. Bir Besmele daha çekerek su kabını(n ağzını da)
ört." (Buhari, Eşribe 18; Müslim, Eşribe 124, 125; Tirmizî, Eşribe 19)
Rivayet muhtelif vecihlerde bir kısım ziyadelerle gelmiştir.
İbnu Dakîku'l Îd der ki: "Kapıların kapatılma emrinde hem dînî, hem dünyevî maslahatlar var.
Nefisler ve mallar böylece aylakların, fesadcıların, bilhassa şeytanların şerrinden korunmuş
olur."
"Şeytan, kapalı kapıyı açamaz" sözü, bu emrin şeytanların insanlara karışmasını önlemek
maslahatına râci olduğuna işaret eder.
İbnu Hacer icabı halinde yemek kaplarını örtme yerine çöp germekle iktifa etmedeki sırrı
şöyle açıklar: "Zannımca bu sır, çöpü gererken çekilen besmeleyle ilgilidir. Böylece çöpün
gerilmiş olması, o esnada besmele çekildiğine bir alamet olur. Gerilmiş çöp sebebiyle bunu
anlayan şeytanlar kaba yalaşmaktan imtina ederler.
Peygamber (asv)'in "Yiyecek, içecek kaplarınızın üzerlerini iyice örtüp kapatınız." dîye
emretmesi, yiyecek ve İçecek maddelerini toz, toprak ve zararlı mikroplardan koruma
hedefini gütmektedir. Büyük Peygamber bu emirleriyle en kıymetli bir sağlık ve temizlik
dersi vermiş bulunmaktadır.
"Câbir b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Kapları örtün!Deriden yapılma su tulumlarının ağızlarını bağlayın! Kapıyı
kapayın Kandilleri söndürün! Çünkü şeytan; “Hiçbir su tulumunun ağzını
çözemez, hiçbir kapıyı açamaz ve hiçbir kabın ağzını açamaz. Eğer sizden
birisi kabının üzerine enlemesine bir tahta parçası koymaktan başka bir çare
bulamazsa o zaman Allah'ın adını Bismillahirrahmanirrahim diyerek anıp
sonrada bu belirtilenleri yapsın. Çünkü küçük fâsık/fare, ev halkı içerde iken
üzerlerine evlerini yakabilir.”(Buhârî, Edebü'l-Müfred, 1221) hadisi de açık
kapılardan zararlı hayvanların girebileceği tehlikesine dikkat çekerek tedbir
alınması istenmiştir.
Bu hadislerde, dünya hayatını yaşarken, ona bir ukba buudu kazandırma dersi verilmektedir.
Kapıları kapatma, testilerin ağızlarını bağlama, yemek kaplarının üzerlerini örtme gibi
dünyaya ait işler yapılırken, Allah’ın adı anılmakta, böylece şeytanın vereceği rahatsızlıktan
kurtuluşun yegane vesilesinin Allah’a sığınmak olduğu gösterilmektedir. Bu görüşü
destekleyen bir hadiste Allah Rasûlü (asv) şöyle buyurur:
“Kişi evine geldiğinde, içeri girerken ve yemek yerken besmele çekerse şeytan
yardımcılarına “Size yatacak yer ve akşam yemeği yok” der. O kimse evine
geldiğinde Allah’ı anmazsa, şeytan avanesine “Yatacak yere yetiştiniz” der.
O zat yemek yerken besmele de çekmezse “Hem akşam yatacak yere hem de
akşam yemeğine kavuştunuz” der.”
26
Şeytanlar ışığı ve aydınlığı sevmez, aksine bunları uğursuz sayar ve karanlıktan medet
umarlar. Zira onlar, hava karardıktan sonra daha rahat hareket etme imkanı bulabilirler.
Anlaşılan o ki, şeytanlar bu vakitte dört bir yanda cirit atmakta ve insanları yoldan
çıkarma işlerine hız vermektedirler.
Sıcak havalarda pencerelerin açılıp uyunması, dinen yasak değildir. Bu halde Allah'ın
adını anmak zararlardan korunmaya vesiledir. Sadece bu konuda değil dinimiz her hususta
şeytandan Allah'a sığınmayı bizlere tavsiye etmektedir.
27
Cenaze namazında arka safta olmak daha faziletli midir?
Cemaatle kılınan namazlarda, en faziletli saf en ön saftır. Cenaze namazında ise tevazu
göstermek için en hayırlı saf sonuncusu olduğu söylenmiştir. Çünkü ölenler şefaatçidirler. En
arkada duran kimse onların şefaatlerinin kabulüne daha layıktır. Bir de cenaze namazında arzu
edilen, safların çokluğudur. İlk safı tercih ederse cemaat az olduğu zaman geriye durmazlar.
(Reddül Muhtar, İbni Abidin, Cenaze Bahsi)
İmam, ölünün göğsü hizasında durur. Cemaat da hiç olmazsa üç saf bağlar. Cenaze
namazında safların en faziletlisi en arkada olanıdır.
Namaz kılacak olanlar yedi kişi olursa, biri öne geçer, üç kişi onun arkasında, iki kişi de
onların arkasnıda, bir kişi de o iki kişinin arkasında durmak suretiyle üç saf meydana
getirirler. Böyle yapmak müstehabdır, vâcib değildir.(Tatarhaniyye - İbn Âbidin - Mecmau'lEnhür).
"Her hangi bir Müslüman ölür de Müslümanlardan üç saf bunun cenaze
namazını kılarlarsa, ona mutlaka cennet vacip olur."(Bu hadisi Hallal kendi
isnadı ile rivayet etmiş, Tirmizî, hasen bir hadistir, demiştir).
"Her hangi bir cenazenin namazını üç saf Müslüman kılarsa, onun Cennete
girmesi vacip olur."((Hadis hasen olup Ebu Dâvud ve Tiimizî rivayet
etmişlerdir)
28
İftiraya maruz kalmış şahıs iftiracıya lanet edebilir mi? İftiracıyı
mubaheleye çağırma yetkisi var mı?
Lanet okumak, doğru değildir. Hatta İslam alimlerinin büyük çoğunluğu, açıkça küfür üzere
öldüğü belli olmayan en zalim kimseler için de lanet okumanın caiz olmadığı görüşündedir.
Bir de şunu düşünmek gerekir ki, haksızlığa uğramış bir kimse, zalim hasmına karşı -sözlü
veya fiilî olarak- takınacağı olumsuz tavırlar kendisinin aleyhine, hasmının ise lehine
işlenecektir. Haklı iken haksız duruma düşmemek için İslam’ın uygun görmediği -sövme,
lanetleme- gibi tavırlardan uzak durmakta yarar vardır.
İftiraya maruz kalmış kişinin, iftiracıyı mübaheleye (karşılıklı lanet okuma) çağırma
yetkisinin olduğunu düşünmüyoruz. Mübahele hususî bir şeydir ve netice itibariyle
gerçekleşmemiş bir şeydir. Bunun yapılmasının istenmesi de Hz. Peygamber (a.s.m)’in şahsı
ile alakalı olmayıp, Allah’a hakikî imanla alakalı bir konuda bir meydan okuma ve gerçeği
ortaya çıkarmaya yönelik bir çağrı anlamındadır.
İslam’da yapılan iftiranın yanlışlığını tespit etmek için -şahit, itiraf, yemin gibi- bilinen yollar
vardır. Muddai-muddaialeyh (şikâyetçi-sanık) bazında düşündüğümüzde, iftiracının
söylediklerini ispat etmek için şahit getirmekle, -aksi takdirde- iftiraya uğrayan kimsenin isnat
edilen şeyden uzak olduğunu ispat etmek için yemin etmekle sorumludur.
29
Peygamber Efendimiz (s.a.m) neden sarı elbise giyene, keşke
söyleseydinizde o elbiseyi giymeseydi, demiştir? Sarı elbise
giymenin hükmü nedir?
İlgili hadisi, Ebu Davud, Tirmizî (Şemail) ve Nesaî rivayet etmiştir.(bk. İbn Hacer, Fethu’lBârî,10/304).
Taberanî’nin yaptığı rivayete göre, Hz. Fatıma (ra) doğum sancısını çektiği bir sırada Hz.
Peygamber (a.s.m) gelip durumunu sordu. Orada bulunan kadınlardan bir olan Sevde binti
Misrah “Şu anda doğum sancını çekmektedir.” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m)
"Çocuk doğduğunda benden habersiz hiç bir şey yapmayın." diye buyurdu. Sevde
“Tamam” diyor, fakat çocuk doğunca kadınlar onun göbeğini kesiyor ve sarı bir beze
sarıyorlar. Sonra Resulullah (a.s.m) tekrar gelip durumu soruyor. “Bir oğlan çocuğu
olduğunu, göbeğini kesip bir beze sardıklarını” duyunca, “Bana isyan mı ettin?” diyerek
Sevde’ye sitem ediyor. Sevde “Allah’a isyan etmekten ve onun elçisini kızdırmaktan Allah’a
sığınırım!” diyerek özür diliyor. Hz. Peygamber (a.s.m) “Onu bana getirin” diyor. Sevde
onu yanına götürünce üzerine sarılmış olan sarı bezi alıp atıyor ve kendisini beyaz bir beze
sarıyor. Sonra Hz. Ali (ra)’e dönerek adını ne koyduğunu sordu. “Cafer” deyince, “Hayır,
onun adı Hasan’dır, ardından gelenin adı da Hüseyin olur ve sen Ebul’-Hasan’sın.” diye
buyurdu.(bk. Mecmau’z-zevaid, 9/174-175).
Buharî’nin İbn Ömer’den yaptığı bir rivayette Resulullah (a.s.m)’ın sarı rengi kullandığını
göstermektedir.(Buharî, Libas, 37; İbn Hacer, 10/305, 308).
Sadece sarı değil, kırmızı vs. renkler konusunda da değişik rivayetler vardır. Bu farklı
rivayetlere bakarak alimler farklı görüşler belirtmişlerdir. Mutlak olarak haram diyenlerin
yanında mutlak olarak caiz görenler de vardır. Bazıları meneden rivayetleri sadece ihramla
ilgili olarak görürken, bazıları genel olarak görmüşlerdir. Bu konudaki çekincelerin sebebi
şöyle özetlenebilir:
a. Sarı ve kırmızı renkler, daha çok kafirlerin işidir, onlara benzememek gerekir.
b. Bu gibi renkler süslü ve gösteriş vesilesi olduğu cihetle daha çok kadınlara yakışır,
erkeklerin kadınlara benzememsi gerekir. Nitekim, Hz. Ömer (ra) kırmızı renkli elbiseler
giyenleri gördüğü zaman, yanına çekip “Bunu kadınlara bırakın” derdi. (İbn Hacer, 10/3056).
c. Sarı renk de bu gerekçeyle mekruh görülmüş olabilir. Nitekim, bazı alimler tarafından sarı
renk renklerin en parlağı olduğu ifade edilmiştir. Bakara Suresinde yer alan “O, bakanların
içini açan parlak sarı bir inek olacaktır.» dedi” (Bakara, 2/69) mealindeki ayetin ifadesi
buna delil olarak getirilmiştir(bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî,10/305 ).
Taberî bu rivayetlerin çoğunu zikrettikten sonra, kendi görüşünü şöyle açıklamıştır: “Bana
göre, bütün renkler caizdir. Anca ben kırmız veya kırmızıyla karışık olan renkleri -görünür
şekilde üst elbise olarak-giymek istemem. Çünkü, bunlar zamanımızda insanların
mürüvvetine yakışmaz. Halbuki, günah olmadığı sürece zamanın giysilerinin şekline riayet
etmek gerekir.” Demek ki mürüvvet kırıcı olmadığı zaman ve mekânlarda bu renkleri
giymekte bir sakınca yoktur. (bk. İbn Hacer, a.g.e).
İmam Nevevi’ye göre –bir kısım alimlerin mekruh görmelerine mukabil-sahabe, tabiîn ve
onlardan sonra gelen alimlerin büyük çoğunluğuna göre, kırmızı-sarı (muasfer) boyayla
boyanmış elbiselerin giyilmesi caizidir. Ebu Hanîfe, Malik ve Şafii de aynı görüştedir.(bk.
Nevevî-şamile-7/156).
30
Hz. Ebu Zerr (r.a)'in zenginlerden zekat ve sadakayı fazlasıyla
vermelerini istemesini nasıl değerlendirmeliyiz?
Hz. Ebu Zer (ra) zekât fazlasını istemesi zora dayanan bir şey değildi. Kur’an’da zekât
kelimesi yanında “infak, sadaka” kelimeleri de kullanılmıştır. Bu son iki sözcük zekâtla
beraber “teberru, farz olmayan fazladan sadaka”yı da içine almaktadır. “Allah yolunda infak
edin” emrini yerine getirmeye çalışan sahabe, sadece zekatı değil tetavvu / sünnet cinsinden
sadakaları da veriyorlardı. Hz. Ebu Zer (ra) de hali vakti yerinde olan zenginlerden yalnız
farz olan zekatı vermekle yetinmemelerini, bunun yanında nafile sadakalarla da muhtaç
olanların yardımına koşmalarını istiyordu. Bu tavrında bir cebir değil, nasihat, öğüt vardı.
Züht ve takvayı prensip edinen Hz. Ebu Zer (ra) özellikle Hz. Osman (ra) devrindeki fütuhatın
sonucunda insanların genel olarak -eskiye göre- daha zengin bir hayata sahip olması, özellikle
de Şam’da kaldığı süreçte oradaki şaşalı, debdebeli hayata karşı tavrı çok sert olmuştu. Hatta
Hz. Muaviye (ra) ile arasında tartışmalar da oluyordu. Hz. Ebu Zer (ra) aşağıda mealini
verdiğimiz ayete dayanarak insanların aile geçimini sağlayan miktardan fazla kalan mallarını
da fakirlere infak etmelerini söylüyordu.
“Ey iman edenler! Doğrusu hahamların ve rahiplerin çoğu halkın mallarını
haksız yollardan yerler ve insanları Allah’ın yolundan uzaklaştırırlar. Altını,
gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onları acı bir azabın
beklediğini müjdele! Yığılan bu altın ve gümüş cehennem ateşinde
kızdırılarak, bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün
onlara: 'İşte! denilecek, sizin nefisleriniz için yığıp hazineye tıktıklarınız!
Haydi tadın bakalım o tıktığınız şeyleri!' ”(Tevbe, 9/34-35).
Hz. Muaviye (ra) ise, bu ayetin sadece ehl-i kitap için söz konusu olduğunu söylüyordu. Hz.
Ebu Zer (ra) bunun Müslümanlara da bir ders olduğunu sölüyordu. Bunun üzerine Hz.
Muaviye (ra) kendisini Hz. Osman (ra)’a şikayet etti. Halife kendisini Medine’ye çağırdı. O
da gitti, bir süre sonra da sosyal hayattan bıkıp Rezebe denilen bir çölde yaşamaya başladı ve
orada vefat etti.(Taberî, İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri).
Hz. Ebu Zer (ra)’in “ayete dayanarak insanların aile geçimini sağlayan miktardan fazla kalan
mallarını da fakirlere infak etmelerini zorunlu görmesi”ne dair içtihadı İslam alimleri
tarafından uygun görülmemiştir. Fakat bu onun ayete dayanarak yaptığı bir içtihattır.
Şiaların onu fazla sevmeleri, onun Hz. Osman (ra) ve Hz. Muaviye (ra)’i eleştirmesi ve
onların siyasetlerin benimsemesinden ötürüdür.
31
Download