tekfirde aşırılıktan sakındırma konusunda otuz risale

advertisement
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN
SAKINDIRMA KONUSUNDA
OTUZ
RİSALE
İkinci Cilt
Ebu Muhammed Âsım el-Makdisî
www.davetvecihad.com
Araştırma Serisi
3. Kitap
İrtibat Adreslerimiz
[email protected]
[email protected]
[email protected]
Kitabın Orjinal İsmi
‫اﻟﺮﺳــﺎﻟﺔ اﻟﺜــﻼﺛﻴﻨﻴﺔ‬
‫ﻓﻲ اﻟﺘﺤﺬﻳﺮ ﻣﻦ اﻟﻐﻠـﻮ ﻓـﻲ اﻟﺘـﻜﻔﻴﺮ‬
‫أو‬
‫رﺳﺎﻟﺔ اﻟﺠﻔﺮ ﻓﻲ أن اﻟﻐﻠﻮ ﻓﻲ اﻟﺘﻜﻔﻴﺮ ﻳﻮدي إﻟﻰ اﻟﻜﻔﺮ‬
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
3
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
¡ággggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggggg¤¡2
-19“YÖNETİCİLERİN KÜFRÜNE KARŞI SESSİZ KALMAK,
ONLARIN KÜFRÜNE RAZI OLMAYI İFADE EDER”
GEREKÇESİYLE TEKFİR ETMEK VE MUSTAZ’AF OLMA
DURUMUNU GÖZÖNÜNDE BULUNDURMAMAK
Tekfir konusunda yapılan hatalardan biri de, mustaz’af olma durumunu gözönünde bulundurmadan, kafir yöneticilere karşı sessiz kalma,
bulundukları makamdan uzaklaştırılmaları için gereken gayreti göstermeme
ve bu yöneticilere karşı cihad amelini yerine getirmeme halinin, bu kafir
yöneticilerden razı olmayı gerektirdiği gerekçesiyle insanları tekfir etmektir.
Ehl-i Sünnet hakka uyar ve yaratılana da merhamet eder. Alimlerimiz akaid
kitaplarında Ehl-i Sünnet’i, zayıfa merhamet etmeyen, hata kabul etmeyen,
kimseyi mazur saymayan ve Müslümanlara karşı katı davranan bid’at ehlinden ayırmak için böyle tanımlarlar.
Boş hamaset sahibi aşırılardan öyle kişiler bulunmaktadır ki, Müslüman halka acımamakta ve kafir yöneticilerin musallat olması sonucu bugün
her yerde genel musibet halini alan mustaz’aflığı hiç mi hiç gözönünde
bulundurmamaktadır. Bunlar, Müslümanları güçlerinin yetmediği ile mükellef tutmaktadırlar. Bugün, Müslümanların yaşadığı memleketlerde egemen
konumda olan kafir yönetimleri değiştirmek için cihad amelini yerine getirmeleri gerektiğini, aksi halde bu yönetimlere karşı sessiz kalmaları ve bunları
4⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
değiştirme gayreti içinde bulunmamaları gerekçesine binaen tekfir edileceklerini iddia ederler. Tağutlara karşı cihad amelini yerine getirmeyen her
Müslümana aynı muameleyi uygularlar. Mustaz’aflık haline itibar etmemeleri
sebebi ile güç yetirebilme ve güç yetirememe hallerini birbirinden ayırmazlar.
Allahu Teala’nın cihada katılmayan ve genel seferberlikten geri kalan kişilere
yönelik olan tehdit ayetlerini de, bu sözlerine delil olarak kullanırlar. Bu
ayetlerden birisi şudur: “Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi
pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim
getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her
şeye kadirdir.“ 1 Bu kişiler, Allahu Teala’nın bu ayetini ve neye delalet ettiğini
anlasalardı, bu ve benzeri ayetlerde tekfire delalet eden hiçbir şeyin olmadığını görürlerdi. Gerek dünyada uygulanacak ceza konusunu ve gerekse
ahirette uygulanacak olan acıklı azap konusunu ihtiva eden her delilin tekfiri
gerektirmediğini, Tevhid ehlinden olup işlediği günahlar veya terkettiği bazı
vacipler sebebi ile ateşe girip azap gören, sonra Allahu Teala’nın rahmet ve
lütfu ile oradan çıkıp cennete girenler olacağını önceki bölümlerde belirttik.
Tehdit içeren nassların çoğunun delaletinin ihtimalli olduğunu ve bu nassları
açıklayan başka nasslar ışığında konuyu iyice anlamadan sadece bu nasslara
binaen tekfir etmenin caiz olmadığını aktarmıştık.
Şüphe yok ki, Müslüman ülkelerde yönetimi ele geçirerek Müslümanların başına musallat olan kafirler ile cihad etmek, insanları, onların zorbalıklarından, kula kulluktan ve bu tağutların karanlık şirk kanunlarından kurtarıp
Allahu Teala’nın dinine kavuşturmak ve yeryüzünde Tevhid’i egemen kılmak, Allahu Teala’nın kullarına farz kıldığı vaciplerin başında gelmektedir. 2
Ancak bu böyle olmakla beraber, sadece farz olan cihadı terketmesi,
kişinin kafir olması için yeterli bir sebep niteliğinde değildir. Bu terk, vacip
olan imanda taksirdir. Dolayısıyla bu konudaki tehdit (va’id), Allahu
Teala’nın kafirler için yaptığı tehdit değil, asi Müslümanlar hakkında yapılan
bir tehidittir. Bu tehididi hakeden Müslümanın, Allahu Teala’nın kendisini
bağışlamaması halinde gireceği ateş, Tevhid ehlinden olan günahkar Müslümanların gireceği ateştir. Yoksa kafirler için hazırlanan ve onların yeri ve
karargahı olan ateş değildir. Çünkü cehennem tabaka tabakadır. Münafıklar
bunun alt tabakasındadır. Tevhid ehlinden olan günahkarların azap göreceği
tabaka ise, kafirlerin sonsuz azabı tadacakları yerin aksine, geçici ve muvakkat azabın görüleceği tabakadır.
1
9 Tevbe/39
Bunun delillerini “Nezu’l-Husam fi Vücubi Kitali Kefarati’l-Hukkam ve Munazaati’l-Vulati
Hatta Yekune’d-Dinu Kulluhu Lillahi” isimli kitabımızda açıkladık.
2
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
5
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Farkı belirten şeylerden biri
de Allahu Teala’nın şöyle buyurmasıdır; “..Onlar için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır” 3 . Azap ancak kafirler için hazırlanmıştır. Cehennem onlar icin var
olmuştur. Çünkü oraya girmeleri kaçınılmazdır ve oradan çıkamayacaklardır.
Mü’minlerden büyük günah sahiplerinin Allahu Teala’nın kendilerini bağışlaması halinde oraya girmemeleri de caizdir. Girseler bile bir müddet sonra
oradan çıkarlar.
Allahu Teala, “Kafirler için hazırlanmış olan ateşten sakının” 4 buyurmaktadır. Allahu Teala, mü’minlere faiz almamalarını, kendisinden
korkmalarını, kafirler için hazırlanmış olan ateşten sakınmalarını emretmiştir.
Faiz aldıkları ve diğer günahları işledikleri taktirde kafirler için hazırlanmış
olan ateşe girmelerinden endişe edilir. Hadiste şöyle denilmiştir: “Cehennem
ehli olanlar, orada ne ölür ne de dirilirler.” 5 Bazı toplulukları ise ateşten bir
alev yalar, sonra Allahu Teala onları oradan çıkarır.” 6
Dolayısıyla küfre sebep olan ameller ile diğer amelleri birbirinden ayrı tutan iki tehdit (va’id) arasında ayırım yapmak gerekir.
Defalarca belirttiğimiz gibi tekfir etmek, şeriatın kesin ve açık delillerine binaen olmalıdır. Sadece mutlak va’id belirten nasslara dayanarak insanları tekfir etmek, ilimde yeterince derinleşmemiş olan kişiler için yoldan
çıkmaktır. Çünkü Şari’, çoğu zaman bu tehditleri, tehlikeli bazı günahlardan
sakındırmak için kişiyi dinden çıkarmayan kimi kötülükler için de kullanmaktadır. Şeriatın delillerini ve Allahu Teala’nın kullarına hitap yöntemlerini
bilenler için bu açık bir meseledir. Bu nedenle küfür lafzının belirli kötülükler
için kullanıldığı tehdit (va’id) içerikli nasslar olsun, içerisinde ateş ile korkutma veya benzeri başka tehditler bulunan nasslar olsun, te’vil edilmelerini
selef alimleri hoş görmemişlerdir. Çünkü Şari’in tehdit ettiği kimi günahlara
yeltenme konusunda insanların cesaret bulmalarını veya bu masiyetleri
küçümsemelerini istememişlerdir. Allahu Teala’nın küfür diye isimlendirdiği
veya cezasının çetin olduğunu belirttiği bir günah, elbette başka bir günah
gibi değildir. Ancak okuyucunun, Haricilerin başına geldiği gibi, bu nassları
yanlış anlayıp, yanlış te’viller yaparak insanlar hakkında rastgele ahkam
kesmesinden de endişe etmişlerdir.
İbn-i Hacer Rahimehullah, “Bize karşı silah kullanan bizden değildir”
hadisini açıklarken, alimlerin “..bizden değildir” ifadesi hakkındaki sözlerini
3
33 Ahzab/57
3 Al-i İmran/131
5
Müslim’in rivayet ettiği hadisin bir kısmı
6
Es-Sarimu’l-Meslul, 53-54
4
6⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
aktardıktan sonra şöyle der: “Selef alimlerinin çoğuna göre, buradaki lafzı
te’vil etmeden mutlak olarak bırakmak daha iyidir. Çünkü bu kötülükten
alıkoyma konusunda, ifadenin bu hali daha etkilidir. Sufyan bin Uyeyne, bu
ifadeye, zahir anlamı dışında mana verenleri eleştirmekte ve te’vil etmemenin daha iyi olduğunu bildirmektedir.” 7
Haricilerden olan Ezrakilerin sözlerinden birisi de şudur: “Tağut yöneticilere karşı savaşmayanlar, müşriktir.” Bu görüşlerine delil olarak ise
Allahu Teala’nın şu ayetlerini aktarırlar: “Allah’a ve Rasulü’ne yalan söyleyenler de oturup kaldılar” 8 , “Üzerlerine savaş yazılınca içlerinden bir grup
insanlardan, Allah’tan korkar gibi, yahut daha fazla bir korku ile korkmaya
başladılar da: ‘Rabbimiz savaşı bize neden yazdın. Bizi, yakın bir süreye
kadar ertelesen olmaz mıydı?’ dediler.” 9
Halbuki birinci ayet, içyüzlerine Allahu Teala’nın muttali olduğu münafıklar ile ilgilidir. Tekfir ise, sadece Allahu Teala’nın muttali olduğu batınî
sebeplere bina edilemez. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem bundan dolayı
onları cezalandırmamıştır. Bu ayet, Tebuk Seferi’ne katılmayanlar hakkında
inmiştir. Bilindiği gibi bu sefere katılmayan herkes, Allahu Teala’yı ve
Rasulü’nü Sallallahu Aleyhi ve Sellem yalanlayan münafıklardan değildir.
Aksine, bu sefere katılmayanlar arasında bulunan üç kişi sahabenin
Radıyallahu Anhum seçkinlerinden olup, Allahu Teala’yı ve Rasulü’nü
Sallallahu Aleyhi ve Sellem yalanlayanlardan asla olmamışlardır. Sefere katılmadıkları için kafir de sayılmamışlardır. Ayetin sonundaki, “Onlardan kafir
olanlara acıklı bir azap erişecektir” 10 ifadesi de bunu açıklamaktadır.
Ayet, sefere katılmayanların tümünün Allahu Teala ve Rasulü’nü
Sallallahu Aleyhi ve Sellem yalanlayanlar olmadığını, onlardan kafir olanlar
olduğu gibi, kafir olmayanlar da bulunduğunu belirtmektedir. Ayrıca bu
ayette belirtilen yalanlama türü, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem
dünyada ceza işlemini üzerine bina etmediği batıni bir iştir. Çünkü bu yalanlamayı zahiri olarak açıkça yapmamışlardır.
İkinci ayetin de münafıklar ile ilgili olduğu söylenir. Çünkü ayette onların şu sözleri aktarılır; “‘Rabbimiz savaşı bize neden yazdın. Bizi, yakın bir
süreye kadar ertelesen olmaz mıydı?’” 11 Ayetin, münafıklardan başkaları
hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Gerek bu ayetin ve gerekse cihada
7
Fethu’l-Bari, Kitabu’l-Fiten
9 Tevbe/90
9
4 Nisa/77
10
9 Tevbe/90
11
4 Nisa/77
8
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
7
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
çıkmamanın büyük bir tehdide muhatap olmayı gerektiren suç olduğunu ve
cihad edenlerin yerlerinde oturanlardan daha üstün olduğunu belirten diğer
ayetlerin açıklamaları ve tefsirleri konusunda şu ayet yeterlidir:
“Mü’minlerden (özür sahibi olanlardan başka) oturanlar ile malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah malları ve canları ile cihad
edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Bununla birlikte Allah
hepsine de güzellik (cennet) vaadetmiştir; ama mücahidleri oturanlardan çok
büyük bir ecir ile üstün kılmıştır.” 12 Allahu Teala, mazereti olmaksızın savaşa
katılmayanların mü’min olduklarını ve savaşanların savaşmayanlardan
derece bakımından üstün olsalar da, hepsine cenneti vaadettiğini açıkça
belirtmektedir.
Bütün bunlardan sonra şunu belirtmek istiyoruz; vacip olan cihadı
terketmekten dolayı yapılan acıklı azap tehdidi veya cihad etmeden yahut
cihad etmeyi gönlünden geçirmeden ölen kimselere yönelik yapılan nifakın
bir şubesi üzerinde bulundukları yönündeki tehdit veya vacipleri yerine
getirmeyenlere yönelik, şeriatın uyguladığı ve Haricilerin savaşa katılmayanların kafir olduğunu söyleyerek delil gösterdiği tehdit içerikli diğer nasslar, tek
başına, tekfir etme konusunda yeterli ve elverişli değillerdir. Bu bakımdan
mevcut yönetimleri veya sistemleri değiştirmeye katılmadıkları ve kafir yöneticilere karşı sessiz kaldıkları gerekçesiyle Müslümanları tekfir etmek doğru
değildir. Çünkü şer’i deliller, bunun “güç yetirme” şartı ile kayıtlı olduğunu
belirtmiştir.
Allahu Teala şöyle buyurur: “İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için zikri (Kur’an’ı) indirdik. Umulur ki düşünüp anlarlar.” 13 Bu konuda
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğunu görmekteyiz:
“Sizden kim bir münkeri görür ise eli ile değiştirsin, buna gücü yetmez ise dili
ile değiştirsin, buna da gücü yetmez ise, kalbi ile yapsın (yani bunu kalbi ile
reddetsin). Bu ise imanın en zayıf derecesidir.” 14
Bu açıklama iki şeye delalet etmektedir: Birincisi, münkeri değiştirmeye çalışmanın vacip olması, güç yetirme şartına bağlıdır. Bu münkere
karşı ses çıkarmayan kişiye söylemediği şeyi söyletmek veya değiştirmeye
güç yetiremediği münkere karşı sessiz kaldığına hükmetmek, söz veya amel
ile o münkerden razı olduğunu belirtmediği sürece, caiz olmaz. Çünkü hadis,
ses çıkaramayan kişinin kalbi ile karşı çıkması gerektiğini belirtmektedir.
Böylece imanı en zayıf olanlardan da olsa, kalbi ile karşı çıkan kişi iman
ehlinden sayılmaktadır. Çünkü imanın zayıflığı, küfür değildir.
12
4 Nisa/95
16 Nahl/44
14
Müslim
13
8⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Şüphe yok ki iman zayıflığı ve hareketsizlik pek çok Müslümanda yayılmış bulunmaktadır. Tağutların ve kafirlerin onların başına musallat olmasının birinci sebebi budur. Ancak tekfirin tespit edilebilen ve açık olan sebepleri vardır.
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem bu meseleye daha da açıklık
getirdiğini başka bir hadiste görüyoruz. Abdullah bin Mes’ud’dan şöyle
rivayet edilmektedir: “Benden önce Allah'ın gönderdiği her peygamberin
mutlaka ümmetinden havarîleri ve ashabı olmuştur. Bunlar onun sünnetiyle
amel ederler, emirlerini de yerine getirirlerdi. Sonra, bu peygamberlerin
ardından öyle kötüler zuhûr etmişti ki, yapmadıklarını söyleyip, kendilerine
emredilmeyeni de yapmışlardır. Onlara karşı eli ile cihad eden mü’mindir,
dili ile cihad eden mü’mindir, kalbi ile cihad eden mü’mindir; bunun ötesinde ise hardal tanesi kadar iman yoktur.” 15
Bu da gösteriyor ki tağutların batılından uzak duran ve kalbi ile karşı
çıkan kişi mücahid olup, söz veya amel ile onlardan razı olduğunu göstermediği sürece, eli ve dili ile cihad edememesi sebebi ile, bu kişinin
tağutlardan ve onların yönetimlerinden razı olduğunu söyleyerek, zan ve
tahmin ile tekfir etmek caiz değildir.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur: “Başınıza bazı
yöneticiler gelecek. Bazılarınız bunları kabul edecek ve beğenecek, bazılarınız
ise bunları reddedecek. Bunları kötü gören onlardan uzaklaşmış, reddeden
ise kurtulmuştur. Bu yöneticilerden razı olanlar ise müstesna.” 16
Nevevi Rahimehullah, Müslim Şerhi’nin “el-İmara” bölümünde bu
hadisi açıklarken şöyle der: “Bunları kötü gören onlardan uzaklaşmıştır”
sözü, o münkeri beğenmeyen kişi günah ve cezasından kurtulmuş, anlamındadır. Bu ise, eli ve dili ile karşı çıkmaya gücü olmayıp kalbi ile bu kötülüğü
kabul etmeyen kişi hakkındadır. Ancak bu kötülükten razı olup ona uyan kişi
günah kazanır ve ceza görür...” Bu ise göstermektedir ki eli ile münkeri
değiştirmekten aciz olan kişi, sadece sessiz kalması sebebi ile günahkar
olmaz. Kişi ancak o münkerden razı olduğu veya kalbi ile karşı çıkmadığı ya
da o münkere uyması sebebi ile günah kazanır.
Bu, münkeri kalbi ile kötü gören ve kalbi ile karşı çıkan Müslümanın,
zulüm ve küfürden beri olduğunu, tağutların batıl şeylerinden uzak durduğu,
küfürlerine bulaşmadığı veya onlara destek olmadığı ve onlara uymadığı
sürece, kalbi ile buğzeden kişinin zalim ve kafir olmadığını ortaya koymaktadır.
15
16
Müslim
Müslim
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
9
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Ayrıca bu, kötülenen ve helak olan kişinin, tağutların yaptığını beğenen, ona uyan ve destekleyen kişi olduğunu da göstermektedir. Razı olmak,
küfrün sebeplerinden olsa da, tespiti mümkün olmadığından dolayı,
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem hadiste belirttiği tabi olmak gibi,
onların safında yer almak, Allahu Teala’ya olan düşmanlıklarında onlara
katılmak, mü’minlere olan düşmanlıklarını paylaşmak, şeriata aykırı otorite
ve kanunlarına sığınmak şeklinde, sahibi tarafından söz veya amel ile izhar
edilmedikçe, dünya ahkamında mücerred olarak tekfirin sebeplerinden
değildir. Yukarıda sayılan eylemleri işleyenlerin hükmü, tabi olduğu
tağutların hükmü gibidir. Söz ile açıklamasa bile, onların küfür yönetimi ve
eylemlerinden razı olduğu ve paylaştığı söylenebilir. Çünkü eylemlerin lisanı,
çoğu zaman dilin ikrarından daha açıktır. Bu nedenle alimler, savaşçı ve
mümteni konumunda olan zümrenin, yardımcı ve destekçilerinin de savaşçı
hükmünde olduğunu belirtmişlerdir. İlk dönemde Müslümanların savaşı ve
kitlelere karşı olan cihadı buna göre olmuştur. Destekçi olanların sessiz olduğu, dolayısıyla razı olduklarını söylemenin doğru olmadığı söylenemez.
Çünkü bunlar, savaşçıların tarafındadırlar ve onların yardımcıları konumundadırlar. Allahu Teala’nın dinine karşı savaşanların ortağıdırlar. Bu ise kişiyi
küfre götüren amellerdendir. İkrah bulunmadığı halde, onların küfrüne söz,
amel veya başka bir şekilde tabi olan kişi, küfre bağrını açmış olur.
“Kalbi iman ile mutmain olduğu halde (dinden dönmeye) zorlanan
hariç, kim, iman ettikten sonra Allah’ı inkar ederse, (ona Allah’ın gazabı
vardır). Kim, kafirliğe göğüs açarsa, onların üzerine Allah’tan bir gazap ve
onlar için büyük bir azap vardır” 17 ayetinin açıklamasında İbn-i Teymiye
Rahimehullah şöyle der: “İkrah olmadan kafir olan kişi, küfre bağrını açmış
demektir... Kendi isteğiyle küfür sözü söyleyen kişi, küfür olan şeye bağrını
açmış demektir.” 18 Ancak münkerden razı olduğu, söz veya amel ile zahiri
olarak ortaya çıkmış olan herhangi bir küfür sebebi bulunmayan kişiyi sadece sessiz kaldığı için küfre nisbet etmek helal olmaz. Bu nedenle fakihler
şöyle bir kural belirtmişlerdir: “Susan kişiye, söz nisbet edilmez.” 19
Sonuç olarak; Allahu Teala şöyle buyurur: “Andolsun ki, biz, ‘Allah’a
kulluk edin ve tağutlardan kaçının’ diye (emretmeleri için) her millete, bir
peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan
bir kısmı için de sapıklığa düşmek hak oldu. Yeryüzünde gezin de görün.
Küfredenlerin sonu nasıl olmuştur.” 20 İmanın aslını izhar eden, küfürden
17
16 Nahl/106
Mecmuu’l-Fetava, 7/140
19
Suyuti, El-Kavaidu’l-Fıkhıyye, 266
20
16 Nahl/36
18
10
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
uzak olup ona uymayan ve küfrü desteklemeyen herkes, bize göre dünya
ahkamında Allahu Teala’nın hidayet verdiği kimselerdendir. İçi ile dışı bir
olup kalbi ile de küfürden nefret ederse, aciz olduğu veya taksir ettiği için
küfre karşı cihad etmeye ve onu değiştirmeye çalışmasa da, hakiki manada
da (Allah katında) küfürden beri olmuştur.
Bir de bugün Müslümanların içinde bulunduğu mustaz’aflık ve imkansızlık durumu buna ilave edilirse ve Müslümanın kafirlere düşmanlığını
gizleyip takiyye yapmasının mümkün olduğu yahut yüz çevirme ve sabretme
ile ilgili olan nasslar ile amel etmesinin caiz olduğu gözönünde bulundurulursa, küfürden uzak olabileceği daha açık görülür.
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Sabretmeyi, kafir ve münafıklardan yüz çevirmeyi belirten ayetler, eli ve dili ile Allahu Teala’nın dinine
yardım etme imkanı bulamayan, mustaz’af konumundaki bütün Müslümanlar için geçerlidir. Bu kişi kalbi ile veya gücünün yettiği başka bir şekilde
Allahu Teala’nın dinine yardım eder. Ancak eli ve dili ile Allahu Teala’nın
dinine yardım etme imkanı ve gücüne sahip olduğu halde bundan geri
duran her mü’min için ise aşağılama ve alt tabakadan olduğu bildirilen ayet
geçerlidir. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem hayatının sonlarına kadar
ve Raşid halifeler döneminde Müslümanlar bu ayete göre amel ederlerdi.
Bu, kıyamet saatine kadar da böyle olacaktır. Bu ümmetten bir zümre hakka
bağlı olmaya, Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne Sallallahu Aleyhi ve Sellem tam
destek vermeye devam edecektir. Kim mustaz’af olduğu bir yerde veya
memlekette yaşıyorsa, kitap ehli ve müşriklerden Allahu Teala’ya ve
Rasulü’ne Sallallahu Aleyhi ve Sellem eziyet verenler ile ilgili sabır ve onlardan
yüz çevirmeyi emreden ayetler ile amel eder. Güç ve kuvvet sahibi olanlar
ise, dini kötüleyen küfür önderleriyle savaşmayı öngören savaş ayeti ve
mağlup olarak kendi elleriyle cizye verinceye kadar kitap ehli ile savaşmayı
emreden ayet ile amel ederler.” 21
21
Es-Sarimu’l-Meslul, 221
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯11
⎯
-20ŞİRK ASKERLERİNİN VEYA MÜRTED HÜKMÜNDE OLAN
DİĞERLERİNİN EŞ VE ÇOCUKLARINI TEKFİR ETMEK VE
MUSTAZ’AFLIK HALİNİ GÖZÖNÜNDE BULUNDURMAMAK
Tekfir konusunda yapılan en çirkin hatalardan biri de, şirk askerlerinin veya mürted hükmünde olan diğerlerinin eş ve çocuklarının da tekfir
edilmesi, tekfirin gereklerinin onlara da uygulanması ve mustaz’aflık durumunun gözönünde bulundurulmamasıdır. Günümüzde aşırıya kaçmış olan
kimi insanlar bu hataya düşmektedirler. Oysa ki, tekfir edilmelerine engel
nitelikte olmasa da, Müslüman olduklarını ve iyi işler yaptıklarını iddia eden
şirk askerlerinin ve tağutların tekfir edilmesi, İslam’ını izhar etmiş olan eş,
çocuk ve babalarının da tekfir edilmesini gerektirmez. Bunlardan herhangi
biri küfre götüren sebeplerden birini işlemedikçe, özellikle ellerinden bir şey
gelmeyen ve bu durumdan kendilerini kurtaracak olan bir yol da bulamayan
kişiler acaba hangi sebeple tekfir edilecektir?
Allahu Teala şöyle buyurur: “Yoksa, Musa'nın ve ahdine vefa gösteren İbrahim'in sahifelerinde yazılı olanlar kendisine haber verilmedi mi?
Gerçekten hiçbir günahkar, başkasının günah yükünü yüklenmez.” 22 , “Hiçbir
günahkar başkasının günahını çekmez. Eğer yükü (günahı) ağır gelen kimse
onu taşımak için (başkasını) çağırırsa, bu çağırdığı akrabası da olsa, bir şey
(alıp) taşınmaz.” 23 , “Allah, mü’minler için Firavun’un karısını misal gösterdi.
O, ‘Rabbim, bana katında, cennette bir ev yap. Beni Firavun’dan ve onun
işinde çalışmaktan koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar’, demişti.” 24
Bu, saliha bir kadındır, hatta dünyanın en iyi kadınlarındandır. Bununla birlikte bu kadın, yeryüzünün en kötü ve kafir olan, zamanında dine
karşı en acımasız düşman durumunda olan bir kişinin eşi idi. İbn-i Teymiye
Rahimehullah, “Zalimleri, onların eşlerini ve Allah’tan başka tapmış olduklarını toplayın” 25 ayetini açıklarken, eşlerden maksadın zalimlerin benzerleri ve
onların tabileri olduğunu belirttikten sonra şöyle der:
22
53 Necm/36-38
35 Fatır/18
24
66 Tahrim/11
25
37 Saffat/22
23
12
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
“Bundan maksat, mutlak olarak bu zalimlerin eşlerinin de kendileri
ile beraber toplanacakları değildir. Çünkü Firavun’un karısı gibi, saliha bir
kadının kocası facir ve hatta kafir olabilir.” 26
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve salih selefin uygulamalarında, mürted veya kafir kocanın cezalandırıldığı, ancak bu kişinin karısına
dokunulmayıp, irtidadı ispat edilmediğinden dolayı Müslüman muamelesi
yapıldığı durumlar çoktur. Bunun en meşhur örneklerinden biri Rasulullah’ın
Sallallahu Aleyhi ve Sellem kızı Zeynep’tir.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, kızı Zeynep’i, vahiy gelmeden
önce müşrik olan Ebu’l-As bin Rabi’ ile evlendirmişti. Bu kişi Hatice’nin
Radıyallahu Anha yeğenidir. Vahiy gelince, Ebu’l-As İslam’a davet edildi.
Ancak İslam’ı kabul etmeyip şirk üzere devam etti. Zeynep ise Müslüman
oldu ve Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem hicret edinceye kadar müşrik
konumunda olan kocası ile beraber yaşamaya devam etti. Hatta Rasulullah
Sallallahu Aleyhi ve Sellem hicret ettikten sonra, ellerinden bir şey gelmeyen
ve yol bulamayan mustaz’af konumundaki diğer kadın ve çocuklarla beraber
Mekke’de kaldı ve müşrik olan kocası ile beraber Bedir Savaşı’na kadar
yaşamaya devam etti. Bedir Savaşı’nda Ebu’l-As, müşrikler ile beraber
Müslümanlara karşı savaşmak üzere Bedir’e geldi ve Müslümanlara esir
düştü. Müşrikler esirlerinin kurtuluşu için fidye gönderdiklerinde Zeynep de
kocasının kurtuluşu için zifaf günü annesi Hatice’nin Radıyallahu Anha hediye
ettiği bir gerdanlığı fidye olarak Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem gönderdi. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem gerdanlığı görünce duygulandı ve
Müslümanlara şöyle dedi: “Eğer onun esirini serbest bırakmayı ve fidye
olarak gönderdiği gerdanlığı da geri vermeyi uygun görürseniz, bunu yapın.”
Bunun üzerine Ebu’l-As serbest bırakıldı ve karşılığında da kendisinden
Zeynep’i serbest bırakma sözü alındı. Ebu’l-As serbest kalıp Mekke’ye döndü. Rasulullah da Sallallahu Aleyhi ve Sellem Zeynep’i alıp getirmesi için Zeyd
bin Harise ve Ensar’dan bir kişiyi Mekke’ye yakın olan bir yere görderdi. Bu
olay, Bedir Savaşı’ndan bir ay sonra oldu. Kureyş kafirleri başlangıçta buna
karşı çıktılarsa da, sonradan Zeynep’i serbest bıraktılar. Daha sonra kocası
Ebu’l-As Şam tarafına ticaret amacı ile gitti. Dönüşünde Müslüman bir müfreze bunun malına el koydu ve kendisi kaçtı. Sonra Medine’ye gelerek Zeynep’e sığındı, o da malını bulması için kendisine eman verdi. Bütün bunlar,
Ebu’l-As Müslüman olmadan önce meydana gelmiştir. Olay siyer ve tarih
26
Mecmuu’l-Feteva, 7/45
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯13
⎯
kitaplarında meşhur ve malumdur. Bazı bölümlerini Sünen sahipleri de
rivayet etmişlerdir. 27
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem kızı, müşrik ve İslam’a karşı
savaşçı olan bir kafirin yanında mustaz’af olarak bir süre kalmış ve Müslümanlar onu ancak Bedir zaferinden sonra kurtarabilmişlerdir. Esir düşen
kocasını fidye ile kurtarmaya çalışmıştır. Bütün bunlar Zeynep’in İslam’ına
zarar vermemiştir. Çünkü mustaz’af durumunda bulunuyordu. Mekke’de
Müslüman olup hicret imkanı bulamayan diğer kadınların durumu da bu
şekilde idi. Allahu Teala onlar hakkında şöyle buyurr: “Eğer, (Mekke’de)
kendilerini henüz tanımadığınız mü’min erkekler ile mü’min kadınları bilmeyerek ezmek suretiyle bir vebalin altında kalmanız ihtimali olmasaydı, Allah
savaşı önlemezdi. Dilediklerine rahmet etmek için Allah böyle yapmıştır.
Eğer onlar birbirinden ayrılmış olsalardı, elbette onlardan kafir olanları,
elemli bir azaba çarptırırdık.” 28 Daru’l-küfürde ikamet etmelerine rağmen,
onlara, mü’min kadınlar denilmektedir. Onların kimisinin eşi hala kafir
müşrik idi. Ancak bu, Müslüman olan bu kadınların, mustaz’af olmaları
sebebi ile İslam’larına bir zarar vermiyordu.
Allahu Teala şöyle buyurur: “Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup, hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar
müstesnadır. İşte bunları, umulur ki Allah affeder. Allah affedici, bağışlayıcıdır.” 29
Yemen’de, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem görevlendirdiği bir
vali olan Şehr bin Bazan’ın karısı Azad da bunlardan biridir. Esved el-Ansi,
Şehr bin Bazan’ı öldürdü ve San’a kentini ele geçirerek Müslümanlığında
sebat eden karısı Azad ile evlendi. Kadın onun peygamberlik iddiasını kabul
etmedi, ancak bunu açığa da vuramadı. Nitekim amca oğlu Firuz edDeylemi ile işbirliği yaparak Esved’i öldürünceye kadar mustaz’af olarak
onunla yaşadı. İbn-i Kesir Rahimehullah, Esved hakkında şöyle der: “Şehr bin
Bazan’ın karısı ile evlendi. Adı Azad olan kadın güzel olup Firuz’un akrabası
idi. Bununla beraber saliha bir kadın olup Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne de
Sallallahu Aleyhi ve Sellem iman etmekteydi.” 30
Yalancı Muhtar bin Ubeyd es-Sakafi de bu şekildedir. İki eşi vardı ve
ikisi de sahabi kızı idi. Biri Semura bin Cundeb’in, diğeri ise Numan bin
27
Bakınız: İbn-i Hişam, Es-Siyra, Taberi, Tarih, İbn-i Abdilber, El-İstiab, Ahmed bin Hanbel,
Müsned
28
48 Fetih/25
29
4 Nisa/98-99
30
El-Bidaye ve’n-Nihaye, 6/308
14
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Beşir’in kızı idi. Muhtar, peygamberlik iddiasında bulunup irtidat etmeden
önce bunlar ile evlenmişti. Mus’ab bin Zubeyr ve beraberindekiler Muhtar’ı
yakalayıp öldürünce, mürted kafirin eşleri olduğu için bu kadınların da
mürted veya kafir olduğuna hükmetmediler. Çünkü ikisi de Müslümandı. Bu
nedenle Musab bin Zubeyr, ikisini de çağırdı ve kendilerine kocaları hakkında sordu. Biri, “Siz onun için ne diyorsanız, ben de aynısını söylüyorum” 31
dedi ve serbest bırakıldı. İkinci kadına da aynı soru yöneltildi. Ancak o şu
cevabı verdi: “Allah ona rahmet etsin, Allah’ın salih kullarındandı.” Bunun
üzerine kadın hapsedildi ve kadının kardeşi olan Abdullah’a bacısının durumu aktarıldı. Ona ne yapılacağı hakkındaki görüşü soruldu. Abdullah ise şu
cevabı gönderdi: “Onu hapishaneden çıkarın ve öldürün.” Böylece kadın
öldürdü. 32
Bunlar, İslam’ın başında meydana gelen olaylardır. Ya bugün, Müslümanların kan ve mallarını koruyan, iyi ve kötüleri, mü’minleri ve kafirleri
birbirinden ayıran bir İslam devletinin bulunmadığı, Müslümanların çoğunun
mustaz’af konumunda olduğu bir dönemde durum nasıl olur? Allahu Teala o
gün mü’min kadınlar ile ilgili olarak şöyle buyuruyordu: “Ey iman edenler!
Mü’min kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları imtihan edin. Allah
onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların iman etmiş kadınlar
olduklarını öğrenirseniz, onları kafirlere geri döndürmeyin. Bunlar onlara
helal değildir. Onlar da bunlara helal olmaz.” 33 Bugünün cahiliyye rejimleri
altında ve cahiliyye toplumlarında, mustaz’af olarak yaşayan nice kadınlar
bulunmaktadır. Ailesi onu, Müslüman saydığı veya zannettiği mürted müşrik
kişiler ile evlendirmiş ve onunla birlikte yaşamaya mahkum olmuştur. Bilindiği gibi, ikrah mazereti, gücü yeten erkekler hakkında kolay kolay geçerli
sayılmadığı halde mustaz’af konumundaki kadınlar hakkında bu kadar
tavizsiz değildir. Allahu Teala şöyle buyurur: “Allah bir kimseye ancak gücü
yettiği kadar sorumluluk yükler” 34 , “Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden
başkasını yüklemez.” 35
Müslümanların başına musallat olan tağutların kanun ve anayasaları,
şer’i adını verdikleri de dahil, din açısından insanlar arasında ayırım yap-
31
Sahabenin kanları dökmekten ve şüpheler ile hareket etmekten ne derece sakındıklarına
dikkat etmek gerekir. Onlar, kanların dökülmesine aldırış etmeyen aşırı kimi kişilerin yaptığı
gibi, “Bunu korktuğu için söyledi” veya “yalan söyledi” yahut “kalbindeki küfrü saklıyor”
dememişlerdir.
32
Bakınız: El-Bidaye ve’n-Nihaye, 8/289
33
60 Mümtehine/10
34
2 Bakara/286
35
65 Talak/7
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯15
⎯
mamaktadır. Onların kanunlarında riddet suçunun cezası da yoktur. Velayet,
nikah, miras ve buna benzer diğer alanlarda insanlar arasında fark kabul
etmezler. Bu ve başka alanlarda mücrimler ve mü’minler, iyiler ve kötüler,
kafirler ve Müslümanlar, onlara göre eşittir. Bunun da ötesinde bunlar
mürted olanları Müslümanlardan üstün tutmakta, evlilik ve benzeri konularda Müslümanın üzerinde, bu mürtedlerin velayetini kabul etmektedirler.
Halbuki Allahu Teala şöyle buyurur: “Artık Allah kıyamet gününde aranızda
hükmedecektir ve kafirler için mü’minler aleyhine asla bir yol vermeyecektir.” 36 İslam şeriatında mürted erkeğin Müslüman kadına velayeti geçerli
değildir. Bu mürted ister baba, ister oğul, ister hakim olsun fark yoktur.
Ancak beşeri kanunlarda hak ile batıl karışmış ve musibet genelleşmiştir.
İşin daha da kötüsü Müslümanların, şer’i ahkamı önemsememeleri,
dinin asıl ve furu’undan habersiz olmaları, iman ve küfrü, şirk ve Tevhid’i
birbirinden ayırmamaları sebebi ile, Müslümanlara ve İslam’a amansız düşman olup, şirke ve müşriklere sıcacık dost olan kimi yöneticilerin namaz
kılmasına veya oruç tutmasına aldaranak onları Müslüman olarak saymalarıdır. Bunlara bakarak Müslüman kızlarını onlarla evlendirmişler ve velayetlerini onların eline teslim etmişlerdir. Böylece musibet ve bela özellikle akrabalar arasında genelleşmiştir.
Tağutların ve destekçilerinin kafir ve müşrikler olduğu, kanunlarının
da küfür olduğunu bilmek ne yazık ki avam bir yana, havas tabakasından
olan kişiler tarafından bile bugün ihmal edilmekte ve önem verilmemektedir.
Bu ise gördüğümüz bu çirkin ürünün meydana gelmesine sebep olmuştur.
İman ve küfür ahkamı ve onlara terettüp eden konular ve hükümler hakkında daha önce bir miktar bilgi vermiştik.
Bütün bunları gözönünde bulundurarak, ellerinden bir şey gelmeyen,
bu küfür kanunlarında ve zor şartlar altında kendilerini kurtaracak, zalim ve
adaletsiz beşeri kanunlar altında mal ve çocukları bakımından onları haksızlığa maruz bırakmadan ve zulmetmeden çekip alacak kimse bulamayan
mustaz’af Müslüman kadınları tekfir etmenin doğru olmadığını, kendilerini
Müslüman zanneden müşrik ve mürted erkeklerin velayeti altında olmalarından dolayı Müslümanım diyen kadınları ve çocukları tekfir etmenin yanlış
olduğunu, aşırıya kaçan boş hamaset sahiplerine birilerinin anlatması gerekir. Hükümde anne-babaya tabi olmak ancak konuşamayan, akledemeyen,
deli, çocuk ve benzeri kişiler için sözkonusudur. Ancak Müslümanım diyen
kişiyi akrabalık bağı yolu ile tekfir etmek, helal olmaz. Müslümanım diyen
kişiyi sözlü veya ameli küfür sebeplerinden biri olmadan tekfir etmek caiz
değildir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi akrabalık bağına binaen hüküm ver36
4 Nisa/141
16
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
mek, istishab yolu ile hüküm vermektir. İstishab ise, İslam’ın zahir olan en
basit alametinin bile kendisinden kuvvetli olduğu en basit delillendirme
yöntemidir.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, kafirlerin, savaşmayan kadın ve
çocuklarının hata haricinde kasıtlı olarak öldürülmesini yasaklamıştır. İbn-i
Battal ve başkalarının da naklettiği gibi, bütün alimler, kadın ve çocukların
kasten öldürülmesinin yasak olduğunu belirtmişlerdir. Kadınlar zayıf oldukları için, çocuklar da küfür olan şeyleri işlemekten uzak oldukları için öldürülmezler. 37
Durum böyle olduğu halde, belki de ellerinden bir şey gelmeyen,
kendilerini kurtaracak kimse de bulamayan mustaz’af konumundaki Müslüman kadın ve çocuklar, kafir anne ve babalarının işledikleri suçlardan dolayı
nasıl cezalandırılabilir!?
Kaldı ki biz, muvahhidlere karşı kafir tağutları desteklediği, onlara
muvalat ettiği ve küfürlerini paylaştığı açık olmayan ve açıkça küfre götüren
bir şey işlememiş olan, ancak şirkin askerlerini ve tağutların destekçilerini
bazı şüphelerden dolayı tekfir etmeyen muhalifleri bile, bu hatalarından
dolayı tekfir etmemekteyiz. Namaz kılmaları sebebine binaen Müslüman ve
mü’min zannettiği tağutların askerlerinden biri ile Müslüman cahil bir kadın
arasında meydana gelen mücerred evlilik, açık seçik küfür sebeplerinden biri
değildir. Müslümanlar arasında yaygınlaşan cehalet ve dalalet niteliğinde
olsa da ve Müslüman davetçilerin insanları bu münkeratın pisliklerinden
kurtarmak için gece gündüz çalışmaları zorunlu olsa da, sırf bu evlilikten
dolayı Müslüman kadın tekfir edilemez. 38
37
Fethu’l-Bari, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer bölümü
Yazdıklarımdan şunları çıkarttım: “Ne olursa olsun, kafirle evlenmek bizatihi tevelli değildir
ve tekfir sebeplerinden de olmaz. Böyle olsaydı, kitap ehl-i kadınlarla evlenmek caiz olmazdı.
Te’vil yolu ile olursa, tekfir sebebi hiç olmaz. Demek istediğim, erkeğin kafir olduğunu kadının
bilmemesi, yukarıda belirttiğim gibi namaz kılarak ve kendisinin Müslüman olduğunu iddia
etmesine bakarak aldanması durumunda kadın, aldanmış olup açıkça küfür sebebi işlemiş
değildir.”
Ancak bu ifade mutlak olup, mesele bununla sınırlı olmadığından dolayı çıkarmayı uygun
gördüm. Kardeşlerimizden biri buna dikkatimizi çekti. Allah razı olsun. Ahmed Şakir şöyle der:
“Müslüman kadınlar bilsin ki, bu durumda olduğunu bildiği bir erkek ile evlenmeye razı olan
veya mürted olduğunu bildiği bir koca ile beraber kalmaya razı olan kadın, koca gibi mürted
sayılır.” Kelimetu Hak, 158-159
Bu gerçek olup tartışma götürmez. Ancak kocanın mürted olduğunu kadının bilmesini şart
koşmaktadır. Aksi halde İslam’da haram olarak bilinen şeyi helal kılmış olur. Böyle bir kişinin
hükmü, Bera hadisinde belirtildiği gibi, babasının eşi ile evlenen kişinin hükmü gibidir. Ayrıca
kendi isteğiyle kafirin velayeti altına girdiği için onun hükmünde olur.
38
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯17
⎯
Biz dinimiz için titizlik gösterir ve tekfir konusunda ihtiyatlı davranırız.
Hasımlarımızın iddia ettiği gibi biz ayırım yapmadan mutlak olarak herkesi
tekfir etmiyoruz. Cahillerin bu tür yanlışlarını ve meydana gelen sonuçlarını
bir çok defa eleştirdik ve karşı çıktık. Hatta muhaliflerimizin, tağutları ve
destekçilerini tekfir etmedikleri halde, bu tağut ve destekçilerinin eş ve kızlarının iffetine dil uzatmalarına defalarca karşı çıktık.
Kendilerine zulmettikleri veya bazı haklarını çiğnedikleri zaman
tağutlara ve destekçilerine karşı feryat ettiklerini ve en ağır küfürler ile sövdüklerini duyduk. Eşlerine, bacılarına veya kızlarına en ağır küfürler yaptıklarını gördük. Hatta bazıları, muhaliflerimizden olan ve bizleri tekfirci olarak
itham eden bu kişilerin haksızlıklarına bu derece karşı çıkmamıza taaccüb
etmekte, tağutlar hakkında o kadar amansız davranmamıza rağmen, muhaliflerimizin, tağutların eşleri hakkında işledikleri bu haksızlıklara karşı gösterdiğimiz tepki karşısında hayrete düşmektedir. Onlara şer’i deliller ile tağutları
tekfir ettiğimizi, ancak bunun sınırlarını aşmadığımızı belirtmek istiyoruz.
Şunu belirtelim ki, bir insan, tağutları tekfir etse bile, bu, tağutların
kadın ve kızlarına sövmesini meşru hale getirmez. Davetçilerin, ırz ve namuslara dil uzatmaktan kaçınmaları gerekir. Çünkü bu durum, Müslümanların
ahlakına uymaz. Nitekim alimler kafir kadına bile iftira edilmesine karşı
çıkmış ve zımmi bir kadına iftiradan dolayı tazir cezasının uygulanmasını
istemişlerdir. Bundan ise, ahlaksız kişilerin, insanların ırz ve namuslarına dil
uzatmaya cesaret etmemeleri, kötü ve çirkin sözler söylemeye veya suçsuz
mü’min kadınlara iftiraya yol açmaya kapı aralamaması hedeflenmiştir.
Diğer taraftan kafir kadının Müslüman oğlu, kardeşi veya bir yakını olabilir
ve ona sövmek, bu Müslüman yakınını üzebilir. Bu nedenle Said bin
Museyyeb ve İbn-u Ebi Leyla, Müslüman oğlu bulunan zımmi bir kadına
iftira eden kişiye had cezasının uygulanması gerektiğini söylemiştir. Halbuki
alimlerin cumhuruna göre had cezasının uygulanmasının şartlarından biri de
iftiraya uğrayan kişinin Müslüman olması gerektiğidir.
Kadına sövmenin kıvılcımları, o kadının yakınlarından olanlara da
sıçrayabilir. Bugün tağutların koruyucuları konumundaki askerlerin kadınlarından, Müslüman olanlar olabileceği gibi, bu kadınların Müslüman yakınları
olmayanı yok gibidir.
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “İhtimaldir ki, sövmekten dolayı kimi kişilere gelen zarar, sövdüğü kişiye gelen zarardan daha büyüktür.
Bu nedenle İmam Ahmed Rahimehullah, kendisinden gelen iki rivayetten
birine göre, evli olmayan veya evli oğlu veya kocası bulunan zimmi kadına
iftira eden kimseye had cezasının uygulanacağını söylemektedir. Çünkü evli
olan oğlu veya kocasına utanç verilmiştir. Diğer rivayette ise, ki bu çoğunlu-
18
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
ğun görüşüdür, iftira eden adama had cezası gerekmez. Çünkü onlara iftira
değil, eziyet vermiştir. Had cezası ise, ancak iftira halinde gerekmektedir.” 39
Bu şekildeki iftiradan dolayı kimi alimler tazir cezasını, kimileri ise had cezasını öngörmüşlerdir. Bu alimlerin anlayışı nerede, bu aşırıların anlayışı nerede!..
Bir defasında, kendisine zulmeden bir hakime livata iftirası yapanı ve
en ağır sözler ile söveni gördüm. Bu yaptığından dolayı kendisini kınadım ve
dedim ki; “Sen Müslüman olduğuna inandığın bir insana bu şekilde iftira
ediyorsun. Bu ise delile muhtaçtır ve senin hiçbir delilin yoktur. Halbuki size
onlarca delil getirmemize rağmen, sizler böylelerini tekfir ettiğimiz için bizi
kınıyorsunuz.” Bunun üzerine bana verdiği cevap; “Allah kötü sözün açıkça
söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan başka. Allah her şeyi işitici
ve bilicidir” 40 ayetini okumak oldu ve “Acaba kötülük bundan başka ne ola
ki!” dedi.
O gün neye hayret edeceğimi bilemedim. Delillerin çokluğuna rağmen tağutları tekfir etmekten kaçınmalarına mı, yoksa şer’i nasslar ile oynama cür’etlerine ve sadece hevalarına uyarak canlarının istediği gibi tekfir
etmelerine mi? Çünkü alimlerin belirttiği gibi, burada Allahu Teala’nın seslendirilmesine cevaz verdiği kötülük, uğradığı haksızlığı dile getirme ve zulümden sakındırmak için mazlum durumundaki kişinin, zalim hakkında
söyledikleridir. Yoksa hiçbir zaman ona iftira etmek ve yalan suçlama yapmak değildir.
Çoğu zaman ırzlara dil uzatmak ve bilhassa kadınlara iftira etmenin,
şer’i ispat yolları bakımından, Şari’in tekfirden daha şiddetli bir şekilde üzerinde durduğu bir şey olduğunu bu insanlara hatırlattım. Zina suçunun ispatı
için zina fiilini gören dört şahit şartını koşarken, tekfir için ise sözü işiten
adaletli iki şahit veya küfre götüren delaleti açık fiili gören bir şahit ile yetinmiştir. 41
Nitekim, birine zina iftirasında bulunmanın cezasını, küfür suçlamasında bulunma cezasından daha ağırdır. Te’vil yolu ile yapılması haricinde,
söverek başkasını tekfir eden kişinin cezası sadece ta’zirdir. Beyhaki, Ali bin
Ebi Talib’den Radıyallahu Anhu şöyle rivayet etmiştir: “Bana, başkasına, ‘ey
kafir, ey fasık, ey eşek’, diyen kişinin cezasını sordunuz. Yetkilinin vereceği
tazirden başka cezası yoktur. Bir daha böyle şeyler söylemeyin.”
39
Es-Sarimu’l-Meslul, 45-46
4 Nisa/148
41
Bunun alimlerin çoğunluğunun görüşü olduğunu belirtmiştik. Bakınız: El-Muğni, “Kitabu’lMürted”
40
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯19
⎯
İbnu’l-Kayyim Rahimehullah şöyle der: “Haksız olarak başkasına kafir
diyen kişinin cezasının, zina iftirasında bulunan kişinin cezasından az olması,
son derece isabetlidir. Çünkü başkasına zina iftirasında bulunan kişinin,
yalan söylediğini bir başkasının bilmesinin yolu yoktur. İftiranın cezası, iftira
suçunu işleyen kişinin yalanlanması ve iftiraya uğrayan kişinin de temize
çıkarılması olarak belirlenmiştir. Bununla birlikte, tazir cezası olarak ise,
Müslümana zina iftirası yapan kişiye sopa cezası uygulanmış ve bu ahlaksızlığın ne kadar kötü olduğu belirtilmiştir.
Başkasını kafir olmakla suçlayan kişiyi yalanlamak için ise, suçlanan
Müslümanın durumunu, Müslümanların bilmesi ve görmesi yeterlidir. Zina
iftirasından dolayı uğrayacağı zarar, küfür suçlamasından dolayı uğrayacağı
zarardan çok daha büyüktür. Özellikle iftiraya uğrayan kadın ise, ailesi ve
yakınları arasında ona gelecek zarar ve utanç, insanlar arasındaki kötü zanlar, kimilerin doğrulaması ve kimilerin yalanlamasının yolaçacağı yıkım,
tekfirden dolayı olacaklardan çok daha büyüktür.” 42
Gece-gündüz hakkında bize akıl verdiğiniz tekfirin durumu budur.
Halbuki tekfirleri konusunda bize muhalefet ettiğiniz kişilerin küfrü, günün
ortasındaki güneşten daha açıktır. O kadar açık ve malumdur ki, iki şahide
ihtiyaç bile bırakmaz. Çünkü bunu kendileri itiraf etmekte, gece-gündüz kafir
olduklarına şahitlik etmektedirler. Hatta küfür kanunlarına ve yetkililerine
bağlılık ve itaatlarıyla, saygı göstereceklerine dair yemin etmekle, koruma ve
kollamaya gece-gündüz çalışmakla, şirk kanunlarının yasalaşmasına katılmakla, onlardan teberri eden muvahhid Müslümanlara savaş açmakla ve her
yerde onlara karşı müşriklere destek vermekle iftihar etmektedirler.
Bununla birlikte bu gibilerinin, kafir oldukları kesin olarak söylenemeyen kadınlarına iftira etmenin durumu açıkladığımız gibidir. Buna rağmen
hasımlarımızdan çoğu gece-gündüz ve sürekli olarak bu suçu işlemekten
kaçınmazlar. Halbuki bunun ispatı, kınına girerken kılıcın görüldüğü gibi
gözleriyle bu fiili gören dört şahidin şahitlik etmesini gerektirmektedir. Onlardan biri şahitlikten cayar veya geveleyip inkar ederse, diğer üç kişiye iftira
cezası olarak seksen sopa vurulur, adalet nitelikleri ellerinden alınır ve
fasıklardan sayılırlar.
Şunu da belirtmek isterim ki, asli küfre terettüp eden hükümlere bakıp, riddet küfrünü diğer küfür çeşitleriyle karıştıran ve tağutların veya askerlerinin eşlerini cariye olarak elde etmeyi dillerine dolayan hamasetli kimi
kişiler bu konuda da hataya düşmektedirler. Bu da şer’i ahkamı tümden
bilmediklerini ve haram olan işlere cahilce daldıklarını gösterir. Çünkü yuka42
İlamu’l-Muvakkıin, 2/64
20
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
rıda da belirttiğimiz gibi bu kadınların mustaz’af Müslüman kadınlardan olma
ihtimali yüksektir.
Sonra, bu taşkınlara göre, bu kadınlar hakkında küfrün şer’i olarak
sabit olduğunu varsayalım. Bu kadınların bu durumda kafir olmaları, Müslüman olduklarını iddia etmelerinden dolayı riddet küfrüdür. Durum böyle
ise, alimlerin sahih görüşlerine göre mürted kadını esir almak caiz değildir ve
mürted kişi Müslümanlar arasında hiçbir şekilde yaşatılamaz. Çünkü, Müslim dışında beş hadis kitabında rivayet olunan, “Dinini değiştireni öldürünüz” hadisi buna engeldir. Muaz hadisinin rivayetlerinden olan ve İbn-i
Hacer’in hasen olarak belirttiği bir rivayete göre Rasulullah Sallallahu Aleyhi
ve Sellem Muaz bin Cebel’i Radıyallahu Anhu Yemen’e gönderdiği zaman ona
şöyle demiştir: “Bir erkek İslam’dan dönerse, İslam’a davet et. İslam’a dönmez ise, boynunu vur. Bir kadın İslam’dan dönerse, onu da İslam’a davet
et. İslam’a dönmez ise, boynunu vur.” 43
Kaldı ki bu tembel kişilerin özledikleri cariye konusu, ancak tamamen
ele geçirme ve hamile olmadığı anlaşıldıktan sonra caiz olur. Şari’, cariye ile
yatmanın ancak sahih temellük ile caiz olduğunu belirtmiştir. 44 Cariye tam
mülk olarak alınmadıkça, onunla yatmak hiçbir şekilde helal değildir. Bugün
ise, yaşadığımız şartlarda kafirlere meydan okuyan ve gerektiğinde onlara
karşı savaşan, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanındaki gibi bir
devlete sahip olunmadığı sürece esir almak mümkün değildir. Üstelik dünya
devletlerinin zayıf ülke halklarını sömürme ve ğayri resmi köleleştirmelerine
rağmen, köleliğin yasaklanmasını öngören anlaşmaları bulunmaktadır.
Sonuç olarak; böyle bir dönemde kölelik konusuna girmiyoruz ve
bugüne kadar da girmedik. Bu konuda kimilerin davetimize yüklemeye
çalıştığı şeyler, yalan ve iftiradan başka bir şey değildir. Bu yalan ve iftiralar,
açık ve kesin delillere sahip olan bu davete karşı mağlup olduklarını ve
açıkça karşı koyamadıklarını gösterir. Onun imajını bozmak ve insanları
ondan uzaklaştırmak için bu yalan ve iftira yoluna başvurmuşlardır. Deliller
ile yapamadıklarını iftira ve yalan ile yapmaya çalışmaktadırlar.
43
Bakınız: El-Muğni, 8/96 Ali bin Ebi Talip’ten Radıyallahu Anhu rivayet edilen ve mürted
kadının esir alındığını belirten rivayeti İmam Ahmed Rahimehullah zayıf saymıştır. Ebu
Bekir’in Radıyallahu Anhu esir aldığı kişiler Müslüman olmamışlardı ki mürted oldukları
söylenebilsin. Başkaları, Ali’nin Radıyallahu Anhu, onların kadınlardan kimseyi esir almadığı
ve sadece Beni Hanife cariyelerinden siyah bir cariyeyi yanına aldığını aktarır. Mürtedin mal
ve eşyasını ganimet almanın caiz olduğunu ve bu cariyenin Beni Hanife’nin mal ve eşyasından sayıldığını söylediler. Alimlerin bundan farklı cevapları da bulunmaktadır.
44
Fetava’s-Subki, 2/282
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯21
⎯
Bize göre, tekfir ettiğimiz tağutların ve destekçilerinin kadınlarını esir
saymak iki durum sebebi ile helal olmaz. Birinci duruma göre bunlar, kocaları gibi mürted olabilirler. Mürted kadını esir olarak yaşatmak ise caiz değildir.
İkinci duruma göre ise, bunlar, cahil Müslüman kadınlar olabilir. Bizim
onlara nasihat etmemiz, anlatmamız gerekir. Yahut mustaz’af Müslüman
kadınlar olabilirler. Bu durumda ise, kurtulmaları için olara yardımcı olmak
ve velayetlerini üstlenmek mecburiyetindeyiz.
Tağutların karısı, kızı, kızkardeşleri hakkındaki düşüncemiz bu ise,
çok yakın zamana kadar daru’l-İslam olan ve halklarının büyük çoğunluğu
İslam’a mensup olan bu memleketlerin bütün kadınları hakkında bu şekilde
düşünmemiz evleviyatla gerekir. Artık bu yalancı ve iftiracıların bize karşı
yaptıklarından vazgeçme ve tevbe etme zamanı gelmedi mi?! Rasulullah’ın
Sallallahu Aleyhi ve Sellem şu buyruğunu hatırlamaları artık gerekmez mi:
“Kim bir Müslüman hakkında onda olmayan şeyi söylerse, yaptığından
tevbe edinceye kadar Allah onu cehennemin en kokuşmuş yerine koyar.”
Artık bu konularda bocalayanların vazgeçme zamanı gelmiştir. Çünkü onların bocalama ve saçmalıkları, İslam daveti düşmanlarının elinde, onu karalamak için arayıp da bulamadıkları malzeme olmaktadır.
22
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
-21TEKFİRİN SONUÇLARI BAKIMINDAN, MÜMTENİ’
KONUMUNDAKİ KAFİR İLE KENDİSİNE GÜÇ YETİRİLEN
KAFİR ARASINDA AYIRIM YAPMAMAK
Tekfir konusunda yapılan yaygın hatalardan biri de, istitabe uygulanmaksızın kan ve malın mübah sayılması konusunda, mümteni’ konumunda olan kafir ile mümteni’ konumunda olmayan, kendisine güç yetirilen
kafir arasında ayırım yapmamaktır. Ne yazık ki aşırıya kaçmış olan kimi
insanlar araştırıp-soruşturmadan, tekfirin şartları ve engellerini yeterince
gözönünde bulundurmadan, ihtimalli olan delillerden hareket ederek
mustaz’af konumundaki Müslümanları mutlak olarak tekfir etmekte,
mümteni’ konumundaki mürted muamelesi yaparak, kan ve malının helal
olduğunu söylemektedir. Mümteni’ konumunda olmak, şer’i anlamda ikiye
ayrılır. Birincisi, Şeriatın bir kısmı veya tamamıyla amel etmekten kaçınmak
anlamındadır (mümteni’ ani’ş-Şerîa). İkincisi ise, güç yetirilememek anlamındadır. Yani Müslümanların yöneticisinin, kişiyi tutuklayıp sorgulamaya
güç yetirememesidir.
Bu birinci ve ikinci anlamlar arasında herhangi bir ilişki yoktur. Şeriatla amel etmekten kaçınan kimse daru’l-İslamda güç yetirilen bir kimse
olabilir. Mesela; daru’l-İslamda güç yetirilen bir kimse olup namaz kılmaktan,
zekat vermekten kaçınan kimse gibi (Bu gibi kimselere mümteni’ ani’ş-Şerîa
denir). Bu iki anlam arasındaki farkı ayırt etmede dikkatli olmak gerekir.
İstitabe uygulamak ise, mürted olduğuna karar verilen kişinin tevbe etmesini
istemek demektir. Ayrıca bu, kişinin, mürted olduğuna karar vermeden önce
şartların ve engellerin araştırılmasını da kapsamaktadır. Burada istitabeden
kastedilen ise budur. Fıkıh kitaplarında çokça kullanılan “Kim şöyle der veya
şunu işlerse, istitabeye tabi tutulur” sözü, sözkonusu olan kişinin her zaman
kafir olduğu ve tevbe etmesinin istendiği anlamına gelmez. Kendisinden
küfre götüren söz veya fiil meydana gelmiş olabileceği, durumunun araştırılması, yani tekfirin şartlarının ve engellerinin tespit edilmesi gerektiği anlamına da gelebilir.
Bunlar uygulandıktan sonra, tekfirin şartlarından bazılarının yerine
gelmemiş olması veya tekfirin engellerinden bazılarının bulunuyor olması
nedeni ile kişinin küfürden beraatine ya da şartlar yerine gelmiş ve engeller
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯23
⎯
de bulunmamaktaysa kişinin küfrüne karar verilir ve tevbe etmesi istenir. Bu
ise, kişiye riddet cezası uygulanmadan önce, tekfir edilen bu kişinin yaptığından vazgeçtiğini belirtmesi şeklinde olur.
Bu nedenle, alimlerin ne amaçla kullandıklarını tespit etmeden bu
ifadeyi mutlak olarak kullanmak ve sonuçlarıyla amel etmek doğru değildir.
Bilinmelidir ki, mümteni’ konumunda olanlar ile bu konumda olmayanlar
aynı kategoride değillerdir.
Kendisine güç yetirilebilen kişi, Allahu Teala’nın hükmüne göre muamele görmeyi red etmeyendir. Müslümanların otoritesini reddedip kafirlerin
otoritesine, gücüne ve devletine sığınmayan kişidir.
Mümteni’ konumda olan kişi ise, daru’l-küfre sığınarak, Müslümanların yönetiminden imtina eden, kafir devletin gücüne, askerine, otoritesine ve
yasalarına sığınandır. İslam’ın hükümlerine göre işlem görmeyi reddeder ve
Müslümanlar kendisine Allahu Teala’nın hükmünü uygulama imkanı bulamaz. Ya da Müslümanlar arasında olması ile birlikte, kendisini Müslümanların otoritesinden koruyan bir kesime veya güce sığınıyor olabilir. Böylelerinin
hükmü, harp ehlinin hükmüdür. Kendisine istitabe uygulanmadan onunla
savaşmak, öldürmek ve malını almak, buna güç yetirebilen herkes için caizdir.
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne
Sallallahu Aleyhi ve Sellem isyan edenlere şeriatın verdiği cezalar iki türlüdür:
Birincisi, kendisine güç yetirilen kişilere verilen cezadır. Diğeri ise, ancak
savaş ile kendisine güç yetirilen mümteni’ zümreye verilen cezadır.” 45
Günümüzde İslam ahkamı ve Müslümanların otoritesine karşı imtina
edenler kapsamına Allahu Teala’nın şeriatını yürürlükten kaldıran tağutlar,
küfür kanunlarını yapanlar ve uygulayanlar, Müslümanlara karşı onlara
yardım edenler, onların kanunlarını destekleyip savunanlar, şeriatın hükümlerine göre işlem görmeyi red edenler girmektedir ve bunlar her iki imtina
şeklini de taşımaktadırlar. Bunlar hem şeriatın hükmünü kabul etmemekte ve
hem de Müslümanların otoritesini tanımamaktadırlar. Çünkü bunlar İslam’a
ve Müslümanlara karşı amansız düşmanlar konumundadırlar.
İbn-i Teymiye Rahimehullah, Moğollar ile ilgili meşhur fetvasında şöyle der: “Mütevatir ve meşhur İslam ahkamına karşı çıkanlar ile, şehadet
kelimesini söyleseler bile, Müslümanların ittifakıyla savaşmak vaciptir.
Şehadet kelimesini söylediği halde beş vakit namazı kılmayı red ederlerse,
namaz kılıncaya kadar onlarla savaşmak vaciptir. Zekat vermeyi red ederlerse, zekat verinceye kadar onlarla savaşmak vaciptir... Kan, mal, ırz, eşya ve
45
Mecmuu’l-Fetava, 28/193
24
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
başka şeyler ile ilgili olarak Allahu Teala’nın ve Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi
ve Sellem hükmü ile hüküm vermeyi red ederlerse onlarla savaşmak vaciptir.
Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’l-münkeri veya Müslüman oluncaya kadar ya
da teslim olup kendi elleriyle cizye vermeyi kabul edinceye kadar kafirler ile
savaşma da bu hükümler arasındadır. Çünkü Allahu Teala şöyle buyurur:
“(Yeryüzünde) fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar
onlarla savaşın.” 46 Dinin bir kısmı Allahu Teala’nın ve bir kısmı da başkalarının ise, dinin tümü Allahu Teala’nın oluncaya kadar kafirler ile savaşmak,
bu dinin yerine getirilmesi vacip olan hükümlerindendir.” 47
İbn-i Teymiye Rahimehullah, bu tür kişilere karşı yapılacak olan savaşın, isyancı Müslümanlara karşı yapılacak savaş türünden olmadığını, bu
savaşın Ebu Bekir’in Radıyallahu Anhu savaştığı mürtedler ile savaş türünden
olduğunu belirterek şöyle der: “Salih selef, namaz kılıp, oruç tutmalarına ve
Müslüman cemaate karşı savaşmamalarına rağmen, zekat vermeyi kabul
etmeyenleri mürted olarak isimlendirmiş ise, Allahu Teala’nın ve Rasulü’nün
Sallallahu Aleyhi ve Sellem düşmanlarıyla birlik olup Müslümanlarla savaşan
kişiler nasıl mürted olmasın!.” 48
Kendisine güç yetirilen kişiye ise, tekfiri konusunda hüküm verilmeden önce istitabe uygulamak vaciptir. Yani tekfir hükmü verilmeden önce,
tekfirin şartlarının yerine gelip engellerinin ortadan kalktığına bakılması
gerekir. Bu araştırma neticesinde, kişinin irtidat suçunu işlediği tesbit edilirse,
kendisinden tevbe etmesi ve İslam’a dönmesi istenir. Kendisine bu davet
yapılmadan önce riddet cezası ona uygulanmaz ve 49 İslam’a dönmesi muhtemel olduğundan dolayı mürted olarak öldürülünceye kadar malındaki
mülkiyet hakkı yok olmaz. 50
Kişi, mürtedlerin gücüne ve halka musallat olan kanunlarına sığınmıyorsa, onlardan yardım almıyorsa veya muvahhidlere karşı onlara destek
vermiyorsa ve İslam ahkamının kendilerine uygulanmasına karşı çıkmıyorsa,
günümüz mustaz’af Müslüman halkın kapsamına girmektedir. Bunlar için
durum böyle ise, Allahu Teala’nın “Allah’a kullak edin ve tağutlardan kaçı-
46
8 Enfal/39
Mecmuu’l-Fetava, 28/278-279, Daru İbn hazm baskısı
48
Mecmuu’l-Fetava, 28/289
49
İbn-i Teymiye, Es-Sarimu’l-Meslul’da, mücerred riddet ile birden fazla işlenen suç ile oluşan
riddet arasında ayırım yapmıştır. Bunlardan ikincisinin tevbe ettirilmesine yer olmadığını
söylemiştir.
50
Bakınız: El-Muğni, Kitabu’l-Murted
47
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯25
⎯
nın” 51 emrini yerine getiren, tağutlardan ve şirklerinden uzak duran insanlar
neden bu kapsama girmesin!..
Bu durumda olan insanları, yönetimi eline geçirip Müslümanların başına musallat olan ve Müslümanlara güçle karşı koyan mümteni’ mürted
savaşçılar ile eşit tutmak helal değildir. Bu insanlardan, cehalet, hata veya
te’vil sonucu küfre götüren bir söz veya amel meydana gelirse, kendilerine
istitabe uygulamadan, yani tekfirin şartlarının meydana gelip-gelmediği ve
engellerin de ortadan kalkıp-kalkmadığı tespit edilmeden önce tekfir etmek
caiz olmaz.
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Kendisine hüccet ulaştıktan
sonra dört farzdan herhangi birisinin vücubiyetini inkar eden kimse kafir
olur. Aynı şekilde; kötülükler, zulüm, yalan, içki ve buna benzer şeyler gibi
mütevatir olarak haramlığı bilinenleri inkar eden kimse de kafir olur. Ancak
kendisine hüccet ikame edilmemiş olan, örneğin; İslam’a yeni girmiş ya da
İslam şeriatının ulaşmadığı kırsal bölgelerde oturan kimseler gibi; yahut da
(aynen hata ettiklerinde Ömer ibnu’l-Hattab’ın Radıyallahu Anhu kendilerine
istitabe uyguladığı kimseler gibi) hata ederek iman edip salih ameller işleyenlerin içkinin haram oluşundan istisnâ tutulacaklarını zanneden kimse ve
bunun gibilerine istitabe uygulanır ve hüccet ikame edilir. Eğer ısrar ederlerse o zaman kafir olurlar. İstitabe yapılıp hüccet ikame edilmeden önce onların kafir olduklarına hükmedilmez. Aynen sahabenin Kudame ibn-i Maz’un
ve yanındakilerin te’vilinde hataya düştükleri şeyden dolayı kafir olduklarına
hükmetmedikleri gibi.” 52
Dolayısıyla aşırıya kaçan bazılarının yaptıkları gibi, en ufak bir hatada kişinin küfrüne hükmedecekleri bir meselede, avamın içerisinden İslam’ını
izhar eden bir kimseyi imtihan etmek de helal değildir. Bu meselenin ihtimalli olup olmaması veya alimlerin bile meal ile tekfir meselesi gibi içinden
çıkamadığı bir konu olması ya da delil olmadan tekfir hükmünün verilemeyeceği bir mesele olması bu cahil aşırılar için çok önemli değildir. Ayrıca
onları, ele geçirdikleri av gözü ile baktıkları bu kişinin, elinden bir şey gelmeyen ve yol bulamayan mustaz’aflardan olması ya da gönlü İslam’dan ve
Müslümanlardan yana olması ve bir meselede bilmeden yanılmış olması da
ilgilendirmez. Bu zavallıların derdi, bu yanlışları tedavi etmek değil, fırsat
bilmektir. Çünkü bu tür sebepler ile tekfir edecekler, insanların can, mal ve
ırzlarını helal sayacaklardır. Tekfirin şartlarına veya engellerine bakmazlar.
Hatta bu aşırılardan öyleleri vardır ki, tekfirin şartları ve engelleri konularına
51
52
16 Nahl/36
Mecmuu’l-Fetava, 7/609-610
26
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
dair, hiçbir şey bilmemektedir. Üstelik bu tür davranışlarını da Allahu Teala
yolunda hazırlık ve cihad olarak kabul ederler.
Gerçekten bunlar kahraman ve mücahid olsalardı, Allahu Teala’nın
dinine karşı koyan ve savaş açanlara karşı tavır alır ve bunlara karşı koyarlardı. Bu kafir mürtedlere, kanun ve güçlerine, işbirlikçilerine sığınanlarla
savaşırlardı. O zaman Allahu Teala, onlara lütfundan istedikleri kadar verirdi.
Gerçekten böyle bir mücadelenin içinde olsalardı, Allahu Teala onlara bol
bol ganimetler verirdi. Madem ki buna güçleri yok, o zaman genel itibarları
ile mümteni’ konumunda olmayan bu mustaz’af insanlara daveti götürmek
ile meşgul olmaları, hidayet bulmalarına yardımcı olmaları ve böylece Allahu
Teala’nın kendilerine, düşmanlarına karşı güç vermesi için çalışmaları gerekirdi. Şüphe yok ki Allahu Teala, Muhammed’i Sallallahu Aleyhi ve Sellem
dilenci değil, hidayet rehberi olarak göndermiştir.
Pakistan’da bu cahil ve serserilerden; yetimlerin, fakirlerin, göçmenlerin, hatta mücahidlerin mallarını çalanları gördüm. Daru’l-küfürde bulundukları için yahut kendilerinin tekfir ettiklerini, tekfir etmeyen bütün herkes
için aslolanın küfür olduğunu iddia ederek bunu yapmaktadırlar. Hatta bu
konuda kendilerine karşı çıkan bazı muvahhidleri de öldürmekten çekinmemekte, anlamsız hüccetler ile ve geçersiz deliller ile o insanların kanlarını
dökmeyi mübah saymaktadırlar.
Kadı Iyad’ın, el-Kabisi’den naklettiğini daha önce aktarmıştık. Ki orada şöyle diyordu: “Açık delil olmadıkça insanların kanını dökmek helal
değildir.” 53 Alimlerin bu şekilde ihtiyat gösterilmesi gerektiğini bildirdikleri
makam, devletin güç ve iktidarının bulunduğu yargı merciidir. Bu aşırıların
ihtiyatlı davranmaları konusunda yapılacak uyarı ne boyuttadır!?
Bir defasında bu aşırılardan pişman olan biri hapishanede bana şunları anlattı: “Geceleyin sahibini tanımadan yoldan ticari bir taksi çevirirdik.
Silahlarımızı gizlerdik. Bizi bir meyhaneye götürüp içki almasını söyleyerek
sürücüyü imtihan ederdik. Dediklerimizi kabul eder veya hoşumuza gidecek
bir şey söylerse, ona nasihat etmeden (ki zaten nasihat etmek için değil,
ganimet almak için bu işi yapardık) silahlarımızı çeker ve o gün ailesi için
kazandığı paralarını elinden alırdık. Hemen bu stratejik soru ile başlar, aynı
anda kararı verir, mürted olduğuna hükmeder ve malını ganimet olarak
alırdık.”
Halbuki bunların, o sürücüden istedikleri, yani kendilerini meyhaneye götürme işi, helal saymadığı sürece, kişiyi dinden çıkaran günah türünden
değildir ve kötülük ile haksızlık üzerinde yardımlaşmadır. Üstelik taleplerine
53
Eş-Şifa, 2/262
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯27
⎯
verilen yanıt ne kesin olarak, ne de ihtimalli olarak kişiyi küfre götüren bir
söz veya amel de değildir. Kaldı ki bu sürücünün malını almanın helal olmasından önce, kendisini küfre götüren bir söz veya amel sadır olsa bile,
mümteni’ konumda olmaması nedeni ile, uygulanması gereken başka aşamalar vardır. İbnu’l-Munzir, sırf irtidat ettiği için mürtedin malı üzerindeki
mülkiyet hakkının yok olmadığı konusunda icma olduğunu belirtmektedir. 54
Mülkiyet hakkının kalkması için mürtedin öldürülmesi veya ölmesi gerekir.
Çünkü ölünceye veya öldürülünceye kadar, tevbe etme ve İslam’a dönme
ihtimali bulunmaktadır.
Bütün bunlar, alimlerin riddet terimini tanımlarken kasdettikleri dinini
değiştiren ve kafir olan bir insan için sözkonusudur. Hatalı te’vili sebebi ile
küfür olan bir işi işleyen ancak bununla birlikte de İslam’ın şiarlarını benimseyen, ondan asla kopmayan, İslam’a veya Müslümanlara karşı savaşmayan
veya düşmanlarını ona karşı desteklemeyen, İslam’ın düşmanlarının küfrü ile
karşılaştıklarında ona katılmayan veya karşı çıkan, onlardan ve onların
küfürlerinden beri olduklarını belirten veya te’villerini ve mazeretelerini
gündeme getiren, kendilerini tekfir edenlerin ise ancak içtihad ile tekfir ettikleri ve bu içtihadlarında isabet veya hata edebildikleri bu insanlar nasıl tekfir
edilebilir? Böyle şeyler ile insanların kanı ve malı heder edilebilir mi?
Bu gafiller, güya, bu sürücüye, isteklerine karşı çıkmasını bekleyerek
sormuşlar. Halbuki adamı baştan aldatmaktadırlar. Çünkü sakallarını traş
etmişler, şekillerini değiştirmişler ve dindarların simasından üzerlerinde bir iz
bırakmamışlar, sonra da istedikleri cevabı vermesi için adamı tuzağa düşürmüşler ve bütün bunlara rağmen o kişinin içki alma isteklerine karşı çıkmasını beklemişlerdir. Oysa ki, günümüzde bu tepkiyi dinlerine kuvvet ile sarılan
bazı garibanlardan başka kim gösteriyor ki! Tağutların hayatı ve geçimi
zorlaştırmaları sebebiyle sabahtan akşama kadar ekmek lokmasının peşinde
koşarak günlerini tüketen, insanlara iltifat etme ve yüzüne gülme tavrı sergileyen, hatta malı haram yollardan kazanmayı bile çoğu önemsemeyen avam
insanlardan böyle bir isteğe kaç kişi karşı çıkabiliyor ki!? Zaten böyle bir şey,
kan ve malın heder olması bir yana, tek başına tekfir için yeterli sebep değildir.
Halbuki o kişi, onlar üzerinde mütedeyyin bir Müslüman siması görseydi, belki de Tebliğ Cemaati’nin yaptığı gibi, onlarla beraber hayırlı işlerde
yardımcı olmaya ve tebliğe çıkmaya söz verirdi. Ondan dini bir şey sorsalardı, sıkça gördüğümüz gibi, kendilerine dini bir eda ile iltifat eder ve memleketin şeyhu’l-İslam’ı gibi cevap vermeye çalışırdı.
54
Bakınız: Eş-Şifa, aynı yer
28
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
İnsanlara yaklaşım bu şekilde olmaz ve bir hükmün tespiti böyle yapılmaz. Özellikle cehaletin yayıldığı, alimlerin ve ilmin azaldığı bir ortamda
kanların ve malların mübah sayılacağı şer’i hükümler bu şekilde verilmez.
Bu gençlerin hamaset ve dini gayretleri, tağutlara karşı savaş yolunda
kullanılacağı gerekçesi ile, doğrudan veya tuzaklar kurarak insanların mallarını almayı meşru kılmaz. Allahu Teala temizdir ve helal olmayan şeyleri
kabul etmez. Gaye kadar bu gayeye ulaşmada kullanılacak vesilenin de
meşru ve temiz olması gerekir.
Daha sonra bu kişiler bazı soygun ve hırsızlık olayları sebebiyle tutuklandılar. Dindarlıklarını gösterdiler, sakallarını kesmediler. Böylece Allahu
Teala’nın ve dinin düşmanları için kullanılacak bulunmaz bir fırsat niteliğine
dönüştüler. Bunların yaptıkları bahane edilerek basın-yayın organlarında
sayfalar dolusu yayınlar yapıldı, cihad ve davet ile alay edildi. Bunların
hırsızlar koğuşuna atıldıklarını ve askerlerin bunlarla alay ettiklerini, dindar
görünmelerinden yakındıklarını, hatta işledikleri suçlar hakkında kendilerine
nasihat ettiklerini gördüm. Bana helal ve haramı bir kafirin öğretmesinden
daha tuhaf ne olabilir ki! Bir süre sonra onlardan bazılarını, söylemlerinden
vazgeçmiş veya gerisin geri dönmüş olarak gördüm. Hapisin uzaması ve
kurtuluşun gecikmesinden dolayı Allahu Teala’nın kaderine kızıyor ve çirkin
sözler söylüyorlardı. Allahu Teala’dan Müslüman gençlere afiyet, selamet ve
hidayet vermesini niyaz ediyoruz.
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯29
⎯
FAİDE
Burada söylenenlere ek olarak sahibine istitabe uygulanan mücerred
riddet suçu ile sahibine istitabenin uygulanmadığı riddet suçu arasında
ayırım yapmak gerektiğini belirtmek istiyoruz. İbn-i Teymiye Rahimehullah bu
konuda şunları söyler: “Riddet iki türlüdür. Birincisi mücerred riddettir.
İkincisi ise ölüm cezasının istitabe yapılmadan uygulanacağı riddettir. Her iki
tür riddetin cezasının da öldürülme olduğuna ilişkin deliller vardır. Bununla
birlikte tevbe ile bu cezanın düşmesi her iki türü de kapsamamaktadır. Tevbe
ile cezanın düşmesi hali sadece birinci tür riddet suçu için geçerlidir.
Mürtedin tevbesi ile alakalı delilleri inceleyen bunu açıkça görür. İkinci tür
riddet suçunu işleyen ise tevbeye davet edilmeden ya da tevbesi kabul
edilmeden öldürülür. Riddet suçunun bu ikinci türünü işleyenler hakkında,
tevbelerinin kabul edileceğini belirten ne bir nass ve ne de bir icma bulunmamaktadır. Bu konuda kıyas yapmanın da imkanı yoktur. Bu nedenle
ikinci tür riddet suçu için birinci tür riddet suçunun hükmünü uygulamak
mümkün değildir.
Bu konuyu inceleyenler göreceklerdir ki söz veya fiil ile riddet suçunu
işleyenlerin tümü, tevbe ile öldürülmekten kurtulmamaktadır. Aksine Kitap,
sünnet ve icma, mürtedler arasında ayırım yapmıştır. Bununla birlikte bazıları bu konuda kendi içtihadları sebebi ile, aralarında farklılık bulunmasına
rağmen, riddetin bu iki türünü aynı olarak değerlendirmiştir. Halbuki hükümde etkili olan bir farkla kıyas edilenler birbirinden farklı ise, kıyas geçersiz
olur. Bu farkın hükme etki ettiğine Şari’in delili ve muteber maslahatı içeren
münasebet delalet etmektedir. Bunu üç yönden açıklayabiliriz:
Birincisi: Mürtedin tevbesinin kabul edileceğine dair deliller bulunmaktadır. Bu delillerden bazıları Allahu Teala’nın şu ayetleridir: “İman
ettikten, Rasul’ün hak olduğuna şehadet ettikten ve kendilerine apaçık deliller geldikten sonra küfre sapan bir kavme Allah nasıl hidayet nasip eder?
Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez... Ancak bundan sonra tevbe
edip yola gelenler başka. Çünkü Allah, çok bağışlayıcı ve merhametlidir” 55 ,
“..Kim, iman ettikten sonra Allah’ı inkar ederse, (ona Allah’ın gazabı vardır)” 56 Ancak bu deliller küfrüne ek olarak zarar ve eziyet vermeyi katanların
değil, sadece imandan sonra mücerred bir riddet suçunu işleyenlerin
tevbesinin kabul edileceğini belirtmektedir. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve
Sellem sünneti de sadece mücerred olarak riddet suçunu işleyen kişinin
tevbesinin kabul edilebileceğini belirtmektedir. Raşid halifelerin uygulamaları
55
56
3 Al-i İmran/86-89
16 Nahl/106
30
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
da mürted olduktan sonra Müslümanlarla savaşan kişilerin tevbe hakkının
bulunmadığını göstermektedir. Sadece riddet suçu ile kalanlar olsun, riddet
suçunun yanında başka küfür olan suçlar işleyip Müslümanlarla savaşan
veya kafirlere sığınıp onlardan destek alanlar olsun, bütün mürtedlerin
tevbelerinin kabul edilebileceğini söyleyenler, yanılmaktadır. Çünkü deliller
vefatından sonra Rasul’e Sallallahu Aleyhi ve Sellem söven kişinin tevbesinin
kabul edilmeden öldürüleceğini göstermektedir. 57
İkincisi: Allahu Teala şöyle buyurur: “İman ettikten, Rasul’ün hak
olduğuna şehadet ettikten ve kendilerine apaçık deliller geldikten sonra küfre
sapan bir kavme Allah nasıl hidayet nasip eder? Allah zalimler topluluğunu
doğru yola iletmez. İşte onların cezası: Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın laneti onların üzerinedir. Bu lanete ebedi gömülüp gidecekler. Zira onların azapları hafifletilmez, yüzlerine de bakılmaz. Ancak bundan sonra tevbe
edip yola gelenler başka. Çünkü Allah, çok bağışlayıcı ve merhametlidir.
İman ettikten sonra kafirliğe sapıp sonra küfürde daha da ileri gidenlerin
tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapıkların ta kendisidirler.” 58
Allahu Teala, iman ettikten sonra kafir olup, küfürde daha da ileri gidenlerin tevbelerinin kabul edilmeyeceğini bildirmektedir. Mücerred bir
riddet suçu işleyen ile küfürde ileri gideni birbirinden ayırmış ve birincisinden
tevbenin kabul edileceğini bildirmiştir. İmandan sonra her türlü riddet suçundan dolayı tevbenin kabul edileceğini kim iddia ederse, Kur’an nassına
muhalif görüş bildirmiş olur. Kimileri, bu küfrün ölüm anına kadar süren
küfür olduğunu ve son anda yapılan tevbenin kabul edilmediğini söylemiş
ise de, bu hatalıdır. Çünkü ayet bundan daha umumidir. 59
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem bu iki tür riddeti birbirinden
ayırmıştır. Bu suçu işleyenlerden bir grubun tevbesini kabul etmiş, diğer bir
grubun tevbesini ise kabul etmemiştir. Bunlardan birisi Subabe’dir. Subabe
bir Müslümanı öldürmüş, o Müslümanın malını almış ve ele geçmeden önce
57
Tevbesinin kabul edilmemesi, tevbe etse bile öldürülmekten kurtulmayacağı anlamındadır.
Bu nedenle küfürde öne gitmiş olanın tevbe etmesi şartı yoktur. Ancak kendisi İslam’a dönmek isterse kimse buna engel olamaz. Allahu Teala’nın tevbesini kabul etmesi de böyledir.
Tevbe ederse, hiçbir kimse engelleyemez. İbn-i Teymiye Rahimehullah bunu Es-Sarimu’lMeslul isimli kitabında değişik yerlerde belirtmişir. Bu nedenle öldürülmeden önce tevbe eden
böyle bir kimse mürted olarak değil, Peygambere sövmek veya suçsuz bir insanı öldürmekten
dolayı ceza olarak öldürülür.
58
3 Al-i İmran/86-90
59
Mürted olarak ölen veya can boğazdan çıkarken tevbe eden kişinin tevbesinin kabul
edilmemesi konusunda tefsircilerin söyledikleri ile İbn-i Teymiye’nin söylediği dünya ahkamını içermektedir.
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯31
⎯
tevbe etmediği için Mekke’nin fethi günü kendisine istitabe uygulanmadan,
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem emri ile öldürülmüştür. Yine buna
benzer suç işlemleri nedeni ile Arniyyin denilen mürtedlerin de öldürülmelerini emretmiştir. Yine peygambere söverek riddet suçunu işlemiş olan ve bir
Müslümanı öldüren İbn-i Hatal ve Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem
iftira ve hakaret eden İbn-i Ebi Serh’in öldürülmeleri de bunun örneklerindendir.
Kitap ve Sünnet mürtedler hakkında bu şekilde iki ayrı hüküm vermiş
ise ve sırf riddet suçunu işlemek ile kalmayıp, bir Müslümanı öldüren veya
malını alan ya da Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem söven kişiler tevbe
etse bile öldürülmekten kurtulamamışsa, mutlak olarak mürtedin tevbesinin
kabul edileceğini söylemek doğru olmaz. Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve
Sellem söven mürted, tevbesi kabul edilmeyen mürted türündendir. Sadece
riddet suçunu işleyen ve bu suçunun üzerine başka bir suç daha işlemeyen
kişi dinini değiştirdiği için öldürülür. Bu tür kişiler tekrar İslam’a dönerse,
tıpkı ilk defa Müslüman olanların bağışlandığı gibi bağışlanır. Ancak
Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem söven kişi böyle değildir. Bunun
öldürülmesi sırf riddet suçunu işlemesi sebebiyle değil, Rasulullah’a Sallallahu
Aleyhi ve Sellem sövmesi sebebiyle olur ve bu kişinin öldürülmesi Allahu
Teala’nın dinine karşı savaşan mümtenilerin öldürülmesi gibidir. Sonuç
olarak, Kur’an ve Kur’an’ı açıklayan sünnet, Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne
Sallallahu Aleyhi ve Sellem eli veya dili ile savaş açarak riddet suçunu işleyenin
tevbesinin kabul edilmediğini belirtmektedir.
Üçüncüsü: Mürted kişinin, işlediği riddet suçu Allahu Teala’ya veya
Rasulü’ne Sallallahu Aleyhi ve Sellem sövme sebebi ile gerçekleşmemiş olabilir. Zaten bu suçun işlenmiş olması için, mutlaka Allahu Teala’ya veya
Rasulü’ne Sallallahu Aleyhi ve Sellem sövme sebebi ile meydana gelmesi de
zaruri değildir. Kişinin riddeti, Müslümanları öldürmeyi ve mallarını almayı
da içermiyor olabilir. Çünkü sövmek ve hakaret etmek, düşmanlıkta ileri
gitmekten ibarettir ve daha büyük bir ahmak olduğunu, dini bozma ve
Müslümanlara zarar vermeye gayret ettiğini gösterir.
Riddet suçu, nasıl ki, mürted olmayı kastetmeden de meydana gelebiliyorsa, din değiştirme ve peygamberliği yalanlama amacı olmadan da
meydana gelebilir. Tıpkı İblis’in, Allahu Teala’ya has kılınması gereken
Uluhiyyeti yalanlama amacı taşımadığı gibi. Gerçi bu amacın bulunmaması,
suçu işleyen kişiye yarar sağlamaz. Tıpkı kişinin, kendisini küfre sokacak
herhangi bir işi, kafir olmak amacıyla işlememesinin kendisini riddet suçunu
işlemiş olmaktan kurtarmadığı gibi.
32
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Netice olarak, Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem sövmesi sebebi
ile riddet suçunu işleyen kişi, başka bir sebebe binaen riddet suçunu işleyen
kişiye kıyas edilerek tevbe etmesi ile ölüm cezasından kurtulmaz. Çünkü bu
iki riddet türü arasında hükümde etkili olan fark bulunmaktadır. Mücerred
riddet suçunu işleyerek dinini değiştiren mürted ile hem Müslümanlara ve
hem de Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne Sallallahu Aleyhi ve Sellem hakaret eden
mürted, Müslüman olduktan sonra küfre dönen ve aynı adı taşıyan, ancak
birbirinden ayrı olan iki tür kafir konumundadır. Mücerred olarak riddet
suçunu işleyen ve hakaret suçunu işlememiş olan kişinin tevbesi kabul edilmişken, riddet suçu işleyen ve bununla birlikte hakaret suçunu da işleyen
kişinin tevbesi kabul edilmemiştir. Çünkü zarar vermesi ve vermiş olduğu bu
zararın tevbe ile telafi edilemeyecek olması açısından, bu iki tür arasında fark
bulunmaktadır.” 60
Sonuç olarak; mümteni’ olan mürted ile mümteni’ olmayan mürted
arasında ayırım yapmak gerektiği gibi, tevbesinin geçerli olup-olmaması
bakımından da mücerred riddet suçu işleyen kişi ile küfürde ileri gitmiş olan
kişi arasında ayırım yapmak gerekir. Mücerred olarak riddet suçunu işleyen
kişi tevbe edebilir ve İslam’a dönebilir. Böylece kanı ve malı dokunulmaz
olur. Ancak riddet suçunun yanında cezayı gerektirecek başka bir suç işleyen
mürtedin tevbesi geçerli değildir ve tevbe etse bile kanı ve malı dokunulmaz
değildir. Çünkü böyle bir kişiye verilen ölüm cezası mücerred riddedin dışında başka sebepler ile meydana gelmiştir. Rasulullah’a sövmek, Müslümanı
öldürmek, evli iken zina etmek gibi, tevbe ile telafi edilemeyen kul hakları
bulunduğu için, böyle bir kişinin yapacağı tevbe kendisini ölüm cezasından
kurtarmaz. Bu açıdan iki riddet türü arasında fark bulunmaktadır. Mürted
olarak öldürülme ile had cezası olarak öldürülme arasındaki farkı da böylece
öğrenmiş oluyoruz. Had cezası olarak öldürülen kişi hakkında İslam ahkamı
geçeridir. Öldürüldükten sonra yıkanır, namazı kılınır, Müslüman mezarlığına
gömülür ve malı akrabalarına miras olarak kalır. Halbuki mürted olarak
öldürülen kişi hakkında kafirlerin hükümleri geçerli olur.
60
Es-Sarimu’l-Meslul, 366
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯33
⎯
-22KAFİR DEVLET DAİRELERİNDE ÇALIŞAN HER KİŞİYİ,
AYIRIM YAPMADAN TEKFİR ETMEK
Kafir devletin kurumlarında çalışan her kişiyi, ayırım yapmadan tekfir
etmek de, tekfirde yapılan büyük hatalardan biridir. Günümüz fikir kitaplarından okudukları kimi genellemeler ile ahkam çıkaran hamasetli bazı gençlerde bu tür tekfir yaygınlık kazanmıştır. Örneğin, bazılarının, “cahiliyye
toplumları” ifadesinden hareket ile bu tür toplumlarda yaşayan herkesi tekfir
etmeleri bu türdendir. Cahiliyye sistemlerinin şemsiyesi altındaki herhangi bir
kurumda çalışmak, cahiliyyeyi güçlendiren bir sistemde çalışmak olarak
kabul edilmiş ve bu anlayış bazılarının ilham kaynağı olmuştur.
Bundan hareketle kimileri, çöp toplayan kişilerden, tağut yöneticilere
kadar, kafir devletin kurumlarında çalışan herkesin kafir olduğunu söylemektedirler. Halbuki bu, hatalı bir genellemedir. Böyle bir genellemeden, Allahu
Teala’ya sığınırız ve kesinlikle bunu kabul etmeyiz.
Bugüne kadar devlette hiçbir görev almamış olsak ve tağuttan ve
onunla ilgili her şeyden olabildiğince uzak dursak, ona ve yönetimine
yakınlaşılmasına sebep olabilecek her türlü yolun önüne geçsek, ona götüren
bütün yolları ve bağları kesmek için muvahhid kardeşlerimizin de kafir devlette görev almalarını uygun görmesek de, herkesin böyle yapmaya mecbur
olduğunu veya bunun imanın ve İslam’ın asıllarından olduğunu söylememiz
mümkün değildir. Biz şer’i hüküm açısından, kafir devlette alınan bütün
görevlerin küfür veya haram olduğunu söylemiyoruz. Aksine görevden
göreve fark olup bunlar arasında ayırım yapmanın gerekliliğini savunuyoruz.
Açıkça küfür olan söz ve amellerin işlendiği görevler küfre götüren
görevlerdir. Kişinin, küfür olan kanunların yapılmasına katılması veya kendisine verilen görevinde küfür olan bu kanunlara uyması ve bu kanunlara
saygı göstereceğine dair yemin etmesi, tağutlara karşı dostlukta bulunması,
bu kanunları koruması ve savunması veya Müslümanlara karşı tağutlara
destek olması gibi açıkça küfür olan işler bu türdendir.
Ancak muhteviyatında sadece günah, kötülük ve haksızlıkta yardımlaşma bulunan görevler, haram olan görevlerdir ve bu işlerde görev alanlar
günahkar olurlar. Açıkça küfür sebebi olan bir durumu olmadığı sürece
34
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
sadece böyle bir işte görev alması sebebi ile, o kişinin tekfir edilmesi helal
olmaz.
Muhtevasında küfür veya haram olan bir şeyin bulunmadığı işlerde
görev almak ise sadece mekruhtur. Mekruh olduğunu söylememizin sebebi,
bu işin, Allahu Teala’nın düşmanlarının, Müslümana musallat olmasına,
küfür olan hukuku ile yönetmesine veya o işte görev alan Müslümanın zelil
duruma düşürülmesine yol açması endişemizdir.
Buhari Rahimehullah Sahih’inin “İcare” bölümünde, “Bir Müslüman
Daru’l-harpte Bir Müşriğin Yanında Çalışabilir mi?” başlıklı babda Habbab
ibn-i Eret’ten Radıyallahu Anhu şöyle rivayet etmektedir: (Habbab) Der ki:
“Ben demircilik yapan birisi idim ve As ibn Vail’in yanında çalıştım. Bana
ödemesi gereken ücret birikti. Bunu ödemesi için yanına gittiğimde bana
dedi ki: ‘Hayır, vallahi sen Muhammed’i Sallallahu Aleyhi ve Sellem inkar
edinceye kadar ödemeyeceğim.’ Bunun üzerine ben: ‘Vallahi ben de sen
ölüp tekrar dirilmedikçe asla böyle bir şey yapmayacağım.’dedim. Dedi ki:
‘Ölüp de tekrar dirilecek miyim?’ ben ‘Evet’ dedim. O, ‘Kuşkusuz ben orada
mal ve evlatlara sahip olacağım; borcumu o zaman öderim’ diye karşılık
verdi. Bunun üzerine Allahu Teala, “Bizim ayetlerimizi inkar edeni ve ‘bana
mal ve evlat verilecek’ diyeni gördün mü?” 61 ayetini indirdi.”
Henüz daru’l-harp konumunda olan Mekke’de durum bu idi.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onun durumunu gördü. İbn-i Hacer
Rahimehullah hadisin şerhinde şöyle der: “Buhari’nin, bu babı “Bir Müslüman Daru’l-harpte Bir Müşriğin Yanında Çalışabilir mi?” diye isimlendirmesi
ve Habbâb hadisini burada rivayet etmesinden anlaşılıyor ki, O, müşrik olan
As ibn Vail’in yanında çalışırken Müslümandı. Bu olay Mekke’de olmuştur
ki, Mekke o zaman daru’l-harpti. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem ise bu durumu öğrenmiş ve onaylamıştır. Musannıf bu cevazın zaruret ile kayıtlı olması veya müşrikler ile savaşa ve onlardan uzaklaşmaya izin verilmesi ve
Müslümanın kendisini küçültmemesi emrinden önce olma ihtimalini
gözönünde bulundurarak hükmü kesinleştirmemiştir. Muhalleb der ki: ‘İlim
ehli bunu zaruret dışında kerih görmüşlerdir. Zaruret halinde caiz olması da
iki şarta bağlıdır: Birincisi: Yaptığı işin, bir Müslümanın yapması helal olan
bir şey olması. İkincisi ise: Zararı Müslümanlara dönecek olan bir şeyde
onlara yardım etmiş olmaması. İbnu’l-Münir der ki: ‘Mezhepler, kafire evinde
hizmetçilik yapmanın onun emri altında olmanın aksine, iş yerlerinde, zanaatkarların zimmet ehli için çalışmalarının caiz olduğunda ve bunun bir zillet
olmadığında karar kılmışlardır. En iyisini Allah bilir.”
61
19 Meryem/77
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯35
⎯
Demirci olan Habbab olayında şunu belirtmemiz gerekir ki; Habbab
Radıyallahu Anhu, belirli bir iş için çalışmıştır. Yani günümüzde insanların
yaptığı şekli ile, işe başlamasından emekli oluncaya kadar devlet ile akit
içinde bulundukları gibi, yanında çalıştığı kişi ile akit bağı yoktu. Sözleşme ile
devlete bağlı olarak çalışanlar üzerinde amirlerinin musallat olması, onlara
tahakküm etmesi ve zelil düşürmesi kesindir. Şüphesiz kafirlerin yanında
muvakkat olarak ücretle bir işi yapmayı mekruh gören alimler, böyle bir
durumda çalışmayı daha çok mekruh göreceklerdir. Kaldı ki mekruh demeleri, öncekilerin kullanımında olduğu gibi, haram anlamında da olabilir.
Ancak, böyle bir işte görev almanın hükmü ne olursa olsun, tekfir
etmekten başka bir şeydir. Çünkü defalarca belirttiğimiz gibi tekfir, sadece,
delaleti açık, tespiti mümkün olan ve kişiyi küfre götüren söz veya amel ile
yapılabilir. Şeriatın temeline dayanmayan ve kurallara uymayan bazı mutlak
ifadeler tekfir hükmünün uygulanabilmesi için yeterli değildir.
Bazı aşırıların, kafir devlet dairelerinde çalışan her kişinin kafir olduğunu iddia etmeleri ve buna sebep olarak da bu kişilerin kafirlere itaat etmesi olduğunu söylemeleri ve Allahu Teala’nın, “Şüphesiz ki kendilerine doğru
yol belli olduktan sonra, ona arka dönenleri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir. Bunun sebebi; onların, Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara ‘Bazı hususlarda size itaat edeceğiz’ demeleridir. Oysa Allah onların
gizlediklerini bilir” 62 ayetini buna delil olarak göstermeleri, bu ayetteki küfre
götüren itaattan maksadın ne olduğunu anlamamalarından kaynaklanmaktadır.
Buradaki itaat, mutlak itaat manasında değildir ve küfür, şirk, riddet
ve kanun koyma ile ilgili olan özel bir itaati kapsamaktadır. Kafir veya tağut
kişi, Allahu Teala’ya itaat olan bir işi veya bir iyiliği emredecek olsa, ona bu
emrinde itaat eden kişi kafir olmak bir yana, günahkar bile olmaz. Bu o
kadar açık bir meseledir ki üzerinde daha fazla durmanın gereği yoktur.
Bununla beraber bu sözümüz hakkında delil soranlara, Rasulullah’ın
Sallallahu Aleyhi ve Sellem “Hılfu’l-Fudul” konusunda söylediklerini hatırlatmak isterim. Bilindiği gibi “Hılfu’l-Fudul” dönemin kafirlerinin oluşturduğu
bir kurumdu. Buna rağmen Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur: “İslam döneminde de böyle bir şeye çağrılsam, bunu kabul ederim”
İleride bu konu üzerinde Allahu Teala’nın izni duracağız.
Yine, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Kureyş kafirleri ile yaptığı Hudeybiye anlaşmasında, müşriklerin istekleri konusunda “Allahu
Teala’nın haram kıldığı şeyler dışında benden ne isterlerse veririm” sözü ve
62
47 Muhammed/25-26
36
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
onların bazı şartlarını kabul etmesi de bunun delillerindendir. Bu konuda
Buhari’nin Rahimehullah Sahih’inde “Şartlar” bölümünde “Cihad İçin Şartlar”, “Daru’l-Harp Halkı İle Anlaşma Yapmak” ve “Şartların Yazılması”
konularına bakılabilir.
Abdullatif bin Abdirrahman bin Hasen Alu’ş-şeyh, zamanındaki bazı
aşırılara seslenerek şöyle demektedir: “Duydum ki Muhammed Suresi’nde
geçen, “Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, ona arka
dönenleri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir. Bunun sebebi;
onların, Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara ‘Bazı hususlarda size itaat
edeceğiz’ demeleridir. Oysa Allah onların gizlediklerini bilir” 63 ayetini günümüz emirlerinden olan, sapık kimi liderler ve bazı müşrik krallar ile anlaşma
veya ateşkes gibi konularda yazışma yapanlara uyguluyorsunuz. Halbuki
ayetin baş tarafındaki “Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan
sonra, ona arka dönenleri..” kısmını görmüyorsunuz ve buradaki itaatten
neyin kastedildiğini bilmiyorsunuz. Başında elif-lam takısı bulunan el-Emr’in
ne olduğunu da anlamıyorsunuz. Hudeybiye Antlaşması olayında, o gün
müşriklerin isteklerinde, koştukları şartlarda ve Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi
ve Sellem onları kabul etmesinde bu yanlış anlayışınızı reddecek ve batıl
iddialarınızı çürütecek deliller bulunmaktadır.” 64
Devlet dairelerinde çalışmanın hükmü konusunda özel bir çalışmamız
bulunmaktadır ve “el-Mesabihu’l-Munira fi’r-Reddi ala Es’ileti Ehli’l-Cezira”
adıyla basılmıştır.
63
64
47 Muhammed/25-26
Mecmuatu’r-Resail ve’l-Mesaili’n-Necdiyye’den
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯37
⎯
-23İSLAM DEVLETİNİN BULUNMADIĞI BİR YERDE
TAĞUTLARDAN VEYA DESTEKÇİLERİNDEN YARDIM
İSTEYEN YA DA MAHKEMELERİNE BAŞVURAN HER
KİŞİYİ AYIRIM YAPMADAN TEKFİR ETMEK
Tekfir konusunda yapılan hatalardan biri de, İslam devletinin bulunmadığı bir zamanda, hakkını almak veya bir haksızlığı önlemek için
tağutların yahut destekçilerinin mahkemesine başvuran veya onlardan yardım isteyen her kişiyi ayırım yapmadan tekfir etmektir. Aşırıya kaçan bazılarının, neredeyse ikrah derecesinde bir mecburiyet sebebi ile bu mahkemelere
başvurmuş veya zorla götürülmüş ya da elinden bir şey gelmeyen ve başka
bir yol da bulamayan mustaz’aflardan olsa bile, beşeri kanunlarla hüküm
veren mahkemelere başvuran her kişiyi tekfir ettiğini gördüm. Hatta bazıları,
kendisi hakkında yapılmış bir şikayet ile ilgili olarak kendisini savunmak,
suçlamayı reddetmek veya kaybolmuş olan çocuğu ya da eşyasını bulmak
gibi bir amaçla karakolun birine müracaat eden insanları bile tekfir etmektedir. Çünkü böyle bir işi, tağutun hükmüne başvurmak olarak kabul ederler.
İslam’ın hükümleriyle hüküm veren bir mahkemenin bulunmadığı
dönemlerde, vicdansız bir düşmanın saldırısına uğranılması veya çocuklarından birinin kaçırılmış olması veya namusuna yönelik saldırıda bulunmuş
olması ya da can ve malına tecavüz edilmiş olması halinde mustaz’af konumundaki bir Müslüman, bu kurumlara müracaat etmekten başka ne yapabilirler ki? Şeriat onları başıboş, sahipsiz ve korumasız olarak mı bırakmıştır?
Bu gibi yerlerde çözüm aramalarını yasaklamış mıdır? Bu tür yerlere müracaat etmeleri zorunda olduklarını söyledikleri halde, mücerred olarak bu
müracaatları sebebi ile kafir mi olmaktadırlar? Bu sorular, aşırıya kaçan o
insanlara sorulduğunda cevap bulmakta zorluk çekmezler ve böyle bir dönemde Müslümanların içinde bulunduğu zayıflık halini gözönünde bulundurmazlar. Onları ilgilendiren tek şey, insanları tekfir etmektir.
Alimler, küfür konusunda ikrah engelinin muteber olabilmesi için bazı şartlar olduğunu bildirmişlerdir. Bununla birlikte, suçsuz olan bir insanı
öldürmesi yönünde zorlamaya maruz kalan kişi hakkında ikrah engelinin
muteber sayılabilmesi konusunda çok daha titiz davranmışlardır Ortaya
konan bu şartlar ihtilaflı konulardandır. Alimlerin bu konudaki sözlerini
38
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
inceleyenler bunu görürler. Aslında ihtilaf, kafirlerin yönetimleri altında
mustaz’af olarak bulunan kişinin cehaleti sebebi ile te’vil ederek hareket
etmesi halinde mazeretli olarak kabul edileceği furu’attan olan meselelerdedir. Bu nedenle ilim tahsili ile uğraşanların, kişiyi küfre düşmekten veya küfür
kapısını çalmaktan sakındırmak için kullanılan mutlak tehdit ifadeleri ve
azimete sarılmaya teşviki içeren ifadeler ile özellikle mustaz’aflık veya te’vil
durumlarında, muayyen tekfir için kullanılan ifadeler arasında fark olduğunu
öğrenmesi gerekir. Kimileri, insanların, hakkı uygulamak ve haksızı cezalandırmak için gereken herhangi bir yetki ve otoriteye sahip olmayan
üstadlarına muhakeme olmalarını mecburi tutmaktadırlar.
El-Cuveyni Rahimehullah, “el-Ğıyasî” isimli kitabında, Müslümanları
yöneten bir imamın bulunmaması halinde, Müslüman alim ve kadıların,
halkın işleri hakkında hüküm vermeleri gerektiğine yönelik bazı bölümler
açmıştır. Bu, her belde halkının, aralarında şeriatın hükümlerini uygulaması
için oradaki müçtehidlere başvurması suretiyle olmaktadır. Bu ise ancak o
müçtehidlerin etrafında odaklanmış ve uygulama otoritesi bulunan Müslüman bir cemaatin bulunmasıyla mümkündür. Çünkü ancak bu şekilde verilen hükümler uygulanabilir.
El-Cuveyni Rahimehullah, belli bir dönem Müslümanların imamının
bulunmayabileceğini hesaba katarak bunu belirtmiştir. Ancak, günümüzde
olduğu gibi, Müslümanların devlet otoritelerinin olmamasına ilaveten İslam
cemaatinin de bulunmamasını, ümmetin sürüler gibi dağınık olmasını,
mürtedlerin onların başına musallat olmasını ve insanlara kanunlarını zorla
kabul ettirmelerini, alimlerin ve hal ve akd ehlinin ortadan kalkmasıyla ilmin
de yok olmasını, cahil liderlerin insanların başına geçmesini, ümmetten
kitlelerin müşriklere katılmasını ve çağımızda, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi
ve Sellem kıyametten önce ortaya çıkacağını belirttiği fitne ve musibetlerin
ümmetin başına bu derece gelmesini aklına getirmemiştir. Bugün, alimlerin,
insanlar kendilerine anlaşmazlıklarını çözmeleri için müracaat etmeleri halinde, kararlarını uygulayacak ne bir otoriteleri ve ne de böyle bir cemaatleri
kalmamıştır. Özellikle haksızlık yapanlar, bir güce dayanarak, alimlerin otoritesini tanımayan kafir ve fasık kimseler ise, alimlerin bunlara kararlarını
uygulatma imkanı hiç bulunmamaktadır. Çünkü böyle bir durumda alimlerin
kararlarına ancak Allahu Teala’dan korkan kimi insanlar boyun eğer. Bu ise
hasım tarafların ancak takva ve iman ehlinden olmaları halinde mümkündür.
Bugün genel olarak, insanların davalarında musibet haline gelenler takva ve
hatta iman ehli olan kişiler değildir. Aksine genellikle Kur’an’ı umursamayan,
iman duygusuyla hareket etmeyen ve ancak otoritenin gücü ile yola gelecek
olan insanlardır.
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯39
⎯
Müslümanın canına, malına, ırzına veya ehline haksızlık yapanlar, şeriatın hükümlerine boyun eğmeyen ve alimlerin verdiği bu hükümleri kabul
etmeyen kişiler ise, bu hükümler ile yargılanıp haksızlıkları tespit edildiğinde
onlara bunu uygulayacak Müslüman bir otorite de yoksa, zaten mazlum ve
mağdur olan Müslüman, yargılanmak için bu alimlere başvurmaya nasıl
mecbur edilebilir? Halbuki bu alimler ne onun hakkını geri alabiliyor, ne da
uğradığı haksızlığı giderebiliyorlar. Müslüman, bir kafirden korunmak veya
bir zalimin haksızlığını önlemek için, mürted ve kafir hükümetlerin kurumlarına sığınmaya mecbur kalsa, yine de tekfir edilebilir mi?
Biz burada, bugün Müslümanların yaşadıkları acıklı durumu haklı çıkarmaya çalışmıyoruz. Aksine bizim davetimiz, insanları kullara kulluktan
kurtarıp Allahu Teala’ya kul yapmak ve tağutların hükümlerinden Allahu
Teala’nın tertemiz şeriatının hükmüne çıkarmak temeline dayanmaktadır.
Şüphesiz bu, avamından ilimli olan tabakasına kadar bütün Müslümanların
gerçekleşmesi için çalışmaları vacip olan bir görevdir. Bunun için çalışıp
çabalamaları ve bu gayeye yönelik olarak yapılacak olan her türlü cihadi
faaliyetin içinde bulunmaları gerekir. Bütün problemler ve hastalıklar için en
yararlı çözüm budur.
Ancak Allahu Teala bu konuda Müslümanlara lutfedinceye kadar
böyle durumlarda mustaz’af konumundaki Müslümanlar ne yapmalıdır? Bu
mahkemelere ve otoritelere başvurmak zorunda kalırlarsa kafir mi olurlar?
Bu sorulara cevap vermeden önce hemen belirteyim ki bu sözlerim
ile hiçbir zaman tağutun mahkemelerinde yargılanmaya veya bunu normal
göstermeye çalışmıyorum. Allahu Teala bundan bizleri korusun. Hiçbir
zaman böyle bir şey aklımdan geçmez. Biz ömürlerimizi Allahu Teala yolunda adadık ve hayata geldiğimizde başımıza musallat olduğunu gördüğümüz
bu tağuti rejimler ile mücadele ederek geçirdik. Bugüne kadar da büyük
küçük herhangi bir konuda onların hükmüne başvurmadık ve hiçbir anlaşmazlıkta onların karakollarına, mahkemelerine veya polislerine gitmedik.
Hatta hasmımızın hakkımızı teslim ettiği zaman, yol üzerindeki ihtilaflar veya
basit olaylarla ilgili olarak da bu yerlere başvurmadığımız gibi, hakkımızın
kaybolduğu zamanlarda da bu kurumlara başvurmadık. Bize yöneltilen kimi
suçlamalar sebebiyle zaman zaman idam talebi ile elleri kelepçeli ve tutuklu
olarak yargılandık. Allahu Teala bize lutfetti sebat ettik. Buna rağmen küfür
kanunlarıyla yargılama olacağını ve avukatların hemen hepsinin bu mahkemeleri ve kanunlarını yücelttiğini, kararlarının adalet ve hakkaniyet ile verildiğini söylediklerini bildiğimiz için kendimizi savunmak amacıyla avukat bile
tutmadık. Allahu Teala’nın salih amellerimizi kabul etmesini ve canımızı
Müslüman olarak almasını dileriz.
40
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Her zaman insanlara bunu tavsiye ediyor, tağutlardan ve onların
mahkemelerinden uzak durmalarını teşvik ediyoruz. Dünyalık kayıpları olsa
bile elleri kelepçeli ve zorla götürülmedikleri, kendilerini savunmak zorunda
kalmadıkları sürece onların mahkemelerine gitmemelerini söylüyoruz.
Bütün bunlarla beraber insanların ahvalinin farklı olduğunu,
mustaz’af olduklarını, şeriat hükümlerinin ve otoritesinin bulunmadığı bir
ortamda imkanlarının değişik olduğunu da bilmekteyiz. Dolayısıyla her
Müslümanı azimete sarılmaya mecbur etmenin mümkün olmadığının da
farkındayız.
Allahu Teala, dini hükümleri ve çözümleri sadece güçlüler için koymamıştır. Aksine bütün ümmetten sıkıntıyı kaldırmış, zayıfların durumunu
gözetmiş ve kimseye gücünün üstünde bir şey yüklememiştir. Zaruret hallerinde mahzurlu olan bazı şeyleri mübah kılmış ve kalp imanla dolu iken ikrah
durumunda küfür sözünü söylemeye de ruhsat vermiştir. Azim sahibi insanlar bile mecbur kaldıkları ve üstesinden gelemedikleri bazı şeylerde normal
zamanda nefret ettikleri, uzak durup kaçındıkları kurum ve kişilere başvurmak zorunda kalabilirler. Mesele, her zaman kişinin vazgeçeceği veya dinini
korumak için terkedeceği hukuk veya dünyalık türünden olmayabilir. Belki
kimilerinin malına, canına, namusuna saldırıda bulunmuş olabilir. Allahu
Teala’nın ahkamının yürürlükten kaldırıldığı bu kokuşmuş toplumlarda olup
bitenleri izleyenler, o kadar çok cinayetlere, özellikle iffet ve namuslara
yapılan saldırı ve tecavüzlere tanık olur ki bu durumlarda kişinin başına
gelenleri sineye çekmesi veya hakkını aramaması mümkün değildir. Her
kişinin de kendi canını, namusunu ve malını koruyacak adamı, aşireti veya
yakınları yahut güç ve otoriteyi elinde bulunduran bu mahkemelere başvurmadan işini halledecek destek ve iktidarı olmayabilir. İnsanların durumlarını
bilen ve şeriatın maksatlarından haberdar olan ilim ehlinin, bütün bu durumları gözönünde bulundurması, bu gibi olaylar hakkında konuşurken bu
durumları mutlaka hesaba katması ve bu gibi durumlarda acele ile insanları
tekfir etmemeleri gerekir.
Üstelik, “Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini
ileri sürenleri görmedin mi? Zira tağuta iman etmemeleri emrolunduğu halde
tağutun önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün
saptırmak istiyor. Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasul’e gelin’ denildiği
zaman, münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün” 65 ayetlerinin
nüzul sebebi de, Allahu Teala’nın hükmünü uygulayacak bir otoritenin
bulunmadığı böyle bir dönemde, üzerinde durduğumuz konudan farklı bir
olaydır.
65
4 Nisa/60-61
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯41
⎯
Bu ayetler, Allahu Teala’nın hükmünün devlet ve otorite sahibi olduğu, mazlumun ve zalimin hakkını, kısaca her hak sahibinin hakkını veren
insanların en adaletlisi Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem bulunduğu bir
dönemde inmiştir. ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasul’e gelin’ ifadesi bunu göstermiyor mu? Buna rağmen, ayette sözü edilen insanlar kendi iradeleriyle,
Allahu Teala’nın ve Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem hükmünü bırakıp,
tağutun hükmüne başvurmayı tercih etmişlerdir. Bu insanlar, hükmüne
başvurdukları kimseler ister Yahudi, ister kahin, ister başkaları olsun, kendi
hevalarına uygun olarak hüküm vermeleri için onların yanına gidiyorlardı.
Elbette Allahu Teala’nın izin vermediği kanunları kendi kendilerine teşri
eden, yönetim ve yasama yetkilerini ellerinde bulunduran tağutlar da Allahu
Teala’nın şeriatını uygulamayı reddetmeleri, küfür kanunlarını uygulamaları
ve herkesi buna uymaya mecbur etmeleri sebebi ile hem bizzat tağut ve hem
de tağutların hükmüne başvuranlar kapsamına girmektedirler. Onlara yardım eden, Allahu Teala’nın şeriatını uygulamayı reddeden ve tağutların
hüküm ve iktidarlarının ayakta kalmasını destekleyen herkes bunun içindedir. Çünkü savaşta öncünün hükmü ile artçının hükmü aynıdır. 66
Genel olarak, Allahu Teala’nın hükmüne ulaşma ve anlaşmazlığı şeriatın hükmü ile çözme imkanı olduğu halde, kendi irade ve isteğiyle bunu
reddedip, tağutun hükmüne başvuran herkes, Allahu Teala ve Rasulü’nün
hükmünü bırakıp tağutun hükmüne başvurmuş sayılır. Tağutun hükmü ise,
Allahu Teala’nın indirmediği ve izin vermediği her türlü hükümdür.
Ancak tekfir edilmemeleri gerektiğini söyledimiz insanlar, ayetlerde
belirtilen tabloya uyan insanlar değildir. Dolayısıyla ayetteki hükmün kapsamına da girmemektedirler. Günümüzde insanlar, yeryüzünde Allahu
Teala’nın otoritesinin ve hükmünün yürürlükte olmadığı, mustaz’af konumdaki Müslümanların haklarını almak için başvurup sığınacakları şer’i bir
mahkemenin bulunmadığı bir ortamda tağutun mahkemelerine müracaat
etmektedirler. Bunlar Allahu Teala’nın hükmünü ve otoritesini terkederek,
tağutun hüküm ve mahkemelerine gitmiyorlar. Allahu Teala’nın ve Müslümanların korumasını ve desteğini dışlayarak, tağutun koruma ve desteğine
sığınmıyorlar. Zaten böyle bir şeyi savunmaktan ve korumaya çalışmaktan
Allahu Teala’ya sığınırız.
Karşımızdaki manzara, kendilerini koruması altına alacak Müslüman
bir imam veya sığınacak Müslüman bir otorite bulumayan, haklarını almak
için mevcut mahkemelerden ve kanunlardan başkasını bulamayan mustaz’af
66
Ebu Bekir İbnu’l-Arabi, alimlerin çoğunun öncü ile artçının hükmünün aynı olduğunda
ittifak ettiklerini belirtmekedir. Bakınız: Ahkamu’l-Kur’an, 1/148-151, Mecmuu’l-Fetava’da
İbn-i Teymiye de aynı şeyi belirtmektedir.
42
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
ve ezilmiş insanların manzarasıdır. Güç ve aşiret sahibi başka bir kafirin
canı, malı ve namusuna yönelik yaptığı saldırıdan kendisini korumak ve
hakkını almak için veya te’viline binaen mecbur kaldığı sonucuna ulaştığı
için kafirlerin kuvvet ve otoritesine sığınanların manzarasıdır. İşte bu manzarayı, ayetlerin nüzul sebebi olarak belirtilen manzara ile aynı görmek doğru
olmaz. Aynı şekilde Müslümanın canına veya namusuna saldıran kişinin,
ancak kuvvet ve otoritenin caydırabileceği ve bundan başka da caydırma
yolunun bulunmadığı, kendisini Müslüman sayan zalim ve facirlerden olması halinde de durum böyledir.
Bugün Müslümanların başına musallat olan küfür kanunlarının ne
barbar hükümler içerdiğini, bu kanunların, insanların kan, mal ve namuslarının heder olmasında en büyük etken olduğunu, mal ve mülklerini her yağmacı ve soyguncunun telef etmesine müsaade ettiğini bilen biri olarak bunları söylüyorum. “Keşfu’n-Nikab an Şeriati’l-Ğâb” isimli kitabımızda bu kanunların maskesini indirdik ve barbarlıklarını gösteren örnekler verdik. 67
Ancak insanların başına gelen olaylar, kıyamet gününe kadar her
gün değişmekte ve artmaktadır. İnsanların zaruretleri ve problemleri de
farklıdır. Bilhassa namus meselesinde insanlarda zaruret, bazen ikrah derecesine varmaktadır.
Tağutların destekçileri ve şirk hükümlerini uygulayanlar arasında,
yaptıklarını iyi sanan, namuslara saldırılmasına razı olmayan ve elinden
geldiği kadar mazlumun hakkını almaya çalışan kişiler bulunabilir. Özellikle
bu kişiler iyi bir ailede yetişmiş, ahlaklı ve namus ehli insanlar ise, bu konuda daha titiz davranabilirler. Bu ahlakta olanlar her zaman kafirler arasında
da bulunabilir. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur: “İnsanlar
madenler gibidir. Anlarlarsa, cahiliyye devrinde iyi olanlar, İslam devrinde
de iyi olurlar.” 68
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Kureyş’in eziyetlerinden bunalan ashabına hitaben buyurduğu şu sözler de bunu desteklemektedir:
“Habeşistan’a gitseniz. Orada kimseye haksızlık yapmayan adaletli bir kral
vardır.” Gerçekten de henüz kafir olmasına rağmen Necaşi haksızlık yapmadı ve hicret edenleri geri getirmek için giden Kureyş heyetine Müslümanları
teslim etmedi. O zaman Necaşi, henüz Müslüman değildi.
İbnu’d-Dığne, Ebu Bekir’in Radıyallahu Anhu yola çıktığını gördüğünde ona şöyle söylemiştir: “Ey Ebu Bekir, senin gibi biri ne çıkar, ne de çıkarı-
67
68
Kuveyt nüshası ile Ürdün’de muhtasar olarak hazırladığımız nüshayı birleştirdik.
Buhari,3383 ve Müslim
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯43
⎯
lır... Sen benim komşumsun, dön ve memleketinde Rabbine ibadet et.” 69 O,
Ebu Bekir’in komşusu ve müşrik biriydi. Bunun gibi kafirler arasında da
zulümden nefret eden, mazlumun ve darda kalanın imdadına yetişen insanlar olduğunu gösteren örnekler çoktur. Ancak şuna dikkat edilmelidir ki, biz,
kanunlardan söz etmiyoruz. Sadece bu kanunlarla hükmeden hakimlerden,
bazen haksızlığı önlemek veya hakları geri vermekte yetki ve otoritelerini
kullanan insanların olduğunu söylüyoruz.
Ancak İbnu’d-Dığne’nin, Ebu Bekir’i Radıyallahu Anhu himaye etmesi,
onun hakkındaki küfür hükmünü değiştirmediği gibi, bu tağuti kanunlarla
hükmeden insanların, bazen mazluma yardımda bulunmaları, haklarındaki
hükmü değiştirmez ve görevlerinde kalmalarını caiz veya mübah kılmaz.
Bizim söylediklerimiz bununla ilgili değildir. Biz sadece bu gibi insanlara ve
hükmettikleri kanunlara insanları başvurmaya mecbur bırakan, onlardan
yardım almaya iten te’viller, haklı sebepler ve gerekçeler ile ilgili olup, bu
sebeplerden dolayı, bu kurumlara müracaat eden insanların tekfir edilmelerinin doğru olmadığını söylüyoruz.
Müslümanın, koruyacak ve ahkamına başvuracak İslami bir otorite
ve mahkemenin bulunmadığı bir ortamda, zaruret durumunda, kendisini
koruyan, haksızlıktan kurtaran veya başka bir kafirin haksızlığına karşı destekleyen ve kendisine gelecek kötülüklere göğüs geren bir kafirin korumasına
sığınması, hiçbir şekilde tağutun hükmüne başvurmak anlamına gelmez.
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, kafirler tarafından kurulmasına
rağmen Hılfu’l-Fudul hakkındaki övücü sözlerini daha önce aktarmıştık.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, küçük yaşta tanık olduğu o ittifak
hakkında şöyle buyurur: “Kırmızı develerimin olmasını ona tercih etmem.
İslam’da da böyle bir şeye çağrılsam kabul ederim.” 70
Bu ittifak, cahiliyye devrinde, oluşturdukları güç ve imkan sayesinde
mazluma yardım, haksızlığa uğrayanı destekleme ve haklarını geri verme
konusunda aralarında sözleşen kişilerden oluşuyordu. Bu ise, İslam’ın kuvvet
ve devlet olmadığı, Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem henüz peygamber olmadığı ve bu kurumun mücerred bir cahiliyye kurumu olduğu bir
dönemde idi.
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem bu ittifakı övmesi, İslam’ın
devlet olmadığı bir dönemde kafirlerin veya zalimlerin saldırılarına karşı
haklarını korumak, gasbedilen hakları geri almak, haksızlığı gidermek ve can,
69
Buhari, 3905, As bin Vail’in Ömer İbnu’l-Hattab’ı koruması altına alması konusunda da
bakınız: Buhari, 3864-3865.
70
Ebu Davud, Hakim ve Beyhaki rivayet etmiştir.
44
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
mal veya namusa yönelik yapılan tecavüzün önüne geçmek için mustaz’af
Müslümanın da böyle yerlere ve benzerlerine başvurmasında sakınca olmadığını gösterir. Haram veya küfür olması bir yana, bunda en ufak bur sakınca olsaydı, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onu överken bunu da belirtirdi. Çünkü Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ümmetin en takvalısı ve
dini konusunda en dikkatli olanıdır. Sakındırmadığı bir kötülük de olmaz.
Bizim savunduğumuz ve küfür olmadığını söylediğimiz şey, bu tür
durumlarda bir yardım isteme ve destek aramadır. Değilse, kafir tağutların
kanun ve hükümlerine başvurmayı veya muvahhid Müslümanlara karşı
onlardan yardım istemeyi ve mahkemelerine başvurmayı mutlak olarak caiz
görmemiz asla sözkonusu değildir. Böyle bir şeyi hiçbir zaman söylemedik.
Müslümanda, hiçbir otoriteden korkmadan ve tağutların baskısından çekinmeden kendisini Allahu Teala’nın hükmüne başvurmaya ve ona razı olmaya
sevkedecek kadar iman, takva ve din duygusu olması gerekir. Kişi, hakkını,
hasmı ancak kafirlerin mahkemelerinde yargılanmayı kabul ettiği halde,
tağutların mahkemesine gitmeden de alabileceğini biliyorsa ve buna rağmen
tağutun mahkemesine kendi isteği ve iradesiyle giderse, yukarıdaki ayetin
nüzul sebebi kapsamına girer ve o manzara içinde yerini almış olur.
Uğradığı haksızlığı gidermek ve davayı çözmek için mevcut olan İslam yönetiminin mahkemesine ve Allahu Teala’nın hükmüne davet edildiği
halde, bunu kabul etmeyip reddeden kişiler, Allahu Teala’nın şu ayetlerinin
kapsamına girmektedirler: “Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasul’e gelin’
denildiği zaman, münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün” 71 ,
“Hayır; Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni
hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın
(onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” 72
Tekfir konusunda aşırıya giden kimileri, avam kesimden olan Müslümanları protesto etmede aşırıya kaçmış, sıkıştırmış ve güçlerinin yetmediği
şeyleri onlara yüklemişlerdir. Hatta bu mahkemelerde duruşmaya katılmasını, istendiği veya arandığı için bu yönetimlerin karakollarına girmesini bile
yasaklamış, bundan kaçınmalarını, kaçıp gitmelerini, aksi halde kafir olacaklarını söylemişlerdir.
Halbuki özellikle gücün olmadığı dönemlerde ve yaşadığımız şartlarda buna herkesin gücü yetmez. İnsanlar zaruret ve eziyetlere katlanma konusunda farklıdırlar. Fakihler aç kalınması halinde, yeterli dirence sahip olan
kişilere caiz görmedikleri bazı hususları, direnci olmayan ve yaşlı için caiz
71
72
4 Nisa/61
4 Nisa/65
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯45
⎯
görürler. Nitekim ikrahın derecesinde de insanlar farklı farklıdır. Bu nedenledir ki her durum ve makam için söylenecek söz de farklıdır.
Günün birinde tek başına olduğu halde kavmine meydan okuyan ve
alevli ateşlerine aldırış etmeyen İbrahim Aleyhisselam, başka bir zamanda
kendisinin ve eşinin mustaz’af olduğunu kabul etmiş ve Sare’yi çağıran
kafirin isteği hakkında kendisini mecbur ve muzdar görmüştür. Buhari
Rahimehullah, bu olayın anlatıldığı hadisi, Sahih’inin ikrah bölümüne almıştır.
Ebu Hureyre’den Radıyallahu Anhu, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem
şöyle buyurduğu rivayet edilir: “İbrahim Aleyhisselam, zevcesi Sare ile hicret
yolculuğuna çıkıp, onunla bir memlekete girdi. Orada meliklerden bir melik
yahud zalimlerden bir zalim hükümdar var idi. Neticede o hükümdar, İbrahim’e; ‘Yanındaki kadını bana gönder’ diye haberci gönderdi. Bunun üzerine İbrahim, Sare’yi o hükümdara yolladı. Sare onun yanına varınca, hükümdar Sare’den nasip almak için harekete geçti. Sare kalkıp abdest aldı ve
namaza durdu. Namazın ardından; ‘Allah’ım! Eğer ben, Sana ve Rasulü’ne
iman ettim ise, benim üzerime şu kafiri musallat etme’ diye dua etti. Bu dua
ile o zalimin hemen nefesi boğulup yere düştü ve ayağı ile yere vurup debelenmeye başladı.” Buhari Rahimehullah bu hadise, “Kadın zina üzerine zorlandığı zaman kendisine had cezası yoktur” bölümünde yer vermiştir.
Onların bu durumu ikrah kabul edilmiş ve Sare’nin zalim kişi ile
başbaşa kalması kendisi veya İbrahim Aleyhisselam açısından bir kötülük
olarak kabul edilmemiştir. İbn-i Hacer Rahimehullah, alimlerin bu görüşte
olduklarını belirtmiştir. İbrahim Aleyhisselam ve eşi, kaçıp kurtulmadıkları için
kınanmamış ve bundan dolayı da sorumlu olduklarını kimse söylememiştir.
Çünkü bulundukları makamda, kendi durumlarını en iyi yine kendileri bilmekteydi.
Ayrıca bilinmektedir ki, kafirlere, onların mahkeme veya karakollarına yapılan her müracaat, tağutların hükmüne başvurmak veya küfür değildir. Bununla birlikte, çoğu zaman, suçlamalar veya açılan davalar için, bu tür
yerlere yapılan mücerred başvuru ile çözüm aranmaktadır. Oysa ki hiçbir
sakıncası bulunmayan ve küfür ile ilişkisi de olmayan, hakem tayin etme
yöntemi ile veya tarafların birbirleriyle barışması ile de bu sorunlar çözümlenebilir. Allahu Teala, “Sulh (daima) hayırlıdır” 73 buyurur. İnsanların aralarında yaptığı gizli ve kötü fısıldaşmalardan, “insanların arasını düzeltmek
isteyen” 74 kişinin yaptığı fısıldaşma istisna edilmiştir. Allahu Teala, Müslüman kesimler arasındaki anlaşmazlık ve çatışma hakkında da şöyle buyurur:
73
74
4 Nisa/128
4 Nisa/114
46
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
“..aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın.” 75 Ebu
Hüreyre’den Radıyallahu Anhu, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle
buyurduğu rivayet edilir: “Müslümanlar arasında, haramı helal, helali de
haram etmedikçe sulh caizdir.”
Ömer ibnu’l-Hattab Radıyallahu Anhu, aralarında barışmaları için hasımları geri çevirirdi. Bu nedenle fakihler, Allahu Teala’nın haklarından
birinin sözkonusu olmadığı bütün davalarda, hakimin, hasımları barıştırmaya
çalışmasını müstehap saymışlardır. Bilindiği gibi davalarda konu ya Allahu
Teala’nın haklarından biridir veya insanların haklarından biridir ya da taraflardan birinin galip olduğu ortak bir haktır. Kulların kendi hakları için aralarında barışmaları caiz olsa da, Allahu Teala’nın hakları konusunda bunun
caiz olmadığı fıkıh kitaplarında aktarılmaktadır. 76
Caiz olan barışma, insanlar arasında genel olup, sadece karı-koca ile
sınırlı değildir. İki ortak, iki hasım, iki kesim ve tartışan iki taraf arasında da
barışma geçerlidir. Eşler arasındaki anlaşmazlıkta, tarafların barışması caiz
olduğu gibi, ayrılık ve anlaşmazlıktan daha hayırlı olan barışı sağlamak için
taraflardan birinin hakkından vazgeçmesinin istenmesi de caizdir. Bütün
anlaşmazlık ve ihtilaflar da bu şekilde, tarafların anlaşması veya birinin
hakkından vazgeçmesi suretiyle anlaşma yapılarak çözülebilir. Tarafları
uzlaştırmayı şeriatın caiz gördüğü ve bu meselede, helali haram kılma yahut
haramı helal kılma olmadıkça hiçbir engelin bulunmadığı bilinmektedir.
İbn-i Hacer Rahimehullah şöyle der: “Anlaşmalar çeşitlidir;
Müslümanın kafir ile anlaşma yapması, eşlerin anlaştırılması, adaletli taraf ile
saldırgan taraf arasındaki anlaşma, yaralama olaylarında uygulanacak anlaşma, arazi sınırları hakkında olduğu gibi diğer ortak olan şeylerde anlaşmazlık çıktığı zaman tarafların aralarının bulunması bunların misallerindendir.” 77
Allahu Teala bu konuda genişlik sağlamıştır. Bunun küfür olan kanunlar veya küfür olan kanun koyma ile bir ilgisi yoktur. Bu, Allahu
Teala’nın indirmediğine veya tağutun hükmüne başvurmak da değildir.
Ömer ibnu’l-Hattab Radıyallahu Anhu şöyle der: “Allahu Teala genişletmiş ise,
siz de genişletin.” 78
Ancak, Allahu Teala’nın genişlettiği konularda insanlara genişletme
yapılması, bazılarının hoşuna gitmemekte ve hakkın her zaman zorda oldu75
49 Hucurat/9
Bakınız: İlamu’l-Muvakkıin, 1/107-108
77
Fethu’l-Bari, 2961 nolu hadis ile ilgili
78
Buhari
76
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯47
⎯
ğunu zannetmektedirler. Bu kesimin tipik örneği Haricilerdir. Bu nedenledir
ki onlar, bu meseleleri anlamada zorlanmışlar, Ali bin Ebi Talip ile Muaviye
Radıyallahu Anhuma arasında sulh yapılmasına ve meydana gelen hakem
olayına itiraz etmişlerdir. Özellikle Ali bin Ebi Talip’in barış anlaşmasında
kendisi için kullanılan, “Emiru’l-Mü’minin” ifadesinden ve buna benzer bazı
şeylerden vazgeçtiğini ve Amr bin el-As ile Ebu Musa el-Eş’ari arasında
meydana gelenleri gördüklerinde, bunun Allahu Teala’nın indirmediği hükümlere başvurmak olduğunu öne sürmüşler ve şöyle demişlerdir: “İnsanlara
hükmolundunuz. (Oysa Allahu Teala şöyle buyurur: “Kim Allah’ın indirdiği
(hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” 79 Bunun
üzerine İbn-i Abbas Radıyallahu Anhuma, Ali bin Ebi Talip’in Radıyallahu Anhu
sözcüsü olarak onlarla tartışmış ve Rasulullah’ın da Sallallahu Aleyhi ve Sellem
Hudeybiye anlaşması sırasında bazı şeylerden vazgeçtiğini ve Ali’nin
Radıyallahu Anhu yaptığının da bu türden olduğunu onlara izah etmiştir. İbn-i
Abbas’ın onlara söylediklerinin bazıları şunlardır: “Allahu Teala Kitap’ında
kişi ve o kişinin hanımı için şöyle buyurur: “Eğer karı kocanın aralarının
açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur;
şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” 80 Karı ve koca
için caiz olan şey, Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem ümmeti için caiz
olmaz mı? Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem ümmetinin kanı, karı ve
kocanın kanından evleviyatla dokunulmaz değil midir?” 81 Bunun üzerine
bazıları söylemlerinden vazgeçti. Ancak bazıları ise aynı söylemleri ve iddiaları üzere kalmaya devam etti.
Şatıbi Rahimehullah, “el-İtisam” isimli kitabında bid’at ve heva sahibi
fırkaların özelliklerini belirtirken şöyle der: “Birinci özellik, Allahu Teala’nın
“İşte kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun te’viline yeltenmek
için müteşabih ayetlere yapışıp, onlarla uğraşır dururlar” 82 ayetinde belirttiği
husustur. Ayet, dalalet ehlinin Kur’an’ın müteşabihlerine takılıp kaldıklarını
belirtmektedir. 83 Müteşabih olan ayetler, manası herkes için açık olmayan
79
5 Maide/44
4 Nisa/35
81
Bakınız: El-Bidaye ve’n-Nihaye, 7/281
82
3 Al-i İmran/7
83
Kur’an’ın kötülediği şey, müteşabih sayılan ayetlerin anlamını bilmeye çalışmak değil, o
ayetlerde gündeme getirilen ve ancak Allahu Teala’nın bildiği şeyin veya olayın ne olduğunu,
nasıl olacağını ve ne zaman olacağını anlamaya çalışmaktır. Halbuki bu, ğayb bilgisi olup
Allahu Teala’nın bildirmediği sürece insanların bilmesi mümkün değildir. Yoksa müteşabih
olarak adlandırılan ayetlerin lafız olarak anlamını bilmeye çalışmak, diğer ayetleri anlamaya
çalışmak gibi gerekli ve iyidir.
80
48
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
ayetlerdir. Bunlar bazen, mücmel lafızlar gibi, hakiki müteşabih şeklindedir
ve bazen de izafi müteşabih şeklindedir. İzafi müteşabih ise, ilk anda anlamı
açık gibi görünse de, hakiki anlamının bilinebilmesi için başka bir delile
ihtiyaç duyulur. Haricilerin, hakem tayin etmenin batıl olduğuna dair, “Hüküm ancak Allah’ındır” 84 ayetini delil göstermeleri, izafi müteşabihe sarılmanın misallerindendir. Ayetin zahiri, onların yaptıkları bu delillendirmeyi
doğrular gibi olsa da, ayrıntılara inildiği zaman, açıklamaya muhtaçtır. Bu
açıklama ise, İbn-i Abbas’ın Radıyallahu Anhuma söylediğidir. Çünkü hükmün
Allahu Teala’nın olması, hakem tayin ederek de olabilir. Zira hakem tayin
etmek ile emrolunmuşsak, onunla hüküm vermek de Allahu Teala’nın hükmüdür.” 85
Eşler arasında sulhun yapılması meşrudur. Allahu Teala, taraflardan
birinin alacağı hakların bir kısmından vazgeçmesi şeklinde kişilerin anlaştırılması, savaşta alınan esirler konusunda, komutanın veya yöneticinin, bu
esirleri öldürmesi, gaziler arasında paylaştırması, serbest bırakması veya
fidye karşılığında salıvermesi konusunda muhayyer bırakılması gibi meselelerde insanlara genişlik ve kolaylık sağlamıştır. Sad bin Muaz’ın Beni
Kureyza hakkında hakemlik yapması da bu türdendir. Onun hakem olarak
tayin edilmesi kabul gördü ve o da savaşçı erkeklerinin öldürülmesi, kadın ve
çocuklarının esir alınmasına hükmetti. Bunun üzerine Rasulullah Sallallahu
Aleyhi ve Sellem, “Onlar hakkında Allahu Teala’nın hükmü ile hükmettin”
buyurdu. 86
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, ordu komutanlarına yaptığı
tavsiye ile ilgili Bureyde hadisinde şöyle geçmektedir: “Rasulullah Sallallahu
Aleyhi ve Sellem bir ordunun veya seriyyenin başına komutan tayin ettiği
zaman, Allahu Teala’ya karşı muttaki olmasını bildirir, beraberindeki Müslümanlara da hayır tavsiye eder ve sonra şunları söylerdi: “..Eğer bir kale
ahalisini kuşattığında onlar, senden Allahu Teala’nın hükmünü tatbik etmeni
isterlerse sakın onlara Allahu Teala’nın hükmünü tatbik etme, lakin kendi
hükmünü tatbik et. Zira Allahu Teala’nın onlar hakkındaki hükmüne isabet
edip etmeyeceğini bilemezsin.” 87
Böyle demesinin sebebi, komutanın veya emirin değişik alternatifler
arasında içtihad etme ve tercih yapma serbestisi olmasıdır.
84
6 En’am/57
İlamu’l-Muvakkıin, 2/264-265, özetle
86
Muttefekun aleyhi
87
Müslim ve Ahmed rivayet etmişlerdir
85
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯49
⎯
Sulh ve hakem tayini ile ilgili olarak şu olay da nakledilir: Ebu
Şurayh, halkı ile beraber Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem yanına
geldiklerinde, insanların ona Ebu’l-Hakem dediklerini duydu. Rasulullah
Sallallahu Aleyhi ve Sellem onu yanına çağırdı ve şöyle buyurdu: “Şüphesiz
hakem Allah’tır. Sana niçin Ebu’l-Hakem diyorlar?” Bunun üzerine o; “Ey
Allah’ın Rasulü, kavmim bir konuda ihtilaf ettikleri zaman bana gelirler, ben
de aralarında hüküm veririm ve iki taraf da razı olur.” Allah Rasulü Sallallahu
Aleyhi ve Sellem; “Ne güzel. Oğullarının arasında en büyük olanı kimdir”
dedi. O: “Şurayh” diye cevap verdi. Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem;
“O zaman sen Ebu Şurayh ol” diye buyurdu. 88 Ebu Şurayh, İslam’a girmeden önce kavmi içerisinde hakemlik yapardı. 89 Bu nedenle cahiliyye devrinin
hakemlerinden sayılmış ve Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onun yaptıklarını beğenmiştir. Böyle bir şey Allahu Teala’nın indirdiğinden başkasıyla
hükmetmek olsaydı, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ona karşı çıkar ve
hiçbir şekilde tasvip etmezdi. Bütün bunlar, sulhun caiz olduğuna, bunun,
tağutun hükmüne başvurmak veya Allahu Teala’nın indirmediği ile hükmolunmak olmadığına ve helali haram veya haramı helal kılmadığı sürece
hakemlik makamında bir kafirin bulunmasının haram olmadığına dair delil
niteliğindedir.
Eşler arasında sulh yapılması ile ilgili olarak Allahu Teala’nın şu ayeti
de bunu desteklemektedir: “Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem
gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur; şüphesiz Allah
her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” 90 Bilindiği gibi kadın, razı
olacağı hakemi seçmekte serbesttir. Kadın, kitap ehlinden ise, kitap ehlinden
olan birisini kendisi için hakem olarak tayin etme hakkına sahiptir.
Muhammed bin İbrahim Al’uş-şeyh şöyle der: “Aşiret büyüklerinin
karara bağladığı şeylere gelince; bu sulh yolu ile olmuş ve haramı helal veya
helalı haram kılmamışsa, helaldir. Ancak hüküm vermek suretiyle olursa,
helal olmaz. Çünkü aşiret liderleri genellikle cahildir ve şer’i ahkamı bilmezler. Onların (helal veya haram konusunda) hükmüne başvurmak, tağuta
başvurmak kabilinden olur.” 91 Bütün bunlardan da anlaşılmaktadır ki Allahu
Teala’nın düşmanlarının bazı kurumlarında veya mahkemelerinde yapılan
her duruşma kişiyi küfre götüren muhakeme sayılmaz. Ayrıca kişi, kendi
hakkında açılan bazı duruşmalara katılmazsa, işleri daha karmaşık ve zor bir
88
Ebu Davud, Nesai, Buhari, Edebu’l-Müfred
İbn-i Abdilber, El-İstiab, 4/97, İbn-i Sa’d, Tabakat, 6/49
90
4 Nisa/35
91
Muhammed bin İbrahim, Fetava ve Resail, 12/292
89
50
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
hale gelir ve cezası da katlanır. Hakkındaki suçlama ise batıl yolla kendisi
hakkında sabit olur. Ğıyabi verilen hükümlerin vicahi hükümlerden daha
katı ve fazla olduğu da unutulmamalıdır. Müslüman, iki zarardan, en asgari
olanını tercih ederek bu zararı kendinden savmakla yükümlüdür. Bu ise çok
yönlü olarak te’vil ve içtihada açık büyük bir konudur. Dolayısıyla böyle
durumlarda, mahkeme veya karakolda duruşmaya katılmak, tağutun hükmüne başvurmak değil, sadece haksız ve saldırgan kişiyi defetmek, mümkün
olduğu kadar suçlamayı kabullenmemek ve zararı önlemeye çalışmaktır.
Bu konu ile ilgili olarak misal olmaya uygun olaylardan biri de, kendilerini teslim almak için gelen Kureyş heyeti ile birlikte, Cafer ve arkadaşlarının Radıyallahu Anhum, henüz Müslüman olmayan Habeşistan kralı
Necaşi’nin önünde duruşmaya katılmaları, içlerinden hiçbirinin kralın karşısına çıkmayı reddetmemesi ve Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem böyle
davrandıkları için onları kınamamasıdır. 92
Yusuf’un Aleyhisselam, sarkıntılıkla suçlayan kadına karşı söyledikleri
de bunun misallerindendir. Allahu Teala şöyle buyurur: “Kadın dedi ki:
‘Senin ailene kötülük etmek isteyenin cezası, zindana atılmaktan ya da acıklı
bir işkenceden başka bir şey midir?’ (Yusuf), ‘Hayır o kendisi benim nefsimden (murad almak) istedi’ dedi. Kadının akrabasından biri şöyle şahitlik etti.
Eğer onun gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir, o ise yalancılardandır. Eğer onun gömleği arkadan yırtıldıysa, kadın yalan söylemiştir. O
ise doğru söyleyenlerdendir.” 93 Yusuf Aleyhisselam, kafir bir toplumda kendini savunmakta, birileri ona şahitlik yapmakta ve sonunda da beraat etmektedir.
Bundan daha açık olanı ise, Yusuf’un Aleyhisselam hapishanedeyken
yaptığıdır. Allahu Teala şöyle buyurur: “Onlardan, kurtulacağını sandığı
kişiye dedi ki: ‘Beni efendinin yanında an.’” 94 Kafir olan ve küfür kanunları
ile hükmeden Mısır kralının, başka dine mensup olması, Yusuf’u
Aleyhisselam, kendisini ona hatırlatacak ve haksız yere mazlum olarak hapishaneye atıldığını bildirecek birini ona göndermekten alıkoymamıştır. Belki
onu hapisten çıkaracak, mağduriyetini giderecek ve hapishaneye atıldığı
suçlamadan beraat ettirecek ümidiyle bunu yaptı. Bu durum, Kral onu yanına çağırdığı zaman kendini savunmaktan ve suçsuzluğunu ortaya koymaktan
da kendisini alıkoymamıştır. Bu nedenle Yusuf Aleyhisselam, kendisine gelen
92
İbn-i Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Ebu Nuaym ve Beyhaki, Delail kitaplarında birbirini
takviye eden senetler ile rivayet etmişlerdir. Necaşi’nin onlara eman verdiği, desteklediği ve
Kureyş’e teslim etmediği belirtilmektedir.
93
12 Yusuf/25-27
94
12 Yusuf/42
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯51
⎯
elçiye şöyle dedi: “Efendine dön de ona, ‘Ellerini kesen o kadınların zoru
neydi’ diye sor.” 95 Yusuf Aleyhisselam, kafir krala, suçsuz olduğunu göstermek için uğradığı haksızlıktan şikayet etmekte ve mağduriyetini dile getirmektedir. Yusuf’un Aleyhisselam bu yaptığı ile, avamdan olan Müslümanları
tekfir eden aşırıların yaptığı arasında ne kadar da fark bulunmaktadır.
Bütün bunları masum bir peygamber yapmaktadır. Bütün peygamberler Tevhid’i korumak ve dini sadece Allahu Teala’ya halis kılmak için
gönderilmişlerdir. Bilindiği gibi bütün peygamberlerin daveti Tevhid’e olmuştur. Allahu Teala’nın peygamberi olan Yusuf’un da Aleyhisselam buna
muhalefet etmesi ve ataları İbrahim, İshak ve Yakub’un Aleyhimisselam dininden bir adım sapması düşünülemez. Nasıl olsun ki, Allahu Teala onu
tenzih etmiş ve bunun dışındaki daha basit şeylerden de onu korumuştur.
Allahu Teala şöyle buyurur: “Andolsun ki kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin
bürhanını görmeseydi o da kadına meyledecekti. İşte böylece biz, kötülük ve
fuhşu ondan uzaklaştırmak için (delillerimizi gösterdik). Çünkü o ihlasa
erdirilmiş kullarımızdandı.” 96
Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki bu gibi durumlarda Tevhid ehli
için bir sakınca bulunmamaktadır. Kafirlerle, tağutlarla, polis, jandarma,
gardiyan, hakim ve mahkeme ile olan her ilişkinin de tağutların hükmüne
başvurma sayılması ve Tevhid’e aykırı olması gerekmez.. Onlara yapılan her
başvuru yahut her duruşmanın da küfür olması gerekmez.
Bu konuda ayrı ayrı değerlendirme yapmak gerekir. Bu işlerden bazısı, yardım istemek türündendir. Bunun hükmünün ne olduğunu yukarıda
belirttik. Bazısı ise sulh kabilindendir ki bunun da hükmünü belirttik. Bazısı
da kişinin canını koruması veya iki zarardan hafif olanını tercih ederek büyük
olanı defetmesi kabilinden olabilir ki, bu da kişinin içtihad edeceği bir meseledir. Bazısı onları hakem tayin etmek kabilinden olabilir. İşte bunun küfür
olan tağuta muhakeme veya Allahu Teala’nın genişlik tanıdığı idari işlerden
olup olmadığına bakmak gerekir. Bunun üzerinde ise aşağıda duracağız
inşaallah.
Bunu yapan kişinin ikrah altında olup olmadığına, kendi te’villerine,
ümmetin ezilmişliğine ve İslam hükmünün otoriteden yoksun bulunduğuna
bakmak gerekir. Şüphesiz tağuta muhakeme olmak veya yasak olan, kafirlere meyletmek kapsamına girmeyen bu işlerden zararlı veya yararlı olan
şeyleri Müslümanın kendisi daha iyi bilir. Müslim’in, Ebu Hureyre’den
Radıyallahu Anhu merfu olarak rivayet ettiği hadiste şöyle geçmektedir: “Sana
95
96
12 Yusuf/50
12 Yusuf/24
52
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
yararlı olan şeyde titizlik göster, Allahu Teala’ya dayan ve aciz olma. Başına
bir şey gelirse, şöyle şöyle yapsaydım deme. Çünkü bu, şeytanın işinin
kapısını açar. Ancak şunu söyle: Allah’ın takdiri böyledir ve o istediğini
yapar.”
Dolayısıyla, Müslümana düşen, güzel hesap yapması, haksızlık yapmadan işleri miktarlarıyla değerlendirmesi, maslahata bakması ve zararlar
arasında karşılaştırma yapmasıdır. Yaptığı değerlendirmede Allahu Teala’nın
düşmanlarının, Allahu Teala’nın dinine musallat olduğunu veya gücünün
yetmediği şeyi kendine yüklediğini görürse, Müslümanın kendisini zelil etmesi ve böyle durumlarda onlara kendini teslim etmesi doğru olmaz. Çoğu
zaman kaçmak kurtuluştur. Her Müslüman kendi durumunu, sıkıntılarını ve
zaruretlerini daha iyi bilir. Bulunduğu durumda fayda ve zararı ölçer. Her
makam için söylenecek söz farklıdır. Allahu Teala, bu ümmete bir kurtuluş
yolu açıncaya kadar Müslümanın zararı kendisinden uzaklaştırması gerekir.
Buhari’de, “Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer” bölümünde, Ensar’dan Asım
bin Sabit seriyyesi olayı anlatılmaktadır. Bu olayda, sahabeden Radıyallahu
Anhum bazıları, kafirlerin söz ve anlaşmalarına bakarak, kendisini onlara
teslim edebileceği yönünde içtihad etmiş ve yine bazıları da öldürülünceye
kadar kafirlerin söz ve anlaşmalarına bakılmadan çarpışılması gerektiğini
tercih etmiştir. 97
Yine Buhari’nin, “Kitabu’l-İman” bölümünde Ebu Said el-Hudri’den
Radıyallahu Anhu rivayet ettiğine göre Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem
şöyle buyurmuştur: “Kişinin en hayırlı malının, peşine takılıp dağ geçitlerini
ve yağmur düşen yerleri takip edeceği koyunu olacağı zaman yakındır.
Böylece dinini fitnelerden kaçırmış olur.”
97
Buhari, 3045, Fethu’l-Bari, Mağazi, 4086
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯53
⎯
-24İDARİ SİSTEME UYMAK VE MUHAKEME OLMAK İLE,
KAFİR KANUNLARLA MUHAKEME OLMAK ARASINDA
AYIRIM YAPMAMAK
Tekfir konusunda yapılan hatalardan biri de; idari sisteme uymak ve
muhakeme olmak ile, kafir kanunlarla muhakeme olmak arasında ayırım
yapmamaktır. Hatta aşırı gidenlerden bazıları devlet dairelerinde, kurumlarında ve şirketlerinde bulunan bütün emir, talimat ve levhalara uyanların
hepsinin kafir olduklarını söylemektedir. Bu tür talimatları da küfür kanunlarından saymakta ve kendi düsturları niteliğinde tağutların ortaya koydukları
mutlak kanunlar ile bu tür idari talimatlar arasında ayırım yapmamaktadırlar. 98
Halbuki kişiyi dinden çıkaran tağuti yasama işi ile, memurların ve işçilerin çalışma düzenini belirlemek, çalışma haklarını korumak, çalışma
saatlerini ve tatil vakitlerini düzenlemek veya satıcıları, ticaret yerlerini, posta,
trafik, yolculuk veya şehir planlaması gibi işleri idare etmek için yapılan
düzenleme aynı nitelikte değildir. Allahu Teala, bu tür idari düzenlemelerde
kullarına genişlik vermiş, bu işlerin düzenlenmesi için bir takım kararların
alınmasını mübah saymıştır. Bunlar idari düzenlemeler, içtihad ve serbest
maslahatlar türündendir. Allahu Teala bunların yapılmasını insanlara bırakmıştır. İnsanlar bu tür talimatlar ile işlerini düzenlemektedirler. Şeriatın belli
miktar belirlemediği tazir cezalarının uygulanması da bu türdendir. Hakim bu
tür cezaları gerektiren suçlar için kendi içtihadı ile uygun gördüğü bir cezayı
takdir edebilir.
Bütün bunların, şeriatın belirlediği hükümler ile veya helal ve haram
kılma ile bir ilgisi yoktur. Hatta, idari düzenlemelerde bazı günahlar ve şeriata muhalefetler zaman zaman meydana gelebilir. Mesela, görevlilerin kafirlerin üniformalarına benzer üniforma giymelerini, sakallarını traş etmelerini
zorunlu tutmak, adaletsiz ve haksız mali veya tazir cezaları vermek, yahut bu
düzenlemelerde fakirler ile zenginler, seçkinler ile avam arasında ayırım
98
Bunu anayasalarında belirtmişlerdir. Mesela Ürdün Anayasası madde 26’da şöyle
denilmekedir: “Yasama yetkisi, kralın ve meclisin elindedir. Kayıtsız ve şartsız olarak, yasama
yetkisi, yargı ve yürütme yetkisi gibi yetkisini Anayasadan alır ve ona uygun çalışır. Yani
onlara göre yasalar ancak anayasaya uygun olur.
54
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
yapmak veya bu düzenlemelere cahiliyye ve kabile milliyetçiliğinin karışması
ya da insanları yükümlü tutmanın helal olmadığı bunlara benzer başka
mahzurlar bulunabilir. Bazı batıl ve masiyet türünden talimatlar bulunsa da
bütün bu idari düzenlemeler, yasalaştıran, uygulayan, başvuran ve kabul
eden herkesin kafir olduğu tağuti kanunlar ile aynı konumda değildir. Bu
gibi düzenlemelerin yazılı hale getirilmesi de bu söylediğimizi değiştirmez.
Çünkü masiyetin yazılmasını emretmek, onu işlemeyi emretmek gibidir.
Yoksa sadece yazılı hale getirilmesi sebebi ile tağuti kanun koyma vasfını
almaz.
Bu idari düzenlemelerde asıl olan, mübahlık, yani serbestliktir. Bunlar Şari’in düzenlenmesini insanlara bıraktığı işlerdendir. Bunlardan ancak
şeriata muhalif olanlar veya günah işlemeyi emredenler kötüdür. Böyle olan
düzenlemelerde de ölçü, “Allahu Teala’ya isyan olan işlerde kula itaat yoktur. İtaat ancak şeriata aykırı olmayan işlerde olur” kuralıdır.
Halbuki küfür olan kanun koyma fiili böyle değildir. Tağutların helal
haram ayırımı yapmadan her alanda yasama hakkını kendilerine ve destekçilerine tanıdığı bütün kanunlar, ister şeriata aykırı olsun, ister şeriate uygun
olsun hepsi kötüdür ve reddedilmiştir. Çünkü bu kanunları ortaya koyanlar,
bunları yaparken şeriata uygunluğunu gözetmemiş, sadece ve sadece anayasaya veya tağutların zevkine uygunluğunu aramıştır.
Bu nedenle, bu iki tür arasında ayırım yapmak ve Allahu Teala’ya isyanı helal kılmayan idari düzenlemelere uymaktan dolayı insanları tekfir
etmekten kaçınmak gerekir. İkisi arasında ayırım yapmayanlardan bazıları,
bu düzenlemeler sebebi ile günahkar konumundaki Müslümanlara ve hatta
bazı değerli Müslüman kişilere kanunlar ortaya koyan tağut muamelesi
yapmaktadır.
Eş-Şenkıti Rahimehullah şöyle der: “Uygulanması Allahu Teala’ya küfrü gerektiren beşeri kanunlar ile, küfrü gerektirmeyen düzenlemeler arasında
ayırım yapmak gerekir. Çünkü sistem iki çeşittir: İdari sistem ve kanuni
sistem.
Şeriata aykırı olmayacak şekilde işlerin düzenlenmesi ve yürütülmesi
amaçlanan idari sistemde, bir sakınca yoktur. Sahabeden Radıyallahu Anhum
ve tabiinden buna muhalefet eden de bulunmamaktadır. Ömer İbnu’lHattab Radıyallahu Anhu, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanında
bulunmayan bu türden birtakım düzenlemeler yapmıştır. Askeriyyeye katılan
ve katılmayanları belirlemek ve buna benzer bazı düzenlemeler yapmak için,
askerlerin isimlerinin listesinin hazırlanması gibi bazı çalışmalar yapılmıştır.
Halbuki Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem böyle bir uygulaması bulunmamaktadır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Ka’b bin Malik’in
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯55
⎯
Radıyallahu Anhu, Tebük seferine katılmadığını, ancak Tebuk’e varıldıktan
sonra öğrenmiştir. Ömer İbnu’l-Hattab’ın Mekke’de, Safvan bin Umeyye’nin
evini satın alması ve hapishane inşa etmesi de bu türdendir. Halbuki ne
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve ne de Ebu Bekir Radıyallahu Anhu
döneminde hapishane inşa edilmemiştir. 99 Şeriata aykırı olmayıp işleri düzene koymak maksadı ile idari bir takım çalışmaların yapılmasında bir sakınca
yoktur ve kamunun yararını gözetmek bakımından şeriatın hükümlerine de
aykırı değildir.
Ancak yerin ve göklerin sahibi olan Allahu Teala’nın şeriatına aykırı
olan kanunları geçerli saymak, yerin ve göklerin yaratıcısına karşı küfür
niteliğindedir..”
Bunlardan da anlaşlmaktadır ki, işlerin düzene konulması türünden
olup şeriata aykırı olmayan düzenlemeler, mubah olmaları bakımından
sahabenin Radıyallahu Anhum üzerinde icma ettiği ve bizzat kendilerinin de
uyguladığı işlerdendir. Fıkıh kitaplarında bazı alimler bu tür dezenlemelere
“El-Mesalihi’l-Mürsele” adını verirler. Bunlar, haram olan bir şeyi helal etme
derecesine varmayan kimi aykırılıklar ve hatta şeriata muhalif bazı hususlar
bulunduruyor olsa da, tağuti kanun koyma kabilinden değildir. Çünkü şeriata olan her muhalefet küfür değildir. Masiyet türünden olan muhalefet de
bulunmaktadır.
Her iki tür arasında ayırım yapmamak, kira sözleşmesi veya benzeri
sözleşmeler yapan ya da taşıma ve satış tarifelerine uyan herkesi tekfir edecek şekilde, kişiyi, hataya sevkeder.
Bu meselede, bana ulaşan en tuhaf şeylerden biri de, yolcu taşıma
ücretlerinin belirlenmesinden dolayı bile insanların tekfir edilmesidir. Bu
derece hataya düşen aşırılar, bazı kurumlar tarafından belirlenen taşıma
ücretine muhalefet ederek, belirlenen bu ücretten eksik veya fazla ödenmesi
gerektiğini, aksi takdirde kişinin küfre düşeceğini iddia ederler. Halbuki fiyat
belirleme, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem yapmadığı ve sevmediği
bir iş olsa da, dinden çıkaran bir küfür niteliğinde değildir. Fiyat belirlemeyi
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem hoş görmediğine dair, Enes’ten
Radıyallahu Anhu rivayet olunan hadiste şöyle geçer: “Halk Rasulullah’a
Sallallahu Aleyhi ve Sellem müracaat ederek: ‘Ey Allah'ın Resûlü Sallallahu
Aleyhi ve Sellem! Fiyatlar yükseldi, bizim için fiyatları siz tesbit edin’ dediler.
Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onlara şu cevabı verdi: ‘Fiyatları koyan
99
Eğer hapsetmek, bugünkü beşeri kanunlarda olduğu gibi, ilahi cezaların yerine bir ceza
olarak uygulanırsa, o zaman idari düzenleme kapsamından çıkar ve tağuti uygulama olur.
Geçmişte hapis tevkif etmek, tazir etmek ve benzeri işler için olurdu ve şeriatın belirlediği
cezalar yerine uygulanmazdı.
56
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Allahu Teala’dır. Rızkı veren, artırıp eksilten de O'dur. Ben ise, hiç kimse
benden ne kan ne de mal hususunda hak talebinde bulunmadığı halde
Allahu Teala’ya kavuşmamı diliyorum.’” 100
Fiyat belirlemek, kişiyi dinden çıkaran bir küfür mahiyetinde değildir.
Olsa olsa bir haksızlıktır veya haksızlığa açılan kapıdır. Rasulullah’ın
Sallallahu Aleyhi ve Sellem fiyat belirlemekten kaçınırken, kıyamet günü kimsenin malında veya canında uğradığı bir haksızlıktan sorumlu tutulmamayı
temenni etmesi, şirk veya küfürden söz etmemesi de bunu gösterir. Hikmet
ve bilgi sahibi Şari’, Kur’an’da veya Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem
dilinden, bir şeyden dolayı tehdit ettiği ya da bir amelden sakındırdığı zaman, onu yapana gelecek zararın azamisini belirtmesi gerekir. 101
Fiyat belirlemek, küfür ve şirk olan kanun koyma türünden olsaydı
veya ona kapı açan bir şey olsaydı, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem
bunu açıklar ve böyle yapmasını isteyen kişiye şiddetle karşı çıkardı. Çünkü
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem adeti gereği, şirk veya ona götüren bir
şey kendisinden istendiği zaman ona şiddetle karşı çıkardı. Ebu Vakid elLeysi’den rivayet olunan hadiste şöyle geçer: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve
Sellem ile birlikte Huneyn Savaşı’na çıktığımızda biz henüz yeni İslam’a
girmiştik. Müşriklerin, çevresinde toplanıp silahlarını astıkları bir sidr ağacı
vardı. Buna “Zâtu Envat” diyorlardı. Bir sidr ağacının yanından geçtiğimiz
sırada biz dedik ki; “Ey Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem, müşriklerin
Zatu Envat’ı olduğu gibi bizim için de bir Zatu Envat belirle.” Rasulullah
Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle dedi: “Allahu Ekber! İşte bunlar Allah’ın
Sünnetleri’dir. Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, İsrailoğulları’nın
Musa’ya söylediği gibi bir şey söylediniz. Onlar şöyle demişlerdi: “Onların
ilahları gibi bizim için de bir ilah yap.” Musa da; “Siz cahil bir topluluksunuz”
demişti. Siz de sizden öncekilerin yolunu takip ediyorsunuz.” 102
Hadiste kendilerinden bahsedilen bu kişiler, şirke kapı aralayabilecek
bir şeyi istedikleri için Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onlara şiddetle
karşı çıkmıştır. Sahabe Radıyallahu Anhum, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve
Sellem şirke karşı savaştığını ve ona izin vermediğini bilmekteydi. Zaten
İslam’a girmeleri ve Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem bey’at etmeleri de
şirki terketmek içindi. Bazılarının iddia ettiği gibi, onların, açıkça şirk olan bir
şeyi Rasulullah’tan Sallallahu Aleyhi ve Sellem istemeleri mümkün değildir.
100
Nesai dışında sünen sahipleri ve Ahmed rivayet etmiştir. Tirmizi sahih olduğunu söylemiştir. İbn-i Hacer, senedinin Müslim’in şartlarına uyduğunu söyler.
101
Bakınız: Es-Sarimu’l-Meslul, 44
102
İmam Ahmed, Hakim ve Tirmizi rivayet etmişlerdir ve Tirmizi hadisin sahih olduğunu
söylemiştir. Zehebi de sahih olduğunu bildirmektedir.
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯57
⎯
Birisi Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem, “Allah ve siz dilediniz”
dediğinde, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, ona, “Beni Allah’a ortak mı
kıldın, yalnız Allah diledi, de” 103 buyurdu. Müslim, Adiy bin Hatim’den
Radıyallahu Anhu şöyle rivayet etmektedir: “Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve
Sellem yanında bir adam bir hitabede bulundu ve dedi ki: ‘Kim Allah ve
Rasulü’ne itaat ederse doğru yolu bulmuştur, kim de o ikisine isyan ederse
doğru yoldan sapmıştır.’ Bunun üzerine Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem
şöyle buyurdu: ‘Sen ne kötü hatipsin. Şöyle söyle: ‘Kim Allah ve Rasulü’ne
isyan ederse...’” 104
Büyük şirk olmayan bu ve benzeri şeylerde Rasulullah’ın Sallallahu
Aleyhi ve Sellem gösterdiği tepki ile, şirke kapı açabilecek olan bir şeyde
gösterdiği şiddetli tepkiye dikkat edilmelidir. Tevhid ile ilgili bütün meselelerde ve şirke götürebilecek bütün işlerde, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem
hep böyle tavır takınmıştır.
Fiyat belirlemede ise, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem korktuğu en büyük şey, birine haksızlık yapmaktır. Yani bu insanların hakları ve
dünya işleriyle ilgili bir meseledir. Yoksa kanun koyma, helali haram veya
haramı helal kılma meselelerinden değildir. Bu nedenle İmam Malik’in
Rahimehullah, Müslümanların imamının bu tür talimatlar koymasını caiz
gördüğü, şafiilerden bazılarının pahalılık durumunda bunu caiz gördüğü,
cumhurun ise bunu caiz görmediği rivayet edilir.
İbn-i Teymiye Rahimehullah, fiyat belirleme konusunda alimlerin ihtilafını belirterek şöyle der: “Alimler bu konuda ihtilaf etmişlerdir. İnsanlar
satmaları gereken şeyi satmayı reddederse, bunu yapmaları emredilir ve
yapmadıkları taktirde cezalandırılırlar. Belli bir fiyat üzerinden malı satması
gereken biri, daha fazla fiyatla satmakta diretirse, yine uyması gereken fiyat
kendisine emredilir ve buna uymadığı takirde cezalandırılır. Rasulullah’ın
Sallallahu Aleyhi ve Sellem, ‘Fiyatları koyan Allahu Teala’dır. Rızkı veren,
artırıp eksilten de O'dur. Ben ise, hiç kimse benden ne kan ne de mal hususunda hak talebinde bulunmadığı halde Allahu Teala’ya kavuşmamı diliyorum’ hadisini delil olarak gösterip fiyat belirlemeyi mutlak olarak yasaklayanlar, yanılmaktadırlar. Çünkü bu, muayyen bir olaydır ve genel bir lafız değildir.” 105
103
Ahmed, Nesai. İbn-i Mace, “Amelu’l-Yevm ve’l-Leyle” kitabında rivayet etmiştir.
Ebu Davud, Ahmed ve Nesai rivayet etmişlerdir.
105
Mecmuu’l-Fetava, 28/56, 57
104
58
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
İKİ UYARI
Birincisi: Beşeri kanunlardan ve onları yapanlardan beri olduğumuzu açıkladığımız yerlerde günümüzdeki bazı insanların şu sözlerini nakletmiştik: “Bugünkü hükümetlerde anayasa, Kur’an ve Sünnet’in önünde
değildir. Sadece trafik kuralları, alışveriş kuralları, sağlık ile ilgili kurallar ve
benzeri tali meselelerde kurallar konulmaktadır. Zaten gelenek ve göreneklere dayanan örf, toplumlarda farklıdır.” 106
Yukarıda da açıkladığımız gibi, biz, trafik kuralları, alışveriş kuralları,
sağlık ile ilgili kurallar ve benzeri idari işleri düzenleyen kurallara uyduğundan dolayı hiçbir kimseyi tekfir etmedik ve etmiyoruz. Bu kurallara uyanlar
ister bu tür kurallara aykırı davranmaktan korktuğu için, ister ‘iki zarardan
hafif olanı tercih edilir’ kuralına binaen hareket ettiği için, ister bu tür şeylerin
küfre götüren kanunlar değil de içtihad ile belirlenebilecek idari kurallardan
ibaret olduğu inancına sahip olduğu için bu talimatlara uysun, biz böylelerini
tekfir etmiyoruz. Böyle bir aşırılığa kaçmaktan Allahu Teala’ya sığınırız. Bu
tür kişileri içtihad sebebi ile veya Haricilerin delillendirme yöntemine benzer
bir delillendirme ile tekfir edenlerin hata yaptıklarını söylüyoruz.
Dolayısıyla tağuti kanunları kötülemek, bunları yapan tağutların, destekçilerinin ve bu kanunlara sığınanların tekfir edilmesi ile, bu tağutların
egemenliği altında ezilmiş olan avam insanlar hakkında söz ederken, yapılması gereken bu iki kesim hakkındaki açıklama arasında ayırım yapmaktır.
Korku, zayıflık, ikrah ve te’vil sebebi ile, insanların, bu kanunlara ve tağutlara
yaptıkları itaatin çeşidi hakkında gerekli açıklamayı yapmak gerekir. Çünkü
bu konudaki açıklama, çeşitli olan maksatların, itaati esnasında kişinin durumunun, yapılan te’villerin, kişinin itaatinin marufta mı, masiyette mi yoksa
küfürde mi olduğunun belirlenmesi açısından da gereklidir. Bu tür problemlerde ayrıntılı açıklama yapmak ihmal edilmemelidir. Bunlar hakkında ayrı
olarak değerlendirme yapmadan, insanları tekfir etmeye kalkışmak, ancak
takvadan ve dinden nasibi olmayan cahil insanların işidir.
İkincisi: Bazı aşırılar, tağuti anayasalara binaen yapılan ve bazen
şeriatın hükümlerine de uygun olan kanunları bile eleştirdiğimizi ve bunları
yapanları tekfir ettiğimizi görünce, bizim çelişkiye düştüğümüzü sanmaktadır.
Bunları tekfir ediyoruz çünkü, bu kanunları yapanlar, onların şeriata uygun
olmasını değil, anayasaya ve tağutların hevalarına uygunluğunu gözönünde
bulundurmaktadırlar. Anayasanın onlara tanıdığı mutlak yasama yetkisinden
hareket ile bu kanunları çıkarmaktadırlar. Ancak bununla birlikte, bu kanun106
Haddu’l-İslam ve Hakikatu’l-İman, 377
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯59
⎯
larla muhakeme olan, onlara uyan veya şeriatın hükümlerine uygun olduğu
kanaatine varması sebebi ile, yani te’viline binaen bu kanunlar ile yargılanmayı kabul eden kişileri tekfir etmediğimizi de okumaktadırlar. Çelişkiye
düştüğümüzü zannetmelerinin asıl sebebi de budur.
Bu şekilde ayrı ayrı değerlendirme yapmak aşırıların hoşuna gitmemektedir. Dolayısıyla bu değerlendirmemizi de çelişki olarak kabul ederler.
Halbuki burada te’vilin, yani içtihadın bulunduğu açıktır. Bunu ise ancak
dininde macera arayan ve tekfirin hükümlerini önemsemeyen kişiler ihmal
edebilir. Te’vil bulunmasına rağmen, böyle bir durumda yapılacak tekfir,
olsa olsa ihtimallere binaen veya dolaylı yönden bir tekfir olur. Bunun doğru
olmadığını ise daha önce belirttik.
Ne olursa olsun, bizi aşırıların veya başkalarının düşüncesi ilgilendirmez. Hakkımızda çelişkiye düştüğümüzü söylemeleri ve hatta tekfir hükmünü
vermeleri de bizim için önemli değildir. Bu meselede takip ettiğimiz yöntem,
Allahu Teala’nın dinine uygun olduğu müddetçe, onların gürültüsü ile ilgilenmiyoruz. Zaten hiçbir gün onların veya bid’atçı olan başkalarının gönlünün razı olması için araştırma yapmadık. Amacımız Allahu Teala’nın rızasıdır. O’nun bize hidayet ve başarı vermesini dileriz.
60
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
-25ALLAHU TEALA’NIN İNDİRMEDİĞİ HÜKÜMLERLE
HÜKMETME İLE, BİR GÜNAH OLARAK, BAZEN ALLAHU
TEALA’NIN BİR HÜKMÜNÜ MÜCERRED OLARAK
TERKETME ARASINDA AYIRIM YAPMAMAK
Tekfirde yapılan hatalardan biri de, Allahu Teala’nın indirdiği ile
hükmetmemek için yapılan tağuti kanun koyma ve hüküm verme ile, yargılamada haksızlık yapmak gibi tevelli olmaksızın bazen Allahu Teala’nın
indirdiği ile hükmetmeyi mücerred olarak terketme arasında ayırım yapmamaktır.
Bu iki türü ayırmama, günümüz kimi değerli yazarların kitaplarında
olduğu gibi, sadece, bu iki kesim hakkında muhalefet etmenin ve ikisini
birbirinden ayırmanın hata olduğunu söylemek ile kalsaydı, bu kadar önemli
bir sorun halini almazdı.
Çünkü seleften bazıları yargılama konusunda, tevelli olmadan ve
mücerred olarak, herhangi bir konuda Allahu Teala’nın indirdiği ile hükmetmeyi terk için “Küfrün Dûne Küfr (Kişiyi Dinden Çıkarmayan Küfür)”
adını verirler. Bu ise yargılama sırasında Allahu Teala’nın indirdiği hüküm
yerine tağutun hükümlerini uygulamak ve tevelli etmek şeklinde değil de,
kişinin, hevasına uyması, masiyet veya haksızlık sebebiyle başka bir hükmü
uygulaması şeklinde olmaktadır.
Halbuki öncekilerden ve sonrakilerden bu konuyu ele alan herkese
şunu söylüyorum: İş, öncekilerin yaptığı gibi, sadece böyle bir işe kalkışan
kişinin hatalı yaptığını söylemek ile kalsaydı, çok önemli bir boyuta gelmemiş
olurdu. Ancak bu iki türü birbirinden ayrı olarak değerlendirmeyenler, muhaliflerini, bu iki türü birbirinden ayırmaları sebebiyle Mürcie’nin görüşünü
izlemekle suçlamaktadırlar.
Ayrıca bu meselede aşırıya kaçan kimilerinin, akrabalık bağının olması veya hevasına uyması sebebiyle, yargılamada haksızlık yapan her
kişiyi, zahirde ve batında, şeriatın hükümlerine bağlı olduğunu, onun dışında
kimsenin hükmünü kabul etmediğini ve başka bir hükmü tanımadığını belirtse bile, tekfir ettiklerini gördüm. Bununla da kalmayarak, aile fertleri arasında hüküm vermede adaletsizlik yapan kişileri bile tekfir etmekte ve Allahu
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯61
⎯
Teala’nın indirdiği hükümlerle hükmetmeyen bir hakim ile aynı kategoriye
koymaktadırlar. Bunlara göre adaletsiz davranan aile reisi, insanlar arasında, Allahu Teala’nın şeriatıyla hükmetmeyen yöneticiler konumundadır ve
dolayısıyla da Allahu Teala’nın, “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir” 107 ayetinin kapsamına girmektedir.
Doğrusu ise, bir konuda Allahu Teala’nın hükmünü uygulamayı
mücerred ve masiyet olarak terketmek, tağutların hükmü ile hükmetmek
veya hükmolunmak ya da Allahu Teala’nın hükümlerini değiştirmek gibi
küfür değildir. Bu şekilde mücerred bir terk, ayetin zahiri kapsamına giriyorsa
da, ayet, asıl olarak böyleleri hakkında değildir. Ayetin iniş sebebi de bunu
göstermektedir. Zira ayet, kitap ehli kafirlerinden söz eden ayetlerdendir. Bu
nedenle, ayetin nüzul sebebini belirten hadiste Bera bin A’zib, “Bu ayetlerin
hepsi kafirler hakkında nazil olmuştur” demektedir. Yani kişiyi İslam’dan
çıkaran büyük küfür ile ilgilidir. Ayetin iniş sebebi, Müslim’de aktarıldığı gibi,
Yahudilerin zina edenin recmedilmesi ile ilgili hüküm hakkında yaptıkları
değişikliktir. Hadiste aktarılan olayda, Allahu Teala’nın indirmediği hüküm
ile hükmetmenin, Yahudilerde nasıl nesilden nesile takip edilegeldiği görülmektedir. Çünkü Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, onların alimlerinden
birine, zina eden kişinin, Tevrat’taki hükmünü sorduğunda, asıl olanın recm
olduğunu, ancak onlardan ileri gelen biri zina yaptığında bu hükmün uygulanmadığını, zayıf olan biri zina suçunu işlediğinde ise recm cezasının uygulandığını söylemiştir. Onların bu suçları, Allahu Teala’nın hükmünü bazılarına uygulayıp bazılarına uygulamamak kabilindendir. Halbuki aslında onlara
emredilen, Allahu Teala’nın Kitabı’ndaki hükmü uygulamalarıdır. Buraya
kadar onların günahı evli kimsenin zina suçu hakkındaki Allah'ın indirdiği
hükmü bazen zalimce bazen masiyet olarak terk etmeleriydi. Bu gerek zenginlerinin sözlerinden çıkamayışları gerekse akrabalarını kayırmaları ya da
rüşvet sebebiyle olsun, bir masiyettir. Bütün bunlar, bir hadden tamamen
yüz çevirmenin ya da başkasının şeriatına uyma manasının dışında veya
daha altındadır. Helal görmeksizin, onların mücerred olarak işledikleri bu
suç, sadece büyük günah türündendir, yani kişiyi dinden çıkarmayan küfürdür (Küfrün Dûne Küfr).
Ne zaman ki, Allahu Teala’nın indirmediği hüküm ile hükmetmek
sözkonusu olur ve kendisinden bu kastedilirse, alimlerin, bunun kişiyi küfre
götürmesi için, kişi tarafından bu uygulamanın helal görülmesinin şart olduğunu söylediklerini görürüz. Bu tür uygulama için biri yukarıdaki ayeti delil
olarak getirdiğinde de, kişiyi dinden çıkarmayan küfür, yani büyük günah
107
5 Maide/44
62
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
olduğunu söyleyerek te’vil ederler. Haricilere cevap verdikleri veya başka
yerlerde kullandıkları ifadelerinde bu açıktır. Yani sözü edilen küfür, Allahu
Teala’yı, melekleri ve benzeri iman ve İslam eseslarını inkar etmekten oluşan
küfür gibi değildir. Bu nedenle kişiyi dinden çıkarmayan küfür (küfrün dûne
küfr) demişlerdir.
Bu bilindiği takdirde, öncekilerin Allahu Teala’nın indirmediği bir
hükümle hükmetme konusunda ve küfre götürmeyen günahlar için kullandıkları terimdeki kapalılık da ortadan kalkmış olur. Onlar bu durumlarda,
yukarıda bahsettiğimiz manayı kastederler. Çünkü onların zamanında yaygın
olan ve üzerinde durulan bu türdür.
Yahudilerin bilgini olan adamın, aynı hadiste geçen şu sözlerine gelince: “Zina vak'aları eşrafımız arasında çoğaldı. Artık şerefli birini bu suçla
yakalarsak onu bırakır olduk. Ancak zayıf birini yakalarsak ona haddi tatbik
ediyoruz. Kendi aramızda şöyle dedik: “Gelin aramızda öyle bir ceza şeklinde anlaşalım ki o, eşraftan olsun, halktan olsun herkese tatbik edilsin. Sonunda recm yerine yüzün kömürle boyanıp dayak atılmasında ittifak ettik.” 108 İşte burada her biri ayrı olarak kişiyi küfre sokan iki cerimeyi işlediler
ki bunlar:
Birincisi: Allah’ın evli adam hakkındaki recm hükmünü, o hükümden yüz çevirerek ve ona uymayarak tamamen terk (yani amelin cinsini
terk).
İkincisi: Allah ile birlikte hüküm koymak veya Allah’ın hadlerinden
birini değiştirmek ya da Allah’ın şeriatı dışında başkasının şeriatına bağlanmak. Bunlar, bu asrın tağutlarını da küfre götüren iki cerimedir. Ancak günümüz tağutlarının küfürleri daha kötü, daha iğrenç ve daha kapsamlıdır.
İşte burada Allahu Teala’nın indirdiği hükümden başka bir hüküm
üzerinde anlaşmışlar, yani Allahu Teala’nın indirmediği bir hüküm ile hükmetmişlerdir. Bir tek meselede de olsa tağuta muhakeme olmuşlar ve kafir
olmuşlardır. Bu olaydan sonra Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem recm
ettirdiği Yahudi hakkında onlar, recm dışında başka bir hüküm vermişler,
daha önce üzerinde anlaştıkları gibi o kişinin yüzünü karalama ve sopa
cezasını uygulamışlardı. Bera’nın Radıyallahu Anhu dediği gibi, Allahu Teala
onların bu yaptıklarına karşı çıkmış ve bu münasebet ile inen ayetlerde şöyle
buyurmuştur: “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar
kafirlerin ta kendileridir” 109 , “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmet-
108
109
Mecmuu’l-Fetava, 28/170
5 Maide/44
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯63
⎯
mezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir” 110 , “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir.” 111 Ayetlerin
nüzul sebebi ve kişiyi küfre götüren uygulama budur. Bu uygulamanın küfür
olduğu belirtildikten sonra ayrıca bu uygulamayı helal görmek veya hükmü
inkar etmek de belirtilirse, küfürde ilave olduğunu göstermek içindir. Yoksa,
kişiyi dinden çıkaran böyle bir suç işleyenin küfre girmesi için yaptığını helal
sayması veya bunun haramlığını inkar ediyor olması şartı, burada koşulmamaktadır.
Bu konuda iki grup yanılmış ve işleri karıştırmıştır. Bunlardan biri ifrata gitmiş diğeri ise tefrite kaçmıştır. İfrata dalan grup, çağımızın Mürcie ve
Cehmiyyeleridir. Bunlar ayette sözü edilen büyük küfrü, kişiyi dinden çıkarmayan küfür (küfrün dûne küfr) denilen büyük günah ile te’vil etmişlerdir.
Diğer grup ise, ayette geçen küfür ibaresini aslında olduğu gibi büyük
küfür olarak almış ancak bu ayeti uygun olan yerde kullandığı gibi, uygun
olmayan yerde de kullanmıştır. Bunların başında Hariciler gelmektedir.
Onlar, Ali bin Ebi Talip, Muaviye, Osman ve diğerlerinin Radıyallahu Anhum
Allahu Teala’nın hükmü ile hükmetmediklerini iddia etmiş ve bundan dolayı
kafir olduklarını söylemişlerdir. Yine bunlardan bazıları ise, bu ayetteki
hükmü, aile fertleri hakkında adaletli davranmayan aile reisi hakkında uygulamışlardır. Halbuki böyle birinin Allahu Teala’nın indirdiği ile hükmediğini
kabul etsek bile en fazla, bu kişinin, hükmünde adaletsiz ve haksız davrandığını ve hevasına uyduğunu söyleyebiliriz. Aile fertleri arasında verdiği adaletsiz hüküm, Allahu Teala’nın indirdiğinden başka bir hüküm olması ile beraber, insanlar arasında uygulanan genel bir hüküm mahiyetinde değildir.
Aradaki fark çok açıktır. Özellikle kişinin aile fertleri arasında hüküm
vermesi konusunda, o kadar açıktır ki bunu ancak heva ve aşırılığın, gözlerini kör ettiği kişiler görmezden gelirler.
En doğrusu, ayette belirtilen küfrün, zahiri manası ile yani büyük küfür olarak ve hakikati üzerinde kalmasıdır. Nüzul sebebi ve başka karineler
de bunun böyle olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, ayetteki küfür ifadesini, kişiyi dinden çıkarmayan küçük küfür olarak te’vil etmenin haklı bir
gerekçesi yoktur. Maide Suresi’ndeki bu ayetin zahiri, Allahu Teala’nın
indirdiğinden başkasıyla hükmeden ve O’nun hükmünden yüz çevirenleri
kapsamaktadır. Ancak bununla beraber ayet, zahiri ve geneli itibariyle,
selefin tekfirinde ihtilaf ettiği kişiyi küfre düşürmeyen kısmı da kapsar. Ayetin
asıl bahsettiği ve iniş sebebi olan kısım ise tağuti ve şirk manasında olan
110
111
5 Maide/45
5 Maide/47
64
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
terketmedir. Bu yüzden alimler buradaki küfrü olduğu gibi, hakikatiyle anlamışlardır. Çünkü Kur’an’ın lafızlarında aslolan, hakikattir. Küfürde de
aslolan, lugatte tarif edilen küfrün hakikatidir. Delil olmaksızın mecaza yani
“küçük küfre” hamledilemez.
Hükmü terketmenin diğer şekline gelince, o ise büyük küfür olmayan
şeklidir. Ancak onun da anlamı ayetin lafzının genel kapsamına girer. Bu
nedenle Haricilerden delil gösteren bununla meseleyi delillendirmiş ve ayetin
iniş sebebinin tefsirine itibar etmemiştir.
Tek başına bu zahiri anlam, sünnetten açıklayan başka nasslar ışığında anlaşılmazsa, kalplerinde hastalık bulunan kimselerin, hevalarına uyarak
fitne çıkarmak ve te’vil etmek için peşine düştüğü müteşabihler kabilinden
olur.
Bu nedenle, bu iki durumu karıştırmaktan ve birbirinden ayırmamaktan sakınmak gerekir. Geçmişte Hariciler Allahu Teala’ya karşı günah işleyen
herkesin Allahu Teala’nın indirdiğinden başkasıyla hüküm verdiğini, dolayısıyla kafir olduğunu söylemişlerdir. Ayeti anlamadan, nüzul sebebini bilmeden ve Allahu Teala’nın ondan ne kastettiğini kavramadan karar verdiler.
Onlar Kur’an’ı okurlar ama Kur’an boğazlarından aşağı inmez, yani kalplerine ulaşıp doğru dürüst anlamazlar.
Onlardan bir grup iki hakemi ve Ali ile Muaviye’yi tekfir ettiler. Taraflar arasında sulh yapmaya çalıştıklarını görünce Müslümanlardan büyük bir
kesimi de tekfir ettiler ve “İnsanlara hükmolundunuz. (Oysa Allahu Teala
şöyle buyurmaktadır): “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse
işte onlar kafirlerin ta kendileridir” 112 dediler. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve
Sellem şu sözleriyle onlar hakkında ne kadar doğru buyurmuştur: “Kur’an’ı
okurlar ama boğazlarından aşağı inmez.”
112
5 Maide/44
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯65
⎯
-26SEÇİMLERE KATILAN HERKESİ AYIRIM YAPMADAN
TEKFİR ETMEK
Tekfirde yapılan hatalardan biri de, parlamento veya belediye seçimlerine katılarak oy kullanan herkesin, amaç ve hata dikkate alınmadan ve
hüccet ikamesi yapılmadan tekfir edilmesidir. Hamasetli gençlerden birçoğu,
tekfirde muteber olan kastın şekillenmesinde etkili olan cehalet özrünü dikkate almadan, bu seçimlerde oy kullanan herkesi muayyen olarak tekfir etmektedirler.
Halkın çoğu için, belediye seçimlerindeki küfür açık değildir. Çünkü
çoğu kişi, vakıadan haberdar olan insanlarda olduğu gibi, tekel bayiliği,
meyhane ve genelevi gibi bir takım yerlere belediyeler tarafından işlem
yapıldığını ve ruhsat verildiğini bilmemektedir. Ayrıca belediye seçimlerine
aday olarak katılan ve Müslüman olduğunu söyleyen bir çok kişi, bu tür
yerler hakkında olumlu düşünmemekte ve buraların açılmasına yönelik işlem
yapmadığı gibi eski verilen ruhsatları da yenilememektedir. Onların bu
durumları ise birçok kişinin aldanmasına ve seçimlere katılmasına sebep
olmaktadır. Bu tür seçmenleri, yasama meclisi üyesi olacak parlamenterlerin
seçimine katılanlarla eşit tutmak haksızlıktır.
Parlamento seçimleri konusunda da, seçmenlere insaf gözü ile bakan
herkes, bu kişilerin çoğunun, kendilerine milletvekilli olarak seçecekleri
kişinin sebebi ile elde edecekleri dünyevi hizmeti amaçladığını ve bu parlamentoların hakikatının ne olduğunu bilmediğini görür. Seçmenlerin çoğu,
parlamentoya da, belediye meclisi veya encümen üyeliği gibi bakarlar. Çoğu
zaman felçli veya sandalyeye mahkum hastaların sedye üzerinde oy kullanması için taşındıklarını, seçimlerin hakikatı hakkında bir bilgilerinin olmadığını, köy, mahalle veya semtlerine gelecek hizmette rol almak veya uğradıkları
haksızlığı gidermek ve zulümden kurtulmak ya da tutuklu yakınlarının cezaevinden çıkmasına sebep olacak af çıkarılmasına sebep olmak veya bu seçimlere aday olarak katılan ve akrabalarından olan kişileri desteklemek için oy
kullanıldığını görmekteyiz.
Kimileri ise herşeyden habersiz, üzerinde “Tek çözüm İslam’dır” gibi
yazıların bulunduğu ve bu parlamentolarda tağuti kanunların çıkmasında
ortak olan müşrikler tarafından hazırlanan afişlere bakarak, İslam’ı sevmeleri
66
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
ve destek olmak istemeleri sebebi ile bu seçimlere katılırlar. Bu tür insanlar,
seçtikleri bu parlamenterlerin, şeriatın hükümlerini uygulama yolunu kapatacak yasalar çıkarmak için çalışacaklarını bilmemektedir.
Yasama işlerine bulaşmayan, küfür kanunlarına saygılı olacağına ve
koruyacağına dair anayasa üzerinde yemin etmeyen ve buna benzer kişiyi
küfre götüren söz ve fiillerde bulunmayan kişiler ile, durumu bu olmayanlar
arasında ayırım yapmak gerekir. Bilindiği gibi her seçmen, küfür olan bu söz
ve fiilleri işlememektedir. 113 Ancak kişinin kastının, küfür olduğu açık olan bu
tür söz ve fiiller için kendisine vekil atamak olması halinde, kendisinin hükmü de atadığı bu vekilin hükmü gibi olur. Çünkü küfür olan bu işe destek
veren ile, bunu bizzat uygulayan arasında fark yoktur. Dolayısıyla küfre giren
o parlamenteri destekleyen kişinin kastı, bu küfür kanunlarının çıkarılması,
küfür olan anayasa ve sistemin varlığını devam ettirmesi ise, bu kişinin
hükmü de, bu işi bizzat yapanın hükmü ile aynıdır.
Ancak parlamenterlerin işledikleri küfür olan söz ve fiiller hakkında
gerçekler çokça örtbas ediliyorsa ve seçmen bunu bilmiyor veya anlamıyorsa
ve seçtiği kişiyi sadece köyüne, kasabasına, mahallesine veya şehrine hizmet
götürmesi amacıyla seçiyorsa, bu kişi diğeri ile aynı konumda değildir. Bu
seçmen hata etmektedir ve bu parlamenterleri, küfür yasalarını çıkarmaları
maksadı ile seçmiş değildir.
Bu nedenle böylelerini, kendilerine hüccet ikamesi yapılmadan ve
parlamenterlerin yaptıkları yasama işinin mahiyeti açıklanmadan, İslam’a ve
Allahu Teala’nın dinine aykırı olan işler ile uğraştıkları belirtilmeden tekfir
etmek doğru değildir. Bu durum kendilerine açıklanıp, gerekli hüccet ikamesi
yapılmasına rağmen, seçimlere katılma konusunda hala ısrar ederlerse, bu
hükmü hak etmiş olurlar.
Dolayısıyla bu tür seçmen arasında mutlaka ayırım yapmak gerekir.
Küfür kanunlarını yapması veya buna benzer açık küfür olan başka bir işi
gerçekleştirmesi kastı olmadan bu seçimlere katılan kişiler, zahirde kendilerini
küfre götüren bir iş yapmışlarsa da, hüccet ikamesi yapılmadan önce tekfir
edilmezler. Çünkü işler ve durumların birbirine karışmış olması, demokrasi
ve parlamento gibi terimlerin yabancı terimler olup mahiyetinin birçok kişi
tarafından bilinmemesi, birtakım insanların, hakikatını bilmedikleri bu tür
işlere girişmesine sebep olmuştur. Bu, anlamını bilmediği bir sözü söyleyen
veya işi yapan kişi kabilindendir. Alimler, anlamını bilmediği ve kendisine
113
Bu fark, seçmenler ile parlamentoda yasama yapan parlamenterler arasında ayırım yapmaya bizi götürdü. Yoksa mesele kişinin mizacına ve tercihine kalmış yahut delilsiz
istihsandan ibaret bir mesele değildir.
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯67
⎯
hüccet ikame edilmediği sürece, böylelerinin sorumlu olmadıklarını söylemektedir.
İzz bin Abdusselam Rahimehullah, “Kavaidu’l-Ahkam fi Mesalihi’lEn’am” isimli kitabında, “Anlamını bilmediği sözden dolayı kişi cezalandırılmaz” başlığı altında şöyle der: “Arap olmayan kişi küfür, talak, iman, köle
azadı, satış, alış, sulh gibi anlamını bilmediği kelimeler kullanacak olursa,
onun için bağlayıcı olmaz ve cezalandırılmaz. Çünkü bu kelimelerin gereklerini kabullenmiş veya kastetmiş değildir. Aynı şekilde Arap olan bir kişi,
anlamını bilmeden bu manalara delalet eden yabancı kelimeler söylerse, o
da kendisi için bağlayıcı olmaz ve cezalandırılmaz. Çünkü kullanırken, bunların gereklerini kastetmemiştir. İrade, ancak bilinen veya zannedilen şeye
yönelir. Arap olan bir kişi, anlamını bilerek bu kelimeleri söylüyorsa, söylediği yerine gelmiş olur. Ancak Arap olan bir kişi, karısına sünnet veya bid’at
olan bir yöntem ile “sen boşsun” derse, ve her iki kelimenin anlamını da
bilmiyorsa veya hul’, ricat, nikah, i’tak gibi arap olduğu halde anlamını
bilmediği kelimeleri kullanırsa, bunlardan hiçbiri sebebi ile sorumlu olmaz ve
söylediği geçerli kabul edilmez. Çünkü manasını bilmiyor ki delalet ettiği şeyi
kastetmiş sayılsın.” 114
Günümüzde, demokrasi terimini bilmeyen ve ondan maksadın ne
olduğunu anlamayıp baskı, zulüm, tahakkum, hak ve hürriyetlerin yok edilmesi gibi uygulamaların zıddı anlamına geldiğini düşünen veya zanneden
kişilerin durumu bu kabildendir. Demokrasinin hakikatinin, Allahu Teala’nın
hakkı olan hakimiyeti halkın eline vermek ve halkın kendi kendisine hakimiyet kurması veya kanunlar yapması anlamına geldiği bu tür kişilere anlatılmadıkça ve bunun küfür olduğu hakkında kendilerine hüccet ikamesi yapılmadıkça, tekfir edilmezler. Bu tür insanlar, demokrasinin hakikatini bilmediği
için ne işe yaradığını da bilmez, dolayısıyla demokrasi ile hakiki manası olan
küfür yapısını de kastetmiş sayılmazlar.
İbnu’l-Kayyim Rahimehullah şöyle der: “Kadın, Arapça bilmeyen kocasına, “bana üç defa ‘boşsun’ de” derse ve kocası da bu sözlerin ne anlama
geldiğini bilmeyerek bunu söylerse, Allahu Teala ve Rasulü’nün Sallallahu
Aleyhi ve Sellem hükmüne göre bu kadın boş olmaz. Yine bir kişi, diğerine,
halk arasında saygı ifadesi olarak kullanılan manası ile, “Ben senin kulun
kölenim” derse, o kişinin kölesi olarak sayılmaz. Sözlerin örfte kullanımlarını,
niyet ve maksatlarını gözönünde bulundurmayanlara göre ikinci misaldeki
adam, kendisine bu şekilde ifadede bulunan diğerine köle olarak sahip
olabilir veya onu satabilir. Bu, cahil müftünün hata edebileceği büyük bir
alandır. Bunu bilmeyen müftü insanları aldatır, Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne
114
Kavaidu’l-Ahkam fi Mesalihi’l-En’am, 2/102
68
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
iftira eder, dinini değiştirir, Allahu Teala’nın haram etmediğini haram ve
helal etmediğini de helal yapar. Allahu Teala bundan bizi korusun.” 115
Yine şöyle der: “Allahu Teala, insanların içindekilerine delalet etmesi
için kelimeleri vazetmiştir. Biri diğerinden bir şey istediği zaman kelimeler ile
ne istediğini ve maksadını ona anlatır. Bu isteklere de kelimeler vasıtasıyla
hükümleri bina edilir. Söz veya fiilin delaleti olmaksızın insanların içlerinde
olan şeylere ve yine kişinin anlamını bilmeden söylediği ve anlamını kastetmediği kelimelere hükümler bina edilmemiştir.
Aksine kişi, içinden geçirip işlemediği, söylemediği, hata ederek,
unutarak, ikrah altında kalarak, anlamını bilmeyerek veya söylediğinin
anlamını kastetmeyerek yaptıklarından dolayı sorumlu tutulmamıştır. Kasıt
ve sözlü ya da fiili delalet bir araya gelirse, hüküm terettüp eder. Bu şer’i bir
kuraldır. Allahu Teala’nın adalet, hikmet ve rahmetinin gereklerindendir.” 116
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Mü’min bir kişi, kullandığı kelimelerin anlamını bilmeden Allahu Teala ve Rasulü Sallallahu Aleyhi ve
Sellem hakkında bir şeyi belirtmek için, söz söyler ve o sözün kasdettiği
anlama delalet ettiğini zanneder, ancak o söz başka şeye delalet ederse, o
mü’min kafir olmaz.
Allahu Teala şöyle buyurur: “Ey iman edenler, ‘Râina’ demeyin..” 117
Bu kelime ile Yahudiler, Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem eziyet etmek
ister, ancak Müslümanlar ise bunu kastetmezlerdi. Allahu Teala onu kullanmalarını yasakladı, ancak bu sözü kullanmalarından dolayı onları tekfir
etmedi.” 118
İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah, İfk olayında Rasulullah’a Sallallahu
Aleyhi ve Sellem eziyet ve hakaret etmek isteyenler ile bu olaydan böyle bir
hakaret ve eziyet amacı taşımayan Hassan, Mistah, Himne gibileri arasında
ayırım yaptığına ilişkin söyledikleri, Allahu Teala’nın izni ile yirmi dokuzuncu
bölümde gelecektir. Eziyet ve hakeret amacı taşımayanlar için şöyle der:
“Onlar bunu kastetmediler ve buna delalet eden bir şey de söylemediler.” 119
Burada, maksadın kelimelerin delaletinden anlaşılacağı belirtilmektedir.
Yukarıda söylenenlerden şu sonuca varmaktayız: Tekfirin sebepleri,
daha önce belirttiğimiz gibi, dünya ahkamına göre söz ve fiil ile sınırlı ise de,
ahvalin ve manaların karışması, insanların cehaletleri, iş ve sözlerin anlamla115
İlamu’l-Muvakkıin, 4/229
İlamu’l-Muvakkıin, 3/117
117
2 Bakara/104
118
Er-Reddu ala’l-Bekri, 341-342
119
Es-Sarimu’l-Meslul, 180
116
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯69
⎯
rının hakikatini bilmemek gibi sebepler ile ihtimallerin birden fazla olması
durumunda kişinin kastını araştırmak ve kesin olarak tesbit etmek gerekir.
“Delaleti ihtimalli olan söz ve fiiller ile insanların tekfir edilmesi” bölümünde,
kişinin söylediklerinin, örfüne göre değerlendirilmesi ve gerekli karinelere
bakılması gerektiğini açıklamıştık.
Biz, kişinin kastının söylediği sözlerde ve işlediği fiillerde önemli olduğunu sözlerken, Cehmiyye ve Mürcie mensuplarının küfre götüren söz ve
fiillerde bile, kişinin itikadını ve helali haram kılmasını şart koşmaları gibi bir
şartı koşmuyoruz. Kişinin, söylediklerinde veya işlediklerinde kafir olmayı
kastetmesi gerektiğini de söylemiyoruz. Küfre girenler arasında zaten böyle
bir kastı olan neredeyse yok gibidir. İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der:
“Bir kimse küfür olan bir söz söyler ya da bir amel işlerse, kafir olmayı kastetmemiş olsa bile, bu nedenle kafir olur. Zira Allah’ın dilediği kimseler
dışında hiç kimse küfrü kastetmez.” 120
Bizim kasıt konusundaki amacımız bir çok defa tekrar ettiğimiz gibi,
kişinin söylemiş olduğu küfür sözünü veya işlemiş olduğu küfür amelini
kendi iradesi ile ve manasını bilerek işlemiş olmasıdır. Yoksa bu sözü veya
ameli küfre girmek için yapmış olması ile bunu kastetmemiş olması arasında
fark yoktur. Şari’, şer’i ahkamı (tekfir gibi) sebeplerine bağlamış ve bu konuda mükellefe hükmü ve sebeplerini birbirinden ayırma serbestisi tanımamıştır. Aksine ne zaman sebepler mevcut olur, şartlar yerine gelir ve engeller
ortadan kalkarsa, kişi bu sebeplere binaen verilecek olan hükmü amaçlamasa da, hüküm meydana gelir. Çünkü önemli olan, söylenen söz veya yapılan
iş ile kafir olmayı amaçlamak değil, küfür olan bu sözü söylemeyi veya işi
yapmayı amaçlamaktır.
Tekrar belirtmek isteriz ki, anayasaya yemin etmek, ona ve kanunlarına saygılı olmak ve anayasaya uygun kanunlar yapmak gibi bizzat küfür
olan işler için parlamenterleri seçen kişileri cehaletlerinden dolayı mazur
görmüyoruz. Bu konuda cehalet özrü muteber değildir. Çünkü bu, bütün
peygamberlerin gönderiliş amacı olan Tevhid ilkesine açık bir küfürdür.
Bunu bilmemek, öğrenme imkanı ve kolaylığı bulunduğu halde dinin temeli
olan bir şeyi öğrenmeyi reddetmek demektir. Kaldı ki aklı başında bir insanın
yasama hakkının Allahu Teala’nın hakkı olduğunu bilmemesi mümkün
değildir. Özellikle tağutların kendi ve parlamentolarının hakkı olarak gördükleri ve genel olarak bütün din ve dünya işlerini kapsayan yasama konusundan insanın habersiz olması sözkonusu değildir.
120
Es-Sarimu’l-Meslul, 177-178
70
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Alimler, helal ve haram kılma veya kanunlar belirleme iddiasında bulunan kişinin, rablık iddiasında bulunmuş olacağını belirtmişler, Allahu
Teala’nın helal kıldığını haram veya haram kıldığını helal yapan, Allahu
Teala’nın izin vermediği kanun koyma işine girişen alimlere, yöneticilere
veya hükümdarlara itaat edenlerin, onları rabler edinmiş olacaklarını söylemişlerdir. Çünkü yasama konusunda itaat, ibadettir ve Allahu Teala’ya
hükümde ve ibadette ortak koşmaktır.
Bu konuda bir çok delil bulunmaktadır. Allahu Teala şöyle buyurur:
“Üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Çünkü onu
yemek günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri
için telkin ederler. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah’a ortak koşanlardan olursunuz.” 121
Ebu Davud, İbn-i Mace, Hakim ve İbn-i Cerir, İbn-i Abbas’tan
Radıyallahu Anhuma şöyle rivayet ederler: “Müşrikler, ölü hayvanın eti hak-
kında Müslümanlarla tartışır ve, “Allah’ın kestiğini yemiyorsunuz, ama kendi
kestiklerinizi yiyorsunuz” derlerdi. Bunun üzerine Allahu Teala, “Eğer onlara
uyarsanız şüphesiz siz de Allah’a ortak koşanlardan olursunuz” 122 ayetini
indirdi.” Bu ise Allahu Teala’nın helal kıldığını haram ve haram kıldığını
helal kılan veya Allahu Teala’nın izin vermediği yasama işini yapan kişilerin
Allahu Teala’ya ortak koşmuş olduklarını göstermektedir.
Allahu Teala’nın, “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i Rabler edindiler.
Halbuki hepsine de tek İlah’a kulluk etmekten başka bir şey emrolunmadı.
O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden
münezzehtir” 123 ayeti de bu kabildendir. Rivayet yollarının toplamı ile hasen
derecesinde olan Tirmizi ve diğerlerinin Adiy bin Hatim’den Radıyallahu Anhu
rivayet ettikleri hadiste şöyle geçer: “Boynumda altından bir haç olduğu
halde Allah Rasûlü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem yanına geldim. Allah
Rasûlü Sallallahu Aleyhi ve Sellem bana: “Ey Adiy, şu putu boynundan at”
dedi. Ben onu boynumdan attım. Yanından ayrıldığım esnada Allah
Rasûlü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem şu ayeti okuduğunu duydum: “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hristiyanlar) da rahiplerini ve
Meryem oğlu Mesih’i Rabler edindiler.” 124 Bunun üzerine ben: “Biz onlara
ibadet etmiyorduk” dedim. Allah Rasûlü Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “Allah’ın
helal kıldıklarını haram, haram kıldıklarını ise helal sayıyorlar ve siz de bunla121
6 En’am/121
6 En’am/121
123
9 Tevbe/31
124
9 Tevbe/31
122
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯71
⎯
rı helal ya da haram kabul etmiyor muydunuz?” dedi. Ben: “Evet” dedim.
Allah Rasûlü Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “İşte ibadetiniz budur” diye buyurdu.” İbn-i Teymiye Rahimehullah, el-Fetava’sında, bu hadisin hasen olduğunu söylemiştir.
Hadisten anlaşılmaktadır ki onlar, helaller ve haramlar konusunda kişilere yapılan itaatin ibadet olduğunu bilmemekteydiler. Ancak buna rağmen
bu cehaletleri sebebi ile mazur olarak kabul edilmemişlerdir. İbn-i Cerir
Rahimehullah, Huzeyfe’den Radıyallahu Anhu şöyle rivayet eder: “Onlar bu
haham veya rahipleri için oruç tutmuyorlardı ve namaz da kılmıyorlardı.
Ancak onların helal kıldıklarını helal ve Allahu Teala’nın kendileri için helal
kıldığı bir şeyi haram kıldıklarında da haram olarak kabul ediyorlardı. Onları
Rab olarak benimsemeleri bu yöndendir.”
Denilebilir ki; “İçerisinde bir takım müeyyide ve cezalar içeren kanunlar yapmak, helal ve haramlar kılmak gibi tevhide ve şeriata aykırılıkta
açık olan kanunlar yapmak niteliğinde değildir. Günümüzde yapılan kanunlar genelde bu tür cezaları kapsamakta ve helal ya da haramlar konusuna
girmemektedir. Bu bakımdan günümüzdeki kanun yapanlara itaat edenleri
mazur saymamak için bu deliller yeterli değildir. Çünkü bu ayetler, zina, içki
ve faiz gibi dinden zaruri olarak haram olduğu bilinen şeyler ile ilgilidir. Bu
nedenle kendilerine uyulan kanunların türü konusunda onların cehaletine
itibar etmek ve hüccet ikame etmedikçe tekfir etmemek gerekir.”
Ancak anayasa gereği yasama yetkisinin parlamenterlere ve tağutlara
kayıtsız şartsız mutlak olarak verilmiş olması, bu itirazı geçersiz kılmaktadır.
Çünkü bu yetkinin kapsamına helal ve haram kılma veya buna benzer diğer
hükümler de girmektedir. Parlamenterlere bu mutlak yetkinin verilmesi ve bu
yetkinin onun hakkı olduğunu kabul etmek, tek başına o parlamenterin ve o
parlamenteri seçen kişinin tekfiri için yeterlidir. Helal veya haram ilan etsin
veya etmesin, cezalar ve hadler alanında kanun yapsın veya yapmasın,
hüküm koyma hakkını kullara veren küfür anayasası üzerine yemin etsin
veya etmesin, farketmez. Çünkü mutlak yasama hakkı sadece Allahu
Teala’ya mahsustur ve sadece O’na verilmesi gerekir. Kim bu hakkı, Allahu
Teala’dan başkasına verirse, Allahu Teala’dan başka ilah, rab ve hakem
aramış olur ve İslam’dan çıkmış sayılır.
İslam’ın, kitap ehli alimlerini ve onlara uyanları tekfir eden hükmünün sadece helal ve haram kılma sebebine dayandığını kim iddia edebilir ki?
Onların ortaya koydukları hükümlerin çoğunun hadler ve cezalar ile
ilgili olduğu sabittir. “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte
72
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
onlar kafirlerin ta kendileridir” 125 ayetinin nüzul sebebi ile ilgili olarak gelen
rivayetlerin birinde şöyle belirtilmektedir: Bu ayetler Beni Nadir ve Beni
Kureyza Yahudileri hakkında inmiştir. Beni Nadir’in öldürülenleri şerefli
sayılıyor ve diyetleri tam olarak veriliyordu. Ancak Beni Kureyza’nın öldürülenleri zelil sayılıyor ve diyetleri de yarım veriliyordu. Bunun üzerine
Rasulullah’ı Sallallahu Aleyhi ve Sellem aralarında hakem yaptılar.
Rasulullah’da Sallallahu Aleyhi ve Sellem diyetlerini eşitledi. Bunu İman
Ahmed Rahimehullah rivayet etmiştir. Ayrıca İbn-i Cerir de Rahimehullah bunu
tefsirinde belirtmektedir.
Yine, zina eden Yahudi ile ilgili olarak, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi
ve Sellem recm cezasını ona tatbik ettiğini bildiren rivayet Müslim’de aktarılmaktadır. Onların, bu hadiste aktarılan ve Maide Suresi’ndeki ayetin iniş
sebebi olan suçları zinayı kendilerine helal kılmaları değil, zina konusundaki
cezayı değiştirerek atalarına uymalarıdır. Eğer zinayı kendilerine helal etmiş
olsalardı, herhangi bir ceza belirlemezlerdi. Çünkü helal veya mübah olan bir
işten dolayı kimse cezalandırılmaz.
Ayrıca gerek çokca konuşulması ve gerekse kafir ve mürtedlerin hemen her platformda sık sık suçlama maksadıyla gündeme getirmeleri sebebi
ile, İslam şeriatındaki hadler, Müslümanlar bir yana, kafirler için bile meşhur
hale gelmiştir. Bugün herkes tarafından bilinmektedir ki, tağutlar İslam’ın bu
hükümlerini yürürlükten kaldırmış ve küfür devletlerinden ithal ettikleri
aşağılık uydurma cezalar ile bunları değiştirmişlerdir. Bilindiği gibi İslam’ın
hükümlerine bedel olarak getirilen hükümleri yasalaştırmak, zorlaştırmak
veya basitleştirmek, parlamento üyeleri ve onların başında bulunan diğer
tağutların görevidir.
Bu tağuti sistemlerin düzen ve kanunlarını incelediğimiz zaman, değişik şekillerde helal ve haram kıldıklarını da görürüz. Mesela İslam dininde
haramlığı zorunlu olarak bilinen faiz ve buna benzer diğer büyük günahlar
bu tağutların kanunlarında mübahtır. Hatta bu tür günahların düzenli olarak
uygulandığı ve bu kanunlar tarafından korunduğu kurumlar da bulunmaktadır.
Aynı şekilde, Allahu Teala’nın haram kıldığı içki de böyledir. İçkinin
üretildiği, satıldığı ve içildiği yerler bu sistemlerde açıkça bulunmaktadır ve
hatta bizzat bunlar tarafından kurulmaktadır. Bu kurumlara ruhsat verilmekte
ve hem bu kurumlar hem de içenler kanun ve uygulayıcıları tarafından
korunmaktadır. Kanunlarının mübah kıldığı ve koruma altına aldığı fuhuş da
böyledir.
125
5 Maide/44
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯73
⎯
Bunlardan da önemlisi, bu sistemlerde, bütün şekilleriyle küfür ve
riddet mübahtır. Kanunları ve uygulayıcıları tarafından, inanç hürriyeti adı ile
her türlü küfür ve riddet korunmakta ve insani bir hak olarak savunulmaktadır. Kanunlarının hiçbir yerinde küfrü veya riddeti yasaklayan ve cezalandıran bir hüküm yoktur. Bu kanunlara göre riddet, cezası olan bir suç değildir.
Aksine bu küfür kanunlarının tanıdığı ve koruduğu kişisel bir hak ve özgürlüktür. Bu konuları burada ayrıntılı olarak anlatmamız uzun sürer. Bunlar
üzerinde daha geniş olarak başka kitaplarımızda durduk.
Özet olarak, Allahu Teala’nın hükümlerinden başka hüküm ve kanun
koyanları seçenleri veya yaptıkları bu işlerinde onlara itaat edenleri mazur
olarak saymıyoruz. Aksi halde papaz ve hahamlara ibadet eden Yahudi ve
Hristiyanları da mazur görmemiz gerekir. Çünkü şeriatta benzerler arasında
ayırımın yapılması yoktur. Allahu Teala şöyle buyurur: “Şimdi sizin kafirleriniz, onlardan daha mı iyidirler? Yoksa kitaplarda sizin için bir beraet mi
var?” 126
Bu konuda avamdan olan Müslümanları mazur görmemezin sebebi,
tekfirin kurallarında muteber bir şart niteliğinde olan, kişinin küfre götürücü
olan ameli kastetmesi yani ameli bilinçli olarak yapması konusudur. Ki bu
insanlarda, tekfirin şartlarından olan muteber kasıt bulunmamaktadır. Bizler,
seçtiği insanları, kanun koyan, anayasaya saygı yemini eden, kanunlara
muhakeme olan ve parlamento üyelerinin işlediği, kişiyi küfre götüren diğer
söz ve fiilleri işleyen olarak seçmeyen ve bu maksatla seçmeyi de kastetmeyen kişileri mazur görmekteyiz. Mazur gördüğümüz bu insanların, parlamenterlerin işledikleri bu suçlar hakkında bilgileri yoktur. Dolayısıyla bu işleri
yapmalarını kastetmeleri de imkansızdır. Aksine Müslüman olduğunu iddia
etmeleri ve Allahu Teala’nın şeriatını egemen kılmayı vaadetmeleri sebebi ile
onlara oy vermektedirler. Ya da bu insanlardan bazılarını, dünyevi hizmetler
için seçmektedirler.
Böyle kişiler, ancak kendilerine hüccet ikamesi yapıldıktan sonra hala
inat etmeleri halinde tekfir edilebilir. Çünkü bugün insanlar hak ile batılı
karıştırmakta ve batıl şeylere hak süsü verilerek halk kandırılmaktadır. Bu
nedenle İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Bazı yerlerde ve zamanlarda
heva sahipleri çok olabilir ve söyledikleri sözler, cahiller tarafından ilim ve
sünnet erbabının sözleri derecesinde görülebilir. Öyleki bunları yöneten
kişiler de ne yapacağını bilmez olur ve Allahu Teala’nın hüccetini ortaya
koyacak kişilere ihtiyaç duyalabilir.” 127
126
127
54 Kamer/43
Mecmuu’l-Fetava, 3/152
74
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Hüccetin ikame edilmiş olması, sadece Allahu Teala’nın ve
Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem, o konudaki kelamını insanlara ulaştırmaktan ibaret değildir. Özellikle İslam yayıldıktan, Allahu Teala’nın koruduğu Kitap’ı uzak ve yakın herkese ulaştıktan sonra hücceti ikame etmek,
tebliğden ibaret de değildir. Aksine çoğu zaman şüpheleri gidermek, karışıklıkları ortadan kaldırmak, vakıayı, yani sözün hakikatini, sözün anlamını ve
işin mahiyetini ortaya koymaktır.
Sözü anlamamak ve nereye varacağını bilememek veya şiddetli korku ya da sevinçten dolayı kişinin ne dediğini bilememesi sebebi ile kişinin
mazur sayılacağına ilişkin açıklamayı yukarıda yapmıştık. Mükellefin,
hakikatını ve manasını bilmediği bir işi yapması da bu kabildendir. Çünkü
böyle bir kişi, işin, bilmediği hakikatını kastedemez. Bineğini kaybedip sonra
tekrar bulduğunda “Allah’ım, sen benim kulumsun ben de senin rabbinim”
diyen adamın anlatıldığı hadis de bunun delillerindendir. Rasulullah
Sallallahu Aleyhi ve Sellem onu, “Sevincinin şiddetinden hata etti” diye nitelendirmiştir.
Bu delillerden biri de, kendi nefsine yazık edip; ailesine, öldüğü zaman kendisinin yakılmasını ve külünün yarısını karaya diğer yarısını ise
denize savurulmasını isteyen adamın kıssasıdır. Bu şekilde, Allah’ın tekrar
kendisini diriltmeye güç yetirme kudretine sahip olmadığını zannetti. Bu ise
küfürdür. Ancak bu adam cahil olduğu ve Allah’tan korktuğu için Allah onu
affetti. Bunun üzerinde, Allahu Teala’nın izni ile, ileride de duracağız.
Dolayısıyla parlamento seçimlerinde tafsilata inmeden ve ayırıma tabi tutmadan, bu seçimlere katılan bütün herkesi tekfir etmek, yapılan açık
hatalardandır. Özellikle bu parlamentoların ve parlamenterlerin hakikatinin
bilinmediği, bu konuda kasıtların ve durumların farklı olması mutlaka
gözönünde bulundurulması gerekenlerdendir.
Bununla beraber bu şirk parlamentolarının hakikatini ve parlamenterlerin nasıl bir şirk içinde görev yaptıklarını bilen birisi olarak şunu da
rahatlıkla söyleyebiliriz ki, yasama yapan parlamento seçimlerine katılma işi
açık bir küfürdür. 128 Bu hüküm, bu tür seçimlere katılma işi hakkında verilmiş olan mutlak bir hükümdür. Bu parlamentolardan sakındırmak ve insanların onlardan uzak durmasını sağlamaya çalışmak için bu hükmü mutlak
olarak vermekteyiz. Ancak mutlak olan bu hükmü muayyen bir şahsa indirgemek istediğimizde, gerekli araştırmayı yapıp, kişilerin kasıt ve bilgi seviye-
128
Bu mesele için, “ed-Demokratiyye Dinun” ve “Feteva Sicni’s-Sivaga” isimli kitaplarımıza
bakınız. (“ed-Demokratiyye Dinun” isimli kitap, Allahu Teala’nın yardımı ve lütfu ile terceme
edildi. Bu ve diğer kitaplar için internet sitemizi ziyaret edebilirsiniz. Yayıncı)
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯75
⎯
lerine göre hüküm vermekteyiz. Kanun çıkarması veya buna benzer, kişiyi
küfre götüren işleri yapması için milletvekili seçimlerine katılanların kafir
olduğunu söylüyoruz. Çünkü küfrün sebeplerinden birini işlemiştir. Bu iş ile
kafir olmayı veya dinden çıkmayı kastetmese bile, hakkında verilen bu hüküm değişmez.
Parlamentonun hakikatini ve üyelerinin çalışmasının tabiatını bilmeyenlere, hüccet ikame edilmesi ve parlamento ve milletvekillerinin yaptığı
işlerin mahiyetinin açıklanması gerekir. Buna rağmen bu işte ısrar ederse
tekfir edilir. Ancak hüccet ikamesi yapılmadan ve kendisine gerekli açıklamada bulunulmadan tekfir etmekten kaçınmak gerekir.
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Kendisine delil gösterilmeden
ve doğru açıklanmadan, kimsenin, hata ve yanlıştan dolayı bir Müslümanı
tekfir etmeye hakkı yoktur. Kişinin İslam’ı kesin olarak sabit olduktan sonra,
şüphe ile yok olmaz. Ancak şüphe giderildikten ve gerekli hüccet ikamesi
yapıldıktan sonra hala ısrar etmesi halinde, onun İslam’ı yok olur.” 129
129
Mecmuu’l-Fetava, 12/250, Daru İbn-i Hazm baskısı
76
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
-27AÇIK OLMAYAN MESELELERDE, CEHALET ÖZRÜNÜ
MUTEBER OLARAK SAYMAMAK
Tekfir konusunda yapılan hatalardan biri de, kapalı olup açıklamayı
gerektiren veya ancak peygamberler yolu ile bilinebilen meselelerde, cehaletinden dolayı kişiyi mazeretli olarak saymamaktır. Cehalet özrü konusunda
insanlar ifrat ve tefrite kaçarak, ihtilaf etmişlerdir. Bir grup, Allahu Teala’nın
insanlara geniş tuttuğunu daraltarak cehaleti tekfirin engellerinden biri olarak
kabul etmemiş ve mutlak olarak cehaleti özür saymamıştır. Diğer bir grup
ise, birinci grubun tam aksine, dinde zorunlu olarak her Müslüman, hatta
Yahudi ve Hristiyanlar tarafından bile bilinen şeylerde bile cehaleti özür
olarak kabul etmiş ve bu konuda kapıyı ardına kadar aralamıştır. Nitekim,
kendilerine hüccet ulaşmadığından dolayı değil, yüz çevirdikleri için cahil
konumda olan kafirleri bile mazaretli olarak kabul etmişlerdir. Oysa ki Kur’an
ve Sünnet bu insanların ellerinde bulunmakta, ancak dünya ilimlerine, her
türlü süs ve malına kendilerini vermelerine rağmen başlarını kaldırıp ona
bakmamaktadırlar. Bu tür insanlar hakkında Allahu Teala şöyle buyurur:
“Onlar dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise, onlar tamamen gafildirler.” 130
Halbuki Allahu Teala, emrinden yüz çevirip görmezlikten gelenleri
kınayıp kötülemekte, görme, işitme ve akıl yeteneklerini, Rabbini tanıma,
yaratalış amaçlarını kavrama maksadıyla kullanmadıklarından dolayı onları
eleştirerek şöyle buyurur: “Andolsun, biz cin ve insandan bir çoğunu cehennem için yaratmışız. Zira onların kalpleri vardır ama onlarla gerçeği kavramazlar; gözleri vardır, lakin onlarla görmezler; kulakları vardır, fakat onlarla
işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da dalalet içerisindedirler.
Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.” 131 Allahu Teala başka ayetinde ise
yine onların durumunu anlatarak şöyle buyurur: “Ve ‘Şayet kulak vermiş
veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkumları
arasında olmazdık’ diye ilave ederler. Böylece günahlarını itiraf ederler. Artık
uzak olsun o alevli cehennemin mahkumları” 132 , “Kendilerine kulaklar,
130
30 Rum/7
7 A’raf/179
132
67 Mülk/10-11
131
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯77
⎯
gözler ve kalpler vermiştik. Fakat kulakları, gözleri ve kalpleri kendilerine bir
fayda sağlamadı. Zira bile bile Allah’ın ayetlerini inkar ediyorlardı. Alay edip,
durdukları şey, kendilerini kuşatıverdi.” 133
İbn-i Hazm Rahimehullah şöyle der: “Kendi haklarında itirafta bulunan bu akletmeyen ve işitmeyen insanlar, eğer işitmiş ve akletmiş olsalardı
ateşe girmeyeceklerdi. Gerçekten kulakları sesleri işitmeyecek kadar kapalı
mıydı? Dünya işleri, tarım konuları, hayvan gütmeleri, malların yönetimi ve
geliştirilmesi, ev yapımı, bağ ve bahçe kurulması, ticarethane ve çiftliklerin
yönetimi, malların korunması, makam ve liderlik istemi konusunda cahil
miydi bunlar?
Hayır, tam tersi bunların tamamını biliyorlardı. Onları asıl rezil ve perişan eden, sayılan bütün bu işleri belki herkesten daha çok bilmeleri ve
herkesten daha şiddetli olarak bunlara sarılmalarıydı. Onlar nasıl mal sahibi
olacaklarını, malı nasıl yönetip çoğaltacaklarını iyi bilirlerdi. Ancak azap
gören bu insanlar Allahu Teala’yı bulmak, ona kulluk yapmak, söz, amel ve
akide ile ona yönelmekte gözlerini, kulaklarını ve akıllarını kullanmayı kabul
etmediler. Bütün bunları fani, kurtarmayan ve işe yaramayan, hatta yükü
ağırlaştıran ve pişman eden dünyalık için kullandılar.” 134
Cehalet konusunda doğru olan, meselenin tafsilatına bakmaktır. Dinin bazı konuları vardır ki onu bilmemek caiz değildir. Özellikle Allahu
Teala’nın koruduğu Kur’an’ın her tarafta yayılmış olduğu bir ortamda bu
türden olan şeyleri bilmemek mazeret olarak kabul edilmeyecek olan suçlardandır. Allahu Teala şöyle buyurur: “Kendisiyle sizi ve bundan sonra onu
duyacak herkesi uyarmam için bu Kur'an bana vahyolundu.” 135
Cehaletin mazeret olarak kabul edilmediği hususlardan biri de
Tevhid’in aslıdır. Allahu Teala, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Buhari
ve Müslim’de belirtildiği gibi insan bu fıtrat ile dünyaya gelir. Sonra anne ve
babası onu saptırır. Bütün peygamberler Tevhid ile gönderilmiş ve kitaplar
onun için indirilmiştir. Tevhid üzere olmayanlar, inatçı veya yüz çeviren cahil
kafirlerdendir. Allahu Teala şöyle buyurur: “İşte bu (Kur’an) bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. O’na uyun ve Allah’tan korkun ki size merhamet
edilsin. (Onu size indirdik ki), Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından gerçekten habersizdik demeyesiniz. Yahut,
‘bize de kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk’ demeyesiniz diye (bu Kitap’ı indirdik). İşte size de Rabbinizden açık bir delil,
133
46 Ahkaf/26
İbn-i Hazm, İhkamu’l-Ahkam, 1/66
135
6 En’am/19
134
78
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
hidayet ve rahmet geldi. Kim, Allah’ın ayetlerini yalanlayıp onlardan yüz
çevirenden daha zalimdir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmelerinden ötürü azabın en kötüsüyle cezalandıracağız.” 136
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Allahu Teala, yalanlayarak
olsun veya olmasın, ayetlerinden yüz çevirenlere en ağır cezayı vereceğini
belirtmiştir. Bu da gösteriyor ki peygamberlerin getirdiklerini kabul etmeyenler kafirdir. Bunun yalanlama, büyüklenme, hevaya uyma veya getirilen
şeylerden şüphe etme sebebi ile meydana gelmesi arasında fark yoktur.
Peygamberin getirdiği şeyleri yalanlayan herkes kafirdir. Yalanlamasa bile,
iman etmediği sürece yine kafir olur.” 137
Allahu Teala, son peygamber olan Muhammed Sallallahu Aleyhi ve
Sellem ile peygamberliği bitirdikten ve suyun onu silemeyeceği Kitap’ını
ulaştırdıktan sonra, dinin aslı, en sağlam kulpu ve yaratılışın en önemli sebebi olan Tevhid’den yüz çeviren kişi, tembel davranması ve yüz çevirmesi
neticesinde bu Tevhid’den cahil kalmış ise, mazur sayılmaz. İbn-i
Teymiye’nin Rahimehullah dediği gibi, her kafirin müstekbir yalanlayıcı olması gerekmez. Böyleleri olabileceği gibi, hevasına tabi olması sonucu kafir
olanlar da vardır. Bu tür kafirler dini ne yalanlar, ne tasdik eder, ne de destekler. Böyleleri, din ile yakından veya uzaktan ilgilenmezler.
Dinin bazı meseleleri, açıklama yapmayı gerektirir. Bu meseleleri,
Tevhid ve zıddı olan şirk gibi veya dinden zorunlu olarak bilinen ve meşhur
olan şeyler gibi değerlendirmek doğru olmaz.
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Eğer ki kişinin muhalefeti, dinin açık olmayan ve herkes tarafından bilinmesinin zor olduğu meselelerde
olursa, hata ettiği, dalalete düştüğü ve kendisine hüccet ikamesinin yapılmadığı söylenebilir. Ancak kişinin muhalefeti, açık olan ve Muhammed’in
Sallallahu Aleyhi ve Sellem onun ile gönderildiği ve ona muhalefet edenlerin
tekfir edildiği bütün Müslümanlar ve hatta Yahudi ve Hristiyanlar tarafından
da bilinen meselelerde ise durum böyle değildir. Tek olan Allahu Teala’ya
ibadetin emredilmiş olması ve Allahu Teala’dan başka, meleklere, peygamberlere, güneşe, aya, yıldızlara, putlara ve başka şeylere ibadetin yasaklanmış olması bu türdendir. Bunlar İslam esaslarının en açık olanlarıdır. Yine
beş vakit namaz ve Yahudi, Hristiyan, Mecusi ve müşriklere düşmanlığın
emredilmiş olması ile içki, kumar, zina ve faizin yasaklanmış olması da bu
kabildendir.” 138
136
6 En’am/155-157
Mecmuu’l-Fetava, 3/196
138
Mecmuu’l-Fetava, 4/37
137
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯79
⎯
Muhammed bin Abdulvehhab, “Mufidu’l-Mustefid” isimli kitabında
İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah şu sözünü nakleder: “Muayyen bir şahsın,
kafir, bid’at ehli, fasık veya masiyet sahibi olarak isimlendirilmesi konusunda
buna en fazla karşı çıkanlardan birisi de benim. Ancak kendisine risalet
hüccetinin ulaşmasına rağmen aynı suçu işlemeye devam eden bunun dışındadır.”
İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah bu sözünü değerlendiren Muhammed bin Abdulvehhab Rahimehullah ilave olarak şöyle der: “Tesbit ettiğimiz
kadar, bütün mevzularda onun bu meseleye bakışı ve açıklama yöntemi
böyledir. Gerekli araştırmayı yapmadan ve problemleri çözmeden, muayyen
bir kişinin tekfiri konusunda bahsetmez. Bundan amaç hüccet ikamesi yapılmadan önce muayyen bir şahsın tekfir edilmesinden sakındırmak içindir.
Ancak şu da bilinmektedir ki, kendisine hüccet ulaştırılmış olan kişi hakkında, gerekli olması halinde muayyen olarak kafir, fasık veya masiyet sahibi
olarak hükmetmektedir.
Allah ondan razı olsun, yine belirtmektedir ki bu yöndeki sözleri dinin
açık olmayan meseleleri hakkındadır. Kelamcılardan önde gelen bazı kişilerin
çoğu zaman İslam’ın dışına çıktıklarını belirterek onlara cevap verirken şöyle
der: “Eğer ki kişinin muhalefeti, dinin açık olmayan ve herkes tarafından
bilinmesinin zor olduğu meselelerde olursa, hata ettiği, dalalete düştüğü ve
kendisine hüccet ikamesinin yapılmadığı söylenebilir. Ancak kişinin muhalefeti, açık olan, Müslümanlar ve hatta Yahudi ve Hristiyanlar tarafından da
Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem onun ile gönderildiği ve ona muhalefet edenlerin tekfir edildiği bilinen meselelerde ise durum böyle değildir.
Tek olan Allahu Teala’ya ibadetin emredilmiş olması ve Allahu Teala’dan
başka, meleklere, peygamberlere, güneşe, aya, yıldızlara, putlara ve başka
şeylere ibadetin yasaklanmış olması bu türdendir. Bunlar İslam esaslarının
en açık olanlarıdır. Yine beş vakit namaz ve Yahudi, Hristiyan, Mecusi ve
müşriklere düşmanlığın emredilmiş olması ile içki, kumar, zina ve faizin
yasaklanmış olması da bu kabildendir. Buna rağmen ileri gelenlerinden
birçoğunun bu tür dalalete düştüklerini ve mürted olduklarını görürsün.
Hatta daha da kötüsü, onların bazıları müşriklerin dini hakkında yazılar
yazmaktadırlar. Ebu Abdullah er-Razi’nin yaptığı bunun örneklerindendir.
Bu ise, bütün Müslümanların ittifakı ile açık bir riddettir.” Sözü burada bitmektedir.
İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah, bu kuralı ve Allahu Teala’nın düşmanlarının belirttiği şüpheyi nasıl açıkladığı üzerinde düşünmek gerekir.
Ancak, Allahu Teala kimi yoldan çıkarmayı isterse, onun için bir şey yapmak
mümkün değildir. Biz inanıyor, Allahu Teala’ya o şekilde kavuşmayı umuyor
ve diyoruz ki: Bir Müslüman, kendisine hüccet ulaştıktan sonra Allahu
80
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Teala’ya şirk koşar veya bunu Tevhid ehlinden üstün tutarsa ve hak üzere
olduğunu iddia ederse veya Allahu Teala’nın, peygamberinin ve Müslüman
alimlerin belirttikleri açık olan herhangi bir küfrü seçerse, kim olursa olsun,
onu tekfir ederiz. Biz Allahu Teala’dan ve Peygamberinden gelen bütün
şeylere iman ettiğimiz gibi tekfir ile ilgili gelen hükümlerin ve dolayısıyla da
sapıtan kim olursa olsun, gerektiğinde onu tekfir etmenin de imandan olduğuna inanırız. Bu konuda alimlerden birinin bile muhalefet ettiğini de bilmiyoruz. Bu meselede ihtilaf çıkaranlar, Firavun’un dediği “Öyle ise önceki
milletlerin hali ne olacak?” 139 veya Kureyş’in dediği “Son dinde de bunu
işitmedik” 140 gibi sözlere sığınırlar ve bunlara benzer lafızlar ile kendilerini
savunurlar.” 141
İshak bin Abdurrahman Alu’ş-şeyh şöyle der: “Allahu Teala’ya ortak
koşmadan ibadet etmek, O’ndan başkasına ibadet etmekten beri olmak,
ibadette Allahu Teala’ya ortak koşanların, kişiyi İslam’dan çıkaran en büyük
küfür ile kafir olduğu meselesi dinin asıllarının aslıdır. Allahu Teala, onunla
peygamberleri göndermiş, kitapları indirmiş, Kur’an ve Rasul Sallallahu Aleyhi
ve Sellem ile insanlara hüccetini ikame etmiştir. Allahu Teala’ya ortak koşanların tekfiri konusunda din alimlerinin şu şekilde cevap verdikleri görülür: “O
kişi istitabeye tabi tutulur. Tevbe ederse kabul edilir, tevbe etmez ise öldürülür.” Alimler dinin asıllarından olan meselelerde açıklama yapmazlar. Sadece
delili bazı Müslümanlar için kapalı olabilecek meselelerde açıklama yaparlar.
Kaderiyye veya Mürcie gibi bid’at ehlinin tartıştığı meseleler, sarf ve atıf gibi
gizli olan meseleler, kabirlere ibadet etmesi sebebi ile İslam’dan çıkanlara
yapılacak gerekli açıklama veya şirk koşanın önceki amellerinin yok olupolmayacağı gibi meseleler bu türdendir. Ki, Allahu Teala şöyle buyurur:
“Deve iğne deliğinden geçinceye kadar onlar, cennete giremeyeceklerdir” 142 ,
“Kim Allah’a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini
kuşlar kapmış, yahut rüzgar onu uzak bir yere sürüklemiş gibidir” 143 , “Şüphesiz Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz” 144 , “Kim Allah’a ortak
koşarsa ameli boşa gitmiştir.” 145
Ancak bu, kötü bir inanca da yol açabilir. Bu ise, bu ümmete hüccetin Kur’an ve Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile kaim olmadığı inancıdır.
139
20 Ta-ha/51
38 Sad/7
141
Mufidu’l-Mustefid fi Hukmi Tariki’t-Tevhid, 54-55
142
7 A’raf/40
143
22 Hacc/31
144
4 Nisa/48
145
5 Maide/5
140
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯81
⎯
Kitap’ı ve Rasul’ü Sallallahu Aleyhi ve Sellem unutmalarına yol açan yanlış
anlamadan Allahu Teala’ya sığınırız. Kur’an ve Rasul’ün davetinin ulaşmadığı fetret devrinde ölen insanlara da icma ile Müslüman adı verilmez.” 146
Abdullah bin Abdurrahman Eba Batin şöyle der: “Müşrikleri savunan
bazıları, cehaleti sebebi ile küfür işleyen kişinin tekfir edilmeyeceği ve ancak
inatçı kafirin tekfir edilebileceğini iddia eder ve bu sözlerine delil olarak da,
çocuklarına, öldükten sonra vücudunun yakılmasını ve küllerinin
savurulmasını vasiyet eden adamın olayını gösterirler.
Bu iddialarına şöyle cevap verilir: Allahu Teala, peygamberlerini
müjdeleyici ve korkutucu olarak göndermiştir. Böylece insaların Allahu
Teala’ya karşı bir hüccetleri kalmamıştır. Peygamberlerin, kendisi ile gönderildikleri ve ona davet ettikleri en büyük şey, ibadeti yalnızca Allahu Teala’ya
has kılmak ve Allahu Teala’dan başkasına ibadet olan şirki yasaklamaktır.
Dolayısıyla kişi, Allahu Teala’ya karşı en büyük şirk olan başkasına ibadet
konusunda, cehaleti sebebi ile mazur kabul edilecekse, cehaleti sebebi ile
mazur olmayan kim kalır ki?
Böyle bir iddia, Allahu Teala’nın yüz çeviren ve inat eden kafir dışında hiç kimseye hüccetini ikame etmediği sonucunu doğurur. Bununla birlikte
böyle bir iddianın sahibi olan kişinin, aslını inkar etmesi de mümkün değildir. Bu kişi büyük çelişki içerisindedir. Çünkü bu kişinin Muhammed’in
Sallallahu Aleyhi ve Sellem peygamber olarak gönderildiğinden şüphe eden
veya kıyamet günü insanların yeniden diriltileceği gibi dinin asıllarından olan
bir konuda şüphe eden kişiyi tekfir etme konusunda tevakkuf etmeleri mümkün değildir. Şüphe eden kişi ise cahildir. Fıkıh alimleri Rahimehumullah,
kitaplarında, mürtedin hükmü konusunu açıklarken, bunun, Müslüman
olduktan sonra, kişiyi küfre sokan bir söz veya fiil veya itikad ya da şüphe
sebebi ile kafir olan kişi olduğunu belirtirler. Şüphe etmenin sebebi cehalettir. Ancak yukarıdaki iddianın sahiplerinin yaptıkları gibi, cehalet özrünü,
doğru olmayan bir şekilde genellediğimizde cahil olan Yahudi ve
Hristiyanların, cehaletleri sebebi ile aya, güneşe, yıldızlara ve putlara secde
eden kişilerin ve Ali bin Ebi Talip’in Radıyallahu Anhu kendilerini ateşte yakarak cezalandırdığı insanların da mazur olarak kabul edilmeleri ve dolayısıyla
da tekfir edilmemeleri gerekir. Çünkü bunların da cahil olduklarını kesin
olarak söylüyoruz. Halbuki alimler, Yahudi ve Hristiyanları tekfir etmeyen
veya kafir olduklarından şüphe edenlerin tekfir edileceği konusunda icma
etmişlerdir. Bununla birlikte biz, bu Yahudi ve Hristiyanların çoğunun cahil
olduğuna inanıyoruz... Allahu Teala, onların, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi
ve Sellem kendilerini davet ettiği şeyler konusunda şüphe içerisinde oldukla146
Akidetu’l-Muvahhidin, 150-151 sayfalar arası
82
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
rını bildirmektedir. Bununla birlikte Allahu Teala şu ayetlerinde atalarını
taklit edenleri kötülemektedir: “Senden önce de hangi memlekete uyarıcı
göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları, ‘Biz babalarımızı bir din üzerinde
bulduk. Biz de onların izlerine uyarız’ dediler.” 147 Onların durumu bu olmasına rağmen Allahu Teala, onları tekfir etmiştir. Alimler, bu ve benzeri ayetleri delil göstererek Allahu Teala’yı ve Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem
risaletini bilme konusunda taklidin caiz olmadığını, Allahu Teala’nın hüccetinin, ta ki bu hüccet ve açıklamaları anlamasalar bile insanlar üzerine, kendilerine gönderilen rasuller aracılığı ile ikame olunduğunu bildirmektedir. Her
müçtehidin, yapmış olduğu içtihadında doğruya isabet edip etmediği hakkında söz ederken, bu konuda cumhurun görüşünü tercih eden Muhammed
bin Kudame Rahimehullah şöyle der: “Şüphesiz her müçtehid, yapmış olduğu
içtihadında doğruya isabet edemez. Hak, müçtehidlerden birinin söylediğidir. Cahız, İslam’ı incelediği halde hakkı idrakten aciz olan kişinin mazur
olup günahkar olmadığını iddia etmiştir. Cahız’ın söylediği bu söz, kesin
olarak batıldır, Allahu Teala’ya küfürdür, O’nun ve Rasulü’nün söylediğini
red etmektir.” 148
Muhammed bin İbrahim Alu’ş-şeyh, el-Bedevi’ye, el-Ciylani’ye ve
Ehl-i Beyt’in kabirlerine ibadet edenlerin, ibadet ettikleri bu kişi ve kabirleri
ilah edinmediklerini ve sadece vasıta olarak gördüklerini belirtmelerine
rağmen kafir oldukları ve bu gibilerinin ibadet ettikleri bu kişi ve kabirleri ilah
olarak kabul etmelerinin şart olmadığı konusunda verdiği bir fetvadan sonra
şöyle der: “Tevhid’de cehalet yoktur ve bu konu, cehalet sebebi ile kişinin
mazur kabul edildiği diğer konular gibi değildir. Tevhid’in eksikliği şüphesiz
ki Allahu Teala’nın dininden yüz çevirmektir. İnsan güneşin varlığı konusunda cahil olabilir mi? Onların bilginleri cahildir ve müşriklerden daha cahil
olan da yoktur. Kur’an’da, Allahu Teala’dan başkasına ibadet eden bazılarına yönelik yapılan hitap dışında, cehalet ile hitap yoktur. Ki onlar cahildirler
ve üzerlerine hüccet ikame edilmiştir. Dolayısıyla şu iki şey birleşmektedir:
Hüccetin ikame olunduğu oran nisbetinde ilim, ve kişinin bundan yüz çevirmesi nisbetinde cehalet.”
Bu konuda, kendisi ile Ezher şeyhi arasında bir tartışma olmuştur.
Bu tartışmanın sonunda Ezher şeyhinin, “Onlar, küfrü izhar ediyorlar” demesi üzerine Muhammed bin İbrahim, şu cevabı vermiştir: “O zaman, biz de
onları tekfir edenler olduğumuzu izhar edelim.” 149
147
43 Zuhruf/23
Akidetu’l-Muvahhıdin, 16-17 sayfalar arası
149
Bakınız: Mecmuu’l-Fetava ve Resail eş-Şeyh Muhammed bin İbrahim, 12/197-198
148
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯83
⎯
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile tevessül etmenin caiz olduğunu reddedenlerin kafir olduğunu söyleyenlere cevap olarak İbn-i Teymiye
Rahimehullah şöyle der: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile tevessül
etmeyenlerin kafir olduğunu hiçbir kimse söylememiştir ve bunu söyleyen
kişiyi tekfir etmenin de hiçbir yeri yoktur. Bu kapalı bir mesele olup delilleri
açık değildir. Küfür ise, ancak dinden zorunlu olarak bilinen meseleleri veya
üzerinde icma edilen mütevatir hükümleri inkar etmek ile gerçekleşir.” 150
Burada şunu belirtmekte fayda vardır ki İbn-i Teymiye’nin
Rahimehullah yukarıda söyledikleri, yalanlama küfrü ile ilgilidir. Bu ise, din-
den zorunlu olarak bilinen meseleler ve tevatür ile sabit olan açık hükümler
hakkında olur. Ancak herkes tarafından bilinmesi zor olan kapalı bir konu
hakkında, kişiye bu konunun ulaşmamış olması sebebi ile inkar ve red olursa, bu kişi yalanlamış sayılmaz..
Günümüzde Cehmiyye ve Mürcie çömezlerinin iddia ettiği gibi, küfrün bütün çeşitleri yalanlama küfründen ibaret değildir. İbn-i Tyemiyye’nin
yüz çevirme küfrü hakkında yukarıdaki şu sözünü burada tekrar ediyoruz:
“Bir kimse küfür olan bir söz söyler ya da bir amel işlerse, kafir olmayı kastetmemiş olsa bile, bu nedenle kafir olur. Zira Allah’ın dilediği kimseler
dışında hiç kimse küfrü kastetmez.” İbn-i Teymiye’nin bu görüşü hiçbir
tartışma götürmeyecek kadar açık ve nettir.
İbn-i Teymiye Rahimehullah, cehaletinden dolayı kişinin mazur sayıldığı açık olmayan meseleler ile, kişinin cehaleti sebebi ile mazur sayılmadığı
dinin zarurilerinden ve açık olan meseleleri birbirinden ayırmanın gerektiği
hakkında şöyle der: “Tevessül lafzından üç şey kastedilmiş olabilir. Bunlardan şu ikisi üzerinde Müslümanlar ittifak etmişlerdir:
Birincisi: İman ve İslam’ın aslıdır. Bu ise O’na Sallallahu Aleyhi ve
Sellem, iman ve itaat ile yapılan tevessüldür.
İkincisi: Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem duası ve şefaatidir.
Bu da kişiye fayda veren hususlardandır. Rasulullah’ın kendisine dua ettiği
ve şefaat ettiği kişi Müslümanların ittifakı ile ona tevessül etmiş olur.
Bu iki manada, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile tevessülü inkar eden kişi mürted olur, tevbe etmesi istenir, reddederse mürted olarak
öldürülür. Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem iman etme ve itaat ile
tevessül, dinin aslıdır. Bu dinin zarurilerinden olup, avam veya havastan
olan bütün Müslümanların bilmeleri gereken bir meseledir. Bu anlamı ile
tevessülü inkar eden kişinin kafir olduğu da yine Müslümanların geneli ve
özeli tarafından bilinir. O’nun duası ve şefaatinin Müslümanlara yarar sağla150
Mecmuu’l-Fetava, 1/81
84
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
yacağını inkar eden de kafir olur. Ancak birincisi, ikincisine göre daha kapalıdır. Bu ikinci manası ile tevessülü bilmeden inkar eden kişiye bu öğretilir.
Kendisine öğretilmesine ve bildirilmesine rağmen hala ısrar ederse, mürted
olur.” 151
Şeyhu’l-İslam İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah, kapalı olup açıklamaya muhtaç olan meselelerde cehaletten dolayı kişiyi mazur saymak ile dinin,
imanın ve İslam’ın asıllarından olan veya İslam dininde bilinmesi zaruri olan
meselelerde cehaletinden dolayı kişiyi mazur sayma arasında ayırım yapmasına dikkat edilmesi gerekir.
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Dinin asılları, 152 Tevhid,
Allahu Teala’nın sıfatları, kader, nübüvvet, ahiret veya bunlara delalet eden
meseleler gibi ya sözle veya hem söz hem de amel ile inanılması gereken
şeylerdir..
Birinci kısım; Allahu Teala, insanların bilmeleri, inanmaları ve tasdik
etmeleri gereken her meseleyi, özürlü kalınmasına mahal bırakmamak için
151
Mecmuu’l-Fetava, 1/115
Bu ve daha önce söylediklerinden anlaşılmaktadır ki dini, inkar edildiği zaman küfre
götüren temellere (usül) ve inkar edildiği zaman küfre götürmeyen furu’a taksim edenleri
eleştirmesinden maksat, yukarıda belirtilen bu ayırımı reddetmek veya iptal etmek değildir.
Zaten kendisi kişinin cehaletinin açık olan meselelerde değil, usül veya furu’dan olan kapalı
meselelerde mazeret olduğunu el-Fetava’nın birçok yerinde tekrar tekrar belirtmektedir.
Bundan maksadı, Ehl-i Sünnet’e muhalefet olarak yanlış temellere göre dini usül ve furu’ diye
ikiye taksim eden Mutezile ve benzerlerini eleştirmektir. Nitekim o, el-Feteva 23/196 de buna
işaret etmiş ve 3/191’de bunu açıklayarak şöyle demiştir: “Cevher, ard ve cisim hakkında
konuşan kelamcıları (Mutezile’yi) kötüleyen ve bid’atçı sayan selef ve imamların sözleri, o
kişilerin dinin usulü ile ilgili bu lafızlarla kastettikleri manaları, dinin delillerine, usüllerine ve
ispat veya red meselesine karıştıranları kötülemektedir.”
Başka bir yerde de şöyle der: “Kelamcılardan bir grup koydukları ölçülerine dinin usulü adını
vermektedir. Halbuki bu bu büyük bir isimdir ve bu ismi verdikleri ölçülerinde çok fazla
bozukluklar bulunmaktadır. Ehl-i Sünnet, onların bu bozuk ölçülerine karşı çıktığında ise,
dinin usulünü inkar etmekle suçlarlar. Halbuki Ehl-i Sünnet, dinin usulü adını almaya layık
olan meseleleri değil, sadece bunların dinin usulü diye isimlendirdikleri bozuk ölçülerini kabul
etmemektedir. Bunlar, Allahu Teala’nın indirmediği, sadece kendilerinin ve yollarını takip
ettikleri kişilerin verdikleri isimlerdir. Din, Allahu Teala’nın ve Rasulü’nün teşri ettiğidir. Onun
usulü ve furu’u da açıklanmıştır. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem dinin furu’unu
açıkladığı halde usulünü açıklamamış olması mümkün değildir.” (El-Fetava, 4/38)
İbn-i Teymiye’nin, dinin usül ve furu’ olarak iki kısma ayrılmasının Mutezile ve benzeri bid’at
ehlinin yaptığı bir taksim olduğunu, Cehmiyye ve Mürcie çevrelerinden birçoklarının bu
taksime can simidi gibi sarılmasını, ilim ve davete mensup değerli bazı kişilerin de onların bu
taksimlerine kapıldığını belirttiği sözlerinden maksat, ilke olarak böyle bir taksime karşı çıkmak
değil, sadece Mutezile ve benzerlerinin bu konuda oynadıkları oyuna karşı çıkmaktır.
152
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯85
⎯
açık olarak ve yeterince açıklamıştır. Çünkü bunlar, Rasulullah’ın Sallallahu
Aleyhi ve Sellem insanlara tebliğ ettiği ve açıkladığı en büyük ve en önemli
şeylerdir. Yine bunlar, Allahu Teala’nın, bütün bunları açıklayan rasuller ile
hüccetini kulları üzerine ikame ettiği en önemli meselelerdir.
Allahu Teala’nın Kitap’ı ve Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem
sünneti gerek bunlardan ve gerekse de vacip ve müstehaplardan yeterli
olduğu kadar içermektedir. Kitap ve Sünnet’in bunları içermediğini, ancak,
aklı ve işitmesi yetersiz olanlar ile ayette geçtiği gibi, ‘Şayet kulak vermiş
veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkumları
arasında olmazdık’ 153 diyen cehennemlikler iddia edebilir.” 154
Cehmiyye hakkında ise şöyle der: “Onlar bütün dinlerin ve salim fıtrat sahiplerinin, üzerinde ittifak ettiklerine muhalefet etmektedir. Buna rağmen onların söylediği birçok şey, batında ve zahirde Allahu Teala ve
Rasulü’ne Sallallahu Aleyhi ve Sellem iman etmiş olan kişilerden bir çoğu için
kapalı olabilir ve bu nedenle de ileri sürdükleri şüphelerde onların haklı
olduğunu sanabilirler. Onların bu durumu, çeşitli bid’at ehli grupların haline
de benzer ki, onlar için hak karışık ve kapalı olmuştur. Durumu bu olanların
kesin olarak küfre girdikleri söylenemez. Aksine bunlardan fasık veya
masiyet sahibi olanlar olabileceği gibi hatası bağışlanabilecekler de olabilir.
Sahip olduğu iman ve takvası nisbetinde Allahu Teala’nın velayetine de
sahip olabilir. Ehl-i Sünneti, Hariciler, Mutezile, Mürcie ve Cehmiyye’den
ayıran asıl görüş; imanın tanımı konusundadır. Ehl-i Sünnet, diğer grupların
aksine, imanın şubelerden oluştuğunu ve artıp eksilebileceğini söyler. Nitekim Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur: “Kalbinde zerre
kadar iman bulunan kişi, ateşten çıkar.” Dolayısıyla Allahu Teala’nın velayeti, kişinin sahip olduğu iman derecesine göredir.” 155
“Tekfir konusuna gelince; Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem
ümmetinden içtihad edip yanılan kişinin tekfir edilmemesi ve yanılmasının
bağışlanması doğru olandır. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem getirdiği
kendisine açıklandıktan sonra, ona düşmanlık yapıp mü’minlerin yolundan
başka bir yol izleyenler kafirdirler. Hevasına uyarak, hakkı aramada kusurlu
ve eksik davranan ve bilmeden konuşanlar ise günahkar ve masiyet sahibidirler. Kişi fasık veya günahları iyiliklerinden daha ağır gelenlerden de olabilir. Dolayısıyla tekfir, kişinin durumuna göre değişir. Her hata eden, bid’at
işleyen, cahil olan, dalalet ehlinden olan ve hatta fasık veya masiyet sahibi
olan kişi kafir değildir. Özellikle Kur’an’ın mahluk olup olmadığı meselesi
153
67 Mülk/10
Mecmuu’l-Fetava, 3/184, özet olarak
155
Mecmuu’l-Fetava, 3/220
154
86
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
gibi konularda, insanların durumlarına bakmak daha da önceliklidir. Çünkü,
insanların nazarında ilim ve din ehli olarak tanınmış olan cemaatlerin imamlarından birçok kişi bile, bu meselede işi karıştırmıştır.” 156
Yine şöyle der: “Tekfir etmek, Allahu Teala’nın bir hakkıdır. Ancak
Allahu Teala ve Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem, tekfir ettiği kişiler
tekfir edilir. Muayyen bir kişinin tekfir edilmesi ve öldürülmesinin caiz olması,
muhalefet eden kişinin kafir olacağı nebevi hüccetin kendisine ulaşmasına
bağlıdır. Değilse, dinden bir mesele hakkında cahil olan herkes kafir olmaz...
Bu nedenle Cehmiyye, Hululiyye ve Allahu Teala’nın Arş’ın üzerinde
olduğunu kabul etmeyenlere şunu söylüyordum: ‘Ben size, bu iddianızda
muvafakat edersem kafir olurum. Çünkü söylediğinizin küfür olduğunu
biliyorum. Ancak bana göre siz tekfir edilmezsiniz, çünkü cahilsiniz.” 157
“Benim ile oturup kalkan herkes biliyor ki ben, muhalefet edilmesi
halinde kişinin kafir, fasık veya asi olarak isimlendirileceği risalet hüccetinin
kişiye ikame edilmesinden önce, kafir, fasık veya asi olarak isimlendirilmesine karşıyım. Allahu Teala bu ümmetin hatalarını bağışlamıştır. Bu ise haberi,
kavli ve ameli meselelerdeki bütün hataları kapsamaktadır. Selef alimlerinin,
hala bazı meselelerde ihtilaf halinde olmalarına rağmen, onlardan birbirini
kafir, fasık veya masiyet sahibi olarak isimlendirdiklerine şahitlik eden bulunmamaktadır. Şureyh’in, “Belki de sen hayret ettin. Halbuki onlar alay
ediyorlar” 158 ayetini, “Belki de ben hayret ettim. Halbuki onlar alay ediyorlar” anlamına gelecek şekilde okuyan kişiye karşı çıkması ve “Allahu Teala
hayret etmez” demesi bunun örneklerindendir. Aişe Radıyallahu Anha ve
sahabeden bazıları Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem Allahu Teala’yı
156
Mecmuu’l-Fetava, 12/99
Ahmed bin İbrahim bin İsa, bunu ondan, İbnu’l-Kayyim’in Nuniyye kasidesine yaptığı
şerhinde naklederek şöyle der: “Bana göre” demesi, onların tekfir edilmemeleri meselesinin
üzerinde icma bulunmadığını, sadece kendi tercihinin o şekilde olduğunu belirtir. Onun bu
meselede söylediği söz, İmam Ahmed’in mezhebinin meşhur görüşüne aykırıdır. İmam
Ahmed’in mezhebinde sahih olan görüş, Kur’an’ın mahluk olduğunu, Allahu Teala’nın
görülmesini ve benzeri şeyleri kabul etmeyen kişinin kafir olduğu ve mukallidin ise fasık
olduğu yönündedir. Tekfir ettiğimiz her bid’at sahibini taklit edenler de fasıktır. Kur’an’ın
mahluk olduğunu, Allahu Teala’nın ilminin mahluk olduğunu, Allahu Teala’nın isimlerinin
mahluk olduğunu, ahirette Allahu Teala’nın görülmeyeceğini söyleyen veya dinlerinden
dolayı sahabeye söven ya da imanın sırf kalp ile tasdik etmekten ibaret olduğunu söyleyen ve
ona davet eden, onun için tartışan kişi kafir kabul edilir. İmam Ahmed Rahimehullah bunu
değişik yerlerde belirtmiştir.” Cehaletlerine rağmen haklarında nasıl küfür hükmünün verildiğine dikkat etmek gerekir. İbn-i Teymiye ise, bunların kafir değil, fasık olduklarını söylemektedir. Bkz: 2/409-410
158
37 Saffat/12
157
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯87
⎯
gördüğünü söyleyenlere karşı çıkarak, “Kim Muhammed’in Sallallahu Aleyhi
ve Sellem Allahu Teala’yı gördüğünü iddia ederse, Allahu Teala’ya büyük bir
iftira etmiş olur” demişlerdir. Buna rağmen kendilerinin bu görüşüne itiraz
eden ve tartışan İbn-i Abbas Radıyallahu Anhuma ve başkaları hakkında,
“Allahu Teala’ya iftira etmişlerdir” denmemektedir. Bilindiği gibi Aişe
Radıyallahu Anha, ölü kişinin hayatta kalan yakınlarının söylediklerini duyması ve akrabalarının ağlaması sebebiyle ölünün azap gördüğü gibi meselelerde
de itiraz etmektedir. 159
Söylenen şey, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem söylediğini
reddetmeyi içerse de, tekfir etmek bir tehdittir. Ancak kişi İslam’a yeni girmiş
veya ilim muhitinden uzak bir yerde yetişmiş olabilir. Bunlar, hüccet ikamesinden önce tekfir edilmezler. Kişi, sözkonusu nassları duymamış veya duymuş olmasına rağmen, sabit görmemiş veya başka bir nassın da kendisine
ulaşması sebebi ile te’vilde bulunmuş ve bu te’vilinde de hata yapmış olabilir. Ben bu meselede daima Buhari ve Müslim’de geçen ve öldükten sonra
cesedinin yakılmasını vasiyet eden kişinin kıssasının yer aldığı hadisi hatırlarım. Hadiste onun kıssası şöyle aktarılır: Ebu Hureyre Radıyallahu Anhu Allah
Rasûlü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“Bir adam nefsine zulmetmiş ve ölüm anında oğullarına şöyle demişti: ‘Öldüğüm zaman beni yakın, kül haline getirin, sonra denize saçın. Vallahi eğer
Rabbim beni diriltmeye güç yetirirse, hiç kimseye azap etmediği şekilde bana
azap eder.’ Sonra Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem dedi ki: “Oğulları bu
isteğini yaptılar” Allahu Teala yeryüzüne şöyle dedi: “Aldığını geri ver.” O an
adam dirildi ve kalktı. Allahu Teala ona şöyle dedi: “Bu yaptığın şeye seni
sevk eden nedir?” Adam; “Senden korkumdur Ya Rabbi!” dedi. Bu söylediğinden dolayı Allahu Teala onu affetti.”
Bu adam, Allah’ın gücü konusunda ve kül olduğu zaman tekrar diriltileceği hakkında şüpheye düşmüş ve tekrar diriltilemeyeceğine inanmış bir
adam tiplemesidir. Müslümanların ittifakıyla bu küfürdür. Ancak cahil olduğu
için bunu bilmiyordu ve Allah’ın kendisini cezalandıracağından korkan bir
mü’mindi. Bundan dolayı Allahu Teala onu affetti. İçtihad ehlinden olup,
Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem uymaya özen gösteren ve bununla
birlikte hatalı te’vilde bulunanlar, elbetteki bağışlanmaya evleviyatla bu
adamdan daha çok layıktır.” 160
Şeyhu’l-İslam’ın Rahimehullah, hadiste sözü edilen kişi hakkındaki,
“Bu adam, Allah’ın gücü konusunda ve kül olduğu zaman tekrar diriltileceği
hakkında şüpheye düşmüş ve tekrar diriltilemeyeceğine inanmış bir adam
159
160
Bu ve diğer konular için bakınız: Zerkeşi, El-İcabe lima İstedrekethu Aişe Ala’s-Sahabe
Mecmuu’l-Fetava, 3/147-148
88
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
tiplemesidir” sözüne dikkat etmek gerekir. Bu kişi ahiret gününü ve dirilmeyi
mutlak olarak inkar etmemiştir. İbn-i Teymiye Rahimehullah, başka bir yerde
bu kişi hakkında şöyle der: “Genel olarak Allahu Teala’ya ve ahiret gününe
iman ediyordu. Ölümden sonra Allahu Teala’nın ceza ve mükafat vereceğine inanması bunu göstermektedir.” 161
Günahlarından dolayı Allahu Teala’nın kendisini cezalandırma korkusu ve ölüm anında karşılaşacağı dehşet korkusu, bu kişiyi, yukarıda aktardığımız vasiyeti yapmaya sevketmiştir. Bu kişinin cehaleti, Allahu Teala’nın
her zerreyi toplayıp diriltmeye kadir olduğu konusunda olmuştur. Buna
benzer ayrıntılı bilgiler ise ancak risalet hüccetinin kişiye ulaşması ile bilinebilir. Bu nedenle, hadiste geçen adam da olduğu gibi, kendisinde imanın aslı
bulunan kişi, bunları bilmemesi veya hata etmesi ya da Allahu Teala’nın isim
ve sıfatları konusunda bazı ayrıntıları bilmemesi halinde mazur olarak kabul
edilir.
İbn-i Teymiye Rahimehullah, bu adamın olayını el-Fetava’nın başka
bir yerinde de belirterek şöyle der: “Adam bu şekilde kül olup dağıldıktan
sonra, Allahu Teala, onu tekrar diriltmeye güç yetiremez, tekrar eski haline
döndüremez zannetti.” 162 “Bu kişi Allah’ın sıfatlarının hepsini tam olarak
bilmediği için O’nun “Kadir olma” sıfatını da bilmiyordu. Müminlerden çoğu
da bu kimse gibi, Allah’ın sıfatlarını bilmemektedir. Bundan dolayı onlar
kafir olmazlar.” 163 Daha sonra ise, Aişe’nin Radıyallahu Anha geceleyin Baki’
mezarlığına çıkan Rasulullah’ı Sallallahu Aleyhi ve Sellem farkında olmadan
izlemesi ve farkına varınca ise Aişe’ye Radıyallahu Anha; “Allah’ın sana ve
Rasulü’ne haksızlık yapacağını mı sandın?” demesi, Aişe’nin de O’na “İnsanlar ne saklarsa saklasın Allahu Teala onu bilir mi?” diye sorması üzerine,
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, “Evet” diye cevap verdiği hadisi 164
aktararak şöyle der: “Mü’minlerin annesi olan Aişe Radıyallahu Anha,
Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem; “İnsanlar ne saklarsa saklasın Allahu
Teala onu bilir mi?” diye soruyor, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem
“Evet” diye cevap veriyor. Bu, Aişe’nin Radıyallahu Anha bunu bilmediğini ve
insanların gizledikleri her şeyi Allahu Teala’nın bildiğine dair gerekli bilgiye
sahip olmadan önce kafir olmadığını gösterir. Halbuki bu, hüccet ikame
olunduktan sonra kabul edilmesi gereken imanın asıllarındandır ve Allahu
Teala’nın her şeyi bildiğini inkar etmek, O’nun her şeye gücünün yettiğini
161
Mecmuu’l-Fetava, 12/263
Mecmuu’l-Fetava, 11/224
163
Mecmuu’l-Fetava, 11/225
164
Müslim
162
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯89
⎯
inkar etmek gibidir.” 165 İbn-i Teymiye Rahimehullah, bunları aktardıktan
sonra asıl soruya 166 cevap olarak şöyle demektedir: “Böylece anlaşılmaktadır
ki bu söz, küfürdür. Ancak sahibinin kafir olması için, terkedenin küfre gireceği hüccetin kendisine ulaşması ve açıklanması gerekir.” 167
Hattabi şöyle der: “Bu, bazıları için kapalı olabilir ve “ölümden sonra
tekrar dirilmeyi ve Allahu Teala’nın buna gücünün yeteceğini inkar eden kişi
nasıl bağışlanır?” diye sorulabilir. Bunun cevabı şudur: Hadiste kıssası aktarılan bu kişi, yeniden diriltilmeyi inkar etmemiş, sadece kendisine bu uygulama yapıldığı taktirde, kendinin yeniden diriltilebileceği ve azap edilebileceği
konusunda cahil kalmıştır. Bunu Allahu Teala’dan korktuğu için yaptığını
itiraf etmesi ise onun mü’min olduğunu ortaya çıkarmaktadır.” 168 Hattabi
ayrıca İbn-i Kuteybe’nin Rahimehullah şu sözünü de aktarmaktadır: “Bazı
Müslümanlar Allahu Teala’nın sıfatları hakkında hataya düşebilirler. Ancak
bu hatalarından dolayı tekfir edilmezler.”
İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah, bu adam hakkındaki; “Bu kişi Allah’ın sıfatlarının hepsini tam olarak bilmediği için O’nun “Kadir olma”
sıfatını da bilmiyordu” sözü ve yine Hattabi’nin “yeniden diriltilmeyi inkar
etmemiş” sözü, bu kişinin dirilişi mutlak olarak inkar ettiğine ilişkin
Cehmiyye ve Mürcie mensuplarının söylediklerinin yanlış olduğunu gösterir.
Onlar hadiste aktarılan bu kişinin yeniden diriltilmeyi mutlak olarak inkar
ettiğini söylerler. Daha sonra “Kafirler, kesinlikle diriltilmeyeceklerini ileri
sürdüler” 169 ayetini delil olarak gösterip bu kişinin kafir olduğunu ancak
buna rağmen cehaleti sebebi ile mutlak olarak yeniden dirilmeyi inkar eden
bu kişinin mazur sayıldığını iddia ederler. Ve bu iddialarından hareketle
Allahu Teala’nın dininden birçok kapıdan çıkarak irtidat eden günümüz
tağutlarının ve yasama yapan mürtedlerin de mazur olarak kabul edilecekleri
gibi batıl bir sonuca varırlar.
Şüphesiz ki böyle bir anlayış, delile taşımadığını yüklemekten başka
bir şey değildir. Hadiste de açıkça görülmektedir ki o kişi, Allahu Teala’nın
yeniden kendisini diriltmesini mutlak olarak inkar etmiyordu. Sadece bu
gücün kapsamı ve ayrıntıları hakkında bazı hususlarda cahildi. Vücut hücrelerinin karada, havada ve denizde dağılmasının, onu yeniden diriltmesi
konusunda Allahu Teala için engel niteliğinde olmayacağını anlamıyordu.
165
Mecmuu’l-Fetava, 11/226
“Kişinin kendisini yetiştirmeye (Riyadat) devam ederek cevher olması halinde, kendisinden
emir ve yasaklar kalkar mı?” şeklindeki soru.
167
Mecmuu’l-Fetava, 11/224-226
168
İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 6/604
169
64 Teğabun/7
166
90
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Şüphesiz bu türden ayrıntılar konusunda, özellikle ölüm anının şiddeti de eklenince akıllar hayrete düşebilir ve kapalılığı karşısında zihinler şaşkına dönebilir. Ayrıca bu tür konular ancak risalet hücceti ile bilinebilir. Bu
nedenle, bu hadisi delil göstererek, bütün peygamberlerin kendisi ile gönderildikleri ve dinin en açık, en meşhur ve en temel ilkesi olan Tevhid konusunu reddetmiş ve Allahu Teala’nın yasama hakkını ellerine geçirerek, şeriat
hükümleri yerine beşeri kanunları ortaya koyan ve uygulayan tağutların da,
cehalet sebebi ile mazur sayılacaklarını söylemek mümkün değildir. Allahu
Teala’nın dinini dışlayan, ona alternatif bir rejim uygulayan ve Allahu Teala
yerine kendilerini insanlara ilah ilan eden bu tağutlar acaba imanın ve İslam’ın hangi meselesi hakkında cahildirler? İmanın hangi ilkesini ve İslam’ın
hangi hükmünü bilmemektedirler?
Allahu Teala’ya yemin olsun ki, hadiste kıssası aktarılan bu
muvahhid kişinin hatası ile tağutların işledikleri ağır suçları ancak insanları
aldatan, sattıklarında eksik, ama aldıklarında tam ölçen, deliller ve bu delillerin delalet ettiği hükümler ile oynayan hilekarlar eşit tutabilir. Allahu Teala,
onlar hakkında şöyle buyurur: “Onlar düşünmezler mi ki, kendileri büyük bir
günde hesap vermek için diriltilecekler. Öyle bir gün ki, insanlar o günde
alemlerin Rabbinin huzurunda divan duracaklar.” 170
Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki kapalı olup ancak risalet hücceti
ile bilinebilecek ve cahil kalması durumunda kişinin mazur sayılacağı meseleler ile kişinin mazur olarak sayılmayacağı açık meseleleri birbirinden ayırmadan eşit değerlendirme yapmak caiz değildir. Dolayısıyla hadiste aktarılan
olayı, dinin en meşhur hususlarının birinde muhalefet olarak görmek bir
yana, açık ve dinin zarurilerinden olan bir meselede muhalefet olarak değerlendirmek bile hatadır. Yani Allahu Teala’nın kullarına açık olan hüccetlerini
ikame ettiği, fıtratlarına yerleştirdiği, akıllarında süslediği, ona aykırı olan her
türlü şirki kötülediği, insanları yaratmadan önce onun için kendilerinden söz
aldığı, bütün peygamberlerini onu gerçekleştirmeleri ve şirk gibi, onu bozacak her türlü şeyi ortadan kaldırmaları için gönderdiği, bütün kitaplarını onu
için indirdiği, bugün, Yahudi ve Hristiyanların bile Muhammed’in Sallallahu
Aleyhi ve Sellem dininin asıllarının en önemlisi olarak bildikleri Tevhid konusundaki yanılma ile hadiste kıssası aktarılan bu adamın yanılması asla eşit
görülemez.
Tevhid ancak bundan yüz çevirmesi sebebi ile cahil kalanlar için kapalı olacak bir meseledir ki durumu bu olan birisi ise cehaleti sebebi ile asla
mazur kabul edilmez. Dolayısıyla Tevhid ehli ile şirk ehlini eşit görmek nasıl
helal değilse, bu iki kısmı da birbirinden ayırmamak helal olmaz.
170
83 Mutaffifin/4-6
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯91
⎯
Allah’a yemin ederim ki;
Ağarmadıkça kargaların tüyleri,
Ne eşit olur, ne de birleşir ikisi.
İmam Ahmed Rahimehullah, Müsned’inde bu hadis ile ilgili olarak,
kıssası anlatılan adamın muvahhidlerden olduğuna delalet eden önemli bir
ayrıntı rivayet etmektedir. Dolayısıyla kapalı olan meselelerde muvahhidlerin
mazur sayıldıkları cehalet sebebi ile meydana gelen özrü, müşriklerin açık
olan şirklerine ve kafirlerin meşhur olan küfürlerine indirgemek helal değildir.
Hafız İbn-i Receb el-Hanbeli Rahimehullah, “Hiçbir hayır işlememiş
bir kavim ateşten çıkarılır...” hadisi ile ilgili olarak şöyle der: “Hiçbir hayır
işlememiş..” sözünden maksat, Tevhid’in aslının bulunması ile birlikte organlarla işlenen amellerdir. Bu nedenle öldüğünde cesedinin yakılmasını vasiyet
eden kişinin kıssasının anlatıldığı hadiste “Tevhid’den başka hiçbir hayır
işlememiş..” denilmektedir. İman Ahmed Rahimehullah bunu, Ebu
Hureyre’den Radıyallahu Anhu merfu ve İbn-i Mesud’dan da mevkuf olarak
rivayet etmiştir.” 171
Allahu Teala, Tevhid’in aslını bulundurması ile beraber kapalı olan
meselelerde hata işlemiş olan kişiyi mazur olarak kabul etmektedir. Çünkü
bu kişi, dinin ve imanın aslı olan ve kurtuluş simidi olan unsuru yerine getirmektedir. Mürcie ve Cehmiyye çömezleri ise kendilerine söyleneni başkası ile
değiştirdiler, ölçüyü bozdular ve birçok yönden Tevhid ilkesine muhalif
davranan mürted ve tağutları mazur kabul ederek, onların mü’min Müslümanlar olup, kan ve mallarının dokunulmaz olduğunu söylediler.
Bununla beraber onlar, ancak risalet hücceti ile bilinebilecek olan
meselelerden olması sebebi ile insanlara kapalı olabilecek bazı konularda
hata yapan, lakin Tevhid ve imanın aslını bozmayan İslam alimlerini ve
davetçilerini mazur olarak kabul etmediler. Sefillerini bu alim ve davetçilere
karşı tahrik ettiler, onları dalalet ehli olarak gösterdiler, helak olduklarını
söylediler ve hatta kimileri onları tekfir bile etti. 172
İbn-i Teymiye Rahimehullah, el-Akidetu’l-Vasıtiyye’de kullanmış olduğu “Bu, Fırkatu’n-Naciyye’nin akidesidir” ifadesine itiraz eden ve bu ifadesinin, kendisine itiraz eden herkesi, Fırkatu’n-Naciyye’nin dışında gördüğü
manasına geldiğini söyleyen kişiye şöyle demiştir: “Bu akidenin herhangi bir
yönüne muhalefet eden her kişinin helak olacak olanlardan olması gerekmez. Bu kişi müçtehid olup hata edebilir ve Allahu Teala onun hatasını
171
Et-Tahvifu Mine’n-Nar ve’t-Tarifu bi Hali Dari’l-Bevar, 260, Daru’r-Reşid
Bu meseleye en yakın misal, günümüz Cehmiyye ve Mürciesinin mücahid ilim ehlinden
olan Seyyid Kutub’a Rahimehullah olan saldırılarıdır.
172
92
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
bağışlar. Veya kendisine hüccetin ulaşmamış olması sebebi ile cahil kalan
kişilerden de olabilir.” 173
İmam Zehebi Rahimehullah, Allahu Teala’nın nüzul ve hayret etmesi
gibi sabit olan sıfatlarından bazılarını kabul etmeyenlerin tekfiri konusunda
şöyle der: “Bu kişi, bunu Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem söylediğini
bilmesine rağmen inkar eder ve bunlara iman etmez ise tekfir edilir.” 174
Ayrıca Şafii’den Rahimehullah şöyle dediğini de nakleder: “Allahu
Teala’nın, kendisine hüccet ikamesi yapılmış olan birinin inkar etmesinin
caiz olmadığı isim ve sıfatları vardır. Kişi, kendisine hüccet ulaştıktan sonra
bunları reddederse kafir olur. Ancak kendisine hüccet ikamesi yapılmadan
önce, bunları reddederse cehaletinden dolayı mazur olarak kabul edilir.
Çünkü bu türden olan isim ve sıfatlar, akıl veya düşünme ile bilinemez.” 175
Zehebi Rahimehullah, İbn-i Cerir et-Taberi’nin, “et-Tabsir fi Mealimi’d-Din” isimli kitabında, Allahu Teala’nın bazı sıfatlarını belirttikten sonra
söylediği şu sözleri de nakletmektedir: “Allahu Teala’nın, bilinmesinin akıl ve
düşünme ile mümkün olmadığı bu sıfatları konusunda, kendisine yeterli
bilginin ulaşmaması sebebi ile cahil kalan hiç kimseyi tekfir etmeyiz.” 176
Sonuç olarak, İslam dininin zarurilerinden olan, salim fıtratın kabul
etmediği, salim aklın çirkin gördüğü, İslam’a mensup olan herkesin bilmek
zorunda olduğu, hatta Yahudi ve Hristiyanların bile, Muhammed’in
Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve bütün peygamberlerin karşı çıktıklarını kabul
ettiği açık şirk şekillerinden birini bilmemekten kaynaklanan cehalet ile,
ancak risalet hücceti ile bilinebilen ve bazılarına kapalı olabilen meseleleri
bilmemekten kaynaklanan cehalet arasında ayırım yapılması gerekir. Şirkin
173
Mecmuu’l-Fetava, 3/116
Muhtasaru’l-Uluv, 232, no:282
175
Age:177, no:202. Allahu Teala’ya şirk koşmak veya Allahu Teala’dan başkasına ibadet
etmek gibi Tevhid’in aslından olan ve kişinin cehaleti sebebi ile mazur sayılmayacağı bir
meselede hata eden ile ancak risalet hüccetiyle bilinebilecek olan kapalı meselelerde cehaleti
sebebi ile hata edeni birbirinden ayırmamızı eleştirenlerin hataları buradan da anlaşılmaktadır.
Buna itiraz eden kişi, seleften hiç kimsenin böyle bir ayırım yapmadığını söylemektedir.
Halbuki selefin sözlerini yukarıda aktardık. Ayrıca, “Kul, Allahu Teala’nın isim ve sıfatlarını
bilmediği halde, O’nu birlemeyi nasıl bilecek ve üzerindeki kulluk hakkını anlamadığı halde
cehaletinden dolayı nasıl mazur olacak?” diyerek itiraz etmektedirler.
Zeyd bin Amr bin Nufeyl’in hicretten önceki durumunu, nasıl tevhid ehli olup şirkten uzak
durduğunu düşünmek gerekir. O, Allahu Teala’nın isim ve sıfatlarını veya ancak risalet
hücceti ile bilinebilecek olan meseleleri bilmediği halde hanif olarak kalmıştır. Rasulullah
Sallallahu Aleyhi ve Sellem onun hakkında “Kıyamet günü tek başına bir ümmet olarak
haşredilir” buyurmaktadır.
176
Age: 224, no:274
174
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯93
⎯
kötülüğünü ve Tevhid’in gerekliliğini bilmeyen kişi mazur olarak kabul edilmezken, ikinci türe giren meselelerde kişi cehaleti sebebi ile mazur olarak
kabul edilebilir. Bu nedenle gerekli açıklamada bulunmadan önce, ikinci
kısımda olan meseleler hakkında cahil olan birisini tekfir etmeye kalkışmamak gerekir.
Hamasetli bazı kişiler, ikinci kısmı da birinci kısım gibi saymış ve taşkınlıkları sebebiyle bir takım Müslümanları İslam dairesinin dışına çıkarmışlardır. Bunların tam karşıtı olan Cehmiyye ve Mürcie çömezleri ise, imamların, kapalı olan meseleler hakkında cehaletinden dolayı kişinin mazur olarak
kabul edilmesi ile ilgili söylediklerini, dinden zorunlu olarak küfür olduğu
bilinen meselelere de uygulamışlar ve dolayısıyla da açık olan şirkin savunucularını bile mazur saymışlar, onların açık olan küfürlerini savunmuşlar ve
yasama hakkını kendilerinde gören mürted tağutları korumaya çalışmışlardır.
İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah dediği gibi Allahu Teala’nın dini, onda aşırı giden ile ondan uzaklaşan arasında vasattır. Allahu Teala ne zaman
bir kula bir şeyi emretse, mutlaka şeytan ya ifrat veya tefrit ile karşısına
çıkarak itiraz eder. 177
177
Mecmuu’l-Fetava, 3/236
94
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
-28İCMAYA MUHALEFET EDEN HERKESİ AYIRIM
YAPMADAN TEKFİR ETMEK
Tekfir konusunda yapılan hatalardan biri de, ayırım yapmaksızın ve
icmanın gerçekleşmiş olmasının keyfiyeti, sübutu, sarih ve sukuti icmanın
delil oluşu gibi, bu mesele ile ilgili konuları bilmeden, icmaya muhalefet
gerekçesiyle herkesin tekfir edilmesidir. Halbuki muhakkik usul alimlerinin
bu konular ile ilgili ihtilaflarının bulunduğu bilinmektedir. Bunların özetini
Şevkani’nin Rahimehullah değerli kitabı “İrşadu’l-Fuhûl” da görmek mümkündür.
Bu konuda doğruluğuna inandığımız, gerçekleşebileceğini mümkün
gördüğümüz, Müslümanların yolundan olduğunu kabul ederek uyduğumuz
görüş şudur: Sahabe Radıyallahu Anhum zamanında, şeriatta aslı ve kaynağı
olan bazı konularda icma sabit olmuştur. Bu ise, onların farklı memleket ve
şehirlere dağılmalarından önce meydana gelmiştir. Ebu Bekir’e Radıyallahu
Anhu bey’at, zekatı vermeyenler ile savaş ve buna benzer bazı konularda
meydana gelen icma bunun örneklerindendir.
Bunun dışında meydana geldiği iddia edilen başka icmalar da bulunmaktadır. Ancak bunların dayanağı bilinmemekle birlikte, ispatı da zordur. Bu görüşü savunan sadece biz değiliz. Zahiriyye’nin de görüşü budur ve
İmam Ahmed de buna işaret etmektedir. 178 Hatta Şevkani’nin belirttiği gibi,
İmam Ahmed’in meşhur olan görüşü budur. Ebu Davud’un rivayetine göre
ondan şöyle nakledilmiştir: “İcma, Rasulullah’tan Sallallahu Aleyhi ve Sellem
ve ashabından geldiğinde uyulması gerekir. Tabiinden gelenlere ise kişi
uymakta serbesttir.” İbn-i Hibban da Sahih’inde açıkça bunu söylemektedir. 179
Dinden zorunlu olarak bilinen ve Müslümanlardan kimsenin muhalefet ettiği bilinmeyen konularda da icma bulunmaktadır. İmam Şafii
Rahimehullah şöyle der: “Gördüğün her alimin sana söylediği ve kendisinden
öncekilerden naklettiği, öğle namazının dört rekat olması, içkinin haramlığı
178
179
Bakınız: Eş-Şenkiti, Muzekkiratu Usuli’l-Fıkh, 155
İrşadu’l-Fuhul, 148
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯95
⎯
gibi konular dışında, ne ben ne de ilim ehlinden bir kimse, herhangi bir konu
hakkında, “Bu konuda icma vardır” demiyoruz.” 180
Er-Risale’de, Şafii’nin söylediğine dipnot düşen Allame Ahmed Şakir
şöyle der: “Yani icma, ancak dinden zorunlu olarak bilinen şeylerde olur.
Değişik kitaplara yazdığımız dipnotlarda bunu defalarca belirttik ve delillerini
gösterdik.”
Şafii şöyle der: “Son zamanda ortaya çıkanlar haricinde, sahabeden,
tabiinden ve onlardan sonraki iki kuşaktan ve yeryüzünde bildiğim, insanların ilim ile sıfatlandırdığı kişilerden hiç kimse, herkesin mükellef olduğu
farzlar dışında icma olduğunu iddia etmemiştir. Biri bu konuda kimsenin
bilmediği bir şey söymemiş olabilir. Ancak onun bu dediğini iptal eden bir
çok kişinin olduğunu biliyorum.” 181
İmam eş-Şafii Rahimehullah, kendisine “Hakkında icma bulunan bir
şey var mıdır?” diye sorulduğunda ise şu cevabı vermiştir: “Evet, Allahu
Teala’ya hamd olsun ki çoktur. Herkesin bilmesi gereken farzlar üzerinde
icma bulunmaktadır. Bunu kastederek, “bu konuda icma vardır” dersen,
etrafındakilerden kimse sana muhalefet etmez. Bu şekilde icma olduğunu
söyleyenler doğru söyler. İlmin, tafsilata inen furu’undan olmayan asıllarındaki şeylerde de icma bulunmaktadır.” 182
İbn-i Hazm şöyle der: “İcma, bütün ashabın bildiği, kabul ettiği ve
onlardan kimsenin ihtilaf etmediği konulardır. Onların Radıyallahu Anhum,
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile kıldıkları beş vakit namaz, ikamet
halinde tuttukları ramazan orucu bu türdendir. Ayrıca ramazan orucu ve beş
vakit namaz gibi, dinin, kesin olan ve kabul etmeyenlerin mü’min olarak
sayılmadığı diğer hükümleri de bunlar arasındadır. Bütün bunlarda icma
olduğunda kimse ihtilaf etmez. O gün yeryüzünde mü’minler sadece onlardı.
Bunun dışında icma olduğunu kim iddia ederse, iddiasını delil ile ispatlaması
gerekir ki bunu yapması da mümkün değildir.” 183
İbn-i Hazm Rahimehullah, başka bir sözünde ise şöyle der: “Muteber
icma, kat’i olan ve kendisine zıt başka icma olduğu iddia edilemeyen
icmadır. Bu ise iki kısma ayrılır:
Birincisi: Şehadet kelimeleri, namaz, ramazan orucu, kan, ölü eti
ve domuz etinin haramlığı, Kur’an’ın kabul edilmesi ve zekat gibi, reddeden
kişinin Müslüman olmadığından kimsenin şüphe etmediği konulardır. Bu
180
Er-Risale, 534
El-Um, 1/153
182
El-Um, 7/281
183
El-Muhalla, 1/54
181
96
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
konular kendisine ulaştığı halde, kabul etmeyen kişi Müslüman olmaz. Bunları kabul eden herkes ise Müslümandır. Bu, bütün Müslümanların üzerinde
icma ettiği meseledir.
İkincisi: Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, bütün sahabenin
tanık olduğu veya orada hazır olmayanların da bildiği kesin olarak kabul
edilen uygulamalarıdır. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Hayber’deki
uygulaması bu türdendir. Hayber’de Yahudiler ile mahsullerinin yarısını
vermeleri ve Müslümanlar tarafından istenildiği zaman oradan çıkarılmaları
üzerinde anlaşma yapılmıştır. Medine’de veya başka yerlerde bulunan bütün
sahabenin bunun böyle olduğunu bildiği veya öğrendiği kesindir. Bunu
kadın, erkek, çocuk ve zayıf olan herkes bilmiştir. Mekke’de veya uzak yerlerde bulunan bütün Müslümanlar da bunu öğrenmişler ve sevinmişlerdir.
Bunlar icmanın iki kısmıdır ve bunların dışında icma yoktur. Ayrıca
bu ikisine dayandığı kesin olarak bilinmeyen şey icma olmaz. Bu iki kısmı
kimsenin inkar etmesi mümkün değildir. Bunun dışındaki icma iddialarının
hepsi yalandır.” 184
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “İcma, fakihler, hadisçiler,
sufiler, kelamcılar ve diğerlerinden olan bütün Müslüman kesimler tarafından
kabul edilir. Şia ve Mutezile’den bid’at ehli olan bazıları ise bunu inkar eder.
Ancak bilinen icma, ashabın üzerinde icma ettikleridir. Bunun dışındakileri
ise, genellikle bilmek zordur. Bu nedenle sahabeden sonra sözü edilen icma
konularında alimler ihtilaf etmişlerdir. Tabiin’den olanların, sahabenin iki
görüşünden biri üzerinde yaptıkları icma, aynı kuşaktan olup, kendisi ile aynı
dönemde yaşamış olanların tamamının vefat etmelerinden önce bazılarının
ihtilaf ettiği icma ve sukuti icma gibi, bazı icma türlerinde ihtilaf bulunmaktadır.” 185 “Selefin aksine, ihtilaflı konularda Müslümanların icma ettiğini kesin
olarak söylemek mümkün değildir. Ancak selefin çoğu zaman icma ettiği
kesin olarak söylenebilir.” 186
“Bu nedenle İmam Ahmed ve alimlerden bazıları şöyle demişlerdir:
Kim, bahsettiği bir konuda icma olduğunu iddia ederse yalan söylemiş olur.
Bu, aynen el-Mureysi ve el-Asam’ın iddiası gibi bir şeydir. Böyle demek
yerine, “Bu konuda ihtilaf olduğunu bilmiyorum” desin. Şafii, Ebu Sevr ve
icmadan söz eden başkaları, üzerinde durdukları konularını “bir ihtilafın
184
El-İhkam, 4/149-150
Mecmuu’l-Fetava, 11/187, Daru İbn-i Hazm baskısı
186
Mecmuu’l-Fetava, 13/17
185
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯97
⎯
olduğunu bilmiyoruz” diyerek açıklar ve “bizim iddia ettiğimiz icma budur”
derlerdi.” 187
Allame Ahmed Şakir, icma konusunda İbn Hazm’ın İhkamu’lAhkam’da söylediklerine açıklık getirerek şöyle der: “İcma ve onu delil gösterme konusunda müellifin söylediği doğrudur. Bu ise, dinden zorunlu olarak
bilinenler arasındadır. Ancak usulcülerin iddia ettiği icmanın meydana gelmesi mümkün değildir ve asla olmaz. Bu, sadece hayalden ibarettir. Çoğu
defa, fakihler bir konuda zorlandıkları ve delil bulamadıkları zaman, o konuda icma olduğunu iddia eder ve ona muhalefet edenleri tekfir ederler. Allahu
Teala bundan bizi korusun. Muhalefet edenlerin kafir olacağı icma, ancak
dinden zorunlu olarak bilinen ve mütevatir olan icmadır ki o da dinin kendisidir.”
Sonra Allame İbnu’l-Vezir’in icma konusunda şu söylediklerini nakleder: “İcma iki türlüdür. Bunlardan birincisi; dinden zorunlu olarak bilinen
ve karşı çıkanın kafir olduğu icmadır. Bu sahih bir icmadır, ancak dinden
zaruri olan ilim onun yerini doldurur.
İcmanın ikinci türü ise, bu dereceye ulaşamayan zanni olan icmadır.
Çünkü tevatürden sonra ancak zan vardır. Tevatür ile zan arasında kesin bir
mertebe yoktur. İslam yayıldıktan sonra icmanın meydana gelmediğini
söyleyenlerin delili budur.” 188
Şüphesiz icmanın şer’i sahih bir dayanağının da olması gerekir. Bu
dayanak ise bize göre delil ve hüccettir. İcma, bazı alimlerin söylediği gibi,
zanni olan delili takviye ederek kesinleştirir.
Yoksa icma, günümüzde bazılarının söyledikleri gibi, Kur’an ve Sünnet’te olmayan şeyleri onlara ilave eden bağımsız şer’i bir delil değildir.
Böyle bir tanımda bulunmaktan Allahu Teala’ya sığınırız. Bir kimsenin
Şari’in bir yanlışını bulup onu düzeltmesi diye bir şey olamaz. Allah
Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem sahabesi de, onların fıkhı da bu yanlış
ve batıldan münezzehtir.
Dolayısıyla sahabe ve diğer bütün Müslümanların yolu olan nebi ve
rasullerin davetinin aslı, nerede olursa olsunlar Allahu Teala’dan başka
bütün ilahların varlığını reddetmek ve bütün şekilleriyle ibadeti yalnızca
Allahu Teala’ya has kılmaktır. Allahu Teala’dan başkasının olmayan hüküm
belirleme hakkı da bu kapsamdadır. Bu nedenle alimlerimiz, Allahu
Teala’nın helal kıldığını haram veya haram kıldığını helal yapan alimlere ve
Allahu Teala’nın izin vermediği yasama hakkını kendilerinde görenlere itaat
187
188
Mecmuu’l-Fetva, 19/147
El-İhkam, 4/142, 144
98
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
edenlerin, Tevbe Suresi’nde Allahu Teala’nın kitap ehlinden naklettiği ve
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem Adiy bin Hatim hadisinde ve başka
yerlerde açıkladığı gibi, onları kendilerine rabler edindiklerini belirtmektedirler.
Bu nedenle ilim ehlinden olanların veya bütün insanların icma etmeleri, Allahu Teala’nın hükmü dışındaki başka bir hüküm üzerinde ise bu,
Müslümanların yolu değil aksine Yahudilerin durumunda olduğu gibi müşriklerin yoludur.
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem recm cezasını uyguladığı Yahudi olayı ile ilgili Bera bin Azib’den rivayet edilen hadis bunu açıklamaktadır. Bera’dan Radıyallahu Anhu şöyle rivayet edilir: “Rasulullah’ın Sallallahu
Aleyhi ve Sellem yanına yüzü kömürle karartılmış ve dayak atılmış bir Yahudi
getirdiler. Bunun üzerine Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Yahudileri
çağırarak: “Kitabınızda zina haddini böyle mi buluyorsunuz?” diye sordu.
Onlar “Evet” dediler. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onların alimlerinden birini çağırdı ve “Musa'ya, Tevrat'ı indiren Allah aşkına soruyorum, zina
edenin haddini kitabınızda böyle mi buluyorsunuz?” dedi. O: “Hayır! Eğer
bana böyle yemin vererek sormasaydın sana haber vermezdim. Kitapta recm
buluyoruz. Fakat, zina vak'aları eşrafımız arasında çoğaldı. Artık şerefli birini
bu suçla yakalarsak onu bırakır olduk. Ancak zayıf birini yakalarsak ona
haddi tatbik ediyoruz. Kendi aramızda şöyle dedik: “Gelin aramızda öyle bir
ceza şeklinde anlaşalım ki o, eşraftan olsun, halktan olsun herkese tatbik
edilsin. Sonunda recm yerine suratın kömürle boyanıp dayak atılmasında
ittifak ettik.” Bera der ki: “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse
işte onlar kafirlerin ta kendileridir” 189 , “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile
hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir” 190 , “Kim Allah’ın indirdiği
(hükümler) ile hükmetmezse işte onlar fasıklardır” 191 ayetlerinin hepsi kafirler
hakkında nazil olmuştur.”
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile konuşan bu Yahudinin,
“Sonunda recm yerine suratın kömürle boyanıp dayak atılmasında ittifak
ettik” sözüne dikkat etmek gerekir. Burada, Allahu Teala’nın hükmü değil,
Allahu Teala’nın izin vermediği ve şeriattan bir dayanağı olmayan uydurma
bir hüküm üzerinde anlaştıklarını belirtmektedir. Bu ise Müslümanların yolu
değil, müşriklerin yoludur. Bu nedenle icma kapısını ardına kadar açanların
kendileri için delil olarak gösterdikleri en meşhur nass, Allahu Teala’nın şu
ayetidir: “Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygambere karşı
189
5 Maide/44
5 Maide/45
191
5 Maide/47
190
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯99
⎯
çıkar ve mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yolda bırakırız
ve cehenneme sokarız; o, ne kötü bir yerdir.” 192
Bunlar, kendi anlayışlarına göre, ayette geçen “mü’minlerin yolu”
ifadesinden kastın icma olduğunu iddia ederler. Halbuki mü’minlerin yolu,
kesin olarak Kur’an ve Sünnet’tir. İbadette ve yasama konusunda sadece
Allahu Teala’ya ve önder olarak sadece Muhammed’e Sallallahu Aleyhi ve
Sellem uymayı zorunlu kılan bu iki kaynak mü’minlerin yoludur. Bunu,
şehadet kelimeleri içermektedir. Bu ikisi dinin temelidir ve mü’minlerin
yoludur. Bunun zıddı ise Allahu Teala’ya küfür, Peygambere uymayı ise red
ve karşı çıkmaktır. Bu nedenledir ki Allahu Teala, Rasulullah’a Sallallahu
Aleyhi ve Sellem karşı gelmeyi, mü’minlerin yolundan başkasına uymakla
beraber zikretmiştir. Peygambere karşı gelmek, ancak küfür ile beraber
meydana gelir. Çünkü Arap dilinde bu, taraflardan her birinin karşı yönde
bulunması anlamındaki kelimeden türemiştir. 193
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Kafir büyük bir ayrılık içindedir. Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne Sallallahu Aleyhi ve Sellem karşı çıkmıştır.
Allah’a ve Rasulü’ne karşı çıkan bu kişiden daha sapık bir kimse olamaz.
Karşı çıkmak inat, yüz çevirme veya cehalet sebebiyle olabilir. Bilmeyi gerektiren ayetler kendisine gösterildiği halde, inadında ısrar halinde olan kişi
Allah’a ve Rasulü’ne karşı çıkan kişidir.” 194
Böylece anlaşılıyor ki ayette geçen tehdit, savunucularının iddia ettikleri, hüküm olarak saydıkları ve muhaliflerini tekfir ettikleri uydurma icmaları
kapsamaz. Bu tehdidin muhatapları, Allah’a ve Rasulü’ne karşı çıkan ve
mü’minlerin yolu olan Kur’an ve Sünnet ile hükmetme ve hükmolunmayı
reddeden kimselerdir.
Şevkani Rahimehullah, yukarıdaki ayeti icma için delil olarak gösterenlerin söylediklerini tartışırken, Ğazali’nin “el-Mahsul” isimli kitapta söylediklerini nakleder ve sonra şunları söyler: “Söylediklerimizi iyice anladıysan,
bu ayetin, onu delil olarak gösterenlerin söylediklerine delalet etmediğini
anlarsın.” 195
Şevkani, bundan önce ise Ğazali’nin şu sözlerini nakleder: “İlginçtir
ki, fakihlerden bazıları, bir yandan icmayı umum ifade eden ayet ve haberler
ile ispatlıyorlar, bir yandan da umum ifade eden ayet ve hadislerin delalet
ettiği şeyleri, te’vil sonucu inkar edenlerin tekfir edilmeyeceğinde ittifak
192
4 Nisa/115
Şevkani, İrşadu’l-Fuhul, 135, İbn-i Teymiye, Es-Sarimu’l-Meslul, 23-24
194
İbn-i Teymiye, El-Cevabu’s-Sahih limen Beddele Dine’l-Mesih, 5/406-407
195
İrşadu’l-Fuhul, 139
193
100
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
ediyorlar. Sonra da “İcmanın belirttiği hüküm kesindir ve ona mulafet edenler fasık ve kafirdir” diyorlar. Sanki fer’i olanı asıl olandan daha güçlü yapıyorlar. Bu ise büyük bir gaflettir.” 196
Bu nedenle icmaya muhalefet etmek veya icmayı reddetmek gerekçesiyle insanları tekfir etmek, özellikleri hakkındaki büyük ihtilaflar bilindiğinde, sakınılması gereken büyük bir yanlıştır. Bu konuda doğru olan, sahih
şer’i bir nassa dayanan ve kat’i olarak sabit olduğu bilinen bir icmayı inkar
etmedikçe kişinin tekfir edilmemesidir. Böyle bir icmayı red veya inkar eden
kişi, sahih ve sarih nassı inkar ettiği için kafir olur. Ancak sukuti icma bir
yana, varlığı iddia edilen, ispatı zor olan ve bid’at ehli insanların, olduğunu
iddia ettikleri icma söylentilerini red veya inkar ettiği için insanları tekfir
etmek doğru değildir. Ayrıca, icmanın dinden zorunlu olarak bilinen şeylerden olması, yani açık, mütevatir ve avamından havassına kadar herkesin
bildiği bir şey olması gerekir. Yoksa bilmeyenin mazur sayıldığı kapalı meseleler türünden olmamalıdır.
Nevevi Rahimehullah, Rafii’nin mutlak olarak icmayı inkar eden kişinin kafir olacağına yönelik söylediklerini eleştirerek şöyle demektedir: “İmam
Rafii, mutlak olarak icmayı inkar edenin kafir olacağını söylemektedir. Halbuki bu, onun yaptığı gibi mutlak değildir. Şüphesiz namaz, oruç, zekat ve
haccın vacipliği, içki ve zinanın haramlığı gibi nass ile sabit olup üzerinde
ittifak edilen meseleleri inkar edenler kafir olur. Ancak sadece bazılarının
bilebildiği bir icmayı inkar edenler kafir olmaz. Kişinin öz kızı ile beraber
torun kızın da mirastan altıda bir pay alacağını, iddet bekleyen kadını nikahlamanın haram olduğunu veya belli bir dönemde yaşamış olanların üzerinde
icma ettiklerini bilmediği bir konuyu inkar edenler, kafir olmazlar.” 197
Nevevi Rahimehullah, Müslim Şerhi’nde şöyle der: “Beş vakit namaz 198 , oruç, gusül abdesti, zina, içki ve evlenmeleri haram olanlarla evlenmek gibi dinde herkesin bildiği ve ümmetin, üzerinde icma ettiği meselelerden birini inkar eden kişi kafir olur. Ancak İslam’a yeni girmiş olup, bilmediği
hükümlerden birini inkar edecek olursa, kafir olmaz. 199 Kadının hala veya
196
İrşadu’l-Fuhul, 138
Ravdatu’t-Talibin, 2/146
198
Burada zekatı belirtmemesinin sebebi, bundan bir önceki cümlesinde zekatı bahsetmiş
olmasıdır. Zaten bu cümleler aynı meselededir.
199
Kitabu’l-İman’ın başka bir yerinde şöyle demektedir: “İslam dininden zorunlu olarak
bilinen bir şeyi inkar eden kimse mürted ve kafir olur. Ancak İslam’a yeni girmiş veya ilmin az
olduğu bir yerde yetişip dinin hükümlerini bilmeyecek durumda ise, kendisine bunlar anlatılır.
İnkar etmekte ısrar ederse kafir olur. Zinayı, içkiyi, haksız yere adam öldürmeyi veya diğer
haramları helal gören kişi de kafir olur.” Müslim Şerhi, 1/134
197
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯101
⎯⎯
teyzesi ile beraber nikahlanması, kasten öldüren kişinin mirastan pay almaması, ninenin mirastan altıda bir pay alması gibi, üzerinde icmanın bulunduğu ancak ilim sahipleri tarafından bilinen meselelerden birini cehaleti sebebi
ile inkar eden kişi, gerekli hüccetin kendisine ulaşmaması sebebi ile mazur
sayılır.” 200
İbn-i Dakik el-İyd (hicri 702) şöyle der: “İçtimai meseleler bazen şeriatın sahibinden mütevatir olarak bildirilir. Namazın farziyeti bu meselelerdendir. Bazen de mütevatir olarak bildirilmez. Birinci tür meselelerden birini
inkar eden kişi, icmaya muhalefet ettiği için değil, tevatüren sabit olan bir
hükmü inkar ettiği için kafir olur. Ancak ikinci türü inkar eden kafir olmaz.” 201 İbn-i Dakik el-İyd’in, “İcmaya muhalefet ettiği için değil, tevatüren
sabit olan bir hükmü inkar ettiği için kafir olur” demesine dikkat edilmelidir.
Hafız el-Iraki şöyle der: “İcmayı inkar eden kişinin kafir olması, beş
vakit namaz gibi, dinden zorunlu olarak bilinen şeylerden birini inkar etmesi
şartına bağlıdır.” 202
El-Karrafi şöyle der: “Üzerinde icma bulunan meseleyi inkar eden kişinin mutlak olarak tekfir edildiği zannedilmesin. Bilakis ancak, dinden olduğu zorunlu olarak bilinen ve üzerinde icma edilen bir şeyi inkar eden kişi
kafir olur. Üzerinde icma edilen öyle meseleler var ki onları ancak ilim sahipleri bilebilir. Hakkında icmanın belirsiz olduğu bu tür meseleleri inkar eden
kişi kafir olmaz.” 203
Meraki’s-Suud’un sahibi manzum olarak şöyle demektedir: “İcmayı
inkar eden kişi kötü bir bid’at işlemişse de, tekfir edilmez. Herkesin dinden
olduğunu zorunlu olarak bildiği ve meşhur olan bir mesele üzerinde yapılan
icmayı inkar eden kişi kafir olur.”
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “İnsanlar, icmayı inkar eden
kişinin kafir olup olmadığı konusunda ikiye ayrılmaktadır. Doğrusu, hakkında nassın sabit olduğu bilinen icmayı inkar eden kişi, nassı inkar etmiş gibi
kafir olur. Ancak nassın bulunmadığı bir meselede icmanın olduğu bilinemez. Bilinmeyen bir şeyden dolayı ise tekfir olmaz.” 204
İbn-i Teymiye Rahimehullah, icmanın dereceleri ile ilgili İbn-i Hazm’ın
söyledikleri hakkında şöyle der: “Bazıları, icmadan olmayan şeyleri icma
kapsamına almış, bazıları çoğunlugun söylediğini icma saymış, bazıları kesin
200
Şerhu Müslim, 1/183
İhkamu’l-Ahkam Şerhu Umdeti’l-Ahkam, 4/84
202
Fethu’l-Bari, 12/202
203
El-Furuk, 4/117
204
Mecmuu’l-Fetava, 19/146, Daru İbn-i Hazm baskısı
201
102
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
olarak bilmedikleri halde, bir mesele hakkında ihtilafın olduğunu bilmemelerini icma olarak kabul etmiş, bazıları tabiinden ve sonrakilerden muhalifler
bulunmuş olsa bile, sahabeden muhalif kimse olduğunu bilmedikleri meşhur
ve yaygın olan sahabe görüşünü icma olarak kabul etmiş, bazıları meşhur ve
yaygın olmasa da, sahabeden kimsenin muhalif olduğunu bilmedikleri sahabe sözlerini icma olarak saymışlar, bazıları da Medine halkının görüşünü
icma olarak kabul etmişlerdir.
Bütün bunlar bozuk görüşlerdir. Onların bozuk olduğunu izah etmenin yeri ise burası degildir. Bu görüşlerinin bozuk olduğunu göstermek için,
icma olduğunu söyledikleri konuların çoğunda, kendi söylemlerine aykırı
davrandıklarını bildirmek yeterlidir. Belirttiğimiz şeylere icma demelerinin
sebebi, delil karşısında bozuk görüşlerini terketmeye mecbur kaldıklarında
inat etmeleridir. Nitekim bu konularda onlara muhalefet eden kimseleri tekfir
etmezler. Halbuki bütün Müslümanların ittifakı ile sahih icmanın şartı, ona
muhalefet eden kişinin kafir olmasıdır. Söyledikleri icma olsaydı, muhalifleri
kafir olurdu. Hatta icma olduğunu söyledikleri bu meselelere çokça muhalefet etmeleri sebebi ile bizzat kendileri de kafir olurdu. Bunların her birini
açıklamanın yeri ise burası değildir.” 205
“Muhalif kimseyi tekfir etmeye onları mecbur eden şey birden fazla
değildir. Alimlerin çoğu icmanın muhaliflerini tekfir etmemektedirler. Onun
(yani İbn-i Hazm’ın), “İcmayı inkar eden kişinin kafir olduğu hakkında,
Müslümanlardan ihtilaf eden bulunmamaktadır” sözü de bu kabildendir.
İhtimaldir ki bir çok kitapta bulunmasına ve meşhur olmasına rağmen, onun,
bu konudaki ihtilaftan haberi yoktur. İbn-i Hazm’ın bizzat kendisi ve yine
başkaları da, icmanın hüccet olduğunu kabul etmeyen Nazzam’ı tekfir etmemektedir. 206 İcmayı inkar edeni tekfir edenler, bu icmanın kendisine
açıklanmasından sonra onu inkar etmesi sebebi ile bunu yaparlar. Halbuki
icmaların çoğu bir çok kişiye ulaşmamıştır. Müteahhirinden olan bazılarının
icma dedikleri ve üzerinde ihtilaf ettikleri birçok olay, aslında ya kat’i değil
205
Meratibu’l-İcma, 9-10
“İcmanın hüccet olduğunu inkar ettiği için onu tekfir etmezler” demek istemektedir. Yoksa
başka sebeplerden dolayı başka bir grup onu tekfir etmiştir. Nazzam, Cahız’ın üstadı İbrahim
bin Seyyar el-Basri el-Mutezili’dir. Yaklaşık olarak hicri 231 yılında ölmüştür. Otuzaltı yaşında
sarhoş iken bir odanın üzerinden düşüp öldüğü söylenir. Mutezile anlayışını dayısı İbnu’lHuzeyl’den almıştır. Ehl-i Sünnet’ten başka, dayısı ve Mutezileden başkaları onu tekfir etmişlerdir. İcmayı ve kıyası inkar eden ilk kişidir. Sahabeye dil uzatmış ve hadis ehlini çok fazla
eleştirmiştir.
206
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯103
⎯⎯
zannidir, ya kişiye ulaşmamıştır ya da icmanın şartlarını taşımadığına inanılmaktadır.” 207
İbn-i Teymiye Rahimehullah bu açıklamalarının sonunda şöyle der:
“Bir meselenin dinin zarurilerinden olarak bilinmesi hemen gerçekleşmeyebilir. İslam’a yeni girmiş veya ilim muhitinden uzak bir yerde yetişmiş olan kişi,
bu meseleleri zorunlu olarak bilmek bir yana, mücmel olarak bile bilmeyebilir. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem sehiv secdesi yaptığını, öldüren
kişinin akrabalarının, öldürülen kişinin diyetini ödemelerine karar verdiğini,
çocuğun yatak sahibine ait olduğunu ve buna benzer ilim ehlinin zorunlu
olarak bildiği birçok meseleyi, insanların çoğu elbette bilmemektedir.” 208
Buraya kadar aktarılanları şöyle özetleyebiliriz: Sahih olan ve şu şartları taşıyan icmayı inkar eden kişi kafir olur:
Birincisi: Bunun, açık ve sahih bir icma olması.
İkincisi: Kat’i, malum ve sabit olması.
Üçüncüsü: Bu icmanın malum ve sahih bir nassa dayanması. Yani,
bu icmayı inkar eden kişinin, açık olan bir nassdan yüz çevirmiş olduğuna
dair şer’i bir dayanağın olması gerekir. Allahu Teala şöyle buyurur: “Ayetlerimizi ancak kafirler bile bile inkar ederler.” 209
Dördüncüsü: İcmanın dinden zorunlu olarak bilinen konular üzerinde olması. Yani bu icmanın, avam ve havastan olan herkesin bildiği
meşhur ve malum konularda olması gerekir. Kapalı veya sadece ilim ehlinin
bilebileceği meselelerde olmamalıdır. Açık olmayan bu meselelerde ise, tekfir
etmeden önce mutlaka hüccet ikamesinin yapılması ve açıklanması gerekir.
Beşincisi: İcmayı inkar eden kişinin İslam’a yeni girmiş veya ilmin
elde edilmesinin zor olduğu uzak bir yörede yetişmiş ya da buna benzer bir
sebepten dolayı kendisine hüccetin ulaşmadığı kişilerden olmaması gerekir.
Müslümanlardan avam olan kişilerin arasında bile yaygın olan bazı meseleler, bu tür insanlar için kapalı olabilir.
İbn-i Teymiye Rahimehullah, Nisa Suresi’ndeki “Kim Peygambere
karşı çıkarsa...” 210 ayetinden söz ederken şöyle der: “Bu ayet, mü’minlerin
icmalarının hüccet olduğunu gösterir. Çünkü onlara muhalefet etmek, Peygambere muhalefet sayılır. Bununla birlikte, üzerinde icma edilen bütün
şeylerin Rasulullah’tan Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir nassa dayanıyor olması207
İbn-i Hazm ve İbn Teymiye, Nakdu Meratibi’l-İcma, 11
İbn-i Teymiye, Mecmuatu’r-Resaili’l-Mübra, 1/89
209
29 Ankebut/47
210
4 Nisa/115
208
104
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
nın gerektiğini gösterir. Üzerinde icma olduğu kat’i olan ve mü’minlerden
muhalif bir kimsenin bulunmadığı bilinen her mesele, Allahu Teala’nın,
kendisi ile hidayeti gösterdiği şeylerdendir. Böyle bir icmaya muhalefet eden
kişi, nassı inkar edenin tekfir edildiği gibi tekfir edilir.
Ancak bir meselede icma olduğu zanni ise, işte burada Rasulullah
Sallallahu Aleyhi ve Sellem tarafından doğru yolun belirtildiğine dair kesin bir
şey söylenemez. Bu tür icmaya muhalefet eden kişi tekfir edilmemelidir.
Çünkü kişi, bu icmanın yanlış olduğunu ve doğrunun bunun zıddı olduğunu
zannetmiş olabilir. İcmaya muhalefet edenin tekfiri konusunda söylenecek
şeylerin özeti budur.” 211
İbn-i Teymiye Rahimehullah, icmaya muhalefet sebebi ile tekfir konusunda, kat’i icma ile zanni icmanın birbirinden ayrıldığını, kat’i icmaya muhalefet etmenin Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem muhalefet etmeyi
gerektirdiğini ve böyle bir icmayı inkar edenin Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi
ve Sellem söylediğini inkar ettiği için tekfir edileceğini ne güzel açıklamaktadır.
Buna göre dayanağı belirsiz ve üzerinde kurulduğu delil yetersiz veya
kapalı olan ya da dinden zorunlu olarak bilinen şeylerden olmayan bir
icmaya (ki icma denilen şeylerin çoğu böyledir) muhalefetten dolayı kişileri
tekfir etmek hatalıdır. Bu, yukarıda hatalı olduğunu açıkladığımız dolaylı
tekfire girer.
211
Mecmuu’l-Fetava, 7/29
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯105
⎯⎯
-29RİDDET KÜFRÜ İLE TE’VİL KÜFRÜ ARASINDA AYIRIM
YAPMAMAK
Tekfirde yapılan hatalardan biri de, riddet küfrü ile te’vil küfrü arasında ayırım yapmamak ve birbiri ile eşit değerlendirmektir.
Burada te’vil küfrü diyerek kastettiğimiz şey, alimlerin Kaderiyye,
Mutezile, Cehmiyye ve benzerleri gibi bid’at ehli hakkında verdikleri hükümlerdir. Alimler bunların bid’atları ve işledikleri hakkında tekfir hükmünü
vermişler ve hatta taife bazında küfür ile isimlendirmede bulunmuşlardır.
“Cehmiyye kafirleri” gibi sözler bu kabildendir. Ancak tekfir hükmünü bunlardan muayyen bir şahsa indirgeme konusunda, mutlaka gerekli tafsilata
girmişler ve bid’atlarına davet edenler dışında, bunlardan hiç birini hüccet
ikamesinden önce tekfir etmemişlerdir.
Dolayısıyla doğru olan, açık ve kişinin dinden beri olduğunu gösteren riddet suçu ile te’vil sebebi ile böyle bir suçu işleyen arasında ayırım
yapmak ve gerekli hüccet ikamesinden önce te’vil eden kişiyi tekfir etmemektir. Çünkü bunların küfrü, kişiyi İslam’dan çıkarıp başka bir dine
sevkeden türden değildir. Aksine bu insanlar İslam’a sarılmakta ve onun
dışında bir din kabul etmemekte, İslam’a dostluk beslemekte ve başka bir
dinden de razı olmamaktadırlar. Yine bu kişilerin işledikleri ve söyledikleri,
açıkça Allah’a ve Rasulü’ne Sallallahu Aleyhi ve Sellem sövmek gibi İslam’ı
bozan haller veya kişiyi dinden çıkaran açık küfür cinsinden de değildir.
Onlar da olan suç, kapalı ve problemli olan bazı bid’atleri ve Allahu Teala’yı
tenzih ve tazim maksadıyla bazı nassları te’vil etmeleridir. Bunları tekfir
etmeden önce gerekli hüccet ikamesinin yapılarak şüphelerinin giderilmesi
gerekir. Dolayısıyla bunlar ile, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem haklarında “Kim dinini değiştirirse öldürünüz” dediği mürtedleri birbirine karıştırmamak gerekir. Çünkü bunların işledikleri küfrün çoğu, dolaylı yolla olmaktadır. Ancak bunlara delil gösterildiği ve şüpheleri açıklandığı halde, açık
küfür üzerinde ısrar ve inat ederlerse, diğerleri ile aynı duruma düşerler.
106
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Kadı Iyad Rahimehullah şöyle der: “Allahu Teala’ya sövme, irtidat
etme veya küfür kastı olmadan sadece te’vil, içtihad ve teşbih 212 veya kemal
sıfatlarından birini inkar etme gibi kişiyi bid’at ve hevaya götüren hata sonucu Allahu Teala’ya yakışmayan bir şeyi ona nisbet edenlerin tekfir edilip
edilmemesi konusunda hem selef ve hem de halef alimleri ihtilaf etmişlerdir.
Bu konuda İmam Malik ve ashabının iki görüşü bulunmaktadır. Ancak
bunlar mümteni’ konumunda olurlarsa, onlarla savaşılması konusunda ihtilaf
yoktur. Bunlardan tevbe etmeleri istenir, tevbe etmezlerse öldürülürler.
İhtilaf, bunlardan muayyen bir kişinin tekfir edilmesi hakkındadır. Malik ve
ashabının çoğunun görüşü, bunların tekfir edilmemesi ve öldürülmemesi
yönündedir.” 213
Kadı Iyad Rahimehullah, bu tür suçları işleyenlerden olup mümteni’
konumunda olanlar ile kendisine güç yetirilebilen arasında ayırım yapmaktadır. Daha sonra alimlerin bu konudaki ihtilaflarını ve bunların arkasında
kılınan namazın iade edilip edilmemesi konusundaki görüş farklılığının da bu
ihtilaftan kaynaklandığını aktararak şöyle der: “Bunların tekfir edilmemelerine dair Ali bin Ebi Talip 214 , İbn-i Ömer ve Hasan Basri’den de rivayetler
bulunmaktadır. Ayrıca bu fakihlerden ve kelamcılardan bazılarının görüşüdür. Sahabenin ve tabiinin Haruriyye halkından olan varislerine miras bırakmalarını ve Kaderiye’den olduğu bilinen bazılarının Müslümanların mezarlığına gömülmelerini ve onlara İslam ahkamının uygulanmasını bu görüşlerine delil olarak gösterirler.” 215
Te’vil ehli hakkında selef alimlerinin ve diğer alimlerin sözlerindeki
ihtilaf, mutlak tekfir ve taifenin tekfiri ile bu taifeden olan muayyen bir kişinin
tekfiri arasında ayırım yapıldığı taktirde ortadan kaldırılabilir. İbn-i
Teymiye’nin Rahimehullah buna benzer uzlaştırma çabasını ileride aktaracağız.
Kadı Iyad Rahimehullah alimler arasındaki bu ihtilafı aktardıktan sonra şöyle devam etmektedir: “Hak ve tahkik ehlinin imamı kadı Ebu Bekr
şöyle der: “Bu girift bir meseledir. Çünkü bu insanlar, açık olan küfrü işlemiyorlar, sadece küfre götüren şeyler söylüyorlar.” Bu konuda onun görüşü,
imamı olan Malik’in görüşü gibi çelişkili durumdadır. Bununla birlikte daha
212
Eş’ariler, bu tür ifadeler ile Ehl-i Sünnet’in menhecine uygun görünseler de, sıfatları ispat
etmeyi kastedebilirler. Kadı Iyad Eş’ari’dir.
213
Eş-Şifa bi Tarifi Hukuki’l-Mustafa, 2/272
214
Haricilerden söz ederken bu görüşü belirteceğiz.
215
Age: 2/275
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯107
⎯⎯
çok, sözlerinin geldiği sonuca binaen dolaylı olarak onları tekfir etmeme
taraftarıdır.” 216
Aynı konuda muhakkik alimlerden şunu da nakleder: “Te’vil ehlini
tekfir etmekten sakınmak gerekir. Çünkü namaz kılan tevhid ehlinin kanını
dökmenin mübah olduğunu söylemek çok tehlikelidir. Bin kafir hakkında,
onların hayatta kalmasına sebep olan bir hata, bir Müslümanın kanını akıtma hatasından daha hafiftir.”
“Te’vil ehlinin tekfir edilmesi konusunda insanlar arasında ihtilaf bulunmaktadır. Bu meseleyi anlaman halinde, insanların bu konuda neden
ihtilaf ettiklerini de anlarsın. En doğrusu, onları tekfir etmekten, hüsranda
olduklarını söylemekten kaçınmak, onlar hakkında İslam’ın kısas, miras,
nikah ve diyet gibi hükümlerini uygulamak, namazlarını kılmak, Müslümanların mezarlığına defnetmek ve diğer İslami muameleleri yerine getirmektir.
Ancak onlar şiddetle te’dip edilir, bunu yapmaları engellenmeye çalışılır ve
bid’atlarından vazgeçinceye kadar boykot uygulanır. Öncekilerin onlar
hakkındaki uygulaması bu şekildedir.” 217
Ebu Süleyman el-Hattabi şöyle der: “Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve
Sellem, “Bu ümmet, yetmiş üç fırkaya bölünecektir” sözü, bütün bu fırkaların
dinden çıkmadığına delalet etmektedir. Çünkü Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve
Sellem, hepsinin ümmetinden olduğunu söylemiştir. Yine bu hadis, te’vil
eden kişinin te’vilinde hata etse bile dinden çıkmadığını da gösterir.” 218
Beyhaki, Sünen’inin “Şehadetler” babında, İmam Şafii ve diğer
imamların Cehmiyye, Kaderiyye, Hariciler ve benzeri bid’at ehli grupların
tekfirleri konusunda, bunun ile kişiyi dinden çıkarmayan küfrü (küfrun dûne
küfr) kasdettiklerini belirtmektedir. Bağavi de, Şerhu’s-Sünne, 1/228’de
bunun bir benzerini söylemekte ve buna delil olarak da, onların şahitliklerinin kabul edilmesini göstermektedir. 219
Beyhaki şöyle devam eder: “Onları tekfir etmeleri ile, sanki Allahu
Teala’nın kendi nefsi için bildirdiği sıfatları bir taraftan kabul etmeleri ve
diğer taraftan da bu sıfatları uzak bir te’vil ile yok saymaları ve inkar etmelerini kastetmişlerdir. Böylece te’vil ederek zahirden sapmışlardır. Ancak hatalı
da olsa bu te’villeri sebebi ile dinden çıkmamışlardır. Bu aynen diğer sureleri
kabul ettiği halde, Muavvezeteyn (Felak-Nas) surelerinin Kur’an’da bulundu-
216
Eş-Şifa, 2/276-277
Eş-Şifa, 2/294
218
Beyhaki, Es-Sunenu’l-Kübra, 10/208
219
Beyhaki, Es-Sunenu’l-Kübra, 10/207
217
108
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
ğunun ispatı hakkında şüphesi olan ve bu şüphesinden dolayı hata da etmiş
olsa tekfir edilmeyen kişinin durumu gibidir.” 220
İbn-i Hazm Rahimehullah, Ebu’l-Huzeyl 221 , İbnu’l-Asam 222 , Bişr elMu’temir 223 , İbrahim bin Seyyar 224 , Cafer bin Mubeşşir 225 , Sumame bin
Aşras 226 , Ebu Ğaffar 227 Rakkaşi 228 (hepsi bid’at ehli Muteziledendir) ve
Ezrakiler, Sufriler, İbadiyye’nin cahilleri (bunlar ise Haricilerin en meşhurlarıdır) ve Rafıziler gibi bazı isim ve fırkaları belirttikten sonra şöyle der: “Belirttiğimiz bu kişilerin çoğunu tekfir etmiyoruz ve fasık olarak da saymıyoruz.
Ayrıca ümmetin kafir olduğunda icma ettiği dışında hepsini dostumuz olarak
kabul ediyoruz.” 229
İbn-i Hazm, bunları İslami fırkalar veya İslam dinini kabul eden fırkalar arasında sayarak şöyle der: “İslam dinini kabul eden fırkalar beştir. Bunlar Ehl-i Sünnet, Mutezile, Mürcie, Şia ve Haricilerdir.” 230
İslam dairesinden ve iman velayetinden muayyen olarak çıkmayan
kişiler hakkında hak olan budur. Kişiyi, İslam dairesi dışına çıkmadığı müddetçe bid’atı ne olursa olsun, asli kafir veya dinden dönen mürted ile eşit
tutmak helal olmaz. Hatta bid’atı, kişiyi küfre götüren türden olsa ve ondan
dolayı bu kişi kafir olsa bile, te’vil yolu ile küfre giren bu kişiyi, aslen kafir
olan veya açık bir riddet ile dinden çıkan bir mürted ile eşit görmek doğru
değildir. Çünkü bu, sadece nazari bir mesele değildir ve beraberinde bazı
ameli sonuçları da getirmektedir.
220
Beyhaki, Age. 10/207
Ebu Huzeyl, Muhammed bin Huzeyl el-Allaf el-Basri olup hicri 236 yılında ölmüştür.
Mutezilenin önde gelenlerindendir. Kelamcıdır. Bunları Yunan kitaplarından almıştır. Kendisi
Nazzam’ın dayısıdır.
222
Ebu Bekr bin el-Asam el-Basri olup Bişr el-Mureysi tabakasındandır. Kelamcıdır, tefsir ve
fıkıhla da uğraşmıştır. Bu nedenle Taberi, Ebu Bekr er-Razi ve bazı mütekaddiminden olanlar
kitaplarında onun görüşlerine zaman zaman yer verirler. Ahad haberin kabul edilebilmesi için
ravilerinin en az adaletli iki kişinin olmasını şart koşmuştur.
223
Bağdad’ta Mutezilenin ileri geleni Ebu Sehl el-Hilali’dir. Mutezile alimleri gibi edebiyat ve
kelamla uğraşmıştır. Yaklaşık hicri 210 yılında ölmüştür.
224
Mutezile’den Nazzam’dır
225
Mutezile’den es-Sakafi’dir. Kıyası kabul etmezdi. Hicri 234 yılında ölmüştür.
226
Müstehçenlik ile meşhur Mutezile’nin seçkinlerindendir. Hicri 213 yılında ölmüştür.
227
Herhalde Mutezileden Cahız’ın arkadaşı Ebu Affan er-Rakki’dir.
228
İbn-i Mace’nin adamlarından vaiz olan Ebu’l-Fadl’dır. Rivayeti güvenilmez olup kendisi
delil sayılmaz. İbn-i Kuteybe’nin belirttiğine göre Kaderiyye’dendir.
229
Meratibu’l-İcma, 15
230
El-Fasl, 2/265’den
221
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯109
⎯⎯
İbn-i Teymiye Rahimehullah buna ve riddet küfrü ile te’vil küfrünü eşit
görenlerin hatasına dikkat çekerek şöyle der: “Fukahadan olan bir çok kişi,
“kafirdir” denilen her kişi hakkında açık riddet hükümlerinin geçerli olduğunu zanneder. Dolayısıyla da miras bırakamama, mirastan pay alamama ve
nikahının geçerli olmadığı gibi hükümleri, te’vil yolu ile tekfir ettikleri kişiler
için de uygularlar. Halbuki işin doğrusu böyle değildir.”
İbn-i Teymiye Rahimehullah, sahabenin Haruriyye ehlini tekfir etmediklerini belirttikten sonra şöyle devam eder: “Alimler, bid’at ve heva ehlinin
tekfiri ve bunların ebedi cenenemlik olup olmadıkları konusunda ihtilaf
etmişlerdir. Bu konuda kendisinden iki görüş nakledilmeyen imam yok
gibidir. Malik, Ahmed, Şafii ve diğerleri de kendisinden iki görüş nakledilen
bu imamlar arasındadır. Bu imamların tabilerinden olan bazıları ise, onların
bu ihtilaflarını bütün bid’at ehli ve onların her birinin ebedi cehennemlik
oldukları şeklinde uyguladılar. Öyle ki bid’atçı olduğuna inandıkları herkesi
muayyen olarak ebedi cehennemlik yaptılar. Halbuki bu çok büyük bir
hatadır. Bunun yanında bazıları da, ilhad, ta’dil ve ittihad ehlinin görüşlerini
sergilemiş olsalar bile, bid’at ve heva ehlinden olan hiç kimsenin tekfir edilemeyeceğini söylediler.
Bu konuda işin doğrusu şudur: “Allah konuşmaz ve ahirette görülmez diyen Cehmiyye’nin sözlerinden olan bazı şeyler küfür olabilir, ancak
bazı insanlar için bunun küfür olduğu açık olmayabilir. Bu durumda tekfir
hükmü mutlak olarak, kişinin söylediği söze uygulanır. Selef’in, “Kur’an
mahluktur, diyen kafir olur, ahirette Allah görülmez, diyen kafir olur” şeklindeki sözlerinin tamamı bu kabildendir. Kendisine hüccet ikamesi yapılıncaya
kadar muayyen bir kişinin tekfirinden kaçınılır.” 231
Şeyhu’l-İslam’ın Rahimehullah, Te’vil küfrü veya açıklamaya muhtaç
olan kapalı konulardaki küfür ile Yahudi, Hristiyan ve küfürleri bu iki taifeden daha şiddetli olan ittihadiyye fırkasının açık olan küfürleri arasında nasıl
ayırım yaptığına dikkat edilmelidir. Burada iki tarafın eşit olarak değerlendirilmesine ve te’vil ehlinden olan bir kişinin muayyen olarak gerekli tafsilata
inilmeden tekfir edilmesinin kötülüğüne işaret etmektedir. Aynı zamanda
açık küfür ehli hakkında uygulanması gereken tekfir hükmü konusunda
gevşek davrananlara da işaret edilmektedir. Bu meselede hak olan ise, delile
uygun olandır. Yoksa ne aşırıların ve ne de gevşek davrananların yaptığı
doğru değildir.
Yahudi ve Hristiyanları, Rafızilere tercih eden kişinin durumu hakkında sorulması üzerine Şeyhu’l-İslam Rahimehullah şu cevabı vermektedir:
231
Mecmuu’l-Fetava, 7/375-377
110
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
“Hamd Allah’a mahsustur. Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem getirdiklerine iman eden herkes, onu inkar eden herkesten daha iyidir. İman eden
kişi de bid’atın bazı çeşitleri bulunuyor olsa da bu böyledir. Bu bid’atın,
Hariciler, Şia, Mürcie, Kaderiyye ve diğerlerinin bid’atlarından olması
farketmez. Şüphesiz Yahudiler ve Hristiyanlar kafirdir. Bunların küfrü, İslam
dininden zorunlu olarak bilinen bir küfürdür. Bid’atçı ise, kendisinin
Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem muvafık hareket ettiğine ve aykırı
düşmediğine inanıyorsa, bundan dolayı kafir olmaz. Kafir sayılsa bile, onun
küfrü Rasulullah’ı Sallallahu Aleyhi ve Sellem yalanlayanın küfrü gibi değildir.” 232
Sonuç olarak; te’vil küfrü ile içerisinde İslam’dan çıkarak başka bir
dine geçmenin ve İslam’dan uzaklaşmanın bulunduğu riddet küfrünü veya
dinden zorunlu olarak bilinen açık bir küfrü eşit görmek ve özellikle de,
te’vilden dolayı tekfir edilen kişiyi, mümteni’ konumdaki tağut ve mürtedler
ile eşit değerlendirmek doğru değildir. Dolayısıyla te’vil küfrünün sahibine,
istitabe uygulamadan ve hüccet ikamesi yapılmadan önce tekfir hükmünün
sonuçları uygulanmamalıdır. 233 Çünkü böyle bir şey, namaz kılan muvahhid
Müslümanların kan, mal ve ırzlarının heder olmasına yol açmaktadır. Bunun
da Müslümanlar için ne kadar tehlikeli ve zararlı olduğunu Allahu Teala bilir.
Şevkani Rahimehullah, “Hadaiku’l-Ezhar” isimli kitabın müellifinin
“Hangi yönden olursa olsun, harp ehli ve mürtedin cezası ölümdür” sözüne
ilişkin şöyle der: “Müellif, “hangi yönden olursa olsun” derken, te’vil küfrünü, ıstılahi olarak riddet manasına dahil etmeyi amaçlamıştır. Bu ise, bağışlanamayacak kadar büyük bir hatadır. Böyle bir şey doğru olsaydı, yeryüzündeki bütün Müslümanlar mürted olurdu. Çünkü dört mezhep ehli Eş’ari
ve Maturidi olup Mutezile ve tabilerini tekfir ederler, Mutezile ise onları tekfir
eder. Halbuki bütün bunlar kovulmuş şeytanın kışkırtması, aşırı taassubun ve
büyük anlayışsızlığın belirtileridir.” 234
Şevkani Rahimehullah, aynı müellifin “Te’vilci de mürted gibidir” sözü
hakkında ise şöyle der: “İşte burada şunu derim ki; dinde aşırılığın, Kur’an,
232
Mecmuu’l-Fetava, 35/122, Es-Sarimu’l-Meslul kitabından da mücerred irtidat ile diğer
irtidat çeşidi arasında ayırım yaptığını aktarmıştık.
233
Bu ayarımın önemli bir çok sonucu bulunmaktadır. Günümüzün musibetlerinden haberdar
olan bir kişinin buna dikkat etmesi gerekir. Mürted olanın kestiği ile te’vil yolu ile tekfir edilenin kestiği hayvanın eti arasında ayırım yapmak gibi. Çünkü te’vil yolu ile kafir olduğu
söylenen kişi hala bizim gibi namazı kılmakta, kıblemize yönelmekte ve kestiğimizi yemektedir.
Aynı şekilde şahitliği, haberleri ve bid’at dışında rivayeti kabul edilmektedir. Bunların ayrıntıları yerinde belirtilmiştir.
234
Es-Seylu’l-Carrar, 4/373
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯111
⎯⎯
sünnet, burhan ve Allahu Teala’nın bildirmesi olmadan, Müslümanların
birbirini tekfir etme cinayetine varması karşısında gözyaşı dökülür ve hem
İslam’a hem de Müslümanlara ağıt yakılır. Dinde aşırılık ve taassub kazanları
kaynayınca ve şeytan Müslümanları birbirine düşürmeyi başarınca, havadaki
toz ve çöldeki serap gibi olan basit şeyler yüzünden, hevaları onlara birbirlerini tekfir etmelerini telkin etti. Müslümanların hiçbir şekilde uğramadığı bu
musibet karşısında Allahu Teala’nın Müslümanların yardımına koşmasını
istemekten başka ne söylenebilir! Bütün bunlar karşısında Allahu Teala’nın
murakebesinden bir eser bulunan, İslami gayretten bir nasibi olan ve bu dini
anlayan herkes bilir ki Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem İslam’ın hakikati sorulduğunda şöyle buyurmuştur: “İslam, namazı kılmak, zekatı vermek,
Allah’ın evini hac etmek, Ramazan orucunu tutmak ve Allah’tan başka ilah
olmadığına şehadet etmektir.” Bu anlamdaki hadisler mütevatirdir. Kim
olursa olsun bunu kabul etmeyenlerin aksine, bu beş temeli yerine getiren ve
gerektiği gibi işleyen kişi Müslümandır. Kim buna aykırı olarak değersiz
sözler, yanlış bilgiler ve cahilce şeyler öne sürerse, onları yüzüne çal ve
‘Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem burhanı senin bu sayıkladıklarından önde gelir’ de. Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem sözü karşısında
bütün sözleri bırak! Dininden emin olan kişi, macera arayan kişi gibi değildir.” 235
235
Es-Seylu’l-Carrar, 4/584
112
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
-30KÜFÜR OLAN BİD’ATLAR İLE, MASİYET VE FURU’
TÜRÜNDEN OLAN BİD’ATLAR ARASINDA AYIRIM
YAPMAMAK
Tekfirde yapılan hatalardan biri de, küfür olan bid’atlar ile, masiyet
ve furu’ türünden olan bid’atlar arasında ayırım yapmamak ve masiyet
türünden olan bid’at sahiplerine de kafir muamelesi yapmaktır.
Hamaset sahiplerinden birçoğu kendi hasım ve muhaliflerini bid’at
ehlinden saymakta, alimlerin Cehmiyye, Rafıziler ve benzerlerinden küfür
olan bid’at ehli için kullandıkları terimleri, muhalifleri için de kullanmakta,
onlarla her türlü ilişkiyi kesmeyi, selam vermemeyi ve dışlanmaları gerektiğini savunmakta ve arkalarında namaz kılmayı yasaklamaktadırlar. Bunlardan
bazıları günahkar Müslümanları da bu kapsama sokmakta ve hepsine küfür
olan bid’at sahipleri ve hatta mümteni’ mürted muamelesi yapmaktadır.
Allahu Teala’nın dinine karşı savaşan tağutların destekçilerine karşı yapılması gereken muamelenin neredeyse aynısını muhaliflerinden olan Müslümanlara karşı da uygulamaktadırlar. Kafirlerden uzaklaştıkları gibi Müslümanlardan da uzaklaşmakta, Müslümanlar hakkında Allahu Teala’nın ölçülerini
çiğnemekte, dokunulmazlıklarını ihlal etmekte ve İslam’ın onlara tanıdığı
hakları daraltmaktadırlar. Halbuki tamamen uzaklaşma (el-bera) ancak
kafirlere karşı uygulanacak bir muameledir. Günahkar Müslüman hakkında
ise, uygulanması gereken muamele sadece onların günahlarından beri olmaktır. Allahu Teala şöyle buyurur: “Sana uyan mü’minlere kanadını indir.
Şayet sana karşı gelirlerse de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkak ki
uzağım.” 236
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Halid bin Velid’in Radıyallahu
Anhu, Beni Cuzeyme’den alınan ve “Eslamna (Müslüman olduk)” diyemeyip, aynı manayı kastederek “Sabana” diyen esirleri öldürdüğü kendisine
haber verilmesi üzerine şöyle buyurmuştur: “Allah’ım, Halid’in yaptığından
beriyim.” 237 Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, “Allah’ım, Halid’ten beri-
236
237
26 Şuara/216
Buhari, Kitabu’l-Meğazi
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯113
⎯⎯
yim” dememiştir. Bu mananın altında birçok önemli incelikler bulunmaktadır.
İbn-i Teymiye Rahimehullah, kendilerinden daha üstün konumdaki
ilim ehlinin dahi hata yapabildikleri bazı konularda yanılan zümrelerin tekfir
edilmesine karşı çıkmış ve bu zümreler gerçekten bid’at sahipleri de olsalar,
onlara kafir muamelesi yapılmasını şiddetle eleştirmiş, bu tür zümreleri tekfir
eden veya onlara kafir muamalesi yapanların bid’atının, bunların
bidatlarından daha büyük olabileceğini belirterek şöyle demiştir:
“Bu nedenle selef, muhalif konumda olsalar dahi birbirine din dostluğunda bulunmuş ve kafirlere yapılan düşmanlık gibi bir muamelede bulunmamışlardır. Onlar, birbirinin şahitliğini kabul eder, birbirinden ilim
öğrenir, karşılıklı miras ve evlenme hukukunu yerine getirir ve birbirlerine
Müslüman muamelesi yaparlardı.” 238
Keşke günümüz hamaset sahiplerinde de durum bu şekilde olsaydı.
Ne yazık ki onlar, kararlaştırdıkları bu haksız muamelelere riayet etmeyen
kendi arkadaşlarına bile aynı şekilde davranmaktadırlar. Bu arkadaşlarını da
bid’at ehli olarak nitelemekte ve onlarla her türlü ilişkiyi kesmektedirler.
Onların bu tutumları, “kafiri tekfir etmeyen kafirdir” diyen ve bu ilke üzerinde zincirleme olarak bir çok kişinin kafir olduğunu söyleyen aşırı tekfircilerin
yaptığına benzemektedir.
Bunlardan bazıları bu söylediklerini doğrulamak maksadı ile bu iddialarına ilim ehlinin sözleri ile yama yaparlar. Kahtani’nin Nuniyye’sinde
söylediği “Bid’atçı, bid’atçı ile oturur kalkar, külün altında ise közler tutuşur”
gibi sözler onların kendi iddialarına yama olarak kullandıkları sözlerdendir.
Selef bu sözleri ile küfür olan bid’at ve heva sahipleriyle oturup kalkmaktan
sakındırmıştır. Ancak bunlar, şer’i birer delil niteliğinde olmayan bu sözleri,
ısrarla günahkar Müslümanlar hakkında uygularlar ve herkesten de aynı
tutum içerisinde olmalarını isterler. Bu tutum içerisinde olmayanları da,
muhalifleri kategorisine ilave ederek bütün dokunulmazlıklarını mübah
kılarlar.
Maalesef, bu fikrî terör ve bağnazlık yaygınlaşmış ve muhalifleri konumundaki insanlar için bir baskı halini almıştır. Bu hata, davetçiler arasında
da yayılmış ve bazıları bid’at ve bid’atçı gibi sıfatları kullanmakta ölçüyü
kaçırmışlardır. İnsanlar birbirleriyle olan ilişkilerini kesmiş, birbirlerine karşı
alçak gönüllü olmayı unutmuştur. Hatta fazilet sahibi kişilerden biri kardeşlerinin kendisini terkettiklerinden, kendisine haksızlık yaptıklarından ve kendisi
ile selamı dahi kestiklerinden yakınmıştı. Bu yaptıklarının sebebinin ise,
238
Mecmuu’l-Fetava, 3/176, Daru İbn-i hazm baskısı
114
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
günahkar bazı kişilere zaman zaman uğramasının, onları aydınlatıp davet
etmesinin ve batıl şeylerini kendilerine göstermeye çalışmasının olduğunu
söyledi. Halbuki bu günahkar insanlar pişmanlık duyduklarını, tevbe edeceklerini söylemekte ve inat göstermemektedirler. Ancak şehvet ve kötü arkadaş
onları perişan etmektedir. Bunların, kendilerine sabredecek, onları düzeltecek ve şeytanın musallat olmasını kolaylaştıran kötü arkadaşlara teslim
etmeyecek kişilere ihtiyacı bulunmaktadır. Yoksa onları terkedecek kişilere
değil.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, ashabının en hayırlılarından
olan üç kişi ile, Tebuk Seferi’ne katılmamaları nedeni ile ilişkiyi kesmiş,
ancak imanı zayıf olan kişilere karşı böyle bir uygulamada bulunmamıştır.
Dolayısıyla bu içtihadi bir mesele olup, davetçi, maslahatı kendi içtihadı ile
belirler. Davetçinin, bu tür durumlarda, önceden belirlenmiş olan muayyen
bir içtihad veya tercihe bağımlı kalması doğru olmaz. İnsanları sapık ve
bid’atçı saymak, onlara düşman kesilmek gibi baskı üsluplarından birini
uygulamak bir yana, kimseyi onlardan ilişkiyi kesmeye zorlamak doğru
değildir.
Fasık veya masiyet sahibi olan kişilere karşı, dalalet içerisinde olan
sapık heva sahipleri veya küfür olan bid’at ehline yapılan muamelenin aynısı
ile muamelede bulunmak ve baskı uygulama iddiası ile gerekli açıklama ve
nasihatta bulunmadan onlardan ilişkiyi koparmak doğru olmaz. Bu hatayı
işleyenler, belki de hırçın mizaçlarına uygun geldiği için veya Allahu Teala’ya
yapılan davette sabırsız ve dayanıksız oldukları için bu şekilde davranmaktadırlar.
Bu alanda ifrat ve tefrit içerisinde olan insanlar bulunmaktadır. Bir
kesim şirk ve küfür erleri olan Allahu Teala’nın düşmanlarına yalakalık
yaparak, muvahhidlerin davetteki katı üslubunu bahane edip, Müslümanlara
göstermedikleri yumuşak muameleyi onlara uygulamaktadırlar.
Bunların tam zıddı olan kesim ise, bazen tekfir etmek, bazen de katı
ve kaba davranmak, sapık ve bid’atçı saymak ve ilişkileri kesmek suretiyle
kendilerine muhalif olanları, tekfir ettikleri şirk askerleriyle eşit saymışlardır.
Hatta bunlardan öyleleri bulunmaktadır ki, tekfir ettikleri şirk askerlerine
gösterdikleri yumuşak davranma, hikmetli ve güzel öğüt verme gibi muameleleri, kendilerine muhalif olan ve aynı yoldan gitmeyi kabul etmeyen hasımlarına veya masiyet sahibi Müslümanlara göstermemektedirler. Oysa ki bu
davranış, şeriatın ölçüleriyle zaptedilmez ise, sahibinin, putperestleri bırakıp
Müslümanlarla savaşan Haricilere katılmasından endişe edilir.
Durum olarak daha kötü ve yol olarak daha sapık olan ise günümüz
Cehmiyye ve Mürcie çömezlerinin tavrıdır. Bunlar davetçilere dillerini ve
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯115
⎯⎯
kalemlerini musallat etmiş, muvahhidlere savaş açmış ve mücahidlere düşmanlık bayrağını yükseltmişlerdir. Halbuki bunlar aynı zamanda tağutları
savunmak için ellerinden geleni yapmakta, onların eşiklerinde debelenmekte
ve kendilerini, bu tağutların kucaklarına atmaktadırlar.
Halbuki hak, orta yoldur ve ne ifrata kaçanların ifratı, ne de tefrite
kaçanların tefritinde değildir. İbn-i Teymiye Rahimehullah, Ehl-i Sünnet ve’lCemaat’e mensup olan kelam ehlinden çoğunun durumunu ve sünnete
kendilerinden daha uzak olan fırkalara cevap verirken ölçüyü kaçırdıklarını,
bazen haksızlık yaparak büyük bir bid’atı ve batılı red edebilmek için, ondan
daha küçük bir bid’atı ve batılı işlediklerini belirterek şöyle der:
“Bunlar gibi olanlar, bu tür bid’atlarını, Müslümanların cemaatini
böldükleri, dostluk ve düşmanlıklarını üzerine bina ettikleri bir akide haline
getirmedikleri sürece hataya düşmüş kişiler olarak kabul edilirler. Allahu
Teala bu tür şeylerde mü’minlerin hatalarını bağışlar. Ümmetin selef ve
imamlarından birçok kişi bu hataya düşmüştür. Bu tür hatalara düşmüş
olanların, içtihad ederek söyledikleri öyle görüşleri vardır ki Kitap ve Sünnet’e aykırıdır. Ancak bu tür hatalar, kendisine muvafakat edene dostluk
gösteren ve kendisine muhalefet eden her kişiyi fasık veya kafir olmakla
suçlayarak düşmanlık yapan ve Müslümanların cemaatini bölen, tefrika ve
ihtilaf ehlinden olan kişilerin işledikleri seviyesinde değildir.” 239
İbn-i Teymiye Rahimehullah, bu sözlerinin hemen ardından Hariciler
hakkında bahseder. Çünkü sözünde aktardığı bu sıfatlar, özellikle Haricilerin
niteliklerindendir. Bu nedenle, bu davetçilerin bağnazlığı o dereceye varmıştır ki; kafir, müşrik, tağut ve tağutların destekçileri olanlar ile, masiyet sahibi
olan Müslümanlar arasında ayırım yapmamakta ve küfür olan bid’atlar ile
küfür olmayan bid’atları birbirine karıştırmaktadırlar. Bu ise, davetin düşmanları olan insanların eline, Haricilerin yaptıkları gibi bütün insanların
mutlak olarak tekfir edildiğini kanıtlamaları ve dolayısıyla da davet ve davetçileri kötülemeleri açısından büyük fırsatlar vermektedir. Çünkü maalesef, bu
davetçilerin mümteni’ olan kafirlere olan muameleleri ile fasık yahut te’vil
ehlinden olan muvahhidlere olan muameleleri arasında bir fark görmemektedirler.
Hapishanede beni ziyaret eden gençlerden bazıları, bana kendilerine
yapılan bazı haksızlıklar hakkında yakınmıştı. Bu gençler, Allahu Teala’nın
isim ve sıfatları konusunda Eş’arilerin görüşlerine yakın bazı te’villerde bulunma ile suçlanmışlar. Bu gençlerden biri bana, Tevhid davetine mensup
bir takım kişilerin kendilerine haksızlık yaptığını, kendilerinden ilişkiyi kes239
Mecmuu’l-Fetava, 3/217
116
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
mede ölçüyü kaçırdıklarını, bu türden bir takım te’villeri bulunsa da, bunlarla
meşgul olmadıklarını ve gündeme getirmediklerini, esas işlerinin Tevhid’e
davet ve gençleri tağutlardan beri durmaları üzere yetiştirmek olduğunu,
bundan dolayı Allahu Teala’nın düşmanlarının yakalarını bırakmadıklarını
ve onlara karşı hoşgörülü davranmadıklarını, Tevhid’e çağıran ve tağuta
düşmanlık yapan herkes gibi kendilerinin de, bu tağutların askerleri tarafından takip edildiklerini, kendilerine bu askerler tarafından baskı yapıldığını ve
tutuklandıklarını, buna rağmen kendileri hakkında aşırıya kaçan bu kişilere
yaranamadıklarını anlattılar. Tağutlara düşman ve onlardan beri olmanın
kendilerine nisbet edilen bu tür te’villerden çok daha önemli olduğunu
onlara izah edemediklerini, aralarındaki bu sorunu bağnazlık ve bühtan ile
değil, delil ve bürhan ile çözmek gerektiğini kabul ettiremediklerini söyledi.
Kendilerine yapılan bu muamelenin hala devam ettiğini, hiçbir açıklama ve
nasihatta bulunulmadan kendileri hakkında gıybet edilmesini helal gördüklerini ve Allahu Teala’nın düşmanlarının eline fırsat verildiğini anlattı. Allahu
Teala’nın düşmanlarının kendilerini tutukladıkları zaman saflar arasında
nifak çıkarmak ve tağutların kendilerini istihbarat elemanı olarak kullanmak
istedikleri ile suçlandıklarını, haksızlıkta bulunan bu kişilerin kendileri ile
ilişkileri kesip selam bile vermediklerini ve kafir olduklarına karar verdikleri
tağutların destekçilerine yapılan muamelenin aynısı ile kendilerine muamelede bulunduklarını haber verdi.
Bu genç Allahu Teala’nın düşmanlarının oyunlarına gelmemiş ve tuzaklarına düşmemiş ise, acaba diğer bütün gençler bu seviyede midir? Bu
davetçilerin bağnaz ve sert tutumları nedeni ile, bunlar içerisinde tağutların
kucağına düşebilme ihtimali olanlar yok mudur? Acaba bu gençlerden her
biri, kendisine Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve diğer Müslümanlar
tarafından konuşma boykotu uygulanması üzerine Ğassan hükümdarının bir
mektup göndererek yönetimine sığınabileceğini teklif ettiği Kab bin Malik’in
olayını hatırlayabilecek ve kendisini zarardan koruyabilecek durumda mıdır?
Acaba bu gençler, Kab’ın Radıyallahu Anhu, hükümdarın mektubunu ateşe
attığı gibi, tağutların zararlarından korunmak için tekliflerini yüzlerine vuracak bilinçte midir?
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve ashabının, daru’l-İslam’da
boykot ettikleri üç Müslümanın durumu ile bu gençlerin durumunun aynı
olmadığını, bugün Müslümanların mustaz’af durumda olduklarını ve halkın
imanının o üç sahabenin imanı derecesinde bulunmadığını göz önünde
bulundurmamız gerekmez mi? Bu nedenledir ki, Rasulullah Sallallahu Aleyhi
ve Sellem, imanı zayıf olup Tebük Seferi’ne katılmayan diğerlerine böyle bir
muamelede bulunmamış, kendisine beyan ettikleri özürlerini kabul etmiş-
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯117
⎯⎯
tir. 240 Bu konuda aşırıya kaçanların çoğu, işte bu kavrayış ve anlayıştan
yoksun olmaları sebebiyle Allahu Teala’nın düşmanlarının gözlerini aydın
etmişlerdir.
Mutezile’den olanlar geçmişte, mezheplerini Haricilerinden ayırmak
maksadı ile dinden çıkmamış olan fasık kişinin tekfir edilmemesi yönünde
görüş bildirdiler. Bu kişiye kafir ismini vermediklerini, ancak Müslüman
olduğunu da söylemediklerini ve bu kişinin İslam ve küfür arasında olduğunu (menzile beyne’l-menzileteyn) uydurdular. Bu fasığın akibeti konusunda
ise Hariciler ile aynı görüşü paylaşmaya devam ettiler ve bu kişinin ebedi
cehennemlik olduğunu bildirdiler. Peki tekfir ederek ebedi cehennemlik
olduğuna hükmettikten sonra, bu kelime oyunlarının o fasık kişiye olan
faydası nedir?
Günümüzde aşırıya kaçmış olanların çoğu da Haricilerin ve Mutezilenin mezhebini bilmekte ve onlardan beri olduklarını söylemektedir. Hasımlarını tekfir etmediklerini, onları İslam ve küfür arasında bir yere de koymadıklarını, aksine Müslüman olduklarına hükmettiklerini, ancak onları bid’at
ve masiyet sahibi olarak gördüklerini söylerler. Buna rağmen, hasımlarına
müşrik ve kafirlere karşı yapılan muamelenin aynısını uygularlar. Dolayısıyla
isimlendirme ve hükümde Ehl-i Sünnet’e muvafakat ederler, ancak dünyevi
muamelede Hariciler ve benzerleri gibi davranırlar. Bu yeni bir bid’at mıdır,
yoksa düşmanlık insanların gözlerini kör ederek onları saptırmakta mıdır?
Bilindiği gibi uygulanan bu dünyevi muamelenin insanlara olan zararı, Mutezilenin vermiş olduğu uhrevi hükümden çok daha fazla ve şiddetlidir.
Çünkü ne Mutezile ve ne de bir başkası, insanlar hakkında verdikleri hükümleri, ahirette onlara uygulama imkanına sahip değildir. Onların verdikleri bu
hüküm sadece itikadi bir mesele niteliğindedir. Ancak aşırıya kaçanların fasık
Müslümanlara yaptıkları muamele böyle değildir. Onlar dünyada insanlara
bu şekilde ceza vermekte ve uygulamaktadırlar.
İşin daha da kötüsü, bu muamelenin zararı sadece ilişkiyi kesme, selam vermeme, iftira, baskı ve hakların daraltılması ile kalmamakta ve bazı
yerlerde Müslümanların kanlarının dökülmesine kadar varmaktadır. Hata
içerisinde olan bu kişilerden bazıları, bid’at ehli olduğunu söyledikleri hasımlarının kanını bütün dünyanın gözü önünde dökmüştür. Böylece
240
Kab bin Malik hadisi için bakınız: Buhari, Kitabu’l-Meğazi. İbn-i Hacer’in bu hadis ile ilgili
açıklamaları için ise Fethu’l-Bari’nin “Din yönünden kuvvetli ve zayıf kişileri boykot etmede
ayırım yapmak” bölümüne bakınız. İbn-i Teymiye El-Fetava, 28/115’de bununla ilgili olarak
güzel açıklamalarda bulunmuştur. Bizim de, bu konu ile ilgili olarak, Sevaka Hapishanesi’nde
kaleme aldığımız bir risale vardır.
118
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem “Benden sonra birbirinin boynunu
vuran kafirler olmayın” 241 buyararak sakındırdığı işi yapmışlardır.
Halbuki her iki taraf da Allahu Teala’nın düşmanlarının pençesinde
ezilmiş ve takibat altındadır. Ne devletleri, ne de güç ve iktidarları vardır. Bir
de bunların devletleri olsa acaba neler yaparlardı?
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Müslüman taifelerden birinin
diğerini tekfir etmesi, kan ve mallarını helal görmesi en çirkin bid’atlardandır.
Bu konuda şöyle denir: Bu durum bid’atçının ekinidir. Halbuki bu, iki yönden çok sakıncalıdır:
Birincisi: Tekfir edilen fırkanın iddia edilen bid’atı, tekfir eden fırkanın işlediği bid’attan daha küçük olabilir. Yani tekfir eden fırkanın bid’atı
daha büyük, daha çirkin ve daha zararlı olabilir. Birbirlerini tekfir eden bid’at
ehlinin çoğunun durumu budur. Şayet bid’atçı tekfir edilecekse, her iki
tarafın da kafir olması gerekir. Tekfir edilmeyecekse, her iki taraf da tekfir
edilmez. Çünkü her iki taraf aynı şekilde bid’atçıdır ve belki de bid’atları aynı
seviyededir. Taifelerden birinin hasımlarını tekfir ederken kendi mensuplarını
tekfir etmemesi, cehalet ve haksızlıktır. İşte bunlar, Allahu Teala’nın haklarında şöyle buyurduğu kimselerdir: “Dinlerini parça parça edip, gruplara
ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur.” 242
İkincisi: Bu iki taifeden sadece birinin bid’atçı olduğu varsayılsa bile, diğer taifenin, Ehl-i Sünnet’in görüşünde hata eden herkesi tekfir etmeye
hakkı yoktur...” 243 Şeyhu’l-İslam Rahimehullah, bunları aktardıktan sonra,
Müslümanların hatalarından dolayı mazur görülmeleri gerektiğini deliller ile
izah etmektedir. Bunu önceki konularda aktarmıştık.
Yine yukarıda izah ettiğimiz gibi, alimlerin te’vil kafirleri olarak isimlendirdikleri, yani kişiyi küfre götüren bid’at sahipleri ile açık bir riddet ile
mürted olan kişinin arasında ayırım yapılması gerekir. Her iki tarafı kendilerine uygulanacak muamelede, istitabede, tekfir hükmünü muayyen bir kişiye
indirgemede ve dokunulmazlarının helal kılınmasında eşit tutmak doğru
değildir. Kaldı ki mücerred riddet suçu işleyen kişi ile riddet suçunda ileriye
giden kişi arasında, istitabenin uygulanması konusunda da fark bulunmaktadır. Durum böyle iken, bid’atları, mücerred veya daha ileri derecede bir
riddet derecesine varması bir yana, küfür derecesine bile varmayan insanlar
hakkında nasıl böyle hüküm verilebilir ki!
241
Buhari
6 En’am/159
243
Mecmuu’l-Fetava, 7/417
242
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯119
⎯⎯
Bid’at ehli oldukları gerekçesiyle Müslüman kardeşlerinin kanını döken bu kişilere karşı alimlerin tepkisi şiddetli olunca, selefin bid’at ehline
karşı amansız tavrına ve onlar hakkında kullandıkları kimi ifadelere sığındılar.
İbn-i Teymiye’nin hulul (yaratanın, yaratılan suretinde bulunabilmesi) ve
ittihadçıların elebaşılarını kötüleyen, onlarla mücadele edilmesi, cihad edilmesi ve onların söylemlerini savunanlarının şiddetle cezalandırılması gerektiğini, bunların zararlarının Moğollardan, eşkiyalardan, hırsızlardan, halkın
mallarına musallat olanlardan ve İslam dininden çıkanlardan daha büyük
olduğunu belirten bazı ifadelerini naklettiler. Kendilerinin bid’atçı olarak
nitelendirdikleri kişilerin, bu sayılanlardan daha zararlı ve kötü olduklarını,
çünkü İslam dinine büyük zararlar verdiklerini öne sürdüler ve bütün bunları
hasımlarını öldürmeyi meşru göstermek için yaptılar.
Günümüzde Müslümanlar arasındaki husumetlerde, insaf nadir olarak bulunduğu için İbn-i Teymiye’nin bu sözlerine sığınanlar, onun bu sözlerinin, İslam ve Müslümanlar için Yahudi, Hristiyan ve küfrün önderleri olan
Firavun ve benzerlerinden daha kötü olduğunu söylediği hulul ve ittihadçılar
hakkında olduğunu açıklamadılar. İbn-i Teymiye’ye ait olan şu sözleri aktarmak ile yetindiler: “Onların liderleri küfür önderleridir, öldürülmeleri
gerekir, tevbe etmeden önce ele geçirilirler ise hiçbirinin tevbesi kabul edilmez. Çünkü bunlar Müslüman görünüp zındık olanlarınkinden daha büyük
bir küfür ile kafir olanlardır. Onlar İslam dinine aykırı olan sözlerinin bilincinde ve farkındadırlar. Onlara mensup olan, onları savunan, öven, kitaplarına
değer veren, onlara yardım ve destek verdiği bilinen veya onların aleyhine
konuşmaktan nefret eden ve onları mazur göstermeye çalışan herkesin
cezalandırılması gerekir..” “Halbuki bu tür mazeretleri ancak cahil veya
münafık olanlar ileri sürebilir. Hatta onların durumunu bilip, onlarla mücadele konusunda yardımcı olmayan herkesin de cezalandırılması gerekir.
Çünkü bunlar ile yapılacak savaş, akılları ve dinleri bozmaları nedeni ile en
önemli vaciplerdendir.”
İbn-i Teymiye Rahimehullah bu sözlerinin sonunda şöyle demektedir:
“Bunların dine olan zararları, yolkesen ve insanların mallarını alıp yağmalayan, ama onların dinine dokunmayan Moğolların yaptığı gibi, Müslümanların dinlerine dokunmayarak, sadece dünyalarını ifsad edenlerin zararından
daha büyüktür. Onları tanımayanlar, onların ne derece tehlikeli olduklarını
bilmezler. Onların sapıklığı ve saptırmaları, anlatılamayacak kadar büyüktür.
Bunlar Karamati Batiniyyeleri’nden farksızdırlar.” 244
Aşırıya kaçan bu kişilere yavaş olmalarını tavsiye ediyorum. Bir meseleyi delillendirme (istidlal) bu şekilde yapılmaz. İbn-i Teymiye’nin sözünü
244
Mecmuu’l-Fetava, 2/131-132
120
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
ettiği bu kişiler nerede, furu’dan olan bazı meselelerde fasıklık yapan ve
muhalefet eden günahkar insanlar nerede?! Dolayısıyla hüküm verirken ve
isimlendirme yapılırken, mutlaka ayırım yapılması gerekir. Eksikleri bulunsa
ve günah işleseler de, İman dairesinde kaldıkları sürece, Rahman’ın dostları
ile şeytanın dostları olan kafir ve mürtedler arasında, gerek dostluk (vela)
konusunda ve gerekse uygulanacak muamele konusunda ayırım yapılması
gereklidir.
Husumet sebebiyle haksızlık yapılarak, iki tarafı birbirine karıştırmaktan şiddetle sakınmak gerekir. Allahu Teala şöyle buyurur: “Ölçeği tam
ölçün, eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın” 245 , “Hilekarlara yazıklar
olsun.” 246
Allahu Teala bereketini artırsın, İbn-i Teymiye’nin Fetava’larında çok
güzel tesbitler bulunmaktadır. Bu tespit ve değerlendirmeleri, hasımlarına
karşı taşıdığı insaftan kaynaklanmaktadır. Ona muhalif olanların bu insafa
sahip oldukları ne yazık ki çok nadirdir. Özellikle bugünkü husumetlerde bu
insafı görmemiz çok zordur. O, bu insaf tablolarının birinde şöyle demektedir:
“Bid’at ehlinden olan kimileri, hem zahiri ve hem de batıni imana
sahip olmakla beraber haksızlık ve cehaletlerinden dolayı sünnetler konusunda hata etmiş olabilirler. Böyleleri münafık veya kafir değildir. Bu kişiler
zulüm ve haksızlığı sebebiyle masiyet sahibi veya fasık da olabilirler. Ya da
yapmış oldukları te’villerinde hataya düşmüş ve bu hataları da bağışlanmış
olabilir. Bütün bunlarla beraber İman ve takva derecesine göre Allahu
Teala’ya dostluğu ve imanı da bulunabilir.” 247
245
26 Şuara/181-182
83 Mutaffifin/1
247
Mecmuu’l-Fetava, 3/220
246
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯121
⎯⎯
-31TAĞUTLARI TEKFİR ETMEYEN HERKESİ TEKFİR ETMEK
Tağutları tekfir etmemeye binaen Tevhid’in gerçekleştirilmediği iddiası ile, tağutları tekfir etmeyen herkesi tekfir etmek de bu meselede yapılan
önemli hatalardan biridir. Şüphesiz tağutları tekfir etmek, Tevhid’in şartı ve
yarısıdır. Tağutu tekfir etmeyen kişi, kopması mümkün olmayan sağlam ipe
sarılmamış ve böylece helak olan kafirler zümresinden olmuş olur. Allahu
Teala şöyle buyurur: “O halde kim tağutu inkar edip Allah’a iman ederse,
sağlam kulpa yapışmıştır ki o hiçbir zaman kopmaz.” 248
Ancak tağutu tekfir etmek, onu inkar etmenin sıhhatinin şartlarından
bir şart mıdır? Diğer bir mana ile; Müslüman görünmesi, namaz kılması ve
ibadet etmesi gibi davranışlarına aldanarak veya cehalet sebebi ile tağutu
tekfir etmeyen bir Müslüman, tağutu tekfir etmemesi sebebi ile kafir midir?
Biz burada, tağutları tekfir etmenin önemi üzerinde durmadığımız gibi, bunun ihmal edilmesine veya bunun öğretilmesinin terkedilmesine de
davet etmiyoruz. Birtakım kişiler bizim söylediklerimizi bu şekilde anlamak
veya böyle göstermek isteyebilir. Asla! Bizi ve yazdıklarımızı bilen herkes bu
konu üzerinde ne kadar önemle durduğumuzu bilir. Zaten bizim yazdıklarımız sadece bu mesele ve bu meselenin etrafındaki konular ile ilgilidir.
Bizim yapmak istediğimiz sadece bu işin usulünü, kuralını ve ölçüsünü belirlemek, delillerini ortaya koymaya çalışmaktır. Hamasi genellemeler,
hakkın ortaya çıkması konusunda bir şey veremezler. Susamış kişinin su
sandığı, ama yanına geldiğinde su değil, zehir bulduğu hamasi sözlere ve
genellemelere ihtiyacımız yoktur. Tağutun tekfir edilmesini, onların inkar
edilmesi konusunda şart olarak gören bazıları, günümüz alimlerinin bazı
genellemeleri dışında bu söyledikleri ile ilgili hiçbir delil gösteremezler. Bu
kişiler alimlerin sözlerinden yararlanırlar. Ancak alimlerin sözleri delil olmayıp, delillendirilmesi gerekenlerdendir.
Şevkani Rahimehullah şöyle der: “Şartın yokluğu, kendisi hakkında
şart koşulanın (meşrut) yokluğunda etkili olur. Ancak şartın varlığı, kendisi
hakkında şart koşulanın varlığında etkili olmaz. Bununla birlikte şartın sabit
olması, o şartın yokluğu halinde kendisi hakkında şart koşulanın da yoklu248
2 Bakara/256
122
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
ğuna delalet eden bir delil ile gerçekleşir. Bu ise kendisini ve sıhhatini nefyetmek için, “şöyle yapanın veya yapmayanın namazı olmaz” demek gibi
açık bir ibare ile olur...” “Mücerred olarak gelen emirler, daha çok bir şeyin
vacip olduğuna delalet eder. Vacip ise işleyenin sevap, terkedenin cezayı hak
ettiği şeydir. Bu, her zaman, o vacibin şart olmasını (imanın aslından olan bir
şart gibi) gerektirmez, sadece terkeden kişinin günahkar olmasını da gerektirebilir. Yokluğunun, yokluğu gerektirmesi sözkonusu değildir. Bu şekilde, o
şeyin, bir şeyin olmamasını gerektirecek bir şart niteliğinde olduğuna dair
delillendirme de bulunmak (istidlal) doğru olur. Bununla birlikte o şeyden
dolayı meydana gelen nehyin yani geçersizliğin, o şeyin kendisi veya bir
parçası sebebi ile olması gerekir.” 249
Şimdi soruyoruz; tağutların tekfir edilmesinin, tağuta ibadetten kaçınma ve onu inkar etmenin sıhhatinin şartı olduğuna dair, Allahu Teala’nın
veya O’nun Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem sözünde açık bir delil var
mıdır? Tağuta ibadetten kaçınma ve onu inkar etmenin İslam’ın sıhhatinin
şartı olduğuna dair ittifak bulunmaktadır. Tağutu reddetmek, ona ibadet
etmeyi reddetmek, batıl din ve şeriatını reddetmek, ona dostlukta bulunmayı
ve destek vermeyi reddetmek anlamında tağutu inkar, Müslümanın İslam’ının sahih olduğunu gösterir. Allahu Teala kullarını müjdeleyerek şöyle
buyurmakadır: “Tağut’a kulluk etmekten kaçınıp, Allah’a yönelenlere müjde
vardır.” 250
Tağutlardan bazılarının durumunu bilmemesi veya tekfir edilmelerine
şer’i bir engel bulunduğu zannıyla, onların küfrü kendisi için net olmadığından dolayı onları tekfir etmeyen, ancak tağutlara ibadet etmekten uzak
duran ve Rab’lerine yönelen kişilere Allahu Teala’nın verdiği bu müjdeyi
aşırıya kaçan bu insanlar hangi delil ile iptal edebilirler?! Bu genelleme
konusunda aşırıya kaçanlardan bazılarıyla bir ara münakaşa ettim ve onlara
aynı şeyi sordum. Kitap ve Sünnet’ten buna açıkça delalet eden bir tek delil
gösteremediler. Delil olarak sadece Muhammed bin Abdulvehhab’ın şu
sözlerine dayandıklarını söylediler:
“İslam dininin temeli ikidir: Birincisi; tek olan Allah’a ibadet etmeyi
emretmek, buna teşvik etmek, buna göre dostlukta bulunmak ve terkedeni
tekfir etmektir. Diğeri ise; Allahu Teala’ya kullukta şirkten sakındırmak,
bunun cezasının ağır olduğunu söylemek ve bunu yapanları tekfir etmektir.
Tevhid makamı ancak bununla tamam olur.”
249
250
Es-Seylu’l-Carrar, 1/157-158
39 Zümer/17
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯123
⎯⎯
Bu gençler, şeyh Muhammed bin Abdulvehhab’ın Rahimehullah,
“Allahu Teala’ya kullukta şirkten sakındırmak, bunun cezasının ağır olduğunu söylemek ve bunu yapanları tekfir etmektir” sözleri ile uçmaktadırlar.
O’nun sözündeki “yapanları tekfir etmektir” ifadesini İslam dininin aslı ve
dostluk ve düşmanlık akidesinin dayanağı haline getiriyorlar ve kendilerine
göre bunu yapmayan veya bunda gevşeklik gösteren kişileri tekfir ediyorlar.
Halbuki şeyh Muhammed bin Abdulvehhab’ın sözlerinin sonundaki
ifade çok açıktır ve bu sözü mutlak olarak söylemesi, İslam’ın asıllarından,
gereklerinden ve vaciplerinden olan ve ayrı ayrı değerlendirilmesi gereken
bu şeyleri genel olarak topladığını beyan etmektedir. Yukarıda aktardığımız
sözünün sonunda şöyle der; “Tevhid makamı ancak bununla tamam olur.”
Açık olan bu ifadeden de anlaşıldığı gibi, burada Tevhid makamının kemali
kastedilmektedir. “Tevhid makamı bunsuz sahih olmaz” veya “..kabul olmaz” denilmemektedir. “Sahih olmaz” veya “kabul olmaz” gibi ifadeler ise,
olmaması halinde, geçersizliği ve batıl olmayı gerektiren şart nitelemelerinde
kullanılan lafızlardır.
Bunu açıklayan ve destekleyen kanıtlardan biri de, şeyhin saydığı bu
emirlerin birbiri ile eşit derecede olmamasıdır. Çünkü bunların bazısı dinin
aslı ve şartlarındandır ki kişi ancak bunlarla Müslüman olur. Sadece Allahu
Teala’ya ibadet etmek ve ona hiç bir şeyi ortak koşmamak bunlar arasındadır. Söylediklerinin bazısı ise dinin ve Tevhid’in vaciplerindendir. Tevhid’e
teşvik etmek, ona davet etmek ve dostluğu onun üzerine bina etmek gibi.
Şirk sebebi ile düşmanlıkta bulunmanın da ayrıntıları vardır. Genel
olarak şirke ve müşriklere düşmanlığın kalpte bulunması, İslam’ın ve
Tevhid’in aslıdır. Ancak bunu açığa vurmak, ilan etmek veya delillendirmek,
Tevhid’in şartlarından değil gereklerinden ve kemalindendir. Bütün bunlar,
dinde hüküm verirken, kendisine göre hareket edilmesi gereken şer’i delillere
bakmak ve onları anlamak ile öğrenilir. Hata yapma ihtimali daima bulunan
insanoğlunun sözleri ile dinde hüküm vermek doğru olmaz. Kişilerin sözlerine dayanarak, dinde hüküm vermek ve bu sözleri ölçü ve kural olarak kabul
etmek doğru olsaydı, İbn-i Abdulvehhab veya Necidli davet alimlerinin
sözlerine benzer, bir çok söz bulunabilirdi. “Mecmuatu’t-Tevhid” kapsamında yer alan ve İbn-i Abdulvehhab’ın kitapları arasında bulunan bir risalede,
tağutun manası hakkında söylediği şu söz de bu ifadeler arasındadır:
“Tağutu inkar etmek, Allahu Teala’dan başkasına ibadetin batıl olduğuna inanmak, onu terketmek, ona buğzetmek, ona ibadet edenleri tekfir
etmek ve onlara düşman olmakla olur.” 251 O’nun buna benzer sözleri çoktur.
251
Muhammed bin Abdulvahhab’ın bütün eserleri içinde, 1/376
124
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Bilindiği gibi bu söz doğrudur. İcmali iman yönünden buna bir itiraz
yoktur. Biz de aynı şeye çağırıyor ve insanlara sesleniyoruz. Ancak bu yüce
isteklerin tümü aynı derecede görülür ve her birinin yok olması halinde
imanın da yokluğu kabul edilirse, o zaman açıklama ve ayırıntı da bulunma
vacip olur. Çünkü böyle bir anlayış hatadır ve yukarıdaki sözü ile bunu
kasdettiğini açıklayan ve kendisine ait olan başka bir sözü bulunmadığı
sürece, böyle bir hatanın şeyh Muhammed bin Abdulvehhab’a Rahimehullah
nisbet edilmesi doğru değildir.
Tağuta ibadet edenlere yapılması gereken mutlak düşmanlığı, tağutu
inkar etmenin nitelikleri kapsamında göstermesi de açıklamaya muhtaçtır.
Çünkü bunu bir şart olarak söylediği anlaşılabilir. Bu düşmanlığın açığa
vurulmasının, Tevhid’in bir şartı veya vacibi niteliğinde olması ile, herkesin
yapamayacağı ve yapmasının da gerekli olmadığı müstehap niteliğinde
olması arasında ayırım yapılmalıdır.
Tağutun anlamı ve ondan sakınmanın vacipliği konusunda Süleyman bin Sehman’ın da buna benzer sözleri vardır. Süleyman bin Sehman,
tağuttan uzak durmayı gerektiren ayetleri aktardıktan sonra şöyle der: “Bütün peygamberler, tağuttan uzak durmayı emretmek ile görevlendirilmiştir.
Tağuttan uzak durmayan, bütün peygamberlere muhalefet etmiş olur.
Tağuttan uzak durmaktan maksat; kalp ile buğzetmek, onlara karşı düşman
olmak, dil ile yermek ve kötülemek, imkan varsa mutlaka onları yok etmek
ve ilişkiyi kesmektir. Tağuttan uzak durduğunu söylediği halde bunları yapmayan kişi, doğru söylemiş olmaz.” 252
Bu ifadede tağutu kötülemeyen ve dili ile yermeyen kişinin tağutu
inkar etme iddiasında doğru olmadığına yönelik bir genelleme bulunmaktadır. Halbuki dil ile tağutu kötülemek herkes üzerine vacip değildir. Acaba
sahabenin tümü kavimlerinin tağutlarına açıkça sövüyor ve onları kötülüyor
muydu? Yoksa çoğu kendisini gizliyor muydu? Bu durumda onlar için bütün
peygamberlere muhalefet ettikleri veya tağutu inkar etme konusunda sadık
olmadıkları söylenebilir mi?
Tağutlara sövmeye gelince; Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem
özellikle bunu yapmazdı. Çünkü müşriklerin Allahu Teala’ya sövmelerinin
önüne geçmek için Allahu Teala bunu yasaklamıştır. Putlara sövmek bir
yana, onların iyilik veya kötülük olarak hiçbir şey yapacak durumda olmadıklarını, onlara tapmayı bırakmalarını söylemesine bile müşrikler tahammül
etmez ve bunu sövme olarak sayarlardı. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve
252
Ed-Dureru’s-Seniyye, Hükmü’l-Mürted, 271
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯125
⎯⎯
Sellem, atalarının putlara tapmasının yanlış olduğunu söylemesi ve onların
yolundan gitmeyi bırakmalarını istemesini sövme olarak kabul ederlerdi.
Bunları bahsetmemdeki amacım, alimlerin sözlerinin Kur’an olmadığını, onların hatadan masum olmadıklarını ve hiç şüphesiz hata yapabileceklerini, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem haricinde onların veya başkalarının sözlerinin dinimizde hüccet niteliğinde olmadığını açıklamaktır. Alimlerin
mutlak olan sözlerinin mukayyed olan sözleri ile tefsir edilerek, mutlak olan
ifadelerin mukayyed olana hamledilmesi gerekir. Bu onlara ve kitaplarına
iyilikte bulunmaktır. Onların mutlak olan sözlerinin Ehl-i Sünnet itikadına
göre anlaşılması Allahu Teala’ya karşı samimiyet ve ilmi emanetin gereğidir.
Çünkü bu alimlerin kitaplarını inceleyen herkesin bildiği gibi, onların yolu,
Tevhid’i yüceltmeye, fazlasıyla izhar edilmesine destek olmaya, önemini
açıklamaya, gereklerinin yerine getirilmesine, vaciplerinin uygulanmasını
sağlamaya, şirkten şiddetle sakındırmaya, müşrikleri kötülemeye ve açık bir
şirk niteliğinde olmasa bile şu veya bu şekilde ona giden bütün açık kapıları
kapatmaya dayanmaktadır. Nitekim kendileri veya onlardan sonra gelen
diğerleri bu genellemelerin, muayyen kişiler hakkında uygulanması konusunda açıklama yapma ihtiyacını duydular.
Bu genellemelerden zarar gören iki kesim bulunmaktadır. Bunlardan
birincisi; bu genellemeleri hasımlarına hatalı olarak uygulayanlardır. Onlar,
bu genellemeleri hasımlarına veya kendilerine muhalif olan herkese uygulamaya çalışmışlar ve kendilerini küfre götüren herhangi bir sözü söylemedikleri halde söylemiş gibi muamele yaparak onları tekfir etmişlerdir.
Bunu yapanların tümü taassup ehlinden olan mezhepçiler veya kabirlere tapan cahillerden ibaret değildir. Aksine aralarında Şevkani gibi selef
alimleri de bulunmaktadır. Şevkani, Muhammed bin Abdulvehhab ve tabileri için şöyle der: “Necid’in sahibinin devleti kapsamında olmayan ve onların
emirlerini tutmayan herkesi İslam’dan çıkmış olarak görüyorlar.” 253
Yine Muhammed Sıddik Hasen, “Tercumanu’l-Vahhabiyye” isimli
kitabında hadis ehlinin Vahhabilerden beri olduğunu ilan etmektedir. Keşmirli Enver Şah da Muhammed bin Abdulvehhab’ın insanları tekfir etmede
aceleci olduğunu söyler. 254
253
El-Bedru’t-Tali’, 2/7
Muhammed bin Abdulvehhab’ı savunma ve daveti etrafındaki şüphelere cevap verme
konusunda şu kitaplara bakılabilir: Abdulaziz bin Muhammed Ali Abdullatif’e ait olan
“Daava’l-Munaviin li Daveti eş-Şeyh Muhammed bin Abdulvehhab”, Abdullatif bin
Abdurrahman Alu’ş-şeyh’e ait olan “Misbahu’z-Zalam fi’r-Reddi ala Men Kezebe ala’ş-Şeyhi’lİmam”, “Minhacu’t-Tesis ve’t-Takdis fi keşfi Şubuhati Davud bin Cercis”
254
126
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Bu genellemelerden zarar gören ikinci kesim ise, bu davet alimlerinin
görüşlerini kullanan, aşırılığı yöntem edinmiş bazı kişilerdir. Bununla ilgili
örnekler daha önce aktarılmıştı. Abdullatif Al’uş-şeyh’in anlattığı şu olay, bu
örneklerden biridir: “Altmış dört yılında İhsa’da, aslen Faris’li olan iki kişi
gördüm. Bunlar cemaate ve cumaya gitmiyorlar, o memlekette bulunan
Müslümanları tekfir ediyorlar ve şöyle diyorlardı; “İhsa’ halkı İbn-i Feyruz ve
benzerleri ile oturup kalkarlar. Ki İbn-i Feyruz, tağutları ve İmam Muhammed’in davetini kabul etmeyip düşmanlık yapan dedesini tekfir etmemektedir. Dolayısıyla bu halde olan dedesini açıkça tekfir etmeyenler, Allahu
Teala’ya küfretmiş ve tağutu ikrar etmiş olurlar. Onunla oturup kalkanlar
onun gibidirler.” Yalan ve yanlış olan bu esas üzerine küfür hükümlerini bina
etmişler ve selamı almayı dahi terk etmişlerdir. Durumları bana iletildi, kendilerini çağırdım ve tehdit ettim. Ağır şeyler söyledim. Önce Muhammed bin
Abdulvehhab’ın akidesinde olduklarını iddia ettiler. O anda toplantıda aklıma gelen bilgiler ile şüphelerini ortaya çıkardım ve sapık anlayışlarını çürüttüm. İmam Muhammed’in bu akide ve mezhepten beri olduğunu söyledim.
Çünkü İmam Muhammed, küfür olduğunda icma edilen şirk veya Allahu
Teala’nın ayetlerini inkar gibi konular dışında insanları tekfir etmezdi. Bu tür
konularda da öncelikle insanlara hüccet ikamesinde bulunur ve tekfir için
gerekli olan araştırmayı yapardı. Ki iman ve ilim ehli de zaten bu konuda
icma etmiştir.” 255
Bu örneklerden biri de Şevkani’nin şu sözlerdir: “Yemen’den gelen
hacıların emiri olan Muhammed bin Hüseyin el-Muracil el-Kebsi bana,
Muhammed bin Abdulvehhab’ın tabilerinden birinin, kendisinin ve Yemen’den gelen bütün hacıların kafir olduklarını ve İslam’larını kontrol etmesi
için Muhammed bin Abdulvehhab’a gitmemeleri konusunda mazur sayılamayacaklarını söylediğini ve onun dilinden zorla kurtulduklarını aktardı.” 256
Abdullatif Al’uş-şeyh, dedesi Muhammed bin Abdulvehhab’ın, bazı
aşırıya kaçanların aldandığı bu türden sözlerine açıklık getirmek maksadı ile
şunları söyler: “Muhammed bin Abdulvehhab şöyler der: “Allahu Teala’nın
birliğini kabul etse ve şirki terketse bile, kişinin İslam’ının doğruluğu, ancak
müşriklere düşmanlık göstermek ve onlara karşı düşman olduğunu açıkça
söylemek ile mümkündür. Allahu Teala şöyle buyurur: “Allah’a ve ahiret
gününe iman eden bir toplumun (babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa) Allah’a ve Rasulü’ne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin.” 257 ” Muhammed bin Abdulvehhab’ın “düşman olduğunu açıkça söyle255
Bakınız: Mecmuatu’r-Resail ve’l-Mesaili’n-Necdiyye, 3/4-5
El-Bedru’t-Tali’, 2/5
257
58 Mücadele/22
256
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯127
⎯⎯
mek ile mümkündür” sözünden böyle yapmayan kişilerin kafir olduğu manasını çıkarmak yanlış ve batıldır.” 258
Muhammed bin Abdulvehhab’a, “Dostluk ve düşmanlık konusu, La
İlahe İllallah’tan mıdır, yoksa onun gereklerinden midir?” diye sorulması
üzerine şu cevabı vermiştir: “Müslümanın, müşriklere düşman olmayı, onlara
dost olmamayı, mü’minleri sevmeyi ve onlara dost olmayı Allahu Teala’nın
kendisine farz kıldığını bilmesi yeterlidir. Allahu Teala ayette, bunların imanın şartlarından olduğunu, babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da
olsa, Allah’a ve Rasulü’ne düşmanlık yapanlara dostluk besleyenlerin
mü’min olmadıklarını bildirmiştir.”
İmanın şartlarından olduğunu bildirdiği müşriklere düşmanlığın, İbrahim Aleyhisselam ve beraberindekilerin ve onun yolundan giden peygamberlerin ve mü’minlerin yaptıkları gibi, müşriklere düşmanlığı açıkça ilan
etme ve onlardan uzaklaşma niteliğinde olması gerektiği anlamına gelmez.
Bunun manası, onlara düşmanlığın aslının, sadece kalpte de olsa bir
mü’minde bulunması gerektiğidir.
Bundan dolayı anlaşılmaktadır ki, Muhammed bin Abdulvehhab ve
diğer alimlerin sözleri hakkında tafsilatın yapılması ve ihtiyaca binaen kullandıkları bazı mutlak tekfir veya mutlak tehdit niteliğindeki sözleri ile, muayyen kişiler hakkında hüküm verilmemesi gerekir.
Ayrıca alimlerin sözlerini Ehl-i Sünnet metodunun ışığı altında anlamak gerekir. Özellikle Muhammed bin Abdulvehhab’ın menhecini bilen
insanların, onun mutlak olan ifadeleri hakkında hüsn-ü zan beslemeleri ve
bu sözleri muayyen fertlere indirgememeleri gerekir. Bu mutlak ifadeler
hakkında şu söylenir; eğer ki kasıt tağuta düşmanlığın aslı ve kalpte bulunması ise, bunu mutlak olarak almak ve tekfir anlamında saymak mümkündür. Ancak kastedilen mana, genel manadaki düşmanlık ve bunun izhar
edilip açıkça söylenmesi ise, o zaman sözlerinin imanın aslının yokluğu
anlamında değil, kişinin İslam’ının müstakim olmadığı anlamında olduğu
anlaşılır.
Dolayısıyla bu, Allahu Teala’nın kullarından dilediğine hidayet olarak
verdiği ve yoksun kalanların kavrayamadığı bir anlayış ve fıkıhtır. Ayrıca bu
anlayış gerek şeyh Muhammed bin Abdulvehhab’ın kendisine olsun ve
gerekse onun yazdıklarına olsun bir iyiliktir. Bununla birlikte o beşerdir ve
dolayısıyla da hatadan korunmuş değildir. Onun sözleri de diğer bütün
alimlerin sözlerinde olduğu gibi delil değildir ve kabul edilebilmesi için delile
muhtaçtır. Hakka uygun düşen kabul edilir, aykırı olan ise red edilir.
258
Misbahu’l-Zalam
128
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem dışında herkesin sözü alınır veya red
edilebilir. Şeyhin sözleri için bunlar söyleniyorsa, sonrakilerden ve torunlarından olan diğer ilim ehli için de evleviyatla söylenir.
Nitekim diğer alimlerin sözleri incelediğinde, onların da mukayyet
olmayan mutlak ifadeler kullandıkları görülür. Bunların bazısı şirki tamamen
bertaraf etmek ve ondan sakındırmak için mübalağa içeren sözlerdir. İnsan,
bu sözleri Ehl-i Sünnet metodu ışığında değerlendirmez ise aşırıların seslendirdiği bazı şeyleri söyleyebilir.
Ben bu sözleri deneyimsiz olarak söylemiyorum. Çünkü ilim tahsiline
başladığımdan bugüne kadar Necid alimlerinin hemen hemen okumadığım
hiçbir kitabı kalmamıştır. “Millet-i İbrahim” ve diğer kitaplarımda, bu alimlerden bir çok nakilde bulundum. Naklettiğim bazı sözlere açıklamalarda
bulundum ve okuyucunun dikkat etmesini istedim, bazı sözleri ise olduğu
gibi bıraktım. Bu nedenle, tekfirde yapılan hataları ele aldığımız bu kitabımızda, buna benzer açıklamalarımızı gören bazıları, bizim söylediklerimizde
çelişkiye düştüğümüzü ve söylemlerimizden döndüğümüzü zannetmiştir.
Halbuki bu gibi kişiler, Tevhid yolundan sapan veya hak ve gereklerini
yerine getirmeyen bütün kişilere şiddetle karşı çıktığımız ve tehdit ve müjdeyi
mutlak olarak kullandığımız ifadelerimiz ile, tekfiri muayyen kişilere indirgemek ve özellikle de bunun gerektirdiği özen, tafsilat ve dikkat konusunda
söylediklerimiz arasındaki farkı anlamamaktadırlar. Bunlar, alimlerin mutlak
tekfir ile muayyen tekfir hakkında söyledikleri arasında ayırım yapmadıkları
gibi, her iki konu hakkında bizim söylediklerimizde de ayırım yapmamaktadırlar.
Üstelik Necidli alimlerin kitaplarını okuduğum için biliyorum ki, açıklama ve tafsilat gerektiren mutlak ifadeleri ile de bu iş sınırlı kalmamaktadır.
Bilakis Süleyman bin Sehman ve Muhammed bin İbrahim Al’uş-şeyh gibi
sonraki seçkin alimlerden öyle genelleme ve ifadeler sadır olmuştur ki onlara
uymak veya ölçüye uydurmak mümkün değildir. Tehlikeli boyutta olması ve
içerisinde mutlak olan bir çok ifade barındırması sebebi ile dikkat edilmesi
gereken ifadelere örnek olarak, Amerika ve İngiltere’nin dostu olan
Abdulaziz’e muhalif olanlar hakkında verilen fetvaları verebiliriz. Abdulaziz’e
karşı çıkan Duveyş, Acman ve beraberlerinde bulunan Müslüman kardeşler
cemaatinden (ihvan-ı müslimin) olan kişileri fiilen tekfir ettiler, mürted olduklarını söylediler ve İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah, Moğollara katılan kişilerin
kafir olduklarına ve kanlarının helal olduğuna dair vermiş olduğu fetvayı bile
bunlar hakkında kullandılar. 259
259
Bakınız: Ed-Dureru’s-Seniyye, 7/334, Kitabu’l-Cihad
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯129
⎯⎯
Hatta onların tevbelerinin kabul edilip edilmemesi konusunda sorulan soruya verdikleri cevapta, Abdulaziz’e karşı çıkan bu kişilerin,
tevbelerinin kabul edilmesi için, Müslüman kardeşler cemaati ile ilişkilerini
tamamen kesme, bu cemaatin fertlerinin kafir olduklarını açıksa söyleme,
malı, dili ve canı ile onlarla cihad etme şartını koştular. 260
Dolayısıyla bu aktarılanlar üzerinde gereğince düşünmek ve bunlardan ibretler çıkarmak gerekir. İlim ehlinden de olsalar, kişilerin hatadan
masum olmadığı ve kitaplarının batılı bulundurabileceği ihtimali unutulmamalıdır.
Tekrar ediyoruz ki, üzerinde konuştuğumuz bu mesele hakkında hata
yapanlar, tağutu inkarın izhar edilmesinin imanın ve Tevhid’in aslından
olduğuna dair, mutlak olan bu tür ifadeler dışında, hiçbir sahih delil gösterememektedirler. Halbuki Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem haricinde
hiçbir beşerin sözü delil hükmünde değildir. Allahu Teala şöyle buyurur:
“Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başkasını dostlar edinip peşlerine
düşmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.” 261
Dolayısıyla sonuç şudur ki, tağutları tekfir etmeyen herkes, onları tekfir etmemesi sebebi ile tekfir edilmez. Kişinin tağutu tekfir etmemesinin, ona
ibadet ettiği manasına geldiğini söylemek için sahih delilin bulunması gerekir. İslam’ın sıhhati için tağuttan uzak durmayı şart gören bazıları, uzak
durmanın manasını genişleterek haram olmayan işlerde bile, tağutların
hükümetlerinde çalışmayı da bunun kapsamına almışlardır. Hatta onlardan
bazıları trafik işaretleri veya otobüs bilet ücreti tarifesine uymayı bile bunun
kapsamına alırlar. Dolayısıyla da bu dalalet ve hatada kendilerine ve Muhammed ümmetine acımamışlardır.
Alemlerin Rabbi tarafından istenen, tağutu inkar ve ondan kaçınmanın ne manaya geldiği, tağuta ibadet etmenin ve şirk derecesinde ona uymanın hakiki manasının ışığı altında anlaşılabilir ve bilinebilir.
Allahu Teala’dan başka kendisine, Allah’tan başkasına yapılması yasak olan bir ibadet şekli ile ibadet edilen ve kendisinin de bundan razı olduğu herkes tağuttur. Bu nedenle kendisine namaz kılınan, tavaf edilen, hayvan kesilen, adak ve duada bulunulan, yasama konusunda kendisine itaat
edilen veya bunda hakkı olduğuna inanılan herkes tağut olup, bunu yapanlar da o tağuta ibadet etmiş olurlar. Bu tür kişiler, bu manası ile tağutu ve
ona ibadeti inkar etmedikçe Müslüman olamazlar.
260
261
Age: 330
7 A’raf/3
130
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Tağutun inkar edilmesi, onun tekfir edilmesi manasına gelmez.
Tağutun tekfir edilmesi, tağutun inkar edilmesinin bir gereği ve vacibi niteliğinde olsa da durum değişmez. Tağutun inkar edilmesi, onun ibadetinden,
tağutluğundan, uluhiyetinden, rububiyetinden ve kendisine herhangi bir
ibadetin yapılmasına layık olduğundan tümüyle beri olmayı ifade eder.
Tağutun inkarı, Allahu Teala’nın şu ayetinde, onun ibadetinden içtinap olarak tabir edilmiştir: “Tağuta kulluk etmekten kaçınıp, Allah’a yönelenlere müjde vardır.” 262 Bu ayet, Allahu Teala’nın şu ayetinin açıklaması ve
tefsiri niteliğindedir: “Andolsun ki biz, “Allah’a kulluk edin ve tağuttan sakının” diye her millete, bir peygamber gönderdik.” 263
Acele ile hareket edenlerin yaptığı gibi, mutlak olarak tağutu red etmeyi belirten ikinci ayeti, onun tefsiri niteliğindeki birinci ayeti dikkate almadan kullanmak doğru değildir. Çünkü böyle bir şey, Kur’an’ın
müteşabihlerine takılan ve onu açıklayan muhkem ayetleri gözönünde bulundurmayan dalalet ehlinin yoludur. Alimlerimiz, mücmel olan ifadenin,
onu açıklayan ifadeden ayrıldığında müteşabih olacağını belirtmişlerdir.
Mutlak veya umumi olan lafız, kendisini tahsis veya takyid eden lafızdan
bağımsız olarak ele alınırsa, o da müteşabih olur. Bu ise, Allahu Teala’nın
Al-i İmran Suresi’nin başlarında belirttiği gibi, ancak kalplerinde sapma ve
fitne hastalığı bulunan kimselerin yoludur.
Şatıbi Rahimehullah şöyle der: “Müçtehidler, sadece mutlak veya
umumi olan lafızlarla yetinmezler. Umumi olanı tahsis eden ve mutlak olanı
da takyid eden lafızları da araştırırlar. Çünkü umumi lafız, hususi lafız ile
beraber delil olur. Hususi lafzın bulunmaması halinde, umumi olan lafız
müteşabih kabilinden olur. Dolayısıyla hususi olan lafzın gözönünde bulundurulmaması doğruluktan sapma ve tahrif olur. Bu sebepten dolayı Mutezile,
sapmış olanlardan sayılmıştır. Çünkü, onlar “..dilediğinizi yapın” 264 gibi
ifadeleri, bu ifadeleri açıklayan lafızlarla beraber almadılar.
Hariciler de böyledir. Onlar ise, “Hüküm ancak Allah’ındır” 265 lafzını
almış, ama bu lafzı açıklayacı mahiyette olan, “..içinizden adalet sahibi iki
kişi hükmeder” 266 “..erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir
hakem gönderin” 267 ayetlerini bırakmışlardır.
262
39 Zümer/17
16 Nahl/36
264
41 Fussilet/40
265
6 En’am/57
266
5 Maide/95
267
4 Nisa/35
263
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯131
⎯⎯
Cebriyye’den olanlar ise, “Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı” 268 ayetini almış, ancak onu açıklayan “..kazanmakta olduklarının
karşılığı olarak” 269 ayetini ise barıkmışlardır.
Ayetleri bu şekilde değerlendirenlerin durumu budur. Halbuki açıklanması gereken ile açıklayıcı olanı bir araya getirip Allahu Teala’nın ulaştırılmasını emrettiğini ulaştırmış olsalardı, kendileri de maksada ulaşmış olurlardı. Bilinmelidir ki beyan eden ile beyan edilen ayrılmaz. Beyan edilen,
beyan edensiz, müteşabih olur. Aslında bizzat kendisi müteşabih niteliğinde
değildir. Ancak, sapmış olanlar kendi kendilerine onu müteşabih hale getirmişler ve Sırat-ı Müstakim’den ayrılmışlardır.” 270
Tevhid’in rüknu ve yarısı niteliğinde olan, tağutu inkar etme emri
konusunda aşırıya kaçan kimilerinin yaptığı da budur. Onlar bu meseleyi
mutlak olarak alırlar ve haram olmayan bir görev bile olsa, kafir hükümetlerdeki bütün görevleri bu kapsama katarlar. Bunu sadece müstehap kabilinden yapmış olsalardı, problem olmazdı. Zaten biz de buna davet ediyor ve
bunu istiyoruz. Ancak onlar bunu İslam’ın ve Tevhid’in bir şartı olarak görmekte ve bu hükümetler içerisinde küfür olmayan bir görevde bulunanı veya
mübah olan şeylerde, bu hükümete ve tağutlara itaat eden herkesi, tağuttan
uzak durmadığı ve Tevhid’i gerçekleştirmediği iddiasına binaen tekfir etmektedirler
Halbuki hak olan şudur; tağuttan uzak durmaktan maksat, Allahu
Teala’dan başkasına yapılması küfür olan ibadet çeşitlerinden hiç birisi ile
tağuta ibadette bulunmamak ve ona dost ve destek olmaktan uzak durmaktır.
“Allahu Teala’dan başkasına yapılması küfür olan” kaydını koymamızın sebebi, bazılarının “ibadet” kelimesini şer’i ıstılah anlamıyla değil,
sözlük manası ile almaları ve şeytana veya hevaya uyma gibi şeyleri de bu
kapsama dahil etmeleridir. Halbuki bunların bazısı küfür, bazısı ise haramdır.
Dolayısıyla onlara göre, masiyet türünden şeyler işleyenler de kafir olmaktadır. Onlar bu görüşleri ile ister istemez Haricilerin mezhebine uymaktadırlar.
Bunlara göre masiyet türünden de olsa hükümetlere veya tağutlara itaat
eden herkes kafirdir. Çünkü onlara göre mutlak itaat, küfür olan ibadettir.
Hatta bunların arasında öyleleri vardır ki, ma’rufta da olsa onlara
itaat eden kimseleri bile tekfir ederler. Bunun için öyle felsefeler, öyle safsatalar ileri sürerler ki Allahu Teala onların hiçbirini söylememiştir. Hatta na268
37 Saffat/96
9 Tevbe/82
270
Özet olarak
269
132
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
maz kılmak gibi şer’an vacip olan şeyleri yerine getirme konusunda bile, bu
tağutlara itaat eden kişinin kafir olacağını söylerler. Bu konuda tafsilat veya
te’vil gözetmezler. Şüphesiz bu apaçık bir sapıklıktır. Böyle bir şeyi küçük
çocuklar bile söylese, iflah olmalarından ümit kesilir. Bu çıkmaza girmelerinin
sebebi, delile ulaşma yöntemlerindeki bozukluk ve şer’i ıstılah manası ile
sözlük manasını birbirine karıştırmalarıdır. Mutlak olan bir çok şeyde en son
söylenecek olanı en başa almaları, Allahu Teala’nın indirmediği bir din ve
yeni bir Tevhid uydurmalarına yol açmıştır. Öyleki, bu anlayışları ile, özellikle günümüzde tağuttan uzak durma meselesini içinden çıkılmaz bir duruma
çevirdiler. Dolayısıyla da avam bir yana, ilim ehlinden olan alimler bile
neredeyse bu durumun içinden çıkamaz hale geldi. Allahu Teala’nın dinini
de, iki elin parmaklarının sayısını geçmeyen ve kendileri gibi olan birkaç kişi
ile sınırlandırdılar. Hoşlarına gitsin veya gitmesin, onların söylediklerinin
içeriği ve hakikati budur.
Kendisinde hiçbir değişimin olmadığı hak şudur; Allahu Teala’dan
başkasına yapılması halinde, Allahu Teala’ya şirk mahiyetinde olup kişinin
dinden çıkmasına sebep olan ibadet türlerinden herhangi birini, tağutlara
yapmak kesin olarak küfürdür.
Mutlak masiyet veya haram olan şeylerin haricinde, küfre götüren
şeylerin herhangi birinde tağuta itaat etmek küfürdür. Allahu Teala’nın helal
kıldığını haram ve haram kıldığını helal yapma veya Allahu Teala’nın izin
vermediği yasama konusunda onlara itaat etme ise Allahu Teala’ya şirk
koşmaktır.
İbn-i Teymiye Rahimehullah, haham ve rahiplerine tabi olup, onlara
itaat edenleri iki kısma ayırarak şöyle der:
“Birinci Kısım: Allahu Teala’nın dinini değiştirdiklerini bildikleri
halde, değiştirenlere uyanlardır. Peygamberlerin dinine muhalefet ettiklerini
bile bile büyüklerinin helal ve haram kararlarına inanırlar ve uyarlar. İşte bu
küfürdür. Uydukları kişiler için namaz kılmasa ve secde etmeseler bile,
Allahu Teala ve Rasul’ü Sallallahu Aleyhi ve Sellem onlara uymalarını şirk
saymıştır.
İkinci Kısım: Helal ve haramı değiştirdiklerine inandıkları halde
sadece Allahu Teala’ya masiyette (günahta) onlara itaat etmiş olanlardır.
Müslümanın masiyet olduğuna inandığı halde haramı işlemesi gibi. Bunların
hükmü, diğer günahkarların hükmü gibidir.” 271
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Allahu Teala’nın dışında rabler edinmelerini, rahip ve hahamlara mutlak itaate değil, Allahu Teala’nın
271
Mecmuu’l-Fetava, 7. Cilt, İman bahsi
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯133
⎯⎯
izin vermediği helal ve haramların belirlenmesi veya Allahu Teala’nın izin
vermediği yasama hakkında yapılan itaate bağlaması ve bu meselede rahip
ve hahamlara itaatin, onlara küfür manası ile ibadet etmeleri olduğunu
açıklaması bu değerlendirmeyi daha da netleştirmektedir.
Bu nedenle Allahu Teala şöyle buyurur: “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp
bilginlerini (hahamlarını); (Hristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i Rabler edindiler.” 272 Bu ayette, onların müşrik olmalarına sebep olan
şeyin, haham ve rahiplerini rabler edinmeleri olduğu belirtilmektedir. Yani
mutlak olarak itaat edilmesi değil, helal ve haram etmede onlara itaat edilmesi onları müşrik yapmıştır. Bu nedenle ayette “edindiler” ifadesi kullanılmış, “itaat ettiler” denmemiştir. Dolayısıyla tağutlara itaattan dolayı tekfir
konusunda, mutlaka tafsilata inilmeli ve her itaat ve görev ayrı ayrı değerlendirilmelidir. Allahu Teala’nın izin vermediği yasama ve helal ve haram
belirleme konusunda onlara mutlak olarak itaat eden kişi, onları rabler
edinen müşriklerden olur. Ancak sadece günah olan bir meselede onlara
itaat edenin durumu ve hükmü böyle değildir.
Çünkü maksadı açık olmaksızın, haramda itaat eden kişinin durumu
mücerred masiyet ile, bu yaptığını helal görme arasında değişebilir. Bu itaati
hakkında hüküm verirken, kişinin kastına bakmak gerekir. Tağuta ibadet
etmekten, onu veli edinmekten, küfür olan dinine veya küfür olan yasa ve
yasamalarına uymaktan kaçınan herkes, tağutu tekfir etmese bile, aşırıya
kaçanların söylediklerinin aksine tağuttan yüz çevirmiş olur. Bu kişinin,
haram olan bazı işlerde tağuta itaat etmesi ise, bunu helal saymadığı sürece
masiyet niteliğindedir. Ancak bu saydıklarımızda tağuta itaat eden, ona tabi
olan ve ibadet eden herkes, kafir olur ve bu kişi tağutu tekfir ediyor olsa bile
tağuta ibadet etmekten uzak durmuş sayılmaz.
Bu mesele hakkındaki en güzel ve en iyi tefsir şekli budur. Çünkü
Allahu Teala’nın mücmel olan kelamı, mübeyyin olan kelamı ile tefsir edilmektedir. Allahu Teala’nın, “Allah’a kulluk edin ve tağuttan sakının” 273 sözü,
“Tağuta kulluk etmekten kaçınıp, Allah’a yönelenlere müjde vardır” 274 sözüne döndürülmekte ve böylece tağuttan uzak durmaktan maksadın, ona
ibadetten uzak durma olduğu anlaşılmaktadır.
Ayrıca Allahu Teala’nın, “O halde kim tağutu inkar edip Allah’a
iman ederse..” 275 sözü de, Zümer Suresi’ndeki ayet ile ve “Zira tağuta iman
272
9 Tevbe/31
16 Nahl/36
274
39 Zümer/17
275
2 Bakara/256
273
134
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
etmemeleri emrolunduğu halde tağutun önünde muhakemeleşmek istiyorlar” 276 ayeti ile tefsir edilmektedir. Bu ise tağuta muhakeme olmanın onu
inkar etmenin zıddı olduğunu gösterir. Ona ibadet etmek ve onu veli edinmek de böyledir. Çünkü Allahu Teala şöyle buyurur: “İçinizden onları dost
edinenler, şüphesiz onlardandır.” 277 Kafirleri veli edinmeyi yasaklayan ayetler de bunu açıklamaktadır. Açık olan nassların delalet ettiği budur.
Tağuttan uzak durmayı ve onu inkar etmeyi sadece tekfir ile açıklamak ve bunları İslam’ın sıhhati için birer şart yapmak, doğru değildir ve
yerinde olmayan bir açıklamadır. Çünkü tağut olmamalarına rağmen, İsa
Aleyhisselam, melekler ve bazı salih kimseler gibi Allahu Teala’dan başka
kendisine ibadet edilen her şeye ibadeti reddetmek ile emrolunmamıza
rağmen, onları tekfir etmek ile emrolunmamaktayız.
Putlar da böyledir. Onlar da tağuttur ve Allahu Teala’dan başka onlara da ibadet edilmektedir. Onlardan sakınmak, uluhiyyetinden beri olmak
ve onları inkar etmek gerekir. Ancak putlar tekfir edilmemektedir. Çünkü
putlar cansız varlıklar olup aklı veya sahip olma gibi yetenekleri yoktur ki
kafir olsun veya tekfir edilsin.
Bazılarının bu meseleye, “Tağutları tekfir etmeyen ve onların tağut
olduğunu bilmeyen kişinin tağutları inkar etmesi ve onlardan sakınması da
makul olamaz. Çünkü tağut olduklarını bilmeden onlardan beri olmayı nasıl
gerçekleştirebilir?” mantığı ile yaklaşmaları da doğru değildir. Çünkü Allahu
Teala’nın kulları üzerinde hakkı olan, kurtuluşun onsuz olmayacağı ve kulların, kendilerine vaadilen müjde kapsamına girebilmeleri için şart olan
Tevhid’i gerçekleştirmekten maksat, Allahu Teala’ya imanı gerçekleştirmek
ve isimlerini ayrı ayrı söylemese bile mücmel olarak bütün tağutları ve Allahu
Teala’dan başka kendisine ibadet edilen bütün her şeyi veli edinmekten ve
onlara ibadet etmekten kaçınmaktır. Allahu Teala’nın dışında ibadet edilen
her şeyden beri olmanın hakikati budur. Kişinin bilmediği ve duymadığı
herhangi muayyen bir tağuttan, açıkça beri olduğunu söylemesi şart değildir.
Dolayısıyla, kişi bunu yapmadığı zaman, o tağuta ibadet ettiği, müşrik olduğu ve tağutlardan beri olmadığını söylemek doğru değildir.
İslam’ın aslına sahip olan veya onun niteliklerini ve temellerini yerine
getirip bunu izhar eden ve İslam’ını bozacak herhangi bir şeyi de açığa
vurmayan kişinin, muayyen tağutlar hakkında imtihana tabi tutulmadan ve
bu tağutları tekfir edip etmediği sorulmadan, İslam’ının kabul edilmeyeceğini
276
277
4 Nisa/60
5 Maide/51
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯135
⎯⎯
söylemek caiz değildir. Tağutların isim listesi, aşırıya kaçan bu kişilerin tağut
tanımlarına göre uzayıp gidebilir.
Alimler, Allahu Teala’dan başkasına ibadet eden ve O’na şirk koşan
kişinin Tevhid’i gerçekleştirmiş ve tağutu inkarı etmiş olması ve İslam’ının
sahih olarak kabul edilmesi için, Allahu Teala’dan başka kendisine ibadet
ettiği o muayyen mabuda ibadetten beri olması ve uluhiyyetini red etmesi
şartını koşmuşlardır. Bununla birlikte bu kişinin, mücmel olarak, Allahu
Teala’dan başka ibadet edilen her türlü mabuda kulluktan da beri olması
gerekir. Alimler bu sözlerini şu hadisler ile delillendirmektedir: “İnsanlar La
İlahe İllallah deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Kim La İlahe
İllallah derse malını ve canını korumuş olur. Ancak İslam’ın hakkı müstesna.
Hesabı ise Allah’a aittir”
“Kim Allah'tan başka ilâh olmadığına, Allah'ın bir ve şeriksiz olduğuna ve Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem onun kulu ve Rasulü olduğuna, İsa'nın da Allah'ın kulu ve elçisi olup, Meryem’e attığı bir kelimesi ve
kendinden bir ruh olduğuna, cennet ve cehennemin hak olduğuna şehadet
ederse, her ne amel üzere olursa olsun Allah onu cennetine koyacaktır.”
Alimler, İslam ve Tevhid’in aslını bulunduran, Allahu Teala’dan başkasına ibadet etme ve onları veli edinme işine bulaşmamış olan kişinin
Müslüman olduğuna hükmetmiş ve bu kişinin İslam’ının sahih olması için
yöneticilerden, büyücülerden, rahiplerden, kahinlerden veya diğerlerinden
hazırlanan listedeki muayyen tağutlardan da beri olduğunu açıkça belirtmesi
şartını koşmamışlardır. Ancak bunu aşırıya kaçan bazı kişiler yapmaktadırlar.
Bu aktarılanlar, tağutu tekfir etmenin, bütün peygamberlerin daveti
olan Tevhid kelimesinin manasına dahil olmadığını teyit etmektedir. Allahu
Teala şöyle buyurur: “Senden önce hiçbir rasul göndermedik ki ona; ‘Benden başka ilah yoktur; şu halde bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” 278 Bu, şu ayet ile birleştirilir: “Andolsun ki biz, “Allah’a kulluk edin ve
tağuttan sakının” diye her millete, bir peygamber gönderdik.” 279 Çünkü bu
ayetler birbirini tefsir etmektedirler.
Alimler, Tevhid kelimesinin manasını “Allahu Teala’dan başka ibadet
edilmeyi hak eden hiçbir mabud yoktur” şeklinde tefsir etmişler. Dolayısıyla
bu manayı kim gerçekleştirirse, hakkında bilgi ve açıklama gereken vacipler
ve yükümlülükler konusunda eksikleri de bulunsa muvahhid bir
Müslümandır. Bu yükümlülükler arasında tekfirin ayrıntılı hükümleri de
bulunmaktadır. Dolayısıyla Allahu Teala, aşırıya kaçanların yaptıkları gibi
278
279
21 Enbiya/25
16 Nahl/36
136
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
tekfirin hükümlerini ayrıntılı olarak herkesin bilmesini vacip kılmamıştır.
Tevhid kelimesinin, ne yukarıda anlatılan şer’i ıstılahi manasında ve ne de
sözlük manasında, muhalif olan kişiyi bu kelimenin tali olan meselelerinden
dolayı tekfir etmenin ve ondan beri olmanın bu kelimenin sıhhatinin şartlarından veya unsurlarından olduğuna ilişkin hiçbir şey yoktur.
Evet, bu bazen, Tevhid kelimesinin gereklerinden veya vaciplerinden
ya da ona tabi olan meselelerden olabilir. Ancak bulunmaması halinde
imanın da bulunmamasını gerektirecek nitelikte bir şart olması, mücerred
iddia ile sabit olmaz. Buna delalet ettiğinin ispat edilmesi, istidlal yolunu
bilen ve dinini sağlam temeller üzerinde bina etmiş olan kişiler tarafından
yapılır. Tağutları tekfir etmenin, şart niteliğinde olduğunu iddia eden kişinin
delil getirmesi gerekir. Aksi halde, bilmeden Allahu Teala ve O’nun dini
hakkında konuşan kimselerden olur. Halbuki Allahu Teala şöyle buyurur:
“Sen onlara deki; ‘Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin.” 280
Bunu iddia ettikleri halde açık bir delil getirmeyen kişi, yalan söylemiş olur.
Yukarıda kullandığım, “muhalif olan kişiyi bu kelimenin tali olan meselelerinden dolayı tekfir etmenin” ifadesine dikkat çekmek isterim. Bu
sözümüzün manası mutlak muhalefet değil, muhalefet olan mutlaktır. Çünkü
bu konularda acele ile konuşan bazıları, usullerini belirlememekte, konuşmalarını sınırlandırmamakta, istidlal yollarını bilmemekte ve delilleri kullanırken
delalet yönlerini anlamamaktadır. Onlar sadece süslü genel sözler kullanmakta ve tetkik ve tahkik edildiğinde hemen yıkılacak olan çürük temelleri
üzerine genellemelerini kurmaktadırlar.
Muhammed bin Abdulvehhab Rahimehullah, kendisine, dostluk (vela)
ve düşmanlık (bera) meselesinin Tevhid kelimesinin kapsadığı manasından
mı, yoksa gereklerinden mi olduğunun sorulması üzerine şöyle cevap vermiştir: “Bunun şehadet kelimesinin manasından veya gereklerinden olduğunu araştırmayı Allahu Teala bize yüklememiştir. 281 Bu meselede Allahu
Teala’nın bize yüklediği şey, bunu farz kıldığını ve onunla amel etmemizi
emrettiğini bilmektir. Şüphe götürmeyen farz ve emir budur.
Bunun Tevhid’in manasından veya gereklerinden olduğunu bilmek,
sadece iyilik kabilindendir ve hayrı artırır. Ancak bunu bilmeyen kişi, bilmekle yükümlü değildir. Özellikle bu konuda tartışmaya girmek ve ihtilaf etmek,
kötülüğe, çatışmaya, imanın vaciplerini yerine getiren, Allah yolunda cihad
eden, müşriklere düşmanlık ve Müslümanlara dostluk besleyen mü’minler
280
2 Bakara/111
Ancak bu ve benzeri sebeplerden dolayı tekfir etmek isteyenler bunu bilmek, belirlemek ve
usule bağlamak zorundadır.
281
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯137
⎯⎯
arasında ihtilaf ve tefrikaya yol açacaksa, bu konuda konuşmamak gerekir.
Benim gördüğüm kadarıyla, bu meseledeki ihtilaf daha çok mana açısındandır. Allahu Teala en iyisini bilir.”
Bu konuyu, Muhammed bin Abdulvehhab’ın tabilerinden olan Abdullah bin Abdurrahman Eba Batin’in şu sözleriyle bitirmek istiyorum: “Sonuç olarak, kendini bilen bir kişinin, yeterli bilgi ve uygun delil olmadan bu
konuda konuşmaması gerekir. Sırf kendi anlayışı ve aklının istihsanı ile
Müslüman bir kimseyi İslam’ın dışına çıkarmaktan sakınmalıdır. Çünkü bir
kişiyi Müslüman saymak veya İslam’dan çıkarmak dinin en önemli işidir. Bu
konuda da başkaları gibi bu kadar söylemekle yetiniyoruz. Bu meselenin
hükmü, İslam’ın en açık hükmüdür. Bize düşen ise, ona uymak ve bid’at
çıkarmamaktır. İbn-i Mesud’un Radıyallahu Anhu “Tabi olun ve bid’at çıkarmayın, bu size yeter” sözü ne kadar yerindedir. Din için en ihtiyatlı olan şey,
alimlerin küfür olması hakkında birbiri ile ihtilaflı oldukları meselelerde,
tevakkuf etmek ve hatalardan korunmuş olan Rasulullah’tan Sallallahu Aleyhi
ve Sellem açık bir nass olmadığı sürece konuşmamaktır.
Şeytan birçoklarını bu meselede yoldan çıkarmıştır. Bir kısım Kitap,
sünnet ve icmanın kafir olduğunu bildirdiği kişinin Müslüman olduğunu
söyledi. Diğer kısım ise Kitap, sünnet ve icmanın Müslüman olduğunu söylediği kişiyi tekfir etti. Ne tuhaftır ki bunu yapanlardan birine taharet, alışveriş
veya benzeri bir şey sorulacak olsa, sırf kendi anlayışı veya aklının istihsanı
ile fetva vermeyip, alimlerin söylediklerini araştırır ve onların verdiği fetvayı
verirken, dinin en önemli ve en tehlikeli meselesinde sadece kendi anlayış ve
aklına dayanmaktadır. Bu iki kesimden dolayı İslam’ın başına gelen musibetler ve çektiği mihnet hayret edilecek boyuttadır. Allah’ım, bizi, sapıtanların
ve kendilerine gadap ettiklerinin yoluna değil, Sırat-ı Müstakim’e ilet! Allah’ın salat ve selamı Muhammed’in üzerine olsun.” 282
282
Ed-Dureru’s-Seniyye, 8/217, “Hükmü’l-Murted” kitabı
138
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
-32TEKFİRİN SEBEPLERİ KONUSUNDA, DİNİ KÖTÜLEME İLE
KİŞİLERİ KÖTÜLEME ARASINDA AYIRIM YAPMAMAK
Tekfir konusunda yapılan hatalardan biri de, tekfirin sebepleri konusunda, dini kötüleme ile kişileri kötüleme, dine düşmanlık ile kişiye düşmanlık veya bir Müslüman hakkında dine bağlı olması ile alay etme ile başka bir
sebepten dolayı onunla alay etme arasında ayırım yapmamaktır. Çünkü
olayları sağlam ölçü ile ölçmeyen ve kötülüğü emreden nefsin yönlendirmelerine kapılan bazı aşırılar, özellikle hasım ve muhalifleri hakkında, dine
düşmanlık ile kişilere düşmanlık, dini kötüleme ile kişileri kötüleme, İslam’ın
bazı özellik ve nitelikleriyle alay etme ile kişilerin yaşayış ve davranışlarıyla
alay etmeyi birbirine karıştırır ve aralarında ayırım yapmazlar. Bütün bunlar
ise, yerin ve göklerin üzerinde kurulduğu denge ölçüsüne aykırıdır ve
hevanın Allahu Teala’nın ahkamına musallat edilmesidir.
Dini kötülemek, hükümleriyle alay etmek, ona düşmanlık yapmak
açık bir küfürdür ve bunun delillerini açıklamaya bile gerek bulunmamaktadır. Bunu, ihtilaf hallerinde davetçilerin şahıslarını kötülemek ile karıştırmak,
giyim, kuşam, davranış ve benzeri durumlar ile alay edilmesiyle karıştırmak
doğru değildir. Bu meselede ayırım yapılmasının zaruretini ve bunu birbirine
karıştırmanın zararını açıklama kabilinden şunları aktarabiliriz:
Sakal ile alay edilmesi konusunda, alay eden kişi, genel manada
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem sünnetlerinden biri olarak sakal ile
alay etmeyi kastederse, bu küfürdür. Alay eden kişi sakalın sünnet olduğunu
bilmiyorsa, kendisine sünnet olduğu öğretilir ve hüccet ikamesi yapılır. Buna
rağmen alay etmeye devam ederse, tekfir edilir. Ancak Kur’an veya namaz
gibi dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir mesele hakkında alay ediyorsa
ve bu kişinin Müslüman olması da yeni olan bir hadise değilse, bu konuda
cahil olup olmadığına bakılmadan tekfir edilir. Çünkü bu meseleler bütün
Müslümanlar tarafından bilinen şeylerdendir. Bunun delili ise Allahu
Teala’nın, Kur’an’ın ezberlenmesi ile alay eden kişiler hakkında küfür hükmünü vermesi ve onların mazeretlerini kabul etmemesidir. Halbuki onlar bu
yaptıklarının küfür olduğunu bilmiyorlardı. Allahu Teala şöyle buyurur:
“Eğer onlara sorsan, elbette ‘Biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk’ derler.
De ki: Allah ile, O’nun ayetleriyle ve O’nun peygamberi ile mi alay ediyor-
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯139
⎯⎯
sunuz? Özür dilemeyin, çünkü siz iman ettikten sonra (tekrar) kafir oldunuz.” 283
Ancak alay eden veya kötüleyen kişi hakkında, genel olarak sakal
sünneti ile değil sadece belli bir Müslümanın sakalıyla alay ettiğine veya o
283
9 Tevbe/65-66) (Şüphe: Şöyle sorulabilir: “Tevbe Suresi’nde Allahu Teala’nın kendilerini
tekfir ettiği kişiler şöyle demişlerdi: “Kurramız kadar midesine düşkün, yalan söyleyen ve
savaştan korkan kimse görmedik.” Buna rağmen Allahu Teala, bu söylediklerini kendisi,
Peygamberi ve ayetleriyle alay kabul etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Münafıklar kalplerinde
olanı kendilerine haber verecek bir surenin mü’minlere indirilmesinden çekinirler. De ki: Siz
alay edin. Allah o çekindiğiniz şeyi ortaya çıkaracaktır. Eğer onlara sorsan, elbette ‘Biz sadece
lafa dalmış şakalaşıyorduk’ derler. De ki: Allah ile, O’nun ayetleriyle ve O’nun Peygamberi ile
mi aley ediyordunuz? Özür dilemeyin, çünkü siz iman ettikten sonra kafir oldunuz.” (9
Tevbe/64-66) Nüzul sebebinde, onların Kurra’nın dini ile değil şahısları ile alay ettikleri
aktarıldığı halde Allahu Teala neden onların kafir olduğunu söylemiştir?”
Bu soruya cevap olarak şunları söyleriz: Allahu Teala şöyle buyurur: “Allah hükmeder. O’nun
hükmünü bozacak kimse yoktur.” (13 Rad/41) O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır. Verdiği
hükümler de hakikattır. O gizliyi, en gizliyi ve kalplerde olanı bilir. Bu münafıkların, Allah ile
ve ayetleri ile alay ettiklerine kendisi hüküm verdikten sonra, artık bu bir gerçek olup asla
şüphe götürmez. Ancak Kurranın şekil ve davranışlarıyla alay etmek ile Allah ile, ayetleri ile ve
Rasulü ile alay etmenin aynı şeyler olduğu Allahu Teala’nın Kitap’ında nerede belirtiliyor?
Ayetin nüzul sebebi ile ilgili olan rivayette nakledilen ve alay edenlere ait olan sözler, kişinin
amacının araştırılması gereken ihtimalli lafızlardandır. Tekfir edilmeden önce, bu tür lafızlar ile
kişinin neyi kasdettiğinin ortaya çıkarılması gerekir. Acaba dinlerinden ve Kur’an hafızı
olmalarından dolayı mı onlarla alay etmişler, yoksa rivayette belirtildiği gibi onların bazı
nitelikleriyle mi alay etmişlerdir. Veya kişisel düşmanlıkları sebebiyle onları kötülemek mi
istemişlerdir? Bizler, zahir olan sebepler üzerine bina edilecek hükümler konusunda, ihtimalli
olan lafızlar ile hüküm veremeyiz. Bu hükümden önce bu lafızların araştırılması gerekir. Ancak
gizliyi ve daha gizlisini bilen Allahu Teala’nın hükümlerinde böyle bir şey sözkonusu değildir.
Allahu Teala onların Allah ile, ayetleri ile ve Rasul’ü ile alay ettiklerini söylemiştir. Allahu
Teala hüküm verenlerin ve söz söyleyenlerin en doğrusudur.
Bu açıklamadan sonra şöyle denilebilir: “Madem ki kafir olup riddet suçunu işlediler, neden
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onları öldürmedi. Çünkü hadiste şöyle geçmektedir:
“Dinini değiştireni öldürünüz.””
Bu sorunun cevabı ise yukarıda aktardığımız ayetlerin sonunda verilmektedir. Allahu Teala
ayetin sonunda şöyle buyurur: “Sizden bir gurubu bağışlasak bile bir guruba da suçlu olduklarından dolayı azap edeceğiz.” (9 Tevbe/66) Bundan anlaşılmaktadır ki, bu sebepten dolayı
Allahu Teala’nın kendilerini tekfir ettiği kişiler, bu yaptıklarından döndüklerini ve tevbe
ettiklerini izhar etmişlerdir. Ancak tevbeyi izhar eden bu kişiler iki kısma ayrılmışlardır: Birinci
kısım, samimi ve hakiki tevbe ile tevbe etmiş ve Allahu Teala bunları bağışlamıştır. Diğer kısım
ise, münafıklık yaparak sadece zahiri olarak tevbe ettiklerini söylemiştir. Allahu Teala onlara
azabı tattıracağını belirtmiştir. Çünkü suçlu idiler. Ancak bizi ilgilendiren dünya ahkamı
bakımından, zahirde yaptıkları tevbe, onları öldürülmekten kurtarmıştır. Bunun açıklaması için
bakınız: İbn-i Hazm, El-Muhalla, 11/207
140
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
şahsın sakalının kirli ve bakımsız olduğunu belirtmeyi kastettiğine dair bir
karine varsa, bu küfür değildir. Ancak bu yaptığı haramdır. Çünkü Allahu
Teala şöyle buyurur: “Ey mü’minler, bir topluluk diğer bir topluluğu alaya
almasın. Çünkü onlar kendilerinden daha hayırlı olabilirler.” 284 Rasulullah
Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: “Müslüman kardeşini horlaması, kişiye şer olarak yeter.” 285
Ancak kişi bir Müslümanı görünüşünün kötülüğü, saçının dağınıklığı
ve bakımsızlığı gibi meselelerde eleştirirse sakıncalı bir iş yapmış olmaz ve
hatta bu emr-i bi’l-ma’ruf kabilinden olur. İmam Malik, Muvatta’da, Ata bin
Yesar’dan mürsel olarak, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem
mescide girişi esnasında, saçı sakalı dağınık bir adam geldi. Rasulullah
Sallallahu Aleyhi ve Sellem ona, saçını ve sakalını düzeltmesini kastederek
eliyle çıkmasını işaret etti. Adam çıktı ve sonra döndü. Bunun üzerine
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: ‘Şu hal, sizden birinizin
tıpkı bir şeytan gibi başındaki saçlar karmakarışık vaziyette gelmesinden
daha hayırlı değil midir?’” 286
Dolayısıyla iki durum arasında gerekli ayırımın ve açıklamanın yapılması gerekir. Çünkü iki durumu birbirinden ayırmamak, küfür olmayan bir
sebepten dolayı başkasını tekfir etmek gibi kötü bir sonuca yol açar.
Davetçilerin ve mü’minlerin şahıslarını kötülemek, dinlerinden veya
Tevhidlerinden dolayı değil, dünyevi düşmanlıklar, kıskançlık ve çekememezlik gibi kalbi hastalıklar veya sözkonusu davetçilerin kötü ahlakı ve davranışları sebebiyle veya günümüzde çokça olduğu gibi hasımların birbirini
aşırılık, vakıayı anlamama, yeterli kavrayışa sahip olamama ile suçlama
türünden ise, dini ve Tevhid’i sebebi ile kötüleme ile aynı konumda olmaz.
Özellikle davet ve ıslahı amaçladığı ve bunun için uğraştığı bilinen mü’minler
hakkında bu daha da geçerlidir. Aynı kuşaktan olan alimlerden niceleri
birbiri hakkında abartılı şekilde konuşmuştur. Müslümanlar, birbirlerini karalamaları ve kötülemeleri sebebi ile, kendi aralarında nice haksızlıklara sebep
olmuşlardır. Öyle ki bu, zaman zaman birbirlerine hasım olmaya, birbirleriyle
ilişkileri ve diyaloğu kesmeye ve hatta savaşmaya kadar varmıştır. Bütün
bunlar şeytanın tetiklemesi ve dini ve şeriatı kötüleme ile muayyen şahısları
kötüleme arasında ayırım yapmayarak, bu sebeplere binaen tekfir etme
hatasının sonuçlarıdır.
284
49 Hucurat/11
Müslim
286
Ebu Davud, Nesai ve Ahmed (3/357) benzerini rivayet etmişlerdir.
285
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯141
⎯⎯
Allahu Teala, Kur’an’da dini kötüleme ve Allah’a ve Rasulü’ne eziyet
etme ile genel olarak mü’minlere eziyet etmeyi birbirinden ayırmıştır. Allahu
Teala, dini kötüleme ile ilgili olarak şöyle buyurur: “Eğer anlaşmalarından
sonra yeminlerini bozarlar ve dininizi kötülerlerse, küfrün önderlerine karşı
savaşın. Çünkü onların yemin (diye bir şeyleri) yoktur. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.” 287
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Allahu Teala’nın, bu ayette
dini kötülemeyi özel olarak belirtmesi, savaşın en büyük sebebi olması nedeniyledir. Bundan dolayı, dini kötüleyenlerin cezası, kişinin İslam’ını bozan
diğer şeylerin cezalarına göre daha ağırdır.” 288 “Böylece dini kötüleyen
kişinin, küfürde önder olduğu sabit olmaktadır.” 289
Allahu Teala şöyle buyurur: “Allah ve Rasulü’ne eziyet edenlere Allah, dünyada ve ahirette lanet etmiş ve onlar için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.” 290 İbn-i Teymiye Rahimehullah, bu ayet üzerinde durmuş ve bunun
Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne eziyet eden kişilerin kafir olduğuna delalet
ettiğini belirtmiştir. 291
Eziyet vermenin ikinci çeşidi ise, genel olarak mü’minlere yapılan
eziyetlerdir. Allahu Teala bunun hakkında şöyle buyurur: “Mü’min erkeklere
ve mü’min kadınlara, yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.” 292 Allahu Teala, bu iki
ayette, kendisine ve Rasulü’ne eziyet edenler ile genel olarak mü’minlere
eziyet edenleri birbirinden ayırmaktadır. Allah’a ve Rasulü’ne eziyet edenlere, dünya ve ahirette lanet edildiği ve onlara alçaltıcı bir azap hazırlandığı
haber verilmektedir. Dolayısıyla bütün bunlar, Allah’a ve Rasulü’ne eziyet
edenin kafir olduğuna delalet etmektedir. Ancak genel olarak mü’minlere
eziyet edenler tekfir edilmemiş, onlara lanette bulunulmamış, sadece korkutulmuş ve günah işledikleri belirtilmiştir.
Dolayısıyla Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne dil uzatanlar mürted kafirlerden olup cezaları ise ölümdür. Ancak mü’minleri kötüleyenlerin durumu
böyle değildir. Çünkü mutlak günahkarlık, ölümü gerektirmez. 293
287
9 Tevbe/12
Es-Sarimu’l-Meslul, 14
289
Es-Sarimu’l-Meslul, 17
290
33 Ahzab/57
291
Bakınız: Es-Sarimu’l-Meslul, 40 ve sonraki sayfalar
292
33 Ahzab/58
293
Bakınız: Es-Sarimu’l-Meslul, 578
288
142
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Sahabenin Radıyallahu Anhum adalet ve anlayışı da bu şekildedir. Dini kendilerine kalkan yapmamaları onların adaletindendir. Daha katı hüküm
ve ceza vermek için şahıslarına yöneltilen karalamaları dine mal etmezlerdi.
Onlar, şahıslarını kötüleyen veya sövenleri, dini kötüleyen veya Rasulullah’a
Sallallahu Aleyhi ve Sellem sövenler ile eşit görmezlerdi. Her ikisini ayrı ayrı
değerlendirirlerdi.
Ahmed ve Nesai’den aktarılan şu rivayetler, bunun iki örneğidir:
“Ebu Berze el-Eslemi şöyle dedi: Birisi Ebu Bekir’e Radıyallahu Anhu kabalık
etti (bir rivayette Ebu Bekir’e sövdü diye geçer). Ben Ebu Bekir’e ‘Ey Allah’ın halifesi, bunun boynunu vurayım mı?’ dedim. Bunun üzerine o şöyle
dedi: ‘Aman ha! Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem karşı yapılması
dışında, bu suçtan dolayı kimsenin boynu vurulmaz.” 294
Ayrıca alimler, sahabeye söven ve Kur’an ve Sünnet’ten onları tezkiye niteliğinde gelen tevatür haberlere aykırı olarak onları karalayan kişi ile
başka bir sebepten dolayı onlara söven kişi arasında da ayırım yapmışlardır.
Kadı Iyad, İmam Malik’ten şöyle dediğini nakleder: “Sahabeden,
Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Muaviye, Amr bin As’a söven kişi, onların
küfür ve dalalet üzerinde olduklarını söylüyorsa, kafir olur ve öldürülür. Ama
insanların biribirine sövdüğü gibi başka bir amaçla söverse, ağır bir ceza ile
cezalandırılır.” 295
İbn-i Teymiye Rahimehullah, Hanbeli alimlerinden bazılarının şöyle
dediğini nakleder: “Kadı Ebu Ya’la da, sahabenin din ve adaletlerini kötüleyerek onlara söven kişinin kafir olduğu görüşünü desteklemektedir. Ancak
din ve adaletlerine dil uzatmadan, bir öfke veya düşmanlık sebebiyle insanların birbirine sövdüğü gibi söverse, kafir olmaz.” 296
İbn-i Teymiye, İmam Ahmed’den, el-Mervezi’nin şöyle dediğini nakleder: “Ebu Bekir, Ömer ve Aişe’ye söven kişiyi Müslüman saymam.” 297
Ancak, Abdullah ve Ebu Talib’in rivayetlerinde, bu tür kişilerin öldürülmeyip
sadece ta’zir cezasının verileceğini belirtmesi, onun, bu tür kişileri tekfir
etmediğini göstermektedir.
İbn-i Teymiye, Kadı Iyad’ın şöyle dediğini nakleder: “‘..Müslüman
saymam’ sözü, Rasulullah’tan Sallallahu Aleyhi ve Sellem sonra zulmettiklerini
ve iktidarı haksız olarak aldıklarını söylemek veya onları fasık olarak itham
etmek gibi sahabenin dini ve adaletini kötüleyen kişilere hamledilir. Sahabe294
Bakınız: Es-Sarimu’l-Meslul, 93
Eş-Şifa, 2/308
296
Es-Sarimu’l-Meslul, 570
297
Es-Sarimu’l-Meslul, 571
295
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯143
⎯⎯
ye söven kişinin öldürülmeyeceğine dair söylediği sözü ise, şer’i ve siyasi
ilimlerinin az olduğunu veya onların dünyaya düşkün olduklarını söylemek
gibi, sahabenin dinini ve adaletlerini kötülemeyen kişilere hamledilir.” 298
İbn-i Teymiye Rahimehullah, din ve adaletlerine hakaret sayılmayan
cimrilik, korkaklık, bilgisizlik, zühd yoksunluğu gibi şeylerle sahabeyi kötüleyen ve bundan dolayı tekfir edilmeyip sadece ta’zir cezasını hak eden ile,
sahabenin çoğunun mürted olarak dinden döndüğünü iddia eden ve bu
nedenle de küfründe şüphe bulunmayan kişi arasında ayırım yapmaktadır. 299
Ahmet bin Hacer el-Heytemi’nin kitabında, sahabeye söven kişinin
tekfir edilmesi konusundaki ihtilafla ilgili olarak şöyle denilmektedir: “Sahabenin tamamına söven kişi, ihtilafsız kafir olur. Sahabeden olduğunu için
onlardan birine söven de kafirdir. Çünkü, sahabeden olmayı hor görmesi
nedeniyle, Rasulullah’ı Sallallahu Aleyhi ve Sellem hor görmüş olmaktadır.
Tahavi’nin, “Sahabeye buğzetmek küfürdür” sözünün, bu manaya
halmedilmesi gerekir. Sahabenin tümüne veya sahabeden olduğu için,
onlardan birine buğzetmek elbette küfürdür. Ancak başka bir sebepten
dolayı, sahabeden bazılarına buğzetmek veya sövmek küfür olmaz.” 300
Sahabeye karşı içinde kin ve nefret taşıyan kişinin de kafir olacağını
söyleyen Malik ve bazıları şu ayeti buna delil olarak göstermektedirler: “Muhammed Allah'ın elçisidir. O’nun beraberinde bulunanlar da, kafirlere karşı
çetin, kendi aralarında merhametlidirler... Allah böylece onları çoğaltıp
kuvvetlendirmekle kafirleri öfkelendirir. Allah, iman edip, salih ameller işleyenlere, mağfiret ve büyük bir mükafat vadetmiştir.” 301
İbn-i Teymiye şöyle der: “Sahabe kafirleri öfkelendiriyorsa, o zaman
onlara öfke duyan herkes, kafirleri rezil ve zelil eden ve küfürlerini artıran bir
sebepte kafirlere ortak olmuş olur. Bu öfkeleri konusunda, kafirlere ancak
kafir olanlar ortak olur.” 302
Ancak mutlak öfke ve buğz ile, dinlerinden dolayı onlara karşı öfke,
buğz ve nefret arasında ayırım yapmak gerekir. Dinden dolayı onlara
buğzetmenin kişiyi dinden çıkardığına dair Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve
298
Es-Sarimu’l-Meslul’den naklen
Bakınız: Es-Sarimu’l-Meslul, 586-587. Açıklama ve araştırma yapmadan, mutlak olarak
kafiri tekfir etmeyenin kafir olduğunu söylemenin hatalı olduğu buradan da anlaşılmaktadır.
300
İbn-i Hacer el-Heytemi, Es-Savaiku’l-Muhrika fi’r-Reddi ala Ehli’l-Bidai ve’z-Zenadika,
256.
301
49 Fetih/29
302
Es-Sarimu’l-Meslul, 579
299
144
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Sellem şöyle buyurmuştur: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir kişi
Ensar’a buğzetmez.” 303 Buhari ve Müslim’de şöyle rivayet edilmektedir:
“Ensar’ı sevmek, imanın alametidir.” Başka bir rivayette ise şöyle geçer:
“Onları ancak mü’min sever ve onlara ancak münafık buğzeder.” Dinleri,
cihadları ve hakka yardımları sebebiyle onlara buğzeden veya söven kişi
hakkında bu hüküm uygundur. Yukarıdaki ayette Allahu Teala, onların en
önemli vasıflarından bazılarını şöyle bildirmiştir: “..kafirlere karşı çetin, kendi
aralarında merhametlidirler. Onları rükuya varırken, secde ederken görürsün
Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Yüzlerinde secdelerin izlerinden nişanlar vardır.” 304
Kişinin, sahabeden bazılarını başka bir sebeple kötülemesi veya
buğzetmesinin hükmü ise farklıdır. Sahabeden bazıları kendi aralarında ve
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem huzurunda birbirlerine hakaret etmiş,
buğzetmiş, öfke duymuş, tartışmış ve hatta birbirlerine karşı kaba kuvvet
kullanmışlardır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onların bu yaptıklarına
karşı çıkmak, onları teskin etmek ve yatıştırmakla yetinmiş, ancak bundan
dolayı onları tekfir etmemiştir. 305 Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem
ölümünden sonra aralarında ihtilaf, düşmanlık ve savaşlar meydana gelmiş,
ancak bunlardan dolayı kimse kimse hakkında küfür veya nifak hükmünü
vermemiştir. Çünkü bütün bu olaylarda onların durumu, müçtehidlerin
durumu gibidir. Meydana gelen bu olaylarda onlar, içtihadında isabet edip
iki ecir alan ile içtihadında hata edip hatası bağışlanan müçtehidler durumundadırlar.
Her zaman için dinin yardımcıları hakkında söylenecek olan budur.
Bununla birlikte, onlardan bazılarına, dünyalık veya buna benzer bir sebep
ile düşmanlıkta bulunan, onları kötüleyen veya buğzeden herkes tekfir edilmez. Ancak dine yardımcı olmaları, Tevhidleri ve Allahu Teala’nın onlar
hakkında överek bahsettiği ve o sıfatlarından dolayı kafirlerin onlara öfkelendiğini bildirdiği nitelikler sebebi ile onlara düşmanlık yapan, kötüleyen
veya buğzeden herkes tekfir edilir. Her dönemde, dine yardım edenlerin,
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem Ensar’ının nasibi gibi nasipleri vardır.
İbn-i Teymiye Rahimehullah, Ensar’a buğzedenler ile ilgili olarak yukarıda belirtilen hadisleri aktardıktan sonra şöyle der: “Elinden geldiği kadar
Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne yardımda Ensar gibi olanlar, hakikatte de
onlara ortak olmuşlardır. Allahu Teala şöyle buyurur: “Ey iman edenler,
303
Müslim
49 Fetih/29
305
Mesela Buhari ve Müslim’de rivayet edilen ifk olayında olduğu gibi
304
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯145
⎯⎯
Allah’ın yardımcıları olun.” 306 ” 307 Allah’ım! Ey Hayy ve Kayyum olan Allah!
Bizi dinine yardım edenlerden kıl!
Dolayısıyla, herhangi bir dönemde dine ve Tevhid’e yardım edenlerden herhangi birine düşmanlık yapan veya buğzeden kişiler hakkında yukarıda aktarıldığı gibi gerekli araştırma ve ayırımın yapılması gerekir ve bu
ayırım yapılmadan her buğz, kötüleme veya sövmeye küfür hükmü verilmemelidir.
Dine bağlılık, başörtüsü ve peçeden nefret ettirmek amacıyla Tevhid
sahibi mü’min kadınların iffetine ve örtülerine sövmek, hakaret etmek veya
Tevhid ve davetlerine hakaret etmek veya eşlerinin cihad ve davetlerini
karalamak için yapılanlar ile başka amaçlarla herhangi bir mü’min kadına
genel olarak yapılan iftira arasında ayırım yapmak da bu kabildendir.
Allahu Teala, Kur’an’da bu ikisi arasında ayırım yapmıştır. Dinlerinden dolayı mü’min kadınlara hakaret edenler için şöyle buyurur: “Namuslu,
kötülüklerden habersiz mü’min kadınlara zina isnadında bulunanlar, dünya
ve ahirette lanetlenmişlerdir. Dilleri, elleri ve ayaklarının, yapmış olduklarından dolayı aleyhlerinde şahitlik edeceği bir günde onlar için büyük bir azap
vardır.” 308 Allahu Teala böyle yapanların dünya ve ahirette lanetlenmiş
olduklarını belirtmektedir. Bu ise, İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah, “Allah ve
Rasulü’ne eziyet edenlere Allah, dünyada ve ahirette lanet etmiş ve onlar
için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır” 309 ayetini açıklarken belirttiği gibi, bunun,
kişiyi küfre götüren sebeplerden olduğunu göstermektedir. Ayrıca İbn-i
Teymiye, bu siğa ile gelen lanet ifadesinin, öldürmeyi veya tekfir etmeyi
gerektirdiğini belirtmiştir. 310 Çünkü lanet, rahmetten uzaklaştırmaktır. Allahu
Teala’nın dünya ve ahirette rahmetinden kovduğu kişi ancak kafir olur.
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Bunu Rasulullah’ın Sallallahu
Aleyhi ve Sellem, “Mü’mine lanet okumak, onu öldürmek gibidir” 311 sözü de
teyit etmektedir. Dünyada ve ahirette Allahu Teala’nın bir kişiye lanet etmesi, onun öldürülmesi gibi ise, o zaman Allahu Teala’nın lanet ettiği bu kişinin
öldürülmesi mübah demektir.” 312
306
61 Saff/14
Es-Sarimu’l-Meslul, 581-582
308
24 Nur/23-24
309
33 Ahzab/57
310
Es-Sarimu’l-Meslul, 41-43
311
Muttefekun aleyhi
312
Es-Sarimu’l-Meslul, 42
307
146
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Ancak lanetin beddua kipiyle yapılmış olması bundan farklıdır. İbn-i
Teymiye Rahimehullah, lanetin bu türü hakkında ise şöyle der: “Tekfir edilmeyen veya öldürülmeyen mel’un kişilerin tümü, beddua kipiyle kendilerine
lanet edilenlerdir. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem şu sözlerinde geçen
lanet siğaları bu türdendir: “Tarlanın sınır taşlarını değiştirene Allah lanet
etsin”, “Hırsızlık yapana Allah lanet etsin”, “Faiz alan ve verene Allah lanet
etsin.”” 313
Müfessirlerden bazıları yukarıda aktardığımız ayetin Aişe Radıyallahu
Anha ile ilgili olarak indiğini söylerler. Ona zina iftirasında bulunmak,
Rasulullah’ı Sallallahu Aleyhi ve Sellem karalamak olduğu için küfür sayılmıştır. Bununla beraber ayet, İbn-i Teymiye’nin de tercih ettiği gibi geneldir. 314
Çünkü ayetin hitabının zahiri geneldir.
İbn-i Teymiye şöyle der: “Ayeti genel olarak anlamak gerekir. Çünkü
hususi olmasını gerektiren bir şey yoktur. Ayrıca aynı sebep ile sınırlı olmadığı da ittifakla kabul edilmiştir. Çünkü Aişe’den başka Rasulullah’ın Sallallahu
Aleyhi ve Sellem diğer eşlerinin hükmü de, bu genelin içine dahildir. Sebep
tekil olduğu halde ayetin lafzı çoğuldur. Kaldı ki Kur’an’ın genel lafızlarını
özel sebeplere bağlamak batıldır. Zaten ayetlerin geneli belirli sebepler üzerine inmiştir. Buna rağmen hiçbiri belirli bir sebep ile sınırlandırılmamıştır.” 315
Yine şöyle der: “Ebu Hamza es-Sumali, bu ayetin Mekke müşrikleri
hakkında indiğini duyduklarını söyler. Çünkü onlarla Rasulullah Sallallahu
Aleyhi ve Sellem arasında bir anlaşma vardı. 316 Kadın, Medine’ye hicret
ederek Rasulullah’ın yanına ulaştığı zaman, Mekke’li müşrikler ona iftira eder
ve “Ahlaksızlık yapmak için gitti” derlerdi. Buna göre mü’min kadınlara iftira
eden kişiler, onları imandan alıkoymayı ve İslam’dan nefret ettirmeyi amaçlamışlardır. Kab bin Eşref’in yaptığı da bu kabildendir. Buna göre kim böyle
yaparsa kafir olur ve aynen Peygambere söven kişi gibidir.” 317
313
Es-Sarimu’l-Meslul, 43
Es-Sarimu’l-Meslul, 50
315
Es-Sarimu’l-Meslul, 50
316
İbn-i Teymiye Rahimehullah, Ebu Hamza’nın bu sözünden maksadın sözkonusu ayetin
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile müşrikler arasında anlaşma yapıldığı dönemde
indiğinin belirtilmesinin olmadığını, bu ayet ile anlaşmalı olan bu müşrikler gibi olanların ve
onların mü’min kadınlar hakkında söylediklerinin kastedildiğini açıklar. Çünkü ayet, Hendek
Savaşı’ndan önce Beni Mustalik Gazvesi’nde Aişe’ye Radıyallahu Anha iftira edildiği günlerde
inmiştir. Müşrikler ile yapılan anlaşma ise, bundan iki yıl sonradır. Bakınız: Es-Sarimu’lMeslul, 51
317
Es-Sarimu’l-Meslul, 50
314
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯147
⎯⎯
İbn-i Teymiye Rahimehullah, “Aişe’ye Radıyallahu Anha iftira edenler
arasında münafıklarla birlikte mü’minlerde bulunmaktaydı. Ayetin nüzul
sebebi ise bu kişilerin hepsini kapsar. Dolayısıyla hem bu ayetin içerisindeki
lanet siğasının tekfire delalet ettiği ve hem de bu ayetin kafirler hakkında
indiği nasıl söylenebilir ki?” sorusuna çok güzel bir nükte ile şöyle cevap
vermektedir:
“Bu varsayıma cevap olarak deriz ki; Allahu Teala bu ayette şöyle
buyurur: “Dünya ve ahirette lanetlenmişlerdir.” Burada ise, fiil kipi belirli
değil, meçhul durumdadır. Allahu Teala, lanet edeni belirtmemiştir. Ahzab
Suresi’ndeki ayette ise şöyle buyurur: “Allah ve Rasulü’ne eziyet edenlere
Allah, dünyada ve ahirette lanet etmiş ve onlar için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.” 318 Burada ise lanet eden bellidir. Lanet eden belirli değil ise, melekler
veya insanlar gibi Allah’dan başkalarının da lanet etmiş olması caizdir. Bir
vakitte Allahu Teala’nın ve başka bir vakitte de yaratıkların onlara lanet
etmiş olması da caizdir. Ayrıca kastı dini kötülemek olanlara Allahu Teala’nın
lanet etmesi caiz olduğu gibi, kastı başka olanlara başkalarının lanet etmesi
de caizdir.
Lanet eden kişi yaratılanlardan ise, beddua anlamında olabilir veya
Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmış olmaları manasına da gelebilir. Aynen,
kişinin karısına zina suçu isnad ettiği zaman, aralarında lanetleşmenin olması
gibi. Ki bu lanetleşmenin beşincisinde koca “yalan söylüyorsam bana lanet
olsun” der. Dolayısıyla, zina suçunu isnad ederken yalan söylemiş ise kendisine Allahu Teala’nın lanet etmesi için dua eder.” 319
Dinlerini kötülemek maksadı olmaksızın herhangi bir Müslüman kadına genel manada iftira etmek konusunda ise, Allahu Teala şöyle buyurur:
“İffetli kadınlara zina isnadında bulunup, sonra (bunu ispat için) dört şahit
getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman
kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkardırlar. Ancak bundan sonra tevbe
edip ıslah olanlar müstesnadır. Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.” 320
Onlar, bu yaptıkları sebebi ile kafir değil, fasık olmuşlardır. Çünkü
sahih bir delil olmaksızın şehvet veya şüpheye binaen iffetli mü’min kadınlara iftira etmişlerdir. İftira etmelerinde dini kötülemek veya özelilikle Müslümanlara eziyet etmek yoktur. Bu nedenle Allahu Teala bunların cezasını
seksen değnek ve şahitliklerini iptal olarak belirlemiştir. Onların dünyada ve
318
33 Ahzab/57
Age: 51
320
24 Nur/4-5
319
148
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
ahirette lanete uğradıklarını belirtmemiştir. Ayrıca Allahu Teala izah ettiğimiz
bu iki tür iftira arasında ayırım yaparak, iftiranın bu türü için tevbeden söz
ettiği halde, diğeri için, suçun büyüklüğünü belirtmek maksadı ile tevbeden
söz etmemiştir. İbn-i Teymiye Rahimehullah, buradan, Rasulullah’a Sallallahu
Aleyhi ve Sellem söven kişinin, kendisine istitabe uygulanmadan öldürülmesi
gerektiği sonucunu çıkarmaktadır. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, ifk
olayı üzerine “Aileme eziyet eden kişi hakkında, beni kim mazur görür?”
demesi ve Sad bin Muaz’ın “Ben seni mazur görürüm. Bu kişi Evs’ten de
olsa boynu vurulsun” diye cevap vermesini aktardıktan sonra, iki tür iftira
arasındaki farkı belirterek şöyle der:
“Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem bu sözüne kimsenin karşı
çıkmaması, Peygambere eziyet ve hakaret eden kişinin boynunun vurulmasının caiz olduğunu gösterir. 321 İbn-i Ubey ve benzerleri, Aişe’den Radıyallahu
Anha bu şekilde sözederken Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem eziyet
etmek, hakaret etmek, karalamak ve lekelemek istiyorlardı. Bu nedenle
sahabe, Rasulullah’dan Sallallahu Aleyhi ve Sellem onun öldürülmesi konusunda izin istediler. Ancak Hassan, Mistah ve Hamne böyle değildi. Bunlar
Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem eziyet, hakaret veya karalamayı amaçlamamış ve buna delalet eden bir şey de söylememişlerdir. Bu nedenle
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem sadece İbn-i Ubey’in özür dilemesini
istemiş, onun hakkında insanlara hitap etmişti.” 322
Es-Subki de bu konudan sözederek şöyle der: “Eziyet vermenin iki
türü vardır:
Birinci türde kişi, Peygambere eziyet vermeyi amaçlamıştır. Şüphesiz
bu, o kişinin öldürülmesini gerektirir. İfk olayında Abdullah bin Ubey’in
verdiği eziyet bu türdendir.
İkincisinde ise kişi, Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem eziyet vermeyi kastetmemiştir. İfk olayında Hassan, Mistah ve Hamne’nin yaptığı gibi.
Bu, sahibinin öldürülmesini gerektirmez. Yapılan eziyetin, birinci türden
olması için, mutlaka bunun kastedilmiş olmasının gerektiğinin delili, Allahu
321
İbn-i Hacer el-Heytemi şöyle der: “Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Aişe’ye
Radıyallahu Anha iftira edenleri öldürmemesi, bu yaptıklarının ayetler inmeden önce gerçekleşmiş olması sebebiyledir. Bu nedenle onların bu yaptıkları, Kur’an’ı yalanmayı içermemektedir. Zaten bu hüküm, ayetin nüzulünden sonra gelmiştir. Dolayısıyla hüküm öncesini
kapsamamıştır.” Es-Savaiku’l-Muhrika, 216. İbn-i Teymiye’nin bu konu ile ilgili olarak başka
cevapları da vardır. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem değişik yerlerde münafıkları
cezalandırmaması ve öldürmemesinin sebeplerinden söz ederken, bu konuya değinmiştir.
Bkz: Es-Saremu’l-Meslul, 178, 179, 189, 220, 223, 237, 359 ve diğer sayfalar.
322
Es-Sarimu’l-Meslul, 180
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯149
⎯⎯
Teala’nın “Çünkü bu hareketiniz Peygambere eziyet veriyor..” 323 ayetidir.
Bu ayet, sahabeden olan salih insanlar hakkında inmiştir. Ayetteki bu eziyet,
küfrü gerektirmemektedir. Her masiyet eziyet verir, ancak her eziyet küfür
değildir. Bu nedenle hüküm vermeden önce eziyetin türünü tespit etmek
gerekir.” 324
Dininden, İslam’ından, Tevhid’inden ve tağutları red etmesinden dolayı Müslümanla savaşmak veya onu öldürmek ile, dünyevi bir husumetten
dolayı savaşmak veya öldürmek arasındaki fark da bu şekildedir. Birincisi,
sahibini dinden çıkaran bir küfürdür. İkincisi ise, büyük günahlardan birisidir.
Bu ikisini karıştırmak ve eşit görmek helal değildir. Bu konuda İbn-i Teymiye
şöyle der:
“Kim, Hristiyanların din sebebiyle Müslümanlarla savaştığı gibi, İslam
dininden dolayı Müslümanı öldürürse, anlaşmalı olan kafirden daha şerli bir
kafir olur. Bunun durumu, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve ashabıyla
savaşan kafirlerin durumu ile aynıdır. Ebedi cehennemlik olan diğer kafirler
de olduğu gibi, bunlar da ebedi cehennemliktir.
Ancak kişinin bir Müslümanı öldürmesi mal veya husumette binaen
olan haram türünden ise, büyük günah işlemiş olur ve Ehl-i Sünnet ve
Cemaat’e göre sırf bundan dolayı kafir olmaz. Böyle işlerden dolayı ancak
Hariciler tekfir ederler. Fasık Müslümanların ebedi cehennemlik olduğunu
söyleyen Mutezile’nin aksine, Ehl-i Sünnet’e göre Tevhid ehli kişiler ebedi
cehennemlik olmazlar. Hariciler kendi görüşleri için Allahu Teala’nın şu
ayetini delil gösterirler: “Kim bir mü’mini kasten öldürürse cezası, içinde
ebediyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazabetmiş, ona lanet etmiş ve
onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” 325
Onlar, bu ayetin, bir Müslümanı imanı üzere kasten öldürmeye hamledileceğini söylerler. İnsanların çoğu ise ayeti buna hamletmemiş ve şöyle
demişlerdir; “Bu mutlak bir tehdittir. Allahu Teala’nın şu ayeti ile tefsir edilir:
“Şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar.” 326 ” 327
Bu açıklama, Buhari’nin Abdullah bin Mes’ud’dan Radıyallahu Anhu
rivayet ettiği, “Müslümana hakaret etmek fasıklıktır, onu öldürmek ise küfürdür” hadisinin te’vili için de oldukça faydalıdır. Bu hadisteki küfrü, “Kim
323
33 Ahzab/53
Es-Subki, Fetava’s-Subki, 2/591-592
325
4 Nisa/93
326
4 Nisa/48
327
Mecmuu’l-Fetava, 34/88
324
150
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Müslüman kardeşine kafir derse ikisinden biri kafir olmuştur” hadisindeki
küfür siğası ile aynı şekilde te’vil etmişlerdir. Ve buradaki küfrün büyük küfür
manasına hamledilmesi için, kişi tarafından bu yaptığının helal kabul edilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Her iki açıklama bir araya getirildiğinde şöyle
denilebilir: Kim dini ve Tevhid’i için Müslümanla savaşırsa, kafir olur ve
dinden çıkar. Ancak dünyalık veya kişisel bir husumet sebebiyle savaşırsa,
iman nimetine karşı nankörlük etmiş olarak büyük bir günah işlemiş olur. Bu
durumunun kendisini küfre götürmesinden endişe edilir.
Tağutların, Tevhid’i gerçekleştirmek, insanları, şirk yasalarından ve
uydurma kanunlarından kurtarıp Allahu Teala’nın şeriatına çıkarmak ve
kullara kulluktan kurtarıp Allahu Teala’ya kul yapmak için çalışan muvahhid
Müslümanlara karşı açtıkları savaş, şüphesiz küfür türündendir. 328 Bunun
için tağutlara kim yardım ve destek verirse, muvahhidlere işkence yaparsa,
hapsederse veya onların başına felaketler gelmesini isterse, onlar hakkında
istihbarat yaparsa ve bunun için raporlar yazarsa, aynı hükmün kapsamında
olup kafirdir.
Ancak küfür olan bu tür ile, Müslümanlar arasında meydana gelen
düşmanlık, çatışma ve haksızlıkları birbirine karıştırmak caiz değildir. Allahu
Teala Müslümanlar arasındaki bu tür çatışmalar için şöyle buyurur: “Eğer
mü’minlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin...
Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve
Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.” 329
Bir takım insanlar aşırılığa kaçarak bu tür çatışmaları da küfür olan
çatışma kısmına dahil etmiş ve Müslüman kesimleri tekfir etmişlerdir. Bununla birlikte tefrite kaçan diğer kesim ise, tağutların muvahhidlerle savaşmasını,
onlara düşmanlık yapmasını, cihad ve davetlerine karşı mücadele etmesini,
Müslümanlardan iki taraf arasında meydana gelen çatışmalar kabilinden
sayarak, bu tağutları tekfir etmeye yanaşmamıştır. Halbuki hak olan yukarıda açıkladığımızdır.
Sonuç olarak; tekfirin sebepleri konusunda, dini veya dinin ehlini İslam’ından, Kur’an’ından ve şiarlarından dolayı kötülemek ile şahsi veya
dünyevi bazı sebeplere binaen bir Müslümanın şahsiyetini kötülemek arasında ayırım yapmak gerekir. Bu ölçü gözönünde bulundurularak sadece, dini
kötüleme türünden olan ve yapanı küfürde önder kılan uygulamalardan
dolayı insanları tekfir etmek gerekir. Allahu Teala şöyle buyurur: “Eğer
328
Onların, Müslümanlara yönelttikleri suçlamaların başında, kendi düzenlerini, İslami düzene
çevirmek için çalışan terörist bir örgüt oldukları suçlaması gelmektedir. Bu sözleri, burada
söylediğimizin en açık delilidir.
329
49 Hucurat/9-10
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯151
⎯⎯
anlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininizi kötülerlerse, küfrün
önderlerine karşı savaşın. Çünkü onların yemin (diye bir şeyleri) yoktur.
(Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.” 330
Bu iki türü birbirine karıştırmamak gerekir. Aksi halde ölçüler bozulur
ve şeriatın hükümleri kişilerin heva ve heveslerine karışır. Şahıslarına yöneltilen oklardan korunmak için şeriatı kendilerine kalkan yapan, sapma ve
yanlışlarına yöneltilen eleştirileri İslam’a yapılmış gibi algılayan ve öyle
gösteren niceleri bulunmaktadır. Bunu da sırf hasımlarını tekfir edebilmek
için yaparlar. Bununla dine karşı cinayet işlerler, bu cinayetleriyle halkı
çıkmaza sokarlar ve hevalarını hak ile karıştırırlar.
Şüphesiz Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem hidayet yolunda
öğüt alan herkese nice ibretler vardır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem,
kişisel düşmanlıkların ve nefsi arzuların dine karıştırılmasından sakındırırdı.
Münafıkların batında kafir olduklarını bildiği halde, Allahu Teala’nın açık
hükümle bildirdiği, alay etme konusu dışında, dünya hükümleri bakımından
onları tekfir etmemiştir. Onları ne tekfir etti, ne sözlerinden dolayı cezalandırdı ve ne de şahitlikleriyle ispatın tam gerçekleşmediği çocuklar veya tek
kişilerin tanıklığıyla onların aleyhine hüküm vermedi. Bu ise onları kişisel
amaçlar ve kinler sebebiyle öldürdüğünün iddia edilmesini istememesi ve
insanlar için din işlerinin karışmasından korktuğu içindir.
Kadı Iyad şöyle der: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, münafıkları, yaptıkları ve içlerinde gizledikleri nifakları sebebiyle öldürseydi, nefret
ettirenin eline koz verir, bilmeyenler şüphe içine düşer, yüz çeviren inatçılar
dedikodu yayar ve bir çok kişi, İslam’a girmekten, Rasulullah’ın Sallallahu
Aleyhi ve Sellem ashabı olmaktan uzak dururdu. Zalim düşman ve fitneci
insanlar, onları sadece aradaki düşmanlık sebebiyle ve intikam amacıyla
öldürdüğünü sanırdı. Bu söylediklerimin Malik bin Enes’e Rahimehullah
dayandırıldığını gördüm. Bu nedenledir ki Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve
Sellem şöyle buyurmuştur: “İnsanlar Muhammed ashabını öldürüyor demesinler.” 331 ” İbn-i Teymiye’nin, “Es-Sarimu’l-Meslul” isimli eserinin 237.
sayfasında buna benzer bir açıklaması bulunmaktadır.
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem davetindeki açıklık ve netlik
üzerinde gereğince düşünmek gerekir. Nefislerin arzu ve heveslerinin din
işlerine karıştığı günümüzde, insanların çoğu bu meseleyi, kendilerine ve
hatalarına yönelen oklardan korunmak için bir kalkan olarak kullanmaktadır.
330
331
9 Tevbe/12
Eş-Şifa, 2/227
152
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
-33SIRF MÜRCİE CEMAATLARINA MENSUP OLDUKLARI
İÇİN MUHALİF KİŞİLERİ TEKFİR ETMEK
Tekfirde yapılan çirkin hatalardan biri de, sırf Mürcie cemaatlarına
mensup oldukları için muhalif kişileri tekfir etmektir. Vermiş oldukları hükümlerini şeriatın ölçülerine göre belirlemeyen hamaset sahibi birtakım
kişiler, günümüzde, tağutları veya onların destekçileri olan askerleri tekfir
etme konusunda kendileri ile muhalif konumda olan bütün Mürcie cemaatlerini genel olarak tekfir etmektedirler.
Bu kişiler şöyle derler: “Mürcie’den olan falan cemaat, Allahu
Teala’nın dininde değildir veya İslam’ın şemsiyesi altında değildir.” Bu
hamasi hükümleri hakkında açıklama yapmalarını istediğiniz zaman, o
cemaatin bütün fertlerini tekfir etmeyi kastettiklerini görürsünüz. Delil sorduğunuz zaman ise, o cemaatin temsilci veya liderlerinin tağutlara yaranmak
için söylediklerini veya onlarla yaptıkları tartışmada kullandıkları bazı ifadelerini aktarırlar.
Bilindiği gibi mücerred olarak bu ifadeler, kişinin tekfir edilmesi için
yeterli değildir. Özellikle bu kişi, tekfirin engellerinden birinin bulunması
sebebiyle veya nassları anlamadaki zayıflıktan dolayı veya onların şehadet
kelimesini söylemeleri ya da namaz kılmalarını görüp aldanmasından dolayı
bu tağutları veya destekçilerini tekfir etmiyorsa, bu gerekçeler o kişinin tekfiri
için yeterli olmaz. Bu tağutların veya destekçilerinin tekfiri konusunda tevakkuf eden kişi, Üsame hadisine binaen, şehadet kelimesini söyleyen birini
öldürdüğü için Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem onu kınamasını veya
şehadet kelimesinin faziletleriyle ilgili Bitaka hadisini ya da canın ve malın
dokunulmazlığını İslam’ın bazı hususiyetlerine bağlayan başka rivayetleri
hatırlamış ve bu nasslar kendisinde probleme sebep olmuş olabilir. 332
Durum bu olup kendisinde ayrıca başka bir küfür sebebinin bulunmadığı bir kişinin tekfiri için bunlar yeterli değildir. Özellikle tekfir edilip
edilmemeleri konusunda ihtilaf edilen bu tağut ve onların destekçilerinin
çoğu, İslam’dan beri olduklarını açıkça söylememekte, namaz kılmakta,
332
Bu ve benzeri şüphelere cevap için şu kitaplarımıza bakınız: “İmtau’n-Nazar fi Keşfi
Şubuhati Mürcieti’l-Asr”, “Şubuhatu’l-Mucadilin an Asakiri’ş-Şirki ve Ensari’l-Kavanin”
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯153
⎯⎯
hacca gitmekte ve şehadet kelimelerini ikrar etmektedirler. Onların bu durumu, bir çok insan için, onların tekfirleri konusunda probleme sebep olmaktadır. Dolayısıyla bunların küfrü, İslam’dan ayrılıp başka bir dine geçtiğini
açıkça söyleyen mürtedin küfrü gibi veya avamdan hiçbir Müslümanın
tekfirleri konusunda tevakkuf ettiğini görmediğimiz Hristiyanların küfrü gibi
açık değildir. Bu nedenle bunların durumu, açıklamaya muhtaçtır.
Hatta bu mesele, bir çok faziletli kişiler için bile müşkil olmuştur. Mesela Ebu Bekir Radıyallahu Anhu, İslam ile ilişkilerini kesmeyip sadece zekat
vermeyi red eden mürtedler ile savaşmaya karar verdiğinde, Ömer İbnu’lHattab Radıyallahu Anhu buna karşı çıkmış ve “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve
Sellem: “İnsanlar La İlahe İllallah deyinceye kadar onlarla savaşmaya
emrolundum. Bunu söylediler mi, benden mallarını ve nefislerini korurlar.
(İslam’ın) hakkı hariç artık hesapları da Allah’a kalmıştır” demiş iken, sen
nasıl insanlarla savaşırsın?” dedi. Ebu Bekir Radıyallahu Anhu: “Allah’a yemin
olsun, namazla zekatın arasını ayıranlarla savaşacağım. Zira zekat, malın
hakkıdır. Vallahi, Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem vermekte oldukları
bir oğlağı vermekten vazgeçseler, onu almak için onlarla savaşacağım” dedi.
Ömer sonradan demiştir ki: “Allah'a yemin ederim, anladım ki, Ebu Bekir'in
bu görüşü, Allah'ın savaş meselesinde ona ilhamından başka bir şey değildi.
İyice anladım ki, bu karar hakmış.” 333
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, hakkında “Sizden önceki
ümmetlerde muhaddesler (yani ilhama mazhar olanlar) vardı. Eğer ümmetimde bunlardan biri varsa o da Ömer'dir” 334 buyurduğu Ömer İbnu’l-Hattab
Radıyallahu Anhu için bile bu mesele müşkil olmuş ise, başkaları için nasıl
olmasın!
Rasulullah’tan Sallallahu Aleyhi ve Sellem sonra ümmetin en takvalısı
Allahu Teala’nın dini konusunda hassas durumda olan Ebu Bekr
Radıyallahu Anhu, sözkonusu mürtedler ile savaşma konusunda tevakkuf ettiği
ve kendisiyle tartıştığı için Ömer’i tekfir etmemiştir. Çünkü onun bu itirazı,
şüphe sebebiyle olmuştur. Şehadet kelimesini söyledikleri için Müslümanlar
olduklarına ve hem mal hem de canlarının bundan dolayı dokunulmaz
olduğuna inanıyordu. Ebu Bekir Radıyallahu Anhu, ona, zekatın malın hakkı
olduğunu ve namazla beraber zekatın da şehadet kelimesinin hukukundan
olduğunu açılayarak ona delil göstermiştir. Ebu Bekir bunları söylerken,
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem şu hadisine işaret etmiştir: “Allah’tan
başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun rasulü olduğuna şehadet
ve
333
Buhari ve Müslim
Buhari ve Müslim. Yani peygamber olmadıkları halde hakka isabet eden kişiler anlamındadır.
334
154
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
edinceye, namazı kılıp, zekatı verinceye kadar insanlarla savaşmakla
emrolundum. Bunu söylediler mi, benden mallarını ve nefislerini korurlar.
(İslam’ın) hakkı hariç artık hesapları da Allah’a kalmıştır.” 335 Ebu Bekir
Radıyallahu Anhu, ona namaz ve zekat ibadetlerini yerine getirmeyi insanlar
kabul edinceye kadar savaşın süreceğini belirtmiştir. Nitekim Allahu Teala
şöyle buyurur: Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekatı da verirlerse
artık yollarını serbest bırakın. Doğrusu Allah bağışlayan ve merhamet edendir.” 336 Böylece Ömer’in müşkilesini gidermiştir. Kendisine bir konu müşkil
gelen herkese karşı yapılması gereken uygulama budur.
Bu türden bir konunun kendisine müşkil gelmesi sebebi ile, tağutları
ve destekçilerini tekfir etmede bize muhalefet edip tartışan kişiyi tekfir etmek
caiz değil ise, bu meselede sadece hocalarının söylediğini taklid eden öğrenci
veya tabileri tekfir etmemek evleviyatla geçerli olur. Allahu Teala şöyle
buyurur: “Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez” 337 Bir hadiste şöyle
geçmektedir: “Herkesin günahı kendisini bağlar.” 338 Bu cemaatlar içerisinde
olup, bu tür uygunsuz davranışlardan hoşnut olmayan, hatta açıkça karşı
çıkan niceleri vardır. Yine bu cemaatlerin bazı mensupları ise içerden ıslah
etmeye çalışma iddiası ile oralarla bulunmaktadır.
Bu cemaatlerin yapısını ve durumunu bilen herkes, onların saflarında
bazı ihlaslı gençlerin olduğunu da bilir. Bu gençler hakkı araştırmaktadırlar.
Onların, bu cemaatların hakikatini anlamaları ve bazı sapmalarını görmeleri
için bazı aşamalardan geçmeleri gerekmektedir. Gördüğümüz kadarıyla
bunu da birçokları başarmakta ve o cemaatların saflarından ayrılmakta veya
cemaat tarafından dışlanmaktadırlar. Hatta bugün Tevhid’e çağıran birçok
kişi, bu cemaatların saflarında yola başlamışlardır. Daha sonra Allahu Teala
onları, bazı sapmaları görmeye muvaffak etmiş ve onlar da Allahu Teala’nın
indirdiği ve peygamberlerin bildirdiği davete sarılmışlardır. Allahu Teala
şöyle buyurur: “Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza
eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, iyi davrananlarla beraberdir.” 339 Kişi
dinde basireti bir çırpıda kazanamaz. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem
şöyle buyurur: “İlim, öğrenme ile ve yumuşak huyluluk da yumuşak davranma ile olur. Kim hayrı araştırırsa bulur, kim de kötülükten sakınırsa korunur.” Dolayısıyla bu iş zaman alır ve gayret ister. Allahu Teala şöyle buyurur:
335
Buhari ve Müslim
9 Tevbe/5
337
6 En’am/164
338
Tirmizi ve başkaları rivayet etmiştir.
339
29 Ankebut/69
336
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯155
⎯⎯
“Önceden siz de böyle iken Allah size lutfetti; o halde iyi anlayıp dinleyin.
Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” 340
Bu nedenle pek çok yerde söyledik ve söylemeye devam edeceğiz;
bazı nassları yeterince anlayamamaları veya bu tağutları ve askerlerini tekfir
eden şer’i nassları bilmemeleri veya onların işledikleri küfürlerden habersiz
olmaları sebebiyle tağutları ve destekçilerini tekfir etmede tevakkuf eden
muhalifleri, bu şüphelerinden dolayı veya sırf bize muhalefet ettikleri için biz
tekfir etmiyoruz. Yeter ki onların bize muhalefeti isim ve lafızlar üzerinde
olsun ve bu sözleri onları, küfrü hoş görmeye, mübah saymaya veya küfre
davet etmeye kadar götürmesin. Çünkü böyle şeyler kişinin kafir olmasına
sebep olur. Bu sınırda kaldıkları sürece sırf bize muhalefetlerinden dolayı
onları tekfir etmiyoruz. Nitekim selef de Ehl-i Sünnet ile ihtilafı mücerred
olarak lafızlar üzerinde olan mürcie fırkasının mensuplarını tekfir etmemiştir.
İbn-i Teymiye Rahimehullah, İmam Ahmed’den naklederek şöyle der:
“Kendisinden aktarılanlardan anlaşılmaktadır ki o, Mürcieyi tekfir etmemektedir. Onların bid’atı, fakihlerin furu’dan olan meselelerde ihtilaf etmeleri
türündendir. Söylediklerinin çoğu üzerindeki ihtilaf, isim ve lafızlar ile ilgilidir.
Bu nedenle onların meselelerinden bahsedilen bölüme, “İsimler Babı” adı
verilir. Bu ise fakihlerin kendi aralarında tartıştığı meselelerdendir. Ancak
bununla birlikte dinin aslı ile ilgilidir. Bu nedenle bu konuda tartışan kişi
bid’atçı sayılmıştır.” 341 Bundan maksadı, fukahatu’l-mürcie’dir.
Başka bir yerde şöyle der: “Bu tutumlarından dolayı bir topluluk
fukahatu’l-mürcie’den sayılmıştır. Halbuki bunlar ilim ve diyanet ehlidir. Bu
nedenle seleften hiç kimse, fukahatu’l-mürcie’den olan kimseyi tekfir etmemiştir. Aksine bunu akide konusunda değil, söz ve fiillerde olan bir bid’at
olarak saymışlardır. Bu konular üzerinde anlaşmazlığın çoğu lafızlar üzerindedir. Şüphesiz Kur’an ve Sünnet’e mutabık olan lafız doğrudur. Hiçbir
kimsenin Allah ve Rasulü’nün söylediğinin aksini söylemeye hakkı yoktur.
Ancak bu ihtilaflar, kelamcılardan olan Mürcie’nin ve başkalarının bid’at ve
fasıklıklarının girdiği bir kapı olmuş ve lafızlar üzerindeki bu hata, akide ve
amellerde meydana gelen hataların sebebi olmuştur.” 342
Fukahatu’l-mürcie’den olanların, isim ve tarifler üzerinde meydana
gelen lafzi ihtilafları ile akide ve amelde sapmalara yol açabilecek ihtilaflar
arasındaki farkı anlamak için bu açıklamalara dikkat etmek gerekir. Bu açık
ve bilinen bir meseledir. Mürcienin tümü, selefin mazur gördüğü kısımdan
340
4 Nisa/94
Mecmuu’l-Fetava, 12/260
342
Mecmuu’l-Fetava, 7/246
341
156
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
değildir. Bilakis irca’, kimilerini Cehmiyyeliğe kadar götürmüşür. Bunlar
tekfir sebeplerini tümden lağvetmişler ve sadece kalp ile yapılan inkarla
sınırlandırmışlardır. Kimilerini de bu anlayış farzları terketmeye, terketmeyi
normal görmeye, küfrü normal saymaya veya küfre girmeyi basit görmeye
kadar götürmüştür. Çağımızın Mürciesinde bu durum, ilk dönem
Mürciesinde olduğundan çok daha açıktır.
Bu nedenle İbn-i Teymiye Rahimehullah, bid’atları, fukahatu’lmürcie’den olanların bid’atı türünden olup “muktesidetu’l-mürcie” adını
verdiği kısım ile, ahiretteki cezayı inkar eden ve nassların hakikatte olmayan
şeyler ile insanları korkuttuğunu iddia eden “ğulatu’l- mürcie” arasında
ayırım yaparak şöyle der:
“Muktesidetu’l-mürcie’nin bid’atlarının, fukahatu’l-mürcie’den olanların bid’atları türünden olduğu ve içerisinde küfür olmadığı konusunda
imamların ittifakı bulunmaktadır. Ashabımızdan, onları küfre götüren
bid’atları işleyenler kapsamında görenler yanılmaktadırlar. Bunu söylemelerinin sebebi, söz ve amelleri imandan saymamalarıdır. Bu ise, bir vacibi
terketmektir. Ancak ahirette azabı inkar eden ve nassların ahirette hakikatte
olmayan şeyler ile tehdit ettiğini iddia eden aşırı mürcie’nin söylediği ise, çok
büyük bir şeydir..” 343 Zehebi’nin, lafızlar konusunda fukahatu’l-mürcie ile,
Tevhid’in bulunması halinde farzları terketmenin kişiye zarar vermeyeceğini
söyleyen kafir mürcie arasında yapmış olduğu ayırımı da bu şekildedir. 344
Bu ayırım çok önemlidir. Bu nedenle diyoruz ki, günümüzde
Cehmiyye çömezlerinin iman lafızları ve tanımları konusunda Ehl-i Sünnet
ile muvafık olmaları ancak bununla birlikte Tevhid ve onun sağlam temellerindeki muhalefetleri, demokrasi ve benzeri yaldızlı isimlerle anılan şirki
normal görmeleri ve tağutları savunmaları, beşeri kanun ve anayasaları
şeriata aykırı olmadıklarını veya insan haklarını korudukları iddiasıyla normal görmeleri ile fukahatu’l-mürcie’den olanları eşit görmek hiçbir şekilde
caiz değildir. Mazur gördüğümüz ve fukahatu’l-mürcie’den saydığımız kişiler,
nassları anlama konusundaki zayıflıkları veya tekfirin engellerinden bazılarının bulunduğunu şüphesi sebebiyle tağutları ve destekçilerini tekfir etmede
tevakkuf eden kişilerdir. Ancak bu şüphelerinin kendilerini, açık olan küfrü
normal görmeye, açık şirkin caiz olduğunu veya iyi olduğunu veya yararlı
olduğunu söylemeye veya şirk sayılan şeylerden herhangi birini işlemeye
götürmemesi gerekir. Bizim tenbih ettiğimiz şey, bu iki kısmı birbirine karıştırmamanın ve kişilere söylemediklerini söyletmemenin gerekliliği konusundadır.
343
344
Mecmuu’l-Fetava, 20/60
Siyeru Alami’n-Nubela, 5/235
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯157
⎯⎯
Bunları söylerken, selef alimlerinin fukahatu’l-mürcieyi şiddetle eleştirdiklerini ve onları bid’atçı saydıklarını da bilmekteyim. Çünkü onların
bid’atları, kelamcıların bid’atlarına kapı açmış ve fasıklığın meydana gelmesine zemin hazırlamıştır. Lafızlar üzerindeki bu basit hata, akide ve amellerde
büyük hataların yapılmasına sebep olmuştur.
Günümüzde tağutların ve destekçilerinin tekfiri konusunda tartışma
yapan mürcie çömezlerinin durumu da bu şekildedir. Onlar, açıkça şirki
savunmamakta ve riddeti hoş görmemektedirler. Ancak yukarıda belirttiğimiz
bazı şüphelerden dolayı iman ve küfür isimlerinde ihtilaf etmektedirler. Ne
var ki bu ihtilafları, mensuplarından olan bazılarının şirki basit görmelerine,
tağutları veli edinmelerine ve küfre götüren birtakım sebepler hakkında
gevşek davranmalarına yol açmıştır.
Ancak, tekfir hükmünün açık olan sebeplere bina edilmesi zarureti ve
dolaylı yönlerden tekfirin doğru olmaması sebebi ile, küfrü açıkça savunmadıkları veya küfre yada ona götüren sebeplerin mübahlığına dair fetva vermedikleri sürece, kimseyi tekfir etmiyoruz. Onların durumu, fukahatu’lmürcie’den olanların durumu ile aynı kaldığı sürece, onları tekfir etmeme ve
sadece cahillik veya bid’atçılık ile nitelemekle yetinme konusunda selefin
yolunu izleyeceğiz. İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah şu sözleri, bu kişiler ile
ilgili olarak anlaşılmalıdır:
“Selef ve imamlar, mürcie, imamlarını peygamberlerden üstün gören
Şia ve benzerlerinin tekfir edilmeyeceği konusunda ihtilaf etmemişlerdir.
Ancak imamların ashabından, onlara aykırı olarak, bütün bid’at ehlinin tekfir
edilmesi gerektiğini söyleyenler vardır. Hatta bazıları bunların ve başkalarının
ebedi cehennemlik olduğunu söylemiştir. Halbuki bu hem kendi mezhebi ve
hem de şeriat açısından büyük bir hatadır.” 345
İbn-i Teymiye Rahimehullah, fukuhatu’l-mürcie ve onların bid’atları
hakkındaki sözlerinden sonra şöyle der: “Selef, onların inkar ettikleri ve
ortaya koydukları bid’atları konusunda şiddetli davrandı. Ancak bunları tekfir
eden birinin olduğunu bilmiyorum. Aksine bu yaptıklarından dolayı tekfir
edilmeyecekleri konusunda ittifak etmişlerdir. Ahmed ve diğer imamlardan
da, Mürcienin bu kesimini tekfir etmedikleri nakledilmiştir. Ahmed veya
diğer imamlardan, bunların tekfir edildiğini veya bid’atlarının onları küfre
götürdüğünü söylediklerini nakleden, büyük bir hata işlemiş olur.” 346
Sonuç olarak; bu gün Mürcie çömezleri, tağutları veya destekçilerini
tekfir etmede muhalif durumdadırlar. Çünkü, onlar hakkında tekfirin bazı
345
346
Mecmuu’l-Fetava, 3/219
Mecmuu’l-Fetava, 7/311
158
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
engellerinin bulunduğunu zannediyorlar veya şeriatın nasslarını anlamamalarından kaynaklanan bazı şüpheler taşıyorlar. Biz, bu anlayışlarının, küfür
kanunlarını koruma ve destekleme veya kanunlaştırılmasında rol almaya,
onlara saygı gösterme ve bağlı kalma konusunda yemin etmeye, kanunların
kölelerini destekleme ve onların güçlenmelerine yardımcı olmaya, muvahhid
Müslümanlara karşı mücadelede tağutları ve askerlerini desteklemeye veya
bu saydıklarımızdan herhangi birini normal görmeye ya da işlenmesinin
mübah olduğuna dair fetva vermeye 347 kendilerini götürmediği sürece, onları
tekfir etmiyoruz. Çünkü bu saydıklarımız, haklarında cehalet özrünün geçerli
olmadığı açık küfür sebeplerindendir.
İmamlar, tekfir ve cezalar konusundan söz ederken bid’atının farkında olan ve ona davet eden ile, cahil bid’at ehli arasında ayırım yapmışlardır.
İmam Ahmed gibi alimler bid’atının bilincinde olan ve ona davet eden
kişinin rivayetini ve şahitliğini kabul etmeyi ve onun arkasında namaz kılmayı yasaklamışlarken, bid’atının farkında olmayan mukallit cahil için bunu
söylememişlerdir. 348
Kûsec, İmam Ahmed’e “Mürcie’den olup kendi görüşlerini davet
eden kişi de böyle midir?” diye sorduğunu ve bunun üzerine İmam
Ahmed’in şu cevabı verdiğini aktarır: “Evet, o da bunlardan uzak tutulur ve
kendisinden uzak durulur.” 349
Bu görüşler, fukahatu’l-mürcie’den olanlar hakkındadır. Günümüzde
tecehhüm ve İrca’nın, şirki ve müşrikleri desteklemeye, riddeti makul görmeye ve dinden çıkmayı normal karşılamaya kadar sürüklediği kişileri görselerdi
acaba ne derlerdi?
Bazıları bizim bu şekilde ayırım yapmamızı hoş görmemiş, sadece
tağutlar ve onların destekçilerinin hükmü konusunda hata eden ve bize
muhalif olanları özürlü olarak kabul etmemiz ile bu hatalarına ilaveten kendilerini küfre sokacak başka bir sebep işleyeni özürlü olarak kabul etmememizi
tuhaf karşılamışlardır.
Halbuki biz inanıyoruz ki bu ikisi arasındaki fark açık ve net olup şeriatın usül ve kurallarına uygundur. “Kafiri tekfir etmeyen kafirdir” kuralı ilgili
olarak yukarıda aktardığımız sözlerimizde, hakkında tekfirin engellerinden
347
Bakınız: İlamu’l-Muvakkıin, 3/188-189. Selef alimlerinin, boşamayı reddeden kocasından,
kesin talakla boş sayılması için geçici olarak riddet etmesi konusunda Müslüman bir kadına
fetva veren kişileri tekfir ettikleri belirtilmektedir.
348
Bakınız, İbnu’l-Kayyim, Et-Turuku’l-Hukmiyye fi’s-Siyaseti’ş-Şeriyye, onaltıncı bölüm,
“Fasığın şahitliğiyle karar verme” bölümü, 232 ve diğer sayfalar, Mektebetu’l-Medeni, Cidde
349
İlamu’l-Muvakkıin, 4/168
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯159
⎯⎯
birinin varlığına inanması veya zihninde bazı delillerin çelişmesi veya bazı
nasslar konusundaki cehaleti ya da bazı şüphelerinin olması sebebiyle kafiri
tekfir etmede tevakkuf eden kişinin mazur sayıldığını belirtmiştik. Dolayısıyla
Mürcieden olan bu kişilerin, tağutları ve destekçilerini tekfir etmede tevakkuf
etmeleri bu türden olduğuna göre ve şer’i delilleri yalanlama, tağutların
kanunlarını benimseme, onları savunma, dostlukta bulunma, muvahhidlere
karşı onları destekleme gibi açıkça küfür olan sebepler kabilinden olmadığına
göre acaba onlar hangi sebebe binaen tekfir edilsinler? Özellikle bizim ancak
söz veya emel olarak açık bir küfür sebebi bulunmadığı sürece insanları tekfir
etmediğimiz bilinmektedir.
Bazı nasslardan doğan şüphelerinin bulunması veya tekfirin engellerinden birinin bulunduğuna inanması veya bazı nassları bilmemesi ya da
alimlerin belirttiği buna benzer başka bir sebepten dolayı, Müslüman olduğunu iddia eden ve İslam’ın bazı şiarlarını yerine getiren kişilerden tekfir
ettiklerimiz hakkında, verilen bu küfür hükmü konusunda muhalif davranarak hata etmenin küfür sebeplerinden biri olduğuna dair şer’i delil nerededir?
Bu söylediklerimizi yadırgayan ve eleştiren hamaset sahibi kişiler buna dair delillerini ortaya koyarsa, hemen belirtelim ki, mutlaka dinleyeceğiz
ve delile uyacağız. Şeriatın delillerine uymaktan duyacağımız mutluluğu
başka hiçbir şeyden duymayız.
Ancak mücerred akılla karşı çıkıp yadırgamak tek başına yeterli değildir. Çünkü iman ve küfür risalet ile sabit olan hükümlerdir. Mü’min ve
kafir, akli deliller ile değil şer’i deliller ile birbirinden ayrılır. 350
Kadı Iyad, “Eş-Şifa” ismli eserinde “Küfür olan sözler nelerdir” başlığı
altında şunları söyler: “Bu bölümü tahkik etmenin ve bu konuda hüküm
vermenin ölçüsü, şer’i naslardır. Aklın, bu konuda yeri yoktur.” 351
İbn-i Teymiye şöyle der: “Küfür, şer’i bir hükümdür ve şeriatın sahibinden öğrenilir. Akıl ile sözün doğruluğu veya yanlışlığı anlaşılabilir. Ancak,
akla göre yanlış olan her şey, şeriatta küfür demek değildir. Bununla birlikte
akla göre doğru olan her şeyi bilmek de şeriatta gerekli değildir.” 352
İbnu’ş-Şât el-İşbili (723 hicri) şöyle der: “Ne olursa olsun bir işin küfür olması, akli işlerden değil, şeriatın işlerindendir. Şari’ bir şey hakkında
350
Bu sözler, İbn-i Teymiye’ye aittir. Bakınız: Mecmuu’l-Fetava, 3/204
Eş-Şifa, 2/282
352
İbn-i Teymiye, Derae Taarudi’l-Akli ve’n-Nakli, 1/242
351
160
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
küfür olduğunu söylemişse, o öyledir. Bu tanım ister haber kipi ile olsun,
ister dilek kipi ile olsun farketmez.” 353
İbnu’l-Kayyim “Nuniyye” kasidesinde şöyle der:
“Küfür, Allah ve Rasulü’nün hakkıdır, falanın söylemesiyle değil, nass ile
sabit olur.
Alemlerin Rabbi ve O’nun Rasul’ü kimi tekfir etmiş ise, işte o kafirdir.”
Muhammed bin İbrahim bin el-Vezir şöyle der: “Tekfir, sadece
sem’îdir ve aklın onda yeri yoktur. Küfrün delili, tartışmasız sadece sem’î
olandır.” 354
Ömer İbnu’l-Hattab’ın Radıyallahu Anhu şehadet kelimesini getirdikleri şüphesine binaen, mürtedler ve onlar ile savaşma konusunda tevakkuf
ettiği bilinmektedir. Ebu Bekir Radıyallahu Anhu bu konuda kendisi ile tartışmış, delilleri göstermiş ve şüphelerini gidermiştir. Ancak onu asla tekfir etmemiştir. Halbuki Müseylemetu’l-Kezzab’a yardım etmek veya İslam’ın bazı
hükümlerini yerine getirmeyi reddetmek gibi küfre götüren şüphelerden
birine sahip olma nedeni ile tekfir etmede hiçbir zaman tereddüt etmedi. Ebu
Bekir’in kendilerine karşı savaş açtığı mürtedler arasında, şer’i bir nass ile
delillendirdikleri şüpheleri sebebi ile zekat vermeyi red edenler de vardı. Bu
şüphelerine delil olarak şu ayeti gösteriyorlardı: “Onların mallarından sadaka
al ki, bununla onları temizleyesin, onların (sevaplarını) artırıp yüceltesin. Ve
onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir. Allah çok iyi işiten ve
iyi bilendir.” 355 Bu ayeti gerekçe göstererek, sadakanın Rasulullah’a
Sallallahu Aleyhi ve Sellem verilmesinin gerekli olduğunu, Rasulullah’ın
Sallallahu Aleyhi ve Sellem vefatından sonra başkasının sadaka alma hakkının
olmadığını söylemişlerdir.
İşte bunların durumu Ömer İbnu’l-Hattab için müşkil olmuş, ancak
Ebu Bekir onunla konuşarak bu şüphe ve müşkilini gidermiştir. Elbetteki
Ömer İbnu’l-Hattab’a müşkil olan, Müseyleme, Esved veya Seffah’nın durumu değildir. Bunun iyi bilinmesi gerekir. Çünkü o dönemdeki mürtedler üç
sınıftan oluşmaktaydı. 356
Buna rağmen onların bu durumu kendilerine bir fayda sağlamadı ve
Ebu Bekir Radıyallahu Anhu tarafından mazur kabul edilmediler. Çünkü zekat
353
Tehzibu’l-Furuk, 4/158-159
Muhammed bin İbrahim ibn-i el-Vezir (840 h), El-Avasım ve’l-Gavasım, 4/178-179’dan
özet olarak.
355
9 Tevbe/103
356
Şatıbi, El-İtisam, 2/385, Fethu’l-Bari, “Farzları kabul etmeyi red eden kişinin öldürülmesi”
bölümü.
354
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯161
⎯⎯
açık ve net olan bir meseledir. Ayrıca şüphe veya te’vil, açık bir küfre, şeriattan yüz çevirmeye ve düşman bir güce yahut kuvvete dayanmaya
sevkediyorsa, tekfire veya savaşmaya engel niteliğinde olmaz. Kişinin taşıdığı
şüphe, kendisini, muvahhidlere karşı savaşıp kanunların kullarından olan
mürtedleri ve yasalarını desteklemeye, onlara ve yasalarına sığınarak şeriattan yüz çevirmeye, küfür kanunlarını çıkarmayı normal saymaya, küfür
kanunlarıyla yargılanmayı caiz görmeye, onlara dostlukta bulunmaya, Allahu
Teala’nın izin vermediği şeyleri kanunlaştırmaya, bu kanunları destekleme ve
kollamaya sevkediyorsa, teheccümü, ircası ve şüphesi nedeniyle, küfrün açık
sebeplerini işlemiş olur. Biz, açık olan bu sebeplerden dolayı bu kişiyi tekfir
ederiz.
Ancak isim ve lafızlar üzerinde muhalefet ile yetinen kişilerin durumu
böyle değildir. Yukarıda tekrar tekrar sayılan şüphelerden biri sebebiyle
tağutları ve yardımcılarını tekfir etmeyen ve bilinen küfür sebeplerinden
birini işlemeyen kişiyi sırf bundan dolayı veya bazılarının belirttiği ancak
kendisinin kabullenmediği gereklerden dolayı tekfir etmek helal olmaz.
Kendileri bize iftira da etseler, söylemediğimiz sözleri söylemiş gibi de
gösterseler, bizi karalamak ve kötülemek için her yola da başvursalar, bundan dolayı kendilerini tekfir etmek bir yana, onların söylemediklerini söylemişler gibi göstermez ve hiçbir şekilde kendilerine iftira da etmeyiz. Çünkü
bütün bu yaptıkları, kendi sayfalarında bulacakları günah ve iftiradan başka
bir şey değildir. Allahu Teala’nın yanında bundan dolayı sorumlu olacaklardır.
Ey muvahhid kardeşim! Bütün bunlardan sonra yaptığımız açıklamaların usûle uygun olduğunu ve kötü olmadığını görmüyor musun? İmam
Şafii’nin şöyle dediği nakledilir: “Bid’at ehli birine muhalefet ettiğin zaman,
senin kafir olduğunu söyler. Ehl-i Sünnet'ten olan birine muhalefet ettiğin
zaman senin hata ettiğini söyler.”
İbn-i Teymiye Rahimehullah, İbnu’l-Bekri’ye verdiği bir cevabında
şöyle der: “Bu nedenle, ilim ve sünnet ehli, kendilerini tekfir etse bile, muhalefet eden kişiyi tekfir etmezdi. Çünkü küfür, şer’i bir hükümdür. Bu meselede kişinin, kendisine muhalefet edeni, misliyle cezalandırma hakkı yoktur.
Bu aynen kendisine iftira eden veya eşi ile zina eden kişiye, yaptığının aynısı
ile karşılık vermenin caiz olmaması gibidir. Zira kendisine iftira eden kişiye
iftira etmek ve eşi ile zina eden kişinin eşi ile zina etmek helal değildir. İftira
ve zina, Allahu Teala’nın haram kıldığı ve cezasını kendisinin belirlediği
162
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
meselelerdendir. Tekfir de böyledir ve Allahu Teala’nın hakkıdır. Ancak
Allah ve Rasulü’nün tekfir ettiği kişi tekfir edilir.” 357
“Bid’at ehlinin ayıplarından biri de birbirlerini tekfir etmeleridir. Sünnet ehlinin iyiliklerinden biri de birbirlerini tekfir etmek yerine, hata ettiklerini
söylemeleridir.” 358
İbn-i Teymiye yine şöyle der: “Hariciler, Ehl-i Sünnet'i tekfir ederler.
Mutezilenin çoğu da muhaliflerini tekfir ederler. 359 Rafızilerin çoğu da böyledir. Muhaliflerini tekfir etmeyenler ise, onları fasık sayarlar. Hevalarına uyarak hareket edenlerin çoğu bir görüş uydurur ve o görüşte kendilerine muhalefet edenleri tekfir ederler. Ehl-i Sünnet ise, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve
Sellem, Allahu Teala’dan getirdiği hakka uyar ve bu hak konusunda kendilerine muhalefet edenleri tekfir etmezler. Onlar hakkı herkesten daha iyi bilirler
ve insanlara karşı da herkesten daha merhametlidirler. Nitekim Allahu Teala
Müslümanları şöyle nitelemektedir: “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz.” 360 Ebu Hureyre Radıyallahu Anhu bu ayetin
anlamı hakkında şunu söyler: “İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı insanlarsınız.”” 361
Bu konuyu yine İbn-i Teymiye’nin şu sözleriyle bitirmek istiyorum:
“Ben bana muhalefet edenlerden hiç rahatsız olmuyorum. Tekfir ederek,
fasık sayarak, iftira ederek veya cahiliyye asabiyeti ile hareket ederek hakkımda Allahu Teala’nın koyduğu sınırları çiğneyen için ben, onun hakkında
Allahu Teala’nın sınırlarını çiğnemem. Aksine ben söylediğimi ve yaptığımı
ölçüye göre yapar, adalet terazisi ile tartar ve Allahu Teala’nın indirdiği,
insanlara hidayet yaptığı, ihtilaf ettikleri şeylerde hakem kıldığı Kitap’ına
uyması için çalışırım. Allahu Teala şöyle buyurur: “Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Rasulü’ne götürün.” 362 Senin hakkında
Allahu Teala’ya itaatsizlik eden kişiye yapacağın en büyük iyilik, onun hakkında Allahu Teala’ya itaat etmendir. Çünkü Allahu Teala şöyle buyurur:
“Şüphesiz Allah muttaki olanlarla beraberdir ve onlar ihsan sahibi kişiler-
357
İbn-i Teymiye, 257
Bu ve bundan önceki aktarılanlar, Ahmed bin İsa’nın, İbnu’l-Kayyim’in kasidesine yaptığı
şerhinden alınmıştır. Bkz: 2/406, 407. Yine bakınız: İbn-i Teymiye, Minhacu’s-Sunneti’nNebeviyye, 5/251
359
Abdulkahir el-Bağdadi, Usuluddin, 343’de Mutezilenin çoğunun muhaliflerini tekfir ettiğini,
hatta onları tekfir etmeyenleri de tekfir ettiklerini belirtmektedir.
360
3 Al-i İmran/110
361
Minhacu’s-Sunne, 5/158
362
4 Nisa/59
358
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯163
⎯⎯
dir.” 363 Başka bir ayette ise şöyle geçer: “Eğer sabreder ve Allah’tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir şekilde zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların
yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” 364
Bu aktardıklarımın tamamından sonra:
Tekfir konusunda, farklı cemaatler içerisinde olan kişilerin yaptıkları
ve bizzat gördüğüm, özellikle uyarıda bulunmak istediğim ve en fazla önem
verdiğim hatalar bu aktardıklarımdır. Bunlar benim bildiğim kadar tekfirde
yapılan en meşhur hatalardır. Oldukça yaygın olduklarını görmem sebebi ile
bu hataları teker teker işlemeye ve açıklamaya gayret ettim.
Elimden geldiği kadar bu davet ve mensupları için yararlı olmaya,
onlardan ifrat ve tefrite kaçanları, Allahu Teala’nın rızası, O’nun dini, Kitabı
ve Nebisi'nin Sallallahu Aleyhi ve Sellem sünneti için uyarmaya ve nasihat
etmeye çalıştım. İsabet ettiysem, Allahu Teala’nın bir lütfudur. Hamd ve
minnet O’nadır. O’ndan ihlas ve kabul dilerim. Yanıldıysam, bendendir.
Masum olduğumu söyleyip kendimi temize çıkarmıyorum. Yanılmaktan ve
ayağımın kaymasından Allahu Teala’ya sığınırım. Allahu Teala’dan, bu
çalışmadan dolayı, müçtehidlere vereceği ecirden beni de mahrum etmemesini ve beni, üzerinde ihtilaf ettiğim hakka hidayet etmesini dilerim. O dilediğini Sırat-ı Müstakim’e iletir.

363
364
16 Nahl/128
3 Al-i İmran/120)” (İbn-i Teymuyye, Mecmuu’l-Fetava, 3/155-156
164
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
HARİCİLERİN GENEL DURUMU VE ONLARIN
AKİDE VE MENHECLERİNDEN BERAATİMİZ
HARİCİLERİN DOĞUŞU VE EN ÖNEMLİ AKİDE VE
FIRKALARI
“Havaric”; taife anlamında olup, “Haricetün” kelimesinin çoğulu
olan bir isimdir. Bid’atçı ve sapık bir topluluktur. Hak dine, mü’minlerin
emirlerine yönelik yapılması gereken itaate ve Müslümanların en hayırlılarından olan kişilere karşı çıkışlarından dolayı bu isim ile anılmışlardır.
Bid’atlarının çıkışı, Ali bin Ebi Talip’in halifeliği dönemindedir. Kökleri ise,
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem dönemine dayanmaktadır. Buhari, Ebu
Said el-Hudri’den şöyle rivayet eder: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem
bir gün ganimet taksimi yaparken Temimoğullarından Zu’l-Huveysıra lakaplı
bir adam: ‘Ey Allah’ın Rasulü adil ol’ dedi. Rasulullah; ‘Yazıklar olsun sana.
Ben adil olmazsam kim adil olur’ buyurdu. Bunun üzerine Ömer İbnu’lHattab Radıyallahu Anhu; ‘Bana izin ver de şu adamın boynunu vurayım’
dedi. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: ‘Hayır. Onun bir
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯165
⎯⎯
takım arkadaşları vardır ki, sizden biriniz onların namazı yanında kendi
namazını, onların oruçları yanında kendi orucunu hakir görür. Onlar okun
avı delip çıktığı gibi dinden çıkarlar. Okun demirine bakılır, onda kan namına bir şey bulunmaz. Sonra okun ağaç kısmına bakılır, orada da bir şey
bulunmaz. Sonra okun yelesine bakılır, orada da bir şey bulunmaz. Ok, avın
işkenbesi içindeki şeylere ve kana girip çıkmış, fakat onlardan hiçbirşey oka
yapışıp kalmamıştır. Onlar insanlar arasında bir ayrılma olduğu zaman
ortaya çıkarlar. Onların alameti iki elinin birinde kadın memesi gibi yahut
öteye beriye gidip gelen bir et parçası gibi bir şey bulunan bir adamdır.”
Bu hadis, bu fırkanın köklerinin ve psikolojik dinamiklerinin
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanından beri mevcut olduğunu
belirtir. Ortaya çıkmaları ise, Ali bin Ebi Talip ile hasımları arasında tartışma
ve bölünme başladığı zaman oldu. Yani Osman bin Afvan’ın öldürülmesi ve
Müslümanlar arasında çatışmaların başlamasından sonra Cemel ve Sıffin
olaylarının bir ürünü olarak ortaya çıktılar. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve
Sellem, “Onlar insanlar arasında bir ayrılma olduğu zaman ortaya çıkarlar”
sözü, bu gerçeği tam olarak izah eder. Tarih, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve
Sellem söylediğinin aynısını bize bildirmektedir.
Bütün bu olayların başlangıcı şöyle olmuştur: Irak halkından bazı kesimler Osman’ın akrabalarından bazılarının uygulamalarını beğenmediler ve
bundan dolayı Osman’ı Radıyallahu Anhu eleştirdiler. Tilavet ve ibadet ile
fazla meşgul oldukları için bunlara “Kurra” adı verilirdi. Ne var ki bunlar
Kur’an’ı yanlış bir şekilde te’vil ederler, zühd, huşu ve başka şeylerde aşırılığa
kaçarak zorlaştırıcı davranırlardı. 365
Osman bin Afvan Radıyallahu Anhu öldürülünce, Ali bin Ebi Talip’in
imamlığını kabul ettiler ve onun yanında savaştılar. Aişe’nin, Talha ve
Zubeyr’in bulunduğu topluluk ise bunlara karşı savaştı. Bunlar Osman’ın
katillerinin yakalanmasını istiyordu. Savaşta Ali galip geldi. Talha ve Zubeyr
öldürüldü. Bunun üzerine “Kurra” diye adlandırılan bu insanlar, Osman’ın
ve ona tabi olanların kafir olduğunu söylediler.
Sonra Şam valisi olan Muaviye de Osman’ın katillerinin yakalanmasını istedi. Ali’nin o katilleri yakalamasına yardım etmesini istedi ve kendisine
bey’at etti. Ali ona, “İnsanların itaat ettiği gibi sen de itaat et, onları yakalayıp hak ile yargılayalım” dedi. Bu iş uzayınca Ali, Irak halkı ve Kurra ile
beraber Şam halkı ile savaşmak üzere çıktı.. Muaviye de onlarla savaşmak
üzere çıktı. İki taraf Sıffin’de karşılaştı. Aralarında savaş aylarca sürdü. Şam
365
Fethu’l-Bari, “Mürtedlere İstitabenin Uygulanması” kitabı, “İnkarcıların ve Haricilerin
Öldürülmesi” babı
166
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
ordusu yenilmek üzereydi. Mushafları mızrakların ucuna taktılar ve “Sizi
Allah’ın Kitabı'na çağırıyoruz” diye seslendiler. Ali savaşın devam etmesini
istiyordu. Başta Kurra olmak üzere taraftarlarından bir çok kişi din adına
savaşmayı bıraktılar ve Hakem işini kabul etmesi için ona baskı uyguladılar.
Allahu Teala’nın şu ayetini de delil gösterdiler: “Kendilerine Kitap'tan bir pay
verilenleri görmedin mi? Aralarında Allah'ın Kitabı hükmetsin diye çağrılıyorlar da, onlardan bir bölümü yüz çeviriyor. Onlar, işte böyle arka dönenlerdir.” 366
Ali’ye “Onlar bizi Allah’ın Kitabı'na çağırıyorlar, sen bizi kılıç sallamaya çağırıyorsun” dediler. Ali, onlara, “Ben Allah’ın Kitabı'nda olanları biliyorum 367 , Allah’ın hükmüne boyun eğmeleri için onlarla savaşıyorum, onlar
Allah’ın kendilerine emrettiğine itaatsizlik ettiler, ona verdikleri sözü
terkettiler ve Kitabı'nı arkalarına attılar” dedi.
Kurra’dan bir grup şöyle dedi: “Ey Ali! Kendisine çağrıldığın zaman
Allah’ın Kitabı'na icabet et, aksi halde seni düşmanın eline veririz veya İbn-i
Afvan’a yaptığımızı sana da yaparız. Osman, Allah’ın Kitabı ile hükmetme
konusunda bize diretti, biz de onu öldürdük. Vallahi ya kabul edersin veya
sana da aynı şeyi yaparız.” Bunun üzerine Ali şöyle dedi: “Benim, bunu
istemediğimi ve sizleri bundan nehyettiğimi unatmayın. Bununla birlikte bu
söylediklerinizi de unutmayın.” 368
Daha sonra bu konuda Şamlılar ile mektuplaştılar ve “Sizden bir hakem, bizden bir hakem olsun ve savaşa katılmamış kişiler de onlarla beraber
olsunlar. Kimi haklı görürlerse, ona itaat etsinler” dediler. Muaviye, Amr bin
As’ı vekil yaptı. Ali, Abdullah bin Abbas’ı vekil yapmak istediyse de
Kurra’dan olanlar bunu kabul etmediler ve “Sadece Ebu Musa el-Eşari’yi
kabul ederiz” dediler. Ebu Musa el-Eşari’nin insanları fitne ve savaştan
nehyettiğini söylediler. Ebu Musa, Hicaz bölgesinin bir yerinde köşeye çekilmişti. Onu getirdiler ve aralarında “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
Bu, mü’minlerin emirinin verdiği karardır” şeklinde bir tutanak tuttular. Amr
bin As, “Ali’nin ve babasının adını yaz. O sizin emirinizdir, bizim emirimiz
değildir” dedi. Bunun üzerine Ali, “Mü’minlerin emiri ifadesini sil ve “Bu, Ali
bin Ebi Talib’in verdiği karardır” diye yaz” dedi. Sonra hakem tutanağını
yazdılar ve bir süre sonra Irak ile Şam arasında bir yerde, iki hakemin bir
araya geleceği günü beklemek üzere ayrıldılar.. Hüküm verilinceye kadar iki
tarafın, kendi bölgelerine dönmesi kararlaştırıldı.. Sonra insanlar öldürülenleri gömmeye başladılar. Ali, Şam ehlinden ellerinde bulunan bir takım esirleri
366
3 Al-i İmran/23
Şehristani, El-Milel ve’n-Nihal, 114
368
El-Bidaye ve’n-Nihaye, 7/247
367
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯167
⎯⎯
serbest bıraktı. Aynı şekilde Muaviye’nin elinde olan esirler de serbest bırakıldı.
Abdurrahman bin Ziyad bin Enum, Sıffin halkından sözederek şöyle
der: “Bunlar Araptı. Cahiliyye zamanında birbirlerini tanırlardı. Hem İslam
ve hem de cahiliyye hamiyetini taşıdılar. Sabrettiler ve kaçmaktan utandılar.
Savaş durduğu zaman karşılıklı ölülerini alır ve gömerlerdi. Şabi, bunların
cennet ehli olduklarını ve birbirlerinden kaçmadıklarını söylemektedir.” 369
Daha sonra Haricilerin düşüncelerinin ve akidelerinin kendisi sebebi
ile çıktığı ilk kıvılcım yaşandı. Ali’nin ordusundan tahkim’de hazır bulunan
Eş’as bin Kays, Kurra’dan Temim kabilesinden bir kesimin yanına uğradı ve
tahkim tutanağını onlara okudu. Onlardan Urve bin Cerir ayağa kalktı ve
“Allah’ın dininde insanlara mı hükmolunuyorsunuz?” dedi ve Eş’as’ın atının
arkasına bir kılıç vurdu. Bu söz Haricilerin fitnesinin ilk kıvılcımı ve çıkışlarının anahtarı oldu.
İbn-i Kesir şöyle der: “Ali’nin ashabından olan Kurra’dan bir kesim,
onun bu sözünü doğru olarak kabul ettiler ve “Allah’ın hükmü dışında hüküm yoktur” dediler. Bundan dolayı kendilerine “Muhakkimiyye” denildi.” 370
Sonra insanlar Sıffin’den ayrılarak memleketlerine döndüler.
Muaviye, ordusu ile beraber Şam’a gitti, Ali ise Kufe’ye döndü. Kufe’ye
girince bir adam “Ali gitti, ama eli boş döndü” dedi. Bunun üzerine Ali
Radıyallahu Anhu, “Bırakıp geldiklerimiz, yani Şamlılar onlardan hayırlıdır”
dedi ve manzum olarak şöyle söyledi:
“Kardeşin, başına bir sıkıntı geldiği zaman sana merhamet ederek sıkıntını
giderir.
İşler çatallaştığında durmadan seni kötüleyen kişi ise, kardeşin değildir.”
Daha sonra Kufe’deki yönetim binasına varıncaya kadar Allahu
Teala’yı zikretti. Kufe’ye yaklaştığı sırada ordusundan yaklaşık oniki bin kişi
ayrılmış ve Haruriyye denilen yerde toplanmışlardı. Bu nedenle Haricilere
“Haruriler” denilmiştir. Başlarında ise Abdullah bin el-Kevva vardı.. Ayrılmalarının sebebi, Ali’nin birtakım işlerine tepki göstermeleridir. Ali, onlara
Abdullah bin Abbas’ı gönderdi. Abdullah onlarla tartıştı ve birçoğu geri
döndü. Sonra Ali yanlarına gitti ve onlarla tartıştı. İbnu’l-Kevva ve beraberindeki bir topluluk Ali’ye itaat ederek döndüler. Kalanlar ise Nehravan’a
369
El-Bidaye ve’n-Nihaye, 7/278. Burada kastedilen, birbiriyle savaşmalarına rağmen,
aralarında İslam hukuna uymalarıdır. Yoksa fitne ortamında ortaya çıkan Hariciler gibi
değildiler.
370
Age: 7/297
168
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
gittiler. Ali ile beraber Kufe’ye geri dönenler O’nun tahkim’de alınmış bazı
kararlardan vazgeçtiğini etrafa yaydılar ve bu nedenle kendisi ile beraber geri
döndüklerini söylediler. Ali Radıyallahu Anhu bunu duyunca bir konuşma
yaptı ve böyle bir şeyin asılsız olduğunu söyledi. Onlar ise, Mescid tarafından
“Hüküm ancak Allah’ındır” diye bağırdılar.
Bunun üzerine Ali, “Batıl için kullanılan hak bir söz” diyerek tepki
gösterdi ve “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem birtakım insanların niteliklerini bize haber vermişti. Ben o nitelikleri bunlarda görüyorum. Hakkı dilleriyle söylerler ama (boğazını göstererek) buradan geçmez” dedi. 371
Taberi 372 , İbn-i Rezin’den 373 sahih bir sened ile şöyle rivayet eder:
“Tahkim meydana gelip Ali, Sıffin’dan geri dönünce, bunlar Ali’ye cephe
aldılar. Nehravan’a varıp orada kaldılar. Ali, ordusu ile beraber Kufe’ye girdi.
Onlar ise Haruriyye’ye gidip orada kaldılar. Ali onların yanına gitti, onlarla
konuştu ve iki taraf anlaştı ve Kufe'ye döndüler. Bir adam ona geldi ve
“Bunlar, senin küfründen döndüğünü anlatıyorlar” dedi. Bunun üzerine Ali
Radıyallahu Anhu öğle namazında halka bir konuşma yaptı ve bunların söylediklerinin ve kendisine karşı yaptıklarının ayıp olduğunu bildirdi. Onlar
mescidin değişik yerlerinden ayağa kalkarak “Hüküm ancak Allah’ındır”
dediler. Onlardan bir adam parmaklarını kulaklarına sokarak Ali’nin yanına
geldi ve “Andolsun ki sana ve senden önceki peygamberlere de (şu husus)
vahyolunmuştur: Andolsun ki, Allah’a ortak koşarsan, işlerin şüphesiz boşa
gider ve hüsranda kalanlardan olursun” 374 ayetini okudu. Ali Radıyallahu
Anhu ise ona şu ayeti okuyarak cevap verdi: “Sen şimdi sabret. Bil ki Allah’ın
va’di gerçektir. (Buna) iyice inanmamış olanlar, sakın seni (üzüntü ve) gevşekliğe sevketmesin.” 375
İmam Ahmed, Hakim ve Beyhaki Abdullah bin Şeddad’dan şöyle rivayet eder: “Ali Radıyallahu Anhu ile, savaş yapıldığı günlerde Irak’tan döndükten sonra Aişe ile birlikte oturuyorduk. Aişe bana, “Ey Abdullah, sorduğum soruya doğru cevap verecek misin?” dedi. Ben, “Neden doğru cevap
vermeyeyim ki?” dedim. O, “O zaman Ali’nin öldürdüğü bu kişileri bana
anlat” dedi. Ben de şöyle anlattım: “Ali, Muaviye ile yazışma yaptıktan ve
hakem olayı meydana geldikten sonra Kurra’dan sekiz bin kişi ona karşı
çıktılar ve Kufe taraflarında Haruriyye denilen yere gittiler. Bu kişiler Ali’ye,
371
Nesai sahih bir sened ile “Ali’nin özellikleri” babında nakletmektedir, s:32
Taberi, Tarih, 4/54
373
İbn-i Hacer, doğru adının Ebu Zerin olduğunu ve Şiilerden olmakla suçlandığını söyler.
Sika bir ravi sayılır.
374
39 Zümer/65
375
30 Rum/60
372
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯169
⎯⎯
“Allah’ın sana giydirdiği gömleği çıkardın ve o isimden sıyrıldın. Gittin Allah’ın dininde insanları hakem yaptın. Halbuki hüküm ancak Allah’ındır”
dediler. Ali, bu insanların kendisinden ayrıldıklarını ve kendisini kınadıklarını
duyunca, “Herkes elinde Kur’an ile mescide gelsin” diyerek çağrı yaptırdı.
Mescid, gelen insanlarla dolunca, Ali eline büyük bir mushaf aldı ve eli ile
işaret ederek, “Ey Mushaf, insanlara söyle” dedi. Halk, “Ey mü’minlerin
emiri! Mushafa ne soruyorsun! O mürekkep ve yapraklardan başka bir şey
değildir. Biz, ondan bize rivayet edilen şeyleri söylüyoruz” dediler.
Ali şöyle dedi: “Bana karşı çıkanlar ile benim aramda Allah’ın Kitabı
vardır. Allah kadın ve erkek hakkında şöyle buyurur: Eğer karı kocanın
aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının
ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını
bulur; şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” 376 Muhammed ümmeti, bir kadın ve erkekten daha çok muhteremdir. Muaviye ile
yazışmama ve Ali bin Ebi Talip yazmama karşı çıktılar. Rasulullah Sallallahu
Aleyhi ve Sellem, Kureyş ile Hudeybiye Antlaşması yaptığında biz de onunla
beraberdik. Rasulullah “Bismillahirrahmanirrahim” yazınca, Kureyş heyetinin başında bulunan Suheyl bin Amr, “Bismike Allahumme, yaz” dedi.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem buna itiraz etmedi. Sonra, “Allah’ın
Rasulü Muhammed’den Sallallahu Aleyhi ve Sellem” yaz dedi. Suheyl, “Senin
Allah’ın Rasul’ü olduğunu bilseydik sana muhalefet etmezdik” dedi ve buna
da karşı çıktı. Onun yerine “Bu, Abdullah oğlu Muhammed’in Kureyş ile
yaptığı anlaşmadır” diye yazıldı. Allahu Teala, Kur’an’da şöyle buyurur: “Ey
iman edenler! And olsun ki, sizin için Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı
umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Rasulullah en güzel örnektir.” 377
Ali, onlara Abdullah bin Abbas’ı gönderdi. Onunla beraber gittim ve
askerlerinin ortasına kadar vardık. İbnu’l-Kevva ayağa kalktı, halka bir konuşma yaptı ve şöyle dedi: “Ey Kur’an’ın hafızları, bu Abdullah bin Abbas’ı
hanginiz tanımaz. Ben onu Allah’ın Kitabı'ndan tanıyorum. Bu adam, kendisi ve kavmi hakkında “Bilakis onlar kavgacı bir toplumdur” 378 ayetinin indiği
kişidir. Onu sahibine geri çevirin ve Allah’ın Kitabı hakkında onunla tartışmayın.” Bunun üzerine onlardan bazıları söz alarak şöyle dediler: “Vallahi
onunla Allah’ın Kitabı'yla tartışacağız. Bildiğimiz bir hakkı söylerse, ona
uyarız. Batıl bir şey söylerse, onu batılı ile cezalandırırız ve sahibine geri
göndeririz.”
376
4 Nisa/35
33 Ahzab/23
378
43 Zuhruf/58
377
170
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Üç gün onunla tarıştılar. Onlardan dört bin keşi tevbe ederek geri
döndü. İbnu’l-Kevva’da bunu kabul etti ve onları alarak Ali’nin yanına geldi.
Ali Radıyallahu Anhu kalanlara şu haberi gönderdi: “Bizimle insanların durumunu biliyorsunuz. Muhammed ümmeti bir araya gelinceye kadar olduğunuz yerde kalınız. O zaman istediğiniz yere gidersiniz. Yol kesmedikçe ve kan
davası gütmedikçe, size saldırmayacağız. Ancak bunları yaparsanız, iki taraf
arasında savaş olur. Şüphesiz Allahu Teala hain olanları sevmez.”
Aişe Radıyallahu Anha, “Ey İbn-i Şeddad, Ali onları öldürdü” dedi.
Ben ise dedim ki; “Vallahi, onlar yol kesmedikçe ve kan dökmedikçe, İbn-i
Habbab’ı öldürmedikçe ve zimmet ehline saldırmadıkça onların üzerine
asker göndermedi.” 379
İbn-i Şeddad’ın, İbn-i Habbab’ı öldürdüklerini söylediği kişiler,
Nehravan’a gidenlerdir. Bunlar Abdullah bin Abbas’ın ve Ali’nin kendileriyle
yaptığı tartışma ile ikna olmayıp Kufe’ye dönmeyi kabul etmeyen topluluktur. Sonra Kufe’ye dönenlerden bazı kişiler, onları geri getirmek için yanlarına gitti. Ancak ikna olmadılar. Osman ve Ali’nin imamlığını tenkit ettiler.
Başlarına da Abdullah bin Vehb er-Rasibi adında bir Arabı getirdiler. Bu
adam sahabeden değildir ve idrarını tutamazdı.
Kendilerine “Mü’minlerin emirine itaat ediniz” denildiğinde, “Bize
Ömer gibi birini getirin, kabul ederiz” demişlerdi. Ali Radıyallahu Anhu, dönmeleri için, onlara adamlar gönderdi. Ancak tahkimden dolayı kafir olduğunu kabul etmedikçe ve “mü’minlerin emiri” ifadesinin kaldırılmasını kabul
etmesi günahından tevbe etmedikçe dönmeyeceklerini söylediler. Ona,
“Mü’minlerin emiri değilsen, kafirlerin emirisin” dediler.
Ali Radıyallahu Anhu, onlara bir daha adam gönderdi. Onlar ise gönderdiği kişiyi öldürmeye kalktılar. Hatta öldürdükleri de söylenir. 380 Sonra
kendileri gibi inanmayan kişilerin kafir olup kanı, malı ve ırzı helal olacağı
konusunda ittifak ettiler. Üzerinde ittifak ettikleri bu işi de yaptılar. Halka
saldırdılar, kendilerine karşı çıkan Müslümanları öldürdüler ve mallarını
aldılar.
Onların bulunduğu bölgede bir yerin valisi 381 olan Habbab bin
Eret’in oğlu Abdullah, oğlunun annesi olan bir cariyesi ile beraber onların
yanına geldi. Ona, “Bize babandan duyduğun Rasulullah’tan bir hadis
aktar” dediler. Abdullah şöyle dedi: “Babamdan, Rasulullah’ın Sallallahu
379
İbn-i Kesir, El-Bidaye ve’n-Nihaye, 7/218, senedinin sahih olduğunu söyler.
İbn-i Kesir, El-Bidaye ve’n-Nihaye, 7/288’de Taberi’den böyle nakletmektedir.
381
Fethu’l-Bari, “Mürtedlere İstitabenin Uygulanması” kitabı, “İnkarcıların ve Haricilerin
Öldürülmesi” babı.
380
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯171
⎯⎯
Aleyhi ve Sellem şöyle dediğini işittim: “Fitne olacak. O zaman oturan ayakta
olandan, ayakta olan yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Katil
olmaktansa, maktul olmak daha iyidir.”
Bunun üzerine onu yanlarına aldılar. Yolda onlardan biri zimmet ehline ait bir domuz gördü ve kılıcıyla vurarak yaraladı. Diğeri ona, “Zımminin
malı olduğu halde niçin vurdun?” dedi ve o domuzun sahibi olan zımmiye
gidip memnun etti. Ve yine hurma ağacından bir hurma düştü. Biri alıp
ağzına attı. Diğeri ona, “İzin almadan ve parasını ödemeden mi?” dedi.
Bunun üzerine düşen hurmayı ağzına alan kişi, onu çıkarıp attı. 382
İbn-i Habbab onlara, “Ben haklarım konusunda bu hurmadan daha
saygın olmalıyım” dedi. Bunun üzerine Misma’ denilen biri kılıçla vurup onu
öldürdü. El-Muberred’in söylediğine göre olay şöyledir: “Onlarla karşılaştığında boynunda bir mushaf taşıyordu. “Boynunda taşıdığın bu kitap seni
öldürmemizi emrediyor” dediler. O, “Kur’an’ın hayat verdiğine siz de hayat
verin, öldürdüğünü siz de öldürün” dedi.” 383
Bunun üzerine İbn-i Habbab’ı öldürdüler. Kanı nehrin üzerinde ağ
gibi karşı kıyıya kadar aktı. Onun oğlunu da öldürdüler ve karısına geldiler.
Kadın; “Ben hamile bir kadınım, Allah’tan korkmaz mısınız?” dedi. Buna
rağmen onu da öldürdüler ve karnını deştiler. Ali Radıyallahu Anhu, bu olayları duyunca, ordu ile onların üzerine yürüdü. Yanlarına yaklaştığında Abdullah bin Habbab’ın katilini teslim etmeleri için haber gönderdi. Bunun
üzerine, “Onu hepimiz öldürdük. Seni de ele geçirirsek öldüreceğiz” dediler.
Ali Radıyallahu Anhu ordusu ile onların üzerine yürüdü. Onlar da mevzi aldılar. Sad bin Ubade’nin oğlu Kays onların yanına gelerek nasihat etti. Ancak
bir faydası olmadı. Ebu Eyyub el-Ensari de onları kınadı ve yaptıklarının
kötü olduğunu söyledi. Bunun da bir faydası olmadı. Ali onlara yaklaştı ve
nasihat ederek tehdit etti. Onlarla çatışmaya girmeden önce, “Bizden hoşlanmadığınız nedir?” dedi.
Şöyle dediler: “Cemel Savaşı'nda önünde savaştık. Karşı taraf mağlup olunca mallarını ganimet almayı yasaklamadın, ama kadın ve çocuklarını
esir almayı yasakladın. Mallarını helal kılarken neden kadın ve çocuklarını
esir almayı helal etmedin? Sana karşı gelmemizin sebeplerinden biri budur.”
Ali Radıyallahu Anhu şöyle dedi: Mallarını almanıza izin vermemin sebebi, onların üzerine yürümeden önce Basra’da, Beytu’l-malı yağmalamış
olmalarıdır. Kadınlar ve çocuklar bizimle savaşmadılar. Daru’l-İslam’da
382
El-Bidaye ve’n-Nihaye, 7/288. İbn-i Ebi Şeybe’nin rivayetinde “Anlaşmalı birinin hurmasıdır, onu nasıl kendine helal saydın?” diye geçer.
383
Muberred, El-Kamil, 2/135
172
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
olmalarından dolayı Müslümanların hükmüne tabidirler. İslam’dan çıkmış da
değillerdir. Kafir olmayan kişiyi köleleştirmek ise caiz değildir. Varsayalım ki
kadınlarını almanıza izin verdim, hanginiz Aişe’yi alırdı?” Dinleyenler bunun
karşısında ürperdiler.
Şöyle dediler: “Muaviye ile yaptığın tahkimde yazılan tutanakta
“Mü’minlerin emiri” ünvanını karşı tarafın ısrarı üzerine silmeyi kabul ettin.
Sana karşı gelmemizin sebeplerinden biri de budur.” Ali Radıyallahu Anhu şu
cevabı verdi: “Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hudeybiye günü
yaptığının aynısını yaptım.” Onlar; “Hakkın olan bir şeyde neden tahkimi
kabul ettin?” dediler. Bunun üzerine Ali Radıyallahu Anhu; “Rasulullah’ın
Sallallahu Aleyhi ve Sellem Beni Kureyza hakkında Sad bin Muaz’ı hakem
yaptığını gördüm. İsteseydi yapmayabilirdi. Ben de bir hüküm verdim. Ben
tahkime karşı çıkarken siz tahkim istiyordunuz. Şimdi ise karşı çıkarak beni
tekfir ediyorsunuz” dedi ve “Başka itirazınız var mı?” diye ilavede bulundu.
Onlar sustular ve o gün sekizyüz kişi daha Ali’ye katıldı. Abdullah bin Vehb
er-Rasıbi ve Hurkus bin Zuheyr liderliğindeki dört bin kişi ise Ali’ye karşı
savaşacaklarını açıkladılar.
Ali, Ebu Eyyub el-Ensari’ye savaştan önce eman bayrağı dikmesini
emretti. Oraya gelenlerin veya Kufe ve Medain’e gidenlerin eman altında
olacaklarını ve Müslümanların katillerinden başka aralarında herhangi bir
alıp veremediklerinin olmadığını söylemesini istedi.
Onlardan büyük bir çoğunluk çekip gittiler ve sadece bin kişi kadar
kaldı. Ali beraberindekilere, “Onlar size saldırmadan siz saldırmayın” dedi.
Hariciler “Hüküm ancak Allah’ındır, cennete yürüyelim” diyerek saldırdılar.
Bunun üzerine Ali, “Onlara saldırın, Allah’a yemin ederim bizden on
kişi öldürülmez, onlardan ise on kişi kurtulmaz” dedi. O gün Ali’nin ordusundan dokuz kişi öldürüldü. 384 Hurkus bin Zuheyr, Ali ile müsabakaya çıktı
ve “Ey Ali, seninle sadece Allah rızası ve ahiret yurdu için savaşıyoruz” dedi.
Bunun üzerine Ali Radıyallahu Anhu ona şöyle cevap verdi: “Siz Allahu
Teala’nın haklarında şöyle buyurduğu kişilere benziyorsunuz: “De ki: Size
(yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanı bildirelim mi? (Bunlar)
İyi işler yaptıklarını zannettikleri halde, dünya hayatından çabaları boşa
giden kimselerdir.” 385 Kabe’nin Rabbine yemin ederim ki sen onlardansın.”
Daha sonra arkadaşlarıyla beraber üzerine yürüdü. Müsabakada Abdullah
384
Müslim’in, Ali’nin Radıyallahu Anhu ordusunda bulunan Zeyd bin Vehb el-Cuheni’den
aktardığı rivayette “O gün sadece iki adam öldü” diye geçmektedir.
385
18 Kehf/103-104
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯173
⎯⎯
bin Vehb öldürüldü, memeli adam atından yere serildi. Hariciler o gün
öldürüldüler ve onlardan sadece dokuz kişi kurtuldu.
Ali bin Ebi Talip Radıyallahu Anhu, o gün beraberindekilerden, memeli adamı bulmalarını istedi. Onu buldular ve koltuğunun altında kadın göğsü
gibi bir şişkinliğin olduğunu gördüler. Bunun üzerine Ali Radıyallahu Anhu;
“Allah ve Rasulü doğru söyledi” dedi. 386
Yukarıda geçen Zu’l-huvaysire hadisinde Hariciler ile ilgili olarak
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: “Onlar insanlar
arasında bir ayrılma olduğu zaman ortaya çıkarlar. Onların alameti iki elinin
birinde kadın memesi gibi yahud öteye beriye gidip gelen bir et parçası gibi
bir şey bulunan bir adamdır.” 387 Ebu Said der ki: “Rasulullah’tan Sallallahu
Aleyhi ve Sellem bunu duyduğuma, ben de beraberinde iken Ali’nin onları
öldürdüğüne ve Rasulullah’ın nitelediği gibi bir adamın getirildiğine şahitlik
ederim.” Haricilerin ilk fırkası olan Muhakkimiyye’nin ortaya çıkması böyle
olmuştur.
Hariciler Ali bin Ebi Talip, Osman bin Afvan, Cemel Savaşı'na katılanlar, Muaviye ve taraftarları, iki hakem ve onların hakemliğini kabul edenler ve günah işleyen Müslümanları tekfir ederler. Buhari Rahimehullah, “Kendilerine hüccet ikamesi yapıldıktan sonra Hariciler ve mülhidlerin öldürülmeleri” babında Ali’den Radıyallahu Anhu şöyle rivayet etmektedir:
“Rasulullah’tan Sallallahu Aleyhi ve Sellem size bir hadis naklettiğim zaman
Allah’a yemin ederim ki O’nun adına yalan söylemektense, gökten yere
düşmeyi tercih ederim. Ancak sizinle benim aramda olan şeyler ile ilgili
söylersem, bilin ki savaş taktiktir. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem
şöyle dediğini işittim: “Ahirzamanda yaşça küçük, akılca kıt birtakım gençler
çıkacak. Yaratılmışın en hayırlısının sözünü söylerler, Kur’ân’ı okurlar. İmanları gırtlaklarından öteye geçmez. Okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkarlar.
Onlara nerede rastlarsanız öldürün. Zîra, onları öldürene, kıyamet günü
Allah’ın vereceği ecir vardır.” Ali Radıyallahu Anhu, hicri otuz üç yılında,
halifeliğinin sonlarına doğru, Nehravan’da onlarla savaşmıştır. Bu savaştan
sonra onlar, kendilerinden olan Abdullah bin Mulcem’in Ali’yi Radıyallahu
Anhu öldürmesine kadar saklandılar.
Muaviye ile Hasan aralarında anlaşınca, onlardan bir grup yine ortaya çıktı. Şam ordusu Necile denilen yerde onları bozguna uğrattı. Bundan
sonra Ziyad ve oğlu Ubeydullah dönemine kadar pasif kaldılar. Ziyad ve
oğlu Ubeydullah onları, öldürerek ve uzun süreli hapsederek bitirdi.
386
387
Bu anlatılanların çoğu Bağdadi’nin “El-Farku Beyne’l-Fırak” isimli kitabından alınmıştır.
Buhari, “Mürtedlere İstitabenin Uygulanması” babı
174
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Ziyad’ın ölmesi üzerine çatışma başlayıp Abdullah bin Zubeyr halife
oldu. Bununla birlikte Şam dışında diğer bütün vilayetler ona itaat etti.
Mervan ise isyan ederek Şam’a hakim olup Mısır’a yöneldi. Hariciler o
dönemde Irak’ta Nafi’ bin Ezrak liderliğinde bir daha ortaya çıktılar. Bunlar
“Ezrakiler” olarak anıldılar. Sayıca en çok ve güç olarak en kuvvetli olan
Harici fırkası bunlardır. İbn-i el-Ezrak’a bey’at ettiler ve onun mü’minlerin
emiri olduğunu söylediler. Umman ve Yemame tarafındaki Haricilerin de
bunlara katılmasıyla sayıları yirmi bini geçti. Ehvaz, Kirman gibi yerleri işgal
ettiler ve haraç toplamaya başladılar. Abdullah bin Zubeyr’in askerleri ve
onlar arasında bu bölgelerde meydana gelen savaşlarda onlar galip geldiler.
Bunun üzerine Abdullah bin Zubeyr, Horasan valisi Muhelleb bin Sufra’ya
bir mektup yazarak onlara karşı savaşmasını emretti. Muhelleb onlarla savaştı ve yendi. O savaşta Nafi bin Ezrak öldü. Bu savaştan sonra Ezrakiler,
Ubeydullah bin Memun et-Temimi’ye bey’at ettiler. Muhelleb onlarla savaşmaya devam etti ve Ubeydullah’ı da öldürdü. Daha sonra Katari bin elFucae’ye bey’at ettiler ve mü’minlerin emiri olarak isimlendirdiler. Onlar ile
Muhelleb aralarında savaşlar devam etti. Muhelleb ve tabileri ondokuz sene
onlarla savaştılar. Bu savaşlardan bazısı Abdullah bin Zubeyr zamanında,
bazısı da Abdulmelik bin Mervan ve Haccac’ın Irak valilliği dönemlerinde
meydana geldi. Haccac, Muhelleb’i bunlarla savaşmakla görevlendirdi ve
kendisine bazı yardımcılar da atadı. Nihayet Allahu Teala yeryüzünü onlardan temizledi.
Ezrakilerin dini görüşleri ise şöyledir: "Bu ümmetten kendilerine muhalif olanları ve Ali ve Muaviye Radıyallahu Anhuma arasında gerçekleşen
muhakemeye katılanları müşrik olarak kabul ederler. Kendi görüşlerini paylaşsalar bile, onlara hicret etmeyen ve savaşta kendilerine yardım etmeyenler
de onlara göre müşriktir. Delil olarak ise Allahu Teala’nın şu ayetlerini gösterirler: “Allah’a ve Rasulü’ne yalan söyleyenler de oturup kaldılar” 388 , “Üzerlerine savaş yazılınca içlerinden bir grup insanlardan, Allah’tan korkar gibi,
yahut daha fazla bir korku ile korkmaya başladılar.” 389 " 390 Kendilerinden
olduğunu iddia ederek yanlarına gelen kişileri imtihan etmeyi vacip gördüler.
Bu kişiye muhaliflerinden bir esir verilir ve öldürmesi istenir. Eğer öldürürse
onun söylediklerini tasdik ederler, öldürmez ise kendisinin müşrik münafık
olduğunu söyleyip onu öldürürlerdi.
Muhaliflerinin kadınlarını ve çocuklarını öldürmeyi mübah görürler,
onların çocuklarının müşrik olduğunu kabul ederler ve ebedi cehennemlik
388
9 Tevbe/90
4 Nisa/77
390
Şehristani, El-Milel ve’n-Nihal, 125
389
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯175
⎯⎯
olduğunu söylerler, memleketlerinin daru’l-küfür olduğunu ve orada kadınları ve çocukları öldürmenin caiz olduğunu iddia ederlerdi.
Büyük günah işleyen kişinin, kendisini dinden çıkaran bir küfür işlediği konusunda ittifak halindedirler ve o kişinin kafirler ile beraber, bu günahından dolayı ebedi cehennemlik olduğunu kabul ederler. Delil olarak ise
iblisin küfrünü göstererek şöyle derler: “İblis, secde etmeyi sadece kibirlenmesi sebebi ile kabul etmedi ve Allahu Teala’nın birliğini kabul etiği halde
tekfir edildi.” İblisin küfrünün sebebi yüz çevirme ve büyüklenmedir. Nitekim
Allahu Teala şöyle buyurur: “İblis hariç hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve
büyüklük tasladı, böylece kafirlerden oldu.” 391 Ayrıca İblis Allah’ın hükmüne
ve emrine de itiraz etmiştir. Allahu Teala şöyle buyurur: “(İblis): ‘Ben ondan
daha hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın onu da çamurdan yarattın’
dedi.” 392 ”
Ayrıca onlar, Allahu Teala’nın yerine getirilmesini emrettiği emaneti
yerine getirmemeyi de kendilerine helal kılarak şöyle dediler: “Muhaliflerimiz
birer müşriktir. Bu nedenle onların emanetlerini yerine getirmemiz gerekmez.”
Yine bunlar, Kur’an’da bulunmadığını gerekçe göstererek zina eden
evli kişinin recm edilmesini kabul etmediler. Hırsızlıkta da sınır tanımayarak
az veya çok hırsızlık yapan herkesin elinin kesilmesi gerektiğini söylediler. 393
Ebu’l-Hasan el-Eş’ari, Ezrakiler’in daru’l-küfürde ikamet eden herkesin kafir
olduğunu ve oradan ayrılmadıkları sürece bu hükümlerinin de değişmeyeceğini söylediklerini belirtmektedir. 394
Ezrakilerden sonra Yemame bölgesinde Necdet bin Amir elHanefi’nin taraftarları ortaya çıktı ve bunlar da “Necdat” olarak anıldılar.
Ortaya çıkmalarının sebebi ise, Nafi bin Ezrak’ın, kendi görüşünü benimsemelerine rağmen kendisine katılmayanların müşrik olduğunu söylemesi ve
muhaliflerinin kadın ve çocuklarını öldürmeyi helal görmesidir. Bu sebepten
dolayı Nafi bin Ezrak’ın cemaatinden bir topluluk ondan ayrılarak
Yemame’ye gittiler. Necdet bin Amir, Nafi bin Ezrak’ın askerlerine katılmak
isteyen Haricilerden bir toplulukla onları karşıladı. Nafi’den ayrılan bu topluluk, Nafi ve adamlarının yaptıklarını onlara anlattılar. Onlar da Yemaye’ye
döndüler ve Necdet bin Amir’e bey’at ettiler. Bunlar, kendilerine hicret
391
2 Bakara/34
7 A’raf/12
393
Bütün bunlar için bakınız: El-Bağdadi, El-Farku Beyne’l-Firak, 83-84, Şehristani, El-Milel
ve’n-Nihal, 120-122’den özet olarak.
394
Makalatu’l-İslamiyyin, 1/88
392
176
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
etmeyenlerin kafir olduğunu iddia edenlerin ve Nafi’nin imam olduğunu
savunanların kafir olduğunu söylediler. Daha sonra ise kendi aralarında
Necdet’i eleştirdikleri bazı meselelerde birbirlerine düştüler ve üç gruba
ayrıldılar.
Necdet, yukarıda belirtilen görüşlerinden başka, içki cezasının olmadığını, kendisine haram olana az da olsa bakan, küçük de olsa yalan söyleyen veya bunlardan birisi üzerinde ısrar eden kişinin de müşrik olduğunu ve
din anlayışlarında kendilerine muhalefet edenlerin ateşe gireceklerini söyledi.
Bununla birlikte kendisine mensup olanlardan, ısrar etmeksizin içki içen, zina
eden ve hırsızlık yapan kişiyi Müslüman olarak kabul etti.
Mensuplarından bazılarını oğlunun liderliğinde malları ve kadınları
yağmalamak üzere el-Katif bölgesine gönderdi. Yağmaladıkları malları
paylaşma yapmadan yediler ve esir aldıkları kadınları nikahladılar. Bunlar
geri dönüp, bu yaptıklarını kendisine haber verdiklerinde, Necdet buna karşı
çıktı. Ancak onlar, bu yaptıklarının haram olduğunu bilmediklerini söylediler.
Bunun üzerine Necdet onları cehaletleri sebebi ile mazur gördü ve şöyle
dedi: “Hata eden müçtehidi, kedisine hüccet ikamesinde bulunmadan önce
tekfir eden, kafir olur.” 395
Necdet, bu tür işler yapınca mensuplarının çoğu bunları Haricilerin
dininde bid’at olan şeyler olarak kabul ettiler. Onu tevbe etmeye çağırdılar
ve tevbesini de halkın önünde ilan etmesini istediler. Necdet bu isteklerini
yerine getirdi. Daha sonra onu tevbe etmeye zorlayanlardan bazıları, bu
yaptıklarından dolayı pişman oldular ve Necdet’i mazur sayanlara katıldılar.
Bu defa Necdet’e şunu söylediler: “Sen imamsın ve içtihad etmek hakkındır.
Senden tevbe etmeni istemeye hakkımız yoktur. Bu nedenle yaptığın
tevbeden tevbe et. Senden tevbe etmeni isteyenler de tevbe etsin. Aksi halde
seni terkederiz.” Necdet bu istediklerini de yerine getirdi. Böylece aralarında
bölündüler. Çoğu onu terketti ve yukarıda belirttiğimiz gibi üç fırka oldular.
Bu fırkalardan biri, hicri 69 yılında Necdet’i öldürdü.
Haricilerin fırkaları zamanla daha da çoğaldı. Ne zaman aralarında
bir mesele hakkında ihtilaf etseler, bölündüler ve her fırka diğerinin söylediklerinden beri olduğunu ilan etti. Sayılarının yirmi fırkayı bulduğu belirtilmektedir. El-Bağdadi bu fırkaların isimlerini saymakta ve bunların bölünmeye
devam ettiğini belirtmektedir. 396
395
Şehristani, El-Milel ve’n-Nihal, 123. Bu fırkaya, içtihadi bazı hükümlerde cehaleti engel
olarak görmelerinden dolayı “Aziriyye” ismi verilmiştir.
396
El-Farku Beyne’l-Firak, 72 ve diğer sayfalar.
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯177
⎯⎯
Bunlardan biri de Ahnesiyye olarak isimlendirilen fırkadır. Bunlar
Ahnes adında bir adamın tabileridir ve Salebe bin Mişkan adındaki kişiye
bağlı olan Sealibiyye fırkasından ayrılan altı fırkadan biridir. Takiyye yurdunda 397 olanların İslam veya küfür üzerinde oldukları hakkında tevakkuf
etmek gerektiğini, bu kişiler içerisinden, sadece mü’min olduğunu öğrendiklerine dostluk ve kafir olduğunu öğrendiklerine ise düşmanlık yapacaklarını
söylerler. Bu, onların bid’atlarından biridir. 398
Harici fırkalarından biri de Beyhesiyye fırkasıdır. Bunlar Ebu
Beyhes’in mensuplarıdır. İmamın kafir olması halinde, halkın da kafir olacağını söylerler. Bunlar ise iki fırkaya bölündüler ve her ikiside Avfiyye adıyla
anıldı. Bu iki fırkadan biri, kendilerine hicret ettikten sonra ayrılan kişiden ve
ayrıca cihadı terkedenlerden beri olduklarını söyledi. Diğer fırka ise, böyle bir
kişiye dostlukta bulunmaya devam edeceklerini, çünkü onların bu yaptıklarının mübah olduğunu söyledi. Bununla birlikte bu fırkaların ikisi de, imamın
kafir olması halinde, orada bulunan ve bulunmayan bütün halkın kafir
olacağını kabul ederler. 399
Harici fırkalarından biri de İbadiyye fırkasıdır. Bunlar Abdullah bin
İbad’ın tabileridir ve bazıları Ummanlıdır. Bunlar da kendi aralarında fırkalara ayrıldılar. Bu ümmetin kafirlerinin (muhaliflerinin), şirk ve imandan beri
olduklarını, yani mü’min veya müşrik değil, kafir olduklarını söylerler. Büyük
günahlardan dolayı Müslümanları tekfir eden diğer fırkalara muhalefet ederler. Büyük günah işleyen kişinin, kendisini dinden çıkaran küfür ile kafir
olmadığını, o kişinin nimete nankörlük küfrü işlediğini söylerler. Kıble ehlinden olan muhaliflerinin kızlarıyla evlenmeyi caiz görürler. İslam ehlinden
olan muhaliflerinin memleketini daru’l-Tevhid olarak kabul ederler. Ancak
Müslümanların yöneticisinin ve askeriyesinin bulunduğu mıntakanın daru’lbaği olduğunu söylerler. Bu nedenle alimler bunları, Haricilerin içerisinden
aşırılığı en az ve Ehl-i Sünnet'e en yakın fırka olarak görmüşlerdir. Diğer
fırkaların aşırılığına karşın, bunların Ehl-i Sünnet'e daha yakın görüşlere
sahip olmaları, Hariciler arasından orta seviyede olan fırkaların doğmasına
yolaçmıştır. İnsanların İslam’ı veya küfürleri konusunda, gerekli araştırmayı
yapmadan önce tevakkuf edileceğini söyleyen Ahseniyye, bu fırkalardandır.
Harici fırkalarından biri de Şebibiyye fırkasıdır. Bunlar Şebib bin
Yezid eş-Şeybani’nin tabileridir. Beyhesiyye fırkasına benzerler. 400 Hariciler
arasında en güçlü fırka budur. Önce Musul’da ortaya çıktılar. Haccac, bunla397
Takiyye memleketinden maksatları, kendilerine muhalif olan Müslümanların yurdudur.
El-Farku Beyne’l-Firak, 101
399
El-Farku Beyne’l-Firak, 109
400
El-Milel ve’n-Nihal, 128
398
178
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
rın üzerine beş komutan gönderdi, ancak hepsini de birer birer öldürdüler.
Yirmi yıl içerisinde Haccac’ın yirmi ordusunu yendiler. Daha sonra Kufe
üzerine yürüdüler ve Haccac’la savaşarak orayı kuşattılar. Annesi Cehize ve
eşi Ğazale 401 beraberinde olduğu halde geceleyin Kufe’ye baskın yaptı.
Annesi ve eşi Haricilerin kadınlarından ikiyüz kadınla beraber kılıç kuşanarak
ve mızraklar taşıyarak Kufe’ye baskın düzenlediler. Ulu Cami'ye girdiler,
bekçilerini ve içinde itikaf halinde olanları öldürdüler. Ğazale minbere çıkıp
konuşma yaptı. Haccac, askerlerinin evlerinde dağınık bir halde bulunması
sebebi ile bunlara ses çıkarmadı. Sabah olunca askerleri bir araya geldi.
Şebib adamlarıyla beraber mescidde namaz kıldı ve sabah namazının iki
rekatında Bakara ve Al-i İmran surelerini okudu.
Sonra Haccac askerleriyle üzerine yürüdü ve Kufe Çarşısı'nda savaştılar. Şebib’in adamları öldürüldü, kendisi de yenilerek Enbar’a kaçtı.
Haccac, onları takip etti ve geçmekte oldukları Duceyl Köprüsü'nü yıktı. O
esnada köprünün üzerinde olan Şebib, “Bu, Aziz ve Alim olanın takdiridir” 402 diyerek atıyla beraber hicri 77 yılında suya battı. Suyun diğer tarafına
ulaşabilenler ise Ğazale’ye bey’at ettiler. Bu nedenle işleri yürütebilmesi
halinde, kadının emir olmasını caiz görmektedirler. Ğazale, hem binici ve
hem de büyük cesaret sahibi idi. Hatta Haccac bazı savaşlarda onun önünden kaçmış, bundan dolayı şairlerden biri onu yererek şöyle demiştir:
“Bana karşı aslandır ama savaşta en ufak bir ıslıktan kaçan tüysüz
deve kuşudur.
Savaşta Ğazale’ye karşı çıksaydın ya! Çıkmadın, çünkü kalbin kuşun
kanatları arasındadır”
Daha sonra Haccac’ın askerleri Ğazale’yi ve yanındakileri öldürdüler, kalanları da esir aldılar. Hariciler, Emevi Devleti boyunca ve Abbasi
Devleti'nin başlarına kadar devlete karşı çıkan küçük gruplar halinde bulunmaya devam ettiler. Ancak akideleri, doğduğu günden bu güne kadar, çeşitli
yerlerde bazı insanları etkilemeye devam etti.
Haricilerin genel durumu ve parça parça olan akideleri budur. Onları
şöyle özetleyebiliriz:
•
Ali bin Ebi Talip, Osman bin Afvan ve Ali ve Muaviye arasında
gerçekleşen hakem tayini olayına katılan herkesi tekfir ederler. Nikahların
geçerli olmasını da bu görüşlerini kabul etmeye bağlarlar. 403
401
Annesinin Ğazale ve eşinin Cehize olduğu da söylenir.
6 En’am/96
403
Bakınız: Şehristani, El-Milel ve’n-Nihal, 115
402
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯179
⎯⎯
•
Zalim sultana karşı isyan ederler. Ebu’l-Hasan el-Eşari,
Makalatu’l-İslamiyyin’de bunu aktarmaktadır.
•
Günah işleyen herkesin kafir olduğu konusunda icmaları bulunmaktadır. Abdulkahir el-Bağdadi, “Doğru olan, üstadımız Ebu’l-Hasan’ın
onlar hakkında söylediğidir” der ve Haricilerin günah işleyen herkesin kafir
olduğu konusunda icmalarının bulunmadığını söyler. Buna delil olarak da
Necdat fırkasının, büyük günah işleyen kişinin, kendisini dinden çıkaran
küfür ile kafir olmadığı, o kişinin nimete nankörlük küfrü işlediği yönündeki
görüşünü aktarır ve şöyle der: “Haricilerden bir topluluk ise şöyle der: ‘Tekfir, hakkında özel bir tehdidin (va’id) bulunmadığı günahlar sebebiyle olur.
Hakkında, bir had cezası olan veya Kur’an’da bir tehdit bulunan günahların
sahipleri, Kur’an’da kendilerine verilen isimden başkası ile isimlendirilmezler.
Mesela zina yapan kişinin isminin ‘Zani’, hırsızlık yapan kişinin isminin ise
‘Sarik-hırsız’ olması gibi.” 404
Derim ki, bu konuda icmalarının bulunup bulunmaması önemli değildir. Çünkü bu görüş, cumhurlarının en meşhur söylemidir. Dolayısıyla bu
onların kurallarından biridir.
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Haricilerin söylemlerinin temelini, günahlar sebebi ile insanları tekfir etmeleri oluşturmaktadır. Günah
olmayan şeyi günah kabul ederler, Kur’an’a uymanın bir gereği olarak,
mütevatir de olsa, Kur’an’ın zahirine aykırı olan sünnetin terk edilmesini
söylerler, kendilerine muhalefet eden herkesi tekfir ederler ve kendilerince
riddet suçu işlemiş olmaları sebebiyle, asli kafirler hakkında helal saymadıkları bazı uygulamaları tekfir ettikleri bu kişiler hakkında helal sayarlar. Nitekim Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, onlar için şöyle buyurur: “Putperestleri bırakır, Müslümanlarla savaşırlar.” Bu nedenle Osman, Ali ve onların
yanında olanları ve Sıffin Savaşı'na katılan her iki tarafı tekfir ederler. Onların bu ve buna benzer bir çok çirkin söylemleri bulunmaktadır.” 405
404
405
El-Farku Beyne’l-Firak, 73
Mecmuu’l-Fetava, 3/221
180
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
HARİCİLER İLE SAVAŞIN TÜRÜ
İbn-i Teymiye Rahimehullah, Buhari’de geçen “Onlara nerede rastlarsanız öldürün. Zîra, onları öldürene, kıyamet günü Allah’ın vereceği ecir
vardır” hadisini ve Hariciler ile savaşmaya teşvik eden, onların yer yüzünde
öldürülen en şerli kişiler olduğunu belirten diğer hadisleri de belirttikten
sonra, bu hadislerde Hariciler ile yapılması emredilen savaşın, saldırganlara
karşı yapılan savunma veya bağiler ile yapılan savaş türünden olmadığını
belirterek şöyle der:
“Bunlarla savaşmanın gerekçesi, cesaretlerinin kırılması, fesadlarının
önlenmesi ve itaat altına girmelerinin sağlanmasıdır. Dolayısıyla bunlar
nerede yakalanırsa öldürülmezler, yeryüzünde öldürülen en şerli kişiler
değildir ve öldürülmeleri de emredilmez. Ancak bütün yollara başvurulduktan sonra onlarla savaşılır. Böylece anlaşılmaktadır ki bunlarla savaşmanın
vacip olması, dinden çıkacak kadar aşırılığa kaçmaları durumundadır.
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Ali’den Radıyallahu Anhu rivayet
edilen hadisinde geçen sözleri buna delalet etmektedir: “Okun avı delip
geçtiği gibi dinden çıkarlar. Onlara nerede rastlarsanız öldürün.” Hadis,
onlarla yapılan savaşı, dinden çıkmalarına bağlamıştır. Böylece onlarla
savaşılmayı gerektiren sebebin dinden çıkmaları olduğu anlaşılmaktadır..”
“Ali’nin Radıyallahu Anhu, ilk ortaya çıktıklarında bunlarla savaşmamasının sebebi, Rasulullah’ın nitelediği taifeden olup olmadıklarının yeterince açığa çıkmaması sebebiyledir. Ancak ne zaman ki onlar İbn-i Habbab’ı
öldürüp, insanların kadın ve çocuklarına saldırdıklarında, “Putperestleri
bırakır, Müslümanlarla savaşırlar” sözündeki vasfı kazandılar. Böylece onların dinden çıkan topluluk olduğu da anlaşılmış oldu. Ali Radıyallahu Anhu,
Müslümanlara saldırmalarından önce onlarla savaşsaydı, kabilelerinin bunlara sahip çıkmaları ve Ali’yi terketmeleri ihtimali vardı. Rasulullah’ın Sallallahu
Aleyhi ve Sellem, Medine’ye geldiği ilk dönemlerde münafıklara samimi
davrandığı gibi, Ali’nin de askerlerinin gönlünü kazanması ve idare altına
alması gerekirdi.” 406
İbn-i Teymiye Rahimehullah başka bir yerde ise bunlarla savaşmanın,
zekatı vermeyi red edenler ile yapılan savaş türünden olduğunu belirterek
şöyle der: “Zekatı vermeyenler, Hariciler ve benzerleriyle yapılan savaş,
Sıffin ve Cemel Savaşları gibi değildir. Önceki imamların cumhuru bunu
böyle kabul ederler. Bu, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebinin akidesi oldu-
406
İbn-i Teymiye, Es-Sarimu’l-Meslul, 183-184
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯181
⎯⎯
ğu gibi, Ahmed bin Hanbel ve diğer hadis imamlarının ve Malik gibi Medine
ehlinin de mezhebidir..”
“Nass ve icma bu iki savaş türü arasında ayırım yapmıştır. Ali’nin
davranışı da bu savaşın farklı olduğunu göstermektedir. Rasulullah’ın
Sallallahu Aleyhi ve Sellem hadisleri uyarınca Hariciler ile savaştı ve sahabeden kimse ona bu konuda karşı çıkmadı. Ancak Ali Radıyallahu Anhu Sıffin
Savaşı hakkında, ne kadar isteksiz olduğunu ve ondan nefret ettiğini sık sık
belirtmiş, Cemel Savaşı'na katılanlar için ise, “Bize karşı ayaklanan kardeşlerimiz” demiştir. Kılıç onları temizlemiş ve her iki taraftan ölenlerin cenaze
namazlarını kılmıştır..” 407
İbn Teymiye, yukarıda bir kısmı aktarılan hadisleri nakleder ve şöyle
der: “Bütün ümmet Haricilerin ve sapıklıklarının kötülüğü hakkında ittifak
halindedir. Ancak tekfir edilmeleri konusunda İmam Malik ve Ahmed’in
mezheplerinde iki görüş bulunmaktadır. Şafii’nin mezhebindeki görüşler
arasında da fark vardır. İmam Ahmed ve başkalarından iki görüş nakledilir.
Bir görüşe göre onlar baği hükmündedirler. Diğer görüşe göre ise onlar
mürted kafirler hükmündedir. Onlarla savaşa önce başlamak, esirlerini
öldürmek, kaçanları takip etmek caizdir. Kendisine güç yetirilenlerine istitabe
uygulanır. Tevbe etmez ise öldürülür. Nitekim vacip olduğunu kabul ettikleri
halde zekatı vermeyenlerin, Müslümanların imamına karşı savaşmaları halinde, onların kafir olup olmadıkları konusunda da, İmam Ahmed’ten iki
görüş rivayet edilmektedir.
Bütün bunlar göstermektedir ki Ebu Bekir’in Radıyallahu Anhu zekat
vermeyenler ile ve Ali’nin Radıyallahu Anhu Hariciler ile savaşı, Cemel ve
Sıffin Savaşları türünden değildir. Ali ve başkalarının Hariciler ile ilgili söyledikleri de onların İslam’dan dönen mürtedler gibi olmadıklarını göstermektedir. İmam Ahmed ve diğerlerinden nakledilen de budur. Bununla birlikte
onların hükmü, Cemel ve Sıffin Savaşına katılanların hükmü gibi de değildir.
Bunlar hem zekat vermemeleri sebebi ile kendileri ile savaşılanlar ve hem de
Cemel ve Sıffin Savaşına katılardan farklı üçüncü bir türdür. Onlar hakkında
söylenen üç görüşten en sahih olanı budur.” 408
407
408
Mecmuu’l-Fetava, 28/281
Mecmuu’l-Fetava, 28/281-283. Ayrıca bakınız: 4/276-277
182
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
HARİCİLERİN TEKFİR EDİLMESİ
Alimler, Haricilerin tekfiri konusunda ihtilaf etmişlerdir. Onları tekfir
edenler delil olarak, Müslüman kardeşini tekfir eden kişiyi kafir olmakla
tehdit eden hadisleri gösterirler. Haricilerin tekfiri konusunda İmam Malik ve
Ahmed’in mezheplerinde alimlerin iki meşhur görüşü bulunmaktadır. Şafii’nin mezhebinde de bu konuda görüş ayrılıkları vardır. Bu nedenle İmam
Ahmed ve diğer alimlerin meşhur olan görüşlerinden birine göre bunlar baği
ve diğerine göre ise bunlar mürted kafirler hükmündedir.
Alimlerin çoğu ve Ehl-i Sünnet'in cumhuru, te’villerinden dolayı Haricileri tekfir etmezler. Hatta Hattabi bu konuda icma olduğunu iddia ederek
şöyle der: “İslam alimleri, sapıklıklarına rağmen Haricilerin Müslüman fırkalardan biri olduğunda icma etmişler, onlardan olan kadınlarla evlenmeyi,
kestiklerini yemeyi caiz görmüşler ve İslam’ın aslına sarıldıkları sürece tekfir
edilmeyeceklerini söylemişlerdir.” 409
İbn-i Battal şöyle der: “Alimlerin cumhuru, Haricilerin İslam’dan
çıkmadıklarını söylemiştir. Çünkü hadiste “Yukarıda olması konusunda
tartışmaktadır” denilmektedir. Tartışmak, şüphe etmekten ileri gelir. Şüphenin bulunması halinde ise, İslam’dan çıktıklarına hükmedilemez. Çünkü
İslam’a girdiği kesin olan bir kişinin, İslam’dan çıktığı da ancak kesin bir delil
ile sabit olur. Ali’ye Radıyallahu Anhu, Nehravan ehli hakkında, onların kafir
olup olmadıkları soruldu. Bunun üzerine o, “Onlar küfürden kaçtılar” diye
cevap verdi.” 410
Ali’nin bu sözü, birbirini takviye eden değişik yollardan rivayet edilmiştir. İbn-i Ebi Şeybe de Musannef’inde (15/332) Tarık bin Şihab’dan şunu
rivayet etmiştir: “Ali’nin yanındaydım. Nehravan’da olanların müşrik olup
olmadıkları kendisine soruldu. O, ‘Zaten şirkten kaçtılar’ dedi. ‘Münafık
mıdırlar?’ diye soruldu. O, ‘Münafıklar Allah’ı az anarlar’ dedi. Bunun üzerine, ‘Peki onlar nedir?’ diye sorulunca şöyle cevap verdi: ‘Bize karşı isyan
etmiş bir topluluktur.’”
Bu hüküm, onun zamanında bulunan Muhakkime ve benzerleri için
de geçerlidir. Hariciler gibi heva ehli olan kişileri tekfir etmeme konusunda
fakihler bu tür rivayetleri delil olarak gösterirler. Sahabe ve Tabi’in, Harura
409
Fethu’l-Bari, “Mürtedlere istitabenin uygulanması” kitabı, “İnkarcıların ve Haricilerin
Öldürülmesi” babı.
410
Fethu’l-Bari’den naklen.
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯183
⎯⎯
ehlinin miraslarını, Müslüman mezarlığına gömülmelerini ve İslam’ın diğer
hükümlerinin kendilerine uygulanmasını geçerli saymışlardır. 411
Ancak onlardan sonra gelen birtakım topluluklar, bozuk akidelerinde
aşırıya gitmiş ve İbn-i Hazm’ın belirttiği gibi, beş vakit namazı inkar etmişler
ve vacip olan namazın, sabah ve akşam namazları olduğunu söylemişlerdir.
Bazıları Mecusilikten bir uygulamayı alarak dine katmış, çocuğunun, kardeşinin veya bacısının kızları ile nikah yapmayı caiz görmüşlerdir. Kimileri de
Yusuf Suresi'nin Kur’an’dan bir sure olduğunu inkar etmiş 412 ve “La İlahe
İllallah” diyen bir kişinin, kalbinde küfür olan bir itikadı olsa da Allahu
Teala’nın katında mü’min olduğunu iddia etmişlerdir.
En doğrusu, bu ve benzeri şeyleri söyleyenler ile diğerlerini birbirinden ayırmaktır. Belki de Haricileri tekfir edenler, bu gibi sözleri söyleyenleri
kastetmişlerdir. İbn-i Hazm şöyle der: “En kötüleri, durumları aktarılan bu
aşırılarıdır. Hak ehline en yakın olanları ise İbadiyye fırkasıdır.”
411
Bakınız: Eş-Şifa, 2/257
Bu ve önceki görüşler Meymuniyye fırkasına nisbet edilir. Bakınız: El-Farku Beyne’l-Firak,
96, Şehristani, El-Milel ve’n-Nihal, 129
412
184
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
HARİCİLERİN NİTELİKLERİ VE ONLARA EN ÇOK
BENZEYENLER
A- Buraya kadar aktarılan tarihsel ve akidevi bilgilerden, bu sapık fırkanın nitelikleri ve ahlakı ortaya çıkmıştır. Onlardan sakındırmak, onlarla
ilişkimizin olmadığını belirtmek ve farkında olmadan birilerinin bizleri onların
nitelikleriyle nitelemesinin önüne geçmek için bu fırkanın en önemli özelliklerini ve ahlakını belirtmek istiyorum.
Bunlar, Müslümanları tekfir etme konusunda taşkın ve cesurdurlar.
Hatta en üstün kuşaklar olduğu belirtilen sahabe ve tabi’inden olan insanları
bile tekfir etme konusunda pervasızdırlar. Tekfir ettiklerinin başında Osman,
Ali, Aişe, Talha, Zubeyr, Ebu Musa el-Eşari, Amr bin As, Muaviye ve diğerleri gelmektedir. İbn-i Ömer bunlar için şöyle der: “Bunlar, insanların en şerlileridir. Kafirler hakkında inen ayetleri almış ve Müslümanlara uygulamışlardır.” 413
Tekfir ettiklerinin canlarını, mallarını ve namuslarını da helal görürler.
Muhaliflerini öldürür, mallarını ganimet olarak alır ve kadınlarını esir edinirler. İbn-i Habbab’ı öldürdüklerini ve hamile olan eşinin karnını yardıklarını
yukarıda aktarmıştık. Müslümanlar hakkında sergiledikleri bu aşırılığa karşın,
müşrik ve kafirlere karşı soğuk ve yapay bir takva gösterisinde bulunurlar.
İbn-i Habbab’ı öldürmelerine rağmen, zimmet ehlinden olan birinin, bir
hurmasını yemekten kaçındıklarını ve domuzunu yaraladıkları için sahibinden helallik dilediklerini aktardık. Bu ise Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve
Sellem onlar için söylediği “Putperestleri bırakır, Müslümanlarla savaşırlar”
sözünün doğruluğunu gösterir.
Kurtubi Rahimehullah, el-Mufhim’de, onların bu özelliğini belirttikten
sonra şöyle der: “Bütün bunlar, ilim nuru ile gönülleri aydınlanmamış ve
ilmin sağlam ipine sarılmamış olan cahillere kulluk etmeleri sebebiyledir.
Öncüleri olan kişinin Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem ganimeti paylaştırmasını reddetmesi ve haksızlık olarak nitelemesi onların ne olduğunu
göstermektedir. Allahu Teala korusun!” 414
Müslümanların en hayırlılarına karşı pervasızlıkları, haksızlıkları ve
taşkınlıkları, ispat edemeden ve sadece kötü zan ile insanların hatalarını
bayraklaştırmaları da bunların temel niteliklerindendir. Onların bu durumu
ne kadar kibirli olduklarını, nefislerine uyduklarını, Müslümanları nasıl hor
413
414
Buhari muallak olarak, “İnkarcıların ve Haricilerin Öldürülmesi” babında rivayet etmiştir.
Fethu’l-Bari, “Mürtedlere İstitabenin Uygulanması” kitabı
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯185
⎯⎯
gördüklerini ve onlara nasıl tepeden baktıklarını gösterir. Onların öncüsü
olan Zu’l-huvaysira, cüretkarlık ederek Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem
“Adaletli ol” başka bir rivayette “Adaletli davranmıyorsun” ve yine başka bir
rivayette ise “Görüyorum ki adaletli davranmıyorsun” diyecek küstahlığı
göstermiştir.
Böyle olunca, tahkim tutanağında mü’minlerin emiri yerine, kendi
ismini yazdığı için Ali’ye, “Mü’minlerin emiri değilsen, kafirlerin emirisin”
demeleri çok görülmez. Halbuki ondan önce kendileri tahkime gidilmesi
meselesinde ısrar etmiş ve “Ey Ali, kendisine çağrıldığın zaman Allah’ın
Kitabı'na icabet et, aksi halde seni düşmanın eline veririz veya İbn-i Afvan’a
yaptığımızı sana da yaparız” demişlerdir. Dolayısıyla Rasulullah’ın Sallallahu
Aleyhi ve Sellem onlar hakkında buyurduğu, “Dillerinden Kur’an dökülür ama
şiddetlidirler” sözü tam yerindedir. Halbuki İslam, inatçı davranan ve karşı
koyan kafirlere karşı şiddetli olmayı teşvik etmiş, bununla birlikte Müslümanlara karşı şefkat ve merhamet ile davranmayı emretmiştir. Hariciler ise bunu
tam tersine çevirmişlerdir.
Ebu Ya’la, Enes’ten merfu olarak şöyle rivayet eder: “Aranızda öyle
bir topluluk var ki, ibadetlerine insanlar hayran kalır. Bunların kendileri de
yaptıklarını beğenirler. Ancak okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar.” 415
Haricilerin kendilerini ve liderlerini beğenmesinin en açık ifadesi, insanların en kötüleri olmasına rağmen onları çokça övmeleridir. Halbuki aynı
kişiler sahabeye sövmekte, hakaret etmekte ve hatta tekfir etmektedir.
Şatıbi, Sapık fırkalardan ve Haricilerden söz ederken şöyle der: “Hariciler, Allahu Teala ve Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem övdüğünü ve
salih selefin övülmesinde ittifak ettiği kişileri yerdiler. Salih selefin ittifakla
kötülediği ve Ali’yi öldüren Abdurrahman bin Mülcem gibi kişileri övdüler ve
Ali’yi Radıyallahu Anhu öldürmesini onayladılar. Allahu Teala’nın, “İnsanlardan öyleleri de var ki Allah’ın rızasını almak için kendini satar (feda eder)” 416
ayetinin İbn-i Mülcem hakkında indiğini ve bundan önceki “İnsanlardan
öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri hoşuna gider” 417 ayetinin ise Ali Radıyallahu Anhu hakkında indiğini söylediler. Allah onların canını
alsın, ne kadar da yalan söylüyorlar. Umran bin Hittan 418 İbn-i Mülcem’i
şöyle övmektedir:
415
Ebu Ya’la, 3/1007
2 Bakara/207
417
2 Bakara/204
418
Bu, İmran bin Hittan es-Sedusi’dir. Haricilerin önde gelen şair ve hatiplerindendir. Hicri 84
yılında öldü. Haricilerin mezhebine katılmasının sebebi, onların anlayışında olan amcasının
416
186
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
“Muttaki adam öyle bir vuruş vurdu ki, onunla Arş’ın sahibinin rızasını
kazanmak istedi.
Ne zaman aklıma gelse, onu Allah’a karşı görevini en iyi yapmış kişi olarak
sayarım.”
Allah kendisine lanet etsin, nasıl da yalan söylüyor.” 419
Onların bir diğer vasıfları ise, şer’i delilleri anlamadan, Şari’nin ondan maksadını kavramadan ve nassların neye delalet ettiğini bilmeden
hüküm vermeleridir. Anlayışları bozuktur. Nitekim Rasulullah Sallallahu Aleyhi
ve Sellem onları, “akılca kıt” 420 diye nitelemiştir. Sünnetin, Kur’an’ı açıklamasından kendilerini mahrum bıraktıkları için bocalamışlar, meselelerde
birbirlerini tekfir etmişler, sonra tevbe etmişler ancak daha sonra yaptıkları
bu tevbenin de hata olduğunu söylemişlerdir. Veya başka bir görüşe yönelmişler ve öncekinden tevbe etmişler, ama daha sonra o tevbeden de vaz
geçmişler ve aksi halde kafir olacaklarını söylemişlerdir. Bütün bunlar
delillendirme yöntemini bilmedikleri ve kavrayışlarının yetersizliği sebebiyle
olmuştur.
Muberred, el-Kamil’de şöyle anlatır: “Haşimoğullarının bir velisi Nafi
bin Ezrak’a gelmiş ve şöyle demiş: ‘Müşriklerin çocukları ateştedir, bize
muhalefet edenler de müşriktir. Dolayısıyla onların çocuklarını öldürmemiz
helaldir.’ Bunun üzerine Nafi kendisine, ‘Kafir oldun ve kendin delil getirdin’
demiştir. 421 Adam; ‘Allah’ın Kitabı'ndan sana bunun delilini getirmezsem
beni öldür’ dedi ve şu ayeti okudu: “Nuh dedi ki: ‘Rabbim, yeryüzünde
bir kızı ile evlenmesidir. Evlendiği kadının görüşüne meyletmiştir. Buhari bundan hadis rivayet
ettiği için eleştirilmiştir. Halbuki sadece ipek giymenin haramlığına dair bir rivayet nakletmiştir.
Bunu da tabi rivayetler arasında belirtmiştir. Sözkonusu hadisin Buhari’de başka yolları da
aktarılır. Bunun için, Fethu’l-Bari’nin mukkadimesine bakınız.
Buhari’nin Haricilerin görüşlerine meyletmeden önceki durumuna bakarak ondan rivayette
bulunduğu söylenir. Başkaları ise, ömrünün sonunda Haricilikten vazgeçtiğini belirtmektedir.
Bununla birlikte Ebu Davud şöyle der: “Fırka mensupları arasında hadisleri en sahih olanlar
Haricilerdir.” Daha sonra ise İmran ve başkalarını zikretmiştir. Çünkü Hariciler yalan söylemeyi küfür olarak görürler. İbnu’l-Kayyim Rahimehullah şöyle der: “Günahlar sebebiyle tekfir
eden ve yalan söylemeyi bu tür günahlardan görenlerin şahitliği, böyle olmayanların şahitliğinden daha makbuldür. Selef de, halef de bunların şahitliğini kabul etmeye devam etmiştir.”
Et-Turuku’l-Hukmiyye, 232
419
El-İtisam, 2/268. Buna cevap vermek için yazılmış beyitler ile ilgili olarak el-Bağdadi’nin,
el-Farku Beyne’l-Fırak isimli kitabı, 93. Sayfaya bakınız.
420
Müslim’in rivayet ettiği hadisten bir bölümdür.
421
Nafi’nin ona “sapıttın”, “yanıldın”, “hata ettin” gibi bir şey söylemeden hemen “kafir
oldun” demesine dikkat etmek gerekir. Öldürme, insanların kanını helal sayma ve küfür
hükmünün sonuçlarını uygulama meselelerinde ne kadar acele davranmaktadırlar.
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯187
⎯⎯
kafirlerden hiç kimseyi bırakma. Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlaksız, nankör (insanlar) doğururlar.” 422 Bunun üzerine Nafi,
kendilerine muhalefet edenlerin çocuklarının da cehennemlik olduğunu ve
öldürülebileceklerini söyleyerek şunu ilave etti: “Yaşadıkları memleket, küfür
memleketidir. Ve bundan sadece imanını izhar eden hariç tutulur. Geri
kalanının kestiklerini yemek, kadınlarıyla evlenmek ve onlara mirasçı olmak
helal değildir.”
Nuh’un Aleyhisselam kavmini dokuz yüz elli yıl İslam’a davet ettiği
halde, davetine karşı parmaklarıyla kulaklarını tıkayan, elbiselerine bürünen
ve kibirlendikçe kibirlenenler için söylediği sözlerini hatalı bir şekilde kendilerine delil göstermişlerdir. Allahu Teala, Nuh’a Aleyhisselam şöyle vahyetmişti:
“..artık kavminden iman etmiş olanlardan başkası (sana) asla iman etmeyecek.” 423 Nuh’un Aleyhisselam kafirler için söylediğini insanların en hayırlı
kişileri ve çocukları için söylemektedirler. Çünkü basiretli ve yeterli bir anlama ve kavrama yeteneğine sahip değildirler. Akılları doğru istidlal yapmaktan uzaktır.
Bu durumları Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, onlar için buyurduğu “Kur’an’ı okurlar ama boğazlarından aşağı inmez” sözünün ne
kadar doğru olduğunu gösterir. Nevevi Rahimehullah şöyle der: “Bundan
maksat, dilleriyle tekrar etmekten başka Kur’an’dan nasiplerinin olmadığını,
kalplerine ulaşması bir yana, gırtlaklarından aşağıya bile geçmediğini belirtmektir. Çünkü Kur’an okumaktan maksat, kalpte anlamak ve üzerinde düşünmektir.”
Şer’i ahkamda katı tutum takınmaları, Allahu Teala’nın Müslümanlar
için tanıdığı kolaylığı tanımamaları ve ümmetin işini zorlaştırmaları da onların vasıflarındandır. Onlardan bazıları hayızlı kadının kılmadığı namazları
sonra kaza etmesini vacip görmüş, hırsızlıkta nisap ölçüsünü gözetmeden az
veya çok mal çalan kişinin elini omuzdan kesmiş, kendilerine hicret etmeyi
vacip saymış, kendi mezheplerinden de olsalar muhaliflerine karşı kendi
yanlarında savaşmayan kişileri tekfir etmiş, kadınlar da dahil kendilerine
hicret etmede birbirlerini mazur görmemiş, mezheplerinden olmayan bir
erkek ile evlenmeye ailesi tarafından zorlanan bir kadını, “Daru’l-küfürde
ikamet eden herkes kafirdir ve oradan hicret etmesi gerekir” diyerek kendilerine hicret etmediği için tekfir etmişlerdir. 424
422
71 Nuh/26-27
11 Hud/36
424
Eş’ari, Makalat, 1/88
423
188
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Bu nedenle ilk dönemlerdeki Müslümanlar, Allahu Teala’nın kolaylık
tanıdığını zorlaştıran herkesin Haricilerden olduğunu düşünürdü. Buhari ve
Müslim, Muaze adındaki kadından şöyle rivayet ederler: “Aişe’ye; ‘Hayızlı
kadın neden orucu kaza ediyor da namazı kaza etmiyor?’ diye sordum.
Bana; ‘Sen Harurilerden misin?’ dedi. Ben; ‘Hayır, ama soruyorum’ dedim.
Bunun üzerine şöyle dedi: ‘Hayızlı olduğumuz zaman orucu kaza etmemiz
emredildi ancak namazı kaza etmemiz emredilmedi.’”
Onların niteliklerinden biri de, müteşabih ayetlere uymaları ve muhkem olan ayetleri ölçü almamalarıdır. Taberi, Tehzibu’l-Asar’da, İbn-i
Hacer’in sahih olduğunu bildirdiği bir sened ile Hariciler hakkında İbn-i
Abbas’tan Radıyallahu Anhuma şöyle rivayet eder: “Kur’an’ın muhkemlerine
iman ederler ancak müteşabihleri ile helak olurlar.” 425
Bu nedenle sahabe Radıyallahu Anhum, bu şekilde davranan birini
gördüklerinde onu Haricilerden zannederdi. Subayğ bin İsl hadisinde Ebu
Osman en-Nehdi’den şöyle rivayet edilmektedir: “Beni Yarbu veya Beni
Temim’den bir adam Ömer İbnu’l-Hattab’a, Zariyat, Naziat, Murselat veya
başka bazı ayetler hakkında sordu. Ömer ona, ‘Başını göreyim, Allah’a
yemin ederim saçının traş edildiğini görseydim başını vururdum’ dedi ve
Basra halkına onunla oturup kalkmamalarını yazdı. Şöyle denmiştir: ‘Yüz kişi
de olsalar, o adam geldiği zaman dağılırlardı.’” 426
Tabi’in’in bakışı böyledir. Malik, Muvatta’da, Said bin Mansur Sünen’de ve Beyhaki (8/96) Rabia bin Ebi Abdurrahman’dan şöyle rivayet
ederler: “Said bin Museyyeb’e; ‘Kadın parmağını kesmenin cezası nedir?’
diye sordum. ‘On deve’ diye cevap verdi. Ben; ‘İki parmağı kesilirse, cezası
ne olur?’ diye sordum. ‘Yirmi deve’ dedi. Ben; ‘Üç parmak kesilirse’ dedim.
‘Otuz deve’ dedi. Ben yine; ‘Dört parmak kesilirse’ diye sordum. O; ‘Yirmi
deve’ diye cevap verince kendisine; ‘Neden yarası ve acısı arttığı halde
cezası azaldı?’ dedim. Bana; ‘Sen Iraklı mısın?’ dedi. Ben; ‘Hayır, ama
öğrenmek istiyen bir cahil veya bildiğini pekiştirmek isteyen bir alimim’
dedim. Bunun üzerine şöyle cevap verdi: ‘Ey kardeşimin oğlu, sünnet böyledir.’”
Kadının diyeti erkeğin diyetinin yarısı kadardır. Bu mesele hakkında
el-Muğni ve diğer kitapların “Diyetler” bölümüne bakınız.
Said bin Museyyeb, kendisine gelen bu kişinin sorup durduğunu görünce, sünnete itiraz ettiğini ve müteşabihin peşine düştüğünü zannetti. Bu
nedenle kendisine Iraklı olup olmadığını sormuştur. Çünkü o dönem Irak
425
426
Fethu’l-Bari, “Mürtedlere İstitabenin Uygulanması” kitabı
Es-Sarimu’l-Meslul, 188, Emevi ve başkalarından sahih bir sened ile rivayet edilmiştir.
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯189
⎯⎯
fitne ve Haricilerin yatağı idi. Bu Aişe’nin Radıyallahu Anha, hayızlı kadının
namazını neden kaza etmediğini soran Muaze adındaki kadına Harurilerden
olup olmadığını sorması kabilindendir.
Ömer İbnu’l-Hattab’ın Radıyallahu Anhu, Allah’a yemin ederim saçının traş edildiğini görseydim başını vururdum” demesinden anlaşılmaktadır
ki; onların
vasıflarından biri de saçlarını tamamen kesmeleridir.
Rasulullah’tan Sallallahu Aleyhi ve Sellem gelen rivayetlerde onlar bununla da
nitelenmişlerdir. İmam Ahmed, Enes’ten merfu olarak şöyle rivayet eder:
“Ümmetimde ihtilaf ve tefrika olacaktır. Onlardan bir kavim çıkacak ki
Kur’an’ı okuyacaklar, ama boğazlarından aşağı inmeyecektir. Onların özelliklerinden biri de saçlarını tamamen traş etmeleridir.” 427
Onların bir diğer niteliği ise, batıl görüşlerini yaldızlamaları ve ona
hak süsü vermeleridir. Bu nedenle ciddi bir bilgisi veya derin basireti olmayan kişiler onlara kanar ve peşlerinden giderler. Ali’yi tahkime zorladıklarında “Kendilerine Kitap'tan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında Allah'ın Kitabı hükmetsin diye çağrılıyorlar da, onlardan bir bölümü yüz çeviriyor.
Onlar, işte böyle arka dönenlerdir” 428 ayetini dillerine doladılar. Ali’nin
Radıyallahu Anhu kendilerine hitap etmesi esnasında, “Hüküm ancak Allah’ındır” diyerek bağırdılar. Bunun üzerine Ali bin Ebi Talip Radıyallahu
Anhu, “Batıl için kullanılan hak bir söz” diyerek onlara cevap verdi. Onların
emirleri insanlara hitap ettikleri zaman cenneti ve şehitliği öne çıkararak
insanların duygularını coşturur, Müslümanlardan söz ederken ise şunu
söylerlerdi: “Bizi, halkı zalim olan bu memleketten çıkar..” İbn-i Kesir
Rahimehullah, onları “İnsanların en tuhafı” diye nitelemiştir. Onlar, İbn-i
Kesir’in dediği gibi insanların en tuhafı olmaları nedeniyledir ki, halkı Ali ile
savaşmaya teşvik ederken şöyle derlerdi: “Rahman ve rahim olan Allah’a
itaatin gerçekleşmesi için onların yüzlerine ve sırtlarına kılıçlarla vurunuz.
Bunu başarır ve istediğiniz gibi Allah’a itaat ederlerse, size itaat edenlerin
sevabı vardır. Ancak siz öldürülürseniz, Allah’ın rızasına ve cennetine ulaşmaktan daha güzel ne olabilir ki?”
İbn-i Kesir Rahimehullah, Ali’nin ordusundaki komutanlardan biri
olan Ebu Eyyub el-Ensari’nin şöyle dediğini rivayet eder: “Attığım mızraklardan biri, Haricilerden bir adama isabet etti ve sırtından çıktı. Ben Ona
şöyle dedim: ‘Ey Allah’ın düşmanı müjde, sana eteş var.’ Bunun üzerine
bana; ‘Hangimizin orada kalmaya daha layık olduğunu öğreneceksin’ dedi.”
427
İmam Ahmed, Müsned, 3/197. İlginçtir ki, haksız yere Harici olmakla suçlanan bizim ve
diğer Tevhid davetçilerinin bilinen tavrı, saçlarını uzatmalarıdır. Hatta bazıları bunu bize
uygun görmemiş ve eleştirmiştir.
428
3 Al-i İmran/23
190
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
İbn-i Hacer Rahimehullah, Fethu’l-Bari’de, Haricilerin vasıfları ile ilgili
olan hadisteki “..yaratılanlar arasında en hayırlı konuşanlardır” sözüne işaret
ederek bundan maksadın kalpler olduğunu ve en güzel sözün de Kur’an
olduğunu söyleyenlere işaret ettikten sonra şöyle der: “Bu sözün zahir anlamda olması muhtemeldir. Bundan maksat, zahirde güzel, ama batında
bunun aksi söz söylemektir. Aynen cevap olarak Ali’ye Radıyallahu Anhu,
“Hüküm ancak Allah’ındır” dedikleri gibi.” 429
Onların nitelikleriden biri de, çabuk görüş değiştirmeleri ve kararsız
olmalarıdır. Ali’nin tahkime gitmesi için baskı yapan, ancak daha sonradan
bunu kabul ettiği için onu tekfir edenler, aynı kişilerdir. Kendilerine
“Mü’minlerin emirine itaat ediniz” denildiğinde, “Bize Ömer gibi birini getirin, kabul ederiz” demişlerdi. Çok geçmeden kendilerine emir olarak, sahabeden olmayan, herhangi bir geçmişi veya üstünlüğü bulunmayan Abdullah
bin Vehb er-Rasibi’yi atadılar. Basra’ya, yanında mahremi olmadan gittiğini
iddia ederek Aişe’yi Radıyallahu Anha tekfir ettiler ve ona “Evlerinizde vakarınızla oturun” 430 ayetini okudular. Halbuki kardeşinin oğlu Abdurrahman ve
kızkardeşinin oğlu Abdullah bin Zubeyr, yolculuğu esnasında Aişe’nin
Radıyallahu Anha yanında bulunuyorlardı. Ayrıca Müslümanların hepsi onun
mahremidir. Çünkü o, Müslümanların annesidir. Aişe’ye Radıyallahu Anha bu
şekilde karşı çıkan Şebibiyye fırkası, çok geçmeden başlarına liderlerinin
karısı olan Ğazale’yi getirdiler. Ğazale, Haricilerden olan diğer kadınları da
yanına alarak Haccac’a karşı savaştı. Bu ise benzer şeyler arasında denge
kuramamaları ve hevalarına uymaları sebebiyledir. Halbuki insanlar arasında kıyasa en çok itibar edenler de kendileridir. 431
Onların niteliklerinden biri de, en basit sebeplerden dolayı bile çabuk
bölünmeleri ve fırkalaşmalarıdır. Çok basit bir ihtilaf yüzünden birbirlerine
girip ilişkilerini kesebilir, hatta birbirlerini tekfir edebilirler.
Şüphesiz bütün bu nitelikleri çirkin, akide ve düşünceleri ise sapıklıktır. Allahu Teala’nın dinine bağlı olan cemaatin bir mensubu olmak isteyen
ve hakkın peşinde olan herkesin, bu niteliklerden ve akidelerden uzak durması ve sakınması gerekir. Şöyle denilir:
Sana öyle bir iş hazırladılar ki;
Farkında olsan,
Onu yapmak yerine kuzularla beraber otlamaya razı olursun.
429
Fethu’l-Bari, “Mürtedlere İstitabenin Uygulanması” kitabı
33 Ahzab/33
431
Şehristani, El-Milel ve’n-Nihal, 116
430
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯191
⎯⎯
Bizi, menhecimizi ve davetimizi bilen herkes, Allahu Teala’nın lütfu
ile bütün bu nitelik, akide ve düşünceler ile ilişkilerimizin olmadığını ve
bunlardan en fazla sakındıranın da biz olduğumuzu bilir. Hatta bu gibi akide
ve düşüncelerden beri olduğumuzu belirtmemiz ve insanları bunlardan
sakındırmamız sebebi ile, hakkımızda karalamalar yapılmış, bizlere haksızlık
yapılmıştır. Hatta bazıları bu sebepten dolayı bizleri tekfir etmiştir. Buna
rağmen uzak veya yakın kimseye taviz vermedik ve bu çirkin nitelikleri ve
sapık akideleri tasvip etmedik. Hasımlarımızdan insaf ve vicdan sahibi olan
herkes bunu itiraf eder ve şahitlik yapar.
Bununla birlikte şuna dikkat çekmek isteriz ki; bu çirkin huylardan
herhangi birine sahip olan herkesin Haricilerden olduğuna hükmetmek
doğru değildir. Aksine, Haricilerin prensiplerini ve sapık akidelerini benimsediğini kabul etmedikçe, kimseyi bu nitelikler ile nitelemek doğru olmaz.
Sahabeyi tekfir etmek, günah işleyen Müslümanları tekfir etmek, putperestleri bırakıp Müslümanlarla savaşmak, onların kan, mal ve namuslarını helal
görmek gibi temel anlayışlarını, yöntem olarak kabul etmedikçe, kimseyi
onlardan saymak caiz değildir.
Şatıbi, Fırkatu’n-Naciye’ye muhalif olan diğer fırkalardan söz ederken şöyle der: “Beşinci konu: Herhangi bir fırkanın, Fırkatu’n-Naciye’ye
muhalif sayılması, ayrıntıların birinde değil, genel din anlayışı ve şeriatın
kaidelerinin birinde ona muhalefet etmesi sebebi ile olur. Çünkü cüz’i ve tali
olan şeyler üzerindeki ihtilaf sebebiyle fırkalaşma olmaz. Fırkalaşma ve
bölünme ancak genel konulardaki muhalefet ile meydana gelir.”
“Genel kaideler, cüz’i konuların çokluğu ile oluşur. Kişi, teferruattan
olan bir çok meselede farklı görüş ortaya koyarsa, bunlar şeriatın kaidelerinden birine veya daha fazlasına muhalefet ile sonuçlanır. Ancak cüz’i olan tek
bir meseledeki ihtilaf böyle değildir. İhtilafın böyle bir meselede meydana
gelmesi, bid’atçının hata ve yanılması kabilindendir.” 432
Bundan da anlaşılmaktadır ki, Hariciler veya diğer dalalet ehli fırkaların Ehl-i Sünnet'e muhalif olan genel usül ve kurallarını benimsediği sabit
olmadıkça, kimsenin onlara nisbet edilmesi caiz değildir. Şiddet, taassub,
aşırılık ve hüküm vermede pervasızlık gibi kötü huyların biri sebebi ile onlara
muvafık düşen kimseyi, onlardan saymak doğru olmaz. Bu, Haricilerde
bulunan ve onların ayırıcı özelliklerinden sayılan bir nitelik bile olsa, Ehl-i
Sünnet'e muhalefet ettikleri genel kural ve usullerinden değildir. Üstelik bu
ahlak, sadece onlara mahsus ve başkalarında bulunmayan bir şey de değildir. Çünkü buna benzer şeyler herkeste bulunabilir.
432
Şatıbi, El-İtisam, 2/233 ve 287
192
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Bunların çoğu imanı ve ilmi az olan kişilerde bulunabilen nitelikler
olup, kalpteki hastalık, zayıflık ve ifrazattan başka bir şey değildir. Buna
özellikle dikkati çekmek istiyorum. Çünkü ilim tahsilinin henüz başlarında
olan bazı kişilerin tam kavrayamadıkları bazı konularda heyecanlı davrandıkları ve aşarılığa kaçtıkları görülmektedir. Bu kişiler zaman zaman görüşlerinde ileri giderler ve ölçüyü kaçırırlar. Bu durumlarda onları hemen Harici
olmak ile nitelemek doğru değildir. Özellikle bu aşırı davranışlar, ihlaslı ve
dürüst kişilerde Allahu Teala’nın Kur’an’da ilim ehlini nitelediği ve ilmin aslı
olan Allah korkusu ile çok geçmeden kaybolur. Bu ise Allahu Teala’nın
Kitabı'nı iyice düşünüp taşınmak ve ilim talebesini aşırılıktan, riyadan, faydasız tartışmalara girmekten, arsız insanlarla vakti boşa geçirmekten ve ilmi bu
tür işler için öğrenmekten sakındıran hadisleri incelemekle olur. Alimlerin
söylediklerini incelemek, siyerlerini okumak, ahlak ve davranışlarını öğrenmek de buna yardımcı olur. Abdullah bin Ömer’den rivayet edilen bir hadiste Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur: “Her çalışanda bir
şevk vardır, her şevkin de bir sonu vardır. Kimin şevkinin sonu sünnetimde
kalırsa doğru yoldadır. Kim de hata eder (sünnetimin haricinde kalır) ise o
da helak olmuştur.”
Bu rivayet, işin başında herkeste bu hamasetin az çok bulunduğunu
gösterir. Allahu Teala iyililiğini istediği kişileri nefsin kötü arzusuna karşı
koymaya ve Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem sünnetine uymaya
muvaffak eder. Haricilerin kötü niteliklerini tanıdıktan sonra hak peşinde
olan bir kişiye düşen görev, bu niteliklerden herhangi birinde onlara benzememeye çalışmak, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in niteliklerine sahip olmak için
gayret etmek ve kişiyi dinden çıkmaya kadar götürebilen aşırılıklardan kaçınmaktır. İbadet ehli olmalarına rağmen, aşırılık ve hevalarına uymaları,
Haricileri dinden çıkmaya ve Nübüvvet dönemine çok yakın ve nesillerin en
hayırlısı olan sahabe ve tabi’in ile beraber olmalarına rağmen onların yeryüzünde öldürülen en şerli insanlar olmalarına yolaçmıştır. Bu nedenle onlardan sonra gelen nesillerin bundan dersler çıkarması, kötülüğünün farkına
varıp sakınması, ilmin azaldığı ve cehaletin yayıldığı, insanların dalalet öncülerini lider edindiği ve heva sahiplerinin peşine takıldığı günümüzde onların
yolundan şiddetle sakınması gerekir.
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Allahu Teala’nın dini, onda
aşırı giden ile geri duran arasında vasattır. Allahu Teala ne zaman bir kula
bir şeyi emretse, mutlaka şeytan ya ifrat veya tefrit ile karşısına çıkarak itiraz
eder. Bu itarızının hangisinde başarılı olması onun için önemli değildir. İslam
Allahu Teala’nın dinidir ve din olarak insanlardan sadece o kabul edilecektir.
Bu nedenle şeytan, İslam’a mensup herkesin yoluna çıkmış, şer’i hükümlerin
birçoğundan saptırmış, hatta bu ümmetin en abid ve en zahid kitlelerini bile
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯193
⎯⎯
dalalete düşürmüş ve okun yaydan çıkması gibi dinden çıkmalarına sebep
olmuştur.” 433
İbn-i Teymiye Rahimehullah, Hariciler ile ilgili yukarıda aktarılan hadisleri belirttikten sonra şöyle der: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve
raşid halifeler zamanında İslam’a mensup olup çokça ibadet etmelerine
rağmen dinden çıkan ve kendilerine karşı savaşı hak eden olmuşsa, bilinmelidir ki bugün de İslam’a veya sünnete mensup insanlar İslam’dan ve sünnetten çıkabilir; hatta sünnet ile ilgisi olmayanlar ona bağlı olduğunu iddia
edebilir. Halbuki kendisi ondan çıkmıştır. Bunun sebepleri vardır ve aşırılık
bunlardan biridir. Allahu Teala, Kur’an’da aşırılığı kötülüyerek şöyle buyurmuştur: “Ey kitap ehli, dininizde aşırı gitmeyin..” 434 “De ki: Ey kitap ehli!
Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını
saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın.” 435
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur: “Dinde aşırılıktan
sakının. Sizden öncekilerin helak olmasının sebebi, dinde aşırılığa kaçmalarıdır.” 436
Bu sebeplerden biri de Allahu Teala’nın Kur’an’da belirttiği ihtilaf ve
bölünmedir. Diğer bir sebep ise, ilim sahiplerinin ittifakı ile Rasulullah
Sallallahu Aleyhi ve Sellem adına uydurma olduğu bilinen birtakım hadislerdir.
Cahil kişiler bunları hadis olarak duyar ve hevasına uygun düştüğü için
onlara inanır.
Dalaletin aslı, zan ve hevaya uymaktır. Allahu Teala, kınadığı kişiler
hakkında şöyle buyurur: “Onlar sadece zanna ve nefislerin arzularına uyarlar. Halbuki onlara Rableri tarafından hidayet gelmiştir.” 437 Allahu Teala,
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem için ise şöyle buyurur: “Battığı zaman
andolsun yıldıza ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve batıla inanmadı;
o, kötü arzularına göre de konuşmaz. O(nun konuşması, kendisine)
vahyedilenden başkası değildir.” 438 Allahu Teala, Rasulü'nü cehalet ve zulüm
olan dalalet ve sapıklıktan tenzih etmiştir. Dalalette olan, hakkı bilmeyendir.
Sapmış olan ise, hevasına uyandır. Allahu Teala, Rasulullah’ın Sallallahu
Aleyhi ve Sellem nefsin arzusu ile konuşmadığını, ancak Allahu Teala’nın
433
Mecmuu’l-Fetava, 3/236
4 Nisa/171
435
5 Maide/77
436
Sahih bir hadistir
437
53 Necm/23
438
53 Necm/1-4
434
194
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
kendisine vahyettiğini aktardığını bildirmiş, onu ilim ile nitelemiş ve hevaya
uymaktan tenzih etmiştir.” 439
B- “Harici” teriminin ıstılahi manasına dikkat edilmeli ve gerek zulmü
kaldırmak için olsun ve gerekse idareyi ele geçirmek için olsun yönetime
karşı çıkan ve ayaklananlar ile bid’at olan akide sahibi olan ve usül bakımından Ehl-i Sünnet'e muhalif olan Haricileri birbirinden ayırmak gerekir. Çünkü bu her iki kesim içinde “Hariciler” kelimesi kullanılır. Haricilerin ilk ortaya
çıktıklarında amaçları yönetimi ele geçirmek değildi. Birçoklarının dünyaya
iltifat etmediği, zühd ve ibadete düşkünlükleri ve sapık da olsa akideleri için
ölmeye hevesli oldukları bilinmektedir. Ayrıca sadece yöneticilere karşı değil,
bütün Müslümanlara karşı çıkmışlar, iyi ile kötüleri arasında ayırım yapmamışlardır. Kafir olduklarına hüküm verdikten sonra Müslümanları öldürmeyi,
mallarını yağmalamayı ve kadınlarını esir almayı helal saymış, bu uygulamalarında kadın ve çocukları bile istisna etmemişlerdir. Onların hareket noktası
sapık ve yanlış bir akidedir.
“Harici” olarak nitelenen diğer kesim ise, bir akide davasıyla değil,
yönetime karşı başkaldırma veya ele geçirme için yöneticiye karşı çıkanlardır.
Bunlar iki kısımdır:
Birincisi: Din adına öfkelendikleri için veya yöneticilerin zulmüne
ve sünnete göre hareket etmemelerine ya da namazları bırakmalarına tepki
gösterme sebebiyle ayaklananlar. Bunlar hak ehlidir. Alimler bunlardan
sayılırlar. Ali’nin oğlu Hasan, Harra’da toplanan Medineliler ve
Abdurrahman bin Eş’as ile beraber Haccac’a karşı çıkan “Kurra” bunlardandır.
İkincisi: Şüpheleri olsun veya olmasın, sadece iktidar için ayaklanmış olanlardır. Bunlar ise bağiler hükmündedir. 440
Bilindiği gibi Ehl-i Sünnet'in cumhuru, zalim de olsa Müslüman
imama karşı sabretmeyi tercih etmekte ve açık küfür içinde olmadıkları
sürece onlara karşı ayaklanmayı uygun görmemektedir. Alimlerin, zalim
imama karşı zulmüne karşı çıkmak için ayaklananları hak ehli olarak gördüğü ve hiçbir şekilde sapık Hariciler ile eşit saymadığı halde, acaba yöneticilerin bir çok sebebi işleyerek açık küfre ve şirke girdiklerini görerek, dinine
yardım etmek için onlara karşı çıkan kişileri Hariciler olarak isimlendirmek
caiz olur mu? Allahu Teala’nın basiretlerini körelttiği ve kalplerini mühürlediği birçok kişinin yaptığı gibi, bu insanlara Hariciler ismini takmak caiz midir?
Basireti kapalı bu kişiler, yasama yapan tağutları ve küfür kanunlarını ege439
440
Mecmuu’l-Fetava, 3/238
Fethu’l-Bari, “Mürtedlere İstitabenin Uygulanması” kitabı
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯195
⎯⎯
men kılan müşrik kafirleri eleştiren veya tekfir edenlere, Ehl-i Sünnet'in en
iyileri ve muvahhidlerin en samimilerinden olsalar bile, Hariciler adını vermektedirler. Bu insanların tağut müşriklere karşı çıkışı kalem veya dil ile,
kuvvet veya kılıç ile olması da onlar için farketmez.
Onların bu iddialarının doğru olduğunu söylesek ve bu
muvahhidlerin Harici olduğunu kabul etsek bile, keşke bu muvahhidler ile
tağutlar arasında verdikleri zarar yönünden tercihte bulunma konusunda
mağrib alimleri kadar basiretli ve kavrayışlı olsalardı. Mağrib alimleri Haricilerden Ebu Yezid el-Harici liderliğinde Beni Ubeyd (Fatımiler) ile savaşmak
üzere çıktıkları zaman, bu bayrak altında savaşmalarını kınayan kişilere şöyle
demişlerdir: “Allahu Teala’ya karşı günah işleyen kişilerin yanında, Allahu
Teala’ya küfredenlere karşı savaşıyoruz.” O dönemin fakihlerinden olan Ebu
İshak şöyle der: “Bunlar kıble ehlidir. Ancak kendilerine karşı savaşılan Beni
Ubeyd kıble ehli değildir. Onları yenersek, Harici olan Ebu Yezid’in sancağı
altında bulunmaya devam etmeyeceğiz.”
Halbuki bu mübarek daveti taşıyan o insanlar, kurdun Yusuf’un
Aleyhisselam kanından beri olduğu gibi Haricilerin akide ve usullerinden
beridirler. Mücadeleden geri kalan ve Allahu Teala’nın düşmanlarına karşı
zillet, meskenet ve aşağılık içerisinde oturan bu beceriksizlerin, hiç olmazsa
bu mücahid muvahhidlere iftira etmek ve yalan söylemekten kaçınmaları
gerekmez miydi? Hiç olmazsa, onları kınamayı bırakın veya onların sizin
hakkınızda sustukları gibi siz de onlar hakkında susun.
C- Şimdiye kadar gördüklerimizden anlaşılmaktadır ki akide yönünden olmasa da, diğer alanlarda Haricilere en çok benzeyen ve onların kötü
niteliklerine en fazla sahip olmaya layık olanlar, dine ve ilme mensup olan
bu yalakalardır. Haricilerin birçok kötü niteliği bunlar ile tam olarak uyuşmaktadır. Bu niteliklerin başında, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem
hadiste belirttiği “Putperestleri bırakır, Müslümanlarla savaşırlar” sıfatı gelmektedir. Tağutlarla dost, ama muvahhidlere, onların davet ve cihadlarına
düşman olan, hatta tağutlara karşı Mürcie, ama muvahhidlere karşı Hariciler
olan bu sözde alimler ve benzerlerinin, nice kez muvahhid Müslümanlara ve
davetlerine karşı tağutları teşvik ettiklerini, onları kışkırttıklarını, bunun için
fetvalar düzenlediklerini 441 ve hatta bu muvahhid mücahidlerin bağiler
441
Hicaz ve başka memleketlerde bu türden çok kişiler bulunmaktadır. Bunlardan birinin bu
alanda yazdığı bir kasidesine reddiye olarak bizim yazdığımız ve “İla harisi’t-Tendidi ve
Ruhbanihi” ismini verdiğimiz kasidemize bakınız. Ürdün’de de Ali el-Halebi bu doğrultuda
verdiği fetva ile tağutların ve destekçilerinin gönlüne su serpmiştir. Bazı fazilet sahibi kardeşler
onun bu fetvasını “El-Kavlu’l-Mubin fi Şeyhi’l-Muhbirin” adıyla yayınlamıştır.
196
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
olduğunu söyleyerek, verdikleri fetvalarının kendilerini Allah’a yaklaştırdığını
düşündüklerini gördük.
Onlar, muvahhid mücahidlere Hariciler adını vererek karalamakta ve
Haricileri tekfir eden kimi alimlerin söylediklerinden hareketle onları tekfir
etmektedirler. Bu yaptıkları ile onlar, dalalet ehlinden olan Haricilerden çok
daha kötü bir dereceye düşmektedirler. Hariciler günah ve masiyetler sebebiyle insanları tekfir ettiler. Bunlar ise sırf Tevhid ehlinden olmaları ve, şirke
karşı çıkıp müşriklerden beri olmaları sebebiyle insanları tekfir ediyorlar.
İbnu’l-Kayyim Rahimehullah böyleleri için ne güzel söylemiş:
“Haricilere benzeyen ve haksız yere günahlar sebebiyle insanları tekfir eden
mi var!
Hasımlarımız ise Tevhid ve imanın zirvesi olan şeyler ile bizi tekfir ettiler.
Ne tuhaftır ki Kur’an ve hadis ehlini suçlayarak zahir şeyler ile hareket eden
ve doğru yolu bulamayan Hariciler gibisiniz, dediler.
Şu ahmaklıklarına bak, iman ehline Haricilik sıfatını nisbet ettiler.
Rasulullah’ın sünnetlerine hem dilleri ve hem de kılıçlarıyla saldırdılar.
Allah’a yemin ederim ki azgınlığın öncüleri olan Hariciler böyle değildi.
Onlar günahkarı tekfir ederken, siz sırf itaat ehli oldukları için tekfir ettiniz
Ehli Sünnet'i.
Onlar sizden daha iyidir, dersem, kim hayır diyecek; iki taraf eşit değildir,
vallahi.
Günah sebebiyle tekfir edenler nerede, sünnete uyanları tekfir edenler
nerede!
İçtihad ettik, dediniz, onlar da içtihad ettiler, baği birer topluluksunuz ikiniz
de.
İkiniz de nasslara muhalefet ettiniz, aranızda odur hakem de.
Onlar benzer bir nassla başka bir nassa muhalefet ettiler ve uzlaştıramadılar
ikisini de.
Sizler nasslara muhalefet ettiniz, zihinlerde oluşan şüphelerle. 442
Sizler hangi sebeple onlardan daha hayırlı ve hakka daha yakınsınız?
442
Bu, İbnu’l-Kayyim’in çok güzel bir nitelemesi ve karşılaştırmasıdır. Sanki günümüzde
tağutların çömezlerini anlatmaktadır. Hariciler, sünneti ihmal etmeleri ve Kur’an anlayışlarındaki zayıflık ve bu ikisini uzlaştırmadaki yetersizlikleri sebebiyle o duruma düştüler. Ancak bu
çömezlerin istidlallerine bakan bir insan, hiçbir ciddi delil göremez. Aksine bütün delilleri
önemsiz şeylerdir. Hattabi kelam ehli için şöyle söyler: “Baktığın zaman gerçek sandığın
şüpheler, hepsi kırılmış ve dağılmış cam parçalarından farksızdır.” Bunların durumu aynen
böyledir.
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯197
⎯⎯
Onlar Kur’an’ın lafzından anladıklarını, onu açıklayan hadisten aldılar öne.
Halbuki sizler kişilerin görüşlerini ikisinin de önüne aldınız, şimdi eşit misiniz
ikiniz de?
Yoksa onlar İslam’a sizden daha mı yakındır? Artık sabah oldu gözü
görenlere.
Ahiret günü Allah aranızda hüküm verecektir, adalet ve insaf ile.
Biz, Allah’ın hidayet verdikleri dışında, onlardan da beriyiz, sizden de.”
Ali ve beraberindekilerin, hakiki Haricilere nasıl muamele yaptıklarını
yukarıda aktardık. Onlara hiçbir şekilde haksızlık yapmamışlar, savaşmadan
önce kendilerine defalarca elçi göndermişler, şüpheleri konusunda onlarla
münakaşa etmişler ve Müslümanların kanını akıtıncaya, mallarına ve ailelerine saldırıncaya kadar onlar ile savaşa başlamamışlardır. Onlara saldırmadan önce savaşa katılmayan veya Kufe ve Medain’e gidenlerin eman altında
olacaklarını bildirdiler. Ayrıca onlarla savaştıklarında mallarını ganimet
olarak almadılar ve yağmalamadılar. Aksine mallarını velilerine ve mirasçılarına iade ettiler.
Bütün bunlar, Ali’nin Radıyallahu Anhu Müslümanların can ve malları
hakkında gösterdiği titizlikten kaynaklanmaktadır. Öldürülenler arasında
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir hadiste bildirdiği, vücudunda
kadın memesine benzer bir çıkıntı olan kişinin bulunması üzerine, hadislerde
kastedilen kişilerin bunlar olduklarına kanaat etmişler ve ancak bundan
sonra onların öldürülmelerine sevinmişlerdir. Buna rağmen Ali’ye Radıyallahu
Anhu, “Onlar müşrik midir?” diye sorulduğunda, “Zaten şirkten kaçtılar” diye
cevap vermiş ve yine “Münafık mıdırlar?” diye sorulduğunda ise, “Münafıklar Allah’ı az anarlar” demiştir. 443
Hadiste, okun yaydan çıkması gibi dinden çıktıkları bildirilen bu Hariciler hakkında bile selefin insaf, adalet ve kavrayışı ile, günümüzde
tağutların çömezlerinin muvahhidlere karşı yaptıkları saldırı ve haksızlıklar
arasında ne kadar fark bulunmaktadır.
D- Asılsız iftiralarda bulunan bu muhaliflerin Haricilere benzeyen bir
diğer vasıfları ise, gereğince kavramadan Kitap ve Sünnet’in nasslarıyla
istidlalde bulunmaları ve alimlerin sözlerini yerinde kullanmamalarıdır.
443
Müslim’in şartına uygun bir sened ile İbn Ebi Şeybe’nin Musannef’inde, “O halde onlar
nedir?” sorusuna, “Onlar kardeşlerimizdir. Bize karşı ayaklandılar, biz de bundan dolayı
onlarla savaştık” cevabını verdiği anlatılmaktadır. Ayrıca bunu İbn-i Kesir’de, El-Bidaye ve’nNihaye, 7/290’da aktarmaktadır. Ancak Buhari, hadisin ravisi olan Heysem bin Adiy için,
güvenilir olmadığını ve yalan söylediğini belirtmektedir. Aktarılan bu eki, Ali’nin Cemel
olayına katılanlar hakkında söylediği rivayet edilir.
198
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hariciler için buyurduğu “Kur’an’ı
okurlar ama boğazlarından aşağı inmez” niteliği, onlarda da bulunmaktadır.
Akletme ve kavramanın yeri olan kalbe, okudukları Kur’an ulaşmaz.
Bilindiği gibi Hariciler, “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir” 444 ayetinin, günah işleyen
bütün Müslümanlar hakkında olduğunu kabul etmektedirler. Hatta bu ve
buna benzer ayetleri delil göstererek Ali, Muaviye ve tahkim olayında onlarla
beraber olan bütün Müslümanları tekfir etmişlerdir.
Bu iftiracı kişiler, Haricilerin bu yöntemini eleştiren selef alimlerinin
sözlerini, küfür ve şirkin en ağırını işleyen bu tağutların ve mürted müşriklerin
temize çıkarılması için kullanmaktadırlar. Bu tağutların yaptıklarını, selef
alimlerinin büyük günahı kastederek kullandıkları kişiyi dinden çıkarmayan
küfür (Küfrun dûne küfr) ifadesi kapsamında sayıyor ve bunu savunuyorlar.
Halbuki bu tağutların yaptıkları ile selefin kişiyi dinden çıkarmayan küfür
(Küfrun dûne küfr) diye niteledikleri şeyler arasında dağlar kadar fark bulunmaktadır.
Bunun sebebi ise, insanların nasslar ve deliller konusunda emanet
ehlinden olmayan kişileri kendilerine lider edinmeleridir. Bu liderlerin geneli
anlayışlarının azlığı, kavramalarının yetersizliği ve Kur’an ayetlerini ve nüzul
sebeplerini yeterince bilmemeleri sebebiyle bu konularda bocalamaktadırlar.
Bu ise Haricilerin durumuna benzemektedir.
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “İlk bid’atler, aynen Haricilerde de olduğu gibi, Kur’an’ı yanlış anlamadan kaynaklanmış, Kur’an’a muhalefet kastedilmemiştir. Kur’an’ın delalet etmediğini, delalet ediyor gibi algıladılar. Mü’minin tanımı, takva ve iyilik sahibi olduğuna göre, günah işleyenin
tekfir edileceğini, dolayısıyla takvalı ve iyilik sahibi olmayanın kafir olup,
ebedi cehennemlik olduğunu söylediler. Ayrıca Osman, Ali ve onların yanında bulunanların Müslüman olmadığını, çünkü onların, Allahu Teala’nın
indirmediği şeyler ile hükmettiklerini söylediler. Böylece onların bid’atının iki
başlangıcı bulunmaktaydı. Bunlardan birincisi; bir görüş veya bir amel ile
Kur’an hakkında hata eden ve bu hatası sebebi ile ona muhalefet eden
kişinin kafir olduğunu söylemeleri. Diğeri ise; Ali, Osman ve onların taraftarları olan Müslümanları da Kur’an’a muhalefet eden ve dolayısıyla da tekfr
edilen kişilerden saymaları.” 445
Sahabe Radıyallahu Anhum, bunların görüşlerini reddetmiştir. Tağutlar
hakkında bizimle tartışan bu kişiler ise, sahabenin bu reddiyelerini alarak
444
445
5 Maide/44
Mecmuu’l-Fetava, 13/20
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯199
⎯⎯
“Küfrun dune küfr” yani kişiyi dinden çıkarmayan küfür gibi ifadeleri apaçık
şirk olan hükümleri yasalaştıran ve uygulayan kafir ve müşrikler için kullandılar. Bununla birlikte sahabeye nisbet edilen bu ifadelerden bazılarının
senedi hakkında ihtilaflar bulunmaktadır.
İbn-i Teymiye şöyle der: “İslam’da ilk tefrika ve ayrılıklar, Osman’ın
Radıyallahu Anhu öldürülmesinden sonra başladı. Ali ve Muaviye, aralarında
hakem belirleme konusunda ittifak edince, Hariciler buna karşı çıktılar ve
“Hüküm ancak Allah’ındır” diyerek Müslüman cemaatten ayrıldılar. Kendileri ile konuşması için yanlarına gönderilen Abdullah bin Abbas’ın onlarla
yaptığı münakaşalar sonunda yarısı bu söylemlerinden vazgeçti. Diğer yarısı
ise, Ali, Osman ve onlardan yana olanlar hakkında, Allahu Teala’nın indirmediği şeyler ile hükmettiklerini, Allahu Teala’nın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin ise kafir olduğunu söylediler. Böylece Müslümanları tekfir ettiler.
Onların bu konuda hataya düşmelerinin iki sebebi bulunmaktadır:
Birincisi: Bu söylediklerinin Kur’an’a aykırı olması.
İkincisi: Haramı helal veya helalı haram saymadığı halde, hata veya günah kabilinden Kur’an’a muhalefet eden kişinin kafir olduğunu söylemeleri.” 446
Şeyhu’l-İslam’ın bu sözüne dikkat etmek gerekir. Haricilerin Müslümanları ve Allahu Teala’nın şeriatıyla hükmeden imamları, bu iki bozuk
sebep üzerinde bulunmalarından dolayı tekfir etmeleri, selef tarafından
reddedilmiştir. 447 İbn-i Ömer Radıyallahu Anhuma onlar hakkında şöyler der:
“Bunlar yaratılanların en şerlileridir. Çünkü kafirler hakkında inen ayetleri,
mü’minler hakkında uyguladılar.”
Akıllarının kıtlığı bakımından Haricilere en çok benzeyen bu muhalifler ise, Haricilerin günah sebebiyle mü’minleri tekfir etmesine karşı çıkan
selefin mü’minleri savunmak için söylediklerini, mürted tağutları ve müşrik
mülhidleri savunmak için kullandılar. Selefin bu türden olan ifadelerini, bu
tağutların açık küfürlerini ve gün ışığı kadar ortada olan riddetlerini savunmak için kullanmalarının yanında, cephe aldıkları mü’minleri tekfir etmek
için de kullandılar.
E- Bahsettiğimiz bu kişilerin Haricilere benzer olan yönlerinden biri
de, yasalar koyan mürted tağutları, mü’minlerin emiri veya Müslümanların
imamı olarak isimlendirmeleri, onlara bey’at etmeleri, şeriata uygun emirliğin
veya imamlığın herhangi bir şartına itibar etmemeleri ve o tağutlarda bu
446
Mecmuu’l-Fetava, 13/112
Hariciler ile münakaşa edenlerin başında Ali, İbn-i Abbas, İbn-i Ömer, Ebu Bekre ve
Tabiinden olan Tavus, Ebu Miclez ve Ömer bin Abdulaziz gelmektedir.
447
200
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
şartların bulunup bulunmadığına bakmamalarıdır. Hatta bu konuda Haricilerden daha kötü bir tavırları bulunmaktadır. Hariciler Ali ve Osman’ın
hilafetini dışladıklarında, imamlığın şartlarını taşımayan bir kişiye bey’at
ettiler. Ancak onların bey’at ettiği bu kişi Müslümandı. Onlar bu yaptıklarıyla
ümmetin üzerinde birleşmediği ve Kureyş’ten olmayan birini mü’minlerin
emiri olarak isimlendirdiler. Bu meselede, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e muhalif davrandılar. Kadı İyad şöyle der: “İmamın Kureyş’ten olması şartı, bütün
alimlerin görüşüdür. Bunu hakkında icma bulunan konulardan sayarlar.
Seleften bu konuda herhangi bir muhalefet eden nakledilmemiştir. Ayrıca
seleften sonra da hiçbir memlekette bu meselede ihtilaf olduğu aktarılmamaktadır. Haricilerin ve onlara muvafakat eden Mutezilenin bu konuda
söylediklerine itibar edilmez.” 448
Hariciler, imamın Kureyş’ten olmasını şart görmemelerine ve
Şebibiyye fırkasının yaptığı gibi kadının da bu görevde bulunmasına razı
olmalarına rağmen, bu muhaliflerin içine düştüğü rezil duruma düşmemişlerdir. Çünkü bunlar mürtedlerin de Müslümanlara emir olmasını caiz görmekte ve onlara bey’at etmektedirler. Şer’i imamet konusunda çiğnemedikleri hiçbir şart bırakmadılar. Şüphesiz bütün şartların başında ise emir olarak
vasıflanan kişinin Müslüman olması gelmektedir. Dolayısıyla bu konuda
onlar, Haricilerden çok daha kötü ve zararlı bir hale geldiler. Çünkü, küfür
kanunlarını çıkaran, onlarla hükmeden, Allahu Teala’nın din ve şeriatına
savaş açan, doğu ve batı kafirlerini dost edinen, onlarla dost olup tokalaşan
ve sevgilerine gönüllerini açanları dost bildiler, ancak küfür ve şirklerine karşı
çıkıp batıl uygulamalarını tenkit eden herkesi bağiler ve Hariciler olarak
gördüler.
F- Günümüzde Mürcie çömezlerinden ve Cehmiyye davetçilerinden
tağutları ve destekçilerini savunan, muvahhidlere ve davetlerine savaş açan
bazı aşırıların işledikleri cinayetler, onları Haricilerden daha kötü kılmaktadır.
Onlar, çoğu zaman muvahhidleri Haricilerden olmakla suçladılar. Halbuki
muvahhidler Müslüman ve adalet sahibi imamlara karşı değil, mürted kafir
tağutlara karşı çıktılar. Çünkü bu Tevhid’in pratik bir uygulaması ve şirk ve
tağutlardan beri olmaktır.
Şüphe yok ki bu çömezlerin, Allahu Teala’ya itaatları sebebiyle
muvahhidlere düşmanlık yapması, onları günah ve masiyet sebebiyle Müslümanlara saldırıp tekfir eden önceki Haricilerden çok daha kötü ve zararlı
yapmaktadır. Bu nedenle kadı Şurayh’ın Mürcie için “Onlar en kötü topluluktur”, Zuhri’nin de “İslam’da, Müslümanlar için, Mürcielikten daha zararlı
bir bid’at olmamıştır” demesine şaşmamak gerekir. Yahya bin Ebi Kesir ve
448
Fethu’l-Bari, Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal,116
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯201
⎯⎯
Katade ise şöyle der: “Ümmet için Mürcielikten daha tehlikeli bir heva yoktur.” İbrahim Nehai şöyle der: “Mürcienin fitnesi, bu ümmet için Ezraki
Haricilerinin fitnesinden daha tehlikelidir.” 449
Kaldı ki başlangıçta Mürcienin, Ehl-i Sünnet ile olan ihtilafı, sadece
isim ve lafızlardaydı. Yani Ehl-i Sünnet ve onlar arasındaki ihtilaf, sadece
imanın tanımı ve amellerin iman isminin kapsamına girip girmemesiyle
ilgiliydi. Onlardan hiç kimse, amelleri ihmal etmeye veya farzları terketmeye
çağırmak bir yana, kafirlerin küfrüne, müşriklerin şirkine ve mülhidlerin
inkarına kılıf aramaya gitmemiştir. Asla onlar böyle bir şey yapmadılar.
Bilakis onlardan ibadet ve zühd ehli, imanıyla amel eden ve müçtehid olanlar vardı. 450
Ne var ki Mürcielik daha sonra, seleften bazılarının tekfir ettiği
‘ğulatu’l-mürcie’ denen ve aşırı giden bazı kişilerin mezhebi haline geldi.
Günümüzde bu mezhebin bir çok mensubu utanmadan şunu açıkça söylemektedir: “Tasdik veya doğru bir itikad kişide bulunduğu sürece, zahiri küfür
sebeplerinden olan ameller ve sözler, herhangi bir amelin cinsini tümden
bırakmak, dinden yüz çevirmek ve farzları tamamen terketmek imana zarar
vermez.”
Selefin, ilk ortaya çıktıklarında dahi Mürcie mezhebine karşı takındıkları tavır, onların firasetlerinin ve basiretlerinin kuvvetini gösteren bir delildir.
Halbuki Mürcie ilk dönemlerinde, küfür olan herhangi bir şeyi izhar etmemiş
veya bunu onaylamamıştır. Ancak selef, kuvvetli basiretleri sebebi ile bu
mezhebin dinden kopmaya ve dinin hükümlerinden sıyrılmaya götüreceğini
anlamıştır.
Günümüzde Mürcie çömezlerinin eserleri ve yaptıkları, selefin ne kadar haklı olduğunu göstermektedir. Çünkü Mürcielik anlayışı, mensuplarını
saptırmaya ve aşırılarını dinden çıkarıp küfrün içine atmaya devam etmektedir. Durum o dereceye ulaşmıştır ki, onlardan bazıları küfrü basit görmeye,
onaylamaya, kafir ve müşrikleri savunmaya, onlar için fetva vermeye, onlara
katılmaya, desteklemeye, korumaya ve dostlukta bulunmaya kadar gitti.
Bu nedenle İbrahim en-Nehai’nin feraset ve basiretiyle, ilk Mürcie
mensupları için “Mürcienin fitnesi, bu ümmet için Ezraki Haricilerinin fitne449
Bakınız: Mecmuu’l-Fetava, 7/246, Daru İbn-i Hazm baskısı
Örnek olarak Ömer bin Zer bin Abdullah el-Hemedani’nin biyoğrafisine bakınız. İmam
Ahmed onun için şöyle der: “Mürcielikten ilk söz eden odur.” Halkın en abid ve
zahidlerindendi. Onun ibadet ve teheccüd ile ilgili söyledikleri için bakınız: Haliyyetu’l-Evliya,
5/108-115. Kays bin Müslim hakkında, Süfyan şunları söyler: “Allahu Teala’ya saygısızlık
etmemek için şu zamandan beri başını semaya kaldırmamıştır.” Yahya bin Said, Ebu Davud
ve Nesai, onun Mürcieden olduğunu söylemişlerdir.
450
202
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
sinden daha tehlikelidir” demesine şaşmamak gerek. Üstelik Haricilerin
mezhebinin temeli, Kur’an’ı yüceltmek ve ona uyulmasını istemeye dayanmaktadır. 451 Ne var ki Kur’an’ı açıklayan sünnetten yüz çevirmeleri ve yukarıda sözünü ettiğimiz diğer kötü davranışları onları saptırmıştır. Ancak
Mürcienin ahlaksız çömezleri, hakkı batıla karıştırmalarıyla İslam’ın, iman ve
Kur’an’ın halkalarını birer birer çözmekte, onun hükümlerini aşmanın önemsiz olduğunu söylemekte ve kurallarını çiğnemeyi basit görmektedirler. Bu
bakımdan onlar Haricilerden çok daha kötü ve zararlıdırlar.
G- Tevhid ehlini ve davetçilerini, Müslüman halk tarafından sevilmeyen bu isim ile anarak karalamak, birbirlerinden miras aldıkları eski bir
alışkanlıktır. Her milletin varislerinin olması, Allahu Teala’nın insanlar arasındaki sünnetidir. Peygamberlerin, izlerini takip eden ve Tevhid akidelerini
destekleyen muvahhid mirasçıları olduğu gibi (Allah’ım, bizi onlardan eyle),
onların hasım ve düşmanlarının da, münafıkların da, alçakların da, hakla
batılı birbirine karıştıran sahtekarların da mirasçıları vardır. Onların batıl ve
şüphelerini miras alırlar, her zaman birbirlerine aktarırlar, bid’atlarını yaymak
ve hakkın sahiplerini karalamak için kullanırlar. Karalamak onlarda çok
ucuzdur, çünkü ölçü ve tartısı olmadan dağıtmaktadırlar.
Yukarıda, İbnu’l-Kayyim’in “el-Kafiyetu’ş-Şafiye fi’l-İntisari li’lFirkati’n-Naciye” isimli kasidesinden bazı bölümler aktarmıştık. Bu kaside de
önceden beri, bid’atçı fırkalara mensup kişilerin, Ehl-i Sünnet mensuplarını
Hariciler adını takarak karalamalarının onların adetlerinden olduğu belirtilmektedir. Hallal’ın, es-Sünne’de şöyle nakleder: “Ebu Abdullah (Ahmed bin
Hanbel) şöyle dedi: “Bize ulaştığına göre Ebu Halid, Musa bin Mansur ve
benzerleri hasımlarımızın yanında oturarak, bizim sözümüzü ayıplıyorlar ve
şöyle diyorlar: “Kur’an ne mahluktur, ne de mahluk değil.” Ayrıca tekfir ile
ilgili görüşlerimizi de kınayarak, Hariciler gibi düşündüğümüzü iddia
ediyorlar.” Ebu Abdullah bunları söylerken öfkeli biri gibi tebessüm
ediyordu.” 452
Şatıbi, hafız Abdurrahman bin Batta’nın kendisi ile aynı dönemde
bulunan muhaliflerinin ona iftira etmelerinden, lakaplar takarak ithamlarda
bulunmalarından yakındığını aktarır ve şöyle der: “Hafız Abdurrahman bin
Batta’nın, kendisi ile aynı dönemde olan bazı kişilerden gördüğü muameleye
benzer bir muamele ben de gördüm. İbn-i Batta kendi durumunu anlatarak
şöyle der: İkamette ve yolculukta, yakınımda ve uzağımda, tanıyan ve tanımayanlar arasındaki halime şaştım kaldım. Mekke, Horasan ve başka yerlerde gördüğüm muvafık ve muhaliflerin çoğu beni kendi düşüncelerine uyma451
452
Bakınız: Mecmuu’l-Fetava, 7/112
Mecmuu’l-Fetava ,6/479, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye baskısı
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯203
⎯⎯
ya, söylediklerini tasdik etmeye ve kendilerine şahitlikte bulunmaya davet
etti. Söylediklerini tasdik ederek onaylarsam, bana “muvafık” derler, söylediklerinin bir harfine veya yaptıklarının bir bölümüne itiraz edersem, bana
“muhalif” derlerdi. Bu söz ve amelerinden herhangi biri hakkında Kur’an ve
Sünnet’in başka bir şey söylediğini belirtirsem bana “Harici” adını takarlardı.. Kendilerine Tevhid ile ilgili bir hadis okusam bana “Müşebbiheci” derlerdi. Allahu Teala’nın görülmesiyle ilgili bir hadis söylesem bana
“Salimiyyeci” derdi. Söylediğim söz iman ile ilgili ise, bana “Mürciesin”
derlerdi. Ameller ile ilgili bir şey söylesem, bana “Kaderiyyeci” derlerdi. Ne
zaman birine muvafakat edersem, bana başkasının adı verildi. Cemaatlerine
yalakalık yapsam, Allahu Teala’yı kızdırmış olurum. Halbuki bunların hiçbiri
beni Allahu Teala’nın gadabından kurtaramaz. Ben sadece Kitap ve Sünnet’e sarılıyorum ve ğafur ve rahim olan Allah’a istiğfar ediyorum.”
Şatıbi şöyle der: “Bu aktardığım hikayenin tamamıdır ve sanki o
Rahimehullah, hepimizin dilinden konuşmaktadır. Bu lakaplardan biri veya
birkaçıyla anılmamış olan meşhur bir alim veya tanınmış faziletli bir kişi
bulmak çok nadirdir. Çünkü muhalifler genellikle hevalarına göre hareket
ederler. Sünnetten ayrılmanın sebebi ise cehalettir. Böyle kişiler, sünnete
bağlı olan insanlara yüklenirler, bu insanların yaptıklarını karalayıp kötülerler
ve bu lakaplardan biri ile ona iftirada bulunurlar.
Sahabeden Radıyallahu Anhum sonra ibadet edenlerin en üstünlerinden olan Üveys el-Karani’nin şöyle dediği rivayet edilir: “Emr-i bi’l-maruf ve
nehyi ani’l-münker mü’minlere dost bırakmadı. İnsanlara emr-i bi’l-maruf
yapıyoruz, ancak onlar bu sebepten dolayı namuslarımıza söverler. Üstelik
fasıklardan da buna destekçiler bulurlar. Allah’ım, o kadar suçlamalar yaptılar ki! Vallahi buna rağmen ben onlara karşı Allah’ın hakkını yerine getirmeye devam edeceğim.” 453
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Cehmiyye ve Mutezile bugüne kadar Allahu Teala’nın sıfatlarını kabul eden kimseye, Müşebbiheci olduğunu söyleyerek yalan ve iftirada bulundu. Hatta onlardan o kadar ileri
gidenler var ki peygamberleri bile bu şekilde suçladılar. Cehmiyye’nin önde
gelenlerinden Sümame bin Eşras, peygamberlerden üç kişinin
Müşebbihe’den olduğunu söylemektedir. Bu sözüne delil olarak ise Musa’nın
Aleyhisselam, Allahu Teala’ya “Bu iş senin imtihanından başka bir şey değildir” 454 demesini, İsa’nın Aleyhisselam “Sen benim içimdeki bilirsin, halbuki
453
454
El-İtisam, 1/31-33
7 A’raf/155
204
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
ben senin zatında olanı bilmem” 455 sözünü ve Muhammed’in Sallallahu
Aleyhi ve Sellem “Rabbimiz iner..” sözünü gösterir.
Hatta Mutezilenin çoğu, Malik ve ashabının, Sevri ve ashabının,
Evzai ve ashabının, Şafii ve ashabının, Ahmed ve ashabının, İshak bin
Rahuye ve ashabının, Ebu Ubeyd ve diğer bütün imamların Müşebbihe’den
olduğunu söyler. Nitekim Ebu İshak bin Osman bin Dirbas eş-Şafii, “Tenzihu
Eimmeti’ş-Şeria ani’l-Elkabi’ş-Şenia” adında bir kitap yazmış, selefin ve
başkalarının bu konudaki sözlerini aktarmış ve müşriklerin Rasulullah’ı
Sallallahu Aleyhi ve Sellem lakaplarla andığı gibi bid’at ehlinden her fırkanın
kendine göre doğru sandığı bir lakapla Ehl-i Sünnet’i karaladığını söylemiştir.
Rafıziler Ehl-i Sünnet’e Navasıb 456 lakabını verirler. Bunun dışında
Kaderiyyeciler Cebriyye, Mürcie Şüpheciler 457 , Cehmiyye Müşebbihe ve
Kelamcılar ise Haşeviyye, Nevabit 458 , Ğusa’ 459 veya Ğusera’ 460 gibi lakaplarla Ehl-i Sünnet’i anarlar. Nitekim Kureyş de, Rasulullah’ı Sallallahu Aleyhi ve
Sellem deli, şair, kahin, müfteri gibi lakaplarla anıyordu...
İnsanların söylediklerini naklederek ve sırf taşıdıkları akideye muhalif
olmaları sebebi ile, insanları bu isimler ile isimlendirenleri Allahu Teala’ya
havale ediyorum. Allahu Teala hepsinin hakkından gelir. Kötü tuzak ancak
sahibinin ayağına dolanır.” 461
İbn-i Teymiye’nin öğrencisi olan İbnu’l-Kayyim meşhur kasidesinde
hadis ve şeriat ehli imamların bu kötü lakaplardan uzak olduğunu belirterek
şöyle der:
“Yalana kaçarak onları her türlü lakapla suçlarlar, halbuki bu iftira ve
yalandan beridirler.
Haksızlık yaparak iftira edenin iftira ettiği kişiden daha layık olduğu şeylerle
suçlarlar.
Suçsuz kişi yaptıklarından dolayı karalanıyor, bunu bilmeyen ikisini eşit
sayıyor.
Onlara Haşeviyye, Nevabit, Mücessime ve putlara tapanlar adını verdiler.
455
5 Maide/115
Yani Ehl-i Beyt’e düşmanlık besleyenler
457
Çünkü “İnşaallah mü’minim” demeyi caiz görürler.
458
Türedi, toy anlamındadır.
459
Çerçöp anlamındadır.
460
Ayak takımı, anlamındadır.
461
Mecmuu’l-Fetava, 5/72-74, Daru İbn-i Hazm baskısı
456
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯205
⎯⎯
Halbuki Rasulullah’ın ve ashabının düşmanı olan Rafıziler hayvanların en
kötüleridir. 462
Sahabeye düşmanlık yapıyorlar ve sahabeye olan bu düşmanlıklarından
dolayı Rahman’ın taraftarlarına Nasıbiyye diyorlar.
Hayret verici bir incelik var ey kardeşler, onu size açıklayayım;
Rasul’e ve Rasul’ün muhaliflerine insanlardan farklı iki zümre varis olacaktır.
Rasul’e varis olanlar, onun yolundadır, muhaliflerine varis olanlar ise iki
fırkadır;
Onlardan biri Rasul’e ve tabilerine düşmandır ve bunu açıkça yaparlar,
Allah’ın sevgili kulu demezler ve asıl olarak kendilerine yakışan başka bir
lakap takarlar.
Onlardan sonra gelenler de bu uygulamayı miras olarak aldılar ve haksızlık
yaparak karaladılar.
Her biri, miras olarak aldığını gerçekleştiriyor, ey işiten ve anlayan kişi, duy
ve anla!
Münafıklık yapan diğerleri ise, gizlediklerinin aksini açığa vururlar.
Bunlar kulların miraslarıdır. Nimeti bol Allah’ın taksimidir bu.
Bir nükte daha vardır ki haksız yere sövülen kişilere teselli verir,
Allah’ı cisim gibi insana benzeten kişilere muattılanın lanet okuduğunu
görürsün.
Allah hidayet ehlinden bunu savıyor, tıpkı Muhemmed ve müzemmem
isimleri gibi. 463
Onlar müzemmem’e söverler, Muhammed ise onların sövmelerinden
uzaktır.
Allah hem lafızda ve hem de manada Muhammed’i sövmelerinden
korumuştur.
462
Nitekim günümüzde onların çömezleri de, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem,
kendisinin aşırı övülmemesi tavsiyesini hatırlatan veya gördükleri delile uyarak sahabeye
nisbet edilen kimi içtihad ve sözleri reddeden muvahhid insanları Peygamber ve ashabına
düşmanlıkla suçlarlar.
463
Buhari’nin şu hadisine işaret etmektedir: “Kureyş’in bana sövmesini ve lanet okumasını
Allahu Teala’nın nasıl uzaklaştırdığına şaşmıyor musunuz? Onlar kötülenen birine
(müzemmem) sövüyorlar ve yine kötülenen birine lanet ediyorlar. Halbuki ben Muhammed’im (övülmüşüm).” Muattıla ve müşebbihe lakaplarıyla, Hariciler ve tekfirciler nitelemeleriyle hasımlarının kendilerini karalamaya çalıştığı muvahhidler için bunda bir teselli vardır.
Allahu Teala bu şekilde sövgüleri onlardan uzaklaştırmaktadır. Çünkü onlar bu şeylerden beri
ve uzaktırlar. Bütün karalama ve sövmeler, her türlü kötüleme ve karalamaya layık olan
hasımlarına dönmektedir.
206
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Tabileri de Muattıla ve Müşebbihe’den beridir.
Sövmeleri kendilerine geri döner, çünkü her türlü kötüleme ve karalamaya
onlar layıktır.
Muattıladan kişi Müşebbiheden kişiye lanet okuyor, ama muvahhid’i Allah
koruyor...
Bunlar size ikram edilen güzel şeylerdir, ama Muattıla’dan olanlar için
çirkindir.
İlim, kapıcıya ve izin almaya ihtiyaç kalmadan muvaffak olan her kalbe girer.
Rezil olduğu için mahrum kişi onu red eder.
Allah’ım, bizi ilimden mahrum etme.
Öfkenizle geberin, Rabbim içinizi ve kaplerinizde olanları çok iyi biliyor.
Allah, Dini’ni, Kitabını, Peygamberini ilim ve sultan ile her zaman
destekliyor.
Hak öyle bir duvardır ki insanlar ve cinler bir araya gelse kimse onu
yıkamaz.
Ne tuhaf! Kur’an ile ve hadisler ile sözlerini delillendiren kişilere dediler ki;
Siz bununla Hariciler gibisiniz. Onlar zahire baktılar, ama manaları
anlamadılar...”
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯207
⎯⎯
SONSÖZ
Allahu Teala hepimize açık olan hak üzere sebat versin. Bil ki bu
ümmetten bir taife, bir topluluk veya bir cemaat kıyamet kopuncaya kadar
bu din üzerinde bulunacak, yüceltip destekleyecek, tahrif edenlerin tahrifatlarından ve batıl ehlinin bid’atlarından onu koruyacaktır. Buhari ve İmam
Ahmed, din üzere olan, onu yüceltip savunan ve gereklerini yerine getiren
bir cemaatin olacağına ilişkin hadisi birbirine yakın lafızlar ile neredeyse
tevatür derecesine yakın bir derecede rivayet etmiştir. 464 Rasulullah Sallallahu
Aleyhi ve Sellem bu hadiste şunu müjdeler: “Ümmetimden bir grup Allah’ın
emrini yerine getirmeye devam edecektir. Onları yalnız bırakanlar veya
kendilerine muhalefet edenler, Allah’ın emri gelinceye kadar onlara bir zarar
veremezler ve onlar insanlara karşı muzaffer olacaklardır.” Hakkı arayan
kişinin tanıması, başkalarından ayırıp ona katılması, muvahhid mensupları
ve taraftarlarından olması için bu zümrenin niteliklerini ve belirtilerini öğrenmesi gerekir. Bu topluluğun hadiste anlatılan niteliklerinden bazılarını
şöyle sıralayabiliriz:
Birincisi: Allahu Teala’nın emrine (hakka) bağlıdır. Hak üzere olmak, daveti ve akideyi açıkça haykırmak, aleni olarak açıklamak, yağcılık ve
geveleme yapmadan insanlara duyurmak demektir. Bu ise insanların, hakkı
en parlak şekliyle tanıması, iyi ile kötünün birbirinden ayrılması, mü’minlerin
yolundan mücrimlerin yolunun ayıklanması ve seçilmesi için gereklidir.
Allahu Teala şöyle buyurur: “İbrahim ve onunla beraber olanlarda, sizin için
gerçekten güzel bir örnek verdır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: Biz sizden
ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a
464
Bunu İbn-i Teymiye belirtmektedir. Bakınız: İktizau’s-Sırati’l-Mustakim ve Suyuti’nin
Katfu’l-Ezhari’l-Mütenasire isimli kitabı.
208
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
iman edinceye kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke
belirmiştir.” 465
İshak bin Abdurrahman bin Hasan bin Muhammed bin
Abdulvehhab, akideyi açıklamanın, Tevhid’i açıkta ve gizlide gerçekleştirmek
için, dine yardım etmek ve müşriklere muhalefet etmek için ona davet etmenin gerekliliğini belirterek şöyle der: “Müşriklere kalp ile buğzetmek yeterli
değildir. Düşmanlığı ve buğzu açıklamak da gerekir.” Buna delil olarak ise
yukarıda aktardığımız Mumtehine Suresi’ndeki ayeti gösterir ve şöyle der:
“Bundan daha açığının bulunmadığı şu açıklamaya bak! Bu nedenle kafirlere düşmanlığı açıklamak, onları açıkca tekfir etmek ve cismen onlardan ayrı
olmak gerekir. Düşmanlığın manası, senin bir tarafta, onların ise karşı tarafta
olmasıdır. Beraetin aslı da kalben, lisanen ve bedenen ilişkiyi kesmektir.
Mü’minin kalbi kafirlere düşmanlıktan geri olmaz. İhtilaflı olan şey, düşmanlığı açıklama konusudur.” 466
Süleyman bin Sehman manzum olarak bunu şöyle ifade eder:
“Bu dinin izharı, onların kafir olduğunu açıklamaktır.
Çünkü onlar kafir bir topluluktur.
Açıkça onlara düşmanlık ve buğz etmektir.
Ey akıl sahipleri düşünmez misiniz!
Kalbin buğzetmesi de yetmez.
Zaten seven de odur ve bu nedenle ölçü değildir.
Ölçü, onlara açıkça ve haykırarak senin mümin, onların ise kafir olduğunu
söylemektir.” 467
Allahu Teala’nın emrine bağlı olmak, bu taifenin ehlinin hakka ve
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem bıraktığı yola sarılmaya devam etmesini, mü’minlerin yolundan gitmesini ve Fırkatu’n-Naciye olan Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemaat’in yoluna ve yöntemine uymasını kapsar. Bunun kaynağı,
temeli ve esası, Tevhid’i gerçekleştirmek, şirkten ve müşriklerden beri olmayı
ilan etmektir. Bu, bütün peygamberlerin davetidir. Allahu Teala şöyle buyurur: “Andolsun ki, biz, ‘Allah’a kulluk edin ve tağutlardan kaçının’ diye
(emretmeleri için) her millete, bir peygamber gönderdik” 468 , “Senden önce
465
60 Mümtehine/4
Ed-Dureru’s-Seniyye fi’l-Ecvibeti’n-Necdiyye, 141
467
Divan, 76-77. Bundan önce aktarılanlar, “Milleti İbrahim” isimli kitabımızdan alınmıştır. Bu
konuda önemli olup bakmakta yarar vardır.
468
16 Nahl/36
466
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯209
⎯⎯
hiçbir rasul göndermedik ki ona; ‘Benden başka ilah yoktur; şu halde bana
kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” 469
Bu konuda bütün peygamberlerin şeriatı birdir. Allahu Teala, Nebi’sine Sallallahu Aleyhi ve Sellem bu yol üzerinde dosdoğru olmasını
Kur’an’ın birçok ayetlerinde emretmektedir. Allahu Teala şöyle buyurur: “O
halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte dosdoğru ol. Ve aşırı gitmeyin.
Çünkü O sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir” 470 , “Sonra seni din konusunda
bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin hevalarına uyma.” 471
Bu taifenin sarıldığı ve izlediği yol, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in yoludur. Bu ise, ona muhalif olan ve “bilmeyenlerin hevaları..” kapsamına giren
sapık fırkaların akidelerinden beri olmayı gerektirir. Bu taife, menheci, akidesi, cihadı, daveti ve yaşayışı ile vasat olan topluluktur. Dinin hiçbir bölümünde ifrat ve tefrite kaçmaz. İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah dediği gibi
onlar, Allahu Teala’nın sıfatları konusunda Muattila, Cehmiyye ve
Müşebbihe arasında vasattır. Allahu Teala’nın fiilleri konusunda Kaderiyye
ve Cebriyye arasında vasattır. Allahu Teala’nın tehditleri (va’id) konusunda
Mürcie, Kaderiyye’den olan Vaidiyye ve diğerleri arasında vasattır. İman ve
din konusunda Haruriyye, Mutezile, Mürcie ve Cehmiyye arasında vasattır.
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem ashabı konusunda Hariciler ile Rafıziler arasında vasattır. 472
Allahu Teala’nın emrine bağlı olmak, hasımlarına karşı hüccet ve davetlerinin üstün olmasını kapsar. Çünkü üstün olmanın anlamlarından biri,
galip olmaktır. Bu nedenle sözkonusu hadisin bazı rivayetlerinde “Muzafferdirler”, bazısında “Düşmanlarına karşı galiptirler”, “Hasımlarına karşı üstündürler” şeklinde geçer. Bunun daima maddi zafer manasında olması gerekmez. Dinin yüceliği, delillerinin üstünlüğü ve kuvveti, şeriatının sağlamlığı ve
diğer bütün din ve şeriatlardan üstünlüğü, izzet, zafer ve üstünlüğün en
büyük anlamlarıdır. Allahu Teala’nın izniyle, geçmişte her zaman olduğu
gibi, bugün de bu dinin ve bu davetin başka bütün din ve davetlerden üstünlüğünü ve hüccetinin büyüklüğünü görüyoruz. O, yüce, temiz ve mübarek bir davettir. Ne kendisinin ve ne de ehlinin, hasım ve düşmanlarının
başvurduğu çarpıtma, karalama, yalan, sulandırma ve nasslarla oynama gibi
çirkin yollara başvurmaya ihtiyacı yoktur. Bu davetin mensupları, kendilerine
muhalif olanlara Kitap ve Sünnet ile karşı çıktığı zaman sapık çağrıların
dökülmesi ve yaydıkları bütün şüphelerin çürümesi ne çabuk olmaktadır!
469
21 Enbiya/25
11 Hud/112
471
45 Casiye/18
472
İbn-i Teymiye, El-Akidetu’l-Vasıtıyye’den
470
210
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Bu davetin düşmanları olan tağutlar ve destekçilerinin durumu da
böyledir. Allahu Teala’nın yardım ve lütfu ile onlara kaç defa şer’i deliller ile
karşı çıktık, ileri sürdükleri bütün delil ve gerekçelerini çürüttük, Kur’an ve
Sünnet’in delilleriyle, onların öne sürdüklerinin geçersizliğini ortaya koyduk.
Bu yüce davetin delilleri ve batıl davalarının dökülmesi karşısında ya gevelemekte, ya da başlarını öne eğerek geçiştirmeye çalışmaktadırlar. Onların
çoğu tehdit ve işkence yetkisine sahip değil ise, hezimete uğrayanların ileri
sürdüğü geçim, zaruret ve baskıları mazeret olarak ileri sürerler. 473
Hatta muvahhidlerden avam denebilecek kişilerin önünde bile bu
kaçamaklara başvururlar. Okuma yazması olmayan bir muvahhid, onlardan
bazılarına şöyle söylemişti: “Sadece iki kelime: ‘Allah’a kulluk edin ve
tağuttan sakının..” Sözü bundan daha fazla uzatmaya gerek yok. Sizler
tağutları red mi ediyorsunuz, yoksa onları koruyup destek mi veriyorsunuz?”
Bu muvahhidin sorusu karşısında, kendisine cevap verebilmek için
yukarıda aktardığımız mazaretlere sığınırlar. Muhammed bin Abdulvehhab
şu sözünde ne kadar da haklıdır: “Allah’ın izni ile muvahhidlerin avamından
bir kişi, müşriklerin alimlerinden bin kişiye galip gelir. Allahu Teala şöyle
buyurur: “Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir.” 474 Allahu Teala’nın
askerleri delil ve dil ile galiptir, kılıç ve mızrak ile galip oldukları gibi.” 475
Bütün bunlar, bu taifenin hüccetinin ve davetinin üstünlüğü ve hasımlarına olan galibiyetlerindendir. Allahu Teala şöyle buyurur: “O, müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için
Rasulü’nü hidayet ve hak din ile gönderendir” 476 , “Nihayet biz, iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler” 477 , “Halbuki üstünlük ancak Allah’ın ve Rasulü’nün ve mü’minlerindir.” 478
473
Ancak cellatlar, muvahhidlerin, onları kahreden, rezil ve perişan eden delillerinden anlamazlar. Onların anladığı sadece kırbaç ve sopalardır. Ahmak ve akılsızlıkları nedeniyle bu
yaptıklarının akideyi değiştireceğini veya Tevhid’i söndüreceğini sanırlar. Halbuki Tevhid ehli
insanlar kaç defa onlara söylediler ve zindanların duvarlarında onlara şunu yazdılar:
Zincirler ancak sebatımızı artırır, cezaevi ancak imanımızı keskinleştirir,
Kardeşlerimize yapılan işkenceler
Ve yüzlerce de olsa davetçileri öldürmek,
Sadece iman bayrağını yüceltmemizi ve apaçık hakkı haykırmamızı artırır.
Fakat onlar akletmezler!
474
37 Saffat/173
475
Keşfu’ş-Şubuhat
476
9 Tevbe/33
477
61 Saf/14
478
63 Mübafikun/8
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯211
⎯⎯
Allahu Teala bu daveti, ancak mensuplarının itaati, Allah yolunda
olan istikameti, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem onlara bıraktığı hak
üzerinde sebat etmesi ve Allah yolunda cihad etmesi ile yüceltir, sahiplerini
izzete kavuşturur ve hüccetlerini de üstün kılar. Allahu Teala şöyle buyurur:
“O’na ancak güzel sözler yükselir. Onları ise Allah’a salih amel ulaştırır.” 479
Allahu Teala bu ayetinde, gösterdiği yolda istikamet üzere olmanın ve hakka
uygun olan salih amelin, daveti ve sözü yücelttiğini belirtmektedir. Alimler,
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Hariciler ile ilgili söylediği “Kur’an’ı
okurlar ama boğazlarından aşağı inmez” sözünü bununla tefsir etmiştir. Yani
onların Kur’an’ı okumaları yükseltilmez, galip kılınmaz ve kabul de olunmaz.
Çünkü şeriata uygun bir salih amel niteliğinde yapılmamaktadır. Aksine
amelleri aşırılık, şeriatın hükümlerini çiğneme ve Müslümanlara karşı haksızlık üzerine bina edilmiştir. Bu ise Allahu Teala’nın şu ifadesinin kapsamına
girer: “Köpük atılıp gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde
kalır. İşte Allah böyle misaller getirir.” 480
İkincisi: Bu cemaatin niteliklerinden biri de, başkası için değil, sadece Allahu Teala’nın emri ve dini için savaşması, delil ve hüccete ilave
olarak eli, dili ve kuvveti ile Allahu Teala’nın şeriatını yüceltmeye çalışmasıdır. Nesei, Seleme bin Nufeyl el-Kindi’den şöyle rivayet eder: “Rasulullah’ın
Sallallahu Aleyhi ve Sellem yanında oturuyordum. Bir adam geldi ve ‘Ey
Allah'ın Rasulü! İnsanlar atları kaldırdı, silahları da terketti, “Artık cihad
bitmiştir, harpler de sona ermiştir” diyorlar’ dedi. Bunun üzerine Rasulullah
Sallallahu Aleyhi ve Sellem insanlara döndü ve şöyle dedi: “Yalan söylüyorlar,
asıl şimdi harp geldi. Ümmetimden bir grup, hak yolunda mücadeleye devam edecek, Allah da, onlar ile bazı kavimlerin kalplerini saptıracak ve
bunlardan onların rızkını sağlayacaktır, bu hal kıyamet gününe, Allah'ın
va'dinin gelme anına kadar devam edecektir. Atın, kıyamete kadar alnında
hayır bağlıdır. Sakın birbirinizin boynunu vurmayın. Mü'minlerin asıl yerleri
Şam’dır.” 481
Üçüncüsü: Bu taifenin niteliklerinden biri de, taraftarlarının az olmasının ve karşı çıkan ve yalanlayanların çok olmasının ona zarar vermemesidir. Hadiste şöyle geçmektedir: “Onları yalnız bırakanlar veya kendilerine
muhalefet edenler, Allah’ın emri gelinceye kadar onlara bir zarar veremezler.”
Kendilerine karşı çıkan, yalanlayan, iftira eden, karalayan, savaş ilan
eden ve baskı yapan kafir, müşrik ve mürtedlerin bütün çabaları, onları,
479
35 Fatır/10
13 Rad/17
481
İmam Ahmed de, Müsned, 4/104’de bunu rivayet etmiştir.
480
212
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
davetlerini haykırmaktan ve Allah yolunda cihad etmekten alıkoymaz. Bütün
bu sayılanlar, onları, bu taifenin dosdoğru ve sapasağlam yolundan saptırmaz. Çünkü bu yol, hadiste nitelendiği gibi Allahu Teala’nın emridir. Onlar,
hasımlarının onlara uyguladığı fikri, bedeni veya manevi teröre rağmen,
üzerinde bulundukları hak yoldan vazgeçmez, ondan olmayan fikir ve akidelere iltifat etmezler. Onların akidesi, menheci, daveti ve cihadı, cahillerin
hevalarından uzak olan Allahu Teala’nın emrine ve şeriatına bağlıdır.
Dolayısıyla bu taifenin mensupları, hasımlarının her yerde kendilerine karşı cephe almalarından ve buna rağmen kendi sayılarının az olmasından çekinmezler. Allahu Teala onlarla beraber olduktan sonra nasıl çekingen
olsunlar ki! Allahu Teala şöyle buyurur: “Şüphesiz Allah muttaki olanlar ve
muhsin olanlarla beraberdir.” 482 Seleften birine 483 “Çekiniyor musun?” diye
sorulmuş, bunun üzerine o şöyle cevap vermiştir: “Allahu Teala, ‘Beni anan
ile beraberim’ dediği halde neden çekineyim ki?” Bir kudsi hadiste Allahu
Teala şöyle buyurur: “Kulum, beni andığı ve dudakları benim için kımıldandığı an ben kulumla beraberim.” 484 Onlar, Allahu Teala’yı anarlar ve göz
açıp kapayacak kadar da olsa O’nu anmaktan gafil kalmazlar. Çünkü sabah
ve akşam Allahu Teala’ya davetin sancağını taşımakta ve onu yüceltmek için
gayret etmektedirler. Allahu Teala ile bağı zayıflamış, ibadeti azalmış ve zikir
ateşi sönmüş olanlar ürker ve kendilerini yalnız hissederler. Halbuki bu
davetin sahipleri, bunların hiçbirini ihmal etmez veya kusur etmezler. Allahu
Teala onları şöyle nitelemiştir: “Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam
O’na yalvaranlar..” 485 , “Geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitlerinde de
istiğfar ederlerdi.” 486
Onlar bu dinin yükünü taşırlar. Bu değerli davetin endişesini gece
gündüz yüreklerinde hissederler. Onu yüceltmek ve üstün kılmak için ömürlerini ve vakitlerini cihad ile geçirirler. Dolayısıyla bu daveti destekleyen,
onun velisi olan, onu yücelten ve galip kılan Allahu Teala’dan asla gafil
olmazlar. Allahu Teala onların velisi ve yardımcısı iken, nasıl ürker ve yalnızlık hissederler ki? O ne güzel dost ve ne güzel yardımcıdır!
Bu davetin taraftarlarının ve onun yolundan gidenlerin azlığından da
ürkmezler. Bu yüce yolda kendilerinden önceki mü’minleri, muttakileri,
mücahidleri, şehitleri, nebileri ve bunlardan da önce liderleri ve rehberleri
olan Muhammed’i Sallallahu Aleyhi ve Sellem hatırladıkları sürece kendileri ile
482
16 Nahl/128
Beyhaki’nin Şuabu’l-İman’da belirttiğine göre bu kişi Muhammed bin Nadr’dır.
484
İmam Ahmed, Müsned, 2/540
485
6 En’am/52
486
51 Zariyat/17-18
483
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯213
⎯⎯
birlikte olan ve yardım edenlerin azlığından da korkmazlar. Bu yüce komutanın beraberliğini yanlarında ve davette, cihadda ve Allah yolunda savaşta
saflarının başında hissettikleri sürece nasıl korksunlar ki! Nasıl ürkebilirler ki!
Allahu Teala şöyle buyurmuyor mu: “Muhammed Allah’ın rasulüdür. Beraberinde bulunanlar da kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler.” 487 Aralarına yıllar da girse, O’nun Aleyhisselam yolunda yürüdükleri,
sünnetine sarıldıkları, davet ve hidayetine uydukları sürece, Allahu Teala’nın
izni ve lütfu ile bunlar O’nunla beraber olanlardandır.
İbn-i Teymiye Rahimehullah, Allahu Teala’nın “Nice peygamberler
vardı ki, beraberlerinde Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar,
Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler;
boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever” 488 ayetini açıklarken şöyle der:
“Nebi Aleyhisselam ile beraber çok sayıda rabbanilerin savaşmış veya öldürülmüş olması, bizzat Nebi’nin Aleyhisselam onlarla beraber savaşta bulunmasını gerektirmez. Aksine Peygambere uyan ve onun dini için savaşan herkes,
onun yanında savaşmış demektir. Sahabenin Radıyallahu Anhum anlayışı da
budur. Nitekim en büyük savaşlar, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem
vefatından sonra olmuştur. Şam, Mısır, Irak, Yemen, İran, Bizans, doğu ve
batının fethi hep Rasulullah’tan Sallallahu Aleyhi ve Sellem sonradır. Dolayısıyla onunla beraber savaşıp öldürülenlerin çokluğu da ortaya çıkmış olmaktadır. Peygamberlerin dininde olup savaşan ve yaralanan yahut öldürülenler
pek çoktur. Bu ayette, kıyamet gününe kadar gelecek bütün mü’minler için
ibret bulunmaktadır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem vefat etmiş olsa
bile, bu mü’minlerin hepsi onun davet ettiği din üzere onunla birlikte savaşmaktadırlar. Ve onlar şu ayetlerin kapsamı içerisindedirler: “Muhammed
Allah’ın rasulüdür. Beraberinde bulunanlar da kafirlere karşı çetin, kendi
aralarında merhametlidirler” 489 , “Sonradan iman eden ve hicret edip de
sizinle beraber cihad edenler de sizdendir.” 490 İtaat eden kişinin, itaat ettiği
kişiyi görmesi şart değildir.” 491
Bunun iyi anlaşılması, Allahu Teala’nın dinini yücelten bu taifeye katılmak isteyen herkesin bunu aklından çıkarmaması ve başkaları arasında
garip olmasının kendisini ürkütmemesi gerekir. Allahu Teala, İbnu’lKayyim’e rahmet etsin, şu beyitlerde ne güzel söylemiştir:
487
48 Fetih/29
3 Al-i İmran/146
489
48 Fetih/29
490
8 Enfal/75
491
Mecmuu’l-Fetava, 1/48, Daru İbn-i Hazm baskısı
488
214
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
“Başkaları arasında garipliğin seni ürkütmesin,
Sayı yönünden insanlar ölüler gibidir.
Gerçekten Ehl-i Sünnet’in her zaman garipler olduğunu bilmiyor musun?
Söyle bana, Allah’ın Rasulü, onun ashabı ve onlara ihsan ile tabi olanlar,
Cahilin, inatçının, münafığın ve düşmanın haksızlık ve saldırısından ne
zaman kultuldu?
Rahmana yardım yolunda eziyet çekmeden, onların mirasçısı olduğunu mu
sanıyorsun!”
Dördüncüsü: Bu taifenin ayırıcı özelliklerinden biri de, daru’l-İslam
olan bir yer bulunmasa da her şart ve dönemde cihadının ve dine yardım
edenlerinin daima bulunacak olmasıdır. Yukarıda aktardığımız hadiste bu
dinin işlerini üzerine alacak ve Allahu Teala’nın emrini yerine getirecek
insanların varolmaya devam edecekleri belirtilmektedir. Hadiste geçen
“devam edecektir..”, “Allah’ın emri gelinceye kadar onlara bir zarar veremezler ve onlar insanlara karşı muzaffer olacaklardır” ifadeleri bunu göstermektedir.
Mü’minleri, batıl ehlinin şüphe ve batıl akideleri, yapabildikleri her
sahada bu dine yardım etmekten, Allahu Teala’nın dinini ve Tevhid’ini
desteklemekten hiçbir şekilde alıkoyamaz, vazgeçiremez, durduramaz ve
önleyemez. Bunlar Allahu Teala’nın emrini yerine getirir, destekler ve her
durumda Tevhid’in gerçekleşmesi için çarpışırlar. Müslümanların başında
yönetici bir imam bulunsun veya bulunmasın, daru’l-İslam olan bir memleketleri olsun veya olmasın, her şartta Tevhid yolunda mücadele ederler.
Günün birinde kuvvet ile mücadele etmekten aciz olanlar, maddi ve
manevi hazırlık yapmaktan geri durmaz, dine daveti ve Tevhid’e destek
olmayı bırakmaz ve her makamda bunu anlatmaktan uzak kalmazlar. Onlardan mustaz’af olanlar ve bir çok şeye gücü yetmeyenler bile dua ile de olsa
bu dine ve mensuplarına yardım etmekten geri kalmaz. Çünkü şu mısralarında İbnu’l-Kayyim’in belirttiği gibi, dine yardımcı olmak Müslümanlar
üzerine farzdır:
“El ile, dil ile, ona da güç yetiremezse Allah’a yönelip dua ederek
Dine yardımcı olmak, farz-ı kifaye değil, bizzat herkes üzerine farz-ı ayndır.”
Bu nedenle Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem müjdelediği gibi,
bu taifenin daveti, üstün ve açık olmaya, dini var olmaya ve hüccetleri de
galip olmaya kıyamete kadar devam edecektir.
Bid’at ehlinden veya şirk ve küfür ehlinden olan hasımlarının ise, davetleri yıkılmış, şüphe ve iftiraları çürütülmüş, batılları gitmiş ve yaldızlı sapıklıkları bitmiş olacaktır. Allahu Teala şöyle buyurur: “Köpük atılıp gider.
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯215
⎯⎯
İnsanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle
misaller getirir.” 492 Ebu Bekir bin Iyaş şöyle der: “Ehl-i Sünnet’ten olanlar
ölürler ama şanları kalır. Bid’at ehli ise ölür, onlarla beraber şanları da ölür.
Çünkü Ehl-i Sünnet, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem getirdiklerini
ihya etmiş ve böylece Allahu Teala’nın “Ve senin şanını yüceltmedik mi?” 493
buyruğundan nasip sahibi olmuştur. Bid’at ehli ise, Rasulullah’ın Sallallahu
Aleyhi ve Sellem getirdiklerini karalamış ve böylece “Asıl sonu kesik olan,
şüphesiz seni kötüleyendir” 494 buyruğundan nasip sahibi olmuştur.” 495
Şimdiye kadar bu sayfalarda yazdıklarımızı okuyan insaf sahibi herkes, Allahu Teala’nın dinine bağlı olan bu taifenin ehlinin yoluna ve
menhecine son derece bağlı olmaya çalışan insanlar olduğumuzu anlamıştır.
Bu taifenin ehli ise, Fırkatu’n-Naciye olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin en
seçkin insalardır. Allahu Teala’nın bizleri de onlar arasında kılmasını, yolları
üzerinde sabit tutmasını ve liderleri olan Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve
Sellem sancağı altında toplamasını dileriz.
Bu sayfaları okuyan herkes görmüştür ki bizler, bu topluluğun ayak
izlerini takip ediyor ve dinin her bölümünde onun yolundan gidiyoruz. Bu
sayfalarda üzerinde durduğumuz va’d ve va’id, iman ve tekfir konuları da bu
bölümlerden bazılarıdır.
Biz, bu mübarek davetin hasımlarının bize iftira ettiği gibi insanları
umumen tekfir etmiyoruz. Ayrıca aşırıya kaçanların, cahillerin veya başkalarının insanları tekfir ettiği hatalar ve şaz olan şeyler sebebi ile de kimseyi
tekfir etmiyoruz.
Biz, ancak Allahu Teala’nın ve Rasulü’nün açık ve sahih olan
nasslarla tekfir ettiği kişileri tekfir ediyoruz. Kendimiz, anne babamız ve en
yakınlarımız aleyhine de olsa, adalet ile şahitlik yapan ve böylece Allahu
Teala’nın emrettiği gibi kendisinin adaletli şahitlerinden olmak istiyoruz.
İyi olanın iyi olduğuna, kötü olanın da kötü olduğuna şahitlik ederiz
ve Tabarani’nin Evsat’ta ve Beyhaki’nin ez-Zuhdu’l-Kebir’de Ebu Said elHudri’den rivayet ettiği şu hadise uyarız: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve
Sellem şöyle buyurmuştur: “Haberiniz olsun, çağrılıp icabet edeceğim vakit
neredeyse yaklaştı. Benden sonra başınızda yöneticiler olacaktır. Bildiklerini
söylerler ve öğrendiklerini işlerler. Bunlara itaat etmek taattır. Uzun süre
böyle devam edeceksiniz. Daha sonra başınıza bazı yöneticiler geçecek.
492
13 Rad/17
94 İnşirah/4
494
108 Kevser/3
495
Mecmuu’l-Fetava, 16/292, Daru İbn-i Hazm baskısı.
493
216
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Bunlar ise, bilmediklerini söylerler ve öğrenmediklerini işlerler. Onlara yakınlaşan, yardım eden ve destekleyenler, hem kendileri helak olmuş ve hem de
başkalarını helak etmiş olurlar. Bedenleriniz ile onlarla beraber olursunuz,
ama amelleriniz ile onlardan farklı olun. İyi olanın iyi olduğuna ve kötü
olanın kötü olduğuna da şahitlik yapın.”
Bu sayfalarımızı veya yazdığımız diğer te’liflerimizi okuyan herkes,
tekfir konusunda söylediklerimizin, açık ve kesin olan ve alimlerin de üzerinde icma ettikleri küfür sebepleri üzerine bina edildiğini görür.
Biz bu tağutları ve destekçilerini, Allahu Teala’ya açıkça şirk koşmaları, değişik yerlerde ve şekillerde bulunan ve yasama konusunda rabler
edinilen kişilere ibadet etmeleri ve gerek bu kişilere ve gerekse ortaya koydukları şirk yasalarına olan dostlukları sebebiyle tekfir ediyoruz. Çünkü bu,
Allahu Teala’dan başkasını Şari’ olarak, hakem olarak, ilah ve rab olarak
benimsemek, İslam’dan başkasını din ve hüküm olarak tercih etmektir.
Bunlar böyle yapmakla Tevhid’i bozmaktadırlar. Tevhid’i bozan ise bütün
Müslümanların şahitliği ile kafir olur. Yoksa onları tekfir etmemiz, ihtimalli
olan sebeplere veya meal yoluyla, şüphe ve zan ile ya da kendisinden daima
sakındırdığımız açık ve sahih olmayan başka sebeplere binaen değildir. Asla!
Bunlar İslam’a ve şehadet kelimesine aykırı olan apaçık küfrün ve net şirkin
birçok kapısından girerek bu dinden çıkmışlardır.
Açık olan bu sebeplere yukarıda bazı yerlerde işaret ettik ve başka kitaplarımızda da defalarca üzerinde durduk. Bizlere iftira eden ve Müslümanları yardımsız bırakan hasımlarımızın bize yönelttikleri tekfirde aşırılık, haricilik ve benzeri iddialarından tümüyle beri olduğumuzu daha net olarak anlamak isteyenler küfrün sebepleri konusunda yazdıklarımıza müracaat edebilirler.
Bugün yönetimi ellerinde bulunduran ve düşmanlarımız olan mürted
tağutları, yasama yapan kesimleri, onların yardımcı ve destekçilerini, yaptıkları yasaları korumak, geliştirmek ve mahkemelerde uygulamak için ömürlerini geçirenleri, bu tağutları ve kanunlarını gece gündüz çalışarak koruyanları
kesin olarak ve açık olarak tekfir ettiğimizi herkes bilir. İnsanları bizden soğutmak ve onları Allahu Teala’nın dininden alıkoymak için, bu küfür yönetimlerin başında bulunan mürted kafirler ve bize düşman olan kuyrukları,
insanları genel olarak tekfir ettiğimize ilişkin iftiralar yayıp durmaktadırlar.
Bunların yalan ve iftira olduğunu görmek için yazdıklarımıza bakmanız ve
okumanız gerekir.
Bu bizim savaşımız ve düşmanlığımızdır. Allahu Teala bize hidayet
verdiğinden beri bundan sapmamaya ve dairesinden çıkmamaya karar
verdik ve üzerimize bir borç olarak kabul ettik. Kitaplarımızı ve yazdıklarımızı
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯217
⎯⎯
OTUZ RİSALE
okuyanlar, hepsinin bu konuda ve bununla ilgili olduğunu ve odaklandığını
görecektir. Hiç bir gün genel manada bütün insanları tekfir etmek veya
imtihan etmek ile meşgul olmadık. Tevhid’i çiğnemedikleri, şirke ve Allahu
Teala’dan başka rab ve ilahların ortaya çıkmasına destek olmadıkları, onu
caiz veya uygun görmedikleri sürece, tağutlar ve destekçilerinin tekfir edilmeleri konusunda bize muhalefet etseler bile, İslam’a mensup olan hasımlarımızı, bizi eleştirdikleri için tekfir etmedik ve etmiyoruz. Bu nedenle biz, Allahu
Teala’nın dinine bağlı olan ve onu yüceltmeyi en önemli görev edinen
taifeye katılmaya, nerede olursa olsun o taifenin erlerinden olmaya kendimizi adamış bulunuyoruz. Dolayısıyla hepimiz kendi nefsine baksın, gören
gözleri olanlar için artık sabah olmuştur. Artık tarafları birbirinden ayırmanın
ve tercih de bulunmanın vakti gelmiştir.
Bütün bunlardan sonra kendin için tercihte bulun. Ya bizden, davetimizden ve dinimizden uzakta duran kişilerin safında yer alacaksın veya
nerede olursa olsunlar Allahu Teala’nın dinine bağlı ve onu yüceltmeyi
kendine görev bilen bu taifenin içinde yer alacaksın. Ya bize düşman ya da
dost olacaksın. Değerli davetimiz için ya yardımcı olacaksın veya yardımsız
bırakıp gidenlerden. Kimin ne yaptığını insanlar Allahu Teala’nın hesap
gününde öğreneceklerdir.
❀❀❀
Allahu Teala’nın lütfu ile Ürdün çölündeki hapishanenin 1 nolu koğuşunda hicri 1419 Ramazan ayının 27. gecesi seher vaktinde kitabın yazımı
bitti. Allahu Teala’nın Rasulü’ne en güzel salat ve selam olsun!
Allahım, zillet ve hezimetin atlılarını kapında durdurduk.
Sana ihtiyaç ve izzet develerini senin yanında çöktürdük.
Rızan için, yazdığımız, söylediğimiz ve yaptığımız her şeyi
Kabul etmen için ihtiyaç ve zaruret ellerini sana açtık.
Davetimizi karalayan, bize iftira eden hasımlarımızı
Yargılaman için sadece ve sadece sana şikayet ettik.
Bütün gizlilikleri bilen sensin!
❀
❀
218
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
Allahım, bunu red edip yüzümüze çalma.
Parmaklarımızın yazdığını şahitlerin huzurunda o gün aleyhimize alma.
Allahım, bağışlayansın, bağışlamayı seversin, beni de bağışla.
Allahım, şehid olarak ölmemi ve sana en yakın mertebeye ermemi nasip et.
Senin huzurunda yüzlerin ağaracağı ve kara olacağı günde, yüzümü ağart.
Allahumme amin!
Allah’ın Rasulü Muhammed’e, aline ve ashabının tümüne salat ve selam
olsun.
Rabbinin rahmetine ve rızasına muhtaç kul olan Asım...

www. davetvecihad. com
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯219
⎯⎯
KAYNAKLAR
1- Zerkeşi, El-İcabe lima İstedrekethu Aişe Ala’s-Sahabe, elMektebu’l-İslami, Beyrut, hicri 1400, 3. Baskı.
2- Nevevi, El-Erbain, Daru İbn Hazm, Beyrut.
3- Şevkani, İrşadu’l-Fuhul ila Tahkiki İlmi’l-Usul, Müessesetu’lKütübi’s-Sakafiyye, Beyrut, 6. Baskı.
4- İbn-i Abdi’l-Ber, El-İstiyab fi Marifetu’l-Ashab, Daru’l-Kütübi’lİlmiyye, Beyrut, 1. Baskı.
5- Abdulvahhab Hallaf, Usulu’l-Fıkh, Daru’l-Kalem, Kuveyt, 12. Baskı.
6- Şatıbi, El-İ’tisam, Daru’l-Hani, Riyad,1. Baskı.
7- İbu’l-Kayyim, İ’lamu’l-Muvakkıin an Rabbi’l-Alemin, Daru’l-Fikr,
Beyrut, 2. Baskı.
8- İbu’l-Kayyim, Bedaiu’l-Fevaid, Daru’l-Fikr.
9- İbn-i Kesir, El-Bidaye ve’n-Nihaye, Mektebetu’l-maarif, hicri 1408
baskısı.
10- İbn-i Receb el-Hanbeli, Et-tahvif mine’n-Nar ve’t-Tarif bi Hali
Dari’l-Bevar, Daru’r-Reşid, Dımaşk-Beyrut, 2. Baskı.
11- El-Munziri, Et-Terğib ve’t-Terhib, Daru mektebeti’l-Hayat, Beyrut, hicri 1411.
12- Süleyman bin Abdullah bin Muhammed bin Abdulvahhab,
Teysiru’l-Azizi’l-Hamid fi Şerhi Kitabi’t-Tevhid, El-Mektebu’l-İslami, Beyrut,
8. Baskı.
13- İbn-i Cerir et-Taberi, Camiu’l-Beyan an Te’vili Ayi’l-Kur’an,
Daru’l-Fikr, Beyrut, 1415 hicri.
14- Abdulkadir bin Abdulaziz, El-Cami fi Talebi’l-İlmi’ş-Şerif.
220
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
15- Buhari, Halku Efali’l-İbad, Tahkik: Bedru’l-Bedr, Ed-Daru’sSelefiyye, Kuveyt, 1405 hicri.
16- Nevevi, Riyazu’s-Salihin, Müessesetu’l-Kütübi’s-Sakafiyye, Beyrut, 3. Baskı.
17- İbu’l-Kayyim, Zadu’l-Mead fi Hedyi Hayri’l-İbad, Müessesetu’rRisale, 14. baskı, 1410 hicri.
18- İmam Ahmed bin Hanbel, Ez-zühd, El-Kitabu’l-Arabi, Beyrut, 3.
Baskı.
19- İbn-i Hacer el-Heytemi, Ez-Zevacir an İktirafi’l-Kebair, Daru’lFikr, 1. Baskı.
20- Şevkani, El-Sebili’l-Cerrar el-Mütedeffig ala Hadaigu’l-Ezhar,
Daru’l-Kütübü’l-ilmiyye, Beyrut, 1. Baskı.
21- İbnu Ebi’l-İz, Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviyye, El-Mektebu’l-İslami,
Beyrut, 9. Baskı.
22- Ahmed bin İbrahim bin İsa, Şerhu Kasideti İbnu’l-Kayyim, ElMektebu’l-İslami, 3. Baskı, 1406 hicri.
23- Serahsi, Şerhu Kitabi’s-Siyeri’l-Kebir, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Beyrut, 1. Baskı, 1417 hicri.
24- Kadı Iyad, Eş-Şifa bi Tarifi Hukuki’l-Mustafa, Daru’l-Kütübi’lİlmiyye, Beyrut.
25- İbnu’l-Kayyim, Tariku’l-Hicreteyn ve Babu’s-Saadeteyn, Daru
Mektebeti’l-Hayat, Beyrut, 1980
26- İbnu’l-Kayyim, El-Fevaid, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1408 hicri
27- İbn-i Teymiye, İktizau’s-Sırati’l-mustakim Muhalefete Ashabi’lCahim, Daru’l-Cil, Beyrut.
28- İbn-i Teymiye, Mecmuu’l-Fetava 496
496
Bu kitabı yazarken başvurduğum en önemli kaynak budur. Bununla ilgili olarak, zalimler
hapishanede sıkı tedbirler aldıkları ve dışarıya hiçbir şeyin çıkmasına imkan bırakmadıkları bir
sırada güzel bir rüya görmüştüm. Rüyamda İbn-i Teymiye ile el ele tutuşarak bir sahradan
geçiyor ve ikamet edilen bir yere ulaşıyorduk. İnsanlar İbn-i Teymiye’nin gelmesi sevinci ile
bizi karşılamaya çıkıyorlardı. Kendime göre bu rüyamı şöyle yorumladım: Allahu Teala’nın
izni ile bu kitap hapishaneden emniyet içinde çıkacak, halk arasında yayılacak, Allahu
Teala’nın düşmanları onu yakalama imkanı bulamayacaklar. Bilfiil bunun gerçekleşmesi için
çalıştım ve çıkarma konusundaki karamsarlığı bıraktım. Hapishanedeki eşyam arasına onu
sakladım ve yaklaşık iki ay kadar sonra Allahu Teala bizi hapishaneden kurtardı. O’nun lütfu
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯221
⎯⎯
29- İbn-i Teymiye, Es-Sarimu’l-Meslul ala Şatimi’r-Rasul, elMektebetu’l-Asriyye, Beyrut, 1415 hicri.
30- Ebu’t-Tayyib Abadi, Avnu’l-Mabud Şerhu Suneni Ebi Davud,
Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2. Baskı.
31- İbn-i Hacer el-Askalani, Fethu’l-Bari Şerhu Sahihi’l-Buhari,
Mektebetu Dari’s-Selam, Riyad, 1. baskı, 1418 hicri.
32- Abdulkahir el-Bağdadi, El-Farku Beyne’l-Firak, Daru’l-Marife,
Beyrut.
33- İzzeddin bin Abdusselam, Kavaidu’l-Ahkam fi Mesalihi’l-En’am,
Daru’l-Marife, Beyrut.
34- Zehebi, Muhtasaru’l-Uluvvi, El-Mektebu’l-İslami, 2. baskı, 1412
hicri.
35- Eş-Şankiti, Müsekkiratu Usuli’l-Fıkhi, El-Mektebetu’s-Selefiyye,
El-Medinetu’l-Munavvara.
36- Hafız El-Hakemi, Mearicu’l-Kubul bi Şerhi Sullemi’l-Vusul, Daru
İbnu’l-Kayyim, Demmam, 2. Baskı.
37- İbn-i Kudame, El-Muğni, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1. Baskı.
38- Şehristani, El-Milel ve’n-Nihal, Daru’l-Fikr, Beyrut.
39- Ebu Muhammed el-Makdisi, Milleti İbrahim ve Davetu’l-Enbiyai
ve’l-Murselin, 1. Baskı.
40- Muhammed el-Aşkar, El-Vadıh fi Usuli’l-Fıkh li’l-Mubtediin, EdDaru’s-Selefiyye, Kuveyt.
41- Değişik hapishanelerde kitaplardan aldığım notlar ve yazdığım risaleler de bunlara dahildir.
ve yardımı ile kitap da benimle beraber dışarı çıktı. Şüphesiz ki hamd O’na mahsustur.
Rabbimden kabul etmesini dilerim.
222
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
İÇİNDEKİLER
“Yöneticilerin Küfrüne Karşı Sessiz Kalmak, Onların Küfrüne Razı
Olmayı İfade Eder” Gerekçesiyle Tekfir Etmek Ve Mustaz’af Olma
Durumunu Gözönünde Bulundurmamak ................................................3
Şirk Askerlerinin Veya Mürted Hükmünde Olan Diğerlerinin Eş Ve
Çocuklarını Tekfir Etmek Ve Mustaz’aflık Halini Gözönünde Bulundurmamak.............................................................................................11
Tekfirin Sonuçları Bakımından, Mümteni’ Konumundaki Kafir İle
Kendisine Güç Yetirilen Kafir Arasında Ayırım Yapmamak....................22
Kafir Devlet Dairelerinde Çalışan Her Kişiyi, Ayırım Yapmadan Tekfir
Etmek....................................................................................................33
İslam Devletinin Bulunmadığı Bir Yerde Tağutlardan Veya Destekçilerinden Yardım İsteyen Ya Da Mahkemelerine Başvuran Her Kişiyi
Ayırım Yapmadan Tekfir Etmek ............................................................37
İdari Sisteme Uymak Ve Muhakeme Olmak İle, Kafir Kanunlarla Muhakeme Olmak Arasında Ayırım Yapmamak.........................................53
Allahu Teala’nın İndirmediği Hükümlerle Hükmetme İle, Bir Günah
Olarak, Bazen Allahu Teala’nın Bir Hükmünü Mücerred Olarak
Terketme Arasında Ayırım Yapmamak..................................................60
Seçimlere Katılan Herkesi Ayırım Yapmadan Tekfir Etmek ...................65
Açık Olmayan Meselelerde, Cehalet Özrünü Muteber Olarak Saymamak.......................................................................................................76
İcmaya Muhalefet Eden Herkesi Ayırım Yapmadan Tekfir Etmek..........94
Riddet Küfrü İle Te’vil Küfrü Arasında Ayırım Yapmamak ...................105
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
OTUZ RİSALE
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯223
⎯⎯
Küfür Olan Bid’atlar İle, Masiyet Ve Furu’ Türünden Olan Bid’atlar
Arasında Ayırım Yapmamak ..............................................................112
Tağutları Tekfir Etmeyen Herkesi Tekfir Etmek ...................................121
Tekfirin Sebepleri Konusunda, Dini Kötüleme İle Kişileri Kötüleme
Arasında Ayırım Yapmamak ...............................................................138
Sırf Mürcie Cemaatlarına Mensup Oldukları İçin Muhalif Kişileri Tekfir
Etmek .................................................................................................152
HARİCİLERİN GENEL DURUMU VE ONLARIN AKİDE VE
MENHECLERİNDEN BERAATİMİZ.......................................................164
Haricilerin Doğuşu Ve En Önemli Akide Ve Fırkaları...........................164
Hariciler İle Savaşın Türü ....................................................................180
Haricilerin Tekfir Edilmesi ...................................................................182
Haricilerin Nitelikleri Ve Onlara En Çok Benzeyenler ..........................184
SONSÖZ................................................................................................207
KAYNAKLAR .........................................................................................219
İÇİNDEKİLER ........................................................................................222
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ www.davetvecihad.com ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
DAVET SERİSİ – BİRİNCİ ADIM
1. Kitap
Müslümanların Birliğini Sağlayacak
Temel Esaslar
Abdu’l-Mun’im Mustafa
2. Kitap
Taifetu’l Mansura’nın Özellikleri
Abdu’l-Mun’im Mustafa
3. Kitap
4. Kitap
Ehl-i Sünnet’in Menheci ve Cihadın
Abdulkadir bin Abdulaziz
Esasları
Millet-i İbrahim
Ebu Muhammed Âsım
DAVET SERİSİ – İKİNCİ ADIM
1. Kitap
İman ve Küfür
Abdulkadir bin Abdulaziz
2. Kitap
Cehalet Özrü
Abdulkadir bin Abdulaziz
3. Kitap
Demokrasi Dindir
Ebu Muhammed Âsım
4. Kitap
Tağut ve Destekçileri
Abdulkadir bin Abdulaziz
5. Kitap
Tağutlarin Destekçileri Hakkındaki
Şüphelerin Aydınlatılması
Ebu Muhammed Âsım
6. Kitap
Dostluk ve Düşmanlık
Abdulkadir bin Abdulaziz
7. Kitap
Ülkelerin Hükümleri
Abdulkadir bin Abdulaziz
8. Kitap
Cihada Teşvik
Ebu Kuteybe eş-Şâmi
9. Kitap
İslam Erlerine Nasihatler
Süleyman Davud
ARAŞTIRMA SERİSİ
1. Kitap
El-Umde Fi İ’dadi’l-Udde
Abdulkadir bin Abdulaziz
2. Kitap
El-Cihad ve’l-İctihad
Ebu Katâde
3. Kitap
Tekfirde Aşırılıktan Sakındırma
Konusunda Otuz Risale 1-2
Ebu Muhammed Âsım
4. Kitap
Akidemiz
Ebu Muhammed Âsım
5. Kitap
İslam’da Şehadet Operasyonları
Derleme
El-Makdisi
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ www.davetvecihad.com ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
NOTLAR
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ www.davetvecihad.com ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ www.davetvecihad.com ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
......................................................................................................................
⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ www.davetvecihad.com ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯
NASİHAT
Müslüman kardeşim! Bu kitapçık, Allahu Teala’nın izniyle faydalı bilgiler içermektedir. Allah’a hamd olsun ki biz, şer’i delili olmayan hiçbir söz
söylemiyoruz. Senden de, şer’i bir delili olmadıkça hiçbir sözü kabul etmemeni istiyoruz. Böylece yol kesen eşkıyaların, Allah’a davet adı altında seni
aldatmasına izin verme. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, “Bir ayet
dahi olsa benden ulaştırın” 497 ve yine “Şahit olanlar, olmayanlara duyursun” 498 vasiyeti gereğince bu kitapçığın, kardeşlerinin, tanıdıklarının ve diğer
Müslümanların arasında yayılması için gayret et. Rasulullah Sallallahu Aleyhi
ve Sellem şöyle buyurur: “Allah’ın senin elinle bir kişiyi hidayete ulaştırması,
kızıl develere sahip olmandan daha hayırlıdır.” 499
Kardeşim, bil ki bu ve buna benzer yayınları Müslümanlar arasında
yayman, Allahu Teala’nın yolunda bir cihaddır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi
ve Sellem şöyle buyurur: “Müşriklere karşı mallarınız, canlarınız ve dillerinizle
cihad edin.” 500
Allahu Teala, bu ve buna benzer yayınların Müslümanlar arasında yayılması için gayret eden herkesi birçok hayır ile mükafatlandırsın, Allahumme
Amin.
www. davetvecihad. com
497
Buhari
Müttefekun Aleyhi
499
Müttefekun Aleyhi
500
Ebu Davud, sahih bir senedle rivayet etmiştir.
498
Download