www . aksitarih . com

advertisement
w w w . a k s i t a r i h . c o m
SAYI 1 | GÜZ 2012
TOBB ETÜ TARĠH VE FELSEFE TOPLULUĞU YAYINIDIR
Bu kitapta gemiler yol alır; dalgaların şarkıları sürer gider, bağcılar
Cinque Terre yamaçlarından Cenova
Rivierası‟na inerler; Provence‟da, Yunanistan‟dan zeytinler toplanmıştır;
Venedik‟in durgun sularında ya da
cebre kanallarında balıkçılar ağ çeker; tekne yapımcıları, vaktiyle yapılan teknelere benzer tekneler yapar… Ve biz yine, onlara göre, zamanın dışında olduğumuzu fark ederiz.
Giriştiğimiz deneme, geçmişin ve bugünün sürekli karşılaşması, birinden
ötekine sürüp giden bir geçiş, açık
yürekle çağrılan iki sesli, sonsuz bir
türküdür. Bu diyalog birbirine yansıyan sorunlarıyla bu kitaba bir ruh
verirse, amacımıza ulaşmış olacağız.
Tarih, çevremizi saran ve bizi işgal
eden bugünün sorunları -hatta kaygı
ve sıkıntıları- adına geçmiş zamanların sürekli sorgulanmasından başka
bir şey değildir…
Uygarlıkların mükemmel bir yol göstericiler olduğunu kim inkâr edebilir?
Zamanı aşan, süreyi alt eden onlardır. Tarihin filmi bir yandan oynayadursun, sarsılmaz güçleriyle onlar
ayaktadırlar. Ve aynı güç onların
kendi alanlarına egemen olmalarını
sağlar, çünkü işgal ettikleri topraklar sınır değişikliklerine uğrayabilir
fakat en ortada, merkez bölgede onların almış oldukları yer değişmez. Sezar ve Augustus zamanında nerede
idiyseler, Mustafa Kemal ve Albay
Nasır zamanında da oradadırlar. Zaman ve mekân içinde hareketsizdirler ya da çok az hareket ederler.
ter istemez onların niteliğiyle bütünleşir. Romalılık İsa ile başlamadı.
İslamiyet 7. yüzyılda Muhammed ile
başlamadı. Ve Ortodoks dünyası da
330 yılında Konstantinopolis‟in kuruluşu ile başlamadı. Çünkü bir uygarlık süreklilik demektir, öyle ki bu uygarlık değiştiği zaman -hatta bu değişiklik yeni bir dinin getirdiği derin
bir değişiklik olsa- kendi içinde yaşamaya devam eder ve özünü oluşturan
eski değerleri içine sindirir. Valery
ne derse desin, uygarlıklar ölümlü
değildirler. Çeşitli sarsıntılara, felaketlere göğüs gererler. Gerekince
külleri içinden yeniden doğarlar. Yıkılsalar, harap olsalar da ayrıkotu
gibi yeniden biterler.
Bu Sayıda:
Teknoloji Tarihi’ne
BakıĢ
2
Ruh ve Yaratıcı
3
Mülteci Kral:
DemirbaĢ ġarl
4
Abbasi Yönetimine KarĢı
Mesiyanik Bir Hareket:
Bâbek el-Hürremî Ġsyanı
5
SavaĢtan Spora
Osmanlı’da Okçuluğun
Dönemsel GeliĢimi
6
Osmanlı Devleti’nde
Kadınlar Saltanatı
7
BatılılaĢma Ekseninde Saat
Kuleleri
8
Ġbn Battûta’nın Gözünden
ġehirlerin Anası,
Firavunlar Diyarı Mısır
9
Amerikan Yayılmacılığının
DoğuĢu ve MeĢruiyet
Kaynakları
10
Osmanlı Devleti’nde
Malikâne Sistemi
11
Batı Literatüründe
Selahaddin Eyyubi
12
Danışman:
Dr. Serpil Atamaz
Bu hareketsizlik uygarlıkların, ilk
bakışta göründüğünden çok daha gerilerde bulunan bir geçmişe kök salmalarını sağlar ve bu uzun süre, is-
Fernand Braudel’in Akdeniz eserinden.
Sayfa 2
Teknoloji Tarihi’ne BakıĢ
Bugün dünyada milyonlarca insan Facebook
ve Twitter kullanıyor. İletişim teknolojisi akıl almaz boyutlarda gelişmeye devam ediyor. Youtube‟a yüklediğiniz bir video 200′ü aşkın ülkeden
izlenebiliyor. Peki, insanoğlu ateşle haberleştiği
zamanlardan günümüze nasıl geldi. Bu otantik
seyahati bize kim anlatacak? Kültür Tarihi kavramını duymuşsunuzdur. İletişim ve teknoloji de
milletlere göre değişen bir kültürdür. Dünyada bu
kültürün geçmişi Teknoloji Tarihi adı altında inceleniyor. Yaklaşık elli yıldır bu hususta çalışmalar
yapılıyor, kitaplar, makaleler yazılıyor. Her alanda olduğu gibi teknolojide de dönüp geçmişe bakma eğilimimiz var. Yaşlı insanların “bizim zamanımızda” diye başlayan ve çoklukla özlem yüklü
olan cümlelerini yıllar sonra bizler de kuracağız.
Bu olguyu daha da gerilere götürdüğünüz zaman
Karl Marx‟ın teorisinin ne kadar doğru olduğunu
görebilirsiniz. Aslında en ideal toplum yapısı ilk
insanların, teknolojiden yoksun toplum yapısıdır.
Eski zamanları bu kadar seviyor olmamız ve geri
gitmek istememize rağmen teknoloji neden giderek artan bir hızla gelişmeye devam ediyor? Bu
gelişimin sebebi olarak genelde nüfus artışı gösterilir. Devendra Sahal 1983′te yazdığı bir makalede
teknolojik gelişimi şans ve ihtiyacın etkileşimine
bağlar. Geçen yıllar bu görüşün ne kadar doğru
olduğunu ispat etti. İhtiyaçlarımız doğrultusunda
kullandığımız pek çok araç şans sonucu bulundu.
Newton da Steve Jobs da bir şekilde talihin yüzlerine gülmesi ile birtakım yenilikler getirdiler.
Şimdi teknolojik gelişmeyi büyük oranda ihtiyaca
bağladık, ihtiyaçların da nüfus artışı sonucu ortaya çıktığını belirttik. Çeliştiğimiz nokta şu ki teknolojik gelişmeler insan gücüne olan ihtiyacı azaltıyor. Nüfus arttığı halde istihdam azalıyor, bu da
toplumsal sorunlara sebebiyet veriyor. Günümüzde hizmet sektörü dediğimiz alan bu fazla nüfusun
bir kısmını iş hayatına dâhil etmiştir. Buna rağmen antik çağlarda söz konusu olmayan işsizlik
sorunu modern dünyanın en önemli problemlerinden birini oluşturuyor. Gel gelelim bu tür konular
daha çok sosyoloji biliminin alanına giriyor gibi
gözükür. Yaygın kanaatler tarihçinin incelemesi
gereken teknik boyutun savaş teknolojisi olması
gerektiğini söyler. Fakat anketler ve sosyal gözlemlerle kendi sınırlarını epey daraltmış olan sosyologların sorunları ve gelişmeleri tarihsel bakış
açısı ile görebilmeleri zor olmaktadır. Yakın dönem teknolojik gelişmelerin etkisi de mutlaka geçmişle karşılaştırılarak ele alınmalıdır. Ama bir
tarihçi teknolojiyi nasıl konu edinebilir?
Adrian Berry, Bilimin Arka Yüzü adlı kitabının girişinde şöyle yazar: “Modern insan beyninin
ortaya çıkışından sonra geçen yüz bin yılın yalnız
son dört yüz yılı gerçek modern akla tanıklık etmiştir. Onun da yalnız son elli yılında teknolojik
ilerlemeler, günün birinde torunlarımızı yıldızlara
taşıyacak gibi görünen gözü kapalı gidişe hız katmıştır.” Demek oluyor ki teknolojik gelişmeyi insanlık ile eşdeğer bir çizgide incelemek mümkündür fakat asıl bakılması gereken yer son dönemler
olmalıdır. Bu da bizi bilgisayar ve iletişim teknolojisine odaklanmaya götürüyor. Bir tarihçinin yakın teknolojiyi konu edinmesi görece pek zordur.
Paleografik metinlere ve yıllar öncesi döneme yönelik bir metodoloji, belge kavramının tümüyle
başkalaştığı günümüz dünyasını anlamak için yeterli değildir. Örneğin ben, sosyal medya üzerinde
yaptığım araştırmalarda öncelikle şekilsel değişimi ve bunun kullanıcılar üzerindeki etkisini ön
plana aldım. Her değişim başta tepkiyle karşılanıyor fakat yine de insanlar alıştıkları ağları terk
etmeyi göze alamıyorlar. Tasarım açısından baktığımızda da bu tür sitelerin kullanıcılarına sınırlı
bir hareket alanı tanıdığını görebiliyoruz. Kişiselleştirebileceğiniz grafik sayısı Twitter‟da üç, Facebook‟ta ise sadece iki tanedir. Bu grafiklerde de
yüksek çözünürlük kullanmanız engellenmiştir.
Bu durumda sadece içeriksel olarak birtakım faaliyetlerde bulunabilirsiniz. Bunun felsefi açıklaması sosyal medya araçlarının insanlara sınırlar
verdiğidir. Farkında olmasanız da çevrenizdeki
sanal sınırların içerisinde dolaşmak mecburiyetinde kalırsınız. Tıpkı tarım toplumlarındaki çitleri
andırır bu sınırlar. İnsan yığınlarını -bunlar her
zaman halk olgusunu oluşturmayabilir- kontrol
etmenin en etkili yolu onları sınırlamak ve bu sınırlar içinde kendilerini özgür sanabilecekleri boşluklar bırakmaktır. Bir tarihçi olarak bu sosyal
durumu geçmişle kıyaslayarak araştırıyor oluşum
metodolojik olarak alakasız gözükebilir. Peki bu
değişimi kim nasıl açıklayabilir?
Sayfa 3
Ruh ve Yaratıcı
Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki:
Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak
az bir bilgi verilmiştir. (Kur’an 17:85)
Sana Beceri, anlayış, bilgi ve her türlü
ustalık vermek için onu kendi Ruh'uyla
doldurdu. (Mısır'dan Çıkış 35:31)
Ey günahkârlar! O karanlık dünyaya
(cehenneme), o kasvetli aleme siz; kendi
eylemleriniz, ve öz ruhlarınız yüzünden
atıldınız. (Vendidad 7:22)
Maddi doğa ilerleyen zamanda insanların
tahakkümüne girmiştir. Artık ateşin gölgesine sığınan veya yağan her yağmurdan etkilenen bir
insan yoktur. Yağan yağmur, esen rüzgâr insanlar
için sadece hava durumu olmuştur. Herkes, doğanın somut tarafıyla bir şekilde savaşıp başarıya
ulaşmış olsa da soyut alanlarda aynı başarıyı kazanamamıştır. Yani, birçok kişi karmaşık görünen
çoğu nesnenin basitliği ile basit görünenlerin karmaşıklığı karşısında gereksiz çaba harcamış ve
bunların arkasındaki gizi veya tini keşfedememiştir. Doğanın gizemi, insanın doğayı yendiğini düşündüğü bir anda kendini gösterir. Ancak çok az
insan bu giz ve tini keşfetmiş ve başarılı bir şekilde onunla etkileşim kurabilmiştir. Doğanın bu
meçhul yüzünü görenlerin uzun zaman boyunca
sürdürdüğü etkileşime, diğer insanlar “sanat” adını vererek olayı zihinlerinde anlamlandırmıştır.
Yine bu insanlar, sanatkârların bu tür iletişim ve
etkileşimini doğaya karşı bir “zafer” olarak yorumladığı gibi; doğanın egemenliğini tartışılmaz kabul
edip bu eylemlere “taklit” demişlerdir. Uzun asırlar boyunca herkes, sanatçıların çalışmalarını bu
iki menzilde görmüş ve değerlendirmiştir.
Sanmayın ki ben bu iki kelime arasına sıkıştırılarak temellendirilmiş sanat eleştirilerini sığ
olarak değerlendiriyorum. Hayır, aksine insanlar,
sanatkârın bu çalışmalarını eleştirirken doğru tetkik etmiş ve değerlendirmelerini de hakkıyla yerine koymuştur. Ancak bizim buradaki problemimiz
eserin ne ve nasıl olduğu değil, nasıl ortaya çıktığıdır. Ayrıca bu eserlerin ortaya çıkışında sanatçıların muhayyilesi mi etken olmakta yoksa biraz
sonra bahsedeceğim evrensel ruh mu?
Yukarıdaki sorunun cevabı, sanatın tüm yaratıcısı, çok önceden beri var olan soyut bir şeydir.
Yani her zaman mevcut olmuş ve bütün varlıklara
anlam veren, enerji veren bir şeydir. Bu, evrensel
ruhtur. Eflatun‟un Devlet‟inde bilgiye çok az sayıda insanın ulaşabildiğinden bahsedilir. Aynı şey
bu evrensel ruh için de geçerlidir. Sanatkârlar, bu
evrensel ruha ulaşmış kişilerdir. Evrensel ruha
ulaşmış her sanatçı, ona ulaşırken yaşadığı tecrübeleri ve onunla etkileşim halindeyken yaşadığı
hissiyatın tezahürünü eserlerine yansıtır. Hatta
ortaya çıkan ve sanatçılardan başka insanları da
hayrete düşüren çoğu eser, bu evrensel tinin parıltısını taşır.
Evrensel ruh nedir? Bu ruh, tüm evrene hayat verendir, evreni canlı tutan ve ona anlam kazandırandır. Bu ruh evrenin kendisi olduğu gibi
Tanrı da olabilir veya O‟nun bir yansımasıdır da.
Zaten panteist açıdan baktığımızda evren, Tanrı
ile bütün değil midir? Ayrıca evrensel ruh, dünya
üzerinde her bir insana ayrı ayrı verilmiş tüm
ruhların merkezidir. Tüm güzelliklerin kaynağıdır. Evrenin ruhu herkese hitap etmektedir. Ama
bizler bunu fark edemiyoruz. İşte evrensel ruh ile
insan arasındaki köprüyü sanatkârlar kurmaktadır.
Sanatçılar evrensel ruha ulaşan ve iletişim
kuranlardır. Ve evrensel ruhun mesajlarını diğer
insanlara aktarırlar. Bunu yapmak için yetenek
gerekli midir sorusuna gelince, yetenek nedir onu
da bilelim. Yetenek, kitleleri hayran bırakacak bir
eserin -bu resim olur, şiir olur- yapılışında yer almaktır sadece. Evet, sadece yer almak dedim çünkü sanatçı her yaptığı eserin tek faili değildir.
Evrensel ruh tüm sanat eserlerinin faili ve
muharrikidir ve tek yaratıcısıdır da. Sanatçılar
evrenin ruhundaki mükemmelliği gördükleri için
kendi eserlerini de en mükemmele ulaştırmak hususunda çaba sarf ederler. Bu tanrısallaşma değildir; bu, Tanrı‟nın mükemmelliğini anlayabilme ve
onun eserlerinin kusursuzluğunu idrak edebilmedir.
Sayfa 4
Mülteci Kral: DemirbaĢ ġarl
1697‟de İsveç Kralı XI. Karl‟ın yaşayan tek oğlu
olarak 15 yaşında tahta geçen XII. Karl, yedi ay süren kayyum hükümetin ardından dizginleri tamamen
eline aldı ve Poltava Savaşı‟na kadar İsveç‟i zaferden
zafere götürecek olan serüvenine başladı. 18 yaşına
geldiğinde ülkesini parçalama gayesiyle bir araya
gelmiş düşmanların meydan okumasıyla karşılaştı.
Ancak gençliğinden ötürü kendisiyle alay edilen
Kral, sanıldığı gibi toy değildi.
Kuzeyi Titreten Kral:
Osmanlı‟nın II. Viyana Bozgunu‟nu müteakip
16 yıl süren savaşlar Lehistan‟ı güçten düşürmüş ve
bir zamanların büyük devleti, yayılma arzusunda
olan mücavir devletlerin iştahını kabartır hale gelmişti. Üstelik kral seçiminde takip edilen yanlış
usûller devleti yabancı ülkelerin müdahalesine açık
hale getirmişti.[1] Rus Çarı I. Petro; siyasi hamlelerle Saksonya Elektörü I. Frederick Augustus‟u II. Augustus (Osmanlı kaynaklarında Nalkıran olarak geçer. Zira bu şahsın, fiziki kuvvetini göstermek için at
nallarını kırıp bükme gibi bir âdeti vardı.) namıyla
Lehistan Kralı seçtirmeye muvaffak olmuş ve akabinde İsveç‟i Baltık Denizi‟nden atmak amacıyla
onunla anlaşmıştı. Holstein‟daki İsveç nüfuzunu kırmak isteyen Danimarka da bu ikiliye katılarak, İsveç‟i tümüyle saf dışı etmek üzere üçlü ittifak oluşturmuştu. Leh kuvvetlerinin saldırısıyla Vestfalya
Barışı sonrası Avrupa‟yı yeniden şekillendirecek olan
Büyük Kuzey Savaşı başlamış oluyordu (1700). Bunun üzerine süratle hareket eden İsveç Kralı, İngiltere ve Hollanda‟nın desteğinden emin bir vaziyette
Danimarka‟ya saldırdı. Bir aydan kısa bir sürede Danimarka‟yı ezme başarısını gösteren genç Kral, Travendal Barışı ile düşmanlarından ilkini saf dışı bıraktı (18 Ağustos 1700).
Danimarka‟nın çekildiğinden habersiz olan
Ruslar derhal İsveç‟e saldırarak Fin Körfezi‟nin güneyinde önemli bir mevki olan Narva‟yı muhasara
etti. Ancak Ruslar ne yaptılarsa da bu kaleyi ele geçiremediler. Rus Çarı‟nın Narva‟ya intikal etmesi de
sonucu değiştirmedi. Bu esnada Danimarka‟nın yenildiğini haber alan II. Augustus‟un sıranın kendisine geldiğini düşünerek Riga Kuşatması‟nı kaldırıp
geri çekilmesi Karl‟ın kozunu güçlendirdi. Dokuz on
bin kişilik bir kuvvetle vakit kaybetmeden Narva‟ya
koşan İsveç Kralı, Narva yolunu tutmuş olan Şeremetev kumandasındaki Rus süvarilerini mahvetti.
İsveç ordusunun üzerlerine geldiğini haber alan Bü-
yük Petro, ordusunu terk ederek ardına bile bakmadan kaçtı. Kırk bin kadar askerle direnme kararı
alan Ruslar kendilerinin dörtte biri kadar kuvvete
sahip olan Karl‟ın gazabına uğradılar. Yarma harekâtıyla önce süvarileri, daha sonra da piyadeleri
bertaraf eden İsveç ordusu, 20.000 esir ve bütün top
ve cephanesiyle Rus ordugâhını ele geçirdi. Ancak
İsveç Kralı, bu parlak zaferden hakkıyla istifade edememiş, Rusları takip edip tümüyle yok etmesi gerektiği yerde yüzünü II. Augustus‟a çevirdiği gibi, esir
ettiği 20.000 Rus‟u da oracıkta serbest bırakmıştı.
Çar ise toparlanmak için bu fırsatı değerlendirmesini
bilmiş, en büyük kaybı olan topları telafi etmek için
kilise çanlarını dahi eritmekten geri durmamıştı.
XII. Karl‟ın Narva Zaferi‟nden sonra 6 yıl boyunca Lehistan ile uğraşması Ruslara bellerini doğrultacak zamanı vermişti. 1707 Baharı‟nı ordusunu
takviye ve talim ile geçiren Kral, Ağustos‟ta 40.000
kişilik ordusuyla Lehistan‟a hareket etti. Fakat Rusların en stratejik noktaları büyük kuvvetlerle tuttuğunu görecekti. Bunların ilki Vistül Nehri geçidi idi.
Burada büyük bir Rus kuvvetiyle karşılaşan Kral,
ordusunu müthiş biçimde sevk ve idare ederek uzun
bir yürüyüşten sonra bu nehri geçmeye muvaffak oldu. Tarih boyunca kaderi nehirlerle çizilen Avrupa‟da
yine bir savaşın seyri nehirlerle belirleniyordu. Vistül‟ü aşan İsveç Kralı, Neman Nehri önünde daha
büyük bir Rus kuvvetiyle karşılaştı. Fakat Kuzeydoğu Avrupa‟nın ırk, ulus, din tanımayan soğuğu taraflara geçici bir barış getirmişti. Karl, Doğu Prusya‟da
kışladı.
Şubat 1708‟de Rusların Lehistan‟daki en müstahkem
bölgesi Grodno‟yu işgal eden İsveçliler, Dinyeper
Nehri boyunca kaçan Rusları korkunç soğuklara rağmen takip ediyorlardı. Böylece Haziran‟a kadar tüm
Lehistan Ruslardan arındırılmış oldu. Kral Karl, ordusundan 8.000 kişilik bir kuvveti Lehistan‟da hâkimiyetini tümüyle tesis edemeyen müttefiki Leszczynski‟yi koruması için bıraktı. Bu suretle gücünü
azaltan Kral, otuz bini biraz geçen kuvvetleriyle Rus
topraklarına girdi. Rusların geçtikleri yerlerde bir
ordunun yarar sağlayabileceği hiçbir şey bırakmaması İsveç Kralı‟nın durumunu zora sokuyordu. Şans,
Rusların yüzüne mi gülmeye başlamıştı? Kuzeydoğu
Avrupa‟yı baştan başa ezen bu cengâver Kral nasıl
Osmanlılara sığınacak duruma geldi?
Sayfa 5
Abbasi Yönetimine KarĢı Mesiyanik Bir Hareket: Bâbek el-Hürremî Ġsyanı
Abbasi hareketi bir ihtilal ile Emevi hâkimiyetine son vermiş, Emevi Hanedanı‟na mensup
olan tüm kişileri öldürmüş ve yönetimi ele geçirmişti. Bu ihtilalin gerçekleşmesi safhasında çok
önemli bir misyon yüklenen ve ihtilalin başarıya
ulaşmasında kilit rol oynayan Ebû Müslim-i Horasanî‟nin Abbasi Halifesi el-Mansur tarafından öldürülmesi, Maveraünnehir, Azerbaycan ve Horasan gibi bölgelerde büyük bir infialin doğmasına
neden olmuştu. Ebû Müslim-i Horasanî‟nin katli,
Abbasi Devleti‟nin yönetim kadrosunun ve meşruiyetinin sorgulanmasına neden olmakla birlikte,
Ebû Müslim-i Horasanî‟nin efsanevî bir şahsiyet
olarak hafızalarda yaşamasına ve onun intikamını
almak için birçok isyan girişiminin ortaya çıkmasına neden olmuştur. İşte ele alacağımız Bâbek elHürremî İsyanı, bu isyan girişimlerinin en etkilisi
ve Abbasi yönetimini en çok uğraştıran isyandır
diyebiliriz.
İran topraklarında daha evvel tohumları
atılmış bazı dini hareketler, İslam‟ın o coğrafyada
yayılması sürecinde mevcut sisteme cephe alan
dini oluşumları meydana getirmiştir. Mazdek‟in
mevcut sisteme karşı ayrılıkçı fikirleri daha sonra
bu dini oluşumların varlığına katkı sağlamış ve
onların yayılmasında önemli etken olmuştur. Abbasi merkezi otoritesinin uzun süre başını ağrıtan
bu hareketler, Mazdek‟in karısının ismiyle anılan
Hürremiyye ve onun çatısı altında olup, Ebu Müslim-i Horasanî‟nin takdis edilerek mesiyanik bir
karaktere sokulduğu Müslimiyye hareketleridir.
Bu hareketler genellikle gizlilik içinde faaliyetlerini sürdürseler de o coğrafyanın sürekli karışmasında etkisi olmuştur. Genel hatları ile baktığımızda Hürremîyye‟nin, eski İran dinlerinin özellikle Mazdek- etkisi altında gelişen bir fırka
olduğunu söyleyebiliriz. Bâbek İsyanı ise bu mesiyanik mezheplerin Abbasi yönetimine karşı giriştiği önemli bir hareket olacaktır.
Bâbek, başlattığı isyan hareketiyle adını duyurmuştur. Onun isyan öncesi bilinen hayatı, sadece öne sürülen rivayetlerle sınırlıdır. Bu rivayetlerin de Bâbek‟in isyanından veya onun öldürülmesinden sonra ortaya atıldığı ihtimal dâhilindedir.
Bâbek 816 yılında el-Bezz şehrinde isyanı
başlatmıştır. İsyanın bu tarihte başlatılması planlı bir harekettir. Abbasi Halifesi Emîn ve Me‟mun
arasındaki taht kavgası sonucu devlet kendi derdine düşmüş ve uzak eyaletlerdeki gelişmelere
karşı kayıtsız kalmıştır. Bunu kendisi açısından
büyük bir şans olarak gören Bâbek, bu fırsatı geri
çevirmemiştir. Me‟mun, otoritesini tam olarak
sağladıktan sonra Bâbek üzerine ordular ve komutanlar göndermiş ancak çoğunda mağlup olmuştur. Ayrıca Me‟mun‟un birçok komutanı da öldürülmüştür. Bâbek, Abbasi kuvvetlerini mağlup
ettikçe daha cüretkâr davranma fırsatı bulmuştur.
Bununla birlikte Bâbek İsyanı‟nın bastırılamamasında Halife Me‟mun‟un bu isyana küçümser bir
tavırla bakması ve gereken önemi vermemesi de
rol oynamıştır. 833 senesinde başa geçen Mu‟tasım, Me‟mun‟un aksine ilk iş olarak Bâbek İsyanı‟nın bastırılması ve onun yakalanması için güvendiği bir Türk kumandanı olan Afşin‟i Bâbek
üzerine yollayarak önemli bir adım atmıştır.
Mu‟tasım zamanı Bâbek probleminin en yoğun
yaşandığı dönemdir. Cibâl, Hemedan ve Isfahan
bölgeleri kaybedilmiş, Hürremîlerin kontrolünde
idi. Afşin 836 yılının başlarında Bâbek‟e ilk ciddi
yenilgisini tattırmıştır. Burada önemli olan nokta
şu ki, Bâbek ilk isyanından ancak yirmi yıl sonra
ciddi manada yenilgiye uğratılabilmiştir. Bâbek,
yenilgi sonrası Bezz şehrine çekilince, Afşin bu
şehri kuşatmıştır. Bâbek bu kuşatmadan kurtulmayı başarsa da daha sonra Afşin‟in birlikleri tarafından yakalanarak 838 yılında Samerra‟ya getirilmiş ve Mu‟tasım‟ın huzurunda ilk önce elleri
ve ayakları kesilmiş, daha sonra da boynu vurulmuştur.
Bâbek İsyanı‟nın inanç ve sosyal yönü, kendisinden yüzyıllar sonra ortaya çıkan diğer isyanlarda da karşımıza çıkmaktadır. Bu açıdan baktığımızda tarihsel süreç içerisinde farklı zamanlarda ortaya çıkan bu tarz isyanların aynı temeller
üzerine bina edilerek ortaya çıktığını söylemek
pek de yanlış olmaz.
Sayfa 6
Osmanlı Devleti’nde Kadınlar Saltanatı
Batılı kaynakların sapkın öğretilerinin aksine, kadınlar için zamanının en çağdaş eğitim ve
öğretim kurumu olan Harem, kelime anlamı olarak “girilmesi yasak yer” manasına gelmektedir.
Mekke-i Mükerreme‟nin belli yerlerine ihramsız
girmek yasak olduğu için Harem-i Şerif denilmiştir. Aynı anlamdan hareketle yabancı erkeklerin
girmesi yasak olan mekanlara da harem adı verilmiştir. Osmanlı padişahlarının kadınlarının yaşadığı yerler de Harem-i Hümayûn ismi ile zikredilmiştir.
Osmanlı Devleti tarih sahnesinde boy gösterdiği andan itibaren devlet merkezi olarak birçok
yeri kullanmış; bu bağlamda ailelerin yaşadığı
yerler de çeşitlenmiştir. Evliya Çelebi‟nin aktardığı malumata göre ilk devlet merkezi olan Bursa‟da
hanedanın ilk devlet sarayı yapılmıştır. İkinci büyük saray Edirne‟de kurulmuş; I. Murad, Yıldırım
Bâyezid ve II. Murad burayı devlet merkezi olarak
kullanmışlardır. Saray-ı Atîk-i Mâ‟mûre İstanbul‟un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından kurulan ve bugünkü İstanbul Üniversitesi merkez binasının yerinde olan saraydır. Daha
sonra Saray-ı Cedîd-i Mâ‟mûre olarak belgelerde
zikredilen Topkapı Sarayı‟nın yapımı 1478‟de tamamlanmış ve III. Murad devrinden itibaren tamamen buraya taşınılmıştır. Haremin Eski Saray‟dan Topkapı Sarayı‟na aktarılması bazı tarihçilere göre 1541, bazılarına göre ise 1550 yılında
olmuştur. Kesin olarak söyleyebiliriz ki bu taşınma Kanuni Sultan Süleyman döneminde gerçekleşmiştir.
Osmanlı Haremi‟nde yaşayan insanlar padişahın ailesi ve Harem personeli olarak iki ayrı kategoride düşünülebilir. Bundan hareketle söyleyebiliriz ki Osmanlı karşıtı aydınların ve Batılı birçok yazarın belirttiği gibi Harem‟deki herkes padişahın münasebette bulunduğu kişiler değildir.
Hünkarın cinsel birliktelikte bulunmadığı Harem
çalışanlarının sayısı her zaman çoğunlukta olmuştur. Bunlar daha çok temizlik ve yemek yapmak
gibi işlerde kullanılmıştır.
Osmanlı Devleti‟nde her kurumda olduğu
gibi Harem teşkilatı içinde de bir hiyerarşi söz konusudur. Bunun en tepesindeki isim “Valide Sul-
tan”dır. Hükümdarın kadınları olarak ayrı bir sınıfta toplayacağımız kadın efendiler (hasekiler),
ikballer, gözdeler, peykler, has odalıklar ve padişahın kızları Valide Sultan‟dan sonra gelir.
Harem ile ilgili temel birkaç bilgi aktardıktan sonra Harem‟in Osmanlı tarihinde en zirvede
olduğu döneme, yani “Kadınlar Saltanatı”na bakmakta fayda görüyorum. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Hürrem Sultan ile başlayan Kadınlar Saltanatı, Osmanlı Devleti‟ne büyük sarsıntılar yaşatmıştır. Peki Harem‟deki hatunlar durduk yere mi devleti, bürokrasiyi hatta toplumu
yönetmeye kalkmıştır? Kadınların yükselişinin
Kanuni Sultan Süleyman gibi devlete altın çağını
yaşatan bir hünkar döneminde başlaması bir çelişki değil midir? 1656‟da Köprülülerin sadrazamlık
dönemi başlayana kadar sürekli güçlenen bu kadınlara hiçbir padişah, hiçbir sadrazam “Dur!” dememiş midir ya da diyememiş midir? Bu soruların
cevabını bulmak için öncelikle kadın saltanatına
zemin hazırlayan oluşumlara bakmak gerekmektedir.
Kanuni‟den sonra II. Selim‟den itibaren padişahların ordunun başında sefere gitmeyip sarayda hayat sürmesi geleneği başlamış, bu doğrultuda sarayda kalan hünkar yavaş yavaş Harem‟in
etkisine girmeye başlamıştır. Hürrem Sultan ile
şehzadelerle birlikte annelerinin de sancağa gitmesi geleneği bozulmuş ve şehzade anneleri sarayda kalarak padişah üzerindeki tesirini artırmış, kendi çocuklarının tahta geçebilmesi ve
“Valide Sultan” olmak adına güç yarışına girmişlerdir. Bunun için rüşvet, adam kayırma ve yolsuzluk yöntemlerinin tümünü kullanmışlardır. I.
Ahmet döneminde gelen “kafes usûlü” ile şehzadeler babalarından ve kardeşlerinden koparak annelerine yaklaşmış, onların etkileri altına girmeye
başlamışlardır. İşte Osmanlı‟da Harem‟in yükselişine zemin hazırlayan olaylardan sadece birkaçı
bunlardır.
Peki Kadınlar Saltanatı‟nın önde gelen isimleri kimlerdi? Neden akıllarda sadece Hürrem Sultan‟ın ismi kaldı?
Sayfa 7
SavaĢtan Spora Osmanlı’da Okçuluğun Dönemsel GeliĢimi
İslamlaştıktan sonra büyük kitleler halinde
Anadolu‟ya gelen Türk boyları Doğu Roma üzerine
yaptıkları akınlarla yeni yurtlar edinmişler ve savaşçı özellikleri sayesinde hem Doğu Roma‟ya hem
Haçlılara karşı direnip Ön Asya‟daki yurtlarında
kalacaklarını göstermişlerdir. Hem kılıcı hem de
yay ve oku iyi kullanmaları, at üstündeki becerileri savaş alanında üstün olmalarının başlıca sebepleridir. Anadolu Selçukilerinin dağılmasından sonra ise Türk cihan hakimiyeti ülküsünü devam ettirmek için sancağı devralan Osmanlılar ise başta
bu savaşçı becerileri sayesinde 6 asır hüküm sürme muvaffakiyetine malik olmuşlardır. Şüphesiz
bu başarıda Devlet-i Aliyye‟nin istimalet ve hoşgörü politikası da bu kadar uzun bir müddet hüküm
sürmesinin sebeplerindendir. Ancak bu bölgelere
yayılmak ise gaza ve fütuhat anlayışıyla gerçekleşmiştir. Gaza ve fütuhatın başarıya ulaşabilmesi
için ise güçlü bir ordu gerekmektedir. Gaza ve fetihlerde Osmanlı‟nın en önemli silahlarından biri
ise yay ve oktur. Yay ve ok çok eski zamanlardan
beri mevcut olup, avlanmada ve savaşta çokça kullanılmıştır. Daha kuruluş devrinde ne kadar
önemli olduğunu bir alp olan Osman Gazi‟de görmekteyiz. Kuruluş devresinde alplerin oynadığı
rol çok mühimdir ve alp olmanın şartlarından biri
de iyi yay ve oka sahip olmaktır. Her Türk devletinde olduğu gibi Osmanlı‟da da yay ve ok çok büyük önem arz etmekte ve sahip olduğu yayların
özelliğiyle düşman karşısında avantaj sağlamaktadır. Osmanlı‟da okçuluk sadece bir savaş unsuru
olarak kalmamış, spor müsabakalarında ve gösterilerde kullanılmıştır. Talimlerin ve yarışmaların
düzenlendiği, bugün eski halinden çok uzak olsa
da Okmeydanı diye anılan semt de yine Osmanlılardan kalmıştır. Bu bize Osmanlı‟da okçuluğun
ne derece bir önem arz ettiğini göstermesi açısından bir örnek teşkil etmektedir. Spor faaliyeti olarak da önemli bir yere sahip olan okçuluk için kanunlar çıkarılmış ve ok atmanın kaideleri ortaya
konmuştur. Ok müsabakalarında çeşitli kategorilerin olması ise okçuluğun Osmanlı‟da ne kadar
ilerlediğinin bir göstergesidir.
Osmanlı‟nın hüküm sürdüğü zaman boyunca
savaşlardan elde ettiği zaferlerin ehemmiyetini
daha önce söylemiştik. Bu savaşlarda muzafferiyet ise devletin asıl ordusu olan yeniçeriler saye-
sinde olmuştur. Yeniçeriler hazar vaktinde eğri
bir hançer taşırlardı, sonraları büyük bıçak taşıyanlar da görüldü. Sefer vaktinde boynuzdan yapılmış mükemmel bir yay ile okları vardı, onaltıncı asırdan itibaren ise orduda iyice taammüm
eden tüfenk kullanırlardı. Görüldüğü üzere ok ve
yay bir dönem Devlet-i Aliyye‟nin merkez ordusunda önemli bir yer teşkil etmektedir.
Meşakkatli uğraşın neticesi ve imalinde kullanılan malzemeleriyle ok ve yay imalatı Türk
devletlerinde bir sanat haline dönüşmüştür. Ok ve
yay üretiminin uzun zaman aldığı bilindiği gibi
okçuların eğitimi de hakeza uzun süreyi kapsıyordu. Okun kullanımında, her malzemenin (örn.
zihgir) kendisine has bir karakteri mevcuttur.
Ateşli silahlardan sonra okun önemi nispeten
azalmışsa da ok ile yapılan avcılık geleneği devam
ederken, okçuluk bir spor faaliyeti olarak Osmanlı‟da ve günümüze kadar etkisini sürdürmüştür.
Osmanlı‟da okçuluğun yeri, zaman içinde
değişse bile devletin sonuna kadar varlığını sürdürmüştür. Zaman değişmiş, teknoloji ilerlemiş
ama okçuluk kendini av sahasında ve sporda devam ettirebilmiştir. Bundaki en önemli neden ise
Osmanlı‟nın geleneklerine bağlılığı ve bu işte sistemli bir şekilde hareket etmesidir. Kanunlarla,
maddi desteklerle bu olgunun yaşamasına vesile
olmuştur. Okmeydanı‟na verdiği önem, atıcıların
mükâfatlandırılması bu işin devamını sağlamıştır.
Okçuluk, Osmanlı‟da imalathanesinden yarış alanına kadar bir bütünlük içerisinde yaşatılabilmiştir. Yaşatmıştır çünkü bir zamanlar başarılı okçuları sayesinde o günlere gelebilmiştir. Osmanlı‟nın
bu konuda sistemli olması da devlet yapısının bir
gereği olarak ortaya çıkmıştır. Devletin belli bir
nizam dâhilinde işleyişi her olay ve olguda bir nizam getirmiştir. Talimlerdeki düzen ve kanunlar,
oluşturulan av teşkilatı ve av merasimleri hep bu
düzenin bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı‟nın 6 asır hüküm sürmesi savaşta ve idaredeki başarısının yanı sıra aslında bu sistemli olmanın ürünüdür.
Sayfa 8
BatılılaĢma Ekseninde Saat Kuleleri
Osmanlı Devleti 18. yüzyılda devletin birçok
kurumunda belirginleşmeye başlayan bir Batılılaşma sürecine girmişti. Bu süreçten sadece devlet
değil, aynı zamanda halk ve şehirler de nasibini
almışlardı. Batılılaşma ilk olarak devlet eliyle gerçekleşmeye başlamıştı. Öncelikle Avrupa devletlerine geçici elçilikler açılmış, Batı‟daki gelişmelerden ve havadislerden daha iyi haber alabilmek
için sürekli elçilikler de ortaya çıkmıştı. Model
olarak Batı‟nın alınması şarttı. Çünkü Osmanlı
Devleti savaşlarda Batı‟ya karşı mağlup olmaya
başlamış, medeniyet noktasında da Batılı devletlerden geride kalmıştı. Batılılaşmanın mimariye
etkisi de bu yıllarda gerçekleşmeye başlamıştı.
Osmanlı Devleti‟nin kuruluş dönemine baktığımızda dönemin mimarisinde İran, Bizans ve Selçuklu devletlerinin etkilerini görmemek mümkün
değildir. Yükselme dönemiyle birlikte Osmanlı
Devleti‟nin özgün mimarisi de ortaya çıkmış bulunuyordu. Bu özgün Osmanlı mimarisi devletin zayıflaması ve Batı karşısındaki üstünlüğünü kaybetmesiyle yerini Barok ve Rokoko mimarisi başta
olmak üzere genel olarak Batı mimarisine bırakmıştır.
Batı eksenine doğru kaymaya başlayan Osmanlı mimarisindeki değişimi, en belirginleşmiş
olduğu örnekler olan camilerde görüldüğü gibi II.
Abdülhamit döneminde Anadolu‟nun hemen her
yerinde zuhur eden saat kulelerinin üzerinde inceleyeceğiz. Temel amacımız saat kulelerinin mimari özelliklerini anlatmaktan ziyade, saat kulelerinin neden zuhur ettiğini ve bu tezahürün sosyopolitik arka planının neler olduğunu anlamaya
çalışmak olacaktır.
Osmanlı‟yı gezen Batılı seyyahlar (örn. Hans
Dernschwam ve Von Busbecq) Osmanlı gibi büyük
bir devlette saat kulelerinin olmayışına şaşırmışlardır. Von Busbecq, “… hiçbir millet başka milletlerden gördüğü yararlı şeyleri, Türkler kadar
benimseyemez…” dediği halde Osmanlı Devleti‟nde saat kulesinin olmamasını hayretler içerisinde kalarak anlatır.
Saat kulelerinin Osmanlı topraklarında 16.
yüzyılda görülmeye başladığını söylesek de bunu o
dönemdeki Batı mimarisine bir özenti olarak açık-
lamamız mümkün değildir. Çünkü Osmanlı Devleti bahsettiğimiz yüzyılda en parlak dönemlerini
yaşamakta ve bir cihan imparatorluğu olma yolunda ilerlemekteydi. Zaten 16. yüzyılda saat kulelerinin dikildiği bölgelere bakacak olursak sonradan Osmanlı hakimiyetine girmiş olan Avrupa
topraklarında tezahür ettiğini görecek ve Anadolu‟da herhangi bir örneğiyle karşılaşamayacağız.
Saat kulelerinin Anadolu‟ya gelişi ise 18. yüzyılda
başlasa da hemen hepsi II. Abdülhamit döneminde dikilmişlerdir. Bu kulelerin Anadolu‟nun her
köşesine yayılmasının nedeni ise II. Abdülhamit‟in
tahta çıkışının 25. senesinde valilere gönderdiği
bir fermandır.
Kulelerin yangın söndürme, rüzgar gülü, pusula, barometre ve gözetleme kulesi olarak kullanılmasından ziyade en önemli fonksiyonu din ve
devlet işlerinin birbirinden ayrılması, devlet kurumlarının ve resmi dairelerin ezanî saat yerine
Batıdaki gibi güneş saatiyle çalışma düzenine girmelerine yol açması olmuştur.
Saat kuleleri mimari özellik olarak bulunduğu coğrafyayı yansıtanlar ve Barok-Rokoko etkisini içerenler olmak üzere iki grupta toplanır. Saat
kulelerini şehirlerde bulunduğu mevkilere göre
yamaç ve tepelerde yer alanlar, tarihi bir yapının
üzerine inşa edilenler ve meydanlara inşa edilenler şeklinde tasnif edebiliriz.
Saat kulelerinin Osmanlıların gözündeki anlamının Avrupalılardan farklı olduğu muhakkaktır. Kimi Osmanlı‟ya göre saat kuleleri “gavur ve
dinsizlerin binası” olarak nitelense de Batılılaşma
döneminde devletin halk üzerindeki görünürlüğü
olarak da işlev görmüştür. Saat kulesi asırlarca
süregelen bir geleneksel zaman kavramının (ezani
saat) yerini artık Batı zaman kavramına bırakmaya başladığının işaretiydi. Zaten geleneksel ezan
saatine tabi Müslüman halkın Batılı saatine geçmesi hayli zahmetli olmuştu ve saat kulelerinin
bu süreçteki fonksiyonu hedeflendiğinden farklıydı. Zaman geçtikçe saat kuleleri, üzerindeki ilgisini kaybetmişti. Oysaki zaman mefhumunun değişimi, belki de bir devrin batışıydı.
Sayfa 9
Ġbn Battûta’nın Gözünden ġehirlerin Anası, Firavunlar Diyarı Mısır
Ebû Abdullah Muhammed İbn Battûta Tancî
ya da bilinen adıyla kısaca İbn Battûta 14. yüzyılın en büyük Arap seyyâhlarından biridir ve hattâ
gezip dolaştığı 13 bin millik mesâfe göz önünde
bulundurulduğu takdirde en büyük seyyâh olduğu
da rahatlıkla söylenebilir. Dile kolay gelen bu
mesâfeyi İbn Battûta, seyâhatine başladığı 13 Haziran 1325 tarihinden Aralık 1353‟e kadar; Kuzey
Afrika‟dan Mısır‟a, Orta Doğu‟dan Arabistan‟a,
Yemen‟den Doğu Afrika sahillerine, İran‟dan Hindistan‟a, Anadolu‟dan Deşt-i Kıpçak‟a, Çin‟den Güneydoğu Asya‟ya, Akdeniz adalarından Endülüs‟e
ve dahi İç Batı Afrika‟ya uzanan çok geniş bir coğrafyada, 28 yıl boyunca kâh karadan kâh denizden
adımlayarak kat etmiştir.
Gezdiği memleketlerle ilgili döneminin şartları göz önünde bulundurulduğunda oldukça teferruatlı ve kıymetli bilgiler veren İbn Battûta‟nın
Seyâhatnâmesi genel tarih, dil tarihi, antropoloji,
iktisat tarihi ve sosyal tarih alanları için önemli
bir başvuru kaynağıdır. Bulunduğu ülkelerin o
dönemdeki siyasi tarihinden tutun da idari görevlileri, bina ve yapılarının nitelikleri, para birimlerinin mukayeseli değerleri, geçim kaynakları gibi
ayrıntı teşkil eden birçok mevzuyu oldukça sade
bir üslûp ve sağlam bir tasvir yeteneğiyle okuyucuya takdim etmeyi başaran İbn Battûta‟nın, döneminin diğer seyyâhlarına göre daha gerçekçi bir
tavır takındığı da araştırmacı ve şârihler tarafından belirtilmiştir.
İskenderiye:
İbn Battûta, sırasıyla Mağrib-i Aksâ (Fas),
Ifrîkiyye (Tunus ve Cezayir) ve Atrablus (Libya)
istikametinde yol alarak Mısır‟daki ilk durağı olan
İskenderiye‟ye 5 Nisan 1326 tarihinde varır. İskenderiye‟yi edebi bir dille “ışıltısıyla gözleri alan
bir zümrüde” ve “baştan aşağıya süslenmiş bakire
bir kız” olarak tasvir eder. Daha sonra İskenderiye limanını gezen İbn Battûta, bu limanın büyük
limanlardan biri olduğunu söyler. Ardından eserde İskenderiye Feneri‟nin ayrıntılı tasviri yapılır.
İskenderiye‟nin genel tasviri yapılırken bir yandan burada yaşayan önemli tarihi kişiliklerden
bahseder.
Dimyat:
İbn Battûta, Dimyat‟ın muzlarının meşhur
olduğunu ve gemilerle Kahire‟ye gönderildiğini
bildirir. Ayrıca Dimyat şehrinin görünüşünü tanımlayan “surları helva, köpeği koyun” tabirini
bildirmeyi de unutmamıştır. Şehre giriş-çıkışın
sıkı bir denetim altında olduğunu bildirerek, şehre
girenlerin eline mühür vurulmuş bir kâğıt parçası
verildiğini, eğer bu kişi sıradan biriyse koluna mühür vurulduğunu söyler. Kalenderiyye tarikatı
şeyhi Cemâleddîn Sâvî‟nin tekkesini de ziyaret
eden İbn Battûta, Anadolu‟daki Babaî İsyanı‟nda
da önemli rol oynayan Kalenderîlerin saç, sakal ve
kaşlarını tıraş etme sebebinin Cemâleddîn
Sâvî‟nin başına gelen bir olaydan kaynaklandığını
belirtir.
Kahire:
İbn Battûta, Kahire‟yi: “…Mısır (Kahire),
şehirlerin anası, Firavun‟un diyarıdır. Semtleri ve
bağlı bulunduğu kasabaları fevkalade bayındırdır.” diyerek betimler. Kahire‟nin abidevî yapıtlarını tasvir ederken Battûta hayranlığını gizleyememektedir. Amr bin Âs Câmii, İmam Şâfiî Medresesi, Bimâristan-ı Kalâvûn bu yapıtlardan bazılarıdır. Özellikle Kalâvun Bimâristanı (hastane)
karşısında Battûta “buranın güzelliklerini tarif
etmede kaleminin âciz kaldığını” itiraf etmiştir.
İbn Battûta tam bir Nil âşığıdır. Nil‟i anlattıktan
sonra Mısır‟ın en önemli sembollerinden biri olan
ehramları (piramitler) tasvir eden Battûta, bu tapınakların Mısır Kralı Ahnûh (I. Hermes) döneminde yapıldığını bildirdikten sonra, dönemin bütün İslâm tarihçilerinin de üzerinde uzlaştıkları
şekilde bu hükümdarın İdris Peygamber olduğunu
belirtmiştir. Kahire‟den ayrılan seyyah, yaklaşık
iki ay süreyle Güney Mısır‟da seyâhat etmiş, Ayzâb limanı üzerinden hac vazifesini yerine getirmek için Hicaz‟a geçmek niyetindeyse de bu niyetini gerçekleştiremeyip -Şeyh Ebû Muhammed Abdullah Hasenî‟nin tesiriyle- hac vazifesini Şam
üzerinden gerçekleştirmek üzere Temmuz 1326‟da
Kahire‟ye dönmüştür. Aynı ayın ortalarında ise
Kahire‟den Şam‟a doğru seyâhatine başlamıştır.
Sayfa 10
Amerikan Yayılmacılığının DoğuĢu ve MeĢruiyet Kaynakları
ABD halklarını oluşturan milletlerin kıtaya
ayak basmalarının nedenleri farklıdır. İskoç, İrlandalı, Alman gibi milletler din savaşlarından kaçarken; Avrupa‟dan, yoksulluk çektiği için göç edenler
de mevcuttu. Bunların yanında, toplum tarafından
kabul görmediği için Avrupa‟yı terk edenler bir
hayli fazlaydı. Ayrıca, Afrika‟dan da köle ticareti
ile siyahlar kıtaya göç ettirildi. İngiltere, İspanya,
Fransa ve Hollanda gibi devletler arasında yaşanan savaşlar nedeniyle kıta halkı kendisini koruyacak bir üst otoriteye ihtiyaç duyuyordu. İngiltere
ve Fransa arasında yaşanan 7 Yıl Savaşları öncesinde kıta halkı ile İngiltere birbiriyle olan ilişkileri, iki taraf arasındaki ticari akışın varlığı ve kıtanın kuzeyinde orta sınıf üreticilerin artmasıyla iyi
bir dönemdeydi. Hatta Virginia kolonisinin “House
of Burgesses” adıyla kurduğu meclisin ticari ve
sosyal hayatı düzenleyici yasaları vardı. Savaş öncesi kıta halkının İngiltere‟ye yapacağı her yardımın karşılığını alacağı vaadi, İngiltere‟ye duyulan
bağlılık ve güven nedeniyle kabul gördü. Fakat
İngiltere savaş sonrası yıpranmış olan ekonomisini
ve mevcut durumunu değerlendirerek vaatlerini
gerçekleştirmediği gibi; günlük yaşamı etkileyecek
bir takım ek vergiler koyarak kıta halkının tepkisini çekti. Bunun yanında savaş sırasında İngilizlerin kıta halkını ikinci sınıf vatandaş olarak görmesi kıta halkında Amerikalılık bilincini yeşertti.
Aslında bu, tüm Avrupa‟nın bakış açısını yansıtıyordu. Amerika, Avrupa için öteki ve istenmeyendi. Kral‟ın yasasına verilen tepki, İngiltere yönetimine karşı açık bir baş kaldırmanın yanında kendi
güçlerini ve varlıklarını kavramaları, milli bir bilincin doğmasıydı. İngiltere savaşı kazanmıştı, fakat kıtayı kaybedecek adımlar atmıştı. Kıta halkı
kendi çıkarlarına ters düşen vergilendirmeden
duyduğu rahatsızlığı boykot ederek tepkisini ortaya koydu. Bu tepkiyi Boston limanında demirlemiş
olan İngiliz gemilerinde bulunan ticari değere sahip çayların denize dökülmesi izledi. ABD halkı 7
Yıl Savaşları‟nda kendilerine yapılan “öteki” yakıştırmasına milli bir bilinçle cevap verirken Amerikalılık bilinci oluşmuştur. Sonuç olarak ABD için
kendi menfaatlerine ters olarak çıkartılan baskıcı
ve zorlayıcı yasalara boyun eğmemek, İngiltere‟ye
karşı verilen mücadeleyi bir bağımsızlık mücadelesi yapmıştır. Bu da Amerika‟nın doğuşunu meşru
kılmıştır.
Gelelim Amerikan yayılmasına: Akdeniz korsanlarıyla 1801 yılında yaşanan Trablus ve 1815
Cezayir Savaşları ABD tarihinin ilk zaferlerindendir. ABD, İngiltere‟ye karşı verdiği mücadele sonrası aldığı bu zaferlerle kendisine duyduğu güveni
pekiştirerek içte artan nüfusun toprak talebine
paralel bir yayılma politikası izlemiştir. ABD kazandığı savaşları Tanrı‟nın bir hediyesi olarak görmüştür. Görünürde eşitlikçi, adaletçi, demokrat,
medeni bir metin olan ABD Anayasası ve Özgürlük Bildirgesi‟nin varlığı Amerikalıların kendilerine bir üstünlük bahşedildiğini düşünmelerine yol
açmıştır. Artan nüfusla birlikte batıya yayılma ihtiyacı doğduğunda ise karşımıza “frontier” kavramı
çıkmaktadır. Sınırları genişletmek, ilerlemek ve
daha geniş anlamda ise sınırsızlığı karşılayan
frontier kavramı aynı zamanda bunu demokrasiyi,
medeniyeti ve adaleti yaymak için yapmaktadır.
Buna ek olarak, frontier düşüncesini “American
Exceptionalism” düşüncesi de desteklemektedir.
Bu düşünceye göre Amerika diğer devletlerden
Tanrı katında ayrılmıştır. Onlar seçilmiş ve korunan bir halk olarak kendi medeniyetlerini yaymak
zorundadırlar. Medeniyet ise eğitim seviyesi, teknolojik gelişmişlik ve sahip olunan güç ile bağlantılı olacaktır. Doğu ve Batı ayrımının temellerinde
yatan bu iki düşüncede Doğu‟nun sahip olduğu egzotik ve mistik özellikler vurgulanırken; Batı‟nın
gelişmişliği, medeniyeti ve demokrasisi vurgulanmaktadır. Daha sonra görülen ise egzotik olan Doğu‟nun ötekileştirilmesi ve Batı‟nın medeniyetine
duyduğu ihtiyaçtan dolayı yayılmaya açılmasıdır.
Amerika‟nın siyasi ideolojisinde bu iki düşünceyle
bütünleştirebileceğimiz bir diğer düşünce ise
“Manifest Destiny” düşüncesidir. Bu düşünce özel
değil genel bir düşünce olduğundan Amerikan siyasi hayatında halen etkilidir. Amerika‟nın görevi
tüm dünyaya demokrasiyi yaymak ve tüm dünyada demokrasiyi savunmaktır. Amerikan ideolojisinde Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan adam için
“free land” olarak görülen yayılma alanı Amerikan
demokrasisine, adaletine ve medeniyetine muhtaç
olarak görülmektedir. Günümüzde ise buna
“American life” yaşayış tarzını da ekleyebiliriz.
Birbirini tamamlayan bu üç düşünce ABD yayılmasının meşruiyetini oluşturmaktadır.
Sayfa 11
Osmanlı Devleti’nde Malikâne Sistemi
Osmanlı‟da 17. yüzyılın son çeyreğinde yoğunlaşan savaşlar giderleri arttırdı. Bunun yanında gelirler de, elden çıkan topraklar sebebiyle
azaldı. Devlet, bütçedeki açığı kapatmak için mukataaları peşin ödeme şartı ile bir yıllık veya 6
aylık süreyle iltizama vermeye başladı. Bu durum,
mültezimlerin peşin ödedikleri parayı daha hızlı
elde edip kâra geçmek için reayanın üstündeki
vergi yükünü artırmasına sebep oldu. Elindeki
tüm nakit parayı vergi olarak veren çiftçi ise tohum, hayvan vb. ihtiyaçları için tefecilere başvuruyordu. Dolayısıyla çiftçi borcunu ödeyemediği
zaman toprağını kaybediyordu. Devlet, hem çiftçiyi korumak hem de nakit gelir sağlamak için 1695
yılında yayınlanan ferman ile mukataaların kaydı hayat (ömür boyu) şartıyla umuma açık müzayede ile satılmasını kararlaştırmıştır. Bu sistemle,
devlet vergi kaynağı olan toprağı ve çiftçiyi koruyor, aynı zamanda her yıl vergiyi nakit olarak almayı garanti ediyordu. Bunun haricinde, malikâne sisteminin getirdiği bir başka gelir kaynağı
ise “muaccele” denilen mukataaların satış bedeli
idi. Muaccelenin asgarisini devlet belirler, akabinde müzayede yapılırdı; en yüksek teklifi veren kişi
ömrü boyunca mukataanın sahibi olurdu. Eğer ki
tekliflerin hiçbiri asgari hadde ulaşmazsa satış
yapılmazdı. Kurallara uyulmaz ve böyle bir satış
gerçekleştirilirse satış hükümsüz sayılır ve yeniden müzayede yapılırdı. Önceleri satışa çıkarılan
mukataaların çoğu düşük gelire sahip olanlardı.
Temin edeceği kâr oranı düşük olacağı için muaccele bedelleri de düşük olan mukataaların satışa
çıkarılmasının temel sebebi mümkün olduğu kadar geniş bir alıcı kitlesini malikâne piyasasına
çekmekti. Nitekim bir kişinin muaccelesini ödeyemeyeceği oranda büyük mukataalarda ise hisselere bölünmek suretiyle, birkaç kişinin müştereken
almasına olanak sağlanmıştır.
Malikâne sahipleri mülklerinde ömürleri boyunca hüküm sürerlerdi. Malikâne sahibi öldüğü
zaman devlet mukataayı geri alır ve yeniden müzayedeye koyardı. Rahmetli malikâne sahibinin
yetişkin oğlu varsa ve artırma sonucunda en yüksek bedeli ödemeyi kabul ederse mukataayı alırdı.
Malikâne sahibi, mukataasını satma hakkını elinde bulundururdu. Malikâne sahibi öldüğü zaman
tekrar muaccele ödemek istemeyen varisler, ölü-
mü gizler ve ölümden önce başkasına satılmış gibi
gösterirlerdi. Bunları engellemek için 1705‟te malikânelerin satışıyla ilgili şu yöntem kabul edildi:
Malikânesini satmak isteyenler şahsen Defterdar‟a veya bölgenin yetkili maliye memuruna isbat-ı
vücud etmek zorundaydı. Ayrıca bu şarta uygun
olarak mukataayı sattıktan sonra 40 gün içerisinde ölürse, satış geçersiz sayılacak ve mukataa devlete geri verilecekti. Özel satışlardan başlangıçta
hiçbir resim (vergi) alınmazdı. Bunun bazı suiistimallere yol açtığı öne sürülerek 1735‟ten itibaren,
fertler arası malikâne alım-satımında, kayıtlı muaccele bedelinin %10‟u kadar resim alınmasına
karar verildi. Malikâne sahibi, satın aldığı mukataanın yıllık nakit vergisini ve bu vergi miktarının
%5-20 arasında değişen kalem vs. harçlarını yılda
üç taksitle ödemeyi garanti ediyordu. Eğer ödeme
gerçekleşmezse, devlet mukataayı geri alırdı. Buna karşılık devlet de vergi miktarını malikâne sahibinin rızası olmadıkça artırmamayı garanti ediyordu. Malikâne sisteminin temel amacına bakacak olursak, malikâne sahiplerinin topraklarının
bizzat başında bulunduğu düşünülebilir. "… mukataasının yanı başında kalarak vergileri bizzat
tahsil etmek üzere yaratılmış görünen malikâneci
tipi, zamanla iyice belirginleşen bir şekilde İstanbul‟da oturan ve malikânesini iltizamla idare ettiren bir nevi „rentier‟ haline girmiştir." (Mehmet
Genç)
Bu açıdan bakıldığında malikâne sisteminin
iltizam usulünü bitirmediğini, hatta onunla bütünleşerek varlığını sürdürdüğünü görüyoruz. Bütün bunlar düşünüldüğünde malikâne sahipleri,
vergi gelirinden pay alan, mültezimle devlet arasında bir nevi parazitmiş gibi görünebilir. Lakin
malikâne sahipleri “vergi kaynağının himayesini
yüklenen ve bunun karşılığında vergi giderinden
bir miktar pay alan” bir zümredir.
Genel olarak bakarsak, malikâne sistemi,
devlet ekonomisinin aynîlikten nakdîliğe geçişini
kolaylaştıracak şekilde tasarlanmış ve birleştirmeye çalıştığı iltizam ile tımar arasındaki uyumsuzluğun sembolü haline gelmiştir.
Sayfa 12
Batı Literatüründe Selahaddin Eyyubi
Selahhadin Eyyübi ile Kudüs Kralı Guy de Lusignan’ı tasvir eden resim Suriyeli ressam Said Tahsin tarafından çizilmiĢtir.
Haçlı Seferleri incelendiğinde Orta Çağ Avrupası ve İslam medeniyeti için en büyük tesiri
ehemmiyeti haiz olan olay hiç şüphesiz ki Selahaddin‟in 1187 Hittin Savaşı‟nda Haçlı ordusunu
yenilgiye uğratması ve Kudüs‟ü Latin Krallığı‟ndan geri almasıdır. Selahaddin‟in bu süreç içerisinde düşmanlarıyla olan ilişkileri başından itibaren Batı‟da bir Selahaddin efsanesinin oluşmasına neden olmuştur. Bu anlamda Selahaddin Batı‟nın tasavvurunda tarihsel bir gerçekliğin konusu olmaktan ziyade tarihsel bir ilginin odağı haline gelmiştir. Batı algısındaki Selahaddin imajı
uzun tarihsel süreç içerisinde büyük bir değişime
ve dönüşüme uğramış, öyle ki Selahaddin Batılı
yazarlar için kendi toplumlarına onun zatında verilecek mesajların aracısı olmuştur. Batılı yazar-
lar nezdinde Selahaddin meselesi paradoksal bir
durum arz etmektedir, zira Hıristiyan aleminin en
azılı düşmanı olan, bir anda iktidara yükselip kendi zamanına kadar parçalanmış vaziyette bulunan
İslam alemini bir araya getiren ve bu güçle Hittin
Savaşı‟nda Latin Krallığı‟nı yenilgiye uğratıp aynı
yılın Ekim ayı içinde bir asra yakındır Kudüs‟ü
elinde bulunduran Hıristiyanlardan geri alan Selahaddin her türlü kötülemeyi (demonization) hak
ederken -bir çok Orta Çağ kroniklerinde yer aldığı
gibi- sürpriz bir şekilde, fethin akabinde teslim
aldığı düşmanlarına karşı gösterdiği müşfik ve
centilmen hareketlerinin bir sonucu olarak kendisine karşı bir hayranlık uyandırmıştır.
Download