01, 226. Sayi KAPAK (Page 1)

advertisement
Sayfa 22
Ekim 2000
Serxwebûn
Ortadoğu’da savaş çanları
● Hasan Çınar
recinin ardından İsrail ordusu tüm Batı
Şeria ve Gazze Şeridi dahil özel askeri
noktalar, yerleşim birimleri ve Kudüs’ten
geri çekilecekti. Netanyahu bunu yerine
getirmediği gibi Barak da yapmadı. Bu süre zarfında, Filistinlilerin kendi topraklarında rahat hareket edebilmeleri için dört
“güvenli geçiş şeridi” oluşturulacaktı. Pratikte ise sadece bir güzergah açıldı. Filistinliler bunu da büyük zorluklar altında
kullanabiliyor. İsrail, 7 yıllık pratiğiyle tam
tersini uyguladı. Birçok anlaşma maddesini bilinçli şekilde ihlal etti ya da bozmak
için yeniden müzakere etmeye kalkıştı.
Diğer yandan muhalefetin iddia ettiği gibi
hiçbir zaman Filistinlilerle savaşmış Rabin
kadar bile olamadı. Tersine, Rabin’in altına imza koyduğu anlaşmayı bozduğu gibi, eski liderlerden Menachem Begin’in
yılları arasında ise Ulusal Altyapı Bakanlığı yapan Sharon, geçtiğimiz yıl sona
eren Netanyahu iktidarına son verilene
kadar “en uygun kişi” olarak ülkenin dış
politikasını yürüten bakandı.
züm planı da Balkanlar’da kısmen tutmasına karşın, Ortadoğu’da iflas etti. Çünkü
bu bölgenin devrimci, yurtsever ve antiemperyalist karakteri Balkanlar’dan çok
güçlü olduğu için istediği gibi müdahale
yapamıyor.
Asker-politikacı devleti
Barak’ın durumu
Siyasal kariyeri ve kirli geçmişiyle Ortadoğu’yu yeniden savaşın eşiğine getiren
Sharon, tek başına mı sorumlu tüm bunlardan? Elbette ki hayır. İsrail’de savaş ve
katliamların rantından beslenenler arasında çok kişiyi görmek mümkün. Bazı istisnalar dışında, birçok İsrailli politikacı, açıkça dışa vurmasa da aynı karakterde.
Çünkü İsrail’de temel ilke olarak siyonizmi
kabul etmeyen hiçbir kişi veya akım iktidara veya kilit noktalara gelemez. Bundan
İsrail’de asker-politikacı kategorisine
girenler arasında Barak da var. ’42’de
Mişmar-Haşaron Kibutzu’nda Polonya
asıllı Brog ailesinin oğlu olarak doğan Barak, 17 yaşındayken yedek subay olarak
orduya girdi. Araplarla savaşlı yıllarda Sayeret Matkal özel timinin komutanı olarak
görev yapan Barak, ardından askeri istihbarat örgütünün başına getirildi. ’91 ile ’95
yılları arasında ise genelkurmay başkan-
“Siyasal kariyeri ve kirli geçmifliyle Ortado¤u’yu yeniden savafl›n efli¤ine getiren
Sharon, tek bafl›na m› sorumlu tüm bunlardan? Elbette ki hay›r.
Baz› istisnalar d›fl›nda, birçok ‹srailli politikac›, aç›kça d›fla vurmasa da ayn› karakterde. Çünkü ‹srail’de temel ilke olarak siyonizmi kabul etmeyen hiçbir kifli veya
ak›m iktidara veya kilit noktalara gelemez.”
ir fotoğraf iki boyutludur. Televizyon ekranı da. Ne birini, ne
de diğerini aşmak mümkündür. Bir duvardan diğerine kadar her yerde ya bükülmüş, ya da yere atılmış vaziyette,
üzerlerinden geçmek zorunda kaldığım
ayakları bir duvara, kafaları diğer duvara
dayalı halde morarmış ve şişmiş cesetler
vardı. Hepsi de Filistinli ve Lübnanlıydı.
Sabra ve Şatila’daki trafik, benim ve toplumun geride kalan kesimi için tıpkı ‘birdir
bir’ oyunu gibiydi. Ölmüş küçük bir çocuk
dar bir sokağı bloke edebiliyor. Caddeler
o kadar dar ki, neredeyse bir çatlak kadar;
ölülerse o kadar çok.”
Lübnan’ın Sabra ve Şatila mülteci
kamplarında ’82’de İsrail tarafından gerçekleştirilen katliamın tanıklarından Jean
Genet, izlenimlerini böyle anlatıyor. Dünya kamuoyunun mahkum ettiği Sabra ve
Şatila katliamının ardından tam 18 yıl
geçti ve o karanlık senaryoyu çizen kişi
ne hikmetse aynı senaryoyla yeniden
sahneye çıkma cesareti buluyor: Ariel
Sharon.
Eylül sonunda Kudüs’teki Haremi Şerif’e provokatif girişiyle kıvılcımı yeniden
alevlendiren de yine aynı Sharon’un kendisiydi. Ardından koordineli şekilde harekete geçen İsrail askerleri, Filistin İntifadası’nın sembolü çocuk ve gençlerden
140’ını katletti, binlercesini de yaraladı.
Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu UNICEF’in
27 Ekim’de Cenevre’de Filistin Kızılayı’na
dayanarak yaptığı açıklamaya göre, İsrail
askerlerinin öldürdüğü savunmasız Filistin
çocuklarının sayısı 43; 1500 çocuk ise yaralı. İsrail’in saldırıları, Filistin halkının da
direnişi henüz durmadığı için ölü ve yaralı
sayısının daha da artması bekleniyor.
Bu cinayetlerin önemli sorumlularından biri olan Sharon’un, yıllardır İsrail’de
birçok hükümette bakan olarak yer alması
ve istediği gibi Filistinlilere karşı saldırgan
davranması, Theodor Herzl’in siyonizm
felsefesi üzerine kurulu İsrail devletinin
sisteminin en önemli özelliğinden biri.
1982’de Savunma Bakanı iken Beyrut’taki Sabra ve Şatila kamplarında katliam yapılması emrini veren Sharon, ardından İsrail’de kurulan soruşturma komisyonu tarafından bile suçlu bulunup görevden alınmasına rağmen, birkaç ay sonra
tekrar bakan olarak hükümete getirildi.
1990-92 yılları arasında İmar ve İskan
Bakanı iken, ’67’deki “6 Gün Savaşı”nda
işgal edilen Batı Şeria ve Gazze’deki topraklarda, İsrail devleti tarihinin en büyük
“B
yerleşim birimlerini inşa ettirdi. Filistinliler
ablukada yaşamak zorunda kalırken,
Rusya ve diğer doğu Avrupa ülkeleri, hatta Afrika’dan getirilen Yahudi kökenliler,
gaspedilen topraklara yerleştirildi.
Aynı yerleşimciler, bugün Filistin’den
daha fazla toprak koparmak için her gün
cinayetler işliyorlar. Silah satışlarında rekorların kırıldığı İsrail’de yerleşimciler,
Gazze ve Batı Şeria’da tek geçim kaynağı
olarak geride kalan Filistinlilerin 3000 yıllık zeytin ağaçlarını bile telef edecek kadar gözü kara hale gelmişler. Son olaylarda zeytin ağaçlarının altında 8 Filistinli, siyonizmin ürünü yerleşimciler tarafından
katledildi.
Oslo’da ’93 yılında Filistin ile İsrail arasında imzalanan ve İshak Rabin ile Yaser
Arafat’a Nobel Barış Ödülü getiren anlaşmanın kararlı bir karşıtı olan Sharon’un
marifeti bununla da sınırlı değil. Geçtiğimiz yıl Netanyahu’nun seçimleri kaybetmesinin ardından parti liderliğine getirilen
Sharon, Netanyahu döneminde Dışişleri
Bakanı iken de, barış sürecini provoke etmek için büyük çaba harcadı. 28 Eylül’de
başlayan olayların ardından ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’a yazdığı
mektupta, “Şiddet olaylarının patlak vermesinin sebebi, tamamen İsrail’in egemenliği altında bulunan Yahudilerin en
kutsal mekanı Haremi Şerif’e yaptığım ziyaret değildi” iddiasında bulunması da Filistinlilere duyduğu kini gizleyemezdi.
Camp David’de ABD Başkanı Bill Clinton tarafından tecrit altında uzlaşmaya zorlanan FKÖ lideri Yaser Arafat ve İsrail Başbakanı Ehud Barak’ın Kudüs nedeniyle anlaşamamalarının ardından yeni bir girişimde bulunan Sharon, bu sefer “Barak’ın barışa karşılık olarak halka miras kalan Kudüs’ü satmaya hakkı yok” sloganıyla hükümeti devirme kampanyası başlattı.
Oysa Oslo anlaşmasında, kesin bir ifadeyle “toprağa karşı barış” formülü, yani
İsrail’in ’67’de işgal ettiği topraklardan çekilmesi üzerinde anlaşma sağlanmıştı. Filistin topraklarının zaten yüzde 78’i İsrail’in elinde kalacaktı. Arafat, geride kalan
yüzde 22’lik kesim üzerinde devletini ilan
etmek istiyordu. Oslo Anlaşması’na göre,
İsrail, egemenliğini pekiştirmek için zamanla adacıklar haline getirdiği Filistin’den işgal güçlerini çekecek, yerleşim
birimlerinin inşasına son verecek ve
varolanları da tasfiye edecekti. Çünkü Oslo Anlaşması’nda kararlaştırılan ve ’98’in
mayıs ayında sona eren 5 yıllık geçiş sü-
Araplarla sağladığı bazı anlaşmaları da
hiçe saydı. Oslo Anlaşması çerçevesinde
de Arap ülkeleriyle tessis edilen bazı ilişkileri sistematik şekilde bozdu. Barak, İsrail’de yaşayan Arapları aşağılamaktan
geri kalmadı. İsrailli barış aktivistlerine göre, Barak ülkeyi ilişkileri bakımından İsrail devletinin ilan edildiği ’48 ve hatta öncesi olan ’36’ya kadar geriletti.
İç politika hesapları
Bu arada Sharon’un bu son çıkışının,
Filistinlilere düşmanlığın yanı sıra bir de iç
politik nedeni var. Netanyahu, iktidardan
düşürüldükten sonra hakkında yolsuzluk
iddiasıyla soruşturma başlatıldı. Ancak
adli makamların 27 Eylül’de bu davayı düşürmelerinin ardından Netanyahu’nun yıldızı yeniden parladı ve Tel Aviv’deki kulislerde yeniden Likud lideri olabileceği söylentileri yayıldı. Sharon’un bu olaydan bir
gün sonra Haremi Şerif’e girerek zaten
gergin olan ortamı provoke etmesinin arkasındaki bir neden de liderliğini güçlendirme hevesiydi.
İyi bir taktisyen olan Sharon, rolü gereği hükümete girmeyi de sürekli reddediyor. Ağustos ayında Barak’ın hükümete
koalisyon ortağı olarak girmesi önerisini
geri çeviren Sharon, gerekçesini söyle
izah etti: “Özellikle Kudüs konusunda birçok tavizde bulunması ve iç politikadaki
hatalarından ötürü Barak hükümetinde
yerimiz yoktur.” Sharon’un bu kadar rahat
hareket etmesinin en önemli sebebi ise
İsrail’in tamamen intikamcı, ırkçı ve Yahudiler dışında kimseyi tanımayan siyonist
özelliğinden kaynaklanıyor.
1975’te dönemin Başbakanı İshak Rabin’in özel güvenlik danışmanı olan Sharon, iki yıllık bu görevinin ardından ilk kez
’77’de milletvekili olarak Knesset’e seçildi.
1981-83 yılları arasında Savunma Bakanı
iken ’82’de Lübnan’ın işgalini emreden
Sharon, İsrail askerlerini Beyrut’a göndererek büyük bir işgal harekatı başlattı. Bunun sonucu olarak Yaser Arafat liderliğindeki Filistin Kurtuluş Örgütü, Lübnan topraklarını terketmek zorunda kaldı. İsrail,
işgal harekatıyla Filistinlilerin Güney Lübnan’da üslenmelerini, ancak siviller arasında büyük katliamlar yaparak engelleyebildi. Katliamdan ötürü ’83’te bakanlık
görevinden alınmasına rağmen, bir yıl
sonra tekrar Ticaret ve Sanayi Bakanlığı’nın başına getirildi. ’90 yılına kadar
yaptığı bu görevin ardından ’92 yılına kadar İmar ve İskan Bakanı oldu. ’96 ve ’98
emin olunması için gece gündüz harıl harıl çalışan mekanizmalar var. Berlin’de 4
Kürt gencinin katledilmesinden sorumlu iç
istihbarat teşkilatı Shin Beth ile dış istihbarat servisi MOSSAD bunların başında yer
alıyor. Toplum da buna göre şekillendirildiği için, bu işleyiş tamamen oturtulmuş.
Orduda veya diğer güvenlik birimlerinde belli bir kariyeri olmayanların iktidarın
başına getirilmeleri neredeyse imkansız.
Şimon Peres dışındaki tüm liderler de asker kökenliydi. Peres, onlardan olmadığı
için dışlandı. Rabin öldürüldükten sonra
kısa süre için Başbakan olduysa da bu
çok uzun sürmeden sona erdi. Seçimi kazanan Barak, tamamen dışlamamak için
Peres’i rolü en düşük olan bir bakanlığın
başına getirdi. Barak’ın seçilmesinde de
siyasal deneyimi değil, asker kökenli olması en büyük etken oldu. Çünkü İsrail’in
toplumsal yapısı bunu gerektiriyor.
Toplum o kadar köreltilmiş ki, güvenlik
dışında hiçbir şeyi göremiyor. Bu paranoyaya adeta mahkum edilmiş insanlar, tercihli bir şekilde radikalleştirilerek Arapların
düşmanı haline getirildiler. İsraillilerin gözünde, Filistinliler her zaman “terörist” olduğu için katledilmeleri de vacib sayıldı.
Filistin ve Kürdistan halkı arasındaki
en büyük paralellik de bu. Türkiye de
Kürtleri hem içte, hem dışta sürekli “terörist” olarak ilan ettiği için her türlü katliamcı yaklaşımı kendisine hak saydı. Diğer yandan İsrail ve Türkiye’yi “stratejik
müttefik” haline getiren de “terörist” veya
“terörizm” kavramına aynı pencereden
bakmalarıdır.
Türkiye, Filistin sorununda önemli bir
yere sahip. Bir kere Filistin’de bugün yaşanmakta olan trajedi, Osmanlı İmparatorluğu’nun hala kaldırılmamış enkazıdır.
Bölgeyi 400 yıl egemenliği altında tuttuktan sonra Batı emperyalizminin müdahalesiyle dağılan Osmanlı İmparatorluğu,
geride Ortadoğu ve Balkanlar’da yığınlarca sorun bıraktı. İngiliz ve Fransız sömürgeciliği Ortadoğu’yu cetvelle parsellerken,
Balkan halkları hesaplaşmadan bastırma
yöntemiyle bir arada tutuldu. Batı dünyası
kozlarını İkinci Dünya Savaşı’nda paylaşırken, Ortadoğu ve Balkanlar’da bu hesaplaşmaya gidilemedi. Ortadoğu’da Filistin ve İsrail ile Kürtler ve Türkiye, Balkanlar’da da Yugoslavya ve Arnavut, Boşnak gibi etnik azınlıklar arasında hesaplaşma, geçtiğimiz yüzyılda başladığı halde bugün hala devam ediyor. Balkanlar’daki çözülme sona yaklaşırken, Ortadoğu henüz çözümden uzak. ABD’nin çö-
lığı yaptı ve ordudan 4 kahramanlık madalyasıyla ayrıldı. İstenen kalıba sokulduktan sonra akıl hocası İshak Rabin tarafından İşçi Partisi’ne alınarak iktidarlaşmaya doğru götürüldü. Rabin’in kendisi
ise Oslo Anlaşması’nın mimarı olarak
–Kürtlerle diyalog kurmayı arzulayan dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut
Özal gibi– artık daha ileri gidemeyecekti.
Shin Beth’in bilgisi dahilinde Ortodoks Yahudilerin müridi Yigal Amir isimli bir genç
tarafından uluorta kurşun yağmuruna tutularak öldürüldü.
Batılı gözlemciler tarafından “iyi bir
stratejist” olarak tanımlanan Barak, “Ortadoğu barışını ilerletmek için her taşı çevirdim” iddiasında bulunmasına karşın, gerçekler farklı bir tabloyu gösteriyor. İsrailli
barış hareketi Gush Shalom’un deyimiyle
gerçek olan, Barak’ın her taşı sadece yerleşim birimlerini çoğaltmak için çevirdiğiydi. Çünkü Barak hükümeti, Filistin’de Netanyahu döneminden daha fazla yerleşim
birimi inşa ettirerek, gerçek niyetini ortaya
koydu. Filistinlilerin evlerini yıktırarak hem
varolan yerleşim birimlerini genişletti,
hem de bu birimler arasında by-pass yollar yaptırdı.
Frankfurt Üniversitesi’ndeki bir Ortadoğu panelinde geçtiğimiz günlerde konuşan Filistinli Dr. Wail Mustafa, “büyük bir
cezaevi” olarak tanımladığı ülkesindeki
İsrail uygulamalarını şöyle tanımlıyor:
“Bölge tamamen abluka altında ve girişçıkışlar yasak. Tüm giriş ve çıkışlar tank
ve beton bloklarla kapatılmış. İsrail’de asgari ücretle çalışan 300 bin işçi işlerine,
çocuklar okula gidemiyor. Bu durum karşısında kendimizi sadece taşlarla kurtarmaya çalışıyoruz. Tanklar, insanlar gece
yatarken bile bombalıyorlar. El Halil kenti
hergün yerleşimciler tarafından terörize
ediliyor. Filistinliler sadece adil bir barışa
karşılık barışa hazır.” Adil bir barış ise
şimdilik ufukta yok.
İsrail’in bu politikasına karşı çıkan
Gush Shalom, İsrail’de Arap düşmanlığının son bulmasını ve Filistinlilerle adil
barış anlaşması isteyen tek aktif barış hareketi konumunda. Ancak gücü yetersiz
olduğu için, çabası kızgın taş üzerinde
buharlaşmaya mahkum bir damla suyu
andırıyor.
7 yıllık müzakere sürecinin bu şekilde
bitmesinin bir nedeni, Barak’ın, seleflerinin vaadettiklerini bile yerine getiremeyen
tavrıydı. Barış istemediği için meseleyi iç
politika malzemesi haline getirdi. Sharon’un müdahalesi, bir ay önce siyasi ifla-
Download