Sayfa 22 Ekim 2000 Serxwebûn Ortadoğu’da savaş çanları ● Hasan Çınar recinin ardından İsrail ordusu tüm Batı Şeria ve Gazze Şeridi dahil özel askeri noktalar, yerleşim birimleri ve Kudüs’ten geri çekilecekti. Netanyahu bunu yerine getirmediği gibi Barak da yapmadı. Bu süre zarfında, Filistinlilerin kendi topraklarında rahat hareket edebilmeleri için dört “güvenli geçiş şeridi” oluşturulacaktı. Pratikte ise sadece bir güzergah açıldı. Filistinliler bunu da büyük zorluklar altında kullanabiliyor. İsrail, 7 yıllık pratiğiyle tam tersini uyguladı. Birçok anlaşma maddesini bilinçli şekilde ihlal etti ya da bozmak için yeniden müzakere etmeye kalkıştı. Diğer yandan muhalefetin iddia ettiği gibi hiçbir zaman Filistinlilerle savaşmış Rabin kadar bile olamadı. Tersine, Rabin’in altına imza koyduğu anlaşmayı bozduğu gibi, eski liderlerden Menachem Begin’in yılları arasında ise Ulusal Altyapı Bakanlığı yapan Sharon, geçtiğimiz yıl sona eren Netanyahu iktidarına son verilene kadar “en uygun kişi” olarak ülkenin dış politikasını yürüten bakandı. züm planı da Balkanlar’da kısmen tutmasına karşın, Ortadoğu’da iflas etti. Çünkü bu bölgenin devrimci, yurtsever ve antiemperyalist karakteri Balkanlar’dan çok güçlü olduğu için istediği gibi müdahale yapamıyor. Asker-politikacı devleti Barak’ın durumu Siyasal kariyeri ve kirli geçmişiyle Ortadoğu’yu yeniden savaşın eşiğine getiren Sharon, tek başına mı sorumlu tüm bunlardan? Elbette ki hayır. İsrail’de savaş ve katliamların rantından beslenenler arasında çok kişiyi görmek mümkün. Bazı istisnalar dışında, birçok İsrailli politikacı, açıkça dışa vurmasa da aynı karakterde. Çünkü İsrail’de temel ilke olarak siyonizmi kabul etmeyen hiçbir kişi veya akım iktidara veya kilit noktalara gelemez. Bundan İsrail’de asker-politikacı kategorisine girenler arasında Barak da var. ’42’de Mişmar-Haşaron Kibutzu’nda Polonya asıllı Brog ailesinin oğlu olarak doğan Barak, 17 yaşındayken yedek subay olarak orduya girdi. Araplarla savaşlı yıllarda Sayeret Matkal özel timinin komutanı olarak görev yapan Barak, ardından askeri istihbarat örgütünün başına getirildi. ’91 ile ’95 yılları arasında ise genelkurmay başkan- “Siyasal kariyeri ve kirli geçmifliyle Ortado¤u’yu yeniden savafl›n efli¤ine getiren Sharon, tek bafl›na m› sorumlu tüm bunlardan? Elbette ki hay›r. Baz› istisnalar d›fl›nda, birçok ‹srailli politikac›, aç›kça d›fla vurmasa da ayn› karakterde. Çünkü ‹srail’de temel ilke olarak siyonizmi kabul etmeyen hiçbir kifli veya ak›m iktidara veya kilit noktalara gelemez.” ir fotoğraf iki boyutludur. Televizyon ekranı da. Ne birini, ne de diğerini aşmak mümkündür. Bir duvardan diğerine kadar her yerde ya bükülmüş, ya da yere atılmış vaziyette, üzerlerinden geçmek zorunda kaldığım ayakları bir duvara, kafaları diğer duvara dayalı halde morarmış ve şişmiş cesetler vardı. Hepsi de Filistinli ve Lübnanlıydı. Sabra ve Şatila’daki trafik, benim ve toplumun geride kalan kesimi için tıpkı ‘birdir bir’ oyunu gibiydi. Ölmüş küçük bir çocuk dar bir sokağı bloke edebiliyor. Caddeler o kadar dar ki, neredeyse bir çatlak kadar; ölülerse o kadar çok.” Lübnan’ın Sabra ve Şatila mülteci kamplarında ’82’de İsrail tarafından gerçekleştirilen katliamın tanıklarından Jean Genet, izlenimlerini böyle anlatıyor. Dünya kamuoyunun mahkum ettiği Sabra ve Şatila katliamının ardından tam 18 yıl geçti ve o karanlık senaryoyu çizen kişi ne hikmetse aynı senaryoyla yeniden sahneye çıkma cesareti buluyor: Ariel Sharon. Eylül sonunda Kudüs’teki Haremi Şerif’e provokatif girişiyle kıvılcımı yeniden alevlendiren de yine aynı Sharon’un kendisiydi. Ardından koordineli şekilde harekete geçen İsrail askerleri, Filistin İntifadası’nın sembolü çocuk ve gençlerden 140’ını katletti, binlercesini de yaraladı. Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu UNICEF’in 27 Ekim’de Cenevre’de Filistin Kızılayı’na dayanarak yaptığı açıklamaya göre, İsrail askerlerinin öldürdüğü savunmasız Filistin çocuklarının sayısı 43; 1500 çocuk ise yaralı. İsrail’in saldırıları, Filistin halkının da direnişi henüz durmadığı için ölü ve yaralı sayısının daha da artması bekleniyor. Bu cinayetlerin önemli sorumlularından biri olan Sharon’un, yıllardır İsrail’de birçok hükümette bakan olarak yer alması ve istediği gibi Filistinlilere karşı saldırgan davranması, Theodor Herzl’in siyonizm felsefesi üzerine kurulu İsrail devletinin sisteminin en önemli özelliğinden biri. 1982’de Savunma Bakanı iken Beyrut’taki Sabra ve Şatila kamplarında katliam yapılması emrini veren Sharon, ardından İsrail’de kurulan soruşturma komisyonu tarafından bile suçlu bulunup görevden alınmasına rağmen, birkaç ay sonra tekrar bakan olarak hükümete getirildi. 1990-92 yılları arasında İmar ve İskan Bakanı iken, ’67’deki “6 Gün Savaşı”nda işgal edilen Batı Şeria ve Gazze’deki topraklarda, İsrail devleti tarihinin en büyük “B yerleşim birimlerini inşa ettirdi. Filistinliler ablukada yaşamak zorunda kalırken, Rusya ve diğer doğu Avrupa ülkeleri, hatta Afrika’dan getirilen Yahudi kökenliler, gaspedilen topraklara yerleştirildi. Aynı yerleşimciler, bugün Filistin’den daha fazla toprak koparmak için her gün cinayetler işliyorlar. Silah satışlarında rekorların kırıldığı İsrail’de yerleşimciler, Gazze ve Batı Şeria’da tek geçim kaynağı olarak geride kalan Filistinlilerin 3000 yıllık zeytin ağaçlarını bile telef edecek kadar gözü kara hale gelmişler. Son olaylarda zeytin ağaçlarının altında 8 Filistinli, siyonizmin ürünü yerleşimciler tarafından katledildi. Oslo’da ’93 yılında Filistin ile İsrail arasında imzalanan ve İshak Rabin ile Yaser Arafat’a Nobel Barış Ödülü getiren anlaşmanın kararlı bir karşıtı olan Sharon’un marifeti bununla da sınırlı değil. Geçtiğimiz yıl Netanyahu’nun seçimleri kaybetmesinin ardından parti liderliğine getirilen Sharon, Netanyahu döneminde Dışişleri Bakanı iken de, barış sürecini provoke etmek için büyük çaba harcadı. 28 Eylül’de başlayan olayların ardından ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’a yazdığı mektupta, “Şiddet olaylarının patlak vermesinin sebebi, tamamen İsrail’in egemenliği altında bulunan Yahudilerin en kutsal mekanı Haremi Şerif’e yaptığım ziyaret değildi” iddiasında bulunması da Filistinlilere duyduğu kini gizleyemezdi. Camp David’de ABD Başkanı Bill Clinton tarafından tecrit altında uzlaşmaya zorlanan FKÖ lideri Yaser Arafat ve İsrail Başbakanı Ehud Barak’ın Kudüs nedeniyle anlaşamamalarının ardından yeni bir girişimde bulunan Sharon, bu sefer “Barak’ın barışa karşılık olarak halka miras kalan Kudüs’ü satmaya hakkı yok” sloganıyla hükümeti devirme kampanyası başlattı. Oysa Oslo anlaşmasında, kesin bir ifadeyle “toprağa karşı barış” formülü, yani İsrail’in ’67’de işgal ettiği topraklardan çekilmesi üzerinde anlaşma sağlanmıştı. Filistin topraklarının zaten yüzde 78’i İsrail’in elinde kalacaktı. Arafat, geride kalan yüzde 22’lik kesim üzerinde devletini ilan etmek istiyordu. Oslo Anlaşması’na göre, İsrail, egemenliğini pekiştirmek için zamanla adacıklar haline getirdiği Filistin’den işgal güçlerini çekecek, yerleşim birimlerinin inşasına son verecek ve varolanları da tasfiye edecekti. Çünkü Oslo Anlaşması’nda kararlaştırılan ve ’98’in mayıs ayında sona eren 5 yıllık geçiş sü- Araplarla sağladığı bazı anlaşmaları da hiçe saydı. Oslo Anlaşması çerçevesinde de Arap ülkeleriyle tessis edilen bazı ilişkileri sistematik şekilde bozdu. Barak, İsrail’de yaşayan Arapları aşağılamaktan geri kalmadı. İsrailli barış aktivistlerine göre, Barak ülkeyi ilişkileri bakımından İsrail devletinin ilan edildiği ’48 ve hatta öncesi olan ’36’ya kadar geriletti. İç politika hesapları Bu arada Sharon’un bu son çıkışının, Filistinlilere düşmanlığın yanı sıra bir de iç politik nedeni var. Netanyahu, iktidardan düşürüldükten sonra hakkında yolsuzluk iddiasıyla soruşturma başlatıldı. Ancak adli makamların 27 Eylül’de bu davayı düşürmelerinin ardından Netanyahu’nun yıldızı yeniden parladı ve Tel Aviv’deki kulislerde yeniden Likud lideri olabileceği söylentileri yayıldı. Sharon’un bu olaydan bir gün sonra Haremi Şerif’e girerek zaten gergin olan ortamı provoke etmesinin arkasındaki bir neden de liderliğini güçlendirme hevesiydi. İyi bir taktisyen olan Sharon, rolü gereği hükümete girmeyi de sürekli reddediyor. Ağustos ayında Barak’ın hükümete koalisyon ortağı olarak girmesi önerisini geri çeviren Sharon, gerekçesini söyle izah etti: “Özellikle Kudüs konusunda birçok tavizde bulunması ve iç politikadaki hatalarından ötürü Barak hükümetinde yerimiz yoktur.” Sharon’un bu kadar rahat hareket etmesinin en önemli sebebi ise İsrail’in tamamen intikamcı, ırkçı ve Yahudiler dışında kimseyi tanımayan siyonist özelliğinden kaynaklanıyor. 1975’te dönemin Başbakanı İshak Rabin’in özel güvenlik danışmanı olan Sharon, iki yıllık bu görevinin ardından ilk kez ’77’de milletvekili olarak Knesset’e seçildi. 1981-83 yılları arasında Savunma Bakanı iken ’82’de Lübnan’ın işgalini emreden Sharon, İsrail askerlerini Beyrut’a göndererek büyük bir işgal harekatı başlattı. Bunun sonucu olarak Yaser Arafat liderliğindeki Filistin Kurtuluş Örgütü, Lübnan topraklarını terketmek zorunda kaldı. İsrail, işgal harekatıyla Filistinlilerin Güney Lübnan’da üslenmelerini, ancak siviller arasında büyük katliamlar yaparak engelleyebildi. Katliamdan ötürü ’83’te bakanlık görevinden alınmasına rağmen, bir yıl sonra tekrar Ticaret ve Sanayi Bakanlığı’nın başına getirildi. ’90 yılına kadar yaptığı bu görevin ardından ’92 yılına kadar İmar ve İskan Bakanı oldu. ’96 ve ’98 emin olunması için gece gündüz harıl harıl çalışan mekanizmalar var. Berlin’de 4 Kürt gencinin katledilmesinden sorumlu iç istihbarat teşkilatı Shin Beth ile dış istihbarat servisi MOSSAD bunların başında yer alıyor. Toplum da buna göre şekillendirildiği için, bu işleyiş tamamen oturtulmuş. Orduda veya diğer güvenlik birimlerinde belli bir kariyeri olmayanların iktidarın başına getirilmeleri neredeyse imkansız. Şimon Peres dışındaki tüm liderler de asker kökenliydi. Peres, onlardan olmadığı için dışlandı. Rabin öldürüldükten sonra kısa süre için Başbakan olduysa da bu çok uzun sürmeden sona erdi. Seçimi kazanan Barak, tamamen dışlamamak için Peres’i rolü en düşük olan bir bakanlığın başına getirdi. Barak’ın seçilmesinde de siyasal deneyimi değil, asker kökenli olması en büyük etken oldu. Çünkü İsrail’in toplumsal yapısı bunu gerektiriyor. Toplum o kadar köreltilmiş ki, güvenlik dışında hiçbir şeyi göremiyor. Bu paranoyaya adeta mahkum edilmiş insanlar, tercihli bir şekilde radikalleştirilerek Arapların düşmanı haline getirildiler. İsraillilerin gözünde, Filistinliler her zaman “terörist” olduğu için katledilmeleri de vacib sayıldı. Filistin ve Kürdistan halkı arasındaki en büyük paralellik de bu. Türkiye de Kürtleri hem içte, hem dışta sürekli “terörist” olarak ilan ettiği için her türlü katliamcı yaklaşımı kendisine hak saydı. Diğer yandan İsrail ve Türkiye’yi “stratejik müttefik” haline getiren de “terörist” veya “terörizm” kavramına aynı pencereden bakmalarıdır. Türkiye, Filistin sorununda önemli bir yere sahip. Bir kere Filistin’de bugün yaşanmakta olan trajedi, Osmanlı İmparatorluğu’nun hala kaldırılmamış enkazıdır. Bölgeyi 400 yıl egemenliği altında tuttuktan sonra Batı emperyalizminin müdahalesiyle dağılan Osmanlı İmparatorluğu, geride Ortadoğu ve Balkanlar’da yığınlarca sorun bıraktı. İngiliz ve Fransız sömürgeciliği Ortadoğu’yu cetvelle parsellerken, Balkan halkları hesaplaşmadan bastırma yöntemiyle bir arada tutuldu. Batı dünyası kozlarını İkinci Dünya Savaşı’nda paylaşırken, Ortadoğu ve Balkanlar’da bu hesaplaşmaya gidilemedi. Ortadoğu’da Filistin ve İsrail ile Kürtler ve Türkiye, Balkanlar’da da Yugoslavya ve Arnavut, Boşnak gibi etnik azınlıklar arasında hesaplaşma, geçtiğimiz yüzyılda başladığı halde bugün hala devam ediyor. Balkanlar’daki çözülme sona yaklaşırken, Ortadoğu henüz çözümden uzak. ABD’nin çö- lığı yaptı ve ordudan 4 kahramanlık madalyasıyla ayrıldı. İstenen kalıba sokulduktan sonra akıl hocası İshak Rabin tarafından İşçi Partisi’ne alınarak iktidarlaşmaya doğru götürüldü. Rabin’in kendisi ise Oslo Anlaşması’nın mimarı olarak –Kürtlerle diyalog kurmayı arzulayan dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal gibi– artık daha ileri gidemeyecekti. Shin Beth’in bilgisi dahilinde Ortodoks Yahudilerin müridi Yigal Amir isimli bir genç tarafından uluorta kurşun yağmuruna tutularak öldürüldü. Batılı gözlemciler tarafından “iyi bir stratejist” olarak tanımlanan Barak, “Ortadoğu barışını ilerletmek için her taşı çevirdim” iddiasında bulunmasına karşın, gerçekler farklı bir tabloyu gösteriyor. İsrailli barış hareketi Gush Shalom’un deyimiyle gerçek olan, Barak’ın her taşı sadece yerleşim birimlerini çoğaltmak için çevirdiğiydi. Çünkü Barak hükümeti, Filistin’de Netanyahu döneminden daha fazla yerleşim birimi inşa ettirerek, gerçek niyetini ortaya koydu. Filistinlilerin evlerini yıktırarak hem varolan yerleşim birimlerini genişletti, hem de bu birimler arasında by-pass yollar yaptırdı. Frankfurt Üniversitesi’ndeki bir Ortadoğu panelinde geçtiğimiz günlerde konuşan Filistinli Dr. Wail Mustafa, “büyük bir cezaevi” olarak tanımladığı ülkesindeki İsrail uygulamalarını şöyle tanımlıyor: “Bölge tamamen abluka altında ve girişçıkışlar yasak. Tüm giriş ve çıkışlar tank ve beton bloklarla kapatılmış. İsrail’de asgari ücretle çalışan 300 bin işçi işlerine, çocuklar okula gidemiyor. Bu durum karşısında kendimizi sadece taşlarla kurtarmaya çalışıyoruz. Tanklar, insanlar gece yatarken bile bombalıyorlar. El Halil kenti hergün yerleşimciler tarafından terörize ediliyor. Filistinliler sadece adil bir barışa karşılık barışa hazır.” Adil bir barış ise şimdilik ufukta yok. İsrail’in bu politikasına karşı çıkan Gush Shalom, İsrail’de Arap düşmanlığının son bulmasını ve Filistinlilerle adil barış anlaşması isteyen tek aktif barış hareketi konumunda. Ancak gücü yetersiz olduğu için, çabası kızgın taş üzerinde buharlaşmaya mahkum bir damla suyu andırıyor. 7 yıllık müzakere sürecinin bu şekilde bitmesinin bir nedeni, Barak’ın, seleflerinin vaadettiklerini bile yerine getiremeyen tavrıydı. Barış istemediği için meseleyi iç politika malzemesi haline getirdi. Sharon’un müdahalesi, bir ay önce siyasi ifla-