Venedik`ten Toronto`ya Genç Türk Sineması…

advertisement
Mehmet Basutçu
Venedik’ten Toronto’ya Genç Türk
Sineması…
Genç Türk sinemasının nabzı, son yıllarda,önce Venedik, sonra
da Toronto festivallerinde atar oldu.
Seren Yüce, iki yıl önce Venedik’te, bir ilk filme verilen Geleceğin
Aslanı ödülünü “Çoğunluk “ ile, almıştı. Bu güz, aynı ödül, Ali
Aydın’ın senaryosunu yazıp yönettiği “Küf”e verildi.
Toronto’da, son iki yıl içinde filmleri programlanan Özcan Alper,
Belma Baş, Pelin Esmer, Emre Şahin ve Seren Yüce gibi genç
yönetmenler ardından, bu yıl Pelin Esmer’in üçüncü filmi
“Gözetleme Kulesi“, festivalde ilk kez izleyici önüne geldi.
Devletin ezdiği birey…
Ali Aydın (1980) “Küf”ü yıllar boyunca içinde taşımış. Faili meçhul
cinayetler konusuna nasıl yaklaşması gerektiğini uzun uzun
duşünmüş. Bu ciddi hazırlık süreci sonunda, bireysel ve
toplumsal sorumluluklarımızı, tepkilerimizi sorgulayan, sağlam
bir senaryo çıkmış ortaya. Sonra, konuya yaklaşımındaki yalın
felsefe, filmin biçemi belirlemiş. İçerikle uyumlu minimalist
sinema dili, bu noktada kendini dayatmış. Seçtiği yalın, duru
anlatım, Ali Aydın’ın çok beğendiği ve etkilendiği usta
yönetmenlerin dilleriyle kuşkusuz akrabalıklar içeriyor. Ancak,
temeldeki duyarlı, mesafeli yaklaşımı, alabildiğine özgür, özgün
ve içten bir kimliğe sahip.
Devlet eliyle -derin ya da yüzeysel, fark etmez- devlet adına
işlenen cinayetler karşısında önce birey, sonra da toplum olarak
gerekli tepkiyi gösterebildik mi? Vicdanlarımızın sesine yeterince
kulak verebildik mi? Kendi kendimizle, içtenlikle hesaplaşabildik
mi? Bu sorulara, 18 yıl önce ‘Hükümete karşı olmak’ suçuyla
gözaltına alındığından bu yana ‘kayıp’ olan oğlunu inatla arayan
demiryol bakım işçisi Basri’nin bireysel dramı eşliğinde yanıt
arıyoruz. 15 günde bir resmi makamlara dilekçe göndererek
oğlundan haber beklemeyi yılmadan sürdüren Basri’nin, Toros
dağları eteğindeki küçük istasyonda, işi ve bekâr evi arasında
geçirdiği sessiz yaşamının direği, bu kendine özgü kararlı direniş
biçimidir. Sonunda, oğlunun toplu bir mezarda bulunan
kemikleri, İstanbul’da adli tıp morgunda, küçük bir tahta sandık
içinde kendisine verilecektir...
Ercan Kesal’ın farklı bir ışık, daha doğrusu bulanık gölgeler
bulup çıkararak derinleştirmeyi başardığı Basri karakteri,
izleyiciyi filme bağlayıveriyor. Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerindeki
sağlam yorum ve senaryo çalışmalarından tanıdığımız Ercan
Kesal, içine dönük ketum Basri’yi zaman ve coğrafya ötesi bir
kimliğe taşırken, oyuncu yeteneğinin ne kadar geniş bir
yelpazeye sahip olduğunu da kanıtlıyor.
Dağıtım şirketi, “Küf”ün İtalya haklarını satın alan Nanni Moretti,
Ali Aydın ile Ercan Kesal’ın arasındaki koltuğa oturarak, filmin
Venedik’teki gösterimini izliyor ve herkesle birlikte uzun zun
http://www.mgkmedya.com
alkışlıyor... Lido’da, Ali Aydın ile Ercan Kesal’ sıcak bir ifadeyle
kucaklayarak kutlayan ünlü bir yönetmen daha var: “Kuzuların
Sessizliği” (1991) ile tanınan; festivale, yarışma dışı sunulan
“Enzo Evitable Music Life” adlı son belgesel filmiyle katılan
Amerikalı yönetmen Jonathan Demne (1944)... Bu arada,
Muhammet Uzuner ile Tansu Biçer’in “Küf”te sergiledikleri
başarılı yorumları da unutmamak gerekiyor. Ayrıca, filmin
görüntü yönetmeni Murat Tuncel’in başarılı çalışması da
izleyiciler tarafından özellikle kutlanıyor…
Akla gelebilenin tersine, “Cumartesi Anneleri” arasında tanıdığı
bir kimse olmayan Ali Aydın, o kadınların eylemleri gerisindeki
siyasi boyuttan, derin adaletsizlikten ve bireysel düzeyde
yaşanan acılardan çok etkilenerek, konunun gerisindeki vicdan
hesaplaşmasını, bir baba karakteri gerisinde daha farklı bir
ortamda işlemeyi uygun görmüş. Çok ta iyi yapmış. “Küf”, bir
dönemle ya da belirli bir olayla sınırlı kalmayan, siyasi
çözümlemeye girmeyen, seyircisinin duygularından çok bilincine
seslenen, onu yönlendirmekten özenle kaçınarak düşünmeye
davet eden bir film...
Herşeyin hızla yaşandığı ve kısa sürede unutulup gittiği
günümüzde, biraz durup düşünmenin, iç hesaplaşmalara
girmenin, tepki göstermenin, direnmenin ne kadar önemli
olduğunu vurguluyor Ali Aydın...
Bu kuleyi yakından gözetlemeli...
Pelin Esmer (1972), ilk kez Toronto Festivali’nde seyirci önüne
gelen üçüncü filmi “Gözetleme Kulesi”nde olgun bir sinema dili
sergiliyor. Sağlam temeller üzerine oturttuğu özgün senaryoyu,
duyarlı yaklaşımı ve yalın anlatımıyla daha da çarpıcı kılarak,
öykünün iç dinamiklerini ustalıkla değerlendiriyor.
Yaşam çizgileri Kastamonu yakınlarındaki dağlık bölgede, küçük
bir yerleşim noktasında kesişen iki ana karakteri Seher ile
Nihat’ı telaş etmeden yakın takibe alan kamera, en doğru
mesafeyi bulmakta zorluk çekmemiş. Yarattığı karakterleri
içtenlikle seven Pelin Esmer, bu sevginin onlara yük
olmamasına; izleyicinin, film boyunca duyumsayabileceği bu
sıcak yakınlıktan şu ya da bu yönde etkilenmemesine de ayrıca
özen göstermiş...
İç acılarını içlerine kapanarak yaşamayı tercih eden Seher ile
Nihat’ın yolları, ilk kez bir otobüste kesişir. İkisinin de yüreği
yaralıdır ve iç kanamalarını yalnızlığa sığınarak dindirmeyi
seçmişlerdir. Bolu’da edebiyat fakültesinde okuyan Nesrin,
hamileliğini gizlemeye çalışmaktadır. Şehirlerarası yolcu
otobüslerinde bir süre hosteslik yaptıktan sonra, dağ başındaki
küçük otogar lokantasının mutfağında çalışmaya başlar. Orada
yatıp kalkar. Üniversitede rahatça okuyabilmesi için kentteki
Pazar, Eylül 16, 2012 - Sayfa 1 / 3
Mehmet Basutçu
Venedik’ten Toronto’ya Genç Türk
Sineması…
evinin kapısını açıp, annesinin deyişiyle ona ‘kol kanat geren’
dayısından olma bebeğini aldırmak istemiş, ama geç kalmıştır.
Bir ensest ilişki ürünü olan bebeğini, bir köşede, tek başına
dünyaya getirdikten sonar, ondan kurtulmak isteyecektir...
Nesrin karakterinin kararlılığı gerisindeki kırılganlığı doğal bir
derinlikle yorumlayan Nilay Erdönmez, oyunculuğa başarılı bir
ilk adımla giriyor. Özellikle doğum sahnesinin inanılmaz
inandırıcılığı, genç oyuncunun yorum yeteneğini çok iyi
değerlendiren mizansen ustalığından da kaynaklanmakta.
Öte yanda, Olgun Şimşek’in abartısız yorumuyla incelik
kazandırdığı Nihat karakteri de suçluluk duygusunun
pençesinde kıvranan bir kararkterdir. Sebep olduğu trafik
kazasında eşini ve çocuğunu kaybetmiştir. Dağ başındaki o
orman gözetleme kulelerinden birine bekçi olarak gelmeye
karar vermesinin başlıca nedeni de, çevresindekilerden
uzaklaşmak, daha sakin bir ortamda iç hesaplaşmaya
gidebilmektedir. Önüne çıkan Seher’e, içgüdüsel bir dürtüyle
yardım eli uzatır. Ancak, istenmeyen bir yardım elidir bu. Benzer
acılarla kanayan farklı iç yaraların birbirine merhem olması
mümkün müdür?
Pelin Esmer, “Gözetleme Kulesi”ni açık bir sonla noktalarken,
sorunun yanıtını seyirciye bırakıyor. Yaşam, kopup gidene dek
uzayan bir çaresizlikler zinciri değil midir zaten? Aynı zamanda
da, tüm çaresizliklere karşın her an yeni çözümler üretme
savaşıdır tabii ki… Her kültürde, her dinsel öğretide kendisine
aşılanan suçluluk duygusuyla boğuşmak zorunda kalan
insanoğlu, derin anlamını bir türlü kavrayamadığı yaşamına
nasıl özgürce yön verebilecektir ki?
Seher ile Nihat, gözetleme kulesinin ıssızlığında, ellerinde
dürbün, belki de Godot’nun sisler arasından çıkmasını
bekleyeceklerdir. Yaşam zincirlerinin yakın ya da uzak bir
noktasına, ya da son halkasına dek birlikte bekleyeceklerdir…
Angela Davis ve kadın yönetmenler…
Toronto’da her nabza göre şerbet var. Sözgelimi, Tom Hanks’ın
ya da Penelope Cruz’un peşinden gitmek te mümkün, Angela
Davis ya da Salman Rushdie ile tanışmak ta... Günümüzün en
çok kâr getiren AVM’leri bu işin sırrını çoktan çözmüşlerdi zaten:
Arz, müşteri yelpazesini en geniş tutabilecek çeşitlilik içermeli!
Güneşli bir pazar günü, Afro-Amerikalıların, 1960 ve 70’lerde
ayrımcılığa karşı verdikleri savaşın simgesel adlarından Angela
Davis’le ilgili “Free Angela & All Political Prisoners” (Angela Davis
ve Tüm Siyasi Tutuklular) adlı belgeseli izlerken hem öfkeli, hem
de umutluyum. Festivalin gala gecelerinin düzenlendiği Roy
Thomson Hall salonundaki üç koltuktan ikisi boş! Hazır soslu
sıradan Hollywood filmlerini izlemek ya da medyanın
pompalamasıyla bir çırpıda ‘yıldız’ oluvermiş oyuncuları
http://www.mgkmedya.com
görebilmek için uzun kuyruklar oluşturan, çığlıklar atarak
tepinen Torontolu genç kalabalıklar nerede? Yaklaşık 40 yıl önce,
milyonlarca insanın bütün dünyada “Free Angela” diye
haykırarak yürüdüğü, siyasi tutuklu Angela Davis’in özgürlüğüne
kavuşması için büyük gösteriler düzenlediği ne çabuk
unutulmuş? Bugün ayrımcılığın kökü mü kazındı? Tam tersine,
yeni ayrımcılıklar alevlendi. Kanunların tanımladığı eşitlik gerçek
yaşama geçirilebildi mi? 2012 dünyasında siyasi tutukluların
sayısı acaba 1970’lerdekinden daha mı az?...
Filmin gösteriminden sonra şık bir lokantada verilen davette
bile fazla gazeteci yok. Beyaz tenliler azınlıkta. Angela Davis te
orada; birkaç dostuylasohbet ediyor. Bugün de, üniversitelerde
dersler, konferanslar vererek direnişini sürdürmekte. Özgürlük
mücadelesinin, hızla değişen dünyamızda daha da uzun soluklu
olması gerektiğinin bilincinde. Irkçılığa, ayrımcılığa karşı verilen
savaşta her gün yeni bir cephe açılmıyor mu? Görüşlerini olgun
ve dingin bir kararlılıkla dile getiriyor. Türkiye’de uzun süredir
yargılanmadan cezaevlerinde bekletilen çok fazla siyasi tutuklu
olduğunu da biliyor. Hiç gitmediği ülkemizi bir gün ziyaret
ederek tanımayı, siyasi suçlulara destek vermeyi dilediğini
içtenlikle ifade ediyor.
“Free Angela & All Political Prisoners” belgeselini gerçekleştiren
Shola Lynch, Afroamerikan bir kadın yönetmen ve araştırmacı.
Konusuna farklı açılardan yaklaşarak, ‘içeriden’ bir bakış
getirmiş. Gala gösteriminde az İzleyici olmasına üzülüyor tabii
ama, dağıtımcıların sıcak ilgisine de çok sevinmiş. Filmin geniş
bir dağıtım ağına girmesi, özellikle de televizyonlarda
gösterilmesi, tarihsel belleğin unutulmaması açısından da
kuşkusuz çok önemli…
Aslında, bu yıl kadın yönetmenlerin konumundan sıkça söz
ediliyor. Cannes’da Altın Palmiye’nin hiç kadın adayı
olmamasıyla
başlayan
polemikler,
Venedik’te
kadın
yönetmenlerin bütün seçkiler içindeki oranı % 40 düzeyine
çıkınca biraz yatışmıştı. Sinema dünyasının en büyük AVM’si
olan Toronto’da böyle bir ayrımcılık akla bile gelmiyor. Bu
pazarda herkese yer var. Örneğin, festivalin kalın kataloğunda
yer alan tek Türk filmi bir kadın yönetmenimizin filmi. Ayrıca,
Yeşim Ustaoğlu’nun Venedik’te “Ufuklar” bölümünde yarışan
filmi “Araf”, New York Festivali öncesi Toronto seçkileri içinde yer
almıyor olsa da, uluslararası satıcısı özel bir gösterim
düzenleyerek “Araf”ı burada potansiyel alıcı ve dağıtımcılara
sunuyor.
İlginçtir ki, her iki kadın yönetmenimiz de filmlerinde kürtaj
konusuna değinmişler. Kürtaj, yaz başında siyasi malzeme
olmadan önce çekilen bu filmlerd farklı açılardan ele alınmış.
Kürtaj yaptırmanın ya da yaptıramamanın, bebek düşürmenin
ya da istenmeyen bebekleri doğurmanın yarattığı travmalar,
önyargılardan uzak bir duyarlıkla, o çıkmazları ve acıları yaşayan
genç kızların gözlerinden verilmiş.
Pazar, Eylül 16, 2012 - Sayfa 2 / 3
Mehmet Basutçu
Venedik’ten Toronto’ya Genç Türk
Sineması…
Kadın yönetmenlerin seslerini daha dikkatle dinlemeliyiz...
Giyotinle idam edilen 222 Cezayirli…
Tarihi sorgulayan sinema
Fransa’da yaşayan Cezayir kökenli sinema ve tiyatro yönetmeni,
eleştirmen Said Ould-Khalifa (1950), “Zabana!” adlı filminde,
Cezayir halkının ayaklanmasını bastırmak amacıyla giderek
sertleşen Fransız hükümetinin ve
ordusunun sergilediği
sömürgeci zihniyetin vahşetini, gerçek olaylara bire bir sadık
kalarak, serinkanlı, duru bir sinema diliyle anlatıyor. Zabana,
giyotinle idam edilen 222 Cezayirli özgürlük savaşçısının ilkidir.
1956’da gerçekleşen idamı sırasında paslı giyotin iki kez
düşmemiş, kafası ancak üçüncü denemede kesilebilmiştir…
Kısaltılmış adıyla TİFF, yüzlerce film sunan kataloğuyla çoğulcu
ve eklektik olmanın yanı sıra, çoğul bir etkinlik olarak
tasarımlandığı için, Toronto’da herkes kendi festivalini kendisi
yaratabiliyor. Bu nedenle, Toronto’lu iki sinemasevere, başka
kıtalardan kalkıp buralara gelmiş iki sinema yazarına ya da iki
dağıtımcıya
bu
yılki
TİFF’i
nasıl
değerlendirdiklerini
sorduğunuzda, çok farklı, hatta çelişen yanıtlar alabiliyorsunuz.
Bu durumda, kadın yönetmenlerin ve politik sinemanın bu yıl
ağırlıklı olduğunu kolayca ileri sürebiliriz. İlk kez Toronto’da
izleyici önüne gelen, İran’ın ve Cezayir’in yakın tarihlerinden kara
sayfalar açan, biçemleri çok farklı, politik içerikli iki film, Angela
Davis belgeselinden sonra bu tezi kanıtlar nitelikte.
Otoriter rejimler tarihin akışına karşı durmalarının anlamsızlığını
hiçbir zaman kavrayamayacaklar galiba.
Boğulan gergedanlar…
Önce, Bahman Ghobadi’nin (1969), Türkiye’de çektiği, Monica
Bellucci ve Yılmaz Erdoğan’ın da rol aldıkları “Gergedan
Mevsimi”ni alkışlıyoruz. Şiirsel dilini bir basamak daha derinlere
götüren sinema sihirbazı İranlı Kürt yönetmen, baskı
rejimlerinin insan ruhlarında açtığı onulmaz yaraları görsel bir
senfoniye, daha doğrusu alabildiğine hüzünlü, hümanist bir
‘requiem’e dönüştürüyor. Gerçek olaylardan yola çıkarak,
ülkesinin son 30 yılından acılı yaşam kesitleri sunan Ghobadi,
Ayetullah Humeyni’nin yönetimindeki İslam cumhuriyetinin
haksız yere ezdiği, hapsettiği, işkence ettiği entelektüellerden
biri olan şair dostunun trajik yaşam öyküsünü duyarlı ve
etkileyici bir sinema diliyle işliyor. Kendine özgü has bir yaratıcı
evreni olan Ghobadi’nin kullandığı hayvan simgeleri bile, başlı
başına araştırma konusu olabilir. Sarhoş atlar, uçan
kaplumbağalar ve İran kedilerinden sonar, şimdi sıra tozu
dumana katan ve derin sularda dans edercesine boğulan
gergedanlarda... Ancak, diğer hayvanlar da koroya katılıyor.
Otoriter bir rejimin gazabına uğramış suçsuz şairin hüznüne
ortak olan gözleri dumanlı bir at, gökyüzünden yağan minik
kaplumbağalar, hepsi, insanoğlunun hayvanlıkları karşısında,
tüm hayvanların utancını dile getiriyorlar sanki… Otuz yıl
hapiste kalan şairle birlikte tutuklanan, bir gün başlarına çuval
geçirilerek hapishanede sevişmelerine izin verilen ama son
anda birliktelikleri engellenen sevgili eşi, on yıl sonra
salıverildiğinde, kocasının hapiste öldüğü yalanıyla karşılaşır ve
kendilerini ihbar ederek hapse gönderen kıskanç adamla
evlenerek İstanbul’a yerleşir… Bahman Ghobadi, Monica
Bellucci’ye dişiliğinin ötesinde incelikli bir yorum sergileme
imkânı verirken, Yılmaz Erdoğan da, sözcüklerden arınmış
rolünde “Bir Zamanlar Anadolu’da”ki yüksek performansını
yineliyor.
http://www.mgkmedya.com
Pazar, Eylül 16, 2012 - Sayfa 3 / 3
Download