VI. DİNi YAYlNLAR • KONGRESI . . -ISLAM, SANAT VE ESTETIK- (29-30 Kasım-Ol Aralık 2013 1 İSTANBUL) TaSavvufta Estetik Algısı Hakkında Bir Değerlendirme Doç. Dr. Ekrem Demirli istanbul Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Öğretim üyesi Thsavvufun estetik ve değer anlayışı üzerindeki yazıların önemli bir kısmı, 'Allah güzeldir ve güzeli sever' şeklindeki meşhur hadise atıfta başlar. Bu yaklaşım hiç kuşku­ suz yanlış sayılmaz: Sfifilerin eşyaya bakış açılan eşyayı Allah ile irtibatlı görmek esasına dayalı olduğu için böyle bir önerme mantıklıdır. Bunurıla birlikte bu bakış açısında güzellik öncelense bile kapsamlı bir tasavvurun oluşması mümkün değildir. Çünkü başta kötülük sorunu olmak üzere bir çok mesele, bu yaklaşımda görmezden gelinir veya üzerinde gereği üzere durulmaz. öte yandan meseleyi bu cürrıleyle ele almak, tasavvurtan daha temel soruruara yönelik bir cevap beklemek yerine, ikincil alanlarda çözüm beklemek arılarnma gelebilir. Çünkü 'Allah güzeldir ve güzeli sever' cürrılesine varana kadar başka pek çok önermerniz kesirıleşrniştir ve biz o kesin önermeleri, tasavvufun dışında kazandığımızı var sayarız. Tasavvuf araştırmalarının temel meselelerinden birisi budur: Thsavvuf hakkında konuşmak, bizi, 'ikincil' olan sınınnda tutar ve tasavvuftan asl1 konular üzerinde bir cevap ummayız. Bu yazıda tasavvufun iki temel dönemi olduğunu varsayarak, İslam'da deruni tecrübenin tabiat, alem ve insan görüşüne nasıl bir çerçeve kazandırdiğını tahlile çalışacağız. Bu itibarla tasavvufun en azından ikinci döneminde bu meseleler hakkında kurucu bir çerçeve teşkil ettiğini ve ikincil ve zenginleşticici bir yorum değil, asıl soruruara yönelik asıl cevaplar verdiğini de dikkate alacağız. Thsavvufun iki dönemini belirlerken de Gazali'yi bir kırılma anı sayabiliıi.z. Gazali'yi hareket noktası olarak ele almak, daha sonra Fahreddin Razi'de de devam edeceği üzere İslam dünyasında kelam-felsefe ve felsefe-tasavvuf ilişkilerinde ciddi bir kınlmanın bu süreç içinde yaşanmış olmasından kaynaklanır. Meselenin ayrıntısı konumuzia ilgili olmamakla birlikte söylemek istediği105 VI. Dini Yayınlar Kongresi ·miz şudur: Gazali'ye kadar tasavvuf, kelam ile fıkhın merkezinde bulunduğu din bilim- leri geleneği içerisinde ahlak şeklinde kendine yer bulmuştu. Bu dönemde tasavvufun müstakil bir bilgi veya varlık görüşünden söz etmek mümkün değildir. Bu devresinde 'üst görüşü' ve çerçeveyi belirleyen, kelam ile kısmen de fıkıhtı. Bu dönemde tasavvufun İslam toplumuna kazandırdığı en önemli katkı, bilgi ile amel ilişkisi hakkındaki görüşlerirıde ortaya çıkmıştı Bu konu, esas itibanyla tasavvufun din bilimlerine yönelik eleştirilerirıirı adağını oluşturur. Çünkü özellikle Ehl-i sünnet bilginleri, erken bir tarihten itibaren bilgi-iman eylem irtibatinı koparmış veya zayıf­ latmış, netice itibanyla ahiakın alanını daraltmışlardı. Sufıler ise bilgi-eylem ilişkisirıi toplumsal eleştirilerirıirı temeli yaptıklan gibi tasavvufu ayrıştıran en önemli unsur da teorik olana karşı arneli olanın önceliğini savunmak oldu. Arnelin önceleurnesi yeni bir netice daha izhar etti ki o da tasavvufun marifet anlayışını belirledi: Amele dönüşmüş bilgi, insanayeni bir bilgi kazandım: Bu anlamıyla 'marifet', arnelden ve tecrübeden ortaya çıkan bilgi demektir ki, bu yorumun kaynağı çeşitli ayetler ve hadislerdir. Bir ayet-i kerimede 'Takva sahibi olursanız Allah size öğretir' denilirken, hadiste, 'bildiğinizi yaparsanız Allah size bilmediklerinizi öğretir' denilir. Bu itibarla süfilerin peşirı­ den gittikleri marifet veya hakiki bilgi, arnelden ve tecrübeden ortaya çıkan bilgiydi. Bütün dönemlerinde tasavvufta genel kabul gören en önemli ilkelerden birisi buydu. İkinci olarak sufıler, erken bir tarihten itibaren irısanın farklı idrak araçlarını ve kabiliyetlerirıi keşfettiler. Bu yönüyle süfılerirı akılcı bilgi yöntemlerirıe yönelik eleştirileri, tek bir idrak aracında odaklanırken, irısan bütünlüğünü ve farklı yeteneklerirıi ihmal etmeleriyle ilgiliydi. Insan, pek çok idrak aracına sahiptir ve hakikat, bunlann hepsirıirı geliştirilmesiyle idrak edilebilir bir şeydir. Tasavvufun bilgi görüşünde irısan bütünlüğü ve idrak araçlannın çokluğu meselesi mühim bir yer tutaıı, Bu·araçlar, özellikle arnelle elde edilen yeni bilgilerirı iktisap edilmesirıi sağlayan araçlardı. öte yandan bu idrak araçları, ayetlerde ve hadislerde zikredilmiş olsalar bile süfılerirı dışındaki bilginler içirı müteradif kavramlardı. Fakat süfıler, mesela, kalbirı işleviyle sadnn veya sırrın veya lübbün işlevirıirı ve bilgi irrıkfuılannın farklılığını kabul ettile~ İnsan, hiçbiri aklın mukabili olmayan mütedahil idrak araçlarına sahiptir ve her biri:ötekirıe göre daha derin bir idrak kazandırır. Naslarda zikredilen bu idrak araçlan meselesi, öteki dirı bilimlerirıirı dikkatirıi çekmemiş olsa bile süfılere geniş bir perspektif kazandırdı. Çünkü irısan bu şekilde mütedahil idrak araçlarına sahipse, her idrak aracının varlığı ve hakikati, daha irıce ve deruni bir şekilde kavraması da tabiidir. Bu nedenle süfiler, varlığın ve hakikatirı katmanlarından ve mertebelerirıden söz etmeye başlamış, hakikat veçhelerirıirı keşf ve müşahede edilmesinden konuşmuşlardı. Gerçi ilk sufıler, idrak araçlarının farklılığından beslenen bu bilgi görüşüne kaynaklık yapabilecek bir varlık ve irısan tasavvuruna sahip değillerdi. Bu nedenle ilk dönem tasavvufunun pek çok meselesirıi bir takım anekdotlarda veya şatahatlarda işlenmiş 106 Birinci Oturum olarak görmekteyiz. Bu nedenle söz konusu dönemi 'nazariyesiz' dönem olarak değer­ lendirmek mümkündür. 'Nazariyesizdir', çünkü tasavvuf, kendisini nazariye inşa edebilecek bir salahiyette ve iddiada görmüyordu. Bununla birlikte yine de geride önemli bir miras· bıraktı: Bu mirasın birinci yönü, idrak araçlarındaki farklılıklardan kaynaklanan dereceli bir tasavvur ve algı anlayışıydı! Bu anlayış, zamanla zahir ve batın şeklinde ifade taksim edilen kademeli ve dereceli bir varlık anlayışının ilk merhalesini ortaya çıkardı. Zahir ile batın diye başlayan bu ayrım, Gazali sonrasında varlığın mertebeleri ve bu mertebelerinde Hakk'ın tecellilerinin .temaşası görünüşünün kaynağı olacaktı. ikinci miras, yine Gazali sonrasında sistematik hillini kazanacak olan 'iyimser varlık' anlayışının bu dönemde şekillenmiş olmasıdır. Bu anlayış, hiç kuşkusuz, kötülük sorununun çözülme yöntemirlin bir parçası kabul edebileceğimiz rıza ve tevekkülle yakından ilgilidir. İlk süfiler, zahir ile batın diye tasnif ettikleri varlık anlayışlarında batını hakikat saydılar. Ancak 'batın'. aynı zamanda yaşadıkları sıkıntılara ve hadiselere karşı iyiyi ve kemali anlatan bir kavram haline geldi. Bu itibarla meselenin 'iç yüzü' veya 'batını' denilince, kast edilen şey, görünürdeki kötülüğün perdelediği hayır ve ihsanlardır. Bu iyimser varlık anlayışı, İslam'da bir düşüncenin farklı geleneklerde nasıl karşılığını bulduğunun nefis misallerinden birisi sayılabilir: Bilindiği üzere Mutezile, adalet merkezli teolojisirıi 'aslah alellah'. yani Thnn'nın kulu içirı en iyiyi gözetmesi ilkesine dayandır­ mıştı. insan özgürlüğü başta olmak üzere, pek çok meselenin genel çerçevesini belirleyen ilke buydu. Eşarüer, bu ilkenin zorunluluğunu kabul etmemekle birlikte bütünüyle de reddetmediler. Süfiler ise aym ilkeye bir arneli mesele olarak bakarken, hem nazari bir konunun alanını genişlettiler hem daha sonra tabiat ve insan görüşünün genel çerçevesini belirlerken bu ilkeden yararlandılar. Bu itibarla rıza ve tevekkül anlayışını 'aslah alellah' ilkesinin Eşari yorumuna dayandırdılar. Bir süfi, 'olabilecek işlerin en iyisini yapan Allah'a tevekkül etmeli ve O'nun her işinden razı olmalı ve hiç bir şeyde eksiklik görmemelidir.' Süleyman Çelebi'nin 'Kfunil cümleyi kamil bilir' derken kast ettiği buydu. Binaenaleyh Mu tezile içirı kulu içirı her şeyin en iyisirıi yapan Allah, süfılerin kendileri için en iyisini yapacaklarına tevekkül ettikleri Allah'tı. üzerinde durulması gereken üçüncü bir husus ise, idrak araçlarındaki çokluğun kendilerine kazandırdığı ifade ve anlatım irnkanlarıdır. Onlar farklı idrak araçlarıyla idrak ettikleri veya kendilerine açılan varlığı ve aıerni, bütün ifade biçimlerinden istifade ederek izaha çalıştılar. Bu durum süfılerirı metinlerini kısmen din bilimlerinin üslubundan uzaklaştırarak, sanata, edebiyata ve sıradan irısana daha çok yaklaştırdı. Bu üç durum, yani idrak araçlarındaki çeşitlilik, rıza ve tevekkül anlayışını ortaya iyimser aıem anlayışı ve nihayetinde bu anlayışı ifade etmek için kullandıkları şiir-hikaye ve sembolik anlatım, tasavvufu, İslam'daki edebi ve sanatsal eylemlerin odağı haıine getirdi. Ancak esas değişim Gazali'den sorıra yaşandı. Bu dönemde 'nazariyesiz• olan bu üç yaklaşım. sistematik bir varlık ve bilgi anlayışı içerisinde ifadesini buldu. çıkartan 107 VI. Dini Yayınlar Kongresi ·Bunu sağlayan ise İbnü'l-Arabi ve takipçileri oldu. İbnü'l-Arabi'yle birlikte metafiziğin yeniden ele alındığını ve vahiyle uzlaştırılarak yeniden inşa edildiğini görmekteyiz. Yeni dönemde sı1fılerin üzerirıde durdukları ilk mesele, zahir ve batın kavramlarıyla sınır­ lanmış ve daha çok nasların ikirıcil anlarnlarını bulrnayı hedefleyen yorum yöntemirli geliştirmek oldu. İbnü'l-Arabi, bu yöntemi, bütün varlık için bir yorum yöntemi baline getirmek istedi. Başka bir ifadeyle, dirı bilimierirlin aşina olduğu istinbat ve istidlal yöntemi, sadece nasların anlaşılmasında kullanılacak bir yöntem değil, önce insanı ve dolaylı olarak da bütün varlığı kendisiyle arılayabileceği.niiz bir yönteme çevirmek lazırndı. Bunu ise bütün varlığı ve var olarıları 'kelime' şeklinde yorumlayarak sağladı­ lar. Her varlık bir kelimedir ve kelimeler sonsuzdur. Demek ki, irısanın önünde sonsuz idrak meıtebeleri durmaktadır. üstelik bu mertebeler, insanın ötesirlde bulunan ve keşfı bekleyen şeyler değil, tam aksirıe her an kendilerilli irısana sunan ve gösteren dirıamik yapıdaki mertebelerdi. Varlığın edilgen bir nesne ve bilgi konusu değil, bize kendisirıi gösteren faal ve irade sahibi bir şey olduğu fikri, İbnü'l-Arabi'yle birlikte tasavvufun üzerirıde durduğu bir meseledir. Bu varlıktaherşey bir maksatla bulunur, her şeyin bir tespihi vardır, zikri vardır, duası vardır vs. Kısaca artık karşırnızda irıorganik ve cansız bir tabiat ve alem yok, natık ve akıllı bir tabiat vardır. İnsan ise filozofların ileri sürdüğü gibi 'natık' olması nedeniyle değil, natıklığının derecesi, yani farklı dilleri bilmesiyle bu tabiattan farklılaşmıştır. İbnü'l-Arabi ve takipçilerine düşen, bu varlık anlayışının genel çerçevesirıi belirlemekten ibaretti. Bunu, özellikle İslam fılozoflarının sudur teorisirıi vesileci sudura çevirmekle yaptılar. Nazariyenin ayrıntılarına girmeksizirı üzerinde duracağımız birkaç husus şudur: İbnü'l-Arabi'yle birlikte tasavvuf, amel ve bilgi görüşünü muhafaza etti: Thsavvufu 'tasavvur kılan en önemli unsur, arnelin ve tecrübenın bilgiyi -vehim- gerçek bilgiye çevirmesiydi. Bunu islam filozoflarının kavramlarıyla ifade edersek, pratik aklın teorik aklı öneelemesi diye ifade edebiliriz. Burada değişme, bu arılayışın varlık görüşünde ortaya çıktı. İbnü'l-Arabi'nirı üzerinde durduğu en önerrili me$ele, varlıklar arasındaki ilişkiydi. Bu neden1e İbnü'l-Arabi'nirı, bütün varlığı yorumlayabileceği bir varlık arılayışı ortaya koyması zorun1uydu. Bu arılayışın temelirıde Allah'ın varlığının bir kaziye olarak kabul edilmesi gelmekteydi. Allah'ın varlığı müsellem bir kaziye olarak kabul edilirıce, metafıziğin meselesi Allah ile alem irtibatı kabul edildi. Bu irtibatı kendisinden öğrene­ ceğimiz yegane şey ise, ilahi isimlerdi. Artık dikkatimizi ilahi isimlere ve bu isimlecin tecelligahı olan tabiata ve ·aleme çevirmek, tasavvufun maksadının gerçekleşmesirıirı yegane yolu idi. Daha önce 'enfüs• merhalesine odaklanmış tasavvuf, buna güçlü bir şekilde 'afaki seyri' ekledi ve tasavvufun olgun1uk devresi ortaya çıktı. Artık varlıktaki her şeyi bir 'ayet' ve delil olarak keşfetmek, irısarun kemale ermesinirı en önerrili parçası halirıe geldi. Bunu, içe kapanan irısanın tekrar aleme ve tabiata dönmesi şeklinde ifade edebiliriz. Her şeye 'ayet' olarak bakmak, yeni bir tavır değildi aslında! Yeni olan, bu 108 Birinci Oturum bakış ile ahlak ve kemal arasında kurulan tamamlayıcı ilişkiydi. Tasavvuf, bu tabiat ve ilahi tecellileri müşahede etmenin biricik yolu sayarak Allah hakkındaki marifeti daha güçlü delillerle aleme ve tabiata bağladı. aıem anlayışını Bll bakışta yeni olan başka bir husus daha vardı: O da alemdeki delillerden hi- yerarşik bir şekilde insanın bizzat kendisine ulaşmaktı. İbnü'l-Arabi'nin metafizik anlayışında insan, Allah hakkındaki gerçek delildir. 'Allah'a delil insandır' cümlesi, ibnü'l-Arabi'nin en önemli iddiası olarak hala işienmeyi bekleyen yeni bir Allah delilidir. insanla ilgili bu yeni yaklaşım, aslında, günümüze kadar nazari olarak işlenmiş ve incelenmiş değildir. İbnü'l-Arab i 'nin en önemli ve aslında bütün tasavvuf tarihinin en önemli metni olan Fususu'l-hikem, bu anlayış üzere yazılmıştır. Bu eserdeki ana bölüm ise Muhammed faslıdır. Bu bölümde İbnü'l-Arabi, 'Allah'a delil insandır' bahsinden hareketle Adem ile Havva meselesini epistemolojik bir çerçevede ele alarak bu ilişkiyi eşirıe az rastlanır bir yorumlamayla Allah'a götüren bir 'delil' olarak ortaya koyar. Adem için Havva, Allah hakkındaki bilgisini kemale erdiren bir 'ayet' iken, aynı şey Havva için geçerlidir. Bunu daha geniş bir zeminde ele alırsak, insan ve insan dünyasın.ın Allah'a delil olarak görülmesinden söz edebiliriz. Bu yaklaşım, İslam tasavvufunu, çevresinde bulunan bütün kadim gnostik akımlardan, mistik geleneklerden ayırt eden en önemli unsurdur. Çünkü artık tasavvuf itabiatla barışmış, kadın ve cinsellik ile barışmış, kısaca madde ve onun dünyasıyla ruhanilik arasında bir karşıtlık ve çelişki görmemişti. Başta Hristiyan zahitliği olmak üzere pek çok ekol ile tasavvuf arasındaki temel fark, ruh ile beden, madde ile mana, kadın ile erkek ve dünya ile öteki alem arasında ortaya çıkan bu bakış açısı farkıdır. İslam tasavvufu, bütün bu meselelerde karşıtlık ve çelişki ilişkisini ortadan kaldırrnış, tamamlayıcılık ve tedbir ilişkisine döndürmüş, dünyadan ve ilgilerirı­ den uzaklaşmak esasına dayalı Mdim zahitliklere karşılık, hayatın içinde bir dindarlık anlayışını esas almıştı. Bu sayede tasavvuftan beslenen güçlü bir edebiyat, sanat ve insan ilgileri ortaya çıkmıştır. Günümüzde bu alanda ortaya çıkan ürürılerin tasavvufun bakış açısıyla uyumlu aniaşılıp aniaşılmadığı büyük bir sorun olsa bile, vakıa budur: Bir menkıbeyle meseleyi özetlersek, 'tasavvuf, köyde ve fnzivadaki zahitliğe karşı şehirdeki dervişliği savunarak kimliğini kazandı. ' Tasavvufta ortaya çıkan sanat ve edebiyat ürünleriyle ilgili yanlış anlamalarta ilgili üzerinde durmamız gereken birkaç nokta vardır: Birincisi, sı1fılerin metinlerinde en sık kullarulan ana temalardan birisi olan aşk kavramının mahiyetidir. Bu kavram, doğru aniaşılmadığı sürece sı1fılerin insan, tabiat ve alem ile kurdukları Allah' ı tanıma maksadı taşıyan ilişkinin mahiyeti de anlaşılmayacaktır. Buna mukabil tasavvufun kendisi şiir ve kurgu olarak kabul edilecekken Yunus Ernre, Mevlana vb. pek çok sı1fi, sadece bir şair olarak görülecektir. Böyle bir yaklaşım tasavvuf tarafından asla kabul edilemez. Tasavvufun varlık an]ayışının merkezinde bulunan 'aşk' , sı1fılerin bilgiyi ve imanı eyleme geçirmek hedeflerini irtibatlı olarak, 'güçlü iman' anlamında kullanılan 109 VI. Dini Yayınlar Kongresi bir terimdir. imanın yerine niçin aşk, muhabbet gibi bir terimin aldığı sorunu üzerinde yeterince durulmamış olsa bile, safi şairlerin metinlerinde yapılacak bir araştırma, bu iddiayı kanıtJayacaktır. Aşk insanı arnele icbar eden ve ona iştiyak veren kuvvetli iman demektir ve konusu da Allah'tır. Günümüzde safi metirılerinirı yanlış acılaşılmasındaki en büyük mesele, bu kavrarnın doğru arılaşılmamasıdır. Aşk ile müteradif kullanılan pek çok kavram, esas itibanyla irade ve yönelmeyle eş anlarndaki kelimelerdir. Bu itibarla aşk, iradenin bir derecesi, daha doğrusu güçlenmiş bir irade demektir. Aşk ile irade arasındaki bu irtibat onu tasavvufun riyazet ve mücahede yönteminin esası yaparken, iradeye bu anlamı veren başka iki temel kavram vardır. Bunlardan birisi Allah ile alem ve insan ilişkisirıi anlatmak üzere ortaya çıkan asıl ve fer ilişkisidir. Allah-alem ilişkisi, gayb ve şehadet kavramlarıyla anlatılırsa, burada irtibatı sağlayan kavram 'iman' olur. Buna mukabil bu ilişki, asıl ve fer ilişkisiyle izah edilirse, irtibatı sağlayan kavram, aşk ve muhabbet olur. Temeldeki insanın asla, yani Allah'a yönelik olan sevgisidir. Bunun neticesi ise aleme ve öteki insarılara yöneliktir. Başka bir ifadeyle bu bakış açısında alem ve öteki insanlar dolaylı olarak sevilmiştir. Esas Allah ve O'na yakmlıktır. Bu noktada üzerinde durmamız gereken hususlardan birisi şudur: Edebiyatta Leyla ile .Mecnun üzerinden dile getirilen bir anlatım vardır. Bu anlatım sonucunda beşeri aşktan ilahi aşka geçileceğinden söz edilir. Böyle bir aşk anlayışı tasavvuf ile bağdaşır mı? Tasavvufun bilgi ve varlık arılayışında mecaz ile hakikat arasındaki köprü, zorunlu bir ilişki değil­ dir. Bu arılayışta mecaz ancak hakikate ulaştıktan sorıra idrak edilebilecek bir şeydir. Bunu verilen örnekten açıklarsak, Leyla ile ifade edilen beşeri dünya, ancak hakikate ulaştıktan sorıra yeniden keşfedilir. Çünkü mecaz ile hakikat arasındaki irtibat zorunlu olsaydı, o zaman her insanın imana ve Allah'a ulaşması zorunlu olurdu. Halbuki İbnü'l­ Arabi, mecazın sevgisillin ancak ikinci merhalede bir ani~ taşıyacağını söylemiştir. Bunu Hz. Peygamber'irı bir hadisinden hareketle izah edersek 'Hz. Peygamber bana dünyaruzdan kadın sevdirildi' der. İbnü'l-Arabi sevrnek ile sevdirilmek arasındaki farka dikkatimizi çeker. Hz. Peygamber kadını sevmedi, kendisine ~dın ve elbette ki bütün tabiat sevdirildL insanın kendisinden ve tabiatından kaynaklartan bir sevginirı hakikate ulaşması zorunlu değildir. Belki bir imkan olabilir. Fakat Allah'ı sevdikten sorıra bu sevginirı tecellisi olarak alem, ins~a yeniden sevdirilir ve artık mecaz hakikate döner. Tasavvufun bu alandaki ·görüşlerinde dikkatimizden kaçan en önemli ikinci unsur da budur: Seyr ü süluku tamamlamış olanın cürrıleleri ve düşünceleri seyr ü süluk etmemiş kimse için geçerli değildir. Oturum Başkam: Biz de Hacı Bayram Başer' e teşekkür ederiz. Ekrem Demirli Bey'in de kulakları çınlasın. Şimdi altıncı tebliğ olarak Dr. Ayşe Taşkent Hanımefendi, "Etik ve Estetik Değerler Bütünlüğü" isimli tebliğirıi sunacak. Buyurun efendim. 110